Mizanpaj 1 (Page 1)
Transkript
Mizanpaj 1 (Page 1)
özgür gelecek Sayı: 02 4-17 Şubat 2011 Erkek adalet değil, gerçek adalet * Fiyatı: 1.50 TL * ISSN: 1307-878X Haklı korkuları büyüsün! Çünkü sokaklar bizimdir! Muğla’nın Fethiye ilçesinde 2007 sayısız kişinin toplu tecavüz ve işkencesine uğrayan ve yargı tarafından da 4 senedir mağdur edilen B.S’nin ilk mahkemesi Fethiye’de görüldü. Yeni Demokrat Kadın olarak biz de mahkeme önündeydik. Sayfa 12 Tunus Devlet partilerinin seçim politikalarından biri olan, “ağız dalaşı” işi, genel seçimler yaklaşırken yine revaçta! “Birbirini çekemeyen iki kardeş” misali AKP ile CHP arasında bitmek bilmeyen ve giderek seviyesini düşüren bu ağız dalaşlarından birinde halkın sokaklara dökülmesi gerektiğini laf arasına sıkıştıran CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu’na karşı şöyle diyordu Erdoğan: “Halkı eşkıyalığa teşvik ediyorsunuz! Siz nasıl demokratsınız, ‘sokaklara dökülün’ ne demek? Sandığımız yok mu?” Başbakan Erdoğan böylelikle “demokratlığın ilkelerini” bu kez farklı bir açıdan belirlemiş oldu! Demokratlık, sokaklarda hak istemek değil; yapılan soyguna, talana, asimilasyona, inkâra ses çıkarmamak ve gerekirse sandıkta “hesap sormak” demekmiş! Bu söylem korkunun ifadesi- Gümüşdamla HES istemiyor Antalya’nın şirin köyü Gümüşdamla HES’e karşı mücadele ediyor. Özgür gelecek olarak köyün eski muhtarına ulaşarak bilgi aldık. Sayfa 6 Parayı veren ıslığını da çaldı! Cezayir Futbol denilince akla ne yazık ki holiganlık, küfür, ırkçılık gelir. Ancak TT Arena Stadyumu açılışında bu kez protesto vardı. Sayfa 8 Torba Yasa saldırısı tüm kesimlere yönelik Çalışma yaşamını yeniden düzenlemeyi ve emekçilerin tüm kazanımlarını adım adım gasp etmeyi amaçlayan Torba Yasa, halk gençliği ve emekçi kadın için kapsamlı bir saldırıdır. ın a Kad n dah nek ve içi a es siz l e faz üvenc a! g lışm 13 ça Sayfa Yas “ a par f” i adaki kan alı eğ le unl aşa itim cak ! S ayfa 15 Mutki’de toplu mezar ve “Gerillaya karşı kontrgerilla” Ulucanlar: Hapishane müzeleri... Sayfa 30 “Vicdana gelen” bir kepçe operatörünün itirafları sonucu 4 Ocak’tan beri Bitlis’in Mutki ilçesinde toplu mezar aramaları yapılıyor. Daha önce Kürt halkından katledilen yüzlerce, binlerce çocuğu, kadını, erkeği, yaşlıyı, genci toprağın altına gömen kepçeler, her toprağa daldığında TC’nin işkence ve katliam haritasını açığa çıkarıyor. Sayfa 11 dir aslında. Afrika’da domino taşı misali devrilen diktatörlüklerin, sokağa dökülen halkın öfkeli soluğunu hissetmenin verdiği korkudur bu. Bir yandan güvencesiz ve esnek çalışmanın kanunu “Torba Yasa” ile sömürü cennetini yasal kılıfına uydururken, parasız eğitim mücadelesi veren öğrencilere saldırırken, toplu mezarlar üzerindeki devletin kanlı örtüsü kalkarken bir yandan da halkın sokaklara dökülerek bunların hesabını sormasından duyulan KORKUDUR ve KORKMAKTA YERDEN GÖĞE KADAR HAKLIDIRLAR! Torba Yasa Meclis’te! “Torba Yasa” 29 Kasım günü Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’na sevk edilmişti. Komisyondan ciddiye alınabilecek hiçbir değişikliğe uğramadan geçen yasa, 27 Ocak günü Meclis Genel Kurulu’na geldi. Sayfa 16 Ergene’den geçiyoruz, nefesinizi tutun! Nameya Dawi ya girityê siyasi Husên Xizrî “Navê min Husên Xizrî. Sala 1982”an li Rojhilatê Kurdistan li bajarê Urmiyê hatim dinê. Di sala 2008 an de hatim girtin. Roja 18ê Gulana 2009a cara yekê û dawî, li liqê 1ê yê Dadgeha Şoreşê ya Urmiyê, bi amadebûna endamekî îdareya Îtla`ata Urmiyê û nûnerekî dozgeriyê, ez dadgehkirim.” Sayfa 11 Olanca ihtişamı ile akan Ergene Deresi, Çorlu’da bir katliamla yüz yüze. Çorlu, Lüleburgaz ve Çerkezköy’de kurulu olan fabrikalardan çıkan atıklarla nehir adeta ölüme terk edilmiş durumda! Konuyla ilgili Özgür gelecek gazetesi olarak Çorlu’da yaşayan halktan ve bu fabrikalarda çalışan işçilerden bilgi aldık. Sayfa 28-29 Özgür gelecek’ten Sınıfsal Bakış Emekçinin Gündemi Göğün Yarısı Evrensel Bakış Pusula Düşleri gerçeği dönüştürmek için... Gaddarlığın eseri, sisteme de fatihadır firavunların kaderi! 2011’in nasıl geçeceği açılışından belli oluyor Devlet tecavüzcüleri koruyor Tunus’ta ateşlenen beden sokaklara... Geçmişten kopuş sağlayamayan... 2 Sayfa 5 Sayfa 12 4 Sayfa 2 Sayfa 3 Sayfa 22 Sayfa 26 02 4-17 Şubat 2011 Özgür Gelecek’ten Düşleri gerçeğe dönüştürmek için... Yeni ismimiz ve boyutumuzla ikinci sayımızda yeniden merhaba. Doğrusu gazetemizde yaptığımız değişiklere gelecek tepkileri merakla ve heyecanla bekledik. Değişik bölgelerden ve illerden aldığımız tepkilerin genel olarak olumlu olduğunu söyleyebiliriz. Gazetemizin bu haliyle daha rahat taşınan, daha okunur bir biçim aldığı konusunda bir hemfikirlik söz konusu. İlk sayımızda birçok ana gündemin değişik alanlarda faaliyet yürüten yoldaşlarımız ve okurlarımız tarafından kaleme alındığını da mutlaka belirtmeliyiz. Daha önce ifade ettiğimiz gibi gazetemizde biçimsel değişiklerle birlikte esas olarak niteliksel bir gelişmeyi önümüze hedef olarak koymaktayız. Bir önceki sayımızda; gündemi yakalayan, politik gelişmeler üzerinden düzeni akıcı bir dille teşhir edebilen, yığınlardan beslenen bir içerikten ve bunun kitlelere yaygın bir şekilde ulaşmasından söz etmiş, bu eksende okurlarımızın belirleyici rolüne vurgu yapmıştık. Gazete-okur ilişkisi üzerinden yürüttüğümüz bu tartışmayı biraz daha genişletmek yararlı olacaktır. Okurlarımızın bu rolüne işaret ederek aslında herkese bir çağrıda bulunuyoruz. Gazetemizin daha yaygın dağıtımı, daha fazla yazı-yorum-haber-fotoğrafla beslenmesini talep ediyoruz. Peki okurlarımızın tüm bunları yerine getirmesinden ne anlıyoruz? Gazeteye yapılacak bu katkılar okurlarımız için ne anlama gelecektir? Bu soruları mevcut faaliyetimizin gerçekliği içinde yanıtlamaya çalışacağız. Her şeyden önce bugün için gazetemizin, faaliyetimizde oldukça önemli bir araç olduğunu dile getirmeliyiz. Gazeteciliği işçi ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin önemli bir bileşeni olarak görüyoruz. Gazeteciliğe; devrimci bir yorum kazandırarak, devrimci gazetecilik yapıyoruz. Gazetecilik mesleğinin tüm öğelerini içinde barındıran ve onu da aşan bu kavramın sınırlarının çok geniş olduğu açık. Gazeteciliği, devrimci faaliyetimizin çok önemli bir parçası olarak algılıyoruz. Kendimizi geliştirebileceğimiz, derdimizi geniş kitlelere daha sistematik olarak anlatabileceğimiz ve sınıf mücadelesinin birçok sorununa doğrudan müdahil olabileceğimiz bir alanı tarif ediyoruz. Öyleyse okurlarımızdan istediklerimizde devrimci gazeteciliğin kapsamı içinde ele alınmalıdır. Devrimcilik bir parçası olduğumuz toplumun sorunlarına karşı duyarlılık göstermek, müdahale etmek ve çö- Özgür gelecek/02 zümün bir parçası olmak olduğuna göre kurduğumuz denklemin doğru olduğunu da söyleyebiliriz. Bu yanıyla ele aldığımızda okurlarımız gazetemize daha fazla sahip çıkıp daha geniş kesimlere ulaştırdığında aynı zamanda faaliyetlerini de geliştirmiş olacaktır. Sürece müdahale adına faaliyetlerini gazetemize yansıttığında yürüttükleri ajitasyon-propaganda çalışmasının etki gücü de artacaktır. Bu da örgütlenme çalışması için daha verimli bir zemin yaratacaktır. Örneğin; gazetemizin beslenmesi adına kurulan bir yayın komisyonu bu faaliyet boyunca bileşenlerin kendini daha iyi ifade etmelerine de önemli katkılarda bulunacaktır. Tüm bunlar okurlarımızın ve doğrudan örgütlülüğün ilerlemesine hizmet edecek, devrimciliğin kavranışımı da geliştirecektir. Özetlersek; gazetemizle ilişkisi boyutuyla tüm bu sözünü ettiklerimizi esas olarak daha fazla devrimcileşmek penceresinden ele alıyoruz. Burada değinmeye çalıştığımız gazetemizin bu süreçte oynayacağı roldür. Okurlarımızın gazetemiz üzerinde sözünü ettiğimiz adımları atmaları aynı zamanda devrimci gazetecilik yapmaları anlamına gelecektir. Okurlarımız bu noktadaki gelişimi doğrudan gazetemizin niteliğini ve faaliyetimizi geliştirecektir. Hozat’ta “Özgür gelecek” korkusu Yürekleri ellerinde, tasasız yürüyenlere... Umut Yayımcılık olarak sizlerle bir kitap çalışmasını daha buluşturmanın heyecanı içindeyiz. Esası Tokat’ta olmak üzere Amasya, Ordu, Giresun ve Dersim’de farklı zamanlarda yaşanan çatışmalarda şehit düşen 44 gerillanın, 19 başlık altında anlatıldığı anı-anlatı türündeki “Düşleri gerçeğe dönüştürmek için…” isimli kitabımız çok yakında sizlere ulaşacak. Kitabın önsözünde de değindiğimiz gibi onları “anlatabilmek kadar, onlardan öğrenebilme çabası içerisinde olabilmek de sorumluluklarımızın bir gereğidir. Ancak o zaman gerçek anlamda amacına ulaşabilen bir çalışma olma özelliğine kavuşabilir.” Kitabın önsözünden birkaç cümle daha… “Proletarya Partisi de, 39 yıllık mücadele tarihinde yüzlerce şehidiyle, devrimci savaştaki yerini aldı.(…) Şehitlerle ölümü fetişleştirmek amaç değildir, olmamalıdır da. Aksi takdirde idealleri için dövüşerek düşenlere en büyük haksızlık yapılmış olur. Önemli olan; uğruna ölümü bile yenebilmeyi başarmış ideolojiyi, devrim düşüncesini, düşünceye hayat veren pratik duruşu, devrimci kuşanmışlığı, değerleri, yaşama biçimini, ısrarı, kararlılığı, cesareti, gücü-güçsüzlüğü, başarıları ve başarısızlığın nedenlerini, değişimin-dönüşümün dinamiklerini, çelişkilerle örülü yaşamın içinde devrimcileşebilmenin süreçlerini, sıkıntılarını, yolunu-yöntemini, ideolojiye hayat veren doğru siyasi çizginin kavranmışlığını ve kavranmışlığa denk düşen savaşçı ruhu, kişide güce dönüşen özü görebilmek ve bunlardan öğrenebilmektir. (…) Yürekleri avuçlarında tasasız yürüyenlere...” (Umut Yayımcılık) Uluslararası Sempozyum’da Buluşalım! “Türkiye’de ve Avrupa’da emeğe dönük saldırılar ve işçi mücadelesi” Tarih: 20 Şubat Pazar Yer: Petrol-İş Sendikası 1) Emperyalist kriz ve emeğe dönük saldırılar 2) Avrupa’da işçi hareketlerinin mücadelesi 3) Türkiye’de işçi hareketinin mücadelesi a- İşçi hareketinde ve sendikalarda kadınların durumu ve sorunları b- Türkiye’de işçi direnişlerinde elde edilen deneyimler. c- Uluslararası dayanışma ile yerel işçi mücadelesi arasındaki bağ d- Sendikal hareketin sorunları ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele Devrimci Demokratik Sendikal Birlik-Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu Yaygın süreli Umut Yayımcılık ve Basım Sn. Ltd. Şti. Yönetim yeri: Gureba Hüseyin Ağa Mh. İmam Murat Sk. No: 8/1 Aksaray-Fatih/İstanbul Tel: (0212) 521 34 30 Faks: (0212) 621 61 33 Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Çilem İLASLAN Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cd. Güven San. Sit. B Blok, No: 366 Tel: (0212) 544 66 34 e-posta: [email protected] Bu çerçevede oldukça zengin ve değerli örneklere de sahibiz. Özgür bir dünyanın harcı olarak toprağa düşenlerimizi andığımız bu anlamlı günlerde şehit yoldaşlarımızdan öğrenmeliyiz. Malatya’da yıllarca gazeteci olarak faaliyet yürüten Muharrem Yiğitsoy ve Akıner Çağlar’ın köylüler arasında hala saygınlıkla anılmaları oldukça önemlidir. Mersin’de kurumumuzun eksiklerini gidermek için geceli gündüzlü yoğun bir emek harcayan Çiğdem Yılmaz yoldaşımızın yaşamı bizim için değerli bir hazinedir. İstanbul’da yıllarca gazetemizin yazı işleri müdürlüğü yapan Nergiz Gülmez, Murat Arıcak ve Fehiman Bozgurt’un duruşu çok anlamlı mesajlar vermektedir. Birçok şehit yoldaşımızın sokak sokak, kapı kapı gezerek gazetemizi dağıttığını biliyoruz. Bu faaliyetin sonucunda birçok örgütlülüğün yaratıldığını, çok sayıda ilişkinin yakalandığını da. Yoldaşlarımız emekçi halkımıza ulaşmak için tüm olanakları seferber ederek bu uğurda canlarını verdiler. Onlar, zulme ve sömürüye karşı birer meşale olarak aramızdan ayrıldı. Bu meşaleyi daha da harlamalı ve ileri taşımalıyız. İşçi ve emekçilerle daha fazla bütünleşmeliyiz. Şehitlerimizin idealleri için. Düşleri gerçeğe dönüştürmek için… Egemenlerin devrimci, sosyalist basına dönük saldırıları hız kesmeden devam ediyor. Dersim’de de bu saldırılar kendini gösteriyor. Okurlarımız her gazete dağıtımında özellikle Hozat, Ovacık ve Pertek ilçelerinde keyfi uygulamalara maruz kalıyorlar. Halkı sindirmek ve korkutmak amacıyla yapılan tüm engelleme girişimlerine rağmen gazetemiz halka ulaşmakta ve halkımız tarafından sahiplenilmektedir. Son olarak 29 Ocak günü Hozat’ta Özgür Gelecek dağıtımı sırasında devletin faşist kolluk güçleri tarafından iki dağıtımcımız gözaltına alındı. Dağıtımcılarımızdan birinin üzerinde çıkan İbrahim Kaypakkaya fotoğrafını bahane eden kolluk güçleri Kaypakkaya korkusunu bir kez daha gösterdi. “Suçu ve Suçluyu Övmek” gerekçesiyle haklarında işlem yapılan dağıtımcılarımız, Hozat halkının sahiplenmesi sonucu serbest bırakıldı. (Dersim Partizan) Sevgili dostlar, Ben sizlerle dağıtım sırasında karşılaştığım ve beni çok etkileyen bir anımı paylaşmak istiyorum. Bizler Özgür gelecek gazetesini dağıtırken bir okurumuzun evinin kapısını çaldık. Gazeteyi kendisine verdik. O sacın üzerinde ekmek pişiriyordu. Gazete parasını içerden getirmek için sacın üzerindeki ekmeği bırakıp eve gitti ve parayı getirdi. O unlu ellerden gazete parasını alırken devrime susamış bir kadın portresi gördüm. Bu beni fazlasıyla etkiledi. Kavgamız büyüyor. Halkımızın bu sıcak yaklaşımı mücadeleye daha da sıkı sarılmamıza vesile oluyor. Şunu pratikten daha iyi çıkartıyoruz. Devrim, kitlelerin içinde, onların yaşamında ve onun bir parçasıdır. (Pertek’ten ÖG okuru) BÜROLAR Kartal: İstasyon Cd. Dörtler Ap. No: 4/2 Tel: (0216) 306 16 02 Ankara: Sağlık 1 Sk. No: 17/19 Çankaya Tel: (0312) 430 67 65 İzmir: 856 Sokak, No: 48/203 Kemeraltı Konak, Tel: (0232) 446 78 07 Malatya: Dabakhane Mh. Turgut Temelli Cd. Barış İşhanı Kat: 3 No: 95 Erzincan: Ordu Cd. Ordu İşhanı Kat: 3 Tel: (0446) 223 67 18 Bursa: Selçuk Hatun Mh. Ünlü Cd. Sönmez İşsarayı Kat: 2 No: 185 Heykel, Tel: (0224) 224 09 98 Mersin: Silifke Cd. Çavdaroğlu İşhanı Kat: 3 No: 1/8 Avrupa Büro: Weseler Str 93 47169 Duisburg-Almanya Tel: 0049 203 40 60 958 Faks: 0049 203 40 60 959 Özgür gelecek/02 4-17 Şubat 2011 GADDARLIĞIN ESERİ, SİSTEME DE FATİHADIR FİRAVUNLARIN KADERİ! Tunus’ta isyan başladığında diğer Arap ülkelerine yayılma olasılığından bahsediliyor ama buna güçlü bir ihtimal verilmiyordu. Hatta bu isyanın uzun ömürlü olamayacağı, kısa bir süre içinde sistemin bünyesinde eritileceğine hükmediliyordu. Nitekim ABD ve AB emperyalistleri de şaşkınlıklarını gizleyememekle beraber soğukkanlı davranmaya çalışıyor ve bu büyük “sürpriz” karşısında klasik bir tavırla “muhalefet”e sempatik mesajlar gönderiyordu: “Tunus’ta halkın iradesinin bir diktatörün buyruğundan daha güçlü olduğunu gördük.” (Obama, 26.01). Ama isyanın Mısır’a sıçraması durumu bambaşka bir noktaya getirdi. İşte asıl şimdi kritik bir durum vardı ve nasıl hareket edecekleri konusunda zorlanmaya başladılar: “ABD’nin sarsılmaz dostu olan Mısır hükümeti istikrarını korumaktadır.” (H. Clinton, 26.01) Tunus, “model” olarak kabul edilen (radikal İslam’a da barikat olarak) ve o şekilde tanıtılan bir ülkeydi. G. Kore’nin Asya’daki rolüne biçilen misyon, İslam dünyasındaki “mucize”yi Tunus üzerinden pazarlıyordu. Emperyalist mali oligarşinin, turizm yatırımlarıyla palazlandırdığı ülkede hizmet sektörü yüzde 60’ları aşan bir yer işgal eder hale geldi. IMF ve DB’nin en gözde oyuncaklarından Tunus’un, dünya ölçekli ekonomik krizden “en az etkilenen” hali, 2009’da bile yüzde 3 “büyüme” çizgisinde kalmasıyla kendini gösteriyor ama bu, halkın daha azgın bir sömürü cenderesi altına alınması sayesinde gerçekleşiyordu. İşsizlik tavan yapmış, baskın orandaki genç nüfusun gömüldüğü “geleceksizlik”, büyük bir patlama için bütün şartları elverişli hale getirmişti. Durum elbette bütün Arap dünyası için geçerliydi ama birisi ilk olacak, bu paye ona verilecekti. Tunus, en zayıf halka olmayı, baskı ve debdebenin uçuşa geçmesi ve buna paralel politik atmosferde daha fazla ısınmaya borçlu olacaktı. Durum hiçbir bölge ülkesi açısından farklı mecrada seyretmiyordu ve on yılların birikimi sonucu, patlamaya hazır barut fıçısıydı. Mısır ise Tunus’la kıyaslanmayacak özellikleriyle bölgede “kilit” bir role sahipti ve tarihsel süreçte hep bu konumda kalmıştı. Bu, Süveyş Kanalı başta olmak üzere jeo-politik konumu sayesindeydi ve bu pozisyonun da oynadığı rolle toprakları üzerinde biriken kültürel miras, ona etkin bir yer kazandırmıştı. ABD’nin yıllık 1.5 milyar dolar hibeyle beslediği, bölgede İsrail ve Türkiye ile birlikte en büyük görev ve önem atfettiği Mısır, Arap âlemindeki ağabey rolünü en çok da Filistin sorununda gösteriyor, rejim yapısı bakımından çizdiği tabloyla, sultanlar-krallar silsilesine güvence oluşturuyordu. ABD’nin BOP (yenilenmiş haliyle GOKAP) projesini kurarken planına aldığı en önemli hususlardan birisi, bölgenin faşist ve gerici devletlerindeki iktidar örgütlenmesinin (idari yapı) elden geçirilmesiydi. Wikileaks belgelerine de yansıyan şekilde, buralardaki keyfiyetin ölçüsüz bir hal alması karşısında kitlelerin tepkisi ölçülmeye çalışılıyor, “tehdit” ve “tehlike”den söz ediliyordu. Alternatifin oluşturulması ve yumuşak geçişlerin sağlanması, yeni bir biçim altında sistemin muhafaza yolları tartışılmaktaydı. Laiklik sosuna batırılmış “ılımlı İslam” modeli ve tirmektedir. Son iki pratikte ordunun bu bağlamda AKP örneğinin de gündemde farklı bir yere konması (kitleyle karşı kartutulduğu süreç, Irak ve Afganistan işgali şıya gelmekten kaçınması ve hatta polise ateş açması gibi) ve bu sayede rejimdeki üzerinden somut denemeler şansı bulacaktı. Oysa iplerin bir nebze ele alındığı esaslı değişiklik çabalarına ya da ihtimaIrak’ta yeni tipte bir rejim inşa çabalarının line rahatlıkla “dur” demesini bu gerçeklik içerisinde algılamak gerekir. yaşadığı hüsrana tanık olundu. Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmaları Dünyadaki krizin hızla kısalttığı fitil yalhiç kuşku yok ki sistemin çeşitli araç ve yönnızca bölgede değil bütün yarı-sömürgelerde durumu daha nazik hale getirdi. Arap temleriyle elimine edilecek ve faşist rejimler ülkelerinin öne geçmesi tesadüf değildi. şimdilik yaşatılacaktır. Kendisini bir sınıf hareketi olarak billurlaştıramayan, doğru Zira önceki yıllarda yaşanan gıda krizlebir önderlik barındırmayan ve politik örrinde, eylem ve direnişlere yansıyan biçimiyle had safhaya varan yoksullaşma, gütlenme sahibi olmayan bir halk hareketiyolsuzluk ve yozlaşmanın ayyuka çıktığı bir nin kalıcı ve kurumsal sonuçlar elde etme açısından başarılı olma şansı yoktur. zeminin üretebileceği sonuçlar, en hafifinBu durum, onun yol açtığı sonuçlar ve sağden sistemin görünen yüzüne öfkeydi. Sistemin kendisini hedeflemeyi de arzulayan ladığı kazanımlara rağmen hiçbir başarı elde etmediği ve o kadar da önemli mesajlar boyut, içinde barındırdığı “proleter” untaşımadığı şeklinde asla yorumlanasurlar sayesindedir ama bunun polimaz. Bu şekilde değerlendirme tik yönelimin merkezi yapanların emperyalistlerle kumandasına oturacak bir Özgür geleceoluşturduğu dolaylı ya da nitelik taşımama hali de dolaysız ittifak, ayaklan“olağan” sayılmalıdır. ğin ordularına, onun Yemen, Ürdün maları “devrim” olarak ateşini ve bayrağını taşıyanve Cezayir’e de sıçsunmaya çalışanların lara, Tunus ve Mısır’dan gönde- yarattığı bilinç bularayan ve yakın süreçte benzer nıklığından daha körilen isyan mesajlarında; gelişmelerin yatüdür. ayaklanmalar yüzyılında tarihe göşanacağı açıkça Emperyalistler, mülecek egemenler, devrilecek pi- önüne geçemedikleri görülen Tunus ve Mısır’daki halk muhalefetini, yonlar ve sırasını bekleyen şahlar halk ayaklanmaözellikle de “ayakiçin “oyun bitti” yazmaktadır. sının itici gücü lanma” boyutuna Buzu kırmak ve engin denizlere olan gençlerin işulaşan isyan ve dirensizlik ve gelecekişleri kendi potalarında açılmak için indirilen her sizlikle yoğrulan eritmek için çeşitli yöndarbe yolumuzu açmakta, gerçekliği, halktaki temlerle hareket eder, bin geleceği yakınlaştıryoksullaşmanın (söbir türlü manipülasyon ve mürünün) ve yoğunlaşan manevra geliştirirler. Tarih maktadır baskı ile zulmün eseridir. boyunca sayısız örneğine tanık Faşist yapının ana unsuru serolunan bu gerçeklik yine yaşanmakta, maye ile rejimin esaslı kurumları ve sem- reform vaatleri, diktatörleri gözden çıbollerine yönelen öfkenin, hedefi yer yer karma, yeni hükümet oluşturma, “kirlenşaşıran ve kaos taşıyan hali, çeşitli çar- memiş” ya da az lekeli isimleri devreye pıtma ve yönlendirmelerin aracı kılınmak sokma taktikleri; kitlelerin reaksiyonunu istenmektedir. Ordu ile polis arasındaki anlar görünme, hatta destekleme ve övme ayrım meselesi, bizde ve pek çok ülkede eşliğinde devreye sokulmaktadır. “Kral öldü yaşanan çeşitli süreçlerde de görüldüğü yaşasın yeni kral” esprisini destur haline gegibi sistemin muhafazasında kullanılan tirmekten gayrı çareleri yoktur. Yeni kral, bir algı yanılsamasından kaynaklan- en nihayetinde üstüne “sol”, “sosyalist” elmaktadır. bise giymiş birileri de olabilir, yeter ki söOrduyu “halkın” bir parçası olarak gösmürü ve zulüm düzeni başka biçimlerde de terme ve “tarafsız” konumda tutma çabası, olsa işlemeye devam etsin. Latin Ame“zorunlu haller” dışında halkla yüzleştirrika’nın bir dizi ülkesinde yakın yıllarda mekten kaçınmakla kendini ifade etmekte, böyle olmuş, şimdilerde bu maskeler de “güven” kaybının bu sayede önüne geçilebirer birer “cazibesini” kaybetmeye, eskibilmektedir. Devlet/iktidar denilen olgunun meye başlamıştır… Mısır ve Tunus’ta olan bitenlerin, bu en önemli parçasının devreye girdiği ko(daha da olacaklar) önüne geçme şansı kalşullar, sürekli olarak “uçurumun” eşiği biçiminde tarif edilmiş, politikadan azade tarif madığı noktada “devrim” olarak gösterilmesi; tıpkı Sorosçu renkli “devrimler” ya etmenin pratiğinde “temiz” ve dokunulda Latin Amerika’daki “devrimsiz devrimmaz kalmasına özen gösterilmiştir. Kuruluşlar ya da yeni dönemlere perde ler” gibi büyük bir yanılsama aracı kılınması için hiç de geç kalınmayan bir faaliyet aralayışlarda ordunun üstlendiği “kurtarıcı” rol onu toplum katında hep ayrıcalıklı neredeyse eş zamanlı biçimde başlatılmıştır. “Yasemin” ve “Papirüs” adlandırmalabir yere taşıdığı için de tasarrufları sorgurının yapıldığı süreçte, “internet lanmaz, pozisyonu tartışılmaz kılınmıştır. Hem iç hem de dış boyutuyla “düş- devrimi”nden bile söz edilir olmuştur. Halman” kavramı, silahlı kuvvetlerin yegâne kın öfkesi ve eylemini küçültmek, karşıteminat olarak kabul görmesinde belirle- devrimin yönlendirmesine bağlamak, yici etkendir ve kurtarıcı ve kurucunun ya- böylelikle emperyalistleri yine kadir-i nına “korumacı” sıfatının eklenmesi bu mutlaklık mertebesinde göstermek isteyüzden anlam kazanmıştır. Nihayet bütün yenlerin çabası, süreci gözü kapalı bir pobu vasıflar, lafta ülkenin ama esasta siste- pülizm ile algılayanlar (ya da algılamak min korunması için “kollamacı”lığı ge- isteyen) sayesinde daha etkili olabilecektir. Sınıfsal Bakış 03 Arap dünyasında yaşananlar; talepleri, yönelimi/hedefleri, katılımcıları, çıkış ve gelişme safhaları birlikte değerlendirildiğine, önderlik ve örgütsüzlük zafiyeti, manipüle çabaları ve çeşitli yanlış ve eksiklerine karşın zulme ve sömürüye, zorbalığa ve baskılara karşı ayaklanmalar ve proleter dünya devrimi mücadelesi için ışık saçan isyanlardır. Bu kitle hareketleri, yalnızca firavunların kaçması, acizleşmesi, zavallılaşmasını koşullasa, hükümet değişimleri, sahte reform ve açılımlar ile yetinse bile, zalimlerin alt edileceği, “kutsal”, “erişilmez”, “dokunulmaz”, “yıkılmaz” saltanatlarının yerle bir edilebileceğini ispatlamış, yoksulluk ve sefaletin kader olmadığı gibi ezilen halk ve ulusların kendi kaderine hükmetme kudretine sahip olduğunu göstermiştir. Bunun kavranmasına hizmet eden, dünya halklarına bunun mesajlarını veren bütün eylemler meşrudur, alkışlanması ve desteklenmesi için yeterince neden ortaya koymuşlar demektir. Özgür geleceğin ordularına, onun ateşini ve bayrağını taşıyanlara, Tunus ve Mısır’dan gönderilen isyan mesajlarında; ayaklanmalar yüzyılında tarihe gömülecek egemenler, devrilecek piyonlar ve sırasını bekleyen şahlar için “oyun bitti” yazmaktadır. Buzu kırmak ve engin denizlere açılmak için indirilen her darbe yolumuzu açmakta, geleceği yakınlaştırmaktadır. Zulmün kalelerine saldıran, sömürü ve zorbalığım sembollerine vuran ve bütün dünyadaki diktatörlere korku salan Arap halkı, hiç kuşku yok ki kendi iktidarını kuracak ve firavunlara dar ettiği topraklarda, zulmün egemenliğine de son verecektir. Sürecin adımları hızlanıp, Tunus “halledilemediği” gibi Mısır da bütün ihtişamıyla devreye girince televizyonlar aracılığıyla her gün halka konuşan Tayyip’in verdiği mesajlar, korku imparatorluğunun boyutlarına delalettir. CHP’nin gerçekten de tamamen başka niyetlerle dile getirdiği “mahalle ve sokak direnişi” sözlerinden de yararlanan Tayyip’in “tahrik siyaseti” vurguları ve halkı uyanık olmaya, kışkırtmalara gelmemeye çağıran ifadeleri dikkat çekicidir. Torba yasa ile emekçilere karşı saldırılarını üst düzeyde yoğunlaştıran, “ileri” vitesiyle demokratik hak ve özgürlükler alanına saldırılarını dizginsiz hale getiren, Kürt ulusal güçlerine ve halkına yönelik azgın tavrını sürdüren, kendi yandaş ve yaltakçılarının “yapıcı” eleştiri ve önerilerine dahi tahammülsüz davranan AKP yönetimindeki devletin seçimlere doğru istim üzerindeki yol alışı; hem de içinde bulunulan “İslam âlemi” bölgesindeki “talihsiz” gelişmelerle çok daha sıkıntılı bir hal almıştır. Bu durum, ezilenler cephesi için tam aksine olanakları daha elverişli kullanma alanı ve fırsatı demektir ve bu nedenle de yüklenmenin tam zamanıdır. İşçi ve emekçi kitlelerin yeni saldırı yasalarına, bununla birlikte geliştirilmek istenen daha fazla örgütsüzleştirme, köleleştirme, baskı altına alma ve yoksullaştırma çabalarına direnme azmini yükseltmek, gelişen hareketleri büyütmek gerekir. Kürt ulusuna yönelik saldırılar karşısında, ulusal demokratik talepler etrafında örülen mücadelenin güçlendirilmesi, özellikle bu süreçte ihtiyaç olunan dinamizme en büyük katkıyı sunacaktır. Bin Ali ve Mübarek’in yerli dostlarına karşı Tunus ve Mısır’daki yangını bu topraklara taşıma ve Türkiye Kürdistanı’ndaki isyan rüzgârını bütün alanlara yayma borcunun ödenme zamanıdır… 04 İşçi-köylü 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Hak-İş, Türk-İş’in çizgisinden daha düşmandır! İstanbul: Belediye-İş Sendikası İstanbul 1 ve 5 No’lu Şube başkanları istifa ederek Hak-İş Sendikasına geçti. İşçilere Hak-İş’e geçme çağrısı yapan şube başkanları, patronla birlikte işyerlerinde sendikalaşma “çalışması” yürütüyor. Demokratik Değişim Hareketi’nin bileşenlerinden olan 1 ve 5 No’lu Şubenin Hak-İş’e neden geçtiğini ve gelişen süreci 2 No’lu Bube Başkanı Hasan Gülüm’e sorduk. - Şubenizin de bileşeni olduğu Demokratik Değişim Hareketi Genel Merkezi eleştirerek bir program açıkladı ve muhalefet yürüttü. Bugüne nasıl gelindi? - Belediye-İş’te kongre öncesi İstanbul şubeleri olarak “nasıl bir Belediye-İş istiyoruz?” tartışması yürütmüştük. Bir değişimin ihtiyaç olduğu noktasında İstanbul şubeleri olarak ortaklık yakalamıştık. Farklılıklarımız olmakla birlikte bunun üzerinden “Demokratik Değişim Hareketini” ilan etmiştik. Sendikal bürokrasinin nasıl değiştirilebileceğini ortaya koyduk, neye karşı çıktığımızı söyledik, çözüm önerilerimizi sunduk. Kongre öncesi muhalif şubelere yönelik yaptırım ve tavırlar genel kurul sonrası daha da gelişti. Bizim işçilerle bu anlamda yürüttüğümüz tartışmalar vardı. Temsilcilerimiz bu tartışmalara katıldı, tavır aldı. Bu tartışmaların gelişmesi üzerine ben ve 1 No’lu Şube Başkanı disipline verildik. Bu tutum mücadelenin sertleşen yanıydı aslında. Yavaş yavaş kırılmalar yaşanacaktı taraflar arasında. Genel Merkez “sizin söyledikleriniz suçtur” diyordu; biz ise söylediklerimizin sendikanın içinde demokratik bir mücadele, tutum olduğunu ifade ediyorduk. İşçilerin o süreçteki tavırları ve yaklaşımları bu disiplinin sonucunu da belirleyecekti. - 1 ve 5 No’lu Şubenin Hak-İş’e geçme gerekçesi neydi? - 1 ve 5 No’lu Şube bunun bir tasfiye olduğunu ve bu sendika içinde artık çalışma olanakları kalmadığını düşünüyorlardı. Buradan hareketle istifayı önlerine koydular. Genel Merkezin baskılarına karşı mücadele ederek sendikada kalmak yerine Hak-İş’e geçmeyi tercih ettiler. Bu arkadaşlarımız Değişim Hareketinin programını özümsemediler. - Sizce şubelerin Hak-İş’e geçişi sınıfa ne kazandırır? - İşçi sınıfı için Hak-İş, Türk-İş’in çizgisinden daha düşmandır. “Bu sendika içinde demokrasi yok” deyip Hak-İş’e gitmek ne kadar anlaşılır? Belediye-İş içinde daha demokratik bir sendikayı tartışırken Hak-İş’e gitmek bence ahlaki değil. Sendikacılık yapmayan, sendikacılığı ağzını almayan hükümetin bütün programını harfiyen uygulayan, ona akıl hocalığı yapan Hak-İş tartışılır bir nok- Sendikal bürokrasi: Sınıfın öldürücü virüsü İşçi sınıfına dönük saldırıların ve bu saldırılara karşı direnişlerin yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Gündemdeki Torba Yasa bu saldırıların daha da pervasız bir boyut kazandığının resmi niteliğinde. Komprador patronları sigorta ve kıdem primlerinden kurtarmaya çalışan AKP hükümeti, tabii ki efendilerine hizmet ediyor. Bunda şaşılacak bir durum yok. Ve bundan sonra da emekçilere dair egemen sınıf sözcüleri tarafından gündeme getirilecek her yeni tasarı, yeni saldırıları içerecektir. Daha fazla sömürüyü, daha fazla güvencesiz çalıştırmayı kapsayacaktır. Tüm tarihi tecrübeler bize bu gerçeği gösteriyor. Egemenlerin sınıf içindeki koltuk değnekleri... Her tarihi dönemde olduğu gibi, egemen sınıfların emekçilere dönük saldırı paketlerinin hayat bulması için, tepkisiz-itirazsız bir ortamın yaratılması gerekiyor. Tepkisiz bir ortam örgütsüz, örgütlenme bilincinden yoksun bir sınıf yaratmakla mümkün olur. Egemen sınıflar ise mevcut sendika ağalarını dönen sömürü çarkı için yeterli bir güvence olarak görmüyor. Bundan dolayıdır ki sınıfın örgütlenmesini zorlaştıran yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor. Aslında tüm bu saldırılar içiçe ve bir paket dahilindedir. Sınıf çalışması içinde başarı elde etmek için yalnız egemenlerin saldırılarına karşı değil, onların sınıf içindeki koltuk değneklerine karşı da amansız bir mücadele içine girmek gerekiyor. Sendika ağalarının, sendikal bürokratların, saldırılara karşı durma, örgütsüz sınıfı örgütleme diye bir dertleri yoktur. Son saldırılar karşısında Türk-İş yöneticileri vb. tüm sınıf düşmanlarının takındığı tutum ortadadır. Sendikal bürokrasiye karşı Belediye-İş Genel Merkez seçiminde tabana dayalı haklı ve meşru bir zeminde ortaya konulan tutum, bir karşı saldırıya maruz kalmıştır. Sendikal bürokratlar, sınıfın çıkarlarını savunan sendika başkanlarından, delegelerinden hesap sormaya kalkmaktadırlar. İşçiler kaderlerini ellerine almalı Bu saldırılar işçi sınıfı içinde süren sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. İşçi sınıfı cephesinde direniş mevzileri çoğaldıkça egemen sınıfların sınıf içindeki ideolojik ajanlarının saldırıları da artacaktır. Dolayısıyla bu çatışmadan başarılı bir şekilde çıkmak için öncelikle sınıfsal bir duruşta, sınıfsal bir çizgide derinleşmek gerekiyor. Ve bu çizgi doğrultusunda amansız bir mücadeleye girerken mümkün tada bile değildir. Buradaki devreye giren özel çıkarlardır. - 1 ve 5 No’lu Şubeler yakın bir zamana kadar Değişim Hareketi içindeydi. Siz de onlarla beraber yürüyordunuz. Bugün içinse yollarınızı ayırmış durumdasınız… - Biz Belediye-İş sendikası içindeki mevcut yönetime ve onun anlayışına karşı bir araya geldik. 2-3 yıldır İstanbul’daki süreci beraber örgütledik. Bunu yaparken herkes aynı pencereden bakmıyordu tabii ki. Bizim aramızdaki fark şudur. Biz bir politikanın değişiminden, sendika içi demokrasinin işlemesinden, işçilerin katılımından bahsediyorduk; onlar içinse 5 kişinin değişmesiydi mesele. “Mevcut yönetim gittiğinde ben geldiğimde sorun çözülecek” diye baktılar. Ortak hareket ettiğimiz süreçte de bu yaklaşımın izleri vardı. Biz onlarla yürüyebileceğimiz noktaya kadar yürüyecektik. Değişimin kendisi bilinçle ilgiliydi. İttifak bu değişimin zemini olacaktı. - Şubelerin istifası kamuoyu için biraz şaşırtıcı oldu. Değişim Hareketi içindeki farklılıklar konusunda belli bir bilgi eksikliği yok mu sizce de? - Biz mücadelede ortaklık yanı dışındaki iç yanını çok tartışmadık. Aramızdaki farka daha çok dikkat çekebilirdik. İşçilerin önemli bir kısmı bu gelişmeyi duyduğunda çok şaşırmadı. Ama az da olsa bir kısmının ve kamuoyunun şaşırmış olması bize bu farklılıkların daha fazla vurgulanabileceğini düşündürdü. “Sendikamızı teslim alamazsınız!” İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde işçiler oluşturulan noter odalarında baskı ile Hizmetİş’e üye yapılmaya çalışılıyor. Yaşananları protesto etmek amacıyla 24 Ocak günü biraraya gelen Belediye-İş üyeleri Aksaray’da bulunan şube binalarından Büyükşehir Belediyesi önüne kadar bir yürüyüş gerçekleştirdi. “İşyerlerimizde var olan sendikamızı saray’da teslim alamazsınız” yazılı pankart açan işçiler sloganlarla Belediye önüne yürüdüler. Burada sendika adına açıklamayı İsfendiyar Ekşi yaptı. Ekşi, 1 ve 5 No’lu şube başkanlarının kendi çıkarları uğruna işçileri terk ettiğini ve Hizmet-İş’in çalışmalarının başladığını söyledi. Açıklamanın ardından işçiler Büyükşehir Belediyesi önündeki polis barikatını zorlayarak noteri kovmak istedi. Kısa süreli tartışmaların yaşandığı eylemde sendikanın seçtiği 3 işçi Belediye içinde inceleme yapmaya gitti. Eylemin başlaması ile birlikte noter memurları ofislerini terk ettiler. İnceleme sonrası açıklama yapan Ali Haydar Özcan noterin Belediyenin arka kapısından kaçırıldığını belirtti. olduğu kadar en geniş kesimlere gitmek, bu hainlere karşı daha geniş ittifaklar oluşturmak oldukça önem kazanıyor. Sözgelimi Belediye-İş Genel Merkezinin İstanbul’daki bazı şubelere karşı başlattığı tasfiye girişimine karşı tabana dayalı ve mümkün olduğu kadar en geniş ilerici ve demokrat kesimleri de kapsayacak, desteğini alacak bir mücadele başlatmak önemlidir. Tabii ki burada söz konusu şubelerin tabanına dönük sendikal bürokratların iç yüzünü teşhir edecek faaliyetler de önemli bir yer teşkil etmektedir. Daha sade bir dille ifade edecek olursak; Belediye-İş Genel Merkezinin bu saldırgan tutumuna karşı tavrı tabanla tartışarak, tabanı tartışma sürecine katarak ortak bir hareket planı çıkarmak, kalıcı ve etkili sonuçlar için doğru yöntemdir. Keza sendikal bürokratların bu saldırıları, karşı saldırı için bize bir fırsat ta sunuyor. Şimdi tam da gerçekleri bulunduğumuz her alanda işçi sınıfına anlatmanın, egemenlerin bu ideolojik ajanlarının demokrasiden, işçi sınıfının mücadelesinden, haklarını savunmasından ne anladıklarını işçi ve emekçilere propagandasını yapmanın zamanıdır. Bu mücadelede elde edilecek her başarı işçilerin gerçekleri görmesine, sendikal bürokratlara karşı daha bilinçli bir tutum almasına vesile olabilir. Böylesi pratiklerin eğiticiliğini, gerçeklerin görülmesini sağlayan etki düzeyini asla hafife almamak gerekir. Hiç şüphesiz sendikal bürokratlara karşı mücadelede başarı elde etmek için egemen sınıfların saldırılarına karşı yeni direniş mevzileri yaratmak, direnişin olduğu alanlarda güçleri daha bir yoğunlaştırmak gerekir. Şu açık ki, bir direniş mevzisinde elde edilecek başarı, diğer direniş mevzileri için büyük bir moral ve motivasyon kaynağı olacaktır. Yeni örgütlülükler ve direnişler içinde bir çağrı niteliği taşıyacaktır. Özgür gelecek/02 4-17 Şubat 2011 İşçi-köylü 05 PTT Direnişçisi taşeron işçilerinin seslerine ses olalım! Emekçinin gündemi 2011’in nasıl geçeceği açılışından belli oluyor Baskıya ve zora dayalı diktatörlüklerin yoksul halkların isyanlarıyla devrildiği ve sarsıldığı bir dönemden geçmekteyiz. İktidarını baskıya ve emperyalizme dayanarak ayakta tutan bu diktatörlüklerin halkın öfkesi karşısında nasıl birkaç günde yerle bir olduğunu, nasıl büyük korkular yaşadıklarını ve her an kaçabilmek için valizlerini nasıl hazırladıklarını canlı yayında izlemekteyiz. Özellikle gıda fiyatlarındaki aşırı artışla ve bunun sonucunda yaşam standartlarının artık çekilemeyecek bir duruma gelmesiyle beraber patlak veren isyanlar küresel ekonomik krizin yarısömürge ülkelerde büyük birikim yarattığını ve nelere gebe olduğunu da bizlere göstermektedir. 21. yüzyılın devrimler ve ayaklanmalar yüzyılı olacağına dair her yıl yeni deliller ortaya çıkmakta, 2011 yılının nasıl geçeceği açılışından belli olmaktadır. Bu gerçeklik içinde ülkemizde de Torba Yasa örneğinde olduğu gibi emeğe dönük büyük saldırılar gündemdeki ağırlığını korumaktadır. Buna karşın işçilerin ve yoksulların artan öfkesinin kontrol altında tutulabilmesi için baskı mekanizması işlemekte, işçi eylem ve grevleri yoğun bir polis ablukası altında gerçekleşmekte, halk hareketini ateşleme niteliğine sahip olan gençliğin öfke ve mücadelesi ise doğrudan baskı ve saldırılarla engellenmeye çalışılmaktadır. Sendikal bürokrasi için bir diğer tutum da fabrikalardan gelen örgütlenme çağrılarına cevap vermemek, bilinçli olarak işçileri örgütlememek, işçiler için uzun zamanlı, kararlı mücadeleler örgütlemeyi göze almamaktadır. En son zafer kazanan UPS işçilerinde olduğu gibi TÜMTİS’in, yine birçok fabrikada Deri-İş, Petrol-İş, TEKSİF, Birleşik Metal-İş, Haber-Sen vb. birkaç az sayıdaki sendikanın işçileri örgütleme, direnişleri sürdürme ve baskılara boyun eğmeme çabası uzun süreli mücadeleleri ve genellikle sabırla verilen mücadele sonucu elde edilen büyük kazanımları göstermektedir. Bu uzun süreli mücadelelerin işçilerin siyasallaşmasını da beraberinde getirmesi sistem için ayrı bir tehdit olduğundan bu sendikalar da hedef haline gelmektedir. Böylesi bir gerçeklik içinde kaynayan, öfke duyan, örgütlenmek isteyen ülkemiz işçi sınıfının enternasyonal proletaryanın genel eğilimine uygun bir tutumu vardır ancak hareket alanı dardır, kendisine giydirilen gömlek küçük gelmektedir. Yeni ve güçlü bir devrimci, öncü harekete, yeni mücadele kanallarına, sıkı bir mücadeleye ihtiyacı vardır. DDSB bu konuda anlayışıyla, birikimiyle, tarihiyle, gücüyle ciddi bir alternatiftir. Son dönemde toparlanma, zaaflarının üstüne gitme, daha örgütlü-daha kolektif mücadele etme yönünde attığı adımlar önemlidir ama halen yetersizdir, daha üst düzeyde bir birliğe ve militan bir duruşa ihtiyacı vardır. Bu gerçekliği ileriye taşımak, ülkemizdeki ve dünyadaki işçi hareketinin gelişimini daha yakından anlamak için birçok ildeki DDSB’lilerin uzun zamandır talep ettiği uluslararası sempozyum oldukça önemlidir. 20 Şubat’ta İstanbul’da gerçekleştirilecek olan ve DDSB ile ATİK’in ortaklaşa düzenleyeceği sempozyumda ülkemizde ve Avrupa’da işçi sınıfına ve emekçilere dönük saldırılarla Avrupa’da ve ülkemizde işçi sınıfının mücadelesi üzerine yoğunlaşacağız. Avrupa’nın birçok yerinden gelen sendikacı dostlarımızla beraber ülkemizden akademisyenler ve sendikacılarla direnişçi işçiler de görüşleriyle sempozyuma katkı sunacaklar. DDSB de sürece dair görüş ve politikalarını daha detaylıca tartışma olanağına sahip olacak. Bu çalışmanın elbirliği ile güçlü şekilde örgütlenmesi daha ileriki süreçteki çalışmalarımız açısından oldukça değerlidir. İstanbul’da düzenlediğimiz DDSB toplantısında da net şekilde gördüğümüz üzere DDSB’liler alanlarında ve sendikalarında yoğun bir çalışma içindedir. DDSB’liler işçi direnişlerinin örgütlenmesinde, çadırların kurulmasında, güvencesizlerin sendikalarla tanıştırılmasında, sendikal bürokrasiye karşı çıkmada etkin bir yaklaşım sergilemektedir. Bir araya geldiğimizde herkesin paylaşacak çok konusunun olması ve canlı tartışmaların yaşanması buna en net delildir. Ancak çalışmalarımızın koordine edilip kolektif bir yaklaşım sergilemede, deneyimlerimizi paylaşmada ve birbirimize destek olmada, yerelle geneli bütünleştirmede zayıf kaldığımız çok açıktır. Bu zayıflığı elbirliği ile aşacağımıza olan inancımız tamdır. Uzun zamandır direniş seslerinin geleceğini ifade ettiğimiz PTT’de bugün üç ayrı yerde işçiler direnişe başlamıştır. PTT’de çalışan kamu emekçisi ya da taşeron işçisi bütün çalışanların iş koşullarının çok ağır olduğuna öncelikle değinmek gerekiyor. Egemenler ve PTT yönetimi kölelik düzenini PTT işçi ve emekçilerine dayatıyorlar. Yaşanan sömürüye dayanamayan işçiler, seslerini yükseltmeye başladığı anda da işten çıkartmayla tehdit ediliyorlar. PTT’nin özelleştirilmesinde ellerine/ayaklarına dolaşmasını istemedikleri işçileri, önce dağıtmaya daha sonra da direkt işten çıkartmaya başladılar. Sendikal mücadelede daha ileri duran sendika yöneticilerine ise özellikle saldırılar başlamış, nasıl sendikacılık yapılır konulu yazılar tebliğ etmişlerdir. İş yükü her gün biraz daha artarken işçiler kuralsız angarya çalışmaya zorlanıyor. Gişelerde 170 ayrı işlem yapılırken kargoda işçilere buzdolabı taşıttırılıyor. Dağıtıcı kadrosunda olanlardan hem şoför hem dağıtıcı olması isteniyor. Üstelik de işçilere ayrıca bir ücret verilmiyor. Kayıtsız posta dağıtıcılarına günlük taşıması gereken yükten iki kat daha fazla yük taşıtılıyor. Tebligat adli dağıtıcısına koli taşıtmaya çalışılıyor. Üç ayda bir PTT’de yeni uygulamalara geçiliyor, işçilerin sık Haklarımız için direniş şart! İstanbul: İş Bankası’nın taşımacılıktaki taşeronu Nemtrans A.Ş.’de çalışan işçiler Nakliyat-İş sendikasına üye oldukları gerekçesi ile işten atılmıştı. İşyerinde çoğunluğu yakalamalarına rağmen sendikayı kabul etmeyen İş Bankası ve taşeron şirkete karşı direnişe geçen işçilerin kararlı mücadelesi Levent’te bulunan İş Bankası Plazaları önünde devam ediyor. Biz de işçileri ziyaret ettik ve Nemtrans’ta yaşanan süreç hakkında bilgi aldık. Cengiz Yıldırım: Biz Gemlak limited şirketinde çalışıyorduk. sık cihetleri değişiyor. Her ihale döneminde işçiler işten çıkarılıyor, yerlerine yeni işçi alınmıyor, çalışmaya devam eden işçilere gece “nöbet, mesai” adı altında hiçbir ücret vermeden 16 saat çalışma dayatılıyor. Kabul etmeyenlere ise kapı gösteriliyor. Bu kapsamda; 01.01.2011 tarihi ile son bulan ihale sonucu yine işçiler işten çıkarılmıştır. Ama bu dönem diğer dönemler gibi olmamıştır. Daha önce işten çıkarılan işçiler “kaderlerine razı olup” sessiz sedasız evlerine giderken bugün işten çıkarılan işçiler 3 ayrı yerde direnişe başlamıştır. Direnişlerin bir ayağı olan Ankara’da da Recep Güzeler ve Cem Koray Türedi iş yerleri önünde bekleyişe başladılar, her gün işlerine gittiler ve onları iş yerlerine almayan, arkadaşları ile konuşmalarını yasaklayan yönetime korku oldular. İçerideki işçiler dışarı çıkmasın diye çıkış kapılarına asma kilit vuruldu. İşçilere destek olmak için basın açıklaması yapan KESK Haber-Sen yöneticilerine yönelik saldırı gerçekleştirildi. Konuyla ilgili Haber-Sen Ankara 2 No’lu Şube yöneticileri PTT yönetimi hakkında suç duyurusunda bulundu. Sendikaların, devrimci, demokrat-ilerici kurumların bu sürece dahil olmakta, direnişi büyütmekte yeteri kadar çaba Ancak son zamanlarda şirket yatırım yaparak büyüdüğünü ve ismini Nemtrans A.Ş. olarak değiştireceğini duyurdu. Şirketin büyümesi ile birlikte hak gaspları da arttı. 200 TL’lik mesailerimiz 100 TL olarak ödenmeye başlandı. Yapılan kesintilerle ilgili de “şirketin büyümesi için bu şart” denildi bize. Bu saldırıya karşı toplandık ve örgütlenmeye karar verdik. Önce 14 işçiyi işten attılar, sonra liman üzerinden taşımacılık yapan arkadaşlarımıza “biz Nemtrans’ı kapatıyoruz, siz GenPort’a geçin” dediler. Daha düne kadar büyüyen ve özel araçlar alan Nemtrans nasıl olur da biz sendikalı ol- Konveyör işçileri kararlı Tuzla Organize Deri Yan Sanayi Bölgesi’nde bulunan Konveyör fabrikasında işçilere yönelik baskılar sürüyor. Günde sadece 2 kere tuvalete gitme gibi aşağılayıcı uygulamalarla karşı karşıya kalan işçiler günde 14 saat çalıştırılıyor. Sözleşme yenileme döneminde işten atılan 30 işçiden 7’si direnişe geçmiş durumda. Direnişteki işçilere yönelik patronun saldırıları ise pervasızca devam ediyor. 21 Ocak’ta patron ve korumaları tarafından işçilere yönelik bir saldırı gerçekleştirildi. Tüm saldırılara rağmen iş giriş ve çıkışlarında toplanan işçiler baskılara karşı eylemlerini sürdürüyor. harcamaması da önemli bir noktadır. Sendikaların bugüne kadar taşeron işçilerini örgütleme noktasında adım atmayışı bizleri bugüne getirdi. İşçilere yönelik saldırılar ardı arkası kesilmeden devam ederken, işçiler ve emekçiler her gün yeni bir çuvala girmeye zorlanırken, sendikal bürokrasi direnişlerin büyümesine engel oluyor. PTT’deki işçilere yönelik saldırı sadece o işkolunda yaşanmamaktadır. Bütün çalışma hayatımıza taşeronlaştırma, esnek çalıştırma, güvencesizlik hakim kılınmaya başlanmış, egemenler pervasızlaştıkça pervasızlaşmıştır. Süreç göstermektedir ki işçilerin örgütlenmekten ve mücadele etmekten başka çaresi yoktur. İşçilerin direnişe ve mücadeleye güvenlerini sağlamak direnişe omuz vererek olacaktır. (Ankara DDSB) duktan sonra batabiliyor, bunu anlamadık. Biz de buna karşı çıktık ve sonuçta da işten atıldık. - İşten atıldıktan sonra başlattığınız direnişe İş Bankası’nın yaklaşımı ne oldu? - Birkaç kez görüşme yapıldı ve taleplerimizi değerlendireceklerini söylediler. Bunların derdi iş büyütme ve küçültme değil sadece sendikadır. Bunu bize getirdikleri öneride de gördük. Bize “sendikadan istifa edin, GenPort’a geçin, o zaman sizi işe alırız” dediler. Biz bir kere kararı verdik ve sendikaya üye olduk, direnişe de başladık. Artık geri dönüş yok, meşru biz mücadele veriyoruz ve elbette kazanacağız. UPS’de mevsimleri deviren direniş! ABD patentli taşıma şirketi UPS’de sendikaya üye oldukları için İzmir, Ankara ve İstanbul’da işten atmalar yaşandı. İstanbul harici bölgelerde gerçekleşen mahkemeler işçilerin lehine sonuçlandı. İstanbul’da ise mahkeme henüz sonuçlanmadı. İstanbul’da direniş bayrağı Mahmutbey ve Kurtköy’de 300’lü günlere yaklaşılmasına rağmen tüm iradesiyle dalgalanıyor. Direniş boyunca işçilerdeki heyecan ilk günü aratmıyor. 90 kişiyle başlayan direniş bir kişi bile eksilmeden aynı kararlılıkla sürüyor. Son olarak UPS patronu TÜMTİS yöneticileri ile masaya oturma noktasına geldi. 06 İşçi-köylü 4-17 Şubat 2011 Gümüşdamla’da su ve tarım için HES’e karşı mücadele! İstanbul: Gümüşdamla, Antalya’nın Akseki ilçesine bağlı, yeşil dağlar arasında kalan şirin bir köy. Burada yaklaşık bin 800 kişi yaşamaktadır. Köylülerin geçim kaynağı 2000’li yıllara kadar küçükbaş hayvancılıktı. Ancak AKP hükümetinin köylülerin temel geçim kaynaklarını kurutan tarımı tasfiye politikası bu köyü de derinden etkiler. Bu yıllarda köyde hayvancılık bitme noktasına gelir ve 2-3 aile dışında köyde hayvancılık yapan kalmaz. Hayvancılıktan geçinemeyen köylüler bu kez, sebze-meyve üretimine, bağcılık yapmaya başlarlar. Arıcılık yaparak yörenin en iyi balını burada üretirler. Köyün diğer geçim kaynakları da mütevazı iki un değirmeni ve bir de alabalık üretme tesisi. Bu şirin köyün Ali Hoca adında bir tane de deresi var. Bu dere, Manavgat Çayı’nın çıkışı olarak bilinen Ali Hoca Membası (kaynağı)’ndan çıkıyor. Ve bu dere Gümüşdamla köyünün tarlalarını suladıktan sonra sırasıyla Üzümdere ve Sinanhoca köylerinin de tarlalarını suluyor. Dere sebze-meyve üretimi ve bağcılık yapan köylüler için hayati önem taşıyor haliyle. Ancak doğaya ve tarıma yalnızca kâr gözlüğüyle bakan devlet, köylülerin hayvancılığını nasıl bitirdiyse, bu dereyi de öyle alacaktı köylünün elinden ve paraya dönüştürecekti. “Enerji de enerji” denilerek yapılan yasalarla dereler, çaylar, yaylalar satılığa çıkarılıyor ve çevre katliamına davetiye çıkarılıyor. Gümüşdamla Köyü yakınlarındaki dere de bu yasalar kapsamında Erenler Enerji Ür. ve Tic. A.Ş.’ye satılır. Şirket de kısa sürede harekete geçerek burada “Değirmen Regülatörü ve HES” inşaatına başlar. İşi de Ercihan İnş. Ltd. Şti.-BM Holding isimli taşeron şirketine devreder. Siz bu haberi okuduğunuz vakitlerde şirket hala HES inşaatına sürdürüyor olacak. Gümüşdamla Köyü halkı da harekete geçerek, HES’e karşı mücadele başlatır. Çünkü HES ile birlikte dere, köyün 300 metre yukarısına taşınacaktır. HES, köydeki 550 dönümlük sulak arazinin kurumasına neden olacak, sulanamayan bin 500 dönümlük arazi de kuraklığa teslim edecektir. Bu da temel geçim kaynağı olan tarımın yok olması anlamına geliyor. Köyün sahip olduğu iki değirmen çalışamaz duruma gelecek, dere üzerinde kurulu olan alabalık üretim tesisi işlevsiz kalacaktır. Arıcılık da yaşanacak iklim değişikliği nedeniyle bitme noktasına gelecektir. En önemlisi, yöre, orman haritalarında bile heyelan bölgesi olarak gösteriliyorken, HES, heyelan riskini artıracaktır. Keza yeni sene başında, 5 Ocak’ta köyün yakınlarında bir heyelan gerçekleşmiş ve bu heyelan yüzünden köyün içme suyu irsaliye hattı açıkta kalmıştı. Antalya ve İstanbul’da Gümüşdamlalılar HES’e karşı! Gümüşdamla köylüleri Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Antalya Şubesi ile birlikte HES’e karşı hukuksal mücadele başlattılar. Köylüler kendi aralarında toplantılar alarak, HES’i istemediklerini duyurmakta kararlılar. Şimdiye kadar birçok yere başvurdular, Mecliste bu konu ile ilgili soru önergesi verdirdiler. Yalnızca şirkete elini hızlandırması söy- Türkiye’nin 1700 deresi HES projeleri nedeniyle özel şirketlere devredilmiş durumda. İşte onlardan birkaçı; Alakır Vadisi: Torosların, göçebeler tarafından en çok tercih edilen yerlerinden olan Alakır Vadisi, 8 HES projesi nedeniyle tehlike altında! Gömbe: Antalya’nın Kaş ilçe merkezi ve köyleriyle Demre’nin içme suyu ve tarımsal su kaynağı olan Gömbe’deki Uçarsu ve Kocaçay’a HES yapılması girişiminde bulunulması sonucu bölge köylüleri ayağa kalktı. Şirketler, köylülerin öfkesi geçinceye kadar projelerini rafa kaldırdılar. Sülekler: Antalya’nın Korkuteli ilçesine bağlı Sülekler Köyü yakınlarındaki Sülekler Çayı üzerine HES inşa edilmeye çalışılmıştı. Ancak köylülerin tarım arazilerini tehdit ettiğini belirterek başlattıkları hukuksal mücadele sonucu şirket projeyi şimdilik rafa kaldırmak zorunda kaldı. Polyplex’te bir utanç duvarı ve onurlu bir direniş İstanbul: Çorlu’nun Ulaş beldesine 3 km uzaklıkta, etrafı tel örgülerle çevrili bir bölge olan Avrupa Serbest Bölgesi’nde bir utanç duvarı örülmüş durumda. Avrupa iş yasalarına bağlı, kendi içinde gümrüğü bulunan bu bölge işçi sınıfına cehennem sermayeye cennettir. Bu bölge içinde yer alan fabrikalar dünyaca ünlü markalara üretim yapıyor. Bu fabrikalardan biri de son zamanlarda adını direnişlerle duyduğumuz Polyplex. Bu fabrika içinde yaşanan hak ihlalleri hakkında bilgi almak için gittiğimiz lendi. İstanbul’da yaşayan Gümüşdamlalılar da Antalya Isparta Dereleri Özgürce Aksın Platformu öncülüğünde toplantılar alarak mücadeleyi büyüteceklerini ilan ettiler. Biz de Özgür gelecek gazetesi olarak, Gümüşdamla Köyü eski muhtarı ve aktif bir HES karşıtı olan Mehmet Demir’e telefonla ulaştık ve bilgi aldık: “HES projesini duyduğumuz an dava açtık şirkete. Çünkü dere bizim için hayati bir öneme sahip ve elimizde bilirkişi raporları var, hepsi de şirket aleyhine. Ama şirket bir Ankara’ya gitti, ‘eksikliklerini’ tamamladı, geldi ve mahkeme bu kez şirket lehine karar verdi. İnşaatın olduğu yerde 2-3 bin çam ağacını moloza gömdüler. Devlet Su İşleri’ne gittik. Ama oradaki görevliler bize yardımcı olacaklarına, şirket yetkilisi gibi durmadan ‘ya sıkmayın canınızı, uğraşmayın böyle işlerle, biraz yardımcı olun da bitirsinler şu inşaatı. Tüm sorunlarınız çözülecek’ diyerek geri gönderdiler. Bahçelerimizi kuruttular, neyine yardımcı olacağız!? Bahçelerimiz, tarlalarımız günden güne kötüleşiyor. Ziraat mühendisi çağırıyoruz. Uzman çavuş geliyor, bizi, diğer köylüleri tehdit ediyor. ‘Sakın ola kimseye ‘yanlış’ bilgi vermeyin, sizin bahçeleriniz inşaat yüzünden değil, sizin bilgisizliğinizden kuruyor” deyip duruyor. Şimdi bir tane HES inşaatı var ama yeni bir şirket daha dadandı buraya. O da HES yapacakmış. Kendisini aynı şirket gibi göstermeye, köylüleri aldatmaya çalışıyor. İnşaatı yapılan HES’e karşı hukuki mücadelemizi sürdüreceğiz ama bu ikinci HES’e tamamen karşıyız ve fiili olarak da mücadele edeceğiz. Tek isteğimiz, HES’e karşı tek vücut olunması…” Çorlu’da direnişteki işçilerle görüştük. İşçilerden Yıldıray Avcı bize süreci özetledi: - Polyplex dünyaca ünlü markalara üretim yapıyor. Sadece bir yıllık cirosu 1 milyar dolar. Bu parayı sadece 240 işçinin yaptığı üretimden kazanıyor. Dünyanın 3. büyük fabrikalarından biri ve 240 bölgede fabrikası var. Bu fabrikanın patronuna karşı direnmek farklı bir şey. Fabrika içinde aşırı baskı var. Tuvaletlerin haricinde hemen her yerde Mobeseler ve yüksek donanımlı ses kayıt cihazları var. Çalışırken hiçbir güvenliğimiz yok. Her on günde bir kesin bir kaza yaşanır. Bunlara rağmen çalıştırılıyor hem az alıyorduk. Görüşme taleplerimiz ise devamlı iptal ediliyordu. Biz de Petrol-İş’e üye olduk. Üyeliğin ar- Özgür gelecek/02 Ceylanpınar’da Eylem Amed: Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde TİGEM’in sulama projesi kapsamında işe alacağı kişilerin ilçe dışından alınmasına tepkili olan ilçe halkı, bu sefer de işe alınacaklarda aranan şartların ağır olmasına karşı eylem yaptı. Daha önce yaptıkları eylemde olduğu gibi bu sefer de polis tehdidi ile taleplerine karşılık verildi. Kitle adına açıklama yapan Türkiye Gençlik Konseyi Genel Başkanı Rıdvan Söylemez işçi alımında aranan koşulların ağır olduğunu belirterek, işçilerde Kamu Personeli Seçme Sınavı şartının konulmasının komik olduğuna değindi. Açıklamadan sonra yaklaşık 50 kişilik kitle merkez Dörtyol’a gelerek ilçe halkının eyleme yeterince destek vermemesini eleştirdi. Sloganlar eşliğinde Tarım İşletmesi Müdürlüğü’ne yürünmek istendi ancak polis engeli ile karşılaşıldı. Eylemciler ile polis arasında arbede yaşandı. Polisin 3 kişiyi gözaltına almak istemesi üzerine kitle araya girdi ve polisin eylemcileri gözaltına almasını engelledi. Bu durum, en yakıcı sorunlardan biri olan işsizliğin Ceylanpınar’daki yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Egemenlerin ise halkın temel sorunlarından biri olan bu duruma yaklaşımı yine şiddet, baskı ile tahammülsüzlük çerçevesinde şekilleniyor. Bu zihniyet bizlere, yoksul halkın, işçi ve emekçilerin bu sistemde yaşam hakkı dahi olmadığını gösteriyor. dından toplam 21 kişi işten atıldık. Biz de fabrika önünde direnişe geçtik. Şu an içerde çoğunluğu yakalamış durumdayız. Patron da iş koluna itiraz etti. İçerde üye arkadaşlarımıza rüşvet teklif ediyor. Ama şu ana kadar bir yılgınlık yok. Sendikadan istifa edenler olsa da direniş sürecek. Buraya bir utanç duvarı yaptılar, her tarafa mavi branda çektiler. Amaç işçi arkadaşlarımızla görüşmemize engel olmak. Ama arkadaşlar buradan servislerle geçerken bile bize destek olduklarını, yılmamamızı söylüyorlar. Patron bu durumdan çok rahatsız. Polisin de desteğini alarak bize baskı yapıyor. Çadırın kaldırılması, kaldırılmadığı halde yıkılacağını söylüyor. Biz buradayız, gelip yıksınlar. Direnişimiz tüm kararlılığı ile devam edecek. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Hayvancılıkta yaşananlar, emperyalizme bağımlılığın sonucudur Ocak ayının ortalarında önce Türkiye’nin en büyük hayvan çiftliğine sahip Banvit, sonra Koç Harranova ve Saray Çiftlik, yapılan ithalat dolayısıyla artık canlı hayvan almayacaklarını açıkladı. İthal canlı hayvan ve et çok daha ucuza geliyordu. AKP hükümetine yüklenmek isteyenler bu üç büyük firmanın açıklamalarını bahane ederek, ithalata son verilmesini veya gümrük vergilerinin yükseltilmesini istediler. Yaşanan sorunların nedenini ithalat yapmak gibi gösterdiler. Ama ithalat sadece tarımda değil sanayide de çok büyük oranda yapılıyor. Yıllardır cari açığın rekor kırmasının nedeni budur. Tarımda, sanayide, enerjide Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı derinleşmektedir. Hayvancılıkta yaşananlar da bu çerçevede ele alınmalıdır. İthalatla birlikte sağlıksız, kalitesiz, etlere kapı açılmıştır! 2008 yılında Güney Kore’de halk, ABD’den et ithal edilmesini engellemek için sokaklara dökülmüş, günlerce eylem yapmış, en sonunda hükümet istifa etmek zorunda kalmıştı. Dünya genelinde yeterli ve sağlıksız gıdaya erişim gittikçe zorlaşmakta; açlık, 1980’li yıllardan görüntülerini hatırladığımız Afrika’dan tüm dünyaya artarak yayılmaktadır. Bunun temel nedeni küresel ısınma falan değil; tarımda Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) hakim olmaları, IMF-DB, AB, DTÖ, BM gibi örgütler eliyle de dünyanın her tarafına girmeleri ve tarımı kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye çalışmalarıdır. Türkiye’de neo-liberal değişim her ne kadar 1980’lerde başladıysa da, tarım ve hayvancılıkta köklü değişimler 1995 Uruguay Raundundan sonra yaşanmıştır. Devletin her türlü desteğinin kaldırılması, girdilerin elde edilmesinin ve ürünlerin satılmasının tamamen serbest piyasaya bırakılması, gümrük vergilerinin düşürülmesi ve hatta kaldırılması, emperyalist-kapitalist ülkelerle rekabet şansı olmayan yarı-feodal, yarı-sömürge ülkelerde yıkım anlamına gelmiştir. Türkiye de bu süreç yaşanmaktadır. 1989 yılında 67 milyon 762 bin olan besi ve süt hayvanı varlığı 2009’a gelindiğinde % 56 azalışla 37 milyona düştü. Kırmızı et üretimi 544 bin tondan 412 bin tona geriledi. Bu süreç içerisinde nüfusun sürekli arttığını göz önüne aldığımızda; gerilemenin görünenden çok daha boyutlu olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye, kırmızı et üretiminde Tarım alanları azalıyor İstanbul: 2005 yılında çıkarılan Cargill yasasının ardından yapılan araştırmalar yasanın gerçek amacını gözler önüne seriyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Cargill yasasının geçtiği dönemlerde tarım arazilerinin miktarı 27 milyon 856 bin hektardı. Ancak tarım arazileri- uygulanan politikalar sonucunda talep edilen eti dahi karşılayamaz hale gelmiştir. Bir kesimin kullanmayı sevdiği gibi “kendine yetersiz hale gelmiştir” demiyoruz. Çünkü yoksul halkımız zaten et yiyemiyordu, ayda yılda bir gramlarla mutfağa et girmesini “yeterlilik” olarak değerlendirmek sınıfsal olarak nereden bakıldığını gösterir sadece. Türkiye’de yıkımlara rağmen halen küçük ve orta boy üreticilik hakimdir. Bununla birlikte son 10 yılda büyük çiftliklerin kurulduğunu görüyoruz. Banvit, 21 bin başla en büyük çiftlik durumunda. Saray Halı’nın 2006’da sadece 2 bin olan hayvan sayısını 2010’a geldiğimizde 17 bine çıkardığını görüyoruz. Koç Harranova 13 bin 250 başla üçüncü sırada. Dimes, Ata-Sancak, Kaanlar gibi birçok çiftlik de 1000 başlık ve üzeri çiftlikler kurmuşlardır. Son beş yılda hayvancılığa verilen destek, tarımın diğer alanlarına verilenlerden daha fazla oldu. Bu yanıyla Mehdi Eker doğru söylüyor. Ama destek, hayvan başına verilmeye başlandı. Yani ne kadar çok hayvan varsa o kadar çok destek alınabiliyordu. Yani açık bir şekilde destekler bu büyük çiftliklere gitti. Destek “büyük”başlara Aslında Türkiye’de hayvancılıkta ithal olgusu yeni değil. 1996 yılında AB ülkelerinde deli dana hastalığı (BSE) görülmesinden sonra, özel izinle canlı hayvan ve et getirilmeye devam edildi. 2000’lerden sonra da Avusturalya, Yeni Zelanda gibi BSE olmayan ülkelerden 100 baş ve üstü hayvan getirmek isteyenlere ithalat izni veriliyordu. Yani “büyükler” için ne des- nin korunması adı altında yürütülen talan 2010 verilerine şöyle yansıdı; tarım arazileri 24 milyon 294 bin hektara geriledi. Anlaşılan o ki 3 milyon 562 tarım arazisi talan edildi. Yine aynı verilere göre ekili alanların büyüklüğünün 18.8 milyon hektardan 16.2 milyon hektara gerilemesi dikkat çekiyor. Nadas alanı ise 5.3 milyon hektardan 4.3 milyon hektara daralmış görünüyor. teklerde ne de ithalatta önemli bir sorun vardı. Ama ithalatta gümrük vergileri çok yüksekti, hem uluslararası sözleşmeler (Uruguay Raundu, Gümrük Birliği) dolayısıyla hem de ithalatçıların baskısıyla hükümet et ithalatında % 225 olan canlı hayvanda % 135 olan gümrük vergilerini besi hayvanında sıfırladı, ette % 30’a düşürdü. Böylece piyasadaki etlerin üçte biri (şimdilik) ithal hale gelmiş oldu. Üstelik yeni yapılan düzenlemelerle ithal ete uygulanan 4’lü sağlık testlerinden BSE (deli dana), IBR (İnfeksiyoz Bronşitis), BR (Brusella), TB (Tüberküloz) vazgeçildi. Yani zaten mevcut olan (aklımıza ilk gelen en yakın tarihli örneklerden biri bebek mamalarındaki kanserojen maddeler, diğeri GDO’lu ürünlerdir) gıda güvenliği sorunu giderek büyümüştür. Kapitalizm, kâr üzerine kurulu bir sistemdir. Sağlık, çevre, insan... Tüm bunlar kapitalistlerin gözünde, kârını artırmak için istediği gibi kullanabileceği faktörlerdir. İşte Ocak ayında Almanya’da ortaya çıkan tavuklara kanserojen madde içeren yem verilmesi olayı. Biyodizel için üretilmiş yağın sadece teknik amaçlarla kullanılması gerekirken, daha ucuza geldiği için hayvan yemlerinde kullanılıyor. İşte “gelişmiş ülke” Almanya’da bunlar yaşanırken, Türkiye’nin yapılması gereken testleri bile yapmaması, zaten atıklarını, hastalıklı, defolu mallarını “geri kalmış” ülkelere göndermeyi alışkanlık haline getiren emperyalistleri rahatlatmaktadır. İthalat politikası ile amaçlanan, hükümetin iddia ettiği gibi halkın ete rahat ve ucuza ulaşması değil; emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçilerine rant sağlamak olduğu, aylardır yapılan ithalata rağ- Köylüler okul boykotu başlattı H. Merkezi: Afyonkarahisar Beyyazı kasabası köylüleri yaşamlarını tehdit eden taş ocaklarına karşı mücadeleyi sürdürüyor. Nöbet tutan köylüler, taş ocağı şirketinin araçlarının kasaba içinden geçişine izin vermiyor. Bölge halkının örgütlü duruşuna karşı, il özel idaresinin şirkete kasaba dışından ikinci bir tali yol açma girişimi de yine İşçi-köylü 07 Kapitalizm, kâr üzerine kurulu bir sistemdir. Sağlık, çevre, insan... Tüm bunlar kapitalistlerin gözünde, kârını artırmak için istediği gibi kullanabileceği faktörlerdir. men et fiyatlarının düşmemesiyle ortadadır. Banvit, Koç Harranova, Saray Halı’nın et üretimini bırakıp ithalata başlaması aslında sadece bunun kanıtıdır. Banvit Yönetim Kurulu Başkanı’nın “Bizim açımızdan kayıp yok... Arkadaşlarımız araştırıyor, düzgün ithalat nereden yapılacaksa biz ordan et ithal ederiz” (11.01.2011) sözleri de bunu göstermektedir. Yani sermaye kendi doğasına uygun olarak, kendini en hızlı şekilde genişletecek olanlara kayıyor, onların önünü açıyor. Burada küçük üreticilerin durumu, halkın sağlıklı, yeterli gıdaya ulaşımı vs. sadece popülist söylemler için gereken birkaç ayrıntı. Tarım ve hayvancılıkta çelişkiler boyutlanıyor Yazımızı bitirmeten önce kısaca 2011’de tarımı ve özelde hayvancılığı ilgilendiren birkaç konuya bakalım. Geçen yıl 5 milyar 869 milyon olarak gerçekleşen tarım bütçesi bu yıl 6 milyar 125 milyon olarak belirlendi. AKP’nin 2006’da çıkardığı tarım kanununa göre destekleme bütçesinin GSMH’nin % 1’inden az olmaması gerekiyor. Bu oran emperyalist ülkelerde % 10 civarında. Oranın düşüklüğüne rağmen AKP bu kanunu hiç uygulamadı. Kanuna göre 2011 bütçesinden 12.5 milyar liranın ayrılması gerekirdi. Devlet desteği çeşitli şekillerde kısılır, kaldırılırken üreticiler krediye yönlendirilmektedir. Ziraat Bankası dahil tarıma verilen kredilerin toplamı 25 milyar lira dolayındadır. Erdoğan yılbaşından önce hayvancılık kredilerinin faizsiz kullandırılacağını açıkladı. Devlet görevini yapmayarak üreticileri, modern tefecilere (bankalara) yönlendirmektedir. Faizsiz kredilerin esasta büyük çiftlik sahiplerine yaradığı açıktır. Tarım ve hayvancılıkta çelişkiler boyutlanmaktadır. Küçük ve orta üreticilerin örgütlenmesi acil bir ihtiyaçtır. Girdi fiyatlarının düşürülmesi, tarımın her alanda desteklenmesi, ithalatın yasaklanması önemlidir. Tüm bunlar anti-emperyalist, anti-kapitalist hatta örülebilir. Sorunu sadece ithalat gibi gösterilmemeli, ithalatın işin sadece bir yanı olduğu işlenebilmelidir. köylüler tarafından engellenince Valilik, jandarma ve taş ocağı şirketi ile saldırıda ortaklaştı. Valilik tarafından çıkarılan izinle şirketin talanı güvence atına alındı. Yine valiliğin talimatı ile jandarma, sürekli köylüleri taciz ediyor ve saldırıyor. Valiliğin taş ocağı bölgesinde adeta sıkıyönetimin ilan etmesine karşı köylüler, 22 Ocak günü çocuklarını okula göndermeme ve okulu boykot etme kararı aldı ve saldırılar duruncaya kadar okul boykotunun devam edeceğini söylediler. 08 Politika-yorum 4-17 Şubat 2010 Özgür gelecek/02 Yaklaşan seçimler ve Hizbullah “tahliyeleri” Devletin Hizbullah’ın lider kadrosu durumundaki 18 kişiyi hapishaneden çıkarması üzerine tahliyelerin arka planında ne olduğu, nedenleri, sonuçları gibi birçok konu tartışılmaya başlandı. Hükümetin bu tahliyeleri kullanarak yargıyı sindirmeye çalışacağından, yargının bu tahliyelerle hükümeti yıpratmak istediğine, hükümetin genel seçimler öncesi gerçekleşen bu tahliyelerle, Kürt coğrafyasında kendisine oy veren bir kesimin bağımsız Hizbullah adaylarına kayması nedeniyle bölgede oy kaybına uğratılmak istendiğine, hükümetin BDP’ye karşı Hizbullah ile işbirliğine gittiğine kadar birçok farklı görüş dillendiriliyor. Peki, devlet, Hizbullahçıların tahliyeleri kutlamak için çektikleri halayın toz bulutunun arkasında neleri gizliyor? Somut olan bir şey var: Hizbullah devlet tarafından bir kez daha serbest bırakılmıştır. (Bir kez daha diyoruz, çünkü daha önce onlarca tetikçisi “itirafçılık yaptığı için”, pişmanlık yasası marifetiyle serbest bırakılmıştı. Bu sefer farklı olan, lider kadrodan 18 kişinin bırakılması olmuştur.) Böyle bir karar, ne hükümetin ne yargının ne askerin ne devlet içindeki diğer politik aktörlerin tek başına alıp, uygulamaya geçirebilecekleri bir karardır. Devletin neyi amaçladığı tüm boyutları ile bugünden anlaşılıp ortaya çıkmış değil, zamanla ortaya çıkacak bir noktadır. Fakat bugünden kendisini belli eden Hizbullah’ın bir kez daha Kürt Ulusal Hareketine karşı ileri sürülmek istendiğidir. Hizbullah tahliyeleri ile devlet bir taşla birçok kuş vurmayı hedeflemektedir. Bir tarafta Haziran genel seçimlerinde bölgede direkt devlet partisi durumunda olan AKP’ye açık destek diğer tarafta Kürt Ulusal Hareketine geçmişi anımsatarak bir tehdit, Hizbullahçılara geçmişin diyet borcunun ödenmesi, seçimden sonra geliştirile- devletin tüm imkanlarının AKP’nin 6 emrine sunulmasının, bölgedeki ceDevlet Hizbullah maatlerle ilişkiler vb. bu bilincin politahliyelerini medya tikadaki ve pratikteki yansımalarıdır. üzerinden gündeme taşıyıp, Devlet 12 Eylül referandumunda bölgede Kürt Ulusal Hareketinin ettartıştırırken, bir yandan da bu kisinin boyutunu görmüştür. O güntartışmalar üzerinden Hizbulden bugüne Kürt Ulusal Hareketi lah’ın silah bıraktığı, legalleştiği, yürüttüğü politikalarla devletin BDP gibi Meclise bağımsız adaylarla inkar ve asimilasyona dayalı politigirebileceği vb. haberlerle hem Hizkalarında bir değişim olmadığı bullah’ı geniş kitleler nezdinde bölge halkı nezdinde etkili bir şemeşrulaştırıyor hem de Hizbullah’ı kilde teşhir etmiştir. “İki dilli yaşam” ve “demokratik özerklik” sahip olduğu güçten daha büyük politikası çerçevesinde kitlelerin kabir kitlesellikte göstererek alttılımı ile birlikte yürütülen politikalar tan alta, kendi politikası tehem uzun süre ülke gündemini belirmelinde, propagandasını lemiş hem de devletin ve onun AKP, yapıyor. CHP, asker vb. siyasal aktörlerin ger6 çekliğinin kitlelerce görülmesinde etkili olmuştur. Tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek devletin Hizbullah hamlesini sadece millet söyleminin Kürt halkı üzerinseçime yönelik bir hamle olarak gördeki etkisini AKP’nin dini karakteri mek bizi yanılgılı sonuçlara ulaştırır. artık engelleyememektedir. Açılım poSeçim süreci olsa olsa bu hamlenin bir litikası ve içi doldurulamayan “güzel” ayağını oluşturmaktadır. Devletin söylemlerden dolayı AKP’ye kitlelerin seçim öncesinde Kürt Ulusal Hareketiverdiği kredi önemli oranda tükenmişnin eylemsizlik sürecinin devam etmetir. Tüm bunlara genel seçimlerde sine yönelik en küçük bir adım atmadığı görülmektedir. Diğer bir yandan 50 bin kişilik özel bir ordunun kurulmasına çalışılmaktadır. Kürt halkının tüm demokratik talepleri özü itibariyle reddedilmektedir. Devlet böylesi bir sürecin içine Hizbullah’ı siyasal bir aktör olarak tekrar yerleştirmek istiyor. Seçim sürecinde Hizbullah’a biçilen rol tahmin edilebilse de seçim sonrası süreç için devletin Hizbullah’a nasıl bir görev verdiğini pratikte göreceğiz. Fakat devlet cephesinden atılacak adımlar Kürt halkının demokratik taleplerini fiilen yaşama geçirme politikalarını kanla bastırmaya yönelik bir hazırlığın Kürt halkının tüm demokratik talepleri özü itibariyle reddedilemarelerini vermektedir. Bu da önümektedir. Devlet böylesi bir sürecin içine Hizbullah’ı siyasal bir müzdeki genel seçimde Ulusal Hareaktör olarak tekrar yerleştirmek istiyor. ketin bölgedeki başarısının önemini AKP’nin milliyetçi bir politika ile şayan herkes Hizbullah gerçeği ile daha da artırmaktadır. Devlet uygulaMHP’nin oylarına göz dikip MHP’yi % yaşamayı öğrenmelidir” cümleleri, yacağı politikayı ve şiddetin dozunu 10 barajının altında bırakıp milletvedevletinin farklı ses yaratma girişimiUlusal Hareketin seçimlerde elde edekili sayısını korumak istemesi yönünnin sonucudur. Devlet, bölgede Kürt ceği sonuca göre belirlemek durudeki politikayı ve bu politika nedeniyle Ulusal Hareketine alternatif olacak bir munda kalacaktır. daha keskin bir milliyetçi söyleme ihsiyasal hareketin bölge halkı üzerinde Kürt halkı her geçen gün büyük kutiyaç duymasını eklersek Hizbullah etkili olabilmesi, istenen sonucu alaşatmalarla çevriliyor; dün KCK opeseçim öncesinde siyaset arenasına bilmesi için Din orijinli bir harasyonu ile binlerce Kürt aydını, devlet tarafından çıkarılması daha iyi reket olması gerektiğinin siyasetçisi rehin alındı. Yetmedi! anlaşılabilir. AKP’nin bölgede zayıflabilincindedir. Bugün Hizbullah’la geçmiş anımsatılayan etkisi ve seçim döneminde yükselDevletin bölgedeki rak “faili meçhullerle” başlayan katlitilmesi muhtemel milliyetçilik imam hatip ve kuran amlarla tehdit ediliyorlar. Sınıf bilinçli söylemleri ile T. Kürdistanı’nda kaybekursu sayılarını arproleterlerin bu gelişmeler ışığında deceği oyların BDP’ye kaymasının tırması, “imamların hareket etmesi, devletin gerçek yüönüne geçmek, Kürt Ulusal Hareketoplumsal yaşama zünü teşhir ederken Ulusal Hareket ve tine alternatif olarak “farklı sesler” yakatılımını artırma” ve Kürt halkına karşı devletin katliamcı ratmak Hizbullah tahliyelerini açığa “dinin toplumsal yaşamyönelimine karşı politik ve pratik tavır çıkan sebeplerinden birkaçıdır. daki etkisini artırma” politikaları, geliştirmesi bir gerekliliğin ötesinde Yaklaşan genel seçimler nedeniyle sadaka siyaseti çerçevesinde bölgede bir zorunluluktur. cek savaşın Hizbul-kontralarının bugünden hazırlanmasının ilk hamlesi vardır. Devlet Hizbullah tahliyelerini medya üzerinden gündeme taşıyıp, tartıştırırken, bir yandan da bu tartışmalar üzerinden Hizbullah’ın silah bıraktığı, legalleştiği, BDP gibi Meclise bağımsız adaylarla girebileceği vb. haberlerle hem Hizbullah’ı geniş kitleler nezdinde meşrulaştırıyor hem de Hizbullah’ı sahip olduğu güçten daha büyük bir kitlesellikte göstererek alttan alta, kendi politikası temelinde, propaganda yapıyor. Devletin Hizbullah ile ilgili süreci bu şekilde yönlendirmesi doğallığında bu tahliyelerin temel nedenlerinden birinin Kürt Ulusal Hareketi olduğunu göstermektedir. Son MGK toplantısının ardından 2010’un son aylarını Diyarbakır’da geçiren cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu ziyareti boyunca “Diyarbakır’da farklı sesler de duymak istiyoruz” demekteydi. Anlaşılan devlet bu beklenti doğrultusunda harekete geçmiştir. Hizbullah’ın internet sitesinde yayınlanan bir yazıda “Hizbullah doğduğu topraklara geri döndü, bu ülkede ya- Zimanê Azadî 09 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Her türden asimilayona hayır! Apaçık bir şekilde görünüyor ki Gülen cemaati Dersim’e eğitim kurumları (üniversite, dershane, yurt ve özel okullar) yoluyla girmeye çalışıyor ve kısmi oranda bunu başarıyor. Dersim’de 22 Ocak tarihinde Dersim, Pertek, Hozat, Ovacık, Pülümür, Mazgirt ve Nazımiye Belediyeleri; Tunceli Barosu, İHD, KESK, DİSK, Türk-İş, Partizan, DHF, BDP, Dersim Yeni Gün Kadın Derneği, DÖKH, GençSen, DEDEF gibi kurumların örgütlediği “Her Türden Asimilasyona Hayır!” şiarlı bir miting gerçekleştirildi. Mitingin ana şiarları arasında “Zorunlu Din Dersi Kaldırılsın, İnançlar Üzerindeki Baskılar Son Bulsun”, “Anadilde Eğitim Hakkı Tanınsın”, “Diyanet İşleri Başkanlığı Kaldırılsın”, “Cemaatçi Örgütlenmelere Son”, “Asimilasyona Son” vardı. Mitingde tertip komitesi adına konuşma yapan Mehmet Ali Şahin Gülen cemaatinin Dersim’de kadrolaşmak için devletin her imkanını kullandığını belirtti. Zorunlu din derslerinin askeri faşist cuntanın halkı sindirme, asimile etme, tek tip insan yaratma politikalarından sadece biri olduğunu vurguladı. Ayrıca BDP milletvekili Şerafettin Halis, Dersim Belediye Başkanı Edibe Şahin ve Alevi Birlileri Federasyonu Kemal Bülbül de konuşmalarıyla mitinge katıldı. Mitingin düzenlenmesindeki amaç son zamanlarda Dersim’e girmeye çalışan Gülen cemaatine duyulan öfke ile, ilk ve ortaokullarda okutulan zorunlu din dersiydi. Sistem terörüne bir başkaldırı Apaçık bir şekilde görünüyor ki Gülen cemaati Dersim’e eğitim kurumları (üniversite, dershane, yurt ve özel okullar) yoluyla girmeye çalışıyor ve kısmi oranda bunu başarıyor. Bunun en çarpıcı örneği, “Dersim’de Cemaatleşmeye Hayır” gündemli mitingin duyurusunu yapan anons aracının, cemaat örgütlülüğü tarafından taşlanmasıdır. Yine Dersim’de Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nun duvarında Yeni Demokrat Gençlik imzalı “Zorunlu Din Dersine Hayır” yazılaması, din dersi öğretmeninin zo- Fetullah Dersim’de gülemeyecek! runa gitmiş ve öğrencilere “İstediğiniz kadar duvarlara yazın, din dersi iki dünyada da sizi bırakmayacaktır” deyip, sınav kâğıdında din dersinin kaldırıp kaldırılmamasıyla ilgili soru sorup öğrencileri baskı altına almıştır. Sistem, bir başkaldırı kenti olan Dersim’i çökertmek, sindirmek istemektedir. Eğitim ve inanç kurumlarını kullanarak girmeye çalıştığı Dersim, engellemelere ve baskılara rağmen asi kimliğinden asla vazgeçmemiştir. Yeri gelir toplumsal konularda, yeri gelir doğa katliamları karşısında, yeri gelir yozlaşmaya karşı sokağa dökülür ve yine bu engellere ve baskılara karşı boyun eğmeyip 22 Ocak’ta olduğu gibi sisteme dik başını gösterir. Alevilerin farkındalığı “örgütlülük” Türkiye’nin hatırı sayılır bir kesimi- İstanbul: Dersim’de Fethullah örgütlenmesine, zorunlu din derslerine ve barajlara karşı DEDEF’in çağrısıyla kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirildi. 22 Ocak günü Taksim Tünel’de biraraya gelen kitle “Dersim’deki barajlara, zorunlu din derslerine ve Gülen Cemaati’nin örgütlenmesine hayır” yazılı pankart açarak Tramvay Durağı’na kadar yürüyüş gerçekleştirdi. “Dersim’de barajlara geçit vermeyeceğiz”, “Zorunlu din derslerine hayır”, “Gülen Munzur’da boğulacak” gibi dövizlerin açıldığı eylemde kitle sık sık “Gülen Dersim’de gülemeyecek”, “Munzur özgür akacak”, “Susma Silopi 10 yıldır kayıplarını soruyor! H. Merkezi: Ülkemizdeki binlerce faili belli cinayetten biri daha işlendi 10 yıl önce. Silopi İlçe Jandarma Komutanlığı Merkez Karakolu görevlisi Uzman Çavuş Taşkın Akyün tarafından 25 Ocak 2001’de karakola çağrılan Serdar Tanış ve Ebubekir Deniz’den bir daha haber alınamadı. Silopi-Şırnak yabancı değildi devletin bu icraatlarına. Daha önce de yüzlerce insanı ansızın yok etmişti aynı zihniyet. Herkesin gözü önünde yapıyordu bunları üstelik. Serdar ve Ebubekir de bu politikanın bir sonucu olarak çağrıldıkları karakoldan bir daha çıkamadılar. HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ile İlçe yöneticisi Ebubekir Deniz tehlikeliydi. Tehditlere ve tüm baskılara karşın kimliklerinden ve onurlarında taviz vermiyor, net bir duruş sergileyerek mücadeleyi sürdürüyorlardı. Devlet, buna tahammül edemezdi. Ne ki devlet bu iki yurtsever Kürt emekçiyi kaybederek acizliğini de bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Onca zulme karşın kendi kimliğine sahip çıkanlar karşısında yenildiğini ilan etti onları kaybederek. Kayıp yakınları ve Kürt yurtseverler 10 yıldır her 25 Ocak’ta devlete bu yenilgisini hatırlatıyor artık. Bu yıl yine binlerce insan Deniz ve Tanış’ın akıbetini sordu. BDP Silopi ilçe örgütünün çağrısı ile biraraya gelen kitle “Şehîd namirin” sloganlarını haykırarak yürüdü. ni oluşturan Aleviler yıllar geçtikçe tepkilerini artırıyor. Cemevlerini resmi statüye kavuşturma girişimleri, ilk ve ortaokullarda zorunlu din dersinin kaldırılması istemi, Madımak’ta yaşanan olaylara ithafen utanç müzesi istemleri, diyanet işleri başkanlarının kaldırma istemleri vs. Geçtiğimiz yaz ayında Kadıköy’de düzenlenen mitingde açıkça görülmüştür ki, Aleviler artık sokağa çıkmaktan, tepkilerini dile getirmekten ve örgütlenmekten korkmuyorlar. Yine yukarıda bahsettiğimiz devrimci, demokrat, yurtsever kurumların öncülüğünde Dersim’de yaklaşık 10 bin kişinin katılımıyla gerçekleşen “Her türden asimilasyona hayır!” mitingi önemlidir. (Dersim Partizan) sustukça sıra sana gelecek” vb. sloganlar attı. Eyleme Spor-Sen üyesi taraftarlar da destek verdi. Kitle aynı zamanda Taksim Tramvay Durağı’ndan yürüyüşe geçen DESA işçilerine de sloganlarla destek verdi. Yürüyüşün ardından açıklama yapan DEDEF Genel Sekreteri Özer Tekinoğlu, Dersim halkının Türkiye’nin birçok yerinde barajlara, zorunlu din dersine ve Fethullah Gülen Cemaati’nin asimilasyon politikalarına karşı sokaklara çıktığını belirtti. Saldırılara karşı ortak mücadelenin yükseltilmesinin önemine yapılan vurgunun ardından eylem sona erdi. Savcının suç tespiti valide takıldı! Erzincan: TC tarihinde köy boşaltmaların, yıkımların ve sürgünlerin çokça yaşandığı bilinen bir gerçektir. Bunlardan biri de 1994 yılında Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı Yastık (Edebük) köyünde yaşanmıştır. Bölgede, egemenler birçok köylüyü uzun süre işkenceye alıp tutuklamıştır. Köylüler hapishaneden tahliye olduktan sonra onları köylerine bırakmamış ve 1997 yılında boşaltılmış olan köydeki evler yakılmıştır. Bununla da kalmayıp 2003 yılında Erzincan Kadastro Müdürlüğü’nce gönderilen görevliler köyün tamamını bir ailenin üzerine tespit etmiştir. Köylülerin itirazı üzerine başmüfettiş görevlendirilmiş ve başmüfettişin raporuna istinaden yapılan tespitin hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilip yeniden yapılması yönünde talimat vermiştir. Ancak bölge müdürlüğü gerekeni yapmamıştır. Bunun üzerine cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmuş ve savcılık ilgili kişilerin görevi kötüye kullandığını belirterek yargılanması yönünde görüş bildirmiştir. Fakat valilik olayın üstünü örtüp “hukuk devletinin” gereği görevlilerin yargılanmaması gerektiği kararını vermiştir. Van’da alkışlayana biber gazı! H. Merkezi: 24 Aralık 2009’da “KCK Operasyonu” adı altında gerçekleştirilen baskınlarda gözaltına alınan Kürt siyasetçiler hakkında açılan davanın ikinci duruşması görüldü. 14’ü tutuklu 17 kişinin yargılandığı davanın 25 Ocak günü görülen duruşması, “bilinmeyen dil”den sonra yeni bir ilke daha tanık oldu. Tutsaklara destek vermek için adliye önünde bekleyen kitle alkış ve ıslıklarla yaşanan hukuksuzluğu protesto etti. Buna sinirlenen polis için, adliye içinde bulunanların da alkışlarla destek vermesi bardağı taşıran son damla oldu. Adliye içinde alkışın tehlikeli olduğuna karar veren polis, adliye koridorunda bulunan insanların üzerine biber gazı sıktı. Polis böylece adliye içinde gelişebilecek büyük bir tehlikeyi de bertaraf etmiş oldu(?) 10 Zimanê Azadî Kocaeli’nde devlet terörü protestosu Devletin emekçilere yönelik hak gaspları, imha ve inkar politikaları Kocaeli’de protesto edildi. 16 Ocak günü İnsan Hakları Parkı’nda biraraya gelen kitle, Belediye İş Hanı’na kadar yürüyüş gerçekleştirdi. İş hanı önünde yapılan basın açıklamasında “Ülkemiz emperyalizmin yeniden yapılandırma süreci içerisinden geçmektedir. Bu süreçle birlikte işçi ve emekçilere, gençlere, Kürt ulusu, Aleviler ve toplumun diğer ezilen kesimleri yaşamın her alanında çeşitli saldırıların hedefi oldu. Son günlerde bu genel saldırılar içerisinde üniversite öğrencilerine ve Kürt ulusuna (KCK adı altında) dönük saldırılar ön plana çıkıyor. Devrimci ve yurtseverlere yönelik bu katliamcı baskıları lanetliyoruz” denildi. Açıklama sırasında “Katil devlet hesap verecek”, “Be ziman jiyan nabe”, “Kahrolsun faşist devlet” sloganları atıldı. Eyleme Partizan, BDSP, DGH, DYG, ESP ve SDP katıldı. (Kocaeli ÖG okurları) “Dilimiz bedenimizdir” İstanbul: DÖKH, KCK Davası kapsamında Kürtçe savunmaya izin verilmemesi ve “bilinmeyen”, “Kürtçe sanılan dil” şeklindeki hakaretleri protesto etti. 22 Ocak Cumartesi günü Galatasaray Lisesi önünde biraraya gelen kadınlar “Coğrafya bedendir, dil bedendir, kültür bedendir, bedenime dokunma” yazılı pankart açtılar. Açıklama öncesi 15 dakikalık Kürtçe ders verildi. Dersin ardından açıklama Kürtçe ve Türkçe yapıldı. DÖKH adına açıklama yapan Ayşe Günay, AKP’nin inkâr ve asimilasyonda ısrar ettiğini ve bu saldırıların en çok kadınlara yöneldiğini belirtti. Açıklamanın ardından konuşma yapan BDP Milletvekili Sabahat Tuncel devletin bugün Kürtler ve Kürtçe üzerinde asimilasyon politikasını sürdürdüğünü belirtti. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Mutki ve “gerillaya karşı kontr-gerilla!” Toprak… Sen daha neleri gizlersin koynunda… Hain/puşt bir gecenin ihaneti olur, gencecik bedenlerin teninde ölümcül bir soluk gibi dolanırken gözü kanlı katiller, sen sessizce koynuna alırsın kafası olmayan bedenleri ama yüreklare yerli yerinde… Domuz bağının soğuk yüzü bir insanın daha yüzünü dondururken, sen hıçkırıklarını içine gömen bir Kürt anasının ağıtını sessizce yakarak sarılırsın evladına. “Vey lo lo lo! Hawar hawar!” “Gömülmelerinde bir sakınca yoktur!” “Vicdana gelen” bir kepçe operatörünün itirafları sonucu 4 Ocak’tan beri Bitlis’in Mutki ilçesinde toplu mezar aramaları yapılıyor. Daha önce Kürt halkından katledilen yüzlerce, binlerce çocuğu, kadını, erkeği, yaşlıyı, genci toprağın altına gömen kepçeler, her toprağa daldığında TC’nin işkence/katliam haritasını açığa çıkarıyor. Onlarca insan kemiği, kendilerine yapılan zulmü haykırırcasına çarpıyor katillerinin/kasapların yüzüne ve yeryüzüne fırlıyor. Bitlis, gerici ve hizbul kontranın egemenliğinin olduğu, dolayısıyla işkence ve katliam için oldukça uygun, bilinçli seçilen bir bölgedir. Aynı zamanda “herkesin bir kemik öyküsü” vardır burada… Mutki’de hemen jandarma karakolunun yakınındaki çöplükte başlayan kazılarda 5 Ocak günü 12 kişinin kemiklerine ulaşıldı. 20 Ocak’ta 8 kişi ve 21 Ocak’ta da 2 kişinin daha kemiklerine ulaşıldı. Ve ulaşılan cesetlerden üçünün başı yoktu! Üstelik hepsi çeşitli yerlerinden kurşunlanmış ve bazılarının bedenlerinde mermiler duruyordu! Kazılar devam ettikçe yeni kemikler, kemikler açığa çıktıkça yeni toplu mezar ihbarları yağmaya başladı. İHD Bitlis Şubesi, Bitlis’te daha yüzlerce toplu mezar olduğunu açıkladı. Çünkü toplu mezarlar, yargısız infazlar, faili “meçhuller” bir devlet politikası olarak uygulandı bölgede… Yapılan kazılar, toplu mezarların devlet politikası olduğunu gösteren belgelerle dolu aslında. Çünkü kazılarda çeşitli devlet belgeleri kullanılarak yer belirleniyor. Örneğin Bitlis Cumhuriyet Savcılığı ile Mutki Belediyesi arasında yapılan yazışmalarda “kimliği belirlenemeyen PKK’lıların müsait bir yere gömülmesi” isteniyor. Ve katledilen Kürtler, battaniyeye sarılı, kimisi başsız bir şekilde belediyenin çöplüğüne, yani buraya gece yarısı gömülüyor. Kürt halkının kanıyla besili Albay Arif Doğan, göğsünü gere gere “JİTEM’i ben kurdum” diyor; katilliğin/kasaplığın kitabını yazıyor. Diğer yandan “Kürt kasabı” Hizbul kontralar, yeni görevler için serbest bırakılıyor. Ve öte yandan… Ağlayan Kürdistan toprağının yüzündeki kanlı örtü soyuluyor. Altından onlarca insan kemiği, onlarca insanlık utancı fırlıyor. TC’nin bölgede uyguladığı politikaların toplamına “gerillaya karşı kontrgerilla” diyebiliriz aslında. Katliamcı zihniyetli ve katilce hayal gücünde sınır tanımayanları bir araya getiren JİTEM de, yıllarca insanların sokağa çıkamayacak duruma getiren ve tam gözbebeklerinin ortasına ölüm korkusunu acımasızca yerleştiren Hizbul Kontra da bu “kontr gerilla”nın birer parçasıdır. Bugün Mutki ile birlikte bir kez daha günışığına çıkan da budur! Ve bu zihniyetinin daha fazla açığa çıkmasına tahammül edemeyen eskinin eli satırlısı, bugünün “açılım, demokrasi havarileri” 24 Ocak günü kepçeleri durdurdular. Toplu mezar mı dediniz! Karşınızda TC… Bu coğrafyada toplu mezar ilk olarak 1989 yılında Kasaplar Deresi’nde ortaya çıktı. Siirt’teki bu askeri çöplük alanında en az 73 kişinin olduğuna dair isimler tespit edildi ancak kayıp aileleri ve insan Devrimciler üzerinde baskılar bitmiyor Erzincan: Erzincan’da keyfi uygulamaların ardı arkası kesilmiyor. Demokrasi havarisi kesilen egemenler, baskı ve tehditle “demokrat” yüzlerini gösteriyorlar. Erzincan’da faşizm devrimci ve demokrat gördüğü bireyleri “terörist” ilan edip saldırılarına hız kesmeden devam ediyor. Kendince “terörist” ilan ettiği devrimcileri keyfi bir şe- hakları örgütlerine göre 200’ü aşkın kişi Kasaplar Deresi’ne atılmıştı. 28 Mart 1986 tarihinde hayatını kaybeden gerilla komutanı Mahsun Korkmaz’ın cenazesinin de Kasaplar Deresi’nde olduğu sanılıyor. Bu toplu mezar 20 yılı aşkın bir süredir açılmayı bekliyor. Yakın zamanda Hakkari’nin Çukurca ilçesinde foseptik çukuru açmak için yapılan kazıda insan kemiklerine rastlanmıştı. Van Gölü Elektrik Dağıtım Anonim Şirketi (VEDAŞ) İşletme Şefliği’ne ait yeni binanın yakınındaki kazının ikinci metresinde kemikler bulundu. İnceleme yapılması için kazı durduruldu. Mutki, bu topraklarda var olan yüzlerce toplu mezardan yalnızca biri… Devletin Kürt halkına olan kinini kustuğu ve telaşla nasıl fışkıracağını hesaplayamadığı beden tarlalarından yalnızca biri… Çemişgezek Bitlis’in Mutki ilçesinde ortaya çıkan toplu mezarın ardından çeşitli yerlerden toplu mezar haberleri gelmeye başladı. Dersim’in Çemişgezek ilçesinde 1997 yılında 19 gerillaya ait bir toplu mezarın olduğu belirtildi. Perver Dersim isimli HPG komutanının yaptığı açıklamaya göre, 1997 yılında Çemişgezek kırsalında TC askeri ile 20 kişilik bir gerilla grubuyla çatışmaya girdi ve bu çatışmada şehit düşen 19 gerilla toplu halde gömüldü. Toplu halde gömülen gerillalardan birinin de DHKP/C gerillası Ali Yıldız olduğuna dair şüpheler var. Gerillaların aileleri mezarın açılması ile ilgili başvuru yaptılar, ancak aradan çok kısa bir zaman geçmesinin ardından bölgede ailelerden gizli bir şekilde kazı çalışmaları yapılmaya başlandı. Derecik Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde, 1994 yılında kaybolan 12 geçici köy korucusunun JİTEM tarafından öldürülerek Derecik İç Güvenlik Taburu bahçesine gömüldüğü iddiası üzerine, Van Cumhuriyet Başsavcı Vekilliğinin başlattığı soruşturma kapsamında, tabur bahçesinde kazı yapılıyor. kilde durdurup tehdit ediyor. Bu keyfi uygulamalardan biri de 20 Ocak günü gazetemiz Özgür Gelecek okuru olan Çetin Kirsiz’e yöneliktir. Kirsiz daha önce de tehdit edildiği 24 EC 285 gri renk Renault-Symbol model araçlı sivil polislerce liseli arkadaşı ile gezerken keyfi bir şekilde durdurulup kendisine birçok soru sorulmuştur. Sorulan sorulara cevap vermeyince tehdit edilmiş ve daha sonra sivil polisler liseden arkadaşımız Özgün Kaya’yı lisede yakalayıp “Büroya gidiyor musun? Görüntülerin var büroya girerken. Gezdiğin kişi terör örgütü propagandası yapmış biri, onunla bir daha görüşmeyeceksin ve gezmeyeceksin” demişlerdir. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Ji ber ku êşkence û helwestên li hember min bi şêweyekî bûn ku min mirina xwe ji jiyîna xwe baştir didît. Ciwanê Kurd û girtiyê siyasî yê Kurd ê ku ji aliy rejîma Komara Îslamî ya îranê hat bi darvekirin, nameyek dawî ji malbata xwe re şand. “Navê min Husên Xizrî. Sala 1982”an li Rojhilatê Kurdistan li bajarê Urmiyê hatim dinê. Di sala 2008 an de hatim girtin. Roja 18ê Gulana 2009a cara yekê û dawî, li liqê 1ê yê Dadgeha Şoreşê ya Urmiyê, bi amadebûna endamekî îdareya Îtla`ata Urmiyê û nûnerekî dozgeriyê, ez dadgehkirim Beriya dadgehê karbidestên îdareya Îtla`atê ez tehdîd kirim ku li dadgehê ez behsa êşkenceyên li min bûne nekim. Di encamê de, di dadgehek ji avrûyê û formalîte de, bêyî ku mafê parastinê bidin min, di nava 10 deqîqeyan de cezayê darvekirinê li min birrîn. Dadgeheke bi vî awayî, bi temamî cihê fikar û gumana ne! Di nava 10 deqîqeyan de, min û parêze xwe, me çawa dikarî parastinek baş bikin.Pirsek ku her car di serê min re derbas dibû ew bû, ku gelo wan tenê ji bo bêjin; tohmetbar di dadgehê de amade bû û cezayekî bi vî awayî lê hat birrîn, ev şanogerîya komedî pêkanîn? (…) Wekî mînak, ji ber ku min giliyê wan kiribû ez tehdîd dikirim. Piştre ji min dixwestin ku ez li ber kamerayan nivîsên ku wan amadekirine bixwînim û bêjim ku ti helwestek xerab li hember min nîşan nedane û êşkence li min nekirine. Digotin ku li beramber vê, ew jî wê ji nû ve di dosyaya min de pêdeçûnê bikin û cezayê min daxin. Wekî ku tu bêje, çarenûsa mirovan amûreke û ji bo armancên xwe bikarbînin Botan Vadisi’nde barajlara geçit yok! H. Merkezi: İHD Siirt Şubesi’nin çağrısı ile bölgede yapımı devam eden barajların doğaya ve ekolojik dengeye verdiği zarara dikkat çekmek ve bu konuda kamuoyu oluşturmak amacıyla yürüyüş gerçekleştirildi. 23 Ocak günü Siirt’tin Aydınlar (Tillo) İlçesi’ne bağlı Kale mevkiinde biraraya gelen kitle “Doğa katliamına dur de“, “Doğa katliamına yeter diyoruz“ pankartları açarak sloganlar eşliğinde Kale Piknik Alanı’na yürüdü. Botan Nehri üzerinde yapımı tamamlanan Alkumru Barajı ile baraja destek mahiyetinde yapımı devam eden Kirazlık Barajı’nı kuş bakışı gören Kale mevkiinde yapılan yürüyüşte vadide yaşamın durma noktasına geldiğine dikkat çekildi. Nameya Dawî ya girityê siyasî Husên Xizrî! helwest nîşanî min didan. Veguhestina min ji dadseraya eskerî ji bo îdareya Îtla`atê, tirs û xofek mezin ji malbata min re çêkiribû. Bavê min ji bo wergirtina agahiyên di derbarê çarenivîsa min de serdana îdareya Îtla`atê ya Urmiye kir. Lê ji ber beriva ne zelal û bi nakok ku danê, wî ji ber tirsa ku ez bidarvekirime, li ber deriyê Îtla`atê sekteya mêjî derbas kir û piştî veguhestina nexweşxaneyê koça dawî kir. Ew jî rûpelek ji sûcên Komara Îslamî ye ku bi helwestek weha û xuliqandina xemê ji malbata mi, derbek weha li min da ku ji sed car darvekirina min girantir bû. Ya balkêş jî ew bû ku, karbidestan li şûna ku serxweiyê li min bikin, bêyî sedem û agahdarkirin ez veguhestim girtîgeha bajarê Qezwînê. Niha tesawir bikin ez di çi rewşê de bûm. Ji wê girîngtir, piştî çend saetan, dest, ling û çavên min girêdayî û ji min re gotin, tiştekî girîng nîne, me tenê tu veguhestiye girtîgehek din. (…) Ji ber ku di dema binçavkirinê de, ez ne çekdar bûm, min tenê xebatên siyasî Aydın Erdem davası yeniden görülebilir H. Merkezi: Diyarbakır’da DTP’nin kapatılmasını protesto etmek için 6 Aralık 2009 tarihinde katıldığı gösteride polisin açtığı ateş sonucu şehit düşen Aydın Erdem’i katleden polisler hakkında dava açılması ihtimali ortaya çıktı. Daha önce ilk soruşturmayı yürüten Diyarbakır Genel Yetkili Savcılığı “öldürme” fiilinin polislerce gerçekleştirildiğine dair bir delil bulunmadığından görevsizlik kararı vererek dosyayı Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı’na göndermişti. Dosyaya bakan Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı da, 20 Eylül 2010 tarihinde “kovuşturmaya yer olmadığına” dair karar verdi. Bu karar Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından da onandı. Erdem ailesinin avukatı Rehşan Bataray Saman’ın itiraz etmesi sonucu Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, genel yetkili savcılığın yetkili olduğu gerekçesiyle itirazı yerinde bularak önceki kararı kaldırdı. û civakî dikirin. Her weha di 8 mehên di hucreyên yekkesî yên sipay NBÎ yên bajarên Kirmaşan, El Medhî ya Urmiyê û îdareya Îtla`ata Urmiyê de di bin êşkenceyên fîzîkî û derûnî û hewaretan yên herî dijwar de hatim ragirtin. Di nava van 8 mehan de, van êşkenceyan bandorek ewqas mezin û giran li min kiribû ku, du caran min hewl da dawî li jiyana xwe bînim. Ji ber ku êşkence û helwestên li hember min bi şêweyekî bûn ku min mirina xwe ji jiyîna xwe baştir didît. (…) Ji bilî ku niha ne diyare ka ew dê min sibe yan jî du sibe min bidarve bikin, her weha rê nadin ku ez bi awayekî azad, rewşa tenduristiya xwe jî ragihînim. Lewra di bin vê dorpêç û tecrîda giran de ez bang li rêxistinên navneteweyî, rêxsitinên parastina mafê mirov û bi taybetî jî rêxistinên ku mafê girityan diparêzin dikim ku dengê me yê hatiye fetisandin bigihînin guhên hemû mirovahiyê. Ez ji niha ve, hemû wan rêxistin û kesayetiyan wekî parêzerê xwe yê fermî dizanim û ji wan dixwazim ku ji bo van xalan kar bikin: 1- Dadgehek bêalî, dadwerane û adil 2- Ji bo ku di dosyaya min de ji nû ve pêdaçûn were kirin û bêyî ku rastî werin veşartin, bi taybetî mijara êşkencekirina min wer eaşkere kirin Girityê siyasî Husên Xizri Bijî Kurd û Kurdistan! Şehîd Namirin!” (Jêgirtin: ANF) Polis tuvaletinden çıkan mermiler, görüntü ve olayın tanıklarına rağmen katillerin yargılamasına yanaşmayan bir yargı pratiğiyle daha karşılaşmak olanak dâhilinde gözüküyor. Zira her ne kadar usulden bozulan bu kararlar sonucunda dava açılması ihtimali olsa da şüpheli pozisyonunda devletin olduğu “siyasi” cinayetlere yönelik adil bir yargılama şimdiye kadar söz konusu olmamıştır. Posta gazetesi, Kürt halkına saldırıyor H. Merkezi: 27 Ocak tarihli Posta gazetesinde “Güneydoğu’da çanak anten terörü” başlıklı yazısında Kürt halkının açlığa rağmen evlerinde çanak anten bulundurduğunu ve evlerinde porno film izleyerek çocuklarına tecavüz ettiklerini söyleyerek pervasızlığından ödün vermeyen Posta gazetesi yazarı Candaş Tolga Işık’a yönelen tepkilerin ardı arkası kesilmiyor. BDP’liler, insan hakları örgütleri, gazeteciler derneği ve Şırnak Barosu avukatları Işık hakkında suç duyurunda bulundu. Zimanê Azadî 11 Amed, Xizri’nin vasiyetini yerine getirdi! H. Merkezi: İran’ın Urmiye kentindeki bir hapishanede idam edilen Hüseyin Xizri’nin vasiyeti Diyarbakır’da yerine getirildi. Ailesine yazdığı mektupta idam edilmesi durumunda başsağlığı töreninin Amed’de yapılmasını isteyen Xizri için Amed’de 3 gün boyunca taziye çadırı açıldı. MEYADER Amed Şubesi 27-30 Ocak tarihleri arasında Kulplular Yas Evi’nde taziyeleri kabul etti. Binlerce insanın ziyaret ettiği taziye evinde İran rejimine öfke vardı. Urmiye Hapishanesi Nazi kampı gibi! Adı; işkence, infaz ve kayıp haberleri ile sık sık gündeme gelen İran-Urmiye Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Kürt siyasi tutsak Qadir Mihemedzade’den günlerdir haber alınamıyor. Qadir Mihemedzade’nin ailesi son birkaç gündür çocukları ile hiçbir bağlantı kuramadıklarını dile getiriyor. Aile, Mihemedzade’nin başka bir hapishaneye sevk edildiğini tahmin ediyor. Daha önce de Nisan 2010’da Urmiye’deki hapishaneden alınan tutsaktan haftalarca haber alınamamıştı. “Ulusal güvenliğe zarar vermek” ve “Muharib” (Allah’a karşı savaş) suçlamasıyla idam cezası verilen Qadir Mihemedzade’nin bu cezası Mahabad Devrim Mahkemesi tarafından 23 yıl hapis cezasına çevrilmişti. Mihemedzade üç yılı aşkın bir süredir hapishanede bulunuyor. Urmiye Hapishanesi, son yıllarda özellikle işkence, infaz ve kayıp haberleri ile gündeme geliyor. Geçtiğimiz günlerde de hapishanede gardiyanlar ile İtleat (istihbarat) elamanları “koğuşlarda telefon var” gerekçesiyle baskın yapmış bunun sonucunda 30’ü aşkın tutsak yaralanmıştı. 2010 yılı içerisinde 9 tutsak burada gördükleri işkenceden dolayı hayatını kaybetti. Cehangîr Baduzade, Mihemed Emîn Ebdullahî, Cafer Guşware, Qadir Mihemedîzade ve Elî Ehmed Silêman isimli Kürt siyasi tutsakların koşulları ve idamları protesto etmek için yaptıkları açlık grevi ise sürüyor. En son 5 Ocak günü Hüseyin Xizri isimli siyasi tutsak burada gizlice idam edilmişti. Geçen yıl İran İslami Şura Meclisi’nde konuşan Urmiye temsilcisi Nadir Qazipur, Urmiye Hapishanesinde tutuklu sayısının ikiye katlandığını söylemişti. (Kaynak ANF) 12 Yeni Kadın Göğün yarısı Devlet tecavüzcüleri koruyor! “3 yıldır maruz bırakıldığım tecavüzün suçlularının cezalandırılması için gerçekleştirdiğimiz mücadele bana gösterdi ki tecavüzcüleri bizzat devlet ve hukuk sistemi korumakta. Devletten ve aygıtlarından güç alan tecavüzcüler ise çok daha pervasız biz kadınlara hayatı zehir etmekte. Bu süreci bir de tecavüze maruz kalan kadın açısından ele aldığımızda durum çok acı. Çektiğim tüm acılara göğüs germeye çalışmak… Bunun karşılığında tecavüzcülerin ellerini kollarını sallayarak toplumda ‘saygın’ kişiler olarak dolaşması ve başka kadınlara tecavüz etmeye devam etmesi... Bu durumun değişmesini, tecavüzcülerin bu sefer olsun hapse girmesini istiyorum.” Bu sayfada başından geçen tecavüzü ve bununla ilgili mahkeme sürecini okuduğunuz BS’nin duygularını ve çağrısını kağıda döktüğü satırlar bunlar. BS de kendisiyle aynı şeyleri paylaşmış olan milyonlarca kadın gibi bu bilgiye deneyimleriyle ulaşmış. Ama kendisi gibi olmayan milyonlarca daha kadın var. Çünkü tam rakam vermek mümkün olmasa da bu saldırıya uğrayan kadınların ortalama yüzde 75’i bunu bırakalım yargı sürecine taşımayı en yakınındaki insana dahi anlatamıyor. Devletin bu konudaki tutumu ise açık ve net iken, bir de toplumsal olarak tecavüz karşısındaki tutum önemli bir yerde duruyor. Çünkü kadının hem tecavüz olayını açıklayamamasında hem de yargı süreçlerinde toplumsal nedenler gayet ön plana çıkıyor. Kendini ilerici olarak adlandıran ve eğitim düzeyi yüksek kesimlerde dahi tecavüze yaklaşım ve algıda ciddi çarpıklıklar mevcut. Bu çarpıklıklar kuşkusuz yüzyıllardır süren ve kapitalist sistemin varlığıyla birlikte çözülmek bir yana daha da kalıplaşan erkek egemen bakış açısının ve bu temeldeki eğitiminin/öğretilmişliğin sonucudur. Bunlardan en yaygın olanlardan ilki ve de diğer çarpıklıklara zemin de hazırlayanı tecavüzün cinsellikle bağının kurulmasıdır. Halbuki uzun yıllar önce ortaya konmuştur ki tecavüz, cinsel yaklaşma değil fiziksel egemenlik ve boyun eğme yani iktidar ilişkisidir. Nitekim saldırganın cinsel tatmin yaşaması oranının sanılandan çok daha az olması da araştırmalarla ortaya konmuş bir gerçekliktir. Tecavüz, cinsellik değilse nedir: erkeğin kadına yönelik en vahşi, en ağır şiddetidir. Tecavüzün cinsellikle bağının kurulması sonuçlarından biri kuşku yok ki, erkeğin cinsel dürtülerinin denetlenemez, kontrol altına alınamaz olduğu ve mutlaka giderilmesi gerektiği yönündeki yargıdır. Bu, çok basit bir yanlış gibi görülebilir ama toplumun çok büyük bir kısmı bu yargıya sahiptir. Nitekim erkeğin kadını aldatması, aile içi ya da dışı tecavüz ve fuhuş sektöründeki yaygın “müşteri” pozisyonu vs. bu nedenle “doğal” karşılanmaktadır. Bu yargının da ikili bir sonucu var. Birincisi denetlenemeyen bir davranış biçimi için saldırganı suçlamak mümkün değildir. İkincisi (bunun da sonucu olarak) kadının kendisini koruması gerekir. Bu yükümlülük kadın tarafından örneğin örtünerek, toplum tarafından kabul edilmeyen davranışlara girmeyerek (boşanmadan sokakta sigara içmeye kadar) yerine getirilmelidir. Ve bir “doğal” sonuç daha; kadın tecavüze uğramışsa kendini yeterince koruyamamıştır!!! Son olarak yine araştırmalarla tersi ortaya konsa da saldırganın hasta olduğu ve eğitimsizlikle ilişkilendirme yönündeki algıya dair birkaç cümle söylemek gerek. Tecavüzcünün “normal” bir insan olmadığı kesindir ama hasta olarak nitelendirilip suçun masumlaştırılması apayrı bir konudur. Diana Scully’nin aktarımıyla, yapılan deneysel araştırmalarda “bu suçu işledikleri sırada erkeklerden yalnız yüzde 5 gibi küçük bir bölümünün psikotik olduğu” ortaya çıkmıştır. Yine saygınlık/eğitimlilik/meslek sahibi olmak gibi toplumsal statülerin tecavüzün üstünü kapatan olgular olduğuna da vurgu yapmak gerekir. Ortaya çıkma durumu az olsa da bu tür statülerle tecavüzcü olup olmamak arasında dikkate değer bir çizgi bulunmamaktadır. Bu konuya dair daha söylenecek ve öğrenilmesi gereken çok şey var. Devlet ve organlarını suçlamak bizler için işin en kolay yanı. Çünkü onlar iliklerine kadar suçlular, bunu biz biliyoruz ve anlatmakta zorluk çekmiyoruz. Ama hem toplumsal algı ile mücadele etmek, hem de kendi zihnimize dahi yansıyan yanlarını ortaya çıkarmak kesinlikle daha zordur. Ve “ne yazık ki” bu devlet ortadan kalksa da bu yanlış algılar yaşamaya devam edecek. Bu yüzden bu alandaki mücadeleyi yürütmek için işe öğrenmekle başlamak gerekir. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 “ERKEK ADALET DEĞİL GERÇEK ADALET” 2007 yılının Haziran ayında, Muğla’nın Fethiye ilçesinde sayısı belirsiz kişilerce genç bir kaın tecavüze ve işkenceye uğradı… Adı mı? Önemli değil! O bu topraklarda kadın doğmanın/olmanın “cezasını” çeken milyonlarca kadından bir tanesi… Hem de sadece bir grup erkek tarafından tecavüze uğrayarak değil, sistemli bir biçimde erkek egemenliğinin hakim olduğu toplum, devlet ve yargı tarafından da mağdur edilerek, yüz üstü bırakılarak “ödüyor” kadın olmanın bedelini! Toplu tecavüz ve işkence olayının ardından genç kadın (B.S) travmaya girerek olayı 6 ay boyunca hatırlayamaz duruma geldi. Ancak tecavüzcülerden birinin 6 ay sonra kadını arayarak olayı anımsatması ve cinsel tacizini sürdürmesi üzerine B.S, tecavüz olayını hatırladı. Bu kişiler içerisinden 8 kişiyi teşhis eden B.S, Savcılığa suç duyurusunda bulundu. Elinde yaşadığı travmayı tanımlayan hastane raporu ve jinekolojik durum raporu ile hukuksal başvurusunu gerçekleştirdi. Bunu yeterli bulmayan Savcılık, kadını İstanbul Adli Tıp 6. İhtisas Kurulu’na sevk etti. Genç kadın buradan da “mevzu geçen ırza geçme olayı neticesinde travma sonrası stres bozukluğu adı verilen ağır nevroz hali tespit edilmiştir” şeklinde tecavüzü belgeleyen bir rapor almasına rağmen Savcılık, “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi. Genç kadın yılmadı, bu kararın reddi talebinde bulundu, ancak o da reddedildi! “Kovuşturmaya yer yoktur!” İsterse bu toplu tecavüz olayı bir kadının tüm hayallerini yerle bir etmiş olsun, isterse kadının her günü, olayı her hatırladığında zehir olsun! Önemli değil… Sonuçta bu “tecavüz çetesi” Fethiye’nin “saygın” kişileriydi. Fethiye’nin de bir “erkeklik onuru” vardı. Tüm iç hukuk yıllarını tüketen B.S, AİHM’e başvurdu. Dosya bu- rada görüşülmeye başlandı. Aynı zamanda Eğitim-Sen üyesi olan tecavüzcülerden biri için sendikaya şikâyette bulundu. Meclis İnsan Hakları Komisyonu’ndan İl İnsan Hakları Komisyonu’na, İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne kadar her yere başvurdu ve şikâyette bulundu. Ama hiçbirinden olumlu yanıt alamadı. Erkek egemenliğinin bu sistemin her kurumunda nasıl kökleştiğini gördü. Kadınların yaşamını kâbusa çeviren bu “erkek dayanışması” karşısında B.S, kadın kurumlarına mektup yazarak “kadın dayanışması” çağrısında bulundu. Kadın örgütleri bu çağrıyı yanıtsız bırakmadı ve dava sürecine dâhil oldular. İç hukuk yollarını zaman aşımı sürecinden önce işletebilmek için Adalet Bakanlığına olağanüstü bir yol olan “Yazılı emir yoluyla bozma” başvurusunda bulundular. Kadın örgütlerinin eş zamanlı eylemlilikleri üzerine olayın basına yansıması ile başvuru kabul edildi. Ancak bu kez de B.S’nin teşhis ettiği 8 kişiden yalnızca ikisi –ki onlar da yaşları 18’den küçük olanlarhakkında dava açılabildi. Kadınlar Fethiye Adliyesi önündeydi İlk duruşmanın gerçekleşeceği 26 Ocak öncesinde Türkiye’nin birçok yerinde kampanya başlatan kadın örgütleri, duruşma günü adliye önünde buluştu. Muğla, İstanbul, İzmir, Ankara, Didim, Dalaman, Bodrum, Dikili ve Antalya’dan kadınların oluşturduğu “Tecavüze Karşı Kadın İnisiyatifi”nin eylemine katılarak, Yeni Demokrat Kadın olarak biz de davayı izlemek için Fethiye’ye gittik. Duruşmaya sanıklar katılmazken, B.S oradaydı. “Erkek devlet şiddetine son”, “Tecavüzcü çete yargılansın” vb. sloganlarıyla hiç susmadan gün boyu adliye önünde nöbet tutulan eylemde, önce B.S’nin avukatlarından Cevriye Aydın bir konuşma yaptı. Savcılığın bu olayla ilgili takipsizlik kararı verirken, tecavüzcülerin öğretmen olmasını gerekçe gösterdiğini söyleyen avukat Aydın, “Oysa bizler biliyoruz ki tecavüzcü ressam, öğretmen, müfettiş, doktor olabi- lir. Tecavüzcünün mesleğinin önemi yoktur” dedi. Aydın’ın ardından çeşitli illerden gelen kadınlar, yaptıkları konuşmalarla kadın dayanışmasının önemine dikkat çekerken, Ankara’dan gelen kadınlar, otobüslerinin il çıkışında polis tarafından durdurularak “yasadışı eyleme katılmaya gidiyorsunuz” denildiğini anlattı. Duruşmaya kadın avukatlar dahil olurken, kadın örgütlerinin müdahillik talebi reddedildi. Yapılan eylemden sanıkların avukatlarının ve mahkeme heyetinin rahatsız olduğu, eylemcilere sık sık “sessiz olun” haberlerinin gönderilmesi ve açık olan adliye pencerelerinin sıkı sıkıya kapatılmasından belli oluyordu. Eylemin etkisiyle, duruşma sonunda “şüpheli” olmasına rağmen erkek egemen hukuk dahi çiğnenerek “tanık” olarak görülen 6 tecavüzcü hakkında da dava açılmasına ve iki davanın aynı gün görülmesine karar verildi. Ayrıca duruşmaya gelmeyen 18 yaşından küçük sanıkların 16 Mart’ta görülecek bir sonraki duruşmaya zorla getirilmesine karar verilmesi de kadın dayanışmasının olumlu sonuçlarından biri oldu. “Eylem için eyleme!” H. Merkezi: Eylem Pesen henüz 17 yaşındayken, okulundan alınarak zorla dayısının oğlu olan Kerem Kaçan’la imam nikâhı yoluyla evlendirilmişti. Eylem, eşi tarafından bıçaklanıp, ardından da arabayla üzerinden geçilerek katledildi. Eylem, öldürüldüğünde 3 aylık da hamileydi! 1.5 yıl önce gerçekleşen Eylem Pesen cinayeti davası katilin akli dengesinin yerinde olup olmadığına dair rapor gelmediği için ilerlemiyor. Son olarak 14 Ocak günü yapılan duruşmada da katil yoktu ve duruşma 22 Şubat’a ertelendi. Duruşma günü “Eylem için eyleme” diyerek, adliye önünde bir eylem düzenleyen Van Kadın Derneği, katilini suçu ortada olduğu halde1.5 yıldır cezalandırılmamasını kınadı. Açıklamanın ardından VAKAD’lı kadınlar Adalet Bakanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, Meclis İnsan Hakları Komisyonu ile Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığına faks çektiler. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Torba Yasa emekçi kadınlara yeni saldırılarla geliyor! Tüm ezilen kesimlere yönelik esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının öngörüldüğü, kazanılmış hakların geri alınması için tasarlanmış Torba Yasada kadınlar da unutulmamış, yapılan düzenlemelerle yasal bir biçimde daha fazla sömürülmeleri ve ezilmelerinin de önü açılmıştır. “2023 yılında dünyanın en büyük 10. ekonomisi olmayı hedefleyen Türkiye, kadınları kazanmadan bunu başaramaz.” Bir kadının ağzından dökülen bu sözler başta kulağa hoş gelse de, söyleyen TÜSİAD Başkanı olunca esas niyetler de açığa çıkıyor. Ümit Boyner “Çalışma Hayatında Kadın” konulu panelde yaptığı konuşmasında, kadınların kendi ayakları üzerinde duracak, kendi kararlarını alacak bir özgüvenle donatabilmek için çalışma hayatına katılmalarının gerekliliği ve öneminden bahsediyor. Kadınların toplumsal üretim içine girmeleri, güçlenmeleri, tüm karar mekanizmaları içinde yer almaları elbette olması gereken ve arzu edilen bir şeydir. Ama sermaye sahipleri ve onların temsilcilerinin, kadınların toplumsal yaşama etkin katılımlarıyla ilgili bir dertleri yoktur. Planlarını, politikalarını daha fazla kâr hırsıyla kadın emeğini nasıl sömürecekleri üzerinden hazırlarlar. Bunun böyle olduğunu sermaye-hükümet işbirliğiyle hazırlanan ve meclise götürülen Torba Yasanın içerdiği maddelere bakıldığında da görmekte sıkıntı çekmiyoruz. yükünü omuzlamaya devam edeceklerdir. Bir taraftan patronun verdiği işi yetiştirmeye çalışan kadın diğer taraftan ev işleri, çocuk, hasta, yaşlı bakımı gibi işlere de gün içinde koşuşturup duracaktır. Yani kadının çalışma hayatına katılması, onun geleneksel rolünden sıyrıldığı anlamına gelmiyor. Yasada yer alan başka bir maddede ise; çalışanların eğer bir ay içinde 30 günden az çalışmışlarsa eksik kalan sigorta primlerini kendi ceplerinden ödemeleri yer alıyor. Bu işyerinde düzenli ve sürekli çalışmanın olmayacağı bu yeni düzenlemeyle emekçilerin eksik primlerini ödemek için elleri ceplerinden çıkmayacağa benziyor. Aksi takdirde sağlık sigortasından ve emeklilik haklarından da mahrum kalmış olacaklar. Yine esnek çalışma koşulları, yasada da yer alan doğum borçlanması, süt izni gibi kazanılmış hakların kullanımı önünde de engel olacaktır. Bir nimetmiş gibi sunulan; ebeveyne eğer isterlerse iki yıl ücretsiz doğum izni kullanma hakkının tanınması da, emekçilerin çoğunluğu tarafından kullanılamayacağı için kâğıt üzerinde kalacak Kadınlar unutulmadı! Tüm ezilen kesimlere yönelik esnek ve güvencesiz çalışma koşullarının öngörüldüğü, kazanılmış hakların geri alınması için tasarlanmış Torba Yasada kadınlar da unutulmamış, yapılan düzenlemelerle yasal bir biçimde daha fazla sömürülmeleri ve ezilmelerinin de önü açılmıştır. Bu yasa uygulamaya konulduktan sonra “kadınlar üzerindeki sömürünün katmerli olduğu” ifadesi bile yaşadıklarını anlatmakta yetersiz kalacaktır. Torba Yasayla “evden”, “uzaktan” ve “çağrı” üzerine çalışma sisteminin yaygınlaştırılması öngörülüyor. En çok kadınların tercih edileceği bu esnek çalışma sisteminde, kadınlar en ucuza, güvencesiz ve dağınık bir şekilde çalıştırılacaktır. Böylelikle çalışanlar arasında rekabet artacak ve hali hazırda zaten erkeklere oranla örgütlülükte geride olan kadınların örgütlenmeleri daha da zorlaşacaktır. Öte yandan bu çalışma sistemiyle kadınlar evde üzerlerine yıkılan işlerin bir göz boyama maddesidir. Aynı yasada bu ücretsiz izni kullanacak olan çalışanların iki yıl boyunca ne yiyip, ne içecekleri, nasıl yaşayacakları belirtilseydi de çalışanlar bu yasal haklarından gönül rahatlığıyla yararlanabilselerdi! Gülümseyin! Kadının çalışma yaşamına katılarak güçlendirilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi adı altında yapılan tüm bu düzenlemeler aldatmacadan başka bir şey değildir. Burada esas olan kadını toplumsal üretime katmanın sermayenin çıkarlarına hizmet edip etmediğidir. Kadın istihdamının teşvik edilmesi gerektiği söylemleriyle, Torba Yasanın aynı za- manda emekçilerin önüne getirilmesi tesadüf değildir. Bilhassa ekonomik krizle birlikte gerek işten çıkarıldıkları için işsiz kalan gerekse daha önce çalışmadığı halde geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak için iş arayan büyük bir yedek kadın işçi ordusu vardır. İşsizlik ve yoksulluk içinde kıvranmaya terk edilen bu muazzam işgücü potansiyelinin bütün gün evin içinde çarçur edilmesine seyirci kalmaktansa en ucuz maliyetle en fazla nasıl yararlanılacağının hesabı yapılmıştır. Kadınlar en ucuza, sigortasız, sendikasız, temel haklarından yoksun olarak çalıştırılıp emekleri sömürülürken, dünyanın en büyük 10. ekonomisi olma yolunda hızla ilerlediğimize dair nutuklar atılacaktır. İçine sokuldukları yaşam ve çalışma koşulları ağır geldiğinde yılgınlığa ve umutsuzluğa kapılan kadınlara ise bu sefer reçeteleri Güler Sabancı’dan geliyor; “Dişinizi sıkın ve gülümseyin!” Emekçi kadınlar olarak saldırı paketleriyle emeğimizin, haklarımızın gasp edilmesine karşı sesimizi daha da yükseltmeliyiz. Toplumsal üretimden elde edilen gelirden tüm işçi ve emekçilerle birlikte hakkımız olan payı almak için mücadeleyi büyütmeli, ezilenler cephesinde geniş birliktelikler oluşturmalıyız. Kadınlar için temel önemde olan kreş, doğum-süt izni, çocuk yardımı, erken emeklilik, yıpranma payı gibi haklardan tüm kadınların yararlanabileceği koşulların yaratılması için aralıksız yürütülen eylemler örgütlemeliyiz. Kadınlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz gibi saldırılara karşı hukuki alanda düzenlemelerin yapılması ve bunların işlerlik kazandırılması için yaptırım oluşturmalıyız. Sendikalardaki cinsiyetçi bakış açısının değiştirilerek, kadınların sendikal örgütlülüklerden uzak durmalarına neden olan tüm engellerin kaldırılması ve yönetimlerde etkin olabilmeleri için kadın kotası pozitif ayrımcılık gibi düzenlemelerin hayata geçirilmesi için çalışmalıyız. 8 Mart’ın ön günlerini yaşadığımız bu süreçte tüm bu taleplerimizi en geniş kitlelere ulaştırmalı, sermayenin emekçiler üzerindeki saldırılarını teşhir etmeliyiz. Dişimizi değil ama yumruklarımızı sıkarak, emeğimiz, bedenimiz, geleceğimiz üzerinde yapılan tüm planları bozacağız! Yeni Kadın 13 Her olayın bir de kadın yüzü vardır! *Mardin Kızıltepe Belediyes temizlik iş i, i için 20 k a dın işçiyi aldı. Anc işe ak işe baş layan kad lerin bir k ın işçiısmı, ilk g ünlerinde kakta erk soeklerin ta cizlerine kaldıklar m a ruz ını belirte rek işi bır Geri kala aktı. n kadınla r kendile destek ve rine ren beled iy e ile birli kendilerin kte i eve kap atmaya ç erkek ege a lı şan men zihn iyetine ka kakta çalı r ş ı soşmaya de vam edec belirttiler eklerini . * İmece G ündelikçi Kadınlar liği ve İm Birece Kadın Dayanışm neği, güv a Derencesiz v e sağlıksız larda çalı koşulşan günd e likçi kadın emeklerin ların in görünü r kılınma hizmetleri s ı ve ev nin iş yas ası kapsa alınması mına için “Ev iş çilerine venceli güiş, insan ca yaşam nıyla bir ” slogaimza kam panyası b İmece, ka a ş lattı. mpanyan ın startın Ocak gün ı 15 ü İstanbu l’da, Gala Lisesi ön tasaray ünde yap tığı eylem le verdi. * Bitlis’in Tatvan il çesinde 1 Ocak gün 5 ü KESK’i n düzenle Av. Eren diği ve Keskin’in katılımıy dına yön la “Kaelik cinse l ş iddet ve o ze edilen rganiçocuk isti smarı” ko panel dü nulu zenlendi. Panelde c kence, te insel işcavüz ve çocuklara istismarın y önelik sistemati k bir şekil devlet eli d e yle gerçe kleştirild de eden K iğini ifaeskin, son zamanlar okullarda da , yurtlard a ve benz çok yerde e r i birgerçekleş tirilen tec lerde ya p a v ü zolis ya ko rucu ya d letin fark a devlı organla rında yer memurla alan rın olduğ u nu ve ülk linçli bir ede bitecavüz k ültürünü rildiğini k n g eliştiaydetti. * İstanbu l Teknik Ü niversites İşletme F i akültesi ö ğ r e ti m üyesi v Kadının İn e san Hakla rı Yeni Çö ler Derne zümği üyesi D oç Dr. İp karacan ek İlk, “Emek P iyasasınd lumsal Cin a Topsiyete Eşit liğine Do ve Aile Ya ğru: İş şamını U zlaştırma kaları” is P olitiimli sunu munda ü mezunu k niversite adının ev lenince iş katılımın gücüne ın % 75 a zaldığına damın ço v e istihk düşük o lduğuna d çekerek, ik kat “Türkiye, kadınlar luk ülkes için yoki” yorumu nu yapıyo r. * Sosyalis t Feminis t Kolektif, TÜSİAD’ı n 14 Ocak günü Çır Sarayı’nd ağan a düzenle diği “Çalı Hayatın ş ma da Kadın Konfera öncesind nsı” e hüküm etin ve TÜ AD’ın kad Sİın istihda mına yak nı protes la şımıto etti. SF K’lı kadın kümetin la r , hüTÜSİAD’ı n görüşle dikkate a rini de larak geli ştirdiği is politikala tihdam rının cins iyetçi iş b nü pekişti ölümürerek kad ınların da ezilmesin ha e yol açtı ğını vurg uladı. 4-17 Şubat 2011 Yeni Kadın KAMİLE ÖZTÜRK PERİHAN ÇOLAK YILDIZ ÇİÇEK LEYLA KARAKOÇ 3 Ocak: Erzurum’da yaşayan Tükez A. isimli kadın, evini terk ettiği gerekçesiyle eşi tarafından kurşunlanarak öldürüldü. 3 Ocak: Malatya’da kimliği belirlenemeyen bir kadının cesedi, Karakaya Barajı’nda balık tutan bir balıkçı tarafından bulundu. 6 Ocak: Balıkesir-Bandırma’da yaşayan Funda Akbaş isimli kadın, eski sevgilisi tarafından başkasıyla nişanlandığı için vurularak öldürüldü. 14 Ocak: Iğdır’da yaşayan Güzel Bulut isimli kadın, sokak ortasında pompalı tüfekle vurularak öldürüldü. 14 Ocak: Antalya’da 30 Aralık günü kaybolan ilköğretim 8. sınıf öğrencisi 2 kız çocuğu bulundu. Çocukların 2 haftadır bir evde zorla tutulduğu ve 7 kişi tarafından tecavüze uğradığı öğrenildi. 16 Ocak: Adana’da yaşayan Pınar Dilek D. isimli genç kadın, erkek kardeşi tarafından “içine cin girmiş” denilip 60 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. 18 Ocak: Amed-Hazro’da yaşayan İpek Tekin isimli kadın, eşi tarafından kendisini aldattığı iddiasıyla kurşunlanarak öldürüldü. 18 Ocak: Van’da yaşayan A.Ç isimli kadın, önce tecavüze uğradı ardından da saldırganlar tarafından gasp edildi. 18 Ocak: Van-Muradiye’de yaşayan 18 yaşındaki Tuba Öztürk isimli genç kadın, evinde asılı halde bulundu. 20 Ocak: Urfa’da yaşayan Medine Taşkın isimli kadın, sokak ortasında kurşunlanarak öldürülmüş halde bulundu. 21 Ocak: Eskişehir’de yaşayan Kadriye Karaca isimli kadın, önce bıçaklandı ardından da saldırganlar tarafından gasp edildi. 24 Ocak: İstanbul’da yaşayan S.V.A isimli genç kadın, sevgilisi tarafından terk edilince intihar ederek ölmek istedi. 25 Ocak: Antep’te yaşayan 4 çocuk annesi Adile Erzurumlu isimli kadın, tartıştığı babası tarafından çocuklarının gözü önünde kurşunlanarak öldürüldü. Kadın olmak, savaşmak için nedendir! AYFER CELEP Y R M U O U S Z ÇİĞDEM YILMAZ 14 Kadın cinayetlerine karşı eylemler sürüyor H. Merkezi: Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu olarak bir araya gelen kadın örgütleri, 28 Ocak Cuma günü Taksim’de bir eylem gerçekleştirdiler. Düzenli olarak 2 haftada bir yapılan Benim adım Meral… Benim adım Ayfer… Benim adım Çiğdem… Benim adım; Sırma, Kamile, Nurhayat, Elif, Perihan, Yıldız, Nurgül, Nilüfer, Özlem, Leyla, Münire, Nergiz, Kader, Süheyla, Dilek, Fehiman, Emel, Mehtap, Sevda, Bahar, Besime, Suna, Fecire, Zühre, Hatice, Kumriye, Huriye, Gülseren, Nurgüzel, Gazel, Barbara, Zeynep, Fethiye, Nuray… Benim adım devrimci… Benim adım savaşçı… Benim adım kadın… Kadın şehitler, kadın çalışmasının can yeleğidir! Yeni Demokrat Kadın olarak kadın çalışması denizine adımımızı attığımızda, bu konudaki yetersizliklerimiz, eksikliklerimiz, yanlışlarımızla yüzleşmiş ve açıkçası biraz da korkmuştuk. Devrimci kadınlar olarak bizim de içinde olduğumuz milyonlarca, hatta dünya üzerindeki milyarlarca kadın, sırf kadın olduğu için 2 hatta 3 kat daha fazla eziliyor, yaşamın her alanında cinsiyetinden kaynaklı baskı ve zulme uğruyor. Bu baskı, zulüm ve ayrımcılığa karşı mücadele etmek, düzenle kavgaya tutuşmaktan geçer. Ancak gel-gör ki emekçi kadının örgütlenmesi ve düzenle kavgaya tutuşması öyle “kolay” bir iş değildir. Çünkü emekçi kadın, halkın diğer kesimlerinin yaşadığı sorunlardan daha fazlasını ve daha kökleşmiş ayrımcılığı yaşar. Bu yüzden -eril bakış açımızdan kaynaklı pek “başarılı” olamadığımız- kadının örgütlenmesinden çıkıp kadın örgütlenmesine gitmek bir ihtiyaç halini almıştı. Belki karamsar bir tablomuz vardı bu konuda ve korkumuza da sebep buydu. Ancak YDK çalışması ile atıldığımız denizde boğulmayacağımızı, örgütlülüğümüze daha da bağlanacağımızı, örgütümüzün bize can yeleği olacağını biliyoruz. Çünkü eksikliklerimiz, yetersizliklerimiz de olsa nice kadın yoldaşımız var, biliyoruz. Ki bunlar kavganın en ön saflarında idi her zaman. Kendilerini sisteme bağlayan zincirlerini ellerini, yüreklerini kanata kanata kırdılar. Eşlerini, çocuklarını bırakarak özgürlüğe, halk için savaşa koştular ve ölümsüzleştiler kavgada. Nice kadın yoldaşımız var biliyoruz. Ki onlar sokaklardan, barikatlardan, dağların doruklarından haykırdılar düşmana, düzene kafa tuttular. Onlar, mücadele ettikleri her alanı canlandıran kadın şehitlerimiz, emekçi kadın örgütlenmesi mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Onlar, kadın çalışmamızda örnek aldığımız, arkalarından yürüdüğümüz meşalelerimizdir. Onlar bizim kadın çalışmamızın nedenleridir. eylemde kadınlar, bebeği ile birlikte öldürülen Hacer Alan’ın resimlerini taşıyarak Tramvay Durağı’ndan Galatasaray’a yürüdüler. Burada platform adına açıklama yapan SKM’den Tuğba Güneş, devletin haksız tahrik indirimleri ile kadın katillerini koruduğunu ve hükümetin cinsiyetçi politika ve söylemleriyle bu kadın cinayetlerine katkıda bulunduğunu belirtti. Özgür gelecek/02 Kavganın kadınları onlar, onlar kavganın adı… Benim adım Kamile Öztürk… Bu kavganın savaşçısıyım. Bu kavganın kadın yüzüyüm ben. Ellerimde işkencede yerde sürüklerken kopan saçlarım var, yanımda taşıyorum onları. İşkencede yaktılar dudaklarımı, tecavüz ettiler yoldaşlarımın gözü önünde. Biliyorum, cinsel işkence, kadını mücadeleden uzaklaştırmak içindir. Ama ben yılmadım, yenilmedim. Benim adım Perihan Çolak… “Sen kızsın karışma bu işlere” dediler. Ama bu kavga benim kavgam, karışmamak olmazdı. Kadın kavgaya karışmalı, kavganın adı olmalıydı. Hep küçümsenen, cahil ilan edilen köylü kadının örgütlenmesi için mücadele ettim. Benim adım Yıldız Çiçek… Erkek egemen düzenin kadına biçtiği role inat özgürleşmek için dağları seçtim. Bir kadının kendisine silah doğrultmasını “erkeklik onuruna” yediremeyen TC komutanı, cansız bedenimi çırılçıplak Şavşat’ta dolaştırdı. Sandı ki böyle teşhir etmekle, kadını aşağıladı. Sandı ki bundan sonra kadın, çekinir savaşa girmekten. Ama yanıldı! Bak, hala savaşmakta, mücadele emekte, kavgayı büyütmekte kadınlar! Benim adım Leyla Karakoç… Sadece kendi çocuklarımı düşünme bencilliğine düşemezdim. Benim gibi erken yaşta evlendirilen milyonlarca kadın acı çekerken, çocuklar yoksulluk ve sefalet içinde büyürken olmazdı. Çocuklarımı seviyorum, ama onlara güzel ve özgür bir gelecek bırakmak için savaşmak zorundayım. Özgürleşmek ve düzenin omzuma yıktığı kadın rolüne savaş açmak zorundayım. Benim adım Ayfer Celep… Ben halk ordusu komutanıyım. Bir kadın Partizan olarak her daim, mücadelenin her alanında önde ben olmalıyım. Kadının edilgenliğine, yoldaşlarımın erkek egemen bakışına en sert vuruşu ben yapmalıyım. Emekçi kadına ulaşmak isterken 8 Mart günü şehit düştüm. İsterim ki, intikamım/intikamımız, emekçi kadınları kavgaya katarak alınsın! Benim adım Çiğdem Yılmaz… Küçük yaşlardan itibaren mücadele safında yer aldım. Evlenme kararı aldığımda çok gençtim. Evlilik, toplumun bana biçtiği kadınlık rollerini dayatınca mücadelemi büyüterek, içimdeki ve evliliğimdeki erkek egemen düzene savaş açtım. Artık yürek işçisiydim, her faaliyet alanına koşarak, her görevi sevinçle yaptım. (En son tasfiyeciliğin üst boyutlarda ilerlediği bir dönemde gerillaya katıldım.) Kadın çalışmasının ihtiyacını iliklerimi kadar hissettiğim için tartışmalarına hep dâhil oldum. Yeni Demokrat Kadın Özgür gelecek/02 Para her şeyi “affeder” mi? Yoğun hak gasplarını içerdiği ayan beyan ortada iken çeşitli süslemelerle, kenarlarına takılmış küçük boncuklarla Torba Yasayı sevimli gösterme aymazlığı hızla devam ediyor. Egemenlerin en sevdiği manevra biçimi olan “kötünün yanına azıcık güzel katma” aymazlığıyla kafa bulandırma çalışmaları yine sahneleniyor. Çalışanlara getirdiği esnek çalışma dayatmasıyla, güvencesiz çalışma koşullarıyla büyük tepki çekeceği aşikar olan Torba Yasanın içinden “öğrenci affı”, “ama ben de buradayım” dercesine gülümsüyor/gülümsettiriliyor. Peki gerçekten öyle mi? Torba Yasa öğrenciye af mı getiriyor? En başta egemenlerin, “eğitim hakkına” duyduğu “derin” saygının kırmızı çizgilerini görmekte fayda var. Misal, “terör suçlarından hüküm giyen öğrenciler” af kapsamının dışında tutuluyor. Ne kadar yoğun “güzelleme” çalışmaları yapılsa da, mesele gelip faşist devletin damarına dokununca ortada eğitim hakkının da esamesi okunmuyor. Öyle ya, “terör suçu” işleyerek devlete başkaldırmış kişinin hakkı mı olurmuş!? Hal böyleyken, Torba Yasa tasarısına eklenen düzenlemeye bir bakalım; Söz konusu düzenleme ile 12 Eylül 1980 ve sonrasında ne sebeple olursa olsun (sonradan değiştirilen 4-17 Şubat 2011 Özellikle genel seçimlerin yaklaştığı dönemlerde siyasi partilerin gündeme getirdiği “öğrenci affı” egemenler cephesinden hep bir rant alanı olarak değerlendirilmiştir. Öyleyse eğitim hakkına duyulan saygıdan doğru “af” çıkarıldığını düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır. ibare ile terör suçundan hüküm giyenler kapsam dışı bırakılıyor) atılan ve ayrılanlara geri dönme imkanı getiriliyor. Düzenlemeden 800 bin kişinin yararlanması bekleniyor. “Af sistemini” taşıyan bu uygulama bir kereye mahsus yapılacak ve öğrencilerin kendi isteği dışında üniversiteler ile ilişiği kesilemeyecek. Özellikle genel seçimlerin yaklaştığı dönemlerde siyasi partilerin gündeme getirdiği “öğrenci affı” egemenler cephesinden hep bir rant alanı olarak değerlendirilmiştir. Öyleyse eğitim hakkına duyulan saygıdan doğru “af” çıkarıldığını düşünmek büyük bir yanılgı olacaktır. Durum bu iken, Torba Yasa ve kapsadığı “öğrenci affı” düzenlemesi görünenin çok da ötesinde geniş bir saldırının habercisi niteliğindedir. Gerçekten de ortada “kötüye eklenen bir iyi” olmadığını görebilmek için medyum olmaya gerek yok. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın konuyla ilgili açıklamalarını ifade edersek meramları Müdürden öğrenciye diploma tehdidi Daha önce okuldaki direnişimizin ardından kimi adımların atıldığını yazmıştık gazetemize. Örneğin öğrencilerden ve ailelerinden para istenmesinin demokratik kurumların müdürle görüşmesinden sonra kaldırıldığını belirtmiştik. Ancak aradan bir hafta geçmeden müdür sınıf başkanlarını çağırıp yine para talebinde bulunmuş ve bu talebini öğrencilere iletmelerini istemiştir. Eğer getirmeyen olursa da diplomalarını almak istediklerinde bu miktarı 2 hatta 3 katına çıkaracağını söylemiştir. Bizler ise bu duruma cevap niteliğinde para verenler listesini boş haliyle gönderdik müdüre. Bizler tüm tehditlere karşı duruşumuzu koruyor ve isteklerimizden taviz vermiyoruz. Eğitim mücadelemizden dönmeyeceğiz, taleplerimizde kararlıyız ve alacağız. (Pertek’ten bir YDG’li) daha net anlaşılacak diye düşünüyoruz. Diyor ki Özcan; “Üniversite eğitimine süre sınırlamasını kaldırıyoruz. Normal sürede eğitimini tamamlayamayan artık atılmayacak, daha fazla harç kredisi ödeyerek devam edebilecek. Böylece bir daha öğrenci affına ihtiyaç kalmayacak.” Daha fazla kredi, daha fazla kâr! Bu açıklamalarla ve bu düzenlemelerle egemenler bir rant kapısı olarak değerlendirdikleri “öğrenci affını” ortadan kaldırdıklarını “müjdeliyorlar”. Sakın yanlış anlaşılmasın rantlarından vazgeçmiş falan değiller. Aksine “kaz gelecek yerden tavuk esirgememe” durumundan başka bir şey yok ortada. Hazır “terör suçundan” hüküm giyenler de kapsam dışı bırakılmış, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” garanti altına alınmış, geriye sadece oluk oluk akan paraları saymak kalıyor. Af diye niteleme pişkinliği gösterdikleri “müşterilerini artırmak” adına bir kampanyaya dönüştürülüyor. “Parasız üniversite mi olurmuş” demişlerdi ya; şimdi de “parasıyla değil mi arkadaşım, istediğin kadar oku, faiziyle harcını yatırdıktan sonra, üniversite kapıları sana ağzına kadar açık” diyorlar! Yapmaya kalkıştıkları “güzellemeyi” bile ellerine yüzlerine bulaştıracak kadar aciz olan egemenler Torba Yasanın dokusuna uygun bir şekilde “piyasaya tam hizmet” şiarını eğitim alanında da uygulama derdini taşıyorlar. Üniversite için ödenen harçlar, bu harçların gün geçtikçe faizlenmesi, bir çığ gibi büyüyerek eğitimin gün geçtikçe daha fazla paralı hale getirileceğinin nişanlarını taşıdığı ayan beyan ortada. Torba yasa paralı eğitimi daha fazla kanunlaştırıp onu da “af” salatasıyla soframıza sunacak kadar ikiyüzlü olan egemenlerin son salvolarındandır. Çare ise egemenlerin ağzının bir torba kadar esnek olduğunu bilip, torbayı büzecek kudreti gençliğin cephesinden de alanlara akıtmaktan geçmektedir. (Ankara YDG) Gençlik 15 Gençler Başbakan’ın peşinde Başbakan, sözde öğrencilerin sorunlarını tartışacağı toplantıyı gençlikten korktuğu için Erzurum’da yaptı. Ancak gençlik, başbakanın peşinden Erzurum’a da gitti. Tüm illerden Ankara’da toplanan Genç-Sen’liler, Erzurum’a gitmek için yola çıktı, ancak polis engeliyle karşılaştılar. Yol boyunca adım başı durdurularak GBT kontrolü yapıldı. En son da Erzincan’da “Erzurum’da GençSen’lilerin güvenliklerinin sağlanamayacağı” gerekçesiyle gençlerin Erzurum’a gitmesi engellendi. Aynı zamanda Öğrenci Kolektifleri de durdurularak gitmeleri engellendi ve ortak bir yol kesme eylemi yapıldı. Aynı gün İstanbul ve Ankara’da da polis üniversitelilere azgınca saldırdı. Ankara’da yürüyüş yapmak isteyen öğrencilere saldırarak 8 kişiyi gözaltına aldı. İstanbul’da da YTÜ’den çıkarak Dolmabahçe’ye yürümek isteyen öğrencilere yönelik saldırıda 31 öğrenci gözaltına alındı, 10 öğrenci yaralandı. Yapılan saldırıları ve gözaltıları protesto etmek amacıyla DGH, DÖB, Ekim Gençliği, Genç-Sen, Kaldıraç, TÜMİGD ve YDG ortak bir yürüyüş düzenlendi. Taksim Tramvay Durağı’ndan başlayan eylemde sık sık faşist baskılar teşhir edildi. (İstanbul YDG) Çanakkale’ye Eskişehir’den destek Üniversitelerde yaşanan faşist saldırılar sürerken aynı zamanda mücadele de devam ediyor. Saldırı ve baskılar çirkin gözünü bu kez Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’ne çevirmiştir. Devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenciler sadece faşistlerin sözlü ve fiziki saldırılarına maruz kalmıyor, jandarmadan da işkence ve baskı görüyorlar. Bu baskıların sonucunda 22 arkadaşımız gözaltına alınmış ve işkenceye maruz kalmıştır. Biz de Eskişehir Yeni Demokrat Gençlik olarak çeşitli yapılarla Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğrencilerinin mücadelelerini desteklemek amacıyla bir basın açıklaması yaptık. Sloganlar eşliğinde basın açıklaması okundu. Halka destek çağrısı yapılarak açıklama sonlandırıldı. (Eskişehir YDG) 4-17 Şubat 2010 Özgür gelecek/02 Sentez 16 Torba Yasa Meclis’te; “Geleceğimiz Torbaya Sığmaz!” İşçi sınıfı ve geniş emekçi yığınların geleceğini doğrudan ilgilendiren Torba Yasa artık Meclis’te. 29 Kasım günü Meclis’e sunulan “Torba Yasa”, 3 Aralık günü Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda oluşturulan alt komisyona sevk edilmişti. Alt komisyondaki görüşmelerin tamamlanmasının ardından 28 Aralık günü, tasarının 7’si geçici toplam 136 maddelik son hali Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmeye başlanmıştı. Yaklaşık 20 gündür komisyonda tartışılan Torba Yasa Tasarısı ciddiye alınabilecek hiçbir değişikliğe uğramadan komisyondan geçti ve 27 Ocak’ta Meclis Genel Kurulu’nda tartışılmaya başlandı. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 7 maddesi, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 29 maddesi, 4474 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’nun ise 6 maddesinde kapsamlı değişikler öngörülen tasarının yasalaşma sürecini hızlandırmak isteyen düzen partileri, komisyonda “gecelerini gündüzlerine katarak” yoğun mesai harcadılar. Bu tempoyu genel kurulda da sürdürmeyi planlayan düzen partileri bu kapsamda tasarıyı 9 bölüme ayırarak temel yasa olarak görüşecekler. AKP, tasarının her gün bir bölümünün genel kuruldan geçirilmesini istiyor. Bunun için milletvekilleri Cuma günleri de çalışacak. Tasarının 24 Ocak kararlarının yıldönümünde meclise gelmesi de oldukça manidar. 27 Ocak günü genel kurula gelen tasarının 28 maddeden oluşan birinci bölümünün ilk 12 maddesi görüşülerek kabul edildi. AKP’nin görüşmeler sırasında tasarıya yeni maddeler eklemesi de bekleniyor. 9 Şubat’a kadar tüm maddelerinin genel kuruldan geçirilerek tasarının yasalaşması hedefleniyor. 24 Ocak Kararları ya da Torba Yasa Çalışma yaşamının baştan aşağı yeni- den düzenlenmesini amaçlayan yasa tasarısı, geniş yığınların tüm kazanılmış haklarını adım adım gasp edecek bir içeriğe sahip. Tasarı daha bütünlüklü ve kapsamlı bir çerçevesi olan “Ulusal İstihdam Stratejisi”ne giriş olarak da değerlendirilebilir. “Türkiye’yi orta ve ileri teknolojik ürünlerde Avrasya’nın üretim üssüne dönüştürmek” amacıyla hazırlanan “Sanayi Strateji Belgesi” ile birlikte örülen bu süreç, ülkemizi adeta bir sömürü cenneti haline getirecek. “Sanayi Stratejisi”ne paralel olarak tartışılan vergi, eğitim, yargı reformları kamu yönetimi reformu saldırının genişliği konusunda yeterince fikir veriyor. Tasarının 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasının hemen akabinde gündeme getirilen “24 Ocak Kararları” ile aynı tarihte meclise gelmesi de yapılmak istenen hakkında bir mesaj anlamı taşıyor olmalı. Toplumsal yaşamın yeniden yapılandırılması, sermayenin önündeki her türlü engelin kaldırılması, kamu kuruluşlarının sermayeye peşkeş çekilmesi gibi bütünlüklü bir içeriğe sahip olan “24 Ocak Kararları” ile sermayeye yeni bir yol haritası çizilmişti. Bugün Torba Yasa ile yapılmak istenen de tıpkı 30 yıl öncesinde olduğu gibi; üstünde sermaye için dizginsiz sömürü ve büyük kâr olan bir rotanın dizayn edilmesidir. Düzen partileri ve gerçek muhalefet Aralarında çok büyük fark varmış gibi görünen düzen partilerinin gerçek yüzleri, söz konusu işçi ve emekçiler olduğunda net olarak görünmektedir. Birbirleri ile adeta kanlı bıçaklı olan AKP ve CHP nedense hem alt komisyonda hem de genel kurulda büyük bir uyum içinde hareket ediyor. Emekçi yığınların geleceği demek olan bu tasarının altına aynı imza atıldıktan sonra AKP ve CHP arasındaki fark bizim için ne ifade ediyor? Egemenler ve efendileri emperyalistler için büyük ve hayati bir öneme sahip olan bu düzenleme mevzubahis olduğunda ortay çıkan istikrarlı tablo sizin de dikkatinizi çekmedi mi? Düzen partileri varlık gerekçelerine uygun bir pratik süreci büyük bir gayretle yaşama geçirirken işçi sınıfın öz örgütleri de üzerine düşeni yapmalı. Birçok sendikanın doğrudan tasfiyesini içeren bu düzenleme ile sendikalaşmanın önüne adeta Çin Seddi çekilecek. Emekçiler esnek ve kuralsız bir dünyada soluk alıp verecek. Bu durum onların örgütlenmesini, bir araya getirilmesini de zorlaştıracak. Ne yazık ki bu gerçekliğe rağmen sendikalardan, emek ve meslek örgütlerinden çıkan ses ihtiyacı karşılamıyor. Ne ki bu konuda özellikle son günlerde gösterilen tepkiler cılız da olsa belli bir hareketlilik de yaratıyor. Türk-İş’in sınıftan gelen tepkilerin zorlaması ile de olsa örgütlediği eylemler önemli bir yerde duruyor. Böylesine kapsamlı bir saldırıya karşı bu tepkiyi büyütmek, geliştirmek ve özellikle de üretim alanlarına yaymak büyük önem taşıyor. Bu çerçevede KESK, DİSK, TMMOB ve TTB tarafından örgütlenecek eylemlerin, direnişlerin içinde yer almak ve büyütmek çok önemli. Torba Yasaya karşı birleşelim örgütlenelim! Ankara: Ankara DDSB olarak yaklaşık 1.5 aydır çalışmalarına başladığımız torba yasaya karşı bir dizi eylem ve etkinlikler gerçekleştirildi. Torba yasanın gündeme gelmesi ile birlikte DDSB’nin de örgütleyicisi olduğu bir dizi toplantı alındı. Yaptığımız çağrıya ise sendikalardan sadece Petrol-İş Ankara Şubesi yanıt verdi ve o da imzacı olarak kalmakla yetindi. Sonuç olarak 13 kurum biraraya geldi ve harekete geçti. İlk olarak Torba Yasayı daha iyi anlamak ve bilgilenmek için 23 Ocak Pazar günü Petrol-İş Sendikasında panel/forum düzenlendi. Panelist olarak ÇHD’den Saliha Şahin ve Tüm Bel-Sen eğitim uzmanı katıldı. Yapılan sunumların ardından 13 kurumun ortak görüşünü anlatan bir açıklama okunarak forum kısmı başlatıldı. Forum kısmında PTT taşeron işçisi olarak çalışırken işten çıkarılan Cem Koray Türedi ilk sözü aldı ve torba yasa geçtiğinde keyfi işten atmaların daha da artacağını söyledi. Herkesi desteğe çağırdı. Devamında KESK’li bir DDSB’li arkadaşımız söz alarak PTT işçilerinin direnişi büyütmek için ve genel saldırılara karşı sınıf sendikacılığının bu süreçte sendikalara hâkim kılınması, yasal zeminde mücadeleye bağlı kalınmayıp fiili-meşru mücadele hattının örülmesi gerektiğini ifade etti. Diğer bir eylem ise Torba Yasanın meclise gelmesine üç gün kala Sakarya Caddesi’nde Türk-İş şubeleri ile bir basın açıklaması yapılmış, bir gün kala ise KESK tüm kurumlara çağrı yapmış ve devrimci ve demokrat kurumlar bu çağrıyı 12 saat önce öğrenmiş- tir. KESK’in ve diğer sendikaların görev savma bilinciyle göstermelik yaptıkları bu eylemler yasanın geçmemesine yönelik değil “protesto etme” mantığıyla yapılmıştır. Bu kapsamda KESK’in aldığı eylem kararı doğrultusunda Emekli Sandığı önünde toplanan KESK’lilerle DDSB’nin de içinde yer aldığı bileşen, döviz ve flamaları ile TBMM’ye doğru yürüyüşe başladı. Daha 20 metre yürümeden polis barikatı ile karşılandı. Yürümekte ısrar edilmesi üzerine polis biber gazı ile saldırdı. Katılımcılar sloganlarla tekrar barikata yüklendiler. Bu sırada polis sık sık “eyleminiz amacını aşmıştır, içinizdeki saldırgan grubu çıkarın” diye anons yaptı. Yoğun yağmura rağmen bekleyen kitle bir saatten fazla sloganlarını kesmeden bekledi. Polisle KESK yöneticileri arasında yoğun tartışmalar yaşandı. Ardından basın açıklaması polis barikatı önünde yapıldı. KESK Genel Başkanı Döndü Çınar tartışmalarda Emniyet Müdür Yardımcısı Kenan Kabak hakkında sendikal hakları engellediği ve kendisini tartışmalar sırasında “canım” diyerek taciz ettiği için suç duyurusunda bulunacağını söyledi. Bu arada görüntü almaktan çok kitleyi taciz eden bir kameraman kitlenin içinden geçerken insanlara sert davranmış, ittirmiştir. Bu kişiye bir DDSB faaliyetçisi kimlik sormuş, soruya “sonra görüşürüz” şeklinde tehditkar bir yanıt almıştır. “Kameraman” olaya müdahale eden KESK’li bir kadına da küfür etmiş, bunun üzerine kitleden gereken cevabı alarak kaçıp polise sığınmıştır. İSTANBUL 26 Ocak günü İstiklal Caddesi’nde biraraya gelen Türk-İş şubeleri yaptıkları eylemle hükümeti ve yasasını protesto etti. KESK, Hava-İş vd. sendikaların da destek verdiği eyleme İGDAŞ ve Karayolları işçileri de katıldı. İstiklal Caddesi’nde yapılan yürüyüş Taksim Tramvay Durağındaki basın açıklaması ile sona erdi. DERSİM KESK Şubeler Platformu tarafından 26 Ocak Salı günü saat 12.00’de Sanat Sokağı’nda yapılan eylemle Torba Yasa protesto edildi. Kitle adına açıklama BES Dersim Şube Başkanı Ümit Yıldız tarafından yapıldı. Açıklamada “Attığı her adımda halkı daha da yoksullaştıran hükümetin son anayasa değişikliği referandumda olduğu gibi ikiyüzlülüğü ve emekçi düşmanı olduğu bu tasarıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır” denildi. (Dersim Partizan) ADANA Torba yasa sendikalar tarafından düzenlenen eylemle protesto edildi. 4 Ocak günü AKP İl Başkanlığı önünde biraraya gelen emekçiler adına basın açıklamasını okuyan SES Şube Başkanı Mehmet Antmen, hükümetin emekçiler üzerinde baskı ve otoriter politikalar uygulamaları hayata geçirdiğine vurgu yaptı. İZMİT DİSK’in “Torba yasasına karşı genel direniş” adı altında İzmit’te gerçekleştirdiği ve yaklaşık 2 bin kişi katıldığı yürüyüş, Sabri Yalım Parkı’nda sonlandırıldı. İşçiler adına açıklama yapan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, yasayı işçilere yönelik bir saldırı olarak değerlendirdi. Hükümetin attığı her adımla işçilerden haklarını çaldığını söyleyen Çelebi, “AKP ne zaman işsizlikle mücadeleden bahsetse altından yeni bir hak gaspı gündeme geliyor” dedi. YÜKSEKOVA DİSK ve KESK Yüksekova Temsilcilikleri, Torba Yasa Tasarısı’na ilişkin Oslo Oteli önünde bir eylem gerçekleştirdi. 27 Ocak günü yapılan eylemde basın açıklamasını okuyan KESK Yüksekova Dönem Sözcüsü Nurettin Demir, yasanın bir an önce geri çekilmesini istedi. Özgür gelecek/02 Çığırından çıkmış bir dünyada umuda sevdalanmak ne yüce bir duygudur. Özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe sevdalanmak; iyiye ve güzel olan her şeye sevdalanmak… Ve bu sevdanın bedeli kimi zaman işkenceler; kimi zaman zindanlar; kimi zaman ölüm olsa da bu sevdadan asla vazgeçmemek… Açlığın, sefaletin, işsizliğin, imha ve inkarın, haksız savaşların kol gezdiği bir dünyada isyan etmek, hakkını aramak elbette en ağır bedelleri de göze almayı gerektirir. Hak aradıkları, özgürlük istedikleri ve hatta düşünü kurdukları için yüzyıllardır halkın devrimci öncüleri düştüler toprağa… Bizlere de onları anmak, bıraktıkları kavga bayraklarını daha da ileriye taşımak düşer. “Onlar ki engin denizdedirler şimdi, Coşkun bir sel akışında, kavga sularında Kanla yaratılan, kanla ekilen ve kanla büyütülen tohumlarda Karadeniz’den Munzurlara savrulan isyan küllerinde Yiğit gerillanın haykıran namlusundadır onlar…” Bizler, Partizanların aileleri olarak Proletarya Partisi tarafından ilan edilen “Parti ve Devrim Şehitlerini Anma Haftası” çerçevesinde onları anmak, mücadele deneyimlerinden öğrenmek için her yıl olduğu gibi bu yıl da çeşitli etkinlikler örgütledik/örgütlüyoruz. Başta da her yıl olduğu gibi bu yıl da gücümüz yettiğince şehit düşenlerimizin ailelerine giderek, acılarımızı ve öfkemizi paylaşıyoruz. Her gittiğimiz ailede düşenlerimizin hatıralarıyla acılarımız yeniden tazelense de öfkemiz daha da bileniyor. 39 yıllık tarihimizde yüzlerce yoldaşımızı ölümsüzlüğe uğurladık. Her biri bizler açısından aynı değerde ve önemdedir. Ailelerine gidemediğimiz ya da ulaşamadığımız yoldaşlarımız oldu elbette. Ancak uzun vadede de olsa yoldaşlarımızın ailelerine ulaşmak, onları ailelerinden de dinlemek, onlardan öğrenmek ve ailelerini evlatlarının davasını sahiplenmelerini sağlamak hedefimiz devam etmektedir. Biz büyük ve güçlü bir aileyiz ve biliyoruz ki gücümüzü umudumuzun büyüklüğünden alıyoruz. 12 Eylül’den bu yana zindanlarda yaşanan vahşet ve direnişin içiçe yaşandığı, yargısız infazların, kayıpların “terörist” dam- 4-17 Şubat 2011 Sentez 17 Düşlerimizi gerçekleştirmek için toprağa düşenler anıldı gası vurularak meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir coğrafyada gerek zindan kapılarında gerekse mezar başlarında ya da sokaklarda, öncelikle gerçeği anlamaya çalıştık. Hangi zihniyetin “terörist” olduğunu anladığımızda da Arjantinli anaların “Önce çocuklarımızı savunuyorduk şimdi onların düşüncelerini” sözünü kendimize şiar alarak yakınlarımızın arkasında değil omuzbaşlarında yerimizi aldık. Çünkü yaşadığımız acılar çoğaldıkça ve yaşadıklarımızın nedenlerini kavradıkça bütün bu sorunlarla tek başımıza mücadele edemeyeceğimizi de gördük. Bir ocak ayında yine onları anarken şehit ailelerinin bayrağı yükseklerde dalgalandırarak en önde yürümeleri de doğru yolda ilerlediğimizin göstergelerinden biridir. Onları anmak, yaşamın her alanında örgütlenmektir Bilincimizin kızıl kor damlaları And olsun ki Yüreğimizde püskürttüğünüz volkanla Devrim nehrinin akışını birleştireceğiz Uğruna can verdiğiniz insanlığa Altınçağ’ı granitleştirerek Armağan edeceğiz 30 Ocak Pazar günü Sarıgazi’de şehit ve tutsak ailelerinin de içinde yer aldığı Partizanlar, Parti ve devrim şehitlerini andı. Merkezde bulunan Bölge Hastanesi önünde toplanan kitle, üzerinde İbrahim Kaypakkaya, Süleyman Cihan, Kazım Çelik ve Mehmet Demirdağ’ın resimlerinin yer aldığı “Düşleri gerçeğe dönüştürmek için düşenleri anıyoruz” yazılı Partizan imzalı pankartın arka- sında yürüyüşe geçti. En önde şehit yoldaşlarımızdan Mehmet ve Ali Demirdağ, Polat İyit, Nergiz Gülmez, Hatice Dilek, Erol Özel, Ali Rıza ve Sırma Boyoğlu, Dursun Erkul, Mehmet Düzen, Hasan Gülünay yoldaşların aileleri ellerinde bayraklarıyla yerlerini aldılar. Yol boyunca “Gerillalar ölmez yaşasın halk savaşı”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür”, “İbrahim’den Mehmet’e selam olsun Partiye”, “Halk savaşçıları ölümsüzdür”, “Ovacık şehitleri ölümsüzdür” sloganları atılarak ajitasyon konuşmaları yapıldı. Mezar başında tüm devrim ve komünizm şehitleri için yapılan saygı duruşunun ardından Partizan adına bir açıklama yapıldı. Açıklamada Ocak ayının tarihsel önemi vurgulanarak şehitleri anmanın ne anlama geldiğine dikkat çekildi. Onları anmanın bulunduğumuz her alanda mücadeleyi daha büyütmekten geçtiğinin altı bir kez daha çizilerek onlardan boşalan mevzilerin doldurulması görevinin bizlerin omuzlarında olduğu söylendi. “Onlar ölmediler” şiirinin okunmasının ardından TKP/ML militanları Parti ve ordu bayrağı açarak Merkez Komite Siyasi Büro imzalı Ocak ayı bildirisini okudular. Bildiride “Yıldızlara tutunarak yürüyenlerin kahredici öfkesi halkları sömüren emperyalistleri ve her türlü alçaklığı yerle bir edecek. Ve biz asla unutmayacağız bayraklaşan şehitlerimizi. Halkların kurtuluşu uğruna güneşe uğurlanan komünist ve devrimci önderleri, ezilenlerin fedakâr evlatlarını, devrimin gözü pek militanlarını saygıyla anıyoruz. Onlara devrim sö- zümüz var. Şehit yoldaşlarımız zafere inancın en büyük teminatıdır. Hiçbirinin kanı yerde, özlemi geride kalmayacak. Onlar ki ebediyete kadar yaşayacak mücadelenin teminatı olan şehitlerimiz özgürlük savaşının parıldayan yıldızlarıdır” denildi. Bildiri sonrası sık sık Türkçe ve Kürtçe “Yaşasın Partimiz TKP/ML”, “Halk Ordu TİKKO katillerin peşinde”, “Şan olsun 3. Kongremize” sloganları atıldı. Daha sonra müzik dinletisine geçildi. Kitle hep bir ağızdan “Yoldaş seni anacağız”, “İşçi köylü ordusunun erleri”, “İbo Haydar Zülfikar” ve “Ordu Marşı”nı söyledi. Daha sonra bir yoldaşımız Ali Uçar’ın kendisine öğrettiği eski bir marşı onu bir kez daha anarak bizlerle paylaştı. Hep birlikte atılan sloganlar ve Partizan andının ardından anma sona erdi. Şehit yoldaşlarımızın ailelerinin bizzat slogan attırması, yine Hatice Dilek yoldaşımızın babası İbiş Amca’nın ayakta zor durmasına rağmen yaklaşık bir saat süren anma boyunca dimdik ayakta durması ve “ben buralara kadar gelip bu mezarların başında slogan atıp marş söyledim ya ölsem de gam yemem artık” demesi, kızının davasını hala sımsıcak yüreğinde hissetmesi hepimizi duygulandırdı. (Partizan Şehit Ve Tutsak Aileleri) 18 Halkın gündemi Pınar Sağ ve Mehmet Özcan’a hapis cezası İstanbul: Halk müziği sanatçısı Pınar Sağ hakkında açılan davanın son duruşması görüldü. Dersim’de bir etkinlikte önder İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü gerekçesiyle hakkında, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. Maddesi uyarınca “örgüt propagandası” yapmaktan dava açılan Pınar Sağ ve Mehmet Özcan’ın 26 Ocak günü Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmasında mahkeme heyeti Sağ ve Özcan hakkında 10’ar ay hapis cezası verdi. Avukatlar bu kararı temyize götürmeye hazırlanıyor. Diğer yandan 29 Ocak günü İstanbul Barosunda gerçekleştirilen basın toplantısıyla verilen cezalar protesto edildi. Pınar Sağ ve Mehmet Özcan, Kaypakkaya’yı anmanın suç olmadığını söylediler. Açıklamanın ardından aralarında Partizan, ESP, DHF, Kaldıraç vd. kurumların da desteğiyle bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüş sonrası açıklamayı Temel Demirer yaptı. Akaryakıt zammı tüm halkımızı etkileyecek Dersim: Akaryakıta yapılan zam Dersim’de Şoförler ve Otomobilciler Odası tarafından protesto edildi. Ticari araç sahipleri şehir merkezinde biraraya gelerek oluşturdukları konvoyla Hükümet Konağı önüne geldi. Burada yolu trafiğe kapatarak basın açıklaması gerçekleştirildi. Kadir Ulaş tarafından yapılan açıklamada “Akaryakıt fiyatlarındaki artış inanılmaz boyutlara vardı. AKP hükümeti öncesi litresi 1.56 TL’ye alınan 95 oktan benzin, bugün % 200 zam yapılarak 4 TL’yi geçmiş durumda. Bu eğitim, sağlık, beslenme, barınma, ısınma ve ulaşım gibi hayatın en temel gereksinimlerine ve her zerresine işlenmiş korkunç bir zam furyası demektir” denildi. Açıklama alkışlarla sona erdi. Partizan, Arızlı depremzedelerini ziyaret etti Partizan olarak, Arızlı depremzedelerini çadırlarında ziyaret ettik ve sohbet ettik: - Ülkü Karahan: Bundan sonra “düzen partilerine oy vermeyeceğiz” diye pankart asacağız. Kimse seçim sürecinde gelip bizden oy istemesin. - Huriye Özdemir: Durmak yok, direnmeye devam edeceğiz. Mücadelemizi sonuna kadar götüreceğiz. Onurumuz ve şerefimiz için mücadeleyi asla bırakmayacağız. - Şemsettin Azak: Siyasilerden bir beklentimiz yok. Siyasi partilerin seçim sürecinde gelip bizleri kandırmasına izin vermeyeceğiz. (ÖG okurları) 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Ne vardı şaşıracak? Parayı veren ıslığını da çaldı? Ne oldu pek haşmetli başbakan ve sayın vezirleri ve de bilumum soytarıları? Övgü dolu sloganlar, “çok yaşa” nidaları duymayı bekliyordunuz değil mi TT Arena Stadyumunun açılışında? Sen onca yıl bunu planla, o kadar “emek” ver, “bütün imkânları” seferber et, sonra ıslıklı protestolara maruz kal! Bunu hiç beklemiyordun herhalde ki apar topar kaçıverdin stadyumdan! Sana da hükümetine de devletine de olan öfkenin büyümesi ve sizi her yerde bulması çok mu zorunuza gitti? Çok mu şaşırdınız? Öyleyse daha çok şaşıracaksınız! Aslında biz de bir miktar şaşırmadık değil elbet! Hani Çarşı grubuna alışılmıştı da Galatasaray tribünlerinden böyle bir protesto pek de beklenmiyordu. Taraftarların böylesine bir ıslık senfonisi dinleteceklerine pek ihtimal verilmiyordu. Ne de olsa futbol denilince artık akla gelen ne yazık ki holiganlık, milliyetçilik, ırkçılık, kavga ve küfür oluyor. Yoksullukla boğuşan, sosyal yaşam diye bir şeyi aklına dahi getiremeyen halkın bir futbol takımıyla kendini özdeşleştirmesi, onunla sevinip onunla ağlaması, tüm öfkesini tribün koltuklarında bırakıp çıkması egemenlerin her daim işine gelmesinden öte egemenler tarafından bizzat ortaya çıkartılır, medyasıyla daha bir fanatikleştirilir, kulüplerle de sermayenin önemli pazarı haline getirilir ve de üç F’nin en önemli ayaklarından biri olarak sömürünün dayanağı yapılır. Büyük kulüplerin yıllık gelirinin kaç asgari ücretlinin bir yıllık geliri olduğunu hiç düşündünüz mü? Üstelik bu kulüplerin en büyük gelir kaynağını da bu kesimler oluştururken! Durum hemen hemen istisnasız buyken, taraftardan beklenen bir davranış olmayacaktı tabi ki TT Arena’nın açılışında başbakan ve TOKİ başkanının ıslıklanması! Hemen ardından yapılan açıklamalara bakılırsa tüm hükümet ve yalakalarının bundan duydukları öfke ve teessüf son derece kulak tırmalayıcı. Ne diyorlar bakalım. “Camian sana ihanet etti. Tribünlere hâkim olamıyor musun?” (Devlet Bakanı Egemen Bağış, GS Başkanı Adnan Polat’a) “Tabii bütün Galatasaraylılara mal etmek istemeyiz ama bu anlayışın mutlaka statlardan uzaklaştırılması lazım.” (Faruk Özak) “Böyle bir Başbakan’a sahipken maalesef onu son derece üzdük. Bunu kabullenmek kesinlikle mümkün değil.” (Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener) “Başbakanı TT Arena’da yuhalayanların babaları belli değildir buna eminim. Şerefsizler yuhalayan kahpe GS taraftarı.” (Gençlik ve Spor Genel Müdür Yardımcısı Salim Terzi) “Tepki koyanlar orada maç da izlemesinler bakalım... Sefillik ve acizlik bu olsa gerek! 100’lerce trilyon harcandı o stadyum için, rüya bir proje gerçekleşti Başbakan sayesinde. İdraktan mahrum sefillere yazıklar olsun!” (AKP Grup Başkanvekili Suat Kılıç) Bu sözlerin hiçbiri birbirine küfreden, bıçaklayan, çirkin tezahüratlarda bulunan taraftarlara söylenmedi. Bu sözlerin hiçbiri etrafa zarar veren, kör şiddetle etrafına saldıran holiganlara yönelik değil. Bu sözler, başbakanlarını ve onun TOKİ başkanını protesto eden taraftarlara söylendi. Başbakan ise apar topar stadyumu terk ettikten sonra yaptı açıklamasını: “Kimse övünmesin.. Galatasaray’ın bu stadyumda tek Allah kuruşu yoktur...” dedi, peşine de artık 8 senedir alışkın olduğumuz tehditlerinden birini daha savurdu: “Daha anlaşmayı yapmadık!” Bir nankörlük tartışması var ortada AKP’li başbakan ve diğerleri açısından. Herkes Erdoğan’a minnet duyguları duymalı. Sanki kendi ceplerinden harcamış- lar, oğullarının gemiciklerinden birini feda etmişler de çalınan ıslıklara “nankörlük” diye feveran ediyorlar. Halkımızın nefret ettiği özelliklerdendir nankörlük. Yediğin kaba tükürmemek erdem değil, herkesten beklenendir. İyi de burada yediğin kap kimin, nankör kim? Halkın (orada ıslık korosunu oluşturan her bir birey de dâhil) vergileri, paraları ile yapılmış olan dev stadyum kimin? Peki, onların parasını ben verdim, ıslığımı da çalarım demeye hakları yok mu? Halkımız nankörlükten nefret eder de yalanı çok mu sever? Galatasaray’a karşılıksız verilmiş bir hediye midir bu TT Arena? Peki, Galatasaray, Mecidiyeköy gibi İstanbul’un en önemli semtlerinden birindeki arazilerinden ve Ali Sami Yen Stadı üzerindeki haklarından vazgeçerek anlaşma yapmamışlar mıdır? Başbakan ve TOKİ’sinin başkanı neden bunları söylemiyor da, yalana sığınıyor? Yalanı ortaya çıkıncaya kadar kendine inanan inanmıştır, kimi etkilesem kârdır diye bakıyor. Başbakanının stadyumdan kaçmasının ardından bu kez TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar alıyor sazı eline: “Galatasaray Yönetimi, Ali Sami Yen ile ilgili kiracılık yükümlülüklerini yerine getiremezken bize geldi. Hem Ali Sami Yen’de hem de burada yükümlülüklerini yerine getiremedi. Özhan Canaydın’ın karşımıza gelip naif ve sessiz sedasız duruşu dün gibi aklımda.” Biri İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı diğeri de büyükşehir ve Eminönü belediyelerinde meclis üyesiyken yolları kesişmiş olan bu iki Erdoğan, 8 yıldır da biri başbakan diğeri TOKİ başkanı olarak koltuklarına yapışmış olarak TT Arena’da işte bu şekilde esip gürlediler. Sanki bu aşağılamalar kendilerine yönelik değilmiş gibi ıslık çalanları tespit ettirip isimlerini Emniyete veren Galatasaray yönetimi ise tükürülen suratlarını “Ya rabbi şükür” edasıyla silmekle meşguller. Taraftarlar mı? Taraftarlardan her zaman küfür duyacak değiliz ya, zaman zaman da olsa böyle güzel sesler duymak hoş oluyor. Onlar da tribünleri izlemeye devam edin diyor... TC uşaklıkta sınır tanımıyor ayrı rapor düzenlemişti. Bu rapora göre Türkiye dahil 14 dev- Amed: ABD’nin gizli belgelerini bir bir yayımlayacağını duyuran Wikileaks, yeni belgelerle gündemdeki yerini koruyor. Wikileaks’in açıkladığı son belgeler ABD’nin ve uşaklarının dünya halklarına yönelik gerçekleştirdiği terörü belgeler bir nitelik taşıyor. CIA’in işkence uçaklarının Türkiye’den geçtiğini açıklayan belgelerde TC’nin ve ABD emperyalizminin çirkin yüzü bir kere daha itiraf edilmiş oluyor. Wikileaks tarafından açıklanan ve Alman “Die Welt” gazetesinde yayımlanan ve ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson’ın bugün ABD Hava Kuvvetleri Komutanı olan Norton A. Schwartz’a 8 Haziran 2006’da gönderdiği raporda, Türkiye’nin söz konusu uçuşlara izin verdiği detaylarıyla anlatılıyor. Konuya dair ilk iddialar ortaya çıktığında (2006) AB, üyelerinin de bu operasyonlarda kullanıldığını belgeleyen iki ilk açıklama, yalanlama şeklinde olmuştu. Ancak Wikileaks let bu operasyonlarda CIA tarafından geçiş amaçlı ve yakıt ikmali için kullanıldı. Bu iddialara Türkiye tarafından yapılan tarafından yayınlanan belgeler TC’nin ve AKP hükümetinin müslümanlığını ve Erdoğan’ın gözyaşlarının timsah gözyaşı olduğunu gözler önüne serdi. CIA tarafından çeşitli ülkelerden gayrı resmi bir şekilde alınan binlerce kişi, Guantanamo başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki işkence tezgâhlarına götürüldü. Bu yapılırken de emperyalizme göbekten bağlı ülkeler başta olmak üzere birçok devlet, aracı olarak kullanıldı. Türkiye’de İncirlik Üssü’nün kullanıldığı belgelerle kanıtlandı. Daha öncesinde konuya ilişkin söylenen yalanlara ek olarak ne gibi yalanların bizleri beklediği ise merak konusu(!) Özgür gelecek/02 rmeni gazeteci yazar Hrant Dink’in katledilişinin 4. yılına girerken davaya ilişkin devletin aymaz tutumu istikrarını koruyor. Şimdiye kadar 4 yıl boyunca 15 duruşması yapılan davanın 16. duruşması 7 Şubat 2011’de görülecek. Geçen dört yıl boyunca davaya ilişkin deliller ortadan kaldırılmaya çalışıldı, kamera kayıtları silindi, resmi kurumlara yazılan yazılara ya hiç karşılık verilmedi ya da yıllar sonra karşılık verildi. Devletin “derin” unsurlarına bulaşmaktan özenle kaçınıldı ve eni sonu devlet denilen çete her fırsatta aklanmaya çalışıldı. Davanın ilerlemesi ve devletin davaya karşı lakayt, aymaz yaklaşımı aslında 4 yıl boyunca halka verilen bir mesajdı. Hem de Ogün Samast denilen tetikçi Hrant’ı öldürdükten sonra, yakalandığında polislerin Türk bayrağının önünde birlikte fotoğraf çektirdiklerinde verdikleri mesajla aynı idi. Devrimciler, komünistler, yurtseverler başta olmak üzere halkın tamamına yönelik bir gözdağı idi. Tehditlere eklenen bir yenisi idi. Devlet bu cinayetle “ileri demokrasisini” tasdiklemişti. Bugün de gözümüzün içine baka baka aydınlara, demokratlara yönelik 4-17 Şubat 2011 Halkın gündemi E k a m r so … p in a s iç e H katliamların devam edeceği haykırılmaktadır. Bu “mesaj” ayağını denk al tehdididir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine giden davada Türkiye’ye mahkûmiyet verildi. Böylece Türkiye bir kez daha AİHM’de mahkum olmuş ve tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Peki, adalet bu mudur? Piyonların yargılanması ve göstermelik cezalar almaları mıdır? Dink ailesinin avukatlarından Fethiye Çetin ve birçok aydın, cinayette kamu kuruluşlarının korunduğunu ifade etmekteler. Hrant’ın katledilmesinden sonraki gelişmeler, ona yapılan tehditler, tetikçilerin bile korunması bu katliamın arka- 19 sında kimler olduğunu bizlere en açık haliyle göstermektedir. Hrant’ın katledilmesinin üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen bir arpa boyu yol alınamaması cinayetin arkasında kimler olduğunu çok açık gösteriyor. Öldürülüşünün 4. yılında AGOS Gazetesi önüne toplanan on binlerce kişi Hrant’ın katilini sloganlarıyla haykırmaktaydı: “Katil devlet hesap verecek” sloganı, bu 4 yılı ve öncesini en iyi şekilde açıklar nitelikte. Hrant’ın katili devlettir ve bizler adaleti devletten beklemiyoruz. Hrant’ın ve binlerce, on binlerce “faili devlet” olan cinayetin hesabının sorulmasıyla adalet beklentimiz gerçekleşecektir. Adalet beklentimiz yeni katliamları, zulümleri gerçekleştirebilecek olan devletin ortadan kalkmasıyla karşılanabilir. Yoksa Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklamaları bu halkı tatmin etmez ve bu halk Cumhurbaşkanınca yapılan açıklamalara kanmaz. 7 Şubat’ta Beşiktaş’ta İstanbul Adliyesi’nde gerçekleşecek olan Hrant Dink davasının 16. duruşmasında Hrant’ın katilinin devlet olduğunu ve katillerden bir gün mutlaka hesap soracağımızı haykırmaya devam edelim. (Amed’den bir ÖG ukuru) Faşizme inat meydanlarda binlerce Hrant vardı… Binlerce kişinin meydanlarda haykırdığı bir gün oldu 19 Ocak 2007. Ermeni halkına karşı yürütülen jenosidin son kurbanı olarak belleklere kazındı Hrant Dink. O, her şeyin bir bedelinin olduğunun farkındaydı ve bu bedeli cesaretinden ödün vermeyerek karşıladı. İstanbul * Katledilişinin 4. yılında Hrant, Genel Yayın Yönetmeni olduğu Agos Gazetesi önünde binlerce kişi tarafından anıldı. “Faşizme inat kardeşimsin Hrant”, “Katil devlet hesap verecek” sloganları sürekli atıldı. Dink’in düştüğü yere karanfiller bırakılan eylemde “Dört yıldır yüzleri yok, yürekleri yok” yazılı dövizler taşındı ve kitle “Ergenekon Caddesi” yazısını “Hrant Dink Caddesi” olarak değiştirdi. İlk olarak Hrant Dink’in bir konuşmadaki ses kaydı dinletildi. Ardından siyasi cinayetlere kurban gidenlerin isimleri okundu. Burada bir açıklama yapan Bülent Aydın, 4 yıldır adaletin daha da körleştiğine değindi. Anma programı Kürtçe, Türkçe ve Ermenice söylenen türkülerle son buldu. * Agos önünden gruplar halinde Taksim meydanına doğru dağılan kitle akşam saatlerinde tekrar biraraya gelerek bir anma daha yaptı. Nor Zartonk, Partizan, YDG, DHF, Alınteri, Kaldıraç, BDP vd. kurumlar “Hrant’ın hesabını soracağız” yazılı ortak pankart arkasında Galatasaray Lisesi’ne kadar bir yürüyüş gerçekleştirdi. Binlerin katıldığı eylemde İstiklal Cad- desi sloganlarla inledi. Yürüyüşün ardından açıklamayı Ermenice olarak Mihran Thomasyan; Türkçe olarak şair Ruhan Mavruk yaptı. Açıklamanın ardından eylem Grup Emeğe Ezgi ve Grup Bandista’nın ezgileri ile son buldu. Mersin Dink katledilişinin 4. yıldönümünde Mersin Emek ve Demokrasi Platformu’nun düzenlediği eylemle anıldı. Saat 17.30’da Eğitim-Sen önünden Taş Bina’ya yürünen anmada kitle öfkeliydi. Kenan Hazar platform adına okuduğu basın metninde Ogün Samast, Erhan Tuncel gibi 18 sanığın yargılanarak bu olayın kapatılamayacağına vurgu yaptı. Anma Sarı Gelin türküsünün söylenmesinin ardından sonlandırıldı. Amed Hrant Dink; Amed, Van, Hakkâri başta olmak üzere birçok Kürt ilinde basın açıklamalarıyla anıldı. * Amed’de Diyarbakır İHD Şubesi tarafından gerçekleştirilen basın açıklamasında; “Maalesef bu ülkede hala güvercinler vurulmakta, tutuklanmakta, yaşadıkları yerlerden sürülmekte ve linç edilmektedir” denildi. * Bir diğer anma ise Van’da İHD, KESK, Mazlum-Der, TİHV, TMMOB, Van Barosu, Genel-İş Sendikası ve EDP tarafından gerçekleştirildi. Feqeyi Teyran Parkı’nda yapılan basın açıklamasında konuşan İHD Van Şube Başkanı Av. Mehmet Ali Şen, Hrant Dink’in mahkemesinin sürece yayılarak unutturulmak istendiğini belirtti. * Hakkari’de gerçekleştirilen basın açıklaması İHD şubesinde yapıldı. Açıklamayı okuyan Şube Başkanı İsmail Akbulut, Hrant Dink davasında yaşanan gelişmelere ve hukuki sürece değinerek, Türkiye’de hala insanların mezhep ve din ayrımından dolayı öldürüldüğünü ve tutuklandığını belirtti. ÖDP, ESP, BDP, Halk Cephesi, DHF ve Partizan katıldı. Malatya Malatya Kız Meslek Lisesi önünde toplanan kitle Hrant Dink’in doğduğu mahalle olan Çavuşoğlu Mahallesi’ndeki eski kiliseye kadar meşaleli bir yürüyüş yaptı. “Hrant’ı unutmadık, unutmayacağız” pankartıyla yürüyen kitle adına okunan açıklamada “Hrant’a sıkılan kurşun Türkiye’de eşit ve özgürce yaşamak isteyen, tek tip olmayı reddeden ve buna karşı mücadele eden bütün insanlara sıkılmıştır. Ne yazık ki aradan dört yıl geçmesine rağmen gerçek katiller yakalanamadığı gibi CMK 102. maddesi uyarınca Ogün Samast’ın da bir sene sonra tahliyesine olanak sağlanmıştır” denildi. Eyleme İHD, KESK, PSAKD, Haçovalılar Derneği, Ankara Aralarında Partizan’ın da bulunduğu devrimci ve ilerici kurumlar Yüksel Caddesi’nde toplanarak Adalet Bakanlığı’na doğru yürüyüşe geçtiler. Ancak kitlenin önü Karanfil Sokak’ta polis barikatı ile kesildi. Polis barikatının önünde Ermenice ezgiler söylenerek, sloganlar atılarak uzunca bir süre beklendi. Kitlenin kararlılığını gören polis geri adım atmak zorunda kaldı. Barikatın kalkması ile kitle sloganlar eşliğinde Adalet Bakanlığı’na doğru yürüyüşe geçti. Bakanlığa gelindiğinde kapısına Hrant’ı temsilen yırtık bir ayakkabı ve siyah çelenk bırakıldı. Saygı duruşunun ardından (Ermenice, Kürtçe ve Türkçe) üç dilde basın metni okundu. “Kaybedenler Kaybedecek!” 304. Hafta İstanbul: Cumartesi anneleri” bu hafta Ahmet Kaya’nın kızı Emine Kaya, İsmail Şahin’in eşi Kiraz Şahin, Nurettin Yedigül’ün kardeşi Muzzaffer Yedigül, Tolga Baykal Ceylan’ın annesi Kadriye Ceylan ve BDP İstanbul Miletvekili Sabahat Tuncel kayıp akıbetlerinin açıklamasını talep eden konuşmalar yaptılar. Yapılan açıklamada Mutki’de bulunan toplu mezarlarda yapılan çalışmaların diğer bölgelerde de yapılması ve kayıpların faillerinin yargılanmasını istendi. 305. Hafta 29 Ocak günü Mustafa Suphi’nin katledilişinin 90. yılında adalet istendi. Eylemde ilk sözü alan Fehmi Tosun’un eşi Hanım Tosun Başbakan’a “Kör müsün, sağır mısın?” diye seslendi. Eylemde söz alan kayıp yakınlarının seslerine kulak verilmesini istedi. 20 Hapishane Sürgün Sevkte Sınır Yok! H. Merkezi: Sincan’dan Muğla E Tipi Hapishane’ye oradan da Alanya L Tipi Hapishane’ye sürgün sevk edilen Fadime Özkan’a, Alanya’ya sevk edildiği 19 Aralık 2010’dan bugüne henüz bir ay geçmiş olmasına rağmen bir ay ziyaret 8 ay da iletişim cezası verildi. Diğer hapishanelerde sorun olmayan birçok eşyanın, orada “yasak” olduğu gerekçesiyle kendilerine verilmediğini ve bu yasakların mantık sınırlarını zorladığını belirten Özkan; “Kurşun kalem kantinde satılıyor ama kalem açacağı ‘yasak’” şeklinde örneklendirmiş bunları. Bunların dışında tedavilerin engellenmesi, ayakta ve mutfakta sayım dayatma (sayımın kendi görevleri olduğu ve tutsakların bulunduğu yerde alınacağı yönündeki tutsakların ısrarlı duruşları sonucu bir süre sonra bu sorun çözülmüş), bardak, kaşık, çatal, bıçak başta olmak üzere her şeyin plastik olması vb. sorunlar devam ediyor. İşçi köylü hapishaneler için tehdit unsuru! H. Merkezi: Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Hapishane’den gazetemize yazan Tutsak Partizanlar İşçi köylü gazetesinin 79. sayısının kendilerine neden verilmediğini kamuoyu ile paylaştılar. Eğitim Kurulu’nun kararı aynen şöyle: “Bahse konu (…) gazetenin 79. sayısı incelendiğinde ceza infaz kurumları personelini isim vererek hedef gösterdiği tespit edildiğinden, 5275 sayılı kanunun 62. Maddesinin 3. Bendinde belirtilen ‘kamu güvenliğini tehlikeye düşüren veya müstehcen haber, yazı, fotoğraf ve yorumları kapsayan hiçbir yayın hükümlüye verilmeyeceği belirtildiğinden, anılan gazetenin ilgililere verilmemesine (…) oy birliği ile karar verilmiştir…” 4-17 Şubat 2011 Tekirdağ 1 No’lu F Tipi’nde yaşananlara bak! H. Merkezi: Tekirdağ 1 Nolu’dan gazetemize ulaşan tutsaklar geçtiğimiz aylarda yaşadıklarını özetlediler. İşte yaşananlardan bir özet: * Hüseyin Uzundağ 24.11.2010 tarihinde hücresinden zorla alınarak, süngerli hücreye konulmuştur. Ve öğlene kadar orada tutulduktan sonra tekrar eski hücresine geri getirilmiştir. Bu sırada yaşanan bu olaya tepki gösteren hücrelere girilerek havalandırma kapıları kapatılmıştır. * 22 Kasım 2010 günü B-1-42 numaralı hücrede kalan Fikret Akar, Barış Cengiz, Rıza Yıldırım’ın havalandırma kapısı kapatılmak istendi. Barış Cengiz ve Rıza Yıldırım havalandırmaya, Fikret Akar ise içeriye kilitlendi. * C-Teklerde kalan Muzaffer Öztürk’e slogan atmaktan ve kendi isteği ile içeri girmediğinden soruşturma açılmış, 1 ay ziyaret, 1 ay iletişim men cezaları verilmiş. * C-Teklerde kalan Gökhan Oruç 08.10.2010 tarihindeki sabah sayımında ikinci müdürlerden Haydar Ali Ak’ı, protesto etmek amaçlı “İşkencecilerden hesap sorduk soracağız” sloganını atması üzerine havalandırma kapısı gün boyu kapalı tutulmuş, hakkında soruşturma açılıp sözlü savunma hakkı gasp edilmiştir. Bu yaşananlar sonucu 1 ay ziyaret, 3 gün hücre cezası verilmiştir. * 1 Aralık 2010 tarihinde sabah sayımında, A-33 nolu hücrede “kısmi arama” gerekçesiyle talan edilmesi ve arkadaşların darp edilmesini protesto etmek için slogan atılıp kapılara vurulmuştur. Buna karşılık da A-B ve C blokta kimi hücre- lerin havalandırma kapıları zorla kapatılmıştır. Bektaş Karaman’ın olduğu A25 nolu hücrenin havalandırma kapısı da kapatılmak istenmiş. Karaman kendi isteği ile içeriye girmemiş, bunu gerekçe yaparak arkadaşımıza saldırıp, darp etmişlerdir. Müdürün emriyle havalandırmadan alınıp süngerli odaya (hücre) kapatılmıştır. Oraya kadar yol boyunca darp edilmiştir. Daha sonra arama bahanesiyle hücreye girilir ve arkadaşımızın elbiseleri zorla çıkartılıp hayalarına tekme atılır. İşkence seansı sonrası elbiselerini üstüne atarak giderler. Yapılanlar sonrası sağ elde sıyrıklar ve sağ kulakta ağrılar, hayalarda ağrılar, idrar yapmakta zorlanma, aşırı yanma hissi yaşar. Arkadaşımızın bütün ısrarına rağmen revire çıkartılmaz. * 23.11.2010 tarihinde sabah sayımı sonrası Coşkun Akdeniz, Fatih Ergin Arpaç ve Cihan Karaman’ın kaldığı B1-45 nolu hücreye baskın yapıp “kapılara vuruyorsunuz” gerekçesi ile arkadaşlarımızı havalandırmadan içeri zorla içeri alırlar. O esnada Coşkun Akdeniz’in eline çekpas sopayla vurarak yaralarlar. Havalandırma kapıları kapatılarak, havalandırma hakları gasp edilir. Yaşanan bu saldırılar sonucu arkadaşlarımıza soruşturma açılmış, slogan atmaları nedeniyle 1 ay mektup (iletişim) cezası verilmiştir. * Nihat Konak, Ayhan Güngör ve Cemil Erdem’in kaldığı C-79 nolu hücreye 08.12.2010 tarihinde sabah sayımında 2. Müdürün talimatıyla çekpas sopası alınmış bu durumu protesto eden arkadaşlarımıza “İşkencecilerden hesap sorduk soracağız” sloganını atması nedeniyle ayrı ayrı 3’er günlük hücre cezası verilmiştir. Tutsaklar bir yılda 6 ay görüşe çıkamadı Ankara: Gazetemize Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishane’den mektup gönderen Tutsak Partizanlar, son bir yılda yaşadıkları hak ihlallerinin özetini yaptılar. Sağlığı gittikçe kötüleşen Yaşar İnce’nin son durumuyla ilgili; “...Her an yeni bir rahatsızlık çıkma potansiyeli var. Son olarak böbrek üstü bezlerindeki büyüme ile ilgili hastaneye gitmeye başladı...” diyerek endişelerini dile getiren tutsaklar; 2010 hak ihlalleri bilançosunu; işkence kötü muamele, sağlık ve haberleşme hakkının gaspı, kitap ve yayınların engellenmesi, sohbet hakkının gaspı ve son olarak da verilen disiplin cezaları şeklinde başlıklar altında sıralamışlar. Tutsakların özellikle dışarıyla iletişimlerini keserek tecriti daha da ağırlaştırmanın bir aracı olarak en sık başvurulan ziyaret yasaklarıyla ilgili bir yıllık bilanço yapan tutsaklar şunları belirtmektedirler; “Böylece tüm siyasi tutsaklara 1 yıl içinde 6 aylık ziyaret yasağı verilmiş oluyor. Ayrıca 30.05.10 tarihinde 17 kişiye anma programı düzenlediklerinden ‘kapı dövme/slogan atma’ gerekçesiyle 1aylık iletişim cezası verilmiş fakat kaldırılmamış cezaları olduğu için bu ceza da ziyaret cezasına dönüşmüştür.” “F Tiplerinde işkence baskı ve ölümlere karşı mücadeledeyiz!” İstanbul: Hapishanelerde hasta tutsakların tedavi hakları engellenirken en meşru hakları ve değerleri de ayaklar altına alınmaya çalışılıyor. Bu saldırıların en yoğun olduğu F tipi hapishanelerde siyasi tutsaklara yapılan saldırılar TUYAB, TUAD ve İHD tarafından protesto edildi. 29 Aralık günü Galatasaray Lisesi önünde biraraya gelen kitle “Hapishanelerde tecrit, işkence, baskı ve ölümler sürüyor! Susma sahip çık” yazılı pankart açarak Taksim Tramvay Durağı’na kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Partizan, ESP, BDP ve daha birçok kurum da yürüyüşe destek verdi. Yürüyüşün ardından açıklamayı İHD İstanbul Şube Başkanı Abdulkadir Boğa yaptı. Boğa yaptığı açıklamada 1 ve 2 No’lu F tiplerinde tutsaklara yönelik yapılan saldırılara değindi. Yetkililerin beş yıldızlı otel olarak sundukları hapishanelerde yaşananları kamuoyuna anlatan Boğa, tüm demokratik kitle örgütlerini zindan gerçekliğini teşhir etmeye çağırdı. Özgür gelecek/02 “Sürgün sevkler direnişimizi parçalayamayacak!” H. Merkezi: Gazetemize mektupla ulaşan Tekirdağ 1 No’ludaki Tutsak Partizanlar 2010 yılının bulundukları hapishanede aralıksız bir biçimde tutsakların haklarının gaspedildiği, saldırıların artarak, işkencelerin yaşandığı bir yıl olduğuna değinerek “Aralıksız bu hak gasplarına, saldırılara yılın son günü arkadaşlarımızın iradeleri dışında, önceden haber verilmeksizin gerçekleştirilen sürgün sevk saldırısı da eklenmiştir. 31 Aralık Cuma günü sabah sayımından 40-45 dakika sonra başlarında 2. müdürler ve baş gardiyanların bulunduğu ekipler önceden belirlenmiş olan hücrelere baskın şeklinde girerek Turgut Kaya, Ulvi Yalçın, İsmail Yılmaz, M. Ali Bozok, Hüseyin Karaoğlan, Hüseyin Erdemir, Hasan Özcan, Bektaş Karaman ve Murat Aktaş isimli arkadaşlarımıza sevklerinin çıktığını söylemiştir. Arkadaşlarımızın eşyalarını almasına, vedalaşmamıza dahi fırsat verilmeden hücrelerden kaçırılarak zorla sürgün sevk gerçekleştirilmiştir. Sürgün sevk nereden bakılırsa bakılsın mantık dışı bir uygulamadır. Tutsakların herhangi bir eşyaymışçasına görüldüğünün pratikteki yansımalarından biridir. (...) En son arkadaşlarımızın maruz kaldığı saldırı devrimci direnişin, özel olarak ağırlaştırılmış müebbetlik tutsak olan arkadaşlarımızın yaşam koşullarının insani ölçülere kavuşturulması talepleriyle gerçekleştirilen demokratik hak arama eyleminin altını boşatmayı, parçalamayı ve zayıflatmayı amaçlamaktadır. Bu saldırı, sürdürmekte olduğumuz demokratik hak arama biçimindeki eylemlilik sürecimize olduğu kadar koşullar ne olursa olsun zindanların devrimin parıldayan siperleri biçimine sokan örgüt ve örgütlü mücadelemize de bir saldırıdır. Temelinde bu vardır. Fakat bilinmelidir ki, sadece bir kişi kalsak dahi örgüt ve örgütlü mücadelenin içeriği o kişide vücut bulduğu ve pratikleştiği gerçeği kendisini defalarca kanıtlamıştır” dediler. Hasta tutsaklar ölümün eşiğinde! İstanbul: Hasta tutsaklara özgürlük talebi ile gerçekleştirilen eylemler sürüyor. 28 Ocak günü Taksim Tramvay Durağı’nda biraraya gelen kitle buradan sloganlarla Galatasaray Lisesi önüne kadar yürüdü. Açıklamayı Ragıp Zarakolu okudu. Açıklamada hasta tutsakların serbest bırakılması gerektiği dile getirildi ve Antalya L Tipi Hapishane’de kanser hastası olan adli tutsak Gülay Çetin’in durumuna dikkat çekildi. Özgür gelecek/02 4-17 Şubat 2011 Tarihten sayfalar 21 TEHCİRDEN KURTULDU, NAZİ KURŞUNLARINDAN KURTULAMADI… 1 Eylül 1906’da Adıyaman’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 4 çocuklu ailenin en küçüğüydü Manuşyan. 1915 Ermeni Soykırım yıllarında ilkin babasını, daha sonra da annesini kaybetti. Öksüz ve yetim kalınca komşularından bir Kürt ailesi ona sahip çıktı. Büyük Felaket yıllarında Manuşyan, böylelikle sağ kaldı. Ermeni Kilisesi, katliamdan kurtulan kimsesiz çocukları topluyordu o sıralar. Binlercesi gibi Manuşyan’a da sahip çıktılar. Kilise Misak ve ağabeyini alıp Suriye Cunye’ye götürüp bir yetimhaneye yerleştirdi. Fransa’ya gelene kadar 20 yıl boyunca ağabeyi ile burada kaldı. 1917 Ekim Devrimi’nin yankıları tüm Rusya’da kendini göstermiş, Ermenistan’da ise devrimle sonuçlanmıştı. Bolşevikler sayesinde Ermenistan Sosyalist Halk Cumhuriyeti kurulmuştu. Ama maalesef Türkiye parçası o günkü İttihat ve Terakki yönetimi tarafından soykırıma tâbi tutulmuş ve yediden yetmişe Ermeni nüfusu yok edilmişti. Devrimden yeni çıkmış, ekonomik olarak zor bir dönem geçiren Ermenistan, tüm kaynaklarını yitirmişken yeniden yapılanma sürecinde yurtdışında yaşayan diaspora Ermenilerine ihtiyaç duyuyordu. Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Fransa, İngiltere, İran, Almanya’ya savrulan Ermeniler buralarda örgütlenmeye başladı. Bunlardan biri de Fransa’daki Ermenistan Yardım Komitesi idi. Misak Manuşyan bu komitede çok sevdiği sevgilisi, eşi, hayat arkadaşı, yoldaşı ve her şeyi olan Meline ile tanışır. Evlenirler. Meline’nin de hayatı tıpkı Manuşyan gibidir. O da öksüz kalmış, yetimhanede büyümüştür. Küçük yaşta babasını kaybeden Meline annesi ile Adapazarı’na yerleşmiştir. Burada bir Amerikan okuluna kaydolmuş ve 18 yaşına kadar buralarda kalmıştır. Sonra İzmir’e taşınmışlar ama katliam, baskı, şiddet yıllarında yaşadıkları korkudan dolayı buradan da gitmek zorunda kalmışlardır. Çünkü İzmir’de çoğunluğu oluşturan Ermeni ve Rumları her zaman tehlike olarak gören dönemin Kuvayi Milliye birlikleri, kaos ve panik yaratarak onları İzmir’den sürmek, yok etmek gayesindedir. İzmir ateşe verilir. Ermeniler ve Rumlar göç etmek zorunda kalırlar. Meline ve ablası da Yunanistan’a kaçarak kurtulur. Misak ile Meline artık bir davanın yol arkadaşıydı. Birlikte Yardım Komitesi’nde çalışma yürütürken okuyan, araştıran, siyasal sorunlara kafa yoran devrimciler olurlar. Ermeni diasporası kültür, sanat, edebiyat alanında dergiler çıkarır, bir dönem başarılı da olur. Fakat maddi sorunlarından dolayı devam ettiremez. Manuşyan Almanya’da iktidara gelen Hitler önderliğindeki Alman faşizminin tehlikeli bir biçimde dünyayı savaş ortamına sürüklediğini görür. Korkunç şeylerin olacağını, faşizme karşı savaşmak gerektiğini, bunun için hazırlıklı olunmasını söyler. 1934 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye olur. Artık faşizm İspanya’da, İtalya’da ikti- dara gelmiş, başta komünistler olmak üzere toplumun her kesimini baskı altına almıştır. Fransa’da aktif olarak gösteri, yürüyüş ve siyasi faaliyetlere katılan Manuşyan öne çıkar ve herkes tarafından çok sevilir. İspanya’da faşizme karşı verilen mücadelede Cumhuriyetçilere yardım için oluşturulan tugaylara yazılır. Savaşa katılmak ister. Fakat FKP bünyesinde yetersiz kadro olduğu için gönderilmez. Fransa, bünyesinde göçmenleri en çok barındıran ülkelerin başında gelir. Hitler faşizminden kaçan insanlar sığındıkları Fransa’da Nazilere ve işbirlikçilerine karşı mücadelede birleşirler. Çek, Macar, İspanyol, İtalyan, Romen… Enternasyonal ruh ve azimle faşizme karşı örgütlenme komiteleri kurarlar. Bu arada Manuşyan yakalanır. Paris’te Sante Hapishanesi’ne konur. İçeride bir an olsun duramaz. Kin ve mücadele isteğiyle dolu olan Manuşyan hapishane müdürü ile konuşur, faşizme karşı savaşmak istediğini söyler. Talebi kabul edilir ve serbest kalır. Daladier hükümeti Nazilere boyun eğmiş, koşulsuz olarak her isteğini yerine getirmektedir. Gestapoya binlerce komünist ve devrimcinin listesini vermiştir. 20-25 yaşları arasında herkes zorunlu olarak Alman fabrikalarında Naziler için çalışmaya götürülmektedir. Çalışmaktan kaçanlar, direnişçilerin safında yer alıyordu. Misak, Marsilya’dan kaçarak Paris’te direnişe katılır. İkinci sefer yine tutuklanır. Her zaman Misak’ın yanında olan Meline onu yalnız bırakmaz. Ziyaretine gider, askerlerden açılan kurşunlardan ölümle yüzyüze kalır ve tesadüfen kurtulur. Gestapo’nun elinde tutulur. Ama komünist olduğu ispat edilemediğinden serbest bırakılır. Paris’te direniş gruplarını örgütleyen Manuşyan, ilk eylemini bizzat kendisi gerçekleştirir. Bir SS kışlasını hedef alır. Her sabah içtima yapan, marşlar söyleyen ve buradan görev yerlerine dağılan askerleri tespit eder ve askerlerin arasına el bombasını atarak onlarca askerin ölmesini, birçoğunun yaralanmasını sağlayarak bölgeden kaçmayı başarır. Bu eylem Paris’te büyük yankı uyandırır. Naziler daha da saldırganlaşır. FKP Manuşyan’ı Paris bölgesi askeri sorumluluğuna getirir. Sayısız sabotaj, cezalandırma eyleminden sonra Manuşyan yakalandığında 56 suikast, 150 öldürme, 600 yaralamadan sorumlu tutulur. Gestapo’nun yoğun saldırı ve operasyonlarından elbette Partizanlar da etkilenir. Binlerce yakalanma olur. Bunlardan çoğu hemen infaz edilir. Gestapo daha ileri gelenlerini yakalamak için bazılarını salıverir. Korkunç takipler, uykusuz geceler atlatırlar. Manişyan ve 22 yoldaşı siyasi komiserin ihanetine uğrar ve 1943 yılında yakalanır. Bu sefer meşhur Fresnes Hapishanesi’ne konulurlar. Üç ay boyunca burada kalır, işkencelerden geçerler. Kendilerine kucak açmış olan Fransa’ya karşı görevlerini yerine getirdiklerini söylerler. Eylemlerini niçin yaptıklarını anlatır, savunurlar. Pişman olmadıklarını her koşulda haykırırlar. Hepsi de işgalci faşistlere karşı savaşmalarının zorunlu ve aynı zamanda kutsal bir görev olduğunu söyler. Manuşyan, mahkemenin atadığı avukatı reddeder. Savunmasını kendisi yapar. Savunmasının bir bölümünde şöyle der: “Almanlara söyleyecek hiçbir şeyim yok. Ben size karşı koyup savaşarak görevimi yaptım. Yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim. Şimdi rolünüzü oynama sırası sizde. Elinizdeyim.” Fransızlara dönerek: “Fakat size gelince, sizler Fransızsınız. Biz Fransa için, bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Sizse vicdanınızı ve ruhunuzu düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, bizse bu uyruğu hak ettik.” Mahkeme yargılama sonucu 23’leri ölüme mahkum eder. Son defa pişman olup olmadıklarını öğrenmek ister. Hepsi Manuşyan’a bakarak hep bir ağızdan HAYIR derler. Aradan bir gün dahi geçmeden aynı gün 23’ler Valerien Tepesi’ne götürülerek kurşuna dizilirler, içlerinden sadece Olga Bancıc (Rumen) isimli kadın direnişçi Fransız yasalarına göre kurşuna dizilemeyeceği için Almanya’ya gönderilir. Giyotine vurularak öldürülür. Manuşyan kurşuna dizilmeden önce aceleyle eşine bir mektup yazar. “Canım Melinem, sevgili küçük yetimim-21 Şubat 1944 Fresnes” satırlarıyla başlayan yazısında: “Ölüme bunca yaklaşmışken ne Alman halkına ne de başka bir kimseye kin duymadığımı ilan ediyorum. Herkes layık olduğu cezayı ve mükafatı bulacak…” der. Ve 21 Şubat 1944’de 23 arkadaşıyla kurşuna dizilir. Thomas Elek (Macar), Roger Rouxel (Fransız), Wolf Wajsbrot (Polonyalı), Rino Della Negra (İtalyan), Maurice Fingercwajg (Polonyalı), Leon Goldberg (Polonyalı), Robert Witchitz (Fransız), Georges Cloarec (Fransız), Marcel Rayman (Polonyalı), Spartaco Fontano (İtalyan), Cesare Luccarini (İtalyan), Jonas Geduldig (Polonyalı), Celestino Alfonso (İspanyol), Willy Szapiro (Polonyalı), Olga Bancic (Rumen), Amedo Usseglio (İtalyan), Szlama Grzywacz Polonyalı, Stanislas Kubacki Polonyali, Joseph Bpczov (Rumen), Emeric Glasz (Macar), Antoine Salvadori (İtalyan), Arpen Tavityan (Ermeni). Şu anda Manuşyan Paris’te Ivry Mezarlığı’nda yatmaktadır. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı semtlere, bulvarlara Manuşyan ismi verildi. Savaştan sonra 23’ler için Ivry’de anıtları dikildi. Meline yaşamına Ermenistan’da devam etti. Ermenice dersleri verdi. Sonra Fransa’ya döndü. Evlenmedi ve 1989 yılında hayata gözlerini yumdu. Manuşyan’ın yanına defnedildi. Ölümünün 66. yılında Manuşyan ve tüm savaşçıları bir daha saygıyla anıyoruz. Geleneksel olarak Türkiye’de her yıl Ocak ayının son haftasında faşizme ve emperyalizme karşı savaşta şehit düşenler anılmaktadır. Mücadelelerini sürdür- mek ve yaşatmak onlardan öğrenilerek olur. Halen Adıyaman’da doğmuş, Fransa’da faşizme karşı savaşta esir düşmüş, kurşuna dizilmiş bir komünistin varlığından bihaberiz çoğumuz. Ermeni halkının bağrından çıkmış Gomidas, General Antranik Paşa, William Saroyan, 1915’te Beyazıt’ta idam edilen 20 sosyalist ve daha niceleri kanlı topraklarda öldürülmüş ya da sürgünde ölmüştür. Bu anlamda devrimci hareketin öğreneceği çok değerli hazineleri vardır. Bu boşluğu geç de olsa dolduran önemli bilgi kaynağı Aras Yayımları’ndan çıkardığı Manuşyan Bir Özgürlük Tutsağı kitabı bir hazinedir. Mutlaka okuyalım. (Bir ÖG okuru) Tarihten kısa kısa… o 6 Şubat 1968: Zonguldak ve Kozlu’da 10.000 maden işçisi işbaşı yapmadı. o 6 Şubat 1991: Genel Maden-İş Sendikası, Zonguldak’taki 42.000 maden işçisini kapsayan toplu sözleşmeyi imzaladı. o 7 Şubat 1966: İzmir Kula ve Yün Mensucat Fabrikası’nda 70 gündür devam eden greve polis saldırdı; 25 işçi, 4 gazeteci yaralandı. o 7 Şubat 1968: Zonguldak’ta 7000 işçi Maden İşçileri Sendikası’nı bastı; polis işçilere cop ve göz yaşartıcı bomba ile saldırdı. o 8 Şubat 1980: Tariş işçileri işletmenin bazı bölümlerini işgal etti, Çiğli İplik Fabrikası’nda işçiler fabrika kapılarını kapatarak barikat kurdu. o 9 Şubat 1871: Osmanlı’da ilk kez Karl Marks’ın bir makalesi Hakayik-ul Vakayi gazetesinde yayımlandı. o 9 Şubat 1988: Diyarbakır Askeri Hapishane’de 2000 tutsak açlık grevine başladı. o 13 Şubat 1925: Şeyh Sait Ayaklanması başladı. o 14 Şubat 1987: Tunceli iline bağlı 234 köyde yaşayan 50 bin kişinin Mersin, Antalya, İzmir ve Muğla’ya yerleştirilmesi kararlaştırıldı. o 17 Şubat 1993: TKP/ML TİKKO ve Dev-Sol tutsakları 35 metre uzunluğunda bir tünel kazarak Nevşehir E Tipi Kapalı Hapishane’den firar etti. Firar edenler arasında 21 Nisan 1999’da Tokat Serkiz’de şehit düşen halk savaşçısı Erol Özel de bulunuyordu. 22 Dünyadan Evrensel Bakış Tunus’ta ateşlenen beden sokaklara cesaret fişeği oldu İşsiz bir gencin bedenini ateşe vermesiyle başlayan sokak gösterileri 23 yıllık zorba yönetimin başı olan Bin Ali’nin ülkeyi terk ederek Suudi Arabistan’a kaçmasına yol açtı. Buna rağmen sokaklardaki gösteriler dinmedi. Göstericiler kurulacak olan yeni geçici hükümette eski yönetimden hiç kimsenin yer almaması konusunda ısrarlılar. Göstericilerin bu ısrarının nedeni ise; yeni oluşturulan koalisyon hükümetine Bin Ali’nin sadık bir yardımcısı olarak bilinen Muhammet Ganuci’nin öncülük etmesi. Bir gencin kendini yakma eylemi, yığınların biriken öfkesini ateşleyen bir fitil görevi gördü. Yani hiçbir şey bir anda oluşmadı. Emperyalizm uşağı zorba yönetimin yaratmış olduğu işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve siyasi baskılar alttan alta bir öfkeyi, bir tepkiyi mayaladı. Dolayısıyla sokaklarda toplumun farklı eğilimlerinden (İslamcılar, milliyetçiler, solcular) kesimleri birleştiren olgu yukarda saydığımız faktörlerdir. Bu durumda şu ana saptamalarda bulunabiliriz: a) Bu kendiliğinden gelişen bir harekettir. b) Taleplerin esası ekonomik karakterlidir. c) Harekete yön veren belirgin bir anlayıştan söz edilemez. İlerici güçlerin bu hareket içinde yer almasını bir “devrim istemi” olarak değerlendirmek abartılı olur. Çünkü devrimler kendiliğinden bir hareketin ürünü değildir. Demokratik ve sosyalist devrimler çağımızın en devrimci sınıfının önderliğinde geniş yığınları örgütleme ve savaştırmanın ürünüdür. Dolayısıyla kendiliğinden gelişen her yığınsal eylem devrim yürüyüşü olarak tanımlanamaz. Ama kendiliğinden gelişen yığınsal hareketlerin ilerici, demokratik veya sosyalist devrimler için ortaya yeni imkanlar çıkararak varolan nesnel koşulları daha da olgunlaştırdığı doğrudur. Bu anlamıyla Tunus’taki halk hareketinin tarihsel bir önemi vardır. Yalnız Tunus’ta değil, Cezayir, Mısır, Ürdün vd. ülkelerde yığınların emperyalizm uşağı kokuşmuş, çürümüş yönetimlere karşı sokaklarda öfkelerini buluşturmaları bir arayışı, bir değişimi içeriyor. Bu arayışların, değişim istemlerinin doğru bir rotada yürümesi, diğer bir ifadeyle suyun yatağını bulması için ilerici ve devrimci önderliklerin varlığı şarttır. Buna rağmen Tunus’taki halk hareketi, yığınların gücünü ve toplumsal değişimlerde oynayacağı tarihsel rolü bir kez daha açığa çıkardı. Devrimcilik ve ilericilik adına kendine ve kitlelerin gücüne güvenmede problem yaşayan herkesin bu ayaklanmadan çıkaracağı dersler olmalıdır. Bu bir. İkincisi, zulme karşı ortaya konulan her başkaldırı haklı ve meşrudur. Bu anlamıyla Kuzey Afrika ve Arap halklarının yoksulluk-sefalet tablosunu yaratanlara karşı gösterecekleri her tepkiyi sahiplenmek, desteklemek gerekir. Burada önemli olan, kötünün iyisini tercih etme, burjuva muhalefetinin yedeğine düşme anlayışından, bu anlayışları güçlendirecek her türlü pratik tutumdan uzak durmadır. Sözgelimi Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesini “diktatörlük yıkıldı” temelinde yorumlamak, yeni burjuva muhalefetine karşı mücadelede emekçi yığınları silahsızlandırmak anlamına gelir. Emperyalistlerin tarihsel miadını dolduran eski uşaklarının yerine yeni uşaklarını kısmi reformlarla yeni sürece nasıl hazırladığı, toplumsal muhalefeti sistem içinde nasıl etkisiz hale getirdiği onlarca tarihi örnekle ortadadır. Dolayısıyla Tunus’ta da kısmi reform, seçim vaatleri, eski rejimden kimi unsurların dışlanması veya yargılanmasıyla mevcut toplumsal muhalefet etkisiz kılınabilir. Ama her halükarda yığınların mücadelesinin ortaya çıkardığı güç, ezilenlerin mücadelesi açısından bir umut yaratmaktadır. Bu gerçeğin altı çizilmelidir. Diğer önemli bir nokta ise; bu tür hareketlerin emperyalizme bağımlı ülkelerde baş göstermesi son süreçte yaşanan ekonomik krizin yarı-sömürge ülkelerde daha ağır yıkımlara yol açtığı gerçeğinin özlü ifadesidir. Derinleşen yoksullaşma, artan işsizlik, yaşanan krizin acı sonuçlarıdır. Dolayısıyla bu ülkelerde kendiliğinde de olsa gelişen hareketleri anti-emperyalist mücadeleye dönüştürmek ilerici ve devrimci güçlerin görevidir. Bin Ali diktatörlüğünün arkasında AB ve ABD emperyalistleri olduğu bilinmektedir. Bu nedenle Tunus, Mısır, Cezayir ve diğer Kuzey Afrika ve Arap halklarının çektiği tüm acıların yaratıcısı, suç ortakları emperyalist güçlerdir. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Afrika’da bir heyula kol geziyor! Tunus’ta “ekmek” sloganına, Cezayir’de “özgürlük”, Mısır’da “onur” ekleniyor. Kitlelerin istediği sadece insanca bir yaşam… Kuzey Afrika’dan Arap yarımadasına yayılan isyan dalgası gerici ve asalak diktatörlerin defolup gitmesinden çok daha fazlasını istiyor. 18 Aralık 2008 tarihinde IMF’nin Fransız Başkanı Dominique Strauss-Kahn, Tunus’a yaptığı ziyaret sırasında Bin Ali’yi ekonomi politikalarından ötürü kutlayarak, burada kabul edilen ekonomi politikasının gelişmekte olan çok sayıda ülke için iyi bir model olduğunu savunmuştu. Ne de olsa emperyalist kapitalizmin asalak derebeyliği halindeki bu ülke, yıllık ortalama % 5 oranında bir ekonomik büyüme seyrinde ve eşsiz plajlarıyla Avrupa için sakin bir tatil cennetiydi. Her yıl daha çok büyüyen ekonomisiyle övünen diktanın gözü, yoksulluktan kavrulanlardan alacağı birkaç dinarlık vergiye dikilmiştir yine de. 17 Aralık 2010 günü, Tunus’ta Muhammed Bouazizi isimli işsiz bir bilgi işlemci, meyve tezgâhının kaldırılmasını protesto etmek için bedenini ateşe verdi. Afrika’nın ve Arap aleminin miskinleri olarak kabul edilen Tunus halkı, hâlihazırda süren “ekmek” talepli protesto gösterilerini Bouazizi’nin çaktığı kıvılcımın ardından dalga dalga büyütme yoluna da. Sosyolog Sadri Khiari’nin de açıkladığı gibi “gönüllü bir hizmetkârlık değil patlama anı için sabırlı bir bekleyiş”te olan mülayim Tunusluların sinin ülkenin ekonomik kaynaklarının neredeyse tamamına sahip olmalarına atfen Fransızcadan uyarlamayla La Trabelsiya(2) dedikleri Tunus için model ülke demişti. Haksız sayılmazdı. Tunus’ta dizginlenemeyen slogan seslerinin çöl tozlarıyla taşınmışçasına Cezayir’de, Ürdün’de, Yemen’de, Mısır’da, Suriye’de yankısını bulması hiç gecikmemişti. İşte modelin etki gücü… Bireysel kaydına sığdırılamayacak oranda kendini yakma eylemleri bir yerde kıvılcım, diğer yerde körük işlevi görmeye başlamıştır bile. (Duvarlara dayanmış işsiz gençlerden mülhem) “Dayananlar”(3) artık dayanma sınırına ulaşmış bir halde Cezayir sokaklarını doldurmuştur. Tunus’ta “ekmek” sloganına, Cezayir’de “özgürlük”, Mısır’da “onur” ekleniyor. Kitlelerin istediği sadece insanca bir yaşam… İsyan dalgasının yarattığı sarsıntıyı ayaklarının altında hisseden gerici despotlar Cezayir’de, Ürdün’de, Yemen’de gıda ve yakıt fiyatlarının, vergilerin düşürülmesi kararı almak zorunda kaldılar. Zira Ürdün’deki protestocular taşıdıkları pankartta oldukça dramatik ama net bir ger- sus var: Şimdi ne olacak? Zira henüz sallantıda olsalar da mevcut iktidarlar kitlelerin öfkesini yatıştıracak bir dizi önlem almışlardır. Baskılara dayanamayacak raddeye gelmiş kitleler açısından ise “örgütsüzlük” en ciddi dezavantaj olarak öne çıkmaktadır. Lakin “Yasemin Devrimi”nde görülen “siber âlem”in etki gücü çok daha fazlasının mümkün olabileceğine işaret etmektedir. En önemlisi -ki isyanın diğer ülkelere yayılmasının en mühim sebebi de- Tunus halkının sınırlı olsa da kazandığı zaferdir. Zira kitleler kendilerinde içkin bulunan yıkılmaz denilen saltanatları alaşağı edebilme ve hatta dünyayı değiştirebilmenin potansiyel kudretine bizzat tanıklık etmişlerdir. Varsın, The Economist güvenle: “Tunus’un dertleri, ne 74 yaşındaki başkanı yerinden edecek ne de onun otokrasi yönetim modelini sarsacak gibi görünüyor.” (6.1.2011) desin. Daha on güne kalmadan Tunus halkı rüştünü ispatlamıştı bile. Varsın emperyalistler itidal ve diyalog çağrıları yaparak riyakârca selamlasınlar Tunus halkını (bakınız Sarkozy, Obama ve benzerlerinin açıklamaları); elbet su akar yatağını bulur bir gün. Tunus’ta muktedirlerin propaganda sloganı her şey yolunda manasına gelen “Kulu şayi behi”(4) imiş. Tanıdık geliyor değil mi? “korkmuyoruz” sloganları atan militan eylemcilere dönüşmesi ani ve spontaneymiş gibi görünse de biriktirilmiş öfkenin dışavurumudur.(1) Tunus yangını dört haftalık kısa bir zaman içerisinde ülkeyi sarmış bulunmakta. İlk başarı 24 yıla varan Bin Ali diktatörünün ülkeden kaçması olarak ortaya çıkmıştı. Kahn, Tunusluların Bin Ali’nin eşi Leyla Trabelsi ve aile- çeği ifade ediyorlardı: Ürdün, yalnızca zenginlerin değildir. Ekmeğimiz kırmızı çizgimizdir. Açlığımızdan ve öfkemizden korkun! Kuzey Afrika’dan Arap yarımadasına yayılan isyan dalgası gerici ve asalak diktatörlerin defolup gitmesinden çok daha fazlasını istiyor. Gözlemci ve eylemcilerin ortaklaştığı, daha doğrusu ortak soruyu sordukları bir hu- “Durmak yok, yola devam!” diye tercüme etmek bile mümkün. Bir de herkes Zine al-Abidine Bin Ali kadar şanslı olmayabilir. Bizden söylemesi… 1- Aktaran Santiago Alba Rico, Tunus Üzerine-Ve Birdenbire Devrim, çeviren Bülent Kale, (bianet) 2- adı geçen makale 3- the Observer, 16.01.2011 4- S. A. Rico, Tunus Üzerine Ve Birdenbire Devrim, çeviren Bülent Kale, (bianet) Özgür gelecek/02 4-17 Şubat 2011 Domino taşları devriliyor; sıra Mısır’da! Tunus, bölgede devrilen dominonun ilk taşı oldu. Sokaklar Tunus’un ardından Cezayir ve Ürdün’de, daha sonra da Mısır’da tutuştu ve Mısır halkı diktatör Hüsnü Mübarek’i devirmek için alanlara çıktı. Halkın % 40’ın üzerinde olan kesiminin günde 2 doların altına geçindiği Mısır’da şu an devlet bakanı olan 82 yaşındaki Hüsnü Mübarek tam 29 yıl- dır ülke yönetiminde. Emperyalist ABD’nin bölgedeki en önemli kuklalarından biri olan Mübarek dönemi yoksulluğun, işkencenin, işsizliğin, yolsuzluğun arttığı bir dönem oldu. Tunus’ta çıkan isyanların etkisiyle halk, Mübarek’e olan öfkesini sokağa taşıdı. Tabii Mübarek de “efendilerinin izniyle” halka olan düşmanlığını bir kez daha sergileyerek halka saldırdı. Tunus’ta isyanın başladığı dönemlerde, Mısır için de “acaba?” soruları kafaları kurcalamaya başlamışken, Mısır egemenleri korkularından yeni reform hazırlığına başlamıştı bile. Hatta Mısır’da isyan öncesi açıklama yapan Mübarek, “Bizim ortak ekonomik eyle- Fransa liman işçileri grevde Fransa’da liman işçileri, emeklilik koşullarının düzeltilmesiyle ilgili patron sendikasıyla daha önce yaptıkları sözleşmenin hükümet tarafından onaylanmasını sağlamak için greve gitti. Liman işçileri sendikası, greve katılımın, başta Marsilya olmak üzere önemli liman kentlerinde yoğun olduğunu açıkladı. Grev yüzünden limanlarda mal indirme ve yükleme işlemlerinin tamamen felce uğradığı öğrenildi. Sendika, Ekim ayında patron sendikasıyla yapılan sözleşme uyarınca, zor koşullarda çalışan yaklaşık 5 ya da 6 bin liman işçisinin normal yasal zamandan beş yıl önce emekli olmasına olanak sağlayacak mutabakatın hükümet tarafından onaylanmasını istiyor. mimizin mutlak surette iş kurmaya öncelik vermesi gerekiyor. İşsizlik ve sefalete karşı mücadele etmeliyiz” açıklamasında bulunarak olası bir isyanı önleme hayaline kapıldı. Ama olmadı… Halk hükümetten gördüğü baskıdan bezmişti ve Mübarek’in bu yalanlarına artık inanmıyordu. Tunus’taki olayların ardından 5 işsiz genç kendini yakma girişiminde bulunmuştu. Ve 25 Ocak günü binlerce Mısırlı başkent Kahire’de işkence, yolsuzluk ve işsizliğe karşı büyük bir gösteri düzenledi. Halk, hep bir ağızdan “çözüm Tunus’tur” deyince korkusu iyice büyüyen Mısır egemenleri, kolluk kuvvetlerini halkın üzerine saldı. 20 ila 30 bin arasında polisin bulunduğu çatışmalarda bir polis ve iki eylemci yaşamını yitirdi. Mısır için “isyan günü” olarak ilan edilen 25 Ocak’ta yaşanan olayların ardından Mübarek, tüm gösterileri yasakladı. Çok yaygın olarak kullanılan ve 25 Ocak öncesi 90 bin gencin katılacağını duyurduğu Facebook ve Twitter gibi sitelere girişimi engelledi. Ama Mısır halkı kararlıydı. Ertesi gün de binlerle sokaklara çıktı ve bu kez hedefleri daha netti. “Mübarek defol!” Ama halk sadece Hüsnü Mübarek’i değil, “Cemal, babanı da al git!” diyerek iktidarı devretmeyi planladığı oğlu Cemal Müba- Arnavutluk kaynıyor! Arnavutluk son yılların en hareketli günlerini yaşıyor. Yolsuzluk iddiaları nedeniyle Başbakan Sali Berişa’nın yardımcısının istifa etmesinin ardından hükümetin de görevi bırakarak seçime gitmesini isteyen muhalefet Başkent Tiran’da büyük bir eylem gerçekleştirdi. Hükümet binaları önünde toplanan 20 bin kişilik kitleye polis saldırdı. Kitlenin polise taş ve molotof kokteyli ile yanıt vermesi ile ortalık savaş alanına döndü. Yaşan çatışmalarda üç genç polis tarafından öldürüldü. Bunun üzerine öfkesi daha da artan kitle Başbakanlık binası çevresindeki otomobilleri ateşe verdi. “Berişa defol”, “Kahrolsun hükümet”, “Erken seçim istiyoruz” sloganlarını haykıran kitle hükümet binalarını işgal etti. rek’i de istemediklerini ilan ettiler. Cemal Mübarek halkın isteğine “boyun eğerek”, eşi Hatice, annesi Suzan ve kızıyla birlikte, yüze yakın bavulunu alıp özel jetiyle ülkeden ayrılıp, Londra’ya gitti! Daha sonraki günler rejim karşıtı gösteriler daha da arttı. Hapishanelerdeki binlerce tutsak ayaklandı. Ebu Zaabal ve Shaben El Qom hapishanelerinde isyan çıktı ve buralara da azgınca saldıran Mısır egemenleri 8 tutsağı öldürdüler. Ancak hapishanelerdeki isyanı bastıramadılar. Halk, hükümeti istemediğini göstermek için başkent Kahire’deki Mübarek’in partisinin genel merkezini bile ateşe verdi. Mübarek bu olayın ardından hükümete istifa etmesini emretti ve kanlı katliamlara imza atması için orduyu devreye soktu. Bu aklı ve bundan sonra izleyeceği seyri efendisi emperyalist ABD’den aldığı açık olan (çünkü protesto eylemleri sürerken, Genelkurmay Başkanı Korgeneral Sami Enan başkanlığındaki üst düzey bir Mısır askeri heyeti de ABD’de görüşme yapıyordu) Mübarek’in ordusunun sokakları zapt etmesi ve halkı baskı altına alması henüz zor görünüyor. Ancak bu sürecin zor geçeceği, eğer halktan gelen bu radikal değişim isyanların kendi çıkarları doğrultusunda çözemezlerse ve dümene kendileri geçemezlerse egemenlerin halkın kanını dökmekten çekinmeyeceği de açıktır. Keza Mısır’daki isyanda 92 kişinin katledildiği 5 günlük bilanço da bunu gösteriyor. ETA’ya operasyonlar sürüyor 8 Ocak’ta aldığı ateşkes kararı almasına rağmen ETA’ya yönelik operasyonlar devam ediyor. ETA’nın sorunun çözümü için uluslararası bir komisyon kurulması ve bu komisyon eşliğinde, Madrid hükümeti ile müzakere masasına oturma talebine karşılık İspanya Adalet Bakanı Francisco Caamano açıklama yaparak, ateşkese rağmen operasyonların devam edeceğini bildirdi ve diyalog yoluna gitmeyeceklerini belirtti. Zira ETA’nın 1998 ve 2006 yıllarında da ateşkes kararına karşın İspanya hükümeti operasyonlarını aralıksız sürdürerek, yıllardır mücadele verilen siyasi sorunun çözümü için demokratik yolları kullanmayacağını göstermişti. Dünyadan 23 NATO dağıtılsın! 5 Şubat NATO’yu protesto yürüyüşünde buluşalım! İşçiler, Emekçiler; Emperyalist savaş ve işgal aygıtı olan NATO’nun temsilcileri, hükümet ve devlet başkanları, sermaye temsilcileriyle birlikte Şubat’ın ilk haftasında Almanya’nın Münih kentinde “NATO Güvenlik Konferansı”nda biraraya gelecekler. Emperyalist devletlerin askeri savaş aygıtı olan katil NATO’nun temsilcilerinin hükümet ve tekellerin temsilcilerinin bir araya geldikleri bu toplantıda elbette ki burjuvazinin güvenliği tartışılmaktadır. Tekellerin başka ülkeleri nasıl talan edecekleri, milyonlarca insanı nasıl daha fazla yoksullaştıracakları, silah ticaretini nasıl güvenceye alacakları, yani daha fazla insanın kanının nasıl akıtılacağı tartışılacaktır. Ezilen halkların direnişlerinin nasıl bastırılacağı, ulusal direniş hareketlerinin nasıl ezileceği tartışılacaktır. Bu saldırılar için NATO’nun nasıl daha fazla işlevli kılınacağı tartışılacaktır. Onların güvenliği bizim güvenliğimizin yok edilmesidir! Emperyalistlerin NATO ve güvenlikten bahsettikleri her gün yüzlerce insan katledilmektedir. Afganistan’da her gün halkın kanını akıtan, Pakistan’da katliamlar yapan, Irak’ta 1 milyon civarında sivili öldüren, Afrika’nın birçok ülkesinde işgalci güç olarak halklara zulüm estiren NATO askeridir. Onların kendi güvenlikleri için attıkları her adımda, bizim güvenliğimizin yok edilmesi yatmaktadır. Dünyada yoksulluktan her 5 saniyede bir çocuk ölürken, 1 milyar insan açlıkla boğuşurken, diğer taraftan tekellerin kasalarının dolup taşmasının güvencesidir NATO. Kapitalist kriz bahanesiyle milyarlarca doların bankalara, tekellere akıtılması, krizin yükünün emekçilere çektirilmesinin güvencesidir NATO. Demokratik hak ve özgürlüklerin sürekli kısıtlanmasının, işçi ve emekçilerin taleplerinin bastırılmasının ve olası ayaklanmaların önlenmesinin güvencesidir NATO. Yerli ve Göçmen İşçiler, Emekçiler; Bu militarist, işgalci aygıtın halkları ezme, katletme planlarının tartışıldığı bu türden zirvelere karşı sessiz kalmayalım. 5 Şubat’ta Münih’te yapılacak olan NATO’yu protesto yürüyüşüne katılalım. Yerli ve göçmen işçi ve emekçiler olarak, burjuvaziye ve onun militarist örgütü NATO’ya karşı birleşelim. Emperyalist savaş aygıtı NATO dağıtılsın! DEKÖP-A Tarih: 5 Şubat 2011, Saat: 13.00 Yer: Marienplatz, München 24 Enternasyonal 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Günümüzün devrimci hareketlerindeki bazı araştırma konuları Mukti Nepal Nepal’de durum: Nepal devrimci hareketi, geniş bir çerçevede Marksizm’in günümüze uygulanmasında örnek bir hareket olarak kabul edilmektedir. Bu hareket eğitim/hazırlık/şiddet içermeyen on yıllar geçirmiş son on yılında ise şiddet içeren bir hareket haline gelmiştir. Son beş yıldır, Nepal Komünist Partisi(Maoist)’in Barış Anlaşması (devrimci orduyu hapsetmesi ve tasfiye etmesi, yeni bir anayasanın yürürlüğe konulması ve monarşinin yıkılması ile orta yol politikalarına katılım sağlaması) imzalamasından bu yana Birleşmiş Milletler ve Hindistan devletinin arabuluculuğunda hareket, görece durgun hale gelmiş görünüyor. Bu barış sürecinde, NKP(M), politik ekonomik değişimleri yukarıdan aşağıya bir yaklaşımla hayata geçirmeye çalıştı. Bu süreçte, NKP(M) kendini ülkenin en geniş yönetici partisi olarak konumlandırdı, bir yıldan kısa bir süre için hükümeti yönetti ve eski monarşi orijinli ordunun itaatsizliği sorunu nedeniyle hükümetten kendi isteğiyle ayrıldı. Bu partinin liderliğindeki hükümet, yolsuzluk suçlamalarından uzak kaldı ve eğitim ve sağlık sektörlerinde küçük ama halk yararına değişiklikler gerçekleştirebildi, ayrıca çiftçi nüfusa güven verdi (örneğin ödenmemiş banka borçlarının silinmesi gibi). Bunlar elbette kurumsallaşmış yapısal değişiklikler değildi ve halka ekonomik yaşamında dikkat çekici değişimlerin varlığını hissettiremedi. Ve aynı zamanda Halk Savaşı döneminde el konulan değerlerin (toprak ve evler) geri iade edilmesi yönündeki muhalefetin baskılarına direnemedi ve hatta savaş sırasında halka paralel kurulan hükümet yapılarını muhafaza da edemedi. Diğer yandan milis güçlerinin bir kısmını Genç Komünist Birliği adlı örgütlenme biçimi içinde konumlandırdı. Bununla birlikte, taktik ifadeler olarak parti resmi belgelerinde ya da barış anlaşmalarında savaşın meşruluğunu savunmuyor gibi görünse de parti önderliği bazı geleneksel konseptlere bağlı kalmadığı yönünde ve Marksizm Leninizm Maoizm’in jargonlarını kullanmadığı için eleştirilmektedir. Bu durum çeşitli konuşmalara, yazılara ve hatta parti tarafından kurucu meclise sunulan anayasa taslağına dahi yansımaktadır. Parti yeni bir devrim modeli oluşturulmasını talep etmektedir. Şu anda, ülke “meşru” bir anayasayı yürürlüğe koymakta başarısız olmuş durumdadır. Parlamentoda yer alan birçok reformist ve gerici partinin NKP(M)’nin kurucu meclise sunduğu anayasa taslağında önerdiği en basit konulara dahi (ulusal burjuvazinin ve orta sınıfın çıkarlarına hizmet eden) muhalefet etmesi gerçeği ülkenin, öngörülen zaman içinde ilerici bir anayasayı yürürlüğe koyamayacağını göstermektedir. NKP(M)’nin devrimci imajı bozulmuştur ve NKP(M), muhalefet tarafından tedricen dışlanmaktadır. Sıradan halk, yaşamlarını sürdürmekte büyük zorluklar yaşamakta ve ekonomik yaşamlarında devrimci değişimler istemektedir. Genel olarak parti kadroları halkın ihtiyaçlarına yanıt olmak için devrimci bir yol için gayret etmekte ve parti liderliğinin üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır. Parti önderliği 2006’da Balaju’da, 2008’de Kharipati’de ve 2010’da Palungtar’da bu baskıya karşılık vermek için ulusal çapta parti konferansları örgütlemiştir. Tüm bu konferanslarda partinin yüksel düzey kadrolarının büyük bir çoğunluğunun devrimci bir rota ve merkezi devlet iktidarını devrimci bir yolla ele geçirmek için uyarıda bulunduğu ifade edilmiştir. Böylece parti bir bütün olarak, kendi niteliğinde bulunan devrimci görev ve merkezi devlet iktidarını ele geçirme taktikleri arasında mücadele vermektedir. Merkezi devlet iktidarının devrimci bir yolla ele geçirilmesinin sonu, -devlet iktidarı üzerindeki kontrolü kazanmak için yukarıdan-aşağıya mı aşağından-yukarıya mı bir yaklaşım içinde olunacağı ya da şiddet ve şiddetsizliğin oranları, ekonomik programlar vs. vs.- gibi konular hakkında parti önderliğindeki farklı yaklaşımlarla sürekli olarak karşı karşıya kalınmıştır. Araştırma konularının içeriği NKP(Maoist), geçici barış sürecine 5 yıl önce girmişti ve o süreçte yeni gruplaşma eğilimleri ve şehirlerde hazırlıkla birlikte güçlendirilmiş merkezi devlet iktidarı ele geçirilememiş ancak toprakların yüzde 80’i ele geçirilmiş, isyancılar saldırı stratejisine girmiş ve çok sayıdaki askeri gücüyle hareket, askeri olarak yenilemez konuma gelmişti. Barış sürecinden önce yerli gerici güçler fiilen yenilmiş durumdaydı. Ki bu yerli gericiler bölgesel ve küresel emperyalist güçler tarafından ağır bir şekilde silahlandırılmış ve eğitilmişlerdi. Nepal politik devriminin geleceği, bölgesel artı küresel emperyalist güçler ile bunlara karşı olan bölgesel artı küresel devrimci güçler arasındaki objektif ve subjektif güç dengeleri tarafından belirlenmişti. Aslında, Nepal devrimci önderliğinin devlet iktidarını ele geçirme ve devrimci ekonomik programlar, bu güç dengesinin değerlendirilmesi konularındaki görüş ayrımı, kanımca tüm dünyadaki çeşitli devrimciler veya devrimlerde çarpışan konulardır. Araştırılan konular: Güç dengesinin değerlendirmesi konusundaki görüş ayrılığı devrimciler içindeki çizgi mücadelesi sorunu haline gelmiştir. Bu, çeşitli biçimlerde yansımaktadır: 1) Tek bir ülkede devrimin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi ve sonuçlandırılmasının zorluğu/imkanı konusu. 2) Emperyalist gücün niteliğinin esasen değişmiş olup olmadığı ve bunun güç dengesine etkisi ya da bu dengeyi değiştirip değiştirmeyeceği konusu. 3) Temel çelişki konusu. 4) Ekonomik programların ve devlet iktidarının niteliği. 5) Devrimci dayanışma konusu. Ek olarak, parti içinde ve partiler arasında düşünceleri ortaya çıkarmak için uygulanan yöntem, tüm ülkelerdeki devrimin gelişiminde büyük bir etkiye sahiptir ve bu sürecin nasıl güçlendireceği, gündemin bir parçası olmalıdır. Emperyalist gücün ve tek bir ülkede devrim imkânının değerlendirilmesi Bazı yoldaşlar emperyalist güçlerin niteliğinin esasen güç dengesini değiştirecek ve günümüzün küreselleşmiş ekonomisi içinde onları çok güçlü kılacak kadar değiştiğine inanmaktalar. G20 ya da benzeri sanayileşmiş ülkelerin işlerini yürütmek üzere çeşitli çok uluslu şirketler gibi küreselleşmiş ağlar oluşturduklarını tartışmaktalar. Bu yoldaşlar devrimciler bu ağlardan birini vurduğu zaman ittifak içindeki tüm ortak ülkelerin tüm gericilerini vurmuş olacaklarını ve sonuçta gerici ittifaktan gelen birleşmiş ve güçlü bir direnişle karşılaşacaklarını tartışıyorlar. Bu direniş zaman zaman devrime karşı ters tepen bir saldırı örgütleyebilir. Devrim yapılmış bile olsa, buna dayanmak çok zordur (hemen hemen imkânsız da denebilir). Bu, onları şu sonucu götürmektedir; ancak bir ya da birkaç ülkede devrimin destekçileri olarak devrimciler iktidara yerleşmiş ya da en azından devrimciler arasında güçlü bir (bölgesel ya da küresel) karşı ittifak yoksa, o tek ülke, başarılı bir şekilde devrimi yaparken imkansız değilse de çok büyük zorluklarla karşılaşacaktır. Bu inanış eğer bu tür bir ittifak ya da destek mevcut değilse devrimcilerin nihai savaşı başlatmamaları gerektiği sonucuna götürmektedir. Ya da başka bir ifadeyle, bu model tüm hazırlıkların mevcut olmasını beklemek adına objektif ve subjektif güçlerin olgunluğu hakkında yanlış hüküm verebilir. Aslında bu paradigma, aşağıda devrimci dayanışma altında tartışıldığı gibi bizi hiçbir zaman doğru değerlendirmelere götürmez. Devrimcilerin gücüne ilişkin bu negatif tutum ve gerici güçlerin abartılı değerlendirmesi hiç de yeni değildir. Tarihte hiçbir devrim bu tür bir karamsarlıktan uzak kalamamıştır. Devrimcilerin halkın/toplumun fiziksel ihtiyaçlarının ürünü olduğu gerçeği ve güç dengesinde halkın en sağlam güç olduğu doğrusu tarafından bu karamsar bakış açılar teorik anlamda kolayca yadsınmaktadır. Bununla birlikte pratik anlamda, “II. Dünya Savaşından ve soğuk savaştan”, büyük Marks, Lenin, Mao ya da diğerlerinin çalışmalarından bu yana “zamanın değişti”ni ve güç dengesinin “küreselleşmiş içeriği”ni öne süren bu yeni mantığın eğer varsa, kendilerine yardımcı olacak yeni gerçekleri ortaya çıkarmak için bazı somut araştırmalara ihtiyacı var. Sadece devrimcilere moral destek vermek için değil aynı zamanda onlara durumu doğru ve kesin bir şekilde değerlendirme imkânı vermek üzere bu bağlamda çeşitli bölge ve ülkelerdeki gerçeklerden de bahsetmeleri için araştırmacılar cesaretlendirilmelidir. Aynı mantık belirli bir 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 ülkede veya belirli bir koşulda temel çelişkinin değerlendirilmesine veya doğru ekonomik programın belirlenmesine uygulanabilir. Temel çelişkinin belirlenmesi konusu: Buradaki konu da yine, dünyanın belli bir parçasındaki devrimlerin önünde engel olarak beliren emperyalist güçlerin değerlendirmesidir. Emperyalist güçler devrimin yürütüldüğü ülke üzerinde ulusal, bölgesel ya da küresel olabilirler. Birçok örnekte, küresel güçler bölgesel veya ulusal gerici güçlerle ittifak içindedirler. Fakat şimdiye kadar kimse ulusal gerici gücü korumak için gelen gerici güçlerle mücadele etmemeyi tartışmamıştır. Esasta tartışma geleceğin tanımlanması üzerinedir. Bazı yoldaşlar, Mao’dan bazı alıntıları referans göstererek yabancı güçlerin sadece askeri olarak müdahale ya da işgal durumunda devrimcilerin hedefi ya da hedefinin bir parçası olabileceğini tartışmaktadırlar. Aksi durumda, esas hedef yerel gericiler olmalıdır ve devrimci faaliyetler yerel demokrasi üzerine yoğunlaşmalı, ulusal hakimiyet hareketi üzerine değil. Onlara göre orduya yapılan silah ve teknik destek Mao’nun yukarıda listelenen aynı çalışmalar için ifade ettiklerinin aksine askeri bir müdahale ya da destek DEĞİLDİR. Devrimi engelleyen gerici politik güçlerin tespitine ek olarak diğer bir araştırma gündemi ise ülkedeki yabancı güçlerin temsilcilerinin ve gericilerin kitleleri sömürmek için kullandığı metotların tespiti üzerinedir. Araştırmacılar, bu bağlamda devrimcilere doğru hedefi ve doğru ekonomik programı tanımlamada yardımcı olmak üzere çeşitli bölge ve ülkelerdeki gerçeklikleri ifade etmek konusunda cesaretlendirilmiştir. Devlet iktidarının niteliği konusu: Bu konu, devrimcilerin, klasik sınıf diktatörlüğü konseptine devam edilmesine ihtiyacı olup olmadığına –hangi durumda halk diktatörlüğü veya proletarya diktatörlüğü, hangi biçimde- ilişkindir. Az sanayileşmiş ülkelerde feodalizm veya emperyalist yanlısı partilerin, sanayileşmiş ülkelerde kapitalizm veya emperyalizm yanlısı partilerin durumu ne olacaktır? (Örneğin bu partilere hükümete eşit düzeyde katılma özgürlüğü verilecek midir verilmeyecek midir?) Bazı devrimciler tarafından savunulduğu gibi özgür rekabete dayalı sosyalizm konsepti ne demektir? Bu tür rekabete dayalı sosyalizmin başlangıcından önce emekçi kitleler/sınıf tarafından emeğin yönetilmesi hakkı, sömürülmeme hakkı, Marks tarafından ifade edilen artı emeğin değerinin güvence altına alınması nasıl sağlanacaktır? Sanayileşmiş ve az sanayileşmiş ülkelerdeki bugünkü mevcut durumda (özellikle de hükümete ya da parlamentoya katılım koşullarında) sınıf siyaseti ve sınıf entegrasyonu nasıl ayırt edilecektir? Eğer yukarıdan aşağıya (ana akım politikaya katılarak değişik- liklerin getirilmesi) ve aşağıdan yukarı (halk düzeyinde örgütlü halkın güç kullanarak değişiklikleri getirmesi) yaklaşımının kaynaştırılması öneriliyorsa, o ülkede bunun oranını ve odağını ne belirleyecektir? Nepal’deki koşullarda devrimci ordunun geleceği hakkındaki kesin öneriniz nedir? Ekonomik programın niteliği konusu: Emperyalist güçlerin gücüne dair yanlış değerlendirmeye sahip olan bazı devrimciler emperyalist ekonomik ağdan kaçamayacaklarını ve pazar ekonomisi ağının bir parçası olmak zorunda ol- sında dayanışmayı inşa etmek ve seslerini yükseltmek için emek verdiler. Bakış açıları ve niyetleri ne olursa olsun, çeşitli gruplar tarafından devrimci dayanışma ihtiyacı üzerine yapılan vurgu, dayanışmanın önemini açığa çıkarmıştır. Bu dayanışmada iki temel eksikliğin olduğunu gözlemliyorum: (1) Yayılmacılık politikası, hegemonya, adaletsiz anlaşmalar gibi bölgesel emperyalist tavırlara açıktan yönelmemiş ve uluslararası ticaret hakkına dair uluslararası anlaşmalara riayet etmemiştir. (2) Protestolar, emperyalist ülkeler tarafından iç işlerine ya da demokrasiye müdahale, işgal ve karışmanın etik yönüyle sınırlı olmakta, fakat ekonomik sömürü kısmı en az teşhir edilen ve protesto edilen yan olmaktadır. Emperyalizm, kapitalizmin geliş- irçok örnekte, küresel güçler bölgesel veya ulusal gerici güçlerle ittifak içindedirler. Fakat şimdiye kadar kimse ulusal gerici gücü korumak için gelen gerici güçlerle mücadele etmemeyi tartışmamıştır. B duklarını tartışmaktalar. Bazı devrimciler Maoist Çin döneminde ya da bugünkü Kuzey Kore’de uygulandığı gibi kapalı bir ekonominin mümkün olabilirliğine açıktan karşı çıkmaktalar. Diğer bazıları da emperyalist güçlerin baskısı altında koruyucu bir ekonomiyi uygulama imkanını bile tasarlamamaktadır. Onların birçoğu emperyalist olmayan ülkelerle uluslararası ticaretin geleceğini görmemektedirler. Ülkelerdeki birçok yoldaş üretim ve hizmet araçlarının mülkiyet biçimlerini (hangisi hakim olacak, özel mi yoksa kamu mu) deklare etmekte gönülsüzler. Özel vurgunculuğun kapsamını ve sermaye artırımı/birikiminin düzenlenmesi konularında özellikle bir sessizlik içindeler. Birçok devrimci esas olarak emekçi sınıfın değil orta sınıfın çıkarlarına hizmet etmekte. Gerçek devrimcilerin, yukarıda bahsi geçen pratiklerin devrimci olup olmadığına dair netlik içinde olmaları gerekiyor ve bu konularda emperyalist, kapitalist ve kapitalist olmayan ülkelerden gelen bilgiler devrimcilere rehberlik etmekte faydalı olacaktır. Devrimci dayanışma konusu ve niteliği: Soğuk savaş sonrasında işlevsel olmamasına rağmen emperyalist olmayan ittifak uzun bir süre var oldu. Reformistler ve devrimciler, her ne kadar çoğu zaman bu sesler emperyalist işgale karşı olmasa da benzer düşünen gruplar ara- miş aşaması olduğu için, içerde kapitalizmi uygulayan veya kapitalist sömürüyü teşvik eden (ya da şu veya bu şekilde emperyalist güçlerin destekçileri olan) partilerin protestoları, ülkedeki anti-emperyalist hareketi etkili bir şekilde etkinleştirememektedir. Gerçek devrimciler emperyalist ekonomik sömürü ve askeri müdahale (direkt ya da dolaylı) ve işgali teşhir ve protesto etmek ve bunları ortadan kaldırmak üzere bir programla bu harekete önderliği ele almalıdır. Araştırmacılar, emperyalist güçlerin (küresel ya da bölgesel) mağdur ülkeleri ve halklarını ekonomik olarak nasıl sömürdüklerini ve bu sömürünün nasıl yasa dışı (ve ahlaksız) olduğunu ortaya çıkaran gerçekleri bulma konusunda cesaretlendirilmiştir. Enternasyonal 25 Fikir süreci ve etkileşim: Bu konu parti içi demokrasi, partiler arası etkileşim ve fikirlerin ortaya çıkış süreçlerinin çoğunluğundaki öznellik üzerinedir. Hiç kimsenin, fikirlerin ortaya çıkması ve sentezde parti içi demokrasinin faydaları konusunda şüphesi olamaz. Sağlıklı çizgi mücadeleleri, alt düzey kadroların da katıldığı düzenli parti konferansları ve içerde geniş çapta toplumla ve yurtdışındaki parti ve toplumlarla düzenli etkileşim bakış açıları, fikir ve düşüncelerin yeni yollarını açığa kesin olarak çıkartacaktır. Birçok durumda, şimdiye kadar, küresel olarak sentezler objektif bilgiden (gerçekler, koşullar, öğrenilen dersler, geniş çaplı en iyi pratikler) çok subjektif bilgilere (görüşler vb.) dayalı olmuştur. Araştırmacıları kısa bir zamanda güçlü olmak, daha az kayıplara neden olmak ve doğru program ve politikalara zamanında ulaşmak amacıyla devrimcileri düzeltmek için devrimci hareketlere yön vermek üzere gerçeklere dayalı genellemeler çizmeye ve eksiksiz ve kesin ayrıntılar sunmaya teşvik ediyorum. Araştırmacılar, nesnelliği ve fikir ve düşüncelerle uygunluğu geliştirmek amacıyla daha iyi yollar önermeye cesaretlendirilmiştir. Sonuç yerine: Sanırım, her şey kasten yanlış bir yolda ilerlemiyor; birçok durumda, doğru bilginin ve metotlarının yokluğu doğru insanları yanlış yollara yöneltmektedir. Devrimci araştırmacılar (veya eğitimciler) insanlara doğru bilgi ve metotları vererek insanlığı adaletsiz, küçültücü ve daha az üretken olmaktan kurtarmakta büyük bir role sahiptirler. Eğer eğitimciler halkın çoğunluğunun (emekçi kitleler de dahil) yaşamlarında sağlam yenilikler temelinde bir şeyler inşa ederse, onlar da doğru genellemeyi yapabilecek ve doğru yolu takip edeceklerdir. Yukarıda sıralanan sorulara (dilerseniz daha fazlasını da ekleyebilirsiniz) verilecek yanıtların Nepal de dahil birçok ülkedeki birçok devrimci partinin çizgisini etkileyeceğini düşünüyorum. Birkaç ülkedeki başarı üstünlüğü diğer ülkelerdeki devrimler üzerinde çarpan etkisi yapacaktır. Yanıtları bulma konusundaki küçük çabalarınız büyük bir zincirleme etkiye sahip olacaktır. 26 Kavga okulu 4-17 Şubat 2011 Kavgada ölümsüzleşenler Pusula “Ser verip sır vermeme” geleneğinin sürdürücüsü… Geçmişten köklü kopuş sağlayamayan, yeni ve gelecek için savaşamaz-2 Devrimci eleştirinin asla bir düşmanlık olarak algılanmaması ve karşısındakini, “rakibini” alt etme ya da ondan intikam alma amaçlı olmadığı, bir tedavi yöntemi olduğu, gelişimin zorunlu bir yasası olduğu doğru kavratılmalıdır. Ancak bu koşullar oluştuğunda eleştiri amacına hizmet edebilir. Bu ortamın kolay ve rahat hazırlanamayacağı, uzun ve emek isteyen yoğun bir ideolojik eğitim ve mücadele içinde kavranacağı görülmelidir. Birkaç eğitim çalışması, toplantı ve konuşmayla bunlar sağlanamaz. Bazen yıllara varan uzun bir süreç gerekebilir. Devrimci saflarda ve faaliyet alanlarında çok zaman devrimci eleştiri doğru algılanmaz, kişiler eleştiriyi kolay kolay kabul etmez. Eleştirinin başladığı yerde hemen gergin ve sinir bozucu bir hava oluşur. Eleştirenle eleştirilen yoldaşlar arasında olur bu gerginlik. Buna kaynaklık eden en önemli etken sınıf bilinci ve devrimci eleştiri konusundaki gerilik ve zayıflıktır. Devrimci eleştiriye doğru yanıt vermeyen tutumlar olduğu gibi farklı küçük-burjuva tutumlar da ortaya konabilmektedir. Kabul etmekten başka bir seçenek kalmadığı, zorunda kaldığı ya da eleştiriyi geçiştirmek için kabul etme tavrı, bilimsel ve doğru bir tutum değildir. Ya da her eleştiri karşısında kendisine fazla yüklenerek eleştiriyi kolay kabul eden, hemen özeleştiri veren tutum da bilimsel değildir. Bu tutum da bir çeşit eleştiriyi kabul etmemektir. Ne devrimci eleştiriyi hiç kabul etmemek ne de her eleştiri karşısında onun özünü kavramadan hemen özeleştiri vermek tutumu doğrudur. İkisi de aynı ölçüde eleştiriyi kabul etmeyen tutumlardır ve bilimsel değildir. Devrimci eleştiri içtenlikle ve dürüstlükle onun doğruluğuna inanılarak kabul edildiğinde iyileştirici ve tedavi edici bir özellik kazanır. Yoksa hiçbir olumlu, yapıcı ve değiştirici özelliği olamaz. Amacına hizmet etmeyen eleştiri, ancak yeni bir eleştirinin başlangıcı olur. Toplumsal örgütlerin hatırı sayılı bir çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazinin eğitim ve kültürel gerçekliğine bakıldığında devrimci eleştiriye yabancı, ondan uzak, ona karşıt bir şekillenişe sahip olunduğu bir gerçektir. Burjuvafeodal toplumun eğitim ve yaşam biçiminde eleştiri kavramına ve gerçekliğine ya hiç yer yoktur ya da çok sınırlı bir yere sahiptir. Bu toplumsal gerçeklik içinden çıkıp devrimci saflara katılanların devrimci eleştiriyi kabul edip benimsemesi hiç de kolay değildir. Hatta uzun yıllar devrimci saflarda olanların bile devrimci eleştiriye kapalı, yabancı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Küçük burjuvazinin her bilgi ve düşüncesi, her beceri ve yeteneği özel mülkiyet sistemine ait bir doku taşır ve onun önemli özelliklerini barındırır. Yıllarca bu gerçeklik içinde eğitilen ve şekillenen bireyin devrimci saflarda kısa sürede dönüşmesi ve değişmesi mümkün değildir. Hele devrimci mücadelenin dalgalı seyrettiği bir süreçte eskiden köklü kopuş kısa sürede başarılamaz. Eski eğitim, bilgi, kültür, alışkanlık, yaşam özel mülkiyet içinde ve bu temel üzerinde şekillenip biçimlenmiştir. Küçük burjuvazi eskiye ait olandan kolay kopmaz ve sahip olduğu özellikleri kolay bırakmaz. Bu niteliklere özel mülkiyeti gibi yapışır. Tutunur ve sarılır. Özel mülkiyete dayalı ve ona ait olandan kopmak, küçük burjuvada müthiş bir sarsıntı yaratır. Bir deprem şoku yaşatır. Proletarya Partisi saflarına katılan küçük burjuvazinin değişim ve dönüşüm mücadele süreci zorluklarla dolu, yoğun emek ve sabır isteyen bir olaydır. MLM bilimi aktif ideolojik mücadeleden yanadır. Bu mücadele olmadan, bunun gerekleri yapılmadan devrimci örgüt kendi iç birliğini sağlayamaz ve sınıf düşmanlarına karşı etkili ve güçlü darbeler vuramaz. Kısaca devrimci görevlerini yerine getiremez. (Bitti) Özgür gelecek/02 Selahattin Doğan: Yoksul bir ailenin çocuğu olarak Sinop’ta dünyaya gelen Doğan, yoksulluktan sadece ilkokulu bitirir, ardından İstanbul’da inşaatlarda çalışmaya başlar. Bir süre sonra Kaypakkaya’nın düşünceleri ile tanışan Doğan, kendisini örgüte adar. Tüm yetmezliklerine savaş açarak, kısa sürede yetkinleşir ve parti üyesi olur. 1978 yılının 5 Ocak sabahı erkenden kalkar. Yüreğinde bir heyecan vardır. Hızlı adımlarla aşar, Bahçelievler’in sokaklarını… Heyecanı, acelesi yeni görevlere, yeni sorumluluklara adım atacağı görüşmeye zamanında yetişmek içindir. Şimdiye kadar faaliyetçisi olduğu koca İstanbul’da onlarca görevin, askeri işin altından başarıyla kalkmıştır zaten… Şimdi Proletarya Partisi’nin 2. Genel Sekreteri Süleyman Cihan’ı görecektir, heyecanı biraz da bu yoldaşlık hasretindendir. Doğan, buluşma yerine doğru ilerler. Etrafının polisle kuşatıldığını ve arama yapıldığını fark eder. Çünkü o bölgede başka bir devrimci örgüt, banka kamulaştırma eylemi gerçekleştirmiştir öncesinde. Doğan bu durumu bilmediği için ansızın girdiği polis çemberinden sıyrılmaya çalışır. Onu son anda fark eden polis ile çatışmaya girer. Bacağından yaralanır ve yakalanır. “Ser verip sır vermemek” bir gelenektir Partizanlarda… Selahattin Doğan da bu geleneği sürdürür işkence tezgâhlarında, düşman karşısında. Düşman yenik düşer Selahattin yoldaş karşısında… Kudurur ve bu öfkeyle onu 2 Şubat günü katleder. Yunus Koç: Kars’ta dünyaya gelen Yunus Koç, Proletarya Partisi saflarında mücadele yürütürken, 2 Şubat 1979’da Ardahan’a bağlı Ölçek köyünde jandarma tarafından katledilerek ölümsüzleşir. Dursun yas esvaplarınız Yığın derleyin Gözyaşlarınızı Bir metal oluncaya kadar Bununla vuracağız Gündüz gece Bununla çiğneyeceğiz Gündüz gece Bununla tüküreceğiz Gündüz gece Kin kapılarını Kırıncaya kadar (Pablo Neruda) Salih Güneş: Dersimli Kürt bir ailenin çocuğu olan Güneş, 14 yaşına kadar yaşadığı Ovacık’ta yoksulluk ve jandarma dipçikleri ile büyüdü. Daha sonra Tarsus’ta çalışmaya başlayan Güneş, burada Partizanları tanıdı ve onlarla beraber kavgada yerini aldı. 12 Eylül AFC’sinin zindanlarında verilen işkence sınavından alnının akıyla çıkan Güneş, daha sonra gerilla bölgesinde siyasi faaliyete başladı. Bir süre sonra yeni görev alanı olarak belirlenen Çukurova’ya giderken 1 Şubat 1993’te geçirdiği trafik kazası ile aramızdan ayrıldı. İhanete cevap olur Mehmet’in kurşunu, Haydar’ın işkencede duruşu Mehmet Düzen: DersimOvacık’ta dünyaya gelir. Küçük yaşta tanıştığı devrimci düşünceler içerisinden Kaypakkaya’nın düşüncelerini benimser ve kısa sürede politikleşir. Bölgede ajitasyon/propaganda faaliyeti yürütür uzun bir süre… 12 Eylül AFC’sinin işbaşına gelmesinden kısa bir süre önce bölgede arananlar listesindedir. Bu durum üzerine gerillaya katılır. Adı Poto’dur. 1981 yılının 5 Şubat gecesi Dersim dağlarını sis bürümüştür. Gerillanın geceyi bölen adımları duyulur… Poto, karanlıkta yoldaşları ile göz göze gelir. “Merak etmeyin yoldaşlar!” dercesine sıcacık gülümser gözleriyle. Aklına takılır Poto’nun… “Dersim insanı, engin bir deniz gibidir. Yüreği sıcak, yüreği devrimcilere açıktır. Ama kalleşi de vardır Dersim’in… Seyit Rızalar da yemiştir bu kalleşlerin hançerini. Şimdi biz de bu hançerden nasibimizi alıyoruz” der. Tanır ne de olsa doğduğu yöredeki insanı. Ama gene de yediremez kendisine ihaneti… O yüzden de biraz önce ihbar edildikleri için Peri Jandarma Karakolu askerlerince basılan Mazgirt’in Örs köyünden böyle gitmek canını yakar. “Sis olması ne kötü!” dedi gerillalardan biri. Çünkü yönünü görmekte zorlanmaktadır gerilla grubu. Nitekim biraz sonra bu kez Muhundu Karakolu jandarmasıyla karşılaşırlar, ama sisten kaynaklı ne kadar yakın olduklarını geç farkederler. Arkalarında da Peri Karakolu jandarması… Çetin bir çatışma başlar. Sabaha kadar sürer bu çatışma. İki yakın ateş arasında kalan gerilla grubundan Poto, aldığı kurşun yaralarıyla çatışma alanında ölümsüzleşir. Haydar Sönmez: Dersim Mazgirt’te dünyaya gelen Sönmez, ’80 öncesi Dersim’de gerçekleştirilen toprak işgali eyleminden sonra tutuklanır. 6 ay sonra hapishaneden çıkarak Partizanların safında kavgasını sürdürür. Bir ihbar sonucu; o dönemde işbirlikçilik denildiğinde akla gelen ilk isim olan Hasan Demirpençe’nin cezalandırılması eyleminde yer aldığı iddiasıyla gözaltına alınır. Sönmez, işkencede, ihanetin kuşattığı çemberi kırarak 1982 yılının Şubat ayında ölümsüzleşir. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Kavga okulu 27 Zeki Peker Zemheri sabahında biten ilkyaz çiçekleridir onlar… Ali Demirdağ Erkan Fener Ali Ekber Batasul Ali İhsan Yalçın Barbara Anna Kistler Ne zaman diye sorma, ne zaman Yaprağın fetreti, gülün kıyamına Gülün kıyamı, ağacın isyanına dönerse işte o zaman Hilmi Yavuz Yel Dağı, tepeden tırnağa düşmana kesmişti ’93 kışında. Dalı düşman, budağı düşman olmuştu. Halk Ordusunun 2. Mıntıka Birliği’nin çekildiği Pülümür yakınlarındaki Geçici Kış Kampı düşman tarafından açığa çıkarılmıştı. Durumu fark eden 50 kişilik gerilla birliği, etraftaki dağ tepelerine öncü birliklerini yerleştirerek, oradan uzaklaştı. Düşman Erzurum’dan 3 bombardıman uçağı, 3 kobra helikopteri kaldırmıştı. Durmadan bombalıyordu kış üssünü. Ama nafile… Alamadı cellat istediğini! “Uzun Yürüyüş” başlamıştı. Soğuğun, karın, zemherinin ayazına karşı gerilla adeta doğa ile savaşıyordu bu kez. Bir destan yazılıyordu Yel Dağı’nda. Gerilla, yüzüne çarpan ve her biri bir kurşun olan kar tanelerine karşı savaşıyordu. Kimi zaman sevdanın/sevgilinin kokusunu taşıyan rüzgar, bu kez gerillanın suratına kırbaç olup çarpıyordu. Dağların süsü, beyazı ölüm oluyordu dikiliyordu gerillanın karşısına. “Yoldaşlar, beni bırakın. Benim kavgam buraya kadar, benden yoldaşlara ve kavgamıza selam söyleyin. Ben artık yürüyemeyeceğim!” diyordu bir ses. Başlar döndü sesten yana… Zeki Peker yoldaş veda ediyordu. Tarihlerden 21 Ocak… Çaresizliğin ağır hüznü, kinin coşkun öfkesine katıldı. Zeki yoldaşın bayrağını emanet alıp ilerledi yoldaşları… Kar çoğaldı, kavga da! Henüz Zeki yoldaşın acısı kabullenilemezken, 22 Ocak günü, bu kez birliğin derviş kılıklı filozofu olan Dr. Hü (Ali Demirdağ) veda etti yoldaşlarına. Yoldaşlarının gözlerinde Ali Demirdağ’ın zafer işareti çakılı kaldı. Hemen ardından Munzur, Erkan Fener’i aldı birlikten… Yüreklerden bir çığ daha koptu Döğüşenler de var bu havalarda El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem Ümit, öfkeli ve mahzun Ümit, sapına kadar namuslu Dağlara çekilmiş, kar altındadır Mırıldanıyordu Orhan (Ali Ekber Batasul) Ahmed Arif’in dizelerini. Gözle- rinde şehit yoldaşları inci inci dökülüyordu. Ateş olup yakıyordu gözbebeklerini, düşerken donuyor kurşun oluyordu. Kardan parçalanan ayakkabısının içinde soğuktan yanan ayaklarına çarpınca yürek acısına beden acısı da ekleniyordu. Birlik, üç yoldaşını şehit vererek köye ulaştı. Evlerden çıkanlar, savaştan dönenleri bağırlarına basıyorlardı. Ayakları yananların, ayak parmakları düşenlerin acılı iniltisi gecenin sessizliğine karışıyordu. Zemheriden çıkmıştı gerillalar, ancak bu kez de zatürre bela olmuştu başlarına. Ama yine de gözler gülüyordu. Enternasyonalin kırmızı karanfili Kinem (Barbara Anna Kistler) neşe ile dört dönüyordu yoldaşları arasında… Kendisi de ağır yaralı ve zatürreydi ama hala hayata sımsıkı bağlıydı. Yattığı yerden pansumanları sırasında bağıran genç gerillalara laf atıyordu Bahtiyar (Ali İhsan Yalçın). Oldukça iri olan bedeni kara teslim olmamıştı ama zatürre onun da başına belaydı. Pansuman sırası kendine geldiğinde, o da diğer gerillalardan aşağı kalmayacak kadar bağırıyordu acıyla. Bu kez gülme sırası diğerlerine geçiyordu. “Bahtiyar komutan, nasılsın?” diyorlardı. “Halkın askeri” Ali Ekber Batasul… 4 Şubat günü bir çığ daha koptu Yel Dağı’ndan…“Ali Ekber Batasul ölümsüzdür!” Dersim’in saf çocuğu Orhan yakalandığı zatürreye yenik düşmüştü. Sevecen ve hep mütevazı bakan gözlerini kapattılar elleriyle yoldaşları. Bir yoldaşı anlatıyordu Orhan’ı. Mazgirt’in Aslanyurdu Köyü’nde dünyaya gelmişti. Küçüklüğünden itibaren Partizanlarla yetişmiş, bulunduğu her yerde düşüncelerini yaymaya çalışırdı. Polat İyit, en sevdiği yoldaşıydı. Her daim ondan bahsederdi. Dersim’de cezalandırılan bir işbirlikçi yüzünden başlatılan bir operasyonda abisi ile gözaltına alınmış, bu olaydan kısa bir süre sonra da köyün gençleri ile birlikte eline askerlik kâğıdı tutuşturulmuştu. Bir kâğıda bir de Munzur’a bakmış Ali Ekber, sonra da kâğıdı yırtmış ve gerilla saflarına katılmıştı. “Dağlarda hepinize savaşacak bir mevzi hazırlayacağız. Sizleri bekliyoruz!” Böyle demişti Kinem, evleri basılıp da İsmail Oral’la gözaltına alınıp tutuklan- dıktan sonra tahliye olduğunda… İşte bu sözler onun kavgada ne yaman olduğunun göstergesiydi. 7 Şubat günü Yel Dağı’ndan kopan çığ, bu kez Kinem oldu. Tüm yoldaşları dünyanın dört bir yanından haykırdı enternasyonalin kırmızı karanfili için: “Barbara Anna Kistler ölümsüzdür!” Yoldaşlarının dudaklarından bu kez onun yaşam hikâyesi dökülüyordu bir ağıt misali… 1955 yılında İsviçre’nin Zürih kentinde dünyaya gelmişti. Politik olarak annesinden oldukça etkilenen ve annesini çok etkileyen Barbara, otonom bir örgütlenme olan Reboolie Bunker’e ilgi duymuştu önceleri… Daha sonra ML düşünceyi benimseyen örgületle yakın ilişkiler kurmaya, çeşitli kadın hareketleri içinde yer almaya başlamıştı. ’80’li yıllarda tanışmıştı Türkiyeli devrimci örgütlerle. Tutsaklarla ilgili uluslararası çalışmalarda, anti-emperyalist birliklerde daha sıkı ilişkiler kurmaya başlamış, 1989 yılında Proletarya Partisi ile örgütsel ilişkiye geçmiş ve Türkiye’ye yerleşmişti. 1991 yılında kaldığı ev basılıp, gözaltına alınmış ve 15 gün işkencede kalmış, ardından tutuklansa da bu süreç onun için daha fazla örgütlenmeye ve düşmana daha fazla öfke duymaya yöneltmişti. Mahkemelerinde “beni siz değil, enternasyonal proletarya yargılar” diyerek meydan okumuş ve hapishaneden çıktıktan sonra dağları seçmişti. Komünistlerin ulusu yoktur. Proletarya Partisi’nin şehit düşmesinin ardından Merkez Komite Onur Üyesi olarak taçlandırdığı Barbara, bunu bir kez daha kanıtlamıştır! Ve Bahtiyar da ölümsüzleşti… 10 Şubat… Yel Dağı’ndan bir çığın daha koptuğu tarih oldu. Yoldaşlar, “Ali İhsan Yalçın ölümsüzdür!” sloganını haykırdıkça büyüdü çığ! Bahtiyar’ın yaşamı, bu dev adamın yaşamı yoldaşları tarafından şöyle anlatıldı: Ali İhsan, 1967 yılında İzmir Bergama’da dünyaya gelmişti. Bu şirin kentten, 19 Mayıs Üniversitesi’ni kazanınca ayrılmış ve burada Proletarya Partisi’nin görüşleri ile tanışmıştı. Gözünü budaktan sakınmayan, aldığı işi sonuna kadar bırakmayan zeki ve yaratıcı kimliğiyle öğrenci gençliğinin mücadelesinde aktif rol oynamıştı. 1990 yılında gerillaya katılmış ve parti üyeliği ile alt bölge komutanlığına kadar yükselmişti. 28 Yaşamdan notlar E N E G ER 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 Uzun bir yolculuğun miadındaki gerçek! İ S E R E D Olanca ihtişamı ile akan Ergene deresi, bir katliamla yüzyüze. ’90’ların başında Çorlu Lüleburgaz ve Çerkezköy’de kurulmaya başlanan fabrikalarla nehrin ölüm emri verildi. İstanbul: Rumeli’nin en büyük nehirlerinden biri. Rodop dağının kuzey eteğinden çıkan Meriç nehri, berraklığını kar sularından alarak Ege Denizi’ne kadar uzanıyor. Bu uzun yolculuğunda Bulgaristan’ın Filibe ovasını, Edirne şehrini, Batı Trakya’yı da alıyor. Uzunluğu 490 km olan nehrin, 172 kilometresi Türkiye’den geçiyor. Bu yolculuk Türkiye’de üç kola ayrılarak devam ediyor. Bu kollardan birisi de Ergene deresi… Olanca ihtişamı ile akan Ergene deresi, Çorlu’da bir katliamla yüzyüze. ’90’ların başında Çorlu Lüleburgaz ve Çerkezköy’de kurulmaya başlanan fabrikalarla nehrin ölüm emri verildi. Önceleri köylüler bu derenin suyunu tarımda kullanıyordu. Ancak tarım arazileri talan edilince bölgelere mantar gibi fabrikalar kurulmaya başlandı. Köylülerin anlatımlarına göre, fabrikalar önceleri bu dereden su ihtiyaçlarını sağlamışlar. Daha sonra fabrika artıkları giderek artınca Ergene nehrine bırakılmaya başlanmış. Bugün Çorlu, Çerkezköy ve Lüleburgaz üçgeninde bulunan toplam 1400 fabrikanın atıkları dereye bırakılıyor. Özellikle deri fabrikalarında kullanılan 93 adet kimyasal zehir, dere üzerine bırakılıyor ve Deri-İş Sendikasının yaptığı araştırmaya göre bu üçgende toplam 128 tane deri fabrikası aktif halde. Fabrikaların yaz aylarında daha randımanlı çalışması dereye bir o kadar fazla zehrin akıtılması anlamına geliyor. Sadece 1 yıl içinde 10 kişi dereden yayılan kanserojen maddeden kaynaklı kansere yakalanarak yaşamını yitirmiş. Trakya Üniversitesi (TÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı bölgede yaptığı araştırmalarda Çorlu’da kanser sıklığının Türkiye ortalamasının üstünde olduğunu, ilköğretim öğrencilerinde bile kanser görülmeye başlandığını belirtiyor. Bir vahşetin ve aldatmacanın panoramasını çizmek… Dere üzerinde uçuşan kuş sürüsü görmek adeta imkânsız. Dağlar doğal yapısından aldığı ihtişamı ve berraklığını yitirmiş, bir “ölüm deresi” gerçekliği ile karşı karşıyayız. Sermayenin talanının somut ifadesi olan bu durum, sömürünün, aşırı kâr hırsının panoraması sanki. 2002 yılında derenin adı artık “ölüm deresi” olarak anılsa da çevre örgütleri ve Çorlu halkı, dereyi yaşam deresi yapmak için mücadeleye giriştiler. Yoğun baskılar sonucu 2004 yılında bölgeye arıtma tesisi kurdurdular. DSİ tarafından yapılan açılış törenine katılan Başbakan Erdoğan şu şekilde konuştu; “Edirne’ye ilk geldiğimde bana Ergene Nehri’nin içinde bulunduğu durumu sormuşlardı. Ben ise bu durumu üç yıl içinde halledeceğimizi söylemiştim. Daha bir senemiz olmasına rağmen Ergene Nehri meselesi halledildi. Biz zamanla yarışan bir iktidarız. Her Bugün Çorlu, Çerkezköy ve Lüleburgaz üçgeninde bulunan toplam 1400 fabrikanın atıkları dereye bırakılıyor. Özellikle deri fabrikalarında kullanılan 93 adet kimyasal zehir, dere üzerine bırakılıyor ve Deri-İş sendikasının yaptığı araştırmaya göre bu üçgende toplam 128 tane deri fabrikası aktif halde. şeyi planlı, programlı yapıyoruz.” Bugün kurulan merkezi arıtma tesisinde suyun kimyasal yapısına bir müdahale yapılmıyor. Sadece su içinde bulunan katı atıklar arıtma adı altında temizleniyor. Arıtma tesisinden gelen suyun yoğunluğu fabrikalardan gelen kirli su ile karşılaştırılamayacak kadar az. Gösteriş anlamında kullanılan, ne dere ne de Çorlu halkı için bir anlam ifade eden ve egemenler için seçim propagandası haline getirilen bir “muhteşem arıtma tesisi” karşımızdaki. Tesisin kurulmasının derede herhangi bir değişiklik yaratmaması bölge halkında tepkiye neden olmuş. Açılan davalar ile bölgeye gelen bilirkişi, patronları aklayan türden rapor çıkarmış ve fabrikalardaki arıtma tesislerinin aktif olarak çalıştığını belirtmişler. Konuyla ilgili Özgür Gelecek gazetesi olarak Çorlu’da fabrikalarda çalışan işçilerden ve halktan bilgi aldık. - Fabrikalar derelere atık bırakmaya devam ediyor mu? - Levent Talikacı (Polyplex iş- çisi): Evet bırakıyor. Zaten bırakmasa dere bu halde olmaz. Bize dereye atık bırakmamamızı tembihliyorlar ama diğer taraftan kendileri atık bırakıyor. Zaten fabrikalar derenin etrafına bu yüzden kuruldu. Şimdi iyi dönemleri, siz bir de yazın geleceksiniz buralara, yolda yürürken burnunu kapatmak zorunda kalıyorsun. Arabayla geçerken, camlar kapalı olsa bile koku camı delip geçiyor. O kadar keskin bir koku yayılıyor yani. - Fabrikalardaki arıtma tesisleri kullanılmıyor mu? - Zaten tesislerin kurulması ayrı bir dert. Çok maliyetli bir şey olduğu için uzun süre kurulmadı. Kurulana kadar bütün zehir dereye bırakıldı. Biz biliyoruz gelen bilir kişilere nasıl rüşvet verildiğini. Onlar da bu ikramiyeye uygun rapor çıkardılar. Bunların tümünün araştırılması lazım. Tesisler kuruldu, ancak bir türlü çalıştırılmıyor. Gündüz faaliyette yarım devir, gece saat 12’den sonra Özgür gelecek/02 4-17 Şubat 2011 “Burada korku dağları yaratıldı!” - Ferhat Kala (Suni Deri işçisi): -Deri fabrikalarında çok fazla kimyasal madde kullanılıyor. Asit, krom, alkol gibi maddeler insanı öldürecek türden. Bu maddeler tek tek dereye bırakılıyor. Eskiden birkaç defa baskı yapıldı. Sonucunda arıtma tesisi kuruldu ama o da çalışmıyor. Zaten çalışsa bu halde olmaz. Burada korku dağları yaratıldı. İnsanlar kültürünü tam yaşayamıyor. Zaten kültürünü kaybedince boyun eğmeye başlıyor. Patronlar da bundan yararlanıyor. İşçileri “muhacırlar* bu kadar paraya çalışıyor” diyerek bölüyorlar. Haliyle bu, insanları yozlaştırıyor, yozlaşmamış olsa bu dere bu halde olmazdı. Yazın dere o kadar çok taşıyor ki üzerindeki köprüden geçiş yasaklanıyor. Bu aralar dingin ama yazın buranın hali iyi olmayacak. AKP’nin çevre günlüğünden isterik nağmeler… AKP her ne kadar çevre aşığı olduğunu iddia etse de gerçekler ortada. İşte Çorlu Ergene Deresi’nden akan vahşetin halka yaşattıkları. Bu katliamı bir de bölge esnafından dinleyelim: - Dere kirliliğinin zararlarına değinebilir misiniz? Muhlit Çakıroğlu (lokanta sahibi): Derenin bize çok zararı var. Yazın bu yollarda yürüyemezsin. Hele bir de rüzgâr esti mi, kaçarsın. Herkes kanser oluyor. Gidip oraya bir bakın, ölü kuşları göreceksiniz. Eskiden oralarda çok güzel hayvanlar vardı, şimdi bir tane bulamazsın. Hepsi telef oluyor. Ya bir de o bölgeye yakın oturan insanlar ne yapsın, hepsi hastalıktan ölecek. Biz yazın sıcağın ortasında insanlar yemek yerken mideleri bulanmasın diye camları kapatmak 29 Yazın sıcağın ortasında insanlar yemek yerken mideleri bulanmasın diye camları kapatmak zorunda kalıyoruz. Dereden kaynaklı ishal, kanser, solunum yetmezliği gibi hastalıklar ortaya çıkıyor. tam devir çalışması lazım ama saat 12.00 olduğunda arıtma durduruluyor. - Fabrika atıkları bölgede başka ne gibi bir zarara neden oluyor? - Zaten dereden kaynaklı ishal, kanser, solunum yetmezliği gibi hastalıklar ortaya çıkıyor. Onun dışında bir de fabrikalardan tüten duman kokusu var. Mesela arkadaşlarımız servisle işe gelirken o kadar çok duman vardı ki bir metre ileriyi göremiyorlardı. Servis şoförü kaza yapmamak için yavaşladı ancak yine de bir başka araçla çarpıştı. Servis içindeki tüm arkadaşlarımız yaralandı. Biz oraya gittiğimizde havadan sarı ve siyah renklerde kül parçacıkları geliyordu. Yani anlatmak istediğim fabrikanın atıkları trafik kazalarına bile neden olabiliyor. Yaşamdan notlar zorunda kalıyoruz. Bizim işlerimizi de etkiliyor. - Buna karşı bir önlem var mı? - Ne önlemi, hiçbir şey yapılmıyor. Sözde oraya bir arıtma tesisi kurulmuş ondan bile siyah su akıyor. Suyun rengi olur mu, anlamıyorum. Resmen vurgun yaptılar. Halkı kandırdılar. İşte bakın biz bu sorunu da çözdük gibi kendi propagandalarını yaptılar. Ama dere aynı dere, koku aynı koku, ölenler yine aynı nedenden kaynaklı ölüyor. - Peki, dereden akan suyun nerelerde kullanıldığı belli mi? - Bir araştırsınlar görecekler nereye aktığını. Çorlu’da kullanılan su, yer altı suyudur. Yer altında bir hat oluşturulmuşlar, şehre dağıtılıyor. Denize akıyordur, denize biz giriyoruz, oradan balık tutuyoruz, tarımda kullanılıyor. Yine biz kullanıyoruz yani. “Ergene’den geçiyoruz, lütfen nefesinizi tutun!” - Ergene deresine bırakılan zehir sizleri nasıl etkiliyor? Sinan Cesur (Otobüs firması personeli): Ben otobüs firmasında çalışıyorum. Ayrıca çocukluğumdan bu yana burada yaşıyorum. Yaptığımız her seferde derenin üzerinden geçmek zorundayız. Çorlu halkı bu derenin kokusuna alıştı gibi ama hepsinde solunum rahatsızlıklarına rastlarsın. Yazın dereler, fabrikalar kışın yine fabrikalar ve kömür kokuları. Burada bir güne bir gün temiz bir havaya rastlamadım. Babamlar eskiden bu dereyi tarım arazisi olarak kullanırmış. Tarımın can damarıymış. Ama artık dere demeye bile bin şahit ister. Yaz aylarında artık yolcularımıza “Ergene deresinden geçiyoruz lütfen nefesinizi tutunuz” diye anonsta bulunacağız. - Bölgede canlı yaşamın bitmek üzere olduğu gerçeğini nasıl yorumluyorsunuz? - Eskiden buradan sürülerle kuşlar geçermiş, konaklarmış. Şimdi buraya uğrayan çıkmıyor. Derenin büyük bir bölümü askeri bölüğün yanından geçiyor. Her yaz askeriye buradan çuvallarla ölü kuşları topluyor. Balık tutulurdu eskiden burada şimdi balık da kalmadı. Hepsi öldü. - Ergene deresinin son hali nasıl? Sizin yaşamınızı da etkiliyor mu bu kirlilik? Ali Şamiloğlu (taksi şoförü): Şu an dereden çok fazla koku gelmiyor. Ama yazın fabrikalar daha fazla çalıştığı ve havalar sıcak olduğu için dere daha fazla kirleniyor. Haliyle daha fazla pislik atılıyor dereye. Yazın bir de rüzgâr esti mi koku bir kilometreden alınıyor. Ben dereye uzak oturuyorum ama kokusu bize kadar geliyor. Hele bir de derenin yakınlarında oturanlar ne yapsın? - Kurulan arıtma tesisi kullanılmıyormuş, bu konuda ne düşünüyorsunuz? - Arıtma tesisi oy için kuruldu bence. Biz baskı yapmasak o da olmayacaktı. Kurulduktan sonra zaten çalışmadı. Arıtma tesisinin tam çalışması lazımken çalışmıyor. Az da olsa arıttığı suyu pis dereye bırakıyor. Ne faydası var ki o zaman bu derenin. Keşke sorun sadece dere olsa, fabrika bacaları da sorun. filtre takmıyorlar. Taksalar bile etrafta aşırı duman oluyor. Her iki adıma bir fabrika yapıyorlar. “Size istihdam sağlayacağız” diyorlar ama bir yararını göremiyoruz. Resmen Çorlu’yu bitirdiler. AKP her yeri talan etti. Patronları korudu. * Doğu Avrupa’dan göçen Türkler için kullanılıyor. 30 Kültür-Sanat 4-17 Şubat 2011 Katliamlara yeni perde: Müze cezaevlerinden hapishane müzeleri Geçtiğimiz yılın sonunda Ulucanlar Hapishane Müzesi nedeniyle devletin ikiyüzlü politikalarından birine daha tanıklık ettik. İkiyüzlülüklerini görebilmek için, önce açılan Ulucanlar Müzesi’yle ilgili ne söylediklerine bir bakalım: Bu müze ile “devletin tarihindeki karanlıkla yüzleşilecek”miş. Ulucanlar’da yaşanan ve burada kalan ünlü kişilerin yaşadıkları sergilenecek, “bir daha yaşanmasın diye” ders çıkarılacakmış. Müze ile, sergilenen uygulamaların da artık “müzelik” olduğu, geçmişte bırakıldığı mesajı kitlelere verilmek isteniyor. Ancak tam da müze açıldığı günlerde Tekirdağ 1 ve 2 Nolu F Tipi’nde, Kandıra’da, Sincan’da ve dahabirçok hapishanede irili ufaklı bir dizi fiziki saldırı olduğu haberleri gelmişti. Yine hasta tutsakların ölüme terk edildiği, tedavilerinin engellendiği, ceza ertelemelerinin yasal hak olmasına rağmen yapılmadığı bilinmektedir. Yani Ulucanlar’da yaşananlar “müzelik” uygulama örnekleri olarak lanse edilse de çok daha şiddetli uygulamalar halen yaşanmaya devam etmektedir. Müze olarak seçilen Ulucanlar’da 81 yıllık tarihin sergileneceği söylemi de koca bir yalan olarak bu ikiyüzlülüğün bir diğer yönünü oluşturuyor. Tarihteki benzer örneklerine atıfta bulunularak, sembolik bir niteliğinin olduğu, Ulucanlar’ın geçmişiyle yüzleşmenin sembolik olarak Cumhuriyetin kanlı tarihiyle yüzleşmek olacağını iddia etmek gerçekleri çarpıtmaktır. Çünkü hem atıfta bulunulan tarihteki benzer örneklerle Ulucanlar’ın müzeleştirilmesinin niteliği aynı değildir hem de Ulucanlar’ın tarihi, müzede sergilenenlerden ibaret değildir. Doğrudur, insanlık tarihinde böylesine sembolleşen ve çok büyük acılara tanıklık eden yerlerden anıtlar, müzeler yapılmıştır. Bunlardan akla gelecek ilk örnek Alman faşizminin eseri olan toplama kamplarıdır ve Alman faşistlerinin kaçarken bıraktıkları tüm işkence aletleri, insanların yakıldığı fırınlar, gaz odaları, insan derisinden yapılan “eldiven” vb. faşizmin kanlı yüzü olarak teşhir ediliyor bu müzelerde. Ancak dikkat edilirse bu müzeler zulmü yaşatanlar tarafından değil, mağdurları tarafından kurulmuştur. Oysa ki Ulucanlar Müzesi bu hapishanede yaşananlardan bizzat sorumlu olan devletin kendisi tarafından açılmıştır. Diğer yandan burada yaşanan vahşetin kapsayıcı ve etkileyici bir teşhir değil de çok yüzeysel ve hatta kısmen gerçekle de ilgisi olmayan bir görünüşü sergilenmek istenmektedir. Bunun böyle olduğu en açık haliyle TV’lere servis edilen müzenin açılışına ilişkin haberlerde görülmüştür. 1925’te açılan Ulucanlar Hapishanesi 2006’da kapatıldığında kuşkusuz ki 81 yıllık tarihi de sayısız acıyı, büyük direnişleri ve dört duvar arasında sayısız insanlık dışı uygulamayı barındırmaktadır. Tüm bunları özüne uygun olarak yansıtmak mümkün olmayabilirdi ama hapishanede insanca bir yaşam için verilen mücadeleyi, direnişleri bu müzede sergilememek gerçekleri gizlemek çabasından kaynaklanmaktadır. Bu müze ile devletin gerçekte yapmak istediği de kanlı yüzünü perdelemektir. Eğer gerçekten tarihteki örnekleri gibi bir insanlık müzesi açılmış olunsaydı 5. Koğuşu gezenler 1996’da yaşanan Ölüm Oru- dan girişte üzerinde taş ve kiremit yığınının diz boyu bir seviyeye ulaştığı Habip Gül’ün yaralı bedeni size “merhaba” der. Buradaki tanıtım levhasından Habip Gül buradan yaralı olarak alınır. Her tutsak gibi 200 metrelik işkence koridorundan geçirilir. Havalandırmaya ve vahşetin ortasına adım atmışsınızdır. Sol tarafınızda küçük bir boşluktan sonra müşahade bölümünün duvarı vardır. Abuzer Çat ve Halil Türker bu duvarın önünde saldırının cu’nu, derisi kemiklerine yapışmış insanları resmeden heykelleri ve Hüseyin Demircioğlu’nun yattığı ranza, onun eşyaları vb. materyalleri görebilmeliydiler. Ama bunların hiçbiri “tarihiyle yüzleşen”lerce bu müzede sergilenmemiştir. Bu müze eğer tarihi gerçeklere sadık olsaydı. 4. Koğuş’ta, bu koğuşta yaşanan büyük direnişi unutturmak için adlilerin yaşamını anlatan heykeller değil, direnişi anlatan heykeller olurdu. Ulucanlar’da 4. Koğuş’a, koğuşun havalandırmasından geçilerek varılır. Koğuşun havalandırması da direnişin ayrılmaz bir parçası olduğundan müzenin sergilenen bu bölümü havalandırma kapısından itibaren başlanmalıdır ve buradan itibaren karşılaşılacaklar şunlar olmalıdır, olacaktır. Daha kapıdan içeriye adımı atmadan “1999’da 10 tutsağın operasyonda askerin kullandığı silahlar” denilerek bir camekanında, ilk saati dolmadan aldıkları yaralar nedeniyle şehit düşmüşlerdir. Bu bölümde onların cansız bedenleri çatılardan atılan taşlardan, kurşunlardan etkilenmesin diye arkadaşlarınca koğuşun mutfağına taşındığı görülmektedir. Girişte sağda bir grup tutsağın halay çektiği, 2-3 tutsağın halay çekenleri ellerindeki kuş lastikleri ile çatıdan ateş açanlara karşı koymaya çalıştığı görülmektedir. Havalandırmanın bir köşesindeki camekânda göğüs hizasına kadar itfaiyenin sıktığı köpük içinde kalan bir tutsak sergilenir. Bunun tanıtım tabelasında “Tüm havalandırma, direniş boyunca bu seviyedeki köpükle itfaiye araçlarınca doldurulmuştu” yazılıdır. Havalandırmanın değişik yerlerinde yaralılar ve onlara yardım etmekte olan arkadaşları vardır. Koğuşun çatısında asker- G-3, Keleş, Akrep, MP-5, çeşitli çaplarda tabancalar, kullanılan gaz bombaları sergilenebilir. Havalandırma kapısı askerin birbirine zıt yönlerde olan kule ve çatıdan açtığı atışlar nedeniyle kurşun deliklerinden kevgire dönmüştür. Kapı- lerin bazıları keleşle, pompalı tüfekle ateş ediyorken, bazıları kiremitleri söküp havalandırmadaki tutsakların kafalarına atmaktadır. Koğuşa doğru yürürken, koğuş kapısına gelmeden 1-2 metre önce, solda, iki kalenin aynı anda Özgür gelecek/02 gördüğü bir noktada bir tünel kapağı ve dışarı çıkmış toprak sergilenmektedir. Buranın tanıtım tabelasında “medyada kaçacaklardı manşetiyle verilen devlet tarafından katliam sonrasında operasyonu meşrulaştırmak için kazılan tüneldir” yazmaktadır. Devletin tünelinin daha soluna baktığımızda yan yatırılmış ayakkabılık olarak kullanılan bir dolabın üzerinde bir şehidi daha görürüz. Tanıtım kartında “Önder Gençarslan, saldırının ilk anında hafif yaralar aldı. Fakat ilerleyen saatlerde çatıdan uzak ve kulelerden açılan ateşler nedeniyle tekrar vuruldu ve burada şehit düştü” yazmaktadır. Devlet tünelini 1-2 adım geçince koğuşun girişine sağlı sollu sıralanan askerlerin ellerindeki kalasların darbeleri arasında kol kola kenetlenmiş olarak ilerlemeye çalışan tutsakların söylediği Enternasyonal sizi karşılar. Bu vahşeti yüreğiniz kaldırabilmiş ve koğuş kapısına ulaşabilmişseniz, sizi orada Ahmet Savran karşılayacaktır. Ahmet’in atardamarlarından biri parçalanmış. Karşısında elinde damarını parçalayan itfaiye çengeli bulunan bir asker vardır. Koğuş kapısının kulelere bakan cephesi delik deşiktir. İçeri girdiğinizde 1.5 metrelik bir boşluk, sol tarafta mutfak ve tuvalet bölümünün kapısı, sağ tarafta yatakhane kısmının kapısı, tam karşıda iki katlı bir ranza görülür. Ranzanın alt katında Ümit Altıntaş cansız bedeniyle uzanmakta. Ayak ucunda Zafer Kırbıyık oturuyor ve kulağının arkasındaki atardamarının kanamasına büyükçe bir bezle tampon yapıp zafer işareti yapıyor. Ümit’in başucunda, ayakta Mahir Emsalsiz duruyor. Mutfak-tuvalet kısmına girilince biri sağ tarafta, diğeri karşıda olmak üzere birbirine paralel iki mermer tezgâh üzerinde içeri taşınan Abuzer ve Halil’in cansız bedenlerinin sessizce akan iki ırmak gibi durduğu görülebilecektir. Yatakhane kısmına girdiğinizde adım başı irili ufaklı barikatlarla karşılaşırsınız. Yatakhanenin sonuna ilerlediğinizde çatının sol tarafındaki en son mazgaldan açılan ateşle kafasından vurulmuş, 18 yaşına yeni girmiş Aziz Dönmez’in yerde yattığı, çoğu ağır yaralı 5-6 kişilik bir grup görürsünüz. İşte Ulucanlar gerçeği… Bugün devlet “yaşananlarla hesaplaşmak”, “tarihle yüzleşmek” adına kendisinin geçmişteki kimi uygulamalarının yüzeysel bir görünümünü kitlelere açarak esasta geçmiştekinden farklı olmayan uygulamalarının üstünü örtmektedir. Bu uygulamaların “müzelik” olduğu, geçmişte kaldığı yalanı ile kitleler kandırılmaktadır. “İleri demokrasi” manipülasyonuyla şişirilerek “hesaplaşma-yüzleşme” söylemlerinde ifadesini bulan politikalarla bu yönlü beklenti içinde olan kitlelerin tepkileri, öfkeleri söndürülmeye çalışılmaktadır. Ulucanlar Müzesi bu ihtiyacın ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Bizler de devletin ırkçı, faşist, işkenceci, katliamcı politikalarının hiçbirinin “müzelik” olmadığını, aksine daha ince yöntemlerle ayrı politikaların devam ettirildiğini her defasında kitlelere göstermeliyiz. (Bir ÖG okuru) Özgür gelecek/01 Düştükleri yerde çoğalanlara... Üç, beş, yedi Çoğalarak düştüler yola El pençe durmadılar düşmana Savaş savaş Kavga kavga devleştiler Munzurlarda Artık umut onlardaydı Dağ köylerinden geçip, Sahipsiz kondularda büyüttüler sevdalarını. Ve zamanın adı mayıstı, Tarih yollara, tarih Diyarbakır’a kanla yazıldı. Ve sürdüler yoldaşı işkencelere Almak istediler yüreğindeki inancı Getirip ölümü, Başucuna diktiler yoldaşın Ölüm çaresiz, onlar ise suskun kaldı aylarca… Dışarıdan sesler geliyordu yoldaşa Dağ köylerinden, Sahipsiz kondulardan ve meydanlardan Sesler geliyordu yeraltından Diren yoldaş diren… Bıraktığın yerde sürüyor kavga Ve yeraltı aydınlanıyor ışığınla… Bir mum ateşi değilsin yoldaş Bir meşale, Kızıl bir nehirsin kavganın damarlarına yürüyen Gökyüzünde bir yıldız(sın), Ve ekmeği olmayan köylüye oruçsun on iki ayın on birinde, İşte yoldaş öyle ki uzaklarda beklenensin… Meral gibi, Ali Haydar gibi, Kavga olup dillerde çoğalan İbrahimsin sen geleceğimizi çelikten yoğuran... Şimdi! Gökyüzünün en mavisinden bakıyorsun yoldaş Derelerin en yosun tutmaz yanından yürüyorsun devrime Suyunu Munzur’dan alıyorsun kavganın Ve Vartinik’de yakıyorsun kavganın ateşini, Sen gökyüzünden bakarken şimdi Yine suyu Munzur’dan harlanmış ateşi dağlardan yükseliyor kavganın yoldaş… Uzaklardan dostlara... (Antep’ten bir YDG’li) 4-17 Şubat 2011 Mücadele Düşüncede kopuş ve sıçrama temel bir diyalektik gelişim ilkesidir. Nicelikten niteliğe doğru sıçramadan bahsederken, “mücadele, kopuş ve sıçrama”dan bahsediliyor demektir. Bu ne anlama gelmektedir? Sınıf savaşımının ideolojik-politik-örgütsel-yönetsel konularında ve ortaya çıkan temel sorunlarında nerede, nasıl, nelerden kopuş ve nerede, nasıl, neye doğru sıçrama yapılacağı konuları önemli bir yerde durmaktadır. Sıçramadan bahsedildiği yerde kopuştan bahsediliyor, kopuştan bahsedildiği yerde sürekli bir mücadeleden bahsediliyor demektir. Mücadele edilmeden kopuş; kopuş sağlanmadan sıçrama gerçekleşemez. Teorimizin, stratejimizin devrimci pratik içinde sınanıp denenmesi, savaş alanında örgütsel gelişimi için “mücadele, kopuş ve sıçramanın” diyalektik gelişim adımlarını iyi kavramak ve uygulamak gereklidir. Eskiden, geriden, köhnemişten, her türlü gericilikten kopuş; bilgide, savaşta, örgütleme ve yönetmede sıçramak... Eskiden bütünlüklü ve köklü kopuş sağlanmadan sıçrama gerçekleşemez. Burjuvafeodal sistemin sömürücü, bireyci ideolojisinden, yaşamından, kültüründen, alışkanlıklarından köklü kopuş sağlanmadan proleter devrimci ideolojide sıçrama yapılamaz. İlerleme ve gelişme ancak kopuş ve sıçrama konusunda atılacak ciddi ve güçlü adımlarla başarılır. Ancak hangi konuda (bilgide-savaşta-yönetme ve örgütlemede) sıçrama yapılmak isteniyorsa orada mutlaka eskiye, büyük-küçük burjuva ideolojisine karşı ciddi ve köklü bir mücadele görevi var demektir. Mücadele verilmeden bir kopuş sağlanamaz ve nitel ş u p o K bir sıçrama yaratılamaz. Mücadelenin, kopuş ve sıçramanın olmadığı, yaşanmadığı yerde pratikte tekrar, ilişkilerde aşınma, örgütsel yaşamda yıpranma, gerileme ve bozulma başlar. Demokratik Halk Devrimi yolunda başarılara imzalar atmış proletarya partilerinin tarihlerine bakıldığında kopuş ve sıçramanın sayısız ve sonsuz örneklerine rastlanılır. İdealizme karşı mücadele, idealizmden kopuşu materyalizmde sıçramayı, metafiziğe karşı mücadele, metafizikten kopuşu diyalektikte sıçramayı, reformizme-her türden revizyonizme, düzen içi parlamenter anlayışa karşı mücadele ve kopuş, MLM biliminde sıçrama… Her türden burjuva ideolojisine karşı mücadele ve kopuş proleter ideolojide sıçrama… Kemalizm’e, ezen ulus şovenizmine, Türk milliyetçiliğine karşı mücadele ve kopuş, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmada, proleter enternasyonalizmi savunmada, ve uygulamada sıçrama… Dar pratikten kopuş, devrimci pratikte sıçrama... Bireyleri örgütleme anlayışından ve pratiğinden kopuş çoğunluğukalabalığı-kitleleri örgütlemede sıçrama... Kendiliğindenlikten, kitle kuyrukçuluğundan kopuş, proletaryanın önder ve öncü bilincinde sıçrama yapmak... Salt askeri bakış açısından kopuş, halk savaşı stratejisinde sıçrama... Gerilla ordusunda parti örgütlenmesini önemsemeyen, küçümseyen anlayıştan kopuş, gerilla ordusunda partiyi örgütleme, inşa etme anlayışında sıçrama yapmak... İbrahim Kaypakkaya yoldaş, Şafak Revizyonizminin ideolojik-poli- Okur postası 31 Sıçrama tik-örgütsel hattına karşı bilinçli ve sürekli mücadele vermeseydi, Şafak Revizyonizminden köklü kopuşu sağlayıp, MLM biliminde nitelikli bir sıçrama yapamazdı. Kaypakkaya yoldaşın devrimci yaşamı “mücadele-kopuş ve sıçramaların” sayısız başarılı örnekleriyle doludur. Kaypakkaya yoldaşın devrimci yaşamında geçmişin, eskinin düşünselpolitik-örgütsel yaşamının hiçbir izine ve etkisine rastlanamaz. O, her konuda güçlü mücadeleler yaratmanın, kurmanın, inşa etmenin ve nitel sıçramanın adı olmuştur. Bugün gerilla savaşının militan kişiliğini yaratma günüdür. Küçük burjuva nitelik ve özelliklerden köklü kopuşun proleter devrimci nitelik ve özelliklerde sıçramanın günüdür. Düşünsel darlıklara sınırlılık ve yetersizliklere karşı mücadele, kendini dayatma-kendini yaşamadan kopuşun halk ve devrim için yaşamada sıçramanın günüdür. Önder yoldaş Kaypakkaya’nın yaşamı sıçramaların ve sayısız kopuşların yaşamıdır. Bugün Partizancı kişilik yaratmanın bir an olsun vakit kaybedilmeyecek kadar zamanıdır. Sınıf bilinçli proleterlere, devrimin savaşçılarına düşen görev, gerilla savaşının militan kişiliğini yaratmak ve bunu bir çizgi ve süreklilik haline getirerek, savaşı büyütmektir. Diyalektik materyalizmi (mücadele-kopuş-sıçrama) kavramak, uygulamak ve bunu bir çizgi haline getirme görevi savaşı büyütmenin göreviyle beraber ele alınmalıdır. (Dersim’den bir Partizan) “Muhteşem Yüzyıl”ı bir de reayaya* soralım! “Şalvarı şaltağ Osmanlı, Eğeri kaltağ Osmanlı, Ekende yoğ, biçende yoğ, Yiyen de ortağ Osmanlı” Kanuni Sultan Süleyman’ı ve onun dönemini anlatan “Muhteşem Yüzyıl” dizisi tartışılmaya devam ediliyor. Kimileri dizinin Osmanlı’yı küçük düşürdüğünü iddia ederek yayından kaldırılmasını istiyor kimisi ise “şanlı tarihimizin” bir dizi vesilesi ile yeniden gündeme gelmesinden memnun görünüyor. Tartışmaların odak noktasını ise padişahın haremi oluşturuyor. Tartışmalar padişahın savaşlarda; evinden, ailesinden koparılarak köleleştirilen değişik uluslardan kadınların toplandığı haremle kurduğu ilişkiye sıkışmış durumda. Bu noktada yaşanan anlaşmazlık ise Osmanlı’nın muhteşem geçmişinin olumlanması üzerinden yükseliyor. Yani özetle Osmanlı’ya laf yok! Bir yandan her fırsatta “büyük” bir devrimle yeni ve genç bir Cumhuriyet’in kurulduğu söylenir öte yandan her daim bu dizide olduğu gibi Osmanlı kutsanır. Ortada büyük bir kopuş varsa bu nasıl gerçekleşiyor? Kanuni döneminde sınırların genişlemesi, savaşların kazanılması gibi örneklerle bu devrin muhteşem olduğunun altı çiziliyor. Padişahların gözüyle bakınca böyle bir dünyanın görünmesi şaşırtıcı değil elbette. Durduğunuz yer tarihe bakış açınızı da belirler. Tarihin tekerleğini ileri taşıyan ezen ve ezilen arasındaki mücadeledir. Bu yüzden Osmanlı’ya bir de vergilerle zincire vurulan, ezilen köylülerin, yurtları Osmanlı tarafından yerle bir edilen emekçilerin gözünden bakmak gerekir. Bir de onlara sormalı Osmanlı’yı değil mi? Osmanlı askeri, emekçi yığınlar için korku ve zulmün temsilcisidir. Buna ilişkin yakılan ve bugüne ulaşan sayısız ağıt vardır. Kasaların emekçilerin, yığınların emeği, savaş ganimetleri ile dolduğu bir dönemde yönetimin adil olduğunu söylemek ne kadar inandırıcı? Feodalizmin hüküm sürdüğü bir dünyada Osmanlı sınırları içindeki tüm ulusların özgürce ve refah içinde yaşadığına mı inanalım? Bu bir vampirin asla kan içmediğini iddia etmesi gibi bir şey olmalı! Padişahlar, sadrazamlar, ağalar, şeyhler halkın sırtından sefahat içinde yaşarken milyonlarca emekçi açlık ve yoksullukla kıvranıyordu. Osmanlı’nın tarihi köylü yığınlarının bu despot, zalim ve soyguncu düzene karşı ayaklanmaları ile doludur. Tarihe bakarken bunu da unutmamak gerekir. Çünkü bir gün gelir bu tarihin yapıcıları sizden bunu hesabını sorar. * Reaya kelimesi, sürü, otlatılan hayvan sürüsü; hükümete itaat eden ve vergi veren halk manalarına gelen “raiyyet”in çoğuludur. 32 “Sendikamız Desa’nın peşini bırakmayacak!” İstanbul: Düzce ve İstanbul Sefaköy’de bulunan Desa fabrikalarında Deri-İş’te örgütlü işçilere yönelik baskılar sürerken, işçiler yaptıkları eylemlerle seslerini duyurmaya çalışıyor. 22 Ocak günü Deri-İş Sendikası tarafından Taksim’de düzenlenen eylemde bir araya gelen Çorlu’da direnişte olan Grup Suni Deri işçileri ve Yeşil Kundura işçileri, Düzce ve Tuzla’dan deri işçileri, İstiklal Caddesi’ni eylem alanına dönüştürdü. Aileleriyle birlikte gelen işçilerle yaptığımız sohbetlerde, işçiler, sendikaya olan güvenlerinden, sendikanın yaptığı eğitim çalışmalarının faydalarından ve sendikalı olmanın onur verici bir durum olduğundan bahsettiler. İşçilerden Şafak İnan ve Reyhan Üstüner, bu eylemin seslerini duyuracaklarına inandıklarını, asla kararlarından ve sendikalı olmaktan vazgeçmeyeceklerini söylüyorlardı. Eşine destek olmak için Düzce’den gelen Nagihan Bakaç da, sendikalı olduktan sonra eşinin çok değiştiğini, eskiden eve hep sinirli dönerken şimdi daha mutlu döndüğünü söyledi. Eşinin önceden fabrikada çok ezildiğini, ama sendikalı olduktan sonra kendine güveninin arttığını ve artık amaçlarının sendikayı fabrikaya sokmak olduğunu söyleyen Bakaç sözlerine şinları ekledi: “Patronlar kendilerini düşünür ancak. Biz de kendimizi düşünürüz o zaman. Bu yüzden sendikayı çok önemsiyoruz.” Deri işçilerinin yürüyüşe başladıkları sırada, DEDEF’in eylemiyle karşılaşma anı görülmeye değerdi. Yürüyüşünü cadde üzerindeki DESA mağazası önünde sonlandıran Deri-İş adına açıklamayı genel başkan Musa Servi yaptı. Polisin mağaza önüne yoğun önlem aldığı eyleme YDK, DDSB, YDG, Genç-Sen ve birçok kurum da destek verdi. Özgür Gelecek gazetesi olarak direniş çadırına gittiğimizde işçiler bize kundaklamada kullanılan benzin bidonlarını gösterdiler. 4-17 Şubat 2011 Özgür gelecek/02 DESA’da sonuna kadar devam! İstanbul: DESA Fabrikası’nda Deriİş Sendikasının örgütlenme çalışması üç yıldır kesintisiz sürüyor. Sendikanın Düzce ve Sefaköy’de bulunan DESA fabrikalarında örgütlenme çalışmalarına hız vermesi karşısında tedirgin olan patron, çareyi işçileri işten çıkarmakta buldu. 17 Ocak’ta sendikanın toplantısına katılan işçiler ve onların akrabaları işten çıkarıldı. Sendika çalışması yürüten işçilerin sendikayla ilgisi olmayan yakınlarını bile işten çıkaran DESA patronu, gemi azıya almış durumda. İşçileri teker teker çağırarak tehdit ve hakaret eden patron, zorla çıkış kâğıtlarını imzalatarak işten çıkarmanın hukuki kılıfını hazırlamaya çalıştı. Ancak tüm baskılara rağmen işçiler 18 Ocak’ta fabrika önünde direnişe geçerek saldırılar karşısında geri adım atmayacaklarını ilan etti. Biz de Özgür Gelecek gazetesi olarak işçileri ziyaret ederek direnişe neden geçtiklerini sorduk. “Emeğimizin karşılığı için sendikaya gittik!” - Sendikaya nasıl üye oldunuz? Nevzat Ülkü: 6 yıldır DESA’dayım, parça başı çalışıyoruz. 1-2 yıldır ücretler için görüşmeler yaptık ustalarla, müdürlerle ama bir türlü patrona ulaşamadık. Asgari ücrete talim ediyorduk. Sanat gibi bir iş yapıyoruz aslında. Maalesef emeğimizin karşılığını alamadık. Emeğimizin karşılığını almak için sendikaya gittik. Sendikalı olduk diye bizi kapı önüne koydular. Biz de burada hakkımızı alana kadar direnmeye kararlıyız. Bir haftadır direnişteyiz. - Patronla hiç görüştünüz mü? - Patronla görüşmeler oldu. Patron aynı şartlarda gel çalış diyor. Aynı şartlarda çalışacaksam bir yerlere başvurmazdım. Hakkımı vermiyor, gel 700TL’ye çalış diyor. Aile geçindiriyorum ben. Sonuç itibariyle hakkımı alana kadar Sınıf kardeşlerinden DESA’ya ziyaret İstanbul: Eğitim, sağlık ve metal işçileri DESA işçilerine bir ziyaret gerçekleştirerek sınıf dayanışmasını büyüttü. 20 Ocak günü saat 10.30’da Sefaköy’de bulunan DESA fabrikası önünde biraraya gelen kitle “Sendikalaşma hakkımız engellenemez” pankartı açarak “Yaşasın sınıf dayanışması” sloganın haykırdı. Eyleme Eğitim-Sen ve Birleşik Metal-İş üye ve yöneticileri de destek verdi. buradayım. 1984-88 yıllarında sendikalı çalıştım. Sendikayı bildiğim için sendikaya olumlu baktım. Fakat içerdeki arkadaşların fazla bilgisi yok bilinçsizler. İçerdeki baskıdan dolayı fazla hareket edemiyorlar. Sonuna kadar devam. Sendika sağ olsun sonuna kadar destek oluyor, her türlü ihtiyacımızı karşılamaya çalışıyor. Partizan’dan DESA işçilerine ziyaret İstanbul: 25 Ocak günü Partizan tarafından direnişteki DESA işçilerine bir dayanışma ziyareti gerçekleştirildi.“Birlik-Mücadele-Zafer” pankartı açan Partizan kitlesi sloganlarla işçilerin yanına geldi. Partizanlar işçilerle sohbet ederek direniş hakkında bilgi aldı. Grup Suni’de saldırı ve direniş keskinleşiyor İstanbul: Meşru hakları olan sendikaya üye oldukları gerekçesi ile işten atılan Grup Suni Deri işçilerinin mücadelesi tüm baskılara rağmen devam ediyor. Çorlu Ulaş bölgesinde süren direniş Trakya’nın keskin soğuğuna rağmen işçilerin ateş başındaki sohbetleri eşliğinde sürüyor. Tüm kötü koşullara rağmen devam eden direniş, fabrikada çeşitli kazanımları berberinde getirmişti. Servis, yemek vb. ihtiyaçlar direniş sayesinde düzene sokulmuş durumda. Ancak bir yandan da saldırılarında daha da pervasızlaşan Suni Deri patronu, gerici-faşist örgütlenmeler aracılığı ile fabrika içindeki sendikalı işçilere de silahlı tehditte bulunarak, sendikal faaliyeti engellemeye çalışıyor. Alperen Ocakları aracılığıyla direniş çadırı sürekli taciz altında tutuluyor. Direniş çadırı kundaklandı, yetmedi yıkıldı... 15 Ocak günü İstanbul’da Alfa Suni Deri ve Yeşil Kundura önünde güçlü eylem gerçekleştiren işçilerin bir gün sonra çadırı kundaklandı. Özgür Gelecek gazetesi olarak direniş çadırına gittiğimizde işçiler bize kundaklamada kullanılan benzin bidonlarını gösterdiler. Direnişin kış dönemine denk gelmesi nedeniyle yakacak malzeme depolayan işçilerin malzemeleri ve giyecekleri de talan edilmişti. Gece saat 22.30 sıralarında yapılan saldırı, fabrika güven- liğinin on metre ilerisinde gerçekleşmesine rağmen güvenlik memuru konu hakkında bilgisinin olmadığını söylüyor. Saldırı ile ilgili savcılığa suç duyurunda bulunan işçilerin çadırı ardından da jandarma tarafından yıkıldı. Böylece jandarma desteği ile direniş çadırı toplam altı kez yıkılmış oldu. Çadırın her yıkılışından sonra işçiler tekrar çadır kurarak direnişi sürdürdüler/sürdürüyorlar. Alfa Suni Deri çıkmazda; “Beni rezil ettiler!” Grup Suni Deri’nin kâr ortağı olan Alfa Suni Deri önünde 15 Ocak’ta bir basın açıklaması gerçekleştirilmişti. Eylemin ardından Suni Deri patronu Grup Suni Deri ile kâr ortaklığını gizleyerek kendisinin bu süreçle hiçbir alakası olmadığını belirtti. Konu hakkında Deri-İş Sendikası yetkililerine açıklama yapan Alfa Suni Deri patronu “yapılan eylemle bölgedeki fabrikalara rezil olduğunu” söyledi.
Benzer belgeler
Özgür Gelecek Sayı: 01 - PDF Olarak okumak için Lütfen Tıklayın
Kartal: İstasyon Cd. Dörtler Ap. No: 4/2 Tel: (0216) 306 16 02 Ankara: Sağlık 1 Sk. No: 17/19 Çankaya Tel:
(0312) 430 67 65 İzmir: 856 Sokak, No: 48/203 Kemeraltı Konak, Tel: (0232) 446 78 07
Malat...