Marksist teori 4
Transkript
Marksist teori 4
Marksist Teori 4 Ocak/Şubat [2012] Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Şenol Sağaltıcı Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şenol Sağaltıcı Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami Sokak Birlik Apt. No: 8/10 Aksaray/İstanbul Tel: (0212) 529 15 94 Faks: (0212)529 06 75 e-posta: [email protected] Baskı: Ceylan Matbaacılık Tel: (0212) 613 10 79 Abonelik: Yıllık 40 TL (Posta çekini yatırdıktan sonra bilgilerinizi e-posta veya faksla iletiniz.) Posta Çeki: Songül Akbay 1600206 ISSN: 978 – 975 – 81 – 3421 – 2 İçindekiler [5] MARKSİST TEORİ’DEN I.GENEL KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ [9] ESP ESP’NİN SİYASAL MİSYONU, SİYASAL ÖNDERLİK ANLAYIŞI VE MÜCADELE ÇİZGİSİ [13] PARTİMİZİN ÖRGÜTSEL GELİŞİM STRATEJİSİ [19] [21] [31] PARTİMİZİN İDEOLOJİK GELİŞİMİ DEVLETIN KÜRT POLİTİKASINDA “YENİ STRATEJİ” Hacı Orman [39] ABD İŞBİRLİKÇİLİĞİNDE BÖLGESEL AKTÖRLÜK Ziya Ulusoy [47] BURJUVA ANAYASAL ÇÖZÜM MÜ, DEVRİMCİ ÇÖZÜM MÜ Şamil Elbruz [59] ASKERLİK SİSTEMİNDEKİ DEĞİŞMELER Osman Tiftikçi [69] EZİLENLERİN ŞİDDETİ Haydar Özkan [81] TARİHİ GÜLÜNÇLÜK:LİBERALLERİN ŞİDDET KARŞITLIĞI Zafer Emektar Bir kampanyanın dersleri [87] SES VER ŞİDDETİ DURDUR Birsen Kaya [93] ENGELS’TE KADIN DEVRİMİ Arif Çelebi [107] NEPAL’DE DEVRİMCİ MUHALEFETİN YOL HARİTASI Zehra Akdağ [111] PARTİNİN SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ HAKKINDA Yoldaş Kiran MARKSİST TEORİ’DEN İnkârcı sömürgeci faşist zulüm ve katliamlar. Egemen sınıfların, işçiler, emekçiler ve yoksullar üzerinde artan iktisadi-toplumsal terörü. Demokratik hak ve özgürlüklerin en dar çerçeveye itilmesi. Fiili meşru mücadeleyle elde edilmiş kazanımların kullanılamaz hale getirilmesi. Tıka basa dolu hapishaneler, tecrit zorbalığı ve hasta tutsakların tedavilerinin engellenerek ölüme itilmeleri. Faşist yasaların ezilenleri nefes alamaz hale getirecek biçimde uygulanması. Dizginlerinden boşalmış yalana dayalı faşist psikolojik savaş. Durmak bilmeyen kadın cinayetleri! Ve direniş. Ve mücadele. Ve büyüyen öfke! İnkârcı sömürgeciliğin Roboski katliamına karşı ezilenlerin ayağa kalkışı ve hesap sorma ruhuyla öne atılışı. 21 Aralık’ta meydanları dolduran işçilerin, emekçi memurların, yoksulların kabuklarını kırma, ileri yürüme isteklerini ortaya koyuşları. Sayısız alan ve konuda boy gösteren demokratik ve devrimci protestolar, direnişler, eylemler. Mücadelenin değişik biçimlerini kullanma ihtiyacının en geniş kesimlerin ortak arzusuna dönüşmeye başlaması. Sömürüye, faşizme ve inkârcı sömürgeciliğe karşı birleşik savaşım görevinin omuzlanması ve ilk değerli pratik adımların atılması. [5] Marksist Teori 2012’ye girerken verili durumu yansıtan olguların başta gelenleri bunlardır. Durum, devlet-halk, ezenler-ezilenler, zenginler – yoksullar, sömürenler - sömürülenler çelişkilerinin sertleşip derinleşmesi yönünde ilerliyor. Bu koşullarda, sermaye, faşizm ve sömürgeciliğin işçilerin ve ezilenlerin taleplerini ve mücadelelerini faşist terör ve kirli savaş yöntemleriyle boğma planı, rejim krizini şiddetlendirmekten ve halklarımızın demokratik ve devrimci enerjisinin gelişmeler üzerindeki etkisini artırmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Kürdistan’da kazanarak siyasi düzenlerini sağlamlaştıracakları hayallerini kuranlar, gerilla savaşı ve ulusal kitle hareketinin kahredici darbeleri altında en büyük hayal kırıklığını ve şu da bu düzeyde bir yenilgiyi tadacaklardır. Yaşanacak tüm zorluklara, acılara ve geçici başarısızlıklara karşın, gelmekte olan halkların baharıdır. 2012 devrimin ilerleme yılı olacaktır. Sevgili Okur, Marksist Teori, yeni yılın bu ilk sayısında gündemlerini saptarken, yine sınıf mücadelesinin yakıcı sorun ve ihtiyaçlarını esas aldı. Bu çerçevede ilk dört metin mücadele mevzilerinde devrimci kitle partisi olarak konumlanan ESP’nin durumunu ve görevlerini ele alıyor. Metinlerin ilki, 8-12 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilen ESP I. Genel Konferansı’na dair parti genel merkezinin değerlendirmesini kapsıyor. Diğerleri ise partinin 2 yıllık gelişi- minin sorunlarını ele alan konferans perspektiflerini yansıtıyor. Ki bu üç metin, ESP Parti Meclisi’nde onaylanarak çalışmaların yol gösterici belgeleri olarak ilan edildi. ESP’nin, amaçlarıyla bağlı tarzda, geride bıraktığı iki yıllık dönemde politik, örgütsel ve ideolojik gelişimini nasıl değerlendirdiği ve önüne hangi görevleri çektiğine ışık tutan bu belgelerin ilgiyle ve dikkatle inceleneceğine inanıyoruz. İzleyen dört yazı, mevcut koşullardaki AKP politikalarının iç ve uluslar arası anlamını, hedeflerini, rejim krizine anayasal çözüm tartışmalarını ve ordudaki gelişmelerin egemenlerin iç mücadelesini aşan boyutlarını ele almakta. Bu dört metin, özgün ve birbirini bütünleyen yönleriyle tabloyu en geniş perspektiften görme, algılama olanağı sunuyor. “Şiddet” sorunu tartışan iki yazı, burjuva zihniyetin, ezilenlerin başkaldırı, özgürlük ve sosyal kurtuluş hakkını sözlere hapsetme, sömürücü egemenlerin şiddet tekelini meşrulaştırıp mutlaklaştırma saldırısına karşı durmak kadar, mücadele araç ve biçimleri sorununa Marksist-Leninist ilkesel yaklaşımı da ortaya koyuyor. Kadın cinayetlerine ve genel olarak kadın cinsine yönelik devlet ve erkek şiddetine karşı yürütülen kampanyanın derslerini ele alan yazı okura yeni ve daha büyük mücadeleler için deney ve perspektif zenginliğiyle donanma imkânı sunuyor. “Engels’te kadın devrimi” başlıklı yazının güçlü bir inceleme, kavrayış [6] Marksist Teori ve ideolojik tartışma metni olarak dikkat çekeceğini ve görüş açısı zenginliği kazandıracağına inanıyoruz. Marksist Teori’nin enternasyonal mücadelenin gelişimini ve yankılarını okuruna taşımayı temel görevlerinden biri saydığı biliniyor. Zehra Akdağ yoldaşın “Nepal’de Devrimci Muhalefetin Yol Haritası” başlıklı yazısının ve BNKP(M) Başkan Yardımcısı “Yoldaş Kiran”a ait değerlendirmenin büyük bir dikkatle inceleneceğine eminiz. [7] I. GENEL KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ ESP Yoldaşlar, Genel Konferans, Haziran’dan beri Partimizin gündeminde bulunuyor. Önce Haziran’dan Kasım’a tartışmalar ve hazırlığın yanı sıra bir ölçüde değiştirici pratik adımları da attığımız; sonra da 8-12 Kasım tarihinde 145 delegenin katıldığı beş gün süren Konferans olarak; akabinde şimdi Konferans’ın açığa çıkardığı parti iradesini somutlaştırmak ve pratikleştirmek biçiminde Konferans gündemimizde bulunuyor. Önümüzdeki aylarda, parti iradesi haline gelecek Konferans öngörülerini pratikleştirmeye çalışacağız. Yani Konferans gündemimizden çıkmış olmayacak. Bu birkaç cümlelik fotoğraf dikkatimizi “sürekliliğin” önemine çekiyor. Konferans değerlendirmesi söz konusu olduğunda hepimizin aklına gelecek ilk soru, onun amacına ulaşıp ulaşmadığı, partimizin yaşantısında bu “an” için oynaması gereken, beklenen ve istenen rolü oynayıp oynamadığıdır? Konferans delegelerinin çarpıcı kanısı, duygu ve düşüncesi Konferansın beklenen rolü oynadığı şeklindedir. [9] Marksist Teori Kuşkusuz hazırlık süreci dahil Konferansın eksikleri söz konusu yapılmakta, somut olarak Konferansa dikkate değer eleştiriler de yöneltilmektedir. Bununla birlikte kuşkusuz Konferans partimizin moral manevi birliğini sağlamış, parti çalışmasının bütünlüğü gerçekliğinin önemini, partinin örgütsel ve siyasi gelişiminin yönünü açığa çıkartmıştır. Kendi verili durumundan memnun olmayan partimiz, Konferans ile bu durumu değiştirmeye girişmiş, değişim istek ve iradesini somutlaştırmıştır. Kuşkusuz gelişmenin eşitsizliği bir gerçektir ve bu nedenle değişime ayak uyduramama biçiminde bir direnç de vardır. Parti, Konferansta kendini anlama, çözümleme ve kendi gelişimini yönetme gücü kazandı. Konferans partimizin misyonu ve vizyonuna dair belirsizlikleri ortadan kaldırmak, partide düşünce birliğini kurmak, ihtiyaç duyulan iç aydınlanmayı sağlamak bakımından çarpıcı bir gelişme sağladı. Fakat tabii ki bütün sorunlar ortadan kalkmış değildir. Partinin varlık koşulunun anlaşılmasını, misyon ve vizyonunun kavratılmasını hedefleyen ideolojik mücadele ve eğitim çalışmalarının yürütülmesi görevleri gözden kaçırılmamalıdır. Parti, Konferans fotoğrafında kendi örgütsel gerçeğini çok canlı biçimde gördü. Konferans gerek partinin örgütsel zayıflıklarının sergilenmesi ve anlaşılması, gerekse de örgütsel sorunlara çözümler oluşturma ve bir örgütsel gelişim stratejisi belirlemek bakımından üzerine düşeni güçlü bir biçimde gerçekleştirmiştir. Şimdi Konferanstan sonra örgütlenme sorunlarının bilincinde, onları çözümlemiş, çözüm yolları inşa etmiş, düşüncesi aydınlık, bu çözümleri uygulama enerjisi, gücü ve iradesine sahip bir partiye ulaşmış bulunuyoruz. Kuşkusuz Konferansın inşa ettiği örgütsel gelişme stratejisini iller ve ilçeler düzeyinde somutlaştırarak pratik eylem planlarına dönüştürme görevimiz var. Hazırlık süreci ve Konferans tartışmalarında oluşan ideolojik atmosfer, devrimci eleştirinin harekete geçirilmesiyle belirlenmiştir. Devrimci olmayan yaklaşımlar, tutum ve davranışlar, ilişki biçimleri, duygu ve düşünceler devrimci eleştiriye hedef olmuştur. Bizzat bu durumun kendisi partinin moralini dönüştürücü olmuş, devrimci enerjisini uyandırmış, özgüvenini geliştirmiştir. Konferans sağladığı tartışma ortamı ile partinin sosyalist demokrasi anlayışını, parti üye ve kadrolarına güvenini ortaya koymuştur. Bu süreçte aynı zamanda kadroların partiye güveni ve sahiplenme duygusu gelişmiş, kadrolar ve parti özgüven kazanmıştır. Konferans süreci parti kitlesinde parti platformlarına karşı oluşmuş güvensizliklerin giderilmesi bakımından da önemli bir rol oynamıştır. Konferans genç kadrolar ile deneyimli kadroların bir bileşimi olarak gerçekleşmiş, partinin gençleşme ihtiyacını açığa çıkartmıştır. Gelişmekte olan genç devrimcilerle deneyimli kadroların etkileşimi Konferan- [ 10 ] Marksist Teori sımızın önemli bir gerçeği olmuştur. Genç yoldaşların öğrenme isteği ve Konferansın ilerleyen günlerinde açığa çıkan tartışma enerjileri dikkate değer bir gerçektir. Konferansın parti ve gençlik arasındaki yabancılaşmayı aşan, parti ve gençliği buluşturan bir platform olarak gerçekleşmesi kendi başına çok değerli bir kazanımdır. Kürt illerinden gelen delegelerin Konferansa Kürt ulusal devriminin havasını taşımaları, Konferansımızın çarpıcı bir özelliği olarak kaydedilmelidir. Konferansımız yüzde 43.5’lik (kotayı aşan) kadın delege katılımıyla dikkat çekmiştir. Kadın yoldaşların yüzde 43’lük tartışmalara katılım oranı parti içinde gelişen kadın inisiyatifini göstermiştir. Son birkaç aylık dönem ele alındığında kadına yönelik şiddete karşı imza kampanyası, HDK süreci, Hopa’yla ilgili yürüttüğümüz çalışmalar ve konferans hazırlıkları, bu görevlerin aynı dönemde başarıyla yürütülmüş olması partimizin gelişen yönünü göstermektedir. Devrimci özenin belirgin biçimde kendini gösterdiği Konferans profesyonelce düzenlenmişti. Hazırlık süreci dahil Konferans partinin tartışma kültürünü açığa çıkardı ve kurdu. Bizzat Konferansın kendisi bir nitelik biriktirme süreci olarak gelişen hazırlıkların üst bir düzeyi, tepe noktası oldu. Konferans divanının yönetim tarzı ve delegelerin çalışma disipliniyle parti cid- diyetini ve disiplininin çıtasını partiye gösterdi. Konferans hazırlık sürecinde yönetici yoldaşların yazılı tartışmalara katılım düzeyinin düşüklüğü, kadrolarımızdaki görüş açısı yorgunluğu ve enerji eksikliğini yansıtan bir veri olarak kabul edilmelidir. Keza İstanbul örgütümüzün Konferans hazırlık süreci tartışmalarına beklenen ve istenen etkinlikte katılımını örgütleyemeyişimiz önümüzdeki sürecin görevleri bakımından dikkate alınmak zorundadır. Son olarak Konferans sürecinde Parti örgütleriyle parti üyeleri arasındaki ilişkinin canlandığını ve sıklaştığını eklemeliyiz. Keza partimizin örgütlü olmadığı kimi alanlardaki parti üyeleri ile ilişkilerin düzenlenmesi yönüyle de Konferans olumlu bir rol oynamıştır. Genel olarak parti üyelerinde partiyi sahiplenme, partiyle özdeşleşme duygusu yükselmiştir. Yoldaşlar, Konferansı başarıyla gerçekleştirmiş olmamız, kuşkusuz partimizin ileriye doğru attığı bir adımdır. Şimdi bu kazanıma basarak daha yükseğe tırmanma imkanını yaratmış bulunuyoruz. Hepimizin bildiği gibi Konferansa parti tarihinde anlamını kazandıracak olan Konferans sonrası süreci kazanmamızdır. Asıl ve temel olan sürekliliktir. [ 11 ] ESP’NİN SİYASAL MİSYONU, SİYASAL ÖNDERLİK ANLAYIŞI VE MÜCADELE ÇİZGİSİ I. Konferansımız, kuruluş sürecinin bütün özgün dönemsel dezavantajlarına rağmen partimiz ESP’nin kurulmasını, güçlü bir siyasi kararlılık olarak görür. Kendi tarihimiz içerisinde tuttuğu yerin bilincindedir. Kuruluş öncesinde düşünsel yığınak ve kadrosal hazırlık eksikliğinin ve parti kitlemizin aydınlatılmasındaki yetersizliğin, çözümü Konferansımıza değin sarkan bir dizi soruna yol açmış olması, bu temel gerçeği değiştirmez. ESP’nin kuruluşu, sosyalist hareketin mücadele araç ve biçimleriyle kurduğu ilişkide, açık siyasal parti aracının reformist dejenerasyonuna karşı bir devrimci iradi duruştur. ESP’nin kuruluş ve gelişimi, bu aracı devrimci bir tarzda içeriklendirerek, geçmişte farklı örneklerde açık siyasal parti aracının bir sınıf uzlaşması aracına dönüştürülmesine yol açan reformist strateji ve programların pratik bir eleştirisini yapmaktadır. Partimiz, bu olumsuz örneklerin devrimci saflarda yarattığı basıncı ve uyandırdığı tereddütleri göğüsleyip aşarak ilerlemiş[ 13 ] Marksist Teori tir. Bu anlamda “bir ilk”i yaratmak sorumluluğu Partimizin omuzlarında olagelmiştir. Mücadelenin farklı araçlarının oluşturduğu bütünselliğin/orkestranın içinde, ama kendi özgün rolünün-misyonunun da ayırdında olarak yürüteceği siyasal savaşımla ESP, bu çetin görevin üstesinden gelerek bir yol açacaktır. II. Konferansımız, ESP’nin misyonu üzerine amaç açıklığının parti saflarında yayılmasına ve derinleşmesine hizmet etmiştir. Kuruluş döneminden bakiye iç aydınlanma sorununun çözümünde kapsamlı bir ileri adım olmuştur. ESP, burjuvaziye ve diktatörlüğe karşı açık siyasal iktidar savaşımında işçi sınıfı ve ezilen milyonları aydınlatmayı, birleştirip örgütleyerek iradeleştirmeyi hedeflemektedir. Birleşik devrimimizin eşitsiz gelişimi koşullarında, Kürdistan’dan yükselen ulusal devrimci dalganın Batı’da politik karşılığının çok cılız kaldığı koşullarda kurulan ESP, bir işçi-emekçi iradesi yaratarak Türkiye halklarının politik değişim talebine, programatik hedefi olan “devrimci demokratik cumhuriyet” şiarıyla önderlik etmeyi misyonu sayar. Bu amaçla partimiz ESP, işçilerin ve ezilenlerin farklı kesimlerinin yürüttüğü mücadelelerle ilişki içinde, tüm bu toplumsal mücadelelerin devrimci stratejisi doğrultusunda yönlendirilmesi görevini hayata geçirmekle yükümlüdür. ESP, devrimci rolünü, öncelikle kitleleri bu doğrultuda birleştirip seferber ederek oynayacaktır. ESP, yasalar içerisinde kurulmuş, ancak kendisini yasalarla sınırlamayan bir partidir. Düzene karşı fiili meşru sokak mücadelesini, çizgisinin temeli olarak görür. ESP, mevcut düzene karşı devrimci mücadelenin meşruluğunu varlık sebebi sayar. Konferansımız, ESP’nin devrim stratejimizin içerisinde tuttuğu yerin bilincindedir. ESP’yi önemsizleştiren yaklaşımları ESP’nin rolünün ve misyonunun yüzeysel kavranması olarak niteleyerek eleştirir. ESP’yi devrim stratejimizin ilerletilmesi, mücadele düzeyimizin yükseltilmesi hamlesi olarak değerlendirir. Konferansımız, ESP’nin devrimci hareketin bir parçası olduğunu, devrimci ve sosyalist amaçlara bağlı olduğunu vurgular. ESP’nin devrimci sloganları geriye çeken, onları kitlelerin verili bilincine ve gerçekliğine uyarlayan değil, aksine kitleleri bu yönde değiştirmeye ve devrimcileştirmeye çalışan bir parti; yani bir “devrimci kitle partisi” olduğunun altını çizer. Konferansımız, ESP’nin ancak, ayağını sokaklara sağlamca basarak büyüyüp gelişebileceğinin altını çizmiştir. Çünkü her şeyden önce, sokaklar ve meydanlar, mülksüzlerin ve yoksulların kendisini ifade ettiği yerdir. III. Konferansımız, Güney Avrupa ve ABD gibi kapitalist merkezlerde sınıf mücadelesinin yükseldiği; Kuzey Af- [ 14 ] Marksist Teori rika ve Ortadoğu’da bölgesel bir devrimci durumun yaşandığı bir süreçte toplanarak, partinin pozisyonu ve gerçekliğini bu durumun ihtiyaçları üzerinden ele aldı. Bu bölgesel ve ülkesel koşullarda bir işçi-emekçi iradesi yaratmanın hayati önemine işaret eden Konferansımız, partiyi, bu rolünü oynayabilmesi için tüm gücüyle kitlelere yöneltmiştir. Kitlelerle birlikte politika yapma, kitleleri fethetme ve devrimcileştirme rotasına işaret etmiştir. Konferansımız, geride kalan iki yıllık süreçte ESP’nin siyasal mücadele görevlerini layıkıyla yerine getiremediği fikrindedir. İki yıllık sürecin değişik aşamalarında siyasal mücadele düzeyimiz farklılıklar arz etse de, taşıdığı mücadele gücü bütün süreç boyunca açığa çıkarılamamıştır. Konferansımız, iç gerilimimizi de artıran bir dizi tartışmanın, bu yetersizlikten kaynaklandığını düşünmektedir. Siyasal mücadelede ortaya çıkan bu tablo, partinin siyasal önderlik düzeyinde ve yönetme gücünde yaşanan yetmezliklerle doğrudan bağlantılıdır. Bu yetmezlikler, iddia kaybı ve siyasal kendiliğindencilik üretmiştir. ESP’nin siyasal çizgisinin ve siyaset tarzının şekillenmesinde ve kitleler tarafından algılanmasında yetersizlikler açığa çıkmıştır. Siyasal önderlik ve kurumsallaşma eksikliklerine dikkat çeken Konferansımız, siyasal mücadele düzeyinin yükseltilmesini, partimizin yaşadığı sorunların çözümünün öncelikle tutulması gereken halkası olarak değerlendirir. Konferans, partimizin gelişiminin motor gücünün siyasal önderlik ve yönetme düzeyinin gelişimi olduğunun altını çizer. ESP, işçi sınıfı ve ezilenlerin sorunları, talepleri, özlemleri doğrultusunda siyasal yaşama öncü müdahalelerde bulunur. Bu yoldan, bütün bu kesimleri seferber eden bir devrimci kitle partisini yaratmayı hedefler. Devrimci bir kitle partisi, ancak öncü bir siyasal hat temelinde yürünerek yaratılabilir. Siyasal gelişmelere zamanında ve doğru bir yönde müdahale etmeyen, edemeyen bir parti kaçınılmaz olarak olayların ve kitlelerin peşinden sürüklenir. Oysa ESP, siyasal olayların gelişim yönünü etkileme ve değiştirme iddiasında bir parti olmalıdır. Kitlelere öncülük ve giderek önderlik etmelidir. Partimizin siyasal müdahale düzeyi pratik olarak yükseltilmeli, kaydediciliğin, seyirciliğin, beklemeciliğin her türlü belirtisine karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülmelidir. ESP, burjuvazinin siyasal gündemlerine ilgisiz ve kayıtsız kalmamalı, ezilenler adına müdahale etmelidir. Ancak ESP’nin önderleşmesinin esas kanalı, işçilerin ve ezilenlerin gündemlerini, burjuva siyasetin gündemlerinden bağımsız olarak ortaya koyması ve bu temelde bir siyasal saflaşma yaratması olacaktır. İki yıllık tarihimiz içinde ortaya çıkarttığımız “Zam-vergi soygununa son”, “Ses ver, Kadına yönelik şiddeti durdur” gibi kampanyalar ve Hopa Direnişi, [ 15 ] Marksist Teori bu siyasal önderlik anlayışının ifadesi olmuştur. Partimiz, siyasal önderlik anlayışını esasen işçilerin ve ezilenlerin gündemlerini temel alma ve bunları burjuvaziye dayatma temelinde geliştirmelidir. Parti çalışmasının farklı bölümlerine dair zengin tartışmalar yürüten Konferansımız, her şeyden önce “Partinin bir bütün olduğunu” vurgulamıştır. Parti bütünselliğini kemiren kesimciliğin, iktidar perspektifini yitirmek anlamına geldiğini vurgulamıştır. Bizzat Konferansımız, hazırlık süreci ve anıyla, parti bütünlüğünün geliştirilmesinde önemli bir adım olmuştur. IV. İşçi sınıfının devrimci kitle partisi olarak ESP, toplumun bütün ezilen kesimlerini sosyalizm programına kazanma görüş açısından mücadele eder. Bütün ezilenleri birleştirme yeteneğine sahip yegane toplumsal aktörün işçi sınıfı olduğu gerçeğinden hareketle, partimiz, ezilenlerin mücadeleci birliğini sağlamak için, işçi sınıfı içinde siyasal faaliyeti yoğunlaştırmalıdır. Bu görev, aynı zamanda ekonomik mücadeleler içinde ortaya çıkan politik bilinç kıvılcımlarını birleştirmeyi ve genelleştirmeyi de içerir. İşçi sınıfının, burjuvaziden sınıfsal bağımsızlığını kazanması ve düzenden kopuşması ancak ve ancak siyasal mücadele zemininde mümkün olabilir. Konferansımız, işçi sınıfının ücretli kölelik zincirlerini kırması ve yönetici sınıf olması, iktidara yürümesi için onu siyasal sınıf bilinciyle donatma kararlılığını ifade eder. Partimiz, bu amaçla, ülkenin bütün siyasal gündemlerini işçi sınıfına taşımalı ve onu sınıf çıkarlarına göre tutum almaya çağırmalıdır. Partimiz, işçi sınıfını bütün ezilenlerin başına geçmeye ve politik özgürlük mücadelesinin öncü sınıfı olmaya hazırlamalıdır. Konferansımız; Kürt sorunu, kadına yönelik şiddet, vb. politik sorunları “işçi gündemi” saymayan, “işçi gündemlerini” esasen ekonomik-sendikal mücadeleye indirgeyen yaklaşıma karşı güçlü bir ideolojik mücadele yürütülmesi görevini ortaya koyar. Bu mücadele, işçi kitlelerinin siyasal duyarsızlığına ve ilgisizliğine karşı mücadelenin zemininde yürütülürse sonuç alıcı olur. Partimiz kuruluşundan itibaren işçi sınıfı içinde parti çalışmasını bir “kesim çalışması” olmaktan çıkartarak, bütün parti gövdesinin yürüttüğü bir çalışma olarak örgütleme anlayışındadır. Ancak bu dönüşümü pratikte gerçekleştirmiş olmaktan uzaktır. İşçi Konferansımız bu anlayışı derinleştiren bir rol oynamakla birlikte pratik bir ilerlemenin kaldıracı kılınamamıştır. 1. Genel Konferansımız, bu alanda partinin sözüyle eylemi arasında ortaya çıkan açı farkının kesin bir devrimci kararlılıkla aşılması görevini ortaya koyar: a) Konferansımız, işçi sınıfı içerisinde parti çalışmasının şu ya da bu parti kesiminin değil, bütün parti [ 16 ] Marksist Teori örgütlerinin –MYK, il, ilçe, semt– temel görevleri arasında olduğunu vurgular. Bu alanda ortaya çıkan fiili duyarsızlıklarla mücadele görevini ortaya koyar. Her parti örgütünü; işçi sınıfı içinde parti çalışmasını (üretim ve yaşam alanlarında, sendikalarda) somut olarak örgütlemeye, önüne hedefler koymaya ve planlar yapmaya, her siyasal çalışmayı işçi sınıfına da taşımaya, işçi üyelerini üretim alanlarında politik faaliyet yürütecek tarzda konumlandırmaya çağırır. İşçi ve emekçi memur parti üyelerini, parti örgütlerinde etkince yer almaya, işyerlerinde parti çalışmasını başlatmaya ya da bu çalışmaları büyütmeye çağırır. b) Konferansımız, sendikalar içindeki parti kuvvetlerinin belirli bir dönemdir yönsüz ve perspektifsiz bırakılmış olmasını, mutlaka yenilgiye uğratılması gereken bir zaaf olarak saptar. MYK ve il örgütlerimizin sınıf sendikacılığı politikalarının oluşturulup geliştirilmesi ve partinin işçi hareketine müdahalesini örgütleme görevlerini vurgular. c) Konferansımız, mühendisler, güvencesiz eğitim ve sağlık emekçileri, atanamayan öğretmenler gibi sosyal yıkım süreci içindeki sınıf kesimleri arasında parti çalışması başlatılması ihtiyacına işaret eder. d) Sosyalist İşçi Meclisleri (SİM) parti örgütünden bağımsız bir örgüt olarak ele alınmamalıdır. Aksine, parti örgütlerinin yürüteceği çalışmaların birleştirileceği bir pota olarak geliştirilmelidir. V. Konferansımız; Kürdistan çalışmamızın misyonunun öncelikle ideolojik bir merkez olarak gelişme eksenli olduğunu tespit eder. Kürdistan işçi sınıfının sosyalizm için mücadele etme hakkını temsil eden partimizin önüne, Kürt illerinde ulusal gerçeklik temelinde sömürgeciliğe karşı mücadelede sosyalist yurtsever çizgide siyasi önderlik düzeyini yükseltme görevini koyar. VI. Konferansımız, toplumsal erkekliğe ve erkek egemen kapitalist düzene karşı mücadele eden, “kadın devrimi” şiarıyla yürüyen SKM’yi partimizin ve kadın özgürlük mücadelesinin değerli bir kazanımı ve parti kimliğimizin tanımlayıcı temel bir unsuru olarak görür. Kadınlar arasındaki parti çalışmasına karşı ilgisizlik ve direnci eleştirir. SKM’leri yaygınlaştırma ve geliştirme hattından yürüyen partimiz, bütün parti örgütlerinin önüne işçi, emekçi, genç kadın kitleleri arasında parti çalışmasını geliştirme görevini koyar. Bu amaçla komite, komisyon, eğitim-çalışma grupları vb. kurmaya çağırır. VII. ESP, en geniş gençlik kitlelerini düzenin pençesinden kurtarmayı temel görevleri arasında görür. Konferansımız, gençliğe yönelik parti çalışmasını örgütlemede ortaya çıkan kararsızlığı eleştirir. Duraksamaksızın bütün parti örgütlerinin siyasal olarak kendilerine bağlı Gençlik Kollarını kurması ihtiyacını vurgular. [ 17 ] Marksist Teori Konferansımız, ESP’nin genç üyelerini parti yaşamının ve faaliyetlerinin bütün düzeylerine katılmaya; enerji, irade ve bilinçleriyle katkılarını en üst düzeyde sunmaya çağırır. Partimizle sosyalist gençlik arasındaki ilişkilerin aktif, yoldaşça işbirliği ve etkin siyasi koordinasyon temelinde geliştirilmesi ihtiyacına işaret eder. Çok sayıda genç ESP kadrosunun eğitimi ve seferber edilmesi için bütün parti örgütlerine çağrı yapar. VIII. Kent ve kır yoksullarını sermaye talanına ve yıkımına karşı seferber eden çevre mücadelelerine ilgisizlik, partimiz bakımından kabul edilemez. Partimiz, yoksulların özgücünün açığa çıkmasına ve demokratik siyasal aydınlanmanın Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmasına zemin oluşturan bu hareketin etkin bir bileşeni olmalıdır. Van Depremi’ni fırsat bilen AKP Hükümeti’nin konut yıkımlarına girişeceğini ilan etmesiyle, kent yoksullarının konut hakkı mücadelesi aciliyet ve önem kazanmıştır. Partimiz bu alanda biriktirdiği mücadele düzeyine uygun bir tarzda konumlanmalı ve kent yoksullarının direnişlerine öncülük etmelidir. IX. Konferansımız, partimizin Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) kurucu çalışmalarına katılmasını ve oynadığı rolü selamlar. Bu cephesel birliğin devrimci-demokratik bir politik merkez olarak geliştirilmesi ve Batı’da istikrarlı bir işçi-emekçi-ezilenler hareketinin kaldıracı olması yönünde ilerletilmesi görev ve perspektifini partinin önüne koyar. Konferansımız, HDK’nın Batı’da rolünü oynayabilmesi, “ekmek ve özgürlük isyanlarına” hazırlığın bir kaldıracı olabilmesi için ESP’nin görevlerinin altını çizmiştir. Keza, HDK’nın halk meclisleri temelinde il ve ilçelerde inşasının yaşamsal önemine işaret etmiştir. X. Konferansımız, ESP’nin iki yıllık tarihi içinde siyasal eğitimin örgütlenmesinde ortaya çıkan sınırlı ve geri düzeyi eleştirir. Siyasal eğitimin sosyalist bir partinin iktidar perspektifini somutlayan en önemli kriterlerden birisi olduğu açıktır. Konferansımız, MYK başta gelmek üzere tüm parti örgütlerini; parti programı ve temel politikaları zemininde bir eğitim seferberliğine girişmeye çağırır. Her parti binası bir eğitim mevzisine dönüştürülmelidir... [ 18 ] PARTİMİZİN ÖRGÜTSEL GELİŞİM STRATEJİSİ Konferansımız, partiyi, kitlelerin devrimci savaşımının ihtiyaçlarını yanıtlama ve kendini bir devrimci kitle partisi olarak ilerletmenin gereklerine göre örgütlemeye; kadro ve örgüt sorunlarını politik çalışmaları geliştirme zemininde çözmeye çağırır. Konferansımız, ESP’nin devrimci kitle partisi olarak gelişebilmesi için, işçi sınıfı ve ezilenlerin egemen işbirlikçi burjuvaziye ve diktatörlüğe karşı açık politik iktidar mücadelesinin aracı olma gerçekliğine dayanılmasını, bu temelde devrimci kitle hareketini örgütlemenin aracı olarak kendisini merkezden yerellere doğru yeniden yapılandırmasının gerekliliğini ve aciliyetini vurgular. Konferansımız, örgütsel niteliğin yükseltilmesini örgütsel gelişim stratejisinin temel bir hedefi olarak saptar. Bu bakımdan parti örgütlerinin görev ve sorumluluklarının, işlevlerinin net olarak tanımlanmasını, keza çalışma tarzları ve bütün çalışmalarının görev ve sorumluluklarının, rollerinin gereklerine uyarlanmasının belirleyici önemini vurgular. Yanı sıra örgütsel niteliğin yükseltilmesi kapsamında; partinin örgütlülük düzeyinin geliştirilmesi, bütün parti örgütlerimize parti politikalarını uygulama [ 19 ] Marksist Teori yetenek ve iradesi kazandırılması, parti ciddiyetinin yükseltilmesi, disiplinin güçlendirilmesi, örgütsel ve siyasi denetimin sistematik biçimde ve derinlikli tarzda geliştirilmesi, keza parti örgütlenmesinin bütün düzey ve alanlarında kadrolaşma çalışmalarının örgütlenmesi görevlerinin reorganizasyon çalışmasındaki önceliğine dikkat çeker. Konferansımız, partinin örgütlülük düzeyinin düşüklüğünü ve hatta bir nevi iç örgütsüzlük yaşadığı gerçekliğini kuvvetle vurgular. Parti üyelerinin parti örgütlerinde örgütlenmesi görüş açısından hareketle il yönetimleri başta gelmek üzere bütün parti teşkilatlarını partiyi güçten düşüren iç örgütsüzlüğü yenmek üzere derhal harekete geçmeye, bütün parti üyelerini ve yakınlık duyan partimizle ilişkili emekçileri parti çalışması yürütecek işyeri/havza/fabrika komisyonlarında, gazete dağıtım gruplarında, okuma gruplarında vb. örgütleyecek kapsamlı bir örgütlenme seferberliğini geliştirmeye çağırır. Partinin örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi, örgütsel gelişim stratejisinin temel hedef ve görevleri arasındadır. Konferansımız, örgütsel kendiliğindenciliğin yenilgiye uğratılması için yönetici parti örgüleri başta gelmek üzere tüm örgüt ve kadroların kendi rollerine uygun konumlanmalarının ve tüm çalışmalarını görev ve sorumluluklarının gereklerine göre düzenlemelerinin ve kendi rollerini oynamaya odaklanmalarının belirleyici önemini vurgular. Partinin örgütlenme ve örgütleme yeteneğinin geliştirilmesi ihtiyaç ve perspektifinden parti örgütçülerini eleştiren Konferansımız, parti örgütçülerini sistem kuran örgütçüler ve kitle örgütçüleri olarak konumlandırmaya, parti kadrolarının ve örgütlerinin çalışma tarzını içe dönük olmaktan çıkartarak, devrimci kitle mücadelesinin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çağırır. Konferansımız, kadrolaşma çalışmasının partinin süreğen temel görevleri arasında yer aldığına ve bu bakımdan tüm parti örgütlerinin kendi düzeylerinde görev ve sorumluluklarının bulunduğuna dikkat çeker. Kadrolaşma çalışması, düzgün parti işleyişinden ve parti organlarının düzenli-verimli çalışmasından başlayarak, sosyalist basının sistematik biçimde işlenmesi ve eğitim çalışması gruplarının en yaygın biçimde örgütlenmesinden tutalım, parti sistematiğinin değişik düzeylerinde kendi güçlerine dayanarak örgütlenmiş parti okullarına değin bir dizi yöntemin etkin tarzda kullanımını kapsar. Konferansımız, kadroların eğitimi ve geliştirilmesinin partimizin yüzeyselliği aşmasında çok özel bir rol oynayacağını, profesyonel kadrolarla profesyonel olmayan kadroların birlikte çalışmasının niteliğimizi geliştirmeye hizmet edeceğini vurgular. Bu bakımdan örgüt sistematiğimizin her düzeyinde yönetici olarak yer alan kadroların, kadro yetiştirme ve kadro eğitimi çalışmalarından geri durmasını eleştirir; parti kadrolarının tamamı- [ 20 ] Marksist Teori nın kendi sorumluluk alanlarında yeni kadrolar yetiştirme görevlerine dikkat çeker, kadro eğitmeni ve kadro yetiştiricileri olarak görev ve sorumluluklarını yerine getirmeye yöneltilmelerinin yönetici kadroları geliştirmenin çok etkin ve verimli bir yol ve yöntemi olduğu gerçeğini hatırlatır. Konferansımız, propaganda çalışmasının güçlendirilmesinin partimizin politik gelişiminin hız ve güç kazanmasının temel bir koşulu olduğundan hareketle, merkezi bir propaganda komisyonunun kurulmasını keza il ve ilçelerde, il ve bazı ilçe yöneticilerinin de yer alacağı propaganda komisyonlarının kurulmasını ve bir eğitim seferberliğinin başlatılmasını, kadrolaşmaya önemli bir destek sunan seminer ve tartışma toplantılarının siyasal savaşımın güncel ihtiyaçlarıyla bağlı tarzda ve sistematik biçimde düzenlenmesini talep eder. Konferansımız, partiye yeni üyeler kazanma çalışmasının bütün parti örgütlerinin, bütün kadro ve üyelerin temel görevleri arasında yer aldığını hatırlatır, yeni parti üyeleri kazanma çalışmalarının sürekli ve sistematik olarak yürütülmesinin partinin örgütsel ve siyasal gelişiminin zorunlu koşulları arasında yer aldığını önemle vurgular; il ve içe yönetimlerini örgütsel gelişim stratejilerini planlarken somut dönemsel hedefler saptamaya, keza aynı şekilde kadro ve profesyonel kadro yetiştirme hedeflerini belirlemeye çağırır. Konferansımız, “mali sorunun” yanızca mali bir sorun olmadığını, bir ör- gütlenme sorunu ve siyasal bir sorun olduğu kadar, kitlelere güvenme ve kitlelerin gücüne dayanma anlamında ideolojik bir sorun olduğuna dikkat çeker. Mali sorunun ancak gelirlerin ve giderlerin örgütlenmesine dayanan mali bir sistemin kurulması temelinde çözülebileceğini kuvvetle vurgular. İl ve ilçe yönetimlerini, saymanlıklarını komisyonlar biçiminde yapılandırmaya; saymanlık komisyonlarına dayanarak üyelik aidatlarını düzenli biçimde toplanmasını örgütlemeye ve disipline etmeye, keza benzer biçimde parti dostlarının gönüllülüğüne dayalı süreğenleşmiş bir bağış sistemi kurmaya çağırır. Kadro politikasının “görevin gereklerine uygunluk” yaklaşımına dayanması gerektiği temel görüş açısından hareketle Konferansımız, PM’nin işlevsel bir niteliğe göre düzenlenmesi ihtiyacına dikkat çeker, PM üyelerini, yaşamlarını mücadelenin ve görevlerinin gerekliliğine göre düzenlemeye çağırır; MYK’nın partinin siyasi ve örgütsel önderlik misyonunu oynayacak şekilde yapılanmasını, Genel Merkez’in siyasal ve örgütsel merkez tarzında örgütlenmesini, yardımcı örgütler ve teknik alt yapının buna uygun olarak oluşturulmasının belirleyici önemini vurgular. Konferansımız, İSB dahil, görevleri tanımlanmış Genel Merkez’e bağlı komisyonların partimizin önderlik sisteminin tamamlayıcı yardımcı örgütlenmeler olduğu gerçeğinden hareketle yapılandırılmalarının elzem olduğunu hatırlatır. [ 21 ] Marksist Teori Konferansımız, teknik alt yapıları ve yardımcı kadrolarının oluşturulması dahil il yönetimlerinin, siyasal ve örgütsel birer merkez veya “karargah” gibi işlevselleştirilmesinin ESP’nin devrimci bir kitle partisi yolunda ilerleyişinin ve “yerelleşmesinin” temel sorun ve görevleri arasında yer aldığına dikkat çeker. Partinin il, ilçe yönetimleri ve mahalle örgütleri altı aylık örgütsel gelişim stratejileri oluşturarak parti çalışmasının gelişimini yönetmelidirler. Örgütsel gelişim stratejileri; yeni üyeler kazanma, yeni parti örgütleri kurma (parti örgütlenmesinin dal budak salıp derinleşmesi ve yeni alanlara doğru yayılarak genişlemesi), yeni kadrolar yetiştirme veya kadroların siyasi, teorik ya da örgütsel formasyonlarını yükseltme, yeni olanaklar bulma, açığa çıkartma, yeni araçlar kurma vb. hedefleri zaman ayarlı olarak somutlaştırmalıdır. Konferansımız, “işçi sınıfı içerisinde parti çalışması”nın il ve ilçe yönetimleri başta gelmek üzere bütün parti örgütlerimizin temel görevleri arasında yer aldığını hatırlatır, bu alandaki görev ve sorumlulukların SİM’lere ikame edilmesi vb. yaklaşımlarla ideolojik mücadeleye ve tüm parti örgütlerini bu alandaki görevleri ihmale son vermeye çağırır. Konferansımız, gerek partinin örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi ve gerekse işçi sınıfı içerisinde parti çalışmasının güçlendirilmesi bakımından, işçi ve emekçi memur bileşenlerinin il, ilçe yönetimleri, mahalle temsilci- likleri ya da eğitim grupları, sosyalist basını okuma ve dağıtım grupları, işyerleri, fabrikalar, atölyeler, okullarda vb. ya da sendikalar içerisinde parti çalışması yürütecek görev grupları biçiminde parti örgütlerinde örgütlenmelerinin ertelenemez görevlerimiz arasında olduğunu kuvvetle vurgular. Konferansımız, Sosyalist İşçi Meclisleri’nin partimizin örgütlenmesinin az çok yaygın olduğu illerde, ilçeler düzeyinde inşa edilmelerini ve tanımlandığı şekilde, işçi sınıfı (emekçi memurlar dahil) içerisinde parti çalışmasını ve partinin kitle politikasını güçlendirecek tarzda işlevselleştirilmelerini talep eder. Parti Meclisi ve il meclislerinin parti yaşamında sosyalist demokrasiyi etkin kılmaktaki rolüne dikkat çeken Konferansımız, bu parti organlarının misyonuna uygun bir niteliğe büründürülmesinin önemini ortaya koymuştur. İl meclislerimizin, geniş üye kitlemizin katılımıyla oluşan ve işleyen yapısının geliştirilmesi perspektifi ortaya konulmuş, görev-yetki tanımı ve çerçevesinin netleştirilmesi, tanım ve yetkide il yönetimi ve diğer yerel karar-yürütme organlarının yerine ikame edilmemesi gereğine işaret edilmiştir. Konferansımız, il meclisleri ve SİM’lerden farklı olarak SKM’nin özerk bir yapılanma olduğu gerçeğini kuvvetle vurgular. İl örgütlerimizin bulunduğu bütün illerde SKM’leri kurmaya, partinin örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi çalışmasının bir boyutu olarak ve keza hem işçi, emekçi, [ 22 ] Marksist Teori genç kadınlar arasında parti çalışmasını hem de kadın kurtuluş mücadelesini geliştirebilmek için kadın üyelerimizi ilçelerde, semtlerde, yerleşim ve üretim birimlerinde tanımlanmış değişik görevler üstlenen SKM komisyonlarında örgütlemeye çağırır. Gençliği kazanma ve gençliği örgütleme alanında yansıyan belirsizlik, tereddüt ve kararsızlığı eleştiren Konferansımız, il ve ilçe yönetimlerini asgari üç dört gencin bir araya getirildiği her yerde duraksamaksızın Gençlik Kollarını kurmaya, genç sosyalistlerin parti çalışmalarına katılımlarının uygun biçimlerini bulmaya-yaratmaya, genç sosyalistler ile parti örgütleri arasında her düzeyde etkin ve yoldaşça devrimci işbirliğini geliştirmeye ve siyasi koordinasyonu güçlendirmeye çağırır. Önceden ilan edilen 41 ilde örgütlenme planının yürürlükte olduğunu hatırlatan konferansımız, başta Ankara ve İzmir gelmek üzere il yönetimlerimizi çalışmalarını bölgesel örgütlenme merkezleri gibi geliştirmeye çağırır ve bu yoldaki çalışmaların Genel Merkez tarafından denetlenmesini ve koordine edilmesini talep eder. Örgütsel gelişim stratejimiz hem parti örgütlerimizin bulunduğu alanlarda yerleşim ve üretim birimi temelinde kitlelerin derinliklerine doğru kök salmayı ve hem de yeni alanlara açılarak, yayılarak genişlemeyi hedefler. Bu bakımdan Konferansımız, duraksamaksızın birkaç üyemizin olduğu il ve ilçelerde, il ve ilçe örgütlerinin kurulmasını hazırlayacak-hizmet ede- cek tarzda çalışacak temsilciliklerin örgütlenmesini, keza örgütlenmemizi derinleştirmek ve yayılarak kök salmak istediğimiz ilçelerde ise mahalle temsilciliklerinin kurulmasını önerir. Konferansımız, partiyi değişik platform ya da kitle örgütlerinin özel veya özgül alanlarına ilişkin parti politikalarını geliştirmeye, bu yolda parti üyelerini yerel düzeyde örgütlemeye, söz konusu kuruluşlardaki mücadeleyi ve parti kuvvetlerini merkezi düzeyde koordine etmeye çağırır. Konferansımız, partimizin siyasi gelişiminin temel itici güçlerinden birisi olarak kitle ajitasyonu çalışmasının daha etkin biçimde örgütlenmesi ihtiyacını vurgular. Kitle ajitasyonunun süreğen ve sistematik biçimde geliştirilmesinin sınanmış yöntemi olarak sosyalist basının değerlendirilmesinde kendini gösteren ilgi kırılması ve ihmali eleştirir, tüm parti örgütlerini örgütsel gelişim stratejilerini inşa ederken sosyalist basını dağıtım-satış hedeflerini hareketi ileri doğru itecek tarzda belirlemeye, gazete dağıtımı üzerinden ajitasyon ve örgütlenme çalışmasınını geliştirmeye çağırır. Sosyalist basının dağıtımı üzerinden kitle ajitasyonu çalışması “yeni başlayanlar için” gerçek ve çok etkin bir politika okuludur. Konferansımız, parti yaşamında kendini çarpıcı biçimde gösteren denetim zafiyetinin hemen ve derhal ortadan kaldırılmasının zorunluluğunu kuvvetle vurgular. Parti merkezi’nin yerel parti örgütlerinin siyasal ve örgütsel çalışmalarını belli aralıklarla [ 23 ] Marksist Teori düzenli biçimde denetlemek, yerel parti çalışmalarının gelişimine, sorunlarının aydınlatılmasına ve çözümüne katkıda bulunmakla mükellef olduğunu hatırlatır. Denetim zafiyetinin aşılması ve parti çalışmalarının gelişiminin yönetilmesi açısından rapor sisteminin etkin ve verimli tarzda örgütlenmesini, her düzeyde oluşturulan geçici ve kalıcı örgütlerin rapor sistemine göre çalışmasını ve keza denetimin eleştiri ve özeleştiriyi güçlendirecek tarzda geliştirilmesini talep eder. Konferansımız, eğip bükmeden devrimci eleştiriyi yardıma çağırmak- tadır. Partimiz, eleştirinin devrimci şiddetine ihtiyaç duyuyor. Eleştiri ve özeleştiriyi kendini devrimci biçimde yeniden üretmenin ve keza devrimci tarzda yenilemenin temel bir yöntemi olarak benimseyen partimizi, bu alandaki zafiyete son vermeye çağırır. Bu bakımda eleştiri ve özeleştiri toplantılarının örgütlerin ve kadroların gelişimine hizmet edecek tarzda düzenlenmesinin, çalışmaların değerlendirilmesi temelinde, kadro ve örgütleri görev ve sorumluluklarını kavrama ve uygulama yeteneklerini geliştirmeye yöneltecek perspektifle geliştirilmesinin büyük önemini vurgular... [ 24 ] PARTİMİZİN İDEOLOJİK GELİŞİMİ Yoldaşlar! Deyim uygunsa partimizi olağanüstü koşullarda kurduk. Durum ertelemeciliğe, idare-i maslahatçılığa, irade zaafiyetine sürüklenmeye çok uygundu. Koşullara teslim olunmadı, duraksanmadı. Bu berrak ve güçlü bir siyasi kararlılıktı. Ne yazık ki aynı tutumu dönemin önümüze koyduğu güncel siyasi görevler karşısında sergileyemedik. Partimizin temel niteliklerinden biri olması gereken söz ve eylem tutarlılığını sağlayamadık. Kuruluş sürecinin kendine özgü koşullarını aşıp, politik önderlik anlayışımızın ve politik mücadele tarzımızın gereklerini yerine getiremedik. Sözümüzle eylemimiz arasındaki tutarsızlık, politik görevler karşısında olduğu gibi devrimci yaşantımızın bir çok alanında ortaya çıktı. Oysa ki, söz ile eylem arasındaki uyumdan gücünü alan manevi saygınlık, ideolojik bir tutum olarak devrimci partilerin ve devrimci bireylerin ayırdedici özelliklerindendir. Konferansımız, söz ve eylem tutarsızlığı biçimindeki ideolojik zayıflıkla mücadelenin başta gelen görevlerimizden biri olduğuna dikkat çeker ve tüm partiyi bu [ 25 ] Marksist Teori konuda yüksek bir irade sergilemeye çağırır. Kararların uygulanmasında kendini gösteren söz ve eylem uyumsuzluğunda, kararları yürütmekle sorumlu kadro ve önderlik sorunu meselenin odağında durmaktadır. Kararların uygulanmasının yönetimi, doğrudan parti önderliğinin görev ve sorumluluğundadır. Bu nedenledir ki, uygulama süreçlerindeki siyasal ve örgütsel kararsızlıklar, bir dönem parti önderliği düzeyinde bir güven ve doğal otorite aşınmasına yol açmıştır. Denetimsizlik ve denetim zayıflığının eşlik ettiği bu aşınma hali, partimizin iç ortamına da yansımıştır. “Parti ruhu”, partinin manevi birliği, günlük politik ve örgütsel yönetim ve denetim sorunlarından etkilenmiş, parti buna bağlı olarak bir tür iç huzursuzluk hali yaşamıştır. Partimiz gelişiminin belirli bir aşamasından itibaren, politik kararlarını uygulama gücünü yükseltmesine bağlı olarak, bu çerçevedeki ideolojik zayıflığını aşma yoluna girmiştir. Siyasal ve örgütsel gelişim süreçlerinde ortaya çıkan sorunlar ideolojik açıdan kendilerini her düzeyde yansıtmışlardır. Bunun somut ifadeleri olarak, siyaset ve örgüt zemininde doğrudan karşılığı olan hesap vermek, hesap sormak, sorumluluk üstlenmek, devrimci ciddiyet ve devrimci tutarlılık gibi ideolojik duruşumuzu da şekillendiren değerlerde zayıflamalar yaşanmıştır. ESP’nin kuruluşundan itibaren görev üstlenme pratiğimiz genel olarak yüksektir. Bir duraksamadan veya bekle-görcülükten söz edilemez. Buna karşın hesap verme, hesap sorma ve sonuna kadar devrimci tutarlılığa uygun olarak görevlerinin arkasında durma pratiği, her düzeyde, üstlenilen sorumluluğa denk değildir. Parti sorun ve görevleriyle ilişkide, kendini dışında görme eğilimleri, kritik anlarda lokal ya da genel sorumluluk üstlenmede zayıflık, iç yaşamımızın değişik dönemlerinde karşımıza çıkan ideolojik sorunlardır. Yazık ki bu süreçte partiye ve devrime karşı sorumluluğun her eylemi ve ilişkiyi yöneten bilinç düzeyinde kırılmalar olmuştur. Sorumluluğunun altını devrimci ciddiyet ve tutarlılıkla dolduran, yüksek sorumluluk bilincini dönemin parolası olarak algılayan bir ideolojik profil kadrolar düzeyinde genellik ve yeterlilik kazanamamıştır. Parti iç yaşamımızda hesap verme-hesap sorma süreçleri de üstlenilen sorumlulukla doğru orantılı gelişmemiştir. Yüzeysellik, denetimsizlik veya denetim zayıflığı, uzlaşmacılık, karşılaşılan sorunların sonuna kadar üstüne gitmede kendiliğindencilik gibi önemli zayıflıklar bu durumun kimi yansımalarıdır. Eleştiri-özeleştiri mekanizmasını işletmede yaşanan sorumsuzluk ve iradesizlik ideolojik sorunlarımızın bir diğeridir. Bu mekanizmanın işletilmemesinden doğan zayıflık parti ve örgüt yaşamımızda gerilimlere, bunun yarattığı uluorta eleştiriciliğe yol açmıştır. Bunun yanı sıra, özeleştiride tutuculuğun geliştiğini de söyleyebiliriz. Biliniyor ki, eleştiri [ 26 ] Marksist Teori ve özelleştirinin içerik ve yöntemiyle somut değişim gücü ve güvenine dönüşmediği, bütün parti ve kadroların kendini eleştiri ve özelde de özeleştiri süreçlerinin doğrudan içinde görmediği durumlarda gerçek bir ilerlemeden söz edilemez. Konferansımız buradan yola çıkarak, içinde bulunduğumuz süreci, her düzeyde parti örgütü ve kadrosu bakımından bir eleştiri-özeleştiri süreci olarak tanımlar. Konferansın ardından partinin ilk işlerinden birinin bu eleştiriözeleştiri toplantılarını örgütlemek olduğunu hatırlatır. Parti örgütlerinin ve kadroların disiplin düzeyindeki zayıflamalar, devrimci iş ve emek süreciyle kurulan ilişkilerin yüzeyselliği, iki yıllık süreçte karşılaştığımız ideolojik aşınmalardandır. Günlük çalışma disiplinindeki ihmal, tembellik ve kendiliğindencilikler iç yaşamımıza ve kitlelerle ilişkimize olumsuz yansımıştır. Bir işe başlama inisiyatifi ve bitirme iradesinin gösterilmesi konusunda yaşanan kendiliğindencilik düpedüz ideolojik bir zayıflıktır. İşçi sınıfı mücadelesine ve ideolojisine inanan kadroların, bir işçinin işinde gösterdiği zorunlu disiplin ve titizliği, devrimci işlerinde ve iş niteliğinin yükseltilmesinde göstermemesi trajiktir. Bu açıdan partimiz bakımından “kalifiye devrim işçileri” potansiyeli ve pratiğinin bir gerileme yaşadığını görmeliyiz. Bazen görev savma, bazen memur tarzıyla ya da bir işi yapmış olmak için yapma gibi pratikler az değildir. Her işin ve görevin çok önemli olduğu ve en iyi şekilde yapılması gerektiği bilinci, bir proletarya partisini karakterize eden önemli özelliklerden biridir. Konferansımız, tüm parti kadrolarını, üyelerini ve örgütlerini böyle bir pratiği yükseltmeye çağırır. Parti saflarımızda küçük burjuva yaşam tarzının yansımalarını, devrimciliğin ve sosyalizm mücadelesinin manevi, düşünsel, kültürel özelliklerini bir yaşam tarzına dönüştürmede yaşanan sorunları hafife alamayız. Kendine değişmez statükolar oluşturmak, düzenden kopuş yerine görünür-görünmez bağlar kurmak ve bunu kaçınılmaz saymak tanığı olunan ideolojik geriliklerdir. Düzen kurmak ve düzenini değiştirmede isteksizlik daha sık karşılaşılan sorunlardır. Kendi gelişimi ve ufkuna “garantiligüvenceli” sınırlar çizme ve bunun dışına çıkmama eğilimi bu geriliğin bir başka görünümüdür. Konferansımız, saflarımızdaki devrimci nitelik zayıflamasına işaret eden bu eğilimle sabırlı, dönüştürücü, fakat kesinkes kararlı bir mücadelenin öncelikli görevlerimiz arasında olduğuna dikkat çeker. Partimizin kuruluşu bir bakıma devrimin somut ihtiyaçları zemininde manevi birliğin yeni düzeyde kendini ortaya koyması anlamına geliyordu. Ağır saldırılar karşısında geliştirilen direniş politik olduğu kadar, tasfiye saldırılarına karşı ideolojik-moral bir direnişti. Partimiz bu süreçten devrimci biçimde çıkmayı başardı. Ancak kendini örgütlemek ve yönetmekteki yetersizlikler, bunun yanı sıra bir dö- [ 27 ] Marksist Teori nem açısından yaşanan politik gerileme bizi içe döndürdü. Bu durum, manevi birlik ve moral güçte kırılmalara yol açtı. Başarısızlık duygusu, güven ilişkilerinde aşınma, özelde parti önderliğine güvensizlik gibi sorunlar boy verdi. Parti kuruluşu ve gelişimi görevlerinin çok yönlü basıncı altında ortak akıl ve ruh yaratılmaya çalışıldı. Bu, yeni düzeyde örgütlenme ve gelişimin zorlu görevleriyle iç içe yürütülmek durumundaydı. Bu dönemde, yönetmedeki yetersizlikler, yönetilmeye karşı isteksizlikle birleşerek, yöneten ve yönetilen kadrolarda bir moral yıpranmaya yol açtı. Manevi birliğin ve kolektif ruhun güçlü düzeyde oluşumunu kesen bir sorun oldu bu. Yine zor dönemin, zor koşullarına karşı devrimci metanet ve dayanma gücünde gerilemeler görüldü. Partimiz kongre sonrası süreçte, politik hareketinin gelişimine de bağlı olarak iç manevi birliğini, aynı amaç etrafında kenetlenen kadrolar profilini düzeltme yoluna girmiştir. Geride bıraktığımız süreçte iç yaşamımızda, yoldaşlık ilişkilerinde zayıflama, emek vermede yetersizlik gibi zaaflar boy göstermiştir. Bu en çarpıcı biçimde şehit ve tutsak ailelerimizle, ölüm orucu gazilerimizle, belirli bir yaşı aşmış veya ciddi bir hastalıkla mücadele eden yoldaşlarla ve tutsak komünistlerle ilişkilerde yansımıştır. Günlük yaşamın devrimcileşmesinden doğan sorunlar yoldaşlık ilişkilerine genel olarak yansımıştır. Devrimci romantizm boşluğunu daha sık olarak mekanikleşen iş ilişkileri, devrimci duyarlılık yitimi ve özgün bir yabancılaşma doldurmuştur! Bu durum sadece iç ilişkilerimize yansımakla kalmamış, kitleye yabancılaşma, güvensizleşme eğilimlerini de beslemiştir. Bu alanda yaşanan gerileme eğilimlerinin önüne geçilmesi ve dava insanlarına özgü olan sevgi, güven ve kenetlenme ilişkilerinin içtenlikli bir güçle yükseltilmesi, ideolojik arınma ihtiyacının önümüze koyduğu öncelikli görevler arasındadır. Yine bu kapsamda ele alınması gereken başka bir sorun da, devrim şehitlerinden, devrimci geleneğimizden, komünist hareketin birikiminden öğrenme düzeyimizdeki zayıflamadır. Devrim şehitleri gerçeği ve değeriyle kurulan düşünsel ve ruhsal bağ, devrimci ideallerle, sosyalist moral değerlerle ve tüm bunlarla özdeş olarak devrimle kurulan güncel ilişkinin dolaysız yansımasıdır. Devrimci tutsaklarla kurulan ilişkilerde yer yer ihmaller yaşanmıştır. Tutsakları politik olarak sahiplenme eylemlerindeki düşüş, manevi-moral düzeyde de yıpranmalara yol açmıştır. Bütün bunlarla apaçık bir ilişki içinde ya da onların toplamda cisimleşmiş ifadesi olarak adanmışlık, feda ruhu, militanlık gibi temel devrimci özelliklerde yer yer ortaya çıkan zayıflamalar dönemin en temel ideolojik sorunlarındandır. Bu niteliklere yönelik her önemsizleştirme çabası, bu niteliklerin geliştirilmesine yönelik her ilgisizlik devrim kadrosu olma yöneliminin, devrimi örgütleme düşünce, ruh ve pratiğinin darbelenmesinden [ 28 ] Marksist Teori başka bir anlam taşımaz. Konferansımız, sorumluluk yüklenmiş yoldaşlardan ve gençliğinden başlayarak tüm güçlerini bütün bu konularda parlak örnekler yaratmış devrimci ve sosyalist hareketimizden öğrenmeye, silkinmeye, yenilenmeye ve anılan değerleri yükseltmeye çağırır. Partimizin bu değerlerle özdeşliğini vurgular. Bütün bunların yanı sıra Konferansımız, partimize herhangi bir kitle örgütü gibi yaklaşan, ESP'nin kitlelerin siyasal savaşıma seferberliğinde, eğitiminde ve örgütlenmesinde oynayacağı rolü sıradanlaştıran yaklaşımları, mücadele edilmesi gereken ideolojik geriliklerden biri sayar. Bu görüş açısı ve tutumların politik mücadeleyi geliştirme konusunda oynayacağı pa- sifleştirici işleve dikkat çeker. Tüm yoldaşları ESP'nin etkin bir devrimci odak olarak geliştirilmesinde emek seferberliğine çağırır. Konferansımız, işaret edilen tüm ciddi sorunlara karşın, gözünü devrimci amaçlardan ayırmayan, kendini yenileme ve aşma yöneliminden kopmayan, devrimci pratiğini geliştirme istek ve doğrultusuna sıkıca tutunan partimizin, özgürlük ve sosyalizm savaşımında üzerine düşen görevleri layıkıyla yerine getireceğine inanç ve güvenini vurgular. Partimizin, Konferans delegelerinde cisimleşen gövdesinin ve tüm güçlerinin zorlu engellerin ve insan üstü emek isteyen görevlerin üstesinden geleceğine sarsılmaz güvenini ifade eder. Tüm bu konularda devrimci iradenin işlevine dikkat çeker... [ 29 ] DEVLETIN KÜRT POLİTİKASINDA “YENİ STRATEJİ” Hacı Orman Tayip Erdoğan’ın ağzından “terörle mücadele, siyasetle müzakere” olarak ifade edilen konseptin içeriği, devlet bakanlarının peş peşe gelen açıklamalarıyla ve daha önemlisi hükümetin dikkat çekici bir pervasızlıkla uyguladığı politikalarla ortaya çıkmış durumda. Bu politika,“yurtta harp, cihanda harp” şeklinde ifade edilebilecek (hem ulusal, hem bölgesel boyutları bulunan) maceracı bir militarizme, pantürkist ve panislamist bir yönelime dayanıyor. Çeşitli nedenlerle ulusal, bölgesel ve uluslararası konjonktürü elverişli, kendini de epeyce kuvvetli gören AKP hükümetinin bu maceracı yöneliminin nasıl sonuçlanacağını bugünden bilmek kolay değil; ama söz konusu konseptin öncelikle ve mutlaka Kürt ulusal hareketinin askeri ve siyasi yenilgisini amaçladığı, hatta esasen buraya yoğunlaştığı açıktır. Arka arkaya gözaltı ve tutuklama terörü yaşanıyor, devlet bakanları en pervasız üsluplarla bunların devam edeceğini ilan ediyor, Uludere’de katledilen “sivillerin” üzerinden bile başbakan BDP’ye karşı bayağılıkta sınır [ 31 ] Marksist Teori tanımayan tarzda psikolojik savaş yürütebiliyor, medya hizaya sokulmuş durumda, mahkemeler tam hız cezalar yağdırıyor, Kürtler’e selam vermek dahi tutuklanma gerekçesi, bir yandan da sivil anayasa hazırlığından ve hatta “ileri demokrasi”den söz ediliyor. Peki, bütün bunlar ne anlama geliyor? Öyle görünüyor ki, Türk burjuva devleti, son yıllarda yaşadığı bazı önemli değişimlerle “muktedir olma” gücünü ziyadesiyle elde etmiş hükümeti eliyle, bir bütün olarak Türkiye toplumunu bir çılgınlığın eşiğine doğru sürüklüyor. Genellikle savaş dönemlerinde görülebilecek türden yöntemlerle, adeta cephe gerisi temizliği anlamına gelebilecek bir saldırı dalgasına girişiyor. Bunu yaparken de Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en ikiyüzlü, en riyakâr, en yalancı ve fakat geniş yığınlar üzerinde de en etkili söylemini devreye sokuyor; düzeyi ve kuralı olmayan bir psikolojik savaş yürütüyor. “Yeni Strateji”, kendilerinin de zaman zaman açıkladığı gibi, Abdullah Öcalan’ı tecrit ederek ileride iradesi kırılmış bir müzakereci olarak bekletmek, gerillaya askeri kayıplar verdirerek PKK’nin de iradesini kırmak ve siyaset üzerindeki baskısını sıfıra yakın veya etkisi zayıf bir noktaya doğru geriletmek, KCK operasyonlarıyla Kürtler’e ve dostlarına nefes aldırmamak, kısacası gözü kara, pervasız bir imha ve sindirme politikasıyla “önünü temizleyerek” Kürtler’i teslim olmaya zorlamak; hiç değilse “pazarlık yapamaz” duru- ma getirerek pazarlığa zorlamak!.. Bu ‘strateji’yi kuranlar, gerçekten sonuç alabileceklerine inanıyorlar. Çünkü askeri açıdan güçlendiklerini, polisin ve ordunun son teknolojiyle teçhizatlandığını, resmi militarist güçler arasında eşgüdüm ve koordinasyon bulunduğunu, hükümetin ve siyasi iradenin sağlam ve homojen olduğunu, Ortadoğu bölgesinin kaosta ve dünya ekonomisinin krizde bulunduğunu biliyorlar; bütün bunların da gerillayla ve Kürt halkıyla savaşı kazanmak için yeterli geleceğini sanıyorlar. Halbuki bu politikanın, yani askeri ve polisiye yöntemlere dayalı “çözüm” anlayışının, Türk devletine bir arpa boyu yol aldırmadığını tarih ispatlamıştır. Buna rağmen AKP’nin imhacı ve teslimiyet dayatıcı zihniyetinde ısrar etmesinin iki nedeni vardır: Birincisi, uluslararası ve bölgesel konjonktürü ve (elbette iç siyaset dengelerini de) tamamen lehine görmektedir. Bölgesel ihtirasları bulunmaktadır ve hâlihazırdaki bir çatışma ortamını bu ihtirasları için avantaj ve fırsat saymaktadır. İkincisi de yeni ve acemi (ama diğer yandan köklerini Osmanlı’da gören) bir siyasi güç olmanın bütün ürkütücü hırsı, çiğliği ve yorulmamış/yıpranmamış olmanın kof özgüveniyle doludur; devlet adına yeni bir başlangıç yapabilecek kudrette olduğuna inanmaktadır. Bilhassa polisin ve ordunun koordinasyonuna, teknolojik teçhizatına vurgu yapmasında böylesine hastalıklı “iktidar psikolojisi”nin de etkisinden söz edilebilir. [ 32 ] Marksist Teori Öncelikle bu konsept, içeride ve Öcalan üzerindeki tecrit ve baskı da bölgede, 90’ların başına hiç benzebu konseptin diğer parçasıdır; bir yanmeyen bir politik konjonktürde, dodan eşgüdüm ve koordinasyonu zayıflayısıyla farklı bir zeminde gündeme latarak siyasi karar mekanizmasını geliyor. “Yeni strateji” ya da konsept, bozmak, diğer yandan Öcalan’ı adı “içeride” KCK operasyonlarıyla, bölkonulmamış bir işkenceyle cezalandıgede ise Suriye’yle ilişkilerde özetini rıp onun da moralini bozmak, iradebuluyor. Devlet, “içeride” ilan edilmiş sini kırmak, devlet karşısında düşük özerklik durumunu fiili bir realiteye profilli ve iddiasız bir görüşmeci dudönüşmeden engellemeye stratejik rumuna getirmek! Ama dahası, KCK önem biçiyor; Demokratik Toplum operasyonları, muhalefeti “ele geçirKongresi’nden belediyelere, sivil topme” harekâtıdır. AKP Hükümeti, nasıl lum örgütlenmeleri olarak tabir edilen ki Ergenekon operasyonlarıyla, kençeşitli kitle örgütledisine alternatif rinden fiili halk iniiktidar gücünün askeri ..zaferler dizisi siyatiflerine kadar ve onunla öyle bir çok örgütlenme ya da böyle ilişyaşamadan Kürt ulusal ve kurumsallaşmakilenen, (hatta demokratik iradesini yı “paralel devlet” ilişkilenme olateslimiyete veya yenilgiye girişimi olarak alsılığı bile yegılıyor ve bu paroterli görülüyor) zorlamak imkânsızdır. nayayla saldırıyor. herkesi “ErgeKürdistan’ın ve nekon” torbasıTürkiye’nin pek nın içine koyup çok kentinde gazeteciden yazara, marjinalize ve kriminalize ederek topmüzisyenden sinemacıya, siyaset inlumun geniş kesimlerinde cuntacı gisanından insan hakları savunucusubi algılamalarını sağladıysa; şimdi de na binlerce insanı tutuklayarak Kürt toplumsal direniş ve mücadele güçhalk örgütlenmesini niteliksel zayıflerini parça parça “KCK” torbasının lığa uğratmaya, daraltmaya, güçten içine doldurarak toplumun algısında düşürmeye çalışıyor, direncini düşü“bölücü” olarak damgalamaktadır. rüyor, kurumlarını işleyemez duruma Kabul etmek gerekir ki, Ergenekon getirmeye niyetleniyor. Bir yandan sürecinde, halkların vicdanında darda askeri zafer(ler) peşinde koşuyor; beci ve cuntacı olarak görülen birçünkü “Kürt Savaşı”nın Türk askeçok kişi gözaltına alınıp bazıları da ri ve siyasi otoritelerine öğrettiği en tutuklanmıştı; ama bu esnada darbeci önemli şey, bir askeri zafer ya da zave cuntacı kesimlerle ilgisi olmadığı ferler dizisi yaşamadan Kürt ulusal halde salt AKP’ye ya da onun bağlademokratik iradesini teslimiyete veya şıklarına bir şekilde ters geldiği için yenilgiye zorlamak imkânsızdır. Keza tutuklanan insanlar olduğu iddiası da [ 33 ] Marksist Teori bugün daha inandırıcı hale gelmiştir. Çünkü KCK operasyonları adı altında sürdürülen gözaltı ve tutuklama terörünün bir toplumsal muhalefet temizliği amacıyla yapıldığını, gözaltına alınan birçok kişinin KCK’yle ilgisi olmadığını bütün siyasi gözlemciler görebilecek durumdadır. Peki “muhalefeti ele geçirmek” ne demektir? İktidarı ele geçirmiş, eskiden iktidar olanları alaşağı ederek kendi erkini kurumsallaştırmış AKP ve bağlaşıkları, muhalefeti neden ele geçirsinler veya niçin bu çapta geniş bir toplumsal muhalefet temizliğine girişsinler? Ayrıca muhalefeti bastırmak ve sindirmekten farklı olarak “muhalefeti ele geçirmek” ne anlama geliyor? Bunun olası üç açıklaması, ayrı ayrı veya birbiriyle ilişkili olarak, mümkün olabilir. Birincisi, bölgesel ölçekte bir savaş ihtimaline göre bugünden pozisyon almış olabilirler, dolayısıyla bir savaş durumunda “cephe gerisi”ni sağlam tutmayı önemseyeceklerdir. Suriye’yle iplerin kopartılması kayda değer bir gelişmedir; ama İran’a karşı konuşlandığı açık olan NATO radarının bu topraklara yerleştirilmesi de öyledir. Makro politik aktörlerin mutfağında Ortadoğu için nelerin pişirildiğini bilmiyoruz, büyük fotoğrafı görebilecek durumda değiliz; fakat Arap halk ayaklanmalarıyla beraber dengelerin değiştiğini ve öteden beri “sınırları yeniden çizmek” tartışmalarının, arayışlarının varlığını biliyoruz. Türk burjuva devletinin özellikle Suriye’yle yakından ilgilendiği ise açıktır. Bunun önemli bir nedeni, resmi olarak Suriye sınırlarında bulunan topraklarda fiili bir Kürt devletleşmesinin yaşanabileceği korkusudur. Türk devleti 90’lar boyunca o zamanlar 36. paralel olarak tabir edilen Güney Kürdistan’da yaşanan “De facto” durumun zamanla nasıl “De jure” hale gelerek fiili Kürt oluşumundan resmi Kürt devletine dönüştüğünü acıyla gördü, yaşadı. Bugün aynı tehlikeyi kaos içindeki Suriye sınırlarında görmektedir; üstelik Suriye’de oluşabilecek bir Kürt iradeleşmesi, “Kuzey Irak”takinden farklı olarak, PKK’nin denetiminde olacaktır. Böyle bir ortam, açık ki Türk devletinin asla kabul edemeyeceği bir duruma denk düşer. Diğer yandan Türk devletinin Suriye’yle adeta “savaş durumu”nda kalmasının bir nedeni de, ABD ve AB’nin, BM ve NATO’nun Ortadoğu konseptinin içinde olmasıdır. Suriye’nin özellikle Libya’ya benzer bir durum değişikliği yaşayıp yaşamayacağı, buna bağlı olarak İran’ın pozisyonu ve örneğin Rusya’nın yaklaşımı gibi konular, yukarıda ifade edilen “büyük fotoğraf” kapsamındaki belirsizliklerdir ve muhtemel bölgesel çatışma, savaş ve işgal ihtimallerinin güncelliğini düşündürmektedir. İkincisi, AKP hükümetinin muhalefeti sindirip bastırmak, toplumsal hayatın tutarlı ve etkili demokratik alanını silmek için kendince gerekli gördüğü bir neden de, kuşkusuz, doğrudan doğruya Kürt halkına karşı başlattığı yeni kirli savaşın gerekleriyle [ 34 ] Marksist Teori ilgilidir. Türk burjuva devleti gibi Kürt savaşında defalarca askeri ve siyasi yenilgiye uğramış yaralı bir saldırganın, son bir defa ve bu kez mutlak galibiyet motivasyonuyla, adeta bir final savaşına giriyorken Türk metropollerinde çatlak sesler duymaya da tahammülü olmadığı anlaşılıyor. Ama devlet terörüne karşı toplumun demokratik tepkisini daha baştan kırmak için de, bütün muhalif kesimleri KCK bağlantılı ilan edip hapishaneyle tehdit ediyor. İktidarlar için her daim hazır bir sermaye olan Türk şovenizminden küstahça yararlanıyor. Üçüncü olarak ise, özellikle Kürdistan’da, içini boşalttığı toplumsal direniş ve mücadele alanlarını kendi rengiyle boyamaya, kendi kadroları ve mekanizmalarıyla doldurmaya çalışıyor. İşte “muhalefeti ele geçirme” hırsının şimdiki yoğunlaşma merkezi burasıdır. Gülen Cemaati’nin paralel devlet kurma konusundaki sıra dışı ve çarpıcı deneyiminin sağladığı birikimle davranan hükümet (ve devlet), “yeni strateji” çerçevesinde, ulusal demokratik taleplerine yüz çevirmiş bir Kürt kitlesi yaratmak istemektedir! 90’lardan farklı olarak ufkunu Kürt ulusal hareketini dağıtmakla, imha etmekle yetinmeyerek toplumsal alanda kültürel ve sosyal iktidarını kurmaya, boşluk doldurmaya yönelmektedir. Dikkat edilirse Güneydoğu İşadamları ve Sanayicileri Derneği üzerinden Kürt sermayesini, TRT Kürtçe üzerinden kültürel alanı parsellemekte, Kürdistan’da yüksek oy oranına güvenmekte, aynı anda Cemaat’in envai çeşit iktidarlaşma/ hegemonyalaşma taktik ve olanaklarından yararlanmaktadır. Dolayısıyla yeni strateji, kendisinin olmayan Kürt’ü dağda öldürüp şehirde tutuklamanın yanında; kendi Kürt’ünü yaratma, onun üzerinden Kürdistan’da kurumsallaşma, Kürt toplumunu (elmayı içinden kemiren kurtçuk gibi) bir yandan da içeriden yiyip bitirme konseptidir. Bu yönelim, yine 90’lı yıllardan farklı olarak, fail-i meçhul cinayet, gözaltında işkence ve kayıp etme, ev ve sokak infazı gibi uygulamalara genellikle başvurmamayı; buna mukabil daha ziyade tutuklama terörünü, ideolojik ve kültürel araçları devrede tutmayı içeriyor olabilir; en azından şu ana değin öyle görülüyor. Fakat AKP hükümetinin demokratik söylemini bir anda nasıl savaş söylemine dönüştürdüğü, kapsayıcı gibi görünürken ayrımcılıkta nasıl pervasızlaştığı hatırlandığında, bu zihniyetin işkencecilik ve infazcılık konusunda tavır değişikliğine girmekte beis görmeyeceği de ihtimaller arasına giriyor. AKP hükümetinin Kürt ulusal sorununda devleti yeniden soktuğu ve kararlılıkla uygulayacağını ortaya koyduğu bu savaş rotası, açıktır ki, kısa sürede sonuçlanması mümkün olmayan, üstelik yürürlükte kaldığı sürece siyasetin ve sosyal hayatın genelini ipotek altında tutacak bir durumdur. Bu yeni savaş konsepti devrede olduğu sürece, AKP’nin sandığı gibi olağan bir ekonomik, siyasal, toplumsal hayat imkânsızdır. Hükümetin ve devletin dikkat çekici bir bö- [ 35 ] Marksist Teori bürlenmeyle konuşan yeni ideologları, kendinden emin kurmayları, tuhaf bir cehalet ve cesaretle davranmaktalar. Daha önce defalarca denenmiş ve sonuç vermemiş kirli savaş konsepti, bu defa Kemalist generallerin değil de kendilerinin öncülüğünde yapılıyor diye, bazı değişikliklerle ve başka bir siyasal konjonktürde hayata geçiriliyor diye, başarılı olmayacaktır. Kürt halkının askeri ve siyasi kurumsallaşma düzeyinin, ama daha önemlisi Kürt halkının ulaştığı bilinç ve kültür düzeyinin, bu konseptin başarısını imkânsız kıldığını göremeyecek kadar deneyimsizler; tarih ve hayat cahililer. Eski yenilgileri ve hüsranları kendi deneyimleri olarak algılamıyorlar; başka bir devletin, başka bir iktidarın yenilgisi olarak gören ham bir ideolojik yaklaşıma sahipler. AKP hükümetinin çeşitli politikalarında bu ideolojik gözlüklerin, yer yer de muktedir psikolojisinin etkili olduğunu Kürt hareketi gibi tarihsel ve yapısal boyutları olan bir mücadelenin, konjonktürün şehvetine kapılmış dar bir ufukla ele alınıyor olması, AKP hükümetinin bu maceracı serüvenini hüsranlı bir sona götürecektir. gözden kaçırmamak gerekir. Kürt hareketi gibi tarihsel ve yapısal boyutları olan bir mücadelenin, konjonktürün şehvetine kapılmış dar bir ufukla ele alınıyor olması, AKP hükümetinin bu maceracı serüvenini hüsranlı bir sona götürecektir. Zira konjonktür değişir, bölgesel ve uluslararası güncellik değişir, bazı geçici dengeler değişir; ama bu arada “fırsatçı”lığı AKP’yi amacına ulaştıramayacak, o tarihsel ve yapısal boyut, bütün gerçekliğiyle hâlâ ortada duracaktır. Cumhuriyet tarihinden bu yana öyle olmuştur. Daha Cumhuriyet’in kuruluşunda yaşanan tablo çarpıcıdır. 1920’lerde Kürtler’in mecliste temsil edilmesi karşılığında destekleri alınıp 1921’deki kurucu anayasada Kürt ulusal varlığına kısmen de olsa yer verildiği halde, savaşın olağanüstü koşulları ortadan kalktıktan sonra anayasanın 1924’de nasıl değiştirildiğini ve ardından ilan edilen Takrir-i Sükun Kanunu’yla Kürt muhalefetinin acımasızca nasıl bastırıldığını hatırlamak önemlidir. Zira bunlara rağmen Kürt ulusal muhalefeti varlığını Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürmüş, gelinen aşamada uluslararası düzeyde bir silahlı ve siyasi organizasyon haline gelmiştir. Yakın tarihte ise, önce “açılım” politikasıyla ikna edici bir çözüm atmosferi yaratarak Kürtler’de rehavet yaratılması, çeşitli müzakerelerle bazı hakları tanınarak silahlı gücünden arındırılması, keza siyasi ve ideolojik olarak savunmasızlaştırılması yönünde davranan AKP hükümetinin, kısa sürede, nasıl saldırganlaşarak en [ 36 ] Marksist Teori pespaye kirli savaş diliyle konuştuğunu hatırlamak önemlidir. Hükümetin açılım politikası, gerçekte ödün vererek çözülme sürecini başlatma, ardından da tasfiye etme politikasıydı. Oysa Kürtler, 1920’lerden farklı olarak daha örgütlü, daha bilinçli, daha deneyimliydi; en önemlisi de bu defa (politik özerklik bildirgesinde ifadesini bulan) net bir siyasi programa sahipti. Dolayısıyla devlet, yeni bir anayasa sürecinin eşiğinde, Kürtler’i barışçıl yollardan silahsızlandırarak tasfiye etme, ardından gerektiğinde yeniden Takrir-i Sükûn siyasetini dayatma planını başarıya ulaştıramadı. Ya burjuva demokratik çerçevede olsa bile Kürt halkının kabul edeceği gerçek bir demokratik çözüm geliştirme, dolayısıyla anayasayı da, iktidarı da Kürtler’le paylaşma pozisyonuna gelecekti; ya da Türk devletinin ve Türk toplumunun en iyi bildiği, neredeyse ezberlediği, bu anlamda kendisi için en kolayı olan savaş pozisyonuna geri dönecekti. İktidar tadını yeni almış, üstelik bunu Kemalist generaller kliğini gerileterek elde etmiş AKP zihniyeti, iktidarı başkalarıyla, hele Kürtler’le paylaşmaya duygusal bakımdan uzak olduğu gibi, siyaseten de içine girdiği devlet kalıbının şeklini almakta gecikmedi. Devletleşti, devleti gibi şovenist, militarist, zalim, imhacı ve inkârcı oldu. Devletin kabuğunu değiştirdi, görüntüsünü sivilleştirdi, kurumlarına kendi kadrolarını doldurdu; ama o kurumlar aynı işlevleriyle işlemeye devam etti. Türkiye’de hele de 90’lardan itibaren iktidar olmak isteyen klik, bu yönelimini daima kirli savaş konseptinde aramıştır. Zira Kürt savaşı demek, askeri inisiyatifi, siyasi iradeyi, toplumsal meşruiyeti elinde toplamak demekti. Üstelik bütün partiler ve devlet klikleri arasındaki tek eşgüdüm noktası da Kürt savaşı sayesinde sağlanabiliyordu. AKP de aynı yoldan gitti, klikler mücadelesinden zaferle çıktığı halde devasa ve taze iktidar gücünü Kürtler’in üzerinde sınamaya, Kürt ulusal mücadelesini gözüne kestirmeye, Türk milliyetçiliği ve Türk devlet geleneği nezdinde iktidarını Kürt savaşıyla pekiştirme yönelimine girdi. Şimdi mevcut siyasi, iktisadi, toplumsal güç ilişkilerini hukukileştirecek yeni bir anayasa sürecinin öngününde, meclisteki Kürt iradesinin varlığı bile Türk devletine fazla gelmektedir. Bir yandan da Kürtler’in iradesinin yansımadığı bir anayasanın Türkiye’de ve dünyada anlamsız karşılanacağı görülmektedir. Anayasa görüşmeleri başlayıncaya değin Kürt iradesinin olabildiğince geriletilmiş olması amaçlanmaktadır. Nihayetinde devlet iradesiyle çözülebilecek bir Kürt sorunu için Kürt halkı, Türk milliyetçiliği ve Türk İslamcı mutaassıp kesimleri arasında bir konsensüsün sağlanmış olması zorunludur. AKP bu üç sosyal kesimi de temsil edebilme, kapsayabilme iddiasında olmakla birlikte, böyle bir temsiliyet imkânsızdır. Türk milliyetçiliğinin CHP’de ve MHP’de ifadesini bulan özgün varlığı, ama daha önemlisi iradesini ancak ve sadece Abdullah [ 37 ] Marksist Teori Öcalan’a verecek milyonlarca Kürt gerçekliği, AKP’yi zorlayacaktır. Devlet ve rejim, AKP’den CHP ve MHP’ye değin kendi aralarında Türk tarafının bütün toplumsal kesimlerini de kapsayacak şekilde anlaşsalar bile, anlamlı bir konsensüs için eninde sonunda Abdullah Öcalan’a gitmek zorundadır. Şimdi çiçeği burnunda iktidarın ham hayaller mevsimi yaşanıyor; tarih ve hayat bilgisi kıt bir hükümet, kendi Enver Paşasını çıkarma pahasına, Tayip Erdoğan şahsında, bir Deli Petro, bir Sezar bozuntusu edalarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni Türkiye İmparatorluğu’na dönüştürebileceğini zannediyor. Onlar ordularını yeni kurduklarını sanıyorlar ve Kürdistan dağlarında henüz bir bozgun yaşamadılar. Daha Türkiye metropollerinde halkların “artık yeter” çığlığını da duymadılar. Ve hep böyle süreceğini sanmanın gaflet ve delaleti içindeler... [ 38 ] ABD İŞBİRLİKÇİLİĞİNDE BÖLGESEL AKTÖRLÜK Ziya Ulusoy AKP hükümetlerinin bölge politikası başlangıçta önceki hükümetlerin politikasının bir devamıydı: Bölgede ABD ile NATO’nun savaşlarına katılarak ABD ve sistemin egemenliğinin jandarmalığını yapmak ve İsrail siyonizmiyle sıkı bir işbirliği içinde olmak, devamedegelen politikanın iki temel stratejik öğesini oluşturuyordu. 28 Şubat öncesi Libya ziyareti ve D-8 birliğini başlatması, siyonist devletle stratejik anlaşmaya imza atmasına rağmen, Erbakan’ın başbakanlıktan düşürülmesinin nedenlerinden biri olmuştu. Yine Başbakan Ecevit siyonist devletin savaş katliamlarını soykırımla niteledikten hemen sonra özür dilemek zorunda bırakılmıştı. Çizgi dışı bu iki deney, burjuva hükümetlerin iç güç olarak generallerin, dış güç olarak emperyalist sistemin lideri ABD’nin çizdiği strateji dışına çıkamayacaklarını göstermişti. Nitekim AKP de bu çizgiye sıkısıkıya bağlı kaldı. Fakat özellikle siyonist İsrail devletinin Gazze savaşından itibaren ve Davutoğlu’nun resmen de dış politikanın sorumluluğuna atanmasından beri AKP hükümeti bölgeye ilişkin strateji değişikliğine gittiği izlenimi vermeye çalışıyor. [ 39 ] Marksist Teori AKP Hükümeti’nin yaratmaya çalıştığı bu izlenimin bir bölümü gerçek değişikliğe tekabül ediyor. Bir bölümü de demagoji ve politikasının gerçek yüzünü gizlemeye yönelik. Davutoğlu, bilindiği gibi politik islam orijinli hareket içinde, kapitalist emperyalist sistem çerçevesinde kalınarak, Türk burjuva devletinin uygun stratejilerle, sistemin devletler hiyerarşisinde dünya çapında önemli bir ülke haline getirilebileceği iddiasındaki bir dış politika stratejisti. Bu görüşleriyle Türk burjuva stratejistleri içinde en iddialısı. Davutoğlu’nun görüşleri birkaç esas üzerinden Türk burjuva devletini bölge ve dünyada nüfuz sahibi kılmayı amaçlıyordu. O, komşularla sıfır sorun politikasıyla, emperyalist sistemin bölgedeki merkez ülkesi olmak yoluyla ve Osmanlı’nın bir dönem işgal altında tuttuğu ülkelerle tarihi-kültürel bağlardan yararlanıp/ onlara liderlik ederek, bölgede lider ve egemen emperyalistlerce onaylanmak zorunda kalınacak dünya siyasetinde etkili bir devlet haline getirmeyi amaçlıyordu. Revizyonist blokun dağılmasından sonra Türkiye’nin jeostratejik öneminin azaldığını düşünerek kaygılanan Türk burjuvazisi ve askeri şeflerine, emperyalist sistemin egemenlik stratejisinin geniş-bölge üzerine yoğunlaştığını, bu nedenle NATO ve Türkiye’nin stratejik öneminin azalmayıp arttığının teorisini yapıyor, onların kaygılarını gidermeye çalışıyordu. Bütün bu tezleriyle, üç stratejik politika üzerinden burjuva devletin amacına ulaşacağını ileri sürüyordu. Sıfır Sorun Gitti Savaş Maceracılığı Geldi Bilindiği gibi ‘90’lı yıllarda revizyonist blokun dağılmasından sonra MGSB’de dış politika tehdidinin “Güney”den geldiği söylenerek, ABD’nin “şer” devletleri olarak ilan ettiği ve bir kısmı Irak, Suriye, İran gibi Türkiye’ye doğrudan komşu olan ülke rejimleri ile milliyetçi çatışma içindeki Yugoslavya gibi ülkeler hedef alınıyordu. Ayrıca yenisömürge devletlerdeki sistemi rahatsız eden hareketler “terör” nitelemesiyle saldırı odağı haline getiriliyor, istikrarsızlığa düşen ülkelerde savaşla düzen sağlanmaya çalışılıyordu. NATO, ABD’nin savaş aygıtı olarak, yalnızca çatışmalı alanlarda değil, “politik istikrarsızlık, ekonomik bunalım, doğa afetleri, barış sağlama” gibi hallerde de askeri saldırı ve sistemin egemenliğini sağlamakla görevlendiriliyordu! Bosna’da, Kosova’da, Somali’de ABD, NATO ve AB, askeri saldırıya başlayınca, Türk burjuva devleti de en hevesli tarzda ve stratejik öneminin devam ettiği sevinciyle onların yanında saf tutmuştu.Yetinmemiş, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ABD işbirlikçisi yeni iktidarların askeri eğitmenlik görevini üstlenmiş ve yerine getirmişti. ABD ve emperyalist devletler 11 Eylül’den sonra radikal islami hareketleri hedef alıp düşman cephenin [ 40 ] Marksist Teori ön safına yerleştirince, bütün hükümetler bu politikayı benimsemişler, ABD’nin Afganistan işgaline asker vermişlerdi. Dönemin AKP hükümeti de bu politikaya büyük bir istekle katılmıştı. 2003 sonrası Saddam iktidarı yıkılmış, Esad iktidarı 2003 Irak işgalini destekleyerek sistemle işbirliği ihtiyacını ortaya koymuştu. Dahası Esad ve İran molla iktidarları Kürt hareketine karşı Türk egemen sınıflarıyla siyasi ve askeri işbirliğine girmişlerdi. O koşullarda AKP hükümeti ABD’nin Irak işgalini desteklemekle kalmadı, ABD egemenliğini zayıflatmayacağı, tersine güçlendireceğini hesaplayarak “komşularla sıfır sorun” politikasını uygulamaya koydu. Kıbrıs sorununu uzlaşmayla çözmekten Ermenistan’la ilişki kurmaya, Suriye ve Libya rejimlerini ABD’yle uzlaştırma ve emperyalist sistem içine çekmekten, İsrail-Suriye barışı için arabuluculuğa ve Hamas ile Lübnan Hizbullah’ını ABD/İsrail’le uzlaştırma girişimine, İran’ın nükleer silah sorununda barışçı çözüm için arabuluculuğa kadar birçok girişim bu dönemde yapıldı. Bu politikanın alt başlığı içinde Türk burjuvazisinin özgün çıkarlarını yansıtan, PKK’ye karşı İran ve Suriye rejimleriyle sıkı bir işbirliği de vardı. ABD emperyalizmi AKP’nin sadakati karşısında bu özgün çıkarı nedeniyle molla rejimiyle işbirliğine göz yumdu. Hamas’la görüşmesine soğuk baktıysa da ilişkileri bozmadı. ABD yönetimi içinde generallerle ilişkileri önde tutmak isteyenler olduysa da yönetimin baskın tavrı Türkiye’de AKP hükümetiyle işbirliğini önde tutmaktı. AKP hükümet olarak ABD’nin isteğiyle Güney federal Kürt yönetimini tanımaya da bu dönemde ısındı. Kritik iki sorun İran ve Gazze’deki Hamas yönetimiydi. Hamas’ın uzlaşıcı bir çizgiye çekilmesini kabul etseler de iktidarını siyonist rejim ve ABD kabullenmiyordu. İran molla rejimini ve nükleer silah geliştirmesini kabullenmeyen ABD, İran-Suriye-Lübnan Hizbullahı ittifakını ABD egemenliği önünde engel olarak görmeye, siyonist devlet için tehlike saymaya devam etti. Bu nedenle İran molla rejiminin nükleer silah çalışmasına karşı yaptırımları ve savaş gerginliğini sürdürdü. AKP hükümetinin komşularla sıfır sorun politikası, ABD’nin İran molla rejimine yönelik tutumuyla ve Arap ayaklanmaları sürecinde Libya ve Suriye’ye karşı ABD-AB’nin savaş siyasetiyle çelişince çuvalladı. Ermenistan’la ise Azerbaycan’ın sert itirazları ve Dağlık Karabağ koşulu nedeniyle yürümedi. İsrail’le Gazze’ye saldırısından sonra, AKP’nin siyonizme karşı tepkinin diplomasi alanında itiraza ve liderliğe soyunmasıyla bozuldu. AKP hükümeti Mavi Marmara katliamından sonra ilişkileri alt seviyeye indirdi. Libya’da önce Türk burjuvalarının müteahhitlik işlerini koruma kaygısıyla Başbakan “NATO’nun Libya’da ne işi var” demecini verdi. [ 41 ] Marksist Teori Ardından Fransa ve İngiltere elebaşılığında emperyalist savaş başlayınca, savaş gemileriyle askeri ablukaya katılmakla kalmadı, emperyalizm işbirlikçisi gerici muhalefete ev sahipliği yaptı ve para yardımında bulundu. Suriye’de gerici bir iç savaşı doğrudan örgütleyen konuma geçti. Üstelik Erdoğan “Suriye bizim iç sorunumuzdur” diyerek gerici iktidar savaşını doğrudan örgütlemeyi açıkça savundu. Irak’ta hükümet oluşumuna müdahale etti. İran’a karşı NATO füze radarının Türkiye’ye kurulmasını kabul etti. Davutoğlu “İran’a karşı savaşa asla katılmayacağız” demecini vermesine rağmen, olası savaşın en önemli alan- Ayağa kalkan Arap halklarının Mısır, Tunus, Yemen’deki devrimci süreci devam ettirecek mücadeleleri oralardaki politik islamcı ve emperyalizm işbirlikçisi yeni burjuva partiler kadar, AKP iktidarının da bölgesel nüfuzuna karşı mücadeleyi güçlendirecek, bir parçası olduğu savaşlarda yayılmacı niteliğini ortaya koyacaktır. larından birinin Türkiye olacağı şimdiden açığa çıkmıştır. AKP hükümetinin İran, Suriye ve Libya’da sıfır sorundan savaşçı konuma geçmesi, öncelikle ABD ve Avrupa emperyalistleriyle işbirliği çizgisine bağlılığının kanıtı ve sonucudur. Avrupa emperyalistleriyle kimi kez diplomatik ve ajitatif sürtüşmeyi göze alan AKP, ABD ile sürtüşmeyi asla göze almamakta, tersine bağlı ve bağımlı kalmaya özel dikkat ve çaba sarfetmektedir. Esad rejimiyle barışçı işbirliğinden savaşı örgütleme pozisyonuna geçmesinde muhalefetin Müslüman Kardeşler kanadıyla ideolojik yakınlığının ve olası Kürt özerkliğini engelleme gibi özgün gerici çıkarının rolü olsa da, esasen ABD’nin bölge egemenliği stratejisinin kendisine verilen rolünü yerine getirmesi tayin edici etkendir. Kıbrıs sorununda uzlaşmacı pozisyondan uzlaşmazlığa ve Rum yönetiminin doğal gaz aramasına savaş gemisiyle gözdağı verme konumuna geçmiştir. Bu ise AKP hükümetinin, eski hükümetlerin geleneksel şovenist politikasına geri dönüşüdür. Gürcistan Rusya savaşında da, Rusya’yla barışçı ilişkiden, ABD ve NATO savaş gemilerinin Gürcistan kıyısına geçişine birkaç gün içinde izin çıkararak savaşta taraf pozisyonuna geçen AKP hükümetidir ve bunu da ABD’ye bağımlılığının gereği olarak yerine getirmiştir. Komşu ülkelerle sıfır sorun siyasetinden, emperyalist işgal koalisyonu eklentisi ve savaş tehditçisi pozisyonuna geçmesi, AKP hükümetinin [ 42 ] Marksist Teori bölge stratejisine ilişkin teorisindeki temel politikalarından birinin iflası anlamına geliyor. Gerçekte AKP, politik islamcı orijinine rağmen son derece pragmatist bir parti ve hükümettir. Yeri geldiğinde Davutoğlu’nun eski Osmanlı coğrafyası ülkeleri ve komşularla barışçı ilişkileri derin bir strateji olarak değerlendirerek, bölge liderliğini ve dünya politikasında önem kazanma teorisine göre davranır, yeri geldiğinde Kıbrıs’ta geleneksel şovenist politikaya geri dönüş yapar. Ama sonuçta ABD’nin bölge egemenliği stratejisine bağımlılığı sıkı sıkıya uygular. Onun belirlediği savaş ve işgal politikasını kendi kaderi yapar. İsrail’le Rakip “Merkez Ülke” AKP’nin Gazze savaşından itibaren İsrail’le ilişkide izlediği rekabet, bölgede en çok göze batan politikası oldu. AKP hükümeti, siyonist devletin sömürgeci savaştaki uzlaşmaz keyfi politikasına, Gazze savaşından bu yana tavır aldı. Mavi Marmara katliamından sonra diplomatik ilişkileri alt seviyeye indirdi. Konya hava tatbikatı’na İsrail’i katmadı. Bu önceki dönemin İsrail’le stratejik işbirliğinden temkinli bir gerginlik politikasına geçiştir. Siyonist sömürgeciliğin zulmüne karşı ajitasyonu iç toplumsal destek ve bölge halkları ve burjuvazileri üzerinde nüfuz kazanma aracı yapan AKP, gerçekte İsrail’le, ABD işbirlikçiliği konusunda bir rekabete girmiş bulunuyor. Bu rekabette, siyonist devletten heron ve diğer savaş malzemelerinin alımını sürdürmesine ve Hamas’a, İran’ın yaptığının tersine askeri yardımdan uzak durmaya titizlikle devam etmesine rağmen, AKP hükümeti, Filistin’de burjuva uzlaşıcı bir çözüm için İsrail’e diplomatik ve siyasi baskı yapılmasını gerekli görüyor. Türk burjuvazisi ve devletinin bölgesel çapta muhataplarına göre ekonomik ve askeri güçlülüğünü siyaseten de değerlendirirken, siyonist sömürgeciliğin uzlaşmaz savaşçılığına karşı diplomatik-siyasi alanla sınırlı kalarak atağa geçiyor, onu uzlaşmaya zorluyor, ABD’yi ise siyonizmin keyfiliğini desteklemekten vazgeçirmeye çalışıyor. Eğer sonuç alabilirse AKP, Türk burjuvazisi ve devletini, ABD’nin bölge egemenliğinin İsrail’den daha öncelikli birincil dayanağı haline getirmeye çalışıyor. Bununla ABD’nin Truva atı rolüyle birlikte, eskisinden daha fazla Ankara’nın özgün gerici/ yayılmacı çıkarlarını gözetme imkanına da kavuşacağını hesaplıyor. Bu politikası ve ters çevrilinceye kadar İran’la uzlaşıcığı nedeniyle “eksen kayması mı” sorusuyla karşılanmasına rağmen, AKP’nin, İsrail’le rekabetle sınırlı olduğu açığa çıkan siyaseti yine de geçmişten bir farklılığı ifade ediyor. AKP hükümeti bu politikasıyla Arap halk ayaklanmalarının yarattığı ortamda bazı olanaklar yakalamış durumda. ABD’nin Afganistan ve Irak savaşlarında amaçladığı başarıyı kazanamaması ve Arap halk ayaklan- [ 43 ] Marksist Teori malarının Mısır, Tunus ve Yemen’de en ABD’ci iktidarları sarsması, ona bu fırsatı yaratmış durumda. Libya, Suriye ve İran’la ilişkilerde hızla ABD’ye sadakatini ispatlamasıyla bu fırsat birleştiğinde AKP’ye İsrail’le rekabet imkanı sağlıyor. Sarsılan ve yıkılma tehlikesi taşıyan ABD’ci iktidarlar yerine, devrimci veya antiABD’ci halkçı iktidarların geçişini engellemek için, ABD (ve Avrupa emperyalistleri), devrimci ayaklanmaları, (en önemli unsurlarından birini politik islamcı burjuva partilerin oluşturduğu) ordu ve parlamenter burjuva ittifakındaki iktidarla restorasyona dönüştürme politikası izliyor. AKP iktidarı bu restorasyonda önemli bir aktör olarak rol alabilir. Nitekim alıyor da. İsrail’e teslim olan eski ABD’ci iktidarların tersine yeni iktidarlar ABD’ciliği sürdürseler de Arap halklarındaki ayağa kalkıştan sonra İsrail’e teslimiyetçiliği sürdüremezler. Bu özellilkle Mısır için daha fazla geçerlidir. Şimdi Arap halklarının siyonist saldırganlığa tepkisini nüfuzu için kullanabilecek karşıdevrim cephesindeki birinci aday AKP hükümeti ve Erdoğan’dır. Bu nüfuzunu aynı zamanda karşıdevrimci restorasyon için kullanmakla, ABD için geçmişe göre daha önemli hale gelmiştir. Bu rolüyle siyonist devletin sömürgeci savaş uzlaşmazlığını frenlemek ve onu uzlaşıcılığa çekmede AKP iktidarı güç kazanmıştır. Ayrıca Hamas’ı İsrail’le uzlaşıcığa yöneltmedeki rolü dikkate alındığında, Filistin sorununda uzlaştırıcı çözüm getirmede AKP iktidarı önemli fırsat yakalamış durumdadır. AKP iktidarı Arap devrimlerine karşı burjuva restorasyonculuğuyla da, parlamentarist özelliğiyle de bölgede önemli nüfuz kazanırken, siyonist savaş saldırganlığını frenleyecek rolüyle Arap ve müslüman halklar üzerindeki artan nüfuzunu iç politikada önemli bir kitle desteği aracına dönüştürmeyi hedefleyecektir. Buna karşın, Libya, Suriye ve İran’a karşı askeri saldırganlığıyla tepki toplayacaktır. Buralardaki politik islamcı ve emperyalizm işbirlikçisi burjuva gruplarla bu tepkiyi kısa vadede törpülese de, uzun vadede artmasına engel olamayacaktır. Çünkü ayağa kalkan Arap halklarının Mısır, Tunus, Yemen’deki devrimci süreci devam ettirecek mücadeleleri oralardaki politik islamcı ve emperyalizm işbirlikçisi yeni burjuva partiler kadar, AKP iktidarının da bölgesel nüfuzuna karşı mücadeleyi güçlendirecek, bir parçası olduğu savaşlarda yayılmacı niteliğini ortaya koyacaktır. İsrail siyonizmini uzlaşmaya zorlama tavrının yarattığı sempatiyi eritecektir. ABD’ci bölgesel jandarmalığına halklardaki tepkiyi büyütecektir. AKP İsrail’den öncelikli ABD’ciliği veya “merkez ülke” stratejisini ciddi bir olasılıkla başarıya ulaştıracak, 90 öncesi düzeyde jeostratejik önem kazanacak, fakat halkların tepkisini üzerine çekecektir. Bu stratejide yürürken, bölgenin diğer ABD’ci güçleriyle (Suudiler, Mısır) girişeceği olası rekabetin yol açacağı sonuçlar bir [ 44 ] Marksist Teori yana, Kürt sorununda yalnızca içte değil dışarıda da olası askeri maceracılığının, Kıbrıs sorununda yeniden dönüş yaptığı şovenist maceracılığın, içteki faşist politikasının Arap halkları nezdinde gelişen nüfuzunu eritmesi gündeme gelecek ve AKP, ABD jandarmalığı ve askeri güç saldırganlığı rolüyle halkların bilincinde hak ettiği yeri alacaktır. Büyük devlet şovenizmini yalnızca askeri gücüyle değil, yumuşak yöntemlerle de halklarımızda desteğe dönüştüren propagandasının ikinci yönü çökecektir. Büyük Devlet Şovenizmini Canlandırma Yönelimi Eski Osmanlı coğrafyasındaki ülkelere liderlik hevesine gelince…Bilindiği gibi burjuva devletler rekabet ve bunun için ulusal düşmanlıklarla belirlenirler. Yalnızca dünya çapında güç odağı olan az sayıdaki emperyalistler veya emperyalist birlikler liderliğinde bir araya gelebilir veya gruplaşabilirler. Türk burjuvazisi bölgede en gelişkin burjuva sınıf olmasına, bölgedeki pazarlardan pay kapmasına rağmen ekonomik olarak emperyalist bir maddi güce sahip değildir. Dünya tekellerinin bölge yatırım üssü olması sayesinde kendisi de sermaye birikimini hızlandırmakta ama bölge pazarlarını paylaşıma katılan bir rol oynamamaktadır. Pazardan yararlanması mali-ekonomik paylaşım gücü olduğu anlamına gelmez. Bu maddi güçle bir dönem Osmanlı işgali altında kalmış ulusları, (ve Orta Asya ülkelerini) kendi liderliğinde bir bölge örgütlenmesinde birleştiremez. Fransız ve Alman emperyalistlerinin Avrupa’da oynadığı rolün benzerini bölgede oynayamaz. Bir ölçüde gelişen, fakat istikrarsız olacağı şimdiden açık olan siyasi nüfuzu ve ABD işbirlikçiliği bölgesel siyasi ve askeri birliği gerçekleştiremez. Çünkü yerel burjuva iktidarlar sınıf doğaları gereğince rekabetçi çekişmelerini emperyalist güç odaklarına yedeklenerek yansıtırlar, bölgesel güçlere yedeklenerek değil… Politik islamcı partilerin önümüzdeki süreçte muhtemel iktidarları da, onların pragmatik burjuva niteliklerinin doğası gereği, doğrudan Türk burjuvazisinin AKP liderliğindeki iktidarına yedeklenmelerine yol açmaz. Hele Libya ve Suriye’deki gibi emperyalistlerin savaşıyla iktidara geldikleri, gelecekleri devletlerde, doğrudan ABD ve AB emperyalistlerine bağlanır veya Mısır ve diğer yerlerde onlara bağlanmayı tercih ederler. Bunu Libya’da şimdiden görmek mümkün. Tunus’ta Ennahda’nın seçimle hükümete gelmesine rağmen AB emperyalistlerine bağlanmayı tercih etmesi de bunu göstermektedir. Bosna’da, Kosova’da ABD ve AB’nin himayeci sömürgeciliğini desteklediği oranda Türk burjuvazisi ve devletinin etkisinin sürebildiği gerçeği de aynı durumu ifade ediyor. Orta Asya ülkelerinin ise eski Osmanlı toprağı olmadıkları için değil, ABD’nin dünyasal, Rusya’nın bölgesel gücü nedeniyle Türk devleti ve [ 45 ] Marksist Teori burjuvazisinin etki sahasına girmedikleri geçmişte açığa çıkmıştı. Bütün bu gerçeklerin ortaya koyduğu gibi, Davutoğlu’nun eski Osmanlı sömürgelerini nufuz alanlarına dönüştürme stratejisi, ya da yer yer dillendirilen “yeni Osmanlıcılık” ba- şarı şansı olmayan bir propaganda şiarıdır, dıştan çok, içte, islami duyguları ve büyük devlet şovenizmine açlığı giderecek bir slogan olarak AKP ve burjuvazinin toplumsal/siyasi desteğini güçlendirmeye hizmet etmeye endekslidir... [ 46 ] BURJUVA ANAYASAL ÇÖZÜM MÜ, DEVRİMCİ ÇÖZÜM MÜ Şamil Elbruz AKP hükümeti Haziran 2011 genel seçimleriyle birlikte yeni anayasa hazırlığını tekrar gündeme taşıdı. Ergun Özbudun ve ekibine ısmarlanan, ardından AKP yönetimince elden geçirilen yeni anayasa taslağı, hatırlanacağı gibi 3 yıl önce apar topar rafa kaldırılmıştı. Üniversitelerde başörtüsü serbestisi için yapılan yasal düzenleme Anayasa Mahkemesi’nden dönmüş, AKP’ye kapatma davası açılmış, kapatılmanın eşiğinden dönen hükümet partisi, Anayasa Mahkemesi kararıyla “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak damgalanmıştı. AKP, bu hamleler karşısında geri çekilerek yeni anayasa hazırlığını gündemden düşürmüştü. Politik iktidarın içinde debelendiği rejim krizi ve karşı karşıya olduğu yapısal açmazlar yeni anayasa sorununun tekrar ele alınmasını mecbur kılıyordu. Nitekim 2012 yeni anayasanın hazırlanacağı yıl olarak ilan edildi. 12 Eylül Anayasasının İflası 1980 askeri faşist darbesi devrimci mücadelenin kitlesel yükselişi koşullarında rejimin sürüklendiği derin [ 47 ] Marksist Teori bunalıma geçici bir çözüm olmuştu. Türk burjuva devletinin varlığını doğrudan tehdit eder düzeye varan devrimci, sosyalist alternatif ezilmiş, siyasi düzen tepeden tırnağa faşist restorasyona tabi tutulmuştu. Burjuva meclis eklentili yarı askeri faşist rejim yapısına geçilirken, 12 Eylül anayasasıyla, hem olası her türlü devrimci ve demokratik gelişmeyi bastıracak, hem de generallerin sahne arkasından politik iktidar tekelini teminat altına alacak kurumsal ve hukuksal çerçeve oluşturulmuştu. Geride bıraktığımız on yıllarda, 12 Eylül anayasasıyla mühürlenen bu çerçeve tamamen tıkanmakla kalmadı, Cumhuriyetin bütün tarihi giysisi dikiş tutmaz oldu. Ömrü 90 yıla yaklaşan Cumhuriyetin bina edildiği tek ulus, tek dil, tek mezhep, devletlü laiklik ve demokratik hak yasakları şeklindeki taşıyıcı kolonlar baştan aşağıya çürüdü ve çökmeye yüz tuttu. Egemenlerin birleştirici tarihsel resmi ideolojisi olan Kemalizm çözülmeye uğradı. Cumhuriyetin varoluş bunalımıyla eş anlamlı bir nitelik kazanan rejim krizi, Kürt ulusal savaşımı, demokratik Alevi hareketi, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi ve politik islamcı hareket tarafından koşullandı. Türkiye kapitalizminin emperyalist küreselleşmeye iktisadi ve siyasi adaptasyonunun gerekleri ve egemenler arasındaki politik yarılma, krizin daha da ağırlaşmasına yol açtı. Kürt ulusal savaşımı, devletin inkârcı-ırkçı yapısını ve resmi ideolojisini iflas ettirdi. Ulusal inkâr ve asimilasyona dayalı Kemalist şoven iktidar kodlarını bozdu. İsyanı askeri imhayla yanıtlamaya koşullanmış geleneksel politikayı çökertti. Demokratik alevi hareketi, devlet güdümlü Sünniliğe dayalı mezhep ayrımcılığını sarstı, çıkmaza sürükledi. Türk olmayan ulusal toplulukların uyanış işaretleri tekçi-ırkçı devlet yapısında ve ideolojisinde yeni gedikler açmaya başladı. İşçi sınıfı ve ezilenlerin demokratik savaşımları, antifaşist tepkiler ve devrimci mücadele faşist yasakları geriletti, diktatörlüğü meşruiyet krizine itti. Politik islamcı parti ve tarikat örgütlenmelerinin toplumsal ve siyasal alanda güçlenmeleri, hükümete gelmeleri ve devlet yönetimine ortak olmaları devletlü laikliği giderek işlevsizleştirdi, iktidar bloğunda değişiklikleri kaçınılmaz kıldı. Emperyalist küreselleşme şartlarında dünya tekellerinin ulusal çitlere takılmaksızın sömürüsünü artırmayı, Türk sermaye oligarşisinin uluslararası sermayeyle kaynaşmasını, iç pazarın bütünleşik dünya pazarının dolaysız unsuruna dönüşmesini içeren Türkiye’nin mali ekonomik sömürgeleşme süreci, buna paralel olarak emperyalizmin bölge politikalarında Türk burjuva devletine biçtiği rol ve AB’ye tam üyelik hedefli ilişkiler rejimin yeniden yapılandırılmasını gerektirdi. Böylece 12 Eylül anayasası ıskartaya çıktı. Egemen sınıf içinde rejim krizine yeni bir anayasayla çare bulma arayışları son yıllarda iyice olgunlaştı. [ 48 ] Marksist Teori Rejim Krizi, Bloklaşma ve AKP’nin Yükselişi Hem rejim krizinin bir ürünü, hem de onu ağırlaştıran başlıca bir etmen olarak, egemen sınıfın iki bloğa ayrılması 2000’lerde boyutlandı. Generallerin başını çektiği faşist yüksek bürokrasi ile CHP ve MHP’nin yer aldığı “statükocu” blok süregelen devlet yapısını korumayı program edindi. 12 Eylül anayasasının temel motiflerini, faşist MGK diktatörlüğünün başlıca kurumlarını, Kemalist resmi ideolojiyi savunmakta birleşti. Sermaye oligarşisinin büyük bölümü ile politik islamcı sermaye, Gülen cemaati ve AKP “değişimci” blokta yan yana geldiler. Bloğun, devlet yapısını uluslararası ve yerli tekelci burjuvazinin çıkarlarına göre yeniden dizayn etme ve bu sayede rejim krizini aşma programı, ABD ve AB emperyalistlerinin desteğini de arkasında buldu. İki blok arasındaki devlet kavgasının şiddetlendiği ve her ikisinin de iç gerilimler taşıdığı koşullarda, AKP, hükümet partisi olmaktan reel bir iktidar gücü olmaya uzanan basamakları duraksamalarla tırmanmaya yöneldi. O, 28 Şubat darbesinin politik İslamcı güçleri irade kırılmasına uğratması sonucu sahne almıştı. Şeriat rejimi amacından vazgeçtiğini garanti eden, sermaye oligarşisinin çıkarlarına yaklaşan, ABD ve AB’yle işbirliğine açık duran, emperyalist küreselleşmenin gerektirdiği dönüşümleri benimseyen yeni tipte bir politik islamcı çizgiyle ortaya çıkmıştı. Ekonomik krizin toplumsal yüklerine karşı halkın bü- yüyen tepkisi diğer burjuva partileri unufak ederken, milyonların “değişim” beklentisini arkalayan AKP o koşullarda tek başına hükümet olma fırsatını yakalaşmıştı. Rejimin iç dengelerinin yerinden oynadığı ilk aşama Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinde somutlaştı. Ne ABD ve TÜSİAD’dan vize alamayan darbe teşebbüsleri ve kontra eylemleri, ne anayasa mahkemesinin “367” garabeti, ne de milyonluk cumhuriyet mitingleri Gül’ün Cumhurbaşkanlığını engelleyebildi. AKP’nin generaller partisinin Çankaya sorunu ve hükümet konusunda bir referanduma çevirdiği 2007 genel seçimlerinden güçlenerek çıkması ve Çankaya tepesini ele geçirmesiyle egemen sınıfın iki bloğu arasındaki denge değişmeye başladı ve generaller partisi savunmaya itildi. İktidar kompozisyonunun değişiminde ikinci aşama Ergenekon tutuklamalarından Balyoz davasına uzanan gelişmelerde somutlaştı. Önce ABD emperyalizmine sırt çeviren kontracı ve cuntacı askeri ve sivil kadroların elimine edilmesi, ardından darbe tezgâhına katılan onlarca muvazzaf generalin hapse tıkılması, 28 Şubat’ın tersine, bu defa generaller katında bir irade kırılması süreci yarattı. 12 Eylül 2010’daki referandumla anayasanın bir dizi maddesinde gerçekleştirilen değişiklikler AKP’nin gerçek bir iktidar gücü kazandığının, generaller partisinin geriletilerek iktidar ayrıcalıklarının sınırlandırıldığının, hamle üstünlüğünün artık “değişimci” [ 49 ] Marksist Teori blokta olduğunun göstergesi niteliğindeydi. Nitekim AKP hükümeti Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde politik islamın iç düşman olarak tanımlanmasına da son verdi. Kimi anları çatışmalı, kimi anlarıyla uzlaşmalı geçen iki hükümet döneminin sonunda, AKP, 27 Mayıs 1960 darbesinin devirdiği Menderes hükümetinden bugüne uzanan zaman zarfında en işlevsel iktidar alanına sahip burjuva siyasi parti oldu. Yeni anayasa hazırlığına da üç yıl önceye kıyasla farklılaşmış ve rejim içinde güçlenmiş yeni konumundan girişti. Yeni Burjuva Anayasaya Yüklenen Misyon AKP cumhuriyetin burjuva demokratik dönüşünün motoru değil, hiç olmadı. Rejim krizi şartlarında hükümete geldiğinde kendini egemenler arasındaki bloklaşma ortamında buldu. Onun yeni tipteki politik islamcı çizgisi bile devletin eski tipteki yapısınca sindirilemedi. Hükümet olarak varlığını korumak için, sahne arkasından iktidar tekelini kullanan faşist generaller partisiyle çatışmak zorunda kaldı. Halk yığınlarının desteğine dayanmak, demokrasi özlemini arkalamak mecburiyetindeydi. Sisteme kendi siyasi meşruiyetini kabullendirecek anayasal ve yasal düzenlemelere başvurmak zorundaydı. Burjuva “değişimci” bloğa yerleşen AKP, rejim krizinin ve emperyalist küreselleşme sürecinin sunduğu manevra imkânı zemininde hareket etti. Bütün bunlar, onu, taşıdığı politik islamcı kimliğin antidemokratiklikle, ezen ulus milliyetçiliğiyle, sermaye ve devlet yanlılığıyla, emperyalizme işbirliğine yatkınlıkla karakterize olan iç dinamiklerinin yer yer ötesine geçen bir politik rota izlemeye itti. AKP reel bir iktidar gücüne eriştikçe, izlediği politik çizginin gericiliği o denli ağır basmaya ve çıplak bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaya başladı. AKP propagandacıları ve burjuva liberal cenah tarafından yayılan AKP eliyle demokratik anayasa yapılacağı yanılsaması bu gerçekliğe daha fazla çarpar oldu. Gerek Ergun Özbudun’a hazırlatılan eski taslağa, gerekse hükümetin güncel politikalarına göz atmak, bugün AKP’nin hedeflediği tipte yeni bir anayasanın içeriği ve kapsamı konusunda fikir vermeye yeter. Eski taslağın AKP yönetimince elden geçirilmiş versiyonu, 12 Eylül anayasasının “değiştirilmesi teklif daha edilemez” ilk üç maddesini koruyordu. Vatandaşlık tanımını yine “Türk” kimliğine atıfla yaparken, anadilde eğitimi ve Kürtler için bireysel kültürel haklardan ötesini içermiyordu. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın varlığında ısrar ediyor, Alevlerin haklarını dışlıyordu. Kısmi bir esneme olmasına karşın, söz, basın, toplantı, örgütlenme ve eylem özgürlüğünü faşist çerçeveye hapsetmekten vazgeçmiyordu. Sendikal örgütlenme ve grev hakları üzerindeki yasakların çoğunu kaldırmıyordu. Eğitim ve sağlıkta ticarileştirmeye, özelleştirmeye, toplumsal yararlı hizmetleri metalaş- [ 50 ] Marksist Teori AKP yeni anayasayla, hükümeti egemenlerin asıl siyasi iktidar organı kılmanın ve generaller partisinin rejimdeki ayrıcalıklı gücünü daha da törpülemenin, laikliğin yeniden tanımlanmasını sağlamanın ve rejime yaptığı politik islamcı aşının tutmasını güvencelemenin hukuki çerçevesini kurmayı amaçlıyor. Bu hesap, rejim krizine çözüm bulmayı ve devlet mekanizmasını dönüştürerek kendi çıkarlarına daha dolaysızca koşmayı isteyen TÜSİAD’çı sermaye oligarşisinin, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin programıyla örtüşüyor tırmaya, yabancı sermaye hareketlerini engelsizleştirmeye daha elverişli bir hukuki zemin getiriyordu. Eski taslak, MGK’nın, Yüksek Askeri Şura’nın, yüksek yargının ve bürokrasisinin diğer üst kurullarının teşekkülünde yürütmenin ve parlamentonun yetkisini artırmakla ve böylece generaller partisinin iktidar alanını daraltmakla beraber, MGK’yı anayasadan çıkartmak, genelkurmayı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak ve askeri yargının bağımsızlığına son vermek gibi daha önemli düzenlemelerden kaçınıyordu. Bu bakımdan rejim içi dengelerin o dönemki maddi gerçekliğini yansıtıyordu. (Taslağın detaylı bir incelemesi için bkz. Yeni Anayasa Krize Çözüm Olmaz, Teoride Doğrultu Sayı: 28, Aralık 2007-Ocak 2008) Görüldüğü gibi AKP’nin yeni anayasa için bu ilk fiili girişiminin esas amacı, hükümetin iktidar sahasının generaller partisi aleyhine kısmen genişletilmesini resmileştirmekti. 12 Eylül 2010’da referanduma götürülen anayasal değişiklikler de benzer bir amaç taşıyordu. Hükümet eden AKP, partinin kapatılmasını önlemeyi, başlıca devlet kurumları üzerinde otorite kurmanın yolunu açmayı, gelecekteki politik hamlelerini “statükocu” blok tarafından anayasal oyunlarla bloke edilmesinin önünü almayı hedefliyordu. Yeni anayasa için ilk taslak da, referandumda onaylanan değişiklik maddeleri de, işçi sınıfı ve emekçilere, Kürt ulusuna, halklarımızın Alevi bölüklerine, ulusal ve dinsel topluluklara faşist yasakların kısmi sınırlanmasından fazlasını getirmiyor, faşist rejimin temel kurumsal yapısının tasfiyesini içermiyordu. Nitekim faşist kurumsal yapıyı değiştirmeye yönelmeyen AKP, kurumları kadrosal açıdan ele geçirmeye ve hegemonya altına almaya girişti. YÖK, RTÜK, HSYK gibi faşist bürokrasi merkezleri, Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın ve MİT’in önemli bir bölümü AKP ve Gülen Cemaati kadrolarıyla dolduruldu. Zaten polis teşkilatı neredeyse bütünüyle AKP’nin ve [ 51 ] Marksist Teori cemaatin politik ve operasyonel enstrümanına çevrilmişti. Mevcut devlet aygıtının farklılaşan kadro bilemişinde adeta bir postkemalist döneme geçiş rüzgârı estirildi. Ne ki, bu devlet kurumlarında yönetimin AKP’ye geçmesi hiçbir anlamlı demokratik sonuç getirmedi. Aynı süreçte tırmanan polis saldırıları, gazetecilerin ve bilim insanlarının ardı ardına tutuklanması, özel yetkili mahkemelerce yağdırılan cezalar iktidar pastasına ortak olan AKP’nin politik programının aynası oldu. Değil Kürt ulusal varlığının anayasaya kaydedilmesini kabullenmek, AKP yüzde 10 seçim barajını düşürmeye bile pek niyetli olmadığını açığa vurdu. Öcalan ve PKK’yle görüşme masasını devirerek Kürt ulusal iradesini kırmaya dönük yeni bir askeri-siyasi saldırı konseptini uygulamaya soktu. Açık ki, AKP’nin yeni anayasa tasavvurunda rejimin burjuva demokratik dönüşümü yok. “70”lerde İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da faşist rejimlerin burjuva düzen koşullarında ya da reformcu yoldan tasfiyesinin mühürü olan burjuva demokratik anayasalar bir yana, güdük bir burjuva demokratik anayasal düzen dahi tasarlanmıyor. Kaldı ki, geçtiğimiz aylarda İtalya ve Yunanistan’da atanan teknokrasi hükümetleri veya ABD’de “Wall Street’i İşgal Et” hareketinin maruz bırakıldığı sistematik polis şiddeti gibi örneklerde görüldüğü üzere, temsili burjuva demokratik sistemin kapitalist metropollerdeki çürüyüşü emperyalist küreselleşmenin Türk bur- juva devletini demokratik bir yapılanmaya ittiği savını yalanlıyor. AKP yeni anayasayla, hükümeti egemenlerin asıl siyasi iktidar organı kılmanın ve generaller partisinin rejimdeki ayrıcalıklı gücünü daha da törpülemenin, laikliğin yeniden tanımlanmasını sağlamanın ve rejime yaptığı politik islamcı aşının tutmasını güvencelemenin hukuki çerçevesini kurmayı amaçlıyor. Bu hesap, rejim krizine çözüm bulmayı ve devlet mekanizmasını dönüştürerek kendi çıkarlarına daha dolaysızca koşmayı isteyen TÜSİAD’cı sermaye oligarşisinin, ABD ve Avrupalı emperyalistlerin programıyla örtüşüyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyetin 100. Yıl kutlamalarında devlet başkanı sıfatıyla Kanal İstanbul’u açarak siyaseten “Yeni Türkiye”nin coğrafya haritasına imzasını kazımayı hedeflediği anlaşılıyor; fakat iç ve uluslararası konjonktürel politik denklemler bir devlet başkanlığa sistemine geçişi kolaylaştırmaktan henüz uzak durumda bulunuyor. Kürt Ulusal Dinamiğinin Zorlayıcılığı 2012’de yeni anayasa yapımı etrafında meydana gelecek mücadelelerin ve saflaşmaların öncelikli belirleyeninin Kürt ulusal sorunu olacağı gözler önündedir. Sömürgeci faşist devlet aklı, Kuzey Kürdistan’ı ayağa kaldıran ulusal mücadelenin 30 yıllık imha ve inkâr çizgisini iflas ettirmesinin ve rejimin kırmızı çizgilerini boşa çıkarmasının [ 52 ] Marksist Teori ardından, “Kürt yoktur” tutumunda ancak “bireysel kültürel haklar”ı tanıma noktasına geriliyor ve bırakalım ulusal eşitliği, Kürt halkımızın ulusal demokratik haklarını kabule dahi yanaşmıyor. İpliği çoktan pazara çıkan “demokratik açılım”ın mimarı AKP de, bu açıdan aynı devlet aklıyla buluşuyor. Kürt ulusal varlığının tanınması, anadilde eğitim ve demokratik özerklik taleplerine geleneksel ırkçı devlet refleksiyle yaklaşıyor. Devlet-PKK görüşmelerinde Kürt ulusal demokratik hareketi liderliğinin anayasal ulusal statü koşulundan geri adım atmaması, bu kez doğrudan AKP’nin siyasi komutasında başlatılan inkârcı-sömürgeci saldırı dalgasıyla yanıtlanıyor. Yeni anayasa hazırlığında Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların, siyasi müzakerelerle olduğu kadar, silahlı mücadelelerle de yürütüleceği muhtemel görünüyor. Devlet ulusal demokratik hareketin iradesini kırmak ve onu bireysel kültürel haklar sınırında bir anlaşmayla silahsızlanmaya razı etmek amacıyla elindeki tüm askeri, siyasi, diplomatik kozları kullanırken, ulusal demokratik hareket de Kürt ulusal varlığının anayasal statüye kavuşturulmasını devlete politik şiddetle dayatıyor. Yeni anayasa hazırlık sürecinde Kürt ulusal mücadelesinin ulaşacağı düzeyin yaratacağı basıncın işbirlikçi tekelci burjuvazi ve devlet katında oluşturacağı yeni çatlaklıkların çapı, “değişim” bloğunu geri adıma zorlama gücü ve AKP’yi açmaza sok- maktaki etkinlik derecesi, anayasaya konunun nasıl kaydedileceğini de belirleyecektir. Ve şurası açıktır ki, vatandaşlık tanımında Kürt varlığını içermeyen, anadilde eğitimi dışlayan ve bölgesel özerkliğe kapı aralamayan yeni bir anayasa, Kürt ulusal sorununu kısmi bir burjuva çözüm yoluna sokma yeteneğinden ve asgari bir burjuva demokratik nitelikten yoksunluk kadar, rejim krizine burjuva çözümün ifadesi de olamayacaktır. Burjuva Kamplaşmaya Soldan Yedeklenme Riski Rejim içi politik dalaşta bir dizi yasal ve fiili mevzisini kaybeden, savunmaya ve giderek bir irade kırılması sürecine itilen buna karşın iktidar aritmetiğinde halen önemli yeri olan faşist generaller partisi, yeni anayasa yapımı sırasında 12 Eylül Anayasası’nın ilk üç maddesini ve ruhunu, Kemalist resmi ideolojinin önceliğini ve hâlihazırda elinde tuttuğu iktidar ayrıcalıklarını olabildiğince koruma kulvarında hareket edecektir. Türkiye’de burjuva siyasi iklimin geleneksel özellikleri bir askeri darbe ihtimalini tamamen devre dışı bırakmamasına rağmen, mevcut politik güç dengeleri dahilinde ve ABD emperyalizmiyle Türk sermaye oligarşisinin onayından mahrum halde bir darbenin yakın ihtimal olmadığı açıktır. Faşist “statükocu” blok, CHP ve MHP’nin öne çıkması, yüksek bürokrasinin Kemalist kadrolarının tavır alması, aynı çizgideki “sivil” kuruluşların ve medya araçlarının seferber [ 53 ] Marksist Teori edilmesi yoluyla politika yapmaya ve Türk halkını saflaştırmaya ağırlık verecektir. Bu faşist kampanyanın söylemi, yer yer sözüm ona emperyalizm karşıtı demagojik veya zehirli bir sosa da bulanarak “cumhuriyetin kazanımlarını ve Atatürk devrimlerini savunmak, laikliği korumak, dinciliğe ve bölücülüğe geçit vermemek” gibi başlıca argümanları barındıracaktır. Generaller partisine karşı hamle üstünlüğünü ele geçirmiş ve eski iktidar aritmetiğinde bir değişim AKP’nin geniş yığınlar nezdinde meşruiyetini kaybetmiş faşist 12 Eylül anayasasını kendi kabuğu içinde yenileme girişimini ise demokratik haklara ulaşmak için desteklenecek bir adım olarak niteleyen sol tandanslı yaklaşım tekrar örgütleniyor yaratmış olan burjuva “değişimci” blok, rejimin yarı askeri karakterinin silikleşeceği, hükümetin asıl siyasî iktidar organı haline geleceği, uluslararası ve yerli sermaye tekellerinin son sözü söyleyeceği, Kemalist resmî ideolojinin gevşetilmesiyle neo-liberal bir ideolojik formun hakim kılınacağı türde bir devlet düzenine geçişi hızlandırmada işlevsel bir anayasa için bastıracaktır. Kürtlere, Alevilere, ulusal ve dinsel top- luluklara, düzen içi sol muhalefete verilecek oldukça kontrollü ve dar kapsamlı kimi tavizlerle, rejim krizini doğuran toplumsal ve siyasal dinamiklerin hiç değilse yatıştırılmasına oynanacaktır. AKP propagandası, Cumhuriyetin restorasyonuna demokratik makyaj malzemesi olan “sivilleşme” vurgusunda yoğunlaşacaktır. “Değişim” bloğunun halk desteğini arkalama arayışı, “yeni Türkiye’yi kurmak, askerî vesayete son verip sivilleşmeyi sağlamak, AB normlarında demokrasiye geçmek” söyleminde ifadesi bulacaktır. Yeni anayasanın neyi nasıl kaydedeceğini, örneğin ilk üç maddenin farklılaşması, MGK’nın kaldırılması, generaller partisi ve ordunun kurumsal ayrıcalıklarına son verilmesi gibi değişikliklerin anayasa metninde yer bulup bulamayacağını, önümüzdeki süreçte politik aktörler arasında şekillenecek güç ilişkileri belirleyecektir. Hukuk, politik güç ilişkilerine ve nihayetinde toplumsal maddi yapılara tabidir; bu ilişkilerin ve yapıların belli bir kesitteki durumunu ve eğilimini yansıtacaktır. Egemenlerin birbirleriyle çelişki halindeki her iki bloğu, ezilenlerin bağımsız bir politik kuvvet olarak boy göstermelerinin önünü almakta hemfikirken, halk yığınlarını kendi politik çizgileri etrafında toplamakta rekabet içindedir. 12 Eylül 2010 referandumunda belirginlik kazandığı gibi, çeşitli reformist sol parti ve çevrelerin yeni anayasa yapım sürecinde burjuva “değişimci” ve faşist “statükocu” [ 54 ] Marksist Teori bloklardan birine yedeklenme riski günceldir. Faşist rejimin yarı-askeri yapısının değişmesini devletin demokratikleştirilmesi temelindeki bir kazanımı, AKP’nin geniş yığınlar nezdinde meşruiyetini kaybetmiş faşist 12 Eylül anayasasını kendi kabuğu içinde yenileme girişimini ise demokratik haklara ulaşmak için desteklenecek bir adım olarak niteleyen sol tandanslı yaklaşım tekrar örgütleniyor. Buna göre, sermaye hegemonyasında gerçekleştirilse dahi yeni bir anayasanın yapımı solun gelişimini kolaylaştıracaktır. Son referandumda bazı reformist sol partilerin ve liberal solcu aydınların “yetmez ama evet” sloganı altında kümelenmeleri söz konusu eğilime işaret ediyor. “Değişim” bloğuna yedeklenen bu eğilim, devrimci gelişmeye inançsızlığı ve sınıf işbirliği yönelimiyle, burjuvazinin yeni bir anayasaya biçtiği rol hakkında ham hayaller yayarak emekçi kitlelerde Cumhuriyetin anayasal restorasyonuna rıza üretme ve mevcut devrimci imkanları heba etme misyonunu üstleniyor. Tam burada 2. Dünya Savaşı’nı takiben İtalyan Komünist Partisi’nin utanç verici bir tavırla katolikliğin yeni devletin bünyesine enjekte edilmesine dahi onay vererek, sosyalist devrimin eşiğindeki İtalya’da burjuva demokratik anayasayla kapitalist düzenin yeniden kuruluşuna angaje oluşu akla geliyor. İtalyan Komünist Partisi’nin sosyalizm yolunu açık tuttuğu savıyla yaldızladığı o anayasa- nın, soğuk savaş başlar başlamaz partinin hükümetten kovulmasıyla veya Batı Avrupa’nın en faal kontrgerilla teşkilatının oluşturulmasıyla pekâlâ bağdaştığı biliniyor. Reformist sol cenahta diğer bir eğilim ise daha ileri gitmek için cumhuriyetin kazanımlarına ve laikliğe soldan sahip çıkmak, sivil dikta ve emperyalizmle mücadele etmek adına yeni anayasa yapımına adeta karşı duran bir konuma tekabül ediyor. Politik mücadele, en gerici odak ilan edilen AKP karşıtlığına, onun politik islamcı ve neo-liberal çizgisiyle hesaplaşmaya indirgeniyor. Ne rejim krizinin, ne de halklardaki değişim isteğinin derinliği kavranıyor. 2010 Referandumundaki sol argümanın “hayır” tavrı bu eğilimi temsil ediyor. Ezilenlerin antifaşist mücadelesini kötürümleştirmeye, emekçi zihinlere şoven ve laikçi Kemalist zehrin boca edilişine ortak olmaya götüren bu eğilim, her türlü niyetten bağımsız olarak kitleleri faşizmin peşine takmak anlamına geliyor. Oldukça benzer bir ideolojik-politik bir yaklaşımla Kemalist tek parti diktatörlüğünün pekişme sürecini destekler pozisyona düşen Şefik Hüsnü liderliğindeki TKP’nin berbat oportünist hatalarından bir kez daha ders alınması gerekiyor. Tek parti rejimi kuyruğunda bir varoluş tarzına sürüklenen TKP’nin buna rağmen Kemalist devletin demir yumruğu altında nasıl ezildiği hâlâ ibretle hatırlanıyor. “Birazcık demokrasi” için AKP’nin politikasını ve Türk tipi laiklik için [ 55 ] Marksist Teori CHP’nin politikasını ehven-i şer bulan bu iki ayrı eğilim son kertede aynı varış noktasında buluşuyor: ezilenleri egemenlerin karşısına dikmeye kilitlenmek yerine, egemenlerin kutbuna payanda olmak. Rejim krizine burjuva anayasal çözüm arayışlarının ya da militaristfaşist iktidar ayrıcalıklarını koruma çabalarının yörüngesine girmenin devrimci ilkeler ve politikayla hiçbir bağıntısının bulunmadığı yeterince açıktır. Devrimci Tutarlılığı Politik Ataklıkla Buluşturmak Hukuk, sınıf mücadelesinin seyrindeki ve toplumsal ilişkilerdeki değişimlere bağlı olarak şekillenir; aynı zamanda bu değişimleri frenleyici veya ivmelendirici etkilerde bulunur. Burjuva anayasalar devlet yapısının faşist biçimlerinden demokratik biçimlere uzandığı bir çeşitlilik içinde burjuvazinin toplumsal egemenliğini kayıt altına alırlar. En demokratik burjuva anayasa bile kapitalist düzenin hukuki üst yapısını meydana getirir. Düzeni tehdit eden devrimci gelişmelerin varlığı burjuva-demokratik bir anayasanın karşıdevrimci zoru tırmandırma ihtiyacına uyarlanmasını ya da fiilen çiğnenmesini ve hatta burjuvazinin bastırma iradesinin anayasayı çöpe atan bir askeri darbede cisimleşmesini getirebilir. Devrimci-sosyalist bir parti burjuvazinin egemenliğinin hukuki ifadesi olan herhangi bir burjuva anayasayı benimsemez. Çünkü o anayasa, isterse sermayenin politik iktidarının en demokratik biçimlerini formüle ediyor olsun, devrimci-sosyalist partinin yıkmayı program edindiği sömürü düzeninin kendini meşrulaştırmasının simgesidir. Devrimci ilke, her türden burjuva anayasasının alternatifini sosyalist anayasayla veya devrimci geçiş dönemlerine özgü halkçı-demokratik anayasayla ifade etmektir. Burjuvademokratik iktidarın ve temsili parlamenter demokrasinin karşısına işçi halk konseyleri iktidarı ve giderek doğrudan demokrasiyle çıkmaktır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin gerçek talep ve özlemlerinin karşılanmasını burjuvaanayasal dönüşümler değil, yalnızca devrimci iktidar şartlarında yapılacak anayasalar yansıtabilir. Devrimci ilke devrimci politikaya ışık tutar, fakat onun yerini alamaz. Yeni anayasa muharebesinde egemenlerin iki kanadından birine soldan yedeklenen eğilimlerin pratik eleştirisi de devrimci ilkeselliği taktiğe ikame ederek yapılamaz. Egemenler arası iktidar kapışması diyerek taktik ilgisizlikte çakılmak, “an”daki devrimci imkanlara gözleri kapalılığın, apolitikliğin ve soyut ilkeciliğin bir tezahürüdür. Üstelik bu tarz bir yaklaşım, bugünkü askerî, siyasi ve kitlesel gücüyle Kürt ulusal demokratik hareketinin – ezilenlerin mücadelesinde başlıca bir bileşkenin – yeni anayasa yapım denkleminde birinci derecede belirleyici bir vektör olduğunu hiç anlamamak demektir. (Kuşku yok ki, yeni anayasa yapımı koşullarında [ 56 ] Marksist Teori demokratik özerkliği ve anadilde eğitimi sömürgeciliğe dayatan ve Türk halkı içinde Kürt ulusal demokratik taleplerini meşru olduğu bilincini yayan mücadeleler devrimci demokratik gelişmeye basamak olacaktır.) Devrimci politik müdahale yeni bir anayasa yapımına dair tartışma atmosferinde emekçilerin politik dikkatindeki artışı bir devrimci imkan olarak algılar. Ezilenlere iktidarın zirvesindeki sivilleşmenin demokratikleşmeyle özdeş olmadığını, halkçı-demokratik bir anayasanın ancak burjuvazinin iktidarını yıkacak bir halk devriminin eseri olabileceğini anayasa tartışmalarının somutluğunda gösterir. Düzenin burjuva-anayasal restorasyonunun karşısında anti-emperyalist demokratik devrim programını ve sosyalizmi propaganda eder. Fakat propaganda düzleminde kalmakla yetinmeyen devrimci politik müdahale, ezilenlerin politik özgürlük, ulusal geleceğini belirleme hakkı, eşit yurttaşlık, toplumsal adalet ve sosyal haklar eksenli çeşitli taleplerini güncel mücadele konusu haline getirir. Bu güncel mücadeleleri işçi sınıfı ve ezilenleri iradeleştirmenin, politik savaşımın daha ileri evrelerine hazırlamanın kaldıracı yapar. Emekçilerin devrimci-demokratik temelde saflaş- tırılmasının ortaya çıkaracağı politik güçle ve egemenler arasındaki çatlakları derinleştirmesiyle, bir dizi halkçıdemokratik kazanımı yeni anayasaya kaydettirmeyi zorlar. Burjuva anayasaya geçirilecek böylesi kazanımları devrimci gelişmenin yan ürünleri olarak değerlendirir. Bu reformları ezilenlerin saflarında moral ve özgüven birikimi sağlayacak ve devrimci hareketin büyümesini hızlandıracak mevziler olarak kullanır. Tam da burada hatırlanmalıdır ki, Halkların Demokratik Kongresi, Kürt ulusunun, işçi sınıfının, kadınların, emekçilerin, yoksulların, gençliğin, Alevilerin, ulusal ve dinsel toplulukların, kısacası bütün ezilenlerin yeni anayasa yapım sürecinde kendi talepleriyle yükseltecekleri mücadelelerin birleşik yatağı olma potansiyeline sahiptir. Kongrenin bu bakımdan politik-pratik rolünü oynaması hem egemen sınıf bloklarından birine soldan yedeklenme eğilimlerinin etkisizleştirilmesi, hem de ezilenlerin sermayeye, devlete karşı saflaştırılması yolunu döşeyecektir. Devrimci perspektifin özü rejim krizine burjuva-anayasal çözüm arayışının karşısına devrimci çözüm alternatifiyle çıkmak ve pratikte onu örgütlemektir. [ 57 ] ASKERLİK SİSTEMİNDEKİ DEĞİŞMELER Osman Tiftikçi Türk ordusu Osmanlı’dan günümüze değişimler geçirerek geldi. İçinde bulunduğumuz dönemde bu değişime bir yenisi daha eklenmekte. Ordu ve diğer devlet kurumlarında sınıflar mücadelesi açısından önemli değişimler yaşanmaktadır. Bu süreci tartışanların çoğu, olanları AKP ve generaller arasındaki bir mücadele şeklinde değerlendiriyorlar. Örneğin muhalif kesim AKP’nin, Gülen cemaatinin kendi ordusunu kurmaya çalıştığını, taraftar kesim ve liberaller ise T. Erdoğan ve AKP’nin siyasi sistemi demokratikleştirdiğini iddia ediyorlar. Ordudaki değişimler AKP ile generaller arasındaki bir didişmeden ibaret değildir. Bu değişikliklerin daha temel ve tarihi nedenleri vardır. Bu yazının, konuyu Erdoğan, Gülen - generaller çatışması ekseninden çıkarıp, daha geniş bir çerçeve içinde tartışılmasına yardımcı olacağını umuyoruz. Bugünkü modern ordunun temelleri II. Mahmut tarafından 1826’da Yeniçeriliğin tasfiyesiyle atıldı. 1908 İkinci Meşrutiyet ordunun gelişiminde de önemli bir aşama oldu. Ordunun gelişiminde her aşama aynı za[ 59 ] Marksist Teori manda bir tasfiye demektir. II. Meşrutiyet Abdülhamit’in paşalarını tasfiye ederek, askeri bazı ayrıcalıkları kaldırarak, genç İttihatçı subayları komuta kademelerine getirerek yeni bir ordu yarattı. Kurtuluş savaşından sonra eski ordu tarihe karıştı ve ulusal temelde yeni bir ordu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusu kuruldu. Önceki ordu imparatorluk ordusuydu. Bu nedenle imparatorluğu ayakta tutacak biçimde örgütlenmiş ve buna göre görevler edinmişti. Bu ordu örneğin Osmanlıya karşı ulusal mücadeleleri bastırabilecek, rakip emperyalist güçlerle, Rus, İngiliz, Fransızlarla savaşacak, muhalif siyasi güçlerin iktidarı ele geçirmelerini engelleyebilecek şekilde biçimlenmişti. Doğal olarak ideolojik biçimlenmesi de buna göreydi; osmanlıcı, islamcı bir ideolojiydi bu. Cumhuriyet ordusu ise; dağılan imparatorluk ordusunun yerine önce Türkiye sol hareketine ve Kürtlere, sonra Yunanlılara karşı mücadele içinde kurulmuştu ve esas olarak bu bir iç savaş ordusuydu. “Yurtta sulh cihanda sulh” deniliyordu. Bu slogan, emperyalistlerle bir alıp vereceğimiz yok, ülke içinde de kimseye sesini çıkarttırmayacağız, muhalefete izin vermeyeceğiz anlamına geliyordu. Cumhuriyet’in ulusal ordusu, İttihatçı paşaların (Enver Paşa, Cemal paşa gibilerin yanı sıra Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi ünlüler dahil olmak üzere), subayların ve İttihatçı imparatorluk ideolojisinin tasfiyesi üzerine kurulmuştu. Ordunun gelişiminde önemli diğer bir aşama İkinci Dünya Savaşı döneminde başladı. Ordu iç savaş ordusu olma özelliğini muhafaza etmekle birlikte, emperyalizme bağımlı ve onun ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde yeniden biçimlendi. Alman ekolünün yerine Amerikan ekolü geldi ve ordu üst kademesi 1950’de Menderes hükümeti tarafından tasfiye edildi. Fakat esas tasfiye 27 Mayıs darbesiyle birlikte geldi. Darbeden sonra 235 general ve amiral, 4 000 civarında subay Amerika’dan alınan parayla ve Amerikalı komutanların bizzat katıldıkları kararlarla tasfiye edildi.1 Atatürkçülük hem resmi ideoloji olarak, hem de demokratik devrimci muhalefetin sahiplendiği bir ideoloji olarak altın devrini 1960’lı yıllarda yaşadı. AKP iktidarı ile birlikte yaşananlar bu saydığımız aşamalara, bir yenisini ekliyor görünmektedir. Ordu bir kere daha yeniden biçimlendirilmekte ve her yeni biçimlenmede olduğu gibi yeni bir tasfiye yaşanmaktadır. Bu tasfiye sadece şu an tutuklu bulunan general ve subaylarla sınırlı kalmayacak, büyük bir ihtimalle ordunun tüm komuta kademelerinde bir alt üst oluş yaşanacaktır. Çünkü orduya verilmek istenen yeni biçim göz önüne alındığında, şu an var olan bir çok subay, astsubay, general Ordunun geçirdiği bu değişiklikler “Osmanlı’dan Günümüze Ordunun Evrimi” isimli kitapta ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu kitabın genişletilmiş üçüncü baskısı, yakında Akademi yayınlarından çıkacaktır. 1 [ 60 ] Marksist Teori kuru kalabalık durumundadır. Hatta yaratılmak istenen profesyonel ordu asker sayısında da önemli bir düşüşü beraberinde getirecektir. Hedef, Ücretli Profesyonel Ordu Ordu egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre biçimlenen, düzenin temel devlet kurumudur. Her toplumsal-ekonomik sistemin kendisine göre bir askerlik sistemi, ordusu vardır. Bu askeri sistem üretici güçlerdeki gelişmeyle ve bu gelişmenin askeri alana da yansımasıyla sürekli olarak değişir. Örneğin köleci bir toplumun ordusuyla, bu ordunun savaş yöntemleriyle, feodal bir toplumun ordusu, savaş yöntemleri arasında önemli farklar vardır. Kapitalist sistemin ordusunun ayırt edici özellikleri olarak şunlar sayılabilir: Bu ordular ulusal, milli ordulardır. Örneğin feodalizmin değişik aşiretlerden, farklı dini inançlardan, ulus aşamasına henüz erişmemiş değişik halklardan oluşan karma karışık güçlerinin yerini; kabile, aşiret farklarını, hatta dini farkları ortadan kaldırmış ya da bunları ulusal bilincin gerisine itmiş milli ordular alır. Feodalizmdeki gelişigüzel, ihtiyaca göre belirlenen, angarya askerliğin yerini, tüm toplumu kapsayan, süresi, koşulları yasalarla belirlenmiş, “vatani görev” olarak kutsallaştırılmış zorunlu askerlik hizmeti alır. Kapitalist ordular ekonomik olarak ücretli emeğin sömürülmesine dayanırlar. İşçi sınıfından buraya değer aktarımı esas olarak iki yolla olur: vergi olarak toplanan paralarla askeri aygıt finanse edilir. Bunun yanı sıra ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan askeriyeye üretim yapan devlet fabrikaları kurulur. Kapitalist sistemin ordularında feodal ayrıcalıklar, bunun yanı sıra feodal bağımlılıklar, köylülere yüklenen angaryalar yoktur. Kapitalizmin ordusunda komutanlık, belirli soylu ailelere özgü, ya da devlet yöneticisinin ihsanına bağlı bir iş değildir. Subaylık ücretle, maaşla yapılan, koşulları, hakları yasalarla belirlenen, belli bir eğitimden geçmiş özgür kişilerin bir mesleği haline gelmiştir. Kapitalist sistemin ordusunun, öncekilerden farkları, bu farkların nedenleri ve bu farkların sınıf mücadelesinin tarihi seyri açısından önemleri ayrı bir yazı konusu olacak kadar geniştir. Örneğin asker ve subayların eğitim sistemindeki değişiklikler, yargılama ve cezalandırma siteminde değişiklikler hatta kılık kıyafet değişiklikleri, yukarıda saydıklarımıza eklenebilir. Bütün bu değişikliklerin altında egemen sınıf burjuvazinin ihtiyaçları yatar. Ama her ülkenin burjuvazisi, kendine özgü bir tarihi geçmişe sahip olduğu için ve değişik ihtiyaçlarla yüz yüze bulunduğu için, her ülkenin askerlik sistemi diğerlerine göre farklılıklar gösterir. Örneğin bugün bile, bırakalım bağımlı ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki önemli farkları, emperyalist ülkelerin askerlik sistemleri bile birbirinin aynısı değildir. Örneğin Almanya’da [ 61 ] Marksist Teori zorunlu askerlik vardır ama isteyen askerliğini sivil hizmetlerde çalışarak yapabilir. Fransa’da 2001 yılında zorunlu askerlik kaldırılıp profesyonel orduya geçilmiştir. ABD’de Vietnam savaşından sonra 1973’te zorunlu askerlik kaldırılmıştır. İngiltere ordusu 1960’tan beri gönüllülerden oluşmaktadır. Ama İsrail’de askerlik hala kadınlar için bile zorunlu hizmet durumundadır. Tüm bu farklara rağmen, İkinci Dünya savaşı sonrası için Emperyalist ülkelerde şöyle bir genel eğilim saptanabilir: Zorunlu askerlikten, profesyonel gönüllü orduya geçilmektedir. Bu süreç uluslararası emperyalist orduların oluşumu süreciyle birlikte yürümektedir. Örneğin değişik orduların NATO’da şimdiye kadar olduğu gibi yan yana durmaları yerine, bu güçlerin iç içe geçmesi süreci yaşanmaktadır. Tekrar belirtelim; bu bir genel eğilimdir ve askerliğin biçimi her ülkenin burjuvazisinin ve emperyalist sermayenin genel ihtiyaçlarına göre değişiklikler göstermeye devam edecektir. Sözünü ettiğimiz genel eğilimin ortaya çıkmasında, yani zorunlu askerlikten vazgeçilmesinde, savaşlara ve zorunlu askerliğe karşı toplumsal tepkilerin rolü olmuştur. Ama bu sürecin ortaya çıkmasında kapitalizmin üretici güçleri, tekniği geliştirmesi ve eski sistemin artık ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesi belirleyici etkendir. Nasıl ki teknik ilerleme üretim için gereken işgücünü azaltır, daha az sayıda işçiye gerek duyarsa, benzer biçimde savaş araçlarındaki geliş- meler de daha az sayıda ama daha kaliteli, profesyonel askerlere ihtiyaç doğurmaktadır. Ayrıca hem teknik gelişmelerin hem de değişen savaş koşullarının ürünü olarak, sınırlı süreli (örneğin 15 aylık, iki yıllık) zorunlu bir askerlik ihtiyaca cevap vermemekte, tersine yük olmaktadır. Emperyalist ülkelerin dünyanın dört bir yanında bulundurdukları askeri güçlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için askerliğin her hangi bir süreyle kısıtlanmaması ve askerlerin değişik tipte görevleri yerine getirebilecek yetenekte, tecrübede olmaları gerekir. Sistem süresiz askerliğe ihtiyaç duymaktadır. Zorunlu ve belirli bir süre ile sınırlanmış askerlik, sistem için işe yaramaz bir kalabalık yaratmaktadır. Bu nedenlerden dolayı zorunlu askerliğin kaldırılması, gönüllü, özel olarak eğitilmiş ücretli elemanlardan kurulu profesyonel ve iyi silahlanmış bir ordu, mevcut dönemde sistemin tercihi haline gelmiştir. Türk Ordusundaki Değişim, Hem Dış Dayatmaların Hem de İçteki İhtiyaçların Ürünüdür Türk ordusu 1990’lı yıllara kadar bir iç savaş ordusu olarak biçimlenmişti. Her ne kadar ordunun görevi resmi olarak dış ve iç düşmanlara karşı ülkeyi koruma olarak ifade edilse de, ordu bu yıllara kadar hep içteki “düşmanlarla” uğraşmıştır. Sadece askeri birliklerin ülke genelinde konuşlandırılmasına ve 1960’tan itibaren [ 62 ] Marksist Teori İç savaşa ve askeri darbe yapmaya göre biçimlenmiş olan ordu aynı zamanda, Sovyetlere karşı ve Orta Doğu’da emperyalizmin çıkarlarını savunabilecek şekilde biçimlenmişti. Türk ordusu ülkedeki Amerikan üsleri ve askerleriyle, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint okyanusundaki Amerikan deniz filolarıyla bir bütün oluşturuyordu. darbelerle yapılanlara bakmak bile bunu görmeye yeter. Ordular sınırlarda değil, büyük şehirlerin göbeğinde kuruludur ve şehirleri kuşatmış durumdadırlar. Başta Ankara’daki kritik mevkiler, (parlamento, TRT gibi) olmak üzere, büyük illerdeki hedefleri anında ele geçirebilecek, olası gösterilere anında müdahale edebilecek bir konumda tutulmaktadır ordu. İç savaşa ve askeri darbe yapmaya göre biçimlenmiş olan ordu aynı zamanda, Sovyetlere karşı ve Orta Doğu’da emperyalizmin çıkarlarını savunabilecek şekilde biçimlenmişti. Türk ordusu ülkedeki Amerikan üsleri ve askerleriyle, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint okyanusundaki Amerikan deniz filolarıyla bir bütün oluşturuyordu. Bu görevler için Türk erkek vatandaşlara 2 yıl gibi nispeten uzun bir zorunlu askerlik hizmeti konulmuş ve ortaya yaklaşık sekiz yüz bin kişilik bir ordu çıkmıştı. Doğu Bloğunun çökmesiyle birlikte Türk ordusuna yeni bir görev daha verildi; NATO’nun ya da emperyalizmin istediği her yere koşturmak, buralara askeri müdahalede bulunmak. Bu görev o yıllara kadar Kore’ye asker yollanmasıyla sınırlı istisnai bir olgu olarak kalmıştı. Şimdi bu iş sürekli hale getirilmek istenmektedir. Bosna, Afganistan, Somali, en son Libya ve şimdi de Suriye bu işin daha şimdiden genel bir kural haline geldiğini göstermektedir. Ve Türk ordusu, mevcut yapılanması, uyguladığı askerlik sistemi ile bu görevi hakkıyla yerine getirebilecek durumda değildir. Bu yeni ihtiyaç karşısında yetersiz kalan ordu, iç tehlikelerle mücadele konusunda da iyi durumda değildi. Ordu, yaptığı 12 Eylül cuntası ile tüm toplumsal kesimlerin tepkisini toplamış, işkenceler, idamlar, faili meçhuller, gözaltında kayıplar, hükümetleri zorla yönlendirme çabaları ile gözden iyice düşmüştü. Ama en önemlisi 3-5 çapulcu dediği Kürt direnişiyle 20-30 yıldır başa çıkamıyordu. Kürt sorunu Orta Doğu’nun ve dünyanın gündeminden eksik olmayan temel meselelerden biri haline gelmişti. Bunların yanı sıra orduya o ana kadar gördürülen ideolojik, toplumsal işlevleri de ordu yerine getiremez haldeydi. Üstelik bu işlevleri devam ettirme gayreti yararlı olmak bir yana kötü sonuçlar doğuruyordu. [ 63 ] Marksist Teori Özetle 2000’li yıllara gelindiğinde Türk ordusu kendisini bekleyen uluslar arası ve ulusal sınırlar içindeki görevlerini yerine getirebilmede yetersiz, ağır, kocaman, hantal bir yapı durumundaydı. Bu yazdıklarımızı biraz daha açalım. Şimdi emperyalistlerle birlikte dünyanın dört bir yanına müdahale edebilecek, hatta uzun bir müddet buralarda kalıcı olabilecek askeri güçlere ihtiyaç var. Doğal olarak bu yerlerde görev yapacak askerlerin bazı özelliklere sahip olması gerekir. Örneğin askerlik tecrübesi, acemi birliğinde attığı üç beş mermi ve burada kendisine anlatılanlarla sınırlı olan, sabırsızlıkla tezkere bekleyip gün sayan, moral olarak kendisini savaşa değil de askerden sonra yapacağı özel işlere motive etmiş olan, askerliğe gelip geçici, devletin baskısından kurtulabilmek için yapılması zorunlu bir iş olarak bakan askerlerle bu görev gereğince yapılamaz. Bu iş için, profesyonel olan, iyi bir maaş alan, iyi bir eğitimden geçmiş, hem modern silahları, hem de kontrgerilla taktiklerini bilen askerler gerekir. Yani NATO az ama öz, her türlü göreve hazır, son derece hareketli askerlere ihtiyaç duymaktadır. Türk ordusu ise şu haliyle bu ihtiyaca cevap verebilecek özellikte değildir. Bu nedenle profesyonel askerlik, değişik biçimlerde gönüllü askerlik en başta NATO’nun bir isteğidir. NATO’nun bu isteği Türk egemen sınıflarının iç istemleriyle de çakışmaktadır. Yukarıda tanımladığımız ruh hali içinde ve eğitim seviyesinde olan askerlerle, Kürt hareketine karşı başarılı olunamamaktadır. Bu başarısızlığı generaller bile, görev sırasında değil ama emekliliğe ayrıldıktan sonra itiraf etmektedirler. Dolayısıyla Kürtlere karşı savaşı devam ettirmek isteyen egemen kesimler profesyonel askerlere ihtiyaç duymaktadırlar. Bunun yanı sıra ordu mevcut haliyle epeyce masraflı bir kurumdur. Orduya ve onun faaliyetlerine çeşitli kanallardan aktarılan paranın ne kadar olduğu bilinmemektedir. Orduya MSB’ye bütçeden ayrılan payın yanı sıra, örtülü ödenekten, vakıflardan (en önemlileri Mehmetçik Vakfı ve Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı), OYAK’tan, dolaylı vergilerden, vakıfların tekelinde olan silah sanayinden, uluslar arası görevler nedeniyle dışarıdan gelen kaynaklardan vs. para aktarılmaktadır. Ama bunlar ne kontrol edilebiliyor ne de kamuoyuna açıklanıyor. Profesyonel ve gönüllü askerlik bu masrafları da düşürecektir. Türkiye egemen sınıfları optimum bir sayı belirleyecekler, 1 milyona yakın insana masraf etmek zorunda kalmayacaklar, ekonomiden gereksiz yere işgücü çekilmeyecek ve hesaplara göre can kayıpları da acemi askerin yerini profesyonel askerin almasıyla daha da düşecektir. Özetle profesyonel askerliğe geçerek ordu mevcut hantallıktan ve gereksiz masraflardan kurtarılmak istenmektedir. Ordunun ideolojik, toplumsal rolüne ve bundaki değişmelere gelince. [ 64 ] Marksist Teori Ordu, düzenin resmi ideolojisi olan Atatürkçülüğün hem koruyucusu, hem zorla dayatıcısı, hem de yayıcısı idi. Gene ordu Kürtlere yönelik asimilasyon politikalarının da önemli bir aracıydı. Askerlik süresi aynı zamanda bir Türkleştirme, Türkçe okuma yazma öğretme, Türk tarihini, Atatürk’ü öğretme süreciydi. Askerlik, “Her şey vatan için”, “Önce vatan”, “Türk öğün çalış güven” gibi sloganlarla yapılan yürüyüşlerle geçiyordu. Sadece Kürtler değil, Türk ve diğer uluslardan askerler de burada dayağın cennetten çıkma olduğunu, emre itaati, üstlerine (çalışma hayatında da ona ekmek veren(!) patrona) ses çıkarmaması gerektiğini öğreniyorlardı. Genel olarak eğitimde ve toplumda askerlik mesleği kutsanıyordu. Örneğin Kemalist tarih yazıcıları Türkiye’de ilericilik adına ne yapılmışsa tümünü orduya mal etmeye çalışıyor, orduyu sınıflar üstü kendi kafasına göre hareket eden bir kurum olarak gösteriyorlardı. Bu kesim orduya “milletin göz bebeği” derken, milliyetçi-dindarlarımız, yani AKP’nin içinden çıktığı dini akım da orduya “Peygamber Ocağı” diyordu. Yani birbirinin can düşmanı görünen laikler ile dinci kesim ordunun yüceliği konusunda tam bir görüş birliği içindeydiler. Hatta resmi ideolojiye göre bütün Türkler “asker millet”ti, her Türk asker olarak doğardı. Askerlik ve ordu böylesine yüceltiliyordu.2 Özetle yakın yıllara kadar Türk ordusu Türkiye’deki emperyalizme bağımlı sistemin askeri gücü olmanın ötesinde, başka anlamlar ve görevler ifade eden bir kurum durumundaydı. Şimdi ordunun bu özellikleri üzerinde bir takım tadilat yapılmak istenmektedir. Çünkü Atatürkçülük toplumun değişik kesimlerini düzene, devlete bağlayan bir ideoloji olma niteliğini yitirmiştir. Kürtler, aydınlar, Türkiye solu, hatta Alevilerin önemli bir kısmı için artık Atatürkçülük ve Kemalizm örneğin 1960’lı yıllardaki işlevleri görmekten çok uzaktır. Ordu Atatürkçülüğe sarıldıkça toplumdan daha çok tecrit olmaktadır. Ayrıca Atatürkçülük artık emperyalizm tarafından da tercih edilen bir ideoloji olmaktan çıkmıştır. Çünkü bu ideolojinin, Amerikanın yeni gözdesi ılımlı İslam denilen emperyalist işbirlikçisi islama karşı laik, genel olarak da demokrat, ulusalcı kesimlerin elinde anti-emperyalist yanları vardır. Bu nedenlerden dolayı Atatürkçülük, en azından onun sakıncalı yönleri tasfiye edilmek istenmektedir. Tarihi gerçekler hiç de böyle değildir. Örneğin Osmanlı Türkmen, Yörük aşiretlerinden olanları Yeniçeri yazmıyor, yani düzenli, sürekli ordusuna almıyordu. Dolayısıyla komutanlar da bu aşiretlerden çıkmıyordu. Osmanlı II. Mahmut’tan sonra modern orduya geçtiğinde de Türklerin özel bir yeri olmamıştı. Paşalar Milliyetine göre değil, başka kriterlere göre belirleniyordu. Örneğin Abdülhamit asker olarak en çok Arnavutlara güveniyordu. Dağlar askere gitmek istemeyen Türklerle doluydu. Kurtuluş Savaşı sırasında da halkımız askerde değil, gene dağlardaydı. 1920 yılında kurulan İstiklal mahkemeleri halkı zorla askere almak ve asker kaçaklığını önlemek için kurulmuşlardı. Kurtuluş Savaşında Yunan işgaline karşı Ethem liderliğinde ilk ciddi silahlı direnişi oluşturanlar da Türkler değil Çerkeslerdi. 2 [ 65 ] Marksist Teori Ordu eliyle uygulanagelen asimilasyon politikaları ve şoven politikalar da artık işlevini yitirmiş, tepki çeker hale gelmiş durumdadır. Şimdi hem NATO’nun ihtiyaçlarına, hem de içteki ihtiyaçlara cevap verebilen, tepki çeken ideolojik işlevlerini terk etmiş bir askeri yapılanmaya geçilmek istenmektedir. Hem emperyalizmin ihtiyaçlarına cevap verebilecek hem de Kürtler başta olmak üzere iç düşmanlarla gerektiği biçimde mücadele edebilecek, halkın gözünde saygınlığını kazanmış bir ordu yaratılmaya çalışılıyor. Değişimin Neresindeyiz? Değişim süreci esas olarak Erbakan-Çiller hükümetinin 28 Şubat 1997’de muhtırayla düşürülmesinden sonra başladı. Bu muhtırayla önce Erbakan’ın duayeni olduğu Milli Görüş çizgisi tasfiye edildi. Bu tasfiyeden, Milli Görüş çizgisinin sağladığı genel hava ve imkânlarla gelişmeye çalışan radikal islami akımlar da paylarını aldılar. Nurcu, Süleymancı, Işıkçı, Nakşî cemaatler bir yandan tehditle, diğer yandan yeni imkanlar sağlanarak Refah Partisi’nin altından çekildi. Milli Görüş’e bir daha örgütlenme imkanı da tanınmadı. DYP ve ANAP gibi partilerin tasfiye olmasıyla ortada kalan kitle ve düzenin sadık liberal aydın kesimleri de, saydığımız cemaatlere eklenerek AKP yaratıldı. T. Erdoğan Amerika’da ve Avrupa’da dolaşarak güven vermedik bir tane egemen çevre bırakmadı. Emperyalist devletler, TÜSİAD ve burjuva basın bu süreci ellerinden geldiğince desteklediler. Sonuçta AKP, daha bir yıllık bir parti bile değilken ve köklü partiler yüzde 10-20 oy oranında gezinirken, katıldığı ilk seçimde yüzde 34 oy alarak tek başına iktidar oldu. AKP iktidar olduğunda ordu iç disiplinini önemli ölçüde yitirmiş, karma karışık bir kurum durumundaydı. Hem Balkanlar, Afganistan, Kafkasya, Orta Asya gibi bölgeler için yeni güçlerin seferber edilmesi, hem de 1990’lı yıllarda tırmandırılan kirli savaşa yeni güçleri katabilmek için ordu ve ona bağlı istihbarat kurumları her kesimle yeni ilişkiler geliştirmişti. Bir yandan dinciler, bir yandan eski MHP’liler, öte yandan Kürt ağaları, PKK itirafçıları, ulusalcı kesimler, hatta mafia çeteleri, kaçakçılar, kumarhaneciler vs. bu ilişkiler ağı içine çekilmişti. Sonuçta devlet içinde kendi egemenlik alanını kurmak ve genişletmek isteyen çeteler, bunlar arasında görüş ayrılıkları çıktı. Görüş ayrılıkları üst komuta kademesine kadar yansıdı. Öyle ki kendi istihbarat elemanlarını, albaylarını, generallerini öldüren bir yapı ortaya çıktı. Bu duruma çekidüzen verme girişimleri orduda belli kesimlerin tepkisiyle karşılandı. Öyle ki AKP’yi darbeyle devirmenin planları bile yapıldı. Ama ordu içindeki bu karşı koyuşlar emperyalistler ve Türkiyeli egemen sınıflar tarafından hoş karşılanmadı. Planlar açığa vuruldu ve tutuklamalar başladı. Şu anda durum kontrol altına alınmış, inisiyatif AKP eliyle egemen kesimlere geçmiş görünmektedir. Şimdi [ 66 ] Marksist Teori de profesyonel orduya geçmenin, yani emperyalizmin ve ülke içindeki mücadelenin ihtiyaçlarına yeterince cevap verebilecek bir dönüşümü sağlayabilmenin çalışmaları yapılmaktadır. Bedelli Askerlik Diğer bir tartışma konusu olan “bedelli askerlik”, ordunun yeniden yapılandırma çalışmasıyla doğrudan ilgili değildir. Belli kesimler için askerlik yapmama ayrıcalığı her dönemde var olmuştur. Örneğin Osmanlı’da ulema kesiminin, medrese öğrencilerinin askere gitmeme ayrıcalığı vardı. Bedel ödeyen zengin çocukları da askere alınmıyordu. İttihatçılar 1908 İkinci Meşrutiyetle birlikte alaylı subay uygulamasına son vermiş, ulema kesiminin bu ayrıcalığını kaldırmış, Abdülhamit’in bol keseden çoluk çocuk dahil önüne gelene verdiği rütbeleri iptal etmişti. Ama askere gitmeme, zenginlerin her dönemde, bir yolunu bularak yararlandıkları bir ayrıcalık olmaya devam etmiştir, günümüzde de devam etmektedir. Sahte çürük raporu alma, torpilini bulup askerliğini yapmış görünme, normal günlük yaşantısını sürdürürken askerlik yapıyor görünme bu sayısız yöntemlerin bazılarıdır. Bedelli askerliği de, zengin kesimin çocuklarını askerden muaf tutmak için başvurulan bir yöntem olarak kabul etmek gerekir. Çünkü saptanan bedeller sıradan bir işçinin, köylünün, esnafın ödeyebileceği, hele de birkaç çocuk için ödeyebileceği miktardan çok fazladır. AKP hükümetinin bedelli askerliği gündeme getirmesinin nedeni, bir yandan sayısı 1 milyonu geçen yükümlüyü askere alabilmenin imkansız oluşu, diğer yandan da şu ekonomik sıkışıklıkta devlete yeni bir kaynak yaratabilme endişesidir. Bedel ödettirmekle hem devlet zorunlu vatani görevden geri adım atmamış olacak, hem binlerce işgücü ekonomiden çekilmeyecek, askeri bütçenin yükü hafifleyecek, üstelik hazineye para girecektir. Bedelli askerlik asker sıkıntısı da yaratmayacaktır. Çünkü nasıl olsa bedeli ödeyemeyip askere gitmek zorunda olan milyonlarca fakir fukara çocuğu hep vardır. [ 67 ] EZİLENLERİN ŞİDDETİ Haydar Özkan Şiddetli denir asi ırmağa ama kimse şiddetli demez Onu sıkıştıran yatağına. Bertold Brecht Başbakan Erdoğan’ın “terörle arasına mesafe koymayanlar bedel ödeyecek” açıklamasından ve takip eden gözaltı ve tutuklama dalgasından sonra, kendisini solda sayan kalem erbabı arasında şiddeti kınama, şiddetin çıkmaz yol olduğunu ilan etme yarışı başladı. Oral Çalışlar, “sol, şiddete karşı tavrını netleştirmeli” çağrısını yaparken, Roni Margulies “sosyalizmin şiddetle işi olmaz” diye ahkam kesiyor. Birikim dergisi ise egemenlere esaslı bir selam çakarak “silah/la mücadeleye” girişiyor. Kendisine devlet zorbalığını değil, buna direnenlerin ellerindeki silahları dert ediniyor. (Sayı 271) Şiddete karşı tavır alma çağrısı yapan bu sol liberal koro “şiddet”in bir tanımını yapmaktan ısrarla kaçınıyor. Öyle ya, nedir şiddet? Bunca murat edilen şeyin ne olduğunu tanımlamanız gerekmez mi? Marksist olma iddiasındakiler de dahil, bu aydınların hiçbirisi şiddetin [ 69 ] Marksist Teori tanımını yapmaya girişmiyorlar. Tek bildikleri şiddetin kötü bir şey olduğu. Bir “mutlak olumsuz” olarak kodlamaktan öteye şiddete dair hiçbir tanımları yoktur. Tartışma netliği için ilkin şiddet kavramından ne anladığımızı ortaya koyalım. Şiddet, uzlaşmaz çelişkilerin toplumsal ifadesidir. Şiddet anları, uzlaşmaz çelişkilerin patlama anlarıdır. Şiddet, çelişkinin bir tarafının diğerine uyguladığı ve bu çelişkiyle bağlı zordur. Üretim ilişkileri ve onun tarafından belirlenen toplumsal ilişkiler içerisinde birbirine zıt çıkarlara sahip toplumsal güçler arasında cereyan eden bir ilişki biçimidir. Egemen sınıf ve ezilen sınıflar, ezen ulus ve ezilen ulus vb. gerçekliğinde zorunlu olarak var olan ve bir çelişkinin nesnel bağlarıyla koşullanan bir olgudur. Ekonomik-siyasal egemenliği elinde tutan sınıfın bu konumunu korumak ve ayrıcalıklarını sürdürmek için sürekli ve sistematik olarak şiddete ihtiyacı vardır. Egemen sınıf ilişkisi, şiddetten bağımsız düşünülemez. Birikim dergisi ise egemenlere esaslı bir selam çakarak “silah/ la mücadeleye” girişiyor. Kendisine devlet zorbalığını değil, buna direnenlerin ellerindeki silahları dert ediniyor Herhangi bir toplumda en yaygın, en sistematik şiddet biçimi; egemenlerin ezilenlere uyguladığı şiddettir. Karakollar, hapishaneler, mahkemeler, kışlalar, istihbarat servisleri, kontrgerilla aygıtları, özel güvenlik birimleri vb. sayısız zor aygıtı toplumu bir ağ gibi sarmıştır. Bunlar, egemen sınıfın anayasa ve yasalarıyla hukukileştirilmiş “şiddet tekeline” dayanırlar. Bu şiddeti ezilen sınıflara karşı gündelik olarak uygularlar. Her gün yüzlerce insan burjuva yasaları çiğnediği için gözaltına alınır vb. Ancak bu şiddet o kadar sıradanlaşmıştır ki, artık “şiddet” olarak görünmez. “Kamu düzenini” korumak adına “normal” bir edim sayılmaya başlanır. Ne zaman ki çelişkinin ezilen tarafı bu şiddete şiddetle yanıt verirse, “şiddete” dair tartışmalar da o zaman başlar. Bahse konu aydınlar da öncelikle ve esasen bunu şiddet sayarlar. Oysa ezenlerin şiddeti, ezilenlerin her günkü yaşamında etinde ve kemiğinde hissettiği bir zorbalık zinciridir. Ücretli işçiyi patronuna boyun eğmeye, her gün eve suyu sıkılmış gibi gelmeye zorlar devletin kamçısı. Bir işçi, çocukluğundan ölümüne kadar polis zorbalığını her daim ensesinde hisseder. Faşist yasa ve yasaklara karşı durduklarında dayakla, copla, kurşunla, işkenceyle, gözaltında kaybedilmekle, kurşunlanmakla, tecavüzle, hapishaneyle, işten veya okuldan atılmakla, sürgünle yüz yüze gelir ezilenler, emekçiler. Kürt halkının bütün yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayanlar, ulusal varlığını [ 70 ] Marksist Teori ve dilini inkâr edenler bu durumu sistematik devlet şiddetiyle sürdürdüler. Şimdi ise bu şiddet tekelinin pratikte parçalanmış olmasının bunalımı içindeler. “Her türlü şiddete” karşı çıkan aydınlar, egemenlerin şiddet tekelini yeniden sağlama çabalarına soldan destek oluyorlar. Bizzat devlet, örgütlenmiş şiddetten başka bir şey değildir. Ekonomik olarak en güçlü sınıfın diğer sınıfları ezme aracıdır. Devletin tüm zor aygıtları sürekli ve sistematik biçimde ezilen sınıf, cins, ulus ve inançlar üzerinde baskı uygular. Yer yer şiddet, bizzat egemen sınıfın iç mücadelelerinde de kullanılır. Şiddete dair tartışmalarda egemen sınıf zorunun görmezden gelinmesi ve sadece ezilenlerin şiddetinin konu edilmesi, soyut bir şiddet tartışması yürütülmesi meselenin esasını oluşturur. Demek ki, bu tartışmaları yürütenlerin sorunu genel olarak şiddetle değil, ezilenlerin şiddetiyledir. Ezilenlerin şiddeti, burjuvazinin organik aydınlarına, bizzat kendilerine (de) yönelen bir tehdit olarak görünür. Aslında onlar yüce gönüllü insanlardır. İşçilerin sömürülmesine, Kürt ulusunun inkâr edilmesine karşıdırlar! Fakat aynı zamanda işçilerin başkaldırmasına, “yakıp yıkmasına”, Kürt halkının ulusal özgürlük savaşı vermesine de karşıdırlar. Ortadadırlar. Orta yolcudurlar. Ancak çelişkiler keskinleştiğinde ve gerçekten bir tercih yapmak durumunda kaldıklarında devletten ve ezenlerden yana saf tutmuşlardır, tutacaklardır. Kendilerini böyle bir tercih yapmak zorunda bıraktığı; maskelerini soyup attığı için de ezilenlerin şiddetinden nefret ederler. Mağdurları severler, hesap sormaya girişmedikleri sürece... Anayasal-yasal düzen çerçevesi işlemez hale gelirse, burjuvazi de “rutin olarak” uyguladığı şiddetin ötesine geçer. “Devlet rutin dışına çıkar” (S. Demirel) ve yasalarla sınırlanmamış bir şiddet uygular. Burada, tıpkı devletlerin kuruluş aşamalarında görüldüğü gibi, “kurucu” bir şiddet, anayasalyasal düzeni kuran, egemen sınıfların devlet sistemini kuran, koruyan veya tahkim eden bir şiddet vardır. Takrir-i Sükûn Yasası, 12 Eylül darbesi ve 1993’te doruğuna varan kirli savaş buna en çarpıcı örnekleri oluşturur. Eğer egemen sınıfların hâkimiyetini sağlamak üzere konulmuş yasalar bu rolü oynamaz hale gelirse yasalar da bir kenara atılır ve egemen sınıflar kendilerini hiçbir kuralla sınırlamazlar. Kaybetmeye başladıklarını anladıklarında oyunun kurallarını değiştirirler. Düzenin liberal aydınlarınca “şiddet” olarak tanımlanan bir diğer durum da budur. Onlar devletin normal işleyişine razıdırlar ancak sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve ezilenlerin başkaldırmasına karşı oldukları gibi, devletin bastırıcı “olağanüstü” şiddetine de karşı çıkarlar. İşte onların “her türlü şiddete karşı olmak” derken, açıktan değil ama zımni olarak kast ettikleri bu iki tür şiddettir. Savunmaya, muhafaza etmeye çalıştıkları ise anayasal-yasal düzenin olağan işleyişidir. [ 71 ] Marksist Teori Dolayısıyla bu işleyişe içkin şiddeti görmez, tanımlamaz ve eleştirmezler. Ancak onların görmedikleri bu şiddet, ezilenlerin etinde ve kemiğinde her gün hissettikleri bir zorbalıktır ve kendi karşıtını doğurur. Ve “günü geldiğinde” Atina’da ya da Tunus’ta olduğu gibi ezilen halk başkaldırır ve yılların biriktirdiği öfkeyi devlet güçlerine savurur. Fakat yanlış anlaşılma olmasın, düzenin aydınlarının devletin olağanüstü şiddetine protestoları tümüyle biçimsel ve göstermeliktir. Bu olağanüstü durumu yaratan sınıf mücadelesinin gelişimini çözümlemek yerine görüngülerle uğraşmayı tercih ederler. Genelde, bu tür durumları da ezilenlerin aşırılıklarıyla açıklama eğilimindedirler. Ezilenlerin şiddetinin devleti kışkırttığını ve böyle davranmaya mecbur bıraktığını kabul etmek tercihleridir. Onlar ancak fırtına dindikten, ezilenlerin direnişleri olağanüstü devlet şiddetini göğüsleyip gerilettikten sonra ortaya çıkarlar. Gerçeklerin söylediği şudur: “her türlü şiddete karşı tavır almak” tezi ve savunusu burjuvazinin hizmetindeki bir demagojiden ibarettir. Bu, şiddet kavramının sınıfsal ve sosyal içeriğinden dolayı böyledir. Zira şiddet olgusu toplumsal çelişkilerle bağlıdır ve kimse bu uzlaşmaz karşıt kutuplardan her ikisini birden savunamaz ya da her ikisine birden karşı olamaz. Bu çağrıyı yapanlar da gerçekte her türlü şiddete karşı değillerdir. Bir kısmını (devletin gündelik şiddetini) normal ve olağan sayarlar, dolayısıyla meşru görürler. Bizse onların normal ve olağan saydığı burjuva egemen sınıfların devlet biçiminde örgütlenmiş diktatörlüğünü kabul edilemez sayıyor ve buna karşı gelişen ezilenlerin şiddetini kaçınılmaz ve meşru sayıyoruz. Şiddet, bir anomali ya da kaçınılabilir bir “mutlak kötü” değildir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere nesnel üretim ve toplumsal ilişkilerden doğan ve kaçınılmaz bir olgudur. Sorun bu çelişkilerin hangi tarafından baktığınızdır. Nesnel toplumsal gerçekliklere ve çelişkilere karşı “ahlaki tavır” alma iddiası ya da çağrısı idealist bir saçmalıktır. Şiddet konusundaki harcı alem yaklaşımın vardığı yer, devletin şiddet tekelini kutsamak ve şiddeti egemen sınıfların bir ayrıcalığı saymaktan ibarettir. Bizim baktığımız yer, çelişkilerin ezilen tarafı olduğu için, tam tersini düşünüyoruz: “şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar.” (Che Guevara, Gerilla Savaşı: Bir Yöntem) Şiddete dayalı mücadele biçimlerinin politik mücadeleden suni olarak koparılması-ayrıştırılması belirli bir politik çizginin ifadesidir. Nihayetinde her gerçek politik mücadelede çelişkilerin tarafları örgütlenir, güç biriktirir ve çelişkinin çözümü için gücünü karşı tarafa dayatır. Zor, uzlaşmaz çelişkilerin çözümünde son tahlilde belirleyici olan güçtür. Şiddete dayalı mücadele biçimlerini yadsıyan, devletin şiddet tekelini mutlak sayanlar; bu nedenle, çelişkilerin, [ 72 ] Marksist Teori ancak burjuva devlet iktidarının izin verdiği ölçüde gündemleştirilmesi ve çözülmesi imkanına cevaz vermiş olurlar. Bunun anlamı, ezilenlerin silahsızlandırılmasıdır. Silahsızlanma da, tıpkı silahlanma gibi öncelikle ideolojiktir. Hükümet var gücüyle ezilenlerin şiddetini savunan ve uygulayanlara devlet terörü uyguluyor. Laçiner, İnsel, Margulies gibiler ise bu saldırıya ideolojik cepheden katkı sunuyorlar. Terör, Terörizm Şiddete dair tartışmanın, egemen sınıfların “terör”, “terörizm” tanımlarının ve bu tanımları arkalayan ağır devlet şiddetinin baskısı altında yapıldığı biliniyor. Her gün emekçi solunun ve Kürt yurtsever hareketinin “kapısını çalan” siyasi polisin insanları akın akın F Tiplerine götürdüğü bir dönemde “silah/la mücadeleyi” ana gündemi yapanların siyasal koordinatları bellidir. Egemen sınıflar, kendilerince uygulanan politik şiddeti meşru sayarken, ezilenlerin uyguladığı politik şiddeti “terör” diye yaftalayarak en ağır biçimde cezalandırırlar. Şiddeti uygulayan kendileri olduğunda her zaman bir gerekçe bulurlar. Oysa “terör” kodunu giydirdikleri her olayda korku ve zorbalıkla akıl dışılığı örgütlerler, her türlü gerekçeyi yadsırlar: “Terörün hiçbir amacı, rengi, dili, dini, vb. yoktur...” demagojisini sayısız biçimde yinelerler. Gerçekte “terör”, sömürücü, faşist ve emperyalist devletlere karşı ezilenlerce girişilen her türlü şiddetin kodlanmış ve etrafına dikenli teller çekilmiş kavramıdır. Bu kavramın içeriği, sınıf mücadelesinin seyrine göre değişir. Egemen sınıflarca bugün için tehlikeli görünmeyen bir mücadele biçimi yarın “terör eylemi” sayılabilir. (Örneğin, Londra polisinin “işgal et” eylemcileri hakkında tuttuğu terör raporları, Hopa’daki devlet şiddetine karşı dayanışma eylemlerinin terör sayılması, Deniz Gezmiş anmalarının birden bire “terör propagandası” ilan edilmesi, molotof kokteylinin bir polis şefinin isteğiyle “likit bomba” ilan edilmesi, vb. vb.) Terör’le kodlananın ezilenlerin siyasal şiddeti olduğu herkesin malumudur. En çok da egemen sınıf aydınlarının. Onlar, çelişkilerin keskinleştiği bir anda tüm retoriği bir kenara fırlatıp atmakta sakınca görmezler: “hiçbir terör örgütü, terör olsun diye terör eylemi yapmaz. Amaç, her zaman siyasidir.” (Ege Cansen, Hürriyet, 20.05.2009) Madem öyle, ne demeye halkı “terörün amacı olmaz” diye kandırıyorsunuz! Açıkça söylesenize, “terörle mücadele” dediğimiz şey, ezilenlerin siyasi amaçlarını engelleme mücadelesidir diye! Kürt ulusu, sırtındaki inkâr ve sömürgecilik boyunduruğunu kırıp atmaya girişirse bunun adı “bölücü terör”dür. İşçi sınıfı, sırtındaki artı değer sömürüsü ve onun koruyucusu faşist zorbalık düzenini yıkıp atmaya yönelirse bunun adı “yıkıcı terör”dür. Egemen sınıfların bu tanımını kırıp atmadan zihinler özgürleştirilemez. Egemen sınıfların terör tanımına cep- [ 73 ] Marksist Teori heden karşı durmayan, onu kökten mahkum etmeyen hiç kimsenin entelektüel akıl sağlığını korumasına imkan yoktur. Komünist veya sosyalist olmaktan söz etmiyoruz. Tutarlı demokrat olmak bile bu retle başlayabilir ancak. Zora Dayalı Devrimler Tartışması Ezilenlerin baskı ve sömürüye karşı şiddetinin kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağı ve son derece meşru olduğu konusunu kaydettiğimize göre, meselenin diğer boyutuna geçebiliriz. Şiddete dayalı mücadele araçları işçiler ve ezilenler tarafından, onların örgütlü öncü kuvvetleri tarafından kullanılmalı mıdır? Yararlı mıdır? Mücadeleyi ilerletir mi? Bu konuda düzen güçleri ve düzenin organik aydınları eskiden beri bir “çıkmaz sokak” kavramına sahiptir. Uğur Mumcu daha 1979’da yayınladığı silahlı devrimci hareketlerle ilgili röportaj kitabına bu başlığı atmıştı. 2011’e geldik, o dönemde U. Mumcu’nun kitabına konu olan hareketlerden gelen ama devlet terörüne maruz kalışlarının ardından düzene iltihak etmiş olan bireyler, örneğin Ömer Laçiner’ler çıkmaz sokak edebiyatı yapar oldu! Bu fikre göre, “silahlı mücadele çıkmaz sokaktır. Başarı şansı yoktur. Ancak ve ancak devletin altyapısal olarak zayıf olduğu ülkelerde istisnai başarı şansı vardır” (Birikim, Emin Alper.) (Yazarımız, bu tespitiyle devletin altyapısının güçlendiği Türkiye’de silahlı mücadelenin hiçbir başarı şansı olmadığını ima ediyor olmalı! ) Devrimci hareketlerin yenildiği birçok örnek sıralanarak bu fikirler kanıtlanmaya çalışılır vb. Soruyu bir de tersinden, ezilenler cephesinden bakarak soralım: Egemen sınıfların iktidarının zor kullanmadan yıkıldığı tek bir örnek var mıdır? Şiddetsiz, gül bahçesinde, egemen sınıfların silahlı zoruyla engellenmeye çalışılmadan gerçekleşen tek bir devrim gösterilebilir mi? Peki, kapitalizmden sosyalizme “barışçıl geçiş” stratejisini savunan partilerden tek biri bile başarılı olmuş mudur? Dünyanın herhangi bir ülkesinde kapitalist sömürü düzeni barışçıl yoldan ortadan kaldırılabilmiş midir? Tersine, bunu savunan akımlar (1920’lerde sosyal demokratlar ve 1950’lerde revizyonist KP’ler) bizzat kapitalizm tarafından dönüştürülmemişler midir? Sosyalist ve halkçı devrimlerin hedeflerine ulaşmadaki başarısızlığı üzerine söz tüketenler, acaba hiç, reformist stratejilerin hedeflerine ulaşıp ulaşmadıklarını değerlendirmişler midir? Peki ama neden? Bu teori hangi başarılı örneğe referans vermektedir ki, zora dayalı devrimlerin imkansızlığını tartışabilmektedir? Dolayısıyla, şiddete dayalı bir devrimin mümkün olmadığını, mümkün olsa bile devletin iç savaşla yıkıldığı bir toplumdan sosyalizm çıkamayacağını vaaz eden Laçinerler, Ahmet İnseller bize, iç savaşsız, şiddetsiz bir devrim örneği göstermeliler. Hiç değilse bunu denemeye çalışmalılar! [ 74 ] Marksist Teori Devrimlerin ilk anının görece düşük bir şiddet düzeyinde gerçekleştiği örneklerde dahi (1917 Rusya Ekim Devrimi ve Macaristan 1919 devrimi) egemen sınıflar iktidarı kaybettikleri andan itibaren korkunç bir şiddet ve yıkıcılıkla yeni rejime saldırmış ve ayrıcalıklarını geri istemişlerdir. Tarihsel ölçekte ele alındığında da her devrim emperyalist kapitalist dünya düzeninin yıkılma korkusunu büyüttüğü için zorun devrimlerdeki rolü önemsizleşmemiş, aksine güçlenmiştir. Sömürücülerin ayrıcalıklarından gönüllü olarak vazgeçeceklerini sanmak, ayrıcalık kavramından da, sınıf mücadelesinden de hiçbir şey anlamamaktır. Dolayısıyla burada ilkesel sorun, işçilerin ve ezilenlerin silahlı kurtuluş hakkının tanınmasıyla ilgilidir. Egemen sınıfların devlet aygıtının işçilerin ve ezilenlerin zoruyla devrilmesi ve iktidarın emekçi sınıflara geçişi meselenin temelini oluşturur. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin çözümünde son tahlilde belirleyici olan zor aygıtlarını işçiler ve ezilenler de elde etmeli ve kullanmalı mıdır? Bunun ötesi, strateji ve taktiklerle ilgili bir sorundur. “Öncü savaş”/“silahlı propaganda”, “silahlı halk ayaklanması”, “kırdan kente uzun süreli halk savaşı” silahlı devrim yolunun farklı ideolojik-stratejik kulvarlarıdır. Ancak burada meselenin özü, esası tartışıldığı için bu nokta tali önemdedir. Artık silahlı mücadelenin devri geçti, söylemlerinin kofluğu apaçık ortadadır. Örneğin Irak’ın ABD işbir- likçisi yönetiminin başındaki Celal Talabani şöyle buyuruyor: “... dönem silahlı kurtuluş mücadelesi yapılması dönemi olmaktan çıktı. Artık herhangi bir amaca ulaşmak için silah yerine siyasi yöntemler, diplomasi, kitle hareketleri vs. ve özellikle iletişim araçları kullanılıyor. Çağımız iletişim çağı. Mao’nun, Che Guevara’nın, Ho Chi Minh’in döneminde değiliz.” (Aktaran, Cengiz Çandar, Radikal) “Silah yerine siyasi yöntemler.” Ne dahice bir tespit! İyi ama zor, askeri biçimler ne zamandan beri “siyasi yöntem”in karşıtına dönüştü? Yoksa “savaş, politikanın farklı araçlarla devamıdır, şiddet araçlarıyla” derken Clausewitz yanılıyor muydu? Örneğin ABD, Irak’ı askeri zorun en gaddar biçimleriyle işgal ederken politika yapmıyor, “siyasi yöntem”i sürdürmüyor da, salt “savaş” mı yürütüyordu? Acaba Talabani, işbirlikçi Irak ordusuyla [ 75 ] Sosyalist ve halkçı devrimlerin hedeflerine ulaşmadaki başarısızlığı üzerine söz tüketenler, acaba hiç, reformist stratejilerin hedeflerine ulaşıp ulaşmadıklarını değerlendirmişler midir? Marksist Teori ya da kendi Peşmerge güçleriyle politika dışında bir şey mi yapıyor? Diğer taraftan devrimci savaşlarda diplomasinin kullanılmadığını kim iddia edebilir? Talabani’nin adını andığı devrimci önderlerden Mao’nun da, Ho Şi Minh’in de birer diplomasi ustası olduğu biliniyor. Çin iç savaşı sürecinde de, Vietnam ulusal kurtuluş savaşı sürecinde de defalarca masalar kuruldu, tarafların temsilcileri bir araya geldi, diplomatik savaşımlar yaşandı. Diplomasi ve silahlı savaş aynı madalyonun iki yüzüdür. Kitle hareketleri!.. Mısır’a bakalım. Devasa bir kitle hareketi yaşandı. Milyonlar sokaklara, meydanlara indi. Mübarek zulmüne başkaldırdı. Mübarek devrildi. Peki, ne oldu? Eski devlet aygıtı yerli yerinde durduğu için Mübarek’in yerini ordu cuntası (SCAF) aldı. Tahrir’e rağmen Müslüman Kardeşler’le anlaşarak yeni bir yarı askeri rejim kurmaya girişti. Yunanistan’da ulusun ezici çoğunluğunun açık eylemli reddine rağmen, IMF-AB’nin dayattığı kriz paketi “ulusu temsil eden” (!) burjuva parlamentodan geçti. Burjuva devlet aygıtına dokunmadan, nüfusun en geniş kesimlerinin açık taleplerini karşılama olanağının dahi olmadığı bir kez daha kanıtlandı. Peki, Mısır ve Yunan egemenleri ezilenlerin taleplerini nasıl engelliyor? Elindeki zor araçlarının gücüyle değil mi? Marx’ın o ünlü tespiti canlılığını ve geçerliliğini bir kez de Mısır devriminin ve Yunanistan halk ayaklanmalarının deneyimiyle kanıtlıyor: “... Fransa’daki gelecek devrim girişiminin, şimdiye değin olduğu gibi, artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacağını belirtiyorum. Kıta üzerindeki gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu. Kahraman Parisli arkadaşlarımızın girişmiş bulundukları şey de, işte budur.” (K.Marx-F.Engels, Seçme Yazışmalar-2, sf. 45) Çağımız iletişim çağı! Peki, iletişim araçları kimin elinde? Her biçimiyle medyanın, bizzat egemen sınıfların yönetme aygıtı olduğu bir gerçek değil mi? Başbakan Erdoğan’ın medya patronlarıyla yediği akşam yemeğinin sonuçları dahi tek başına oldukça öğreticidir. Yüzlerce insan siyasal nedenlerle hapsedilirken medya, polis fezlekelerinden başka hiçbir şeyden bahsetmemektedir. Talabani’nin hangi gerekçesini tutsak elimizde kalıyor. Talabani’nin ve benzerlerinin söylediklerinin özü özeti şuraya çıkıyor: Dünyanın egemenleriyle uzlaşın, onların “demokrasi ve insan hakları” programını benimseyin, onlarla diplomasi yapın, onlar size televizyonlarında yer versinler, onların istediği kadarıyla bir değişim gerçekleştirin. Bir başka ifadeyle, “her şeyi” yapabilirsiniz, ama küçük bir şey hariç, egemenlerin egemenlik tahtına dokunmadan! Bunun için ezilenlerin şiddetinden uzak durmanız yeter! Buna karşın, dünyanın egemenleri politik amaçları için silahı kullanmaya devam etsin. Filistin’de, Tamil’de [ 76 ] Marksist Teori ulusal özgürlük talebini kan deryalarında boğsun, Kolombiya’da Alfonso Cano’yu, Hindistan’da Kishenji’yi katletsin, Irak’ı işgal etsin, Suriye’de iç savaşı kışkırtsın, Libya’yı işgal edip Kaddafi’yi öldürsün... Ama ezilenler, zorun değişik biçimlerinden ya da daha teknik bir ifadeyle “silahtan” uzak dursun! Ne mutlu silah/la mücadele eden Laçinergillere! Esas sorun, üretim araçlarını ellerinde bulunduran ve dolayısıyla egemen sınıf olan burjuvazinin zor olmaksızın nasıl devrilebileceğidir? Ama düzen aydınlarının zaten düzenle ve egemen sınıfla bir sorunu olmadığı için, tartışmayı şiddete odaklamak ideolojik bir tercih meselesi haline geliyor. Lenin “Partizan Savaşı”nda, tecrit bir mücadele tarzına indirgenmiş bireysel şiddete karşıt olarak, işçiemekçi kitlelerinin ayaklanmalarından doğan ve onun parçası olan silahlı grupları olumlar ve över. (1906) Bolşeviklerin bizzat örgütlediği silahlı müfrezelerin deneyimleri devrimci hafızanın bir parçasıdır. Bireysel şiddet eylemleriyle Çarlığın yıkılabileceğini savunan Narodniklerle, 1905 devrimi boyunca işçileri, ezilenleri silahlandıran ve silahlı halk ayaklanmasını örgütleyen Bolşevikler arasında birçok bakımdan tezat vardır. Ama ezilenlerin silahlı kurtuluş hakkını savunmakta her ikisi de birleşir. 1905 devriminin ardından “işçiler silaha sarılmamalıydı” eleştirisini yapan Menşevikler ise Ekim Devrimi’nin ardından ise beyazların saflarına savrulmuşlardır. Ezilenlerin silahlı kurtuluş hakkı, egemen sınıflara karşı ideolojikpolitik tutumun aynasıdır. Turnosol kâğıdıdır. “Her türlü şiddet” karşıtlarının rengi, silahlı direnişler ya da halk başkaldırıları yükseldikçe beyaza doğru döner ve düzen saflarındaki yerleri netleşir. Kitlelerin Özneleşmesi Ömer Laçiner gibi şiddet karşıtı retoriğe Marksizan bir form kazandırmaya çalışanlar, zora dayalı mücadele biçimlerinin emekçi kitleleri “nesneleştirdiğini” öne sürerler. Onların büyük dertleri ise emekçilerin özneleşmesidir! Oysa devrimler tarihinin gerçek verileri kadar, güncel sınıf mücadelelerinin bilançosu da tam tersini ispatlıyor. Küba Devrimi’nde köylüleri silahlandıran Castro, Batista diktatörlüğü altında boğulan Küba halkına bir nefes kanalı açtı ve bu süreç ezilenleri özneleştirdi. Gerçek bir halk devrimine (yukarıda Marx’ın değindiği anlamda) yolu açtı. Mao, 1920’li ve 30’lu yıllar boyunca Çin’i saran ve derinden sarsan köylü isyanlarını, toprak mücadelelerini silahlandırdı. Köylülerin özneleşmesine önderlik etti. Onları Çin tarihinin etkin bir öğesi haline getirdi. Ardından Uzun Yürüyüşle Kızıl Ordu’yu Japon işgalcilerine karşı mücadelede mevzilendirdi ve halk devrimine giden yolu açtı. Kolombiya’da Marulanda ve arkadaşları, kırlık bölgelerde başlamış gelişmekte olan köylü isyanlarına ör- [ 77 ] Marksist Teori gütlü bir biçim kazandırdılar ve Kolombiya yoksul köylüsünü siyasal bir güç haline getirdiler. Türkiye’de Mahirler, Denizler, İbrahimler egemen sınıfların iki tarihsel bloğu tarafından parsellenmiş siyaset sahnesinde ezilenlere bir yer açtılar. 1971 devrimci çıkışıyla Türkiye işçi ve köylülerinin bağımsız bir güç olarak siyaset sahnesine çıkacağı kanal yaratıldı. Kürdistan’da, 12 Eylülcü faşist askeri zulüm koşullarında PKK 15 Ağustos 1984 atılımını örgütledi ve gerilla savaşının sürekliliğini sağladı. Böylece giderek büyük halk kitleleriyle kucaklaşan bir direniş ateşi yaktı. 198990’dan itibaren serhildanlar başladı ve ulusal direniş, bir ulusal devrime dönüştü. Her türlü şiddeti kınama yarışındaki aydınların iddiasının aksine, bu örneklerin tümünde yoksul, emekçi, ezilen halk kitleleri politikaya katılmanın bir yolunu buldular ve özneleştiler, özgürleştiler. Dün Kürdistan’da halk kitleleri feodal ağaların ve aşiret reislerinin tutsağıydı. Yerel seçimlerde güçlü aşiret belediye başkanını seçerdi. Dün mutfağın esiri olan Kürt kadını bugün ordulaşmış, politik öncü olmuştur. Kürt toplumu devrimci yoldan özgürleşmiş ve demokratik bir ulusal bilinç etrafında örgütlenmiştir. Laçiner ve benzerlerinin sorunu koyuş tarzı, gerçekte, emekçilerin politikada yer almasını gerekli görmeyen, politikayı eğitimli ve varsıl sınıfların bir ayrıcalığı sayan bir çizgiyi ele vermiyor mu? Bu söylenenler, açık diktatörlük rejimlerinin hüküm sürdüğü ve halk kitlelerini köleleştirdiği ülkelerle mi sınırlıdır? Burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü ülkeler için bu söylenenler geçerli midir? Burjuva demokrasisi, paranın tüm politik yaşamı belirlemesi demektir. Seçim kampanyalarını parası olanlar yürütür. Burjuva partilerinin aynılaştığı, programlarının had safhada benzeştiği koşullarda ezilen halkın politikadan soğuması “demokrasiye” ilgi duymaması anlaşılırdır. Bu ülkelerde emekçi, yoksul ve göçmenlere bırakılan tek seçenek taleplerini ve kendilerini görünür kılmak için isyan etmektir. Paris, Atina, Londra örneklerinde “demokrasinin beşiği” olan bu ülkelerde parlayan başkaldırılar bu gerçeğin ifadeleridir. Burjuva demokrasisinin varlığı sınıf mücadelesini ortadan kaldırmaz, aksine daha açık hale getirir. Sınıf karşıtlıklarını yalınlaştırır. “Demokrasi ne denli gelişmişse, burjuvazi için derin ve tehlikeli bir siyasal anlaşmazlık durumunda, insan kırımı ya da iç savaşa o denli yakındır.” (Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky) Burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu ülkelerde bile, sınıf karşıtlıklarının keskinleştiği anlarda devlet çıplak bir burjuva diktatörlüğü olduğunu sergilemekten geri durmaz. Örneğin demokrasinin beşiği Yunanistan’da ekonomik kriz, halkın büyük başkaldırısına rağmen, mali oligarşinin paketinin meclisten geçmesi ve [ 78 ] Marksist Teori Papademos’un “teknokratlar hükümeti” adı altında açık mali oligarşi diktatörlüğünün kurulmasıyla noktalandı. İtalya’da da benzer biçimde Monti hükümeti kuruldu. Sadece bu örnekler bile burjuva demokrasisine dair yanılsamaları ortaya serebilir. Proletaryanın politikaya katılım anları büyük kitle hareketleri, grevler, halk başkaldırıları gibi biçimler alır ve bu durumlarda ortaya çıkan “ayak takımının şiddeti” kibar bayları epeyce ürkütecek düzeydedir! Proletarya politik yaşama katıldığında, bunu kendi tarzında yapar. Kendisine küçük burjuva aydınların çizdiği sınırları değil, mücadelesinin meşruluğunu esas alır. O yüzden işçi kitlelerinin yoksulluğundan ve ezilmişliğinden doğup gelişen hareketler her zaman şu ya da bu ölçüde “şiddetli”dir. Örnek isteyen 1989 Venezuela, 2001 Arjantin, 2003 Bolivya ayaklanmalarına, Türkiye’de 1995’teki Gazi Ayaklanmasına, 2001’de patlak veren esnaf isyanına, Tunus, Mısır ve Yemen’deki halk ayaklanmalarına, Atina’da gençlik isyanı olarak başlayıp halk ayaklanmasına dönüşen sürece vb. vb. bakabilir. Bu yüzden, örneğin AKP hükümeti, meşru kitle şiddetini özel yetkili mahkemelerin birincil hedefi haline getirdi. Neoliberal sömürü politikalarının bunalttığı emekçilerle sömürgeciinkârcı politikaların boyunduruğuna başkaldıran Kürt ezilenlerinin sokaklarda, birleşik halk direnişinde buluşması egemenlerin güncel korkusudur. Olasıdır ki böylesi bir halk ayaklanmasının öncelikli hedefi hükümeti devirmek olacaktır. Ancak hali hazırda egemen sınıfların başka bir politik alternatifi olmadığı için, mevcut hükümetin sokağın baskısıyla devrilmesi egemen sınıfları politik istikrarsızlık ve bunalıma sürükleyecektir. Şiddet tartışmasının tam da bu an’da yoğunlaşması asla rastlantı değildir. Şiddete karşı kategorik bir tavır almak, gerçekte ezilen kitlelerin başkaldırısına sırtını dönmek, ona karşı daimi bir tavır almak demektir. “Barışçıllık” saplantısı, tipik bir orta sınıf tavrıdır. Demokrasi mücadelesi orta sınıf uysallığını aşıp yoksullara mal olduğu oranda “şiddet karşıtlığı” zırvalarının aşılması da kaçınılmazdır. [ 79 ] TARİHİ GÜLÜNÇLÜK: LİBERALLERİN ŞİDDET KARŞITLIĞI Zafer Emektar “Sosyalizmin şiddet ve terörle hiçbir ilişkisi yoktur...” Roni Margulies söze böyle girmiş 7 Aralık 2011 tarihli Taraf gazetesindeki makalesinde... Meramını dolaysız anlatan bir “saptama” bu. Başkaca bir şey söylememiş olsaydı da bu “saptama”nın anlam ve içeriği hakkında bir tartışma yürütebilmek için yeterli malzemeye sahip olacaktık. Ama yazar işimizi bu anlamda kolaylaştıran başkaca “saptama”larda da bulunmuş. “Şiddet kullanmak sosyalist topluma ulaşmanın siyasi bir yönetimi değildir ve olamaz” “Şiddet eylemleri emekçi kitleleri dışlayan, kendi eylemlerine değil başkalarının kahramanlığına güvenmelerine yol açan eylemlerdir. Sosyalizme ise ancak büyük emekçi kitlelerin eylemi yoluyla ulaşılabilir.” Ayrıca bir de, tartıştığı konunun genel anlamının dışında özel/kişisel pozisyonunun okur tarafından “saptanması”nı isteyen bir bilgilendirme yapma gereği de duymuş: “siyasi bir yöntem olarak şiddet eylemleriyle işim olmaz.” Ne diyelim. Demek ki var bir derdi ve bildiği! [ 81 ] Marksist Teori Margulies yazısında “saptama”lar yapmakla yetinmemiş. Tarihsel ve güncel olgu/olaylara atıflar üzerinden yorumlar da yapmış. “Şiddet, terör ve sosyalizm” hakkında. Zaten makalesinin başlığı da bu. Onlardan da meramını yansıtan bazı örnekler alalım... “Demek ki, genel grev, devrim, kitlesel mücadele süreci (yani farklı düzeylerde şu anda Mısır’da ve Yunanistan’da yaşanan süreç) sosyalizme ulaşmak açısından rolü iyi olur” bir süreç değil, olmazsa olmaz bir süreçtir. “Bu süreci yaşamayan bir sınıfa, kahraman öncüler, korkusuz kır/kent gerillaları, Guevaralar, bilmem ne kurtuluş orduları, ilerici subaylar filan tarafından sosyalizm sunulamaz. Sunulursa o sunulan şey sosyalizm değildir.” Yorumlar meselesi de esasen bu minvalde... Peki ya “kanıt”lar? Olmaz mı? Onlar da “ağırlıklı” olarak Troçki’den ve “hafifçe” de Marx’tan... Lakin köşesinin yarısından fazlasını kapsayan bu alıntı “kanıt”larını buraya aktarmamızın olanağı yok. Anlamlarına gerektiği kadar değineceğiz... Biz de sözümüzün esasına Che Guevara’ya ait veciz bir “saptama”yla girelim... Der ki Che: “Devrimcinin işi devrim yapmaktır” ve sanırım Margulies bildiği bu sözle ne zaman karşılaşsa entelektüel dünyasında “yasak alarmları” duyulmaya başlar otomatik olarak... Yazdıkları da bunu doğrular niteliktedir zaten. Neden doğruluyor? Anlaşılıyor ki yazarın sosyalizm kavrayışında devrim, “yapılan” bir şey değildir. Adeta nedensiz bir sonuç gibidir, ya da öznesiz yüklem... “Genel grev”, “devrim” (hatta), “kitlesel mücadele” gibi kavramlar belli ki onun akıl yürütme sisteminde, “yapılan-yapılması gereken” pratik şeylerin gerçek karşılığı değil, yalnızca “olan” şeylerdir. Olan şeyler de olacaktır zaten bir gün ve mutlaka! “Başkaları”nın bunları “ayrıca”da yapması/yapmaya kalkışması da nereden çıkıyor? Bu düpedüz bozgunculuktur, maceracılıktır, tarihin sosyalizme giden tekerine taş koymaktır! Devlet, şiddet mi uyguluyor işçilere, emekçilere, onlar zaten buna “kitlesel mücadele” yoluyla karşı koyacaklardır... Hatta gerekirse kitlesel şiddetle devlete ve sömürücülere hadlerini bildireceklerdir bir gün ve mutlaka! “Ulaşılacaksa sosyalizme” böyle ulaşılacaktır, başka türlüsü olamaz! Eşek değil ya bu devleti yönetenler ve burjuvalar, devirlerinin bittiğini, yolun sonuna geldiklerini er geç anlayacaklardır bu “genel grev” ve “kitlesel mücadele”nin gücü karşısında. Pes edeceklerdir sonunda, en azından canlarını kurtarma pahasına! Olması gereken olacaktır yani sonuçta... Zaten bu bir “süreç”, olmakta olan bir “süreç”. Baksanıza Yunanistan’a ve Mısır’a... Ama işte şu “devrim yapıcıları” olmasa, şu “başkaları” şiddetle ve terörle sürece müdahale edip devletin ve diktatörlerin ekmeğine yağ sürmese, ellerine koz vermese, devlet terörü ve şiddetinin [ 82 ] Marksist Teori daha güçlü örgütlenmesine meşruiyet kazandırmasa, kışkırtmasalar militarizmi, devrimse devrim olacak neredeyse kazasız belasız, sosyalizme de ulaşılacak mutlaka! Roni Margulies’in “sosyalizme ulaşma” tasavvurlarının yukarıdaki türden açıklamalarla dolu olduğundan hiç kuşkumuz yok... Zihniyet dünyasının ideolojik – politik kumaşı buna oldukça uygun çünkü... Başkaca yazılarından da takip edilebilecek bir mantık sürekliliğinden biliyoruz ki Margulies, politik olarak giderek “sıkı”laşan bir liberal, ideolojik olarak da giderek “gevşeyen” bir sosyalizm savunucusudur... “Marksist kırması” liberal aydınların bir türü olarak Marguliesler de böyle “oluşuyor” ve gelişiyor işte süreç içinde. Ne sosyalizmden vazgeçiliyor “kafa” olarak, ne de liberalizmden pratik olarak. Bir tür “suni denge” oluşuyor “kafa” ile “el” arasında, diyalektik olarak! Ama işte, devrim ve sosyalizm örgütlü, politik öznelerce süreç olarak “yapılan” pratik bir faaliyet olduğu için, Margulies türü aydınların “gelecek teorisi” giderek de hep “sağ”a çekmek zorunda kalıyor. Sosyalistliğin sağı, liberalliğin solu oluyor. Politik duruşlarını belirleyen temel olgunun “pratik” olarak liberalizm olması nedeniyledir bu “denge kayması”... Sınıfsal diyalektiğin dengesini bulması mı diyelim yoksa? Ve bu nedenle Margulies’in “şiddet” ve “terör”ün geçmişi ve bugünü hakkında “sosyalizm adına’ yazıp çizdiklerinde bir “ilke dengesi” bulmak da olanaksızlaşıyor. O Marksizmin ve devrimciliğin başta gelen politikpratik ilkelerinden birinin, tarihin komünizme doğru ilerleyiş, “oluş” güzergahlarının önünün örgütlenmiş devrimci zorla/şiddetle de temizlenmeye çalışılması, kolaylaştırma çabası olduğundan habersizdir. Ya da biliyordur da, belki entelektüel bünyesi kaldırmıyordur böyle bir gerçeklik diyalektiğini! Yazısında “kahraman öncüler, korkusuz kır/kent gerillaları, Guevaralar, bilmem ne kurtuluş orduları, ilerici subaylar filan...” dediklerinin işleri üzerine ahkam keserken liberalizmin bildiğimiz “sırça köşkü”nün içerisinden konuşmaktadır Morgulies. “Terör” yaftasını yapıştırıvermektedir, andığı politik öznelerin devrimci şiddet de içeren eylemleri ve tarihsel hareket tarzlarına... Daha da ötesi “bireysel terör” kategorisi içinde değerlendirmektedir esasen bu öznelerin işlevini... “Kanıt” olsun diye Trokçi’den yaptığı uzun alıntının içeriğinden anlıyoruz kurduğu bağıntının mantığını ve meramını... Oysa söz konusu alıntıda Troçki’nin söylediği şeylerin (1911 yılında) özü özeti şudur: bireysel terör eylemleri komünistlerin amaçlarına ulaşmak için benimseyebilecekleri bir yöntem değildir. Ve bunu, terör eylemlerinin kitlelerin örgütlenmesi ve savaştırılmasının yerine ikame edilemeyeceği fikrini de ekleyebiliriz. Troçki’nin zamanında bu söylediklerinin Marksizmin soruna ilişkin genel yaklaşımı açısından bir aykırılık taşımadığı da açıktır üstelik. Ayrıca [ 83 ] Marksist Teori Lenin, daha 1905 Rus Devrimi öncenin ve kolektif faaliyetin yapısı içine sinde ve sürecinde “bireysel terör” ve katmaya çalışmak, Lenin’in ifadesiy“terörizm” sorunuyla ilgili olarak hem le, bu eylemlerini “soylulaştırmak”tır. ilkesel ele alış açısından, hem de soruYani siyasal-toplumsal devrimin aynı nun Rusya somutundaki görünümlerizamanda kurucu gücü haline getirmenin politik anlamı ve önemi açısından ye çalışmaktır. oldukça aydınlatıcı görüşler geliştirRoni Margulies’de böyle sağlam miş ve analizler yapmıştır. ve derin bir maddi dayanağa sahip taLenin’in söylediklerinin özü özerihsellik görüş açısının izlerini aramak ti de şudur: Bireysel terör ve terörist boşunadır. Ve böyle olduğu için, o, eylemler sömürülen ve ezilen halk Marksizmin, Che Guevara’nın adında yığınlarının baskı ve zulme karşı sembolize olan siyasal askeri stratejik nefretlerinden, intikam isteklerinden çizgi içinde üretilişine ve “yapılışı”na ama aynı zamanda tümüyle uzak da çaresizlik hissi kalmaktadır, “ka‘Terör’ yaftasını içerisinde bulufası” basmamakyapıştırıvermektedir, nuyor olmalarıntadır. Kendi tüdan, maddi olaründen aydınlarda andığı politik öznelerin rak kendiliğinden olduğu gibi, Mardevrimci şiddet de içeren biçimde doğarlar gulies de, “soyut eylemleri ve tarihsel ve örgütlenirler. tarihselci”liğin Bunlar ağır ve teorik/düşünsel hareket tarzlarına... derin sınıf çekofluğuyla yaklişkileri altında laşır devrime, parçalanan toplumsal yapının kaçınıldevrimin somutluğuna. Bu körlük maz ürünlerinden, zorunlu görünümonu, örneğin Küba devrimi için bir lerinden biridirler. Ve böyle olduğu program ve strateji hazırlayan kurucu için komünistler bu eylem biçimlerini önder kadrolarının baştan itibaren bir küçümsemezler, onları kullanan kitkitlesel mücadele çizgisi geliştirme lelere sırtlarını dönmezler ve hele de perspektifine ve pratik yönelimine sakategorik olarak “devrime karşı” bir hip olduklarını, haliyle Marksist devmisyon asla atfetmezler. Yapmaya, rimciliğin siyaset felsefesinin pratik başarmaya çalıştıkları şey, sınıf savailkesine bağlı kaldıklarının inkârına şımı biliminden ve pratik bilincinden kadar götürür. henüz ve doğal olarak habersiz bu kitMargulies de, evet, Küba’da devrilelerin önüne doğru hedefler koyarak, min “olmuş” olduğunu “saptayacak”tır aydınlatmak, eğitmek, onların objekmutlaka “tarihsel” olarak! Her şey olup tif olarak bireysel terör ya da teröbittikten sonra “saptayacak”tır, ama rizm biçimini alan yıkıcı enerjilerini işte tam da bu nedenle anlamayacak, partili/devrimci sosyalist örgütlenmeanlayamayacaktır... Anlayamaz, çün[ 84 ] Marksist Teori kü Küba devriminde onun teorik dünyasında yeri olmayan bir “somut”luk vardır: Küba’da da devrim, devrimci etkin özneler tarafından “yapılmış”tır, “süreç” olarak! Devrimi pratik olarak yapanlar olduğu için, devrim “tarihsel” olarak da olmuştur. Guevaralar’ı, “bilmem ne kurtuluş orduları” da vb. olduğu için Küba’da devrim yapılmıştır. “Yapılmayan” devrim dünyanın hiçbir yerinde olmamıştır, şimdiye kadar. Öncüsü/önderleri olmayan devrim de olmamıştır, olmaz! Öncüleri savaşmayan, devrimci şiddeti örgütlemeyen devrim, kitlelerin şiddetini örgütleyemez, onları savaştıramaz, etkin öznelere dönüşmelerinin koşullarını yaratamaz, yapılamaz ve olmaz! Sözde Marksizme, tarihsel materyalizm teorisine ne kadar sadık olduğunu kanıtlamak için olsa gerek Margulies, “sosyalizm kitlelerin kendi eseri olacaktır” gibi devrim-kitle diyalektiğine dikkat çeken genel doğruları da dile getirmekte yazısında. Aklınca “ilke dersi” veriyor “kahraman öncüler”den, “Guevaralar”dan vb! sosyalizm için beklenti içine girecek olan kitlelere! Sakın ha diyor emekçilere, devrim sizinle “olacak”, sosyalizme de siz ulaşacaksınız, sizin dışınızda zor araçlarını, şiddeti kullanmaya kalkan “başkalarını” işin içine karıştırmayın... Yoksa sosyalizme sittin sene ulaşamazsınız, ona göre! Belli ki devrim ve sosyalizm hakkında kendi “kafa”sının çok çalıştığına inanan yazar, kitleleri de bu konularda “kafa”sız sanıyor! Ve sanıyor ki, kitleler devrimi ve sosyalizmi “kafası çok çalışan” aydınlardan ve “önder”lerden öğreniyor ve hatta onlardan bekliyorlar. İlişki tek yanlı ve pasiftir. Yani, bu anlamda bile... Oysa devrim ve sosyalizm mücadelelerinin bütün tarihi gösteriyor ki, kitlelerin kafaları, gerçek önderlerini yalnızca “kafası çalışan”lar arasından seçmemek gerektiğini bilecek kadar iyi çalışır. Ve esasen “elleri” de iyi çalışanları arar, “kafa”sı “elleri”yle birlikte devrime ve sosyalizme adanmış olan “iyi çalışan”lardır, kitlelerin önderlik beklediği insanlar. Margulies’in sandığı gibi onlar, “başkaları” da değildir kitlelerin gözünde ve aklında. Çünkü onları kitleler, kitlelerin mücadelesi yaratmıştır özünde... Onlar kitlelerin “kafa”sıdır aynı zamanda ve kitleler de onların eli... İlişki her zaman çift yanlı bir bütündür... “Kafa”sında devrim olanın “el”inde zor araçları da olmak zorundadır... “El”inde zor araçları olanların da, kafası aydınlık olmak zorundadır... Kafasında devrim ve elinde birkaç silah olan bir avuç devrimci Küba dağlarında geleceğe tutunduklarında önlerindeki karanlık derindi. Ama o karanlığın içinde halk/ kitleler de vardı, yani tutunacak eller. Bunu kavramak, Margulies’in teorik dünyasını aşıyor belli ki. Ama bu onun sorunu, devrimin, sosyalizmin ve kitlelerin değil! Che Guevara, Margulies’in “başkaları” dedikleriyle kitleler arasındaki ilişkinin kendi somutluklarında nasıl kurulduğunu anlatan çok özlü bir deneyim aktarır: “kitleler bize bilgeliklerini öğrettiler, biz de onla- [ 85 ] Marksist Teori ra isyancılığımızı öğrettik.” Küba’da devrim böyle yapıldı, yeni bir topluma buradan ulaşıldı, Bay Margulies’e duyurulur. Margulies’in adlarını zikrettiği Mısır ve Yunanistan’daki güncel deneyimin “şiddet, terör ve sosyalizm”le ilişkisinin ne olduğu meselesine gelirsek, buralardaki halk/kitle isyanlarının ve devrimci süreçlerin sosyalizm mücadelesinin geleceği bakımından barındırdığı, açığa çıkardığı olanaklarla ilgili, olumlu anlamda bir dizi şeye dikkat çekilebilir ve çekilmelidir de... “Devrimci iyimserlik” bilinci esasen gerçeğin bu yanına bağlanmayı da zorunlu kılar. Gelecek bu zeminde kalınarak kurulabilir çünkü devrim ve sosyalizm davası bakımından... Lakin Mısır ve Yunanistan deneyiminin bugünkü düzeyi bize, “devrimci iyimserlik” bilincinin olgunlaşmış bir halini sunmaktan uzak olduğunu, bu yönüyle henüz sürecin başında olduğumuzu göstermektedir. Böyledir, çünkü bir devrimci sürecin ilerleyişinin “kader tayini” bakımından belirleyici olan “devrimci iyimserlik” ölçüsünün en objektif ve maddi karşılığı devrimin önderlik gücü ve niteliğidir. Bu anlamıyla çubuğu bilinçli olarak “olumsuz” görünen yanına doğru bükerek söylersek eğer; Mısır ve Yunanistan devrimci kitle süreçleri kendi özgünlükleri içinde neredeyse “önderliksiz” bile kabul edilebilirler. Bu “sağlama”mız devrimci iyimserliğimizin maddi temelini ortadan kaldırmaz ama Mısır ve Yunanistan’nın “Guevaralara”, “bilmem ne kurtuluş orduları”na vs. ihtiyaçları olduğunu gösterir. Bunu anlamayan/anlayamayan aklın devrimcilik adına tarihten öğrenebileceği pek bir şey yoktur. Haliyle Margulies’in yazıp çizdiklerinden genel olarak emekçilerin, özel olarak da Mısır ve Yunanistan’daki kitlelerin öğrenebilecekleri bir şey de yoktur esasen... Ve onun gibi düşünenler devrimcileşen ve devrimi daha bilinçli, kararlı istemeye yönelen kitleler için kelimenin gerçek anlamında “başkaları” olarak kalmaya mahkum olacaklardır... Bu da tarihin pratik derslerinden biridir... [ 86 ] Bir kampanyanın dersleri SES VER ŞİDDETİ DURDUR Birsen Kaya “Kadınların tarihi her şeyden evvel baskı altına alınışlarının ve bunun gizlenişinin tarihidir.” (Andre Michell) ESP-Sosyalist Kadın Meclisleri, dört aya yakın bir süreyi kapsayan çalışma yürüttü. Kadına yönelen şiddet ve kadın cinayetlerine karşı “Ses Ver Şiddeti Durdur” kampanyasını başarıyla tamamladı. SKM’nin çağrısına üçyüz bin insan ses verdi. Üçyüz bin insan kadının tarihsel yok sayılmışlığına, yalnızlaştırılmasına, köleleştirilmesine isyanın sesi oldu. O sesler yüzlerce kadının slogan sesinde Ankara’da, mitingde dondurucu soğuğa rağmen bahar havasını taşıdı. Kampanya; kadına dönük gizlenen baskının üzerindeki giz perdesinin kaldırılması anlamına geldi... Geniş kadın kitleleri de baskının en vahşi biçimi olan şiddeti gizlemeyerek, kutsal ev duvarları arasına hapsetmeye[ 87 ] Marksist Teori rek baskıya açık bir tutum almaya yöneliyor... Artık kadını köleleştiren baskı ve saldırılar gizli kalmayacak. Kampanya bu mesajı verdi ve imza veren yüzbinlerce kadın kendine dönük şiddeti bir sır, utanılacak bir ayıp olmaktan çıkardı. Saklamanın yerine mücadele isteği konuldu... Artık kol kırılıp yen içinde kalmayacak... Sosyalist kadınlar kampanyayla heyacanla, enerjiyle birikmiş binlerce yıllık öfkenin yıkıcı gücüyle yüzbinlerce kadına siyasetin, toplumsal yapının cinsiyetçi yüzünü teşhir edip özgürleşmenin fethine çıktılar. Kutsal eşiğin ardında başlayan isyan, eşik aşılarak kadın toplumsallaştı... Sorun toplumsallaştı.. İsyan toplumsallaştı... SKM’lerin başlatmış olduğu “ses ver şiddeti durdur”, “şiddete karşı 1 milyon imza” kampanyası bu bakımdan iddialı bir çalışmadır. SKM çalışmaya başlarken; kadına yönelik şiddete karşı imza; toplumu erkek egemenliğinin zorbalığına karşı taraflaştırmak, harekete geçirmek anlamındadır dedi. Tüm dünyada kadına yönelik şiddet ortalama olarak yüzde 10 oranında artmış durumda. Dünyanın yarısını oluşturan biz kadınlar, erkek cinsinin ve erkek egemenliğinin şiddeti altında yaşamaya mahkum ediliyoruz. Türkiye’de ise son sekiz yılda şiddet %1400 arttı. Türkiye istatistiklerine bakarsak eğitimsiz kadınların %48′i, eğitimli olanların ise %51’i fiziksel ve sözlü şiddet görüyor. Üstelik bunu bir diğer kişiye anlatamama oranı da yine bir hayli yüksek. Ezen cinsin tarih, devlet ve iktidarın tüm kuvvetlerini arkalayarak kadın cinsine saldırması temel bir toplumsal soruna dönüşmüştür. Öldürülen her kadınla bir cinsin geleceği, özgürlüğü, yaşam güvencesi tehdit edilmektedir. Devlet, yargı, erkek koalisyonu bu kanlı tablonun esas sorumlularıdır. Kadın cinayetleri, toplumsal cinsiyet ayrımına dayanan ataerkil toplumsal ilişkileri yeniden üreten sistemin araçlarından, yöntemlerinden biridir. Tarihle, felsefeyle, toplumbilimle, biyolojiyle desteklenen, ideolojik olarak durmadan yeniden üretilen bir sistemdir bu. Şiddet, cinsiyetçi ataerkil egemenliğin koruyucusudur. Erkek cinsin ekonomik üstünlüğüyle mülkiyet sahipliği temeline dayanan bu şiddet, kadının köleliğinin devam etmesi için sistematik olarak erkek cinsin uyguladığı baskıdır. Erkek egemen sistemin en acımasız yüzüdür. Şiddet; kadınla erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinin tarihsel göstergesidir. Erkeğin egemenlik aracıdır. Cinsiyetçi sistemin yapısal sorunudur. Kadına yönelik cins kıyımına dönüşen şiddeti, sadece kadınların sorunu olarak görmek, sorunun toplumsal ve politik niteliğini kavrayamamaktır. Böylesi tarihsel, toplumsal bir sorunun çözümü ancak ve ancak başta kadınların, kadın örgütlerinin ve tüm ezilen toplumsal kesimlerin devrimci eyleminin konusu haline getirilmesiyle sağlanabilir. Devlet desteğiyle toplumun yarısına yönelik yaşanan cinsiyetçi kıyım karşısında özgün bir [ 88 ] Marksist Teori mücadele hattı geliştirilmelidir. Bu mücadele gelip geçici değil, süreğen ve kararlı bir biçimde yürütülmelidir. Bu şiddete karşı çıkmayan/çıkamayan başta kadın olmak üzere erkeğin de, kadınların özgürleşmesi mücadelesinde sözü olamayacaktır. Sorunu bir insana yöneltilen şiddet boyutundan çıkarıp, şiddetin kadının köleliğinin devamı olduğunu anlamak, çözüme bir adım yaklaştıracaktır. Ancak Türkiye’de kadınlar arasında demokratik cins bilincinde bir gelişme var. Kadınlar yaşamlarından memnun değiller. Geçmişten farklı olarak artık itiraz ediyorlar. Bağımsız bir birey, insan olarak tanımlanmak istiyorlar ve haklarının olduğunun bilincini her geçen gün daha fazla kazanıyorlar. Toplumsal kadınlık rollerini şu ya da bu düzeyde reddediyorlar. Mutsuz evliliklere hapsolmak istemiyorlar. Toplumu henüz değiştiremeseler de en azından kendi hayatlarını değiştirmek istiyorlar. Erkek şiddeti, tam da bu değişim isteğini boğmaya yöneliktir. Katledilen kadınların bir kısmı aile töresine uymadıkları, bir kısmı boşanmak istedikleri için öldürülüyor. Erkek şiddetini destekleyen devlet de ailenin mevcut durumunu korumaya çalışıyor. Kadınları katleden “Aile reisleri” ile mahkeme reisleri arasında oluşan kutsal ittifak, statükoyu korumayı hedefleyen gerici bir ittifaktır. Kadını boğan ve isyan ettiren bu koşulları değiştirme amaçlı mücadelesini “kadının görünmez isyanı” olarak tanımlıyoruz. Amacı- mız bu isyanı görünür kılmak ve toplumsal bir harekete dönüştürmektir. “Kadına yönelik şiddet” kampanyasının özü, kadının evde yaşadığı şiddetin toplu bir meşru müdafaayla, bir kitle hareketiyle yanıtlanmasıdır. Kadınların tek tek, yalıtık olarak yaşadığı şiddet olgusuna karşı, bütün kadınları birleştiren bir kitle hareketi yaratmaktır. Kadın kitlelerinin cins bilincinin ve devrimci enerjisinin uyandırılması için bu kampanya önemli bir zemin yarattı.SKM nin Siyasetin merkezine yürüme çağrısı kadın kitleriyle buluştu. Aynı zamanda sosyalist bir partinin kadın özgürlük mücadelesiyle kurduğu ilişki bakımından da kampanya yeni bir eşikti.Kadınların öncülüğü ve iradesini kabul ederek, seferber olan bir parti için, kadın önderleşmesinin siyasi öznede belirginleşmesidir. Kampanya yürüttükleri mücadelenin toplumdaki güçlü karşılığını gören güçlerimize özgüven aşıladı. Kitlelere gitme enerjisini tazeledi. Partiyi belirli bir toplumsal sorunun siyasi muhatabı olma yönünde geliştirdi. Kampanya, hem toplumsal bilincin gelişimine, hem de duyarlılığın artmasına hizmet etmiştir. Toplumsal bir gündemi, somut siyasi çalışmaya konu etmiştir. İmza masaları, çalışmanın merkezlerinde duruyordu. Masalar, kitlelerle uzun vadeye yayılmış ve sürekli temas noktaları olarak rol oynamıştır. İmza toplama çalışması aynı zamanda kampanya finali olan mitingin [ 89 ] Marksist Teori de kitle katılımının örgütlenmesine hizmet etmiştir. Diğer bir imza toplama kanalı ise birebir çalışma yürüten gönüllü halkalarıydı. Parti kuvvetleri dışında kalan belirli bir kesimi de imza gönüllüsü olarak örgütlemekte kampanya başarı elde etti. Ancak bu halkaların çapı, hedeflenen sayıya ulaşmak bakımından yetersiz kaldı. 1 milyon imza hedefi gerçekleştirilemese de kampanyaya iddia ve motivasyon katmıştır. Ayrıca bilinmelidir ki 1 milyon hedefi de ulaşılmaz ve imkansız değildi. Eğer kampanya başından itibaren son aylarda yakalanan tempo, plan ve disiplinle yürütülmüş olsaydı, 1 milyon hedefine de ulaşılabilirdi. Marx, “Kadının durumu toplumun aynasıdır” der. ESP-SKM, buradan hareketle kadına yönelik şiddeti toplumsal bir sorun olarak gördü. Sorun etrafında politik bir saflaşma örgütledi: Kadına şiddete karşı olan çoğunluk ve bunu savunan azınlık. Devleti sorunun muhatabı olarak teşhir tahtasına koydu: Şiddete maruz kalan kadınları korumayan devletin bu şiddetteki sorumluluğunun altını çizdi. SKM kampanya sürecinde dinamik, sürükleyici bir güç olarak konuyu parti gündemine taşıdı. Kampanyayı partiye mal etti. Tüm parti örgütlerini harekete geçiren bir çalışma tarzı ortaya çıkardı. Bu sorun ekseninde toplumu aydınlatmak, siyasi teşhir, ajitasyonun yanı sıra, yine bu zeminde parti kuvvetlerini aydınlattı. Erkek atölyele- rine somut siyasal bir biçim kazandırdı. Kadına yönelik şiddetle ilgili olarak yapılan atölyeler, erkek sosyalistlerin kampanya çalışmalarına katılım düzeyini artırdı. Kampanyanın somut kazanımlarından birisi de erkek sosyalistlerin bu siyasi mücadele içinde somut olarak değişmesi, dönüşmesi oldu. İmza masalarında çalışan erkekler, şiddete uğrayan sayısız kadınla yüzleşti, soruna dokundu, etkilendi. SKM partinin yarısıdır fikrinin kavranması, aynı zamanda kadın kitleleri arasında parti çalışması anlayışının kavranmasına uygulamalı olarak hizmet etti. Bu çalışma aynı zamanda, kadınların kadrolaşmasının ve önderleşmesinin kitlelere dönük çalışma içerisinde ve erkek egemen düzenle siyasal mücadeleler içerisinde gerçekleşeceğini de bir kez daha gösterdi. Kitlelere gidildiğinde, düzenle somut mücadelelere girişildiğinde, bunun kadın inisiyatifini nasıl geliştirdiği, güçlendirdiği somut olarak görüldü. Kitlelere bu yöneliş, kadın yoldaşlar arasında kadın çalışmasına ilgisizliği de kıran bir rol oynadı. Özetle, yüzbinlerle yüz yüze geldiğimiz bu kampanya, hem kadın hem erkek yoldaşları, bütün partiyi belli ölçülerde değiştirdi. Yürünecek yolu gösterdi. Kampanya sürecinde bizimle temasa geçen, irtibat bilgilerini veren binlerce kadın oldu. Bu teması canlı kılmak, kadına yönelik şiddete karşı mücadelede bu ilişkileri bir güce dö- [ 90 ] Marksist Teori nüştürmek, hemen önümüzde duran bir görevdir. SKM, bu amaçla yerel kadın kurultayları düzenleyerek bu güçlerle canlı bir ilişki kurmaya yönelecektir. Kuşkusuz kadına yönelik şiddet, cinayetlerden ibaret değil. Karakollarda, sokakta, okulda, medyada, savaş- ta, kadının olduğu her yerde kadına dönük şiddet sistematik olarak devam ediyor. Kadın siyasetçiler TMY adaletsizliği ile dört duvar arasına konuyor. Dağlarda Kürt kadınları kimyasal silahlarla katlediliyor. SKM, kadına yönelik şiddetin tüm boyutlarıyla mücadelede etkin yerini alacaktır. [ 91 ] ENGELS’TE KADIN DEVRİMİ Arif Çelebi Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”* adlı eseri ilk baskısının üzerinden beş çeyrek asır geçmesine karşın, öneminden hiçbir şey kaybetmedi. O günden bugüne Engels’in Morgan ve Bachofen’in araştırmalarını temel alarak incelediği konulara dair çok daha zengin bir bilimsel külliyat oluşmadı değil. Ancak bu araştırmalar Engels’in eserinin önemini azaltmak bir yana, orada ortaya konan başlıca tezlerin altının daha kalın çizilmesine hizmet etti. “Kadın Devrimi”ne dair Teoride Doğrultu dergisinde başlatılan ve Sosyalist Kadın dergisinde sürdürülmekte olan tartışma konularının Engels’in eserinde yeri var mı? Varsa hangi bakış açısıyla ele alınmış? Bu sorulara yanıt bulmak amacıyla küçük bir kazı çalışmasının hiç de yabana atılmayacak yararları olabilir. Tarihte belirleyici etken “Materyalist anlayışa göre” der Engels, “tarihte son tahlilde belirleyici etken, dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.” Engels bu cümlenin hemen deva* İnter Yayınları, Birinci Basım. Yazıda yer alan bütün alıntılar, ‘Tarih Öncesi Uygarlık’ ve ‘Aile’ bölümlerinden alınmıştır. [ 93 ] Marksist Teori mında “son tahlilde belirleyici etken” olan “üretim”in ikili karakteri üzerinde durur. “Bu ise yine ikili bir karaktere sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının gıda, giyim, barınak ve bunlar için gerekli aletlerin üretimi; diğer yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönemin ve belirli bir ülkenin insanlarının içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, üretimin bu iki türü tarafından; bir yandan emeğin, diğer yandan ailenin gelişme aşaması tarafından belirlenir.” O halde bunlardan hangisinin, emeğin mi ailenin gelişiminin mi diğerine göre belirleyici etken olduğunu tespit etmekte ölçümüz ne olacak? Engels bu soruya şöyle yanıt verir: “emek henüz ne kadar az gelişmiş, ürünlerin miktarı, dolayısıyla toplumun zenginliği ne kadar kısıtlayıcıysa, toplum düzeni de o kadar çok soy bağının egemenliği altında görünür.” Emek üretkenliğinin henüz çok düşük olduğu, yani bir insanın kendi yaşamını asgari düzeyde sürdürebileceği geçim araçlarını ancak elde edebildiği, ortalama üretkenliğin henüz bir “fazla” oluşturmaya el vermediği tarihin çok uzun bir döneminde, insanların içinde yaşadığı toplumsal kurumlar türün üretimi tarafından belirlenmiştir. Ne zamana kadar? Emeğin üretkenliği öyle bir noktaya ulaşır ki, o günkü ortalama yaşam seviyesine göre toplum asgari geçimin üzerinde bir farklılık yaratır ve “onunla birlikte özel mülkiyet ve değişim, zenginlik farkları, yabancı işgücünden yararlanma imkanı” sınıf karşıtlıklarının temelini oluşturur. Soya dayalı eski toplum düzeni ile bu yeni temel arasındaki çelişkiler sonucunda “soy birlikleri üzerine kurulu eski toplum, yeni gelişmiş toplumsal sınıfların çatışması içinde parçalanır: yerini alt birlikleri artık soy birlikleri değil, yerel birlikler olan devlet içinde birleşmiş yeni bir topluma, aile sisteminin tamamen mülkiyet sistemi tarafından belirlendiği ve bugüne kadar tüm yazılı tarihi içeriğini oluşturan sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin bundan böyle içinde özgürce geliştiği yeni bir topluma bırakır.” Engels’in kitabın birinci baskısına yazdığı önsöz, yukarıda aktarılan bölümden de anlaşılıyor ki, hem materyalist tarih anlayışı, hem de konumuz özgülünde kadın devrimi bakımından büyük öneme sahiptir. Kadın köleliğinin de, erkek egemenliğinin de ezelden gelmediğini ve ebede gitmeyeceğini, kadının özgürlüğünün de, köleliğinin de dolaysız yaşamın üretimi ve yeniden üretimi tarafından belirlendiğini, Engels en özlü biçimde bu pasajda anlatır. Tarihin ilk döneminde, soyun üretimi belirleyici etkendi ve bu nedenle kadın erkeğe göre toplum içinde daha özgür ve saygın konuma sahipti. Daha sonra geçim araçları üretimi önem kazandı. Belirleyici üretim araçları süreç içinde erkeğin elinde kaldığı için, kadın ikinci plana itildi ve erkek üretim araçları üzerindeki sahipliğini, soyun üretimi üzerindeki egemenliğinin [ 94 ] Marksist Teori nedeni haline getirdi. Üretim araçları gibi, kadın da türün üretim aracı olarak erkeğin mülkiyetine yazıldı. Önce soyun üretimi daha sonra geçim araçları üretimi “belirli bir tarihsel dönemi ve belirli bir ülkenin içinde yaşadıkları toplumsal kurumları” belirledi. Peki, tarihin yeni aşamasına neyin üretimi damga vuracak? Soy üretimi insanın doğaya tabi olduğu dönemin ürünü. Geçim araçlarının üretiminin belirleyici olduğu dönemde fazla emek zamanının onu yaratanların aleyhine toplumun bir bölümünce mülk haline getirilmesinin, emek zamanının servetin kaynağı olmasının ifadesiydi. Ya sonra? Geçim araçları üretimi ilelebet belirleyici olmayacağına göre, hangi tür üretim onun yerini alacaktır? Üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, kadınların özgürleşmesi için yeterli midir yoksa bu özgürleşme, geçim araçları üretiminin, içinde yaşanılan toplumsal kurumlar üzerinde belirleyici bir etken olmaktan çıkarılmasıyla mı sağlanabilir? Sorulara yanıtları yazının sonuna bırakıp devam edelim. Soyun üretimi neden belirleyiciydi? İnsanlar daha en ilkel zamanlarda “bireyin yetersiz savunma yeteneğinin yerine sürünün birleşik gücü ve ortak çabası” ile varlıklarını sürdürebilir, türlerini devam ettirebilirlerdi. Bu dönemde kadınla erkek arasında herhangi bir kısıtlamaya tabi tutulmayan grup içi çok eşli cinsel birleşme vardı. Daha sonra grup içi cinsel ilişkiye kimi sınırlamalar getirildi. Anne ile erkek çocukları ve aynı anneden doğma kardeşler arasında cinsel birleşme yasaklandı. Yine de çok eşlilik devam etti. “Grup ailenin tüm biçimlerinde, bir çocuğun babasının kim olduğu kesin değildir, ama annenin kim olduğu kesindir. O, toplumun tüm çocuklarına çocuklarım dese ve onlara karşı analık görevleri olsa da yine de diğerleri arasında kendi öz çocuklarını bilir. Böylece grup evliliği var oldukça soyun izinin ancak anne üzerinden sürdürülebileceği ve böylece yalnız kadın soy zincirinin tanındığı açıktır.” Soy zincirini bilmek neden bu kadar önemliydi? Önemliydi çünkü grup içinde en yakın akrabalık ilişkilerinden başlayarak, giderek genişleyen cinsel ilişki yasakları getirilmişti. Kardeşler ya da kuzenler arasında cinsel ilişkiyi yasaklayabilmek için soy zincirini bilmek zorunluydu. Çoklu cinsel ilişkilerin devam ettiği koşullarda babanın bilinmesi mümkün değildi, soy zinciri anne üzerinden oluşmak zorundaydı. Peki, insanlar akrabalar arasında cinsel ilişkiyi yasaklamaya neden gitmişlerdi? Bu soruya kesin bir yanıt vermek çok da mümkün değil, ancak varsayımlarda bulunulabilir. Akrabalık dışı cinsel ilişkilerden doğan çocukların diğerlerinden daha sağlıklı olmasının anlaşılmasıyla yasaklama çemberinin genişlediğine dair sav, en akla yatkın olanı. Hangi [ 95 ] Marksist Teori nedenle olursa olsun “Ailenin tarihteki ilk gelişmesi, iki cins arasında başlangıçta tüm aşireti kaplayan evlilik ortaklığının hüküm sürdüğü çemberin durmadan daralmasından ibarettir. Önce daha yakın, sonra gittikçe daha uzak, en sonunda salt evlilik içi edinilmiş akrabalıkların da ardı ardına dışlanmasıyla, nihayet her türden grup evliliği pratikte olanaksız hale gelir.” “Kadın egemenliği” mi? “Kadınların” der Engels, “çoğunun ya da hepsinin bir ve aynı gense mensup olduğu (çünkü soy zinciri kadın üzerinden izleniyordu) erkeklerin ise çeşitli genslere bölündüğü (çünkü gens içi cinsel ilişki yasak çemberi kısıtlandıkça gens dışı evlilik kural haline geliyordu) komünist ev idaresi ilk çağlarda genel yaygınlığa sahip kadın egemenliğinin maddi temelidir.” “Kadın egemenliği” sorunlu bir kavramdır, zira o çağlarda herhangi bir “egemenlik”ten söz etmek mümkün değildi. Engels, Morgan’ın kullandığı “ana hukuku” kavramına benzer nedenle itiraz eder. “Ana hukuku” uygun bir terim değildir der, “çünkü toplumun bu aşamasında hukuk anlamında bir hukuk henüz söz konusu değildir.” Buna karşın “kısalığı yüzünden” bu terimi kullandığını yazar. Hukuk gibi onu yaratan “egemenlik” anlamında da bir egemenlik biçimi o günkü toplumda yoktu. Engels’in de egemenliği, hükümranlık anlamında değil kadının belirleyici konumu anlamında kullanmış olduğu açıktır. Tek eşlilik kimin eseri? Engels çok evliliklerden tek eşliliğe geçişinin kadınların eseri olduğunu belirtir. “İktisadi yaşam koşullarının gelişmesiyle yani eski komünizmin altının oyulması ve nüfus yoğunluğunun artmasıyla eski geleneksel cinsel ilişkiler saf niteliklerini yitirdikçe” der Engels, eski biçim cinsel ilişkiler gittikçe “o kadar alçaltıcı ve ezici” hale gelmiş olmalıydı. Bundan dolayıdır ki “sadece bir erkekle geçici ya da sürekli evlilik” kadınlarca “o kadar ateşli bir kurtuluş olarak” arzulanmış olsa gerekti. Eski grup içi çoklu cinsel ilişkilerin çeşitli gelenek ve dinsel ibadet (heterizm gibi) altında, erkek için keyif, kadın için eziyet halini alması, kadınları eziyetten kurtulmanın yollarını aramaya itmiş olmalı. Elbette bu yalnızca bir varsayım. Bachofen ve Morgan’ın bu varsayımına Engels de katılır. Kesin olan bir şey varsa o da altı oyulsa da, komünist ev idaresinin henüz sürdüğü ve “ana hukuku”nun belirleyici olmaya devam ettiği koşullarda grup içi çoklu evliliklerin tek eşliliğe kadar daralmış olmasıdır. “Eşleşme evliliği” olarak adlandırılan bu evlilikte aile büyüklerinin belirlediği erkek, kadınla evlendirilir. Kişiler evliliği sürdüremezlerse, boşanabilirler ve boşandıktan sonra başkalarıyla tekrar evlenebilirler. Soy yine kadından geçmekte, aile içinde kadının belirleyici konumu sürmekteydi. Bu tek eşliliğe geçiş, “kaynağını erkeklerden alamazdı, çünkü erkeklerin aklına [ 96 ] Marksist Teori “O zamanki toplum töresine göre erkek, yeni beslenme kaynağının, hayvan sürüsünün, daha sonra yeni iş aracının, kölelerin sahibi” haline geliyordu. “Zenginlikler arttıkça, bunlar bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir konum veriyor, diğer yandan da bu güçlenmiş konumu kullanarak geleneksel miras düzenini çocukların yararına devirme dürtüsü ortaya çıkarıyordu.” hiçbir zaman bugüne kadar bile fiili grup evliliğin zevklerinden vazgeçmek gelmemiştir.” Erkek egemenliği nasıl doğdu? Hayvancılığın, metal işlemeciliğinin, dokumacılığın ve tarım ekiminin başlaması, insan işgücüne duyulan ihtiyacı artırdı. Örneğin sürülerin evcilleştirilerek aile (gens ya da aşiret anlamında) mülkiyetine alınmasıyla birlikte, bunların bakımı için giderek daha çok insana gereksinim duyuluyordu. Çünkü “aile hayvan sürüsü kadar hızlı çoğalmıyordu, sürüye göz kulak olmak için daha çok insan gerekiyordu, savaş esiri düşman bu iş için kullanılabilirdi, üstelik tıpkı hayvan sürüsü gibi çoğaltılabilirdi.” Böylece esir almayla ilgili önceki adetler değişti. Eskiden erkekler ya öldürülüyor ya da kabul edilirse galip gelen aşiretlere eşit statüyle alınıyorlardı. Kadınlarla evlendiriliyor ya da hayatta kalan çocuklarıyla birlikte yenen aşirete dahil ediliyorlardı. “İnsan işgücü bu aşamada henüz kendi bakım masraflarını kayda değer şekilde aşan bir fazlalık” sağlamıyordu. Hayvancılık, tarım vb. işlerin gelişmesiyle birlikte insan işgücü “kayda değer bir fazlalık” sağlamaya başlamıştı. Bu nedenle esir erkekleri öldürmek ya da onları kadınlar ve çocuklarla birlikte aşiretin eşit bireyleri olarak kabul etmek yerine köleleştirme adedi doğdu. Peki, oluşan bu “kayda değer fazlalık”, artan servet kime aitti? Başlangıçta hiç kuşkusuz ortak mülkiyet olarak gense. Fakat öyle kalmayacaktı. “Eşleşme evliliği, aile içine yeni bir unsur sokmuştu; öz annenin yanına, ispatlı delilli öz babayı.” Gens halen kadına göre belirleniyordu. Onunla evli erkek başka bir gense bağlıydı. Çocuklar annenin gensinden sayılıyordu. Baba öldüğünde, ya da koca ayrıldığında mirası çocuklarına değil bağlı olduğu gensteki erkek kardeşlerine ya da akrabalarına kalıyordu. Başlangıçta bu miras, geçim üzerinde herhangi bir etki yaratma düzeyinden uzak olduğu [ 97 ] Marksist Teori için toplumsal hayattaki rolü önemsizdi. Ne ki, hayvancılık ve tarımla birlikte insan işgücüne duyulan ihtiyaç artmış, bu da erkeğin toplum içindeki önemini arttırmıştı. O zamanki işbölümüne göre yiyecek ve bunun için gerekli iş araçlarını sağlamak esasen erkeğe düşüyordu. Tıpkı ok ve yay, av hayvanının kürkünden yapılmış giysiler gibi. Şimdi bu yeni geçim ve iş araçları da erkek öldüğünde ya da boşandığında onun mirasçılarına kalıyordu. Bu artık gens için hayati önem taşıyor bu geçim ve iş araçlarından kadının ve çocukların yoksun kalması demekti. Çünkü eski âdete göre kadına ev eşyaları kalıyordu. Eskiden bunlar önemliydi. Böylece gitgide “o zamanki toplum töresine göre erkek, yeni beslenme kaynağının, hayvan sürüsünün, daha sonra yeni iş aracının, kölelerin sahibi” haline geliyordu. “Zenginlikler arttıkça, bunlar bir yandan aile içinde erkeğe kadından daha önemli bir konum veriyor, diğer yandan da bu güçlenmiş konumu kullanarak geleneksel miras düzenini çocukların yararına devirme dürtüsü ortaya çıkarıyordu.” Çocuklar anne gensine dâhil, baba ise başka gense ait olduğu için öldüğünde ya da boşandığında babanın bütün varlığı, kadının bağlı olduğu gensteki erkek kardeşlerine kalıyordu. Bunu gidermenin tek yolu çocukların baba soyuna bağlanması, kadına dayalı gensin ortadan kalkması, evlilikle birlikte farklı genslere bağlığın ortadan kaldırılarak “aile birliği”nin kurulmasıydı. Binlerce yıllık “analık hukuku”nun yıkılışı böyle oldu. Ve bu “kadın cinsinin dünya tarihindeki yenilgisi oldu. Erkek evde de dümeni ele geçirdi, kadın aşağılandı, köleleştirildi, erkeğin keyfinin kölesi ve salt çocuk yapma aleti haline geldi. Kadının sadakatini, yani çocukların babalığını garanti altına almak için kadın erkeğin mutlak iktidarına terk (olundu) Erkek onu öldürse sadece hakkını kullanmış olur(du)” Kadının nesneleşmesi “Monogam aile” olarak adlandırılan ve halihazırdaki “aile” kavramına kaynaklık eden aile tipi eşleşme evliliğinin içinden gelişmiş ve sonuçta ona galebe çalmıştı. Bu aile biçimi de tek eşliydi. Görünüşte böyleydi. Gerçekte tek eşlilik yalnızca kadını tanımlıyordu. Özellikle zengin ailelerde erkek bir dizi yolla çok eşliliği sürdürüyordu. Monogam aile eşleşme evliliğinin her bakımdan ters yüz edilmiş haliydi. Bu aile “erkeğin egemenliği üzerine kuruludur; kati amacı babalığı şüphesiz çocuklar üretmektir ve bu babalık gereklidir, çünkü bu çocuklar onun öz mirasçıları olarak buna göre babalarının servetine sahip olacaktır.” Eşleşme evliliğinde kadının boşanma hakkı vardı, monogam ailede ise bu hak ortadan kaldırılmıştı. Birinde komünal mülkiyet vardı, diğeri erkeğin özel mülkiyeti üzerine yükseliyordu. Ailece edinilmiş servetin erkeğin özel mülkü kabul edildiği ve mülkten yoksunlaştırılmış kadının erkeğin [ 98 ] Marksist Teori yıldan fazla bir zaman sonra bile bukölesi sayıldığı monogomi “doğal gün Anadolu’nun kimi bölgelerinde koşullar üzerine değil iktisadi koşulve dünyanın birçok ülkesinde kadınlalar üzerine kurulu ilk aile biçimiydi”, rın halen benzer koşullarda yaşamaya ilkel doğal ortak mülkiyetin yerini özel mahkûm edildiği biliniyor. mülkiyete bırakmasının ürünüydü. Bu, bir “egemenlik”in, ailede özel mülke Erkeğin insanlığını sahip olanın egemenliğinin ve onun yitirmesi kaçınılmaz ifadesi olarak “hukuk”un doğuşu anlamına geliyordu. Egemen“Fuhuş” der Engels, “kadınlar lik erkeğindi, hukuk da bu egemenliğin arasında sadece kendini buna kaptızırhıydı. Kadın dış dünyadan giderek ran bahtsızları alçaltır ve bunları sauzaklaştırıldı ve yatak odası- mutfaknıldığından çok daha az alçaltır. Buçocuk üçgenine hapsedildi; erkeğin na karşılık o, tüm erkek dünyasının ev zindanında bir çocuk doğurma alekarakterini alçaltır.” Kadının ezilti ve ev hizmetçisi haline getirildi. O mesini, her kadın farklı şiddette ve artık bir cinsel köle, erkeğin bir kulbirey olarak hisseder. Erkeğin ezmelanım nesnesiydi. si ise “tüm erkek Engels, “kadın dünyasının karakNerede kadına yönelik aşağılandı, köleterinin” Engels’in bir alçaltıcı davranış leştirildi, erkeğin deyimiyle alçaltılvarsa orada “tüm erkek keyfinin kölesi ve masını ifade eder. salt çocuk yapma Kadın şu ya da bu dünyasının karakteri” aleti haline geldi” erkeğin tecavüzüalçalmaya devam eder.” derken bu nesnene uğrar, şu ya bu leşmeyi çarpıcı bierkeğin şiddetine çimde ifade eder. maruz kalır, bunu Atina’da kadınların maruz kaldığı uyyapan erkek ise “tüm erkek dünyasıgulamaları aktararak bu nesneleşmeye nın karakterini” yansıtır. İnsanlığını somut örnekler verir: “Kızlar sadece yitirme, yalnızca kadını her somut eğirme, dokuma, dikiş, olsa olsa biraz durumda ezen erkeğe özgü değildir, da okuma yazma öğrenmekteydi. Neher erkek özel mülkiyete sahiplikle redeyse kilit altındalar ve ancak diğer yoksunlaştığı insanlığın izdüşümükadınlarla düşüp kalkabilirlerdi. Hadür. Hiçbir erkek bundan azade deremlik, evin ayrı bir kısmıydı, üst katta ğildir. ‘Kadın dünyası’ gibi ‘erkek ya da arka binadaydı, erkekler, özeldünyası’ da belirli bir dönemdeki likle yabancılar oraya kolayca giretoplumsal koşulların ürünüdür ve kamezdi ve erkek konuk gelince kadınlar dınlarla erkekler bu dünyanın somut oraya çekilirdi. Yanlarında kadın köle görünümleridir. Egemenlik “erkek olmadan sokağa çıkamazlardı; evde dünyasını” ve onun karşısında ezilresmen gözetim altındaydılar.” İki bin mişlik “kadın dünyasını” temsil eder. [ 99 ] Marksist Teori O erkek ya da kadın dünyası, devralınan geleneklerin ve içinde yaşanılan toplumsal koşullara bağlı olarak her bir erkek ve kadın bireyinin o dünyaları kendi eylemlerinde yeniden üretmelerinin ifadesidir. Kuşkusuz her erkek bireyin bireysel olarak kadın üzerindeki alçaltıcı egemenlikten kendini kurtarma çabası önemlidir. Ama erkek, egemenliğini üreten toplumsal koşullara saldırmadan kendini kurtaramaz. Çünkü nerede kadına yönelik bir alçaltıcı davranış varsa orada “tüm erkek dünyasının karakteri” alçalmaya devam eder. O halde erkeğin insanlaşması ancak tam olarak tüm kadın dünyasının özgürleşmesiyle, erkek egemenliğinin kökünün kazınmasıyla mümkündür. Cinsler arasındaki çelişki uzlaşmaz mıdır? Monogami ile birlikte kadın cinsi, erkek cinsin boyunduruğu altına alınmıştı ve bu “o zamana kadar tüm tarihin hiç bilmediği cinsler arası bir çatışmanın ilanıydı”. Görüleceği gibi burada Engels doğrudan doğruya “cinsler arası bir çatışma”dan söz eder. Engels bu çatışmayı “tarihte ortaya çıkmış ilk sınıf karşıtlığı” olarak tanımlar. Servetin artışı ile ortaya çıkan özel mülkiyet erkeğin elinde kalmıştı, kadın ise erkeğin kölesi, bir “hiç”ti artık. Sınıf karşıtlığı bu nedenle, ilk formunu mülk sahibi erkek ile mülkten yoksun kadın olarak göstermişti. Engels, ortaya çıkan çelişkiyi “kadın-erkek antagonizması” yani iki cins arasındaki uzlaşmaz çelişki olarak tarif eder. Monogam aile, “ilk sınıf karşıtlığını” iki cins arası çatışma, “cinsler arası bir çatışma” olarak yansıttığı içindir ki bugün de “onun tarihsel kökenini sadakatle yansıtan ve erkeğin salt egemenliğinden kaynaklanan, erkekle kadın arasındaki keskin çatışmayı açıkça ortaya çıkaran durumlar”la sık sık karşılaşırız. Böyle her durumda “uygarlığın başlangıcından beri sınıflara bölünmüş toplumun çözüp aşamadan içinde hareket ettiği karşıtlık ve çelişkilerin minyatür haldeki resmine sahibiz.” Görülüyor ki Engels “cinsler arası” çelişkiden, bu çelişkinin antagonist niteliğinden bahseder ve çelişkinin çözümünü, onu yaratan toplumsal temellerin yıkımında görür. Kadın ezilmişliği emekçi kadına mı özgüdür? Engels’in söz konusu eserinde kadın şu ya bu sınıftan olarak değil, her şeyden önce bir cins olarak vardır. Kadın ezilmişliği söz konusu olduğunda bütün kadınları ayrım yapmaksızın kadın cinsi ezilmişliğinin içinde sayar. Ama ezilmişlikte bir sınıf farkından söz ettiğinde de mülk sahibi ailelerin kadınlarını kadın ezilmişliğinin, cinsel köleliğin merkezine oturtur. Çünkü bu ailelerde servet vardır ve o da erkeğin elindedir. Çünkü erkek bu servetine dayanarak fuhuş ya da başka biçimlerde çoklu cinsel ilişki olanağı bulurken, kadını servetini bırakacağı erkek çocuk doğurma aleti olarak kullanır. [ 100 ] Marksist Teori Şu ya da bu sınıftan aile içindeki kadın değil, bütün kadınlar geçim kaynakları ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetten dıştalanmışlardı. Şu ya da bu kadının değil bütün kadınların mülkiyetle ilişkisi erkeğe mülk olma, erkeğin mirasını aktaracağı çocuklar üretmekten ibaretti. Daha zengin ailelerin bireyi olmak, daha zengin kocaya gitmek, kadının ezilmişlik statüsünde niteliksel bir değişim yaratmıyordu. Yukarıda kölelik çağı Atina’sında varlıklı ailelerde kadının yerinin ne olduğunu aktarmıştık, Ortaçağlarda da kadın kölelik statüsünde bir değişiklikten söz edilemez. Ya kapitalizmde? “Birçok evli çifti ve çocukları kapsayan eski komünist ev idaresinde, kadınlara bırakılan ev idaresi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi kamusal toplumsal olarak gerekli bir sanayiydi. Ataerkil aileyle ve ondan daha çok monogam bireysel aileyle birlikte bu değişti. Ev idaresi komünal karakterini yitirdi. O artık toplumu ilgilendirmiyordu. Bir özel hizmet haline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın bir hizmetçi oldu. Ancak zamanımızın büyük sanayi ona –ve yalnızca proleter kadına– toplumsal üretim yolunu yeniden açtı.” Dikkat edilirse burada Engels kapitalist büyük sanayinin mülk sahibi, burjuva ailelerin kadınlarına değil, yalnızca proleter kadına toplumsal üretime katılma yolunu açtığını belirtir. Dolayısıyla diğer kadınların aile içindeki konumlarının dün ne idiyse bugün de öyle kaldığını belirtir ve şöyle devam eder; “modern bireysel aile, kadının gizli ya da açık köleliği üzerine kurulmuştur.” Şu ya da bu sınıftan kadının değil kadın cinsinin köleliğidir, sözünü ettiği. “Günümüzde” der Engels, “erkek durumların büyük çoğunluğunda en azından varlıklı sınıflarda, ailenin para kazananı, ekmek kazananı olmak zorundadır ve bu durum ona hiçbir hukuki ekstra ayrıcalığa gereği olmayan egemen bir konum kazandırır. O, ailede burjuvadır; kadın proletaryayı temsil eder.” Açıktır ki, Engels para kazanmanın geçimin sadece erkek tarafından sağlandığı bütün durumlarda, “en azından varlıklı sınıflarda” erkeğe burjuva, kadına proletarya payesi verir. Bugün burjuva ailede kadının da gelir elde ediyor oluşu, mülk sahibi olması vb. bu durumu değiştirmiştir. İşçi ailesinde cins çelişkisi yok mu? Engels’e göre “Proletarya içinde ... monogaminin tüm temelleri ortadan kalkmıştır.” Peki, niye böyledir? “Çünkü” der Engels, “burada monogaminin ve erkek egemenliğinin tam da onu korumak için yaratılmış olduğu hiçbir mülkiyet yoktur. Büyük sanayi, kadını evden çıkarıp emek pazarına ve fabrikaya soktuğu ve onu çoğunlukla ailenin ekmeğini kazanan durumuna getirdiğinden beri proleterin evinde, erkek egemenliğinin son kalıntıları da tüm temelini yitirmiştir.” [ 101 ] Marksist Teori “Erkek egemenliğinin son kalıntıları da tüm temelini yitirmiştir” derken proleter ailede erkek egemenliğin ortadan kalktığını mı söylemektedir Engels? Hayır. Yalnızca o egemenliğin temelini yitirdiğinden söz eder. Erkek egemenliğini yaratan erkeğin para kazanan ve serveti özel mülkiyetine geçiren olmasıysa, kadın da para kazanmaya başlıyor ve ortada mülk edinilebilecek bir servet yoksa bu egemenliğini önceki temeli, bu ailelerde ortadan kalkmış demektir. Ne ki, bir şeyin varlık temelini yitirmesi o şeyin hemen yok olacağı sonucunu getirmez. Aile, “toplumun içinde hareket ettiği karşıtlık ve çelişkilerin minyatür haldeki resmi”ni veriyorsa bize, çelişkinin ortadan kalkması minyatürdeki yansımada çelişkinin temelinin ortadan kalkmasıyla değil “toplumun içinde hareket ettiği karşıtlık ve çelişkilerin” temellerini yitirmesi ile olanaklıdır. Bu da yetmez. Engels, Morgan’dan şunları aktarır: “Aile aktif unsurdur. O hiçbir zaman durağan değildir, bilakis toplum alt bir basamaktan üst basamağa ilerledikçe, o da alt bir biçimden üst bir biçime ilerler. Buna karşın “Bireysel aile” onu yaşatan bütün toplumsal temelleriyle varlığını sürdürdükçe, proleter kadın, evin para kazananı olsa dahi, evin kölesi olmaya devam eder. akrabalık sistemleri pasiftir, ailenin zamanın akışı içinde kat etmiş olduğu ilerlemeleri ancak uzun aralıklarla kaydeder. Ve ancak aile radikal bir şekilde değişince radikal bir değişikliğe uğrarlar.” Burada Morgan’dan Marks’a geçer: “ve, diye ekler Marks, genelde siyasi, hukuki, dini ve felsefi sistemler için de aynı şey geçerlidir.” Engels sözü şöyle bağlar. “Aile yaşamaya devam ederken akrabalık sistemi kemikleşir ve bu ikincisi bir alışkanlık olarak varlığını sürdürürken aile onu aşar.” Burjuva toplumda proleter ailenin konumu tam da böyledir. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet ve bu mülkiyetin doğan servetin babası belli çocuklara aktarılması temeli üzerinde kurulu monogami, proleter ailede varlık temelini yitirdi. Ne var ki, egemen üretim biçimi ve onun temeli üzerinde yükselen hukuki, ideolojik, dinsel, kültürel vb. üst yapı, toplumu biçimlendirmeye devam ettiği müddetçe aile de egemen biçimin bütün özelliklerini sürdürmeye devam eder. Ama aynı zamanda geçmişten devralınan ve günün koşullarına göre üretilmeye devam eden erkek egemenliğine dayalı gelenekler, kemikleşmiş alışkanlıklar olarak varlığını sürdürür. Proleter ailede erkek egemenliğinin temelini yitirmesi ile kadının aile içindeki pozisyonu arasındaki çelişkiyi Engels şöyle aktarır: “büyük sanayi ona –ve yalnızca proleter kadına– toplumsal üretim yolunu yeniden açtı. Fakat o şekilde ki, ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini [ 102 ] Marksist Teori yerine getirirse, toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz ve toplumsal üretime katılmak ve bağımsız para kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getiremez. Ve fabrikada nasıl ise kadın için tıp ve hukuk kadar tüm işkollarında durum öyledir.” Bir adım daha atalım. Kadın fabrikada çalışsa da tıp ya da hukuk alanında meslek edinse de “aile görevleri” kamulaşmadığı ve onun sırtında kaldığı müddetçe o bir de ev işlerinde mesai tüketmek zorundadır. “Modern bireysel aile, kadının açık ya da gizli ev köleliği üzerine kurulmuştur ve modern toplum, molekülleri olarak salt bireysel aileden oluşan bir kütledir.” Bu nedenle, “bireysel aile” onu yaşatan bütün toplumsal temelleriyle varlığını sürdürdükçe, proleter kadın, evin para kazananı olsa dahi, evin kölesi olmaya devam eder. Kadın sorunu salt işçiemekçi kadını mı ilgilendirir? Yukarıda değinildiği gibi Engels’in bu konuya yaklaşımı açıktır, o meseleyi “emekçi kadına” daraltmaz, konuyu “cins çelişkisi” kapsamında alır. Kaldı ki, “emekçi kadın” kavramı bütün işçi köylü, küçük mülk sahibi, serbest meslek sahibi ve ücret kazanmasa da “ev kadını” olarak ev içi hizmet işi gören kadınları kapsadığına göre toplumdaki kadınların ezici çoğunluğunu tanımlar. Yine de Engels, kadın sorununu salt emekçilik yapıp yapmamaya göre ayırmaz. Atina örneğinde olduğu gibi köle sahibi bir ailede, kadın dış dünyadan soyutlanarak eve kapatılarak bir cinsel köle olarak görülür. O kadının başka kölelere hükmediyor olması onun bir kadın olarak erkek karşısında cinsel köle olduğu gerçeğini değiştirmez. Denebilir ki, bugün artık kadının konumu değişmiştir. Varlıklı ailelerde kadın mülk sahibi olabilmekte, miras bırakabilmektedir. Bugün artık özellikle ileri kapitalist ülkelerde boşanma ve kürtaj hakkı da tanınmıştır. Bu ailelerde kadınlar ev işlerini de ücretli hizmetçilere yaptırmaktadırlar. Kısacası Engels’in varlıklı ailelerde kadının konumuna dair yaptığı tasvir, bugün artık geçerli değildir. Kısacası varlıklı ailelerde de, pek çok durumda kadın da evin para kazananıdır. Kadının mülkiyet hakkını elde etmesi nedeniyle burjuva ailede de monogami temelini yitirmiştir. Doğrudur. Ama Engels’ten bu yana başka şeyler de oldu. Görüldü ki, sermaye düzeninde erkek egemenliği salt bir aile içi egemenlik, kadın salt bir aile içi köle değildir. Kadının konumu yalnızca aile içindeki pozisyonuna bakarak değerlendirilemez. Bugün şu ya da bu sınıftan aileye mensup kadın değil, bütün bir kadın cinsi şu ya da bu aileden erkekler tarafından değil bütün bir erkek cinsi tarafından ezilmektedir. Fuhuş sektöründe çalışan şu ya bu kadın değil, pornografi malzemesi yapılan şu ya da bu kadın değil, şu ya da bu kadın bedeni değil, genel olarak kadınlık, erkeğe sunum malzemesi olarak rek- [ 103 ] Marksist Teori lam nesnesi olarak sermaye yatırımı konusu haline getirildi. Şu ya da bu erkeğin kontrolündeki kadın değil genel olarak kadınlık erkeklik algısına bir cinsel meta, bir cinsel nesne olarak işlendi. Bundan dolayıdır ki, cinsel şiddet-eziyet salt erkeğin “sahip olduğu” kadına yönelik bir fiil olmaktan çıktı, her erkeğin her kadına yöneltebileceği bir saldırı haline geldi. Böylece kadın, önceki dönemlerde şu ya da bu erkeğin ya da erkek grubunun nesnesi iken sermayenin egemenliği altında kadınlık, erkekliğin nesnesi haline getirildi. Kadının nesneleştirilmesi toplumsallaştı. Bu nesneleşmenin bugün artık pek çok durumda inceltilmesi, bu gerçeği değiştirmiyor. Diğer yandan, ekonomik sömürü, kadın haklarının en ileri olduğu ülkelerde dahi aynı işe eşit ücret vermeme biçiminde devam ediyor. Sosyal dışlanmışlık kadınların yönetim kademelerinden uzak tutulmasıyla sürdürülüyor. Ev içi cinsel ve fiziksel şiddet de bir genel sorun olarak devam ediyor. Yalnızca işçi kadınların değil, genel olarak emekçi kadınların ezilenin ezileni olduğu, çalışma hayatına katılmanın kadınları ev köleliğinden kurtarmadığı, aksine ücretli emekçi kadınlarda olduğu gibi bunun yalnızca çifte kölelik olduğu açıktır. Hukuki eşitlik kazanmış bir burjuva kadın, sermaye egemenliği altında kadının toplumsal nesneleşmesinden, ezilmişliğinden payını alır. Ama o aynı zamanda sınıfsal olarak bu düzenin sahibidir. O evde artık bir “proleter” değildir. Bu nedenle hukuki eşitliğin sağlandığı burjuva ailede, cins çelişkisi antagonist niteliğini yitirir. Ama o cins çelişkisi sermaye düzeni altında toplumsallaştırıldığı için, o yeni düzeyde antagonist bir nitelik kazanır. Çelişki de ancak toplumsal düzeyde çözülebilir. Kadınların kurtuluşu “Evlilikte erkeğin üstünlüğü onun iktisadi üstünlüğünün basit sonucudur ve onunla birlikte kaybolur”, der Engels. Bu iktisadi üstünlük üretim araçlarının özel mülkiyetinden kaynaklanır. “Yaklaşan toplumsal devrim, kalıcı, miras bırakılabilecek en önemli servetlerin –üretim araçlarının en azından çok büyük bölümünün– toplumsal mülkiyete dönüştürülerek tüm bu miras kaygılarını en aza indirecektir.” Monogaminin iktisadi temelleri böyle yok edilecektir. Peki, bu, kadınların kurtuluş mücadelesini o güne kadar dondurmaları gerektiği anlamına mı gelir? Engels karşı görüştedir. “Proletaryayı ezen iktisadi baskının özgül niteliği kendini tüm sertliğiyle ancak kapitalist sınıfın tüm öz ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuki eşitlik kurulduktan sonra gösterir.” Proletarya, her konuda ayrıcalıklara karşı hukuki eşitlik, demokrasi mücadelesi vermeden “iktisadi baskının özgül niteliği”, proletarya ile burjuvazi arasındaki çıplak çelişki kendini tüm açıklığıyla ortaya sermez. O “ayrıcalıklar”, sömürü ve baskının bütün sebebiymiş gibi görünür. Proletaryanın bu “hukuki eşitlik” [ 104 ] Marksist Teori mücadelesi Engels’in o günkü koşullardaki tarifiyle “demokratik cumhuriyet” mücadelesini başarıya ulaştırması “iki sınıf arasında uzlaşmaz karşıtlığı yok etmez, tersine üzerinde sonuç alınıncaya kadar mücadele edileceği alanı hazırlar.” Kadın hakları mücadelesine de Engels tam da bu bakış açısıyla yaklaşır: “aynı şekilde, modern ailede erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özgül karakteri ve ikisi arasında gerçek bir eşitlik kurmanın zorunluluğu ve yolu da ancak her ikisi tamamen eşit hukuki haklara sahip olduğu zaman gün ışığına çıkacaktır.” Görüleceği gibi erkek egemenliğinin özgül karakteri onun özel mülkiyete dayalı toplumsal düzen olduğunun açığa çıkması için hukuki eşitlik mücadelesinin önemine vurgu yapar Engels. Ki bu kadının kurtuluş mücadelesinin, burjuva toplumun sınırları içinde kadın cinsinin erkek cinsiyle aynı hukuki haklara sahip olma mücadelesinden geçtiğini, yalnızca sermaye egemenliğine değil doğrudan erkek egemenliğine karşı savaşımın kadınların kurtuluş mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu gösterir. Sosyalizmde sorun çözülecek mi? Engels, “kadın kurtuluşunun ilk önkoşulu”nu “tüm kadın cinsinin yeniden kamusal sanayiye dönmesi” olarak koyar. Ama bu, “toplumun iktisadi birimi olarak bireysel ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirir.” Bu nasıl mümkün olacaktır? “Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesiyle bireysel aile toplumun iktisadi birimi olmaktan çıkar, özel ev idaresi toplumsal bir sanayiye dönüşür. Ancak bu yolla çocukların bakım ve eğitimi ev içi işler bir kamu meselesi haline gelir, toplum ister evlilik içi ister evlilik dışı olsun tüm çocuklara eşit şekilde bakar.” Ne var ki, toplumsal hayatın bu düzeye yükselmesi için emeğin üretkenliğinin aileyi bir iktisadi birim olarak bütünüyle gereksizleştirecek, çocuk bakım ve eğitimini bütünüyle kamu işi haline getirecek denli gelişmesi gerekir. Sosyalizmin inşa sürecine girişmekle bunun hemen gerçekleşmeyeceği, komünizme doğru alınması gereken bir yol olduğu açık. Engels’in tarif ettiği toplum düzeni komünizmde tam karşılığını bulabilir. Zira ailenin ortadan kalkması anlamına gelen onun bütünüyle iktisadi birim olmaktan çıkarılışı toplumun gelişkin bir üretkenlik düzeyine ulaşmasıyla mümkündür. Aile de tıpkı devlet gibi süreç içinde sönecektir. Nasıl ki sosyalizmden komünizme geçiş sürecinde sınıf çatışması yeni biçimler altında sürmeye devam edecekse, aile içinde de cins çatışması eski geleneklerle harmanlanmış olarak yeni biçimlerde boy verecektir. Deneyimler göstermiştir ki erkekler geçmişten devraldıkları ayrıcalıkları bırakmakta pek istekli davranmamışlardır. Çocuk bakımının ve ev işlerinin henüz bütünüyle kamu işi haline gelmediği koşullarda bu işlerin ağır- [ 105 ] Marksist Teori lıklı olarak kadın tarafından sürdürülmesi, kadının “yükü” paylaşmak için bir erkek partnere, kocaya ihtiyaç duyması, erkeğin aksine kadını eve ve “aile”ye zımbalayan bağları belli bir düzeyde korumaya zorlar. Böyle olduğu için hem çalıştığı hem de eve ve aileye karşı sorumlulukları bir ölçüde sürdükçe, kadın yönetim işlerinden dışlanmaya ya da kendini yönetim işlerinin dışında tutmaya devam eder. Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesi, kadın-erkek arasındaki antagonist çelişkinin temellerini yıkar. Ne ki, bu, çelişkinin ortadan kalkması anlamına gelmez. Bunun için ‘aile’nin bir gereklilik olmaktan çıkması zorunludur. Bu da sosyalizmde kadın kurtuluş mücadelesinin hem geçmişten devralınan erkek egemenliği ve kadın köleliğine dair geleneklere, hem kadının aileyi geçindirme sorumluğunun ev bakımı sorumluğuyla birleşmesinden ortaya çıkan yeni ayrımcılık biçimlerine karşı özel biçimde, cins mücadelesi olarak örgütlenmesinin zorunluluğunu gösterir. Ama hem de, ailenin bütünüyle iktisadi birim olmaktan çıkmasına hizmet edecek düzeyde emeğin üretkenliğinin geliştirilmesinin toplumun “herkesin ihtiyacına göre” seviyesine ulaştırılmasının kadın kurtuluşunun olmazsa olmazı olduğunu ortaya koyar. En başta bugüne kadar insanların içinde yaşadığı toplumsal kurumları belirleyen iki tür üretimden bahsedilmişti; biri türün üretimi, diğeri geçim araçlarının üretimi. İnsanlığın kurtuluşu ile birlikte kadının nihai kurtuluşu, hangi biçim altında olursa olsun, geçim araçları üretimini belirleyici olmaktan çıkarmak ve onun yerine yararlanılabilir zaman üretimini koymaktır. [ 106 ] NEPAL’DE DEVRİMCİ MUHALEFETİN YOL HARİTASI Zehra Akdağ Nepal’de önderlik ettiği Halk Savaşı ile 240 yıllık monarşiye son veren, uzunca bir dönem boyunca silahlı devrim mücadeleleri bakımından dünyada en ön saflarda yürüyen Birleşik Nepal Komünist Partisi (Maoist) – BNKP(M), 2006 yılında barış süreciyle birlikte başlayan ve Prachanda-Bhattarai önderliğindeki hükümetin sosyal demokrat politikalara dümen kırmasıyla ağırlaşan derin bir iç krizle sarılıyor. İki çizgi mücadelesi olarak ifade edilen bu süreç, bir yanda Başkan Pushpa Kamal Dahal “Prachanda” – Başkan Yardımcısı Baburam Bhattarai ikilisinin önderliğindeki çoğunluğun, diğer yandan Genel Sekreter Ram Bahadur Thapa “Badal” – Başkan Yardımcısı Mohan Baidya “Kiran” önderliğindeki azınlığın arasında artık uzlaşma kaldırmayacak bir tartışmaya dek ilerledi. Dergimiz yayına hazırlandığı günlerde Birleşik NKP(M) önemli bir merkez komite toplantısına sahne oluyordu. Bu toplantıda doğrudan partinin iç krizi konu alınıyor. 24 Aralık’ta başlayan toplantıya öncelikle Prac[ 107 ] Marksist Teori handa “Yükselen Kriz Hakkında Kısa Siyasi Rapor: Çözümü ve Gelecek Programları” başlıklı bir siyasi rapor sundu. Raporun bütününü reddeden muhalefet önderi Baidya ise 28 Aralık’ta “Partinin Sorunları ve Çözümü Hakkında” başlıklı ayrı bir siyasi rapor hazırlayarak toplantıya sundu. Baidya çizgisinin uluslararası sesi konumundaki Red Star (Kızılyıldız) dergisinin haberine göre bir çok MK üyesi, gerçekte uzlaşmaz iki belge etrafında dönen bu tartışmaların ayrılığı kesinleştirdiğini ancak adının konmadığını belirtiyor. Tartışmanın ana ekseni aslında 2005 Rolpa Kongresi’ne dek gidiyor. Çin ve Hindistan arasında sıkışmış bulunan Nepal’de devrimin halk savaşı yoluyla ilerletildiği hatta zafer kazandığı koşullarda dahi süreklileştirilemeyeceği, savunulamayacağı düşüncesi, yıllarca Halk Savaşına hakim olmuştu. Rolpa Kongresi’yle birlikte bu durumdan, kraliyete karşı burjuva 7 parti ittifakı ile ittifak temelinde çıkış sağlanmıştı. Maoist devrimciler riskli bir ittifak ve seçim manevrasıyla mücadelenin önünü açmıştı. Ancak barış süreci BNKP(M) için burjuva partilerin, ABD ve diğer emperyalist güçlerin ve Hindistan yayılmacılığının bir çürütme koridoruna dönüştü. Anayasa ve orduların birleşmesi ekseninde uzayıp giden tartışmalar sürerken, hükümetten çekilme ve dahil olma süreçleri ve halk eyleminin esasen bu çerçevede başvurulan bir yedek kuvvet olmakla sınırlı tutulması, burjuvazi ve emperyalist güçlerin iç çelişkilerinin ve süreci tıkamalarının devrimci mücadelenin büyütülmesine sunduğu önemli fırsatların değerlendirilememesi, Kurucu Meclis’teki varlığına ve hükümet olduğu dönemlere rağmen halkın hiçbir temel ihtiyacına çözüm gücü olamaması, Hindistan-ABD müdahalesi çekincesinin sürecin tümünde bir gölge gibi BNKP(M)’nin üzerinde dolaşması ve politikalarında belirleyici olması, BNKP(M)’de sürece yayılan bir irade aşınması ve özellikle son bir yılda teslimiyetçi ve sosyal demokrat politikaların ilerletilmesiyle birlikte ilerledi. Parlamentodaki tartışmalarda önemli bir zaman ve enerji kaybedilirken, barış sürecinin sürekli oyalamalarla zamana yayılması, bu süreçte Halk Kurtuluş Ordusu içerisinde önemli bir erime yaşanmasını da getirdi. Barış süreciyle birlikte kadın savaşçı oranının % 40’lardan % 10’lara düşüşü barış sürecinin HKO üzerindeki etkilerinin çarpıcı bir görünümüdür. BNKP(M) uluslararası alanda da, Devrimci Enternasyonal Hareket (RIM) başta olmak üzere kendisini devrimci güçlerden giderek yalıtan ve tersinden, bir yandan parti düzleminde revizyonist ve reformist güçlerle, diğer yandan hükümet düzleminde Hindistan yayılmacılığı ve ABD emperyalizmi başta gelmek üzere emperyalist güçlerle ilişkilerini geliştirdi. Son olarak Hindistan Komünist Partisi (Maoist) önderliğinden Mallojula Koteswara Rao ‘Kisanji’nin katledilmesine yönelik anlamlı bir tavra gi- [ 108 ] Marksist Teori rilmemesi, kendisini yalıtmadaki özeninin göstergesiydi. Baidya grubunun açıklamalarının ve kitle tabanının basıncına yanıt olarak Hindistan’dan ölümü araştırması için talepte bulunmakla yetindi ki talebin formülasyonu bile ciddi bir ödün oldu. Eski devlet aygıtının ordu ve bürokrasi dahil tüm aygıtlarıyla parçalanması hedefi yitirilerek, monarşinin elinden doğrudan burjuvazinin eline geçen bu aygıtın salt müzakereler temelinde HKO tarafından emilmesi iddiasıyla ilerlenmesi, Kurucu Meclisin “kurucu” niteliğini yitirerek daimi parlamenter bir yapılanmaya dönüşmesine seyirci kalınarak onun bir parçası olunması, barış sürecine temel olan anlaşmaların defalarca burjuva 7 parti ittifakınca bozulmasına rağmen bu süreçlerin silahlı mücadeleye geri dönüş için halk nezdinde meşruiyet alanı açma biçiminde yanıtlanması bir yana, planlanan kitle eylem çizgisinin dahi hayata geçirilmemesi, BNKP(M)’yi giderek parlamenter sistemin unsuru haline getirdi. Bu sürece doğal olarak parti içinde orta sınıf yaşam tarzı ve düşünüşün, bürokratik işleyişin derinleşmesi eşlik etti. Parti tüm olanaklara rağmen kongresini toplamadı. Giderek sosyal demokrat yönelim parti içinde çoğunluk haline geldi. Son bir yıl içinde atılan adımlar bu siyasi ve ideolojik bocalama ve kırılmayı teslimiyet düzeyine çıkardı. Badal – Baidya muhalefetinin de temel güncel karşı çıkış noktaları olan önemli tavizler ard arda sıralandı. Konteynırların anahtar teslimi, Halk Savaşı esnasında el konulan ve yoksul köylülerin kullanımına sunulan toprakların mülk sahiplerine devredilmesi kararı, Hindistan ile imzalanan ve Hint burjuvazisine Nepal aleyhine önemli ekonomik imtiyazlar sunan BIPPA anlaşması ve nihayet Kasım ayı başında Halk Kurtuluş Ordusu’nun mutlak tasfiyesi anlamına gelen 7 maddelik bir anlaşmanın imzalanması bu teslimiyet çizgisinin ifadesidir. Baidya ve Badal önderliğinde gelişen devrimci muhalefet, bu teslimiyet çizgisini hedef alıyor. Ancak muhalefet de sürecin bütünlüklü bir değerlendirmesini ve kendi tutumunun muhasebesini yapmış değil ve adım adım mevzi kaybederek nicelik bakımından parti içinde azınlık haline gelmiş durumda. Merkez Komitesinin Koteswar toplantısı, BNKP(M)’nin ve Nepal’de Maoist devrimciler önderliğinde başlayan devrimci mücadelenin seyri bakımından hayati öneme sahip. Devrimci muhalefet içerisinde Badal ve Chand’ın kesin bir örgütsel ayrışmadan yana, Baidya Gaujarel’in ise bekle-gör eğiliminde olduğu ifade ediliyor. BaidyaBadal muhalefeti merkez komitesinin 146 üyesinden 45’inin desteğine sahip. Prachanda-Bhattarai hattı ise çoğunluğu temsil ediyor. Toplantı sürerken, kararsızların bir kısmını ikna etme yönündeki girişimlerin başarılı olmadığı ifade ediliyor. Yayınladığımız belge, muhalefet önderi Mohan Baidya Kiran’ın sunduğu siyasi rapordur. Muhalefet bu [ 109 ] Marksist Teori belgeyi “yol haritası” olarak adlandırıyor. Prachanda’nın sunduğu siyasi rapor ise henüz Nepal dili dışındaki dillere çevrilmedi. Nepal devriminin ve BNKP(M)’nin gelişim seyrinin ideolojik, teorik, siyasi ve örgütsel boyutlarıyla incelenmesi ve dersler çıkarılmasında olduğu ka- dar, Nepalli devrimcilerle dayanışmanın doğru temelde ilerletilmesi bakımından da sürece ilişkin her iki tarafın belli başlı belgelerinin incelenmesinin yararlı olacağına inanıyoruz. Bu nedenle Kiran’ın raporunu, İngilizce çevirisinden Türkçeleştirerek okurlarla paylaşıyoruz. [ 110 ] PARTİNİN SORUNLARI VE ÇÖZÜMÜ HAKKINDA Kiran Yoldaş - 27 Aralık 2011 1. Yeni bir rapor ihtiyacı: Şu anda sınıf mücadelesi ciddi bir yol ayrımında ve bu sınıf mücadelesi partimizdeki iki çizgi mücadelesine yansıyor. Nepal’de yeni demokratik halk devrimi ve komünist hareketin tarihi yeni bir dönüm noktasında. Biz hayati türden bir doğum sancısı içindeyiz. Bir yandan 1996’da başlayan büyük halk savaşı sürecini parlamento bataklığına doğru tasfiye etme komplosu pekiştirilirken, diğer yandan devrimci çizgi Nepal yeni demokratik halk devrimine süreklilik kazandırmak için yeni bir kararlılıkla bu eğilime karşı daha etkili biçimde yükseliyor. Nepal halk devrimi ve komünist hareket tarihinde bir dönem kapanmış ve yeni bir dönem başlamıştır. Ve bu süreç ilerlemektedir. Nepal devriminin görevlerini ileri taşımamız ve tamamlamamız için, sınıf mücadelesinde ve partinin iki çizgi mücadelesinde yeni ve daha ciddi tehditlerle yüzleşmemizi gerektiren yeni bir tarihsel gereklilik doğmuştur. Tarih bizden açık bir kopuş ve net bir yanıt beklemektedir: bu tehditlerle yüzleşerek ve aşarak kararlıca ileri [ 111 ] Marksist Teori mi yürünecek, yoksa gericiler önünde boyun mu eğilecek? Ancak devrimimiz sürüyor. Bu hayati süreçte yüce şehitlerimizin, kaybedilen ve gazi savaşçılarımızın ve halkımızın tüm bir Nepal devriminde ve büyük Halk Savaşı’nda sergilediği fedakarlık, katkılar ve eşi benzeri görülmemiş cüret ve cesaret öyküleri özel bir önem ve hak ettiği saygıyla hatırlanmalıdır. Halkın kurtuluşu ve devrim yolundaki yüce idealler ve hayaller sert sınıf mücadelesi ve parti içindeki iki çizgi mücadelesinin ayrılmaz parçaları olarak birbirine bağlıdır. Ve bu idealleri ve hayalleri asla unutamayız. Başkan yoldaş Prachanda’nın 24 Aralık 2011’de merkez komitesi toplantısında sunduğu “Yükselen Kriz Hakkında Kısa Siyasi Rapor: Çözümü ve Gelecek Programları” başlıklı siyasi rapor sınıf mücadelesinin ve iki çizgi mücadelesinin bu karmaşıklığını ve gerçekliğini kavramamakta ve kabul etmemektedir. Bu durum böylece ayrı bir siyasi raporu gerektirmiştir. 2. Başkan yoldaşın sunduğu rapor üzerine: Başkan yoldaşın sunduğu rapordaki temel konular ve başlıca eğilimler şöyle özetlenebilir: Raporun dördüncü maddesi parti içinde var olan birlik ve polemiklere değinmiştir. Raporda şöyle denmektedir: “Parti içinde devrimin yönetici ilkesi olarak MLM/Düşünce (Marksizm-Leninizm-Maoizm/Mao Düşüncesi), onun temel önermelerinin savunulması, uygulanması ve geliştirilmesi konusunda hiçbir resmi tartışma yoktur, bu ilkeler partinin nihai hedefi ve azami programı olarak sosyalizm ve komünizm, partinin stratejisi olarak yeni halk demokrasisi ve asgari programı olarak onun programı, federal halk cumhuriyeti ve federal cumhuriyetin ülkenin şu anki objektif durumu içinde partinin temel taktikleri olarak benimsenmesi ve ulusal kurtuluş ve federal cumhuriyete özellikle odaklanmak üzere kitle ayaklanmasına gidiştir. Ancak yukarıda değinilen hedeflerin başarılması için atılacak taktik adımlar konusunda sıklıkla çelişkiler ve tartışmalar yaşanmıştır, bunlar partinin bütünsel ideolojisini belli koşullar altında kendine çekebilmiş ve etkili olmuştur”. Nitekim burada değinilen kimi konuları ele almak gerekiyor. Partinin yönetici ilkelerinde Marksizm-Leninizm-Maoizm/ Mao Düşüncesi gibi paralel ve kafa karıştırıcı ifadeler olmamalıdır. Bu konuda uzun bir tartışma olmuştur ve belli prosedürleri tamamlayarak bu sorunları çözmekte anlaşılmıştır. Bu bağlamda, bu sorunu belli işleyişle çözmenin ve “Maoizm” ifadesini kullanmanın uygun olacağı biçiminde kendi görüşümüzü kaydetmiştik. Yeni halk demokrasisini partinin asgari program ve stratejisi olarak ve sosyalizm ve komünizmi azami programı olarak benimsediğimiz açıktır. Ama başkan yoldaş çeşitli medya açıklamalarında ve daha özelde Kramvanga dergisine (Sayı 2, [ 112 ] Marksist Teori Kasım/Aralık 2011) verdiği bir röportajda yeni demokratik halk devrimi ile sosyalist devrim arasındaki ayrım çizgisinin giderek inceldiğini ve yeni demokratik halk devriminin tamamlanması görevi ile sosyalist devrimi tamamlama görevinin bir tek görev biçiminde merkezileştiğini belirtmiştir. Başkanın bu görüşleri devrimin aşamaları, programları, strateji ve taktiklerine ilişkin sorunlarda büyük kafa karışıklığı ve ciddi ideolojik sorunlar yaratmıştır. Eğer başkanın görüşleri tamamen doğruysa, yeni demokratik halk devrimine dair konseptine komprador, bürokratik ve kapitalist yönelim rehberlik etmektedir. Bu görüşler Nepal gibi yarı feodal, yarı sömürge ve yeni sömürge koşullardaki bir ülkenin gerçekliği ile bağdaşmaz. Bu alıntıda partinin temel taktikleri olarak federal halk cumhuriyeti ve federal cumhuriyet konusunda bir anlaşmazlık olmadığı belirtilmektedir. Ama parti, alıntıda belirtildiği gibi bu iki ifadeyi eş zamanlı olarak partinin paralel taktikleri olarak benimsememiştir. Bu karşılıklı bir çelişkiyi açıkça ortaya koymaktadır. Raporun beşinci maddesi iki çizgi mücadelesi ya da anlaşmazlığın temel konusunun, federal cumhuriyet taktiğinin kazanımların kurumsallaşması mı, yoksa bunların gerici sistemde kısmi reformlar olarak yaftalanarak yok edilmesi mi biçiminde bir tartışmaya doğru tedricen sürüklendiğini belirtmiştir. Bu kazanımları ortadan kaldırma sorunu değildir, gerçek so- run, demokratik cumhuriyeti partinin stratejisi olarak kabul ederek parlamenter sisteme mi saplanıp kalınacağı, yoksa federal halk cumhuriyeti kurulması için ileri mi yürüneceğidir. “Kurumsallaşma ve yok etme”den bahseden adı geçen rapor, “gerici sınıf ve onun partileri demokratik cumhuriyeti burjuva parlamenter bir cumhuriyete çevirmeye çalışırken bizimki gibi bir proletarya partisi de onu yeni demokratik halk cumhuriyetine çevirmeye çalışacaktır” diyen, merkez komitenin Chunwang toplantısında partinin kabul ettiği federal cumhuriyet tutumuna karşı yöneltilmiştir. Benzer biçimde, aynı raporun giriş kısmında, barış, anayasa ve hükümetle ilgili taktikler mevcut iç mücadelenin ve parti içindeki çelişkilerin odak noktası olarak alınıyor. Aynı zamanda bu konunun partinin ideolojisi ve stratejisiyle ilgili bir ideolojik tartışmaya sürüklendiği belirtiliyor. Bu büyük ölçüde doğrudur. Ama ideoloji ve strateji üzerine sorunlarımız karşılıklı olarak iki zıt perspektif ve değerlere dayanmaktadır. Barış, anayasa ve hükümet kesinlikle ideoloji ve stratejiye integral bir parça olarak bağlıdır. Başkan yoldaşın görüş açısından barışın anlamı Halk Kurtuluş Ordusunu silahsızlandırmak, demokratik halk devrimini teslim almak ve tasfiye etmektir; anayasanın anlamı parlamenter anayasa yazmaktır ve hükümetin anlamı da eski devlet mekanizmasına köleliğin kabulüdür. Müzakerede uzlaşmalar (‘al ve ver’) yapılır. Ama tüm bu sü- [ 113 ] Marksist Teori reç boyunca sadece her şeyi vermiştir fakat hiçbir şey almamıştır. Bu sadece bir uzlaşma değil mutlak bir teslimiyet ve kapitülasyondur. Koşullar göstermiştir ki Kurucu Meclis taktik olarak değil stratejik olarak ele alınmaktadır. Bu şekilde, yeni demokratik halk devrimini ve kitle ayaklanmasını sonlandırmaya ve tasfiye etmeye yönelik çabalar gösterilmektedir. Aynı raporun beşinci maddesinde Başkan yoldaş kitle ayaklanmasının tekrar tekrar ve bilinçli girişimlere rağmen hemen hayat bulmadığını belirtmiştir. Fakat bu doğru değildir. Bu sadece onun iddiasıdır. Gerçekte hiçbir zaman bu yönde çaba veya yönelim göstermemiştir. Şimdi sağcı revizyonizm komünist devrime içte ve dışta ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Fakat başkan yoldaşın raporunun beşinci maddesi “sağcı revizyonistlerin tehdidine” karşı konacağını ve “mekanik ve sekter bakış açısının” sadece karşıdevrime hizmet edeceğini belirtmiştir. Kolayca anlaşılabilir ki, saldırı parti içinde süregiden iki çizgi mücadelesindeki devrimci çizgiye karşı yöneltilmiştir. Başkan yoldaşın raporu partinin koşullarını çok kötümser bir tarzda çizmiştir. Partinin tehlikeli bir biçimde çözülme ve tasfiyeye doğru ilerlediğini belirterek, “gerçekte parti ölmektedir” demiştir. Kolektif karar, bireysel sorumluluk, demokratik merkeziyetçilik, aidat sistemi, kota, mali şeffaflık ve feda ve kararlılığın üzerinden kişisel çıkarların buldozer gibi geçtiğini belirterek kişisel çıkarların ve bencilce motiflerin partide baskın hale geldiğini söylemiştir. Bu konuları ortaya koyarak temel sorunları ve konuları uzaklaştırmaya ve zayıflatmaya çalışmıştır. Fakat gerçekte, kendisi tüm bu eğilimlerin, trendlerin, sorunların ve bireysel çıkarların prototipi ve odak noktasıdır. Benzer biçimde rapor bir yandan partinin var olan refah sahibi sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi saklamaya çalışırken diğer yandan tüm partinin ölmekte olduğunu belirtmiştir. Bu gerçeğin çarpıtılmasıdır, çünkü tüm parti değil, sadece eski ve tutucu güç ölmektedir. Gerçekte eski parti ölmektedir ve yeni bir parti doğmaktadır. Başkan yoldaşın raporunun beşinci ve sekizinci maddelerinde konteynırların anahtar tesliminin ve dört maddeli ve yedi maddeli anlaşmaların ilgili parti komite ve organlarınca oybirliğiyle kabul edildiği belirtiliyor. Bu beyaz bir yalandır. Gerçek farklıdır. Partinin daimi komitesinin toplantısında ordu entegrasyonu, dört maddeli anlaşma ve dört maddeli anlaşmada adı geçen demokratik cumhuriyet anayasası ifadesine ilişkin konulara şerh notları düşülmüştür. Başka konularda da söz hakkını saklı tutma ifade edilmiştir. Epey şaşırtıcı olarak, Halk Kurtuluş Ordusu’nun şube sorumluları konteynır anahtarları teslim edilirken haberdar edilmemişlerdir. Buna ek olarak, yoldaş Kiran ve yoldaş Badal’ın merkez komiteye bu konularda sunduğu mektuplarda [ 114 ] Marksist Teori bunlar açıkça ifade edilmiştir. Başkanın raporu bu konularda hiçbir tatmin edici cevap ve açıklık sunmamaktadır. Raporun sekizinci noktası, dört madde anlaşması, konteynırların anahtarları, yedi maddelik anlaşma, mülkiyetlerin geri verilmesi, BIPPA (Hindistan’la imzalanan İkili Yatırım Teşvik ve Koruma Anlaşması) konularına ilişkin merkez komiteye sunduğumuz mektuplarda ele aldığımız sorunlara değinmiştir, ancak hataları kabul etmemiştir. Ve nihayet, rapor Başkana sunulan, Halk Kurtuluş Ordusuyla ilgili sorunları ele alma talepli mektuba değinmemiştir bile. Rapor bu konuları tamamen yok saymış ve bu konuların ciddiyetinin altını oymuştur. Başkan yoldaşın sunduğu raporun dokuzuncu noktasında partinin mevcut sorunlarını çözmek için on maddelik öneri sunulmuştur. Yüzeyde bu öneriler uygun görünmektedir. Ama özde sorunun düğüm noktasının farkında değillerdir. Partinin mevcut problemleri esasen bakış açısı ve işleyişe ilişkindir. Bakış açısına ilişkin sorunlar ideoloji, strateji, program ve siyasi çizgi ile bağıntılıdır. İşleyişe ilişkin sorunlar temelde demokratik merkeziyetçilikle ilişki içindedir. Sorunların çözümü için temel tedavi olarak ulusal kongre önerilmiştir. Tüm konularda yoğun bir tartışma yürütülmeksizin, doğru bir analiz ve değerlendirme yapılmaksızın, özeleştiri yapılmaksızın ve tüm hata, zaaf ve eksiklikleri düzelterek bir öz-dönüşüm tercih edilmeksizin partide bir güven ortamı yaratmak zor olacaktır. Bu yapılmaksızın ulusal kongre sorunları çözemez. Disiplini korumak ve demokratik merkeziyetçiliği kurmak için öncelikle parti politikalarının, programlarının ve siyasi çizgisinin devrimci olduğu netleştirilmeli ve önderlik içinde güven ortamı oluşturulmalıdır. Birinci önderlikten yoldaşlar ve başkaca sorumlu yoldaşlar tarafından parti disiplini ve işleyişi ihlal edilmiştir. Bu arka cepheye karşılık, önderliğin durumun ciddiyetine özel dikkat göstermesi ve dönüşüme kararlı olduğunu ifade etmesi çok önemlidir. Raporun sonuç bölümü “örgütsel sağlamlaştırma ve halk seferberliği programını” içermektedir. Halkın harekete geçirilmesine ilişkin program soyuttur. Ve mücadeleye ilişkin programı dikkate almamaktadır. Bu programların kimi noktaları doğru olmakla birlikte bu tip bir program temel sorunlar çözülmeden anlamsız olur. Raporda değinmeyi gerektiren, en ilginç nokta ise emperyalizme ve yayılmacılığa karşı ve ulusal bağımsızlık lehine hiçbir somut program ortaya koymamasıdır. Bunun yerine dolaylı olarak BIPPA’yı desteklemiştir. Raporun bütününde Başkan yoldaş parti içinde var olan krizin temel nedenini başka bir yerde arayarak boş bir çaba harcamıştır. Gerçekte bu tip bir krizin merkez üssü birinci önderliğin kendisidir. Bütüne dair bir özet olarak, merkez komite toplantısına sunulan rapor eklektik tarza dayanmakta ve sağcı oportünizme yönelim göstermektedir. Sonuç olarak bu ra- [ 115 ] Marksist Teori por mevcut sorunları ve partinin krizini çözemez. 3. Parti ve devrimin sorunları üzerine: a. Örgütsel sorun: Şu anda demokratik merkeziyetçilik, eleştiri-özeleştiri sistemi, kolektif karar alma süreçleri, bireysel sorumluluk, komite ve önderlik sistemi, çalışma tarzı ve prosedürleri, mali prosedürler, halka yönelik politika, parti çalışanlarına yönelik politika ve uluslararası kardeşçe ilişkiler dahil her şey karmakarışık durumdadır. Parti yaşamındaki bu karışıklığın arkasındaki nedenler şunlardır: Partide üst sınıf ve alt sınıf arasındaki yarılma, partinin devrim ve sınıf mücadelesinin aracı olarak kullanılması yerine reformizm ve uzlaşmanın aracı olarak kullanılması, önderlikteki kimi sorumlu yoldaşlarda gelişen bürokratik, uzlaşmacı ve anarşik eğilim, parti kararının en sıkı biçimde uygulanması yerine birinci önderlik tarafından ihlali. Böylece öncelikle birinci önderliğin ve de tüm önderliğin tüm hata ve zaafların düzeltilmesi yoluyla dönüştürülmesi gereklidir. b. Barış ve anayasa hakkında: Hepimiz barış ve anayasa yanlısıyız. Ama ülkenin ve halkın çıkarları aleyhine bir barış ve anayasadan yana değiliz. Ülkenin ve halkın lehine bir barışın inşa edilmesi için, ulusal güvenlik politikasının formüle edilmesi, halk anayasasının oluşturulması ve ordunun onurlu biçimde entegrasyonu gereklidir. Ama bu konulara ciddi dikkat göstermek yerine Halk Kurtuluş Ordusu aşağılayıcı ve hakaret edici biçimde çözülüyor. Halk Kurtuluş Ordusu’nun entegrasyonu SSR (güvenlik sektörü reformu) modeli yerine DDR (silahsızlandır, çöz ve rehabilite et) modeli ile, bireysel başvuru ve silahsızlanma yoluyla yapılıyor. Halkın lehine anayasa yazmak antifeodal ve antiemperyalist özde bir federal halk cumhuriyeti anayasası anlamına gelmeli, bu anayasa buna uygun devlet yapılanmasını, işçi ve köylüler dahil halkın haklarını, kadınlara, dalitlere ve Müslüman topluluklara özel hakları güvenceleyecek, etnik ulusal azınlıkların ve Madeşi topluluklarına kendi kaderini tayin hakkını kabul edecek ve etnik kendini yönetim ilkesini kuracaktır. Şimdi bu tipten bir anayasa yapma ihtimali azalmaktadır. Bunun nedeni, iç ve uluslararası gericiliğin Birleşik NKP (Maoist)’i parlamenter siyasetin ve ulusal kapitülasyonun bataklığına çekmek ve halkı bir kez daha aldatmak için ciddi bir konspirasyon yürütmesindendir. c. Sokak, parlamento ve hükümet üzerine: Barış sürecini ve anayasa oluşturma sürecini halkın lehine bir süreç olarak ilerletme kararını benimsedik ve bunun başarısızlığa uğraması halinde, yeni bir devrimi hazırlamak için sokak, parlamento ve hükümet cephesini kullanmamız gerekiyor. Ama bu cepheler doğru biçimde kullanılmıyor. [ 116 ] Marksist Teori Son günlerde hiçbir mücadele programı yok. Sokaklar fiilen boşalıyor. Bazı yoldaşların parlamento veya Kurucu Meclis’te anayasanın çerçevelendirilmesinde anlamlı ve uygun bir rol oynamasına rağmen, birinci önderlik halkın çıkarına hiçbir etkili rol oynamadı. Aksine önderlik, halka karşı hareket etti. Parti oybirliğiyle Başkan yoldaşın Kurucu Meclis’in anlaşmazlık çözücü alt komitesinde yer almamasına karar verdi ve Başkan yoldaş parti kararını yok saydığında, parti tekrar tekrar adı geçen alt komitede yer almaya devam etmemesine dikkatini çekti. Şimdi dahi parti kararına karşın bu alt komitededir ve keyfi biçimde partinin tutumunu terk etmiştir. Başkan yoldaş keyfi biçimde bizim Kurucu Meclis’teki üyelerimizin çoğunluğunun verdiği mücadele çerçevesinde kabul edilen belgelerden kimi konuları çıkarmıştır. Bürokratik ve komprador kapitalist sınıfın egemenliği artmaktadır ve bizzat Başkan yoldaş bu sınıfı arkalamaktadır. Bu durum devam ederse Kurucu Meclisin geçerliliği neredeyse sona gelmiştir. İktidardayken hükümet halkın, ülkenin ve devrimin çıkarları doğrultusunda çalışmak yerine halkın, ülkenin ve devrimin çıkarları aleyhine davranmıştır. Halk Savaşı süresince Maoist önderlere ve işçilere yönelik açılan davaların geri çekilmesi ve düşürülmesi konusunda yapılan anlaşmaya rağmen bu konuda hiçbir çaba gösterilmemiştir. Sonuç olarak Halk Savaşı sırasında kendi- lerine karşı açılan davalarda Maoist liderleri ve işçileri tuzağa düşürmek için komplolar örgütlenmektedir. İktidardayken ulusal bağımsızlığı korumaya almak yerine, yayılmacılığın çıkarları lehine İkili Yatırım Koruma ve Teşvik anlaşması (BIPPA) imzalanmıştır. Bu bağımsız ulusal ekonomiyi inşa etmede ek bir engel teşkil etmiştir. Halk, onlar için devrimci toprak reformları temelinde alternatif bir anlaşma yapılmaksızın, büyük Halk Savaşı esnasında ele geçirdikleri topraklardan kovulmaktadır. İşçiler çıkarları için çalışmak yerine, protesto haklarından mahkum edilmektedirler. Hükümetin önderliğinde olan yoldaşlar partinin siyasi çizgisini, kararlarını, direktiflerini ve mekanizmasını büyük ölçüde yok sayarak anarşik biçimde kendilerini ortaya koymaktadır. Bu durumda partinin iktidarda kalmaya devam etmesinin hiçbir haklı nedeni yoktur. d. İki çizgi mücadelesi üzerine: Parti içinde sürmekte olan iki çizgi mücadelesi bir dizi aşamadan geçmiştir. İki çizgi mücadelesinin düğüm noktası şunlardır: Demokratik cumhuriyetle tatmin mi olacağız, yoksa federal halk cumhuriyetine mi ilerleyeceğiz; devrimin parlamenter sistem yönünde çözülmesi mi yoksa kitle ayaklanması için hazırlık mı yapacağız; ulusal bağımsızlığımızı mı savunacağız, ulusal kapitülasyonu mu seçeceğiz; halkın kendi-kendini yönetimi ve yaşamına ilişkin temel sorunları çözerek onurlu bir ordu entegrasyonu temelinde bir barış sürecini mi seçeceğiz, yoksa eski [ 117 ] Marksist Teori devlet iktidarının karşısında diz mi çökeceğiz; antiemperyalizm ve antifeodalizm özlü bir anayasa mı yapacağız yoksa gerici parlamenter bir anayasa mı yapacağız? Partide iki çizgi mücadelesi inişli çıkışlı biçimde ilerledi. Palungtar plenumunun ardından merkez komite toplantısının yapıldığı zamana dek parti devrimci bir siyasi çizgi benimsemişti. Bu siyasi çizgiyi uygulama sorunu doğduğunda durum tersine dönmeye başladı. Nisan 2011’deki merkez komite toplantısında partinin devrimci siyasi çizgisi aniden azınlık statüsüne indi. Partimizin önderliğinde bir hükümetin oluşturulması sürecinden geçerek bugüne gelindiğinde ise durum tam bir U dönüşü yaşadı. Mayıs 2011’de daimi komitede ordunun entegrasyonu üzerine alınan karar, Madeşi partileri ile imzalanan dört maddeli anlaşma, konteynırların anahtarlarının teslimatına ilişkin karar, yerel yönetimlere Halk Savaşı döneminde ele geçirilen toprak ve mülkiyetin geri verilmesi emri, BIPPA ve ordu entegrasyonunu da içeren 7 maddelik anlaşma bu U dönüşünün sonucu oldu. Birinci önderlik iki çizgi mücadelesinin hangi yöne doğru ilerleyeceğinde belirleyici role sahip. Sınıf mücadelesi gibi, iki çizgi mücadelesinde de birinci önderlik hem stratejide hem taktiklerde devrimci bir rol oynamalıdır. Ancak şu anki iki çizgi mücadelesinde birinci önderliğimiz strateji ve taktiklerde tam tersi bir rol oynamıştır. Mao’nun “yapılacak üç şey ve yapılmayacak üç şeyine” tam karşıt bir rol oynamıştır. Bu sürecin bütününde birinci önderlik devrimci saflarda devrimci siyasi çizgiye karşı aldatma ve yalan söyleme, birini diğerine karşı oynama, kendisini geçirgen ve soyut biçimde sunma, diğerlerini zayıflatma politikası izleme, önderleri ve çalışanları sahte vaatler ve güvencelerle çekerek sonra aldatma stratejisini benimsemiştir. Bu tip bir strateji ancak sınıf düşmanının çıkarlarına yarar ve yaramaktadır da. Benzer biçimde birinci önderlik iki çizgi mücadelesini sağlıksızlaştırmaya çalışmaktadır. Başkan yoldaş Dhobighat anlayışının “kutsal olmayan ittifak” olduğunu söylüyor. Ama kime karşı ve nasıl bir ilişki geliştirdiği şimdi açıktır. Kendi siyasi çizgisine muhalefet eden yoldaşlara karşı temelsiz suçlamalarda bulunmuştur. Devrimci liderleri ve işçileri bakanlık mevkisi ve fırsatları alamadığı için memnuniyetsiz olmakla suçlamıştır. Bu şekilde ideoloji, ilkeler ve politikalar temelinde başlatılan iki çizgi mücadelesinin altını oymuştur. Dhobighat anlaşmasına varıldığında ne kadar korktuğunu ve endişelendiğini herkes bilir. Dhobighat anlaşması gerçekleşirse kendi pozisyonunun zayıflayacağından ya da kaybedeceğinden korkmuştur. Yani şimdi sorun mevkiiyle değil devrim, ilkeler ve politikalarla ilgilidir. Şimdi parti içindeki iki çizgi mücadelesi varlıklı sınıf ile yoksun sınıf arasındaki bir mücadeleye dönüşmektedir. Devrimci çizgi zayıflamakta ve [ 118 ] Marksist Teori yenilmekteyken oportünist çizgi muzaffer olmaktadır. Parti hızlıca sağcı oportünizme ve ulusal kapitülasyona yönelmekte ve yönlendirilmektedir. Halen vaktimiz var. Bizim cephemizden partiyi felaketten kurtarmak ve devrimci çizgiye dönüştürmekte özel bir rol oynamamız elzemdir. Ve bunu yapmalıyız. Küreselleşmiş emperyalizm ve proleter devrimin bu çağında proleter sınıfın önderlerinin sınıfsal statüsünü yükseltme, sınıf düşmanlarının partiye sızması, ideolojik ve politik kısırlaştırılma süreçleri daha hızlı biçimde gerçekleşmektedir. Hepimiz bu eğilime karşı uyanık olmalıyız. e. Yeni demokratik devrim anlayışı hakkında: Demokratik cumhuriyetin kuruluşuna, federalizm ve laikliğin kurumsallaşmasına rağmen, ve partimizin önderliği altında bir hükümetin kurulmasına rağmen, Nepal halen yarı-feodal ve yarı-sömürge durumundadır. Devlet iktidarı halen komprador ve bürokratik kapitalist sınıfın ve feodal sınıfın elindedir. Şimdi, bir yanda komprador bürokratik kapitalist sınıf ve Hindistan yayılmacılığı, diğer yanda Nepal halkı temel çelişki haline gelmiştir. Şu anda önümüzde ciddi bir sorun ve tehdit durmaktadır. Sorun, parlamenter reformizm ve ulusal kapitülasyon karşısında boyun mu eğeceğimiz, yoksa federal halk cumhuriyeti ve ulusal bağımsızlık için mücadele mi edeceğimiz sorunudur. Mevcut koşullarda bir halk anayasası yapmak, ulu- sal bağımsızlığın korunması ve halkın günlük yaşamının temel sorunlarının çözümü yönünde hiçbir somut olasılık yoktur. Bu arka cepheye karşılık, sıkı bir biçimde ülkenin, halkın ve devrimin safında durmalıyız. Bundan başka bir alternatif yoktur. Yeni Demokratik Halk Devrimi gerekli olduğu kadar mümkündür de. Etkili biçimde hazırlık çalışmalarını ilerletirsek, kitle ayaklanmasının geniş koşulları vardır. Bu bağlamda şu konulara değinmeye değer: Öncelikle, halk eski tarzda değil yeni biçimlerde yaşamak istiyor. Halk değişim ve dönüşüm arıyor. Eğer anayasa kendi çıkarlarına yapılmazsa halk mücadele etmek için sokağa çıkmak zorunda kalacaktır. İkincisi, ulusal bağımsızlığın savunulması sorunu daha ciddi ve tehdit edici hale gelmektedir. Emperyalizme karşı mücadele Nepal’de tarihi bir role ve geleneğe sahiptir. Nepal halkı her türlü emperyalist ve Hindistan yayılmacı müdahale ve egemenliğinden kurtuluş istemektedir. Üçüncüsü, tüm siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda kriz derinleşmekte ve yoğunlaşmaktadır. Bu gerici devlet iktidarının krizidir. Bu kriz tüm sınıfları ve kesimleri etkilemektedir. Halk bu krize dayanacak durumda değildir. Dördüncüsü, Nepal parlamenter ve gerici güçleri arasında iktidar ve mevki için kıyasıya bir mücadele ve kavga vardır. Tüm bir devlet iktidarı ve mekanizması bu tipten çelişkilerden etkilenmektedir. Beşincisi, bazı uluslararası güçler arasında Nepal’i kendi çıkarları için kullanmak için sert [ 119 ] Marksist Teori bir rekabet vardır. Fakat bazı ülkeler Nepal’in bağımsızlığına ve ulusal onuruna saygı gösterme eğilimindedir ve göstermektedir. Altıncısı, partimiz halkın parlak bir geleceğe olan umudunun merkezindedir. Fakat partide bazı ciddi sapmalar vardır ve bu sapmalar derinleşmiştir. İki çizgi mücadelesi de çok çetinleşmekte ve güçlenmektedir. Bugünün ihtiyacı ülkeyi, halkı ve devrimi odak noktası olarak alarak, iki çizgi mücadelesini sağlıklı ve dostça bir biçimde sürdürerek ve kendimizi her türlü sapmadan kurtararak dönüşmek yoluyla birleşmek ve partiyi birleştirmektir. Açıktır ki ancak bu tarihsel ihtiyacı karşılarsak parti çok güçlü olacaktır ve devrime önderlik edebilecektir. f. Program, politikalar ve siyasi çizgi: Program, politikalar ve siyasi çizgimizin özü yeni demokratik halk devrimi yoluyla ülkeyi yarı feodal ve yarı emperyalist koşullardan kurtararak büyük sosyalizm ve komünizm hedefini başarma yolunda ilerlemektir. Temel taktiğimiz federal halk cumhuriyetinin kurulması, ulusal bağımsızlığın savunulması ve halkın yaşamına ilişkin temel sorunların çözülmesi için hazırlık yapmaktır. Palungtar’da partinin gelecek siyasi çizgisi ve eylem planlarına ilişkin yapılan genişletilmiş toplantının ardından düzenlenen merkez komite toplantısında alınan kararlar esasen bugün bile doğrudur. Bu kararlara dayalı olarak kimi ek değişikliklerle birlikte ilerlemeliyiz. g. Sorunları çözmek için asgari program hakkında: Var olan sorunları çözmek için şu önermeler yapılmıştır: Kimi değişikliklerle birlikte Palungtar genişletilmiş toplantısının hemen ardından yapılan merkez komite toplantısında kabul edilen siyasi çizgi temelinde ilerlenmesi. Şu konular üzerinde parti başkan yardımcısı ve genel sekreter yoldaşların parti merkezine sunulan ve gündemleştirilen sorun ve konular doğru biçimde analiz edilerek muhatap alınmalı ve çözülmeli: Dört-madde anlaşması, konteynırların anahtarlarının teslimi, yerel yönetimlere el konulan toprak ve mülkiyetin geri verilmesi, ordunun entegrasyonu, yedi maddelik anlaşma, BIPPA, vasıf dışı HKO üyelerinin talepleri, YCL ve gönüllüler birliklerinde çalışan HKO savaşçıları için uygun paket, önderliğin güvenliği için çalışan HKO üyelerinin daha önce kesinti yapılan maaşlarının ödenmesi, yararlı savaşçıların sınıflandırılması ve emeklilik, iş ve onurlu destek paketlerinin verilmesi. Parti temsilcileri hükümetten çekilmeli. Parlamenter cephe daha etkin ve sokak cephesine öncelik verilerek yürütülmeli. Federal halk cumhuriyeti temelinde antifeodal ve antiemperyalist özlü bir anayasa yapılmalı. İşçi ve köylü sınıfının çıkarları ve temsiliyeti, kadınlara, dalitlere ve Müslüman topluluklara özel haklar, etnik özerklik kuralının ulusal azınlıklara ve Madeşi topluluklara kendi kaderini tayin hak- [ 120 ] Marksist Teori kı ile birlikte teorik olarak kabul edilmesi, devletin yeni temelde yeniden yapılandırılması ve tam oranlı temsiliyet ve kapsayıcı sistem ile halkın haklarının güvencelenmesi. Barış sürecinin ülkenin ve halkın çıkarları lehine ilerlemesi ve halk anayasasının yapılmasına dair bir güvence yoksa HKO’nun entegrasyonu ve halk-karşıtı anayasanın yapılması gündeme alınmamalıdır. Farklı koşullarda devrim yeni bir yaklaşımla ilerletilmelidir. Ülkenin ulusal egemenliğinin ve bağımsızlığının korunmasına ilişkin konulara ciddiyetle yaklaşılmalı ve 1950 anlaşması dahil tüm eşitsiz anlaşmaların ve sözleşmelerin iptali, halk anayasasının yapılması, devrimci toprak reformları ve insanların günlük yaşamını ilgilendiren diğer yakıcı konuları konu alan mücadeleler yürütülmelidir. Partide demokratik merkeziyetçilik, komite sistemi ve kolektif karar alma mekanizmaları inşa edilmelidir Parti içindeki kamuoyunu ilgilendiren muhalif görüşler halka açık olmalıdır ve “eleştiride özgürlük, eylemde birlik” ilkesi uygulanmalıdır. Partinin kültürel, siyasi ve örgütsel yaşamını canlandırmak için bir asgari standart formüle edilmeli ve acilen uygulanmalıdır ve yeni tipte bir parti inşası için bir temel yaratılmalıdır. Şu anda sınıf mücadelesini ilgilendiren sorunları çözmeye ve ancak bu sorunlar ele alınıp çözülünce partinin ulusal kongresinin hazırlıklarını yapmaya öncelik verilmeli. Şehit ve kayıp savaşçıların ailelerine gereken saygıyı gösterme ve geçim yardımı sağlamaya, engelli ve yaralanmış savaşçıların tedavileri ve geçim yardımı için uygun düzenlemeleri güvence altına almaya ve kayıp savaşçıların durumlarını netleştirmeye özel dikkat gösterilmeli. Partinin maliye ve hesap işlemleri ve işleyişini bilimsel, güncel ve şeffaf hale getirmek, kışlaların hesaplarını ve mali işlemlerini açıklamak. Halk Kurtuluş Ordusu tasarrufları ve diğer mülkleri şeffaf hale getirilmelidir ve adil dağıtımları için anlaşma yapılmalıdır. 4. Gelecek programları ve eylem planı: Gelecek programları ve eylem planı dört hazırlığa bağlıdır. Bunlar şu şekilde sunulabilir: İdeolojik ve siyasi hazırlık: - Komprador ve bürokratik kapitalizm, feodalizm, emperyalizm ve yayılmacılığa karşı direnmek, yeni demokratik halk devrimi, federal halk cumhuriyeti ve ulusal bağımsızlık lehine güçlü bir halk temelinin yaratılması. - Güvenilir kardeşçe iç ilişkileri geliştirmek ve buna uygun olarak ülkenin ve halkın bağımsızlığı ve kurtuluşu için kamuoyu inşa etmek. - Revizyonizmin her türüne ve özellikle sağ revizyonizm, ulusal kapitülasyon ve neo-revizyonizme karşı etkili bir ideolojik mücadele başlatmak. - Parti eğitimi başlatılmalı. Siyasi eğitim için düzenlemeler yapılmalı. [ 121 ] Marksist Teori Örgütsel hazırlık: a. Parti: - Hataların, zaafların ve eksikliklerin düzeltilmesi; parti dönüşüm yoluyla birleştirilmelidir. - İki çizgi mücadelesini sağlıklı ve dostça sürdürmek. - İki çizgi mücadelesinin yürütülmesine ilişkin yeni bir işleyişin geliştirilmesi. b. Halk gönüllüleri: - Halk gönüllüleri merkezden yerel düzeye doğru örgütlü biçimde harekete geçirilmelidir. - Somut programlar formüle edilerek halk gönüllüleri halkın hizmetine ve halkın harekete geçirilmesine katılmalıdır. c. Birleşik Cephe: - Merkezi düzeyde eğilim duyan yurtsever, cumhuriyetçi ve solcularla halk cephesi oluşturulmalı. - Yerel düzeyde yerel durum ve ihtiyaçlar temelinde bir birleşik cephe yaratılmalı. d. Üç araç: Yerel düzeyde partinin, halk gönüllülerinin ve birleşik cephenin görevleri örgütlü biçimde ilerletilmeli. e. Kadro sorunları: - Partinin tüm kaynakları eşit ve adil biçimde dağıtılmalı. - Merkezi, il ve ilçe düzeylerinde ekonomik planların yapılması ve üretken faaliyetlerin örgütlenmesi. 5. Mücadeleye ilişkin hazırlıklar: Mücadele ve halkı harekete geçirme görevleri aşağıdaki konular üzerinde ilerletilmelidir: Anayasanın yapılması Ulusal bağımsızlığın savunulması; 1950 eşitsiz anlaşmasının lağvı, yukarı Karnali, Arun III ve BIPPA üzerine anlaşma. Karşılıklı eşitlik ve anlama temelinde yeni anlaşmaların talep edilmesi ve sınır ihlallerinin protesto edilmesi yoğunlaştırılmalı. Halkın, geçim sorunları gibi yakıcı sorunlarına hitap etmek ve enflasyon (fiyat yükselmesi) ve karaborsaya karşı protesto. Ev içi hizmetçilere (hali, gothala ve haruwa), topraksız yaşayanlar ve kamaiyalar (angarya emekçileri) dair sorunların, devrimci toprak reformlarına odaklanarak çözümlenmesi. Halk Kurtuluş Ordusu’nun vasıf dışı üyelerine yardım paketi veya emeklilik; kışlaları terk etmiş ve YCL içinde çalışan HKO savaşçılarına mali destek. Şehitlerin ve kaybedilen savaşçıların ailelerinin sorunlarının çözümü; ve gazi olmuş savaşçıların sorunlarının çözümü. Halk Savaşı sürecinde Maoistlere açılan her türlü suçlama ve dosyanın geri çekilmesi veya düşürülmesi. 6. Diğer Hazırlıklar: Diğer hazırlıklar değişik konular temelinde ve onlara bağlıdır. Program Akışı Örgütlenme boyutu: - Merkez Komite toplantısının hemen sonrasında il ve ilçe düzeyinde toplantılar örgütlenmeli ve eylem planları formüle edilmelidir. [ 122 ] Marksist Teori - Değişik düzeylerde eğitim yürütülmelidir. Mücadele boyutu: - Somut bir mücadele programı hazırlanmalı. - Mücadele aşama bilgisi üzerinde ilerletilmeli. Örgütlenme ve mücadeleye ilişkin görevlerin somutlanması merkez veya daimi komite toplantısında belirlenmeli. [ 123 ]
Benzer belgeler
Marksist Teori 18 - teorik dergiler
Marksist Teori - Yaygın Süreli Yayın
Varyos Yay. San ve Tic. Ltd. Şti. Adına
İmtiyaz Sahibi: Şenol Sağaltıcı
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Şenol Sağaltıcı
Yönetim Yeri: Çakırağa Mah. Çakırağa Cami So...