iktisadın tarihine kısa bir bakış ve merkantilizmden günümüze

Transkript

iktisadın tarihine kısa bir bakış ve merkantilizmden günümüze
İKTİSADIN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ VE
MERKANTİLİZMDEN GÜNÜMÜZE İKTİSADİ DÜŞÜNCELER
Kamil Güngör*
GİRİŞ
İnsan oğlunun yeryüzünde yaşama başlamasından itibaren çeşitli ihtiyaçlarını
karşılamak için, üretimde bulunmak ticaret yapmak ve elindeki ürünleri korumak gibi, esas
itibariyle ekonomik karakterli çeşitli faaliyetlerde bulunduğu kuşkusuzdur.
İktisat teorisinin nasıl doğduğu ve geliştiği iktisadın tarihinin nereden başladığı
tartışmalı bir konudur. Kimileri bunu eski Yunan’da kimileri Eski Çin’de, Kimileri de Eski
Mısır Uygarlığı’ndan başlatır. Ancak bazı yazarlar da Yeni Çağa kadar hiç kimsenin iktisat
literatürüne bir katkısı olmadığını iddia eder. Bu iddiaya göre iktisadın tarihi 1776’da
Adam Smith’in yazdığı “Milletlerin Zenginliği” kitabı ile başlar. Schumpeter bu
görüştedir. Çünkü ona göre İktisat Bilimi hakkında genel bir görüş birliğine bu dönemde
varılmıştır.
Buradan anlaşıldığı üzere iktisadın başlangıç tarihi hakkında iki temel ayırım söz
konusundadır.
-İktisat Bilimi Batı uygarlığının bir ürünüdür. Dolayısıyla Eski Mısır, Çin ve Babil
gibi uygarlıkların iktisat bilimine bir katkısı yoktur.
-Daha bilimsel olan ikinci görüş ise; bu uygarlıklarda, dönemlerinde ciddi ekonomik
gelişmeler olmasına rağmen, bu döneme ait iktisat bilimine ışık tutacak olan yeterli sayıda
belge günümüze kadar ulaşamamıştır. Mesela; Çin’in gelişmiş bir para sistemi ve döviz
kontrol sistemine, Mısır’ın planlı bir ekonomi modeline, Babil’in gelişmiş bir hukuk
sistemi ile para ve kredi sistemine sahip olduğu tarih ve tarihçiler tarafından kabul
edilmektedir. Adam Smith "Ulusların Zenginliği" adlı kitabının yayım yılı olan 1776
tarihini iktisadi analizin doğuş yılı olarak kabulü gerektiğini bildirdikten sonra bu konu ile
ilgili aşağıdaki düşüncesini izhar eder: "Ancak her klasik durum, kendinden önce gelen
çalışmaları özetler veya birleştirir. Bu nedenle tek başına anlaşılmaları mümkün değildir."
Bugünkü genel kabule göre iktisadın tarihi Eski Yunan'la, özellikle Aristo'nun
fikirleriyle başlamıştır. Ancak tarih, "başlangıcı olmayan bir incelemedir." Bu nedenle
iktisadi düşüncenin insanlıkla birlikte var olduğunu düşünmek son derece mantıklı bir
yaklaşımdır. Üstelik Eski Yunan Uygarlığı'ndan önce İ.Ö. 3000 yıllarında Eski Hindistan,
Mısır ve Babil'de göz kamaştırıcı uygarlıklar olduğu bilinmektedir (Savaş, 1997:1-4).
*
Afyon Kocatepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü,
E-posta: [email protected]
I-ORTADOKS VE HETEREDOKS İKTİSAT AYIRIMI
İktisadın tarihi incelenirken önemle üzerinde durulması gereken bir konu da ortadoks
iktisat ve heteredoks iktisat ayırımıdır. Ortadoks iktisat deyimi Sovyetler Birliği
dağılıncaya kadar Batı ülkelerinde okutulan iktisat teorisini anlatmakta kullanılırdı. Bu
yüzden SSCB dağılıp dünya iki kutuplu olmaktan kurtulunca ortadoks teorinin evrensel bir
nitelik kazandığı söylenebilir. Ancak bunun yanında ortadoks teori ile heteredoks teori
arasında kapsam içerik ve kullanılan metodoloji arasında önemli farklılıklar vardır.
Günümüzde heteredoks teorinin uygulama alanından kalkmış olması ileride tekrar
uygulanmayacağı, öngörülerinin tamamen geçersiz olduğu anlamına gelmeyeceği gibi
teorik varlığını sürdürmesine de engel teşkil etmez.
Ortadoks iktisat bugün genel olarak benimsenmiş haliyle insan ihtiyaçlarına oranla kıt
olan kaynakların ortaya çıkardığı sorunları kendine araştırma programı olarak seçmiştir.
Bu sorunları, üretim faktörlerinin alternatif kullanım alanları arasında dağılımı (allocation),
milli gelirin bölüşümü (distribution), ekonomik istikrarı (stability) ve milli gelirin
artırılmasını (growth) şeklinde dört ana gruba ayıran ortadoks iktisat, faktörlerin dağılımı,
hangi malların ve ne kadar üretileceği, ile milli gelirin nasıl bölüşüleceği konularını mikro
iktisat (micro economics) adı verilen iktisat teorisini inceleme konusu yapmıştır. Makro
iktisat ise istikrar ve büyüme konularını inceler. Burada inceleme konusu olan bireyler
değil, bütün ekonomidir. Gelir ve istihdam düzeyi, fiyatlar genel seviyesi ve büyüme hızı
makro iktisadın araştırma konularını oluşturur.
Heteredoks iktisat ise iktisadın araştırma programını ve yöntemini daha değişik bir
şekilde belirlemiştir. Marksist iktisat, Alman Tarihçi Okulu, Amerikan Kurumcuları ve
Post Keynezyenler Heteredoks iktisadın önemli temsilcilerindendir. Heteredoks iktisatçılar
İktisat biliminin sınırlarını genişletmeye ona sosyoloji, antropoloji, psikoloji, siyaset ilmi
ve tarih ilminden aktarmalar yapmaya yönelmişlerdir (Savaş, 1997:12-13).
Yukarıda açıklanan heteredoks teorinin en ileri gelen temsilcisi ve bilimsel
sosyalizmin kurucusu Karl Marks’tır (1815-1883) Karl Marks Marksist teorinin de
kurucusudur. Karl Marks’ın görüşlerinin oluşmasında kendisinden önce gelen sosyalist
düşünürlerin görüşlerinden yararlanmıştır. Bunlardan en önemlisi Klasik iktisada
eleştirileri ile tanınan Robert Owen’dir (1771-1858). Görüşlerinin şekillenmesinde en
önemli kişi ise devrinin ünlü filozofu George Hegel’dir (1770-1831). Hegel’in görüşleri
fert, devlet ve tarihsel değişme konularında Aydınlık çağını karakterize eden akılcılık
(rasyonalizm)felsefesinin tersi görüşlere sahipti. (Savaş, 1997:467).
Karl Marks düşüncelerinde sosyalizmi savunmaktan ziyade kapitalizmi eleştirmiştir.
Zaten en önemli eserinin ismi de Kapital’dir. Sosyalist görüş üretim araçları mülkiyetinin
topluma ait olması gerektiğini savunur. Bundan amaç gelir dağılımında eşitliğin
sağlanmasıdır. Bu sosyalist görüşün temelini oluşturur (Savaş, 1997:469).
Heteredoks Teorinin diğer bir temsilcisi de Tarihçi okuldur. 19. Yüzyılın ortalarından
itibaren Smith ve Ricardo tarafından temsil edilen iktisat teorisine karşı Almanya’da
şiddetli bir tepki ortaya çıktı. Bu tepkinin odak noktası bu egemen iktisat teorisinin sahip
olduğu felsefe ve kullandığı metot idi. Bu tepki sonradan Alman tarihçi okul adını almıştır
(Savaş, 1997:489).
A-MERKANTİLİZM
Ekonomik olayların bir bütün olarak bir biriyle ilişkili ve tutarlı olarak ele alınması
merkantilizmle başlamıştır. Merkantilizm “arz yönüne ağırlık veren” bir iktisat teorisi
idi(SAVAŞ, 1986:5).
İktisadın bir bilim dalı olarak ortaya çıkmasında merkantilizmin önemli katkıları
olmuştur. Merkantilizmle birlikte iktisadi olaylarla ilgili yeni düşünceler geliştirilmiş, para,
faiz, dış ticaret, devletin iktisadi faaliyetlere müdahalesi, korumacılıkla ilgili yeni görüşler
ileri sürülmüştür.
Merkantilizm geleneksel olarak ele alındığında Avrupa iktisadi düşüncesinde 15001800’lü yılları içine alır. Orta Çağı takip eden ve yaklaşık 300 yıl süren bu dönemde Orta
Çağın temel özelliklerini yansıtan “doğal” ekonomi anlayışı, feodalizm ve skolastizmi
tümüyle ortadan kalkmamış ve dönemin sonuna kadar bazı ülkelerde az, bazı ülkelerde
çok, etkisini göstermeye devam etmiştir.
Merkantilistler, Orta Çağ düşüncesini reddedip onun yerine daha akılcı (rasyonel)
ilkeler oluşturmaya yönelmişlerdir. Bu yönleri nedeniyle sonradan ortaya çıkacak ve
gerçek politik ekonominin kurucusu sayılan Fizyokratların öncüleri olarak kabul edilirler.
Bu döneme merkantilzm (mercantilism) ismini veren Adam Smith’tir. Ulusların Zenginliği
adlı ünlü eserinde bu dönem düşüncesini eleştirirken kullandığı bu sözcük sonradan bu
dönemin resmi adı olmuştur.
Merkantilizmin esası devlet idaresine dayanır ve ekonomi politikası hem ekonominin
ve hem de devletin birlikte büyümesini ve güçlenmesini sağlayacak temel bir araç olarak
görülmüştür. Bu dönemde güçlü olmanın kriterlerinden bir tanesi de hazinenin büyümesi
idi ve bunun için de dış ticaret dengesinin pozitif olması, yani ithalattan çok ihracat
yapılması gerektiği için hükümdar ile tacirler arasında bir çıkar birliği olmuştur (Savaş:,
1997:138).
Fransız Merkantilizmi Colbertism, Alman Merkantilizmi ise Kameralizm olarak
adlandırılmaktadır. Fransız Merkantilizmi İngiliz merkantilistlerin aksine işadamı değil,
resmi devlet görevlileri idi. Fransız merkantilizminin colbertism olarak adlandırılması da
Fransız merkantilist düşüncesinin dönemin maliye Bakanı Jean Baptise Colbert tarafından
devletin resmi politikası olarak benimsenmiş olmasından dolayıdır.
Fransız merkantilizmi İngiliz merkantilizminin aksine devlet müdahaleleriyle
yönlendiriliyordu. Bir başka deyişle İngiliz merkantilizmi büyük bir hızla devlet
müdahalelerinden kurtulmaya yönelmişken Fransız merkantilizminde bu müdahaleler
kurumsal hale getirilmiştir (Savaş, 1997:160-161).
Alman merkantilistler (kameralistler) de İngiliz ve Fransızlar gibi devletin ekonomiye
geniş bir şekilde müdahale etmesini, gümrük tarifelerinin ve vergilerin yoğun biçimde
kullanılmasını altın ve gümüşün yurt içinde geniş oranda biriktirmek suretiyle ulusal
zenginliğin artırılmasını istemişlerdir. Merkantilistlerin temel konusu dış ticaret olduğu
halde, Alman Kameralistleri bir-iki istisna dışında dış ekonomik ilişkiler, ticaret ve
ödemeler dengesi gibi sorunlarla çok az ilgilenmişler, ağırlığı yurt içi tarım ve sanayi
faaliyetlerine vermişlerdir (Savaş, 1997:163-164).
Merkantilizm daha çok pratik ekonomi politikalarına önem veren bir doktrin olmuştur.
Etkili olduğu dönem içerisinde Avrupa’da büyük zenginliklerin oluşumuna sebep
olmuştur. Denilebilir ki merkantilizm, feodalizm ve kapitalizm arasında bir ara aşamadır.
Merkantilist doktrin üç temel faktöre dayalı olarak açıklanabilir: Bunlardan birincisi;
milli ve güçlü devlet ilkesidir. İkincisi kazanç tutkusu ve kıymetli madenlere sahip olma
tutkusudur. Üçüncüsü ise dış ticaretin gerekliliğidir. Ancak bu üç ilke birbirinden bağımsız
değil, tam aksine birbirine bağlı olarak dikkate alınması gereken ilkelerdir. Bunun için
kuvvetli bir ordu ve donanmaya güçlü ve büyük bir ticaret filosuna da ihtiyaç vardı. Bunu
başarabilen ülkeler daha çok koloniye sahip olabilecek deniz ticaret yollarını ellerinde
tutabilecek ve rakiplerine karşı üstünlük sağlayabilecektir (Tekelioğlu, 1993:18).
B-FİZYOKRASİ
Fizyokrasi (Physiocracy) kelimesi, Fransızca “Phyiocrate” kelimesinden gelmiştir. Bu
kelimenin Yunanca aslından kaynaklanan anlamı “doğa yasası”dır. Fizyokratlar bir ilahi
iradenin evrensel ve aslında mükemmel olan bir “doğal düzen” ortaya koyduğu düşünceyi
benimsemişlerdir. Dünyada mevcut fiziksel düzen gibi sosyal düzen de vardır. Bu doğal
düzenin yasalarına uygunluk en yüksek mutluluğu sağlayacaktır.
Fizyokrasinin en ünlü temsilcisi ve kurucusu Francois Quesnay’dır (1694-1774).
Fizyokrasi merkantilizmin aksine Fransa’da gelişmiş bir düşüncedir. O dönemde
Colbertizmin beklenen etkiyi meydana getirememesi neticesinde Fransa’da huzursuzluklar
çıkmış ve bunu aşabilmek için fizyokrasi geliştirilmiştir.
Fizyokratlar fen bilimlerinde olduğu gibi sosyal olaylarda da bir nedensellik ilişkisi ve
düzenlilik ilkesi bulmak amacından yola çıkmışlardır. Bu dönemde iktisatla felsefe
arasında bir bağlantı kurulmuş, ve iktisat “Moral Felsefe”nin bir alt dalı olarak kabul
edilmiştir. Fizyokrat Felsefenin babası John Locke’dur. Locke’un “rasyonalizm” ve “doğal
düzen”e verdiği önemi Fizyokratlar da benimsemiştir (Savaş, 1997:226-228).
Ekonomide arz ve talep arasındaki dengesizliklerin geçici olduğunu ve bu
dengesizliklerin piyasa mekanizması içinde kendiliğinden giderileceğini, dolayısıyla
müdahalenin gereksiz olduğunu savunmuşlardır. Fizyokratların iktisadi doktrinler tarihinde
ilk liberaller oldukları ileri sürülebilir. Ancak benimsedikleri liberalizm serbest piyasa
mekanizmasından çok doğal düzen anlayışına dayanmaktadır. Fizyokratlar tek verimli
faaliyet alanı olarak tarımı görmüşler ve ülkenin zenginliğini bu alandaki hasıla artışına
bağlamışlardır (Eker ve Diğ. 1994,1993 : 9-10). Fizyokratlar ekonomide doğal düzenin
tanrısal olduğunu ifade etmişlerdir (Alkin,1975: 26).
Fizyokratlara göre ekonomik sistemin temelini kişisel çıkar (self interest) ilkesi
oluşturur. Onlara göre insan her davranışın yarar ve zararlarını hesaplar ve diğer insanlarla
işbirliği yapmanın gereğini kabul eder. Ünlü sloganları “bırakınız yapsınlar bırakınız
geçsinler” (Laissez Faire, Laissez Passer) bu temel düşüncenin veciz bir ifadesi olmuştur
(Savaş, 1997:228).
Fizyokrasi merkantilist düşüncenin aksine serbestiden yana bir iktisadi görüştür ve
tarımsal üreticiyi ön plana çıkarmıştır. Bu daha çok o günün şartlarında Fransa’nın bir
tarım ülkesi olması ve tarım üzerindeki ağır vergiler ve tarımsal üretimin giderek
azaltılmasından kaynaklanmıştır. Tarımsal alanda devlet müdahaleleri o derece yoğundu ki
serbestiyi savunan fizyokrat düşünce kendisine kolayca taban bulabildi. Hatta bazı
düşünürler fizyokrasinin Fransız devriminin hazırlayıcısı olduğunu savunurlar.
Sanayiinin yararını kısmen kabul eden fizyokratlar yine merkantilistlerin aksine
ticarete aynı gözle bakmazlar ve ticaretin gelişmesinden yana değildirler. Çünkü ticaret
mala karşı mal verilerek yapılan bir faaliyet olduğu için, bir değer oluşturmaz (Tekelioğlu,
1993: 41-42). Bu açıdan merkantilistlerle fizyokratlar arasındaki fark çarpıcıdır.
Merkantilistler hem ulusal hem de uluslararası ticaretin ulusal zenginliği artıran tek uğraş
olduğunu kabul etmiştir (Savaş, 1997:233).
C-KLASİK İKTİSAT
Modern iktisat bilimine dayanak oluşturan klasik iktisat teorisi arz ağırlıklı bir teoridir.
Klasik iktisat düşüncesi kendisinden önceki teorilerin aksine bireye ve bireysel
girişimciliğe önem vermiş ve bu yüzden bireyin faaliyetlerini sınırlayıcı olarak gördükleri
devlete çok az görev yüklemişlerdir.
Devlet müdahalesine karşı oldukları için, girişimci gücü kuracak olan piyasaya
herhangi bir müdahaleye izin vermemişler ve devletin görevlerini çok sınırlı
belirlemişlerdir. Klasiklerin devlete atfettikleri görev “jandarma devlet” görevidir. Zorunlu
bir fena olarak gördükleri devlet; güvenlik, savunma adalet ve diplomasi görevlerini yerine
getirecek ve hiçbir suretle piyasaya müdahale etmeyecektir. Devlet sınırlı bir alanda mal ve
hizmet üreteceği için harcamaları da bu çerçevede sınırlı kalacak ve bu harcamaların
finansmanında özel kişi ve kuruluşlardan az miktarda vergi alacaktır (Eker ve Diğ. 1994 :.
22).
Klasik iktisatçılar maliye politikası aracı olarak küçük denk bütçeden yanadırlar. Buna
göre bütçe açığı kadar bütçe fazlası da olumsuz karşılanır. Çünkü bütçe fazlası özel
tasarrufların daraltılması pahasına sağlanmaktadır. Bu ise toplam yatırım hacmini azaltacak
ve dolayısıyla ekonominin uzun dönemli gelişmesini uzun dönemli gelişmesini olumsuz
yönde etkileyecektir (Orhan,1989, :64).
Klasik iktisatçılar çağın özgürlükçü düşüncelerinden de faydalanarak yeni bir
ekonomik düzen önerisini sistematik bir anlayışla kurma çabasına girişen kişiler
olmuşlardır. Bunun için de başlangıç olarak ve fizyokrasiden farklı olarak fert temeline
dayalı bir ekonomik sistem önerisinde bulunmuşlardır. İktisadi faaliyetlerin açıklayıcı
unsurunu kişinin davranışlarına bağlayarak ferdin ve dolayısıyla emeğin, iktisadi
faaliyetlerin merkezinde yer aldığı iktisadi analizlere girmişlerdir (Tekelioğlu, 1993:60).
Klasik iktisat, iktisat politikası aracı olarak sadece para politikasına önem vermiştir.
Ekonomik istikrarsızlık ortaya çıktığında mali politikalar yerine para politikaları (banka
rezervlerinin azaltılması, açık piyasa işlemleri gibi) tercih edilmelidir. Zira mali araçlar
aslında para politikasının bir aracıdır. Mesela devlet harcamalarının artırılması aynı
zamanda para arzını artırmak demektir. Onlara göre tam rekabet, ücret esnekliği ve faiz
esnekliği varsayımları gerçekleştiği taktirde ekonomi daima ve kendiliğinden tam
istihdama ulaşacak, üretilen her mal satılacak stok artışı ve üretim yetersizliği gibi
dengesizliklerle karşılaşılmayacak ve dolayısıyla fiyatlar genel seviyesi hem enflasyonist
hem de deflasyonist baskılara yol açmadan istikrarını koruyacaktır. Onların deyimiyle
“piyasanın görünmeyen eli, ekonomiyi istenen yönde geliştirmeye yeterlidir.”(Savaş, 1986:
34-35).
İktisat Biliminin ve Klasik iktisadın kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith
görünmeyen el ile ilgili olarak Ulusların Zenginliği adlı kitabında şunları söylemiştir: “Her
fert kapitalini elinden geldiği kadar yurt içi sanayii desteklemek için ve bu sayede mümkün
olan en yüksek kıymeti üretmek için kullanacağından, herkes zorunlu olarak toplumun
yıllık gelirini yapabildiği ölçüde en yüksek seviyeye ulaştırmak için çalışır. Fert genellikle
aslında ne toplumsal çıkarı teşvik etmeye niyetlenir ve ne de onu ne kadar teşvik ettiğini
bilir. Yurt içi sanayii yabancı sanayie karşı desteklemeyi tercih etmekle ferde sadece kendi
güvenliğini gözetir; ve kazancını düşünür ve fert bu durumda, diğer durumlarda olduğu
gibi, bir görünmeyen el tarafından tasarıları içinde yer almayan bir amacı teşvik etmiş
olur.”
İdeal ekonomik yapı doğal düzenin çerçevesi içinde kendiliğinden ortaya çıkar. Bunlar
arasında iş bölümü, parasal sistemin gelişmesi, tasarrufların büyümesi ve yatırımların
artması, dış ticaretin gelişmesi, ve arz talebin birbirine göre ayarlanması sayılabilir. Bunlar
ve “kendiliğinden oluşan” (spontaneous) düzenin diğer kurumları insanın kişisel çıkarına
dayalı davranışından doğar ve bütün toplumun yararına olan sonuçlar oluşturur (Savaş,
1997 :269-270).
Smith Ulusların Zenginliği adlı kitabında devlet harcamalarını “Hükümdarın
(Hükümetin) veya Ulusun Harcamaları Hakkında” adlı bölümünde hükümetin temel
görevlerini ele almıştır. Ona göre hükümetin üç temel görevi vardır: Hükümetin ilk görevi
toplumu diğer bağımsız toplumların saldırı ve istilasından korumak olup, bu görev sadece
askeri bir güç ile yerine getirilebilir. Hükümetin ikinci görevi mümkün olduğunca
toplumun her üyesini başka üyelerden gelecek adaletsizlik ve baskıya karşı korumak veya
tam bir adalet sistemini kurmak olup, toplumun ayrı dönemlerinde iki son derece farklı
harcamayı gerektirir. Hükümetin ve toplumun üçüncü ve son görevi, herhangi bir ferdin
veya az sayıda kişinin yaptıkları masrafı kurtaramayacakları için kurmayı ve işletmeyi
düşünmeyecekleri fakat büyük bir toplum açısından son derece yararlı olacak bazı
kurumları kurmak işletmek ve bayındırlık hizmetlerini sağlamaktır.
Buna göre Smith; daha sonraları “devletin klasik görevleri” diye adlandırılacak olan
devletin klasik görevlerini savunma, adalet, bayındırlık ve kısmen de eğitim hizmetleri
olarak belirlemiştir (Savaş, 1997:293).
Klasik İktisat Teorisinin diğer önemli temsilcileri de J.B. Say’dır. Say’in üzerinde en
çok durulan ve Klasik Teorinin temel taşlarından birisi Say Kanunu veya Mahreçler
Kanunu diye adlandırılan görüşüdür.
Say tasarrufun tüketimi azaltmayacağını, tasarrufun bir gün mutlaka değişik şekillerde
tüketileceğini ve paranın sadece bir mübadele aracı olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Ona
göre bir mal üretilir üretilmez kendi kıymetine eşit kıymette diğer mallara bir Pazar
meydana getirir. Klasik deyimle “her arz kendi talebini kendi yaratır.”
Say arızi olarak arz talep arasında bir dengesizlik olabileceğini, ancak bunun sebebinin
mallardan birinin aşırı veya eksik üretiminden kaynaklanacağı görüşünü ileri sürmüştür.
Ona göre ürünlerin toplam arzı ile toplam talebi zorunlu olarak birbirine eşittir. Çünkü
toplam talep, üretilmiş malların toplamından başka bir şey değildir. Genel bir tıkanma
tümüyle anlamsızdır (Savaş, 1997:299-300).
Diğer bir önemli Klasik İktisatçı David Ricardo’dur. Ricardo’nun Klasik İktisada en
önemli katkısı Mukayeseli Üstünlükler Teorisidir. Bu teoriye göre; serbest ticaret ilkeleri
çerçevesinde her ulus kendine en uygun malların üretiminde uzmanlaşacaktır. O dönemde
serbest ticaret bir ülkenin kendi üretemediği veya başka ülkelerden daha ucuza üretemediği
malları ithal etmesi halinde yararlı olacağı düşüncesine dayanıyordu. Ricardo, mutlak
üstünlük diye bilinen bu görüş yerine “mukayeseli üstünlük” kavramını getirmiş, ve ülkeler
arası uzmanlaşma ve ticareti bu yönde açıklamıştır. Böylece dış ticaret bütün taraflar için
yararlı olabilecektir.
Mukayeseli üstünlükler teorisi liberalizm ideolojisinin yaygınlaşıp kuvvetlenmesi
yönünden büyük önem taşımaktadır. Bu teorinin ortaya konulmasıyla “laissez faire” ilkesi
bütün dünya için geçerli bir ilke haline gelmiştir. Yurt içi ekonomik ilişkilerde kendi
çıkarlarını gözeten kişilerin, aynı zamanda toplum çıkarı yönünden de olumlu sonuçlar
doğuracağına olan inanç, mukayeseli üstünlükler teorisi ile uluslar arası ilişkileri de
kapsamıştır. Buna göre dünya toplumunda ulusal çıkarlar arasında bir uyum (harmony)
vardır. Ricardo bunu şöyle açıklamıştır: “tam özgür bir ticaret sistemi içinde, her ülke
sahip olduğu üretim faktörlerini doğal olarak kendisi için en yararlı kullanımlara
yöneltecektir. Kişisel yararın gözetilmesi bütün ülkelerin evrensel yararı ile hayranlık
veren bir şekilde ilgilidir. Genel kütlesel üretimin arttırılması ile genel yararın dağıtımı
sağlanır ve ulusların evrensel topluluğu bütün uygar dünyada bir çıkar ve ilişki bağı ile
birbirine bağlanır.” (Savaş, 1997:330-331).
Bir diğer ünlü Klasik iktisatçı Thomas Robert Malthus’tur. Klasik iktisadî düşüncede
Malthus daha çok Nüfus teorisi ile öne çıkmıştır. Malthus nüfusla ilgili görüşlerini 1798
yılında yayınlanan ve kendisi ölmeden altı baskı yapan “Nüfus Prensibi Üzerine Bir
Deneme” adlı çalışmasında ortaya koymuştur.
Malthus eşitliğin ve mutluluğun egemen olacağı bir altın çağ kurmanın hayal olduğu
düşüncesindedir. Çünkü ona göre toplumun gelişmesini devamlı şekilde engelleyecek ve
altın çağa ulaşmayı imkansız kılacak bir engel (nüfus artışı) olduğu düşüncesindedir.
Malthus bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “ Bir yazar bana, insanların sonunda
bir deve kuşu olacaklarına inandığını söyleyebilir. Fakat bir kimseye bunu inandırabilmesi
içini insanların boynunun devamlı bir şekilde uzadığını, dudaklarının kalınlaşıp
büyüdüğünü, bacaklarının ve ayaklarının her gün şekil değiştirdiğini ve saçlarının tüylere
dönüştüğünü göstermek zorundadır.”
Malthus iki önermede bulunmuştur. Bunlardan birincisi, insanın varlığı için yiyecek
gereklidir; ikincisi ise cinsiyetler arasındaki ihtiras gereklidir ve bugünkü haliyle devam
edecektir. Bu iki önermenin sonucunda mutluluğa ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Nüfusun artma potansiyeli kontrol altına alınmadığı sürece geometrik oranlı, buna karşılık
geçim vasıtalarının artışı aritmetik oranlıdır.
Malthus yaptığı bir mukayese ile 25 yılı bir dönem kabul etmiş ve 225 yıl sonra
nüfusun 512 kat yiyeceklerin ise sadece 10 kat artacağı sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla
nüfus üzerinde sıkı ve devamlı bir kontrol uygulanması gerektiğini savunmaktadır . Bu
nedenle Malthus insanların eğitilmelerini bir aileyi geçindirecek hale gelinceye kadar
evliliği geciktirmeyi ve evlilik dışı ilişkilerden kaçınmayı öğrenmenin üzerinde durmuştur
(Savaş, 1997:344-345).
D-NEO-KLASİK TEORİ
19. yüzyıl ortalarına gelinceye kadar Klasik Teori çeşitli eleştirilere rağmen egemen
iktisadi düşünce olarak varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir. Ancak bu tarihlerden sonra
Klasik Teoriye bazı eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştiriler daha çok uygulamada ortaya
çıkan fakat teoride öngörülen görüşlerden farklı sonuçlarla ortaya konmuştur. Mesela
Malthus’un nüfus teorisi böyledir. 1850 ve 1860’lı yıllar hem nüfusun hızla arttığı ve hem
de tarım üretiminin önemli ölçüde iyileştiği bir dönem oldu. Bu durum Malthus’un nüfus
teorisine duyulan güveni hemen tümüyle yok etti. Hızlı nüfus artışıyla birlikte işçi sınıfının
yaşam standardında meydana gelen yükselme Malthus’un teorisine olan güveni ortadan
kaldırmıştır.
Bunların dışında bu yıllarda hız kazanan sanayileşme ve kentleşme, beraberinde pek
çok sosyal problemi de getirmiştir. Uzun çalışma saatleri, sağlığa zararlı çalışma koşulları,
çocuk ve kadın işçilerin çalıştırılması, sendikaların kurulup gelişmeye başlaması,
toplumsal sağlık problemlerinin ön plana çıkması ve bütün bu sorunların bir sonucu olarak
devletin gittikçe daha fazla ekonomiye müdahale etmesi gibi problemler klasik teorinin
temel taşını oluşturan laissez faire ilkesine istisnalar getirmeye başlamıştır (Savaş, 1997:
514).
Bu dönemde Klasik Teoriye çok sayıda eleştiri getirilmiştir. Ancak bunlardan hiçbirisi
Alfred Marslall’ınki gibi olmamıştır. Çünkü diğer iktisatçıların eleştirileri kişisel ve kısmi
olmaktan ileri gidemezken Marshall, (1842-1924) Neo-Klasik İktisadı kurmuştur. Marshall
iktisadın tanımı ile başlamıştır: “Politik ekonomi veya iktisat, insanın günlük işi içinde
incelenmesidir. İktisat refahın maddi gereksinmelerine ulaşmak ve onları kullanmak ile
sıkı sıkıya ilgili bazı bireysel ve toplumsal hareketleri inceler” diyerek iktisat ilmini “insan
davranışları ilmi” olarak ele alır. Marshall Klasik iktisatçıların aksine iktisadı politikadan
bağımsız olarak ele almıştır. Klasik iktisatçıların çoğu iktisat ile politikanın birbiriyle sıkı
ilişki içinde olduğunu düşünüyor ve bu nedenle politik ekonomi (political economy) adını
daha uygun buluyorlardı. Marshall ise ilk defa iktisat (economics) kelimesini kitabının
isminde kullanmış bir iktisatçıdır. Öte yandan bu tanım iktisadın konusunu çok geniş ve
esnek bir biçimde belirlemiştir. Marshall’ın böyle geniş ve esnek bir alan belirlemedeki
esas amacı iktisat ile diğer sosyal bilimler arasına katı ve kesin sınırlar koymama isteği idi
(Savaş, 1997:583-584).
Marshall’ın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de ekonomik analizde zamanın
oynadığı roldür. Ona göre zaman, ekonomik olayların analizini önemli ölçüde güçleştiren
bir faktördür. Bu gerçeği; İlkeler (Principles) kitabında “hemen her ekonomik problemin
temel güçlüğü, zamandan kaynaklanır” diye belirleyen Marshall, iktisat ilmine en büyük
katkılarından birini ekonomik analize zaman boyutunu getirerek kazandırmıştır.
Marshall, zamanla ilgili İlkeler’inde olarak aşağıdaki görüşleri ortaya koymuştur:
“Zaman unsuru ekonomik araştırmalarda karşılaşılan güçlüklerin başlıca sebebidir ve
kişinin sınırlı güçleriyle adım adım ilerlemesini zorunlu kılar. Bunun için de karmaşık bir
problemin parçalara bölünmesi ve her defasında bir parçasının incelenmesi ve sonunda bu
kısmi çözümlerin birleştirilerek temel sorunun az veya çok bir çözümüne ulaşılması
gerekir.” (Savaş, 1997:589).
Marshall’a göre zaman boyutu özellikle üretim ve arz miktarı yönünden büyük önem
taşır. Marshall bu açıdan dört önemli zaman dilimini birbirinden ayırmıştır. Bunlar piyasa
dönemi (market period), kısa dönem (short run), uzun dönem (long run), ve çok uzun
dönem (secular period)dur. Bu dört ayrı dönem içinde üretimin dolayısıyla arzın tabi
olduğu koşulları Marshall ayrıntılı bir biçimde incelemiştir. Piyasa dönemi Marshall’dan
günümüze kadar gelen tanımıyla üretimin yapılmış ve malların piyasaya mevcut
miktarlarıyla gelmiş olduğu hali yansıtır. Bu dönemde söz konusu malın miktarı da ya
satarak ya da imha ederek azaltılabilir. Kısa dönemde ise bir malın arzı üretim için gerekli
faktörlerden bazılarının miktarını artırmak suretiyle çoğaltılabilir. Uzun dönemde ise mal
arzı üretim faktörlerinin tümünü artırmak suretiyle çoğaltılabilir (Savaş, 1997: 599).
Neo Klasik Teori çeşitli katkılarla Keynezyen Devrime kadar devam etmiştir.
Bunlardan en önemlisi Jon Neville Keynes ve Lionel Robbins’tir.
Neo Klasik iktisadın en belirgin özelliği, mallar, hizmetler ve üretim faktörleri
yönüyle piyasa içerisindeki fiyatların oluşum ve işleyişinin yeni bir yaklaşımla
açıklamasıdır. Bu yaklaşımlar piyasa ekonomisine duyulan inancı devam ettirmekle
birlikte bazı konularda ondan ayrılıyordu. Neo klasik iktisat klasik iktisadın bazı
açmazlarından bir çıkış yolunu temsil etmiştir. Neo klasik iktisat daha çok marjinal fayda
üzerinde durmuştur. Onlara göre fayda, kişilerin mallar, hizmetler ve üretim faktörleri
birimlerine atfettikleri önem ve değerdir. Malın son biriminin ortaya çıkardığı fayda ise
marjinal faydadır (Tekelioğlu, 1993:135).
Klasik iktisadi düşüncede piyasa ekonomisinin tek başına sosyal refahın
optimizasyonunu sağlayacağı ve bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesine gerek
olmadığı görüşü hakimdi. Neo-klasik iktisadi düşüncede ise, piyasa ekonomisinin bazı
faktörler dolayısıyla başarısızlığa uğrayabileceği, böylece sosyal refahın optimumdan
uzaklaşabileceği görüşü savunulmuştur. Neo Klasikler klasiklerden farklı olarak devletin
ekonomiye müdahalesinin gerekli olduğunu, ancak bunun “sınırlı” olması gerektiği
görüşünü savunmuşlardır (Aktan1992 b :38).
II-KLASİKLER SONRASI
1929 deprasyonunun ortaya çıkardığı sorunların klasik iktisadın temel prensiplerinden
biri olan “laissez faire” politikasına dayalı olarak açıklanamaması deprasyon sonrasında
alternatif bir iktisat politikası olarak talep yönlü iktisadı (demand-side economics)
gündeme getirmiştir. Talep yönlü iktisat başlıca, maliye, para ve kredi dış ticaret dolaysız
kontroller ve kamu girişimciliği politikalarından yararlanılarak sosyal refahın daha üst
düzeye yükseltilebileceğini savunmuştur.
KEYNEZYEN İKTİSADİ GÖRÜŞ (TALEP YÖNLÜ İKTİSAT)
Yirminci Yüzyılın iki dünya savaşı arasında kalan dönemi hem Avrupa hem de
Amerika için bir buhran dönemi olmuştur.1921’de İngiltere’de başlayan kriz, 1930’lu
yıllardan itibaren bütün dünyayı sarmıştır. İşsizlik ve durgunluk gibi iki büyük meseleyle
karşı karşıya kalmış olan piyasa ekonomilerinin önü tıkanmıştı(Savaş, 1997: 742).
Neoklasik Teori etrafında dolanan çeşitli fikir akımları tartışılırken 1930’lu yıllarda
Keynezyen Devrim adı verilen teorik gelişme ile tartışmalar yeni bir boyut kazandı. İngiliz
İktisatçı John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Para ve Faizin
Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Money and Interest) adlı kitabı
iktisatçıların dikkatini Neoklasik iktisadın dışında makro ekonomiye ağırlık veren bir yöne
kaydırmıştır. Aslında makro teoriye duyulan ilgi 1920’li yıllarda başlamış, Keynes bu
akımın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wikscell
ekonomik dalgalanmalarla ilgili görüşleri 1920’li yıllarda bir çok iktisatçının dikkatini
çekmiş ve ekonomik dalgalanmaların nedenleri ve bu dalgalanmaların kontrolünde para ve
kredi politikalarının etkin olup olamayacağı konularında yoğun bir tartışma alanı
oluşmuştu. Ancak bu iktisatçılar Neoklasik teorinin genel yapısı içinde kalarak ekonomide
kendi kendini düzenleyen bir mekanizmanın olduğuna ve ekonominin bir durgunluk
(depression) döneminden sonra yeniden tam istihdam dengesine döneceğine inanmışlardır.
Ancak bu dönemde meydana gelen ve “Büyük Dünya Bunalımı” adı verilen durgunluk
dönemi yaşanmış ve ABD, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde yaygın ve devamlı bir
işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu durum, ekonominin kendi kendine düzeleceğini öne süren
görüşlere güveni zayıflatmıştır. Keynes işte böyle bir ekonomik bunalım döneminde ortaya
çıkmış, ve ücretlerle fiyatların esnek olduğu bir ekonomide tam istihdamın kendiliğinden
sağlanacağını öne süren Neoklasik Teoriyi reddetmiştir. Keynes’e göre toplam talebin ana
unsuru yatırım harcamaları idi ve belirsizliklerle dolu bir dünyada düşük faiz uygulamak
suretiyle tam istihdama ulaşmayı amaçlayan bir politikaya güvenilemezdi. Keynes’in bu
görüşleri iktisatçıları derinden etkilemiş ve bu teorinin Neoklasik Teoriden tümüyle ayrı
bir teori olduğu ve yeni bir entelektüel devrimi başlattığı düşünülmüştür (Savaş,
1997:640).
Ekonominin talep yönüne ağırlık veren politikaların düzenlenmesindeki amaç,
ekonomik gelişmede kısa dönemli istikrarsızlıkların giderilerek doğrudan doğruya kamu
harcamaları ve vergiler yoluyla istihdam ve üretim seviyesinin temel belirleyicisi olan
efektif toplam talebin, tam istihdam üretim seviyesine uygun olarak etkilenmesidir.
Genel Teorinin ortaya çıkmasıyla birlikte Neoklasik teorinin unutturduğu makro analiz
yeniden iktisatçıların gündemine geldi. Böylelikle ilgilenilen temel konu kaynakların
alternatif kullanımlar arasında nasıl dağıtılacağı konusu değil, kaynakların tümünün
kullanımının mümkün olup olmadığı konusu olmuştur. Genel Teorinin temel amacı,
Keynes’in kitabın ön sözünde belirttiği gibi “bir bütün olarak üretim ve istihdam düzeyinde
meydana gelen değişmeleri belirleyen güçlerin incelenmesidir” (Savaş, 1997:753-755).
1-Keynezyen İktisadın Başlıca Varsayımları
Keynezyen İktisadın varsayımlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:
*Keynezyen Makro Teori ekonomik yaşamda meydana gelecek dengesizliklerin
(enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi) toplam talep ayarlamaları ile
giderilebileceğini savunurlar. Bu görüşü ileri sürerken Keynezyen makro teori, arz
koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı
duyarsız olduğunu farz eder. Bir başka deyişle Keynezyen Teori, arz koşullarının önemini
red veya ihmal etmez, fakat bu koşulların iktisat politikalarının etki alanının dışında
kaldığını kabul eder (Savaş, 1986:171).
*Keynezyen ekonomi ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu
dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli
olduğunu kabul eder. Para ve maliye politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını
değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesi
sağlanacaktır. Keynezyenlere göre maliye politikası* araçları olan harcama ve vergi
politikası toplam talebi etkileme açısından para politikasına** göre daha etkilidir.
*Keynezyen iktisatta üretimde kullanılan sabit sermaye miktarı ile üretiekniğinin
değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir.
Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir.
*Keynes Genel teoride baştan sona kadar tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir
varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası
tamamen ihmal edilmiştir. Genel teoride dış ekonomiye ilişkin sorunlar üzerinde fazla
durulmayarak kapalı bir ekonomi varsayımından hareket edilmiştir. Genel teori “statik” bir
karakter taşımakta olup zaman unsurunu dikkate almamıştır. Bu nedenle de dinamik
sayılabilecek analizlerden yoksun kalmıştır.
Genel Teoride sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş,
sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki
yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.
*Keynes geliştirdiği teoride fiyatlar genel seviyesini veri olarak almıştır.
*Klasik teori belirlilik içinde bulunan bir ekonomiyle ilgilendiği halde Genel Teori’de
Keynes, belirsizlik ve ileriye dönük bekleyişleri önemli bir nokta olarak göz önüne
almıştır. Keynes’in teorisinin önemli bir parçasını oluşturan özel yatırım harcamaları,
belirsizlik ve bekleyişlerden önemli ölçüde etkilenmektedir. (Orhan1989: 38-41).
*Keynes’in istihdam teorisini hareket noktası efektif taleptir. Keynes efektif talebi
“toplam talebin toplam arz ile kesiştiğin noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir
başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş
taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir.
*Keynes’e göre bir ekonomide üretim faktörlerinin kullanıldığı sınıra kadar toplam arz
elastikiyeti sonsuz var sayılabilir. Bir başka deyişle, tam istihdam denge düzeyine kadar
toplam talepteki her artış arzı da peşinde sürükler. Bu bakımdan denge gelir düzeyini
belirleyen efektif taleptir. Keynes efektif talebi bir toplumda müteşebbislerin mevcut
istihdam seviyesinde sahip oldukları üretim faktörlerinden elde etmeyi umdukları gelirlerin
toplamı olarak ele almaktadır.
*Keynes, makro dengenin toplam arz ile toplam dengenin veya toplam tasarruflarla
toplam yatırımların eşitlendiği noktada sağlandığını belirtmektedir. Bu denge
sağlanamadığında ekonomide “enflasyonist açık”ya da “deflasyonist açık” ortaya çıkar.
Keynes’e göre bu istikrarsızlıkların giderilmesi için devletin efektif talebi yönlendirmesi
mümkündür (Aktan, 1994:60-61).
2-Müdahaleci Devlet Anlayışı
Keynes’in en büyük mirası, kapitalist ülkelerde ekonomi yönetiminin hükümetin
zorunlu ve doğal bir faaliyet alanı olduğunu anlayışını yerleştirmesidir. Bu, devleti
*
Maliye politikası, kamu harcamalarını ve kamu gelirlerini etkileyen devlet faaliyetleridir. Ya da
makro ekonomik amaçlara ulaşmak için, devletin vergi ve harcama programlarındaki değişmelerin
düzenlenmesidir.
**
Para politikası:belirli makro ekonomik amaçlara ulaşmak için, para otoriteleri tarafından para arzı
ve banka rezervlerinin değiştirilmesini ifade etmektedir.
ekonomik sistemin içerisinde hareket edeceği genel ilkeler ve kurallar biçimindeki eski
rolünün oldukça ilerisine taşır. Bu fonksiyona ekonomi içi güçlerin kapitalist kurallar
içindeki hareketinden olumsuz yönde etkilenenlerin veya ekonomik aktiviteye
katılamayacak derecede güçsüz olanların korunması ve destek vermesi de dahildir
(Tekelioğlu, 1993:212).
Keynezyen İktisatçılar ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için devletin ekonomideki
rolü ve fonksiyonlarının genişletilmesini savunmuşlardır. Keynezyen iktisatçılar
“Fonksiyonel Devlet Teorisi” çerçevesinde kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında
etkinlik sağlanması, adil gelir ve servet dağılımının sağlanması, iktisadi istikrarın
sağlanması, iktisadi büyüme ve kalkınmanın sağlanması ödemeler bilançosunda denklik
sağlanması gibi devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak
müdahale etmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır (Aktan b, 1992:39).
Kısa dönemde toplam arzın üretimin teknik koşullarına yani istihdam seviyesine
üretim ve teknolojisine bağlı olacağını öne süren Keynezyen Teori, devletin çeşitli
politikalarla toplam talebi etkileyebileceğini ve bu yoldan ekonomiyi düzenleyeceğini
iddia etmişlerdir. Bu nedenle Keynezyen Teori “ talep yönlendirici” bir teoridir (Savaş,
1994:192).
Para ve maliye politikaları başta olmak üzere devletin ekonomiyi düzenlemek ve belli
amaçlara ulaşmak için kullandığı bütün araçlar Keynezyen Makro Teori kaynaklıdır.
Keynezyen Makro Teori, ekonominin ”kendiliğinden” ve “daima” tam istihdama
ulaşmasının mümkün olamayacağını ve tam istihdama ulaşmak için devletin ekonomiye
müdahale etmesinin kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. Bugün para ve maliye politikaları
başta olmak üzere devletin ekonomiyi düzenlemek ve belli amaçlara ulaşmak için
kullandığı bütün araçlar Keynezyen Makro Teori kaynaklıdır. Keynezyen Makro Teori,
ekonominin “kendiliğinden” ve “daima” tam istihdama ulaşmasının mümkün
olamayacağını ve tam istihdama ulaşmak için devletin ekonomiye müdahale etmesinin
kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür (Savaş, 1994:192).
Keynezyen iktisatçıların müdahaleci devlet anlayışı, kamu sektörünün zaman
içerisinde büyümesinin önemli nedenlerindendir. Keynezyen iktisatçılar denk bütçe yerine
“telafi edici bütçe” prensibini kabul ederek, politikacılara “vergilemeden harcama yapma”
imkanı sağlamıştır. Kamu harcamalarının vergileme ile birlikte emisyon ve borçlanma ile
finansmanı keynezyen iktisadın bıraktığı bir mirastır. Bir başka deyişle kamu sektörünün
büyümesinden sadece politikacılar değil, Keynezyenler de sorumludur (Aktan a, 1992:97).
Keynes’in önerileri 1960’lı yılların sonlarına kadar gerçekten ekonomik
istikrarsızlıklara çözüm getirmiştir. Ancak devletin ekonomik hayata her gün yeni yeni
konularda müdahale etmesi ve bu müdahaleler için gerekli masrafları devlet bütçesine
yüklemesi, hem bütçe açıklarına hem de açıkların giderek artan oranda çoğalmasına ve
ekonomi yönetimine yerleşmesine neden olmuştur.
Bütçe açıklarının bir sonucu olarak hızla artan devlet borçları, yükselen faiz hadleri,
milli paranın değer kaybı, artan enflasyon, kronikleşen dış ticaret açıkları vb. birçok
ekonomik istikrarsızlığın ortaya çıktığı görülmüştür (Tekelioğlu,1993 :212).
3-Philips Eğrisi
Bir Keynezyen görüş olan Philips Eğrisi de işsizlik sorunu ile ilgilenmiştir. 1958
yılında A W Philips tarafından geliştirilen bu eğri işsizlikle enflasyonu birbirine alternatif
olarak görmektedir. Philips işsizlik azaldığı zaman İngiltere’de ücretlerin hızla artmakta
olduğunu, bunun aksine işsizlik oranı yükseldiğinde ise, ücret artışlarının yavaşladığını
belirterek işsizlik oranı ile ücret değişmeleri arasında bir değiş oranı (trade off), ilişkisinin
mevcut olduğunu ortaya koydu. Philips eğrisi analizine göre daha düşük bir işsizliğin,
ancak daha yüksek bir enflasyon ile satın alınabileceğini ileri sürmektedir (Orhan 1989:
57).
Philips eğrisi fiyatların nisbi bir istikrar gösterdiği yıllarda oldukça başarılı olduğu
halde, 1970’li yıllarda enflasyon ile durgunluğun aynı anda yaşanması, bu ilişkiye duyulan
şüpheleri artırmıştır.
Özellikle doğal işsizlik hipotezini geliştiren Friedman ve Edmund, Phelps, beklenen
enflasyon ile öngörülmeyen enflasyon kavramını ortaya atarak Philips eğrisi olgusunu
sadece kısa dönemli bir olgu olduğunu geçici bir nitelik özelliği taşıdığını ileri sürerek,
uzun dönemde işsizlik ile enflasyon arasında böyle bir ilişkinin olmadığını ileri
sürmüşlerdir.
ŞEKİL-1: Philips Eğrisi
Enflasyon oranı
PE
B
A
0
işsizlik oranı
Enflasyon hızı ile işsizlik oranı arasında ters yönlü bir ilişkiden bahseden A.W Philips,
bu görüşünü herhangi bir teoriye dayandırmadan ve sadece istatistik verileri gözlemlemek
suretiyle bu sonuca varmıştır. Bu ilişki iktisat politikasını ya “yüksek oranda işsizlik ve
düşük enflasyon” veya “düşük oranda işsizlik ve yüksek enflasyon”gibi iki zorunlu tercih
arasında bırakmıştır.
Mesela A noktası işsizlik oranı da enflasyon oranı da hiç değişmemektedir. Eğer B
noktasına kaymak istenirse işsizlik oranı azalacak, enflasyon oranı yükselecektir. Philips
eğrisi Keynezyenler tarafından sevinçle karşılanmış ve benimsenmiştir. Ancak 1970’li
yıllarda bu eğrinin gerçek dünya olaylarına uymadığı ve politika reçetelerine
güvenilemeyeceği yolundaki iddialar Philips eğrisine güveni azaltmıştır (Savaş, 1986:87).
Philips eğrisi ile işsizlik ve enflasyon arasında ters bir ilişkinin varlığının kabul
edilmesi talep yönlü iktisadı daha da pekişmiştir. Ancak Keynezyen Makro Teori 1970’li
yıllarda ortaya çıkan işsizlik ve enflasyon hızındaki devamlı yükselme ile popülaritesini
kaybederken Arz iktisadının da basın, politika ve bilim çevrelerinde zemin bulmasına
yardımcı olmuş ve atlama taşı vazifesi yapmıştır. Çünkü bu eğrinin öngördüğü varsayım
gerçekleşmemiştir. Bir başka deyişle, Japonya hariç, sanayileşmiş ülkelerde görülen
yüksek enflasyon işsizlik ve prodüktivite düşüklüğünün aynı anda görülmesi Philips
eğrisinin dayanağını ortadan kaldırmıştır (Savaş, 1986:172).
4-Talep Yönlü Vergi ve Maliye Politikası
Klasik iktisatçılar vergilemenin mali amacı dışındaki fonksiyonları üzerinde
durmamışlardır. Yani Klasikler vergilemenin mali amaç dışında kullanılmasına karşıydılar.
Klasikler verginin sadece “hazinenin besleyici bir kaynağı” olması gerektiğini ileri
sürmüşlerdir (Dikmen, 1995:26).
Mali liberalizmin yerine müdahaleci devlet anlayışının geçmesi ile birlikte
vergilemenin mali olmayan amaçları teori ve uygulama alanında giderek daha fazla
benimsenmeye başlanmıştır. Vergi teorisinde müdahalecilik uygulaması kapsamlı olarak
1929 dünya ekonomik buhranından sonra olmaya başlamıştır. Böylece vergiler mali
amaçlarının yanında ekonomik ve sosyal amaçla da kullanılır olmaya başlanmıştır.
Talep yönlü vergi politikasında vergiler, sınırlayıcı ve genişletici olarak kullanılabilir.
Sınırlayıcı vergi politikası ekonomiyi enflasyonist bir istikrarsızlıktan kurtarmak amacıyla
toplam talebi daraltmayı amaçlar. Genişletici vergi politikası ise, toplam talebi artırıcı bir
politikadır. Bu politika talep yetersizliğini canlandırmak amacıyla durgunluk dönemlerinde
kullanılır.
Keynezyen politikaları uygulayabilmek için, hükümetin borçlanması ve bütçe açıkları
üzerindeki ahlaki sorumluluk kamu vicdanından çıkarılmak zorunda kalınmıştır. Bu amaç
için kamu borçlarının kuşaklar arası etkileri yok sayılmıştır. İddialara göre yapılan
borçların finansmanı gelecek dönemdeki vergi mükelleflerini olumsuz olarak
etkilemeyecektir. Mali sorumluluğun sağlanması için mevcut olan ahlaki (moral)
sınırlamalar erozyona uğratıldı ve onun yerini alabilecek hiçbir şey de ortaya konulmadı.
Demokratik yollardan seçilen ve seçildikleri bölgeleri temsil eden politikacılar vergileme
yerine harcama yolunu seçtiler. Bu da kronik bütçe açıklarına yol açtı (Buchanan
1997:117).
Devletin fonksiyonları genişledikçe siyasal karar alma sürecinde rol alan kimselerin
“çıkarlarının” artması söz konusudur. Çünkü seçmenler daha fazla kamu hizmeti talep
edeceklerdir. Bu talepler kamu kesiminin büyümesinin ilk nedenidir. Tekrar seçilebilme
isteği, bütçenin büyümesini gerektirir. Büyüyen bütçenin finansmanı ise, vergilerle değil,
vergi dışı gelirlerle finanse edilir. Çünkü verginin daha da artması seçmeni memnun
etmeyecektir. Bir başka deyişle seçmen daha fazla kamu hizmeti beklerken, buna karşılık
daha az vergi ödeme gibi paradoksal bir eğilime sahiptir. Emisyon ve borçlanma yoluyla
finanse edilen kamu hizmetleri uzun vadede ekonomide ciddi sorunları ortaya çıkarır.
Baskı ve çıkar gruplarının transfer istekleri kamu kesimini daha da genişletir.
Buchanan’a göre devletin başarısızlığında Keynezyen iktisadi anlayış doğrultusunda
hareket eden akademisyenler, bürokratlar ve politikacılar önemli bir yere sahiptir. Politik
kararlar rasyonel kişisel çıkarlar doğrultusunda olmalıdır (Durden ve Diğ.1996: 133).
Çünkü 1929 buhranından sonra geniş oranda uygulama alanı bulan Keynezyen İktisatta
para, kredi, maliye, dış ticaret, dolaysız kontroller ve kamu girişimciliği politikaları
aracılığıyla ekonomiye aktif olarak müdahalesi söz konusudur. Bu müdahaleci devlet
anlayışı kamu sektörünün zaman içerisinde büyümesine yol açmıştır.
Açık bütçe yaklaşımı ekonomik daralmalar dışında piyasayı rahatlatmada yardımcı
olmayacaktır. Uzun dönem uygulanan açık bütçe politikalarının bir alışkanlık oluşturması
ise korkulan bir sonuçtur. Bu sonuç uzun dönemde gelir dağılımında ve kaynakların
kullanımında sapmalara sebep olacaktır (Schneider, 1992:34).
Arz Yönlü İktisatçılar Keynezyen maliye politikasını şiddetle eleştirmiştir. Onlara
göre Keynezyen iktisadi düşünce ekonominin arz cephesini ihmal etmektedir. Keynezyen
maliye politikası nisbi fiyat değişmelerinin verimlilik üzerinde meydana getirdiği etkileri
göz önüne almaması nedeniyle yetersiz bulmaktadırlar. Çünkü Keynes, nisbi fiyat
değişmelerinin fazla önem taşımadığı kısa dönemdeki gelişmelere dikkatleri
yoğunlaştırmıştır.
III-ÇAĞDAŞ İKTİSADİ DÜŞÜNCELER
1970‘li yılların sorunlarına çözüm üretememesi Keynezyen iktisada alternatif iktisadi
düşünceleri gündeme getirmiştir. Bu teoriler klasik iktisat ilkelerine dayalı fakat onu bazı
yönlerden eleştiren yeniden yorumlayan bir karaktere sahipti. Moneterizm, Rasyonel
Beklentiler Okulu, Kamu Tercihi Teorisi ve buna dayalı olarak oluşturulan Anayasal
İktisat, Arz Yönlü İktisat bu teorilerdendir.
A-MONETARİZM
Modern miktar teorisini makro ekonomik politikalarında temel olarak ele alan ve para
stokundaki değişmelere önem veren iktisatçılar Moneterist (Paracı) olarak
adlandırılmaktadır. Bu iktisatçılar iktisat politikası aracı olarak para politikasının
etkinliğine inandıkları için bu adla anılmaktadırlar. Moneterist iktisatçıların savundukları
görüşe “Moneterizm” denilmekte olup bu terim ilk defa Karl Brunner tarafından
kullanılmıştır (Orhan,1989 74).
Moneterizm büyük ölçüde 1976 yılı Nobel ekonomi ödülü alan Amerikalı iktisatçı
Milton Friedman tarafından geliştirilmiş bir teoridir. Friedman 1976 yılında “Paranın
Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar:” (Study In the Quantity Theory of Money) adıyla
editörlüğünü kendisinin yaptığı bir kitap yayınladı. Bu çalışma ile Friedman esasen
moneterizmin temel ilkelerini ortaya koymuş oldu (Aktan, 1990: 212). Friedman’ın ikinci
önemli eseri ise, A. Schwarts ile yazdığı “A Monetary History of the United States 18671960” (1867-1960 Yılları Arasında Amerikan Para Tarihi) adlı çalışmasıdır
(Orhan,1989:75).
Moneterizm daha çok enflasyon üzerinde durmuştur. Moneterist düşünce enflasyonun
nedeni olarak para arzının hükümetlerce gereksiz yere aşırı artırılmasında görmektedir.
Moneteristlere göre ekonomideki bir çok istikrarsızlık parasal kökenlidir. Bu yüzden
iktisadi sorunların çözümlenmesinde para politikası diğer politikalardan daha etkilidir
(Aktan, 1990:212). Enflasyonu tümüyle parasal bir olar olarak gören moneteristler, para
arzındaki artışın, milli gelirdeki artışı aşan kısmının doğrudan fiyatlar genel seviyesini
yükselttiği görüşündedirler. Mesela toplam para arzı % 12 ve toplam milli gelir % 4 ise o
yılki enflasyon % 8 olacaktır (Savaş, 1994:223).
Milton Friedman kendisine Nobel Ekonomi Ödülü verilirken yaptığı konuşmada bu
konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “enflasyon her zaman ve her yerde parasal bir
olay olmuştur. Enflasyon ile işsizlik arasında uzun dönemde iddia edildiği gibi bir alış
veriş (trade off) söz konusu değildir. Çünkü uzun dönem Philips eğrisi, doğal işsizlik
oranından çıkan bir dikey gibidir. Dolayısıyla fiyat artış hızı işsizlik oranına değil, para
miktarındaki artışlara ve beklenen enflasyon oranına (expected rate of inflation) bağlı
olacaktır (Üstünel,1990:273).
Para ve maliye politikası uygulamasına karşı olan Moneteristler, bunun yerine denk
bütçe uygulamasına özen gösterilmesini ve piyasa mekanizmasının işleyişini etkileyen
monopollerle mücadele edilmesini isterler. Ayrıca moneteristler, devletin para arzını her
yıl ve üretim artış hızına eşit bir oranda artırmasını tavsiye ederler (Savaş, 1994:223).
Moneteristler esasen Klasik ekonomiye dayanmakla birlikte onlardan bazı noktalarda
ayrılırlar:
-Klasik miktar teorisi yetersizdir,
-Ekonomi daima tam istihdam düzeyinde değildir. Ekonomide “doğal işsizlik” olabilir.
Moneterizmin temel ilkeleri aşağıdaki gibidir.
*Para arzındaki büyüme oranı ile nominal gelirin büyüme oranı arasında kesin
olmamakla birlikte bir ilişki vardır. Kesin değildir. Çünkü para arzındaki artışların geliri
etkilemesi zaman alır. Bunun ne kadar süreceği de bilinmez.
*Ortalama olarak para arzındaki artış, nominal gelirleri yaklaşık 6 ve 9 ay arasında
geçecek bir süre sonunda etkiler.
*Nominal gelirin büyüme oranındaki artış etkisi ilk olarak üretim üzerinde görülür.
Bu, daha sonra fiyatlara yansır.
*Ortalama olarak fiyat etkisi yaklaşık 6 ve 9 ay arasında değişen zaman boyutu
içerisinde ortaya çıkar. Para arzındaki artış ile enflasyon arasındaki toplam gecikme
ortalama 12-18 ay arasındadır.
*Kısa dönemde para arzındaki değişmeler öncelikle üretimi etkiler (Aktan, 1990:213).
*Ekonomik yaşamı etkileyen temel faktör parasal değişmelerdir. Dolayısıyla toplam
talebi ve buna bağlı olarak üretim istihdam ve genel fiyat seviyesini belirleyen temel unsur
para arzında meydana gelen değişmelerdir.
*Para arzında meydana gelen değişmelerin ekonomiye yansıması, genellikle mikro
karakterde olup, aktif varlığın (portfolio of asset) fiyat ve getiri oranındaki değişmeler
nedeniyle yeniden düzenlenmesi yoluyla ortaya çıkar.
*Ekonominin istikrarını bozan etkenlerin çoğu, hükümetlerin izlediği maliye
politikasından ve para otoritelerinin firmalar ve kişiler arasında farklılık yaratıcı takdiri
uygulamalarından kaynaklanır. Ekonomi kendi halinde istikrarlıdır. İstikrarı dışarıdan
yapılan para ve maliye politikası müdahaleleri bozar. (Savaş, 1994:216-217).
Friedman’a göre ileri ülkelerde 1970’lerden sonra baş gösteren krizin asıl nedeni
Keynes’ten esinlenerek uygulamaya sokulmuş olan konjonktür politikalarıdır. Yüksek
düzeyde istihdam oluşturmayı esas almış olan konjonktür politikaları gevşek para
politikasından doğan etkilerle ekonomileri rayından çıkararak istikrarsızlığı
yaygınlaştırmıştır (Tekelioğlu, 1987:101).
1970’lerin ve 1980’lerin başında Moneteristler gerek akademik ve gerekse politik
çevrelerden bir çok taraftar toplayarak düşüncelerini yaymışlardır. En önemlisi 1970’lerin
sonları ile 1980’lerin ilk yarısında moneterist iktisat politikaları bir çok gelişmiş sanayi
ülkesinde uygulanan iktisat politikalarını yönlendirmiştir.
Onlara göre 1970’li yılların sorunu olan işsizlik ve enflasyonun sebebi uygulanan para
politikalarıdır. Ekonomik istikrarsızlığın kaynağı ise para arzındaki düzensiz
dalgalanmalardır. Örneğin enflasyon para arzındaki artışların doğrudan doğruya nominal
gelirleri artırmasıyla ortaya çıkmaktadır. İşsizlik ise enflasyonun sebep olduğu bir olgudur
(Eker ve Diğ. 1994, s. 52).
Friedman “Kapitalizm ve Özgürlük” adlı çalışmasında günümüz hükümetlerinin kesin
bir biçimde yapmaları gerektiği savunulan faaliyetleri dahil, bir çok devlet görevinin ve
müdahalelerinin bütünüyle kaldırılmasından yanadır. Friedman devlet müdahalelerini
gereksiz ve zararlı sayar.
Friedman Hayek’in “Köleliğe Giden Yol” isimli kitabında belirtilen görüşlere benzer
biçimde, devlet müdahalelerinin ve devlet sektörünün giderek büyümesinin, insanların
teşebbüs ve çalışma arzularını kırmak suretiyle, insanlığı köleliğe, iktisadi ve düşünsel
gerilemeye götürmekten başka bir işe yaramayacağını savunmaktadır (Tekelioğlu, 1993:
241).
Moneterist görüş, klasik teoride olduğu gibi ekonominin kendiliğinden ve daima tam
istihdamda olacağını kabul eder. Bu nedenle devletin keyfi (takdiri) para ve maliye
politikası uygulaması önlenmelidir (Savaş, 1994:221).
Moneteristler özellikle artan oranlı gelir vergisi yerine düz oranlı gelir vergisinin
getirilmesini önermektedirler. Friedman’a göre, %15 veya % 16 oranında uygulanacak
gerçek bir düz oranlı vergi, istisna ve muafiyetlerin sürdürülmesi halinde % 12-50 arasında
uygulanan vergi oranı ile aynı hasılatı sağlayabileceğini, istisna ve muafiyetlerin sayısı
artırılırsa, düz oranlı vergi oranının % 17’ye çıkarılabileceğini öne sürmüştür (Devrim,
1995:82).
B-RASYONEL BEKLENTİLER TEORİSİ
Rasyonel Beklentiler Teorisi, 1960’lı yılların sonlarında klasik iktisat teorisinin temel
ilkelerini benimseyerek ortaya çıkan yeni bir ekonomik teoridir. Rasyonel Beklentiler
Teorisi Moneterizmin bir dalı olarak görülebilir. Ancak Moneterist iktisatçıların hepsi
Rasyonel Beklentiler Teorisi’nin tümünü kabul etmemektedirler.
Rasyonel Beklentiler Teorisi, Klasik iktisatçıların yaklaşımına benzer şekilde
insanların iyi bir şekilde bilgilendirildiklerine ve bunu çok iyi kullandığına
inanmaktadırlar. Bunun yanında piyasada fiyatların ve ücretlerin esnek (flexible) olduğunu
savunurlar. Bu yüzden işsizliğin daima gönüllü (voluntarily) olduğunu savunurlar. İnsanlar
gerçek ücretlerin çok düşük olduğunu düşündükleri için işsizdirler (Eker ve Diğ. 1994:5557).
Rasyonel Beklentiler Teorisinin kurucusu Jon F. Muth’tur. Muth 1959 yılında
Econometric Society’in Washinton D.C.’de yapılan kış toplantısına sunduğu bildiride
teorisini ilk defa açıklamıştır. Rasyonel Beklentiler Teorisi de Keynezyen makro teoriye
bir karşı teori olarak ortaya çıkmış bir iktisadi düşünce akımıdır. Rasyonel beklentiler
konusu ilk defa Muth tarafından incelenmiş olmakla birlikte, Lucas, Sargent, ve Wallace
tarafından geliştirilmiştir.
Muth ekonomik yaklaşımda meydana gelen dalgalanmaların büyük bir kısmının
ekonomik değişkenlerle ilgili tahminlerde yapılan hatalardan kaynaklandığını ileri sürer.
Ona göre ne tür bir enformasyonun kullanıldığı ve bunların gelecek koşulların tahmini
için nasıl bir araya getirildiğini anlamak çok önemlidir. Çünkü dinamik sürecin karakteri,
gelecek ile ilgili beklentilerin, olayların gerçek seyri tarafından nasıl etkilendiğine karşı
çok duyarlıdır. Ayrıca mevcut enformasyonun miktarı veya sistemin yapısı değiştiğinde
beklentilerin nasıl değişeceğini kestirebilmek de çoğu defa gereklidir.
Rasyonel Beklentiler en doğru tahmini yapmamıza imkan verir. Çünkü rasyonel
beklentiler doğrudan doğruya ilgili değişkeni belirleyen sürecin (işlemin bilinmesine)
bağlıdır. Rasyonel beklentilerin hatası; değişkeni belirleyen süreçte yer alan tesadüfi
değişken ile sınırlıdır. Bu nedenle tahmin hatası süreçte yer alan ve tahmini mümkün
olmayan tesadüfi değişkene eşit olur. Böyle bir durum ise istatistiksel olarak tahminin en
üst doğruluk sınırına ulaştığını gösterir (Savaş, 1997:974-980).
Muth’a göre bekleyişler rasyoneldir. Bekleyişlerin rasyonel olması, beklenen değer ile
gerçekleşen değer arasındaki farkın, beklenen değeri sıfır olan tesadüfi bir değişken olması
anlamını taşımaktadır. Bir ekonomik değişkenin rasyonel bekleyişleri oluşturulurken
piyasadaki ekonomik birimler, değişkeni etkileyebilmektedirler ve bu alanda elde
edebildikleri tüm bulgulardan yaralanabilmektedirler (Tekelioğlu:111-112).
Politik iktisat hemen daima devletin ekonomiye nasıl müdahale edeceği, amaçlar
arasında önceliği nasıl belirleyeceği ve hangi araçları kullanacağı gibi konular üzerinde
durmuştur. Bu tür bir yaklaşım, iktisat politikası iktisat politikası uygulamaları karşısında
fertlerin “pasif” bir davranış içerisinde olacaklarını ve devlet bir politika uygularken, kendi
davranışlarını tıpkı politika önerisinde olduğu gibi, devam ettireceklerini farz eder.
Rasyonel Beklentiler Teorisi bunu kabul etmez ve fertlerin devlet politikaları karşısında
aktif bir tutum içerisinde olduklarını var sayar. Fertler devlet politikaları karşısında kendi
menfaatleri çerçevesinde titizlikle dururlar (Savaş, 1994 :225-226).
Rasyonel Beklentiler Teorisi, aktif iktisat politikalarının terk edilmesini ister. Bu
politikalarla konjonktür dalgalanmaları yumuşatılamaz. Aktif politikalar rasyonel insana
hangi ekonomik sonucun iyi olduğunu belirleme hakkını vermez. Aktif iktisat politikaları
ile işsizlik oranını veya kullanılmayan kapasiteyi azaltmaya çalışmak sadece ekonomideki
enflasyonun ve konjonktürün boyutlarını artırır.
Rasyonel Beklentiler Teorisi’nin enflasyonla mücadele yöntemi teklifleri ise, para
miktarındaki azaltmaları vergi indirimleri ve kamu harcamalarının daraltılmasını
kapsamaktadır. Vergi indirimleriyle birlikte ücret artışlarının frenlenmesi, karlılığı
artırmanın tek yoludur ve ayrıca arzı olumlu yönde etkileyecek bir politikadır
(Tekelioğlu:113).
Rasyonel Beklentiler Teorisini savunanların Keynezyen iktisada yaptıkları eleştiri
1960’lı yıllarda ortaya çıkan yüksek enflasyon ve işsizliktir. Onlara göre bu olaylar sıkı
para politikası ve dengeli bütçe gibi klasik ilkelerin bir sonucu olarak doğmamıştır. Aksine
Keynezyen doktrinin enflasyon riski taşımasına rağmen reel büyümeyi ve artan istihdamı
vaad eden geniş bütçe açıklarını ve yüksek oranlı parasal genişlemeyi gerektiren
politikaların sonucu ortaya çıkmıştır (Savaş, 1997:965).
Beklentiler (expactation) iktisatta daima önemli bir yer tutmuştur. Çünkü ister üretici
ister tüketici veya tasarruf ya da emek sahibi olsun davranışlarında daima geleceğe yönelik
beklentiler belirleyici olur. Ancak geçmiş dönemde beklentilerde belirleyici unsur “geçmiş
dönemle uyumlu beklentiler” (adaptive expections theory). iken bu teori beklentilerin
“rasyonel” olduğu üzerine bina edilmiştir. Onlara göre ancak rasyonel beklentilere dayalı
makro teorilerin ve modellerin gerçek dünya koşullarını ve iktisat politikası sonuçlarını
yansıtacağını öne sürmüşlerdir. Rasyonel Beklentiler Teorisini savunanlar, beklentilerin
uyumcu değil, rasyonel olduğunu kabul etkilerinden, iktisat politikası uygulamaları
karşısında derhal “aktif” bir tavır takınıp, iktisat politikasını tamamen etkisiz hele
getirdiklerini ileri sürerler. Buna karşın, toplumun beklemediği anlarda ve beklemediği
tarzda uygulanacak bir politikanın çok kısa bir süre, etkili olabileceğini, fertlerin bu
politika ile ilgili enformasyonu temin edip beklentilerini değiştirdiğinde politikanın yine
etkisiz kalacağını ileri sürerler (Savaş, 1994 :226).
Uyumlu beklentilerde gelecek yıllarla ilgili tahminler (beklentiler) geçmiş yılların
bilgileri kullanılarak yaklaşık bir sonuç dikkatte alınır. Mesela bir önceki yılın enflasyonu
% 20 ise beklenti % 20’den az ancak % 10’dan fazla olacaktır. Beklentiler ancak
tahminlerin tutmaması halinde değiştirilir. Bu değişiklik beklentinin tahminin altında
gerçekleşmesi halinde azalış yönünde tersi durumda artış yönünde olur (Savaş, 1997, 970).
Rasyonel Beklentiler Teorisine göre geçmişe dayalı beklentiler ancak değişkenlerin
geçmiş ve gelecek değerleri arasındaki ilişki sabitse anlamlıdır. Eğer bireyler geleceğe ait
tahminler yaparken sadece geçmiş verileri dikkate alıyorlarsa bu tür beklentiler gerçekçi
olamaz. Geçmiş ve gelecek veriler arasındaki ilişkinin çok az değişeceğini öne sürmek ve
fertlerin de böyle bir beklenti içinde olacağını farz etmek herhangi bir politika değişikliği
halinde komik sonuçlara yol açar. Rasyonel Beklentiler Teorisi Bu tahmin metodunu
irrasyonel ve Keynezyen Makro Teorinin düzeltilmesi mümkün olmayan yanlışı olarak
kabul eder (Savaş, 1986: 193-194).
Rasyonel Beklentiler Teorisinin ilk ve en önemli ilkesi pek çok ekonomik değişkenin
baz “işlemler” ve “süreçler” (process) tarafından belirlendiğini ileri süren görüştür. Buna
göre bir değişkeni belirleyen süreç veya işlem o değişkenin ulaşabileceği değerleri
sınırladığı gibi o süreç veya işlem belirlendiği zaman değişkenin değeri ile ilgili rasyonel
bir beklenti elde etmek mümkündür.
İktisat teorisinde insan rasyonel bir varlık olarak kabul edilir. Rasyonel bir insan da
gelecekle ilgili bir beklenti belirlerken o değişken ile ilgili bütün verileri kullanır.
Dolayısıyla beklentilerin nasıl oluştuğu incelenirken bireyin o değişkenin davranışını
belirleyen bitin verileri dikkate aldığını kabul etmek gerekir.
Rasyonel Beklentiler Teorisi tahmin ve beklentilerin her zaman doğru sonuç
vereceğini ileri sürmez. Ekonomik değişkenleri belirleyen süreçlerin büyük çoğunluğu
“tesadüfi” (stochastic) süreçlerdir. Bir başka deyişle süreçler önceden tahmini mümkün
olmayan unsurlara sahiptir. İktisadın kendine konu olarak insan davranışlarını alması,
insan davranışlarının da önceden tahmini mümkün olmayan bir tesadüfilik unsuru
içermesi, değişkenleri belirleyen süreçlerin de tesadüfü unsurlar içermesine neden olur.
Rasyonel Beklentiler Teorisi Klasik Teori ilkelerinin bütün ekonomik problemlere ve
özellikle makro ekonomi politikasına uygulanmasından oluşmaktadır. Bu yüzden Rasyonel
Beklentiler Teorisine dayalı olarak Yeni Klasik Teori oluşturulmuştur.
Rasyonel Beklentiler Teorisine göre Klasik teorinin iki temel önerisi vardır:
*Bireyler optimalize ederler: yani tüketici fayda maksimizasyonu üretici ise kar
maksimizasyonuna ulaşmak amacındadır. Bu amaçlara ulaşmak isterken gelirlerinin ve
mevcut teknolojinin sınırlarıyla karşı karşıyadırlar.
*Piyasalar arz-talebi dengeler: Ancak bunun gerçekleşebilmesi için piyasada yasal
sınırlamaların olmaması, enformasyon farklılığının bulunmaması veya devletin müdahale
etmemesi gerekir (Savaş, 1997:992-993).
Rasyonel Beklentiler Teorisi, para politikasının kısa ve uzun dönemde ekonomide
sadece fiyatlar genel seviyesini etkileyeceğini öne sürerken, maliye politikasının uzun
dönemde istihdam ve üretim üzerinde olumsuz etkiler yapacağını iddia eder.
Rasyonel Beklentiler Teorisi tıpkı Klasik iktisatçılar ve moneteristler gibi, devlet
harcamalarındaki artışın özel tüketim ve yatırım harcamalarında veya ithalatta meydana
gelecek bir azalma ile karşılanacağını kabul eder. Bu nedenle devlet harcamalarındaki bir
artış, toplam talebi etkilemez. Dolayısıyla milli gelir ve istihdam düzeyinde bir gelişme
olmayacaktır. Buna karşın Rasyonel Beklentiler Teorisi maliye politikasının toplam arz
üzerinde olumsuz etkilerde bulunduğu görüşündedir. Bunun sebebi ise daha çok devlet
harcamalarının vergi artışıyla finanse edilmesidir. Sonuç olarak Rasyonel Beklentiler
Teorisi, aktif makro iktisadi politikaların (devlet harcamalarının artırılması, verginin
azaltılması, para arzını artırmak ya da azaltmak ... gibi) karşıdır (Savaş, 1994:242-243).
C- KAMU TERCİHİ TEORİSİ VE ANAYASAL İKTİSAT
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan gelişmelerden biri de Kamu Tercihi veya
(Toplumsal Seçim) Teorisi (Theory of Puplic Choice) olarak bilinen teoridir. Bu teorinin
gelişimi İkinci Dünya Savaşından sonra kamu kesiminin hızlı bir şekilde büyümesi ile
birlikte olmuştur. Bu büyüme hem kamu harcamalarında hem de kamu gelirlerinde kendini
göstermiştir. Mesela ABD’de 1946-1974 yılları arasında kamu harcamaları/GSMH
%13’ten %22’ye devlet gelirleri ise % 28’den % 40’a yükselmiştir. Benzer gelişmeler
Avrupa ülkelerinde de görülmeye başlanmıştır (Savaş,1997:1009).
Kamu Tercihi Teorisi, kamunun ekonomide üslendiği rol ve faaliyetlerin sınırlarına
farklı bir bakış açısı getirmiştir. Kamu Tercihi yaklaşımı politikacılar seçmenler, siyasi
partiler ve çıkar grupları arasındaki ilişkileri politik karar alma sürecindeki davranışlarıyla
birlikte iktisat, politika, hukuk, sosyoloji bilimi çerçevesinde inceleyen teorik bir
yaklaşımdır. Kamu Tercihi yaklaşımının temelinde bireylerin politik süreç içerisinde kendi
kişisel çıkarlarını, refahlarını maksimize edecekleri varsayımı yatmaktadır. Bu gruplar
kendi çıkarları peşindedirler (Eker ve diğ., 1994: 71).
Kamu Tercihi Teorisi, politikayı bir mübadele (catallaxy) olarak görür. Bu sözcük
“politika karmaşık bir mübadele türüdür” anlamında kullanılmaktadır. Anayasal bir düzen
altında kavramsal bir sözleşme olan “politik mübadele” kendi kendine kurulur. Politik
mübadele toplumdaki herkesi kapsar (Eker ve diğ. 1994:55).
Kamu Tercihi teorisine göre çözüm politik karar alma sürecinde rol alan aktörlerin
daha iyileriyle değiştirilmesi daha açık bir ifadeyle eğitimli, kültürlü, din ve ahlak sahibi
insanların iş başına getirilmesi ile değil, anayasal-yasal-kurumsal çerçevenin yeniden
oluşturulmasıyla mümkündür. Hatta J. Buchanan “anayasal-kurumsal reform içerisinde
kötü fena ve yetersiz olan politikacıların iyi nazik ve yetenekli olanlarıyla değiştirilmesi
gibi önerilere yer yoktur. Anayasal reform içerisinde amaç, yönetimde yer alan kişilerin
iyilerinin seçilmesi değildir. Anayasal reformun amacı; politikacıların uyması gereken
sınırların veya kuralların oluşturulmasıdır.” (Aktan1992 a:83-84).
Kamu Tercihi Teorisyenleri kamu kesiminin büyümesini klasik görüş ve hipotezler
dışında (Savaş, 1997, s. nüfus artışı, enflasyon vb) iki sebebe dayandırmaktadırlar:
1-Homo Economicus ve Maximand Yaklaşımı
2- Keynezyen İktisat
1- Devletin fonksiyonları genişledikçe siyasal karar alma sürecinde rol alan kimselerin
“çıkarlarının” artması söz konusudur. Çünkü seçmenler daha fazla kamu hizmeti talep
edeceklerdir. Bu talepler kamu kesiminin büyümesinin ilk nedenidir. Tekrar seçilebilme
isteği, bütçenin büyümesini gerektirir. Büyüyen bütçenin finansmanı ise, vergilerle değil,
vergi dışı gelirlerle finanse edilir. Çünkü verginin daha da artması seçmeni memnun
etmeyecektir. Bir başka deyişle seçmen daha fazla kamu hizmeti beklerken, buna karşılık
daha az vergi ödeme gibi paradoksal bir eğilime sahiptir. Emisyon ve borçlanma yoluyla
finanse edilen kamu hizmetleri uzun vadede ekonomide ciddi sorunları ortaya çıkarır. Öte
yandan baskı ve çıkar gruplarının transfer istekleri kamu kesimini daha da genişletir.
2-Buchanan’a göre devletin başarısızlığında Keynezyen iktisadi anlayış doğrultusunda
hareket eden akademisyenler, bürokratlar ve politikacılar önemli bir yere sahiptir. Politik
kararlar rasyonel kişisel çıkarlar doğrultusunda olmalıdır. (Durden and Millsaps, 1996).
Çünkü Keynezyen İktisat devletin ekonomiye aktif müdahalesini ön görür. Özellikle 1929
buhranından sonra geniş oranda uygulama alanı bulan Keynezyen İktisatta para, kredi,
maliye, dış ticaret, dolaysız kontroller ve kamu girişimciliği politikaları aracılığıyla
ekonomiye aktif olarak müdahalesi söz konusudur. Bu müdahaleci devlet anlayışı kamu
sektörünün zaman içerisinde büyümesine yol açmıştır.
Keynezyen İktisatçıların önemli yanlışlıklarından birisi vergilemeden harcama
yapılabileceğini savunmalarıdır. Böylece kamu harcamaları vergilerle değil, emisyon ve
borçlanma yolu ile finanse edilmiştir. Keynezyen İktisadın İktisat politikasına bıraktığı bu
kötü miras bugün aktif olarak kullanılmaktadır. Devletin aşırı büyümesi ise ekonomik ve
politik yozlaşmayı beraberinde getirmektedir (Aktan, 1992 a: 76-78).
Kamu Tercihi Teorisinin bir sonraki aşaması kabul edilen anayasal iktisat ise esasen
hukuk ekonomi ve siyaset biliminin de içerisinde bulunduğu inter disipliner bir teoridir.
Anayasalar kişilerin toplumun ortak çıkarı gereği hak ve özgürlüklerini ne dereceye kadar
sınırlayacağı yada nasıl düzenleyeceği ile ilgilidir. Kişilerin siyasi hak ve özgürlükleri
olduğu gibi ekonomik hak ve özgürlükleri vardır. Anayasaların bu iki alanı da düzenlemesi
gerekir. Geleneksel anayasalarda siyasi hak ve özgürlükler ön plandadır. Ancak devlet
denen sosyal organizasyon bireylerden oluşmuş ayrı bir kişiliği (hükmi şahsiyet) sahip ve
egemenlik gücüne sahip bir yapılanmadır. Elbette ki kişilerin hak ve özgürlükleri
sınırlandığı kadar devletin de sınırlandırılmaya tabi tutulması gerekir. devletin egemenlik
gücüne sahip olması onun bu gücü kötüye kullanması anlamına gelmez. Devlet adına yetki
kullananların bu yetkilerini anayasal ve yasal zemine dayandırarak meşrulaştırması
gerekmektedir.
Anayasal iktisada göre devletin temel görevlerinin anayasal düzeyde belirlenmesi,
post-anayasal aşamada ise anayasal normların uygulanmasını sağlamaktır. Bu kuralların
konması iktidarların keyfi kararlar almasını engellemektedir. Çünkü Kamu Tercihi
Teorisini geliştiren bilim adamlarından Gordon Tullock'un ifadesiyle devlet bazı
sorunların çözümü, bazılarının da bizatihi kaynağıdır. Anayasal iktisat teorisinin ulaştığı
sonuç devletin ekonomi içindeki yerinin sınırlandırılmasıdır. Kamu kesiminin aşırı
büyümesi bir çok ülkede tedbirler alınmasını gündeme getirmiştir. Bu yüzden ekonomik
anayasa çerçevesinde devletin hak ve yetkileri sınırlandırılırken kişi hak ve özgürlüklerinin
sağlandığı yeni bir ekonomik anayasaya ihtiyaç vardır. Demokrasinin daha çok yaygınlık
kazandığı günümüzde devlet, hem birey özgürlüklerine saygı açısından hem de anayasal
olarak sınırlandırılmış ve belirlenmiş yetkileri dolayısıyla vergilendirmenin de bir sınırı
olmalıdır. Çünkü devletin vergi toplama hakkı varsa bireylerin de başkalarına
devredilemez ve vazgeçilemez bireysel hakları mevcuttur. Bu yüzden devlet vergilendirme
yetkisini ancak kişilerin hak ve özgürlüklerini koruyarak kullanabilmelidir.
J. Buchanan ve Gordon Tullock araştırmaları sonucu 1962 yılında yazdıkları
Oybirliğinin Matematiği: Anayasal Demokrasinin Mantıksal Temelleri (Calcolus of
Consent: Logical Foundation of Constitutional Democracy) adlı çalışmalarıyla Anayasal
iktisadın temellerini atmışlardır. Bu kitabın temel amacı “toplumsal kararlar almada
kullanılacak belirli kuralların anayasal düzeydeki tartışmalardan elde edileceğini
açıklamak”tı. Bu iki yazara göre, anayasal kuralların “ekono-politik” yaşamın “oyun
kuralları” idi. Ve iyi bir oyun için, oyuncuların nitelikleri için oyunun kuralları önemliydi.
Toplumsal tercihlerin belirleme yöntemlerini önemli kılan bir başka neden devletin
ekonomiye “bütçe politikası” ile müdahale edebileceğini savunan Keynezyen teoriden
kaynaklanmıştır. Onlara göre bu durum, Amerikan Mali Anayasasının önemli bir unsuru
olan “denk bütçe” ilkesini zedelemiştir. Denk bütçe ilkesinin göz ardı edilmesi, bütçe
açıklarının ortaya çıkmasına bu ise hükümetlerin iç ve dış borçlarının artmasına ve para
basma yetkisinin sınırsız bir şekilde kullanılmasına neden olmuştur. Anayasal iktisadın
temel amacı iktidarların ne gibi yasal, kurumsal ve anayasal sınırlarla sınırlandırılmaları
gerektiğini araştırmaktır. (Savaş, 1997:1014).
Kamu Tercihi Teorisinin iktisat bilimine getirdiği en önemli katkılardan biri “piyasa
başarısızlığı teorisi” (The Theory of market failure) ne karşılık olmak üzere “Devletin
Yetersizliği Teorisi” (The Theory of Governmental Failure”yi geliştirmiş olmasıdır. Refah
iktisadı teorisi 1930’lu ve 1940’lı yıllarda bazı faktörlere dayalı olarak piyasa ekonomisini
milli ekonomi içerisinde yetersiz olduğunu ve dolayısıyla devletin ekonomide düzenleyici
rol oynaması gerektiğini savunmuştu. Kamu tercihi iktisatçıları ise 1960’lı yılların
başlarından itibaren Keynezyen iktisat politikasının müdahaleci ve genişletici politikalarını
eleştirerek kamu ekonomisinin de piyasa ekonomisi gibi kendi başına optimumu
sağlamaktan uzak olduğunu açıklamıştır (Aktan, 1990:221).
Kamu Tercihi ve Anayasal
İktisatta Devletin Sınırları
Kamu tercihi teorisi politika biliminin ekonomik analizidir. Yani kamu tercihi politik
süreçte alınan karar ve uygulamaları iktisat biliminin kullandığı araç, metot ve
varsayımlara dayalı olarak açıklayan bir disiplindir.
Bu teori, devletin hak ve yetkilerinin sınırlandırılması ve bireylerin ekonomik hak ve
özgürlüklere (mülkiyet ve miras özgürlüğü vb) sahip olabilmesi için devletin yetkilerinin
sınırlarının belirlenmesi üzerinde durur. Çünkü devlete ait olan bütçe yapma vergileme
para basma ve borçlanma hak ve yetkilerinin sınırlandırılması, bireyin ekonomik hak
özgürlüklerini genişletir (1992 a, :8).
Anayasal iktisat ekonomik anayasanın;
Mali anayasa: Mali anayasa (fiscal constitution) anayasal iktisat literatüründe
devletin, harcama ve vergileme ve borçlanma konusundaki yetkilerini ve bu yetkilerin
anayasal sınırlarını ifade eden bir kavramdır.
Parasal anayasa: Parasal hükümler ise, para basmaya bir sınır getirerek büyüme ve
GSMH ile ilişki kurarak sınırı belirlenecektir. ve böylece keyfi para basmanın
engellenmesi.
Dış ticaret anayasası: Bu anayasa düzenlemesi ile dış ticaretin serbestleşmesi
sağlanacaktır.
Yasal kurumsal serbestleşme ve rekabet ana yasından oluşur. Devletin ekonomiye olan
müdahalelerini ve kontrollerin mümkün olduğunca azaltılması ve "oyunun kurallarını"
koyması ve aksak ve yıkıcı rekabeti önleyici tedbirler alması(Aktan, 1994 :153).
Anayasal iktisat teorisinin ulaştığı sonuç devletin ekonomi içindeki yerinin
sınırlandırılmasıdır. Kamu kesiminin aşırı büyümesi bir çok ülkede tedbirler alınmasını
gündeme getirmiştir. Bu yüzden ekonomik anayasa çerçevesinde devletin hak ve yetkileri
sınırlandırılırken kişi hak ve özgürlüklerinin sağlandığı yeni bir ekonomik anayasaya
ihtiyaç vardır. Demokrasinin daha çok yaygınlık kazandığı günümüzde devlet hem birey
özgürlüklerine saygı açısından hem de anayasal olarak sınırlandırılmış ve belirlenmiş
yetkileri dolayısıyla vergilendirmenin de bir sınırı olmalıdır. Çünkü devletin vergi toplama
hakkı varsa bireylerin de başkalarına devredemeyecekleri vazgeçemeyeceği bireysel
hakları mevcuttur. Bu yüzden devlet vergilendirme yetkisini ancak kişilerin hak ve
özgürlüklerini koruyarak kullanabilecektir. (Schneider, 1992).
Anayasal iktisat ve kamu tercihi teorileri, denk bütçe yasasının demokratik süreci
güçlendirmede bir potansiyele sahip olduğunu göstermektedir. Hükümete mali konularda
sınırlamalar getirilmesi anayasal kurallarla (normlarla) sağlanmalıdır. Bunların
gerçekleştirilmesinde, çıkan yasal düzenlemelere itaatin sağlanması için yasanın gerektiği
şekilde esnek olup olmadığı, ceza yasalarını içerip içermediği, yasanın çıkarılma
zamanının uygun olup olmadığı, yasanın gerçekte maliye politikalarına bir kısıtlama
getirip getirmediği ve yasanın seçmenlerin konu ile ilgili anlayışlarını artırıp artırmadığı
önemli faktörlerdir.
D-ARZ YÖNLÜ İKTİSAT VE VERGİ YAKLAŞIMI
Keynezyen iktisadın özellikle 1970’li yılların sorunları karşısında alternatif olarak
ortaya çıkan teorilerden birisi de “supply-side economics”tir. Türkçe’ye arz yönlü iktisat,
arz iktisadı veya sunum yönlü iktisat şeklinde çevrilebilecek olan bu teorinin öne çıkardığı
politika, vergi indirimleri ve bu indirimler neticesinde ekonominin arz yönünün
güçlendirilmesidir.
1978 yılında Amerikan İktisatçılar Birliği tarafından resmen kabul edilen bu terim,
ekonomideki sorunların giderilmesini daha çok vergi indirimlerine dayandırması
dolayısıyla arz yönlü vergi politikası veya arz yönlü (veya yanlı) maliye politikası olarak
da bilinir. (Yıldırım, 1989:92-93).
1-Tanım ve Temel İlkeler
Arz Yönlü İktisat, ekonominin yüz yüze olduğu verimlilik, enflasyon, reel büyüme
gibi pek çok sorunla ilgili compleks bir disiplindir. Bunların yanında tasarruf, yatırım,
çalışma gayreti, teşvikler, iş verimi, hükümetin büyüklüğü ve etkinlik alanı, regulasyonlar
ve piyasaların etkinliği ve hatta uluslararası karşılıklı etkileşim gibi konular da Arz Yönlü
İktisadın ilgilendiği alanlar içerisinde yer alır (Evans 1987:107).
Arz Yönlü İktisat ile ilgili olarak çeşitli tanımlamalar yapılmaktadır. Bu teoriyi
gündeme getiren Arthur Laffer bu konuda şu görüşlere yer verir: “Arz yönlü iktisat, klasik
iktisadın modern tarzda ifadesinden başka bir şey değildir. Arz Yönlü İktisat temel olarak
teşviklere dayanır. Teşvikler değiştiğinde insanların davranışları da değişir. Eğer bir kişi
daha cazip bir aktivitede bulunursa diğer insanlar da bu aktiviteyle ilgilenmeye
başlayacaklardır. Aynı şey tersi için de mümkündür. Vergi, dolaysız kontroller
(regulation), hükümet harcamaları ve devletin ekonomi üzerindeki bütün faaliyetleri
üzerinde yapılacak kapsamlı değişiklikler, kişileri teşvik eder ve davranışlarını değiştirir.”
(Analysing, 1982:70-71). Ancak Arz yönlü iktisat taraftarlarının bütün görüşlerini
kapsayacak şekilde genel bir tanım arz yönlü iktisadın ekonometrik analizini yapan
Michael Evans tarafından yapılmıştır: Ona göre arz yönlü iktisat “ekonominin prodüktif
kapasitesini etkileyen unsurları inceleyen iktisat dalı”dır (Savaş, 1997:957).
Arz Yönlü İktisadın temel politik aracı vergi oranlarıdır. Vergi oranlarının önemli bir
politik araç olarak kullanılmasının kaynağı Avustralyalı iktisatlı Colin Clark’tır. Clark
1940’ların sonunda yaptığı bir ekonometrik araştırmada vergi yükünün % 25’in üzerine
çıkması halinde enflasyonun başlayacağını ileri sürmüştür. Clark’a göre yüksek vergi
oranları tasarrufu ve çalışmayı azaltacak üretimi ve arzı daraltacak bu yoldan da toplam
talep toplam arz dengesini bozarak enflasyona neden olacaktır. Clark’ın bu görüşü de
iktisat politikalarını etkilememiştir. Bunun nedeni sanayi ülkelerinin vergi yükünün %
25’in üzerine çıkarmış oldukları halde hızlı gelişmeyi sürdürebilmiş olmalarıdır. Buna
rağmen vergi yükü ile makro büyüklükler arasındaki ilişkiye ait ekonometrik araştırmalar
devam etmiş ve 1975’te Laffer, Wanniski ve Roberts unun vardığı sonuçlar Clark’ın
görüşünü yeniden güncel hale getirmiştir. En ekstrem şekliyle “Laffer Eğrisi” (Laffer
Curve) diye bilinen bu görüş iktisat politikalarının temelini oluşturmaya başlamıştır
(Savaş, 1986:172).
Amerika’da Hazine sekreteri ve Kongre danışmanlarından Paul Craig Roberts Arz
Yönlü İktisadın vergi kesintileri ile Keynezyen vergi kesintileri arasındaki farklılıkla ilgili
olarak şu görüşleri ortaya koymuştur: Arz Yönlü İktisadın vergi kesintileri ile Keynezyen
Ekonomideki vergi kesintileri arasında çok büyük farklılıklar vardır. Keynezyen öğretide
vergi kesintileri, maliye politikasını uyarıcı bir nitelik taşır. Bu ise daha fazla harcama,
daha fazla talep ve belki de daha fazla enflasyon ve bütçe açığı demektir. Elbette ki vergi
kesintisi için bu kadar sebep bütçe açıklarını üretmektedir. Geçmiş dönemlerde bu etki
hissedilmiştir. Ancak bu konuda şimdi çok farklı düşünülmektedir. Arz Yönlü İktisatta
vergi kesintilerinin sebebi, marjinal vergi oranlarını indirmek şeklindedir. Bu gerçek bir
katkı anlamına gelir. Ayrıca Arz Yönlü İktisadın ulaşmak istediği sonuç, nisbi fiyatlarda
toplam talepten daha fazla bir değişiklik yapmaktır.
Bunu şöyle açıklayabiliriz; öncelikle nisbi fiyatlar kişilerin gelirlerini tüketim ve
tasarruf arasında nasıl tahsis edecekleri üzerinde etkilidir. Cari tüketime tahsis etmek için
ayrılan ek gelir, gelecekteki tüketimden vazgeçmek ve tasarruf oluşturmaktır. Gelecekteki
gelirden vazgeçmenin değeri, marjinal vergi oranı tarafından etkilenir. Daha yüksek
marjinal vergi oranı ek cari tüketimde bir kişi için daha ucuz vazgeçmektir. Nisbi fiyatlar,
insanların zamanlarını çalışma, boş durma, eğlence veya yeteneklerini artırmak üzerinde
yönlendiricidir. Eğer kişi zamanının bir kısmını boş durmaya ayırırsa, bu, çalışarak
kazandığı cari gelirin bir kısmından vazgeçmek demektir. Cari gelirden vazgeçmenin
gaydası marjinal vergi oranının bir fonksiyonudur.
Arz Yönlü İktisadın ikinci yönü de altın standardına geri dönülmesi düşüncesidir.
Altın standardını savunanlara göre, bu standart para arzının aşırı artışına ve enflasyona
mani olur. Para sadece ihtiyaç duyulduğunda ve altın mevcudu kadar basılır. Öncelikle
para arzı kontrol altına alınır ve enflasyon ortadan kaldırılır. Altın standardı, açık bütçeler
parasal genişlemeye sebep olduklarından hükümetlerin açık harcama yetkilerini de ortadan
kaldırır. Böylece parada istikrar ve bütçede de denge oluşturulur. Özel sektör vergi teşviki
nedeniyle yatırıma yönlenir. Bunu istihdam ve ekonomik büyüme takip eder
(Kımzey,1983: 21). Ancak arz yönlü iktisadın bu ikinci yönü fazla taraftar bulamamıştır ve
uygulamaya konamamıştır.
2-Laffer Eğrisi
Arz Yönlü İktisadın en temel yaklaşımlarından birisi vergi oranları ile vergi gelirleri
arasındaki ilişkidir. Buna göre bu ilişki ters orantılıdır. Ancak, Arz Yönlü İktisatta Laffer
eğrisiyle ifade edilen bu ilişkinin Artur Laffer’le başladığı söylenemez. Nitekim (İbn-i
Haldun’un görüşleri yanında) iktisadın bir bilim haline gelmesini sağlayan ünlü İktisatçı
Adam Smith yine iktisadın bilim haline gelmesini sağlayan ünlü kitabı “Milletlerin
Zenginliği” (1776) adlı kitabında bu konudaki görüşlerini açıklamıştır: “Yüksek vergiler
bazen üzerinden vergi alınan malı ve dolayısıyla tüketimi azaltır. Bazen de kaçakçılığı
teşvik eder ve kamu gelirlerinin tahmin edilenden daha az olmasına yol açar.” Ancak
konunun esaslı olarak gündeme gelmesi 1974 yılında Arthur Laffer’in kendi ismiyle anılan
eğriyi çizmesiyle olmuştur. Wanniski Roma İmparatorluğu’nun yüksek vergiden yıkıldığı
ve 1929 büyük depresyonuna da yine yüksek vergilerin neden olduğu görüşündedir. Ona
göre; sıfır vergi oranında üretim maksimum düzeyde olacaktır (Fullerton, 1982 :5-6).
Laffer eğrisine göre hiç vergi hasılatı sağlamayan iki ekstrem vergi oranı vardır.
Bunlar sıfır vergi oranı ve % 100 vergi oranıdır. Sıfır vergi oranında fertler hiç vergi
ödemezler. Vergi oranı % 100 olduğunda ise fertlerin üretim yapıp gelir elde etme arzuları
tükenmiş olacağından yine hiç vergi ödemeyeceklerdir. Bu iki ekstrem arasında önceden
belirlenmesi mümkün olmayan bir vergi oranı
vergi hasılatını en yüksek düzeye çıkaracaktır (Savaş, 1997:960).
Şekil 2: Laffer Eğrisi
Vergi Oranı (R)
100
R1
R0
0
T1
T0 Vergi Geliri
(T)
Yukarıda Laffer eğrisinde görüldüğü gibi optimum vergi oranı 0-100 arasında belirsiz
bir yerdedir. 0 noktasında hasılat da sıfırdır. Yani bu noktada herhangi bir gelir söz konusu
değildir. Arz Yönlü İktisat vergi oranının belli bir noktaya kadar yükseltilmesi halinde
vergi mükelleflerinin ödedikleri vergi nedeniyle uğradıkları kaybı telafi etmek için daha
fazla çalışacakları görüşündedir. Bu durum vergi gelirinin daha da artmasına yol açacaktır.
Ancak vergi oranının bir noktadan sonra daha da artması vergi mükelleflerinin şevkini
kıracaktır. Bu durum onların çalışma arzularını azaltacak ve böylece vergi gelirleri de
azalacaktır. Şekilde R0 noktasındaki bir vergi maksimum vergi hasılatının (T0) sağlandığı
noktadır. Daha fazla Vergi oranı en yüksek noktaya getirildiğinde (%100), ekonomi
yeraltına kayacak ve gelirler beyan edilmeyecektir (unreported). Böylece vergi hasılatı
sıfıra inecektir.
Laffer eğrisi üzerinde vergi indiriminin büyüklüğü de önemlidir. Eğer vergi indirimi
çok geniş tutulursa vergi hasılatı artmaz. Örneğin R0’ın altındaki bir vergi indirimi böyle
bir etki gösterir.
Vergi hasılatını artırmak düşüncesiyle vergi oranlarında bir indirime gittiğimiz zaman var
olan oranın maksimum vergi oranını sağlayacak olan oranın üzerinde olması gerekir.
Şeklimizde maksimum vergi hasılatını sağlayan nokta R0 noktasıdır (Kımzey,1983:1617)..Marjinal vergi oranlarında meydana gelen azalma bireylerin çalışma arzular ını
artıracağı gibi tasarruflarını da etkiler. Bireyler gelirlerini ya tasarruf eder ya da tüketirler.
Marjinal vergilerde meydana gelecek değişiklik bireylerin bu gün ki tüketim ve gelecekteki
tüketim eğilimlerini değiştirecektir. Marjinal vergi oranlarının artması bireyleri tüketime
azalması tasarrufa yönlendirecektir (Yıldırım 1989:96-97). Haldun-Laffer etkisi aşağıdaki
şekille de açılanabilir.
Şekil 3: Vergi Oranları ile Toplam Piyasa Üretimi ve Vergi Geliri Arasındaki İlişki
Vergi Oranı (%)
F
T4
E
T3
L
D
T2
K
T1
C
A
Toplam
Y3 Y2
Y1
0
B
R1
R2
R3
Vergi Geliri
Piyasa Üretimi
Şeklin sağ tarafı vergi oranları ile vergi gelirleri arasındaki ilişkiyi göstermektedir.
Vergi oranı sıfır olduğunda vergi geliri de sıfırdır. Aynı etki vergi oranının % 100 olduğu
durum için de geçerlidir. Vergi oranlarının B,C ve D’ye kadar artırılması vergi hasılatı
üzerinde olumlu etkide bulunur. D noktası maksimum vergi hasılatının elde edildiği
noktadır. Bu noktadan sonra yapılacak olan vergi oran artırımı hasılatı azaltacak nihayet F
noktası üzerinde (% 100) sıfır hasılat olacaktır.
Sol taraf ise vergi oranlarıyla toplam piyasa üretimi ilişkisini göstermektedir. Vergi
oranının sıfır olduğu varsayımı altında toplam piyasa üretimi Y1 düzeyindedir. Vergi oranı
belli bir noktaya çıkarılıncaya kadar toplam piyasa üretimi artar. Çünkü burada devlet bir
miktar vergi toplarken bir miktar da hizmet arz eder. Bu mal ve hizmet tam kamusal veya
yarı kamusal olabilir. Bu hizmetler özel sektör üzerinde olumlu etki gösterir ve toplam
piyasa üretimi artar. Bu ise GSYİH’nin artışı demektir. Vergi oranındaki artış L
noktasından itibaren toplam piyasa üretimi üzerinde olumsuz etki meydana getirir. Çünkü
yüksek vergi oranları fiyatları olumsuz etkiler.
T4’ten T3’e yapılacak bir vergi indirimi vergi gelirlerini R2’den R3’e çıkaracaktır.
Şekilden de görüldüğü gibi toplam piyasa üretiminin maksimuma ulaştığı nokta (L) vergi
hasılatının maksimuma ulaştığı noktadan (D) öncedir. Bunun nedeni şudur; devletin bir
miktar vergi geliri toplaması ekonomiye bir miktar kamusal mal arz etmesi anlamına gelir.
Başlangıçta bu düşük vergi oranları ekonomik birimlerin faaliyetleri üzerinde pozitif etkide
bulunur. Böylece toplam piyasa üretiminde maksimuma, düşük bir vergi oranında ulaşır
(Aktan, 1990:227).
Arz Yönlü İktisatçılar çalışmalarını mümkün olduğunca ampirik bulgulara
dayandırmışlardır. Bu amaçla yapılan ampirik çalışmalar yanında monetaristlerin ve
Rasyonel Beklentiler Teorisi’nin yaptığı çalışmalardan da yararlanmışlardır. Arz Yönlü
İktisada göre Batı ülkelerinde ferdi tasarruf hacmi en düşük ülke ABD’dir. Bunun sebebi
Amerikan vergi sisteminin ağır vergi yüküne sahip olmasıdır (Tekelioğlu, 1993:250).
3-Laffer Eğrisine Yönetilen
Eleştiriler
Bazı iktisatçılar Laffer eğrisindeki amaçlara muhalefet ederler. Onlara göre Laffer
eğrisinde bazı belirsizlikler vardır. Örneğin varsayımların doğruluğunun ampirik bulgularla
test edilmesi son derece zordur. Laffer vergi indirimlerinin derhal vergi hasılatı
sağlayacağını söylemez. Vergi indirimleri yatırım ve üretim artışına o da gelir ve vergi
artışına yol açar. Gerçekten vergi indirimleri yatırım ve üretimi uyarıcı bir etki yapar,
ancak bu toplam vergi gelirlerini artırmak için yeterli değildir. Üstelik vergi indirimlerinin
yeraltı ekonomisi üzerinde ne kadar etki edeceğini belirlemek de son derece zordur
(Kımzey,1983:19).
Laffer eğrisi, bir başka açıdan da eleştirilmektedir. Buna göre merkezinde insan olan
ekonomi bilimini incelediği halde insanların iyi ya da kötü olarak nitelendirilebilecek
davranışlarını dikkate almıyor. Bunun dışında ahlaki ve politikaya ait şeyler arasında
ayırım yapmaya imkan vermiyor (Lacoude,1980 :6).
Laffer eğrisine yönelik diğer bazı eleştiriler şunlardır: Bu eleştirilerden bazıları Laffer
eğrisinin bir hayal ürünü olduğu yönündedir. Laffer eğrisinde öne sürülen tasarruf, çalışma
ve tüketim gibi etkiler esasen subjektif özellik taşır ve ölçülemez. İnsanların tercihleri ve
beklentileri politikacılar tarafından bilinse bile, insanlar bu tercih ve beklentilerini daima
sürdürmezler. Diğer bir eleştiri ise Laffer eğrisinin makro ekonomik bir temel den yoksun
olduğu yönündedir. Buna göre teori vergi indirimleriyle ekonomik tercihlerin değiştiğini
basit bir şekilde ele alır. Bu değişikliklerin nasıl olduğu hangi sürelerde olduğu, veya nispi
fiyat değişikliklerinin neler olduğu tartışılmıyor. Bu kadar yüzeysel bir yaklaşım Arz
Yönlü İktisadı açıklamaya yetmez. (Lacoude,1980 :8).
Laffer eğrisinin başarılı olabilmesi için mevcut vergi oranının C noktasının üzerinde
bulunması gerekir. Vergi oranları E noktasından D noktasına indiğinde vergi gelirleri
yükselecektir. Bununla birlikte maksimum vergi geliri noktasının nerede bulunduğunu
nilme imkanı olmadığından hiç kimse Laffer etkisinin ortaya çıktığından emin olmaz. Eğer
vergi oranı C noktasından düşük ise, (A ve B noktaları) oranlarda yapılacak bir indirim
vergi hasılatını artırmayacaktır.
Şekil 4: Laffer Eğrisi
Vergi Oranı (R)
100
E
D
C
B
A
0
Vergi Geliri (T)
Laffer Etkisinin geçerli olması için yerine getirilmesi gereken ikinci önemli koşul,
vergi indiriminin çok fazla olmamasıdır. Vergi oranının C noktasından yukarıda olduğunu
varsaydığımızda, bu oranı vergi gelirini maksimum gelir noktasına daha yakın bir noktaya
getirmedikçe Laffer etkisinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Örneğin vergi oranını E’den
D’ye veya C’ye indirilmesi vergi hasılatını artıracaktır. Ancak B noktasına yapılan indirim
vergi hasılatını düşürecektir. Hiç kimse eğrinin şeklini ya da maksimum vergi geliri
noktasının konumunu bilmediğinden, vergi oranlarını uygun bir şekilde azaltmak çok güç
bir iş olacaktır.
Vergi gelirlerinin yükselebilmesi için kişilerin vergi indirimlerinden sonra daha fazla
çalışmaları gerekir. Gerçekten elde edilen veriler, kişilerin reel gelirleri arttığında daha az
çalışmadığını ve daha fazla boş durmadıklarını göstermektedir. Aynı şekilde kurumlar
vergisi indirimlerinin vergi gelirlerini artırması için, firmaların vergi sonrası kazançları
arttığında yeni yatırımlara yönelmeleri ve yatırımlarını önemli ölçüde artırmaları gerekir
(Presten ve diğ., 1993:299-301).
IV-DİĞER TEORİLER
Bu başlık altında farklı bazı önerilerde bulunan ancak esasen devletin iktisadi hayata
müdahalesini ön gören “Yapısalcılar”, aktif yapıcı ve fonksiyonel devlet düşüncesinin
ötesinde sosyal devlet ilkesine dayanan ancak gerektiği kadar devlet mümkün olduğunca
piyasadan yana olan “Sosyal Piyasa Ekomomisi” ve Neo-Klasik ile Marksist İktisadın
görüşlerine alternatif fikirler üreten kurumsal iktisat üzerinde durulacaktır.
A-YAPISALCI (STRUCTRALİST) YAKLAŞIM
Bu iktisadi yaklaşım çoğunluğu Latin Amerika kökenli iktisatçıların 1950’li yıllarda
Latin Amerika ülkelerinin karşılaştığı darboğazların moneterist iktisadın ön görülerinden
farklı bir şekilde giderilebileceği düşüncesinden doğmuştur. Bu iktisatçılar az gelişmiş
ülkelerin gelişmiş ülkelerden çok ve farklı yapısal sorunları olduğunu, moneterizmin
enflasyon için ortaya koyduğu önerilerin bu ülkeler (az gelişmiş ülkeler) için çözüm
olamayacağını iddia ederek ona (moneterizme) bir tepki olarak doğmuştur. Bu görüşe göre
enflasyonun kaynağı sözü edilen ülkeler için yapısal bozukluklar ve dar boğazlar olup,
bunlar giderilmedikçe enflasyon da çözümlenemeyecektir.
Yapısalcılar, Klasikler ve onun devamı olan teorilerin aksine az gelişmiş ülkelerin
yapısı gereği kamunun büyüme ve kalkınma çabalarına öncülük etmesinden ve içe dönük
sanayileşmeden yanadır.
Az gelişmiş ülkelerde yapısalcı yaklaşım, enflasyonu dolayısıyla istikrarsızlığa yol
açan sorunları besleyen ve kronikleştiren bazı unsurlar olduğuna dikkat çekerek bunları
açıklamaya çalışmıştır.
Bu unsurlar şunlardır:
-Tarımda arz esneksizliği; Az gelişmiş ülkelerde nüfusun hızla artması, tarımda
modernizasyonun sağlanamaması gibi nedenler tarım ürünlerini giderek daha yetersiz hale
getirmektedir. Bu durum ise devletin tarım kesimini yönlendirmesi ve altyapısını
hazırlaması yönünde bazı fonksiyonları üslenmesini gerektirmektedir.
-Dış Ticaret Dengesizliği; Yapısalcılar bu sorunun giderilmesi için ithal ikamesine
dayalı sanayileşme, ihracatın artırılması ve ithalatın kısılması hatta yasaklanmasından
yanadırlar.
-Parasal ve Mali Dengenin Sağlanması; Az gelişmiş ülkelerde var olan bütçe kronik
açıkları sorunu üzerinde de duran yapısalcılar bu sorunun giderilmesinde çözümün para
arzını artırmak yerine kamu gelirlerinin artırılması (etkin vergi denetimi, üst gelir
gruplarının vergilendirilmesi, vergi kayıp ve kaçaklarının en aza indirilmesi ve yeni vergi
alanlarının oluşturulması vb) ile çözümlenebileceği ve enflasyonist baskının
azaltılabileceği düşüncesindedirler.
-Ekonomik Kurumların Yetersizliği; Az gelişmiş ülkelerin en önemli sorunlarından
birisi de hantal devlet yapısı ağır bürokrasi siyasal istikrarsızlı, yetersiz sermaye ve
bankacılık gibi esasen uzun vadede çözümlenebilecek sorunlardır (Eker ve diğ., s. 62-65).
Görüldüğü gibi yapısalcı yaklaşım klasik iktisadi düşüncenin aksine devlet
müdahalelerinden yanadır. Çünkü Az gelişmiş ülkelerde ekonomide var olan bir çok sebep
piyasanın istikrarsızlığı giderici etkide bulunamayacağı istikrarın sağlanabilmesi için
devletin müdahalelerinin şart olduğu görüşündedirler.
B-SOSYAL PİYASA EKONOMİSİ
Sosyal Piyasa ekonomisi Almanya’da Frieburg Albert Ludwing Üniversitesinde
1930’lu ve 1940’lı yıllarda görev yapan bir grup iktisatçı ve hukukçunun geliştirdiği
Ekonomik Düzen Teorisi ve Ekonomik Anayasa Hukuku düşüncesine dayanmaktadır.
Frieburg Okulu ve Ordo Liberalizmi olarak da bilinen Ekonomik Düzen Teorisi
(Ordnungstheorie) Alman İktisatçı Waltter Eucken ve Hukukçu Franz Böhm’ün öncülük
ettiği bilimsel çalışmalarla ortaya çıkan çağdaş iktisadi ve sosyal düşüncelerden birisidir
(Aktan, 1994:179).
Frieburg öğretisi toplumda mutlaka bir düzenin şart olduğu ve bu bu düzenin bir
yönünü de “ekonomik düzenin” oluşturduğunu ortaya koyar. Bu öğretiye göre ekonomik
düzen bizatihi insanlar tarafından oluşturulur. Yani doğal dün reddedilir.
Frieburg okulu “sınırlı devlet” yerine “aktif-yapıcı-fonksiyonel devlet”ten yanadırlar.
Ancak bu müdahaleci devlet anlamına gelmez. Aktif devlet, sosyo-ekonomik ve politik
düzenin kural ve kurumlarını oluşturan devlettir. Bu yüzden devlet piyasadaki rekabet
yetersizliğini giderecek ve aksak rekabeti önleyecek kural ve kurumları oluşturmalıdır.
Frieburg okulu mensupları eserlerinde sıkça “ordnungsrahmen” terimi üzerinde
dururlar. Bu kavram ile yasal-kurumsal düzenin genel çerçevesi ifade edilmektedir. Bu
kavram yerine zaman zaman “ekonomik anayasa” kavramı da kullanılmaktadır (Aktan,
1994:182).
Frieburg okulunun geliştirdiği ekonomik düzen teorisinde ekonomik düzenin hukuki
çerçevesini oluşturan kural, norm ve kurumlar bütünü “ekonomik anayasa” olarak
adlandırılmaktadır. Bir başka ifadeyle ekonomik anayasa, ekonomik birimlerin karar ve
faaliyet alanlarını düzenleyen her türlü hukuki norm, kural ve kurumlar bütününe verilen
isimdir.
Ekonomik düzenle ekonomik anayasa birbirinden farklı kavramlardır. Ekonomik
düzen ekonomik anayasa olmadan da var olabilir.Ekonomik yaşamda kendiliğinden
oluşmuş kurallar (örneğin iş ahlakı kuralları) ve kurumlar ekonomik düzeni oluşturabilir.
Ekonomik anayasa ile ekonomik düzenin daha iyi işlemesi amaçlanmaktadır.
Böylece ekonomik düzen teorisi ve ekonomik anayasa hukukunu özetledikten sonra,
bunlara dayalı olarak oluşturulan sosyal piyasa ekonomisine geçebiliriz. Sosyal Piyasa
ekonomisini (Sociale Marktwirtshaft-Social Market Economy) kavram olarak ilk defa
kullanan Alfred Müller-Armack’tır. 1978 yılında ölen Armack fikirlerini Frieburg
okulunun kurucuları olan Euken ve Böhm’e dayanarak geliştirmiştir. Ona göre sosyal
piyasa ekonomisi; “rekabet ekonomisi temeline dayalı özgür girişimi, piyasa ekonomisi
faaliyetleri içinde güvence altına alınan sosyal gelişme ile bağdaştırma” düşüncesine
dayanır.
Buradan anlaşıldığı üzere sosyal piyasa ekonomisinin iki temel boyutu vardır:
1-Ekonomik boyut; Sosyal piyasa ekonomisi zaten bir ekonomik düzen modelidir ve
piyasa özgürlüğü ve rekabete dayanır. Bu boyut kaynağını ekonomik düzen teorisinden alır
2-Sosyal Boyut; Bu boyutta ise sosyal eşitlik ilkesi üzerinde durulur. Bu boyut daha
çok Hıristiyanlığın bazı kurallarına (mesleki dayanışma, iş ahlakı, karşılıklı yardımlaşma
vs) dayanır.
Aynı zamanda sosyal piyasa ekonomisinin temel ilkelerinden birisi de olan sosyallik,
piyasa da düşük gelir gruplarının yaşam standartlarının yükseltilmesi ve tüm toplum
üyelerinin ekonomik ve sosyal sorunlara karşı korunmasını ifade etmektedir.
Sosyal piyasa ekonomisinin diğer ilkeleri ise özgürlük (ve piyasa özgürlüğü) rekabet
(devletin müdahalesine açıktır), sosyal devlet (devletin temel sosyal amaçları
gerçekleştirmek için ekonomiye müdahale etmesi; örneğin gelir dağılımının bizzat devlet
tarafından düzeltilmesi gibi) ilkelerine dayanır.
Bunun dışında sosyal piyasa ekonomisi yetkilerin yatay kuvvetler ayrılığı (yasama,
yürütme, yargı) ve dikey kuvvetler ayrılığı (ademi merkeziyet) aracılığıyla
paylaşılmasından yanadır.
Sosyal Piyasa ekonomisi öngördüğü devlet müdahalelerinin piyasa sistemine uygun
olması ve piyasa sisteminin işleyişini bozmamasından yanadır. Sosyal Piyasa Ekonomisi,
devletin mal ve hizmet fiyatlarını direk olarak kontrol etmesini piyasaya uygun olmayan
bir müdahale olarak kabul eder (Aktan, 1994:188-192).
B-KURUMSAL İKTİSAT
Kurumsal iktisat Amerikan menşeli bir iktisadi düşüncedir. Kurucusu olarak Thorstein
B. Veblen kabul edilir. Diğer önemli temsilcileri ise istatistiksel yöntemlerin
kullanılmasına önem veren Wesley Mitchell ve yasama yoluyla pek çok ekonomik ve
sosyal reformların gerçekleştirileceğini savunan John R.Commons’tur.
Neo-klasik ve Marksist iktisadın görüşlerine alternatif fikirler üretme üzerinde
yoğunlaşmıştır. İktisat bilimini interdisipliner olarak kabul eder. İktisat, sosyoloji,
psikoloji, siyaset, maliye, yönetim gibi bilimleri birlikte değerlendirmektedir. İktisadi olay
ve faaliyetlerin gelişiminde kurumların önemi büyüktür. Ekonomide istikrar için devletin
ekonomiyi sürekli olarak izlemesi ve yönlendirmesi gerekmektedir. Devlet gelir
dağılımında adaleti sağlayıcı olmalıdır.
Kurumsal İktisat her iki görüşün (neoklasik ve marksist) dışında, karma bir ekonomi
modeli öngörmektedir. Kurumsal iktisada göre sosyal politikaların ana amacı topyekün
insan refahının yükseltilmesine yönelmiştir. Devlet bireyin durumunu iyileştirmek için
onun önündeki engelleri kaldırmalıdır.
Onlara göre insanlar mülk sahipliği ve paylaşımı konusunda sürekli çatışma
içerisindeler. Bu çatışmanın herkesin yararına disiplin altına almak için kollektif kurumlara
ihtiyaç vardır. Ekonomik düzenin kendiliğinden meydana geleceğini beklemek yerine
ekonomik sistemi yönetmek ve yönlendirmek gerekmektedir.
Kurumsalcılar sistemli teoriler kurmak yerine gelenekleri, kurumları ve davranışları
incelerler. Tümevarım metodu kullanarak sonuca varmaya çalışırlar. Ekonominin sadece
piyasadan ibaret olmadığı mantığı çerçevesinde ekonomiyi tüm yönleriyle inceleyerek
gelişmenin temel dinamiklerini belirlemeye çalışırlar.
Kurumsalcılar ekonomiyi ve evreni yönlendirmektense varolan kurum ve kuralları
inceleyerek bir sonuç çıkarmaya çalışırlar. Kapitalizmin ve sanayi toplumunun ortaya
çıkardığı sorunların nasıl çözümleneceği üzerinde araştırma yapmaktadırlar.
1-Temel Görüşleri
*Ekonomiyi parçalar halinde değil, bir bütün olarak dikkate almak gerekir. Çünkü ayrı
ayrı değerlendirmek yanıltıcıdır. Ekonomi diğer bilimlerle ilişkili bir bütündür ve bütün
parçaların toplamından daha büyüktür.
*Kurumların rolüne büyük önem verirler. Onlara göre kurumlar sadece mevcut
yapılanmayı değil, daha ileriye doğru inşa edilecek insan davranışlarının organize edilmiş
yapılanmalarını da kapsar.
*İstikrarın tek yolu devletin ekonomiyi sürekli gözetmesi ve yönlendirmesidir.
*Kurumcular gelir ve servetin daha adil dağılımını sağlamak için liberal ve
demokratik reformları desteklerler. Ancak piyasa kurallarıyla kaynakların etkili dağılımı ve
gelirin bölüşümünün sağlanamayacağını ileri sürerler.
* Kurumcular geleneksel teorinin ekonomik yaklaşımda bir uyum olduğuna dair
görüşlerine karşı çıkarlar. Onlara göre ekonomide uyum değil kurumlar arası çatışma
vardır. Başka bir deyişle ekonomik birimler uyum içinde değil, çatışma halindedir.
* Ekonomik olaylar neden-sonuç etkileriyle birlikte bütünsel olarak ele alınmalıdır.
* Devletin ekonomide gözetim, denetim ve müdahalesi kaçınılmazdır.
* Bireylerin davranış güdülerinde sadece kişisel çıkarlar yoktur,
* İktisadi olaylar değişkendir,
*Hem kapitalizmi hem de marksizmi eleştirirler,
* Paranın rolü sadece mübadele değil, spekülasyon ve ihtiyat saiki rolü de vardır.
Bunu Keynes’ten önce söylemişlerdir.
*Konjonktür modelini kurmuşlardır. Belli dönemler ve uzun dönemli iktisadi
hareketleri inceleyerek toplumsal bir denetim kurulabileceğine inanmışlardır.
* Kamu harcamaları dengeleyici bir araç olarak kullanılabilir.
* Depresyonla mücadelede ücret indirimlerine karşı çıkmışlardır.
* İktisat bilimine “güç”, “toplumsal denge” gibi kavramları getirmişlerdir. Onlara göre
güç kamusal müdahalenin temelinde yatar. Kapitalizmin ileri safhalarında piyasalar
oligopolleştikçe firmalar güç sahibi olurlar. Buna karşılık alıcıları koruyan sendikalar
vardır. Fakat bu güçler dengeyi sağlayamazlar. Devletin müdahalesine ihtiyaç vardır.
Toplumsal denge ise, özel ve kamu girişiminin arz ettiği mal ve hizmetler arasında
dengesizlik vardır. Toplum üretim sorununu çözse de bölüşüm sorununu çözemez. Bu
sebepten toplumsal dengenin sağlanabilmesi için kamu hizmetlerinin artırılması gerekir.
Ücret-fiyat kontrollerine ihtiyaç vardır. Bunun için kamu müdahalesi ve bu müdahalenin
devamına ihtiyaç vardır.
Kurumsal iktisatçılara göre iktisat biliminin temelini bireyler değil kurumlar oluşturur.
Bireyler bu kurumların etkisi altındadır. Bireysel tercih, istek ve seçimleri veri kabul etmek
yanıltıcıdır. Ayrıca iktisadi sistem de sosyo kültürel sistemin bir alt dalıdır.
Kurumsal iktisatçılar toplumsal değişme üzerinde de dururlar. Toplumun devamlı
değiştiğini dolayısıyla toplumla ilgili kesin bir şeyin söylenemeyeceğini ileri sürerler.
Kurumsal iktisat deneyciliğe önem verirler. Yani metafizik olguları kabul etmezler.
Kurumsal iktisatçılar statik yerine dinamik, duygular yerine faaliyetler, bireysel
davranış yerine grup davranışı, denge yerine yönetim, bırakınız yapsınlar yerine denetim
terimlerini kullanmışlardır.
2-Eski ve Yeni Kurumsal
İktisatçılar
Kurumsal iktisatçılar eski ve yeni kurumsal iktisatçılar olarak iki ye ayrılmaktadırlar.
Eski kurumsal iktisatçılar rasyonel iktisadi aktörler üzerine kurulu olan neo-klasik
yaklaşımın tamamen terk edilip yerine iktisadi davranışların kültürel bağlamda meydana
geldiğini varsayan yeni bir yaklaşımın konulmasını savunurlar. Oysa yeni Kurumsal
İktisatçılar neoklasik iktisadın yeniden düzenlenmesini ve genişletilmesini savunurlar.
Yani Eski Kurumsal iktisatçılara göre insan bir kültür ürünü iken yeni kurumsal
iktisatçılara göre insan rasyonel seçici bir özellik taşır.
Yeni kurumsal iktisatçıların en önemli temsilcisi John Kenneth Galbraith’tir. Ona göre
çağdaş ekonomilerde planlı sistem ve piyasa sistemi olmak üzere iki sistem vardır. Ancak
gücü elinde tutan planlı sitemdir. Bunlar kamusal mal ve hizmetleri kendi refahlarına, fakat
toplumun aleyhine kullanırlar. Üstelik planlı sistem bürokrasi ile işbirliğine girişerek
çıkarlarını mükemmel bir şekilde yönetmektedir. Bu sebepten mevcut durumda piyasa
kendi kendine dengeye gelmez. Oligopolleri azaltan ve rekabetçi piyasayı destekleyen
kamu politikalarına ihtiyaç vardır.
Sanayi toplumu her ne kadar üretim sorununu çözmüş olsa da bölüşüm sorununu
çözememiştir. Özellikle kamu kesiminin yetersizliğine değinen Galbraith özel kesimle
kamu kesiminin birbirini tamamlayıcı olduğunu söyler. Ona göre kamu hizmetlerinin
yeterince artırılmaması hayat standardını düşürecek ve çevre şartlarını bozacaktır. Bunun
önlenmesi ise devlet müdahalesi ile olur. Ancak bu müdahale Keynesçi bir müdahale
değildir. Keynesçi müdahale asıl olarak işsizliğe bir çare olarak kamu harcamalarının
artırılmasını öngörür. Ancak bu harcamalar sosyal alanda kullanılmamış, büyük firmaların
mallarının alımına yönelmiştir. Ayrıca Keynesçi politika enflasyona yol açmıştır. Bu
yüzden sosyal harcamaların niteliğinin değişmesi gerekir. Kamu harcamalarının rekabeti
güçlendirici olarak sınai temelleri olmayan; yoksulluk yardımı teknik olmayan eğitim
yardımı, adaletin sağlanması gibi toplumun geneline hizmet eden faaliyetlere
yönlendirilmelidir. Yani Galbraith gelir dağılımını sağlayan kamu harcamasından yanadır.
Bu sebeple verginin artan oranlı olmasını savunur. Ekonomide istikrar ihtiyacından ziyade
reform ihtiyacı söz konusudur. Mevcut sistem planlı ekonomideki birkaç bin sermaye
sahibini desteklemektedir. Bankalar ihtiyacı olmadığı halde kredileri bunlara vermekte
piyasa sisteminde yer alan ve esas krediye ihtiyacı olan kesimi ise horlamaktadır
3-Kurumsal İktisat ve Yerleşik İktisat
Kurumsal İktisat yerleşik iktisattan farklı olarak iktidar üzerinde durur. Bu bağlamda
iktisadi etkinliğin çerçevesini çizen hakların gelenek ve hukuk yoluyla yeniden
biçimlenmesini gelenek ve hukukun kurallarının işleyiş ve yeniden biçimlenmesini yasal
süreçlerle piyasa süreçlerinin karşılıklı ilişkisini ve hukuk yapısının çalışma kurallarının
içinde gömülü olduğu değerlerin neler olduğuyla ilgilenmektedir.
Kurumsal İktisatçılara göre iktisadi sistemler açık ve dinamik bir sistemdir. Hukuki
düzenlemelerin de açık ve dinamik olması gerekir. Yani yerleşik iktisatta olduğu gibi bir
çok şey sabit değil, hareketli ve değişkendir. Bir çok faktörün sabit kabul edilmesi
ekonomiyi kapalı hale getirir. Bilgi, teknoloji, tüketici tercihi ve zevkler vs’nin sabit
sayılmasını eleştirirler.
İktisadi sistem sosyal sistemden soyutlanamaz. Ekonomi işleyen bir süreçtir. ve sosyal
yapıyla iç içedir. Tercihlerin belirlenmesinde bilgiden daha önemli bir parametre
inançlardır. Bunun yanında insan davranışlarını belirleyen diğer faktörler gelenek,
alışkanlıklar ve sosyal kimliktir.
4-Kurumsal İktisatçılar ve
Radikal İktisatçılar
Kurumsal iktisatçılarla radikal iktisatçılar arasında da benzer ve farklı yönler
bulunmaktadır. Özellikle kurumsal iktisatçılarla radikal iktisatçıların kapitalizmi eleştirisi
benzerlik taşır. İktidar konusunda da yaklaşımları birbirine benzemektedir. Her ikisi de
KİT’lerin ekonomideki yerini koruması gerektiğini aksi halde ekonominin üst sınıfların
hegamonyasına gireceğini savunurlar.
Buna karşılık radikallerin sınıf kavramını reddederler. Toplumsal değişimi kabul
ederler. Ancak bunun önceden belirlenemeyeceğini söylerler. Sosyal değişim devrimle
değil, reformla sağlanır onlara göre. Marx sosyalist devrimin kaçınılmaz olduğunu söyler.
Fakat kurumsal iktisatçılar bunun önceden tahmin edilemeyeceği görüşündedirler.
Devletin ekonomideki rolü hakkında da farklı yaklaşımları vardır. Kurumsal
iktisatçılara göre devlet bir uzlaşma zeminidir. Değer teorisi de farklıdır. Radikaller
değerin emekle, kurumsal iktisatçılar teknolojiyle ortaya çıktığı ifade ederler.
5-Kurum ve İktisat
Kurumsal İktisada adını veren en önemli kavram kurumdur. Kurum kavramı sosyal
bilimlerde kullanılan kurum kavramından farklıdır. Yani yasal organizasyon biçimlerini
değil, daha çok geçmişten köklenen ve insan topluluklarını geleceğe taşıyan istikrarlı
davranış tarzlarını ve düşünce alışkanlıklarını ifade eder. Ancak kurum bir belirsizlik
içermektedir. Ne olduğu hususunda bir ittifak yoktur ve sınırları kesin olarak belirlenemez.
Bu yüzden kurum bazen birlikte hareketi sağlayan yasalar veya doğal hakların bir
çerçevesi bazen de birlikte yaşayan insanların davranışları olarak ortaya çıkar. Kurumsal
iktisatçılardan Commons kurumu “bireysel eylemin genişletilmesi ve denetlenmesinde
ortaya çıkan toplu eylem” olarak tanımlar. Mitchell ise, “geniş alışkanlıklar” olarak
tanımlar. Bir başkası ise “sosyal olarak belirlenmiş ilişkilerin davranış kalıpları kümesi”
olarak tanımlamaktadır. Ayres’e göre ise kurum “menkıbeler, geçmişten kalan inançlar,
statü ve toplumun hiyerarşik düzenine dayalı kurumların tümüdür.”
Onlara göre kurum sadece belli amaçla oluşturulmuş bir kuruluştan; örneğin bir okul,
bir hapishane bir sendika veya bir merkez bankasından ibaret değildir. Kurum bir düşünce
alışkanlığı ve organize olmuş bir kültürün belli bir parçası olarak benimsenmiş bir grupsal
davranış biçimidir. Yani kurum gelenekleri, sosyal alışkanlıkları, yasaları, düşünce
biçimlerini ve yaşam biçimlerini de kapsar. Mesela köleliği savunan bir toplumda kölelik
bir kurumdur. Bu sebeple kurumsalcılar ekonominin iktisadi yönünden öte, kurumsal
yönüyle ilgilendikleri ileri sürülmüştür.
Kurumsalcılar teknolojiye de önem verirler Onlara göre teknoloji uzun vadede
kurumsal yapıyı biçimlendirir. Dini toplumun gelişmesi önünde bir engel olarak görürler
Teknolojik gelişme dinin baskısını azaltır. Kilise teknolojik gelişmenin önündeki en büyük
engeldir. Ayres teknolojiyi nihai bir değer olarak görür. Kurumsal iktisat da zaten
teknolojiyi ve teknolojik değişmeyi inceleyen bir bilimdir.
Kurumlar teknolojik gelişmeye bağlı olarak yavaşça değişir. Toplum kurumsal
sistemin bir bütünüdür. Kurumsal iktisatçılara göre, kurumlar oyunun kuralları örgütler ve
müteşebbisler oyunculardır.
6-Kurum ve İktidar
Kurumsal İktisatçılar, iktidar üzerinde dururlar. İktidar denince aslında iktisat değil,
siyaset akla gelir. Bu yüzden yerleşik iktisatçılar iktidar üzerinde fazlaca durmamışlardır.
Kurumsal İktisatçılar, iktidarın nasıl oluştuğu ve bunun iktisadi kurum ve karar verme
süreçlerine nasıl etki ettiğine önem vermişlerdir. Çünkü iktidar, kaynak tahsisini
etkilemektedir.
Kurumsal İktisatçılar siyasal iktidar kadar ekonomik iktidar üzerinde de dururlar.
Onlara göre ekonomik iktidar, iktisadi karar verme sürecindeki dengesiz denetim gücüdür.
Kişiler neyin üretileceğine, nasıl üretileceğine ve kimin üretileceğine karar verebilme
yeteneğini ifade eder. Fakat bu kararı verebilmeleri sahip oldukları iktisadi güçle sınırlıdır.
Siyasal iktidar zaman zaman ekonomiye müdahale ederek onun gidişatını etkiler. Bu
sebepten kurumların oluşmasında önemli bir rolü vardır.
7-Kurum ve Piyasa
Kurumsal İktisatçılar piyasaya yerleşik iktisattan farklı bakarlar. Onlara göre piyasa
kurumlar tarafından biçimlendirilmiş, karmaşık bir bütündür. Ve toplumdaki diğer
kurumlarla etkileşim içindedir. Piyasa kaynakları tahsis etmez. kaynak tahsisini işler hale
getiren kurumları harekete geçirir. Bu yaklaşımla Kurumsal İktisatçılar, hem neoklasik
iktisattan hem de sosyalist iktisattan ayrılır. Neo-klasikler piyasa merkezli düşünürken,
kurumsal iktisatçılar ekonomiyi öne çıkarırlar. Ayrıca neo-klasikler piyasayı doğal düzen
kabul ederler, fakat incelendiğinde bunun böyle olmadığı ortaya çıkar.
Kendisi de bir kurum olan piyasa serbest değildir. Diğer kurumlarla etkileşim
içindedir. Piyasa bireylerin tercihleriyle oluşmaz. Toplumsal bir karakter taşır. Bu sebepten
bireyci düşünceyi reddederler.
8-Kurumsal İktisadın Eleştirisi
Bu eleştiriler dört grupta toplanabilir.
1- Kurumsal iktisat diye bir teori yoktur. Çünkü kurumsal iktisadın fikir babaları bile
kurumsal iktisadın ne olduğu hususunda bir uzlaşmaya varamamışlardır.
2- Kurumsal iktisatçılar iktisattan ziyade sosyal bilimler üzerinde dururlar ki bu durum
ilgili kişilerin iktisatçı olduğu hususunu tartışmalı hale getirir. Mesela iktisat için çok
önemli olan fiyat mekanizması üzerinde bile durmamışlardır. Bağımsız bir teori
geliştirememişlerdir.
3-Kurumsal iktisatçılar daha çok iktisadi politikaların gelişimi ve iktisadi değişme
konularıyla ilgilenmektedirler.
4- Kurumsal iktisatçılar sürekli eleştirdikleri neo-klasik iktisatçılara karşı da bir
alternatif teori geliştirememişlerdir. Yani topladıkları bilgi ve deneyler bir teori ortaya
koyamamaktadır. Kurumsal iktisatçılar bir eleştiri iktisadı olarak ortaya çıkmaktan ileri
gitmediği kurumsal iktisatçılara yönelen eleştirilerin temelini oluşturur.
Ek Tablo: İktisadın tarihini daha detaylı olarak aşağıdaki tablo ile gösterebiliriz
İKTİSADIN TARİHİNDE YER ALAN BAŞLICA TEORİLER
Bilimsel İktisadın Öncüleri
Eski Çağ (İ.Ö. 300-400): Asur, Babil, Eski Mısır, Çin, Hindistan ve İbraniler
Klasik Eski Çağ (İ.Ö. 400, İ.S. 500): Eski Yunan, Plato, Aristo ve Roma İmp.
Orta Çağ (500-1500): Thomas Aquinas, Scholastisizm
16. ve 17. Yüz Yıl Politik Ekonomi
İle İlgili Yazarlar
J. Lock, B. Manceville,R. Cantillon,D. NortW. Petty,D. Hume
Fizyokrasi
Merkantilism(1500-1750)
S. P. de Vauban J.
Colbert
(1750-1776)
B.
P. le P. de Boisguilbert
Mun
P.S. Dupont de Nemours
Defce
F. Quesnay
Stuart
A.R.J. Turgot
Klasik Politik Ekonomi (1776-1850)
A. Smith 1776
J. Bentham 1780
J. B. Say 1803 K.
J.C.L.S. de Sismondi 1803
D. Ricardo 1817
T.R. Malthus 1820
N. Senior 1836
J. S. Mill 1846
Marksist Politik Ekonomi
K. Marks 1867
T.
D.
J.
Alman Tarihçi Okulu
F. List 1841
Knies 1853
B. Hildebrant 1848
G. Schmöller 1863
Amerikan Okulu
H.C.Carey 1837
Kurumcular
T Veblen 1899
Keynezyen İktisat
J. M. Keynes&
M. Kalecki 1936
W.C. Mitchell 1913
J. Robinson 1956
R. Luxemburg 1913
V.I. Lenin 1916
J.R. Commons
M. Dobb 1937
P. Swezy 1942
P. Baran 1957
Neo Klasik Ekonomi
W. S. Jevons 1871
C. Menger 1871
L. Walras 1874
A. Marslall 1890
I Fisher 1911
A.C. Pigou 1912
Avusturya Okulu
E. Von Böhm-Baverk 1889
F. Knight 1921
J Schumpeter 1942
L. Von Mises 1947
J. Robinson&
E.H. Chamberlin 1933
P. Samuelson 1947
Yeni Ricardocu İktisat
P. Sraffa
Çağdaş Düşünce Okulları ve Temsilcileri
Chicago Okulu
M. Friedman
Heteredoks Politik Ekonomi
Marksist&
Kurumcular
Neo Marksist J. K Galbraith
P. Sweezy
G. Myrdal
E. Mendel
Ortadoks İktisat
Avusturya
Arz İktisadı
F.A. Hayek A. Laffer
M. Evans
N.B. Ture
T.J.Hailstone
Neo-Ricardo& Neo Klasik Monetarizm
Neo Marksist
Post Keynezyen Keynezyen
(Chicago)
I. Steedman
Sentez
M. Fridman
A. Eicher
J. Tobin
G. Becker
P. Samuelson
K. Brunner
Yeni Klasik
(Ras Bek T.)
R.E. .Lucas
T.J. Sargent
R. Barro
Kaynak:
Vural Fuat Savaş, İktisadın Tarihi,Liberal Düşünce Topluluğu, Avcıol
Matbaacılık, İstanbul, 1997 s. 16.
KAYNAKLAR
AKTAN, Coşkun Can. (1992), “Anayasal İktisadın Felsefi ve Teorik Temelleri”,
Ekonomik Anayasa Sempozyumu, Takav Mat., Ankara.
AKTAN C. Can b, (1992). Kamu Ekonomisinden Piyasa Ekonomisine: Özelleştirme
Ankara.
AKTAN, Coşkun Can. (1994). Çağdaş Liberal Düşüncede Politik İktisat, Takav Mat.,
Ankara.
AKTAN, C. Can, (1990). DEÜ İİBF Dergisi Çağdaş İktisadi Düşünceler, cilt:5 sayı: 1-2.
AKTAN. C. Can ve Ayça EKER. (1997). Nezihe SÖNMEZ’e Armağan, “İlk Çağdan
Günümüze İktidadi Düşünce Okulları, Anadolu Matbaacılık, İzmir.
ALKİN, Erdoğan. (1975). Gelir ve Büyüme Teorileri, İstanbul Ün. İktisat Fak. İstanbul.
(1982). Analysing Supply-side Economic: A Symposium, Wiewpoints On Supply-Side
Economics, A Prentice-Hall Company, Reston, Virginia.
ATAÇ, Beyhan. (1991). Maliye Politikası, Gelişimi, Amaçları ve Uygulama Sorunları,
Anadolu Üniversitesi Eğitim, Sağlık, ve Bilimsel Araştırma Çalışmaları Vakfı
Yayınları, No: 86 Eskişehir.
KİMZEY Mc. Bruce. (1983). Reaganomics, “What Did Reagan Inherit” West Publishing
Company, Newyork.
BUCHANAN, James McGill. (1997). “The Balanced Budget amendment: Clarifying the
Arguments.” Public Choice 90.
DEMİR, Ömer; (1996). Kurumcu İktisat, Vadi Yayınları, İstanbul.
DEVRİM, Fevzi. (1995). Kamu Maliyesine Giriş, İzmir.
DİKMEN Orhan, (1995). Liberal, Bitaraf, ve Müdahaleci Vergi Politikaları, İ.Ü. İktisat
Fakültesi Maliye Enstitüsü, Yayın No: 665-85-1, İstanbul.
DURDEN, Garey C. and Steven W. MILLSAPS. (1996). “James McGill Buchanan's
Contributions to Social and Economics Thought: Citation Counts, SelfAssessment and Peer Review” Constitutional Political Economy, 7, 133-151.
EKER, Aytaç ve Diğerleri, (1994). Maliye Politikası (Teori, İlkeler ve Yöntemler), Takav
Matbaacılık, Yayıncılık San. Ve Tic. AŞ. Ankara.
EVANS, Michael. (1983). Higher Rates of Return Will Raise Personal Saving, The Truth
About Supply-Side Economics, New York.
FULLERTON, Don. (1982). On the Possibility of An Inverse Relationship Between Tax
Rates and Government Revenues, Journal of Puplic Economics, vol: 19,
October.
HAİLSTONE, J. THOMAS. (1982). Wiewpoints On Supply-Side Economics, A
Prentice-Hall Company, Reston, Virginia.
CHEVALIER, J. (1983).“Koruyucu Müşfik Devletin Sonu” Çev: Dündar Sağlam, Dünya
Ekonomisinde Bunalım-Seçme Yazılar, Ar Basım ve Dağıtım AŞ, İstanbul.
KIMZEY, Bruce Mc. (1983). Reaganomics, “The Logical of Reaganomics”, West
Puplishing, New York.
KİRAZCI, M Deniz ABD’de Başkan Reagan Dömemi Vergi Politikasının Ekonomik ve
Politik Kökenleri, Vergi Dünyası Dergisi.
Kyer, Ben L.;Maggs Garry E, (1994). A Macro Economic Approach to Teachivg Suply
Side Economics, Journal of Economic Education, Winter, Vol: 25.
LACOUDE Philippe L’effect Laffer en France au cours des années 1980
http://planetehomeo.cdtel.fr/sos/reunions/laffer.html.
DİKMEN, M Orhan. (1995). Liberal, Bitaraf, ve Müdahaleci Vergi Politikaları, İ.Ü.
İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü, Yayın No: 665-85-1, İstanbul.
KİMZEY Bruce Mc. (1983). Reaganomics, “What Did Reagan Inherit” West Publishing
Company, Newyork.
ORHAN, Osman Z. (1989). Keynezyen ve Moneterist İstikrar Politikaları, Bilim Teknik
Yayınevi İstabbul.
PRESTEN J. Ve Diğerleri, (1993). Vergi oranları ile Vergi Gelirleri Arasındaki İlişki ve
Laffer Etkisinin Belirsizlikleri, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 1.
SAKAL, Mustafa, Asuman ALTAY, (1995). Türkiye’de Liberalizasyon Sürecinde
Maliye Politikaları Açısından Kamu Ekonomisinin Özel Ekonomi Üzerindeki
Etkileri, “Türkiye’de Maliye Politikasının Uygulamasında Kurumsal Sorunlar,”
Gazi Magosa- KKTC: 4-8 Mayıs.
SAVAŞ, Vural F. (1986).Keynezyen İktisat Yıkılırken, Beta basım Yayım Dağıtım AŞ,
İkinci Baskı, İstanbul.
SAVAŞ, Vural F. (1994). Politik İktisat, İkinci Baskı, Beta Basım Yayın, İstanbul: 1994.
SAVAŞ, Vural F (1997). İktisadın Tarihi, Liberal Düşünce Topluluğu, Avcıol
Matbaacılık, İstanbul.
SCHNEIDER, Friedrich. (1992). “Politik Anayasa, Ekonomik Anayasa ve Anayasal
Bütünlük”, Ekonomik Anayasa Sempozyumu, Takav Mat., Ankara.
SÖNMEZ, Sinan. (1994). Bütçe Açığının Finansmanı ve Enflasyon, ODTÜ Gelişme
Dergisi 21(4).
TEKELİOĞLU, (1987). Muammer “Çağdaş İktisadi Düşüncede Yol Ayrımları”
Çukurova Üniversitesi İİBF Dergisi cilt:1 sayı:1.
TEKELİOĞLU, Muammer; (1993). İktisadi Düşünceler Tarihi, Çukurova Üniversitesi
Basımevi, Adana.
ÜSTÜNEL, Besim. (1990). Makro Ekonomi, Beşinci Baskı, Ankara 1990.
VAN DEN HAUVE, Ludwing (2000). The Case For Supply-Side Economics Revisited:
The Effect of Time Preference.
YILDIRIM, Refia. (1989). Maliye Politikası Açısından Arz Ekonomisi Çukurova
Üniversitesi İİBF Dergisi, cilt:3, sayı:1.