Mizanpaj 1 - Yeni Demokrat Gençlik
Transkript
Mizanpaj 1 - Yeni Demokrat Gençlik
www.yenidemokratgenclik.net YENI DEMOKRAT GENCLIK Aylık Siyasi Gençlik Dergisi * Sayı 178 * Ekim 2013 *Fiyatı: 2 TL *ISSN: 1302-7506 Yeni Demokrat Genclik 1 RAT K O M E YENİ D K GENÇLİ Merhaba… “Eylül Sendromu”nun gerçeğe dönüştüğü, isyan ve direnişin yükseldiği günlerden geçtik/geçiyoruz. Direniş, egemenlerin korkularını büyütürken sınıf, devrim ve demokrasi mücadelesinde umudumuz tazelendi, coşkumuz arttı. Bu coşkuyu, dergimiz ve internet sitemiz üzerinden yaptığımız tartışmaların sonuçlarından da rahatlıkla görebilmekteyiz. Dergimizin bu sayısında elimize ulaşan haber, yorum ve değerlendirme sayısındaki artışta bunun bir yansımasıdır. Bu sayımızı daha kolektif bir şekilde çıkarttığımızdan söz edebiliriz. Aynı şekilde yeni açtığımız in- ternet sitemizdeki canlılığı farketmişsinizdir. Bu canlılığı ve coşkuyu, YÖK’ün kuruluş günlerine yaklaştığımız şu zamanda daha fazla ivmelendirmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle “anlık” olması bakımından sitemizi güçlendirmek için tüm okurlarımızın katkılarını, paylaşımlarını bekliyoruz. Bu sayımızda sizleri “#BAŞKALDIRIYORUZ; Polis Defol Üniversiteler Bizimdir!” kampanyamıza, Suriye gündemi, Gülsuyu Mahallesi’ndeki çeteleşme, liseli ve üniversiteli gençliğe dair yazılarımızı sizinle paylaşıyoruz. Umutla ve İsyanla… BİZE FACEBOOK VE TWİTTER’DAN ULAŞIN! facebook.com/YDG.online @YeniDemokratGen www.yenidemokratgenclik.net yenidemokratgenç[email protected] [email protected] İsyan........................................................... 2-3 Kolektifin Sesi ........................................ 20-21 Denge Ciwanê ......................................... 12-13 Forum .......................................................... 29 Özgür Okul .................................................... 8 Suriye Üzerine ....................................... 14-17 Gülsuyu’nda Çete Saldırıları.................... 18-19 UMUT YAYIMCILIK VE BASIM SANAYİ LTD. ŞTİ. Yönetim yeri: Gureba Hüseyinağa Mah. İmam Murat Sk. No: 8/1 Aksaray/Fatih/İstanbul Tel: (0212) 521 34 30 Faks: (0212) 621 61 33 Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Çilem İLASLAN Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cd. Güven San. Sit. B Blok, No: 366 Tel: (0212) 544 66 34 e-posta: [email protected] BÜROLAR Gençliğe Notlar ........................................ 24-25 Genç Kadın ................................................... 32 Bellek ...................................................... 39-40 Kartal: İstasyon Cd. Dörtler Ap. No: 4/2 Tel: (0216) 306 16 02 Ankara: Sağlık Mh. Sağlık Sk. Torum Ap. 19/9 Sıhhiye/Çankaya Tel: (0312) 433 10 23 İzmir: 856. Sk. No: 48/203 Kemeraltı/Konak Tel: (0232) 445 16 15 Erzincan: Ordu Cd. Ordu İşhanı Kat: 3 Tel: (0446) 223 45 82 Dersim: Moğultay Mh. Sanat Sk. Arıkanlar İşhanı Kat: 2 No: 8 Bursa: Selçuk Hatun Mh. Ünlü Cd. Sönmez İşsarayı Kat: 2 No: 185 Heykel Tel: (0224) 224 09 98 Mersin: Çankaya Mh. 4716 Sk. Güneş Çarşısı No: 32 Kat: 2 Akdeniz Tel: (0324) 232 10 80 Avrupa Merkez Büro: Weseler Str 93 47169 Duisburg-Almanya Tel: 0049 203 4060 958 2 Yeni Demokrat Genclik Sürecin şifreleri: Demokrasi ve Devrim Milyonları etkisi altına alan, sokağa çıkartan, slogan ve de taş attıran Gezi Ayaklanması, fiili direniş günlerini büyük oranda geride bıraksa da yankıları, etkileri halen devam etmektedir. ODTÜ ormanından geçmesi planlanan yol, Tuzluçayır’da yapılmak istenen cami-cemevi, Ahmet Atakan’ın katledilmesi ve daha irili ufaklı birçok itekleyici güç Gezi Ayaklanması’nın nadide günlerinin ardından girilen “forumlar” sürecinden sonra yeni kıvılcımların oluşmasını sağlamıştır. Bu kıvılcımlar devletin hafızasına “Eylül sendromu” olarak kodlanan sürecin ilk fişekleri olmuştu. Bu anlamda ODTÜ ve Tuzluçayır direnişinde kıvılcımların parlamasında biz YDG’lilerin de mütevazı katkıları bulunmaktaydı. İki haftaya yakın süre devam eden cami-cemevi protestolarında YDG olarak her gün çatışma alanlarında yerlerimizi alarak halkın asimilasyona karşı sergilediği direnişin bir parçasıydık. Yapımı uzun bir zamandır planlanan ancak Gezi’yle ve bilhassa da Melih Gökçek’in şahsi çabalarının da yoğun bir etkisiyle yolun yapım çalışmalarına son sürat devam edilmek istenmiştir. Ne var ki “hiçbir şey eskisi gibi değildir”. Başta ODTÜ öğrencileri ve mahalle halkı olmak üzere geniş bir kitle tarafından “Eylül sendromu”nun ilk semptomları açığa çıkmıştı. Öğrenciler “bu daha okulların açılmamış hali” diyerek yakın geleceğin egemenler cephesinden korkutuculuğuna vurgu yaparak; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı yolun tünel şeklinde ormanın altından, ağaçlara “zarar verilmeksizin” yapılacağını duyurmak zorunda bırakan eylemlere imza attı! ODTÜ direnişinin paralel günlerinde Tuzluçayır’da cami-cemevi inşaatının temel atma törenleri adeta, başta projenin sahipleri açısından, hüsrana sebep oldu. Fethullah Gülen’in “kardeşlik projesi” diyerek ikna etmeye çalıştığı kitle özellikle ilk birkaç gün boyunca Tuzluçayır Meydanı’na akmış ve orada olmanın dışında esasen de fiili direnişe dâhil olmuştu. Gezi Ayaklanması’nda dinamikleri itibariyle etkin bir rol oynayan Aleviler’in aynı dinamikleri yeniden sahne aldı. Gülen’in ‘cami-cemevi’ olarak ortaya koyduğu ve İzzettin Doğan’ın ‘aşevi’ önerisiyle desteklenen ve tüm masrafları Gülen Cemaati’nin karşılayacağı inşaat çalışmaları durdurulamasa da Aleviler cephesinden asimilasyon projelerine karşı tok bir sesin çıkarılması sağlanabildi. “Özlenen” demokrasi Ülkemizde mevcut faşist diktatörlük özelliği gereği kendi iktidarına yönelen her muhalif sesi olanca şiddetiyle bastırmak istemekte; yasak, baskı sarmalında sömürüye tam gaz devam etmektedir. Halk içindeki sınıfların, sınıfsal koşulları itibariyle biriktirdiği öfke dinamikleri farklılaşsa da “yasak, baskı” kapsamındaki talepler Gezi Ayaklanması’nın esaslı çıkış noktasını ve en temel ortak noktayı oluşturmaktadır. Burada talep edilen demokrasidir; yasaklamaların ve baskıların son bulması ve bu kapsamda esas sorumlu görülen Tayyip’in, hükümetinin istifasıdır. Ayaklanan kitlenin tamamının taleplerinin aynı noktada olduğunu iddia etmesek de büyük bir kitlenin “demokrasi” talebinin altını kalın çizgilerle çizdiği açıktır. Bu durum ayaklanmanın esasen sınıfsal karakterine dikkat çekmekle birlikte bizler açısından yeni görevlere de işaret etmektedir. “Özlenen” demokrasinin; ayaklananların niteliği, sınıfsal özü, mevcut bilinci gereği net olarak ortaya konduğu iddia edilemez. Demokrasi sorununu, özünde devrim sorunu olarak gören Yeni Demokrat Genclik bizlerin görevinin kitlelerdeki arayışı doğru ve olabildiğince ileri bir noktaya taşımak olduğu anlaşılmalıdır. Öyle ki ayaklanmada; sınıfsal öz itibariyle, sorunun doğru ortaya konduğu iddia edilemez. Kendiliğinden hareketlerin yapısal özelliği gereği bu durum olağandır. Gezi Ayaklanması da dahil devamında gelişen fiili direnişlerde-çatışmalarda kolluk kuvvetlerine teknik üstünlüklerine rağmen galip gelinmesinde başta genç komünistler ve genç devrimcilerin büyük oranda katkısı vardır. Gezi’nin ruhuyla YÖK’e hazırlanalım, YÖK’ü YOK edelim! Bilindiği üzere 80 AFC’siyle üniversitelerin neo-liberal politikalara uyum sağlayabilmesi amacıyla üniversitelerde jandarmalık yapması için oluşturulan YÖK’ün kuruluş tarihi de yakınlaşıyor. Geçtiğimiz yılda sermayenin gelişen ihtiyaçlarına daha fazla yanıt olabilmesi için yeniden dizayn edilen YÖK’le birlikte üniversiteler daha fazla sermayeye açıldı, daha fazla ticarileştirildi. Bununla birlikte YÖK’ün tabanından tavanına kadar yönetim biçimleri ve atamaları bir bütün değiştirilerek mevcut hükümetin bir kurumu haline getirildi. Toplum için bilim mantığından tamamen uzaklaşan üniversitelerde “bilim” ticari açıdan kazancı yükseklik kıskacına alınmış ve akademisyenlere de performansa dayalı ücret uygulamasının adımları atılarak bu durum tamamen kontrol altına alınmak istenmişti. İçerisinden geçtiğimiz dönemin özgün koşulları, devrimci dinamiği ve militan rengi düşünüldüğünde bu seneki 6 Kasım’ın diğer 6 Kasım’lara hiç benzemeyeceğini görebiliriz. Önümüzdeki ayda yapılacak olan YÖK protestolarını “#Başkaldırıyoruz!” şiarlı kampanyamızın çalışmalarıyla birleştirerek sürece hazırlanmamız gerekmektedir. Bu bağlamda tüm yerellerimizde 6 Kasım hazırlıklarını, Taksim Gezi süreciyle, direniş şehitleriyle, polis terörünü teşhir eden bir içerikte ve elbette kampanyamızın bir dinamiği olarak ele almak yararlı olacaktır. “DemokratikleşME paketi” 3 AKP hükümeti tarafından davul zurnalarla, toplamda medya üzerinden büyük yaygaralar kopartılarak müjdelenen “demokrasi paketi” 30 Eylül’de açıklandı. Kopartılan yaygarayla sanki sistem üzerinde birçok yeniliği getirecekmiş hissi yaratılarak şişirildikçe şişirilen “demokrasi paketi”n “fos”luğu açıklanır açıklanmaz anlaşıldı. Zaten Tayyip Erdoğan’ın demokrasi paketinin arifesinde “tek dil, tek bayrak tek vatan, tek devlet” temalı konuşması pakette bizleri nelerin beklemediğini gözler önüne sermeye yetmişti. Kamuoyuna duyurulan paketin mevcut haliyle AKP hükümeti nezdinde bir seçim yatırımından başka bir şey olmadığı ayan beyan ortada! Paket açıklandıktan sonra üzerinde tartışılan maddelerin birkaçına baktığımız zaman dahi paketin niteliksizliği ortaya çıkıyor, deyim yerindeyse paket çok konuşuyor ama hiçbir şeyi değiştirmiyor! Seçim tartışmaları üzerinden herkesin dertli olduğu konu pakette ele alındı. Seçim barajı konusunda oynama yapılarak biçimsel bir değişikliğe gidildi. “3 farklı alternatifi tartışmaya açıyoruz” diyerek seçenek de sunan Tayyip Erdoğan’ın mantığında yatan şey bazı partilerin tamamen temizlenmesi ve BDP’nin T. Kürdistan’ına hapsedilmesi. Seçenekler ise şöyle: “Mevcut %10’luk barajın devam etmesi, barajı % 5’e çekip, 5’li gruplandırmayla Daraltılmış Bölge Seçim Sistemi’ni yürürlüğe koyulması ya da barajın tamamen kaldırılarak, Dar Bölge Seçim Sistemi’ne geçilmesi…” Paket kapsamında yapılan bir başka değişiklik ise “Cebir veya tehdit kullanarak, ya da hukuka aykırı başka bir davranışla, bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale edenlere, ya da bunları değiştirmeye zorlayanlara, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası”! İlk bakışta kulağa hoş gelen bu “değişiklik” sıra uygulamaya geldiğinde adaletin kefesi yine ezen ulustan ve hâkim mezhepten yana basacak, çünkü TC tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bu yasadan doğru verilecek cezalar elbette “camilere ayakkabıyla girip, içki içenlere” yönelik uygulanacaktır. Ya da Alevi evlerinin işaretlenmesine karşı çıkanların, Maraş katliamını protesto edenlerin ceza alması için uğraşılacaktır. Paketten çıkan içi boş yasalar böyle uzayıp gidiyor. Açılımlarıyla, demokratikleşme paketleriyle beklentileri her zaman bir başka bahara bırakmayı öğrenen egemenlere karşı artık bizim de tüm sıcaklığıyla öğrendiğimiz bir yöntem var. Hakların, demokrasinin nasıl verilmediğini istenildiğinde alındığını, bununda isyan dolu günlerde meclislerde değil, sokaklarda olduğunu hep birlikte deneyimledik. Pratik içerisinde yaşayarak edindiğimiz bu deneyim mücadele tarihimiz boyunca hep yanımızda olacaktır! 4 Yeni Demokrat Genclik Divan toplantısı gerçekleştirildi Yeni Demokrat Gençlik olarak Mayıs ayının sonu itibariyle başlayan Gezi Ayaklanması’nın verdiği heyecan ve enerjiyle önümüzdeki 3 aylık süreci tartışmak-örgütlemek amacıyla 14-15 Eylül’de Ankara’da gerçekleştirdiğimiz divan toplantısı birçok alanın katılımı ile beraber coşkuyla sona erdi. Birinci gün (14 Eylül) Gezi İsyanı’nda şehit düşenleri anarak başladığımız toplantımıza divan seçimi ve gündemlerin belirlenmesi ile devam ettik. Ajitasyon ve propagandayı, kitlelerin örgütlenmesindeki önemli rolü nedeniyle ilk gündem başlığımız olarak belirledik. Afiş, sosyal medya, dergi kapağı gibi materyallerin önemi üzerinde durarak komisyonlar oluşturup daha ayrıntılı şekilde ele almaya karar verdik. Yeni Demokrat Gençlik dergisinin içeriği ve dağıtımının üzerinde tartışmalar gerçekleştirerek daha nitelikli bir çalışma geliştirilmesinin halk gençliğinin örgütlenmesinin önünü açacağı sonucuna vardık. İkinci gündem başlığı olarak YDG’nin çalışma tarzını (örgütlenmesini) ele aldık. Çalışma tarzımızda eleştiri-özeleştiri mekanizmasının daha işler hale getirilmesiyle eksiklik- lerimizi görebileceğimiz-aşabileceğimiz gerçekliği üzerinden eleştiri-özeleştiri toplantılarının gerekliliği üzerinde durduk. Komisyon tarzı çalışmanın kolektif çalışmayı besleyeceği ve sonucunda inisiyatifleşmeyi sağlayacağı sonucuna vararak komisyonlar oluşturmanın önemini tartıştık. Tartışma kültürünün alanlarda oluşturulmasıyla politikalarımızın güçleneceği gerçeğinin doğru orantılı olduğunda fikir birliğine vardık. İkinci gün (15 Eylül) Ali İsmail’in, Ethem’in, Abdullah’ın, Mehmet’in, Medeni’nin, Ahmet’in, Serdar’ın katillerini üniversitelerimizde istemediğimize dair kampanya çalışması yürütmeyi gündemimiz olarak belirledik. Halkımızı katleden, sakat bırakan, işkenceden geçiren polisin üniversite içerisinde güvenliğimizi sağlamak(!) üzere bulunmasının kabul edilemez olduğunun bilinciyle kampanya sürecimizi başlatmaya karar verdik. Rojava’da yaşanan katliamlar, Suriye üzerindeki AKP politikası ve Kürt ulusuna yönelik saldırıların teşhirinin önemli olduğu ve bunlar üzerinden çalışma yürütmenin gerekliliği üzerinde durduk. Divan toplantımızı, yaptığımız değerlendirmeler ve aldığımız kararlar doğrultusunda önümüzdeki sürece dair umudumuzu büyüterek; adımlarımızı somutlayarak sonlandırdık. Çalışmalardan... Çalışmalardan... Çalışmalardan... Çalışmalardan... İstanbul Üniversitesi’nde Forum İstanbul Üniversitesi’nde 24 Eylül Salı günü içinde Yeni Demokrat Gençlik’in de bulunduğu birçok devrimci, demokrat kurum ve bağımsız öğrencilerden oluşan bir forum düzenledik. Merkez ve Edebiyat Fakültesinde aynı anda iki forum gerçekleştirildi. 200’e yakın öğrencinin katıldığı forum oldukça canlı geçti. Gezi direnişinin ruhuyla bir araya gelen öğrenciler, birçok konuyu gündeme taşıdılar. Gündeme damgasını vuran ve kampanya şekline bürünen konu ise bizi direk etkileyen polisin ÖGB’nin yerine gelmesi ve okulumuzdaki sivil polisler ve büroları oldu. Yedi arkadaşımızı Gezi Direnişinde katleden ve birçok arkadaşımızın sakat kalmasına neden olan katil sürüsüyle aynı havayı solumama, onlara okulu dar etme kararı aldık. Bununla ilgili komisyonlar oluşturduk. Dilekçe toplamaktan anfi isimlerine, Gezi’de şehit düşenlerin isimlerini koymaya kadar birçok karar alındı. Yine kampanyayla ilintili olarak ve Suriye’ye emperyalist müdahalenin düşünüldüğü bir süreçte okulumuzda “Halkların Kardeşliği Etkinliği“ yapma kararı aldık. YDG’li yoldaşlarımızın da konuşma yaptığı forumda birçok öğrencinin söz alıp konuşması ve yaratıcı fikirlerle olaya dâhil olması forumun verimini daha da arttırdı. Bu hafta içi okulumuzda temsili çadır açmayı ve pankartlarımızla kampanyaya start vermeyi karalaştırdık. Eylül ayı ve sonrası, devletin korkulu rüyası oladursun, biz gençlerin yeniden ayağa kalktığı bir süreç olacak. Forumlarla devam edecek. İstanbul Üniversitesi’nden bir YDG’li Marmara Üniversitesine Hoş geldiniz Marmara Üniversitesi’nde 19 Eylül günü, yurtsever öğrencilerle hem Gezi direnişini hem de anadilde eğitimin önemini tartıştığımız bir forum örgütledik. Forumda Kürtçe şiirler ve türküler söylendi. Süreci değerlendiren bir tartışma yürütüldü. Daha sonra YDG’li yoldaş konuşma yapmak için söz istedi: “Bir ulusun dili bir halkın kimliğidir. Devlet Kürt ulusuna yıllardır zulmetmekte ve Kürt halkını katletmektedir. ‘Ya Türk olacaksın ya da öleceksin’ politikasını sürdüren Kemalist düzen bugün farklı Osmanlı oyunları ile Yeni Demokrat Genclik karşımıza çıkmaktadır. Barış süreci adı altında asimilasyon politikaları hızla devam etmektedir. Bugün Rojava’da katliam yapan devletin barış kelimesini ağzına alması ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Ülkemizde sadece Kürtlere değil Aleviler başta olmak üzere tüm ezilen kesimlere aynı muamele yapılmaktadır. Kurtuluş birleşerek faşizme karşı savaşmaktan geçmektedir’’ sözleriyle konuşmasını bitirdi. Daha sonra hazırladığımız pankartımızla yürüyüşe geçtik ve okulumuz önünde basın açıklamamızı yaptıktan sonra eylemimizi sonlandırdık. Marmara Üniversitesi’nden bir YDG’li Sarıgazi’de stant çalışması Bizler YDG olarak 21 Eylül Cumartesi günü Sarıgazi Demokrasi Caddesi’nde standımızı açtık. Stant çalışmamızı 3 gün öncesinden planlayıp görev dağılımı yaptık. “Tacize direnen Elif Kaya’ya Özgürlük”, “#direnodtü”, “Cüreti kuşan, isyanı yay”, “Suriye’de Emperyalist saldırganlığa hayır” yazılı pankartlarımızı meydana astık. Saat 11.00’de diğer yoldaşların gelmesiyle standımızı ve müzik sistemini kurduk. Türkü ve marşlarımızı çaldık. Standımıza gelenlere çay ikramında bulunduk. Yapılacak işin önceden planlanmasını ve görev dağılımının yapılmış olması, işin verimini artıyor, bir kez daha görmüş olduk. Özellikle gençlerin ilgisi yoğun olduğundan çok sayıda dergi dağıtımı yaptık. Üniversiteli yoldaşların bölgemizde ücretsiz ders vereceğini gelen gençlerle paylaştık. Her hafta farklı etkinliklerle kitleye gitmeyi kararlaştırdık. Sarıgazi YDG Söylemiştik, Eylül’de geldik! “Adalet ve Özgürlük İçin” 19 Eylül’de Kadıköy’de yapılan etkinlikte bizde YDG olarak oradaydık. Kadıköy’de gerçekleşen bu etkinlikte ilk olarak alana polisin gelmesiyle birlikte bizler de orada olduğumuzu göstermek için, pankartlarımızı, afişlerimizi ve dövizlerimizi her alana astık. Ardından ise broşür ve dergi dağıtımı gerçekleştirdik. Çoğunluğu gençlik olan kitlenin, bizlerin yanına gelip asmış olduğumuz afişlerden istemesinden, dergimize olan ilgisinden politikaya olan alakanın Gezi süreciyle arttığını ve eğer kitlelere gidersek karşılık bulabileceğimizi bir kez daha gördük. Bütün alanda yapılan dergi broşür dağıtımından sonra faaliyeti sonlandırdık. Buradan bir kez daha haykırıyoruz “ Hoşgeldin Eylül”. İstanbul YDG Mersin Üniversitesi forumlarla açıldı 23 Eylül günü üniversitede bir forum gerçekleştirdik. ‘Forumlarda buluşuyoruz’ çağrısı ile başladığımız süreçte örgütlenen forumda yapılan tartışmalar sonucu bu hafta 5 içerisinde yapacağımız eylemler belirlendi. Haftada belirli günlerde stant açılacağı ve Gezi sürecine yönelik çeşitli kültür-sanat etkinlikleri yapılabileceği konuşuldu. Forumda gelen bir öneri üzerine, 27 Eylül gününe Wan depremzedelerinin ölüm orucunda olması durumundan kaynaklı basın açıklaması ve ardından bir yürüyüş örgütlendi. Yemekhane önünde Mersin Üniversitesi Forumu’ndan Diyar Şirin’in okuduğu basın açıklamasında; “Binlerce kişinin yaşamını yitirdiği büyük Wan depreminin ardından neredeyse iki yıl geçmesi üzerine, devlet tarafından psikolojik travmaları yetmezmiş gibi fiziksel mağduriyetlerinin de halen çözünmediğine ve bu yaşanan zorluklara karşı bu durumu protesto etmek amaçlı 20’ye yakın ailenin açlık grevine başladı” denildi. Mersin Üniversitesinden Bir YDG’li KOÜ’nde stant ve dergi dağıtımı “#BAŞKALDIRIYORUZ” şiarı ile çalışmalarımızı Kocaeli Üniversitesi YDG olarak 27 Eylül günü stant ve dergi dağıtımı başlattık. Yapacağımız faaliyet öncesinde çalışmalarımızı nasıl daha örgütlü ve yaygın bir şekilde yapabilirizi tartışmak için bir toplantı düzenledik. Toplantıda esas olarak üzerinde durduğumuz noktalar YDG olarak nasıl bir inisiyatifle hareket etmemiz gerektiği, gündem ve özellikle Gezi Ayaklanması sürecinde genç yürekleri katleden katillerin üniversiteye gelmesine nasıl karşı duracağımız üzerine tartışmalar yürüttük. Ardından değerlendirme yaparak alınan kararlar sonucu toplantıyı sonlandırdık. Toplantıda tartıştığımız konu olan yaygın bir şekilde faaliyet yürütme noktasında hemen ilk adımı atarak afiş çalışmalarına başladık. Kocaeli Üniversitesi Merkez Kampüsü Sosyal Tesisler önünde stant çalışması gerçekleştirdik. Ardından üniversitede dergimizin dağıtımını yaparak gençlerle sohbet ettik. Her zaman olduğu gibi standımıza yoğun ilgi vardı. Yapılan uzunca sohbetler sonucunda bizleri tanımak isteyen gençler iletişimde bulunulmak için telefon numaralarını bıraktılar. 6 Yeni Demokrat Genclik #BAŞKALDIRIYORUZ! İmam Hatip Liseleri - Ortaokulları geçtiğimiz yıllar içerisinde sayısını artırmaktadır. Konuya 4+4+4 eğitim sisteminden başlayacak olursak; bu sistemin amacı, öğrencileri erken yaşta mesleki eğitimin içerisine katmak gibi gösterilse de tanık oluyoruz ki her mahallede en az iki tane İmam Hatip Ortaokulu açılmakta ve bu okullar dışında herhangi bir meslek eğilimli başka okullar bulunmamaktadır. Gereğinden fazla İmam Hatip Ortaokulu açılıp, en azından bunlarının bir kısmının yerine fazlasıyla ihtiyacımız olan spor, güzel sanatlar, bilişim vb. gibi ortaokullar açılmıyor. Bu durum bize Erdoğan’ın söylemlerindeki “tinerci bir nesil değil, dindar bir nesil yetiştireceğiz” sözlerini hatırlatıyor. Gittikçe sayısı artan bu okullar düzenin, biz liselilerin erken yaşta sorgulayıcı ve araştırmacı kimliğini yok etmeye çalışmasının bir ürünüdür. Kadın-erkek eşitliği tamamen yok sayılıp, koyulan katı kurallara uyulmaması halinde ise yine katı yaptırımlara gidilme konusunda sorunlar yaşıyoruz. R.T.E‘nin istediği nesil değil araştıran sorgulayan ve alanlarda olan bir nesil olacağız! Gezi direnişinde ülkemizin her bir yanında çıkan çatış- malarda direnişlerde en önde ve belirleyici güç olan gençliği gören devlet, karşı saldırıya geçerek üniversiteye polisi sokup, liselerde ise disiplin yönetmeliğini düzenleyerek devamsızlığı 10 güne düşürmekte ve bizleri alanlardan, direnişlerden alıkoymaya çalışmaktadır. Halkımız tanık olmuştur ki, bu gençlik bilgisayar başından kalkmış, korku duvarlarını yıkmış, alanlarda gaz ve plastik mermi saldırılarına maruz kalmış, genç yaşta toprağa düşen bedenler olmuşlardır. Gençlik, devletin bu saldırılarına yanıtı ise en ön saflarda mücadele ederek vermiştir. Her fırsatta gücünü, pratik zekâsını ve mizahi yeteneğini göstermeye başlayan gençlik, uyumadığını ve hala dimdik ayakta olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu durum hükümetin tedirgin olmasına sebep olmuş, yaptırımlara gidilmiştir. R.T.E’nin bir konuşmasına atıfta bulunacak olursak: Bizler elimizde tabletle eğitim değil, eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz! Yine baştan, yine en yeni baştan söylüyoruz ki bu daha başlangıç, mücadeleye devam! Bilinçli bir şekilde bu oyunun, bu senaryonun yanlış olduğunu her zaman, her yerde dile getirerek yapılması gerekeni tartışarak, konuşarak, haykırarak #BAŞKALDIRIYORUZ! Arınç Uludağ’da protesto edildi Çapulcu Liseli Forumu’na saldırı Batıkent Çapulcu Liseli Forumu’nda 28 Eylül günü ikinci kez bir araya gelerek süreci tartışmak isteyen liseli arkadaşlarımız sivil faşistler tarafından sözlü ve bıçaklı saldırıya uğradı. Gezi Ayaklanması sürecinde gençliğe düşen görevlerin tartışıldığı ve Gezi direnişinde liselilerin durumunu ve okullarda yaşanan sorunların da konuşulduğu foruma sivil faşistlerin bıçakla saldırması üzerine liseli bir arkadaşımız yaralandı. Yaralanan liseli arkadaşımız hastaneye kaldırıldı. Saldırıya uğrayan arkadaşımız, daha sonra karakolda ifade verirken foruma katılanlar, saldırgan hakkında şikâyetçi oldu. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, İnşaat Mühendisliği binasının açılışı için geldiği Bursa Uludağ Üniversitesi’nde protestolarla karşılandı. Arınç, İnşaat Mühendisliği binasının açılışı ve Hasan Öztimur’a Uludağ Üniversitesi Onur Doktoru’ unvanı ve Vali Şahabettin Harput’a Uludağ Üniversitesi Fahri Profesör unvanı verilmesi için 25 Eylül’de tarihinde gittiği Uludağ Üniversitesi’nde protesto edildi. Törenin yapıldığı salona girmek isteyen Uludağ Üniversitesi öğrencilerine özel güvenlik birimleri ve çevik kuvvet polisleri saldırı haberinin diğer öğrencilere ulaşmasıyla protestoya destek olmaya sonradan gelen birçok öğrenciye de çevik kuvvet polisleri tekrar saldırdı. Yeni Demokrat Genclik İsyan, direniş, serhildan! 27 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’nda kıvılcımlanan, Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerine yayılan bir halk ayaklanmasına tanık olduk. Milyonlarca insanın dalgalar halinde büyüyen öfkesiydi Taksim İsyanı. Bizleri barikatlar ardına iten, hükümetin giderek artan saldırılarıydı. Gezi Direnişi, tüm baskılara, tehditlere ve gözaltı terörüne rağmen artarak devam etti. Direnişçilerin binlercesi resmi, on binlercesi illegal biçimde gözaltına alındı. Direnişe başta halk gençliği olmak üzere tüm emekçiler, işçiler, kadınlar, LGBT bireyler katılım gösterdi. Gözaltılarıyla, gaz bombalarıyla ve TOMA’larla bizi yıldırmaya çalışanlar tekrar gerekli cevabı aldılar. Gezi Parkı’nda başlayan direniş, Dersim’de de can buldu. Olaylara tepkimizi göstermek için toplandığımızda devletin faşist saldırıları başladı. Saldırıların ertesi günü halk yeniden toplanma kararı aldı. Toplanma saatinden yaklaşık bir saat erken gelen Dersim gençliği, zaman kaybetmeden yürüyüş düzenleyerek esnafa ve halka toplanma çağrısı yaptı. Çağrıya tepkisiz kalmayan halk, yürüyüşün başlayacağı alanı doldurdu. Yürüyüş başladığında Dersim bütün ateşli kitlesiyle direniş sloganlarını haykırdı. AKP binasını önünde duran halk, polisin gaz bombaları ve TOMA’larıyla karşı karşıya kaldı. Yapılan saldırıya cevap hiç gecikmedi. Barikatlar oluşturarak direnişi Dersim’den yükselttik! Ethem’i, Abdullah’ı, Mehmet’i, Ali İsmail’i, Medeni’yi ve Ahmet’i güneşe uğurladık. Onlar direnişimizin sembolü haline geldiler. 8 canımızı katleden devlet, polisin görevini layıkıyla yaptığını söylemekte. Okmeydanı’nda çatışmaların sürdüğü bir günde evden ekmek almak için çıkan Berkin hala evine dönemedi. Polis, 14 yaşındaki Berkin Elvan’ın kafasını gaz kapsülüyle parçaladı. Berkin hala yaşam mücadelesi veriyor. Polisinin kahramanlık gösterdiğini söyleyen devlet, halkımızı katletmeye devam ediyor. Taksim Gezi Ayaklanması’nın bize öğrettiği en önemli şey gücümüzdü. AKP’nin işçi ve emekçilere yönelik sömürüsü, işsizlik, gençliği geleceksizleştirme, kadınlara yönelik cinskırımı, Alevilere ayrımcılık, devrimci ve ilerici kitlelere saldırıydı, bugün bizlere barikatları mesken tutturan! Tansiyonu düşmüş olsa da Gezi Ayaklanması sistemin başındakilerin korkulu rüyası olmayı sürdürüyor. Çünkü onlarda biliyor ki en ufak bir kıvılcım yangın olabilir. Üniversitelere ve halkın diğer kesimlerine yönelik saldırılar devam ediyor. Direnişe katılan üniversitelilerin burs- 7 ları ellerinden alınmakla tehdit ediliyor. Yine geçtiğimiz günlerde Adana’da 13 öğretmen hakkında “Gezi” soruşturması açıldı. Zonguldak’ta yaz olmasına rağmen okula çağırılan öğrenciler- den direnişe katılan arkadaşları hakkında bilgi istendi. Ülkenin her yerinde fişlenmeler devam ederken bu durum Gezi Ayaklanmasıyla daha da boyutlandı. Hükümet her geçen gün gençliğe hakaretlerini devam ettirmekle kalmayıp bizleri “terbiye etmeye” soyunuyor. Gençliğin “parasız, bilimsel, anadilde eğitim” taleplerini görmezden gelirken bir yandan da “teneke çalmayan, dindar bir gençlik” yetiştirme amaçlarını da çekinmeden söylüyor. Buna karşı örgütlü mücadele hattını çizmek, biz gençlerin elinde iken bunu geri tepmek ve yapılan baskı, zulme sessiz kalmak bizi geleceksizliğe sürükleyecektir. Herkes biliyor ki “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Dersim Liseli Gençlik olarak hepinizi Gezi ruhuyla selamlıyoruz! Her Yer Taksim, Her Yer Direniş! Dersim Liseli YDG 8 Ö Z G Ü R O K U L Yeni Demokrat Genclik Değişen sınav sistemi ve cemaatleşme Gezi İsyanı’nda da de gördüğümüz gibi toplumun en hareketli ve dinamik kısmı halk gençliğidir. Gençlik, tarih boyunca egemenlerin rüyası olmuştur. Çünkü gençlik ayağa kalktığında neler yapabileceğini tarih boyunca göstermiştir. Nitekim 68 kuşağında, gençlik ayağa kalkarak dünyanın çehresini değiştirmiştir. Sovyet ve Çin devriminin deneyimlerinde gösterdiği gibi gençlik en önde savaşandır ve değiştiren, dönüştürendir. Mao’nun da dediği gibi gençlik devrimin öncü müfrezesidir. Gençliğin en hareketli kısmı da liseli halk gençliğidir. Bunu bize Gezi direnişi deneyimi de göstermiştir. Liseli halk gençliği üzerinde yapılan baskı politikalarının bir anda patlama gibi bir yeteneği vardır. Bunun içindir ki bu kesimden korkan egemenler, halkın her kesimine yönelttiği gibi liseli halk gençliği üzerindeki baskı ve apolitikleştirme politikalarını gün geçtikçe artırmaktadır. Egemenlerin, liseliler üzerindeki politikalarının esas zincirini eğitim halkası oluşturmaktadır. Bunun içindir ki egemenler eğitim sistemine çok önem vermekte ve her gün bu köhnemiş eğitim sistemine getirdiği yeni düzenlemelerle liselileri daha da baskı altına almaya çalışmaktadır. Liseliler nerdeyse her güne eğitim sitemine getirilen yeniliklerle uyanmaktadır. Son olarak sözde sınav sistemine son vermek isteyen Milli Eğitim Balkanı Nabi Avcı yaptığı açıklamalarla getirilen sınav sisteminin öğrencileri daha da rahatlatacağını ve eğitimi kolaylaştıracağını söyledi. Ancak biz liseliler egemenlerin bizim için iyi bir Politik üretmeyeceğini Meslekliselerinde bizi “staj” adı altında patron işbirliğinde sömürmesinden biliriz iyi biliriz. Yeni getirilen sınav sistemi ile öğrenciler daha da meşgul edilecektir. Daha fazla uğraştırılacaktır. Nabi Avcı sınav sistemi ile sözde dershanelere olan bağımlılığın azalacağını söylemişti. Ancak bağımlılığın azalması bir yana, dershanelerle bağımlılığın artacağını tahmin etmek pek de zor olmayacaktır. Nabi Avcı gelecek seneye dershanelerin kaldırılacağını açıklamıştır. Bunun bir fiyaskodan ibaret olduğunu anlamak çok da zor olmayacaktır. Nitekim dershaneler sözde kapanacak ve seneye özel okul olarak faaliyet gösterecektir. Zaten eğitim sistemine getirilen yenilikler ve okullarda verilen niteliksiz eğitim biz liselileri dershaneye gitmeye mecbur bırakmaktadır. Peki bu yeni durumda değişen ne olaktır? Anne-babmız yada kendimiz bu kez özel okulların parasını ödemek için mi ter dökeceğiz? Son olarak eğitim sistemine getirilen yenilikler zaten başını kaşımaya fırsat bulamayan biz liselileri daha da meşgul edecektir. Devamsızlık hakkının 10 güne indirilmesi ve performans ödevi sistemi kendi hayatımızla ilgilenmemizi bile zorlaştırmaktadır. Egemenler zaten gerici, ezberci ve yoz eğitimden başka şeylerle ilgilenmemizi engellemeye çalışmaktadır. Devlet, liseliler arasında cemaatleşmeyi yayarak “dindar” bir nesil yetiştirme derdinde. Bunu da eğitim sistemine getirdiği yeniliklerle sağlamaya çalışmaktadır. 4+4+4 eğitim sistemiyle arttırılan imam hatipleşme ile devlet cemaatleşmeyi artırmaya çalışmaktadır. Son zamanlarda bütün düz liseleri, Anadolu liselerine ve imam hatiplere çevrilmiştir. Anadolu liselerinin kontenjanı sınava girenlerin sadece % 35’ni alacak düzeydedir. Anadolu liselerine yerleşemeyen büyük çoğunluğa imam hatip yolu gözükmüştür. Nitekim birçok öğrenci de haberi yokken okuduğu okulun imam hatibe dönüştürülmesi ile imam hatip öğrencisi olmuştur. Üzerimizdeki bu baskı ve asimile etme politikalarını boşa çıkarmanın tek yolu örgütlenmedir. YDG saflarında örgütlenerek üzerimize yönelen baskı ve asimile politikalarını boşa çıkartalım. Yeni Demokrat Genclik Anadil üzerine birkaç not... “Anadilim benim derim ve diğer diller ise giysilerimdir. İnsan ne zaman isterse kendi isteklerine göre giysilerini değiştirebilir ama derisini değiştiremez…” Finlandiyalı yazar ve dilbilimcisi Antti Jalava Dil iletişim aracı olmaktan daha fazla niteliği içinde barındırır. Her dil, ait olduğu toplumun kültürünün, tarihinin taşıyıcısı ve güvencesidir. Her insan için anadilinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Anadili, kişinin dünyayla ilk iletişim kurma sürecinde edinip öğrenmeye başladığı ve dolayısıyla kişiliğinin, kimliğinin, duygusal ve zihinsel gelişiminin ayrılmaz bir parçası niteliğini taşıyan dildir. Federal ve üniter devletlerde anadilinde eğitim görülmesi farklı biçimlere bürünmektedir. Federal sistemin hâkim olduğu ülkelerde, resmi dilin birden fazla olması, anadilinde eğitimin yaygın olması hâkimken Türkiye gibi üniter ülkelerde resmi dilin tek olması, anadilinde eğitim verilmemesi gözden kaçmayan bir olgudur. TC’nin kurulma sürecinden günümüze kadar sürdürdüğü “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” politikası ülkede yaşayan azınlık milliyetleri ve Kürt ulusunu asimile ederek dilleri yok olma aşamasına getirmiştir. Türkiye’nin dil alanındaki politikaları, eğitim ve kültür politikalarıyla iç içe örülmüştür. Devlet bu politikaları yürütürken Cumhuriyet döneminde kurulan “Türk Ocakları”, “Halkevleri”, “Türk Yurdu” , “Türk Derneği” gibi kuruluşları kullanmıştır. Bunların amacı “Türkçe konuş, çok konuş” tarzında 9 kampanyaları hayata geçirmek ve homojen bir Türkçe ve Türk milleti yaratmaktı. Bu politikaların daha da güçlenmesi ve bunlarla atbaşı gitmesi için 1930’larda “Türk Tarih Kurumu” ve “Türk Dil Kurumu” kuruldu. Bu kurumlar “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi”ni geliştirdiler. Bu tezlere göre her insan Türklerden ve her dil de Türkçe’den türemişti. Teraziyi iyice kaçıran devletin kalemşörleri, daha sonraki yıllarda bu tezlerin tamamen uydurma olduğunu ve bu fikirleri Nazi Almanya’sından etkilenerek ortaya attıklarını açıkladılar. Konuşulmayan dillere ölü dil denir. Bir kişi kalana kadar o dil yaşayan dildir, konuşan son kişi ölünce onunla birlikte o dil de ölür. Türkiye’de 1980-1990’lı yıllarda yapılan araştırmaya göre Türkiye’de konuşulan dil sayısı 28’dir. Yapılan araştırma ethnologue. com’da yayınlanmıştır. Konuşulan bu dillerden birkaçı ölü dil haline gelmiş bulunmaktadır. TC’nin Türkçe dışındaki dilleri yok etme ve ortadan kaldırma politikası son yıllarda Süryanice, Hemşince, Lazca ve Çerkesçe gibi az konuşulan dilleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Devletin bu asimilasyon politikasına karşı azınlık milliyetlerin mensupları örgütlenmeye başlamış ve dillerinin dünyadan silinmemesi için dille ilgili çalışmalarına hız kazandırmışlardır. Kendi anadilinde eğitim göremeyen ve bunun yerine başka dille eğitim görmeye zorlanan çocuklar başarısız olurlar. Her iki dili de yarım yamalak kullanırlar. Bu duruma yarım dilli denir. Yarım dilli kavramını ilk olarak İsveçli Pedagog Hansegard 1967 yılında kullanmıştır İngiliz Sosyolog Basil Bernstein 1960 yılında yarım dille ilgili hazırladığı raporunda şöyle yazar: “Yabancı işçi çocukları ve yerli halkın çocukları aynı sınıfta okurlar. Yerli halkın Her insan için anadilinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Anadili, zengin çocukları kişinin dünyayla ilk iletişim kurma sürecinde edinip öğrenmeye dilin birkaç koduna hakim, yabancı işçi başladığı ve dolayısıyla kişiliğinin, kimliğinin, duygusal ve zihinsel çocukları ise dilin tek kodunu bile çözgelişiminin ayrılmaz bir parçası niteliğini taşıyan dildir. mekte zorluk çeki- 10 Yeni Demokrat Genclik yorlar. Bunun için yabancı işçi çocukları yerli zengin çocukların seviyelerini yakalayamayınca bir dengesizlik oluşur. O zaman yabancı işçi çocukları yarım dilli ve yerli zengin çocukları da iki dilli olur…” Bu konuyu T. Kürdistanı’nda uyarladığımızda Kürt çocukları için aynı durum söz konusudur. Kürtçe eğitim göremeyen ve bunun yerine Türkçe ile eğitim görmeye zorlanan Kürt çocukları kendilerini iyi ifade edemiyorlar ve kişiliklerini, kimliklerini ve düşünce dünyalarını kendi istekleri doğrultusunda geliştiremiyorlar. Bu konuya örnek olarak Kürt illerinin üniversite sınavında son sıralarda yer almasını örnek gösterebiliriz. Devletin dil üzerindeki asimilasyon politikasına karşı T. Kürdistanı’nda son birkaç yıldır eğitim-öğretim yılının başlamasıyla birlikte okulların ilk haftası boykot edi- liyor. Bu sene TZP-Kurdî “Anadilde eğitim istiyoruz” ve içerisinde ırkçı ifadeler olan “Andımız”ın kaldırılması şiarıyla başlatılan okul boykotu, T. Kürdistanı’nda yoğun ilgiyle karşılandı. Boykotun devam ettiği hafta boyunca sivil polislerin, çevik kuvvetin ve TOMA’ların okul önlerine yığınak yaptığı gözden kaçmadı. TC’nin Kürt ulusuna ve azınlık milliyetlere anadilinde eğitim imkânı sunması kendi faşist yapısına terstir. Geliştirilen her pratik mücadele devletin geri adım atmasına yol açmıştır. Kürt ulusu artık anadilinde eğitim görmek istemektedir. Devlet bu hakkı pazarlık konusu yapmış, kırıntılarda ısrarını sürdürmüştür. Ancak bizler yükselteceğimiz mücadeleyle hakkımız olanı alacağız. Amed’den bir YDG’li Anadilde eğitim haktır! 16 Eylül yeni eğitim ve öğretim yılının başlamasıyla birlikte gördük ki, anadili Türkçe’den farklı olan milyonlarca çocuk ve genç geçmişte olduğu gibi bugün de anadilde eğitim görme hakkına sahip değil. Aslında her insan kendi anadilinde eğitim görmek ister, şu bir gerçektir ki kendi anadilinde eğitim gören kişiler daha başarılıdır. Ülkemizde bugünlerde anadilde eğitimi hakkını savunanlara karşı yeni bir “atasözü” eklenmiştir: “Gitsinler Kuzey Irak’ta eğitim görsünler’. Artık Kürt sorununa ilişkin inkârcı, baskıcı, asimilasyoncu, paradigmanın çöktüğü bu süreçte, atılması gereken en önemli adım anadilde eğitim haklarının tanınmasıdır. T.C devleti iki saatlik seçmeli ders olarak vermesiyle ihtiyaçlarını karşılanacağını düşünüyor. Ama bu asla ihtiyacı karşılamaz. Sayısı 25 milyondan fazla olan Kürt halkı, anaokulundan tutun da üniversitelere kadar anadilde eğitim görmelidir. Bir anadil savunulurken hangi amaçla olduğunu anlamak pek de zor değildir. Birinci cephede olan anadil savunucuları bütün anadilleri savunurlar. Çünkü savundukları bir insan hakkıdır ve bu hakkı her insanda ve her grupta görürler. İkinci gruptakiler kendi anadillerinin derdindedirler. Kendi dillerini savunurken hemen yanı başlarında olan başka dilleri görmezlikten gelirler. Hatta kendi dillerinden olan ama lehçe farkı içeren dillere bile yaşam hakkı tanımak istemezler. Yani aradaki farkı görmek o kadar zor değildir. Milliyetçilerin uzun süreli amacı bir dili “milli” ve “resmi” bir dile dönüştürmektir. Bu yüzden anadillerde çok sesliliği de sevmezler. Dilin bir merkez tarafından denetlenmesini ve yalnız bir otoritenin bu alanda söz sahibi olmasını isterler. Bizlerin bu iki cepheden hangisinin seçmemiz gerektiği açıktır. Bizler başta kendi anadilimiz olmak üzere tüm dillerin konuşulması ve yaşatılmasını savunmalı ve bunun mücadelesini vermeliyiz. Pertek’ten bir YDG’li 11 Yeni Demokrat Genclik Kapitalizm ortadan kalkmadan çocuk sömürüsü de ortadan kalkmaz Çocuk işçiliği, emek sömürüsünün en vahşi biçimidir. Kapitalizm neo-liberal politikalar adı altında saldırılarını yoğunlaştırdığı yeni dönemde işçi çocukların en temel haklarını elinden alıyor. Sınıflı toplumlarda var olan ekonomik eşitsizliklerin, göçlerin ve işsizliğin artmasıyla çocuk sömürüsü de artyor. DİSK –AR çocuk işçi raporuna göre; Dünya genelinde 306 milyon çocuk işçi var, her 5 çocuktan biri çalışıyor. Türkiye’de yaşları 5 ile 17 arasında olan 893 bin çocuk, ekonomik işlerde çalışıyor. Ev işlerinde faaliyette bulunanların sayısı ise 7.5 milyon. 4+4+4 sistemiyle ilişkilendirilen okula devam ederken çalışan çocukların sayısı, 2006-2012 yılları arasında % 64 oranında artarak, 272 binden 445 bine yükseldi. Okuyan çocukların 2006 yılında %2‘si ekonomik bir faaliyette çalışırken 2012 yılında bu oran % 3’e ulaştı. Bu çocuklar arasında ev işlerinde çalışanların oranı da % 43’ten % 50 seviyesine yükseldi. 2006 yılı SGK istatistiklerinde zorunlu sigorta kapsamında ücretli olarak çalışan çocukların (14-17 yaş) sayısı 14 bin 161 iken; 2012 yılında 62 bin 925’e yükseldi. Çırakların sayısı ise aynı dönemde 158 binden 322 bine çıktı. Biz de YDG olarak çocuk işçilerinin sorunlarına değinmek için röportaj yaptık. YDG: Kaç yaşındasın? Mehmet: 15 yaşındayım. Murat: 13 yaşındayım. Barış: 15 yaşındayım. YDG: Kaç yıldır çalışıyorsun? Mehmet: 3 yıldır çalışıyorum. Murat: 9 aydır çalışıyorum. Barış: 9 yıldır çalışıyorum. YDG: Hangi işlerde çalıştın? Mehmet: Simit, su ve selpak sattım. Naylon ve kağıt topladım. Murat: Simit sattım. Barış: Simit, elmalı şeker, tesbih sattım; bir de ayakkabı boyacılığı yaptım. YDG: Kaç saat çalışıyorsun? Mehmet: Sabah 10’dan akşam 10’a kadar çalışıyorum. Murat: Okuldan çıktıktan sonra 1’den 6’ya kadar çalışıyorum. YDG: Okula gidiyor musun? Mehmet: Gidiyorum. Murat: Gidiyorum. YDG: Aileniz çalışmaya zorluyor mu? Mehmet: Zorlamıyor ama ihtiyacımız var. Murat: Babam bel fıtığı oldu, en büyük çocuk ben olduğum için çalışmak zorundayım. YDG: Çalışırken zorlanıyor musun? Mehmet: Hayır zorlanmıyorum, ama yoruluyorum. Murat: Simit alıyolar, parasını vermiyolar. Bazen de dövüyorlar. YDG: Okulunda senin gibi çalışanlar var mı? Murat: Evet, çok fazla var. Okulumda çok fakir var. YDG: Sen bu kadar zorluklarla karşılaşıyorsun, bu yaşta çalışmak zorunda kalıyorsun. Sence neden? Murat: Fakiriz, devlet fakirlere yardım etmiyor. Devlet bize yardım etseydi çalışmak zorunda kalmazdık, sadece okula giderdik. Biz Kürdüz diye devlet bize sahip çıkmıyor. Zenginlere yardım ediyor, fakirleri görmüyor. YDG: Gelecek ile ilgili ne düşünüyorsun? Aklında bir meslek var mı? Hep simit satmayı mı düşünüyorsun? Barış: Sanayide araba tamircisi olmak istiyorum. Murat: Avukat olmak istiyorum, Kötü insanları hapise attırmak istiyorum, fakirlere yardım etmek istiyorum. Avukat olunca herkese kapım açık olacak. Amed YDG 12 Dengê Ciwanê Yeni Demokrat Genclik Durmak yok, “Demokratikleşmeye” devam! Gün itibariyle bu sürecin başından beridir hem “Akil insanlar heyeti” hem burjuva-feodal medyada “demokratikleşme süreci” olarak tartışılması, sunulması tamamen somut durumdan kopuk soyut bir tahlildir. Bunun en basit örneği ise hala devletin kullandığı dilin dahi değişmemiş olmasıdır. 3 dönemlik “çırak, kalfa, usta” süreciyle birlikte dönem sözcüsü AKP hükümetinin en çok vurguladığı noktalardan biri “ileri demokrasi” sözcüğü olmuştur. Bu “ileri demokrasi” devletin deyimiyle “Kürt sorununu da çözecek”ti. Velev ki AKP hükümeti 2006 yılında TRT ŞEŞ’i açarak “yeni bir çağ”ın başlangıcı olduğunu dilinden düşürmedi. Ancak atlanılmaması gereken bir nokta var ki bundan belli bir zaman sonra “kadın, çocuk dinlemeden” yüzyıllık devlet geleneğini sürdüreceğini de gösterdi. Sürekli olarak yapmaya çalıştığı devletin himayesi altında “kendi Kürdü”nü yaratma çabası bocalamış, buna bağlı olarak da TRT ŞEŞ vb. paketlerin siyasi amacı ortaya çıkmıştır. Ki bu süreci KCK tutuklamalarının başlaması ve bir siyasi soykırıma dönüşmesi, diğer yandan gerillalara yönelik askeri operasyonların çoğaltılması seyriyle devam ederek ilerlemiştir. Akabinde Wan depremi ve Roboskî Katliamı devletin “ileri demokrasi” anlayışının resmini berrak bir şekilde çizmiştir. Medya tekelinden tutalım da bütün aygıtlarına kadar meşrulaştırılma çabalarına girilmesi ise resme rengini vermiştir. Yakın sürece gelirsek PKK dava tutsaklarının belli talepler doğrultusunda başlatmış olduğu açlık grevlerinde dönem sözcüsü AKP hükümeti Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda halkın büyük öfkesiyle karşılaşmıştır. “Kitlelerin gücüne güven.” dediğimiz olgu da pratikte kendini hissettirmiştir. Bizlerin de bu pratik süreç içinde takındığımız tavır olumlu olduğu gibi üzerimizdeki etkilerini de göstermiştir. Gelgelelim ki köşeye sıkışmış kedi gibi can havliyle “çözüm” sürecine sarılan devlet hala bu durumdan çıkamamaktadır. Bilindiği üzere “çözüm” süreciyle birlikte “Akil İnsanlar Heyeti”ni hayata geçiren AKP hükümeti ol- ması gerektiği gibi kendi kadrosunu şekillendirmiştir. Bu heyet içinde bulunanların çoğunun hükümete yakın olması kesinlikle bir tesadüf değildir. İdeolojisi gereğiyle kendi ajitasyon-propagandasını yapacağı bir kadro ortaya çıkarmıştır. Nasıl ki döneminde Atatürk ve tayfası Erzurum vb. kongrelerde, çıkarları doğrultusunda kendi himayesini var etmek amacıyla “Kürdistan Ermenistan olacak!” tarzı ajitasyonlarla Kürt ulusunu aldatmışsa bugün de bu heyetin asıl gayesi budur. Devam etmek gerekirse geldiğimiz gün itibariyle bu sürecin başından beridir hem “Akil insanlar heyeti” hem burjuva-feodal medyada “demokratikleşme süreci” olarak tartışılması, sunulması tamamen somut durumdan kopuk soyut bir tahlildir. Bunun en basit örneği ise hala devletin kullandığı dilin dahi değişmemiş olmasıdır. Diğer yandan halkımız Haziran ayı itibariyle ülkemiz tarihinde unutulmayacak günlere şahitlik etmiş ve birebir ona can vermiştir. “Kürtçe öğrenmek isteyen Kuzey Irak’a gitsin” Gezi ayaklanmasıyla birlikte dönem sözcüsü AKP hükümeti halkın meşru taleplerine karşı tutuklayarak ve katlederek “demokratikleşme” sürecini işletmiş, görevini layıkıyla yerine getirmiştir. Akabinde Lice’de karakollaşmaya karşı yapılan eylemde Medeni Yıldırım’ın katledilmesi ve “Hükümet Adım At” eylemlerine devletin kolluk güçlerinin saldırması hükümetin tahammülsüzlüğünü yansıtmaktadır. Ancak atlayamayacağımız ve değinmemizde yarar gördüğümüz bir nokta var; Bu katliamların tek suçlusu olarak AKP’yi görmek hatalı bir yaklaşımdır. Düzen partilerinin hepsi buna ortaklık etmiştir. Bu durumda parçalara değil, bütüne bakmakta yarar var. 90 yıl- Yeni Demokrat Genclik 13 bu dilin gelişiminde ne gibi katkı sağlayacaktır? Tuncelık devlet geleneğinde çoğu düzen partisi hükümet koltuğuna oturmuş ama hepsinin ortak noktası ise halka karşı li’nin Dersim olması ise sadece ad değişikliğinden başka katliam, baskı, zulüm ve sömürü saltanatlığı olmuştur. Ki birşey değildir. Şu an AKP hükümetinin “12 Eylül’ü yarbugün CHP, MHP ve AKP’nin anayasa maddelerinde ingılıyoruz.” demesiyle Tunceli’nin Dersim adını alacak dekârcı, ırkçı, tek zihniyetçi maddelerde uzlaşmaları bunun mesinde bir fark yoktur, sadece şekilsel bir durumdur. 38 diğer bir göstergesidir. Katliamından tutalım da dili, inancı ve kültürü üzerinde Öte yandan bugünlerde gündemde hayli yer kaplayan Dersim halkına karşı asimile ve yozlaştırma politikaları “demokratikleşme paketinin” ise tahmin edileceği gibi güden bir devlet geleneğinin hedefinden şaşmayacağını daha önceki paketlerden bir farkının olmayacağı ortadadır. görmeliyiz. Daha paket açıklanmadan yaratılmaya çalışılan “demoBununla birlikte B.Atalay’ın “Devam eden soruşturkratikleşiyoruz” algısı tamamen kitlelere oynamaktır. Başmalara, davalara özel düzenleme yok. Birilerinin tahlibakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın yesi veya birilerinin bir takım “11 yılda bir defada açıklanan ve imkanlardan yararlanması, çalışılan en kapsamlı paket bu. bu anlamda devam eden daEpey sürprizler olacak. Çok beğevalar için bir düzenleme nileceğini, takdir göreceğini, rayok.” söylemiyle birlikte hatlama getireceğini devrimci tutsakların davaladüşünüyorum” tarzı yaptığı açıkrına yönelik bir düzenlemelama “çıtayı yükselteceğinin” hanin olmayacağı açık ve bercisi gibi görünebilir ancak ortadadır. izledikleri çizgi ve siyasi hat bunun Aksine paketle ilgili kotam tersini söylemektedir. Ananuşulan, polise savcı izni oldilde eğitim noktasında hala bir maksızın gözaltı yapabilme adımın atılmamış olması ve bunu yetkisi mevzubahis bir “Kürtçe öğrenmek isteyen Kuzey durum olarak karşımıza çıkıIrak’a gitsin” sözleriyle tamamlayor. Bunun anlamı ise resmi yarak bitirmek “demokratikleşme” gözaltı olmayan kayıt dışı paketinin içeriğini yansıtmaktadır. muameleden söz edebiliyorKürt ulusunun daima imha/inkar ken, bu yetkiyle kayıtdışı politikalarına maruz kalması ne ilk gözaltıların önünün alınamane de son olacak; 1925 Şark Islayacağı bir boyuta gelineceğihat Planı, 1927 tarihli Bazı Eşhasın dir. Hekime götürmek, Şark Menatından Garp Vilayetleavukata ulaşma hakkını verrine Nakillerine Dair Kanun, 1934 mek gibi gözaltına bağlı İskan Kanunu, 1938 Dersim Katliamı ‘usul güvenceleri’nin sekteye ve Sürgünü, Doğu İrşat Politikası, uğraması gibi birçok durumla Polise savcı izni olmaksızın 1990’larda köy boşaltmalarının yakarşı karşıya kalacağız. gözaltı yapabilme yetkisi şanması vb. bir çok örneğiyle karşı Sonuç olarak söz konusu mevzubahis bir durum olarak karşıyayız. “demokratikleşme paketi” vb. siyasi hamleler egemen sınıfkarşımıza çıkıyor. Polisin Yetkileri Artıyor! ları her sıkıştığı süreçte halkın Bunun anlamı ise resmi gözaltı Diğer yandan kamu kuruluşlarında öfkesine karşı koruyan bir anadilde hizmet, Tunceli’nin Dersim “can kurtaran simidi”dir. olmayan kayıt dışı muameleden olması tarzı yapılacak düzenlemeler Ancak somut durum bize söz edebiliyorken, bu yetkiyle konuşulmaktadır, bu göz boyamaktan gösteriyor ki, egemen sınıflar kayıtdışı gözaltıların önünün başka bir anlama gelmemektedir. halkımızı kırıntılarla kandıraAnadilde eğitimin yasak olduğu bir mayacak ve kitlelerin engin alınamayacağı bir boyuta ülkede kamu kuruluşlarında anadilde dalgasında boğulmaktan kurgelineceğidir. hizmet ne kadar sağlıklı olacaktır ve tulamayacak. 14 Yeni Demokrat Genclik ABD tarafından Suriye’nin tehdit edilmesi... Emperyalistler arası tartışma yaratan katliamı kimin yaptığıdır. Amerika ve yandaşları Suriye’yi suçlarken, Rusya, Çin, İran gibi devletler bunu yalanlamıştır. Kısacası halklar emperyalistlerin güdümünde katledilmiştir, sonra da emperyalist emellerin çatıştığı zirvenin gündemine getirilmiştir. Bilindiği gibi ABD emperyalizmi, 1990-91 tarihlerinde havlu atan Rusya’nın güdümündeki pazar alanlarını kendi sömürü alanlarına dahil etmiş ve kendisini tek “süper güç” olarak ilan etmişti. Kalemşörleri tarafından emperyalistler arası kutuplaşma sürecinin artık sona erdiği ve dünyanın süresiz olarak ABD güzergahında “tek kutuplu dünya” sürecine girdiği yönünde bir propaganda faslı yürütülmüştü. Bir taraftan dünya halklarını tehdit eden, bir taraftan da diğer emperyalistlere kendi sınırları dışına çıkmamalarını dayatan ABD emperyalizmi... Dolayısıyla o dönemin konjonktüründe rakip emperyalistlerin pazarlarının önemli bölümünü kendi pazar alanlarına dahil etmiş, Doğu Avrupa, Balkanlar, Kafkasya gibi bölgelerdeki birçok ülke ABD saflarında yerini almıştı. Sırbistan, Kosova, Afganistan, Irak gibi ülkeleri ise askeri olarak çökerterek ve işgal ederek kendine bağımlı kılmıştı. Ancak bu süreç göreliydi. 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren dünya konjonktürü yeni bir dönemece girmiştir. Emperyalistler arası geçici ve göreli olan uzlaşmacı dönem yerini giderek, onlar arasında esas olan pazar rekabeti ve çıkar çatışması dönemine bırakmıştır. Dolayısıyla emperyalistler arası yeni bir kutuplaşma sürecine girilmiştir. Bunun sonucu giderek ABD, Avrupa ve Japonya emperyalistleri ile Çin ve Rus emperyalistleri arasında yeni saflaşmaya gidilmiştir. Bu saflaşma günümüz konjonktürün de daha keskin boyutlara tırmanmıştır. Suriye’de çıkartılan “iç savaş”ın özü... Uluslararası mali sermayenin ilişkilerinde esas olan çıkar kavgası giderek daha belirgin bir hatta kaymıştır. Bu durum pazarların sabit olduğu dünyanın tüm alanlarına yansımıştır. ABD öncülüğündeki klasik emperyalistlerin karşısına rakip olarak çıkan Çin ve Rus emperyalistleri Asya, Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu gibi alanlara açılarak kendilerine pazarlar edinmişlerdir. Ancak bu durum ABD, Japonya ve Avrupalı emperyalistleri rahatsız etmiştir. ABD, karşısına çıkan bu rakiplerin açılmasını ve yayılmasını önleyememiştir. Her ne kadar ABD dünya nezdinde hala en fazla sermaye ihraç eden ve en fazla ulusal gelire sahip olan devlet olsa da, yeni bir kutuplaşmayla karşısına Çin ve Rusya gibi emperyalist rakiplerin çıkması sonucu “süper devlet” vasfını yitirmiştir. Ve emperyalistler arası çift kutuplu bir sürece girilmiştir. Bunun sonucu oluşan emperyalistler arası çelişkiler birçok alanlarda giderek kendisini daha fazla hissettirmektedir. Nitekim Ortadoğu’daki Suriye sorunu bunun sonucudur. ABD ve müttefikleri Fransa, İngiltere, Almanya gibi devletler bu bölgedeki güçlerini devam ettirmek için tüm güçlerini ve imkanlarını seferber etmişlerdir. Amerika Devleti tarafından BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), “Ilımlı İslam Politikası” diye lanse edilen emperyalist doktrinler doğrultusunda hareket edilmiş ve yeni düzenlemelere gidilmiştir. Bunun sonucu yeri geldi mi Mısır, Tunus vb. ülkelerde kendiliğinden kitle hareketleri uşak yönetimler üzerinden denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Irak, ABD güdümünde işgal edilmiş, Kuzey Afrika’daki Libya, ABD ve Avrupalı emperyalistlerce bombardımana tutulmuş ve taşeron yönetimlere emanet edilmiştir. BOP kisvesiyle Ortadoğu ile beraber Kuzey Afrika ülkelerini de içine alan ABD’nin müttefikleriyle yaptığı müdahaleler son dönemler Suriye’yi hedef almıştır. ABD ve Fransa, İngiltere tarafından “iç savaş” planlanmış ve TC, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Katar gibi bağımlı devletler Yeni Demokrat Genclik üzerinden örgütlenmiştir. “Soğuk Savaş” döneminden beri Rusya’ya bağımlı olan Suriye, rakip emperyalistlerce kendilerine bağımlı kılınmak istenmiştir. ABD ve müttefikleri Suriye “iç savaş”ını, hem Suriye’yi kendilerine bağımlı kılmak hem de karşılarına çıkan Rusya’ya, Çin’e ve onların minvalinde yer alan bölgesel güç İran’a geri adım attırmak dürtüsüyle çıkartmışlardır. Bu durum sonucu stratejik bir önem de kazanan Suriye üzerine, Batılı emperyalistler daha çok yüklenmişlerdir. Suriye’deki “iç savaş” bu emellerle çıkartılmıştır. Nitekim bunun sonucu CIA ve Fransız, İngiliz gizli servisleri tarafından Suriye ordusundan satın alınan subaylar üzerinden devlete karşı “Özgür Suriye Ordusu” (ÖSO) oluşturulmuştur. “İç savaş” onlar üzerinden örgütlenmiştir. İçte yapılan saldırılar sonucu göçe zorlanan Suriyeliler Türkiye, Ürdün, Irak, Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan vd. ülkelere yerleşmişlerdir. Bu ülke devletleri tarafından ÖSO’ya sınırlar açılmıştır. Ve onlara her türlü silah ve patlayıcı malzemeler sağlanmış, her türlü imkan verilmiştir. Aynı zamanda bu ülkelere göç eden Suriyeliler içerisinden askeri örgütlenmeye gitmişlerdir. Daha açık bir deyimle oluşturulan ÖSO, ABD ve bağımlı devletler tarafından organize edilmiş ve onlar tarafından yönlendirilmiştir. Ayrıca Suriye’deki Müslüman Kardeşler örgütü de devlete karşı örgütlenmiştir. Ayrıca El Kaide ve El Nusra gibi taşeron dini örgütler de TC ve diğer devletler üzerinden dışarıdan Suriye’ye sokularak, saldırıya sevk edilmişlerdir. Nitekim günümüz koşullarında ÖSO ve El Kaide’nin uzantısı El Nusra çetesi tarafından açıktan kitlelere yönelik saldırılar uç boyutlara tırmanmıştır. Daha açık bir ifadeyle, Suriye’deki iç savaş emperyalist emellerle dışarıdan örgütlenmiştir. Bunda ABD emperyalizminin uşağı konumunda olan TC devletini temsilen AKP hükümeti istekle yer almıştır. Hatta ABD’nin kendisine yüklediği misyondan daha fazlasını istemiştir. Devletin bu durumu açıkça beyan olmuştur. Bundan dolayı AKP hükümeti ÖSO ve El Nusra gibi örgütlerin Suriye’ye yönelik saldırılarını sevk ve idare etmekle beraber, daha saldırgan roller talep etmiştir. AKP hükümeti NATO üzerinden Suriye’nin açıktan işgalini savunmuştur. TC devletinin böylesi bir işgali açıktan savunması mevcut yapısı sonucudur. Çünkü Suriye sınırlarındaki Kürtlerin yaşadığı Rojava’nın varlığı onu daha saldırgan kılmaktadır. Neo-Osmanlı hayalleriyle Rojava’nın işgal edilerek, Osmanlı dönemindeki Misak-ı Milli statüsüyle TC sınırlarına katılması hayal edilmektedir. ABD ile TC devletinin Suriye sorununda anlaşmazlığı bu noktada olmuştur. Buna rağmen, ABD’nin çıkarları doğrultusunda, Suriye’ye yapılan saldırının örgütlenmesinde TC devleti aktif rol almıştır. “İç savaş”ın tersine dönüşmesi... 15 2011’in Mart ayında başlayan iç savaş önceleri, ABD’nin planladığı gibi yürütülüyor imajı verilmiştir. ÖSO ve diğer muhalif silahlı örgütlerin Suriye ordusuna karşı yaptığı eylemler öne çıkarılırken, Suriye Ordusunun onlara karşı üstünlük sağladığı askeri operasyonlar hep katliam olarak gösterilmiştir. Böylece uluslararası kamuoyu nezdinde askeri savaşla beraber psikolojik savaş yürütülmüş ve Esad’ın temsil ettiği devlet yıpratılmak istenmiştir. Elbette ki Esad’ın başındaki devlet diktatörlüğe tekabül eden gerici bir devlettir. Gerici yapısı sonucu ezilen yığınlar üstünde sınıfsal, ulusal, dinsel vb. baskılar eksik olmamıştır. O devlet nezdinde askeri ve meşrutiyete tekabül eden faşist bir diktatörlük uygulanmıştır. Savaş içerisinde Esad yönetiminin muhaliflerin etkisindeki kileleri hedef alan saldırıları ve katliamları olmuştur. Dolayısıyla Suriye devleti gerici yapıya alternatif değildir. Lakin emperyalistler tarafından Esad’a karşı sürülen taşeron örgütler de gerici mevzilerde yer alan örgütlerdir. Hatta şu anki mevcut süreçte, kitlelere karşı ABD emperyalizmi ve bağımlı devletler ile onların güdümündeki kukla örgütler daha saldırgan bir konumda hareket ediyorlar. Dolayısıyla onların saldırganlığı daha öne çıkmıştır. Nitekim ABD ve Fransız emperyalizmi Suriye’yi açıktan bombalama ile tehdit etmişlerdir. Daha sonra Rusya’nın girişimleri sonucu Suriye yönetimi kimyasal silahların Birleşmiş Milletler’e teslim edilmesini kabullenince, ABD askeri müdahaleyi bir müddet için durdurmuştur. Sorun salt Suriye’nin iç sorunu değildir. Sorun emperyalistler arası pazar sorunudur. Nitekim ABD, İngiltere, Fransa Suriye üzerine baskı yaparken ve kendilerinin örgütlediği muhalif güçleri desteklerken, sorunu henüz bugünkü boyutlara getirmemişlerdi. Ne zaman ki destekledikleri güçler, Esad’ın başındaki devlet karşısında geri adım attılar, saldırgan ve tehditkar tavırlar almaya başladılar. ÖSO’nun ve El-Nusra’nın giderek deşifre olan kitlesel katliamları beraberinde ABD, Batılı emperyalistlerin ve TC’nin kitleler nezdinde teşhirini getirmiştir. Halk yığınları ve savunmasız güçlere yönelik ilkel ve vahşi saldırılar mevcut konumlarını açığa çıkarmıştır. Bağnaz dinciliğin gerici değer yargılarıyla halk yığınları hedef alınmıştır. Tüm bunlar Suriye içindeki muhaliflere yönelik destek sayısını giderek azaltmıştır. Hatta Esad’a kitle desteği giderek artmış ve Esad’a muhalif olan bazı güçler bile mevcut süreçte Esad’la hareket etmişlerdir. Ayrıca Rusya’nın, İran’ın ve Çin’in Esad’a yönelik askeri, siyasi ve diplomasi alanındaki destekleri giderek artmıştır. İran’ın Devrim Muhafızları ve Hizbullah Suriye ordusuyla birlikte çarpışmışlardır. Tüm bunlar sonucu, 2013’ün Haziran ayından itibaren Esad’a bağlı Suriye Ordusu, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), El-Nusra, Müslüman Kar- 16 Yeni Demokrat Genclik deşler gibi muhalif güçlere karşı üstünlük sağlamaya başlamıştır. Suriye Ordusu muhalif güçler tarafından ele geçirilen bölgelerin çoğunu ve önemli bölgeleri tekrar ele geçirmeye başlamıştır. Esad güçleri tarafından ele geçirilen Şam, Humus, Hama ve Halep’i birleştiren M5 Otoyolu ile rakiplerine karşı üstünlük sağlanmıştır. Bu bölge belirtildiğine göre Suriye’nin en işlek ve en stratejik bölgelerinden biridir. Öyle ki bu bölge coğrafi bir alan olarak Suriye’nin yüzde 40’nı, nüfus olarak da yüzde 60-70’ni kapsıyor. Dolayısıyla Suriye’nin hem askeri, hem ekonomik, hem siyasi, hem sosyal ve coğrafi bir alanı devletin denetimindedir. Askeri gücün önemli bir bölümü bu alanda konumlanmıştır. Ayrıca İran’dan gelen Devrim Muhafızları ve Lübnan’dan gelen Hizbullah güçleri kalıcı olarak o alana yerleşmişlerdir. Ayrıca resmi olmayan, ama zamanında Hafız Esat tarafından örgütlenen ve ordu dışında askeri bir güç olan Şabiha teşkilatı da o bölgeye konuşlandırılmıştır. Suriye Ordusu bu stratejik bölge dışında Lübnan sınırındaki el Kuseyr’i ele geçirmiştir. Bu bölgenin Suriye devletince ele geçirilmesi sonucu, ÖSO ve diğer muhalif güçlere Lübnan sınırından ve Akdeniz’den gelen lojistik destek engellenmiştir. Böylece muhalif güçlerin harekat alanı daraltılmıştır. Ve önü açılan Suriye ordusu, El Kuseyr bölgesinden sonra El Kuneytra denilen bölgeyi de ele geçirmiştir. Suriye Ordusu böylece İsrail yenilgisi sonucu 1967 tarihinden itibaren İsrail’in denetimi altına giren Golan Tepelerine hayli yaklaşmıştır. Ancak Golan Tepeleri İsrail’in ilhakı altında olduğu için mevcut süreçte Suriye tarafından geri alınma girişimi pek uygun gözükmemektedir. Ancak ÖSO, Müslüman Kardeşler, El Nusra ve diğer irili ufaklı muhalif örgütlerin konumlandıkları alanlar hayli daraltılmıştır. Bu örgütler irili ufaklı olduğu gibi birbirinden kopuk örgütlerdir. Dolayısıyla Suriye Ordusu tarafından bu bölgelerin geri alınması, dış güçlerce yönlendirilen taşeron örgütlerin konumlarını ciddi boyutlarda tahrip etmiştir. Sonuç olarak birbirinden kopuk muhalif örgütler mevcut konumları sonucu ABD emperyalizmine umut vermekten uzak kalmışlardır... Rojava direnişi... Suriye sınırları içerisinde yer alan Rojava Kürtleri Suriye devleti ile gerici muhalif güçlerin saldırısına maruz kalmışlardır. Ancak bu saldırılara boyun eğmeyen Kürtler siyasi ve askeri zeminde örgütlü bir direniş göstermiş ve gerici saldırıları püskürtmüşlerdir. 19 Temmuz Devrimiyle birlikte tüm gerici güçlerin saldırıları hız kazanır. Çünkü tüm gerici güçlere karşı tavır alırlar. Rojava Kürtlerinin ilan ettiği özerkliği kabullenemeyen Baas yönetimi ve ABD güdümündeki TC ile Suudi Arabistan’ın desteklediği gerici çete grupları topyekun saldırırlar. Efrin, Sérekaniye, Kobané, Girke Lége, Çilaya, Giré Sipiye vd. Kürt alan- larına yapılan saldırılar PYD (Partiya Yekitiya Demokrat) önderliğinde, YPG (Halk Savunma Birlikleri) tarafından püskürtülür. İşgal edilen yerler kurtarılır. Rojava halkının mücadelesi haklı ve meşru bir mücadeledir. Gerici güçlerin işgal girişimlerine ve saldırılarına karşı olan bu direniş demokratik bir muhteva taşır. Bir taraftan yıllardır kendilerini ezen ve katmerli baskı altında tutan Suriye devletinin saldırılarına yanıt vermişlerdir. Diğer taraftan El Kaide bağlantılı El Nusra ve Irak-Şam İslam Devleti patentli çetelerin saldırı ve katliam girişimlerine boyun eğmemişlerdir. Hatta onlara karşı üstünlük sağlamışlardır. YPG yapılan saldırılara karşı aktif mücadelesini devam ettirmektedir. Son dönemlerde Esad Kürtlere saldırılarını durdurmuştur. ABD ve diğer emperyalistlerle beraber TC, Sudi Arabistan ve bazı Arap devletlerin Esad’a karşı tehditkar ve saldırgan tutumları daha öne çıkmıştır. Onlar arasındaki bu çelişki sonucu Suriye devleti Kürtlere saldırılarını şimdilik durdurmuş gözükmektedir... Ama El Nusra taşeron örgütünün Rojava’daki saldırıları durmadığı gibi giderek ivme kazanmıştır. El Nusra yaptığı saldırılarla kadın, çocuk, yaşlı demeden Kürtlere yönelik saldırmaktadır. Bu çete daha çok dış ülkelerden gelenlerden oluşmaktadır. Ve bu çeteye en aktif desteği veren ülkelerin başında TC devleti gelmektedir. Öyle ki devletin sağladığı destek ve imkanlar sonucu Türkiye’ye giriş çıkışları çok kolaylaştırılmış ve sınırlar yol geçen hanına çevrilmiştir. Devletin amacı olası koşullarda Rojava’yı işgal etmek ve tampon bölge oluşturarak denetimi altına almak. Daha sonrasında resmi olarak sınırlarına dahil etmektir. TC devletinin bu histerik bakış açısı Kürt sorununa ilişkin klasik ama iyice pörsümüş mantalitesinin ürünüdür. Ayrıca Suudi Arabistan da bu çetelere üst boyutlarda imkanlar sağlamaktadır. Bir taraftan mali yardımlar yapan, silah sağlayan Suudi Arabistan’ın, kendi ülkesindeki 1300 idam mahkumunu El Nusra üzerinden Rojava’ya gönderdiği iddia edilmektedir. Ancak Rojava Kürtleri PYD önderliğinde bu saldırıları püskürtmüş ve özerk yapılarını muhafaza etmişlerdir. Tüm bunlara bağlı olarak yakın zamanda ABD emperyalizminin askeri müdahale kararı alması, Rojavalı Kürtler açısından da emperyalizmin saldırı tehdidini öne çıkarmıştır. Gerçi Rusya’nın girişimiyle ABD’nin aldığı askeri müdahale kararı şimdilik askıya alınsa da, emperyalizmin yarattığı saldırgan hava varlığını devam ettiriyor. Askeri müdahale ve askıya alma kararı... Suriye’deki gelişmeler bir kez daha göstermiştir ki, sorun -bir iç sorun olmaktan çok- emperyalistler arası pazar kavgası sorunudur. Nitekim bu ülkeye özgü gündeme getirilen sorunlar ve oluşturulan çelişkilerin muhatapları emperyalist devletlerdir. Bu durum günümüz koşullarında çok daha net şekilde açığa çıkmıştır. Bunun sonucudur ki ülkeye ilişkin alınan karar- Yeni Demokrat Genclik lar Suriye’den binlerce kilometre uzaklıktaki emperyalist devletler tarafından alınmaktadır. Ama uluslararası sistem haline gelen bu emperyalist devletler en ücra alanlardaki pazarlara ilişkin kararları onlar alırlar. Nitekim ABD önderliğindeki Batılı emperyalist blok ile Rusya-Çin emperyalist bloğu arasındaki pazar kapışması, Suriye sorununu giderek gündemin merkezine oturtmuştur. Lakin Suriye’ye ilişkin son gelişmeler ABD’nin çıkarları minvalinde bir hat izlememiştir. Son dönemlerde Esad’a bağlı ordunun ÖSO ve El Kaide/El Nusra gibi kukla yapılara karşı sağladığı üstünlük, ABD ve Fransa, İngiltere, Almanya gibi devletleri rahatsız etmiştir. Rusya’nın manyetik alanındaki Suriye’yi BOP kararı doğrultusunda kendi manyetik alanına çekmeyi planlamış olan ABD devleti, bu durum üzerine sorunu tekrar askeri tehdit boyutlarına tırmandırmıştır. On yıllardır dünyaya hükmetmiş ve halkları en üst boyutlarda sömürmüş Amerikan finans kapitalinin devleti, doğası gereği giderek daha tehditkar ve daha saldırgan bir tavır içerisine girmektedir. Bunun sonucu Suriye’yi bombalamakla tehdit etmiştir. ABD tarafından alınan askeri operasyon kararına gösterilen gerekçe kullanılan kimyasal silah sonucu 1400 kişinin ölümüdür. Ancak ABD emperyalizmi hunharca katledilen 1400 kişinin ölümünü istismar ederek Suriye’ye saldırı kararı almıştır. Onları ilgilendiren katledilen kişilerden ziyade, bu vesileyle yapılacak askeri operasyondur. Öyle ki ABD ve Fransa savaş uçaklarının bombalaması üzerinden yapılacak askeri müdahale, katledilecek yığınların sayısını katbekat artıracaktır. Nitekim emperyalistler arası tartışma yaratan katliamı kimin yaptığıdır. Dünya halkları nezdinde sorun bu minvalde tartışılmıştır. Amerika ve yandaşları Suriye’yi suçlarken, Rusya, Çin, İran gibi devletler bunu yalanlamıştır. Kısacası halklar emperyalistlerin güdümünde katledilmiştir, sonra da emperyalist emellerin çatıştığı zirvenin gündemine getirilmiştir. Bu tartışma G-20 Zirvesi’ne kadar getirilmiştir. Kaldı ki, katliamın kimin tarafından yapıldığı şaibelidir. ABD’nin yaptığı tehdit için bu katliam gerekçe olarak gösterilmektedir. Dolayısıyla ABD emperyalizminin örgütlediği ve yönlendirdiği bir katliam imajı vermektedir. Provokatif katliamlar emperyalizmin genel mayasında olduğu gibi, ABD emperyalizminin özgül mayasında vardır. Nitekim bu imaj giderek güçlenmektedir ve tartışma gündeminde yer almaktadır... Nitekim Amerika devletinin 11 Eylül süreciyle artan tehditkar tavrı dünya halkları nezdinde tepkiye ve aleyhte tavra zemin yaratmaktadır. Ayrıca uluslararası kapitalizmin içine girdiği yapısal ve kronik kriz süreci ABD’ye ve somutunda emperyalist sisteme karşı oluşan tepkiyi daha güçlendirmektedir. Dolayısıyla saldırgan ve tehditkar tavır dünya halkları karşısında ABD’yi zor durumda bırakmaktadır. Ayrıca yukarıda ayrıntılarıyla değindiğimiz gibi karşısına Rus ve Çin emperya- 17 listlerinin çıkması da ABD açısından zorluk çıkartan diğer bir unsurdur. Tüm bu nesnel durum sonucu aldığı kararlar emperyalist devleti zorlamaktadır. Dolayısıyla Suriye’ye ilişkin takındığı tavır “iki ucu b.’lu değnek” tavrıdır. ABD, otoritesini ve prestijini devam ettirmek için aldığı askeri operasyon kararına karşın, Rusya’nın teklifini de kabul etmek durumunda kalmıştır. Rusya, Suriye’ye kimyasal silahların Birleşmiş Milletlere teslim edilmesini telkin ederek kabul ettirmiş ve bunun sonucu ABD aldığı saldırı kararını durdurmuştur. Elbette ki bu karar kesin bir karar değildir. Rusya’nın teklifi sonucu ABD tarafından alınan askeri müdahale kararı dondurulmuştu. Rusya ve Amerika dışişleri bakanları sorunu Cenevre’de görüşme kararı almışlardı. Rusya Suriye’nin teslim edeceği silahların Birleşmiş Milletler gündeminde ele alınmasını savunmaktaydı. Çünkü Rusya ve Çin Birleşmiş Milletlerin daimi üyeleri olduğu için Birleşmiş Milletler kurumunu öne çıkartmaktadırlar. Sorunun nasıl bir rotaya gireceği ileride belli olacaktır. Suriye halkının gerçek kurtuluşu Suriye halkının gerçek kurtuluşu mevcut devletin ve karşı devrimin tüm odaklarının alt edilmesiyle mümkündür. Bu çeşitli milliyetlerden Suriye halkının gerçek kurtuluşudur. Ancak bu stratejik hedefe ulaşmak sürecin kendi içindeki her taktik dönemin somut değerlendirilmesiyle mümkündür. Stratejik hedefe ancak bu minvalde ulaşılabilir. Dolayısıyla Suriye devleti devrimin hedefidir. Ancak bugün emperyalistler ve onların uzantıları hakim sınıf katmanları ve gerici güçler arasında iktidar kavgası vardır. Bu kavgada ABD emperyalizmi ve uzantı güçleri Suriye halkına karşı daha saldırgan konumdadır. Öyle ki ABD emperyalizmi askeri operasyon kararını yakın dönemde almıştır. Her ne kadar bu karar ertelenmişse de, onların saldırgan ve hırçın yapısı varlığını aynen devam ettirmiştir. Dolayısıyla devrimin stratejik hedefi Esad yönetimi mevcut halk düşmanı konumunu devam ettirmekle beraber; mevcut taktik dönem, halka karşı daha saldırgan ve daha tehditkar olan ABD emperyalizmini ve ÖSO, El Nusra, Müslüman Kardeşler gibi saldırgan çeteleri nesnel olarak daha öne çıkartmıştır. Açıktır ki bu gerçek göz ardı edilemez. Suriye halkının gerçek kurtuluşu Esad yönetiminin ve karşı devrimin tüm katmanlarının emperyalist efendileriyle hedef alınmasıyla mümkündür. Sınıf mücadelesi onların iktidarının alt edilmesini emreder. Bunun önkoşulu devrimci öncünün bağımsız örgütlenmesi ve bağımsız hareket etmesidir. Ve emekçi kitlelerin devrim saflarında yönlendirilmesidir. Tarihsel olarak burjuva demokratik devrimini yapmamış olan Suriye’nin köklü tarihsel kurtuluşu Demokratik Halk Devrimi ve kesintisiz Sosyalist Devrim’le mümkündür. Gerçek ve köklü alternatif çözüm budur. 18 Yeni Demokrat Genclik Gülsuyu’ndaki bu çeteler kim Halk Cephesi üyesi Hasan Ferit Gedik 29 Eylül akşamı çetelere karşı eylem yaparken, başından ve boynundan aldığı kurşun yaralarıyla yaşamını yitirdi. Gedik’in ölümüne ve 28 ve 29 Eylül günü toplamda 5 kişi ve yine 1 ay önce yaşanan çatışmalarda da 9 kişinin yaralanmasına neden olan bu kurşunların sahibi kim? “Burası omuza omuza, çatışa çatışa kuruldu” Gülsuyu-Gülensu Mahallesi, İstanbul’un Maltepe ilçesi sınırları içerisinde yer alan ve emekçi/devrimci kimliği ile bilinen bir semt. 1970’lerde devrimcilerle halkın omuz omuza ve polise karşı çatışa çatışa kurulan bir mahalle… O tepenin başında; başı dik, mağrur ve hep muhalif olmasının nedeni budur. Hatta anlatılanlara göre Proletarya Partisi’nin ilk şehidi Meral Yakar da, Gülsuyu gecekondularına hem kanını hem terini akıtmış. Ve daha nice devrimci… Gülsuyu direnişi tarihe geçen bir deneyimdir Senelerdir Gülsuyu’na yönelik devlet saldırıları sürüyordu. Ancak özellikle 2000’li yıllara geçilip, neo-liberal politikaların daha hızlı bir şekilde hayata geçirilmesinin ayakları oluşturulurken, Gülsuyu’na yönelik baskılar da artmaya başladı. Bu politikalardan biri ve Gülsuyu’nun en önemli gündemi olan “kentsel dönüşüm” ilk olarak 2004 yılında açıklanan projelerle mahalle halkının gündemine girdi. Yıllardır getirdiği deneyimin bir sonucu olarak muazzam bir dayanışma oluşturuldu ve adına Gülsuyu-Gülensu Dayanışma Derneği adı verildi. Komiteleşen mahalle halkı, sokak sokak, mahalle ma- ? ! halle Gülsuyu’nu korudu; on bine yakın insanla eylemler yapıldı. Devletin “kentsel dönüşüm” adı altında hayata geçirmeye çalıştığı rant projelerine karşı ülke tarihine önemli bir deneyim olarak yazıldı Gülsuyu halkının direnişi. Bu yüzden de proje bir süreliğine rafa kaldırıldı. Ancak devlet ve belediye kafasına koymuştu. Eninde sonunda bu mahalleyi ele geçirmekti amacı. Ardından uyuşturucu, fuhuş, çeteleşme sinsi bir yılan gibi iyiden iyiye yerleştirildi Gülsuyu’nun koynuna. Bir süredir devrimcilerle alışverişini kesen birçok insan, bu süreçte çocuklarının bu pisliğe bulaşmasının ardından mahalledeki devrimci kültürü aradığını, tekrar o dayanışma dolu mahalle kültürüne dönmek istediklerini dillendirmeye başladılar. Devrimci kurumlar yozlaşmaya karşı çeşitli çalışmalar yürüttü. Ancak havaalanının bulunduğu Kurtköy’e ulaşımın kolaylığı, İstanbul’u ayakların altına seren o bulunmaz manzarası ile rantın oldukça yüksek olduğu Gülsuyu için devlet her geçen gün saldırılarını artırıyordu. Gülsuyu’nu alacaktı, kafasına koymuştu. Nasıl olurdu da “ayaktakımı”, böylesine güzel bir yerde hem de devlete aldığı her nefes için para vermeden oturabilirdi? Nasıl olurdu da Varyap, Ağaoğlu gibi şirketlerin kesesine layık olan ve plazalar, AVM’lerle doldurulması gereken bu tepe, gecekondu ile duruduruverirdi? Ha bir de üstüne üstlük hemen hepsi “terörüst”ken? (Bu arada parantez açalım: Her ne kadar Gülsuyu halkının gözünde de “esas düşman” AKP gibi görünse de, seçimler dışında mahalleye uğramayan ve talan projelerinin altına imza atan CHP de çeteleşmenin sorumlularındandır. CHP’li Maltepe Belediyesi’nin icraatlarını okumak ve halkı talana razı etmek için attığı taklaları hatırlamak bile bu gerçeği gösterecektir. Bugün gösteriş yapsa da Hasan Ferit üzerinden, bilsinler ki Ferit’in kanına girenlerinden biri de CHP’dir. Bundan kurtulamaz!) Gezi İsyanı ile değişim 2012’ye geldiğimizde “kentsel dönüşüm” projesi daha yakıcı bir şekilde mahalle halkının önüne koyuldu. Mahalle halkı tekrar bir araya geldi ve tartışmalar başladı. Ancak aradan geçen 5-6 yıl da “çok şey değişmiş”ti. Proje rafa kalkınca “alınan rahat nefes” ile dernek çalışmaları ve dayanışma ruhu bir kenara itilmiş, bu konuda mücadele eden devrimcilere sırt dönülmüş, bunun da bir sonucu olarak) devrimcilerde ciddi bir hem ideolojik hem pratik zayıflama yaşanmış, mahalle halkının birçoğu taşınmış, yerine “AKP’nin adamları” yerleşmiş, mahalle Yeni Demokrat Genclik halkı “Alevi-Kürt” diye çeşitli bölünmelere gitmiş, “aman devrimcilerden uzak dur da…” diye başlayan cümlelerle büyütülen mahalle gençliği fuhuş, uyuşturucu, çete batağına saplanmış… Sonuç olarak 2012’den bu yana ciddi emek harcansa da 2004 yılında yaşanan o dayanışma ruhunun tekrar oluşturulması kolay değildi. Taa ki Gezi İsyanı’na kadar. Gezi İsyanı farklı bir dönem açtı Gülsuyu’nda da… Her akşam sokaklara dökülen on binler E-5 kesti, Taksim’e yürüdü. Sabahlara kadar mahallede nöbetler tutuldu. Halk, hem kendisine hem komşusuna daha fazla güvenmeye başladı. Devlet çetecileri korumak için gözaltına alıyor Bu kez devreye çeteler girdi. Uzun süredir devlet eliyle mahalleye yerleştirilen, mahalle gençliğini zehirleyen bu yılanlar giderek silahlanmaya ve mahallede kendileri için tehlike olan devrimcilere ve halka saldırmaya başladılar. İlk olarak BDP’li bir aileye ve ardından ESP’nin bürosuna yönelik yapılan saldırılarda aralarında Partizan okurları ve Özgür Gelecek muhabirinin de bulunduğu 9 kişi yaralandı. Devrimciler de mahalleyi ve kendilerini korumak amacıyla silahlanmak zorunda kaldılar. Çünkü polis yaşanan çatışmalara “karışmıyor”, devrimciler müdahalede bulunacağı sırada devrimcilere saldırarak çetelere meydan veriyordu. Keza adresleri tek tek bilinen o çete üyelerinden hiçbirinin kapısı “koçbaşı” ile kırılarak baskın düzenlenmedi, kimse gözaltına alınmadı, kimse tutuklanmadı. Yalnızca devrimciler tarafından tespit edilen bir çete üyesi, aniden gözaltına alındı. Daha doğrusu devlet korumasına, devletin “şefkatli kollarına” alındı! Bugün yine gözaltına alınanlar aynı kaygı ile alındı. Çetebaşı, Ağca’nın “kirvesi” Gelelim çetecilere… Halk Cepheli Hasan Ferit Gedik’in çetelere karşı eylem sırasında katledilmesi ile başlayan süreçte Gülsuyu’nun çeteleri tek tek internet ortamında teşhir edildi. Çete lideri olarak bilinen YUSUF TURHAN’ın, Kocaeli’de geniş bir AKP ve MHP çevresinin ar olduğu biliniyor. Kendisi de burada Active Rentacar isimli bir firmanın sahibi olan Turhan, Dilovası Belediye Başkanı ve Kaymakam ile yakın ilişkiler içinde. Keza birlikte çekilen resimleri mevcut. Ayrıca Turhan’ın 2014 yılında yapılacak seçimlerde Kocaeli Büyükşehir 19 Belediyesi’nde meclis üyeliği için aday olacağının duyulması bu kesimlerde pek bir memnuniyet yaratmış, bu da Kocaeli’nin bazı yerel gazetelerine yansımıştır . Ayrıca devletin azılı tetikçilerinden “makamlı” mafyası Mehmet Ali Ağca ile de çok yakın ilişkide olan Turhan, oğlunun “kirvesi” Ağca ile birlikte Kocaeli ve Antalya’da birçok kirli işin yürütücüsü olarak biliniyor. Turhan’ın tek marifeti bu değil! Gezi İsyanı sürecinde “Erdoğan’ı yedirmemek” namına 500 kişilik ekibiyle MHP’den AKP Gençlik Kolları’na geçen Turhan, aynı zamanda Antalya’da çetecilerini semirttiği bir otele de sahip. Mahalle halkına korku salan ve devrimcilere “sıkan” çete üyeleri dinlenmesi için 1 aylığına burada tatil yaptırılıyor. Keza çete başı Turhan buradan gözaltına alındı. İsimleri açıklanan diğer çete üyeleri ise şöyle: Aytekin Turan, Bektaş Aslan, Ümit Kesici, Hakan Taşhan, Mert Çetin, Metin Bozkurt, Savaş Taşhan, Turgay Çalçalı, Ümit Yurtsever, Zafer Turhan, Ercan Kütük, Şahin Eren, Barış Durak… Aralarında mahalle halkının çocuklarından birkaç kişi olsa da Yusuf Turhan gibi esas elebaşların devlet ve rant için ağzının suyu akan şirketler tarafından özel olarak mahalleye yöneltildiği açıktır. Son günlerde yaşananlar yüzünden mahalle halkının evlerini, mahalleyi terk etmesi istenmektedir. Salınan korkuyu yenecek olan tek şey halk ile devrimcilerin ortaklaşan mücadelesi olacaktır. İşte onun karşısında durma güçleri yoktur! 20 Yeni Demokrat Genclik KOLEKTİFİN SESİ #BAŞKALDIRIYORUZ Kolektif çalışmayı büyüt, inisiyatifini geliştir! Taksim Gezi İsyanı sonrasında direnişin yeni bir sahnesi olan ve hâkim sınıflar cephesinde “Eylül Sendromu” olarak adlandırılan korkunun gerçekleştiği günleri yaşıyoruz. ODTÜ’den geçirilmek istenen otoyola karşı yaşam alanına, çevresine ve ormanına, ranta ve talana karşı çıkan ODTÜ öğrencileri ile Yüzüncü Yıl Mahallesi halkının direnişi, AKP hükümetinin Eylül’den boş yere korkmadığını gösterdi. Direniş, kısa sürede ülkenin dört bir yanında yankısını buldu. Antakya’da Ahmet Atakan’ın katledilmesine karşı gelişen öfkeyle birleşen ve giderek büyüyen direnişe Mamak-Tuzluçayır halkının Cami-Cemevi projesine yönelik tepkisi de eşlik etti. Özellikle Mamak-Tuzluçayır’da direniş, bölge halkının neredeyse tamamının katılımıyla sokakları saran, büyük bir öfkeye ev sahipliği yaptı. AKP hükümetinin tüm iddialarına karşın Taksim Gezi ruhunun yok olmadığı, yığınların devlet terörüne karşın sokağa çıkarak dile getirdiği tepkisinde açığa çıktı. Yaşananlar bozkırın hala çok kuru olduğunu ve bir kıvılcımın yangına dönüşebileceğini tekrardan gösterdi. Okulların açılması ve ligin başlamasıyla öğrencilerin, taraftarların direnişi ateşlemesinden korkan AKP hükümeti, yaz boyunca hazırlık yaptı. Bir süredir tartışılan ancak Taksim Gezi direnişiyle birlikte erkene alınan üniversitelerde kolluk kuvvetinin kurumsallaştırılması ve yaygınlaştırılması projesi bu hazırlıklardan biriydi. Gezi isyanında sokağa çıkarak geleceğine sahip çıkan öğrenci gençlikten korkan AKP, çareyi okullarımızı adeta kışlaya çevirmekte buldu. Saldırının ikinci hedefinde Haziran ayaklanmasındaki duruşlarıyla direnişte etkin bir rol oynayan taraftar grupları vardı. Devlet, Galatasaray-Beşiktaş derbisinde yaşananları gerekçe göstererek gözaltı furyası gerçekleştirdi. Bunu stadyumlarda polis terörünün meşrulaştırılması ve stadyumlara giren herkesin fişlenmesine yönelik adımların takip etmesi bekleniyor. Hâkim sınıflar, Taksim Gezi direnişinde bir kısmı kırılan, işçi sınıfı ve emekçi yığınların öfke fayının yeniden harekete geçmesinden endişe ediyor. Devletin tüm hazırlıkları, tahkimatları ve önlemleri buna dairdir. Sınıf mücadelesin- de gerilimin artması, yığınların, sömürü ve zulüm politikalarına daha yüksek sesle ve sokakta çatışarak karşı çıkması, bunun temel nedenidir. Yaşama geçirdikleri ve toplumun tüm kesimlerine yönelen neo-liberal politikalar, bir yana yalnızca yaklaşan yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri bile gerilimi artırmaya yetmektedir. Divan Toplantısı Üniversiteler ve liseler kuşkusuz bu tablonun çok önemli bir yerini işgale etmektedir. Taksim Gezi isyanına katılan lise ve üniversite öğrencilerine yönelik kamuoyu önünde açıktan yapılan tehditler, fişlemeler bu gerçeğin yansımalarıdır. Bu atmosfer içinde Yeni Demokrat Gençlik olarak “#BAŞKALDIRIYORUZ; Polis Defol, Üniversiteler Bizimdir!” şiarı ile başlattığımız kampanyamız daha da önem kazanmaktadır. Düzenin sahiplerinin öğrenci gençliğe yönelik bu yaklaşımı kampanyamızın önemini ve değerini de artırtmaktadır. Öncesinde yerellerde yapılan tartışmalarla ön hazırlıkları yapılan kampanyamız YDG divan toplantısının ardından kamuoyuna deklare edildi. Kampanya heyecanı ve coşkusunun izlerini taşıyan ve bunu büyüten divan toplantısı, kampanyamızın içeriğine, hedeflerine, kullanacağı dile, araçlara ve yöntemlere dair zengin tartışmalara ev sahipliği yaptı. Mayıs ayından itibaren yaşanan hareketli sürecinde etkisiyle birikmiş sorunların masaya yatırıldığı ve önümüzdeki günlerde izleyeceğimiz çalışma tarzının belirlendiği divan toplantısında öne çıkan kimi gündemlere bir göz atmak faydalı olacaktır. Kolektif Bir Çalışma Haziran Ayaklanması sırasında, bazı alanlarımızda yaşanan operasyonlar ve yaz sürecinin genel dağınıklığıyla çalışma tarzımızda belli kafa karışıklığının ortaya çıktığına değinmek gerekir. Çeşitli bölge ve alanlardan yoldaşların, pratik deneyimleri üzerinden geniş bir şekilde açtığı ve derinleştirilerek tartışılan sorunların öne çıkan temel başlıklarından birinin YDG’nin çalışma tarzı olduğunu söylemek yanlış ol- Yeni Demokrat Genclik mayacaktır. Bugün birçok bölgede azımsanmayacak bir faaliyetçi sayısına ve çevre çeper ilişkisine sahip olduğumuz bir gerçektir. Ancak mevcut çalışma tarzımızda bizi geliştiren, inisiyatifimizi artıran ve çevre çeperimizdeki ilişkileri geliştiren yönlerin zayıfladığı da bir o kadar gerçektir. İşlerin alanda/bölgede öne çıkan-deneyimli birkaç YDG’li tarafından yapıldığı, çevre çeperimizdeki ilişkilerin atıl kaldığı bir gerçekliği yaşamaktayız. Alanlardaki deneyimli yoldaşların tüm ilişkileri teker teker gördüğü ve tartıştığı bir çalışma tarzının bizi yorması bir yana verimimizi düşüreceği ve kişiye odaklanmış bir yapı inşa edeceği açıktır. Kuşkusuz bu sorun aşılamaz değildir. Söz konusu tarzı/yöntemi kampanya boyunca tartışmak ve buna dair müdahalelerde bulunmak gerekmektedir. Her şeyden önce söylemek gerekir ki; YDG yerellerden merkeze doğru örgütlenmeyi önemseyen, işleyişte demokrasi yönü ağır basan halk gençliğinin anti-emperyalist, antifaşist, anti-feodal militan kitle örgütüdür. YDG’nin sürece ilişkin yaklaşımı ve politikaları YDG’lilerin aktif katılımı ile belirlenerek yaşama geçirilir. Bu aynı zamanda YDG’nin demokratik çalışma tarzının izdüşümüdür. Komisyonlar, Alan Toplantıları Sözünü ettiğimiz demokratik işleyişin karşılık bulacağı yer ise kolektif bir çalışmadır. Kolektif çalışmanın düzeyi alandaki örgütlülüğümüzün niteliğinin de açık bir göstergesidir. Kolektif çalışma, kendi içinde çeşitli sorumluluk alanlarının, görev paylaşımların ve buna uygun örgütlenmelerinin varlığını da zorunlu kılar. Bizim somutumuzda bugün yakıcılığını en fazla hissettiğimiz tam da budur. Alanlarda belli aralıklarla tüm YDG’lilerin ve çevre çeperimizdeki ilişkilerin katıldığı toplantıların yapılması, burada alanın tüm sorularının kolektif bir şekilde tartışılması gerekli olandır. Söz konusu toplantılarda, basın-yayın, kültür-sanat, kadın vb. komisyonlarının kurulmasıyla, hemen her YDG’linin veya ilişkimizin bir birimde örgütlü olması doğru olandır. Ayda ya da ihtiyaca göre iki haftada bir yapılacak söz konusu toplantılardan ayrı olarak komisyonların kendi içinde düzenli bir şekilde toplanması, kuruluş amaçlarına uygun gündemler ve hedefler belirlemeleri, herkesin her işi yaptığı bir çalışma tarzından çıkmamıza da katkı sunacaktır. Komisyonlarda seçilen temsilcilerden oluşan bir bölge/alan divanının tüm faaliyeti örgütlemesi yapılabilecekler arasındandır. Bu yöntemlerle her komisyonun kendi alanında belli bir uzmanlaşma sağlaması mümkün olacağı gibi böylece çevre çeperimizde bulunan ilişkilerin sürece dahil edilmesi, fikirlerinin alınması ve ileri taşınması da mümkün olabilecektir. Bu başlıkta alanın ve faaliyetçilerimizin özgünlükleri- 21 ne uygun, yaratıcı yöntemler, araçlar yaşama geçirilebilir. Alanın bütününü masaya yatıran geniş katılımlı toplantılar, demokratik denetim mekanizması açısından da bizi geliştirecektir. Geniş katılımlı gerçekleştirdiğimiz divan toplantısında hemen tüm yoldaşların fikirlerini ifade etmesi, zengin öneriler sunması ve kampanyaya dair katkıları da bize bunu göstermektedir. Bu anlamda katı değil esnek, merkeziyetçi değil demokrasiyi öne çıkaran, çeperimizdeki ilişkilerin fikirlerine değer veren, onların örgütleyen, inisiyatiflerini açığa çıkaran bir yönteme sıkı sıkıya tutunmak gerekir. Yapabileceklerini önüne koyan, tartışan ve aldığı kararların arkasını getiren bir duruşun, disiplinin bizi bir arada tutacak temel olduğu ise açıktır. Kampanyamızla hız verdiğimiz kitle çalışmasıyla şimdiden birçok insanla tanıştık. Önümüzdeki günlerde çevremizdeki insan sayısının artacağını rahatlıkla öngörebiliriz. Bu gerçek, bir kısmını tartışmaya açtığımız kolektif çalışmanın önemine de dikkatimizi çekmelidir. Tepki Ver, İnisiyatifini Geliştir! Kampanyamız kapsamında birçok bölgede, üniversitelerde ve merkezi noktalarda açtığımız stantlarla, dergimizi ve çıkardığımız materyalleri kitleye ulaştırdık. Üniversitelerde gerçekleştirilen forumların örgütlenmesinde birçok yerde doğrudan görev aldık. Düzenlenen kitlesel anmalarda, eylemlerde sesimizi yığınlara ulaştırmaya çalıştı. Tüm bu çabalar, kitlelere gitmenin, onlarla tartışmanın, onların içinde olmanın bizi beslediği, güçlendirdiği, motive ettiğini bir kez daha gösterdi. Bir kısmına değindiğimiz bu örnekleri, çevremizdeki ilişkileri de dahil ederek daha kalabalık bir şekilde arttırmak gereklidir. Buna bağlı olarak Taksim Gezi direnişinde gençliğin açığa çıkan hızlı tepki ve karar veren, sokağa çıkan yanları bizim için öğretici olmalıdır. Örneğin ODTÜ’de çadırların sökülmesine, Mamak-Tuzluçayır’da cami-cemevi protestosunda polisin şiddetine, ya da Ahmet Atakan’ın katledilmesine karşı kısa sürede binlerce insanın sokağa çıktığı günleri yaşadık. Alanımızda, üniversitemizde ya da lisemizde yaşanan her gelişmeye hızlı bir şekilde tepki vermemiz, materyallerimizle yerimizi almamızı önemlidir. Kampanyamızla birlikte olumlu adımlar attığımızda bir gerçektir. Gerek ODTÜ’de, gerek Tuzluçayır’da gerekse de İstanbul İstiklal Caddesi’nde gerçekleşen eylemlerde hızlı bir refleks gösterdiğimiz ve harekete geçtiğimizi belirtmeliyiz. Ancak bunun bizim için yeterli olmadığı ve tüm gücümüzü de yansıtmadığı bir gerçektir. Sınıf mücadelesi düzleminde ivmenin yükseleceği, ezenle ezilenler arasındaki çatışma ve hesaplaşmanın derinleşeceği, tansiyonun artacağı günler bizi beklemektedir. 22 Yeni Demokrat Genclik C AM İ- C E ME Vİ P RO J E S İ: “Yolundan dönen haramzadeler” hikayesi! Gezi İsyanı’nın ardından, devletin muhalif kesimlere yönelik saldırgan tutumu artarak devam ediyor. AKP’nin onbir yıldır sürdürdüğü ve geçmiş devlet pratiklerinin ışığında geliştirdiği, minimal düzeyde haklar tanıyarak, özünü boşaltarak, göstermelik paketler ve açılımlara dayanarak işleyen asimilasyon yöntemi, güncel süreçte Aleviler cephesinden karşılığını ise Cami-Cemevi projesiyle bulmuş durumda. Projenin; Osmanlı’dan günümüze bir devlet geleneği halinde devam eden; “Aleviliği İslamlaştırmak” devletin tekçi kalıpları içinde hapsetmek ve böylece kendine örgütlemek çabasına AKP’nin “dinler nasıl yetiştirme” hedefinin bir devam projesi olduğu vurgusu ise, projeyi tartışmaya başlamadan, ilk planlarla altı çizilmesi gereken olgudur. Zira Alevilik; tarihsel şekillenişi itibarı ile toplumsal yaşama dair algısı ve yaşandığı onlarca katliamlar neticesinde muhalifleşmiştir. Bunun sonucunda egemen devlet algısı ile çelişkiler yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Bu nedenle de yıllar içerisinde sayısız kez isyan etmiş, egemenlerin saldırı oklarını üstüne çekmiştir. Gazi, Madımak, Maraş, Çorum katliamları; Osmanlı’dan devralınan bir geleneğin de devamının canlı yaşamdaki yansımalarıdır. Günümüzde ise Kemalizm’in “tek dil, tek din, tek millet, tek vatan, tek bayrak” perspektifi ile kaynağını bulan bu algı; kendi tezahürünü Alevi Açılımı gibi, Cami-Cemevi projesi gibi pratiklerde bulmaktadır. Kürt açılımı ile Kürtleri “ehlileştirme” kaygısı ile sürece yaklaşan devlet, Alevilere dair politikaları ile de “kendi Alevisini yaratma” kaygısını taşımaktadır. Bu durum ise tartışmanın ana eksenini vermektedir bizlere... İlk temelleri Tuzluçayır’dan atılmakla birlikte 5 yere kurgulanan proje, devletin bu “yeni” Alevilik algısının/tanımının ürünüdür. Aleviler nezdinde de genel kabul görmeyen bu tanım; Aleviliği bir mezhebe indirgeme ve İslam çevresine sokma çabasıdır. Şehirleşen toplum ile birlikte Alevilerin sürdürdüğü toplumsal ilişkilerde yaşanan silikleşmeyi besleyen ve on yıllardır devam eden asimilasyona politikalarını besleyen bu yaklaşım sorunu; Alevilerin örgütsüz hali ile de bütünleşince ortaya net tanımlanamayan, bir kültürün ötesine geçemeyen bir kimlik çıkarmaktadır ki devletin “ılımlı” İslam çerçevesinde “kucaklamaya” çalıştığı üzerine oynandığı nokta burasıdır. Yolundan Dönen Haramzadeler Alevilere dair “islam içileştirme” politikasının ve Cami-Cemevi projesinin en tartışmalı yanlarından biri ise; kimlerin projesi olduğu ve kimlerle kol kola yürüdüğü oluşturmaktadır. Bir Vakıf olarak var olan ve aslında Alevi örgütleri içerisinde etkin bir pozisyonu olmayan Cem Vakfı (Cumhuriyet Eğitim Vakfı) bu projenin öznesidir. Ki bu da pek şaşılası değildir. Zira, bu vakıfın AKP açılım çağrısı yaparken, toplantılara tek katılan olması-birçok Alevi mitinginde ise yer almaması- bile niteliğin gözler önüne sermektedir. Projenin diğer öznesi ise Gülen Cemaati’dir. Sünni İslam anlayışıyla ve onun iktidar biçimiyle özdeşleşen ve AKP’nin akıl hocalığını yapan bu oluşum ise “kanı helal, eti haram” saydıkları Alevileri “keşfi” nedenleri ile birlikte merak konusudur. Zira içinden geçirilen süreç, özellikle Aleviler açısından, birçok kapsamlı saldırıyı içermektedir. Suriye’de ki savaşla birlikte var olacak bir toplumsal kutuplaşma en çok Alevileri etkileyecektir. 3 köprü üzerinden yürüyen “Yavuz Selim” tartışması da yine Alevileri yıpratan gündem maddelerinden biridir. En son olarak 4+4+4 istemi ile ivmeleşen “dindar nesil” çalışmaları 758’ den 1319’a çıkan imam-hatip liseleri vb. konular Alevi toplumun açısından handikaplı bir toplumsal şekillenişe işaret etmektedir. Bu kadar kaygı verici gelişmenin yaşandığı bir süreçte Ebu Suud gibi katliam çağrıları yaparak “7 Alevi öldüren cennete gider” nidaları atanları kürsülerden selamlayanların kardeşlik keşfinin tek bir izahı olabilir. O da muhalifleştirmekten duyulan korku ve ülkenin hareketli atmosferi ile Alevilerin bütünleşmesine ket vurmaktır. Ancak, Tuzluçayır’ da temelleri atılan bu projenin daha Ankara sınırlarını çıkmadan kitlelerin muhalefeti ile göğüslenmesi, devletin asimilasyoncu yüzünün teşhir olduğuna işarettir. Bu nedenlerdir ki; Gezi Direnişi ardından yıkılan korku duvarı buradaki kitlesel protestolardan yansımasını bulmuştur. Sonuç olarak; Alevi Ritüellerinde bilinen bir söz vardır:”Yolundan dönen haramzadeler” şeklinde. Kendini-aslını-toplumun inkâr edenleri olumsuzlamak için kullanılır. Ve böyleleri de Alevilerde “düşkün(toplum dışı)” ilan edilir. Tuzluçayır’da günlerce süren çatışmalarda ortaya çıkan gerçekte bu söze paralellik taşımaktadır. Yani emekçi halkımız; projenin hizmet ettiği asimilasyon politikalarını teşhir etmiş-direnmiş; katiline uşaklık ettiği “haramzadelerin” maskesini indirerek (toplum dışına) “düşkünleştirmiştir”. Halkımızın bu kendiliğinden pratiği bizler tarafından önemsenmek zorundadır. Hele de egemenlerin “Eylül Sendromu” ile korkularının ayyuka çıktığı bir süreçte her ilerici halk muhalefetinin parçası olmak temel yönelimimiz olmalıdır. Kırıklar F Tipi Hapishanesi’nden Bir Gezi Tutsağı Yeni Demokrat Genclik Genelden “özele” üniversiteler... Eğitim ve öğretim, iktidarların devamlılığı açısından önemli bir olgudur. Her sistem kendi devamlılığı için ve kendi ihtiyaçları doğrultusunda öğrenci yetiştirir. Gençliğin nasıl olması gerektiği eğitimin nasıl olduğuyla bire bir ilintilidir. Bu yüzdendir ki ülkemizde eğitim sistemi baskı ve paraya endeksli bir şekil almıştır. Liselerde ve özellikle üniversitelerde bilimsellik adına kazanılmış ufak tefek haklar bile bugün elimizden alınmakta okullarımız adeta cezaevlerinin başka bir versiyonu haline çevrilmektedir. Yaşadığımız ülkede sorgulamayan, araştırmayan ve kendini ifade edemeyen bir gençlik yaratılmak istenmesi sadece okuduğu alanda devletin ihtiyacını karşılayan bireylerin yetiştirilmesi asla tesadüf değildir. Çünkü sorgulayan kişi aynı zamanda değiştirme gücünü de elinde bulunduran kişidir. Buda Türkiye gibi ülkelerde ‘en tehlikeliler’ listesine yazılmayı beraberinde getirir. Görece harçların kaldırılması (2. öğretimlere yapılan zamları saymazsak tabi ) göz boyamaktan başka bir şey ifade etmez. Ulaşım ve yemekhaneler olmak üzere öğrenciyi direk ilgilendiren birçok şeye yapılan zamla ödenen harcın 4 katına yakın parayı devlet tekrar almaktadır. Eğer devlet bir yerde ‘iyilik’ yapıyorsa aklımıza acaba nereden, daha fazla vuracak sorusu gelmelidir. Maddi boyutun ötesinde derslerin niteliği de ayrı bir dramdır ülkemizde. Liselerde hayati önemdeki derslerin boş geçmesi ya da bilimsellikten uzak, ezbere dayalı verilmesi, üniversitelerde bilimsellik adına yatırım yapmak bir yana elimizde olanlarında alınması bizleri nasıl bir kalıba sokmak istediklerinin açık kanıtıdır. Üniversiteler bilim yuvasıdır. Özerk ve özgür olmalıdır. Öğrencilerin bilimsel araştırma yapabilme koşulları sağlanmalıdır ki geleceğe dair bir adım daha ileri gidilebilsin. Fakat bizim ülkemizde laboratuarlar yerine polis büroları açılmakta, eli silahlı polisler okulda cirit atmaktadır. Okulumuz adeta bir alışveriş merkezi gibi her bir köşesi kameralarla izlenmektedir. Anadilde eğitim evrensel bir hakken, ülkemizde anadilde konuşmak (Kürtçe) soruşturma cezasına tabidir. Okullardaki zorbalığı yazacak olsak sayfalara sığdıramayız herhalde. Ne kadar paran varsa o kadar eğitim hakkın vardır Türkiye’de. Tıpkı diğer birçok alanda olduğu gibi. Yoksul halk gençliğinin okumaması için devlet elinden geleni yapar. Önce eğitimi kalitesizleştirir, sonra bir sürü sınavla cezalandırır seni. Cezalandırır diyorum çünkü sen okumakta ısrar etmişsindir. ‘Hayatını etkileyecek’ sınavlara girmen için bir sürü para harcaman gerek ( dershaneler, özel hocalar…) 23 Bunların hepsini bir sürü zorlukla geçtin diyelim. (Ülkemizde özellikle kırsal kesimlerde milyonlarca genç bu evreye gelemiyor). Hatta iyi bir bölmede girdin. Bin bir zorlukla okulunu bitirdin. Sonra o kadar emeğe değmeyecek bir maaşla iş bulduysan eğer şanslısın demektir. Özel liseler, Özel Üniversiteler Niçin ve Kimin İçin Var? Bir dönemi milyarlarca lira olan üniversitelere sizce kim gidebilir? Yoksul halk gençliği mi? O zaman özel üniversiteler zenginler için var diyebiliriz. (Yüksek puanlarla burslu gidenlerin dışında)Bir işçinin çocuğu işçi olmalıdır ki anne ve babası çalışamayacak duruma geldiğinde onun yerini doldurabilsin. Sadece parası olanların okuma şansı olan bir ülkede gösterebileceğimiz en iyi örnek üniversiteler olsa gerek. Özel üniversite demek daha fazla para demek. Özel üniversite demek daha fazla ayrımcılık daha derin kutuplaşma demek. Son on yılda mantar gibi çoğalmalarının eğitim aşkı için olduğunu düşüneniniz yoktur herhâlde. YÖK bildiğiniz gibi 1980 Askeri Faşist Cunta’nın ürünüdür. 80 darbesiyle hesaplaşacağımı söyleyen iktidar YÖK’ ün yetkilerini daha da genişleterek asıl kiminle hesabı olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Ülkemizde ilk özel üniversitenin YÖK başkanı tarafından kurulması (YÖK’ün öğrenciler için nasıl bir bela olduğunu başka bir yazımızda anlatırız) eğitime ve halk gençliğine olan ‘büyük aşkı’ bizlere bir kez daha göstermiştir. Özel üniversitelerin esasta ekonomik temelde bakış açısı olsa da olayın ideolojik boyutunu gözden kaçırmamak da fayda var. Özellikle son on yılda cemaat destekli okulların açılması ve devlet liselerinin imam hatiplere çevrilmesi devlet–cemaat aşkının güçlülüğünü kanıtlar. (Arada bir ters düşüyorlar ama olsun her evlilikte olur.) Seçmeli denilen ama zorla verilen din dersleri, cemaat destekli okullardan mezun olduğunda sunulan iş vaatleri (tabii paralı olmak kaydıyla. Fakirsen dini inancının pek önemi yok) hatta sınav sorularının cevaplarına kadar adeta hizmette sınır tanımayan bir anlayışla karşı karşıyayız. Her türlü baskıya rağmen bizler direnmeye devam etmeliyiz. Her mücadele eden kazanamayabilir belki ama kazananlar kesinlikle mücadele edenlerdir. “Çapulcular” olarak bizler yaşamı yaratanlarız. Üretenler ve emeğimizle yaşayanlarız. Gücümüz haklılığımızdan gelir. Bu yüzdendir korkuları, bu yüzdendir olağanüstü önlemleri, yasaları, kanunları. İstanbul Üniversitesinden Bir YDG’li 24 G E N Ç L İ Ğ E N O T L A R Yeni Demokrat Genclik Panik yapma, organize ol! Köşe başlarındaki “girme çıkmaz sokak!” uyarı yazılarından şarkı-slogan, afiş, döviz besteleyen/ üretenlere… kadar hepsi kitlenin organize olma çabasının bir ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Gezi Ayaklanmasının ardından bu yana geçen zaman diliminde yaşanan eylemler, bundan sonraki gelişecek olan devlet ve kitlelerin karşı karşıya gelme pratiğindeki niteliğin ve biçimin de nasıl olacağını göstermektedir. Kitlelerin hak alma mücadelesinin çatışmalı geçeceği anlamına gelen bu gelişmelere uygun bir tarzın ihtiyacını hissetmekteyiz. Bütün alanlarımızda kitle ile kolluk kuvvetinin karşı karşıya geldiği anlardaki duruşumuzla ilgili somut önerileri ve uygulanıp başarıya ulaşmış olan deneyimleri burada tartışmamız yararlı olacaktır. Gezi Direnişinin başladığı ilk günlerde deyim yerindeyse “dolaşıp dolaşıp gaz yiyen” kitle, polisle kısa süre içerisinde defalarca kez karşı karşıya geldi, birçok konuda bilinç sıçraması yaşadı ve bizzat kendi deneyimlerinden öğrendi. Direnişten anlaşılan şey sokaklarda, caddelerde, meydanlarda polisin gazını solumakken, bir süre sonra bu saldırılara karşı koyuşu örgütlemek ve kendini korumayı öğrenmek oldu. Sokakları fethe inen ve sayıları milyonlarla ölçülen kitle, ayaklanma sırasında gerek forumlarda, gerek çadır alanlarında gerekse de çatışmalarda kendi içinde görece, kolektif, organize ve örgütlü bir hareket tarzı geliştirdi. Direnişin herhangi bir alanına gidenlerin tamamına yakını kendini orada yapılan işlerin bir ucundan tutuyorken gördü. Çadır alanlarında temizlikle ilgilenildi, ortaklaşa nöbetler tutuldu, forumlarda, forumların daha verimli ve düzenli geçmesi için işaret dilleri üretildi, insanlar birbirine hiç olmadığı kadar saygılı, anlayışlı davrandı vs. vs… Çatışma alanlarında da kitlelerin organize olma ve kolektif hareket refleksi kendini bir hayli gösterdi. Süreç içerisinde kitlelerin kendiliğinden bir şekilde gelişen bu özelliği bizler açısından öğretici olmalıdır. Direniş sırasında, sağlık ekiplerinin, revirlerin ayrı örgütlenmesinden, mahalle içlerindeki sapan atölye/tamirhanelerine, eldivencilere, sapancılara, molotofçulara, havai fişek kullanamına…. Köşe başlarındaki “girme çıkmaz sokak!” uyarı yazılarından şarkı-slogan, afiş, döviz (kitlenin ajitasyon-propaganda faaliyetleri olarak değerlendirilebilir) besteleyen/ üretenlere… kadar hepsi kitlenin organize olma çabasının bir ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Direniş, Örgütlü Bir Sanattır Kitlenin direniş içinde geliştirdiği bu duruşunu kendimizden doğru tartıştığımızda çatışma alanlarındaki örgütlü hareketimizi daha da geliştirmemiz gerektiği sonucu çıkıyor. Daha önceki çatışma deneyimlerimize baktığımızda hem düşmanı gerilettiğimizi, hesap sorabildiğimizi hem de çatışma alanlarını örgütlenme ve örgütleme alanı haline çevirebildiğimizi görebiliyoruz. İstanbul’da 2004 yılında gerçekleştirilen NATO protestoları buna iyi bir örnektir. Yine belirli oranda IMFDB protestoları da örnek olarak gösterilebilir. İstanbul’daki NATO protestoları sırasında kullandığımız Manga yöntemi hızlı bir şekilde organize olmamız ve kitlemizi hızlı bir şekilde toplamamız veya olası bir düşman saldırısında kafa karışıklığına müsaade etmeden organize bir şekilde devrimci şiddetle karşılanması için uygulayabileceğimiz yöntemlerdendir. 25 Yeni Demokrat Genclik Gezi Ayaklanması sırasında ise İstanbul’da yoldaşlarımızın pratiğinin olumluluğu iyi değerlendirilmeli ve geliştirilmelidir, kaldı ki İstanbul pratiği de NATO ve İMFDB protestolarının deneyimlerinin toplamı/daha fazlası olarak görülmelidir. İstanbul’da Gezi Ayaklanması sırasında yoldaşlarımızın oluşturduğu ajitasyon-propaganda birimleri, eldivenci, sağlıkçı, sapancı ekiplerinin faydasını hep birlikte gözlemledik. Bütün alanlarımızda uygulanabilecek bu yöntem, bize eylemlerde kitleyle bağ kurma ve ilişkiye geçme noktasında da alan açmaktadır. Kurduğumuz bileşenler kitlelere tamamıyla açık olmalıdır ve kitleleri bu “organizasyonun” bir parçası yapmak için emek harcamamız gerekmektedir. Bu yöntemi kabaca, görevleri farklı farklı olan seri, tek bir vücut gibi hareket etme kabiliyetine sahip örgütleme organizasyonu olarak tanımlayabiliriz. Oluşturacağımız birimlerin görevleri ne kadar birbirinden farklı olsa da, tüm birimlerimizin ve yoldaşlarımızın ortak bir amacı bulunmaktadır o da örgütlemedir! Bu işimizin en önemli kısmıdır. Bütün alanlarımızda uygulayacağımız bu yöntemin birimlerini-ekiplerini, alanlarımızın özgün koşullarını ve ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak kurmalıyız. Çok kalabalık tutmak zorunda olmadığımız ekiplerimizin sayılarını da o anın şartlarına göre planlamamız gerekmektedir. Alanlarımızda gelişen eylemlilikler sırasında kullanacağımız bu yöntem bizleri, salt çatışma psikolojisinden de kurtaracaktır. Örgütlü bir şekilde gittiğimiz eylem alanlarındaki duruşumuzda örgütlü olmalıdır ve orada bulunuşumuz, amacımıza hizmet etmelidir. Tüm deneyimlerimizi kolektife mâl edelim! Hepimizin bildiği gibi düşmanla karşı karşıya gelme pratiğimizin bol olduğu bir süreçten geçtik. Bu süreç içerisinde öne çıkan bir meselenin ajitasyon/ propaganda çalışmalarının yeterince önemsenmemesi oldu. Eylül sendromun ilk semptomlarının ortaya çıktığı, “TOMA’nın basınçlı suyuyla metrelerce sürüklendiğimiz, gaz kapsülleriyle, plastik mermilerle yaralandığımız, kimyasal suya maruz kaldığımız, dönem dönemde düşmanı gerilettiğimiz…” (yoldaşların sözlü aktarımından) ODTÜ eylemleri ve Tuzluçayır’daki cami- cemevi protestolarına dair deneyimlerimiz neredeyse hiç yazılı hale getirilmedi. Alandan doğru, eylemler içerisinde birçok ders ve deneyim çıkarmamıza karşın, öğrendiklerimizi ne yazık ki kendimize saklamayı tercih ederek, bilgimizi kolektife/ örgüte mâl etmedik. Böylelikle dergimizin, sitemizin, yayınlarımızın ODTÜ ve cami-cemevi eylemlerine karşı “kaynaklık” özelliğini barındıramamasına yol açtık. Gezi direnişi boyunca aslında bir bütün olarak yaşadıklarımız ve buna dair tartışmalarımız, ajitasyon-propagandanın ve deneyimlerimizi kolektifle paylaşmanın önemi konusunda bir bilinç açıklığı yaratmalıdır. Bu dönemde sıcağı sıcağına yazacağımız deneyim, izlenim yazıları, örgütümüzü geliştirmeye de hizmet edecektir. Örgütümüzü güçlendirebilmek ve kolektifleştirebilmek için bu pratiklere ihtiyaç duymaktayız. Bireylerin veya ayrı ayrı alanların sesi değil bir bütün olarak örgütün sesini böyle yükseltebiliriz. Bu dönemde sıcağı sıcağına yazacağımız deneyim, izlenim yazıları, örgütümüzü geliştirmeye de hizmet edecektir. Örgütümüzü güçlendirebilmek ve kolektifleştirebilmek için bu pratiklere ihtiyaç duymaktayız. Bireylerin veya ayrı ayrı alanların sesi değil bir bütün olarak örgütün sesini böyle yükseltebiliriz. 26 Gezi direnişini Mao’dan okumak... Yeni Demokrat Genclik Tarih, 21’yy’ın kapısını, yeni ekonomik krizlerle, emperyalist saldırganlık ve yeni isyanlarla açtı. Emperyalist-kapitalist küresel sistemin 300 yıllık geçmişi bunlarla doluyken, kapitalizmin geleceğine dair bu çalkantılı hal, burjuva medyaya “Marx haklı mıydı?” sorunları tartıştırarak boyutlar aldı. “21. yy’ın ayaklanmalar yüzyılı” olacağı söylemi BM Değerlendirme Toplantılarında bile itiraf niteliğinde tespitler şeklinde yer alırken, ilk on yılın bilançosu tek başına, emperyalizmin derinleşen krizinin ve işsiz-geleceksiz-baskı altında tutulan milyonların isyanının yüzyılın tablosuna damga vuracağının işaretleriydi. Tam bu tartışmalar içerisinde ise, gelişen isyan dalgası, krizlerle boğuşan emperyalistleri “kaderlerini” sorgulamaya iterken, halkların isyanı Yunanistan’da, Wall Street’te, Arap Baharı’nda, İspanya’da ve Brezilya’da vb. yüzünü göstermeye ve yüzyıla dair ipuçları vermeye başladı. Gelişen isyan dalgası, dünyanın efendilerinin sistemin geleceğine dair kaygılarını derinleştirirken, isyan dalgasını anlamak açısından aynı kaygının bir diğer ortağı da uluslararası devrimci hareket oldu. Zira, yerkürenin yaşadığı son çeyrek yüzyıldaki değişimler, küreselleşmenin yarattığı ekonomik ve sosyal koşullar ve tüm bu açmazlara dair ciddi bir teorik ve politik tıkanıklığın yaşandığı açıktır. İşte böylesi bir süreçte, bu isyan dalgasının Gezi Ayaklanması ile ülkemiz sokaklarına konuk olduğu bir dönemde, gelişmeleri MLM bilimin ve yöntemin ışığında tartışmak elzem bir ihtiyaçtır. Kuşkusuz bu çok daha kapsamlı bir araştırmaya ve incelemeye ihtiyaç duymaktadır. Ancak, şimdiden böylesi bir tartışmanın kapısını aralamak açısından, Gezi Ayaklanmasının deneyimleri ile Mao’nun politik yöntemini tartışmak verimli olacaktır. Mao, Marks’ın ve Lenin’in felsefe, ekonomik-politik ve bilimsel sosyalizm alanlarındaki katkıları ve kaynağını bu katkılarından alan politik yöntemi ile Marksist bilimin doruk noktasını temsil etmektedir. Aşağıda da açacağımız şekli ile Mao’nun Çin Devrimi ve özellikle Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) nde somutlanan politik yöntemi ve politika üretme tarzı, Gezi ayaklanması gibi kendiliğinden kitle hareketine yaklaşım noktasında kritik bir yerde durmaktadır. Zira, Gezi Ayaklanmasında açığa çıktığı şekli ile ülkemiz devrimci hareketinin kitlelerin kendiliğinden hareketi karşısındaki yabancılık, kitlelere dair perspektif sorunları, kategorize edilmiş ve mutlaklaştırılmış siyasal dil, farklılığa dair yabancılığı söz konusudur. Bu sorunlar, olumlu birçok pratiğe karşın alana doğru dahil olmayı engellerken “ikili iktidar kurma” “polisi orduyu dağıtma” çağrıların yapılmasını da beraberinde getirmektedir. Tüm bu somut gerçekler Başkan Mao’nun imbiğinden damıtılan politik yöntemi tartışmayı ihtiyaç haline getirmiştir. Gezi Ayaklanması ile ilgili olarak ilk belirtilmesi gereken, kendiliğinden bir kitle hareketi olduğu ve hem talepler, açısından hem de sınıfsal pozisyonları itibariyle birbirinden farklı dinamikleri barındırdığı gerçeğidir. Bu hali ile de birçok sarsıcı ve yeni dinamikler açığa çıkarmıştır. Ancak toplamda ise ciddi bir önderlik boşluğuna da işaret etmektedir. Alanda, kitlelerden kopuk-onlar adına bedel ödeyerek “önderleşme”, kendiliğinden hareketten devrim çıkarma, işin mutfağında öncü olmadan alanda “önder” olma, hareketin niteliğini gözetmeden iktidar kurma gibi ideolojik gıdasını küçük burjuvazinin dünya görüşünden alan birçok yaklaşım; özünde bu süreçten doğru ders ve deneyimleri çıkaramamıştır. Tüm bunlar toplamda ise devrimde kitlelerin rolü ve kitlelerin inisiyatifindeki hareketlere dair yaklaşım sorununa işarettir. Kitleler deyince kast ettiğimiz basit bir kalabalıklar övgüsü değildir. Marksist literatürde kitlelere güçlü vurgu Mao ile birlikte mümkün olmuş ve stratejik anlamı onunla birlikte açığa çıkmıştır. Çin devrimi ve özellikle BPKD Mao’nun kitle çizgisinin anlamının açığa çıktığı süreçlerdir: “Kitlelere gitmeli, kitlelerden öğrenmeliyiz. Onların tecrübelerini biraya getirerek daha iyi daha berrak yöntemler çıkartmalıyız; sonra kitleler arasında propaganda yapmalıyız. Sorunlarını çözmek, kurtuluşa ve mutluluğa kavuşmalarında yardım etmek için, onları bu ilke ve yöntemleri uygulamaya çağırmalıyız” (Mao Zedung), “Gerçekten yıkılmayan duvar kitlelerdir” (Mao Zedung) Sözlerinde de ifadesini bulduğu üzere; Mao’da kitleler, hem devrimci sürecin öznesini hem de politik faaliyetin ana yönünü ifade etmektedir. Onun kitle çizgisinde her şeyi kitleler için yamak ve kitlelere güvenmek vardır. “Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD)”, “Yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı yarışsın”, “4 toparlanma, 4 dağınıklık”, “4 eskiyi eleştirelim” vb. kampanyalar kitlelerin yığınsal pratiğine güvenin bir ifadesidir. Daha da önemlisi kitleleri politikanın Yeni Demokrat Genclik hem kaynağına hem de dönüş noktasına koyup kitleleri nesne ve tarihsel sürecin bir parçası olarak değil tarihin yapıcıları olarak gören yönüne de işarettir. Mao’nun özelikle BPKD pratiğinde açığa çıktığı gibi kitlere güven, kitlelerin inisiyatifini geliştirmeyi ve bilinçsel dönüşümle paralel şekilde devrimin ve sosyalist inşanın temel öğesi saymayı içermektedir. Bu yanı özellikle sosyalizm altında süren sınıf mücadelesi açısından kitlelerin sürekli olarak devrimcileştirilmesi ile anlam bulmaktadır. BPKD döneminde “kitlelerin dünya görüşlerinde dönüşüm yaratmak ve revizyonizmi ortadan kaldırmak” için “parti içersinde ki kapitalist yolcularla mücadele” çağrısı pratikte kitlelerin inisiyatifinde yürüyen yığınsal eleştiri hareketidir. Ve bu süreç bir çok yerelde bağımsız kitle örgütleri ve toplumun tüm kesimlerinin dâhil olduğu devrimci komitelerle yürümüştür. Bunlar toplumun tüm kesimlerini dâhil olduğu geniş tartışma alanları ve pratiğe geçirme platformlarıdır. Çok fazla örnekler denizine boğmamakla birlikte sadece BPKD döneminde kitlelerin “sansür “ve devlet denetimindeki basına alternatif 10.000 gayri resmi yayın çıkarılması, Kızıl Ordunun girdiği her bölgede başta kadın dernekleri olmak üzere yerelde kitle örgütleri yaratması, Mao’nun her fırsatta sosyalizm altında kitle muhalefetinin bir ihtiyaç olduğunu vurgulaması… Onun kitlelere duyduğu güvenin anlaşılması açısından aktarılması gereken örneklerdir. Mao’nun “her teşkilat kitleler tarafından düzeltilmelidir. Örgüt, kitleler ile buluşmak zorundadır. 3-5 partili ile olmaz. Parti, dışı kitleler tartışmalara katılmalı ve eleştirilerini dile getirmelidir.” (Mao Zedung) sözlerinden anlaşıldığı gibi kitlelerden beslenen yığınların pratik rolüne güvenen ve kitlelerin bilinçsel dönüşümünü faaliyetin parametresi sayan bir tarz bizi “kitlelerin bilinç düzeyinin altında giden kuyrukçuluk, kitlelerin bilinç düzeyini aşan kumandacılık” (Mao Zedung) hastalıklarından koruyacaktır. Kitlelerin rolüne dair Mao’nun gözünden bakmamak, Gezi ayaklanmasına doğru yaklaşmamak demektir. Yaşamın Gezi ayaklanması ile karşımıza diktiği şey, sürekli bir kitlelere gitmek kitlelerden öğrenme onların yığınsal pratiğine güvenme ve Ma’onun “kitle çalışması partinin önderlik faaliyetinin önemli bir kısmıdır” anlayışından hareketle ve önce öğrencisi olma desturunu inşa etme gerekliliğidir. Tersi, devrimci örgütün tarihsel rolünü inkârdır-pratikte iflasıdır. Ayırdım Noktası; Politik Tarz Kitlelerin rolüne ve kitle hareketlerine dair yaklaşım noktasının ardından yine buna paralel şekilde değinilmesi gereken bir diğer meselede politika belirleme tarzı üzerinedir. Politika belirleme tarzı, kitlelere dair yaklaşımdan bağımsız olmayıp Gezi Ayaklanması sürecinde devrimci hareketin dinamikleri karşısında var olan yabancılığının net kaynaklarından birini teşkil etmekteydi. 27 Bu nokta önemli bir ayırdıma tekabül etmektedir. Zira politika, örgütün kitlelerle temas noktasını oluşturmaktadır ve kitlelerin yaşam pratiğinden beslenmek zorundadır. Mao’nun “Bir sorunu incelemeye ilk önce görüp hissedebildiği görüntülerden başlanmalıdır. Bu yoldan giderek, arkalarındaki öz araştırılmalı, sonrada nesnel şey ve olguları yapıları ve çelişkileri ortaya çıkarmalıdır” (Mao Zedung) sözleri de bu noktayı işaret etmektedir. Bu noktada da Mao’nun politika tarzı ve bilgi teorisine dair tanımlaması referans noktası olmaktadır. Zira, bilincin ve tarihte bilinçli kitlelerin rolünün en kristalize hali Mao’nun Çin Devrimi ve BPKD pratiğine de açığa çıkan teorisinde mevcuttur. “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte nihai olarak belirleyici unsur gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Bunun ötesinde ne Marks nede ben hiçbir şey söylemedik. Bunun yüzünden her hangi bir kimse bunun çarpıtılıp da iktisadi sorunun tek tayin edici unsur olduğunu söylerse anlamsız soyutboş bir deyim haline getirmiş olur” (F. Engels) Engels’in sözüne paralel şekilde Mao da politik pratiğin yönü, kitlelerin dünyaya, insanlara ve kitlelere dair algılarını dönüşüme uğratmak kaygısından hareketle var olmuştur. Mao, bilginin kaynağından ve doğallığında politikanın üzerine oturacağı eksenin tayininde kaynak noktası olarak 3 çeşit toplumsal pratiğin (üretim için savaşım, sınıf mücadelesi ve bilimsel deney) almıştır. İnsanların bu pratik süreç çerçevesinde bir bilince eriştiklerini savunur. Bu nedenle de politik tarz açısından “kitlelerden-kitlelere” şeklinde formüle edebilecek yaklaşımı geliştirmiştir. Bunun anlamı şudur: “kitlerle gitmek, onların dağınık, sistemleşememiş fikirlerini almak onları incelemek, sistemli politikalar haline getirmek tekrardan kitlelere sunmak onlar bu fikirleri kendi fikirleri olarak sahiplenene kadar bunu tekrarlamak.” (Mao Zedung) Ancak Mao’nun politik tarzı burada kalmaz. İktisadi temelsınıf ilişkileri eksenine yerleşen birçok tarihsel-toplumsal çelişki Mao’nun politika haznesinde çıkış noktalarıdır. Zira, onun tarzı yaşamdaki görüngüleri indirgeyerek ve yaşamdan kopararak değil, görüngülere vurarak ve kaynağıyla diyalektik bağı kurarak var olmuştur. Mao’da maddeyi birincil, bilinci ikinci sayan klasik yaklaşım esas vurgu noktası değildir. Zira özellikle BPKD ve sosyalizmde geri dönüşler riski bilincin dönüşümün maddi yaşamın dönüşümden daha tayin edici olduğunu ispatlamaktadır. Sovyet İktisadının eleştirilerinde Mao’nun ”siyasetin önceliği ilkesi” dediği şeyde bu derekede anlam bulmaktadır. Şöyle ki, Stalin sosyalist inşa sürecinde maddi teşvik uygulayarak ve ağır sanayideki gelişimi tek parametre sayarak bir ilerleme çizgisi uygularken Mao, inşa sürecinde “iki ayak üzerinde yürümek” formülasyonu ile “kızıl uzman” siyaseti güdüyordu. Bu siyasal yaklaşımda “kızıl” olmak kitlelerin ideolojik- 28 Yeni Demokrat Genclik politik dönüşümünü tariflerken; “uzman” olmakta tekniksel gelişimi tarifliyor ve esas-tali ayrımında “kızıl”laşmak esas yönü temsil ediyordu. Yani, maddi yaşam koşullarının bilinci dönüşüme uğratacağı savunusun yerine, bilinci dönüştürmenin maddi yaşamı dönüştürmek kadar esaslı bir iş olduğuna ve maddi yaşamın dönüşümünün teminatını teşkil ettiği vurgulanıyordu. Özellikle BPKD döneminde “devrim için ekim yapma” çağrıları, “halk hizmet edelim” şiarıyla kolektif değerleri ön plana çıkaran kampanyalar, yine kadro okulları Sosyalist Eğitim Hareketi vb. Bu dönüşüm kaygısıyla oluşturulmuş kitle eleştirisi hareketleriydi. Zira Mao’nun “etkin ve devrimci yansıma teorisi” düşüncenin varlık üzerindeki etkisini gören ve yığınların bilinçli rolünü kavrayan bir anlayış bütünlüğü arz etmekteydi. Mao’nun bilince ve kitlelerin yaşamlarını dönüştürmek üzerinden kurgulanan siyaset tarzına dair yaklaşımının diğer bir gözlem alanı da kültür alanı ve politik dilidir. İnsanların zihinlerinden hayal güçlerinden doğa ve kendileri ile etkileşimlerinden doğan bir olgu olarak kültür, insanların andaki ve geçmişteki yaşamlarına dair birçok veri verebilmektedir. Ve bu noktadan hareketle üretilecek politika, hem kitlelerin bilinç düzeyine ve çelişkilerine doğru bir yaklaşım hem de etki gücü yüksek bir politik tarz açısından işlevli olacaktır. Kırsaldaki kadın sorununa dair başlatılan “Konfüçyusu eleştir” kampanyası, “4 eskiyi (eski kültür, eski fikir, eski alışkanlık, eski adet) eleştir”, kampanyaları kitleleri yeni tipte bir yaşam inşa etmeye sevk eden ve Kültür Devriminde önemli olan kampanyalardır. Dil konusunda da Mao’nun sadeliği ve anlaşılırlığı bilinen bir gerçektir. Mao, dil ile kurulan ilişkinin insanların yaşam dünyalarında ve bilinçlerinde belirleyici rolünü görmüş ve hem sade hem de kitlelerin yaşam tarzlarından-dünya algılarından beslenen bir dil kullanmıştır. Onun öne sürdüğü birçok politik kampanyanın şiarları aslında Çin atasözleri ya da halk deyişlerinden esinlendiği bilinen bir gerçektir. (Örneğin “Yüz çiçek açsın, yüz fikir akımı, yarışsın” kampanyası) Toparlarsak eğer, kitlelerin yaşamlarından beslenen ve oradaki toplumsal dinamikleri gören, bir tarz sahiplenilmek zorundadır. Mao’nun bu konudaki pratiği Gezi Ayaklanmasında alana yansıyan ve devrimci hareketin çeşitli biçim ve düzeylerde muzdarip olduğu ekonomizm, sübjektivizm gibi kaynaklara cevap niteliğindedir. Gezi Ayaklanmasında alanda inşa edilen kolektif yaşamın, bireylerin bilincindeki dönüştürücü etkisi gözler önündedir. Polis şiddetine duyulan tepki en küçük ayrıntısına kadar yaşamın kontrol edilmesinden duyulan rahatsızlık sisteme güvensizlik, ezilen cins ve kimliklerin talepleri gibi özgürlük ve demokrasi içerikli taleplerin devrimci ağırlığı alanda bir kez daha kendini ispatlamıştır. Böylesi bir gerçeklik içerisinde nesnel yaşamı dikkate almayan her anlayış durduğu noktadan “ya kitlelerin bilinç düzeyini aşan kumandacılık ya da kitlelerin bi- linç düzeyinin altında kalan kuyrukçuluk”(Mao Zedung)tan doğru muzdaripliğini koruyarak kitlelerin dışında kalacaktır. Mao’nun Düşünce Tarzı Mao’nun düşünce tarzı ve yöntemiyle ilgili olarak birkaç noktanın altını çizilmelidir Mao’da parçadan bütünü gören ve parça –bütün arasındaki diyalektik bağı kuran bir tarz hâkimdir. Bir olayı ya da olguyu incelerken Mao araştırılmaya, görüngüleri ile canlı yaşamdaki karşılıkları ile başlar. Onun inceleme yöntemi, özgün süreci gören ve somut-belirleyici olguları anlamayı hedefe koyan ve bunu çözümün anahtarı sayan bir örneğe sahiptir. “Bir kişi bir işi yaparken onun koşullarını, özelliklerini ve bağlantılarını anlamadan o işin yasalarını ve nasıl yapılması gerektiğini bilemez” (Mao Zedung) sözleri de bu noktayı işaret etmektedir. Ki Mao’nun faaliyette bulunduğu bölgeler ile ilgili olarak köylü hareketleri ile ilgili raporlar yazdığı yine her politik kampanya sürecinden önce birçok bölgede teftiş turları ile bilgi topladığı bilinmektedir. Ancak onun yöntemi burada kalmaz. Araştırma-gözlem, analize evrilir ve tekrar pratiğe döner, sınanır. Yeni düzey bir üst seviyedir. Ve bu sonsuz kere tekrarlanır. Bu onun yönteminin dinamik ve pratik yönüdür. Mao’nun bu yaklaşımı yöntemsel bir esneklik hattı da yaratmıştır. Mao, tüm bu inceleme sürecinde karşılaşılan her yeni durumda-düzeyde uygun bir yöntem-konumlanış inşa edebilmiştir. Analizin her seferinde pratikten beslenerek bir üst aşamaya sıçraması Mao’nun politik yönteminin taktiksel esnekliğinin kaynağıdır. Sonuç olarak… 21. yy’ın isyan dalgasının Gezi’deki misafirliği halkların özgürlük, eşitlik çağrılarının kitlesel dalgalar halindeki konukluklarının artacağına delalettir. Dünyada ve ülkemizde gelişen bu dalga kuşkusuz kendi özgünlüklerini ve dinamiklerini de barındırmaktadır: “Hangi kıvılcımın yangını başlatacağını, yani kitleleri özellikle sarsacağını bilmiyoruz ve bilemeyiz ve bu nedenle yeni komünist ilkelerimizle en eski en küflü, en iflah olmaz alanlara işlenmek için buralara gitmekle yükümlüyüz. Çünkü aksi takdirde bu görevin üstesinden gelemeyiz. Çok yönlü olmalıyız. Ne burjuvazi üzerinde zafere nede zaferden sonra tüm yaşamı komünist tarzda örgütlemeye hazırlıklı olabiliriz” (Lenin) Tam burada Lenin’in işaret ettiği hazırlıklı olma hali devreye girmektedir. Devrim mücadelesinin ihtiyaçlarına uygun bir konumlanış için öncelikle kitlelerle aramıza mesafe koyan hastalıklı yanlardan arınmamız gerekecektir. Ve Gezi ayaklanmasında gün yüzüne çıkan birçok hastalığın cevabı Mao’yu öğrenmek Mao’dan öğrenmektir. Sorunların çözüm adresi burasıdır. FORUM Yeni Demokrat Genclik “Ali’nin katilini üniversitemize sokmayacağız!” Mayıs ayı ile birlikte gençliğin Gezi Ayaklanmasına yoğun katılımından kaynaklı “Koruma memuru” adlı bir yasa atılmıştı ortaya. Üniversitelerde artık resmi olarak çalışan “koruma memurları” olacaktı. Üniversiteliler merakla bu uygulamayı beklerken henüz uygulanmaya başlanmadı. Aslında ellerini biraz hızlı tutsalardı zaten bir “Eylül Sendromu” yaşayan devletin, korkusuna korku eklenecekti. Mayıs ayında Gezi Ayaklanmasıyla birlikte başlatılan ve üniversitelerde, stadyumlarda beklenilen ve artık gerçekleşmeye başlayan isyanın yayılması ve devam etmesi tehlikesini “kahraman olan ve destan yazan” polisle engellemeye çalışılacaktı. Bu kapsamda hazırlanılan “koruma memuru” yasasının üzerinde henüz bir netleşme bulunmazken ekim ayında meclisin açılmasıyla birlikte hız kazanacak ve uygulamaya bir an önce geçilecek gibi görünmektedir. İçişleri Bakanı Muammer Güler bu konuyla ilgili yaptığı açıklamada, alımların yıl sonuna kadar yapılacağını, ancak bu alımların eylül ayından sonraya kalacağını belirtti. Güler ayrıca: “İlk etapta 10 bin koruma memuru alınacak daha sonra 20 bin alım daha yapılacak” diye de eklemişti. Bu yasayla birlikte yurtlarımızdan, yemekhanelerimize, fakültelerimizden kampüs girişlerimize kadar üniversiteli olan bizlerin tüm yaşam alanlarımıza “güvenlik” bahanesiyle baskı altına almaya çalışılacaktır. Eylül’ de veya Ekim’ de alımların yapılıp yapılmaması pek bir şey fark ettirmiyor aslında. Zaten üniversitede her adımının takip edildiğini, bir eylem yaptığında aşırı derecede bir yoğunlaşmanın olduğunu görüyoruz. “Sağolsun” sivil polisler aratmıyor resmiyette gelecek olanları. Ama bir yandan işin içine resmiyet girince durum biraz daha değişiyor tabi ki. Öyle bir durumda devlet açıktan diyor ki; özerk, demokratik üniversite talebini unutun. Başkaldırmayı bırakın. Aksi takdirde koruma memurlarımız (yani polis) gözaltı, müdahale, yakın dövüş gibi yetkilerinden yaralanacaktır. Bundan sonra her ay bir “sendrom” Özellikle Gezi Ayaklanmasında pratik deneyimler kazanan gençlik önemli bir değişim süreci yaşadı/yaşıyor. An ve an yaşadıkları devlet terörü ve gözlerinin önünde katleden bir polis gerçekliği var. Devlet, yüzünü ayan beyan gösterdiğini bildiği için korkuyor 90 kuşağından. Ve saldırdıkça sal- 29 dırıyor. Fişlemeler, yeni yasalar, tehditler… Bunların karşılığında da direniş, birlik, örgütlenme. Üniversitelerde neo-liberal politikalar çerçevesinde uygulanan bireyci, rekabetçi sistemde, açıktan uygulanacak olan polis terörü karşısında olabilecek tabloyu çizebiliyoruzdur hepimiz kafalarımızda. Gençlik varsa direniş de vardır o tabloda. Biz de halk gençliği olarak tüm renklerimizle bu tabloda kızıl renklerimizle yerimizi alacağız. “Polis defol üniversiteler bizimdir” şiarını kuşanıp daha güçlü haykıracağız taleplerimizi, daha güçlü mücadele edeceğiz. Üniversitelerimize Ethem’ in, Ali’nin, Abdullah’ın, Mehmet’in, Medeni’nin, Ahmet’in, Serdar’ın, Hasan Ferit’in katillerini sokmayacağız. Yeni Demokrat Gençlik olarak da bu sene üniversitelerde yürüteceğimiz kampanya ile devlet/ polis terörünü teşhir ederek, özerk, demokratik üniversite talebimizi daha güçlü bir şekilde dile getirdiğimiz bir sürece girdik. Bu dönemde Gezi Direnişi boyunca terörüyle kendisinden sıkça bahsettiren polisin üniversitelerimizde “bekçiliğe” soyunmasının teşhirini daha gür bir şekilde yapmalıyız. Kampanyamızı Gezi’nin ruhuyla hep birlikte gençliğin yaratıcı, özverili düşünceleriyle kampanyamızı birleştirip zenginleştirmeliyiz. Daha politik, sürece daha fazla müdahale ederek çoğalmalı, büyümeliyiz. Sisteme karşı büyüyen öfkeyi, rüzgârı arkamıza alıp, örgütlü bir güce dönüştürmeliyiz. Gezi sürecinde faşizmi, devlet terörünü tüm çıplaklığıyla gören gençlik öfkesini bir dağ gibi büyüttü. Devletin gerçekliği karşısında kendi gücünü gören, keşfeden halk gençliği bundan sonra durmayacaktır/durmayacağız. 30 Yeni Demokrat Genclik 32 yıldır ayağımızda olan bir pranga: YÖK! YÖK’ün asli ve en önemli görevi ise üniversitelerde gençlerin politize olmasını engellemeye çalışmaktır. Çünkü onlara göre, ülkenin bu duruma gelmesinin tek suçu üniversite gençliğinin politik bir hatta oturması ve gündeme yön vermesiydi. Türkiye tarihinde iktidara yönelik yükselen toplumsal muhalefetin canlı ve diri olduğu dönemlerde, üniversitelerden esen rüzgara kapılan kitlelerin, hesap sorduğu zamanlarda, bir Eylül fırtınasıyla her şey dümdüz olmuştu... 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının iktidara gelmesiyle beraber Milli Güvenlik Konseyi’nin hazırladığı ve 6 Kasım 1981’de Resmi Gazete’de yayımlanan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu çıkartılarak YÖK oluşturuldu. YÖK Kanunu’nun çıkmasıyla görece özerklik statüsünde olan tüm üniversitelerin, denetlenebilir ve tek merkezi yapıda birleşmesini amaçlayan yapılanma referans alındı. Kanunun, 24 Ocak kararlarının açıklanmasıyla birlikte nasıl bir şekle bürüneceğinin sinyallerini vermesi ve hemen akabinde asker yardımıyla uygulamaya konulması, hikayenin geri kalanının nasıl devam edeceğini de göstermiştir. 24 Ocak kararlarına baktığımızda Türkiye’nin ilk neo-liberal politikaları uygulamaya çalıştığını görürüz. Bu neo-liberal politikaları emekçi halka karşı uygulamak ancak 12 Eylül’ün postalları ile mümkündü. Bu politikaları, eğitimin ticaretleşmeye ve serbest rekabet sömürüsüne açmak için yapılan ilk hamle olarak sayabiliriz. Bunun alt yapısını oluşturma görevini de YÖK’ün göğüslemesi gerekti. YÖK’ün kurulması, geniş yetkilerin verilmesiyle beraber yaşananları kabaca şöyle sıralayabiliriz; İlk icraatıyla üniversitelerde “özerklik” bir çırpıda merkezi yapıda birleştirildi. Ardından AFC yönetimine muhalif olan ve 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun bazı maddelerinde 1983 yılında bir değişiklik yapılarak aralarında 38 profesör, 25 doçent ve 10 yardımcı doçentin de bulunduğu toplam 4891 kamu personeli görevinden uzaklaştırılarak tasfiye edildi. Gençlik, devlet terörü tarafından “terörist“ muamelesine tabi tutuldu. Binlerce öğrenci yükseköğretim kurumlardan atıldı. Atılmayan öğrencilere disiplin cezası reva görüldü ve fişlendi. AFC tarafından 1981 yılında YÖK’ün kamuoyuna açıklanan misyonunda gerek üniversitelerin gerek akademi ve yüksekokullarının nitelikli hale ve ciddi bir düzenlenmeye ihtiyacı olduğu konusunda bir dezenformasyon, bir manipülasyon dalgası başlatıldı. Geniş toplumsal tabakadan ve öğrenci gençlik tarafından tepkilerinin gelmesiyle YÖK’ün ilk başkanı olan İhsan Doğramacı (1985) “YÖK’ün üniversite özerkliğini kısıtlamadığını, yapacağı ve yaptığı faaliyetlerin, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) veya Kanada gibi ülkelerde görülen türden ‘Yöneticiler Heyeti’ veya ‘Mütevelli Heyeti’ ile benzerlikler taşıdığını” ısrarla vurgulamıştır. YÖK’ün kamuoyuna açıkladığı bir diğer asli ve en önemli görevi ise üniversitelerde gençlerin politize olmasını engellemeye çalışmaktır. Çünkü onlara göre, ülkenin bu duruma gelmesinin tek suçu üniversite gençliğinin politik bir hatta oturması ve gündeme yön vermesiydi. Gençliğin bu ‘68 ruhu’ geniş yığınları etkiledi. Gençlik burada lokomotif işlevi görerek peşinden kitleleri sürükledi. Ardından üniversitelerin, işçi ve köylülerle bazen belli noktalarda birleşmesiyle hâkim olan egemen ideolojiyi çıkmaza soktu. Bu birleşmenin daha ötesi bir örgütlenmeye yol açmasından korkanlar, kendilerince gereken müdahaleyi yani 12 Eylül’de YÖK’le yaptılar. YÖK’ün doğuşu ve gelişimindeki amaçlardan biri üniversitelerdeki gençliği (devrimci) politik ortamdan çıkarıp apolitik bir yere daha sonra da kendi politik hattına çekmektir. Gelinen aşamada bunda büyük bir başarı Yeni Demokrat Genclik sağladığını itiraf edebiliriz. YÖK tarafından üniversitelere tornistan ayarı verildikten sonra ilk iş eğitimi sermayeye hazırlamak oldu. O koşullarda eğitimden bir bütün olarak ticari gelir elde etmek bir hayli zordu. Bunun için sermayenin önündeki “tek engel” olan gençlik sindirilerek pasifize edildi. Bu durumdan hemen ilk yararlanan İhsan Doğramacı oldu. İ.Doğramacı Türkiye’nin ilk özel üniversitesi olan Bilkent’i açtı. Bu adım, sadece bir özel üniversitenin açılışı değildir. Bilkent’le, eğitimde de “özel” sömürünün olabileceğini örnek olarak göstermiştir. İlerleyen zamanlarda Türkiye kendisini 21.yy ayak uydurma adına Avrupa ülkeleriyle ortaklaştığı bir projeye adım attı. Bu proje Bologna Projesidir. Bologna Projesiyle üniversitelerin entellektüel bilgi üretiminde kalmaması istenmektedir. Projeye göre, kapitalizmin ihtiyaçlarına daha fazla hizmet etmek esas görev alındı. Bunun içinde kentlerde bulunan sanayi odalarıyla, fabrika sahipleriyle protokol anlaşmaları yapılarak ucuz iş gücü sömürüsünün önü açıldı. Üniversitede bulunan öğrenim görevlileri ve öğrencileri bir işçi pozisyonunda görerek sermayeye daha iyi hizmet edilmesi karar alındı. Bu projenin son zamanlarda iyi işlevli kılabilmek adına da yeni YÖK yasa tasarısı oluşturuldu. YÖK’ün gelişimini kısaca özetlersek; AFC Yönetimli Dönem (1981-1988): İlk elden birçok yasak getirerek üniversiteleri bilimden uzak kışlaya çevirdi. Yükseköğretimi kendisine bağlayarak rektör, dekan ve öğretim görevlilerini tek başına atayarak seçmiştir. Bu dönemde kurumun adı birçok kayırmacılık ve yolsuzlukla anıldı. Ülkenin gündeminde var olan tartışmalara müdahil olmayarak üniversitelerdeki öğrencilere karşı tasfiye, baskı, fişleme vb. işlerine yoğunlaştı. Dalgalı/Ara Dönem (1989-1996): Askeri faşist diktatörlükten sivil faşist diktatörlüğe geçiş dönemidir. Bu dönemde toplumsal muhalefetin ve devrimci hareketin yeniden filizlenip yükseldiği bir aşamada YÖK, üniversitelerde belli tavizler vermek zorunda kaldı. Öğrenci hareketinin gelişmesiyle düzen partileri, gençliğin taleplerini dillendirmeye başladılar ancak hiçbirini yerine getirmediler. Kısmi olarak üniversitelerde direkt atama yerine ilk aşama olarak Rektörün oylama ile seçilip sonrasından atama yapılması için yasa kabul edildi. 28 Şubat Sonrası Dönem (1997-2007): Bu dönemde iki farklı hakim sınıf kliğinin iktidar dalaşı öne çıkmıştır. Devrimci ve demokrat öğrenci hareketlerinin dalgalı bir seyir izlediği bir dönemdir. YÖK’e ilişkin yürütülen muhalefetin ve eleştirilerin yönü laiklik eksenine çekilerek hedef şaşırtmaya çalışıldı. Öğrencilerin yükselen eşit, pa- 31 rasız, bilimsel ve anadilde eğitim şiarlarının görmezden gelindi. Gençliğe karşı baskı, idare soruşturma ve saldırılar devam etti. Eğitimin ticarileşmesi yolunda önemli bir adım olan BOLOGNA PROJESİ gündeme alınıp uygulanmaya başladı. Bologna Projeli Dönem (2007- ): Neo-liberal politikaların ayağı olarak Bologna projesi adım adım hayata geçirildi/geçiriliyor. Bologna Projesiyle üniversitelerin sermayeye peşkeş çekilmesi için yeni YÖK yasa tasarısı hazırlandı. Özel üniversitelerin artmasıyla eğitimin dengesizliği artırıldı. Binlerce genç insan işsizliğe mahkûm edildi. Mühendislik fakültesinde yetkin mühendislik ve Fen-Edebiyat fakültelerinde formasyon sorunu engelleri konularak sömürü ve ucuz iş gücü artırıldı. Üniversitelerde var olan gençlik muhalefetini yalıtmak ve sindirmek için polislerin üniversitelere girmesi yeni yasayla meşrulaştırılmak istenmektedir. Sonuç Olarak... Aslında her şey net ve ortadadır. Sömürünün, baskının bu kadar sistemli bir yolla gelmesi bizlerden ne kadar korktuklarının belirtisidir. YÖK’ün aslında neyi hedeflediği bellidir. Bizlerden neden korktuklarını Gezi Ayaklanmasında gördük. Bugün, geleceğimizi almak için oturma zamanı değil cüreti kuşanmanın zamanıdır. Özgürlüğümüzü almak için beklemenin değil isyanı yaymanın zamanıdır. Bizler için isyan etmenin haklı sebepleri Tay dağından da büyüktür. Şimdi ise üniversitelerimiz de hareketlenmeli, örgütlenmeliyiz. Ancak böyle yenebiliriz bizleri düşman olarak görenleri. Bizler,20. yy’dan kalan bütün artıkları bir çöpe fırlatmalı 21. yy’ın aydınlık geleceğine ulaşmalıyız. Geleceğimizi 32 yıldır karartan YÖK’ü bertaraf etmek için 6 Kasım’da alanlarda olalım! Hesap soralım! Geleceğimize sahip çıkalım! Kocaeli YDG 32 GE N Yeni Demokrat Genclik Ç KADIN Daha inançlı, kararlı, öfkeli ve örgütlü; GENÇ KADIN KOMİSYONLARI Ataerkil düzen içerisinde bedenimize, kimliğimize yönelik geliştirilen saldırı politikalarına karşı Taksim Ayaklanması’nda sokaklarda, barikatlarda, gözaltında ve hapishanelerde direnen kadınların sesi özgürlük mücadelemizin sesi olmaya devam ediyor. Gelen sesler, isyanın, başkaldırının güçlü sesi. Ve bu ses artık kısık değil; daha inançlı, kararlı ve öfkeli, kendinden emin bir ses. Sokaklarda hıncımız derya gibi kabarmakta. Devlet, erkiktidar dilini kullanarak kimliğimize, bedenimize yönelik saldırılarla birlikte bizleri bu mücadeleden sindirmeyi kendine amaç edinmiş durumda. Devletin geliştirdiği sistemli saldırılar karşında dimdik ayaktayız. Halk gençliği, sisteme olan kinini toplumsal muhalefetin yaratılmasıyla birlikte açığa çıkardı. Kitlelerde gelişen muhalefetin devrim mücadelesi yolunda ilerlemesi sağlam bir vücuda sahip olmasına yani örgütlü güce bağlıdır. Kitlelerle sokağa taşınan bu öfke kendi dinamiklerini oluşturmakta. Gençliğin katılım gücüyle birlikte kitlelerin dinamiği, militan bir çizgiyle ivme almaya devam ediyor. Kitleler içerisinde genç kadınlar olarak bu dinamiğin renkleri içerisinde varız ve her birimiz mücadelenin birer öznesiyiz. Kitlelerin içerisinde kitlelerden öğreneceğiz, yaratılan dinamiklerin birer parçası olarak kadın yüzünü politikleştireceğiz. Bunun için uygun araçları yaratmamız gereklidir. Kolektif bir çalışma tarzı oluşturarak kitle inisiyatiflerinin açığa çıkarılmasıyla birlikte komisyonların kurulması çalışmalarımız açısından bir ihtiyacın ürünüdür. Alanlarımızda gelişen toplumsal muhalefetle birlikte açığa çıkan genç kadınların örgütlenme eğilimini harekete geçirebilmek için gençlik faaliyetimiz içerisinde Genç Kadın Komisyonlarını oluşturmamız önemli bir yerde durmaktadır. Genç Kadın Komisyonları gençlik mücadelemize de etkide bulunarak, YDG’ nin politikasına güç verecektir. YDG’nin merkezi politikası doğrultusunda genç kadını merkeze alan bir politikaya yoğunlaşmasıyla birlikte alanlarda genç kadınlar olarak bize inisiyatif verilmesini beklemek yerine, artık adım atmalı ve inisiyatif almalıyız. Sistemin yanı sıra içimizde örtülü ve köklü bir biçimde var olan erkek egemen anlayış ile yüzleşmeli ve buna karşı mücadele etmeliyiz. Genç kadınlar olarak, yerellerde kuracağımız bu komisyonlar üniversite ve lise gençliğine yönelik yürüttüğümüz politikaların kadın yüzünü yansıtacağı gibi, genç kadınların özgün sorunlarını ele alacağımız ve bu özgün sorunlar üzerinden politika üreteceğimiz bir alan açacaktır. Yerellerde ihtiyacın ürü- nü olarak oluşturacağımız Genç Kadın Komisyonları YDG’li olmayan fakat kadın politikalarımız doğrultusunda çevremizde harekete geçecek yani inisiyatif alacak genç kadınların kendilerini tanımlayacakları bir alandır aynı zamanda. Ataerkil zihniyetin temsilcileri olan egemenlerin, kadın bedeni üzerinden iktidarını kurarak geliştirdiği politikalarla kadınlara yönelik sistemli saldırılarını gerçekleştirmektedir. Hapishanede ‘çıplak arama’ dayatması karşısında direnen Elif’e uygulanan cinsel taciz ve şiddet bu politikanın bir yansımasıdır. İlk değildir ve son da olmayacaktır. Elif’in gerçekleşen saldırı karşısındaki direnişi, sokaklarda “Diren Elif, seninleyiz!” sloganlarıyla kadınların sesiyle bütünleşti. Yoldaşımızın bu sistemli saldırılar karşısındaki duruşu ve direngenliği genç kadın mücadelemizin sesi olmuştur. YDG’li kadınlar olarak halk gençliğini örgütleme misyonumuzu cins bilincimizde derinleşerek, kadının özgürlük mücadelesi yolundaki rotasına yön verip, etkide bulunarak ve mücadelemizde önderleşerek gerçekleştireceğiz. Bize dayatılan toplumsal rollerden ancak böyle sıyrılabiliriz. Ve mücadelemizde dinleyici, suskun değil; politika üreten, inisiyatif alan ve önderleşen kadınlar olarak özne olacağız. Bütün bunları yapabiliriz, yapmalıyız, yapacağız. Yeni Demokrat Genclik Ayrımcılık ve nefret söylemi sarmalında 33 LGBT’LERİN MEDYADAKİ TEMSİLİ Geçmişe dönük uzun soluklu bir medya incelemesi yaptığınızda medyanın LGBT’leri, karikatürize ederek ya da kriminalize ederek sunduğunu açıkça görebilirsiniz. Eğer herhangi bir şekilde bu ikisinden birini yapamıyorsa “sunmamayı tercih ediyor” tespitini yapabilirsiniz. Nitekim Gezi direnişi sonrasında İstanbul Onur Yürüyüşünde, “Nerdesin aşkım!, Buradayım aşkım” diyen 50 bin kişiyi görmediği gibi. Medya LGBT’leri Nasıl Temsil Ediyor? Medyayı izlemeye karar verdiğimizde aslında bu sorunun yanıtını aramaya başladık. LGBT’ler cinsel bir obje olarak sunuluyor, LGBT’ler ve olaylar kriminalize ediliyor, eşcinselliğe ilişkin sterotipleri besliyor, LGBT’lere yönelik şiddeti meşrulaştırıyor, ayrımcılık ve nefret söylemine aracılık yapıyor. LGBT’ler karikatürize ediliyor, mağduru küçük düşürücü fotoğraf ve görsel kullanılmış, nefret saldırganların ifadelerinden haber yapılıyor ve mağdur medya aracılığı ile yeniden mağdur ediliyor. Kullanılan görseller LGBT’lere yönelik önyargıları besleniyor. LGBT’ler genel olarak, haberlerde cinsellikle özdeşleştirilerek ve cinsel yönelimleri ve/veya cinsiyet kimlikleri ön plana çıkartılarak haberleştiriliyor. Genellikle eşcinsel, biseksüel ve transeksüel kadınların, medyada cinsel obje olarak sunulduğunu görmekteyiz. Bu durumu homofobik olduğu kadar aynı zamanda cinsiyetçi ataerkil yapının medyaya yansıması olarak tariflemek mümkün. LGBT’ler suçla özdeşleştirilecek haberlerle, medyada temsil edilmektedir. Örneğin “gey hırsız” gibi bir manşetin yaygın medyada karşınıza çıkması olasıdır. Böyle bir haberde, hırsızın cinsel yönelimi haber değeri taşır mı? Hırsız heteroseksüel olduğunda belirtme gereği duymazken, gey olduğunu neden belirtme ihtiyacı duyarız? sorusuna verecek bir yanıtımız yok sanırım. Ayrımcılık, Nefret Söylemini ve Nefret Suçlarını Besliyor! Türkiye’de nefret söylemi, nefret suçlarının analizini yaparken, toplumsal yapıdan ve kültürden bağımsız hareket etmemek gerekir. Eğer Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gibi bir nefret söylemi ve çağrısı ararsak haberde bu çok gerçekçi olmaz. Örneğin Homofobi Karşıtı Buluşma’nın haberini yapan Vakit Gazetesi, “Başörtülülerin giremediği üniversitelere homoseksüeller giriyor” diye manşet atıyor. Eğitim sisteminde mağdur edilen iki ayrı kesimi karşılaştırıyor ve kendi dini-ahlaki değerleriyle günahkâr ilan ettiği bir kesimin bir hakka eriştiğini diğer kesimin burada Müslümanların bu haktan men edil- diğinin altını çiziyor. Ve sonrasında haberin devamında, gazete okurlarını (muhafazakâr Müslüman okurları) tepki vermeye çağırıyor. LGBT bireylere yönelik doğrudan nefret söylemi geliştiren kesim Türkiye’de aynı zamanda haklar hiyerarşisi yaparak ilerliyor. Aynı zamanda hükümeti ya da kendisinin muhalif olduğu herhangi bir grubu (Kürtler olabilir), ya da siyasi partiyi, ideolojiyi eleştirmek için LGBT bireylere yönelik nefret söylemi yayabiliyor. Milli Gençlik Vakfı’nın kapatılması ile Kaos GL Derneği’nin kapatılmasına gerek olmadığına dair Cumhuriyet Savcılığının kararını karşılaştırabiliyor. BDP politikalarını eleştirirken, BDP’nin LGBT bireylere verdiği desteği de homofobik ve nefret söylemi üreterek haberleştirebiliyor. Nefret söylemi üzerinden yapılan en temel tartışmalardan biri, nefret söyleminin engellemeye yönelik yapılan çalışmaların, düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik bir ihlal olabilme ihtimali. Türkiye’de eşcinselliği günah, hastalık olarak nitelendiren ve eşcinselleri “bu yoldan caydırmak için her türlü yolu mübah gören” bir kısım “Müslüman” yazar var. Bunlarla nefret söylemi üzerinden tartışma yaptığımızda ise karşımıza sadece düşünce, ifade özgürlüğü ile değil din ve vicdan özgürlüğü argümanı ile çıkmaktalar. Ancak eşcinselliği günah, eşcinselleri günahkâr ilan ettiğinizde bunun gazete köşesinden çıkıp, köşe başında bir LGBT’ye yönelik nasıl bir şiddete, tecavüze dönüşeceğini kimse kestiremez. 15 Temmuz 2008’de Ahmet Yıldız’ı babası, eşcinselliği günah, eşcinsel oğlunu da günahkâr olduğunu düşündüğü için öldürdü. Kaos GL Danışma Kurulu üyesi Melek Göregenli du durumu şöyle yorumluyor: “Nefret söylemiyle mücadele asla sadece bu söylemin hedefi olan grupların sorunu olmamalı. Nefret suçlarının ve bu suçlara neden olan nefret söyleminin bütünüyle ortadan kalkması, toplumsal iktidar ilişkileri ve gruplararasındaki hiyerarşik toplumsal örgütlenmenin değişmesiyle mümkün olabilir” diyor ve ekliyor: “Homofobik ideolojilerden ve ayrımcılıktan beslenen nefret suçları genel olarak sanılanın aksine çoğunlukla cinsel taciz biçiminde ortaya çıkmamakta, diğer gruplara yönelen saldırganlık davranışlarıyla benzer örüntüler göstermektedir.” Medya nefret suçlarının arkasındaki nefret saikini görmezden gelerek haberleştirmektedir. Bu da aynı zamanda ayrımcılığı destekleyen, önyargıları besleyen ve nefret suçlarına giden yolu pekiştiren bir rol üstlenmektedir. Kaos GL Danışma kurulu üyesi Melek Göregenli, medyanın 34 Yeni Demokrat Genclik nefret suçlarındaki rolünü söyle tanımlamaktadır: “Medyanın nefret suçları kapsamında ele alınabilecek eylemleri haberleştirme, kullanılan dil ve mağdurları ya da olayı sunma şekli, eylemi meşrulaştırmaya ve suçun altında yatan ayrımcılığı gizlemeye yol açabilir; sıklıkla böyle olmaktadır. Örneğin, Türkiye’de bütünüyle nefret suçları kapsamında görülmesi gereken eşcinsellere, travesti ve transseksüellere yönelik saldırılar, genellikle mağdurların yarattığı tahrik sonucunda oluşan eylemler gibi sunulmaktadır. Açık bir saldırı ve çoğunlukla cinayete varan ya da bizim ülkemizde ancak ölümle sonuçlandığında “haber” değeri taşıyabilen suçlar, mağdurların çıkardıkları “olaylar” sonucunda gerçekleşmiş, “doğal” sonuçlar olarak ele alınmaktadır. Genellikle mağdurlar, faillerin “hassasiyetlerine” dokunur ve cezalarını bulurlar; oysa failin hassasiyetinin tek kaynağı ayrımcılık ideolojileridir. Bu yaklaşım, sadece şiddeti meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda kendini ifade etme ve gerçekleştirme hakkının, bir toplumda kimlere ait bir ayrıcalık olduğunu da tarif eder; bu doğrudan herkesin sadece insan olmak bakımından eşit olduğu ön kabulüne dayanan çoğunu bizim de kabul ettiğimiz evrensel hukuk normlarının çiğnenmesi anlamına gelir.” Sosyal psikolog Göregenli, nefret söylemi ve suçlarının dünyada giderek yaygınlaşmasına rağmen özgürlük mücadelesinin de giderek görünür hale geldiğinin altını çiziyor: “Nefret suçları ve bu suçların nedeni olan ayrımcı ideolojilerle mücadele çok boyutlu yapısı nedeniyle hukuk, medya, eğitim başta olmak üzere toplumsal bütün yapıların sorgulanması ve yeniden yapılandırılmasıyla doğrudan ilişkilidir” Dolayısıyla sadece nefret söyleminin ve suçlarının hedefi olan grupların sorunu olarak görülemez; herkes için yaşanabilir bir dünya isteğini dile getiren ve varlık nedenini bu isteğe dayandıran her türden politik iradenin öncelikli hedefi ve sorumluluğu olmak zorundadır. Kuşkusuz dünyada olduğu gibi ülkemizde de nefret söylemi ve suçları giderek yaygınlaşmaktadır ama hepimizin gelecek tahayyülünü besleyen ve umut veren tek şey hâlâ ve sadece giderek daha görünür hale gelen özgürlük mücadeleleridir. İstanbul’dan Bir YDG Okuru Amed’de Gezi direnişçisi kadınlarla dayanışma Yeni Demokrat Kadın, Keskesor LGBT Oluşumu ve Sosyalist Kadın Meclisi’nin biraraya gelerek oluşturduğu Amed Kadın Dayanışması 27 Eylül günü Elif Kaya şahsında bütün Gezi tutsağı kadınlar için basın açıklaması ve kart atma eylemi gerçekleştirdi. Açıklama sırasında “Jin, jiyan, azadi”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Tacizci devlet hesap verecek”, “Yaşasın kadın dayanışması” sloganları atıldı. “Kadınlar cinsel işkenceye uğruyor” YDK’lı Şilan Deli tarafından yapılan basın açıklamasında; Rojava devrimi ve Gezi direnişi ruhunun devamı niteliğindeki ODTÜ ve Tuzluçayır direnişlerinin kadınlar üzerindeki etkileri vurgulandı. Bu yüzyılın “kadın yüzyılı” olduğundan, Gezi parkı direnişinde ön saflarında kadınların belirleyici rol oynadığından bahsedildi. Devlet bu gerçeklik karşısında direnen kadınlara vahşice saldırdığı, kadınları eve hapsetmek için elinden geleni yaptığı söylenilen açıklamada başta Elif Kaya olmak üzere gözaltına alınan Gezi direnişçisi kadınların “ince arama” adı altında cinsel işkenceye maruz kaldığı vurgulandı. Bu uygulamanın keyfi bir uygulama olduğu ve kadınları buna boyun eğmeyeceği belirtilen açıklamanın ardından basın metnini okuyan Deli’ye polisin zorla kimlik kontrolü yapmak istemesi saldırısı ile karşı karşıya kaldık. Kimliği göstermemekte direnen Şilan, polisin tacizine direndi. Buna rağmen zorla GBT çeken polis “Araması yok, gitsin” dedi! Polis kadınlara tacize devam ediyor buna izin vermeyeceğiz! Amed YDK Antakya’dan Elif ’e destek Gezi ayaklanmasıyla İzmir’de çadırdan alınarak Şakran Zindanı’nda tutulan Yeni Demokrat Kadın aktivisti Elif Kaya’ya uygulanan “ince arama” adı altında yapılan tacizin teşhirini yapmaya devam ediyoruz. 29 Eylül günü direnişin ödediği bedellerle başka bir adresi olan Antakya/Armutlu sokaklarını YDK imzalı “Şakran Hapishanesinde Tacize Direnen Gezi Tutsağı Elif Kaya’ya Özgürlük” ozalitleriyle donattık. Bugün burada yapılan Annelerin Yürüyüşü öncesinde yaptığımız bu çalışma oldukça anlamlı olmuştur. Çalışma sırasında birçok kadınla sohbet ettik. Yapılanın işkence olduğunu belirttiler. Kaynak: www.yenidemokratkadin.net Yeni Demokrat Genclik 35 Karataş memleketinde toprağa verildi Ankara Dikmen’de Emniyet Genel Müdürlüğü ve polisevine düzenlenen eylemler sonrasında yaşanan çatışmada yaşamını yitiren DHKP/C militanı Muharrem Karataş toprağa verildi. 20 Eylül akşam saatlerinde Emniyet Genel Müdürlüğü ve polisevine yönelik eylem gerçekleştirdikten sonra, geri çekilirken Balgat Yüzüncü Yıl Mahallesi’nde kolluk kuvvetiyle çıkan çatışma sonrasında ölümsüzleşen Muharrem Karataş, 22 Eylül’de memleketi Çorum’da sonsuzluğa uğurlandı. Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu Kültür Vakfı Şubesi’ne getirilen Karataş’ın naaşı, Çorum merkeze bağlı Yoğunpelit Köyü’ndeki evine götürülmesinin ardından köy mezarlığında toprağa verildi. Serkan Tosun son yolculuğuna uğurlandı Rojava Serêkaniyê’de çıkan çatışmada yaşamını yitiren MLKP militanı Serkan Tosun Gazi Mahallesi’nde binlerce kişi tarafından son yolculuğuna uğurlandı. 14 Eylül günü yaşanan çatışmada şehit düşen Tosun’un cenazesi gece saatlerinde Gazi Mahallesi Cemevi’ne geldi. Burada sabaha kadar yoldaşları ve ailesi nöbet tuttu. Saat 13.00’de Cemevi’nde tören yapıldı, törende Serkan tosunun kızıl bayrağa sarılı tabutunun üstüne MLKP ve YPG bayrakları konuldu. Yapılan cenaze töreninin ardın- dan Serkan Tosun’un cenazesi evine götürüldü. Evde helallik alındıktan sonra Eski Karakol durağından Gazi Mahallesi Mezarlığına bir yürüyüş gerçekleşti. Binlerce kişinin katıldığı yürüyüşte sık sık “Biji PKK Yaşasın MLKP”, “Serkan Tosun ölümsüzdür.”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür”, “Biji berxwedana Rojava”, “Serkan yoldaş ölümsüzdür”, “Şehîd namırin” sloganları atıldı. Gazi Cemevinin oraya gelindiğinde ise MLKP militanları çıkarak cenazeyi devraldı, militanlar “Rojava Devriminin Savaşçısı Serkan Tosun Yoldaş Ölümsüzdür” yazılı MLKP imzalı pankartın arkasında kortej halinde cenazeyi mezarlığa kadar götürdü. Militanlardan Ahmet Atakan ve Serkan Tosun’a atfen eylem Geçtiğimiz ay içerisinde kamuoyuna yansıyan haberde, Ahmet Atakan ve Serekaniye’de ölümsüzleşen MLKP militanı Serkan Tosun için Sancaktepe-Sarıgazi’de TKP/ML militanları tarafından bir dizi eylem gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen eylemler ile ilgili yapılan açıklamada, “Gezi Ayaklanması’nın devam ettiği günlerde cami-cemevi projesine karşı ayaklanan halkın üzerine devletin kolluk güçleri hedef gözeterek attığı biber gazlarıyla saldırmaya devam etmektedir” denildi. Eylemin anlatıldığı açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Gerçekleştirdiğimiz bu eylemde öfkemizin hedefi Sancaktepe Kaymakamlığı oldu. Partimiz militanları Sancaktepe Kaymakamlığı’na havai fişekler ve Molotof kokteyllerle iki gün boyunca saldırı düzenledi…” 36 Yeni Demokrat Genclik Komünistti bir zamanlar futbol... Futbol sevgisi; teneke kutularla ders arasında futbol oynayan çocukların, mahallede maç yaparken mahallenin teyzesinden kafana yediğin suyla sırılsıklam olurken, akşam eve çamur içinde geldiğinde annenin kızgın bakışları arasında “üst mahalleyi yendik anne” şeklinde çığlık attığında başlar. İnsanları sosyalleştiren kişileri buluşturan bir yapıdadır. Komünisttir mesela futbol. Sitedeki zengin çocukla, yine aynı sitenin kapıcısının oğlunun beraber maç yaptığı, gol attıkları zaman beraber sevindiği bir yapısı vardır. Örneğin bir müteahhitle simit satan bir çocuğun kol kola, omuz omuza görebileceğin tek yer de tribündür. Sınıf çelişkileri ortadan kaldırmıştır. 90 dakikada olsa sınıflar yok olmuştur. Aşktır tribün, tutkudur. Telefonunu satıp deplasmana gitmektir. Saftır bir kere, karşılık beklememektedir. Hiçbir ticari kaygı, bir çıkarı yoktur sadece tribünde yer almak, sahiplendiğin takım için bir şeyler yapmak, emek harcamak istersin. Emekçisindir çünkü tribün emekçiliği zincirin son halkasıdır, hiç karşılığı yoktur. Ekmek almaya gittiğin bakkalda iki saat takım hakkında konuşup, ekmeğin yarısını yemektir; güzeldir futbol. Futbolun, tribünün hissiyatı çok büyüktür ama artık içine para girmiş, kirlenmiştir. Sağ olsun kapitalist ağabeylerimiz buraya da el atmış, endüstriyel bir hal almış, eskisi kadar masum değildir futbol. Ailesinin bin bir zorluklarla aldığı ayakkabıyı mahalle maçında parçalayan çocuğun ayakkabısı bilmem kaç milyon dolarlık kontrat imzalayan bir futbolcunun ayakkabısından daha değerli değildir. Taraftar emekçilerinin o güzel hissiyatlarını ticari kaygılar haline getirerek, bir pazar haline dönüştürmüştür. Artık o müteahhitle simitçi çocuğu bir arada görmek zordur. Üretim ilişkilerinin oluşturduğu sınıfsal yapının, numaralı tribün ve kale arkası tribün farkının stada sokulma çabası vardır. O müteahhit localarda stada sırtı dönük bir şekilde plazma televizyonlardan maç izlemektedir. Banka kredileri, reklam şirketleri, büyük medya şirketlerinin dev- reye girmesiyle, taraftar emekçisi kimliğinden sıyrılıp müşteri konumuna gelmişizdir. “Borsaya düşmüştür futbol” Kumar malzemesi yapılmış, her türlü şike dönmeye başlamış, borsaya düşmüştür futbol. Aslında biz bu oyunun arsada oynananını sevmiştik, borsada oynananını değil. Harçlıklarını biriktirip maça giden öğrencilerin, devri kapanmıştı artık. Çünkü o kadar çok harçlık alan öğrenci yoktu. Futbol fakir çocukların oynayıp, zengin çocukların seyrettiği bir hal almıştı. O kadar büyük paralardan söz edilmeye başlandı ki klik çatışmaları yaşandı. 3 Temmuz sürecinde Tayyip Erdoğan karşısındaki kliği yok etmek için futbolda artık paranın sözü geçtiği andan itibaren dönen şike organizasyonunu sözde ortaya çıkarak, pazardaki en büyük rakibini saf dışı bırakmaya çalışmıştı. Ama bunu yaparken de “kurumların değil kişilerin cezalandırılması gerekir” diyerek Fenerbahçe taraftarının oy potansiyelini de gözden kaçırmıyordu. “Ağır” politikalar dönmeye başlamıştı futbolun üzerinde. Halkın afyonu haline getirilmeye çalışıldı. Siyasi slogan yasaklarıyla kitlelerin sorunlarının dile getirilmesi istenmemektedir artık. Tek düze aynılaştırılmış bir hal alsın istenmektedir. Yasaklardan dolayı karşı oluşturulan tribün besteleri de yasaklandırılmıştır. Evet durum kötüdür ama gerçekler devrimcidir. Bugün ülkede yaşanan Gezi isyanıyla beraber kapitalizmin sömürdüğü her alan için sokağa dökülen kitlelerden Gezi’nin en önemli dinamiklerinden olan tribünlerdir. Endüstriyel futbola, faşizme, emperyalizme, yasakçı, baskıcı zihniyete karşı tepkilerini en yürekten şekilde göstermişlerdir. İstanbul’dan Çarşı topu oyuna sokmuştur. İzmir’den Göztepe ve Karşıyaka’nın verkaçıyla top orta sahaya gelmiştir. Altay’ın ortasıyla Adana’da Demirspor kafayı vurmuştur. Gol olmuş mudur? Halkımız elbet bir gün atacaktır! İzmir’den bir YDG’li Aşktır tribün, tutkudur. Telefonunu satıp deplasmana gitmektir. Saftır bir kere, karşılık beklememektedir. Emekçisindir çünkü tribün emekçiliği zincirin son halkasıdır, hiç karşılığı yoktur. Birileri bizi gözetliyor! Yeni Demokrat Genclik sonrasında internet sansürlenmiş, sosyal medya kullanımı ciddi şekilde engellenmiştir. Öte yandan ülkemizde patlak veren Gezi ayaklanmasında sosyal medya kullanımı da benzer bir seyir izlemiştir. Burjuva-feodal medyanın büyük çoğunluğunun yaşananları yayımlamaması, bu alandaki habercilik görevini sosyal medya araçlarından Facebook ve Twitter’a bırakmıştır. Türkiye’de kullanımı çok yaygın olan Facebook ve Twitter yaşananları ülke coğrafyasına hızlı biçimde yaymıştır. Bunun sonucun da sosyal medya içerisinde gönüllü muhabirlik olgusu doğmuştur. Facebook-Twitter Sosyal medya olarak adlandırılan ve özellikle ciddi bir bilgi ağına dönüşmeyi başarmış olan Facebook ve Twitter’ın günümüzdeki kullanımı her geçen gün artmakta, bunlardan kaynaklı paylaşılan bilgilerin belli bir filtreden geçirilmesi ve sistemin kendine göre olan bilgilerin kullanımını yaygınlaştırırken muhaliflerin bilgi paylaşımını kısıtlama yoluna gidilmektedir. Herkesin bildiğini zannettiği sosyal ağ olarak ifade edilen sosyal medyayı aslında gizliliği ortadan kaldırma ağı olarak ifade etmek en doğrusudur. Sosyal medyanın, egemen sınıfların veri tabanı olarak kullanıldığı artık açıkça ifade ediliyor hatta Amerika’da CIA ve Türkiye’de Ulaştırma, Habercilik ve Deniz Bakanlığı’nın Facebook ve Twitter’ı takip edebilmek için bir birim kurduğu da bilinmektedir. Özellikle Arap baharıyla önemi ortaya çıkan sosyal medya, eylemler sürecinde kayda değer bir kitle haberleşme ağı olduğunu pratik süreç ile birlikte ispatladı. Emperyalistlerin “3. Sınıf” ülkeler olarak gördüğü Arap toplumunu tarihinde çok rastlanmayacak biçimde emperyalist bilgi tekelinin dışına çıkıp kendi talep ve isteklerini sosyal medya aracılığıyla dünyaya duyurdular. Burada da kitlelerin bir araya gelmelerinde, özellikle gençler arasında yaygın olan internet kullanımının katkısı çok fazladır. Bu nedendir ki Arap ülkelerinde “Arap baharı” sürecince ve 37 Bunun sonucunda eylemler içerisinde gelişen durumlardan kitleler çok rahat haberdar olmaya başlamışlardır. Günümüzde internet tekelinin egemen sınıflar için ne anlama geldiğini de cevaplamak lazım. Bir nevi kendimizi devletin gözünde teşhir ediyoruz. Bunun sebebini de şu şekilde sıralamak doğru olacaktır: İnternette bulunan her bilgisayarın kendine ait bir İP numarası vardır. Daha açık bir ifadeyle bizlerin kimlik numarasıyla kısmen aynı anlamda diyebileceğimiz bir numara dizinidir. Bu da bilgisayarımızın takibine olanak sağlar. Dolayısıyla bilgisayar kullanıcısını sürekli izleme olanağı sağlar. Yani en baştan itibaren muhalif sitelere, yayınlara erişmemiz kendimizin bu yönlü katkı sağlaması sistemin kontrol edebileceği bir durumdur. Sosyal medya içerisinde Facebook ve Twitter’ı ayrı bir şekilde incelemeliyiz. NicCubrilovic adlı bir girişimci ve hacker Facebook’un kullanıcılarının hesaplarını kapattıktan sonra bile internet kullanımlarını izlediğini ortaya çıkardı. Beğen butonuna tıkladığımız anda Facebook’un diğer sekmelerde açık olan sayfalarımıza da erişebildiğini duyurdu. Facebook da bunu kabul etti, fakat bunu kasıtlı yapmadığını öne sürdü. Akıllı telefonlarla beraber kullandığımız sosyal ağlarsa bilgisayarlara oranla daha sorunlu, çünkü bulunduğumuz her alanın, attığımız her adımın takibine imkân veriyor. Özellikle Hacktivist grupların engellenmesi için oluşturulan siber olaylara müdahale merkezleri, sosyal ağlar üzerinden örgütlenen eylemlerde paylaşımlarımızın analizini yaparak emniyete de anlık bilgi verecek. Siber olaylara müdahale merkezleri Emniyet, MİT, Jandarmayla bilgi paylaşımı yaparken aynı zamanda Turkcell, Türk Telekom ve Microsoft gibi şirketlerle de iş birliği içerisinde olacak. Sonuç olarak sosyal ağların katkısının yanında, insanların hayatına her yönden hükmeden baskıcı, kontrolcü bir sisteminde parçası olduğunu ve insanları teşhir ettiğini de unutmamak gerekir. PERTEK YDG 38 Yeni Demokrat Genclik KİTAP TANITIMI “Onlar devrimi yapan insanlardı...” Kitap adı: Kurdu Öldürmek İçin Yazar: Julio Travieso,Yar Yayınları “Onlar devrimi yapan insanlardı. Başlangıçta her türlü haksızlığa karşı ayaklanan, tek başına çarpışan insanlar.”* Travieso’nun Batista diktatörlüğüne karşı savaşan Küba gençliğinin yaşamından kesitler sunduğu “Kurdu Öldürmek İçin”, devrimci mücadelenin ne kadar karmaşık ve zor koşullarda verildiğine ışık tutarken gençliğin mücadele sırasında yaşadığı kişisel sorunlarını, sevdalarını, işkencelere karşı halkın özgürlüğü için verdiği kavgayı anlatan bir kitap. Ayrıca kitap, günümüzdeki devrimci gençliğin de kendisinden kesitler bulabileceği nitelikte olması açısından önemli bir yerde duruyor. Kitapta parça parça ilerleyen bölümlerde bir yandan henüz mücadele içerisinde yer almayan gençlerin devrimcileşme aşamaları olaylarla aktarılıyor, diğer yandan ise mücadele içerisindekilerin yaşadığı süreçlere yer veriliyor. Kitabın bazı bölümlerinde, devrimden sonra düşmanın yaptığı işkenceleri reddetmesiyle işkencecilerin çaresizliği de göze çarpıyor. Kitap, devrimcilerin ve devrim sonrasında düşmanın psikolojik durumunu ele alıyor. Kitaptaki karakterlerden Irene’in kardeşinin katledilmesinin ardından acısının öfkeye dönüşmesiyle beraber devrimci mücadeleye girmesi ardından kendisinin de düşmanın eline düşmesiyle gelişen süreçte işkenceden önce yaşadığı tereddütler ve bu tereddütlerin “herkes ölüyor, ama herkes onuruyla, onurla ölemiyor, evet, yenilgiye uğrayanlara kalan tek şey bu” düşüncesiyle netliğe ulaşması, Irene’in mücadele içerisindeki çelişkileri özetlemektedir. Sistem içerisinde doğup büyüyen bireyler olarak sistemden kopuşun sancıları elbette ki zordur. Düşmanla karşı karşıya kalınan ilk eylemde, gözaltında ve ya tutsaklık sürecinde bu durum kendini daha fazla gösterebilmektedir. Bireysel korkular ortaya çıkmakta, bu korkular sonucu sisteme karşı yürütülen mücadelenin meşruluğu kişiler için önemini kaybedebilmektedir. Sistemin halk gençliğine geleceksizliği, bireyselliği-bencilliği, yozlaşmayı dayattığı ve bunlardan beslenerek kendini yenilediği açık. Sisteme karşı netliğin, pratik ve teorinin birlikteliğiyle sağlanacağı da ortada... Kendisine muhalif olan her kesime karşı işkence yöntemini kullanan devletin acizliğini ortaya koyan yazar, diğer yönüyle daha geri noktada duran gençliğin süreç içerisinde nasıl şekillenebileceğini de göz önünde tutmakta; devletin tüm baskı mekanizmalarına karşın halk gençliğin direnişinin sönümlenemeyeceğini dile getirmektedir. Çelişkilerin bir bir açığa çıkmasıyla beraber gençliğin geri yönlerinin yok olması, mücadele içerisinde yer alması tesadüfi değildir. Yaşadığımız topraklarda son süreçte gerçekleşen Gezi Ayaklanması da bize bunu göstermiştir; Gezi Direnişinde biz halk gençliği olarak hep ön saflarda olmayı bildik. Faşizm karşısındaki pratik tutumumuz bu kadar açıkken gençliğin dinamizmini küçümsemek, değişmeyeceğini düşünmek yersiz oluyor. Travieso, işkencede katledilen yoldaşlarının hesabını sormak amacıyla bindikleri bir otobüste işkencecilerden birini katleden iki genç ile “katil polis hesap verecek” söyleminin altını doldurmaktadır. Yine aynı şekilde Fernando karakterinin işkencede katledilen yoldaşlarının ardından boşuna ölmediklerini belirtmesi ve ardından uzun süre hazırlıkları yapılan eylem için yola çıkılmasıyla sona ermesi Pablo Neruda’nın şiirinden bir bölümü getiriyor akıllara; ”Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.”. *(Che Guavera) Çanakkale’den bir YDG’li Yeni Demokrat Genclik B E L L E K 39 Türkiye’de açlık grevleri Hapishanelerde kullanılan renkli kalemlerden, giyilen elbiselere, havalandırma hakkından, görüş hakkına kadar birçok sınırlama getirilmek istenmiştir. Hapishanelerde artık hiçbir eylem tarzının yanıt bulmaması durumunda kendi bedenlerini bir eyleme, mavzere dönüştürmüşlerdir. Ülkemizden bulunan on binlerce siyasi tutsağı iradesizleştirmek, kişisizleştirmek için devlet bugüne kadar birçok yasaklama getirmiş her defasında saldırılar direnişle parçalanmıştır. Hapishanelerde kullanılan renkli kalemlerden, giyilen elbiselere, havalandırma hakkından, görüş hakkına kadar birçok sınırlama getirilmek istenmiştir. Hapishanelerde artık hiçbir eylem tarzının yanıt bulmaması durumunda kendi bedenlerini bir eyleme, mavzere dönüştürmüşlerdir. Açlık grevlerinin hem dünyada hem de ülkemizde birçok pratiği bulunmaktadır. İrlanda Ulusal Hareketi’nden İranlı tutsaklara, Tamil militanlarından Bolivya’daki siyasi tutsaklara kadar dünyanın birçok yerinde bu mücadele yöntemi kullanılmıştır. Ülkemizde ise 1980 AFC ile birlikte Açlık Grevleri Diyarbakır 5 No’lu Hapishane’den Metris Hapishanesi’ne, Mamak Hapishanesi’nden Eskişehir ve Aydın Hapishaneleri’nde devletin geliştirdiği saldırılara karşı kitlesel direnişler ile karşılığını bulmuştur. Devlet, 1980 sonrası Metris Hapishanesi direnişleri sonrası hapishaneleri şehir dışına yapmaya başlamış, halk ile tutsakları yalıtmak istemiştir. Keza ilk örneği Eskişehir Hapishanesi’dir. Eskişehir Hapishanesi şehrin 20 km. uzağındaki Akpınar denilen mevkiye inşa edilmiştir. Normalde yapım süresinden bir yıl önce teslim edilen hapishanenin ne amaçla kullanılacağı dönemin başbakanı Turgut Özal’ın sözlerine yansıyordu: “Elimizde olan adamları var gerekirse asarız” diyordu. Tutsakları pazarlık aracı olarak kullanmaya o dönemlerden başlamıştı. Hapishanede bir çok uygulama art arda konulmuştu. TC 1988’de 1 Ağustos Genelge’sini yayınlamış hemen hapishanelerde uygulamaya koymaya başlamıştı. Tutsakların yatmasından konuşmasına, yürümesinden kalkmasına, nefes alışından okumasına kadar birçok şeyi kural ve kaideye bağlamıştı. Elbette ilerici, demokrat ve devrimcilerden yankı bulması gecikmedi. Dönemin Antep, Bursa, Aydın, Eskişehir gibi siyasi tutsakların bulunduğu hapishanelerde devlet gelişen direnişe askerli, polisli ve gardiyanlı saldırılarını yükseltmişti. O dönem bu saldırılara karşı 2000 tutsak açlık grevine başlamış, açlık grevi 37. güne vardığında devlet 1 Ağustos Genelgesi’ni uygulayamadan geri çekmiştir. Tutsaklar bu direnişleriyle var olan haklarını tekrar almışlardır. 1996’ya gelindiğinde F tipi gündeme getirilmiş; yalıtılmış, tek kişilik hücrelerin olduğu, tutsağın üzerinde tecritin arttırıldığı bir sistem yaşama geçirilmek istendi. 6-8-10 Mayıs genelgeleri ile saldırılar artmış, 21 Temmuz 1996 tarihine kadar SAG (Süresiz Açlık Grevi) ve Ölüm Orucu direnişinde 12 devrimci tutsak ölümsüzlüğe uğurlandı. Mücadele, halk desteği ile zafere ulaşmış, egemenler kursağında kalan 40 Yeni Demokrat Genclik PKK’li tutsaklar anadilde eğitim, siyasi tutsakların serbest bırakılması ve Ulusal Hareketin önderi Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması taleplerinin karşılanmasını istedi. İçeride açlık grevi varken dışarıda ise kamuoyu her gün artıyordu. Türkiye Kürdistanı’nda serhildanlar başlamıştı. saldırılarını 2000’e saklamıştı. 26 Eylül 1999 tarihinde F tipi hapishanelere geçişin ilk provasını yapan devlet, Ankara Ulucanlar Hapishanesinde 10 devrimci tutsağı döverek, işkence ederek katletti. 2000 tarihi ile birlikte F tipi hapishanelere geçiş başlamış, tutsaklar açlık grevine başlamış ve ÖO’da 126 şehit verilmiştir. ***** 1980 Askeri Faşist Cuntasının hapishanelerdeki uygulamalarından vazgeçilmemiş, koşullar daha da ağırlaştırılmıştır. Bir yandan dışarıda Kürt ulusuna yönelik imha, inkar ve asimilasyon politikalarına hız vermiştir. 12 Eylül 2012 tarihinde devletin aile ve avukatlarının PKK lideri Abdullah Öcalan’la görüştürülmemesine tepki olarak PKK dava tutsakları açlık grevi başlattı. PKK’li tutsaklar anadilde eğitim, siyasi tutsakların serbest bırakılması ve Ulusal Hareketin önderi Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması taleplerinin karşılanmasını istedi. İçeride açlık grevi varken dışarıda ise kamuoyu her gün artıyordu. Türkiye Kürdistanı’nda serhildanlar başlamıştı. Her akşam ışık söndürme, tencere tava çalma, paranın üzerine açlık grevi gününün tarihinin yazılması gibi çeşitli yöntemler kullanıldı. Gençler her gün sokaklarda lastik yakarak yolları trafiğe kapatıyorlardı. Yapılan kitlesel yürüyüşlerde yüzlerce insan daha tutuklandı. İçeride bulunan TKP/ML dava tutsakları da süreli açlık grevleri ile destek verdiler. T. Kürdistanı’nda Amed’den Mûş’a, Sêert’e (Siirt), Êlih’ten (Batman) Colemerg’e (Hakkari), Dersim’e serhildan tüm kentleri sarmıştı. Yaklaşık on bin tutsağın katıldığı açlık grevleri kamuoyunda büyük yankı buldu. Devlet artık kara propagandaya başvurmaya başlamıştı. Başbakan Erdoğan içeride yemek yediklerini söylüyordu. Ancak direniş büyüyor devlet, iyice köşeye sıkışıyordu. TC bunun sonucunda Abdullah Öcalan ile görüşmeler sonrası ilk sinyalleri vererek eylemin son bulacağını açıklamıştı. Tutsaklar Abdullah Öcalan ile kardeşinin görüşmesi sonrası eylemin başarıya ulaştığını belirtmişti. Devlet daha sonra gelişen süreçte Öcalan ile masaya oturduklarını kabul etmiş, ancak bilindik TC’nin tasfiye sözleriyle “terörün bitmesi için her yolu deneriz” demişlerdi. Bu süreçte Ulusal Hareketin açlık grevi yapmasına karşın ölüm orucu propagandası yapması, hapishane koşullarının düzeltilmesine yönelik verilmiş/verilen mücadeleyi küçümsemesi gibi yaklaşımlarına karşın direniş, devrimci dayanışma ekseninde büyütülmüştür. İçerde komünist, devrimci tutsaklar dışarıda ilerici, devrimci geniş bir kesim sokağa çıkmış mücadeleyi ortak bir temelde yükseltmişti. Halka öncülük eden devrimciler, ilericiler ve yurtsever tutsaklar, tarihe adlarını parlak harflerle kaydetmiş, geride yüzlerce şehit ile kanla yazılan tarihin silinemeyeceğini göstermişlerdir. Devlet hapishanelerde tutsakları esir alacağını düşünmüş ancak bir sınıf cephesi ve barikatı da hücrelerde oluşturulmuştur. CIWANEN DEMOKRATEN NU Kovara mehane a siyasî bo ciwanan * Hejmar 178 * Kewçer 2013 * Fiyet: 2 TL * ISSN: 1302-7506
Benzer belgeler
Mizanpaj 1 - Yeni Demokrat Gençlik
Dergimizin bu kapsamda daha fazla okunması, tartışılması, değerlendirilmesi dileğiyle bir
daha sayımızda görüşmek üzere...