Not
Transkript
Not
i ÖZET GÖSTERGEBĐLĐMSEL AÇIDAN REKLAM DĐLĐNĐN TÜKETĐM TOPLUMUNA ETKĐLERĐ Ebru ÖZCAN Süleyman Demirel Üniversitesi, Grafik Bölümü,Yüksek Lisans Tezi, 157sayfa, Şubat 2007 Danışman : Yrd.Doç.Dr.Esma SÜLDÜR ZEREN Günlük yaşamın dinamiği içerisinde bireylerin çok fazla dikkat etmediği, ya da yaygın ve yanlış olan inanışla fark etmediğini ve görmediğini düşündüğü bir takım oluşumlar mevcuttur. Kabaca tanımıyla , kendisi dışında bir şeye işaret eden bu oluşumlara gösterge demekteyiz. Göstergeler modern insanın yaşamını – beklide kendi eliyle ürettiklerinin giderek çoğalmasıyla- geçmişe oranla daha fazla istila etmiş durumdadırlar. Tüketimin özellikle teşvik edildiği günümüz toplumlarında reklamlardaki göstergeler ayrıca önem kazanmıştır. Çünkü rekabetin neredeyse bir diğerine yaşam hakkı tanımadığı yüzyılımızda şirket ve markalar kendi ürünlerini diğerlerinden bir adım öne çıkarmak, akılda kalıcılıklarını artırmak ve satın alma isteğini sürekliliğe dönüştürmek için göstergelerin gücünden yararlanmaktadırlar. Göstergeler ; kullanmasını bilenlerin ellerlinde oldukça yetenekli birer araca dönüşmektedir. Öyle ki, artık göstergeler görevini eksiksiz ve programlandığı şekilde , üstelik de herhangi bir dirençle karşılaşmadan yerine getiren araçlardır. Tüm bunların ışığında bilgi ve iletişim çağı olduğu su götürmez bir gerçek olan çağımızda göstergelerin derin ve yüzey anlamlarını çözebilmenin anlamı açıktır. Bu amaçla araştırma içerisinde göstergenin tanımından başlanarak gösterge türleri, göstergebilimin kullanım alanları, tarihsel süreci, reklam dünyasındaki yeri konularına yer verilmiştir. Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve göstergenin kodlandığı andan itibaren insan davranışları üzerindeki etkilerini anlamak için mesajı fark etme, algılama, çağrışım yoluyla sınıflandırma, yorumlama ve tepki oluşturma sürecinin incelenmesi ayrıca aktarılmaya çalışılmıştır. Araştırmanın amacı, özellikle reklam dünyasında bireylerin tüketim alışkanlıklarına yön veren, tutum ve davranışlarını etkileyen reklam dilinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaya yardımcı olmaktır. Bu nedenle gösterge ve göstergebilim gibi oldukça geniş dolayısıyla da bir çok bilim dalını yakından ilgilendiren bir konuda iletişim, dilbilim, sosyoloji gibi alanların kaynaklarından da yararlanılmıştır. Böylece konunun toplumsal ve yaşamsal boyutu da göz önüne serilmeye çalışılmıştır. ANAHTAR KELĐMELER : Gösterge, göstergebilim, reklam, görsel iletişim, kitle iletişimi, tüketici, imge. ii ABSTRACT ADVERTĐSEMENT OF LANGUAGE EFFECTS CONSUMPTION SOCIETY TAKING PART IN SEMIOTIC Ebru ÖZCAN Süleyman Demirel University, Department of Grafik,157 pages,February 2007 Supervising Professor : Asst.Prof.Dr.Esma SÜLDÜR ZEREN There are some types of formation present in daily life dynamics which individuals do not pay that much attention or, as a common and false belief, think that they do not notice or consider. As a broad description, we call these formations which point out something except themselves as sign. The signs have invaded to the modern life of the human at a higher rate than the past, possibly due to the progressive rise of self-hand procures. The signs in publicity has apartly gained a huge importantance in today’s communities in which consumption is encouraged. Because, in our century where competency almost disclaims right of living to the other, the companies and trademarks are making use of the power of signs in order to bring up their productions one step forward than the others, to boost their preoccupyingness, and to turn will of purchasing into permanency. Signs turn into very talented tools at the hands of those who know to use them. Such that, the signs are now tools accomplising their missions as preprogrammed and fulfilly, plus facing any resistance. Under the light of all of these, the importance of being able to decode the deep and superficial meanings of the signs is frank in our century which indisputably is knowledge and communication century. On tihs purpose, taking the start from the definition of the signs; the types of the signs, the usage areas of the semiotics the historical process attitutude in world of publicity were given place among their subjects in the research . To provide a better understanding of the subject and to figure out the impacts of signs, from the moment they were coded, on human behaviours; analyses of realising the message, perceiving, classification through association of ideas (connotation), commenting and setting a reaction processes are apartly worked upon to be adapted. The aim of this research is to be helpful in providing a better understanding of advertising language in world of advertising, which gives direction to the consumptional habits of individuals and effects their attitude and behaviours. On this reason; sources of fields such as communication, philology, and sociology have been used in-to service where, a subject like signs and semiotic is so huge and therefor closly concerns many other science fields. Thus, the communal and vital dimensions of the subject are worked upon to be to-eye exhibited. KEY WORDS : Sign, Semiotic, Advertisement, Visual communication, mass communication, consumer, image. iii ÖNSÖZ Bilinen tüm inanışlara paralel olarak insanın çok yönlü bir kültür varlığı olduğu gerçektir. Uygarlık tarihini yazıya daha doğrusu ilk resimlere ki ( daha sonraları mısırda hiyeroglif adı verilen gelişmiş örneklerinin görüleceği) resimyazılara dayanıyorsa ; insanın uygarlık seviyesini okur-yazarlık gösterir demek çok da yanlış olmayacaktır. Đnsan bir kültür varlığı olarak üzerinde yaşadığı dünyada diğer canlıların aksine öğrenmeye olan doğal eğilimi, yeniliklere olan merakı ve çevresine uyum sağlama yolundaki anlamlandırma ve şekillendirmeleriyle aktif bir rol üstlenmiştir. Đlk insandan bu yana süregelen ve gelişmenin vazgeçilmez şartlarından olan bu eğilim, günümüzde kendini farklı anlamda bir okur yazarlığa bırakmıştır. Kavram okur-yazarlığı zaman zaman paranoid çıkarsamalara yol açsa da , hiper gerçekliklerin , yapay zekaların, sanal oluşumların gittikçe daha fazla telaffuz edildiği dünyamızda görünenin aldatıcı olabileceği akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçektir. Bu sebeple görünenin ardındakini görebilmek, alt mesajları okuyabilmek ve yüzeyle birlikte derindeki anlamları ayırt edip çözebilmek günümüz insanının yaşamında yadsınamaz bir öenme sahip olmuştur. Kavramların sınırları arasındaki ayrımın bulanıklaştığı günümüzde çokanlamlılığı çözebilmek ve onu gerektiği gibi kullanabilmek yetisi uygar insan için bariz bir öenem sahiptir. Çünkü onları gerektiği gibi okuyup,kullanabilmek, işi bilenlerin elinde yetenekli bir araca dönüşebilen göstergelerle belli bir gücü elinde bulundurmak anlamına da gelmektedir ve çağımız toplumlarında gerek içte gerekse dış ilişkilerde iletişimin dolayısıyla kendini ifade edip doğru tanıtabilmenin önemi açıktır. Bu araştırma göstergelerin reklam dünyasındaki yerlerine bir nebze olsun ışık tutabilmek amacıyla hazırlandı. Đlgilenen herkese faydalı olabilmesi umuduyla bu çalışmamada baştan sona kadar yardım ve katkılarını esirgemeyen danışmanım Esma SÜLDÜR ZEREN’e, araştırma süresince gösterdikleri sabır, ilgi ve destekleri için tüm aileme teşekkürler… iv ĐÇĐNDEKĐLER ÖZET i ABSTRACT ii ÖNSÖZ iii ĐÇĐNDEKĐLER iv ŞEKĐLLER DĐZĐNĐ xi BÖLÜM I GÖSTERGEBĐLĐM GĐRĐŞ 1 A) Gösterge Nedir ? 3 B) Gösterge Türleri 9 1) Doğal Göstergeler 13 2) Yapay Göstergeler 15 C) Göstergebilim ve Đnceleme Alanları 24 D) Göstergebilimin Tarihçesi 40 BÖLÜM II GÖSTERGELER VE ANLAMLANDIRMA A) Düzanlam ve Yananlam 54 B) Mit, Simge, Söylen, Şifre, Eğretileme ve Düzdeğişmece 57 C) Görsel Algılama ve Anlamlandırma 70 BÖLÜM III. GÖRSEL ĐLETĐŞĐM VE REKLAMLAR A) Görsel Đletişim 85 B) Kod, Kanal, Verici, Alıcı, Bildiri, Bağlam, ve Algılama 88 C) Göstergebilim ve Reklamlar 100 BÖLÜM IV TOPLUMSAL VE GÖSTERGEBĐLĐMSEL AÇIDAN REKLAMLAR A) Reklamlarda Toplumsal Sınıf, Cinsiyet ve Kültür Etkisi 105 v B) Reklamlarda Egonun Kışkırtılması ve Satın Alma Đsteği 122 C) Reklamların Göstergebilimsel Açıdan Çözümlenmesi 129 D) Bir Örnek : Toplumsal Bir Meta Olarak Otomobiller 144 SONUÇ 155 KAYNAKÇA 157 ÖZGEÇMĐŞ 158 vi ŞEKĐLLER DĐZĐNĐ Şekil 1: Julia Roberts’in Yüzü 10 Şekil 2: Roland Barthes’in Đki Anlamlandırma Düzeyi 58 Şekil 3: Đletişimin Süreci 70 Şekil 4: Mc Qual’in Đletişim Süreci Aşamalarını Gösteren Piramidi 71 Şekil 5: Reklam Đletişiminde Görsel Đletinin Algılanma Oranı 76 Şekil 6: Đnsan Öğrendiklerinin %83’ünü Çevresini Gözlemleyerek Öğrenir 80 Şekil 7: Aynı Nesnenin Görselleştirme Biçimi Değiştirilerek Farklı Anlamlar Đfade Etmesi Sağlanabilir 83 Şekil 8: Hedef Kitlenin Toplumsal Yaşam Biçimleri 110 Şekil 9: Abraham Maslow’un Gereksinimler Piramidi 113 Şekil 10: Nicole Everaest Desmedt’in Reklam Görüntüsü Çözümlemesi 138 1 GĐRĐŞ Ortalama hayat süren bir insanın günlük yaşamında hergün binlerce ileti yer almaktadır. Günümüz insanı sabah gözlerini açtığı andan itibaren televizyon ekranıyla, gazetelerle, arabasının radyosuyla, hergün işe gittiği yolu çepeçevre saran tabelalarla, iş yerindeki bilgisayarıyla adeta bir mesaj bombardımanına tutulmaktadır. Đletişimin bu kadar yoğun yaşandığı günlük hayatta normal bir insanın elbetteki hepsine dikkat etmesi, algılayıp değerlendirmesi söz konusu olmayacaktır. Ancak işte tam bu noktada bu mesajların kaynakları yani gönderici, verici konumundaki tarafın, kendi hatırlanabilirliğini, akılda kalıcılığını ve yaptırım gücünü artırmak için adeta gizli bir dilmişçesine kullandığı göstergelerin önemi ortaya çıkmaktadır. Modern insanın tüm hayatı gösterge ağlarıyla kuşatılmıştır. Yani kendisi dışında bir şeye işaret eden, o şeyin yerine geçen her türlü nesne, işaret, resim, biçim ya da yazılarla.. klasik bir söylemle iletişim ve bilgi çağı olduğu söylenen çağımızda kaliteli bilgi, kaliteli iletişim prensibini benimsemek doğal olarak yaşam kalitesini yükseltmek anlamına gelmektedir. Çünkü etrafımızdaki hemen her şey görmesini, okumasını ve anlamlandırmasını bilen bireyler için adeta otomatik birer verici gibi kesintisiz bir şekilde mesaj üreten ve gönderen nesneler durumuna dönüşmüştür. Amaç bir yönden gizli ancak bir yönden de gözden kaçırılacak derecede açık bu mesajları doğru okuyup yorumlayabilmek ve insanlar arası hatta toplumlar arası karmaşa ve anlaşmazlıklara neden olabilen bu mesajlara olması gereken yerde olması gereken , doğru tepkileri vererek çağdaş insan olmanın gereklerini yerine getirebilmektir. Anacak bu araştırmanın içeriği günümüz insanının etrafındaki yüzlerce göstergenin yalnızca reklam ve tüketim içerikli olanlarına yakından bakmayı amaçlamaktadır. Zira gösterge ve göstergebilim oldukça geniş açılımlara sahip ve bu konuda pek çok çağdaş düşünürün farklı çalışmalarına rağmen henüz tam anlamıyla net ve kesin çizgiler çizen bir bilim değildir. Çünkü pek çok bilim dalını kapsamakta ya da pek çok bilim dalının araştırma alanının içerisine girmektedir. Durum böyleyken grafik sanatının en çok kullanım alanı bulduğu reklamcılık sanatının öznel ve değişken yorumları da bu özelliklere eklenince, keskin sınırları olan bir araştırma sonucu ortaya çıkarmak çok da mümkün olmamaktadır. Araştırma 2 konusunun sınırları konusunda ısrarlı olmak gelişmeye ve araştırmaya bu kadar açık, hem de bütün hayatımızı çepeçevre saran göstergebilimi oldukça sert bir şekilde kısıtlamak, adeta budamak olacaktır. Buna meydan vermemek için araştırmaya konu olan reklam göstergelerinin ve anlamlandırılmalarının aktarılmasında iletişim, görsel iletişim, dilbilim, sosyoloji gibi bilim dallarını da ilgilendiren açıklama ve tanımlamalara yer verilmiştir. Araştırmanın ilk bölümü konunun daha iyi anlaşılabilmesi ve kavram kargaşasını gidermek amacıyla gösterge ve göstergebilim tanımlanmasına yarılmıştır. Yine bu bölümde göstergebilimin tarihsel süreci , diğer bölümlerle olan ilgisi ve göstergebilim alanında çalışmalar yapmış ünlü düşünürlere yer verilmiştir. Tüm bunların aktarılmasında özellikle Türkçe’de bu alanda söz sahibi olan öğretim üyesi ve yazarların kitapları kaynak olarak kullanılmıştır. Đkinci bölümde göstergeleri yorumlama ve anlamlandırma sürecine girilmiş, anlamlandırma sürecinde biraz daha derin ve teknik ayrıntılara girilerek algılama ve yorumlama sürecinin işleyişi aktarılmıştır. Bu bölüm içerisinde özellikle görsel algılama ve anlamlandırma düzleminde göstergeler anlatılmaya çalışılmıştır. Üçüncü bölümde göstergebilim reklamlarla olan bağlantısına değinilmiş ve bir reklam iletisinin algılanmasındaki teknik bilgilere yer verilmiştir. Yine aynı bölümde reklam dilinin oluşum ve kullanımı konusundaki açıklamalar ülkemizden ve dünyadan örneklerle anlatılmıştır. Dördüncü bölümde reklam göstergelerinin toplumsal ve sosyolojik boyutları belirli parametreler açısından incelenmiş ve bu faktörlerin tüketici davranışlarına olan etkilerine değinilmiştir. Satın alma isteğinin oluşumu yine bu bölümde incelenerek reklam çözümlemeleri anlatılmış ve toplumsal bir meta olarak otomobil örneğine yer verilmiştir. 3 BÖLÜM I GÖSTERGEBĐLĐM A) Gösterge Nedir ? Türkçe’de özellikle dilbilim (Fransızca linguistique) sözcüğü örnek alınarak üretilmiş olan göstergebilim (Fransızca semiologie) terimi ilk bakışta “göstergeleri inceleyen bilim dalı” ya da “göstergelerin bilimsel incelemelesi” olarak tanımlanır. Ancak göstergebilimin günümüzdeki etkinlik alanı, kendisini oluşturan “gösterge” ve “bilim” sözcüklerinin anlamsal toplamından fazla ve değişik bir boyut kazanmıştır.1 Göstergebilimin “göstergeleri inceleyen bilim dalı” olmasının yanında ne anlama geldiğini anlayabilmek için öncelikle gösterge kavramını tanımak gerekmektedir. Gösterge, genel olarak, kendi dışında bir şeyi temsil eden ve dolayısıyla bu temsil ettiği şeyin yerini alabilecek nitelikte olan her çeşit biçim, nesne, olgu, vb. olarak tanımlanır. Bu açıdan, sözcükler, simgeler, işaretler, vb. gösterge olarak kabul edilir. Sözgelimi, toplumsal bir dizge (simge) olan ve temelde insanlar arasında bildirişimi sağlayan doğal diller, gösterge diye adlandırılan birimlerin (örneğin sözcüklerin) kendi aralarında kurdukları ilişkilerden oluşur. Dilsel göstergelerin temel özelliğiyse, birbirinden ayrılamayan iki düzlem içermeleridir: Bir yanda ses ya da sesler bütünü vardır, bir yanda da kavram. Dilbilimciler sesi ya da sesler bütününü gösteren, kavramı da gösterilen diye adlandırırlar. Bu tanımdan kalkarak gösterge kavramının anlamını genişletilip şöyle denilebilir: Đnsanların bir topluluk yaşamı içinde birbirleriyle anlaşmak amacıyla yarattıkları ve kullandıkları doğal diller (sözgelimi Türkçe, Fransızca, Đngilizce, Çince vb.), çeşitli jestler (el-kol-baş hareketleri), sağır-dilsiz alfabesi, trafik işaretleri, bazı meslek gruplarında kullanılan flamalar (sözgelimi denizcilerin flamaları), reklam afişleri, moda, mimarlık düzenlemeleri, yazın, resim, müzik, vb. çeşitli birimlerden oluşan birer dizgedir. Değişik gereçlerin kullanılmasıyla (ses, yazı, görüntü, hareket vb.) gerçekleşme aşamasına gelen bu dizgeler belli kurallarla işleyen birer anlamlı bütündür. Bu anlamlı bütünlerin birimleri de genelde gösterge 1 RIFAT, Mehmet, Göstergebilimcinin Kitabı, Düzlem Yayınları, Đstanbul, 1996, s.9 4 diye adlandırılır. Sözgelimi bir tablodaki bir renk öğesi ya da bir figür bir gösterge olarak değerlendirilebileceği gibi, bir yazınsal yapıtta bir kahramanın amacı ya da davranışı, veya moda dergisinde gördüğümüz bir bluz, bir etek, bir kazak, vb. çevresindeki öbür birimlerle bağlantısı olan bir gösterge olarak değerlendirilebilir.2 Ünlü iletişim bilimci John Fiske’ye göre ise bir gösterge, kendisinden başka bir şeye gönderme yapan, duyularımızla kavrayabileceğimiz fiziksel bir şeydir ve varlığı, kullanıcıların onu bir gösterge olarak kabul etmelerine bağlıdır. Sık kullandığı bir örneği vererek, “açık artırmayı yöneten müzayedeciye bir gösterge olarak kulak mememi çekmemi ele alalım. Gösterge burada, fiyatı artırdığıma gönderme yapar ve hem benim tarafımdan hem de müzayedeci tarafından bu anlamda kabul edilir. Anlam benim tarafımdan müzayedeciye aktarılır: artık iletişim gerçekleşmiştir” demektedir.3 Peirce (ile Ogden ve Richards) göstergeyi, göstergenin gönderme yaptığı şeyi ve göstergenin kullanıcılarını bir üçgenin üç köşesi olarak görür. Her köşe diğer ikisiyle yakından ilişkilidir ve ancak diğerleriyle ilişkileri açısından anlaşılabilir. Saussure biraz daha farklı bir yaklaşımı benimser. Saussure göstergenin, kendi fiziksel biçiminden ve çağrıştırdığı zihinsel bir kavramdan oluştuğunu ve bu kavramın, dış dünyanın bir kavranışı olduğunu söyler. Gösterge gerçeklikle yalnızca onu kullanan insanların kavramları aracılığıyla ilişkilenir.4 Fransız yazar ve edebiyat eleştirmeni Roland Barthes göstergeye biraz daha geniş ve farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Saussure’ün terimleri arasında gösterilen ve gösteren göstergenin oluşturucularıdır. Oysa tanrıbilimden hekimliğe kadar çok değişik sözcük dağarcıklarında kullanılan ve Đncil’den sibernetiğe kadar tarihi çok zengin olan bu gösterge terimi, bu yüzden anlamı belirsiz bir terimdir. Onun için, Saussure’ün verdiği anlama gelmeden önce, bu terimin oynak bir yer tuttuğu kavram alanına kısaca değinmek gerekir. Dilbilimde, gösterge kavramı komşu terimler arasında bir çekişmeye yol açmaz. Anlam aktarıcı bağlantıyı belirtmek için Saussure, bir nedenlilik düşüncesi 2 RIFAT, Mehmet, a.g.e, s.10. FĐSKE, John, Đletişim Çalışmalarına Giriş, Çev. ĐRVAN, Süleyman, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara; 2003, s.63 4 FĐSKE, John, a.g.e, s.63 3 5 içerdiğinden simgeyi hemen bir yana itip bir gösteren ile bir gösterilerin (bir kağıdın ön yüzüyle arka yüzü gibi) ya da bir işitim imgesiyle bir kavramın birleşimi olarak tanımladığı göstergeyi benimsemiştir. Saussure’ün gösteren ve gösterilen sözcüklerini bulmasına kadar, gösterge yine de anlamı belirsiz bir terim olarak kaldı, çünkü, gösteren ile karışma eğilimindeydi. Saussure ise, bundan kesinlikle kaçınmak istiyordu. Kabuk ve öz, biçim ve düşünce, imge ve kavram arasında duraksadıktan sonra, birleşimleri göstergeyi oluşturan gösteren ve gösterilende karar kaldı. Bu çok önemli ve hiç unutulmaması gereken bir öneridir, çünkü göstergeyi gösteren olarak yorumlama eğilimi yaygındır; oysa, iki yönlü bir gerçek söz konusudur. Bunun önemli bir sonucu vardır: Hiç değilse, Saussure, Hjelmslev ve Frei’ye göre, gösterilenler, göstergelerin parçası olduğundan, anlambilimin yapısal dilbilim içinde yer alması gerekir; oysa, Amerikalı mekanikçilere göre, gösterilenler dilbilimden atılıp ruhbilime gönderilmesi gereken tözlerdir. Saussure’den bu yana, dilsel gösterge kuramı, çift eklemlilik ilkesiyle zenginleşmiştir. Martinet çift eklemliliğin önemini göstermiş, hatta bunu insan dilinin tanımlanmasında ölçüt durumuna getirmiştir. Gerçekten de, dil göstergeleri düzleminde, her biri bir anlamla yüklü olan ve birinci eklemliliği oluşturan anlamlı birimler (“sözcükler”, ya da daha doğru bir terimle “anlambirimler”) ile biçimi oluşturan, ama doğrudan doğruya bir anlam taşımayan ve ikinci eklemlilik düzeyini kuran ayırıcı birimleri (“sesler” ya da daha doğrusu “sesbirimler”) birbirinden ayırmak gerekir. Đnsan dilinin tutumluluğunu çift eklemlilik ortaya koyar. Gerçekten de, güçlü bir indirgeyerek yoğunlaştırma ilkesidir bu. Sözgelimi Amerika Đspanyolcası yalnızca 21 ayırıcı birimle 100.000 anlamlı birim oluşturabilir. Demek ki, gösterge bir gösterge ile bir gösterilenden kuruludur. Gösterenler düzlemi anlatım düzlemini, gösterilenler düzlemiyse içerik düzlemini oluşturur. Bu iki düzlemin her birine, Hjelmslev, yalnızca dilbilimsel değil, göstergebilimsel gösterge incelemesi için de önemli olabilecek bir ayrım getirmiştir; gerçekten de Hjelmslev’e göre, her düzlem iki katman içerir: Biçim ve töz. Bu terimlerin yeni tanımı üstünde durmak gerekir, çünkü her biri sözcüksel açıdan uzunca bir geçmişin ağırlığını taşır. Biçim, dilbilim dışı hiçbir öncüle başvurmadan dilbilimin tümü kapsayıcı, yalın ve tutarlı bir biçimde (bilimkuramsal ölçütler) betimleyebileceği olgulardır. Söz ise, dilbilim dışı öncüllere başvurmadan betimlenemeyecek dilsel olguların çeşitli özelliklerinin tümüdür. Bu iki katmanla hem anlatım düzleminde, 6 hem de içerik düzleminde karşılaşıldığından, ortaya şöyle bir düzen çıkar: 1) Anlatımın tözü: Sözgelimi, işlevsel olmayan ses tözü, seslerin çıkarılmasına ilişkin töz; bununla sesbilim değil de sesbilgisi uğraşır; 2) Anlatımın biçimi: Dizisel ve sözdizimsel kurallardan oluşur ; 3) Đçeriğin tözü: Sözgelimi, gösterilenin coşkusal, düşünyapısal ya da yalnızca kavramsal özellikleri, gösterilenin “artılı” (“pozitif”) anlamı; 4) Đçeriğin biçimi: Anlamsal bir belirtinin yokluğu varlığıyla, gösterilenlerin kendi aralarında kurdukları biçimsel düzen. Đnsan dili karşısında, gösterilenleri gösterenlerden ayırmak olanaksız olduğu için bu son kavramı anlamakta güçlük çekeriz. Ama bundan ötürü de, biçim/töz alt ayrımı göstergebilimde şu gibi durumlarda yarar sağlayabilir ve kolaylıkla da kullanılabilir: 1) Kendilerine özgü dizgenin içerdiği töz dışında bir töze bürünmüş gösterilenlerden oluşan bir dizge karşısında bulunduğumuzda ; 2) Bir nesneler dizgesi dolaysız ve işlevsel bir biçimde anlamlayıcı olmayıp, belli bir düzeyde yalnızca yararcı nitelik taşıyabilen bir töz içerdiğinde: Belli bir yemek belli bir durumu belirtmeye yaradığı gibi beslenmeyi de sağlar. Böylece dilsel göstergeye oranla göstergebilimsel göstergenin öz niteliğini öngörme olanağı doğabilir . Örnekçesi gibi, göstergebilimsel göstergenin kendisi de, bir gösteren ile bir gösterilenden oluşur (sözgelimi, trafik kurallarında, bir ışığın 7 oluşturuluvermiş, varolan bir genel örneğe hiçbir bakımdan benzemeyen bir araç tasarlamak gerekir: Bu hiçbir toplumda gerçekleşmesine hemen hemen olanak bulunmayan bir varsıyımdır. Kullanımların bu evrensel anlamlaşma süreci çok önemlidir: Ancak zekayla kavranabilen olgunun gerçek olabileceğini dile getirir ve sonuç olarak toplumbilim ile toplum-mantık düzlemini birbiriyle kaynaştırması beklenir. Ama gösterge bir kez oluştuktan sonra, toplum bunu yeniden işlevselleştirebilir, bundan bir kullanım nesnesi olarak söz edebilir: Bir kürk manto, sanki yalnız soğuktan korumaya yarıyormuş gibi işlem görür. Varolabilmek için ikinci bir dil gerektiren bu yinelenen işlevselleşme, birinci işlevselleşmeyle hiç de aynı değildir; kaldı ki birinci işlevselleşme yalnız ve yalnız ideal niteliklidir. Yeniden sunulan işlev, yananlam düzlemine bağlanan biçim değiştirmiş bir ikinci anlamsal kuruluştan kaynaklanır. Demek ki –büyük bir olasılıkla- gösterge-işlevin insanbilimsel bir değeri vardır, çünkü doğrudan doğruya teknik olan ile gösteren arasındaki bağıntıların kurulduğu birimdir. Dilbilimde, gösterilenin öz niteliği, özellikle “gerçeklik” derecesine ilişkin tartışmalara yol açmıştır. Ne var ki, bütün bu tartışmalarda, gösterilenin bir “nesne” değil de, “nesne”nin zihinsel bir tasarımı olduğu vurgulanmıştır. Saussure de, gösterilenin zihinsel özniteliğini, kavram terimini kullanarak belirtmiştir: Öküz sözcüğünün gösterileni, hayvanın kendisi değil, onun zihinsel imgesidir . Gösterilen, göstergeyi kullananın bundan anladığı "şey"dir. Böylece salt işlevsel olan bir tanıma ulaşılmış olur: Gösterilen, göstergenin iki bağlantısal ögesinden biridir. Onu gösterenin karşıtı yapan tek ayrım, gösterenin bir aracı niteliği taşımasıdır. Durumun, özü bakımından, göstergebilimde de başka türlü olmasına olanak yoktur; bu alanda nesneler, görüntüler, el-kol-baş hareketleri, vb. anlam aktardıkları ölçüde ancak kendileri aracılığıyla söylenebilir bir şeye iletirler. Aradaki tek ayrım, göstergebilimsel gösterilenin dilsel göstergelerce anlatılabilir olmasıdır. Sözgelimi, şöyle denilebilir: Süveter, ağaçlıklar arasında yapılan uzun sonbahar gezintilerini belirtir. Bu durumda, gösterilene yalnız giysi göstereni (süveter) değil, aynı zamanda bir söz parçası da aracılık eder. Dilin, gösterenleri ile gösterilenlerini ayırt edilemez ve ayrılamaz bir biçimde birleştirmesi olayına eşleme adı verilebilir. Böylece, 8 gösterilenin gösterenine yalnızca bitiştirildiği eşlemesiz dizgelerin (bunlar ister istemez karmaşıktır) sunduğu durum da ayrılmış olur.5 Profesör Doktor Berke Vardar ise göstergeyi ; “Sözcüğün en geniş anlamıyla , bir başka şeyin yerini alabilmesini sağlayan özellikler taşıdığından kendi dışında bir nesne, olgu, varlık belirtebilen öğedir. Algılanabilir nitelik taşıyan bu öğe bir tür uyarandır: Anlıktaki imgesi bir başka uyaranın imgesine bağlı olduğundan onu çağrıştırabilen bir uyaran. Bu anlamda, örneğin duman, ateşin; çatık kaşlar, kızgınlığın; köpek sözcüğü, bir hayvanın göstergesi sayılır. Görüldüğü gibi, çok değişik alanları, hem dilsel, hem de dil dışı düzlemleri ilgilendiren bir kavram söz konusu. Çağlar boyunca tartışılmış, birbiriyle örtüşmeyen pek çok görüşün ortaya atılmasına neden olmuştur bu kavram. Gerçekten de, gösterge sorunsalının kökenleri çok eskilere, Đlk Çağa, örneğin Stoacılara değin gerilere uzanır. XX. yüzyıl başlarında F. de Saussure dilbilim kuramını oluştururken bu kavramı yeniden ele alarak incelemiş, ona çağcıl dilbilimdeki önemli yerini verirken genel bir gösterge bilimi de tasarlamıştır. Saussure'ün kimi izleyicileri (örneğin L. Hjelmslev) daha ayrıntılı bir kavramlaştırma çabasına girişerek Cenevre'li bilginin görüşlerini geliştirmişlerdir. Ancak tartışmalar sona ermemiştir. Değişik yorumlara bugün de rastlanmaktadır.”6 şeklinde tanımlamaktadır. Đnsan denen varlık çevresiyle birlikte vardır ve yaşar. Çevresiyle etkileşimi sürdüğü oranda toplumsal bir varlıktır. Yani insanın toplumsal olması birlikte yaşamaktan ve paylaşmaktan geçer. Toplumsal olmanın ilk koşulu budur. Đnsan yaşamı önceden öğrenilen kavramları ve deneyimleri doğru yerde kullanma ve yeni bir durumu öğrenilen bilgilerden yararlanarak çözme üzerine kurulmuştur. Kişi öğrendiği nesnelerle bir şey yapmaya çalışır ya da üyesi olduğu toplum için bir davranışta bulunur. Đçinde bulunduğumuz zamanın yüz yıl öncesinde yaşamış birisi acaba bugün bizim yaptığımız davranışların ne kadarında başarılı olabilirdi? Örneğin bizim için çok basit olan televizyon açma aracının üzerindeki düğmeleri ne oranda doğru kullanabilirdi? Bu sorulara olumlu yanıt vermek hemen hemen olanaksız görünmektedir. Bir başka yaklaşım: Video aracı ile televizyon açılabilir mi? Bu sorunun cevabı olumsuzdur. Çünkü söz konusu aletin (bir başkasına benzemesine karşın) tek bir işlevi var. O halde günlük yaşamda kullanılan her nesne her yerde (rastgele) kullanılamaz. Her nesnenin kendi kullanım yerleri vardır ve her nesnenin kendi 5 BARTHES, Roland, Göstergebilimsel Serüven, Çev. RIFAT, Mehmet, RIFAT, Sema, Yapı Kredi Yayınları, Đstanbul, 2005, s.44 6 VARDAR, Berke, Dilbilimin Temel Kavram ve Đlkeleri, Multilingual, Đstanbul, 2001, s.72-73 9 kullanım yerinde bir anlamı vardır. Türkçedeki “Taş yerinde ağırdır” atasözünde belirtilen durum gibi. Bu durumda iletişim ve anlaşma, önceden öğrenilen nesneleri ya da davranışları doğru zamanda ve doğru yerde kullanmakla olacaktır. günlük iletişimde kullanılan, kültür ya da kültürün bir parçası olarak nitelenen her şey, gösterge diye adlandırılabilecek uzlaşımsal değerleri toplumun benimsediği biçimde kullanılmayı gerektirir. Her türlü kültür olgusu anlamlı bir yapıdır ve bir toplum için çok şeyi belirtebilir. Ancak her türlü göstergeyi kullanmak için kendi kullanım yerlerini bilmek gerekir. Bu da toplumsal yaşamla ilintili bir durumdur. Sonuç olarak günlük yaşamdaki iletişim, toplumsal olarak yaşamanın gereği, dilsel ve dil dışı göstergeleri bir arada kullanmakla olabilir.7 B) Gösterge Türleri Amerikalı felsefeci Charles Sanders Peirce'ün göstergebilime yaptığı en önemli katkı, göstergeleri sınıflaması olmuştur. Bu sınıflandırma, daha sonra çok yaygınlaşmış ve göstergebilimin dilbilimin etkisinden kurtulmasına, dil dışındaki başka bir çok alana uyarlanabilmesine olanak sağlamıştır. Peirce göstergeleri, önce kendi oluş biçimleriyle (representamen), nesnelerle (gönderge) ve yorumlayıcılarla (interpretant) kurdukları ilişkiler açısından üç temel öbeğe ayırır, daha sonra bunları yeniden üçe ayırır, daha sonra bu kalemleri birbirine çatarak 66, hatta 310 türe ulaşır.8 Birinci Öbek, yani göstergenin nasıl olduğuyla ilgili öbek, nitel, tikel ve kavramsal (kural) gösterge türlerini kapsar. En önemli olan ya da araştırmacılar tarafından en çok başvurulan öbek ise, gösterge ile nesne (gönderge) arasındaki ilişkiyi öne çıkaran ikinci öbektir. Burada, görüntüsel göstergeyi, belirtiyi ve simgeyi görürüz. Üçüncü öbek, ilk gösterge ile yorumlayıcı gösterge arasında kurulan ilişkiye değgindir, terim, önerme ve sav türlerini içerir. Şimdi bu türlerin ne anlama geldiklerini teker teker incelenecek olursa : Birinci Öbek: • Nitel gösterge (qualisign): Duyumladığımız bir niteliktir. Örneğin bir resimdeki kırmızı leke. Ancak, bu kırmızı algısını yorumladığımız anda, nitel 7 8 GÜNAY, Doğan, Dil ve Đletişim, Multilingual, Đstanbul, 2004, s. 47 ERKMAN, Fatma, Göstergebilime Giriş, Multilingual, Đstanbul, 2005, s.112 10 gösterge, tikel bir göstergeye dönüşür. Başka bir deyişle, tüm göstergeler, aslında, yorumlanana kadar, yalnızca bir niteliğin yansımasından ibarettir. Bu onların varoluş biçimidir. Şekil 1 : • Julia Roberts’in Yüzü Tikel gösterge (sinsign): Bu, tek ve belirtili bir varlık ya da duruma gönderme yapan bir göstergedir. Örneğin Julia Roberts’in yukardaki fotoğrafı, tikel bir varlığa, Julia Roberts’e gönderme yapmaktadır. Ama Roland Barthes'ın ileri sürdüğü gibi, eğer Julia Roberts’in yüzü, zamanla, belli bir dönemin güzel kadın anlayışının simgesine dönüşür, genelleşir ve belli bir güzellik anlayışını dayatırsa, o zaman bu fotoğraf, kavramsal olan, kural koyan bir göstergeye dönüşür. • Kavramsal / kural gösterge (legisign): Kavramsal gösterge, bir genellemedir: Julia Roberts’ın yüzü bir güzellik ölçütüne dönüşürse, genelleme olur. Sözlükteki tüm sözcükler, tek başlarına ele alındıklarında, tüm kümeye gönderme yaptıklarından, genelleme sayılırlar. Ancak, bireysel bir söylemin içine girip de, belirtili bir gönderme yaptıklarında, tikelleşirler. Birisinin o 11 sözcüğü söylemesi ile kulağımıza çarpan ses zinciri ise, niteldir. Bulut sözcüğü, duyulduğunda, niteldir. Sözlükteki tüm bulutları kapsayan, küme adı olan bulut sözcüğü kavramsaldır, genellemedir. “Günlerden sonra kocaman, yağmur yüklü, gri bir bulut gökyüzünde belirdi” söyleminde ise, belirtili ve tek bir buluttan söz edildiği için, ağaç tikeldir. Julia Roberts örneğine dönülürse, fotoğrafı oluşturan ton farkları, lekeler nitel göstergeyi, bu fotoğrafı Julia Roberts olarak yorumlamamız tikel göstergeyi, Julia Roberts’ı güzellik ölçütü olarak değerlendirmemiz ise kavramsal göstergeyi oluşturur. Đkinci öbek: • Görüntüsel gösterge (icon): Çoğunlukla görsel alanda kullanılan görüntüsel göstergenin özelliği, temsil ettiği şeye benzemesidir. Yine Julia Roberts’ın fotoğrafına bakılacak olursa , bu fotoğraf Julia Roberts’ı çağrıştırdığı, ona benzediği için görüntüseldir. Bu benzeme ilkesi edebiyata da yakıştırılır. Bir anlatıda, eğer olayların anlatılış sırası, gerçekleşme sırasına uyuyorsa, burada temsil edenle (metin) temsil edilen (olayların gerçek sırası) birbirine benziyor demektir. • Belirti (index): Belirti türü gösterge, bir neden-sonuç ilkesine dayanır. Eğer bir yerde gökkuşağı varsa, bir süre önce yağmur yağmış demektir. Gökkuşağının yağmurun yağması ve güneş açması sonucu olduğunu bildiğimiz için, yağmur yağdığını görmesek de, varolduğunu düşünürüz. Buradaki önemli nokta, gökkuşağının, bizim orada yağmur yağdığını anlamamız için kasıtlı olarak çıkmadığını bilmektir. Yağmur-gökkuşağı ilişkisi doğal bir ilişkidir, gösterge olsun diye ortaya çıkmamıştır. Ama biz deneylerimiz sonucunda bu bağlantıyı kurmayı öğrenmişizdir, gökkuşağını yağmurun hemen ardından ortaya çıkan bir gösterge olarak yorumlarız. Bu bakış açısını fotoğraflara da uygulamak mümkündür. Julia Roberts’in yüzü öyle olduğu için, fotoğraf tekniğinin de bazı özellikleri olduğu için, Julia Roberts’in fotoğrafı, Julia Roberts’a benzeyecektir. Yani, fotoğrafla gerçek kişi arasındaki benzerlik, bir neden-sonuç ilişkisidir. • Simge (symbol): Simge, temsil ettiği şeyle olan ilişkisini bir uzlaşım sonucunda kurar. Peirce'ün simge anlayışı, Saussure' ün gösterge anlayışı ile 12 örtüşür. Sözlükteki her sözcük, bir uzlaşıma dayanır, dolayısıyla simgedir. O dili konuşanlar, bu sözcüğün ne anlama geleceği konusunda uzlaşmışlardır. Đşte simge bu özelliği ile aynı zamanda kavramsal, yani kural oluşturan bir göstergedir de. Üçüncü öbek: • Terim (rheme): Üçüncü öbeğin gösterge ile yorumlayıcı arasındaki ilişkiye dayanır. Terim, yorumlayıcı açısından açık uçlu bir göstergedir. Tek başına doğru ya da yanlış olamaz. Bu açıdan bakıldığında, her sözcük bir terimdir. Tek başına ele alındığında bulut sözcüğü bir terimdir ve genellemedir, ama bulut sözcüğü tek başına doğru ya da yanlış olamaz. • Önerme (dicisign): Önerme bilgilendirici bir göstergedir. Terimlerin bir araya gelmesiyle kurulur. Önerme birden fazla terimle oluşturulur, bir dizimdir. Bize bir şey hakkında bir şey söyler. Ancak, önermenin de doğru olma kanıtı kendi içinde değildir. Doğru ya da yanlış olabilir. Ama doğru mu yanlış mı olduğu kendi içinde kanıtlanmaz. Bazı tümceler önermedir. • Sav (argument): Önerme bir konu hakkında bilgi verir, ancak bilginin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlamaz. Sav ise karmaşık bir göstergeler bütünüdür. Önermenin kanıtını getirir, neden-sonuç ilişkisi kurar. Önerme, yalnızca bir nesnenin varlığını dile getirir, sav ise bunun doğru olup olmadığını kanıtlar. “yağmurluğumu yanıma alıyorum” tümcesi bir önermedir, bu tümcenin içindeki her sözcük birer terimdir. Ama eğer tümceyi uzatarak yağmurluğumu yanıma alıyorum, çünkü havada kara bulutlar var, yağmur yağacak, ıslanmak istemiyorum, dersek, bir sav kurmuş oluruz: Yağmur yağacak, çünkü havada kara bulutlar var, yağmur yağarsa ıslanırım, ıslanmak istemiyorum, bu yüzden şemsiyemi yanıma alıyorum, tümcesi, neden-sonuç ilişkileri kuran, akıl yürütmeye dayalı bir savdır. Bu açıklamalardan ortaya şu çıkar: Göstergeler çok çeşitli olabildikleri gibi her gösterge birkaç türe birden girebilir. Julia Roberts’ın fotoğrafı, nitel, tikel ve kavramsal olabilir. Ancak kavramsal, hatta tikel olması için, daha önce başka göstergeler aracılığıyla Julia Roberts’ı tanımış olmamız gerekir. Kavramsallaşması 13 tümüyle kültürel bir olgudur. Gene aynı fotoğraf, görüntüsel gösterge (J.Roberts’a benziyor) ya da belirti (J.Roberts öyle göründüğü için fotoğraf da böyle) olabilir.9 1) Doğal Göstergeler Dil dışı göstergeler (göstergebilimsel gösterge) olarak, doğal göstergeler, belirtiler, görüntüsel göstergeler, belirtkeler ve semptomlar sayılabilir. Dil dışı göstergeler, tüm gösterge türleri gibi iletişim sağlama aracı olarak kullanılan ve doğal diller dışında kalan her türlü göstergelerdir. Bu tür göstergelerde kullanılan dizge ile gösterge: gösterilen-gösteren arasındaki ilişki farklılık gösterebilir. Doğal göstergeler ya da belirtiler anlam sağlayan gösterge türleridir. Belirti kavramını Sebeok şöyle tanımlar: “Yorumu yapılmadığı takdirde kesinlikle anlamı olmayan bir gösterge türüdür. Belirti doğadaki nesnelerin tümünden etkilenir, dolayısıyla nesnelerde pek çok ortak yöne sahiptir ve nesneye yöneliktir”. Belirti olarak kullanılan göstergede iletişim kurma niyeti yoktur. Tek taraflı bir bilgi edinme süreci söz konusudur. Bu göstergelere anlam yükleyen insanlardır. Đnsanın anlamlandırma edimi olmadığı sürece belirtilerin bir gösterge işlevi olmayacaktır. Belirti, bir başka olgu ya da durum hakkında bize bir şey gösteren, açıklayan ve doğrudan algılanabilen bir gösterge türüdür. Belirtilerde gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki diğer gösterge türlerinden farklıdır: “Bir belirtide [gösteren ile gösterilen] arasındaki ilişki gelişigüzeldir: Ateş dumanın nedeni olduğu sürece, duman ateş demektir”. Yani duman gösterileni ile ateş göstereni arasında bir bağıntı yoktur. Ancak neden-sonuç ilişkisi olabilir.10 Aslında şimdilik anlam yüklemediğimiz bir yığın doğal gösterge ya da belirti, iletişime katılmadan varlığını sürdürmektedir. Ne zaman insan onu bir anlamlandırma sürecine alırsa, bu gösterge bir belirti durumuna dönüşecektir. Sıradan bir durum da bir bağlam içinde belirti olabilir. Her türlü doğal göstergelerde, olaylar arasında neden-sonuç bağlantısı kurulabilir. Bir doğal olayla bağıntı kurup anlığımızda birbiriyle birleştiği ölçüde gösterge değeri olacaktır. Doğal göstergeler, insanların uzun deneyimleri sonucu elde ettiği bilgi birikimiyle yakından ilgilidir. Belirti ile bir doğal olaydan yalın bir sonuç çıkarmak söz konusudur. Bu tür göstergeler bir anlam aktarma işlevi görmez. Çünkü insanlar 9 ERKMAN, Fatma, Göstergebilime Giriş, Multilingual, Đstanbul, 2005, s.115. GÜNAY, Doğan, a.g.e. s. 59 10 14 arası iletişimde kullanılmaz. Sadece insan ile doğa arasında kurulan tek yönlü bir iletişim vardır. Doğal bir olayı anlamlandırabilmek, oluşturulmuş iki durum arasında neden-sonuç ilişkisinin ortaya konulmasıyla olacaktır. gökyüzündeki bulut (neden), gelecek olan bir yağmurun (sonuç) habercisidir. Bu durumda bulut yağmurun belirtisidir. Bu tür bir neden-sonuç ilişkisi doğal olaylarda yapılabildiği oranda ilişkiler arasında bir anlamlandırma edimi olabilecektir. Aslında bir belirtinin (neden) bir sonucu doğal olarak vardır. Đnsanlar bu ilişkiyi kurup, bir alıcı olarak tepki gösterdiği oranda bu neden (belirti) anlamlıdır. Belirtide, gerçek dünyadaki göndergesi ile bir neden-sonuç ilişkisi kurulabilir. Bu ilişkiler de insan yaşamındaki sayısız yinelemelerle belirlenebilecektir. Yani buluttan sonra yağmurun gelmesi sayısız yineleme ile edinilebilecek bir bilgidir. Gökteki fırtınanın meteoroloji uzmanı ile hiçbir iletişimi yoktur. 40 derecelik bir ateş, doktoru bilgilendirmek için bir bildiri üretmez. Bulut ya da 40 derecelik ateş, kendisi olmadığı halde başka bir konuda bilgi veren dolaysız biçimde algılanabilen olaylardır. Đnsan deneyiminin sonucu bu nedensonuç bağıntısını, bitişikliğini belirler. Bu tür neden-sonuç ilişkili anlama ve anlamlandırma insanın kendi iletişim dizgesi olarak geliştirdiği, sağır-dilsiz alfabesinden, trafik işaretlerinden ya da dilsel göstergelerden farklıdır. Yapay olarak oluşturulmuş göstergelerde çok belirgin bir neden-sonuç ilişkisi bulunmayabilir. Yine hiç mors alfabesi bilmeyen bir kişi aynı durumu sayısız kez yinelese bile bu anlamlandırmayı yapamayacaktır. Sürekli yineleyerek de bu göstergelerin göndergelerini bulamayacaktır. Halbuki doğal göstergelerde art arda gelme alıcı için çok önemlidir. Hiç kimseye sormadan bir neden-sonuç ilişkisi ortaya koyabilir, bir nedenden belirgin ve tutarlı bir sonuç çıkarabilir. Belirtiler de bir nedenin varlığı, göstergenin nesnesinin varlığına bağlı olmasına karşın, insanın bu neden-sonuç ilişkisini bilip bilmemesine bağlı değildir. Yani insanın bu ilişkiyi bilmediği durumlarda da o göstergenin bir anlım vardır, bir neden-sonuç ilişkisi vardır ve bu anlamı asla kaybetmez. Ancak insan bu göstergeden ve sonucundan haberdar değildir. Burada zamansal olarak art arda gelen iki şeyin birbirini çağrıştırması söz konusudur. Đki olayın sürekli art arda gelmesiyle nedensonuç arasında bir bitişiklik bağıntısı kurulur. Diğer taraftan doğal göstergelerdeki neden-sonuç arasındaki ilişkide benzerlik yoktur. Yani ateşli bir hastanın vücudunda ateş yanmıyordur, ya da siyah bulutların belirmesinde yeryüzüne siyah bir nesne düşecek diye bir benzerlik öğesi yoktur. Đnsanın olayların ardışıklığı sonucunda 15 edindiği deneyimlerle kazanılan doğal göstergelerde çoğunlukla teke tek bir ilişki söz konusudur. Yani bir nedenin birçok sonucu yoktur (Ama, insana özgü bir davranış ve düşünce geliştirme biçimi olan yorumlamayı işin içine katarsak daha çok sonuç çıkarılabilir. Bu da o göstergenin göndergesi değil (yani birincil anlamı değil) yorumu (ikinci derecedeki bir anlamı) olacaktır. Bu tür göstergelerle ilgili son olarak Doğan Günay şunu söylemektedir: “gerçekte her belirtinin nedeni doğal bir olay değildir. Đnsanlar da kendi aralarında belirtiler kullanabilirler. Bu tür belirtilerde tüm dikkat kullanılan nesne üzerinde yoğunlaşır. Sözgelimi “kapı tıklatmak” insanların ürettiği bir belirti olarak kabul edilebilir. Kapı tıklatmada tüm dikkatler kapı üzerinde yoğunlaşacaktır. Yapılan eylem alıcı için bir uyarıcı olmuş, dikkatini çekmiştir. Yapay olarak üretilmiş olsa da, gerçekte bir neden-sonuç ilişkisi vardır ve bu ilişki bir gözlem sonucunda bulunmuştur. Alıcı, nedenle (kapı tıklatmak) daha önceden edindiği bilgi birikimi arasında bir bağıntı kurarak kapıda birisinin olabileceğini (sonuç) varsayar. Nesne ile kendi bilgisi arasında bir ilişki kurarak, bir başka kişiden herhangi bir şey öğrenmeden, iki şey arasında bir neden-sonuç bağıntısı kurabilecektir.”11 Doğal göstergeler dış gerçek düzleminde ya da doğada var olan bağıntılara, olgular arasındaki neden-sonuç ilişkilerine dayanır ve dolaysız biçimde algılanabilir; böyle algılanmayan olguların varlığını gösterir. Bir olgunun gözlemlenmesinden yalın bir yorum aracılığıyla çıkarılan sonuçtur belirtinin kaynağı. Örneğin, duman, ateşin varlığını; bulut, yağmur yağacağını doğal bir ilişkiyle belirtir; vücut sıcaklığının belli bir sınırı aşması da yine doğal bir neden-sonuç bağıntısı aracılığıyla hastalığın göstergesi sayılır. Đnsan yaratımı olmayan bir deneyimden kaynaklanan belirtiler herhangi bir anlam aktarma amacı içermez; içeremez.12 2) Yapay Göstergeler Đnsanların iletişim kurmak amacıyla oluşturduğu yapay göstergeler ise, adı üzerinde bir uzlaşma ve saymaca sonucu yapay olarak oluşturulmuş göstergelerdir. Belirtide bilgilenme söz konusu iken, diğer tür göstergelerde amaç iletişim kurma arzusudur. Havadaki bulut yağmurun geleceğini açıklamak için meteoroloji uzmanı ile bir iletişim kurmayı amaçlamaz. Ancak, bu belirti (havadaki bulut) bir plajın güvenlik yetkilisini plaja kırmızı bayrak dikmeye itebilir. Bu kırmızı bayrak, bir gösterge sağlamak için üretilmiş yapay bir belirtkedir. 11 12 GÜNAY, Doğan, a.g.e., s.59-61 VARDAR, Berke, a.g.e., s.73 16 Yapay göstergeler, Peirce’ün nesnesi açısından sınıflandırdığı gösterge türleridir. Varsayım sonucu oluşturulan yapay göstergeler, bir durumu, bir konumu ya da bir anlamı alıcıya aktarmak amacıyla üretilirler ve bir bildirinin iletilmesinde kullanılırlar. Yani yapay göstergelerde gösteren ile gösterilen ve gösterge ile gönderge arasındaki ilişki, o göstergenin kullanıldığı toplulukça oluşturulmuş, amaçlanmış ve söz konusu toplumca içi doldurulmuştur. Doğal göstergeler (doğal olayın nedeni ile sonucu arasında bir) anlam sağlamak amacıyla kullanılırken, yapay göstergeler de insanlar arası iletişim sağlamak amacıyla kullanılır. Gerçekte yapay göstergelerin hepsi birer belirtkedir. Gerek görüntüsel gösterge, gerek uzlaşımsal, saymaca gösterge, simge, dilsel gösterge, gerekse belirtiler dışındaki tüm dil dışı göstergeler yapay olarak üretilmiştir. Belirtke de bunlardan biridir. Belirtke "göstergesel düzlemde, doğal özellikleri bir belirtiye karşıt olarak, bildirişim amacı güdülerek istençli ve yapay yoldan oluşturulmuş biçim"13 olarak tanımlanabilir. Tüm belirtkeler uzlaşımsal ve saymaca niteliklidir. Belirtke, belirti görevini yapmak için yapay olarak üretilmiş bir gösterge türüdür. Belirtkeler bir canlı ya da cansız nesne tarafından üretilir ve bir bilgi taşıma özelliği olması amaçlanır. Bu üretilen yapay göstergeler, iletişim olgusu içinde alıcıya aktarılır ve bu alıcı, iletişimde kullanılan belirtkeleri algılamasıyla, gösterge toplumca yüklenmiş işlevini yerine getirmiş olur. Aslında insanlar tüm göstergeleri bir öğrenme süreci sonunda anlamlı hale getiriyoruz, Bu öğrenmede çeşitli ilişkilerin kurulabilmesini sağlar. Çağrışım, karşıtlık, benzerlik gibi. Özellikle son zamanlarda toplumda sıkça kullanılan gösterge türlerinde, kolaylık olsun ve daha kolay öğrenilsin diye, çağrışım yolu benimsenmektedir. Çağrışım yoluyla öğrenilebilecek gösterge ile onun nesnesi arasında bir bağ kurulabilir. Böylece göstergeyi ya da göndergeyi gören insan hemen diğerini anımsayabilmekte; iki şey arasında bir benzerlik ilişkisi kurabilmektedir. Bu benzerlik trafik işaretlerinde en ileri düzeyde kullanılmıştır denilebilir. Kuşkusuz bütün işaretlerde bir benzerlik yoktur, ama çoğunluğunda çağrışımsal bir bağ kurulabilir. Örneğin virajı gösteren bir işaretle gerçek göndergesi arasında bir benzerlik ilişkisi kurulabilir. Park etmenin yasak olduğunu belirten yuvarlak içindeki 13 GÜNAY, Doğan, a.g.e. s. 62 17 eğik çizgide olmayabilir ama, yan yana geçen iki araba üzerine konmuş kırmızı çizgide bir benzerlik bağı vardır. Bu durumda trafik göstergelerinde iki tür işaret kullanılmaktadır; Bazılarında görüntü (gösteren) ile anlamı (gösterilen) arasında bir benzerlik ilişkisi ve bir çağrışım vardır. Bir kısmında gösterge ile anlamı arasında hiçbir benzerlik ilişkisi kurulmazken, bazı trafik belirtkelerinde görüntü (gösterge) ile göndergesi (anlamı) arasında belirli bir nedenlilik ilişkisi kurulabilir. Karşıdan karşıya geçen iki öğrencinin resmi, bir durumu anlatabilir. Ancak sürücüler için çok fazla işlevsel olmayabilir. Ama resimdeki durum çizgilerle trafik işareti olarak kullanılabilir ve daha işlevseldir. Bu çizgisel anlatım, sürücüler için bir okulun varlığını ve öğrenci çıkabileceğini anlatır. Onların daha dikkatli olmalarını sağlamak için bu tabela konmuştur. Bu trafik belirtkesinde benzerlilik ve nedenlilik ilişkisi kurulabilir. Ama uzlaşmaya dayanan trafik işaretlerinin bazıları gibi çeşitli gösterge türlerinde, her işaret aynı kolaylık içinde ani asılamayacaktır. Durmanın yasak olduğunu belirten mavi zemin üzerinde eğik kırmızı çizgili yuvarlak pano uzlaşma sonucu anlam kazanmıştır. Đki taşıtın geçmemesi gerektiğini belirten bir panoda benzerlik ilişkisi bulunabilir. Görüntüsel bir nedenlilik ilişkisi kurulsa da her türlü trafik işareti kullananlar arasındaki bir uzlaşma ile anlam kazanır. Benzerlik ilişkisindeki anlamı bulmak daha kolay olabilir. Ancak her durumda her türlü trafik işaretlerinin (belirtkelerinin) anlamı için bir öğrenme ediminden söz edilebilir.14 Belirtke belirtiden ayrılır: "Gösterge konuşucuya dair bilgi vermesi açısından belirti (kapı tıklatmak), dinleyiciye yönelik bir uyarıcı işlevi yerine getirmesi açısından ise belirtkedir". Her bireyin bir konuşan olarak doğal bir olaydan neden-sonuç ilişkisine göre bir bilgi çıkarma yeteneği vardır. Belirtkede, bir verici ile bir alıcı arasında üretilmiş bir göstergenin iletilmesi söz konusudur. Belirtkenin temel özelliği yapay olarak üretilmesi, sadece üretilenin toplumca kullanılıyor olması ve bir iletişim içinde anlamlandırılmasıdır. Aynı yapay gösterge her toplumca benimsenip kullanılır diye bir zorunluluk yoktur.15 Görüntüsel göstergede (fr. icone) bir yansıtma durumu söz konusudur. Yani gösterge kendi nesnesini (görüntü) yansıtır. Bu türe en iyi örnek olarak fotoğraf 14 15 GÜNAY, Doğan, a.g.e. s.62 GÜNAY, Doğan, a.g.e. s.63 18 verilir. Fotoğraf (görüntü) gerçek nesnesini yansıtır. Fotoğraf görüntüsü, konu aldığı gerçek nesnenin kendisidir. Ancak nesne fotoğraf görüntüsünde içinde bulunduğu gerçek zaman ve uzamdan soyutlanmış olarak yer alır. Yani fotografik görüntü ile onun belirttiği nesne arasında benzerlik ilişkisi vardır. Görüntüsel göstergede A (gösterge) B'ye (gönderge) benzediği oranda bir iletişim özelliği vardır. Benzeşme simetrik bir yapıdadır. B, A'ya benzediği oranda, A da B'ye benzemektedir. Bu tür bir ilişkiyi ortaya koyma, gerçek, algı, betimleyim (fr. reprisentation), bakış açısı gibi olgularla yakından ilgilidir. Yeniden sunumla belirtilmek istenen, aslında gerçek dünyada var olan bir nesnenin olduğu gibi yeniden yansıtılmasıdır. Görüntü ile nesne arasındaki ilişkiyi bulmada uzlaşma ya da bir Öğrenme süreci yoktur. Anlam ile görüntü arasındaki ilişki, bir parmak izindeki neden-sonuç ilişkisine benzetilmektedir. Örnekte görüntü izdir, anlamı ise nedenidir (parmak). Bu tür göstergeler nedenli göstergelerdir ve insan yapısıdır. Görüntüye dayalı fotoğraf, resim, çizim gibi insan ürünleri bu sınıfa girer. Diğer tür yapay göstergelerde gösterge ile görüntü (nesne) arasındaki neden açıklanamaz. Doğal dildeki bir göstergede, örneğin "ev" göstergesinde, niçin ev görüntüsünü (nesne, gösterilen) verdiği açıklanamaz. Bunlar toplumların uzlaşması sonucunda benimsedikleri göstergelerdir. Ancak dış gerçekle (nesne) şu ya da bu şekilde bir benzerlik, yansıma ve yansıtma özelliği olan görüntüsel gösterge, gönderme yaptığı nesnesi ile görüntü arasında bir benzerlik ilişkisi kurar. Görüntüsel gösterge anlamlandırılması en kolay gösterge türüdür. Nesnesi, o anda göstergenin (görüntünün: fotoğrafın) yanında olmayabilir. Ancak o gösterge yine de anlamlıdır, göstergeye bakarak bir anlam çıkarılabilir. Elbette göstergenin anlamı izleyenin, fotoğrafa konu olan nesnenin gerçek durumu ile görüntüsü arasındaki ilişkiyi ortaya koymasına da bağlıdır. Yani alıcının hiç tanımadığı bir nesnenin fotoğrafını algılaması biraz zor olabilir. Kısaca görüntüsel gösterge, nesnesi olmasa da kendi varlığını ve kimliğini koruyabilen bir gösterge türüdür. Görüntüsel gösterge ve diğer dil dışı göstergelerde kullanılan dizge, dilsel göstergelerde kullanılandan farklıdır. Yine gösteren-gösterilen arasındaki ilişkide de ayrıcalık vardır. ''Görüntüsel göstergede gösteren ile gösterilen arasındaki gerçek benzeyiş söz konusudur: Bir kişiyi gösteren portre yalnız nedensiz uzlaşma değildir, ancak benzeşim ile o kişinin resmidir". Yani fotoğraf (nesne) ile fotoğrafın belirttiği nesne 19 (gösterilen) ve söz konusu gerçek nesne (gönderge) arasında bir benzeşme olgusu vardır.16 Đkinci tür yapay gösterge grubuna uzlaşımsal (saymaca) gösterge türü girer. Bu grupla ilgili olarak akla ilk gelenler dilsel göstergeler ve simgelerdir (fr. symboles). Dilsel göstergeleri çeşitli bakımlardan diğer gösterge türlerinden ayırmak gerekir: Öncelikle en sık kullanılan, iletişimin en çok yararlandığı gösterge türüdür. Ancak dilsel göstergeler "ilişkin olduğu gerçekle doğal bir bağıntı kuran belirtiden, saymaca (uzlaşımsal) olmasına karşılık nedenlilik de içeren ve daha çok görsel olan simgeden hem nedensiz ya da buyrultusal, hem de saymaca olmasıyla ayrılır. Göstergenin öğelerini (gösteren ve gösterilen) birleştiren bağ doğal değildir, buyrultusal ya da nedensizdir ve saymacadır. Sözün kısası, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin tamamen saymaca bir nitelik taşımış dil göstergeleri, diğer tüm göstergelerden ayrılırlar. Uzlaşmaya dayanan, iletişim amacı güdülerek, istençli olarak yapay yoldan oluşturulmuş diğer belirtke türleri gibi dil göstergelerinin öğrenilmesi, diğer gösterge türlerine (örneğin belirti, doğal gösterge ve görüntüsel göstergeye) göre daha zordur. Çünkü her göstergeyi ayrı ayrı ve kendi kullanımı içinde öğrenmek gerekecektir. Gösteren ve gösterilen birbirlerine bağımlı olarak bir dildeki dilsel göstergeyi oluşturur. Bir gösterenin gösterileni yoksa, bu ses grubu bir gösterge değildir. Diğer yandan benzer zorlukları öbür gösterge türlerinde de görmek olasıdır. Siyah göstergesi bir toplumda yası belirtirken bir başka toplumda beyaz renk yası belirtebilir. Ya da Yeni Kaledonya'daki Kanak halkı için siyah, erkeğin cinsel gücünü belirtir. Yine kuru kafa, Avrupalılar için tehlike ve ölümü belirtirken, Meksika halkı için bir tür bonbon şekerini belirtir. Bu Örneklerdeki dil göstergeleri gibi diğer gösterge türleri de toplumdan topluma değişebilir. Bunlara bağlı olarak, yapılan eylem türlerinde de farklılıklar olabilir. "Bir toplumda bağlılık belirtmek için baş öne eğilir; bir başka toplumda yemeğin yaradığını göstermek için geğirilir".17 Kısacası her toplumun kendi yaşamı içinde kullandığı gösterge ile anlamı arasında doğal bir bağıntı vardır. Bu göstergeler anlamı yaratmak ve uyarmak için yetmez; çünkü anlam gene de bir anlaşmaya dayanır. Bir toplumdaki göstergenin anlamım 16 17 GÜNAY, Doğan, a.g.e. s.64 GUIRAUD, Pierre, Göstergebilim, Çev., YALÇIN, Mehmet, Đmge Kitabevi, 1994, s. 79 20 (göndergesini) bilmeden o göstergeyi kullanmak olanaksızdır. Kullanılsa da yanlış anlaşılmalara neden olabilir. Diğer bir uzlaşımsal gösterge türü simgedir (fr. symbole). Simge göstereniyle gösterileni arasında belli bir oranda nedenlilik ilişkisi kurulabilen, çoğu kez görüntüsel nitelik taşıyan, ama yine de uzlaşımsal özelliği bulunan gösterge türüdür. Eğer iki göstergenin gösterilenleri birbirine bağlı ise simgeleştirmeden söz edilir. Simgede kullanılan gösterge ile gösterdiği nesne arasında kültürel bir ilişki aranabilir. Çünkü simge belli bir kültür içinde geçerlidir ve gösterge (kullanılan simge) ile gösterilen (simgenin belirttiği şey) arasında örneksemeli bir ilişki vardır. Simge için kullanılan örnek terazi ve adalet arasındaki ilişkiyle verilir. Bu örnekte gösteren (biçim: terazi) Đle gösterilen (anlam: adalet) arasında belli bir nedenlilik ilişkisi kurulabilir: Terazi doğru ölçüm için kullanılan bir tartı aracıdır. Adaletin de doğru tartı (doğru karar vermesi) yapması istendiğinden bu tür bir simge kullanılmıştır. Diğer gösterge türleri gibi simgeler de yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümlerdir. Yani terazi düz anlamsal olarak o dilde vardır. Ancak terazi göstergesinin bir simge olarak kullanılması yeniden üretimdir, yeni bir değer vermedir. Düzanlamsal kullanım toplumsal kullanımdır. Bu nedenle kişisel bir yargı olarak kullanım olan yananlamdan ayrıdır. Göstergenin düz anlamını herkes anlayabilir. Diğer yandan her simgede bir görme edimi, görme biçimi söz konusudur. Eğer terazinin adaleti simgelediğini bilinmiyorsa, yani görmezseniz, bu simge algılanamayacaktır. Simge, saymaca ve görsel yanı ağır basan bir gösterge türüdür. Belirtide olduğu gibi, ilişkin olduğu gerçekle doğal bir bağıntısı yoktur, ya da görüntüsel göstergede olduğu gibi ilişkin olduğu gerçeği yansıtma özelliği de yoktur. Diğer tüm belirtkeler gibi (görüntüsel gösterge, dil göstergesi) yapay olarak iletişim amacıyla istenilerek üretilmiş göstergedir. Đlişkin olduğu nesneyi çağrışım yoluyla göndermede bulunan bir gösterge türüdür. Bu çağrışımı aslında insanlar anlaklarında kurarlar. Yani doğal göstergelerdeki gibi insan olmasa da neden-sonuç ilişkisinin sürdüğü bir 21 gösterge türü değildir. Simgede bu tür bir ilişkiyi yorumlayan olmazsa, söz konusu gösterge anlamlı olmaz, simge olmaz.18 Dil, duygularımızı ve düşüncelerimizi ana hatlarıyla çizen, anlam bütünlüğünün tam olarak kavranılmasını da iç varlığımıza, iç güdümüze, sezgiye, telkin ve yoruma bırakan bir simge takımıdır da denilebir. Dilde kullanılan her sözcük bir simgedir. Art arda gelmiş harfleri yorumlayan, anlamlı kılan biri olmazsa hiçbir değeri yoktur. Bu durumda bir sözcüğe bağlı olarak beynimizde bir düşünce oluşturan her şey bir simgedir. Simgede gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntı uzlaşmaya dayanır. Bir uzlaşmaya dayanması sonucu her simgenin toplumdan topluma değişmesi kaçınılmazdır. Simgesel göstergelerin görüntüsel göstergeyle benzer yanlan vardır. Her ikisinde de görüntüsel yan ağır basar. Ancak simgede, göstereniyle (ses, resim, simge, vb.) gösterileni (eşya, nesne, vb.) arasında belli bir oranda nedenlilik ilişkisi kurulabilir. Görüntüsel göstergede ise gösteren ile gösterilen arasında benzerlik ilişkisi vardır, gösteren gösterileni yansıtır. Simgesel göstergelerin uzlaşımsal özelliği de bulunmaktadır. Kullanılan simgesel göstergelerde genellikle soyut bir durumun (gösterilen), somut bir nesne (gösteren) ile belirtilmesi söz konusudur. Görüntüsel göstergede somut bir durumun (gösterilen) yansımasından da (gösteren) söz edilebilir. Simgede soyut bir şeyi belirten uzlaşımsal ve saymaca görüntü, somut fiziksel bir nesne ile belirtilir. Demokrasi (gösterilen) soyut bir kavramdır, bu soyut kavram başında defne yaprağı olan genç bir kızla belirtilerek (gösteren) somut bir simge yaratılmıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, simgesel göstergelerde gösterilenle (anlamla) gösteren (nesne) arasında benzerlik ilişkisi bulunabilir; ancak bu örnekte olduğu gibi hiçbir ilişkinin kullanılmadığı simgeler de vardır. Bunlar daha çok toplumdan topluma değişen kültüre ve diğer toplumsal özelliklere bağlı olarak gelişebilir. O halde bu değerler insanın geçmişten getirdiği bir birikimle ilintilidir, bir uygarlık sorunudur. Evrensel bir değer olmadığından görecelik içerir ve saymacadır. Aynı simge değişik toplumlarda ve kültürel ortamlarda aynı anlama gelebildiği gibi, çoğunlukla bir anlam için farklı simgeler kullanılır. Çünkü simgesel göstergeler, çevre ile olan toplumun geçmiş yaşantısıyla yakından ilgilidir. Bir çeşit içsel süreçlerdir. Bu süreçler dış uyarıcı durumlar ile bizim bunlara gösterdiğimiz 18 GÜNAY, Doğan, a.g.e. s.69 22 davranımlar arasına girer, aracılık yaparlar. Seyrek de olsa, simge ile gösterdiği nesne arasında bir neden-sonuç ilişkisi bulunabilir. Simgeler de diğer görüntüsel göstergeler gibi, öteki gösterge türlerinden belli biçimde ayrıdırlar. Simgeler, nesnesi ile bitişiklik ilişkisi kuran belirtiden, nesnesindeki algılanabilir, duyulabilir nitelikleri ve biçimleri içeren görüntüsel göstergeden farklıdırlar. Bütün bu açıklamalardan da anlaşılabildiği gibi, hangi sınıflandırma dizgesi kullanılırsa kullanılsın, her tür gösterge iletişim amacı için üretilir. Gösterge belli bir dizge içinde anlam kazanır ve göstergelerin büyük çoğunluğu, üretildiği toplumun geçmiş birikimi, tarihi, kültürü ve sosyal ortamıyla yakından ilgilidir. Bununla birlikte çağımızda dil dışı göstergelerin (göstergebilimsel göstergeler) de kullanılma sıklığı geçmişe oranla artmıştır. Hatta dil dışı göstergeleri dar bir toplumun malı olma yerine tüm dünyada kullanılan gösterge türü olarak kullanma eğilimi vardır. Örneğin trafik işaretlerinde bu durumu görülebilir: Trafik işaretlerinde her yuvarlak pano bir emir, buyurma ya da zorunluluğu belirtir. (Ama bu "zorunluluk" trafik işareti ile anlamı arasındaki ilişkide değil, bu işarete o toplumca "zorunluluk, emir ya da bir başka" değer verilmesi ve bu değerlerin tüm toplumca kabul edilmesindendir). Üçgen pano tehlikeyi, gelebilecek ani durumları açıklar. Dikdörtgen bir pano ise alıcısına bilgi verir. Panolarda kullanılan her mavi renk bir zorunluluk ya da izni, kırmızı bir yasaklamayı, siyah ise bir durumun sona erdiğini belirtir. Yeşil otoyol işaretleridir. Bunlar uluslararası kabul edilebilecek bir dil durumuna gelmiştir. Ancak trafik işaretlerinde kullanılan renkler ya da geometrik şekilleri kullanmada zorunluluk yoktur. Tamamen uzlaşımsal ve keyfidir. Diğer yandan bugün birçok toplumca kabul edildiğine göre bu işaretleri değiştirme olanağı kalmamış gibidir. Renklerin eski dönemlerden bu yana simgesel bir iletişim aracı olarak kullanıldığı hep bilinir. "Ülkemizde, beyaz yazma başörtüsü bakire kızı, pembe ve açık sarı, sözlü kızı, kırmızı, yeni evli kadını, renkli yazma ise eski evli kadını simgeler. Koyu renkli başörtüler yaşlı kadınların tercihidir". Bu tür simgeleri her toplumda bulmak her zaman olasıdır. Renkleri de uluslararası bir dil hatta diller üstü 23 bir gösterge türü olarak kullanma eğilimi her geçen gün artmaktadır. Renklerin belirttiği genel kanı şu şekildedir: Altın sarısı: Sevinç, bolluk, Beyaz; Saflık, temizlik, masumiyet, barış, Gri: Melankoli, Kahverengi: Geçmiş, Kırmızı: Aşk, tehlike, askerlik, Mavi: Yumuşak başlılık, hassasiyet. Mor: Dul, Pembe: Şefkat, Siyah: Üzüntü, ölüm, yas, din, Yeşil: Ümit ve istikbal, eczane. Ülkemizde Türk Standartlar Enstitüsünün (TSE) yaptığı çalışmalar dünyadaki diğer benzer örgütlerle eşgüdümlü çalışmayı gerektiriyor. Bu da simgelerin evrenselleşmesi yolundaki bir çalışma türüdür. Kısacası çeşitli dil dışı göstergeleri kullanan alıcı kitlenin çok geniş olduğunu gösteriyor. Mutfaktaki tencerenin dünyaca kabul edilmiş ölçütleri (hacmine ya da özelliğine göre numaralama, adlandırma) var. Bu simgeleri tüm dünyaca kullanıldığına göre; öğrenilmesi dilsel göstergeler kadar zor olmayan yeni bir dil ile karşı karşıyayız demektir.19 Belli bir anlamı aktarma, bildirişimi gerçekleştirme amacına yönelik olan bu göstergeler toplumsal niteliklidir ve iki alttüre ayrılabilir: Görüntüsel ya da yansıtıcı göstergeler ile saymaca ya da uzlaşımsal göstergeler. a) Görüntüsel ya da Yansıtıcı Göstergeler: Dış gerçekliği benzerlik izlenimi uyandıracak biçimde yansıtan bu göstergeler değinilen olguları andıran özellikler içerir. Fotoğraf, resim, çizim, vb. de bu öbeğe girer, kaydedilmiş ses ya da herhangi bir olguyu öykünme yoluyla göstermeyi amaçlayan çeşitli davranışlar da. Nedeni açıklanabilen, bir başka deyişle, nedenli göstergelerdir bunlar ve insan yapısıdırlar. b) Saymaca ya da Ulaşımsal Göstergeler: Örtülü bir toplumsal anlaşmaya dayanan bu göstergeler anlamlarını bir tür toplumsal sözleşmeden alırlar. Dilsel göstergeler gibi simgeler de bu öbeğe girer. Buradaki dar kapsamlı anlamıyla simge, bir şeyi belirtmek, genellikle de soyut, tinsel düzlemi anlatmak amacıyla kullanılan saymaca bir görüntü, somut, fiziksel özellikli bir biçimdir: Tüzeyi belirten terazi görüntüsü gibi. Burada, gösterilen anlamla gösteren biçim arasında doğal bir bağ izine rastlanırsa da simgenin değeri 19 GÜNAY, Doğan, a.g.e., s.69 24 ancak belli bir ekinsel çevrede geçerlik kazanır, onun için de saymacalık ve görecelik içerdiği söylenebilir. Biçimiyle açıklanabilir olması nedenli kılar onu, ama saymacalığını ortadan kaldırmaz. Kimi görüntüsel göstergeler de saymaca bir nitelik edinebilir; Örneğin, yan yana iki çocuğu yansıtan bir görüntü ulaşım göstergelerinin oluşturduğu dizgede, belli bir anlaşma uyarınca, saymaca olarak uyarma işlevini üstlenerek yakınlarda bir okul bulunduğunu ve sürücülerin dikkatli davranması gerektiğini belirtir. Görüntüsel ya da yansıtıcı göstergeler gibi belirtiler de kimi durumlarda saymaca bir değer kazanabilir. Örneğin “bir pencereye asılı bir çamaşır görünce evde oturulduğu sonucunu çıkarırız. Bir belirtidir bu. Ama çamaşır bir anlaşma uyarınca birine bir şey bildirmek için bile bile asılmamışsa”, o zaman iş değişir, belirti saymaca göstergeye dönüşür. Saymaca göstergeler sözcüğün tam anlamıyla bildirişim göstergeleridir. Yukarıda verilen örneklerde söz konusu olan göstergeler saymacalıklarına karşın, anlamlarını açıklayıcı, neden şu ya da bu anlama geldiklerini yansıtıcı yönler de kapsarlar. Onun için de, belirtilen gerçekliği göz önünde tutan bir yorumlama eylemiyle açıklanabilirler. Bu özelliklerinden ötürü nedenli sayılırlar. Çeşitli toplumsal incelik kuralları ve davranış biçimleri (bağlılık belirtmek için başın ne doğru eğilmesi gibi) görüntüsel kökenli ve nedenli göstergeler kapsar. Oysa kimi saymaca göstergeler, bu türlü bir açıklamaya elverişli yönler içermediğinden nedensiz sayılır. Çeşitli anlatım yöntemleri (örneğin cebir “dil”i, eklemli dil, vb.) “doğal bağıntının ya hiç görülmediği ya da artık anlaşılamadığı salt saymaca”, nedensiz gösterge dizgeleridir. Görüldüğü gibi saymacalık ya da uzlaşımsallık nedenlilik bulunmasını önlemez de, gerektirmez de.20 C) Göstergebilim ve Đnceleme Alanları Prof. Dr. Fatma Erkman sözcüklerle ilgili anlam değişmelerinden bahsederken gündelik dildeki bir sözcüğün geniş bir anlam yelpazesi vardır demektedir. Đyi sözcüğünü ele alalım ve değişik kullanımlardaki anlamlarına bakalım: • 20 Đyi bir insan: kalbi temiz bir insan, yardımsever; VARDAR, Berke, a.g.e., s.74-75. 25 • Đyi bir yemek: lezzetli bir yemek; • Đyi bir evlilik: mutlu bir evlilik; • Đyi bir çalışma: başarılı bir çalışma ... Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak gündelik dili bir yana bırakıp, bilim diline geçtiğimizde, bu çeşitliliğin sakıncalı olabileceği görürüz. Bir bilim dalında, hiç değilse bazı sözcüklerin, her zaman her kullanımda aynı anlamı taşımaları gerekir. Đşte böyle, anlamları kullanım yerine göre değişmeyen, tanımı kesin olarak verilmiş sözcüklere terim diyoruz. Bir sözcük aynı zamanda bir gösterge olduğuna göre, gündelik dildeki sözcüklerle terimler arasındaki bu ayrım, göstergebilimsel bir sınıflamadır. Bu sınıflama, sözcük şeklinde karşımıza çıkan göstergeleri, gündelik dile ait olan sözcükler ve bilimsel terimler olarak iki büyük kümeye ayırır. Terim sözcüğünün kendisi de, bir terimdir21 Her bilim dalının kendi terimleri vardır. Bazı terimler ortak gibi görünse de, farklı bilim dallarındaki değerleri değişik olabilir. Örneğin semiyoloji terimi, Türkçede bir yandan kültür olgularını inceleyen göstergebilim anlamında kullanılabiliyor, bir yandan da, tıp dalında sınırları belli bir araştırma alanı anlamına geliyor. Bir bilim dalındaki terimlerin tümü bir arada o bilim dalının terimcesini (terminoloji) oluşturur. Bilim dallarının, hatta farklı yaşam ve uğraş alanlarının kendilerine özgü terimceleri olduğu gibi, kendilerine özgü, tümce kurma, metin oluşturma yolları da vardır. Belli bir alandaki terimler ve o alana özgü ifade biçimleri, o alanın üstdilini oluşturur. Üstdil terimi, dilbilim araştırmalarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Dilbilim araştırmalarında, şöyle bir sorun vardır. Bir fizikçi, diyelim kristaller üzerinde bir araştırma yapıyor. Bu fizikçinin araştırma nesnesi kristallerdir, araştırmasını başkalarına aktarabilmek için de dili kullanır. Yani, araştırma nesnesi ile sonuçlarını aktarmak için kullandığı araç farklıdır: Kristaller ve dil! Resim üzerine çalışan bir sanat tarihçisinin araştırma nesnesi resim, ancak sonuçlarını aktarmak için kullandığı iletişim aracı gene dildir. Eğer kristaller ya da soyut resimler üzerine bir araştırma yapıyorsanız, araştırma nesneniz ile iletişim aracınız birbirine karışmaz. Oysa bir dilbilimciyseniz ve dil üzerine araştırma yapıyorsanız, 21 ERKMAN, Fatma, a.g.e. s.92 26 araştırma nesneniz dildir. Ama sonuçlan aktarmak için kullanacağınız araç da gene ister istemez dil olacaktır. Bu durumda araştırma nesnesi ile iletişim aracı üstüste düşecek ve aralarına mesafe koymak, nesnelliği korumak güçleşecektir. Đşte bu nedenle, dilbilimciler üstdil kavramını ortaya atmışlardır. Araştırma nesneniz dil olabilir, ama bundan söz ederken, dilbilime özgü, gündelik dilden farklı bir ifade şekli, yani bir üstdil kullanırsınız. Üstdil terimi dilbilimden gelir, ama sonradan tüm bilim ve uğraş alanlarının özel terimceleri anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Her bilimsel araştırmanın ya da uğraş alanının belli araştırma nesneleri vardır. Yukarıdaki örnekte, fizikçimiz kristalleri inceliyordu, yani araştırma nesnesi kristallerdi. Kristal, kuyumcuların da uğraş alanına girer. Ancak fizikçinin kullandığı kristal terimi, kuyumcuya oranla daha geniş bir kümeyi kapsar. Burada, bir uğraş alanından başka bir uğraş alanına geçerken, terimlerin kapsam ve anlamlarında bir değişiklik olduğunu görüyoruz. Kuyumcu için kristal sattığı bir maldır, nereden aldığı, sahte olup olmadığı, elmas mı, pırlanta mı, zirkon mu olduğu, nasıl işlenmiş olduğu, kime satabileceği, ne kadar kar edeceği... gibi konular önemlidir. Şık bir küpeye ya da kolyeye dönüşmüş kristal, fizikçiyi mesleki açıdan pek ilgilendirmez. Kuşkusuz, fizikçi de, günün birinde bir kuyumcuya gidip kristal (pırlanta!) bir yüzük satın alabilir, yani böyle bir rol değişimini engelleyen bir yasa yok! Takı tasarımcısı, kristalle gene başka açılardan ilgilenecektir. Kuyumcu ile müşterisi arasında, kristalin maddi ve simgesel değerleri üstünde varılmış ekonomik ve kültürel uzlaşmalar vardır. Bu elmas; (kristal) küpe ya da yüzük müşterinin özel yaşamında nasıl bir yer tutacaktır? Siz bir göstergebilimciyseniz, takıya dönüşmüş kristaller hakkında bir araştırma yapabilirsiniz ve örneğin, kristal bir takı takmanın ya da hediye etmenin kültürel anlamları üstünde çalışabilirsiniz. Kısacası, kristal deyip geçmeyelim, bu nesne, bir fizikçinin, bir toptancının (toptancıya varana kadar geçirdiği aşamaları artık saymıyorum), toptancı firmasındaki işletmecinin, takı tasarımcısının, kuyumcunun, kuyumcunun mali hesaplarına bakan muhasebecinin ve müşterinin (geçici bir süre için bile olsa) araştırma nesnesi haline gelebilir. Hepsi kristale başka bir açıdan yaklaşacaktır. Hepsinin meseleyi ele alış tarzı farklıdır. Ama, kristal, hepsi için, sınırları iyi kötü belirlenmiş bir araştırma Nesnesidir, uğraş odağıdır. Kristal hepsi için araştırma nesnesidir, ama kristale nereden bakılacağı, araştırmayı, kimin ne amaçla yaptığına bağlıdır. Dolayısıyla, araştırmayı belirleyen, yapıldığı ortam, koşullar ve amaç olacaktır. Đşte az tanıdığımız, ne iş yaptığını pek 27 bilmediğimiz birisi, bize "şu sırada kristaller üstünde çalışıyorum", derse, ona "hangi bağlamda?” diye sorarız. Kimin, nerede, hangi ortamda ve hangi amaçla bir araştırma yaptığı, o araştırmanın bağlamını oluşturur.22 Göstergebilimci, kristal (pırlanta) yüzüğü bir gösterge sayacaktır. Bu gösterge, önce kuyumcu ile müşteri, sonra da müşteri ile müşterinin çevresi arasındaki iletişimde bir rol oynamaktadır. Öyleyse, kristalin maddi değeri ile manevi değeri arasındaki ilişki incelenecektir. O toplumda ve o kesimde, kristal bir takı taşımanın, çevreye ne gibi mesajlar ilettiği üstünde durulacaktır... Yani, göstergebilimci, kristali, iletişim sağlayan bir gösterge olarak kabul etmekle, belli bir bakış açışını da kabul etmiş sayılır. Bu bakış açısına uyan bir araştırma düzeneği arayacaktır. Birçok kuyumcu ve müşteriyle görüşebilir, gözlemlerini istatistiksel bir denklemle bir sonuca bağlayabilir. Ya da, o toplumun, o dönemin kristale verdiği değeri edebiyat metinlerinde araştırabilir. Ya da kristal takılar takan bir kaç kişiyle uzun görüşmeler yaparak, kristalin bu kişilerin psikolojisinde nasıl bir yer tuttuğunu araştırabilir. Đşte yöntem, deneylerin, gözlemlerin, yorumların nasıl yapıldığı, hangi ölçütlere ve düzeneklere göre oluşturulduğu anlamına gelir. Bilimsel bir araştırmada kullanılan genel yöntem, tümevarımcı ya da tümdengelimci olabilir. Birçok kez ikisi birden kullanılır. Birçok örneği gözlemleyip bir sonuca varırsınız, bu tümevarımcı yöntemdir. Bazen de, daha önceden varılmış bir sonucu sınarsınız, bu da kısmen tümdengelim sayılır. Ya da gene tümdengelimi seçmişseniz, kesin bir varsayımınız vardır, bu varsayımı sorgulamadan kanıtlamaya çalışırsınız (bu tehlikeli bir yaklaşım olabilir). Yöntem, bu anlamda, çok genel bir terimdir. Ancak her bilim dalının, kendine özgü, deney ve gözlem yapma yolları vardır. Bunlar, o bilim dalında çalışacaklar için özel araştırma yöntemlerim oluşturur. Bu araştırma yöntemleri, bir bilim dalından ötekine değişiklikler gösterir. Bir kimya laboratuarının düzeneği, bir toplumbilimcinin kuracağı düzenekten farklıdır. Kimyacı belli kurallara göre, laboratuarında çalışır, göçebeler üstünde alan araştırması yapacak bir toplumbilimci, dere tepe, dağ bayır dolaşabilir. Öte yandan, bir deneyin nasıl kurulacağı ya da bir tanımın nasıl yapılacağı hakkında da bilim dalından bilim dalma değişen örnekçeler vardır. Örneğin Saussure, göstergeleri incelemek için, biçim ve içerikten oluşan ikili bir çizim teklif etmektedir. 22 ERKMAN, Fatma, a.g.e. s.97 28 Peirce ise, bu iş için bir üçgen teklif eder. Siz, bir göstergeyi incelemek için bu iki düzenekten birini seçebilirsiniz. Đşte bu çizimler, birer örnekçedir. Örnekçe bir bakıma, tek tek deneylerle elde edilmiş sonuçların, soyut bir denkleme dönüştürülmesidir. Örneğin matematikte şöyle bir denklem vardır: (a + b)2 = a2 + 2ab + b2 Bu denklem, soyutlayıcı bir örnekçedir. a'nın ve b'nin yerine istediğimiz herhangi bir sayıyı koyabiliriz, denklem bozulmaz:23 (5 + 2)2 = 52 +10 + 10 + 22 72 =25 + 20 + 4 49 = 49 Örnekçe, bir çeşit kullanım kılavuzu bile sayılabilir. Ancak burada en önemli nokta şudur: bilimsel bir deney ya da gözlem, öyle düzenlenmelidir ki, başka birisi aynı yolu izlerse, aynı sonuca varabilsin. Buna izlenebilirlik denilir.. Bir kuram oluşturmak için, önce bir soru sorulması ve bu soruya bir yanıt aranması gerekir. Yapılan araştırmalar sonucunda, bir konuda ya da alanda, belli oluşumların belli koşullara bağlı olarak düzenli bir şekilde yinelendiği görülürse, bu alanda bir kural oluşturulur. Ancak tek bir kuralla kuram olmaz. Kuram, bir kurallar bütünüdür. Burada önemli bir nokta, bir kuramdaki tüm kuralların birbirleriyle uyuşmalarıdır. Yani kuram kendi içinde tutarlı olmalıdır. Öte yandan, kuramlar, dar ya da geniş alanları kapsayabilir. Nasıl oluyor da, bu düzenek böyle işliyor, sorusuna verilecek doyurucu ve açıklayıcı bir yanıt, bir kuram oluşturabilir. Kuram, belli bir bilim dalında olabileceği gibi, değişik bilim dallarının kesiştiği noktalarda da oluşabilir. Belli bir dönemde, eğer farklı bilim dallan ortak bir anlayışa bağlı kalarak çalışırsa, buna, o dönemin ruhu denir. Bu terim, Almancadaki Zeitgeist kavramından gelir. Dönemin ruhu, bilimsel alanın dışındaki yaşam pratikleriyle de desteklenir.24 23 24 ERKMAN, Fatma, a.g.e. s.87 ERKMAN, Fatma, a.g.e. s.88 29 Bazen, bir bilim dalında geçerli olan bir kuram, yeni bulgularla, geçersiz bir hale gelmeye, yeni sorulara yanıt verememeye başlar. Bu durumda, eğer ortaya daha doyurucu yeni bir açıklama çıkarsa ve bu yeni açıklama yaygınlaşırsa, ve bu yeni açıklama, eskisinden iyice farklıysa, büyük bir kuram değişikliğinden, toplu bir kırılmadan, bir paradigma değişiminden söz edilir. Kuram teriminin Batı dillerindeki, örneğin Đngilizcedeki karşılığı. theorydir. Türkçede de çoğu kez teori diyoruz. Teori sözcüğü Eski Yunancadaki theorein fiilinden gelir ve bakmak, görmek demektir. Kısacası, kuram, tutarlı ve uyumlu bir kurallar bütününü açıklamaya yarayan bir üst bakıştır.25 Đnsanlar, dünyayı karmakarışık ve anlamsız bir yığın olarak görmek istemiyorlar, böyle görseler, zaten yaşayamazlar. Biz, çevredeki her şeye bir anlam vermek, çevremizdeki oluşumları tutarlı açıklamalarla dizgeleştirmek istiyoruz. Yukarda, bu dizgeleştirmenin (gözlem, kural, kuram) nasıl oluştuğunu gördük. Göstergebilimin sorduğu soru şudur: Niçin belli bazı şeyleri gözlemliyoruz? Araştırma nesnelerimizi hangi ölçütlere göre seçiyoruz? Gözlemlerimizin gücü, yaşamın dayattıklarıyla sınırlı olabilir, ama biz de yaşamı, işimize geldiği gibi sınırlamıyor muyuz? Araştırma ve gözlem nesnesi olmamış olgulara, nesnel bir gözle bakabiliyor muyuz? Yoksa alışkanlıklarımızın peşinden mi gidiyoruz? Polis romanındaki dedektif, katilin istemeden bıraktığı ipuçlarını yorumlar. Öteki kahramanlar, gözlerinin alışık olduğu ipuçlarını görür, ama başarılı dedektif, alışık olmadığı, ilk kez karşılaştığı olguları görebilir ve yorumlayabilir. Önyargısız bakış, yeni göstergeleştirme süreçlerine yol açar! Önyargılar ve alışkanlıklar ise, önceden hazır olarak önümüze konmuş göstergelerde takılıp kalmamıza yol açar.26 “At kahverengidir.” Tümcesi, tözün düzanlamını göstermek için özne ve yüklemi birleştirir. Bu, Saussure’ün bir göstergeler zinciri gibi taşınan anlamla ne ifade etmek istediğinin apaçık bir örneğidir. Bununla birlikte, insanlar arasındaki birkaç iletişimsel söylem örneği, bu yalın düzanlam ve töz evrenini takip eder. “At huysuzlandı.” Gibi öznel, üstelik küçümseyici sözleri özneye yükleyen tümceler anlamları yoruma açık olan karmaşık sözcelerdir. Örneğin, bu tür ileti alan bir alıcı aynı atı gözlemleyebilir ve bu iletiye katılmayabilir. Bu tümcenin doğruluk değeri sorgulanabilir. Doğruluk değerleri dil aracılığıyla şüphe altına alınırsa, bilgikuramsal bir bunalım ortaya çıkar. Wittgenstein gibi kimi felsefecilerin de uğraştığı bu konu, belirli anlamda mutlak bilginin elde edilebileceği varsayımıyla, altında dilin mutlak bilgiyi taşıyabileceği koşulları oluşturmak için Peirce’in de oldukça yoğun olarak uğraştığı bir konuydu. 25 26 ERKMAN, Fatma, a.g.e. s.89 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.90 30 Dilin karmaşıklığı ve sözcelerle doğruluk savlarının bağıntısı Saussure’ün ilgisini çekmemişti. Saussure, gösterenler ile gösterilenleri hemen birbirlerine bağlayabilecek olan toplumsallaşmış insanların uslarında var olan bir yapının, dilin varlığını ortaya koydu. Anlam yalnızca bir eşleştirme oyunuydu. Levi-Strauss gibi yapısalcılar bu karşılıklılıkları toplumsal görüngülerin açıklanmasında sonuna kadar kullandılar. Saussure’ün modeli parlak bir eleştirmen olan Fransız felsefeci Jacques Derrida tarafından bütünüyle yıkıldı. Derrida bunu yaparken yapısalcılık girişiminin toprağa gömülmesine de yardım etti. Derrida özellikle yalnız Saussure eleştirisine yönelmemişti. Bilginin yerine yazıyı yerleştirdiğini düşündüğü bütün Batı felsefesini sorgulamaya yönelmişti. Derrida’ya göre bütün felsefe özelde ya yazıydı ya da gösterimdi. Batı felsefesi us, gösterim kipleri ve gerçeklik alanı arasındaki ilişkiyi sorgulamayı başaramamıştı. Bunun yerine, çözümleyici metinlerin gerçeklik yerine konulabileceğini varsaymıştı. Batı felsefesi için metin, gerçek dünyanın kavranılmasında yalnızca kısa bir yoldu. Derrida felsefenin yanlış olarak, gerçekliğin gösterimle özellikle de yazıyla dolayımsız bir biçimde kavrandığını varsaymasına “varlığın metafiziği” adını verdi. Aslıda gerçekliğin, yazının her zaman gösterimin biçimlerinden yalnızca birisi olması nedeniyle, yazının içine girmediğini ileri sürdü. Kısaca, Derrida “Yalnızca metin vardır” dedi.27 Barthes dikkatini, anlamı sınırlayan, ona göre ideolojinin biçimleri olan iyi tanımlanmış yorumlama kodlarına uygun biçimde sıkıca bağlayan toplumsal uygulayımlara yöneltmiştir. 1970’lerde yapısökümcülüğe dönmeden önce, Barthes da Foucault gibi daha çok güç konusuyla ve onun çokanlamlı söylemin değişkenliğini sınırlarken nasıl çalıştığıyla ilgilendi. Đdeolojik olağanlaştırma düzeneklerini ve dilin denetlenmesini söz uygulayımları [logotechniques] diye adlandırdı. Örneğin moda üzerine çalışmasında, inanılmaz çeşitlilikte görünüş seçeneklerinin, moda haberleri dilinde işlerlik kazandırılmış olan moda buyurganlığınca nasıl sınırlandırıldığını gösterdi. Rastlantısal düzenekleri kullanarak moda reklamı, görünüş gösterenleriyle konum gösterenlerini ve istendik ruhsal durumları birbirine bağladı. Bu yazı, Peirce’in çok ayrı bir amaçla ortaya attığı 27 GOTTDIENER, Mark, Postmodern Göstergeler, Çev.,CENGĐZ,Erdal,Đmge Kitabevi, Ankara, 2005, s.38 31 gösterenler zincirini kullanarak, giyim sanayisinin bir malın imgesi, toplumsal konum kodu ve cinsel istek arasında çağrışımlar yaratmak isteyerek söz uygulayımları yoluyla anlam akışı sağlamasına saldırmaktadır. (Barthes’ın kuramı bir sonraki bölümde ayrıntılarıyla tartışılacak.) Böylece, moda dinamiğini de içeren toplumsal baskıların çalıştırılmasıyla, kapitalizm moda dizgesinin üstüne oturur.28 Levi-Strauss da çokanlamlılık sorunundan uzak kalmamış, onun bir statü görüngüsü olarak işlediğini fark etmişti. Amerikalı yerli Winnebagos kabilesinin yerleşim alanları üzerine yaptığı bir çalışmasında, ev alanlarının anlamlı bir kozmolojik varlık gibi yorumlanmasının yaygın bir anlayış olmasına karşın, kabilenin alt sınıfına ait ikinci bir yerleşim alanı anlayışının da var olduğunu gözlemledi. Kısaca, aynı gösterenler farklı gösterilenlere sahipti; bunlar da toplumun sınıf-konum ayrışmasıyla yapılanmıştı. Çokanlamlılığın bütünüyle aynı kaynağı ileri toplumlarda da vardı; ama elbette ayrışmalar yorumlayıcı taslakları oldukça parçalı hale getirecek şekilde daha da karmaşıktı.29 Daha önce de belirtildiği gibi, toplum yaşamında sesli dil göstergeleriyle, ikincil niteliğini vurgulandığı yazı göstergeleri dışında daha birçok gösterge dizgesi yer alır ve bunları özel bir dal inceler: Göstergebilim. Bu dal çerçevesinde çok değişik türden incelemelere konu olan göstergeler evreni, sağır-dilsiz abecesinden çeşitli işitsel, görsel, devimsel dizgelere, toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallara, davranış biçimlerine, giyim, yemek, vb. gerçekliklere; tanıtı türünden uygulamalara, sinema, tiyatro, yazın gibi sanatsal etkinliklere değin uzanan geniş bir alanı kapsar, anlam aktaran ya da içeren tüm kılgıları kucaklar. Göstergebilim bu evrene özgü yasaları belirlemeyi, işleyiş kurallarını saptamayı, inceleme yöntemlerini oluşturmayı, betimleme ve açıklama işlemlerini gerçekleştirmeyi amaçlar. Ne var ki bu alanda karşılaşılan yaklaşımlar tek türden değildir. Kimi araştırmacılar doğal dilleri inceleyen dilbilimi de göstergebilime katarken (bu durumda bir “dilsel göstergebilim”den söz edilebilir) kimileri bu dalı yalnızca dil dışı göstergeleri inceleyen bir bilim olarak görür. Öte yandan, salt bilinçli ve amaçlı bildirişim olgularını bu etkinlik çerçevesinde ele alanlar bulunduğu gibi, her türlü anlamlama 28 29 GOTTDIENER, Mark, a.g.e., s.39 GOTTDIENER, Mark, a.g.e., s.40 32 edimini -istençli bir bildirişim olgusu içermese de- göstergebilimsel incelemeye katanlar da vardır. Bu geniş kapsamlı bilimsel etkinlik alanının tasarlanması, “birbirinden çok ayrı özellikler sunan anlatım yöntem ve araçlarının, belli bir anlam içeren düzen ve gerçekliklerin birer gösterge dizgesi olmaları bakımından ortak yönler sundukları, onun için de benzer kavram ve işlemlerle açıklanabilecekleri sezilince” olanak kazanmıştır. “Doğrudan doğruya doğal dillerin içinde de değişik göstergesel katmanlar algılanmaya başlanınca, olguların tek dizgeye indirgenemeyeceği. ikincil nitelikli kullanımların kendilerine özgü birtakım dizgeler oluşturduğu belirlenmiştir. Gerek bu türlü ikincil dillerin, gerekse dil dışı gösterge dizgelerinin dilbilimcilerce oluşturulan işlemsel kavramlarla açıklanabileceği anlaşılınca, bir göndericiyle bir alıcı arasında özel bir düzgü aracılığıyla bildiri alışverişine rastlanan her yerde olduğu gibi salt anlam ve anlamlama içeren durumlarda da göstergesel yaklaşımlar geçerlik kazanmıştır. Böylece, yeni bir inceleme alanı belirmiştir: Değişik biçimlerde yorumlanan, kimine göre dilbilimin yanında ama dışında yer alan, kimine göre dilbilimin kapsadığı, kimine göre de dilbilimi kapsayan bir inceleme alanı”30 Çağdaş göstergebilimin başlıca iki öncüsü vardır: Amerikalı C. S. Peirce (1839-1914) ile F. de Saussure. Peirce'e göre, göstergebilim tüm bilgilerimize ilişkin bir biçimselleştirmeden kaynaklanır ve genel anlamıyla mantık, göstergesel biçimsel öğretinin bir başka adı, gözlemden bilimsel bilgi örneklerine götüren, soyutlama sürecidir. Yöntemini çok değişik deneyim alanlarına uygulayan bilgin, üzerine eğildiği çeşitli konulan birer göstergebilim olgusu olarak ele almış, bağıntılara ilişkin evrensel bir cebir oluşturmak istemiştir. Peirce'e göre gösterge “bir kimse için herhangi bir biçimde ya da herhangi bir bakımdan bir şeyin yerini tutan şeydir. Birine seslenir, bir başka deyişle söz konusu kişinin anlığında eşdeğer ya da daha gelişmiş bir gösterge yaratır. Yarattığı bu göstergeye, ilk göstergenin yorumlayan denir. Bu gösterge bir şeyin, Nesne’sinin yerini tutar: Ama her açıdan değil, bir tür kavrama (bazen göstergenin temeli denir buna) gönderme yaparak.... Öte yandan, Peirce göstergenin niteliği üzerinde durarak insan deneyiminin üç düzeyi (birincillik: 30 VARDAR, Berke, a.g.e., s.84 33 duygu, ikincillik: deneyim, üçüncüllük: yasa) açısından üçlü bir sınıflandırma gerçekleştirir, örneğin, nesneleri açısından varlıksal bağlantı, benzerlik ya da saymacalık içermelerine göre belirti, görüntü ve simge türlerini ayırt eder: Belirti, nesnesiyle bitişiklik ilişkisi kurar; görüntü, nesnesindeki algılanabilir, duyulur nitelikleri, biçimleri içerir: Peirce'in -geniş kapsamlı- simgesi ise, saymacalıktan kaynaklanır. Söz konusu göstergebilim anlayışının mantıksal kökenli olmasına karşın Saussure'ün öngördüğü inceleme toplumsal niteliklidir. Gerçekten de Đsviçreli bilgin, göstergebilimi dilbilimin konumunu saptamak amacıyla tasarlar ve “göstergelerin toplum içindeki yaşamın inceleyecek bir bilim” olarak görür. Şöyle der Saussure: “Dilbilim, bu genel nitelikli bilimin bir bölümünden başka bir şey değil. Onun için, göstergebilimin bulacağı yasalar dilbilime de uygulanabilecek. Böylece, insana ilişkin olgular bütünü içinde dilbilim iyice belirlenmiş bir alana bağlanabilecek”. Çünkü “dil kavramları belirten bir göstergeler dizgesidir. Onun için de yazıyla, sağırdilsiz alfabesiyle, kutsal nitelikli simgesel törenlerle, bir toplumda incelik belirtisi sayılan davranış biçimleriyle, askerlerin bildirişim belirtkeleriyle, vb. karşılaştırılabilir. Yalnız, dil bu dizgelerin en önemlisidir”.31 Göstergebilimsel çalışmalar bu öncülerin özelliklerine uygun olarak iki ayrı doğrultu izlemiş, bu arada karma nitelikli sayılabilecek girişimlere de tanık olunmuştur. Kimi mantıkçılarda göstergebilimin işlevi, bilimsel bilgiye ulaşılmasını sağlayacak üstdiller oluşturma eylemiyle belirlenirken, kimi mantıkçılar göstergebilimde edimbilim, anlambilim ve sözdizim düzlemlerini birbirinden ayırt etmişlerdir. Yapısalcı dilbilimciler ise gösterge dizgeleri içinde dilin yerini saptamaya çalışmışlardır. “Hjelmslev dile benzer bir yapıyla karşılaşılan tüm düzlemleri kucaklayan salt nitelikli bir bütün olarak yorumlamıştır göstergesel alanı. Ona göre göstergebilim, konudili bilimsel olmayan bir dil, bir üstdildir; konudillerini göstergebilımlerin oluşturduğu bilimsel bir üstdil ise bir üstgöstergebilimdir. Ne var ki Saussure çıkışlı göstergebilimin gelişebilmesi için uzun yıllar geçmesi gerekmiştir. Saussure'ün ulamlarını kullanan E. Buyssens'in çabaları uzun süre tekil ve tikel kalmıştır”. 31 VARDAR, Berke, a.g.e., s.86 34 Göstergebilim alanındaki çabalar ancak 1960'lardan sonra yoğunlaşmıştır. Saussure geleneği doğrultusunda incelemeler yapmış olan E. Buyssens'i (Les Langages et le discours [Diller ve Söylem] [1943]) izleyenler (G. Mounin, L. Prieto, J. Martinet) bilinçli, amaçlı bildirişim olgularının sınırlan içinde kalırken, R. Barthes (Elements de semiologie [Göstergebilim Đlkeleri) [1964]; Systeme de la mode [Moda Dizgesi]. [1967], vb.), bildirişim amacı içermemekle birlikte, anlam taşıyan çeşitli olguları (giyim, mobilya, vb.), bir başka deyişle belirtileri anlamlama kavramı aracılığıyla göstergebilime bağlar, göstergelerle ikincil gösterilenler ya da yananlara, gösterilenleri arasındaki bağıntılar üzerinde durur. Bu tutumuyla da, anlamlamayı salt gösterenle dolaysız ya da birincil gösterilen arasındaki oluş biçiminde ele alan bildirişim göstergebilimcilerinden ayrılır. A.J. Greimas'ta (Semantique strueturale [Yapısal Anlambilim] [1966]; Du Sens [Anlam Üstüne] [1970]; J. Courtes'le birlikte Semiotique. Dictionnaire raisonni de la theorie du langage [Göstergebilim. Dil Kuramının Açıklamalı Sözlüğü] [1979]) da çok geniş kapsamlı bir göstergebilim anlayışı söz konusudur. Kuramının ilk biçimini Türkiye'deki öğretim ve araştırma etkinlikleri sırasında (1958-1962) oluşturan ve kimi yönlerden Hielmslev geleneğine bağlanan bu bilgine göre göstergebilim “hem dünyanın insan için, hem de insanın insan için taşıdığı anlamı” araştırır, dilbilimle mantıktan yararlanarak bir üstbilim tasarısını gerçekleştirmek üzere soyut içeriklere, temel anlamsal düzeneğe yönelir. Bundan ötürü de, her şeyden önce bir anlamlama kuramıyla özdeşleşir, anlamın algılanma ve üretiliş koşullarını kavramsal bir yapı biçiminde ortaya koyma amacını güder. Bu kuramsal çerçeve günümüzde çok değişik alanlara uygulanarak sınanmakta ve geliştirilmektedir. Ülkemizden T. Yücel, yazınsal göstergebilim çalışmalarıyla genel açıklama örneğine kuramsal katkılarda da bulunmaktadır. Sonuç olarak denilebilir ki, Saussure'ün göstergebilim alanındaki düşünce ve önerilen “Prag Dilbilim Çevresinin yanı sıra A. Martinet'nin... işlevsel dilbiliminden esinlenen bir bildirişim göstergebilimiyle Hjelmslev'den kaynaklanan, mantıksal göstergebilimden de kimi açılardan etkilenen bir anlamlama göstergebilimi çerçevesinde birbirinden çok ayrı yorum ve önerilere konu olmakta, akımlardan her biri de kendi içinde büyük bir çeşitlilik göstermektedir”. Son zamanlarda, J. Martinet bildirişim göstergebilimiyle anlamlama göstergebilimi ikilemini aşmak amacıyla işlevsel dilbilime koşut bir işlevsel göstergebilimden söz etmekte, anlambirimlerin anlamsal, sesbirimlerin ayırıcı işlevleri dışında, konuşucu üstüne bilgi veren belirtici 35 işlevle, Jakobson’un çağrı işlevini anımsatan bir uyarıcı işlevi birbirinden ayırt etmekte, göstergebilime, olguları, dilbilimin bıraktığı yerde ele alarak inceleme görevini vermektedir.32 Her gösterge dizgesiyle, hemen her düzeyde, sürekli olarak anlatı üreten insanlar, hem bu anlatıları yaratırken hem de yaratılan anlatıları kavramaya, anlamlarını “yakalama”ya çalışırken değişik stratejiler uygularlar. Anlatı yaratırken yaşanan “anlam üretme” sürecinin karşısında, doğal olarak, anlatıları kavrarken yaşanan “anlam yakalama” süreci vardır. Gerçekleşme biçimleri (el-kol-baş hareketi, yazı, ses, görüntü, vb.) son derece farklı olabilen anlatılar, insanın son derece karmaşık duygu, düşünce, yargı ve yaratımını doğru, aslına ve gerçeğine uygun bir görünümde sunabileceği gibi, bazı durumlarda olgu, düşünce, vb’ni gizleyerek, yalan söyleyip saklayarak, örterek, kamufle ederek, ironilerle süsleyerek de sunabilir. Anlatılar kurmaca olabilecekleri gibi, durumları saptayıcı, dönüştürücü, insanları ayartıcı, kandırıcı, ikna edici, yönlendirici, yasaklamalar koyucu, buyurucu da olabilir. Her düzeyde, kendi saptadığı amaca açık ya da üstü kapalı olarak ulaşabilen, bu nedenle kendi içinde “başarılı” sayılabilecek anlatılar üretilebildiği gibi, amacını yerine getiremeyen ve bu açıdan kendi içinde “başarısız” sayılan anlatılar da var olabilir. Yaratan insanın kurmaca anlatıları, yaratan insanın kendi kendisine dönük anlatıları, yaratan insanın kendi anlatılarını değerlendiren anlatıları, yaratan insanın çevresindeki dünyaya ve insanlara yönelik anlatıları, yaratan insanın çevresindeki insanların yarattıkları anlatıları konu alan anlatıları, anlatı yaratma sürecinin birer parçasıdır. Bu sürecin, üretici bir etkinlik içinde yaşandığı da apaçık ortadadır. Anlatıların yaratılması, insanın düşünsel düzlemdeki dönüştürücü edimidir. Burada, temelde yaşanan olay, ister el-kol-baş hareketlerinde, ister yazıda, ister seste, ister görüntüde olsun, biçimsel açıdan az sayıdaki birimleri birbirine eklemleyerek anlamsal açıdan sonsuza açılan, açılabilecek olan bir evren yaratmadır. 32 VARDAR, Berke, a.g.e. s.86-89. 36 Anlatılardaki anlamlar, çeşitli aşamalardan geçerek, birbirleriyle bütünleşerek, birbirleriyle karşıtlaşarak, başka yapılara dönüşerek oluşurlar. Anlamların üretilmesinde, yaratıcı kişinin kendi eğilimleri, elindeki anlamlı birimleri şu ya da bu amaca yönelik olarak, yine kendi isteği doğrultusunda “kullanma becerisi”nin yanı sıra, kişiyi anlatı yaratma sürecinin herhangi bir aşamasında etkileyen, onu başkasının isteğine göre anlatı yaratmaya zorlayan yaptırımlar da söz konusu olabilir. Anlatı üreten kişinin, içinde bulunduğu bu karmaşık ve değişik koşullar, anlatı yaratmadaki stratejisini belirleyeceği gibi, ortaya çıkaracağı anlatılarda oluşacak anlamlar da bu stratejinin doğrultusunu izleyecek, bu stratejiye göre yapılanacaktır. Her insanın hem kendi kendisiyle, hem bir başka insanla, hem de dünyayla, değişik düzlemlerde kurduğu ilişkileri en yalından en karmaşığa uzanan bir görünüm içinde sunabilecek anlatılar, yaratıldıkları an, yine insanlar tarafından, ama bu kez başka bir konumdaki, başka bir açıdaki, başka bir statüdeki insanlar tarafından algılanmaya, dolayısıyla kavranmaya başlar. Böylece, çözümleme, kavrama, yorumlama, açıklama, eleştiri, vb. sözcüklerle adlandırılan yeni bir üretim süreci devreye girer. Hangi düzlemde ve hangi düzeyde yaratılmış olursa olsun, aşamalı olarak karmaşıklaşan anlatıları çözümlemek, kavramak, yorumlamak, açıklamak ve eleştirmek de yeni bir üretim sürecini yaşamak, üretilmiş olan anlamları, nasıl üretildiklerini yeniden yaşayarak sınıflandırmaktır. Demek ki, anlatı üretme stratejileri yanında ya da karşısında bir de anlatı çöz(ümle)me stratejileri (anlatı çözümleme yöntemi) vardır, yaşanmaktadır. Günümüzde, anlatıları açıklayan, inceleyen, anlamlarını değerlendiren birçok “okuma”, “eleştiri”, “yorumlama”, “çözümleme” yöntemi var. Bunlara bir de “göstergebilimsel yaklaşım”ı ekleyebiliriz. Ancak, göstergebilimsel yaklaşım, metin açıklama/metin yorumlama tekniklerinin yerini almak üzere geliştirilmiş yeni bir seçenek olmadığı gibi, yeni bir yazınsal eleştiri türü olmak amacında da, savında da değildir. Göstergebilimin metin açıklama/metin yorumlama teknikleri ile yazınsal 37 eleştiriye bazı kavramlar, işlemler ve örnekler sunması, onların amacını üstlendiğini göstermez.33 Göstergebilim, özellikle de anlamları çözümleyen ve yeniden yapılandıran anlamlama göstergebilim, öbür okuma yöntemlerine eklenen yeni bir okuma biçimi değil, okumanın, çözümlemenin koşulları konusunda ortaya atılmış, geliştirilmiş tutarlı, tümükapsayıcı varsayımlar demeti’dir, varsayımlar ağı’dır. Bir başka deyişle, anlatılarda, metinlerde anlamların nasıl birbiriyle eklemlenerek üretildiğini araştıran, öncelikle de bu üretim sürecini ortaya koyabilecek bir kuramsal aygıt (düşünme modeli) geliştiren bir bilimsel tasarıdır göstergebilim. Bu açıdan hızla oluşturulmuş betimleme ve gözlemleme amaçlı derme çatma aygıtlardan (sözde kuramlar) da ayrılır. Amacı, bir önceki bölümde de belirttiğimiz gibi, varsayımsal-tümdengelimli bir kuramı, tutarlı, tümükapsayıcı, yalın ve üretici bir biçimde yaratma tasarısını sürekli olarak geliştirmektir. Göstergebilim, bir dizge (anlamlı ve yapılı bir bütün) oluşturan birimlerin aralarında, bir bağıntının, bir kurallı dayanışmanın bulunduğuna inanır; anlamın benzer öğelerden değil, karşıt öğeler arasındaki ilişkilerden doğduğu varsayımından hareket eder. Bu nedenle, insanın düşünsel, dilsel, kurmaca yaratımının en üst aşamalarında yer aldığı kabul edilen, yoğun anlam demetinden oluşmuş yazınsal/sanatsal ürünler’e (sonuç) ve üretimler’e (süreç) yaklaşırken bile, bu ürün ve üretimlerin yapısına uygun bir tutarlılık içinde çalışmayı ister. Bu tür çokanlamlı dizgeleri ele aldığında, “yoruma açık bir dizge” ya da “anlamı sonsuz bir dizge” diyerek, “her şeyi söyleyebilme” yetkisini kendisine tanımaz. Anlatının çokanlamlılığını (anlatı içine yerleşmiş, aralarında bağlantı bulunan anlamlar demeti) yine anlatının kendisi içinde tutarlı bir bağıntılar, ilişkiler ağı kurarak yeniden yapılandırmaya çalışır. Anlatının yüzeyini değil, derinliklerinden yüzeye uzanan üretim sürecini çözümlerken, “her şeyin söylenebileceği”ne değil, “her şeyin birbiriyle bağıntı içinde bulunduğu”na, bu nedenle, çözümleyici söylemin de bir tutarlılık içinde yaratılabileceğine inanır. “Göstergebilim daha geniş ve daha yalınlaştırılmış bir anlatımla, insanın, içinde yaşadığı dünyayı anlamasını sağlayacak bir model geliştirir. Çevresini anlamaya çalışan herkes zaten bir ölçüde bir “gösterge avcısı”dır. Daha fazla bir 33 RIFAT, Mehmet, a.g.e., s.14 38 çabayla bu anlama süreci yöntemli bir biçime dönüştürülebilir. Bu yöntemi sağlayacak olan da göstergebilimdir. Araştırmacıların, bilim adamlarının, öğretim üyelerinin, yarların, şairlerin, çevirmenlerin, sanatçıların, eleştirmenlerin, siyaset bilimcilerin, hukukçuların, tiyatrocuların, sinemacıların, müzik yorumcularının, mimarların, reklam metni yazarlarının, vb.’nın göstergebilimin yöntem, kavram ve terimlerinden şu ya da bu biçimde yararlandıkları, dolayısıyla göstergebilimin sürekli gelişmesine katkıda bulundukları bir otuz yıl yaşandı (1960’lardan günümüze). Bu süre içinde insanın düşünme mekanizmasının modelini belirlemeye çalışan göstergebilimin bugün artık tasarısının büyük bir bölümünü gerçekleştirdiğini ve sınırlarının nereye kadar uzanabileceğini tartışma aşamasına geldiğini görüyoruz”.34 Gelinen bilgiler ışığında; ilk yaklaşımda sorun, dile özgü gösterge kavramının, dil dışı iletişim dizgelerine nasıl yayılabileceğindedir. Bu da, dilin çifteklemliliğinden bağımsız anlamlandırma dizgeleri bulmak demektir. Çünkü her iletişim bir anlam içerir. Anlamın, en azından bir uyarıcı olarak bir dış gerçekliğe dayanması zorunludur. Ama bu dış gerçeklik, -dilde olduğu gibi- her zaman ses değildir. Duyularımızın her birine seslenebilen her türlü dış gerçeklikler, ayrımlı biçimlerde algılanabildikçe, açık ya da gizli iletişim türlerine dayanaklık edebilir. Kaldı ki gösterge, gerçekten bir gösteren ve bir gösterilenden oluşacaksa, bu gösteren, ille de duyusal nitelikte olmayabilir. Örneğin soyut bir kavram da bir gösteren olarak işleyebilir. Bilgi kuramsal dayanağını dilbilimden alan, özellikle dilbilimin yapısalcılık ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalan çağdaş göstergebilim, aynı zamanda dilbilime karşı tepki olarak gelişmektedir. Üstelik de terim olarak içerdiği göstergenin gerekliliğini yadsıyarak… Bu tepki, genç göstergebilimcilerden Anne Henault’nun anlatımında şöyle dile getirilmektedir: “Göstergebilim, ilk bakışta çelişkili gelecek biçimde, Saussure’ün gösterge sorunsalından ayrılmaktadır: Bugünün göstergebilimi için, anlamları incelemek, ne bir göstergeler öğretisi oluşturmak, ne de göstergelerle ilgilenmektir; göstergelerden kurtulmaktır”. Danimarkalı dilbilimci Louis Hjelmslev, Saussure’ün tanımladığı göstergeyi yeniden ve daha derinlemesine çözümlerken, gösterenin (anlatımın) olduğu kadar, gösterilenin (içeriğin) de bir tözü ve bir biçimi olduğunu ortaya koymuştur. Đçerik çözümlemesi, önce doğal dil düzleminde, sonra da göstergebilim alanında yeni 34 RIFAT, Mehmet, a.g.e., s.14-18. 39 yaklaşımların önemli bir aşamasıdır. Bu açıdan, Algirdas Julien Greimas’ın 1966’da yayınladığı Semantique structurale (Yapısal anlambilim) adlı yapıtı, göstergebilim tasarılarının derlenip toparlanmasında bir başlangıcı belirler. Bu yapıt, bir yandan doğal dilin anlambilim ilke ve öğelerini ayrı bir kuramsal düzenek içinde belirlerken, bir yandan da, işlemsel bir gösetrgebilimin olabilirliğini ortaya koyuyordu. Greimas ve izleyicilerine göre, dilbilim ile genel göstergebilimi ayıran ölçüt şudur: Birincisi, dilsel göstergeler arasındaki bağıntıların oluşturduğu anlamlı bütünleri inceler; bu bütünlerin kuramsal olarak betimlenebilen en son aşaması da tümcedir. Oysa tümce-ötesi (betiksel) bir dizi bağlantılar da vardır; ancak dilbilim, tümcelerarası boyutta bir kurallılık belirleyememiştir; belirlemesi de güçtü, çünkü dönüp dolaşıp tümce yapısıyla karşı karşıya gelinmektedir. Göstergebilim, dilsel anlamdan başlayarak, işte bu düzlemde, söylemsel içerik birimleri arasındaki bağıntılardan oluşan anlamlı bütünleri inceler. Ancak bu yapılaşma dili yapılaştıran duyusal tözün (yani gösterenlerin) yapısından bağımsız olarak, içeriğin yapısal bağıntılarında belirlenir. Şöyle diyelim: Söylem içeriğinin biçimi, dilsel gösterenlerin biçimine bağımlı bir göstergeler dizgesi değildir. Çünkü, kendi içinde bir bütünlük sunan söylem ne tümcenin bir uzantısı, ne de tümcelerden oluşmuş aritmetiksel bir toplamdır. Ama tümce ile söylem arasında Greimas’a ilginç gelen bir benzerlik vardır; bu benzerlik konusunda Lucien Tesniere’den esinlenir: Tesniere’e göre her tümce bir tiyatro oyunu gibidir; her ikisi de belirli sayıda eyleyenlerle (actants) bir olay (proces) içerir. Greimas bu gözlemi, belirli değişikliklerle, bütün bir söylem evrenine yayar. Nitekim Vladimir Propp’un masalda çözümlediği olay da, belirli sayıda işlevleri üstlenen kişilerin birbirleriyle bağıntılı eylemlerinden oluşur. Söylem, ister istemez bir doğal dille aktarılır. Ancak bu dilin dilbilimsel niteliği, göstergebilim açısından işlemsel bir değer taşımaz. Yalnızca göstergebilimsel içeriğin bir taşıyıcısıdır, medyasıdır. Örneğin Propp’un çözümlediği masallar, hangi dile, hangi biçimde çevrilirse çevrilsin, içeriğindeki anlamsal örgenlik bozulmaz. Đşte bu bakımdan göstergebilimsel nesnelerin medyası doğal dilin dışında başka şeyler de (renkler, kokular, tatlar, geometrik biçimler, davranışlar, vb.) olabilir. O nedenle, birçok göstergebilimsel göstergebilimden söz edilmektedir.35 35 GUIRAUD, Pierre, a.g.e., s.10-12 alandan, dolayısıyla birçok 40 D) Göstergebilimin Tarihçesi Göstergebilimin, Avrupa dillerindeki karşılığı olan Semiotik (Almanca), semiotique ve semiologie (Fransızca), semiotics (Đngilizce) terimleri, Eski Yunancadaki semeion sözcüğüne dayanır. Semeion, Eski Yunancada gösferge, işaret anlamına geliyordu. Eski Yunancada, bu sözcük daha çok tıp dilinde kullanılmıştır. Bergama'daki ünlü hastaneyi, Asklepion'u kuran Hippokrates (Đ.Ö. 460-370) gibi hekimler için, örneğin mide ağrısı şeklindeki bir semeion, hastalığın kendisi değil belirtisiydi. Gene Bergamalı ünlü bir hekim olan Galenos (Î.S. 139-199), tanı koyma süreci için semeiosis terimini kullanıyordu. Günümüzde, Türkiye'deki tıp fakültelerinde hala semiyoloji adlı, hastalık belirtilerini deşifre etmeyi Öğreten bir ders okutulmaktadır. Đngiliz filozof Locke (1632-1704) Essay Conceming Humane Understanding {Đnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme) adlı çalışmasında göstergeleri çözümleme öğretisini semeiotike olarak adlandırmıştır. Daha sonraları, Amerikalı filozof Charles Sanders Pierce (1839-1914), semeiotic terimini kullanmıştır. Peirce ile aynı dönemlerde yaşayan ve 20. yy dilbiliminin kurucusu sayılan Đsviçreli dilbilimci Ferdinande de Saussure (1857-1913) ise, ilerde kurulacak bir göstergeler biliminden söz ederken, semeologie terimini tercih etmiştir. Saussure ve Peirce'ten sonra bu yeni bilim dalının nasıl adlandırılması gerektiği hakkında uzun uzun tartışılmıştır. "1969'da, Uluslararası Göstergebilim Araştırmaları Topluluğunun (IASS - International Association of Semiotic Studies) kurucuları semiotics teriminde karar kılmışlar, bundan sonra uluslararası araştırmalarda yaygın olarak bu karara uyulmuştur". Türkiye'de, 1960'larda belirtibilim, imbilim gibi karşılıklar kullanılmış, ancak sonraları göstergebilim terimi yaygın olarak kabul edilmiştir, Tıpçılar, yukarda da belirttiğim gibi, semiyoloji terimini kullanmayı sürdürmektedirler.36 Eski çağlardan beri, insanlar, gerçeklikle idealdi ve adlar (yani sözcükler, göstergeler) arasındaki ilişkiler üstünde düşünmüşlerdir. Gerçekliğin farklı biçimlerde yansıtabileceğini görmüşler ve ideaların mı, yoksa gerçekliğin mi önce geldiğini tartışmışlardır. En büyük tartışma, bizim beş duyumuzla gerçeklikleri sahiden anlayıp anlayamadığımız konusunda olmuştur. Bizim beş duyumuzla algıladığımız gerçekliklerin sahiden öyle olup olmadıkları, zihnimiz, mantığımız ve 36 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.49 41 fikirlerimizin yardımıyla, ancak kısmen anlayabileceğimiz, daha derin bir hakiki gerçekliğin bulunup bulunmadığı sorusu sorulmuştur. Bu alandaki en büyük anlaşmazlıklar, şeylerin adları konusunda çıkmıştır (daha doğrusu göstergebilimi en çok ilgilendiren alan budur). Bazıları, bir şeyin adının (sözcük) o şeyin özüne uyması gerektiğini savunmuştur. Bu görüşe göre doğru ya da yanlış konmuş adlar olabilir. Başka bazı düşünürler ise, adların (sözcüklerin) doğru ya da yanlış olamayacağını, bunların uzlaşmaya ve alışkanlıklara dayandıklarını ileri sürmüşlerdir. Đşte, bugün biraz farklı bir biçimde de olsa hala süren gerçekçilik ile idealizm arasındaki bu tartışma, Eski Yunan'da başlamıştır. Dünya, algıladığımız bu gerçeklik midir, yoksa bizim bilemediğimiz daha derin bir gerçekliğe ve onun biçimleri olan bazı önceleyici kavramlara (idealara) mı dayalıdır? Bu tartışmayı biraz daha yakından görebilmek için, Eflatun ile Aristoteles'e dönmek gerekiyor. Bu iki filozof da, göstergeler hakkında birçok düşünce ileri sürmüşlerdir.37 Eflatun'a (Đ.Ö. 427-347) göre, algılarımız aklımıza değil, duyularımıza bağımlıdır. Duyularımızla dünyayı algılamak ise yanıltıcıdır. Duyularımıza dayalı algılar, bizi, dünyanın daha derinde yatan, aslolan, hakiki gerçekliğinden uzaklaştırır, bu hakiki gerçekliğe ulaşmak (o da ancak bir dereceye kadar) ancak akıl yoluyla olabilir. Eflatun, idealara, yani dünyanın temelinde yatan hakiki gerçekliklerin, ilkelerin ifadesine ulaşmayı ister (idealizm terimi buradan gelir!). Gene Eflatun'a göre, duyularımızla vardığımız, edindiğimiz algılar ikincildir. Daha geride, derinde, mantıkla varılabilecek (o da bir dereceye kadar) daha soyut, ama daha hakiki bir gerçeklik vardır. Bu gerçeklik, dışsal ve somut değil, soyuttur. Eflatun'a göre, en başta Tanrının ideaları vardır, idealar, Tanrı tarafından oluşturulmuştur. Tanrı, her bir varlık ve nesne için, ideasının özüne uygun bir şekilde ilk ve tek, somut bir örnek yapmıştır. Yani her şeyin bir ideası vardır. Đnsanlar, Tanrının ifalara göre oluşturduğu bu örneklere öykünerek, bir şeyler yaparlar. Nesneleri yapanlar her nesnenin temel kavramına, özüne (ideasına) ulaşmaya ve onu kopyalamaya çalışırlar, ama gene de kopyalar üretirler! Sanatçının yaptığı da, nesneleri yapanların yaptıklarını kopyalamaktır. Dolayısıyla sanatçı üçüncü elden bir kopyacı olur ki, yaptığına, söylediğine bu durumda hiç güvenilemez! Sanatçı hep ikinci aşamayı kopyalar, çok 37 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.51 42 nadiren ilk ideayı kopyalayabilir. Homeros bile, hem görsel hem duyusal olarak yaşamı (ikinci aşamayı) kopyalamıştır. Bu kadar aşamalı kopyalar bizi hakiki gerçeklikten uzaklaştırır. Kısacası, Eflatun, gerçekliği duyularımızla algılayabileceğimize güvenmez. Hakiki gerçeklik, varlıklarına özüne değgin soyut bir gerçekliktir (ontolojik), bu gerçeklik balardan kaynaklanır, dolayısıyla idealar mutlak, değişmez ve ebedidir. Matematiksel gerçeklikler, bilimsel soyut kurallar, bu ideaları yansıtmaya çalışır. Biz bu soyut kurallara, akıl yürütme, muhakeme, uslamlama yoluyla varırız (bir dereceye kadar), duyularımızla değil. Ancak, akıl yürütebilmek için çevremizde gördüğümüz maddi nesnelere bakarız, bunları duyularımızla algılarız. Bunlar dünyanın sıradan basit gerçeklikleridir. Ne var ki, bunlar aslolanın yalnızca bazı kopyaları, yansımalarıdır. Dolayısıyla elimizdeki çıkış noktası, hakiki gerçekliği anlamak açısından zaten yanıltıcı ve yetersizdir. Kendimizi duyularımıza ve duygularımıza bırakırsak hiçbir şeyi anlamayız. Ama, algılarımızı sürekli süzgeçten geçirir, duyu ve duygulardan kurtulup aklımızı, idrakimizi kullanırsak, bir bakıma bazı kabul edilebilecek bilgilere ulaşırız (epistemoloji), yani maddi gerçeklikten kurtulup hakiki gerçekliğe kısmen de olsa varabiliriz. Amaç, bilginin (episteme), varlığın özüne (ontoloji) ulaşmasıdır, ancak bu hemen hemen olanaksızdır. Bu görüşün temelinde şu anlayış vardır: Her varlık, önceden belirlenmiş bir kavrama (idea) göre oluşur, yani kavram, varlıktan önce gelir. Varlık, temelindeki bir kavrama uyduğuna göre, varlığı yansıtan ad da varlıkla, yani temeldeki kavramla uyuşmalıdır. Bu noktada, varlığın özüyle adı arasındaki bağlantı gündeme gelir. Eflatun'un sözcüklere, yani varlıkların adlarına bakış şekli, yukardaki açıklamalardan da beklenebileceği şöyledir: "Sözel göstergeler (sözcükler) ... şeylerin hakiki doğalarının ancak eksikli birer temsilcileridir. Sözcükleri incelemek, şeylerin hakiki doğaları hakkında hiçbir şeyi açıklamaz. Đdealar evreni, her ne kadar sözcüklerle temsil edilse de, bu evren, sözcüklerden tümüyle bağımsızdır. Göstergelerle aktarılan bilgi dolaylıdır ve dolaysız bilgiye oranla değersizdir. Şeyler hakkında, sözcükler aracılığıyla edinilen doğrular ve bilgiler, hiçbir zaman hakiki gerçeği bilmek gibi olamaz, hep eksik kalır, hatta sözcükler mükemmel benzetmeler bile olsalar". Eflatun, sözcükler aracılığıyla hiçbir zaman ulaşamayacağımız daha derin bir doğruya inanıyordu. Sözcükler işimize yaramayacaktı, çünkü onlar bizim algılarımızın kopyalarının kopyalarıydı, üstelik algılarımız da güvenilir değildi.38 38 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.53 43 Gösterge anlayışı, Eflatun'da hakiki gerçeklikten başlar. Đdealar hakiki gerçekliğin özüdür. Tanrının yaptığı ilk örnekler de (ilk ve tek varlık ve nesneler) hakiki gerçekliğin biçimidir. Varlıkların ve nesnelerin temsilcileri olan adlar (göstergeler) ise, varlıkların özüne uymalıdır, ama bu olanaksızdır. Bu gösterge anlayışında, önce kavram, sonra ona göre biçimlenmiş olan bir ilk nesne gelir. Kavram, insanın dünya deneyimleriyle oluşturduğu bir birim değildir, önceden verilmiştir. Bu nokta önemli, çünkü ilerde Peirce'de de, kavram mı önce gelir, gösterge mi sorusuna geleceğiz ama, Peirce'ün kavram anlayışı farklıdır, Eflatun'daki gibi bir önceden belirlenmişliği yoktur. Eflatun'un öğrencisi olan Aristoteles (Đ.Ö. 384-322) ise, hocasına oranla daha gerçekçidir. Aristoteles'in gösterge anlayışı şöyle özetlenebilir: Yazılı kayıtlar, söylenen, telaffuz edilen seslerin simgeleridir. Söylenen sesler de (öncelikle), zihnimizdeki izlenimlerin göstergeleri ve simgeleridir. Zihnimizdeki izlenimler ise gerçek şeylerin yansımalarıdır. Zihinsel olaylar ve gerçek şeyler tüm insanlar için aynıdır, ancak konuşma (dil) tüm insanlar için aynı değildir. Aristoteles, göstergenin nedensizliği ve uzlaşımsallığı tartışmalarına da katılmıştır. Peri Hermeneias'ta şöyle bir sav ileri sürer: 'Bir ad, söylenen bir sestir, bir şeye gönderme yapması, uzlaşıma bağlıdır. Uzlaşım , çünkü hiç bir ad, doğası gereği bir şeyin adı olmaz, ancak bir şeyin simgesi olursa, ad olur". Aristoteles, önceden verilmiş kavramlardan yola çıkmıyordu. Biz dünyayı algılıyorduk, sonra bu algıya, aramızda anlaşarak bir ad veriyorduk. Ancak, Aristoteles, tüm insanların dünyayı aynı şekilde algılayabileceklerini, çünkü dünyanın bize kendini her zaman her yerde benzer bir şekilde sunduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla zihinsel kavramlar hep aynıydı. Simgenin, adın, göstergenin, sözcüğün , tüm insanlar için ortak olan kavramlara dayandığını söylüyordu. Burada da, dünya tarafından sunulan somut gerçeklere dayanan, ama değişmezlik özelliğine sahip bir kavram anlayışı görülüyor. Aristoteles'in göstergebilim açısından önemli olan bir başka yaklaşımı da sınıflandırma merakıydı. Aristoteles dünyadaki canlı cansız birçok varlığı sınıflandırmaya çalışmıştı, bu da bir bakıma dizgeselliğin bir boyutunu bilinçlendirmek sayılabilir. Tasavvuf düşüncesinin yetkin bir temsilcisi sayılan Mevlana da, derin ve hakiki bir gerçekliğe ulaşmaya çalışmıştır, bunun için de nefisten, yani insanın içindeki maddi gerçeklik hevesinden kurtulmaya çalışır. Maddi gerçekliğin 44 yansımalarını, hakiki gerçeklikle karıştırmamayı öğütler. "Masallar dinleyip onun dış yüzüne, onun nakışına yamanan şın harfine benzeme ..." der. Bir de şöyle bir öykü anlatır: Çinli ressamlar kendilerini Rum ressamlardan daha üstün görüyorlarmış, Rum ülkesinin ressamları ise biz daha ustayız, diyorlarmış. Padişah da kimin daha usta olduğunu anlamak için bunları sınamaya karar vermiş. Đki guruba da birbirinden bir perde ile ayrılmış birer oda verilmiş. Çinliler burada çalışarak çok güzel resimler yapmışlar. Rumlar ise yalnızca verilen odayı temizleyerek pırıl pırıl parlatmışlar. Çinlilerin resimleri gerçekten çok güzel olmuş. Rum ressamlar ise sonuçta yalnızca perdeyi açmışlar. Odalarını gökyüzü gibi parlak yaptıkları için, Çinli ressamların resimleri, nakışları bu odanın duvarlarında yansımış. Bu yansıma, Çinli ressamların resminden daha güzel görünmüş. Şöyle diyor Mevlana: "O Rum sufilerin sürekli tekrarlayacakları hünerleri yoktur ama, gönülleri cilalanmış gibi parlaktır. Sekiz cennetin nakışları parladıkça onların gönüllerine yansır ve oradan görünür". Çinli ressamlar hünerlidir, sunulan dünyayı çok iyi kopyalayabilirler. Rum ressamlar ise, bu yansımanın yansımasından yola çıkarak, bu yansımalara gönüllerini açarak, daha derindeki bir güzelliğe, gerçekliğe varabilmişlerdir. Burada, derin gerçekliğin aranması, ona gönül gözüyle varılması anlayışının yanısıra, ilginç olan, ya da Eflatun'dan farklı olan başka bir nokta var. O da yansımalardan yola çıkarak, işin aslına varabilme. Ayrıca, Eflatun'un mantıkla varmayı amaçladığı derin gerçekliğe, Mevlana arınmış bir gönül gözüyle ulaşmayı hedefliyor. Đslamdaki resim yasağı da, bir bakıma göstergeye yönelik bir derstir. Resim (suret), varlığın kopyası, yani göstergesidir, Ancak, kopya ile aslolanı karıştırmamak gerekir. Resim aslına çok benzerse, kopya olduğu unutulabilir, aslolan sanılabilir. Kopyanın aslolanın yerine konması da, yanıltıcı olur, aslolanın gözden kaybolmasına, kopyanın, göstergenin sahici sanılmasına yol açar.39 Bütün bunlardan şu sonuç çıkıyor; Đnsanlar hep gösterge kullanmışlar, ama gösterge ile onun gönderme yaptığı gerçeklikleri (gerçeklik anlayışları farklı da olsa!) birbirine karıştırmaktan da her zaman çekinmişlerdir. Başka bir deyişle, göstergeyi temsil ettiği şeyin aslı sanma tehlikesi hep varolmuş. Ortaçağda ve Rönesans dönemlerinde, göstergelerin nitelikleri ve gösterge ile temsil ettiği şey arasındaki ilişki üzerinde çok durulmuştur. Özellikle dini 39 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.55 45 metinler yorumlanmış ve kutsal kitaplardaki öykülerin tek bir anlam katından oluşmadığı ileri sürülmüştür. Bu yaklaşım, Avrupa düşüncesinde görüldüğü gibi, Đslam filozoflarında da yaygındır. Daha sonraları, dini olmayan metinler de bu anlayışla ele alınmıştır. Gösterge niteliği taşıyan bu öykülerin, değişik anlam katları olduğu varsayılmıştır. Yüzeydeki kat, bize anlatılan olaylardır. Ama bu anlatılan olayların böyle olmaları, daha derindeki bir anlam katına karşılık gelir. Bu ikinci anlam katı da, gene daha derindeki bir anlama karşılık gelir. Đşte böylece, en dıştaki anlam katı yorumlanarak, bir alttakine, o da yorumlanarak daha derindekine varılır. En derinde ise, mutlak gerçeklikler vardır, bunlar değişmez. Öyleyse, bir öykünün nasıl yorumlanacağı bellidir. Okuyucunun yorumlama serbestliği yoktur. Buradaki gösterge anlayışı, göstergenin temsil etme niteliğini kabul eder, ancak gösterge ile temsil ettiği şey arasında, değişmez bir ilişkiyi de öngörür, üstelik temsil edilen şeyler de mutlak ve değişmezdir. Daha sonraları, Đngiliz filozof John Locke, 1690'da yazdığı Essay Concerning Humane Understanding (Đnsanın Anlama Yetisi Hakkında Bir Deneme) adlı yapıtında, fikirleri, şeylerin göstergeleri, sözcükleri de fikirlerin göstergeleri olarak yorumlar. "Locke'a göre, göstergeler, 'bilginin vazgeçilmez gereçleridir'. Đki tür gösterge vardır: fikirler ve sözcükler. Locke doğuştan getirdiğimiz fikirler olduğu önkabulünü, yani belitini reddetmiştir, 'tüm fikirlerin ya duyularımızdan kaynaklandığını, duyularımızın da, algılanabilir dış nesneler hakkında olduklarını ya da zihinsel bir yansıtmadan kaynaklandıklarım, zihinsel yansıtmanın da, zihinlerimizin içsel işlemlerinin, kendimiz tarafından algılanmaları ve kendi kendimize yansıtılmaları hakkında olduklarını ileri sürmüştür... Locke, sözcüklerin, zihindeki fikirlerin kayıtları olduklarını, bu fikir ve kayıtların iletişim kurulan öteki insanların da zihninde bulunduklarını, başka türlü olsaydı, insanların boşuna konuşacaklarını ve birbirlerini anlamayacaklarını kabul eder. Kısacası, biz fikirleri doğuştan birlikte getirmeyiz, ama başka insanlarla aynı fikirleri ediniriz ve bu fikirlerin göstergeleri olan sözcükler de başka insanlar tarafından bilinir, yoksa iletişim sağlanamazdı. Göstergenin burada da üçlü bir yapısı var: Dünyadan fikirlere ve fikirlerden, onların adı olan sözcüklere geçiliyor. Bu görüşe göre de, dünya kendini bize hep aynı şekilde 46 sunmaktadır, yoksa dünyayı izleyerek edineceğimiz fikirler başka başka olacaktı ve birbirimiz anlamayacaktık.40 Kültürel örgütlenmelere göstergebilimsel bir bakış açısıyla yaklaşan ilk filozof belki de Đtalyan Giambattista Vico (1668-1744) olmuştur. Vico, göstergebilim terimini kullanmamıştır ama, mitoloji, edebiyat ve toplumsal kurumlar gibi birçok kültürel dizgenin göstergesel niteliğini açıkça görmüştür. Değişik ve özellikle de eski toplumları, onların kültürel dizgelerine bakarak anlayabileceğimizi ileri sürmüştür. Vico'ya göre, insanlık tarihi tanrısal bir öngörüye göre biçimlenmiştir ama, insanların bu öngörü içinde ilerlemesi adım adım olmuştur. Bu ilerlemeyi de insanlar gerçekleştirmiştir. Đnsan, tanrısal öngörüyü anlamayabilir, ama kendi yaptıklarını anlayabilir, zaten de yalnızca kendi yaptıklarını anlayabilir. Öyleyse, toplumların tarihine ve kültürel dizgelerine bakıldığında, hem tanrısal öngörü anlaşılabilir, hem de insanın kendisi. Bu yaklaşımıyla Vico, gösterge dizgelerini, insanı anlamaya yarayan bir gereç olarak görmüş, daha serbest yorumlara yolu açmıştır. 20. yy'ın iki büyük düşünürü, Saussure ve Peirce, gösterge anlayışını büyük çapta değiştirmişlerdir. Ferdinand de Saussure (1857-1913), Đsviçrelidir, Cenevre'de doğmuş, Almanya'da öğrenim görmüş, Paris'te ders vermiş, daha sonra yeniden Cenevre'ye dönmüş ve orada çalışmıştır. Ünlü kitabı Genel Dilbilim Dersleri ölümünden sonra, I916'da, öğrencilerinin notlarından derlenerek basılmıştır. Bu kitap pek çok dile çevrilmiş, Türkçede ilk kez, 1976 ve 1978'de, iki cilt olarak, Berke Vardar çevirisiyle yayımlanmıştır. Atatürk'ün Genel Dilbilim Derslerini sayfa kenarlarına notlar düşerek okuduğu bilinir. Đstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde, Ragıp Hulusi 1941'den itibaren derslerinde Saussure üstünde durmuştur. 1945'lerden başlayarak da, gene Đstanbul Üniversitesi, Đngiliz ve Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde, Bazell, Brinzeu, Bayrav ve Vardar tarafından açılan dilbilim derslerinde öğretisi yoğun olarak ele alınmıştır. 1990'lardan sonra ise, dilbilim derslerinin yaygınlaşmasıyla Türkiye'de de iyice tanınmıştır.41 Saussure aslında dilbilimciydi, ancak dili, göstergelerden oluşmuş bir dizge olarak görüyordu. Göstergebilimden, ilerde kurulacak bir bilim dalı olarak söz 40 41 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.57 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.60 47 etmiştir. Đletişimin, gösterge dizgelerine dayandığını, alfabe, mors alfabesi, gemicilerin haberleşme yöntemleri, sağır-dilsizlerin işaretle konuşma dilleri, nezaket kalıpları, hatta edebiyat gibi pek çok dizgenin, göstergebilimin çatısı altında incelenmesi gerektiğini söylemiştir. Saussure'e göre, dil de, bu kapsamda ele alınması gereken bir dizgeydi; ne var ki dilbilim, öteki dizgeler için aydınlatıcı bir örnekçe olabilirdi. Bu görüş sonradan çok tartışılmıştır, kimi araştırmacılar (Örneğin Barthes), dilin, zihnimizdeki yol gösterici temel dizge olduğunu iddia etmişlerdir. Saussure, göstergenin özellikleri üstünde durmuş, ayrıntılı olarak ele alınacak, söylem, dizge, dizge içinde değer taşıma, eşzamanlılık, artzamanlılık, nedensizlik, uzlaşımsallık ve toplumsallık gibi kavramlara açıklık getirmiştir. Saussure, dizge içinde yinelenen diziliş özelliklerinden söz etmiş, bunlar daha sonraları yapı olarak yorumlanmış, dil dizgesinin içinde yer alan ve düzenli olarak yinelenen oluşumlar yapı olarak nitelendirilmiştir. Yapı anlayışı daha sonra Yapısalcılık akımına temel oluşturacak, dilbilimcileri ve özellikle de edebiyatbilimcileri (Greimas, Barthes) çok derinden etkileyecektir. Saussure, göstergeyi, zihinsel bir işlem birimi olarak görmüş, dış dünya ile olan bağlantısı üstünde durmamış, bu bağlantıları araştırmanın başka bilim dallarının işi olduğunu söylemiştir. Ancak, göstergenin (sözcüğün) mutlak, değişmez bir dış dünyanın izdüşümünü yansıttığı yolunda bir görüş de belirtmemiştir. Saussure için, her şey, zihnimizdeki kavramla başlar, kavram oluşmadan sözcük oluşmaz, daha doğrusu kavram ve sözcük, bir kağıdın birbirinden ayrılamayan iki yüzü gibidir. Kağıdı ne kadar ince keserseniz kesin, hep iki yüzü kalır. Bu bakış açısı önemlidir. Çünkü, Saussure'e kadar, bilim adamlarını, hep sözcükle dış dünya arasındaki bağıntılar ilgilendirmiştir. Saussure, göstergeyi bu bağlamdan çıkarmış, kendi içinde bir bütün saymış, ve böylece sınırlarım çizerek tanımlamaya çalışmıştır. Amerikalı olan Charles Sanders Peirce (1839-1914), Saussure'le aynı dönemde yaşamıştır. Đkisi de benzer konularla ilgilenmişlerdir, ama birbirlerinden haberdar olmadıkları sanılır. Peirce, felsefecidir, yapıtları kendisi hayattayken yayımlanmış, ancak pek önemsenmemiştir, oysa bugün A.B.D'de yetişen en büyük felsefecilerden biri sayılmaktadır. Avrupa'da 1960'larda, özellikle de Umberto Eco'nun çabalarıyla ünlenmiştir. Göstergebilim, Türkiye'de ağırlıklı olarak Saussure ve dilbilim aracılığıyla tanındığı için olsa gerek, Peirce üstünde hemen hemen hiç 48 durulmamıştır, bildiğim kadarıyla da, hiç bir yapıtı Türkçeye çevrilmemiştir. Oysa, göstergebilimin, dilbilim ve edebiyat dışı alanlarda geçerlik kazanması Peirce'ün yolu açmasıyla olmuştur.. Peirce, bilginin, tanımanın , düşünmenin, hatta insanın, özünde göstergesel (semiotic) olduğunu ileri sürer. Bu, evrensel bir geçerliliktir. Öte yandan, her gösterge, her düşünce, aslında başka göstergelere gönderme yapar, yani başka göstergelerden kaynaklanır. Bizim artık, bir ilk göstergeye (eğer tarihte öyle bir şey olmuşsa) ulaşabilmemiz söz konusu olamaz. Dolayısıyla insanı insan yapan da, bu geçmişten gelen, birbirine takılmış, muazzam göstergeler zinciridir. Sonuçta insan da, bu göstergeler zincirinin bir halkası olup çıkar. Peirce'e göre, göstergeler ve gösterge olmayan şeyler kesinkes birbirinden ayrılabilecek iki küme olarak görülemez, evren tümüyle göstergelerden ibaret olmasa da, bizim açımızdan, göstergelerle sık bir şekilde dokunmuştur. Peirce, bütün bilimlere ve uğraş alanlarına göstergebilimin gözüyle bakmanın mümkün ve hatta gerekli olduğunu söyler. Göstergebilimi, tüm yaşam alanlarını kapsayan evrensel bir bilim dalı sayar. Gösterge hakkında yapılan daha önceki bir çok yorumda, dış dünyanın , zihnimize olduğu gibi yansıdığının farzedildiğini görüldü. Bu yansımaların, zihinlerde hep aynı izdüşümlere yol açtığı (Aristoteles, Locke ...), sözcüğün de, bu yansımaların, yani dış dünyanın bir temsilcisi olduğu düşünülüyordu. Bu bakış açısına göre, gösterge sözcüğe eşitleniyordu ve doğrudan doğruya dış dünyayı temsil ediyordu, çünkü zihnimizdeki fikirler, zaten değişmeyen, mutlak bir dış dünyanın izdüşümleriydi. Bu yaklaşıma göre, gösterge, sözcüğe indirgenmiş, tek düzlemli (monadic) bir birim şeklinde anlaşılıyordu. Saussure ise, dış dünyayı bir yana bırakıyor, göstergeyi, kavram ve onun temsilcisi olan sözcükten oluşan iki düzlemli (dyadic) bir birim olarak görüyordu. Peirce ise, bir adım daha ileri giderek, göstergeyi üç düzlemli (triadic) bir süreç olarak tanımlar. Đlklik (firstness) dediği birinci düzlemde, biz somut bir biçimle (representamen) karşılaşırız, bir şeyi görürüz, duyarız. Yani ilk düzlemi duyularımızla algılarız. Bu temsil ilişkisinin oluşabilmesi için, temsil edilen bir şey de (thing, object) bulunmalıdır. Temsil edenle (representamen) temsil edilen (object) arasında bir ilişki, bir bağıntı vardır, bu ilişki ikinci aşamadır (secondness). Ancak, bir göstergede bu bağıntının kurulabilmesi, bir üçüncü aşamaya (thirdness) bağlıdır. Đşin can alıcı noktası da buradadır. Neyin temsil 49 edildiğini anlama ve bilme (cognition), yani temsil edenle temsil edilen arasındaki bağıntıyı tanıma, bir yorumlama sürecidir. Đşte, üçüncülük, bu yorumlayıcı (interprelant) süreçtir. Yorumlayıcı sürecin gerçekleşmesi, anımsama, değerlendirme, alışkanlıklara başvurma gibi yetilerimizi kullanmakla gerçekleşir. Demek ki, önce duyularla algıladığımız bir biçimi, sonradan, bu biçimin temsil ettiği şeyle bağıntılandırabilmek için, yorumlayıcı, değerlendirici, anımsamaya dayanan bir üçüncü sürece gerek vardır. Ancak, bu yorumlayıcı süreç basit bir süreç değildir. Temsil edenden temsil edilene doğru gerçekleşen bir yorumlamadır ama, temsil edilen de aslında daha önceden yorumlanmış bir göstergedir, doğrudan algılanan bir dış dünya nesnesi değildir. Burada şöyle bir iddia ileri sürülmektedir : Dış dünya yorumlanmadığı, göstergeleştirilmediği (semiosis) sürece, anlaşılamaz. Her gösterge, bir bakıma, daha önceden edinilmiş göstergelere dayanır, onlara göre göstergedir ve onlara göre yorumlanır. Đnsan devamlı bir göstergeleştirme süreci (semiosis) içindedir. Peirce'e göre, bu sınırsız bir zincirdir. Toplumun geçmişinden gelir ve başlangıcına da ulaşılamaz. Dış dünyayla, onu göstergeleştirebildiğimiz oranda hesaplaşırız. Dış dünyaya da önyargısız, Önbilgisiz, doğrudan bakamayız. Peirce burada, bir bakıma Eflatun'a yaklaşır, ama Eflatun için, dış dünya idealin yansımasıydı, kopyasıydı. Dolayısıyla, bizim algılayabildiğimiz dış dünya, bir kopyalar dünyasıydı, üstelik algılarımız da yanıltıcıydı. Algılarımızla mutlak ve değişmez olan idealara varamıyorduk. Peirce için idealar yoktur, dış dünya hakkındaki bilgilerimiz, göstergeleştirebilmeye bağlıdır, bu süreç de devamlı düzeltilmeye, yenilenmeye açıktır. Göstergeleştirme toplumsal bir olgudur, göstergeler temelde, kullanım ve uyarlanabilme, uygulanabilme açısından (pragmatics) ele alınmalıdır. Başka bir deyişle, göstergelerin değeri onların kullanım değerleridir. Öte yandan, dış dünya hakkındaki bilgilerimiz göstergelere dayandığı için (yani dış dünyayı nasıl yorumladığımıza bağlı olduğu için), bilginin kendisi de, aslında gösterge düzleminde ele alınmalıdır. Dünya bilgimiz, akıl yürütmeyle değil, göstergeler aracılığıyla oluşur. Dolayısıyla, bilgi eleştirisi, akıl eleştirisi düzleminde değil, gösterge eleştirisi düzleminde yapılmalıdır. Bilgilerimizin içeriğini belirleyen, bilgiyi edinme yollarımızdır. Ama bu yol, göstergeler düzlemindedir, bilgi, göstergede somutlaşır. Öte yandan, öznel ve nesnel dünya arasındaki köprüyü de göstergeler kurar. Peirce, 50 böylece durağan, sınırları çizilmiş bir gösterge anlayışını bir yana bırakarak, çok daha dinamik, devingen bir gösterge anlayışı da getirmiş oluyordu.42 Köller, Peirce'ün bakış açısını şöyle anlatmaktadır: Peirce, Kant'tan etkilenmiştir. Ancak, Kant, bilgi eleştirisini (Erkenntnis-Kritik) akım eleştirilmesi düzleminde ele alır. Peirce'ün yaklaşımı, en iyi şu üç noktanın belirtilmesiyle açıklanabilir: 1) Bilginin eleştirisi, aklın eleştirisi düzleminde değil, göstergelerin eleştirisi düzleminde ele alınmalıdır; 2) Göstergebilim, kullanım kapsamında ele alınmalıdır; 3) Tanıma, bilme sorunu, toplumsal bir sorundur. Peirce, Kant'ın şu görüşünü kabul ediyor: Bilgilerimizin içeriğini belirleyen, bilgiyi edinme yollarımızdır. Ama, bu yol mantık düzleminde değil, göstergeler düzlemindedir. Bilginin somutlaştığı, nesnelleştiği, sabitleştiği (stabilization) yer göstergelerdir. Göstergeler olmadan algı olamaz. Öznel ve nesnel dünya arasındaki köprüyü de göstergeler kurar. Peirce, böylece gerçekçilikle idealizmi birbirine bağlar. Peirce'ün konumuna bu nedenle varsayımsal gerçekçilik (hypothetical realism) denebilir. Gerçekçi yanı : Bizim bilincimizin dışında varolan, bizden bağımsız gerçek, nesnel bir dış dünya var. Đdealist yanı da : Dünyayı algılamamız için, şeyleri zihinsel olarak nesnelleştirmemiz ve temsil etmemiz (göstergeler) gerekiyor. Kısacası, dünyayı hiç bir zaman doğrudan algılayamıyoruz. Hep nesnelleştirerek, yani göstergeleştirerek algılıyoruz. Bu nesnelleştirme aslında öznel ama, bağlayıcı, özneler arası bir yanı da var (göstergenin iletişim işlevi için, bu özneler arası ortaklık şart). Görüş ve algılarımızı hep göstergeler saptıyor. Bu nedenle: Gerçekçilik bizim kavrayışımızın sebebi değil, amacıdır. Yani, sırf gerçeğin öyle olması, bizim onu öyle kavramamıza yetmiyor, biz aşamalı kavrayışımızla gerçeğe ulaşmaya çalışıyoruz, Şu da var ki, ulaştığımız sonuç pek de kesin değil. Vardığımız sonuçların, yani bilgilerimizin değişebileceğini kabul etmeliyiz, düzeltmeler hep olacaktır, varsayımsaldır. 42 ERKMAN, Fatma, a.g.e. ,s.64 yani sonuçlarımız gerçekçidir ama, biraz da 51 Böylece, gerçekçilik görüşü, nesnelleştirme süreçlerine bağlanır. Nesnelleştirme süreci ise, yorumlayıcı düşünce aracılığıyla gösterge oluşturmak demektir. Bu böyle kabul edilince, bilmeyi ve tanımayı (cognition) mümkün kılan ve oluşturan koşullara çok dikkat etmek gerekiyor. Peirce, çerçeveyi belirleyen bu koşul ve kurallara, kullanım ya da uygulama (pragmatics) diyor. Peirce'ün kullanım (pragmatics) anlayışına göre, güvenilir bilgi (Kant'ta: Erkenntnis) kendiliğinden gelen sezgilerle, düşünmeyi yoğunlaştırmakla, hayalgücüyle edinilmiyor. Tersine, uygulamaya ve kurama dayanan edimlerle, davranışlarla oluşuyor. Bu edim ve davranışların bir sonuç verebilmesi için ise, geniş bir deneme alanına ihtiyaç var. Peirce'ün dogmatizme karşı oluşu bu noktada belirginleşiyor; Sonuçlar hep sınanacak, hep yenilenecek, denemeler kesintisiz yapılacak. Peirce'e göre, varılan göstergeler, bilgilendirici araçlar. Göstergeler ve göstergeler aracılığıyla vardığımız bilgiler, şeyleri birbirlerinden ayırdedebilmemize yarıyorlar. Ama bu bilgilerin değerleri, işlevlerine ve ancak sonuçlarına bakılarak söylenebiliyor. Peirce'ün, bir kavramın oluşması için verdiği en uygun çerçeve şöyle: Kavram, bazı etkilerin toplamıdır. Nesnelerin etkilerinin. Yani bu kavramların oluşması için gerekli olan nesnelerin. Yani, biz kavramları ancak deneysel olarak kavrıyoruz; sebep-sonuç ilişkileri sayesinde öğreniyoruz. Her bilgi, bir öncekine dayanıyor ve öznelerin (bireylerin) üzerinde anlaştıkları göstergelere ihtiyaç gösteriyor. Dolayısıyla Peirce için, bilginin, toplumsal bir boyutu var. Göstergenin gösterge sayılması için, aralarında iletişim olan bir bireyler topluluğuna ait olması ve bu topluluk tarafından kabul edilmesi gerekli. Göstergeler hem bağımsız ve esnek olmalı (dünyayı çeşitli açılardan görebilmek için), hem de uzlaşımlara dayanmalı Gerçek(doğru) diye, ancak bireyler arası geçerliliği ve kabulü olan şeylere diyoruz. Çünkü gösterge, yalnızca Özne ve nesne arasında değil, öznelerin kendi aralarında da ilişki kurulmasını sağlıyor. Peirce'e göre, bilgi edinme, tümevarım ve tümdengelim yollarıyla oluşuyor, ama bunların dışında bir de olsa olsa (abduction) yöntemi var. Tümevarım, kavramları ve varsayımları gözlem ve deneyle denetliyor. Tümdengelim, kavram ve varsayımların sonuçlarını çözümleme mantığı ile denetliyor. Olsa olsa yöntemi ise, yaratıcı bir zihinsel edim: Tümevarım ve tümdengelimin ihtiyacı olan varsayım ve kurallar bu aşamada ortaya çıkıyor. Olsa olsa ya da.yakıştırma yöntemi, insanda, 52 doğuştan gelen bir sonuç çıkarma yetisine dayanıyor. Hızlı ve neredeyse sezgisel, ama metafizik bir şey değil. Bir bakıma, varsayımlar, bu olsa olsa ve yakıştırma mantığı ile oluşuyor. Yorumlama ve yakıştırma (abduction) süreci, Peirce'e göre iyice açık uçlu. Göstergenin somut biçimi ile temsil edilen içerik arasındaki ilişki, bir yoruma, yani gene başka göstergelere başvurmayı gerektirdiği için, gösterme süreci, yöntemsel açıdan sonlu olmakla birlikte, ilkece sonsuzdur. Peirce'ün getirdiği bir başka yenilik de, göstergeleri türlerine göre sınıflandırmasıdır. Peirce, göstergeleri, üç ana sınıfta toplar, sonra her sınıfı yeniden dallandırır ve sonuçta 66 tür gösterge saptar. Bu sınıflandırma, daha sonraları, göstergebilimi, dilsel göstergelerin peşinden gitmekten kurtarmıştır. Ferdinand de Saussure'ün etkisi ise kendisini önce, Avrupa'da yoğun olarak dilbilim alanında gösterdi. Hatta dilbilimin, bir dönem için, insan bilimleri arasında başı çeken bilim dalı olduğu söylenebilir. 20. yy dilbilimi hakkında Türkçede de pek çok kitap ve makale yayımlanmıştır. Mehmet Rıfat'ın XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim adlı kitabı da bunlardan biridir. Göstergebilim ve yapısalcılık, edebiyat alanında da ilgi çekti. Özellikle Rus Biçimcilerinin çalışmaları, ciddi sonuçlar verdi. Propp, Masalın Biçimbilimi adlı kitabında, yüz adet Rus peri masalını inceledi ve bu masalların kurgusundaki ortaklıkları saptayarak, dilde olduğu gibi, edebiyatta da evrensel dizgeler bulunup bulunmadığı araştırdı. Todorov, Dekameron öykülerini benzer bir yöntemle ele aldı. Türkiye'de 1960'larda ders veren Greimas, edebiyata gene yapısal bir açıdan bakmaya çalıştı, Türkiye'deki edebiyatbilimcileri de etkiledi. Örneğin, Tahsin Yücel Greimas'ın izinden giderek, Türkiye'deki edebiyatbilim çalışmalarına yeni bir soluk getirdi. Barthes, dil dizgesini örnek dizge saydı ve gerek edebiyata gerek başka alanlara bu açıdan baktı. Levi-Strauss, yapısalcı yaklaşımları antropolojiye taşıdı. Göstergebilimi, mimari, kullanım nesneleri, reklam gibi alanlara taşıyan ise Umberto Eco oldu. Bu yazarların birçok yapıtı da Türkçeye çevrildi. Ancak, göstergebilimin en önemli uygulama alanı, 1950'lerden başlayarak hızla gelişen medya alanı oldu. Reklamlar ve televizyon dizileri titizlikle incelendi. 53 Đletişim Fakülteleri, göstergebilimi ders olarak okutmaya başladı. Türkiye'de de benzer bir ilgi, televizyon kanallarının çeşitlenmesinden sonra başladı. Basın ve yayın teknolojilerinin gelişmesiyle sanal kavramı ortaya çıktı. Göstergenin, dış dünyadaki gerçeklerden tümüyle koptuğu, ileri sürüldü. Özellikle reklam aracılığıyla, dış dünyada pek de karşılığı olmayan ama, ekonomiyi teşvik etme açısından yararlı olan gereksinim ve istekler yaratıldığı, insanların sınırsız ve yapay bir göstergeler alemine sokulduğu söylendi. Gösterge, başka bir şeyi değil, doğrudan doğruya kendini temsil eden bir birim olarak tanımlanmaya başlandı. Önceleri, göstergenin dış dünya ile olan bağlantısı sorgulanırken, daha sonra dizge kavramı da yeniden mercek altına alındı. Postmodern, tutarlı dizgelerin varlığını yadsımaya başladı, kaos kuramı gibi, rastlantı ağırlıklı kuramlar öne çıktı.43 43 ERKMAN, Fatma, a.g.e., s.71. 54 BÖLÜM II GÖSTERGELER VE ANLAMLANDIRMA A) Düzanlam ve Yananlam Saussure’un, göstergenin paradigmasal ve dizilimsel ilişkilerine ilişkin kuramları şimdiye kadar yalnızca göstergelerin nasıl işlediğini anlamaya götürmektedir. Saussure öncelikle dilsel sistemle ilgilendi, ikincil olarak bu sistemin göndermede bulunduğu gerçeklikle nasıl ilişkilendirildiği üzerinde durdu ama bu sistemin okurla ve onun sosyo-kültürel konumuyla nasıl ilişkilendirildiğine hemen hemen hiç bakmamıştır.. Bir cümlenin inşa edilebileceği karmaşık yollarla ve cümlenin biçiminin cümlenin anlamını nasıl belirlediğiyle ilgilenmiş, ama aynı cümlenin farklı konumlardaki farklı insanlara farklı anlamlar taşıyabileceği gerçeği üzerinde çok az durmuştur. Diğer bir deyişle, anlamın yazar/okur ve metin arasında bir müzakere süreci olduğunu gerçeğini çok ön plana çıkarmamıştır. Israrla metnin üzerinde durmuş ve ne metindeki göstergelerin, kullanıcını kültürel ve kişisel deneyimiyle etkileşim biçimiyle ne de metindeki uzlaşımların, kullanıcının deneyimlediği ve beklediği uzlaşımlarla etkileşim biçimiyle ilgilenmiştir.. Bu müzakereli, etkileşimci anlam düşüncesinin çözümlenebileceği sistemli bir modeli geliştiren kişi, Saussure’un takipçisi olan Roland Barthes’dı. Barthes’ın kuramının merkezinde anlamlandırmanın iki düzeyi düşüncesi yer almaktadır. Anlamlandırmanın birinci düzeyi, Saussure’un üzerinde çalıştığı düzeydir. Bu düzey, göstergenin göstereni ve gösterileni arasındaki ilişkiyi ve göstergenin dışsal gerçeklikteki göndergesiyle ilişkisini betimler. Barthes bu düzeyi düzanlam olarak adlandırır. Düzanlam, göstergenin ortak duyusal, aşikar anlamına gönderme yapar. Bir sokak manzarası fotoğrafı belirli bir sokağı gösterir; “sokak” sözcüğü binalar arasında uzanan bir şehir yolunu anlatır. Ama aynı sokak önemli derecede farklı biçimlerde fotoğraflanabilir. Renkli bir film kullanabilir, donuk bir gün ışığı seçebilir, yumuşak bir odak ayarı yapabilir ve sokağı çocuklar için mutlu, sıcak, şefkat dolu bir oyun alanı haline getirilebilir. Ya da siyah-beyaz bir film, sert odak ayarı, güçlü kontrastlar kullanabilir ve aynı sokağı oyun oynayan çocuklar için soğuk, zalim, barınılamaz ve yıkıcı bir mekan haline dönüştürülebilir. Bu iki 55 fotoğraf, aynı anda ve birbirine yalnızca birkaç santimetre uzaklıkta iki fotoğraf makinesi tarafından çekilmiş olabilir. Bu iki fotoğrafın düzanlamsal anlamı aynı olacaktır. farklılığı yaratan yananlamlarıdır.44 Yananlam, Barthes’ın ikinci anlamlandırma düzeyinde göstergelerin işlediği üç yoldan birisini betimlemek için kullandığı bir terimdir. Yananlam, göstergenin, kullanıcıların duygularıyla ya da heyecanlarıyla ve kültürül değerleriyle buluştuğunda meydana gelen etkileşimi betimlemektedir. Bu, anlamların öznelliğe ya da en azından öznelerarasılığa doğru kaydığı andır: bu anda yorum, yorumlayıcıdan etkilendiği kadar nesne ya da göstergeden de etkilenir. Barthes’e göre, yananlamdaki en önemli etmen, ilk düzeydeki gösterendir. Đlk düzey göstereni yananlamın göstergesidir. Bizim hayali fotoğraflarımız aynı sokağın fotoğraflarıdır; aralarındaki farklılık, fotoğrafın biçiminde, görünümünde, yani gösterende yatmaktadır. Barthes yananlam ve düzanlam arasındaki farklılığın en azından fotoğrafçılıkta belirgin olduğunu ileri sürer. Düzanlam, fotoğraf makinesinin doğrultulduğu nesnenin film üzerinde mekanik bir yeniden üretimidir. Yananlam ise bu sürecin insani boyutudur: çerçeve içine neyin dahil edileceğinin, odağın, ışığın, kamera açısının, filmin kalitesinin ve benzerlerinin seçimidir. Düzanlam neyin fotoğraflandığıdır; yananlam ise nasıl fotoğraflandığıdır.45 Barthes’ın bulunmaktadır; kuramının düzanlam ve merkezinde yananlam. anlamlandırmanın Düzanlam (Fransızca iki düzeyi denotation), anlamlandırmanın birinci düzeyi olup, bir göstergenin ilk anlamını dile getirir ve gösterilenin nesnel olarak olduğu gibi, sürekli ve yansız kavranmasıyla oluşur. Bu düzey, göstergenin göstereni ve gösterileni arasındaki ilişkiyi ve göstergenin dışsal gerçeklikteki göndergesiyle ilişkisini betimler. En yalın biçimiyle herhangi bir birim, ilk anlamının (düzanlam) dışında, bağlama ve ilişkilere göre başka ve yeni anlamlar (yananlam) da içermektedir. R.Barthes’a göre yananlamdaki (Fransızca connotation) en önemli etmen, ilk düzeydeki gösterendir. Đlk düzey göstereni yananlamın göstergesidir. Düzanlamsal işaretin tümü, yananlam sistemi tarafından gösteren olarak kullanılır. Yananlam genellikle bir görüntüsel boyuta sahip olsa da büyük ölçüde nedensizdir, bir kültüre özgüdür. Örneğin yumuşak bir odakla çekilmiş bir 44 45 FĐSKE, John, a.g.e., s.115 FISKE, John, a.g.e., s.117. 56 çocuk fotoğrafının nostaljiyi çağrıştırması kısmen görüntüsel bir göstergedir. Yumuşak odak, belleğin belirsiz doğasının güdülenmiş bir göstergesidir; aynı zamanda duygunun da güdülenmiş bir göstergesidir. Barthes yananlam ve düzanlam arasındaki farklılığı fotoğrafçılıkla ilgili şu örnekle açıklamaktadır; Düzanlam, fotoğraf makinesinin doğrultulduğu nesnenin film üzerinde mekanik bir yeniden üretimidir. Yananlam ise bu sürecin insani boyutudur: çerçeve içine neyin dahil edileceğinin, odağın, ışığın, kamera açısının, film kalitesinin ve benzerlerinin seçimidir. Düzanlam “neyin” fotoğraflandığıdır; yananlam ise “nasıl” fotoğraflandırıldığıdır.46 Barthes’a göre, birbirleriyle ilişkili kavramlar zinciri olan mitler, bir şey üzerinde düşünme, onu kavramlaştırma ya da anlamanın kültürel yoludur. Bu yüzden düzanlam ve yananlam olmak üzere iki anlam sistemi vardır; “nesne dili (anlamlandırdıkları ölçüde film, yemek, oyuncak araba vb. bu dilin örneği olabilirler) ve kendini ona iliştiren ve dilin düzanlamlı biçimini kendini üstü kapalı olarak ortaya çıkarmak için kullanan mit”. Yananlam ve mit, göstergelerin, anlamlandırmanın ikinci düzeyinde işleyişinin temel yollarıdır. Gösterge ve kullanıcı/kültür arasındaki etkileşimin en etkin olduğu düzey ikinci düzeydir. Semiyoloji, yananlamsal sistemin, anlamlandırma sistemindeki her işaretin anlaşılabilirliğini sağlayan bütünsel bir bölümdür ve mit, incelenen toplumsal işaretler sisteminin sadece bir öğesi olarak ele alınmaktadır. “Şu halde semiyoloji mobilya, sofra adabı, satranç vb. toplumsal pratik ve nesnelerin anlamlarının yapısını açıklamayı amaçlar”. “Barthes’ın ünlü örneğinde Fransız bayrağını selamlayan bir zenci askeri gösteren bir magazin kapağı vardır. Bu fotoğrafın bir düzanlamı var, “işte Fransız bayrağını selamlayan zenci bir asker”, fakat bu anlamın ardında asıl amaçlanan anlam gizlidir: Sömürgeci milliyetçilikle militarizm karışımından kaynaklanan yananlamı. Der ki –Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında- sömürgecilik doğru olmalı: Bunu ölümüne korumaya çalışan zenciler de var. Yananlam düzanlama yaslanır; aralarında sürekli karşılıklı bir hareket vardır ve böylece doğal bir bütünlük görünümündedirler. Yananlam olarak belirtilen (çağrıştırılan) mit tamamen 46 YÜCEL, Tahsin, Yapısalcılık, Đstanbul, Can Yayınları, s.119 57 “söylenmediği”, yerleşik bir konumu şüphe veya saldırıdan koruduğu ve “bu olması gerektiği gibidir” diyerek tarihi evrenselleştirdiği zaman başarılı olur”.47 B) Mit, Simge, Söylen, Şifre, Eğretileme ve Düzdeğişmece Göstergelerin ikinci düzeyde işleyişine ilişkin olarak Barthes'ın ortaya koyduğu üç yoldan ikincisi mit aracılığıyla olanıdır. Barthes bu terimi bir inanan olarak özgün anlamında kullanır. Mit bir kültürün, gerçekliğin ya da doğanın bazı görünümlerini açıklamasını ya da anlamasını sağlayan bir öyküdür. Đlkel mitler yaşam ve ölüm, insan ve tanrılar, iyi ve kötü hakkındadır. Bizim sofistike mitlerimiz ise erillik ve dişillik, aile, basarı, polis, bilim hakkındadırlar. Barthes'a göre, bir mit bir şey üzerin de düşünme, onu kavramlaştırma ya da anlamanın kültürel yol dur. Barthes miti, birbirileriyle ilişkili kavramlar zinciri olarak düşünür. Dolayısıyla polise ilişkin geleneksel mit, dostça davranma, güven verme, metanet, hoşgörü ve silah taşımama kavramlarını içermektedir. Küçük bir kızın kafasını hafifçe okşayan şişman, sevecen polis fotoğrafı klişesi onun ikinci düzey anlamına, yani polisle ilgili mitin kültürde yaygın olduğu olgusuna dayanır: fotoğraftan önce de vardır, fotoğraf miti oluşturan kavramlar zincirini harekete geçirir. Eğer yananlam gösterenin Đkinci düzeydeki anlamı ise, mit de gösterilenin ikinci düzeydeki anlamıdır. Eğer bir düzine fotoğrafçıdan içinde çocukların oynadığı bu sokak manzarasını fotoğraflamalarını istesem, çoğunun siyah-beyaz, sert odaklı, şefkatsiz fotoğraflar üreteceklerini tahmin ediyorum. Çünkü bu yananlamlar sokakta oynayan çocukları kavramlaştırmamıza yardımcı olan en yaygın mitlere daha Đyi uyum göstermektedirler. Bizim çocuklukla ilgili başat mitimiz, çocukluğun doğallık ve özgürlük dönemi olduğu ya da olması gerektiği şeklindedir. Olgunlaşma ise, toplumun taleplerine uyum sağlama, yani doğallığı ve özgürlüğü yitirme anlamına gelmektedir. Şehirler normalde çocuklara çok sınırlı bir çevre sağlayan doğal olmayan, yapay mekanlar olarak görülürler. Kültürümüzde çocukluk için en uygun mekanın kırsal alanlar olduğu konusunda yaygın bir inanç söz konusudur. Bu mitleri daha önceki dönemlerin mitleriyle karşılaştırabiliriz, örneğin, Kraliçe Elizabeth dönemindekiler çocuğu eksik bir yetişkin olarak gördüler; Roma imparatoru Augüst dönemindekiler kırsal alanları vahşi, medenileşmemiş olarak nitelediler - Đnsani değerler uygarlaşmış şehirlerde bulunabilirdi ve taşra vahşi doğayı niteliyordu, yani kentli anlayışına uygun hale getirilmişti48 47 KARAHAN, Çağatay, Pop-Art’ta “Nesne’nin” Bir Gösterge Olarak Kullanımı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Đzmir, 2003, s. 19-21. 48 FĐSKE, John, a.g.e., s.119 58 Barthes, mitlerin ana işlevinin tarihi doğallaştırmak olduğunu ileri sürer. Bu işlev mitlerin aslında belirli bir tarihsel dönemde egemen olmayı başarmış toplumsal sınıfın ürünü oldukları gerçeğine işaret etmektedir: mitlerin yaydıkları anlamlar bu tarihi beraberlerinde taşırlar, ancak mit olarak işleyebilmeleri Đçin yaydıkları anlamların tarihsel ya da toplumsal değil doğal olduğunu vurgulama-an gerekmektedir. Mitler kendi kökenlerini ve dolayısıyla siyasal ve toplumsal boyutlarını gizemleştirirler ya da gizlerler. Mitolog, mitlerin gizemini çözerek (büyüsünü bozarak) gizli tarihlerini ve dolayısıyla sosyo-politik işleyişlerini açığa çıkarır. Şekil 2: Barthes’ın iki anlamlandırma düzeyi Kadınların bakıp büyütme ve koruma işini erkeklerden "doğal olarak" daha iyi yaptıklarına ve bu yüzden onların doğal mekanlarının ev olduğuna, evde çocuk yetiştirmek ve kocalarına bakmak işini üstlendiklerine ve erkeğin de yine "doğal olarak" ekmek parası kazanma rolünü üstlendiğine ilişkin bir mit söz konusudur. Bu roller böylece en "doğal" toplumsal birimi -aileyi- yapılandırır. Mit bu anlamları doğanın bir parçası gibi sunarak tarihsel kökenlerini gizler ve böylece bu anlamları evrenselleştirir, Bunların yalnızca değişmez değil aynı zamanda adil görünmelerini de sağlar: bu anlamların eşit düzeyde hem erkeklerin hem de kadınların çıkarlarına hizmet eder görünmelerini sağlar ve böylece siyasal etkilerini gizler. 59 Mitlerin doğallaşma tarihi oldukça farklı bir öyküyü anlatır. Erillik ve dişillik anlamları kapitalizmin burjuva erkeğinin çıkarlarına hizmet etmek amacıyla geliştirilmişlerdir -ondokuzuncu yüzyıl sanayileşmesinin yarattığı toplumsal koşulları anlamlı hale getirebilmek amacıyla üretilmişlerdir. Bu dönemde çalışan kesim geleneksel kırsal toplulukları terkederek yeni kentlere taşınmak zor da kalmıştır. Bu yeni kentlerde inşa edilen evler ve sokak olabildiğince çok insanı olabildiğince ucuz biçimde yerleştirmek amacıyla düzenlenmişlerdir. Geleneksel köyün geniş aile ve topluluk ilişkileri terkedilerek karı, koca ve çocuklardan oluşan çekirdek aile yaratılmıştır. Fabrikaların çalışma koşulları çocukların, tarımsal çalışmada olduğu gibi ailelerine eşlik edemeyecekleri anlamına gelmiştir ve bu çalışma koşullan ile birlikte geniş ailenin de ortadan kalkışı sonucu kadın evde kalmak zorunda kalırken, erkek "gerçek" işte çalışmaya ve para kazanmaya başlamıştır. Birbiriyle ilişkili erillik, dişillik ve aile mitlerini oluşturan kavramlar zinciri çoğaltılmıştır, ama bu çoğaltma rastlantısal ya da doğal değildir: bu mitler daima ekonomik sistemin ve bu sistemin avantajlı hale getirdiği sınıfın -orta sınıf erkeğininçıkarlarına hizmet etmiştir. Bu sistem, çekirdek ailenin "doğal", temel toplumsal birim olmasını gerektirmiştir; dişilliğin bakıp büyütme, evcillik, duyarlılık, korunma gereksinimi gibi "doğal" anlamlar kazanmasını ve erilliğe güçlü olma, hakkım arama, bağımsızlık ve kamusallık gibi anlamların verilmesini gerektirmiştir. Dolayısıyla, erkeklerin toplumumuzdaki kamusal konumlan aşırı derecede orantısız bir biçimde işgal etmeleri doğal görünmektedir, ama bu aslında doğal değil tarihsel bir süreçtir.Elbette mitler anlamları doğanın bazı görünümleriyle ilişkilendirerek oldukça etkili biçimde doğallaştırabilirler. Nitekim kadınların doğum yapması, bakıp büyütme ve evcillik (ya da "yuva yapma"!) anlamlarım doğallaştırmak için kullanılır. Benzer biçimde, erkeklerin geniş ve daha adaleli bedenleri, onların siyasal ve toplumsal Đktidarını (ki bunun fiziksel güçle hiçbir alakası yoktur) doğallaştırmak için kullanılır. Kadınların toplumdaki rolünün ve aile yapısının değişmesi, bu mitlerin başat konumlarının (ve dolayısıyla doğal görünmelerini sağlayan statülerinin) bir meydan okumayla karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Bu yüzden reklamcılar ve medya üreticileri, meslek sahibi kadın, yalnız yaşayan anne ve "yeni" duyarlı erkeklere uyum sağlamak için geliştirilmesi gereken yeni toplumsal cinsiyet mitlerini kullanmaya başlamak zorundadırlar. Bu mitler elbette eski mitleri tümüyle 60 reddetmezler, ama kavramlar zincirinden bazı halkaları atarlar ve yerine yenilerini koyarlar: mitlerdeki değişim devrimsel değil evrimseldir. Bir kültürdeki hiçbir mit evrensel değildir. Başat mitler olduğu gibi, karşıt mitler de vardır. Toplumda, polise ilişkin yukarıda betimlenen başat mitle çelişen mitlere sahip altkültürler söz konusudur. Ayrıca yine, çocuklar için iyi bir toplumsal çevre sağlayan bir tür geniş aile, kapalı cemaat olarak görülen bir şehir sokağı miti de vardır. Bu mit, bizim sokakla ilgili alternatif fotoğrafımızın yananlamlarına uyum sağlayan bir mittir. Bilim, karşı-mitlerin başat mitlere güçlü biçimde meydan okuduğu alanlar için iyi bir örnektir. Bilimin başat miti kendini, doğayı gereksinimlerimize uydurma, güvenliğimizi ve yaşam standartlarımızı iyileştirme, başarımızı ilan etme yeteneği olarak sunar. Bilim nesnel, doğru ve iyi olarak görülür. Ancak karşı-mit de oldukça güçlüdür. Bu mit bilimi kötü, bizim doğadan uzaklığımızın, onu anlayamayışımızın bir kanıtı olarak görür. Biz bilim adamları olarak kendi maddi amaçlarımızın peşinde koşan en bencil, en dar görüşlü insanlarızdır. Popüler kültürde her iki bilim mitinin de çok iyi temsil edilmesi oldukça ilginçtir. Televizyonun olgusal yanı içindeki haberler, güncel olayları işleyen haber programlan ve belgeseller, karşı-mitten daha çok başat miti gösterme eğilimindedirler; öte yanda kurgusal televizyon ve sinema ise oranlan tersine çevirir. Kötü bilim adamları iyilerden daha çoktur ve bilim çözdüğünden daha çok soruna neden olur.49 Örneğin Gerbner Amerikan kurgusal televizyonunda sergilenen bilim adamlarının, profesyonel meslekler içinde en "yalancı", en "insafsız" ve en "adaletsiz" grubu oluşturduklarını göstermektedir, Gerbner, Gusfield ve Schwaıtz tarafından 1963 yılında yapılan bir çalışmaya da gönderme yapar. Bu çalışma da bilim adamlarının kurgusal imgesinin "soğuk", "katı", "anti-sosyal", "dinsiz" ve "yabancı" olarak betimlendiğini gösterir. Gerbner ayrıca, bilim adamlarını sergileyen yirmi beş filmin hemen hemen yansında bilimsel araştırmaların cinayete yol açtığını buldu. Örneğin bir filmde psikolog, kendisini reddeden kızları öldürmeleri Đçin gorilleri hipnotize ediyordu. Tipik bir konu, buluşu kontrolden çıkan ve kendisini Öldüren sabit fikirli bilim adamıdır, böylece toplum ve izleyiciler rahat bir nefes alırlar. 49 FĐSKE, John, a.g.e., s.121 61 Barthes'ın mitlerle ilgili olarak vurguladığı bir diğer boyut da mitlerin dinamizmidir. Daha önce de belirtildiği gibi, mitler değişirler, hatta bazıları bir parçası oldukları kültürün değişen gereksinimlerine ve değerlerine uyum sağlayabilmek için çok hızlı biçimde değişebilirler. Yananlam ve mit, göstergelerin, anlamlandırmanın ikinci düzeyinde işleyişinin temel yollandır. Gösterge ve kullanıcı/kültür arasındaki etkileşimin en etkin olduğu düzey ikinci düzeydir. Barthes bu düzeydeki anlamlandırmanın bir üçüncü yoluna daha göndermede bulunur, Bu yolu simgesel olarak nitelendirir. Bir nesne, uzlaşım ve kullanım aracılığıyla başka bir şeyin yerine geçmesini mümkün kılan bir anlam kazandığında simge haline gelir. Rolls-Royce zenginlik simgesidir ve bir oyunda Rolls'unu satmak zorunda kalan bir adamı sergileyen sahne, o kişinin işindeki başarısızlığın ve servetini yitirmesinin bir simgesi olabilir. Barthes simgesel bir sahne olarak, Ivan The Terrible (Korkunç Đvan)daki genç Çar'ın altın paralar içinde vaftiz edilmesi örneğini verir, Burada altın zenginliğin, gücün ve statünün bir simgesidir.50 Barthes'ın simgelere ilişkin düşünceleri, yananlam ve mitlere göre daha az sistemli biçimde gelişmişlerdir ve bu yüzden de daha az doyurucudurlar. Bu bağlamda Peirce'ın terimlerini tercih edilebilir. Rolls-Royce zenginliğin bir belirtisel göstergesi ve sahibinin toplumsal konumunun bir simgesidir Altın, zenginliğin bir belirtisel göstergesi ve gücün simgesidir. Belki de, anlamlandırma edimi (semiosis) boyutlarını betimlemek için Saussure'cu dilbilim geleneğini tümüyle terkederek yaygın olarak kullanılan iki kavrama yönelmek yararlı olabilir. Bu kavramlar eğretileme ve düzdeğişmecedir. Jakobson bu iki kavramın, iletilerin göndergesel işlevlerini yerine getirdiği temel yolları belirlediğine inanır.51 Eğer bir geminin dalgalan yarıp geçtiğini söylersek, bir eğretileme kullanıyoruz demektir. Burada saban demirinin hareketini bir geminin baş tarafının hareketinin yerine geçecek biçimde kullanıyoruz. Yaptığımız şey, bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şey açısından ifade etmektir (eğretileme, saban demirinin hareketinin 50 51 FĐSKE, John, a.g.e., s.121 YÜCEL, Tahsin, a.g.e., s.120 62 bilindiğini, gemininkinin ise bilinmediğini varsaymaktadır). Bilinmeyenlerin "anlamı" bilinenlerin "araçları" aracılığıyla ortaya konmaktadır. Đşaret etmemiz gereken bir diğer özellik de, eğretilemenin benzerlik ve farklılığı eşanlı olarak kullanmasıdır, Böylece eğretilemenin paradigmasal olarak çalıştığım söyleyebiliriz, çünkü aracın ve anlamın aynı paradigmaya yerleştirilebilmeleri için yeterli benzediğe sahip olmaları ve aynı zamanda gerekli karşılaştırmayı yapabilmek için de yeterli farklılığa sahip olmaları gerekmektedir. Bunlar bir paradigma Đçinde ayırt edici özellikleri olan birimlerdir. Nitekim fiiller paradigması içindeki "yarıp geçme" eğretilemesinin anlamı "ayırmaktır". Böylece eğretileme şu şekilde işler: --> Yarıp geçmenin hareket etme fiiliyle eğretilemesel yer değiştirmesi. --> Aracın diğer özellikleri çağrışımsal olarak yer değiştirdiğinde yapılan bağlantılı yer değiştirmeler. Saban demirinin güçlülüğe dayanılmaz ağırlığı gibi özellikleri gemi ile yer değiştirmiştir; benzer biçimde toprağın özellikleri de su ile yer değiştirmiştir.52 Eğretilemeler görsel dillerde nadiren kullanılırlar ve bunun nedenini düzdeğişmeceyi anlatıldıktan sonra daha iyi anlaşılacaktır. Burada, görsel dili eğretilemesel olarak en sık kullananların reklamcılar olduğunu belirtmek yeterli olacaktır. Bir olay ya da nesne sıklıkla bir ürünün eğretilemesi olarak kullanılmaktadır. Vahşi Batıdaki yabani atlar Marlboro sigarasının eğretilemesidir, 52 FĐSKE, John, a.g.e., s.124 63 şelaleler ve doğal yeşillikler mentollü sigaraların eğretilemesidir. Bunlar, hem aracın (yabani atlar ve şelaleler) hem de anlamın (sigaralar) görsel olarak mevcut bulunduğu açık, aşikar eğretilemelerdir. Burada bile farklılık oldukça aşikar olmasına karşın önemsenmemiştir. Ancak son zamanlarda, benzerlik kadar farklılığı da kullanan sözsel eğretilemelere oldukça yaklaşan gerçeküstücü biçemde reklamlar görülmeye başlanmıştır. Bu, "sigara yağıyor" eğretilemesinin görsel bir uyarla maşıdır. Eğretilemeler yalnızca edebi aygıtlar değildirler. Lakoff ve Johnson eğretilemelerin çok daha temel, gündelik işlevleri olduğunu göstermişlerdir. Onlar bizim gündelik deneyimlerimizi anlamlandırmamıza yardımcı olan aygıtlardır, iki örneği ele alalım. "Yüksek" ahlak, uykuya "yatma", ya da "aşağı" sınıflar hakkında konuştuğumuzda eğretilemesel olarak konuşuyoruz ve her defasında aynı eğretilemeyi kullanıyoruz: burada YUKARI ve AŞAĞI arasındaki uzamsal farklılık, çeşitli toplumsal deneyimler için aracı olacak biçimde kullanılmaktadır. Bu, bir dizi daha soyut, toplumsal deneyimi anlamlandırmak için kullanılan somut, fiziksel farklıdır. Bu farklılık doğal olmasına karşın yansız değildir: Biz insanlar bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden birisinin, yukarıya doğru" evrimleşme sürecinin bir parçası olarak arka ayaklarımız üzerinde "yükselmemiz" olduğunu düşünürüz. Dolayısıyla YUKARI sözcüğü daima olumlu değerlerle yüklüdür. Örneğin toplumsal sınıflar arasındaki farklılıklar soldan sağa doğru yatay biçimde düşünülebilirdi, ama gerçekte yukarıdan aşağıya doğru dikey biçimde düşünülmektedir. Ve yine sanatsal beğeniler “üst” ya da “alt” beğeni düzeyleri olarak adlandırılmaktadırlar ve daha "üst" beğeniler daha yüksek sınıflarla birlikte anılmaktadırlar (ve tabii ki tersi). Tıpkı daha "yüksek" kazançların daha "yüksek" toplumsal konumlarla birlikte gitmesi gibi. YUKARI ayrıca bilinç ve sağlıkla (uykudan "kalkarız", ama uykuya "yatarız" ya da hastalanıp "yatağa düşeriz") ve başat ahlak sistemiyle -"yüksek ahlak"- ilişkilendirilir. Biz bunlara tanrıların "yukarıdaki" semada, şeytanların "aşağıda", yaşamın kendisinin "yukarıda" (Đsa öldükten sonra göğe yükselir) ve ölümün "aşağıda" olması kavrayışını eklersek, gündelik bir eğretilemenin düşünme biçimimizi nasıl kökten etkilediğini anlamaya başlarız, 64 Tanrı, yaşam, sağlık, ahlak, toplumsal konum, kazanç ve sanatsal beğeni gibi çok çeşitli toplumsal soyutlamaları anlamlandırabilmek için bir tek YUKARI:AŞAGI eğretilemesini kullanıldı. Eğretileme bu soyutlamaları biraraya getirirken ideolojik olarak işlemektedir. Yüksek toplumsal konumu, yüksek kazancı ve yüksek ahlakı birbirine bağlayan doğal hiçbir şey yoktur. Ama bunları aynı eğretilemeyi kullanarak anlamlı hale getirmek, başat değerleri topluma yaymanın bir yoludur. Đkinci örnek parayı zamanın bir eğretilemesi olarak kullanmaktadır. Zamandan "tasarruf sağlama", zamanı "boşa harcama" ya da bir projeye zaman "yatırımı yapma" üzerinde konuştuğumuzda zamanı paraymış gibi düşünürüz. Zaman elbette paradan farklı bir şeydir -tasarruf edilemez, bir kişi diğerinden daha fazla zaman biriktiremez ve daha fazla zaman kazanmak için yatırım yapılamaz. Parayı zamanın bir eğretilemesi olarak kullanmak, "Protestan iş ahlakı" dediğimiz toplumsal değerlerin tipik bir örneğidir: eğretileme, (kazanılmış boş zaman da dahil) üretken biçimde kullanılmayan zamanın "yanlış harcandığını" ima eder -özellikle hiçbir şey yapmadan zamanın harcanması ya da zevklerimize köle olması gibi. Bu eğretileme düşüncelerimizi iş-merkezli kapitalist toplumun ideolojisine uygun hale getirmek için terbiye etmenin bir yoludur.53 Her iki eğretileme de Levi-Strauss'un "somutlama mantığı" dediği şeyin örnekleridir. Levi-Strauss, tüm toplumların kendileri için önemli olan soyutlamaları anlamlı hale getirmek için somut deneyimler içinde eğretilemesel olarak cisimleştirdiklerini ileri sürer. Yukarı ve para gibi somut eğretilemeler böylece "düşünme araçları" haline gelirler: bu soyutlamalarla ilgili anlayışımızı biçimlendirirler ve dolayısıyla bunları gündelik yaşantımız içinde kavramsal olarak kullanabilmemizi sağlarlar. Gündelik eğretilemeler edebi eğretilemelerden birkaç açıdan ayrılırlar. Eğretileme olarak dikkat çekmezler ve dolayısıyla bizi bilinçli bir kodaçımına davet etmezler. Dolayısıyla daha sinsidirler ve yarattıkları anlam çok daha kolaylıkla toplumun "ortak duyusunun" bir parçası haline gelebilir; yani, toplumumuzda yaygın olan, sorgulanmadan, elde bir olarak kabul edilen sayıltıların bir parçası haline gelirler. Bu tür bir ortak duyu doğal görünür, ama asla doğal değildir: daima 53 FĐSKE, John, a.g.e., s.126 65 nedensizdir, daima toplumsal olarak üretilmiştir. Dolayısıyla son kertede ideolojiktir: başat sınıflar iktidarlarını kısmen kendi fikirlerini tüm sınıfların ortak duyusu haline getirebildikleri ölçüde sürdürürler. Örneğin, mavi yakalı işçilerin kendi toplumsal konumlarını yöneticilerinkinden daha "aşağı" görmelerine yol açan ideolojik bir ortak duyudur; eğlenmeyi boşa zaman harcama olarak düşünmemize yol açan da ideolojik ortak duyudur. Gündelik eğretilemeler edebi eğretilemelerden daha ideolojik ve daha gizlidirler, bu nedenle onlara ve onların yarattıkları "ortak" duyuya karşı daha uyanık olmamız gerekmektedir. Eğer eğretileme, nitelikleri bir gerçeklik düzleminden diğerine yer değiştirerek işliyorsa, düzdeğişmece de aynı düzlemdeki anlamları birbirleriyle ilişkilendirerek işler. Düzdeğişmecenin temel tanımı, bir parçanın bütünü temsil etmesini sağlamaktır. "Avrupa'nın taçlı kralları" dendiğinde bir düzdeğişmece kullanılıyor demektir. Jakobson'a göre düzdeğişmeceler romanın, eğretilemeler şiirin başat tarzıdırlar. Gerçekliğin temsil edilmesi kaçınılmaz olarak düzdeğişmeceyi gerektirir: gerçekliğin Televizyondaki cinayet bir parçasını, dizilerinin bütünü kentsel temsil mekanları etmesi için seçeriz. düzdeğişmecelerdir. Fotoğraflanan sokak, sokağın kendisini temsil etmekten çok, belirli bir tür kent yaşamını –kenar mahallelerdeki sefaleti, şehir banliyölerindeki namusluluğu veya şehir merkezindeki karmaşıklığı- anlatan bir düzdeğişmecedir. Açıkçası düzdeğişmecenin seçimi çok önemlidir, çünkü gerçekliğin bilinmeyen geri kalanını bu seçimden yola çıkarak inşa ederiz. The Editors (Editörler) isimli güncel bir televizyon programında grev gözcülerinin oluşturdukları hatta ilişkin iki çekim gösterildi. Đlk çekimde düzenli bir grup insan fabrikanın dışında bekliyordu ve grev gözcülerinden iki kişi bir kamyon sürücüsü ile konuşuyordu; ikinci çekimde ise bir grup işçi polisle şiddet kullanarak çatışıyordu. Đlginç olan, her iki çekimin de aynı grevi konu alması ve aynı güne ait olmasıydı. Tabii ki o gece haberlerde ikinci çekim gösterildi. Düzdeğişmecenin seçimi, olayla ilgili inşa edeceğimiz fotoğrafın geri kalanını belirlemektedir; Đşçi sendikaları haberlerde verilen düzdeğişmecelerin izleyicileri, etkinlikleriyle Đlgili olarak oldukça tek yanlı ve eksik bir fotoğraf inşa etmeye ittiğinden yakınmaktadırlar. James Monaco düzdeğişmecelerin filmlerde nasıl kullanıldığını göstermektedir. Örneğin, bir yastık üzerindeki kağıt para yığınının yanında yatan 66 gözü yaşlı bir kadını gösteren bir film karesi fahişeliğin düzdeğişmecesidir: erkek bir jesti ya da duruşu, açığa vurulan duygunun bir düzdeğişmecesi olarak görür.54 Düzdeğişmeceler gerçekliğin oldukça etkili aktarıcılarıdırlar, çünkü belirtisel olarak işlerler. Temsil ettikleri şeyin parçasıdırlar. Bunları ateşle duman gibi "doğal belirtisel göstergelerden" ayıran şey, düzdeğişmecelerde oldukça keyfi (arbitrary) bir seçimin söz konusu olmasıdır. Bu seçimin keyfiliği genelde gizlenir ya da en azından görmezden gelinir, düzdeğişmece doğal bir belirtisel gösterge gibi görünür, dolayısıyla "sorgulanmasına gerek olmayan "gerçek" statüsüne sahip olur. Tüm haber filmleri düzdeğişmecelerdir ve hepsinde de bu tür keyfi seçimler söz konusudur. Haberlerde grev hattına ilişkin iki film karesinden yalnızca biri yayımlandı ve yayımlanan karenin seçimi iki ölçüt dizgesine dayandırılarak yapıldı. Đlk dizge haber değerleri dizgesidir. Galtung ve Ruge bu ülkede bir haberin yayımlanabilmesi için sahip olması gereken başat haber değerlerini ortaya koydular. Bir haberin yayımlanabilmesi için: a) seçkin kişilerle ilgili olması; b) olumsuz olması; c) güncel olması; d) şaşırtıcı olması gerekmektedir. Đkinci ölçüt dizgesi kültürel değerler ya da mitlerdir. Bizim sendikalarla ilgili başat mitimiz, sendikaların yıkıcı, saldırgan, ulusun daha genel iyiliğinin düşmanı ve genelde olumsuz örgütler olduğudur. Açıkçası, ikinci film karesi başat mite ve haber değerlerine uygun düşmüştür. Bu yüzden ikinci karenin seçilmesi gerekiyordu. Mitler ise düzdeğişmeceli olarak işlerler çünkü bir gösterge miti oluşturan kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz için bizi uyarır, tıpkı bir düzdeğişmecenin bir parçası olduğu bütünü inşa etmemiz için bizi uyarması gibi. Her ikisi de güçlü iletişim tarzlarıdır çünkü bunlar kolaylıkla farkedilemeyen ya da gizli belirtisel göstergelerdir. Bunlar, doğal bir belirtisel göstergenin "doğruluk etmeni"ni kullanırlar ve onun belirtisel doğasını gizleyerek üzerinde inşa edilirler. Dumanın ateş olmadığının, ya da siyah bulutların fırtına olmadığının farkındayızdır, ama bir 54 FĐSKE, John, a.g.e., s.128 67 grevle ilgili film karesinin gerçek grevi yansıtmadığını, ya da bir polisle ilgili film karesinin gerçek polis gücünü yansıtmadığını aynı ölçüde bilemeyiz. Gizleme, göstergenin seçimindeki keyfiliğe kadar uzanır. Bir polisle ya da bir grevle ilgili diğer göstergeler başka mitleri harekete geçirecektir; diğer düzdeğişmeceler farklı gerçeklik fotoğrafları vereceklerdir. Göstergebilimsel çözümlemenin temel amacı bu gizlemeyi açığa çıkarmaktır. Düzdeğişmeceler, mitler ve belirtisel göstergeler benzer biçimlerde işlerler çünkü göstergeler ve bunların göndergeleri aynı düzlemdedirler: bitişik sınırda çalışırlar. Bunlarda, eğretilemelerde gibi yer değiştirme ya da simgelerde olduğu gibi apaçık bir keyfilik söz konusu değildir. Hawkes düzdeğişmecelerin dizimsel olarak işlediklerini öne sürer. Biz buna mitleri ve belirtisel göstergeleri de ekleyebiliriz çünkü her üçü de okurun, dizimin bütününü gösterge ile verilen parçadan yola çıkarak inşa etmesini zorunlu kılar.55 Daha sanatsal, gizli eğretilemeler okurun daha fazla Đmgelemsel çaba göstermesini gerektirir. "Hayatımı kahve kaşıklarıyla ölçtüm" eğretilemesi, okurun, kahve kaşıklarının özelliklerini zaman ölçme araçlarıyla ilişkilendirebilmesi Đçin hatırı sayılır bir imgelem gücüne sahip olmasını gerektirir: kahve kaşıkları (toplumsal, yüzeysel bir "çıngırdatma" edimi olarak "kahve içmenin" düzdeğişmeceleri) düzenlilik ve tekrar ile kişinin yaşamındaki en önemli olay olma duygusu arasındaki benzerlikleri kullanır. Sigaraları yağmurla ilişkilendirme de aynı Đmgelem gücüne sahip olmayı gerektirir. Çağrıştırma ilkesi bir gerçeklik ya da anlam düzleminden diğerine değerlerin yer değiştirmesini içerir. Bu yer değiştirme bir paradigmadaki birimler (örneğin, geminin sabana benzetilmesi, kesmeler, doğramalar gibi ya da hayatımı doğum günleriyle, geçirdiğim kışlarla, işimi yitirdiğim zamanlarla, kahve kaşıklarıyla ölçmem gibi) ile eğretilemeler arasında meydana gelir ve dolayısıyla paradigmasal olarak işler. Eğretileme, imgelemsel, şiirsel etkisini buradan alır çünkü normal paradigmalar imgelem düzeyinde yeniyi, ilginç olanı, yaratıcı olanı içerecek biçimde genişletilebilirler. 55 FĐSKE, John, a.g.e., s.130 68 Böylece, zamanı/yaşamı ölçmenin normal paradigması "kahve kaşıklarını" içerecek biçimde genişletilebilir. Ya da biz "sigaraları" ve "yağmur damlalarını" içeren özel bir paradigmayı imgelemsel olarak yaratabiliriz: uzun, ince, yuvarlak nesnelerden biri normalde nicelik olarak görülebilir. Bu paradigmadaki diğer olası birimler arasında "kibrit çöpleri" (bu tür bir özgün eğretileme için gereksinim duyulan nitelik farklılığını ortaya koymada sigaralara çok daha yakındırlar), "ormandan taşınmayı bekleyen budanmış kütükler," ya da "bir inşaat alanındaki kanalizasyon boruları yığını" olabilir. Bunlar sigara eğretilemeleri için yapılabilecek olası imgelemsel paradigma seçenekleridir. Sonuç olarak, düzdeğişmeceler gerçekçi etki yaratmak için dizimsel olarak işlerlerken, eğretilemeler imgelemsel ya da gerçeküstücü etki yaratmak için paradigmasal olarak çalışırlar. Bu anlamda yananlamın eğretilemesel bir tarzda işlediği söylenebilir. Yumuşak odağın duygu olarak okunması. Özelliklerin hisler düzleminden gösterenin inşası düzlemine imgelemsel biçimde aktarılmasını gerektirir. Yumuşak odak duygunun eğretilemesidir. Çözünme bellek ediminin eğretilemesidir. Taç ya da altın şerit biçimindeki altın düğmeler general rütbesinin yüksek toplumsal statüsünün eğretilemesidirler. Ama bu yananlamlar doğru eğretilemeler olmaktan çok inşa edilmiş eğretilemelerdir, çünkü özelliklerin bir düzlemden diğerine imgelemsel olarak aktarılmasını içerseler de, düzlemler arasındaki benzerlikleri vurgular ve farklılıkları önemsizleştirirler.56 Bir yoruma göre, bir dilde, gösterilenlerle gösterenleri arasındaki ilişkiyi bilmek, o dilin şifresini bilmektir. Şifre ne demektir? Đnternetten banka hesap verilerine ulaşabilmesi için banka kişiye bir şifre verir. Bankamatik kartlarının da bir şifresi vardır. Eğer şifreyi bilinirse, hesaba ulaşılabilir. Şifre bir uzlaşıma dayalıdır. Şifrei, belli bir çerçevenin içinden birey tarafından belirlenir. Banka kişiyee bir çerçeve önerir, şu kadar harf, şu kadar rakam gibi. Kişi şifresini seçer ve şifre konusunda bankayla bir uzlaşıma varılır. Bundan sonrası, banka ile kişi aranızdaki bir anlaşmadır artık. Ne var ki, şifre bir kez saptandıktan, banka ile birey bir uzlaşım, anlaşma kurulduktan sonra, şifre rastgele değiştirilemez. Şifrenin nasıl saptanacağı kişiye ve bankaya bağlıdır, yani bu aşamada bir zorunluluk yoktur, tersine seçim serbesttir. Oysa, şifre bir kez 56 FISKE, John, a.g.e., s.118-131. 69 saptandıktan sonra, değiştirilmesi güçleşir, bu aşamada şifre dayatıcı ve yaptırımcı olmuştur.57 Her dil belli kavramlara belli adlar (sözcükler, ses zincirleri) yakıştırmıştır. Yani her dilde, gösterilenlerin belli gösterenleri vardır. Bir kavrama atalarımızın neden öyle bir ad taktığı çoğu zaman belirsizdir. Ama, neye niçin öyle dendiği zaten önemsizdir. Önemli olan neye ne deneceği konusunda bir uzlaşıma varılmış olmasıdır. Đşte bu uzlaşım, dilin şifresini oluşturur. Bu uzlaşım, bir kez gerçekleştikten sonra kolay kolay değiştirilemez. Aynı anadili konuşanlar bu şifreyi bilirler, çocukluktan öğrenirler ve kullanırlar. Birbirlerini de bu sayede, yani ortak şifreyi kullandıkları için anlarlar. Birisinin çıkıp bir gösterilenden (kavramdan) bambaşka bir sözcükle söz etmesi, onun ortak şifreyi kullanmaması anlamına gelir. Bu durumda, ne söylediği, ne kastettiği anlaşılmayacaktır. “Uzlaşım aşaması serbesttir. Her dil, uzlaşımlarını kendine göre kurmuştur. Öyle olmasaydı, zaten farklı diller olmayacaktı. Bizim Ata at dememizle, Almanların Pferd, Fransızların cheval, Đngilizlerin horse demesi arasında ilkece hiçbir fark yoktur. Ne var ki, bir Alman, Türkçenin şifresini bilmiyorsa, at sözcüğünü duyduğunda buna bir anlam veremez. Öyleyse şifre, bir dilde gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki demektir. Bu ilişki ise, Saussure’e göre, nedensiz ve uzlaşımsal bir ilişkidir”.58 Ancak, şifrenin yaptırımcılığı, dayatıcılığı mutlak değildir. Her dilde, zaman zaman yeni sözcükler ortaya çıkabilir, bir gösterilenin adı değişebilir, başka dillerden kavramlar ve sözcükler ödünç alınabilir. Hatta kavramların içeriği bile değişir. Dil dinamik bir olgudur, çevrenin binbir türlü etkisi altındadır. Örneğin Türkçede, eskiden taht-el-bahir denirken, bugün denizaltı denmektedir. Değişimler, uzlaşımların yenilenmesi, baştan kurulması anlamına gelir. Yeni uzlaşım kurulana, yerleşene kadar, bazı iletişim kopuklukları olabilir. Eski sözcük henüz tam unutulmamıştır, yeni sözcük ise tam oturmamıştır. Bu durumda, bazen ikisinin yan yana kullandığına bile tanık olunabilir. Canlı yayınlarda “mesela-örneğin”, benzincide “full-dolu”, alışverişte “geri-iade” deyişlerine sık sık rastlanmaktadır.59 57 ERKMAN, Fatma, a.g.e., s.97 ERKMAN, Fatma, a.g.e., s.97 59 ERKMAN, Fatma, a.g.e., s.97-98. 58 70 C) Görsel Algılama ve Anlamlandırma Đletişimin belirli kişi ve guruplarda, belli bilgi, tutum ve düşünce değişikliği yaratmaya yönelik sözel ya da görsel ileti alışverişine dayalı bir süreç olmasından yola çıkılarak birçok kuram geliştirilmiştir. Bu kuramların temelinde giriş bölümünde ayrıntılı biçimde değindiğimiz alıcı, verici, oluk, geribildirim, düzgüleme, düzgü çözme gibi öğeler bulunmaktadır. Đki yönlü olarak nitelendirilen iletişimin en yalın ve bilinen çizelgesi öğelerin süreçteki görevlerini açıklamaktadır:60 Şekil 3 : Đletişimin süreci Bu temel çizelgeye bakıldığında, iletişim sürecinin en önemli öğesinin ileti olduğu varsayılabilir. Ancak, iletişimde özellikle reklam iletişiminde, alıcının yeri ve önemi de yadsınamaz. Bu nedenle, iletişim sürecinde alıcı ya da reklamda tanımlandığı biçimiyle hedef kitlenin iyi tanımlanması ve belirlenmesi gerekmektedir. Mc Quail'ın iletişim sürecinin aşamalarını gösterdiği piramidinde, temelde birey yer alır, ve bu saptama, kanımızca, iletişimin olmazsa olmaz öğesi bireyi yadsımaya olanak vermez. Gerçekten de bireyin temelinde yer almadığı bir Đletişim sürecinden söz edilemez61 60 61 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, Reklam Söylemi, Es Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 11 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s. 12 71 Şekil 4 : Mc Quail’in iletişim süreci aşamalarını gösteren piramidi Đletişim sürecinin gerçekleşebilmesinin önkoşulu iletilerin alıcıları, hedef kitlesi tarafından algılanmasıdır. "Algılama, duyusal uyarıcıların seçilmesi ve örgütlenmesi ile anlamlı bir bütün haline getirilmesi sürecidir; insanın 'gerçeklere' ilişkin bilgileri bu süreçte oluşur. Başka deyişle, dünyayı nasıl algılıyorsak öyle biliriz." Bu doğrultuda, iletişimde algılama sürecindeki iletilerin hedef kitle tarafından duyu organları aracılığıyla ayırdına varılmasının vericinin gönderdiği iletinin alımlanma süreci olduğunu söyleyebiliriz. Algılar "insanın çevresindeki uyaranların ya da olayların ayırımında olması ve onların yorumlanması süreci. Đnsanın yakınındaki dünyadan etkin bir şekilde malzeme seçimi yapması ve bu malzemeyi anlamlandırması" demektir. Algılama, kısaca, bireysel ve ekinsel düzeyde gerçekleşen seçici bir tutumdur. Seçici algı olarak nitelenen bu tutum, reklam iletişiminde hedef kitlenin önemini ve yerini vurgulayan bir kavramdır. Seçici algı aracılığıyla hedef kitle ya da olası tüketici, reklam iletisindeki bilgileri alımlayıp, içselleştirdiğinde iletişim gerçekleşir. Reklam iletisinin işleyişi ve etkinliği bilginin birey tarafından saklanarak zaman geldiğinde anımsanmasıyla ilgilidir. Birey, üç aşamada bilgiyi alımlar ve saklar: Đlk aşama, bireyin duyumları aracılığıyla gerçekleştirdiği bilgi kaydıdır. Bu aşamada temelde üç işlev göze çarpar: Tüm duyumlarla ilgili bilgilerin tanımlanabilmesiyle ilgili işlev; bu bilgilerin ilerdeki kullanımlar için tutulması işlevi ve son olarak da, bilgiyi işlemede üst beyin merkezlerini uyarılması işlevi. Bilginin alımlanıp, saklanmasında ikinci aşama, kısa 72 süreli bellek adı verilen bilgiyi, mantık çerçevesinde ele alan ve bu konuda yargıların üretildiği geçici kayıt sürecidir. Üçüncü aşama, uzun süreli bellekdir. Bu aşamada, bireyin o ana kadar edindiği ve kullanımı acil olmayan tüm bilgiler saklanır. Uzun süreli bellek, anımsamanın olası kılınabilmesi için iki biçimde düzenlenir: Sıralamaya dayalı anlamsal ve zamansal düzenleme. Bu düzenlemeye göre, birey bilgileri zaman içindeki oluş sırasına göre saklar ve örneğin reklamı yapılan bir ürünle ilgili iletiler ve diğer deneyimler belleğe kaydediliş sırasına göre anımsanır." Bu tanım bizi, F.de Saussure'ün yapı kavramıyla ilgili tanımına gönderir. Saussure, yapı kavramında ayrılıklar ve karşıtlıklar yer almaktadır ve dizimsel (...) ve çağrışımsal (dizisel) bağıntılarında belirlenir. Saussure'e göre, dizisel eksen üzerinde yer alan öğeler, anlaksal olarak belirir. Kimilerinin "çağrılan' diye sözettiği bu eylem gerçekte bellekte yer alanların bir dizimsel öge ya da birimin beyindeki biçimlenmemiş kütleden çıkması, biçimlenmesidir. Çağrılan bilgiler, birey tarafından aynı türdeki diğer bilgiler, iletilerle karşılaştırılır ve böylece reklam iletişiminde ürün üzerine belli bir yargıya varılır. Ürün üzerindeki yargı olumlu ise reklam iletisi doğrultusunda hareket eden birey ürünü tüketme aşamasına gelir. Tam tersi durumunda ise, reklam iletisinin başarısızlığı söz konusudur. Örneğin, yaz günlerinde dumanı tüten çorbanın reklamını yapmak hedef kitle üzerinde istenen etkiyi yaratamayacaktır. Birey dışarıdan gelen uyarılarla, davranışlarını, bilgi birikimini, düşünce ve tutumlarını ve de duygularını değiştirmektedir. Kısacası bu uyarılara ya da etkilere tepki göstermektedir. Ancak etki-tepki kuramında gözardı edilemeyecek öge bireydir. Birey, bu sürece değişik yanıtlar vermekte sanıldığı gibi tüm bireyler iletişim araçlarının etkilerine aynı biçimde tepki vermemekte ve aynı biçimde etkilenmemektedirler. Bu nedenle, bu kuramın reklam iletişimine uygulanması aşamasında, bireylerin, hedef kitlenin farklılıkları göz ardı edilmemelidir. Bireyin etkilenme sürecine, kaynakla olan toplumsal ilişkileri, bireyin içinde bulunduğu gurup, toplumsal durumu gibi toplumsal etkenlerin yanı sıra iletinin özelliği, toplumsal ve ruhsal yapısı, iletinin aktarıldığı kitle iletişim aracı da katılmaktadır. Birey iletişim sürecinde kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz olarak etkilenir. Bilinçli etkilenme bireyin istem sonucu, gereksinimleri doğrultusunda oluşur. Bilinçsiz etkilenme ise bireyin iletiyi algıladığında, belleğinde gerçekleşen çağrışımlar sonucunda oluşur. Etki-tepki süreci iletişim süreçleri arasında en çok 73 reklam iletişimi açısından temel niteliğindedir. Çünkü reklam iletişiminde bireyin reklamı yapılan ürüne güdülenmesi, yönlendirilmesi amaçlanmaktadır. Bu güdülenme doğrultusunda, birey ürünü satın alma eylemine yönlenecektir. Kısacası etki-tepki yöntemiyle bireyde belli bir eyletim gerçekleştirilecektir. Bu , çalışmalarını kesinlikle algılanabilir düzlemle sınırlandırmak isteyen ve ruhbilimsel, anlıksal sayılan olguları inceleme dışı bırakan Amerikan yapısalcılığının kurucusu Bloomfield'in yaklaşımını anımsatmıştır. Karşıanlıkçı biçiminde nitelenen bu yaklaşım davranışçı tutumla dili, insan davranışının özel bir biçimi olarak görmüş ve etki-tepki düzleminde incelemiştir. Reklam iletisinin etkinliği açısından harcanan tüm çabaların, yapılan tüm çalışmaların temelinde tüketicinin zihni, beyni vardır. Đnsan beyninin duyarlılığı üzerine yapılan araştırmalar, 'dolum noktasını aşmış duyumsallık' adı verilen bir fenomen ortaya koymaktadır. Bilim adamları kişilerin ancak sınırlı bir duyum alma yeteneği olduğunu ve belirli bir noktanın üzerinde beynin kapandığını, normal fonksiyonlarını bile reddettiğini vurgulamaktadır. Bugünün tüketicisinin, yani reklamcının hedef kitlesini oluşturan bireylerin zihni de bu durumdadır. Tüketici ayrıca pazardaki bir ürünü kendine tanıtan, aktaran, ürün özelliklerini anımsatan iletilerle karşı karşıyadır. Bu çok sayıdaki ürün ve hizmeti reklam iletileri aracılığıyla algılayabilmesi ve saklayabilmesi için çok çaba harcaması gereklidir.62 Đşte bu nedenle, tüketicinin algılamasını kolaylaştıran, dikkatini çekebilen, alımlama aşamasında etkin biçimde işlev gören iletiler düzenlenmelidir. Bu düzenlemeyi gerçekleştirebilmek için reklamla ilgili uğraşlarda ruhbilimsel bilgi birikimi de yararlıdır. Ruhbilimsel kavram olan algılama üç düzeye ayrılıyor: "bilgi veya kavrama (cognitif), tavır veya duygusallık, davranış, davranış biçimi (conatif). Öğrenmek, hoşlanmak ve yapmak. Bu üç düzey, bir reklam stratejisinin üç hedefini belirlemeye yardımcı oluyorlar; ürünü tanıtmak, bir imaj kampanyası yapmak; satışı sağlayacak bir reklam yapmak." Bu üç düzeyin gerçekleşebilmesi ve ürün satışını sağlayacak reklam yapmak hedef kitlenin dikkatinin çekilebilmesi ancak belli yöntem ve tekniklerle sağlanabilir. Bulanık, uzak izlenimi veren, derinlik ve üçboyutluluk izlenimi veren dipyüzey 62 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s. 15 74 kullanımıyla ürün birinci plana çıkarılabilir. Yine reklam görüntüsünde ürünü çakışan noktaların ortasına yerleştirmek onu ön plana çıkaracaktır. Bir başka teknik ise, küçük ve ince gösteren siyah, birbirine zıt nitelikli renklerin kullanımı. sıcak sarıdan kırmızıya geçişlerin gerçekleştirilmesidir. Hedef kitle ya da görüntüyü okuyan kişinin sayfa üzerindeki göz deviniminin tasarlanması ya da ünlü, tanınmış kişileri reklamda kullanılması bu tekniklerden birkaçıdır. Dikkat dışında, iletişim sürecine ilişkin temel araştırmalar sonucunda, iletinin birey tarafından belli bir ortamda algılanmasının üç etmene bağlı olduğu söylenebilir: Yapısal, işlevsel ve çevresel etmenler. Bireyin bulunduğu ortamdaki uyarılan sinir sistemi aracılığıyla algılayıp, bunları ussal bağlamda içselleştirdikten sonra, bilişsel düzeyde anlamlandırma yapar. Bu süreç, algılamanın yapısal etmenlerinin işlev gördüğü düzeydir. "Uyanlardan ve kişinin duyumsal yapısından başka uyarıların duyumsandığı anda o insanın içinde bulunduğu gereksinmeler, o andaki ruhsal durumu (mood), anıları, deneyimleri, denem-bilgileri de algılarını etkiler. Bunlara algılamanın işlevsel etmenleri denmektedir.. Üçüncü türde yer alan etmenler ise, çevresel olarak nitelenen ve bireyi uyarmakta ve iletide söz konusu nesnenin algılanmasını, öbürleri arasında, bulunduğu çevrede ayırdedilmesini sağlamaktadır, iletinin etmenler ya da uyarıcılar aracılığıyla algılanması ve iletişimin etkinliği arasındaki ilintinin ortaya çıkarılması üzerine gerçekleştirilen çalışmalar, ilk algılama kuramlarının Aristoteles, Platon, Descartes gibi düşünürlerce oluşturulduğunu belgelemektedir. Bu ilk kuramlar, özellikle tat, dokunma, görme gibi temel duyularımızla ilgilidir. Günümüzde de, nesne ve biçimlerin algılanmaları ile ilgili incelemelerin temelinde duyular yer almaktadır. Genellikle ruhbilim çerçevesinde yapılan benzer incelemelerde biçimlerin algılanması ile ilgili "Geştalt" kuramından yararlanılmaktadır. Gestalt ya da "Biçim kuramı" 1911 yılından başlayarak Köhler, Koffka, Rubin ve VVertheim gibi Alman ruhbilimcilerin algılama ve akıl üzerine yürüttükleri çalışmaların bütünüdür. Fransa'da ise biçim psikolojisi üzerine 1937'den sonra Paul Guillaume ile başlanmıştır. Bu kuram algılamada ekin ve dikkatin önemini vurgulamaktadır. Görüntülerin algılanmasının bakan kişiye göre yapılandığını belirtir. Görüntü algılamanın hem içgüdüsel, anlık hem de duyuşsal ve bilişsel bir etkinlik sonucu oluştuğunu açıklar. Đlk olarak tümü algılayan birey daha 75 sonra bütünün parçalarını algılamaya başlar. Her görüntünün dipyüzey ve biçimden oluştuğunu benimseyen kuram, dipyüzeyin türünün biçimin algılanmasını etkileyebileceğine dikkat çeker. Ayrıca bu etkilenmede küçüklük, yalınlık, çerçeveleme, eşbakımlılık, farklılık gibi bazı kurallar da devreye girer. Bir başka deyişle, küçük ya da çerçevelenmiş bir nesne dipyüzey üzerinde daha kolay algılanabilir. Ancak özellikle reklam ya da afişte karşılaşılan algılama ile ilgili en önemli sorun birden fazla biçimin içice geçmesidir. Bu durumda bu biçimlerden biri ağır basar ve kolay algılanır. Bu nedenle, reklamda görsel iletinin kolay algılanır biçimler kullanılarak hazırlanması gerekmektedir.63 Algılama sürecinin vazgeçilmez öğelerinden dikkat birey tarafından alınan bilginin nitelik ve tür açısından incelenmesinde önemli işlev görür, bilgiyi süzgeçten geçirir. Böylece, hem olası tüketiciyi gereksiz bilgilerden, iletilerden korur hem de olası tüketicinin kendine sunulan bilgilerden, gereksinimleri doğrultusunda seçim yaparak karar vermesini kolaylaştırır. Seçici dikkatin, bu nedenle, iki işlevinden söz edilir: Olası tüketiciyi koruma ve karar verme aşamasında yardımda bulunma. Gündelik yaşamda bireyin yüzlerce iletiyle karşılaştığı düşünüldüğünde, seçici dikkat ve iletişim sürecindeki işlevlerinin gerekliliği ön plana çıkar. Ancak bu iletilerde yalnızca üçte biri algılanır ve on kadar ileti akılda kalarak, istenen tutum değişikliğini gerçekleştirir. 63 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s. 17 76 Şekil 5: Reklam iletişiminde görsel iletinin algılanma oranı Birey verici tarafından kendine aktarılan iletinin içeriğiyle de dikkatini yönlendirir. Örneğin birey, kendi ilgi alanları, gereksinimleri ile ilgili iletilerde reklama daha etkin biçimde yaklaşır. Daha katılımcıdır ve ürüne ya da hizmete karşı gerekli tutum değişikliğini gerçekleştirir. Bu tür tüketiciler ürünün satın alınmasıyla ilgilidir ve markaları karşılaştırır. Olası tüketici kendine aktarılan bilgiyle ilgilenmiyorsa ve alıştığı ürünü tüketmeye devam edip yalnız merak sonucunda ürünü alıyorsa, tüketici az derecede katılımcıdır. Bu durumda iletinin bilgi vermekten çok, çekici, etkileyici olması gereklidir. Birey, reklamın görsel iletisinde ayrıca reklamı yapılan ürün ya da hizmetin sunduğu çekincelere de dikkat eder. Çekince karşısında, daha ayrıntılı bilgi ister. Ürünün ya da hizmetin kullanımında olabilecek fiziksel çekinceler, ürünün fiyatı ile ilgili akçasal çekinceler ve ürünün kullanımının yaratacağı toplumsal görünüm ile ilgili toplumsal-ruhsal çekinceler olası tüketiciyi olumsuz yönde etkileyebiliyor. Ayrıca bilişsel düzeyde, olası tüketici iletide çelişkiler sezinlediğinde, deneyim ve yaşadıklarına ters iletiler alımladığında rahatsız olacak ve seçimini uyumlu iletilerin aktarıldığı ürün için yapacaktır. Ancak iletide bilişsel çelişki geçici niteliktedir. Çünkü olası tüketici çelişki sunan iletiyi kendine göre yorumlar ve algılar. Çelişki kuramları arasında en bilineni bilişsel çelişki kuramıdır. Bu, tüketici tutum ve davranışlarında değişiklik olduğunda reklamcılar için başvurulması gereken bir kuramdır. Bilişsel çelişki durumunda, reklamı hazırlayan, dikkati yeniden 77 çekebilmek amacıyla daha gerçekçi ileti düzenlemeli, tanınmış, bilinen kişilerden yararlanmalıdır. Reklamda görsel iletinin algılanma aşamasında, olası tüketicinin dikkatini ürün üzerine çekmeye yönelik uygulanan kimi teknik yöntemler de vardır. Örneğin ürünün bulanık dipyüzey ya da derinlik kullanılarak ön plana çıkarılması, görüntüde ürünün sayfanın tam ortasında verilmesi, değişik simgeleri olan renklerle ya da karşıt renklerle ürünün ön plana çıkarılması gibi. Đletişimde algılamanın temel öğesi dikkattir, bunu . Dikkat hedefin, değişik duyularını sürekli uyarı bombardımanı içinde tutan bir çevre içinde kaynağa ve iletilerine yönelttiği özel bir ilgidir. Bu ilginin ilk koşulu sözlü ya da sözsüz iletilerin kişinin duyum eşiğini geçebilmesidir. Đletilerin şiddet, büyüklük, hız, tekrarlama sayısı ve diğer uyarıcılarla zıtlık/benzerlik ilişkisi gibi fizik özellikleri dikkat açısından önemli etkenlerdir. (Örneğin, insan kulağının algılama yeteneği normalde saniyede 20 ila 20000 arası titreşim yapan seslerle sınırlıdır.) Sonuç olarak, reklam iletişiminde ileti hazırlanması sürecinde hem hedef kitle üzerine bilgi edinilmesi hem de hazırlanacak iletinin hedef kitlenin ilgisini çekebilecek, ürünü sattıracak biçimde, yaratıcı, özgün ve etkin düzenlenmesi gerekmektedir.64 Đletişim amacıyla üretilen her türlü göstergenin belirli bir alıcı için ve belirli bir amaçla üretilmiş olduğunu söylenebilir. Genel olarak bir başka şeyin yerini alabilecek nitelikte olduğundan kendi dışında bir şey gösteren nesne, varlık ya da olgu biçiminde tanımlanan gösterge sözcüğü, herhangi bir nesnenin, olgunun ya da varlığın yerini tutan bir şeydir. Đnsanların her zaman ve her yerde kendilerini, kendilerine ve başkalarına karşı yansıtmakta kullandıkları simgesel biçimlerdir. Hep söylendiği gibi, insan, doğumundan ölümüne değin her zaman ve her yerde göstergelerle birlikte yaşar. Đnsan oluşturduğu ve iletişiminde kullandığı bu göstergeler yardımı ile kendini başkasına tanıtır, başkasını tanır, belki en önemlisi de birlikte yaşamayı öğrenir. Yaşamı boyunca onları öğrenme süreci sonunda anlamlı hale getiriyoruz. Bu öğrenmede çağrışım, karşıtlık ve benzerlik gibi çeşitli ilişkilerden yararlanılır. Özellikle son zamanlarda toplumda sıkça kullanılan gösterge 64 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.19 78 türlerinde, kolaylık olsun ve daha kolay öğrenilsin diye, çağrışım ve benzerlik ilişkilerinden yararlanılıyor. Biz görsel göstergeleri benzerlik ilişkisine dayanarak okuruz. Bu ilişki toplumsal, kültürel, bireysel, artyetişim vb. öğelerle kurulur ve görsel açıdan kodlanmış ikonografilerle oluşur. Bir başka deyişle bu kodlar, görsel “klişe”lere, “stereotype”lere dönüşür. Dilsel anlatım dışındaki şekil, grafik ve fotoğraflarda tüm afişlerde ortak olan yönler vardır. Örneğin, seçtiğimiz afişlerin düzenlenmesinde bir benzerlik görürüz.65 Đnsan, her zaman oluşturduğu bu göstergeler ve onun kullanımıyla doğrudan ve dolaylı biçimde ilişkin olan kültürel bir dünya içinde ve bu gösterge topluluğu yardımı ile oluşturduğu bir anlamlama ağının ortasında bulunur. Tüm göstergeleri insan anlamlandırmıştır, onların şu ya da bu türde kullanılmasına onlar karar vermişlerdir. Üretilen her gösterge kendilerini başkalarına anlatmak ve kendilerini, başkalarını ve doğayı anlamak, algılamak için ürettikleri birimlerdir. Göstergebilimin hangi alt evreni olursa olsun, her zaman oluşturulmuş bir metni ya da anlamlı bir yapıyı çözümlediğini bilmek gerekiyor. Çünkü her durumda göstergebilimsel çözümleme, anlam üreten bir yapıdaki anlamlama ve anlama evrelerini ortaya koymaya çalışır. Bu bakımdan siyasal bir bildiri her durumda belirli bir verici tarafından belirli bir alıcı için “oluşturulmuş” bir bildiridir. Greimas’ın görsel göstergebilim ve çözümleme alanı konusunda düzlemsel bir anlatım gereci olarak kullanılan nesneleri inceleme konusu yapabileceğini söyler. Böylece bizim çalışmamızdaki siyasal afiş gibi, resim, grafik, fotoğraf gibi anlatım biçimleri görsel göstergebilimin inceleme alanına girerler. Đnsanların farklı ortam ve bağlamlarda ürettiği, anlamlandırdığı göstergeler çeşitli bakımlardan sınıflandırılabilir. Dil dışı göstergeler (göstergebilimsel gösterge) olarak; doğal göstergeler, belirtiler, görüntüsel göstergeler, belirtkeler ve semptomlar sayılabilir. Dil dışı göstergeler, tüm gösterge türleri gibi iletişim sağlama aracı olarak kullanılan ve doğal diller dışında kalan her türlü göstergelerdir. Bu tür göstergelerde kullanılan dizge ile gösterge; gösterilen-gösteren arasındaki ilişki farklılık gösterebilir. Bununla birlikte, çağımızda dildışı göstergelerin (göstergebilimsel göstergeler) de kullanılma sıklığı geçmişe oranla artmıştır. 65 GÜNAY,Doğan, Göstergebilim Yazıları, Multilingual, Đstanbul, 2002, s.158 79 Görsel öğeler, kullanılan imgelerle gösterdiğinin yanında göstermek istediği ile de işlevi olan anlatım türleridir. Bu bakımdan da görsel anlatım biçiminin diğer gösterge türlerinden ayrı olduğu yanları fazladır. Doğal dil dışındaki göstergelerin dilsel göstergelerden önce algılandığı söylenebilir. Bu gösterge türünün eklemli olmaması algılamayı kolaylaştırır (Ama anlamayı ve anlamlandırmayı kolaylaştırdığını söylemek zordur). Ayrıca, dilsel göstergeler dışındaki göstergelerin, gösteren ve gösterilen gibi iki yönlü olmaması da bu kolaylaştırmada önemli bir etken olarak görülmektedir. Bütün bu açıklamalardan anlaşılan, hangi sınıflandırma dizgesi kullanılırsa kullanılsın, her tür gösterge iletişim amacı için üretilir. Belli bir dizge içinde anlam kazanır ve göstergelerin büyük çoğunluğu, üretildiği toplumun geçmiş birikimi, tarihi, kültürü ve sosyal ortamıyla yakından ilgilidir. Değişik görsel anlatım biçimleri ile oluşturulan tanıtımda bildirinin yerleştirildiği görsel uzam ve uzam içindeki kompozisyonda simgeler, yazılar ve diğer gösterge türlerinin yerleşimi, birbiriyle olan ilişkisi, kullanılan göstergelerin düzanlamları ve çağrışımsal anlamları, değişik gösterge türlerinin birbiriyle olan ilişki ve uyumu anlamlandırma açısından önemlidir. Bu uyum ve düzenleme her durumda alıcı üzerinde olumlu etki yapmaktadır.66 Nesnel çevrenin algılanmasında ilk basamak görme olayıdır. Nesnelerin üzerine düşen ışık bunlardan yansır ve gözün bilinen fizik yapısı sonucu göz küresinin içinde bir görüntü oluşturur. Bu görüntü, meydana gelen kimyasal süreç sonucu sinir sinyallerine dönüşerek beyne iletilir. Görme işlemi dediğimiz bu olay, Đlke olarak her gözlemcide aynı biçimde yürümektedir. Görme sürecindeki benzerliklerin aksine anlamlandırma kişilerde farklı frekanslarda oluşur. Üzerinde 100'den fazla dil ve 5 000 dolaylarında diyalektin kullanıldığı bir dünyada, görsel iletişim belki de en hızlı ve kolay iletişim biçimidir. Günümüzde insanların daha çok seyahat ettiği; fakat diğer ülkelerin dillerini öğrenmede kayıtsız kaldıkları bir gerçektir. 66 GÜNAY, Doğan, a.g.e. s. 160. 80 Şekil 6 : Đnsan öğrendiklerinin % 83’ünü çevresini gözlemleyerek öğrenir.67 Bu bağlamda sembollerin dili daha da önem kazanmaktadır. Otelde ya da havaalanında ve günün her anında görsel düzenlemeler, sembol ve piktogramlar mesajın çabuk ve kolay algılanmasını sağlar. Pek çok eylem ve davranışımızda görsel elemanlar, sembol ve işaretler etkindir. Gündelik hayatımızdan görsel iletişimin kaybolması tarifi imkânsız bir kaos ve kargaşa yaratır. Uzayda varlığı muhtemel diğer gezegenlerin de dünya ile az da olsa benzerlik gösterebileceği ve üzerindeki canlıların da Đnsana benzerlik gösterebileceği varsayımı doğrultusunda uzay aracı, Pioneer (1978 senesinde diğer gezegenlerin araştırılması için fırlatılan gözlem aracı) içinde sadece şekiller ve basit resimlerle dünya, kozmik sistemdeki yeri, üzerinde yaşayan insan, onun türleri kadın-erkek ve onun barışçı mesajı simgelerle belirtilmiştir. Ayrıca dünya ve içinde bulunduğumuz gezegenler topluluğu da şematik bir biçimde anlatılmıştır. Đlk ve temel iletişim sistemi olmasının yanı sıra, evrensel niteliği yüzünden grafiksel sembollerle iletişim kurmak en kolay, doğrudan ve uygun yoldur. Görsel algılamada en önemli noktalardan biri olan duyumların örgütlenmesi süreci, diğer bir deyişle anlamlandırma bireyin, 67 • Sosyo-kültürel durumuna, • Zekâsına, • Eğitimine, UÇAR, Tevfik Fikret, Görsel Đletişim ve Grafik Tasarım, Đnkılap Kitabevi, Đstanbul, 2004, s. 59 81 • Edinilmiş deneylere, • Estetik değerlere ve içinde bulunduğu toplumun değerleri ile doğrudan bir ilişkiye sahiptir. Algılamanın ikinci basamağı kavrama da bir çeşit anlamlandırma işlemidir. Beyinde meydana gelen bu olayın fizyolojik açıklaması dünümüzde henüz kesinlik kazanmamıştır. Bu konuda kesinlik kazanmamış farklı görüşler olsa da Lobach'ın görüşü kabul görenlerin başında gelir.68 Lobach'a göre, algılama öyle bir süreçtir ki, estetik görünümlerin etkileri burada anlama çevrilebilir. Algılama bir yandan elde edilen görüntü, diğer taraftan düşünce içerikleri ve edinilmiş deneyden etkilenen sübjektif bir olaydır. Buradan, algılayandaki biçimlenme olayının ve bununla birlikte algılama nesnesinin anlamının bireysel ve gruplara özgü etmenlerce vurgulandığı sonucu çıkarılabilir. Görsel işaretlerin evrensel boyutlar kazandığı bilinen bir gerçektir.. Gerçekten de insan çevresi île olan ilişkilerin önemli bir bölümünü görsel yolla sağlar. Đngiliz filozof ve araştırmacı John Locke'a göre insan; %1 deneyerek, %2 dokunarak, %4 koklayarak % 10 duyarak, %83 ise çevresini gözlemleyerek öğrenmektedir. Öğrenme olayı Đçinde %83'ü kapsayan görsel bölümde iletişimin doğru ve yeterli sağlanmadığı durumlarda pek çok kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu gerçek karşısında görsel Đletişim tasarımcıları, semiyotik uzmanları, dilbilimciler ve hatta sibernetikçiler, sosyal-psikologlar, eğitimciler konunun üzerine yeni bir bakış açısıyla eğilme gereği duymuşlardır. Bu çalışmaların ana amacı, yukarıda değinilen sakıncaların ortadan kaldırılması için gerekli çözümler ve var olan sistemlerin yetkinleştirilmesidir.69 68 69 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 61 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 61 82 Görsel iletişimde görsel bir dilin oluşturulması çalışmalarında sibernetik, semiyotik, semantik gibi dilbilim dalları, estetik, kültür tarihi gibi insan bilimlerinden ve onların alt dallarına ilişkin bilimsel verilerden faydalanır. Bütün bu etkileşim, tasarım olgusunun, insanın bireysel ve toplumsal yaşamını ve geleceği biçimlendirmeyi içeren karmaşık yapısından gelir. Çağrışım ilişkisinin temelini teşkil eden işaretler kuramı psikolojinin ana çalışma alanlarındandır. Đnsan davranışlarını etkileyen bildiriler ve semboller, özellikle davranış psikolojisi ve deneysel psikoloji dallarının araştırma alanına girer. Bu alanda Pavlov'un yaptığı şartlı refleks deneyleri önemli yer alır. Pavlov'un deneylerinin dayandığı varsayım şöyle özetlenebilir: Her uyaran, organizmada belleksel bir iz bırakır ve bu uyaranla özdeş olan ya da çağrışım ilişkisi kuran her yeni uyaran bu izi yüzeye çıkarır. Semboller kullanıldığı toplumla bir etkileşim içindedir. Bu etkileşim, toplum bireyleri arasındaki birlikte karar verilmişlik ilkesinin sonucudur. Bir şeyin simgeleşmesi için görsel yapı ile simgelediği şey arasındaki ilişkinin bir hikâyesi ve kullanıldığı toplumda karar verilmişlik durumunun olması gerekir. Bu karar verilmişlik zaman içinde oluşur ve dayanak noktaları, sebepleri vardır. Söz konusu süreç yaşamın doğallığı içinde oluşur ve bireyler sembolü ortak şekilde anlamlandırırlar. Dolayısıyla toplumda yer etmiş hiçbir sembolik süreç sebepsiz değildir, hepsinin çıkış noktaları vardır. Bugün pek çok kişi ağzında zeytin dalı olan bir güvercini barış sembolü olarak adlandırabilmekte, ancak bunun sebebini tam olarak bilmemektedir. Kuş figürü hayvanat bahçesinde kullanımı sırasında, farklı bir hayvan türünün belirteci olarak algılarız. Ancak ağzında zeytin dalı olan bir kuş, artık kuş türünü belirtmenin ötesinde bir anlama sahiptir. Bu sembolik yapı bir hikâyeye dayanır ve öğrenilmiş bir bilginin sonucu olarak ortaya çıkar. Kutsal kitaplarda geçen Nuh tufanı konusu bu sembolün oluşma sebebidir. Çağrışım ilişkisinin temel dayanak noktası benzeşme ilkesidir. Örneğin; kurukafanın ölümü sembolize etmesinin temel nedeni öldükten sonra insan vücudunun ulaştığı biçimdir. 83 Bu doğrudan ilişki, bu sembolün evrensel biçimde kabul edilmiş olmasında en büyük nedendir. Bu sembolü bir ambalaj üzerinde gördüğümüzde o ürünün ölümcül olabildiğini, bir dolap üzerinde elektrik sembolü ile birlikte gördüğümüzde yaklaşmanın veya temas etmenin ölüm tehlikesi getirebileceğini, yüksek voltaj mesajını algılayabiliriz. Sembol ve işaretler birbirleri ile organik bir iletişim içindedirler ve zaman zaman birbirlerine dönüşebilirler. Kurukafa sembolünün sarı bir zeminde kullanılarak Toxic veya Zehirli anlamı taşıyabilmesi, bu dönüşüme ilginç bir örnektir. Ancak aynı sembol deri ceketli bir motosiklet sürücüsünün sırtında, ölümden çok bir başkaldırı, özgürlük, başına buyruk ve kural tanımaz bir felsefenin dışavurumu olarak karşımıza çıkabilir. Aynı sembol bir yelkenin üzerinde yer aldığı zaman, bu bileşim bize denizlerdeki yasadışılık, korsanlık gibi mesajları verir. Sembollerin bu ilginç özelliği onları kullanabilmenin de ince bir sanat olduğunu kanıtlar niteliktedir.70 Sayılar, hayvanlar, meyveler, farklı nesneler bünyelerinde sembolik anlamlar barındırabilir. Bunun yanı sıra aynı nesnenin farklı şekil ve bileşimlerdeki farklı yapıları görsel olarak başka şeyleri imleyebilir. Bu yüzden görsel iletişim sistemi içindeki semboller, sözel olarak aktarıldıklarında farklı anlamlar ifade edebilir. Bununla ilişkili olarak görsellik açısından zengin kültürler, sembolik anlam ve derinlik açısından da geniş bir perspektif ve yoğunluğa sahiptirler. Şekil 7 : Aynı nesnenin görselleştirme biçimi değiştirilerek farklı anlamlar ifade etmesi sağlanabilir. 70 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 63 84 Örneğin "elma" sembolü diğer meyvelere nazaran daha fazla sembolik uzantılara sahiptir. Tüm bu uzantılar ardında bir veya birkaç öykü ya da inanışa dayanır. Yukarda ki şekilde ilk elma, yerçekimini dolayısıyla Newton ve bilimi temsil edebilir. Bu anlamı çıkarmamızdaki ana neden, Newton'un bir ağaç altında çalışırken yere düşen bir elmadan hareketle yerçekimini bulduğu öyküsüdür. Đkinci elma ise, yine kutsal kitap ile ilişkili bir konuya gönderme yapar. Aynı elma çizimi bir yılan figürü ile birleştirildiğinde, artık yasak elma, kuralları çiğneme, aşk, Adem ve Havva, cennetten kovuluş, kurallara karşı gelme gibi açılımlara sahip olur. Üçüncü çizimde ise dilimlenmiş bir elma paylaşmayı, bölüşmeyi simgeleyebilir. Elmaların dilimleniş yönü ve biçimi dahi bu mesajın şekillenmesinde etken olabilir. Örneğin dikey yerine yatay olarak dilimlenmiş bîr elma paylaşmayı ifade etmez. Aynı elma çizimi bir ok ile birleştirildiğinde Giyom Tell'in öyküsüyle ilişkilendirilerek, cesareti, riske girmeyi anlatabilir. Đçerisinden bir kurdun çıktığı beşinci elma ise, sürpriz, davetsiz misafir gibi kavramları çağrıştırabilir. Yenilmiş bir elma çizimi ise, son, bitme, tükenme gibi kavramları aklımıza getirir. Kimi zaman Önemsiz gibi görünen detaylar, sembollerin anlam farklarının oluşmasında önemli rol oynayabilir. Bunun yanı sıra bazı kültürlerde yerleşmiş ve anlam kazanmış kimi semboller başka toplumlarda tuhaf anlamsız ve çirkin sonuçlar doğurabilir.71 71 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 64 85 BÖLÜM III. GÖRSEL ĐLETĐŞĐM VE REKLAMLAR A) Görsel Đletişim Görme duyusu insanoğlunun en önemli duyularındandır. Çevremizdeki nesneleri, olayları, durumları önce görerek tanımlar ve anlamaya çalışırız. Đnsanoğlu bu özelliğini geliştirmek için on binlerce yıl harcamıştır. Yaklaşık olarak MÖ 15000’li yıllarda bize ulaşan en eski mağara resimlerini yapmış olan atalarımız, gördüklerini algılayabiliyor ve resmedebiliyordu. Bu resimlerde av sahneleri ve insanoğlunun varlık sembolü olarak kullanılmışcasına el resimleri vardı. Bu resimler, imgelerin insan üzerinde etkisine ilişkin şekil çizilerek yapılmış ilk görsel iletişim örnekleridir.72 E.H.Gombrich Sanatın Öyküsü kitabında şöyle bir saptamada bulunur, “… mağaraların duvarlarındaki ve tavanlarındaki resimler düzenlice yapılmamışlar, tersine, belirli bir düzen anlayışından çok uzak olarak, bazen birbirileri üzerine boyanmış ya da çizilmişlerdir. Bu kalıntıları daha iyi şöyle açıklayabiliriz: Bunlar, imgelerin etkisine ilişkin evrensel inanışın en eski örnekleridir. Başka bir deyişle bu ilkel avcılar, belki de oklarını ve taş baltalarını kullanarak elde ettikleri avlarının yalnızca resmini yapmakla, gerçek hayvanların da kendi güçlerine boyun eğeceğine inanıyorlardı”.73 Lascaux mağarasındaki çizimlerin sanatın ilk örnekleri olup olmadığı konusu tartışılabilir, ancak görsel iletişimin ilk örnekleri olduğu kesindir. Çizilen ya da suretine sahip olunan şeyin aslını imlediği düşüncesine örnek olarak, bugün pek çok insanın cep telefonunda sevdiklerinin resimlerini taşıması örnek verilebilir. Bu sayede sevilen kişinin sureti ile aslı arasındaki ilişki kişinin sahip olma duygusunu destekler. Aynı yaklaşımın benzer şekillerini ilkel kabilelerin büyü ve ayin geleneklerinde de bulunabilir. Đlk mağara resimlerinin yapılış sebepleri arkeologlar, toplumbilimciler ve davranışbilimciler tarafından araştırılmış ve bu konuda farklı düşünceler ortaya atılmıştır. 72 73 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 17 GOMBRICH,E.H.,Sanatın Öyküsü,Remzi Kitabevi,Đstanbul,1999,s.25 86 Philip Meggs ise, bu resimlerin çevresindeki nokta ve çizgilerin kimi zaman üst üste binmelerinin güç adına oluşturulmuş sihirli işaretler olabileceğinden, belki de gençlere avlanma metodları konusunda eğitim verdiklerinden bahsetmektedir. Pek çok mağarada soyut bir takım şekillere rastlanmaktadır. Gerçek sebebi her ne olursa olsun, hayvan çizimlerinin hayvanın kendisi ile doğrudan veya dolaylı bir görsel ilişkiye sahip olduğu kesindir.74 Kimi zaman soyut elemanların da kullanıldığı bu kaya resimleri, insanoğlunun imaj ile doğrudan iletişimini gösteren elimizdeki en eski belgelerdir. Gördüklerini benzeterek çizen, şekillere dönüştüren insanoğlu, binlerce yıl aralıksız devam edecek olan görsel iletişim boyutuna yeni bir ivme kazandırdı. Fransa’da Lascaux mağarasındaki bu çizimlerin yanı sıra Anadolu’da Asya ve Avrupa’da da değişik zaman dilimlerine ait çeşitli görsel izlere rastlanmıştır. Çizim ile oluşan gereksiz detaylardan arındırılmış ve sadeleştirilmiş bu tip görsel iletişim örnekleri, pek çok toplumda dolaylı iletişim öğeleri olarak etkin şekilde kullanıldı. Örneğin Kızılderililerin bir halat üzerine çeşitli sıra ve aralıklarda attıkları düğümler, taş üzerine kazıdıkları şekiller dolaylı olarak iletişim kurarak mesaj vermenin amaçlandığı ilginç örneklerdendir. Görsel iletişim şeklinde oluşturulmuş mesajların işitsel iletişimden belirgin bir farkı ise, kalıcılığı ve dolaylı olarak farklı zamanlarda etkinliğini sürdürebilmesidir. Bu önemli fark görsel iletişimin kalıcılığını ve belge niteliğinde kullanılmasını öne çıkarmıştır. “Çevresinde gözlemlediği nesneleri görselleştiren, onları yorumlayan insanoğlu, hayal gücünün de yardımıyla farklı bir boyut keşfetmiş, hatta kimi zaman görmediklerini, görünemeyen soyut kavramları da görselleştirerek yeni sanat türleri yaratmıştır. Hiç kuşkusuz bugün “resim” dendiğinde, bir sanat dalı aklımıza gelse de, bundan 17000 yıl önce bu güçlü bir iletişim, mesaj ve dışavurum aracı olarak kullanılmaktaydı.”75 Yazı öncesi tüm süreçleri incelediğinde resimsel yaklaşımın, ve benzeştirme yoluyla mesajları kurgulama biçiminin ne kadar etkin olduğunu gözlemlenebilir.. Đnsanoğlunun gelişimini incelendiğinde, aslında yazının çok da eski bir buluş olmadığını görülür. Günümüzden 17000 yıl önce çizmeyi, şekil ve sembollerle 74 75 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 19 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 19 87 iletişim kurmayı bilen insanoğlu, seslere işaret vererek oluşturduğu ilk alfabeyi kullanmak için 12000 yıl beklemiştir. Bu süreç içinde kavramyazı (ideogram) gibi bir alfabe olarak adlandırılamayacak pek çok ayrı yol denemiştir. Bugün dahi davranışlarımızda görsel geçmişimizin izleri vardır. Elimize aldığımız bir gazeteye önce bakarız; hızlıca genelini tanımlamaya, büyük başlıkları taramaya başlarız. Elimizdeki bir kitabı ilk satırından okumaya başlamak yerine ön ve arka kapağına bakar, iç kapağı inceler, ardından sayfaları hızlıca geçerek fikir edinmeye çalışırız. Tüm bunlar görsel algının anlama boyutundaki önemli yerini doğrular örneklerdir adeta.76 Modern çağın bir “görsel çağ”mı, yoksa görüntüler/imgeler (özellikle yeni olanlar) insanı her zaman etkiliyor muydu? Sorusunu soran Nurçay Türkoğlu metropollerde gözlenmeye başlanan modernitenin izlerini Rousseau gibi bir yazın ve düşün adamının kaleminden şu şekilde aktarmaktadır: “Đnsanı içine çeken bu kışkırtıcı, gürültülü yaşamın sarhoşluğunu içimde hissetmeye başladım. Gözlerimin önünden geçen nesnelerin çokluğu beni sersemletiyor. Üstüme hücum eden bunca şey arasında kalbimi fetheden hiçbir şey yok ama hepsi birden duygularımı öylesine yerle bir ediyor ki, kim olduğumu, neye ait olduğumu unutuyorum… Yalnızca hayaletler uçuşuyor gözlerimin önünde, onları yakalamaya kalkıştığım anda ise gözden kayboluveriyorlar”.77 Rousseau 18. yüzyıl Paris’inin bu kışkırtıcı modern imgeler girdabında kendini yitirmekten korkan ama onun çekiciliğine de karşı koyamayan ilk ve son kişi değildi. Yaklaşık bir yüzyıl sonra Londra’da 1851 Dünya Endüstri Sergisi için kurulan Kristal Palas, yeni yapı endüstri yöntemleri ile modern imgelemin bir bileşimiydi. Cam ve demir (sonradan çelik de eklenmiştir) modern yapının yenilikçi düşüncelerini yansıtan ayna işlevi görüyordu. 1851 ilkbaharında babasına yazdığı mektupta yazar kız kardeşlerden Charlote Bronte, Kristal Palas’ı dünya fiziğini aşan ve içine giren herkesi nefes kesen, yepyeni bir güçle karşılayan bir yer olarak görüyordu. Maddesel olanın somutluğu ile imgesel değişim değerinin yüceltilmesinin birlikteliği Kristal Palas’ın görsel gücünü oluşturuyordu. Modernite deneyimi, teknolojik ve toplumsal değişimdeki dalgalanmaların; büyük kentlerde, endüstri 76 77 UÇAR, Tevfik Fikret, a.g.e., s. 21 TÜRKOĞLU, Nurçay, Görü-Yorum, Der Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 95 88 sergilerinde, müzelerde, caddelerde, sokaklarda bireyin öznel yaşam deneyimi ile iç içe girmesiyle başlamıştı.78 B) Kod, Kanal, Verici, Alıcı, Bildiri, Bağlam, ve Algılama Trafik ışıklarının anlamlarını çözümlerken üzerinde çalışılan şey şey bir koddur. Aslında kodlar, içinde göstergelerin düzenlendiği sistemlerdir. Bu sistemler, bu kodu kullanan topluluğun tüm üyelerinin kabul ettikleri kurallar tarafından yönetilirler. Dolayısıyla, kodlarla ilgili çalışmaların, iletişimin toplumsal boyutunu sık sık vurgulaması gerekmektedir. “Toplumsal yaşamımızın uzlaşımsal olan ya da toplumun üyelerince kabul edilen kurallar tarafından yönetilen tüm görünümlerini “kodlanmış” olarak nitelemek mümkündür. Hukuk kodları, görgü kodları ya da rugby kodları gibi davranış kodları ile anlamlandırma kodlarını birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Anlamlandırma kodları gösterge sistemleridirler. Bu ayrımı yapmakla birlikte, bu iki kod kategorisinin birbiriyle bağlantılı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Karayolu kodu hem bir davranışsal koddur hem de bir anlamlandırma sistemidir. Bernstein’ın çalışması, insanların kullandıkları dili toplumsal yaşamlarıyla ilişkilendirir. Anlamlandırma kodları kullanıcılarının toplumsal pratiklerinden kolaylıkla ayrılamazlar.”79 Aslında kod sözcüğü anlamlandırma sistemini ifade etmek için kullanılır. Bu tür kodların paylaştıkları bir takım temel özellikler vardır. 1. Bu kodlar, içlerinden seçim yapılan birçok birimden (ya da bazen bir birimden) oluşurlar. Bu paradigmasal boyuttur. Bu birimler (en basit açık-kapalı tekbirim kodları dışında) kurallar ya da uzlaşımlar aracılığıyla birleştirilebilirler. Bu dizimsel boyuttur. 2. Tüm kodlar anlam taşırlar: birimleri, çeşitli araçlarla kendilerinden başka bir şeye göndermede bulunan göstergelerdir. 3. Tüm kodlar, kullanıcıları arasındaki bir anlaşmaya ve paylaşılan kültürel bir ardyöreye dayanırlar. Kodlar ve kültür dinamik bir şekilde karşılıklı ilişki içindedirler. 4. Tüm kodlar, tanımlanabilir bir toplumsal ya da iletişimsel işlevi yerine getirirler. 78 79 TÜRKOĞLU, Nurçay, a.g.e., s. 95. FISKE,John, a.g.e., s.91 89 5. Tüm kodlar, uygun medya ve/veya iletişim kanalı aracılığıyla aktarılabilirler.80 Kodlamanın etkili ve yeterli olabilmesi için iletişim düzlemindeki diğer faktörlerin önemi açıktır. Bunlar kısaca : Verici, bilgiyi aktaracak kaynaktır. Bir bildirinin kaynağı olan, bir başkasına herhangi bir düşünce, görüş ya da bir başka şey aktarmak isteyen kişi ya da başka bir şeydir. Verici bildirinin kaynağında bulunan, koda uygun bildiriler, sözceler üreten, bir başka deyişle kodlama işlemini gerçekleştiren, alıcıya bir bilgi aktarmak için belirtkeler üreten ve kim söylüyor, kim konuşuyor sorusunun yanıtı olan kişidir. Bir konuşmayı, metni ya da anlamlı her türlü bildiriyi dinlemeye başladığımızdan ya da okumaya başladığımızdan itibaren bu bildiriyi gönderen bir verici vardır. Çünkü metin, konuşma ya da herhangi bir anlamlı gösterge grubu bir söylemdir, yani bildiridir. Bildirinin ise söyleyenini varsayması kaçınılmazdır. Bildiriyi düzgüleme işlemi yapan ve bir başkasına iletmekle yükümlü verici, bir kişi olabileceği gibi, kolektif bir grup, bir aygıt ya da başka bir şey de olabilir. Bir bildiriyi gönderen, uyaran, çizen, yazan, beden ve yüz anlatımında bulunan, yayımlayan bir bireydir, bir kurumdur ya da kuruluştur. Anadolu Ajansı'nın teleksle gönderdiği bir haberde gönderici ajanstır ya da "akaryakıt fiyatlarındaki ayarlama ile ilgili yapılan hükümet duyusunda" verici hükümettir. Bir başka durumda gazete, televizyon istasyonu, reklam ajansı, muhabir, editör, yayınevi, film ajansı verici durumunda olabilir. Verici konuşan, yazan, çizen, el-kol hareketleri, yüz mimikleri yapan bir kişi olabileceği gibi; bir film stüdyosu, matbaa, radyo ya da başka bir şey olabilir. Her türlü medya kurumu verici durumundadır. Vericisi olmayan bir bildiri yoktur. Her türlü bildiride, gizli ya da açık bir verici vardır. Bu verici bildirinin içinde açıkça görülebileceği gibi varlığını varsayımsal olarak kabul ettiğimiz durumda da olabilir. Bu verici de söylemdeki göstericilerin göndergesi olduğu kişidir. Kuşkusuz her konuşan vericidir, sözceleme/sözce öznesidir. Ama yine de söylemi kullanma biçimine göre değişiklikler göstereceklerdir.81 80 81 FISKE, John, a.g.e., s. 92. FISKE, John, a.g.e., s. 92 90 Verici kendi değerlerini alıcıya benimsetmeyi arzular. Ama her zaman bu durum istenilen ölçüde gerçekleşmeyebilir. Verici kafasında yaptığı birtakım sınıflandırmalar sonucu bildirisini üretir ve bunu söze dökerken, iki yönlü eş zamanlı bir eylem içindedir. Birinci eylemde kişi iç ya da dış dünyasını ilgilendiren kendi evrenini, yani kendi gerçeğini dokumuş olur. Ama öte yandan, gerçekleştirmiş olduğu öğeleri dönüp bu kez bireyin kendisi kurar. Yani aynı bildiri iki kez anlamlandırılır. Önce asıl verici tarafından ne demek istediğini belirtmek için yapılan bu edim, alıcı tarafından, vericinin ne demek istediğini anlamak için yinelenir. Alıcı ise kendisine bilgi gönderilen kişidir. Đletişim, bir kaynak kişi, aygıt ya da herhangi bir şeyin bir bildiriyi belirli bir hedefe aktarmasıdır. Bu hedef alıcıdır. Onun temel işlevi aktarılan bildiriyi algılayıp çözümlemesidir. Bunu da bildiriyi aldıktan sonraki yapacağı bir davranış (dilsel bir yanıt ya da bedensel bir davranış) ile gösterecektir. Bir bildiriyi, vericinin kullandığı kod ve kanalı kullanarak algılayan, onu çözümleyip değerlendiren, iletişim şemasında vericinin karşısında bulunan kişi ya da bir başka şeydir. Bu bir dinleyen kişi, okuyan, resme bakan, televizyonu izleyen, müziği dinleyen bir kimse ya da kimseler olabilir. Yani bildiriyi anlamak sadece okumak ya da dinlemek değildir. Bir konferansta hem dinler hem de vericiye bakarız. Görme ve dinleme eylemini aynı anda kullanırız. Her ikisin de yapan alıcıdır. Bir resme ya da heykele bakar, televizyondaki bir reklamın görüntüsünü izler ve sözlerini dinleriz. Özellikle kitlesel eylemlerde (bir mitingde, toplantıda), alıcı kalabalık bir gruptur. Bu tür bir iletişimde tek kişinin bir kitleyi bilgilendirmesi söz konusudur. Sonuç olarak iletişim iki kutup arasında gerçekleşen bir eylemdir. Đletişimin gerçekleşmesi için verici ve alıcının ortak çabaları söz konusudur. Yani bilgi üreten verici kadar bu bilgiyi çözümleyecek alıcı da belirli bir eylem içindedir. Özellikle yazılı iletişim de vericinin kimliği, amacı, alıcının kim(ler) olduğu ile yazının açıklayıcı ve bilgilendirici niteliği, alıcının yönlendirilmesinde önemli rol oynar. Zira tek başına vericinin çabaları Đletişim için yeterli değildir. Đki kişi arasındaki bir konuşmada, alıcı söylenen şeyleri anlamayabilir, ya da işitmeyebilir. Bu durum sürekli olabileceği gibi, kesintili de olabilir. Bireylerin iletişim sırasında algıladıkları, algılamak istedikleri ile doğru orantılıdır. Dinleyici, vericinin söylediğini, yanlış anlamış olabilir. Bu bilinçli olarak, algılamak istediği 91 şekilde olabilir. Sorularla verilen yanıtlar uyuşmayacağında böylesi bir iletişim mizaha konu olur. “Türk gölge oyununda Karagöz'le Hacivat arasındaki konuşmada güldürü öğesi, çoğunlukla Karagöz'ün, Hacivat'ın sözlerini yanlış anlaması (ya da anlamak istediği şekilde anlaması) sonucunda olur. Karagöz, Hacivat'a göre daha saf ve daha cahil bir tiptir. Okumamış, saf ve biraz da kurnazdır. Hacivat toplumdaki aydın kesimi simgeler. Simgelediği toplum gereği, dil kullanımı daha karmaşık ve yabancı sözcüklere daha çok yer veren türdedir. Karagöz halk diliyle konuşur. Doğal olarak daha sınırlı bir söz dağarcığı vardır (Đşte burada ortak bir göndergeler dizgesinin olmaması görülüyor). Bu nedenle de Hacivat'ın söylediği bazı sözcükleri anlayamaz, bu nedenle de kendi anladığı şekliyle yanıtlar. Hacivat'ın sözlerindeki anlamadığı ya da anlamak istemediği sözcüklere anında benzer bir karşılık, yakın kavramlar uydurur: Hacivat: Vay Karagöz'üm, benim iki gözüm. Akşâm-ı şerifin hayırlar olsun. Karagöz: Sivrisinek burnuna dolsun (Tokat). H.: Aman birader, bana vurmaya hakkın yok. K.: Sen de şu yumruğu al burnuna sok (Tokat). H.: Dur Karagözüm sende hiç edep erkân yok mu? K.: Vardı ama sattım. H.: Neyi sattın? K: Bir evlen bir dükkan. H.: Yahu Karagöz'üm adam olamamışsın. Hep sözlerin abuk sabuk. K.: O benim ahbabımdır. H.: Kim? K.: Arnavut Sadık. H.: Tuh Allah iyiliğini versin, yâni hep sözlerin setrepeki [kapalı, gizli]. K.: On paralık da bana al. H.: Neden? K: O sert tömbekiden.”82 Bireylerin kendisine gönderilen durumu anlaması, edindikleri kültür birikimiyle de orantılıdır. Hacivat'ın daha seviyeli bir dil kullanması (edep ,erkân, abuk sabuk, setrepeki) ve Karagöz'ün bazı sözcükleri anlamaması buradaki Đletişimsizliğin temel nedenleri sayılabilir. Alıcı durumundaki Karagöz, belki işine öyle geldiği için, Hacivat'ın sözlerini hep yanlış anlar. Skeçteki komiklik bu yanlış anlaşılmalardan kaynaklanmaktadır. 82 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.223 92 Bu şekilde bildiriyi doğru olarak çözümleyip yorumlamayı sağlayan saymaca nitelikli her türlü simge, gösterge ya da belirtkeler dizgesi de kod olarak açıklanır. Burada verici ve alıcının kullandığı dil söz konusudur. Bu bir doğal dil olabileceği gibi, dil dışı bir dizge de kullanılabilir. Kod her zaman dil ile ilgili değildir. Dil dışı alanlar için de kullanılan bir iletişim biçimidir. Ancak bazı araştırmacıların belirttiği gibi bildirişim kuramındaki kod, hiçbir zaman dil ile özdeş değildir. Bu konuya değinen çeşitli araştırmalar , bu terimin iletişim tekniğinden ve bilgi kuramından çıkarak dilbilimde de kullanılır olduğunu, ancak dilsel göstergeler ve doğal dil dizgesinin özelliği için "kod"un uygun olmadığını belirtmektedirler. Mors alfabesi bir koddur ama dil değildir. Bu ortak kodun bilinmesi vericiye bildirisini hazırlamayı, anlamlı bütünler oluşturmayı, alıcıya ise gönderilmiş bilginin çözülmesini sağlar. Bir göndergeye ilişkin olarak vericinin, birtakım öğelerle bunların birleşim kurallarından oluşan düzgüye uygun biçimde çıkış noktasında düzgüleyip oluk aracılığıyla aktardığı bildiriyi varış noktasında alıcı ya da dinleyici çözer. Resim, fotoğraf, grafik ya da trafik işaretleri için kullanılan dizge de olabilir. Her gönderici kendi bildirisini şifrelemek, kodlamak zorundadır. Alıcı da bu şifrelenmiş bildirinin şifresini çözerek algılamak zorundadır.83 Bir bildirinin kodlanması ve algılanması (kodun çözümlenmesi), verici ve alıcının göstergeleri anlamlandırması ile olacaktır. Göstergelerin belirli bir bağlam ve kanal içinde alıcıya aktarılması ve alıcının da aynı bağlam içinde göstergeleri algılamasıdır. Alıcının yaptığı iş bir bakıma yorumlama edimidir. Bu yorumlama doğal olarak iki kişi arasındaki daha önceden var olan, göstergelerin anlamları üzerindeki bir uzlaşmaya dayanır. Đletişimin gerçekleşmesi verici ve alıcının ortak olarak kullandıkları bir dizge aracılığıyla sağlanabilir. Verici ile alıcının aynı kod üzerinde anlaşmış olmaları iletişim için temel koşuldur. Đletişim denilen karşılıklı bildiri aktarımı kullanılan kod sayesinde olmaktadır. Alıcının, vericinin tanımadığı bir kod kullanması (ya da tersi) durumunda iletişim gerçekleşmeyecektir. Çok iyi bir etkileşim varsa, bu verici ile alıcının doğal dilde bilinen ortak bir kodun olmasıyla olabilecektir. Aynı dili konuşan iki insan, aynı gereçleri kullanan iki merkez birbiriyle anlaşabilir. Aynı kavramları aynı değerleri vermek de doğru iletişimin temel koşullarındandır. 83 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.224 93 Bildiri olabilecek duygu, niyet, düşünce ya da bir başka şeyin bir insan anlığından bir başkasına, bir merkezden bir başka merkeze aktarılması sırasında kullanılan iletişim yolunun kod olduğunu bilinmektedir. Yani her şey insan anlığında olup bitiyor. Ama algılanan duruma göre insan bedensel davranışta bulunabilir. Yine verici iletişim sırasında, konuşmadan başka bedensel davranışta da bulunabilir. Bütün bunlar, henüz beyinden okuma diye bir durum gelişmediğine göre, alıcıya belirli bir kod içinde aktarılmak zorundadır. Kodun işlevini daha iyi anlamak için, bugünkü yaşamımızda yeri olan, şifreli televizyon kanalları örnek verilebilir. Eğer bir şifre çözücü araç yoksa şifreli kanalı izlenememektedir. Bu örnekle iletişimde kodun yeri ve önemi daha iyi anlaşılır. Gürültü, uzaklık, zaman kısalığı ya da başka birtakım nedenlerden dolayı, doğal dilin kullanılamadığı durumlarda kullanılabilecek başka türde iletişim dizgeleri geliştirilmiştir. Örneğin trafik işaretleri, renklerle iletişim, jestler, mimikler, el-kol işaretleri, mors alfabesi, sağır-dilsiz alfabesi, körlere yönelik iletişim dizgeleri, vb. Her birinin algılanması ve anlamlandırılması kendi kodu içinde olabilecektir. Saussure'ün yaptığı dil-söz ayrımı diğer birçok dilbilimcilerce da incelenmiş ve yeni yaklaşımlar getirmişlerdir. Noam Chomsky, Gustave Guillaume ve Roman Jakobson gibi dilbilimciler ikili karşıtlık kurarken; bazıları da üçlü karşıtlıklar kurmuşlardır. Özellikle Louis Hjelmslev, Eugene Coserîu, Emile Buyssens, Roland Barthes ve Heger için dili tanımlamada kullanılan dil/söz ayrımı gereklidir ancak yeterli değildir. Onlar için soyut dizge ile bireysel gerçekleşmenin birlikte gerçekleştiği bir başka ayrımı da eklemek gerekir. Noam Chomsky'deki edinç kavramı. Saussure'ün dil kavramına yakındır, ama yine de aralarında önemli fark vardır. Dilde edilgenlik ve belleksel olgunun yanı sıra toplum ağır basarken, edinçte yaratıcılık, üreticilik ve ülküsel konuşucu egemendir. Dil bir göstergeler dizgesidir, edinç ise bir kurallar düzeneğidir. Edinç kavramını tanımlarken, Chomsky insandan yola çıkmıştır. Đnsanın bir dil ile ilgili bildiği her şey edinçtir. Bir kişi çok güzel bir şiir okuyabilir ve bunu anlayabilir. Bu edinçtir. Edim ise, bu dil adına bilinen şeylerin gerçek olarak uygulanmasıdır, somut olarak kullanılmasıdır..Edim, dilin bireysel olarak kullanılmasıdır. Bir dilin 94 kurallarını tam olarak öğrenen bir kişi, hiç duymasa da sonsuz sayıda tümce kurabilir. Gustave Guillaume'a göre, her sözcük, daha belirgin olarak en küçük değeri olan her dil biriminin, genel dil içinde bir değeri ve anlamı vardır. Bir söylemdeki kullanıma göre değişik anlamlara gelse de, her söylemdeki dilsel birim özel bir bakış açısını gerektirir. Yani sözcüğün genel dildeki anlamlardan birisi o sözcüğü kullanan tarafından seçilir. Bu da bireysel bir kullanmadır. Guillaume'a göre anlamın etkisidir. Dil bir dizgeler dizgesidir ve dili kullanan herkesin göndermede bulunduğu bir temeldir. Söz ise dilsel yapının uygulanmasıdır. Roman Jakobson, dilsel iletişim şemasını oluştururken, bildirinin belli bir kod içinde oluşabileceğini söyler. Bu o bildirinin oluşturduğu dildir. Bilinen bir kod (dil) yardımı ile birey kendi bildirisini oluşturur. Yani bildiği bir kodu (dil) yoksa bildirisini aktaramayacaktır. Gerçekte kod ile bildiri birbirini tamamlayan iki öğedir. Kod bilişseldir, yani Đnsanın dil ile ilgili bildiği her şeyi kapsar. Bildiri ise nesneldir. Bu dil adına bilinen şeylerden bir kısmı ile oluşturulmuş öznel kullanımlardır. Danimarkalı dilbilimci Louis Hjelmslev için bir dilin dizgesi (ya da çizgesi fr. sehema-) tamamen biçimsel bir gerçektir. Bu dildeki dizisel ve dizimsel ilişkidir ve öğeler arasında var olan soyut ilişkiler bütünüdür. Kural ise, ayırt edici özellikler bütünüdür. Bu özellikler dizgenin somut kullanımında öğelerin birini diğerinden ayırmamızı sağlar. Kullanıma gelince, dizgenin bir olgu olarak ortaya çıkmasını sağlayan anlamsal ve sesbilimsel bütünlüktür. Kural, kullanıma göre gerçekleştirilmiş bir çeşit soyutlamayı belirtir. Eugene Coseriu. dil söz ayrımını inceler ve Saussure'ün dil olarak incelediği kavramın sadece tarihsel dil incelemelerinde kullanılabilecek bir kavram olarak görür. Betimleyici bir çalışmayla yaptığı sınıflamada, işlevsel dizgeyi, dilbilimsel kuralları ve söylemde bu iki kavramın gerçekleştirilmesinin ayn olarak belirtilmesi gerektiği kanısına varır. Coseriu'nun belirttiği kural Hjelmslev'in kullanım olarak belirttiği kısımda yer alır. Kural dilsel kod içinde toplumsal zorunluluk olan her şey demektir. Kural, bireyseldir ve Saussure' ün söz kavramına yakındır. E. Buyssens, Saussure'ün söz kavramını ikiye bölerek yeni bir tanımlama getirir. Söz, hem konuşan bireyin dili kullanırken başvurduğu birleşimleri, hem de bu 95 birleşimlerin dışa iletilmesini sağlayan düzeneği belirtir. Sözün iki düzeyli olmasına koşut olarak, "birleşimleri" söylem olarak adlandırır. "Dışa iletilmesini sağlayan düzenek" ise yine söz olarak adlandırılır. Bu bilgine göre "söylem sözün işlevsel bölümüdür ve dil ile sözü birbirine bağlar". Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi (Le Degre Zero de I'Ecriture) adlı çalışmasıyla, Saussure'ün dil ile söz ayrımına açıklık getirir. Ona göre bir dilin kuralları vardır. Dil, bir dönem yazarlarının ortak kurallar ve alışkanlıklar bütünüdür. Biçem ile belirttiği ise, yazarın gizli ve kişisel anlatısı içinde yer alan kendine yeterli bir dildir Biçem tam olarak yazarın anlatımının gelişmesine yönelik bir olgu olarak belirtir. Bu bakımdan biçem yazara özgü bireysel dil kullanımıdır. Yazı ise tarihsel bir dayanışma olayıdır. Bu bakımdan Barthes'a göre dil ile biçem birer nesnedir, yazı ise bir işlevdir: Yazı yaratım ile toplum arasında bir bağıntıdır diyerek yazının işlevinin toplumsal yerini ortaya koyar.84 Kanal ile kısaca, iletişimin sağlandığı fiziksel ortamı anlamak gerekir. Đletişim anlamında oluk ya da kanal, iletişim sırasında bildirinin izlediği yolu, iletişimin aktarıldığı ortamı belirtir. Yani kanal bildirinin alıcıya aktarılmasında kullanılan her türlü iletişim biçimidir. Verici ve alıcının bilgi, duygu ve düşüncelerin paylaşımının gerçekleşme sürecinde, bildirinin üzerine yüklendiği araçtır. Aktarılacak bildiri için gerekli ve alıcı ve verici tarafından bilinen bir iletişim biçimi, iletişim yolu (kanal) vardır. Đşitmenin uyaranı seslerdir. Sözlü iletişimde bu sesler hava yoluyla aktarılır. Bir başkasında telefon teli, hava, su, yazılı bir kağıt, algılama sürecinde sinir sistemi ve beş duyu organı vb. olacaktır. Kısacası kanal, bir sesli düzen, fiziksel, kimyasal, dokunsal düzen, yazı, elektrik ya da bir başka şeydir. Bildiri, iletici nesnelerin titreşimiyle alıcıya aktarılmış olur. Kanallar genel olarak duyu organlarına hitap ettikleri için, bu duyu organlarına göre adlandırılırlar; görsel (yazılı dilsel bildiriler, trafik belirtkeleri), işitsel (sözlü dilsel bildiriler, çığlık, müzik), dokunma (körler alfabesi, el sıkışma, öpüşme), koklama (yemek kokusu, parfüm), tat (acı, tatlı) vb. gibi. Kanalın varlığını ve aktarıcı ortamda olabilecek sorunu anlamak kolaydır. Zaman zaman duyduğumuz ya da kullandığımız "Ses geliyor mu?" türü bir soru, ya 84 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.227 96 da telefondaki "alo" sesi kullanılan sözlü kanalı denetlemeye yöneliktir. Diğer yandan yüksek sesle konuşan bir vericinin heyecanını, öfkesini belirttiği gibi, kullanılan kanaldan dolayı sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Kullanılan kanalda yetersizlik söz konusu olabilir. Konuşan kişi kendisinin «söylemek istediği», yani alıcı üzerinde düşündüğü etki, yani anlam, her zaman, (bildirişim eyleminde verici ve alıcının işleri sınıflandırma dizgesinin) sınıflarından birinin içinde bulunuş ve diğerlerinin oluşturduğu mantıksal toplamın dışında kalışla belirlenmiştir. Alıcı da, aynı şekilde, söz konusu düzgünün anlamlar alanının içindeki tüm anlamların dağıtımını, kendisine iletilmek istenilen anlamı, bildiriyi bu sınıfların içinde arayacağı için, kaçınılmaz olarak yapar. Eğer vericinin ve alıcının yapmış oldukları dağıtım gerçekten birbirini tutuyorsa, vericinin amacına ulaşma, yani bildirisini alıcıya iletme olasılığı vardır. Bu tür bir iletişimde kullanılacak araç ve kanalların önemi büyüktür. Zira amaç alıcıya bilgi vermekten ziyade, bir düşünceyi esinleme ve kabul ettirmektir.85 Bir iletişim sırasında birden çok kanalı bir arada kullanabiliriz. Özellikle sözlü iletişimde, doğal dil dışında başka tür iletişim biçimi de kullandığımızdan; farklı kanallar da kullanmamız kaçınılmazdır. Jest ve mimikler için kullanılan kanal doğal dil için kullandığımız kanaldan farklıdır. Ya da bazı nesneleri karşımızdaki ne açıklarken, zora düştüğümüzde, havada ya da toprak üzerine şekiller çizerek anlatmaya çalışırız. Buradaki kanal da farklı olacaktır. Kanalın televizyon, gazete, radyo, film, kitap gibi araçların yer aldığı kitle iletişimi sürecinde, kaynak (verici) ile alıcı hiçbir araya gelmez. Bu durum kullanılan kanalın özelliğinden doğmaktadır. Ama iletişim yine gerçekleşmektedir. Bildirinin aktarılamamasının bir nedeni de, verici ile alıcı arasında yanlış bir kanalın kullanılması olabilir. Kanal için telsiz iletişimleri güzel bir örnektir. Alıcıda ve vericide telsiz aracının olması yetmiyor. Alıcı ile vericinin aynı frekansı da kullanması gerekiyor. Aynı frekansı kullanmama durumunda iletişim gerçekleşmeyecektir. Yine sözlü bir iletişim için bütün öğeler tam olmasına rağmen alıcının duyma organlarında (kanalda) bir bozukluk varsa iletişim gerçekleşmez. Verici, alıcının bilmediği ya da o anda kullanmadığı (örneğin ses yoluyla aktarılan 85 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.228 97 bir bildiride, alıcı dinleme yollarındaki sorundan dolayı kulaklık kullanıyor ve o anda kulaklığını taşımıyorsa, ve verici hava titreşimi yoluyla bildirisini aktarıyorsa) bir kanal kullanıyorsa bildirisini alıcısına almayacak ve belirsizlik olacaktır.86 Đletişimde kullanılan her sözcük, gerçek ya da düşsel gönderge dünyası ile ilişkilendirilmesi, gerçek dünyada bir karşılığının bulunması ile anlamlı olur. Yani sözcüğün anlamı, insan beyninde çağrışım yaptığı değerdir. Bu da daha önceki bildiklerimizle doğru orantılıdır. Verici ve alıcının dil dışı toplumsal kazanımlara, kültürel birikimlere, deneyimlere, edindikleri her türlü bilgilere, ruhsal nitelikli kazanılmış her türlü deneyimlere ilişkin verilerin tümü bağlamdır denilebilir. Diğer yandan aktarılan bir söylemle ilgili olarak, bir sözcüğün ya da tümcenin anlaşılmasında, ondan önce ya da sonra gelen, birçok durumda söz konusu birimi etkileyen, onun anlamını, değerini belirleyen birim ya da birimler de bağlam olarak algılanmalıdır. Bağlam konuşma sırasında göndermede bulunulan düzlemi belirtir. Üretilen bir bildiri kendisinden önceki bir durumla ilintili olabilir. Böyle bir bildirinin anlaşılması önceki durumları bilmekle yani genel bağlamı bilmekle olabilecektir. Bildiri tek bir tümceden oluşuyorsa, anlamak için önceki herhangi bir bağlama gerek olmayacaktır. Ancak bir romanın herhangi bir bölümü, daha önceki bölümlerle ilgilidir, söz konusu bölümün anlaşılması romanın genel bağlamı içinde olabilecektir. Her bölüm kendinden önceki bölümlerle ilintilidir. Aslında bildirinin verici tarafından oluşturulması ve alıcı tarafından algılanıp çözümlenmesi aşamasında, her iki kişinin göndergeleri kullanım sırası ve yeri farklıdır. Verici kendi bildirisini oluştururken, gerçek ya da düşsel gönderge dünyasından (bu durumda gönderge sınırsızdır ya da vericinin bildiği kavram ya da düşüncenin tamamıdır denilebilir. Bildiriyi oluşturma aşaması bu sınırsız göndergelerden aktarılacak düşünceye göre bir kavram seçme işidir), oluşturacağı bildirisiyle ilgili olanları seçer. Daha sonra bu göndergelerin herhangi bir doğal dildeki kavramlarını seçerek beyninde eşleştirir. Kavramlaştırılmış bu göndergeler, belli bir kod ile alıcıya aktarılır. Alıcı ise göndergeye en son aşamada başvurur: Vericiden belli bir kodda gönderilmiş doğal dili algılar. Bildirideki her kavramı kendi gönderge dünyasında değerlendirir. Bir bakıma vericinin yaptığı işlemin tersi bir 86 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.231 98 durum vardır. Belirtilmesi gereken; bu kadar uzun uzun anlatılan durumu insan beyni, bildiğimiz zaman kavramlarından da kısa bir sürede gerçekleştiriyor olmasıdır. Oluşturulmuş bir bildiride gönderge, vericinin alıcıya aktardığı sözcenin içeriğidir denilebilir. Đletişimin içinde yer aldığı gerçek dünyayla ilgili ortamdır. Hangi konudan söz edildiği, bildirinin dış gerçekle olan ilişkisidir. Bu dış gerçek, bir yer, bir zaman ve bildiride geçen kişileri belirleyen dilsel özellikle ilgilidir. Yine bildirinin alıcı tarafından anlaşılabilmesi için alıcı ve verici arasında sözü edilen bildirinin gönderme yaptığı düzlemi belirten ortak bir bağlam olması gerekmektedir. Bir bildirişme eyleminin başarıya ulaşması için, verici ve alıcının aynı sınıflandırma dizgeleri dizgesi üzerinde anlaşmış olmaları gerekir. Alıcı, vericinin bildirisini belli bir bağlama uygun bir biçimde algılamak zorundadır. Bu da vericinin kullandığı bağlamdır ve bunun dışındaki algılamalar yanlış olacaktır. Đletişimin gerçekleşmemesi demektir. Sözel anlatım için dilsel bağlam gerekirken, bir başka kullanımda müzikle, mimari, resim, heykel ya da bir başka bağlama göre anlamlandırılacaktır.87 Sözlükteki bir sözcüğün karşısındaki açıklamayı, herhangi bir sözcüğe yönelik bağlamı belirleme olarak düşünmek yanlış olmayacaktır.. Bazı tartışmalarda bir konu üzerinde konuşurken, karşımızdakine "Sen 'demokrasi' sözcüğü ile ne anlıyorsun?" gibi bir soru sorarız. Aslında bu tartışmada sorulan bu tür sorularla bağlam konusunda ortak görüş oluşturma çabası amaçlanır. Bazen bir olayı açıklamak için "bu durumu şu bağlama göre düşünmek gerekiyor" gibi bir kullanım, aktarılan bildirinin anlaşılması için öngörülen bağlamı belirtmeye yöneliktir. Aktarılan bildiri, verici ve alıcının tanıdığı bilinen doğal bir dille olabilmektedir. Ancak bildiride kullanılan göstergelerin gerçek dünyadaki karşılığı bilinmezse, iletişim gerçekleşmeyecektir. Yani, verici ve alıcının bildiri ile ilgili dış gerçeksel durumları bilmesi gerekecektir. Onların önyargısı, beklentisi, kişisel ya da toplumsal beklentilerini bilmek bildirinin bağlamsal durumlarıyla ilgilidir. Burada dilsel iletişim için gerekli olan diğer öğeleri vardır. Ancak alıcı, vericinin aktardığı bildirinin içeriğini anlamamış, dış gönderge ile bir bağ 87 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.231 99 kuramamıştır. Bu nedenle iletişim gerçekleşmemiş ya da yanlış iletişim söz konusu olmuştur. Bildiri iletişimin en temel öğesidir. Alıcıya aktarılacak bir düşünce, bir duygu, bir eylem, bir niyet ya da başka bir şeydir. Bildiri, hava titreşimleri, kağıt üzerine anlam taşıyıcı olarak yapılmış her türlü çizimler, şekiller, grafikler, bir el hareketi, kısacası iki ya da daha çok kişi arasında anlam taşıyıcı Özelliği olan, anlam aktarmak için üretilmiş her türlü dilsel ya da dil dışı gösterge ya da göstergeler topluluğudur. Bu kişilerin birbirlerine bir bilgi aktarmak gibi amaçlarının olması iletişimin asıl yanıdır. Đstenilen, düşünülen bir bilgiyi aktaracak bir bildiri olması gerekir. Yani alıcı ve vericinin bulunması iletişim için gerekli koşuldur, ama yeterli değildir.88 Aktarılacak bildirinin anlaşılır olması önemlidir. Bu da vericinin düşüncesine uygun kavramları seçmesi ve alıcıyla paylaştıkları bir kanal kullanmasıyla olabilecektir, özellikle bildirinin beyindeki oluşum aşaması bu düzlemde düşünülmelidir. Oluşturulan sözcenin söyleme aktarılması da gerekli özenle olabilecektir. Sınıfta öğrencinin bir konuyla ilgili kompozisyon yazması, ona gerekli özeni göstermesi, düşüncelerini düzenleyip onu belli bir konuşma zinciri üzerinde yerleştirerek, oluşturulacak bildirinin düzgün ve anlaşılabilir olması içindir. Bir politikacının mitingdeki konuşma için günlerce çalışması da aynı nedenledir. “Bir bildiriyi aktarırken dilbilimsel mi yoksa göstergebilimsel mi bir iletişim dizgesi kullandığımızı aklımıza bile getirmeyiz. (Ancak beynimiz bu tür bir etkinliği her bildiri üretiminde ve algılamasında yaptığını da unutmamalıyız). Her türlü göstergeyi bir arada kullanabiliyoruz. Bir mektup yazarken havadan sudan söz edebiliriz. Ancak sayfanın bir yerine çizilen herhangi bir siyasal partiyi gösteren simge, bir ideolojiyi belirten amblem yapabiliriz. Delikanlı sevdiğine yazdığı mektubuna bir kalp resmi çizebilir ya da kırmızı bir gül koyabilir. Her bir anlamlı gösterge bir bildiri durumundadır. Bu resimden doğal dille bahsedilmemiş bile olsa, kendi başına bir anlamı vardır. Ancak bu tür göstergelerin anlam kazanması için verici gibi alıcı tarafından da bilinmesi gereklidir. O'Henry'nin bir öyküsü vardır:Aşırı sıkılgan genç bir adam, Yunanca bildiğini söyleyerek övünen genç bir kıza, adı Yunanca "seviyorum" anlamına gelen bir saksı kaktüs gönderir. Ne var ki, genç kız Yunanca bilmediğinden delikanlının sevgisinden habersiz olarak, tutar bir başkası ile evlenir.”89 88 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.232 89 GÜNAY,Doğan, a.g.e., s.233 100 Bu durumda dildeki her gösterge gibi dil dışı göstergelerin de bir anlamı vardır. Çoğunlukla uzlaşımsal bir ilişkiyle bu göstergeler anlamlandırılmıştır. Bu değerler bir toplumca benimsendikten sonra iletişimde kullanılabilecektir. C) Göstergebilim ve Reklamlar Reklamlar, gittikçe daha çok bizi yorumlanması gereken bir dünyanın içine çekerler: Bir anlamlılık dünyası. Bu da kentsel çevremizin görünüşü simgesel bir biçim alır: Fiziksel yaşamımızdaki alışılmış yerlerinden, maddi ortamlarından koparılmış nesneler, artık şeyler değil, göstergeler oldukları posterlerin ve perdelerin üzerinde yeni simgesel anlamlar yüklenirler. Şeylerle göstergeleri kaynaştırmaya çalışmak reklamların “Đmgesel” işlevinin parçasıdır, öyle ki bu göstergeler şeyler olurlar. Bu şekilde çevremizdeki maddi dünyanın kodlanmasıyla reklamlar bir bilmeceler evreni üretirler “deşifre” etmeden içine giremediğimiz bir evren, durup bir “çözüm” bulmamızı gerektiren bir evrendir. Levi-Strauss’un betimlediği gibi, kabilesel zihin için doğal dünya deşifre edilecek göstergelerle doludur. Doğanın sağladığı bu anlamsal evrenin yerini şimdi simgesel bir sistem alır: Kendisine “Doğal” statüsü hakkı verilen bir sistemdir. Reklamcılıkta, alışılmış bolluklarına karşıt olarak ürünlerin, insanların ya da dilin dışlanmasının, özneye kendisi için bir anlam üretmeye “özgür” olduğu izlenimi vermeye yaradığı açığa kavuşacaktır. Bu “üretim”in niçin fiilen “tüketim” olduğu anlatılırken özgürlük, reklamın kişiye verdiği bir konum olarak kalmaktadır90. Zira reklamlardaki orada bulunmayış, bizden bir şeyleri doldurmamızı, şakalar ya da bilmeceler bizden “şifre çözüp” “düşünmemizi” isteseler de, bu yorumbilimsel süreçler, reklamın bizzat kendi deşifrasyonu açısından sağladığı dikkatle belirlenmiş kanallarla sınırlı olmaktan öte, özgür değildirler. Bir bilmecenin sadece bir çözümü vardır. Orada bulunmayışlar ve şakalar, reklamcılığın temelden farklı özellikleri değildirler. Sigmund Freud, şakalar konusunda Theodor Lipps’den şu aktarmayı yapar: “Şaka, söylemesi gerekeni söyler, ama her zaman az sözcükle değil, çok az sözcükle yani, genel düşünme ve konuşma kalıpları ya da mantık açısından yetersiz olan sözcüklerle. Hatta, söylemesi gerekeni dillendirmeden de fiilen söyleyebilir”. 90 WILLIAMSON, Judith, Reklamların Dili, Ütopya Yayınevi, s. 73 101 Demek ki, şakalar bir orada bulunmayışı gerektirir; orada bulunmayan anlam ifade ediyor. Bir şakanın “ana noktasına,” kısa ve çatlak yüzeyinin arkasındaki şeye nüfus edene kadar, şaka saçma görünür. Gerçekten, şakanın esas özelliklerinden biri olan kısaltma kaçınılmaz olarak bir orada bulunmayışı, “tam” anlamın bulunmayışını, kısaltılan şeylerin bulunmayışını gerektirir. Bir reklamdaki fiili bir bulunmayış, sözel bir bulmacadaki gibi, daima bir şeyin, başka bir ifadeyle anlamlı bir şeyin orada bulunması gerektiğini ima eder.91 Bu nedenle, reklamlardaki şakalar ve bilmeceler, mizah ve eksik ifadelendirmeler, belirli boşlukların, atlanılan şeylere dolaylı göndermelerin bizi, reklam aracılığıyla ulaşılabilecek orada bulunmayan bir anlama ulaşma konumuna soktuğu reklamcılık örnekleridirler. Daha önce de belirtildiği gibi, bütün reklamlar göstergedir; fakat bazı reklamlar bize, bizzat reklamla göndergeyi kavrayabileceğimiz izlenimini verir. Anlamı oluşturmak zorunda olduğumuz böylesine açık göstergelerin varlığıyla bu tür reklamlar, daha az gösterge gibi görünürler; çünkü anlamlarını ulaşılabilinir durumda tutarlar; kendileri göndergeye giden fiziksel bir yoldurlar –ya da öyle görünürler- ve bu bizi gösterge ile gönderge arasındaki gerçek ilişkiyi değerlendirmekten, reklamların gerçek anlamlama sürecini anlamaktan alıkoyar. katıldığı Reklam dünyasına ne kadar çok karmaşık psişik sürecin görülmektedir; ve reklamlarda orada bulunmayışların ve bilmecelerin anlamlılığı, bu bilinçdışı süreçleri maskeleyen bilinçli bir faaliyet olanağını bize vermeleridir. Kendi apaçık anlamlarını bize gizli gibi, dolayısıyla da gerçek gizli anlamı saklayarak sunarlar. Đdeolojik bir sistem olarak reklamcılığın, anlamlandırma sistemlerini ve psişik süreçleri kendilerine mal etme yollarını incelendiğinde görülen odur ki; (reklamların şifresini çözmede hem göstergebilimin, hem psikolojinin değerli olmasının nedeni budur): Biz kendimiz gösterge, bir mübadele sisteminin parçası olduğumuz yerde, göstergebilim ile psikoloji alanları kaynaşır. Fakat bizim, şeyler düzeyine indirgenmiş, bir sistemin parçası gibi değil, böylesi sistemlerin kontrolünde ayrı, özgür gibi görünmemiz önemlidir. Göstergeleri deşifre etme sürecinde biz, anlamı keşfedenler olarak oluşturuluruz; ve gösterme sürecindeki belli bir saydamsızlığa, ötedeki mesaja bakar durumda tutan bilinçli bir faaliyetin içine sokuluruz; böylece yorumbilimsel ve sınırlı bir deşifre etmeye dahil edilmemize 91 WILLIAMSON, Judith, Reklamların Dili, Ütopya Yayınevi, s. 74 102 karşın, gösterme sürecinin kendisini gözden kaçırırız. Bizim aktif katılımımız, daha karışık, tercih edilmeyen bir katılımın farkındalığını olanaksız hale getirir. Reklamların biçimsel yapısının, maddi görünüşlerinin, özneyi göstermede, nasıl ideolojik işlev gördükleri anlaşılmaktadır. Bunun önemli bir yanı, görünüşünün arkasındaki bir gerçekliğe ya da anlama gönderme yaparak reklamın kendi içinde gizli inşasıdır: kendisinden başka hiçbir şeyi gizlenmeyen bir maske konumundadır. Saklı bir şeye işaret etmekle, ya da içinde bu bir şeyin açığa çıkarılabileceği orada bulunmayışlar bırakmakla bu tür reklamlar, bazen saydam görünmeseler de (deşifre edilmesi gereken), bütünsel saydamlığı hedeflerler: Kendi anlamlarıyla bire bir ilişkileri varmış gibi davranırlar. Bu, şimdiye kadar soruşturulan gösterenin bütün karmaşık işleyişini yadsır: Çünkü gösteren doğrudan gösterilene götürse, bir pencereden, gösterilene giden kendi kendini yok edici bir yoldan başka bir şey olmaz. Orada bulunmayışı, sözcük oyunlarını ve kaligrafiyi gerektiren reklamlar çok farklı gibi görünebilmelerine karşın, reklamın gösterge sisteminin doğrudan anlamlı bir gerçekliğe götürdüğü şeklindeki paylaşılan temel varsayımlarını görmek önemlidir. Basitçe zaten orada olanı temsil eder. Bu, reklamın herhangi bir şey yarattığını, sizi etkilediğini, anlamları çeldiğini yadsır. Fakat içinde bizim anlam ve düzene sahip bir dünyayı anlayabilen özgür aracılar gibi göründüğümüz; ve sonra bu düzen ve anlamın ideoloji tarafından belirlendiği ve dünyada fiilen ve zaten var olmadığı olgusunu karartan ideoloji için, önceden var olan ve bizim için ulaşılabilir olarak anlamlar, temsil eden olarak göstergeler düşüncesi çok önemlidir. Fakat bir gösterge kendisinin ötesine işaret ettiği zaman, kendi biçimi açısından dışsal bir otoriteye sahip bir görünürü ürettiğini iddia eder. Reklamlar, gerçekliği yorumlamakta olduğumuzu, reklamın çarpıtılmış bir ilişkiye değil, doğrudan bir ilişkiyle gerçekten gerçekliğe gönderme yaptığını duyumsamaya bizi yöneltirler. Đşin aslı, reklamlardaki göstergelerin bizim maddi yaşamımızdan çıkarılmış bir gerçekliğe gönderme yapmasıdır gerçek şeyler temsil edilir. Fakat bunlar, bu şeylerin yaşamımızdaki gerçek yerlerini göstermeyen simgesel bir sistem olarak düzenlenirler: yeniden yerleştirilirler, kendilerine ideolojik olarak yeni konumlar verilir, yeni bir şey ifade eder hale getirilir. Ürünler tüketildikleri kadar, yapılırlar da; fakat bu gizlenir. Đdeoloji, gerçek şeyler arasındaki imgesel ilişkilerin ifadesidir; ve bu yorumbilimsel reklamlarda, gerçek şeyleri gerektirdiği için gerçek anlamlar gibi görünen anlamları keşfederiz. Đdeolojinin ayrıntılarını çözüp açığa çıkartmanın bu 103 kadar zor olmasının nedeni budur: Gerçekliği temsil, sadece yeniden ifade ettiğini iddia ederken, onu sürekli yeniden yorumladığı için; ve gösterge kendisini gerçekliğin basit bir ifadesi olarak sunarken, ideolojinin saydamlık ve açıklık iddialarına katkıda bulunur.92 Reklamlarda yorumlama düşüncesinin ve orada bulunmayışı kullanmanın ideolojik bir işleve sahip olduğu ve bu şekilde ideolojinin özgürce hareket eden somut özneler yaratmaktan ibaret olduğu açıkça görülmektedir.Psikoanaliz alanıyla ilgili kısa açıklama özne olma sürecinin, dil dünyasına, simgeselin dünyasına girmeyle nasıl çakıştığını göstermektedir. Çünkü bir özne olmak, benlik ile diğerleri arasında bir farklılaşmayı gerektirir ve bu farklılaşma da anlamlamayı olanaklı kılan şeydir. Dil her zaman bir farklılıklar sistemidir. Toplumsal kimlik de öyledir. Lacan’ın çalışması, öznenin, önceden var olmaktan çok olarak nasıl biçimlendirildiğini gösterir: Kadın/erkek toplumsal alana ve dile aynı zamanda girer; çünkü bunların ikisi de simgeselin farklılaştırıcı alanına yerleşiktir. Özne farklılığı, diğeriliği, kendisi olmayan şeyi tanırken dünyadan koparılır.93 Bir öznenin nasıl yaratıldığıyla ilgili bu betimleme, reklamlardaki bir orada bulunmayışı doldurma düşüncesine açıkça çok uydundur; çünkü bir orada bulunmayış olmayan şeyle, çevresindeki nesnelerin olumsallıklarıyla da tanımlanır. Bu kesilip ayrılmış alana kendimizi sokmaya ve böylece simgesele girişimizi yenilemeye davet ediliriz. Reklamın içindeki şeyler bizi, orada bulunmayanı gösterir; orada olmayana, izleyiciye gönderme yaparlar. Bu, klasik bir temsil biçimidir: Gösterge, orada bulunmayanın yerine geçen orada bulunan bir şeydir. Reklamlarda orada bulunuş/orada bulunmayış oyunu, izleyicinin yerine geçtiği şeyin orada bulunanla ilişki içinde biçimlendiği simgesel bir dünya üretir. Đdeoloji, öznenin konumlandıran somut bir temsiller sistemidir: Bu konumu özgürlük konumu olabilir. Ve konum daima olumsallığa dayanır. Bir ilişkiler, farklılaştırmalar kümesi gereğince anlam ifade ederiz: Tıpkı sözcükler bir tümcede anlam ifade ettiği gibi. Hem bir orada bulunmayışı doldurmakla reklamın içinde, hem de onu deşifre etmekle reklamla ilişki içinde konumlandırılırız. Đdeolojik özgürlük yanılsaması, reklamların yorumlanma olasılığını sürekli elde tutmalarında görülür: Bir anlam 92 93 WILLIAMSON, Judith, a.g.e., s. 75 WILLIAMSON, Judith, a.g.e., s. 76 104 üretmede bilinçli olarak çalışabiliriz. Orada bulunanla orada bulunmayan arasında, gösterenle gösterilen arasında bir mübadele yaparız. Bu yorumlama üretilmekten çok tüketilir önceden belirlenen bir çözümü tüketmekten başka hakiki bir anlam üretmeyiz; çünkü gösterildiği gibi, süreç reklamın kendisi tarafından sınırlanır.94 Fakat simgesel, anlamlamayı olanaklı kılan farklılık, reklamlarda imgesel aynılıklarla daima kılık değiştirir. Orada bulunanın bulunmayanla, göstergeyi anlamla mübadele ederken reklamlar, ikisinin özdeşliğini ikisini aynı olduğunu varsayarlar. Hemen hemen bütün reklamlarda orada bulunanla orada bulunmayan arasındaki ilişki simetri gereğince eklemlenir: Gösteren, gösterilenin simetrik bir yeniden üretimidir. Bu simetri, gösterenlerin bütünüyle gösterilenin orada bulunmayan, fakat orada bulunan tarafından kusursuzca belirtilen yerine geçtiğini ifade edebilir. Başka bir ifadeyle, gösteren ile gösterilenin bire bir yer değiştirme ilişkisi içinde oldukları yerde, ikisinden biri, diğeri tarafından yeterli derecede temsil edilen orada bulunmayan olabilir. Bu seçenekler, bu bölümün bir iki altbölümünü karakterize eder. Fakat bu bire bir ilişkinin üçüncü yanı, göstergeyi göndergenin kendisiyle çökertme çabasında gösteren ile gösterilenin kaynaşabilmesidir: Bu, göstergeler ile şeyleri aynılaştıran kaligrafide görülür. Ne var ki, reklamlarda göstergeleri yerini aldıkları şeylere uygun hale getirme kendisinden bu şeylerin çalındığı ve yabancı simgeler şekline sokulduğu bizim kendi gerçekliğimizin yerini alan bir gerçeklik hakkını göstergelerin anlamlılığına vererek eğiliminin sadece aşırı bir örneğidir.95 94 95 WILLIAMSON, Judith, a.g.e., s. 76 WILLIAMSON, Judith, a.g.e., s. 76 105 BÖLÜM IV TOPLUMSAL VE GÖSTERGEBĐLĐMSEL AÇIDAN REKLAMLAR A) Reklamlarda Toplumsal Sınıf, Cinsiyet ve Kültür Etkisi Reklamlarda genellikle bireyin yaşamı, düşünceleri, eğilimleri, duyguları üzerine bilgiler aktarılır. Reklamı yapılacak ürünün hedef kitle tarafından satın alınabilmesi amacıyla gerçekleştirilen piyasa araştırmalarının temelinde de hedef kitlenin belirlenmesi vardır. Bu araştırmalar sonucunda, hedef kitlenin özellikleri, satın alma koşulları, satın alma nedenleri ortaya çıkarılır. Hedef kitle reklam iletisinin aktarımı sonucunda, ürünü satın alması doğrultusunda etkilenmesi amaçlanan kişi ya da guruplardır. Hedef kitle, ürünü kullanan, kullanmayan ya da az kullananların oluşturduğu genel hedef kitle ya da ürünü satın alan tanınmış, ayrıcalıklı, ünlü kişilerin ya da gurupların oluşturduğu hedef kitlenin kalbi biçiminde iki ayrı tanımlamaya gidilmektedir. Bunun dışında hedef kitlenin tanımlanmasında ele alınması gereken ölçütler de bulunmaktadır: Fiziksel ve toplumsal-ekinsel ölçütler. Hedef kitlenin yaşı, cinsiyeti, uğraşı, yaşadığı yer, ailesi ile ilgili nüfusbilimsel (demografik) bilgiler ve ilgi alanları ve tüketimleriyle Đlgili bilgiler fiziksel ölçütleri oluşturur. Đkinci grup ölçütler içsel ölçütlerdir. Bunlar aynı demografik toplulukta bulunan kişiler arasındaki yaklaşık nicel farklılıkların belirlenmesi ilkesine dayanan ve sonuçta hedef kitlenin yaşam biçimini, gereksinimlerini, benimsediği değerleri, ruhsal özelliklerini ortaya çıkaran ölçütlerdir. Birey yaşamı sürecince bu sözü edilen ölçütler doğrultusunda, tutumunu değiştirerek, kendisine reklam yoluyla sunulan yeni yaşam biçimini, yeni değerleri, yeni ürünleri benimsemiştir ve benimsemektedir. Reklam iletisinin oluşumu aşamasında, bireyin, hedef kitlenin tutumunu değiştirerek anlamların aktarımı önem kazanır. Çünkü reklamın amacı ileti yoluyla hedeflenen kitlenin tutum ve davranışlarında değişime neden olmaktır. Kelman tarafından ortaya atılan ve bireydeki tutum değişimiyle ilgili üç süreç bulunmaktadır: Uyma, özdeşleşme ve benimseme süreçleridir. Birey, bir ödüllenme ya da cezalandırma nedeniyle, bir başka deyişle etkileyici durumundaki kişi ya da grubun beğenisini kazanmak ya da olumsuz 106 tepkisinden kaçırmak amacıyla istenilen yönde tutumunu değiştirir ve iletiye ya da duruma uyar. Birey, beğendiği, benzemek istediği, iyi ilişkiler içinde olduğu kişi ya da grupların davranış biçimlerini örnek alır, benimser. Bir bakıma, birey diğer kişi ve grupla özdeşleşir, kendini onlara göre tanımlar. Benimseme sürecinde ise, birey, kendine aktarılan iletiye Đnandığı zaman belli bir tutum değişikliğine gitmektedir. Bu süreçler dolaysız biçimde bireyin reklam iletisi karşısında tepkisini değiştirmektedir. Bireyin, hedef kitlenin tutum değiştirme, karar verme sürecini etkileyen bir diğer ölçüt ise iletiye katılımıdır. Birey, satın almaya karar verme sürecinde, ürünle ilgili bilgiye ulaşabiliyor, etkin biçimde ürünü izleyebiliyor, diğer markalarla karşılaştırmaya gidiyor ve ürünü kullanarak en iyi sonucu elde etmek istiyorsa, reklamı yapılan ürün ya da hizmetle ilgili bilgiye en yüksek düzeyde katılıyordun Tam tersi durumunda ise. birey, ürünle ilgili bilgiye saymaca biçimde ulaşabilir, edilgen biçimde öncelikle ürünü satın alıp daha sonra özelliklerini diğer markalarla karşılaştırıyor ve kendine sunulan ürünü olduğu gibi benimsiyordur. Bu düşük düzeyde reklama katılımın göstergesidir.96 Tüm bu ölçütler doğrultusunda, iletişim ve teknoloji alanındaki gelişmeleri de göz önünde bulundurarak, reklam iletisinin bireyin, hedef kitlenin değer yargılarına, yaşam biçiminde, tüketiminde ve satın alma alışkanlıklarında köklü değişiklikler ortaya çıkardığı bir gerçektir. Günümüzde hedef kitle edilgen bir bilgi alıcısı değil, yenilik ve gelişmeleri izleyen, toplumun ve çevresindeki dünyayı gözlemleyen, yorumlayan ve eleştiren biridir. Reklamları da aynı biçimde değerlendirir ve tepki verir birey. Bu nedenle klasik reklam anlayışının aşılıp, tüketicinin odak noktası olarak benimsendiği reklamlara yönelinmektedir. Böylece hedef kitle yalnızca reklamı yapılan ürün üzerine bilgilenmeyecek ayrıca reklamda amaçlanan tutum ve davranış değişikliğini gerçekleştirecektir. Đşte bu bağlamda, reklamda doğru, etkili bir ileti kurgulayabilmek amacıyla, hedef kitlenin belirlenmesi gerekmektedir. Hedef kitlenin bu ölçütlerle belirlenmesine göre, reklamda bazı yaklaşımlar ve buna bağlı reklam türleri ortaya çıkmaktadır. 96 GÖKSEL,Bülent, Pazarlama Đletişimi Açısından Halkla Đlişkiler ve Reklam,Yayınevi Yay.,Đstanbul,1997, s.105 107 Hedef kitle tutum ve davranışlarını değiştirme sürecinde, öncelikle, ileti okunur, algılanır, benimsenir ve daha sonra ise, anımsanır. Bu süreçte, bireyin iletiden etkilenmesi söz konusudur. Bu etkilenmenin birçok nedeni olabilir. Bunlar arasında bireyin hem kendi fiziksel hem de kültürel özelliklerini sayabiliriz. Đletişimde özellikle de reklam iletişiminde, hedef kitlenin cinsiyeti, iletinin oluşumunu etkileyen önemli öğelerdendir. Günümüzde, kadınlar erkeklere oranla satın alma konusunda daha kolay ikna edilmektedir. Çünkü toplum, kadınlardan kimi duygularını bastırarak daha yumuşak, daha az iddiacı, daha sevecen olmalarını beklemektedir. Nüfusbilimsel etmenlerden cinsiyet, satın almada önemli işlev görmektedir. Kimi ürünler erkeklere, kimi ürünler kadınlara, kimileri çocuklara yöneliktir. Bunun nedeni, ürünleri satın alma kararını verecek kişinin cinsiyetinin ürüne göre değişime uğramasıdır. Gerçekleştirilen araştırmalarda, bireylerin, birbirlerinin etkilemek amacıyla, karşı cinsin ilgi alanına göre ürünlere yöneldiklerini ya da yalnızca kendi ilgi alanına giren ve beklentilerine seslenen, gereksinimlerine yanıt veren ürünleri satın alma amacıyla eyleme geçtiklerini vurgulamaktadır. Reklamı yapılan ürünü satın almaya karar verecek kişinin cinsiyeti bu noktada önem kazanır. Bu bölümde ayrıca, cinsiyeti belirlenen reklam iletisindeki hedef kitlenin yaşı üzerine de yaklaşık bilgi vermeye çalışılmaktadır. Çünkü değişik yaştaki bireyin, değişik istek, beklenti ve zevkleri vardır. Yaşına uygun biçimde neyi satın alacağı konusunda, ne seçeceğine karar verebilir birey. Ancak her aynı yaş grubundaki bireyin ortak zevk ve istekleri aynı değildir. Diğer etmenler, satın alma kararında bireyi etkilemektedir.97 Endüstrileşmenin geleneksel yapıları çözdüğü, çarpık kentleşmenin yaşandığı ve bireylerin yalnızlığa itildiği ya da yalnızlığı yeğlediği yüzyılımızda, kimi tüketim maddeleri ve markalar, bireyin toplum içinde istediği, düşlediği konuma ulaşmasına, yeni yaşam biçimleri benimsemesine ve simgeler, düşler aracılığıyla yaşadığı dünyayı anlamlandırmasına yardımcıdır. Bu süreçte, reklamların etkisi Đse yadsınamaz. Reklamların etkisiyle, birey, gelir düzeyini, ekonomik durumunu düşünmeksizin, reklamda kendine sunulan düşsel dünyaya girmeye ve o ürünü tüketmeye çabalar, o markayla, ürünle özdeşleşmeyi amaçlar. 97 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.127 108 Reklam iletisi kurgulanırken, hedef kitlenin ekonomik durumu genellikle eğitim durumu ve uğraşıyla koşut biçimde ele alınır. Çünkü iyi bir uğraşı olanın gelir düzeyinin de o derece iyi olacağı varsayılır. Bu durumdaki bireyler daha çok ürünün niteliğini önemser; onlar için ürünün ederi niteliğinden sonra düşünülecek bir özelliktir. Çözümlemede, hedef kitlenin ekonomik durumu üç gelir düzeyine göre ele alınmalıdır: Üst düzey geliri olan hedef kitle; orta gelir düzeyindeki hedef kitle ve alt gelir düzeyindeki hedef kitle. Bir başka deyişle, A, B ve C gurubu gelir düzeylerine göre reklam iletilerinin irdelenmesi gerekmektedir. Çözümlemede, ayrıca, bilindiği gibi, reklam iletilerinin olası tüketici ya da hedef kitle tarafından okunması, algılanması ve daha sonra anımsanması üzerinde yoğunlaşılması gerekmektedir. Bu bağlamda, reklam iletilerinde gerek dilsel gerek görsel öğeler aracılığıyla, görüntüyü, iletiyi okuyana bir tür seslenme, yönelme gerçekleşmektedir. Bu tür seslenmeler, bireyin dikkatini reklam iletisine odaklamasını ve iletiyi algılamasını sağlamaktadır. Algılamanın herhangi bir olayı ya da nesneyi duyular aracılığıyla dokunarak, tadarak, koklayarak, görerek ve duyarak tanımak, bir başka deyişle duyumsamak olduğunu bilinen bir gerçektir. Algılamada diğer iki süreç ise, simgesel ve duygusal süreçlerdir. Birey, genellikle, bir nesneyi ya da kişiyi algıladığında onu yalnız belleğindeki geçmiş izlenim ve simgelerle birleştirmekle kalmaz, ayrıca bu nesne ya da kişi onun duygularına da seslenir. Bireyin algılamanın bu süreçlerinden geçerek belli bir seslenme biçiminin olması gerekmektedir. Seslenme biçimi, iletinin yöneldiği kişileri ve bu kişilere yönelme biçimini açıklar. Reklam iletisinde, iletide yer alanın varlık derecesini değil, varlık biçimini de göz önüne alarak seslenme biçimleri irdelenecektir. Sonuç olarak reklam iletilerini hedef kitle açısından çözümlerken, seslenme biçimlerinin de ortaya çıkarılması gerekmektedir. Üç değişik seslenme biçimine göre ele alınmaktadır: Benöyküsel, senöyküsel ve elöyküsel. Benöyküsel seslenme biçiminin benimsendiği Đletilerde, aktarılan olay örgüsü bir ölçüde ya da tümüyle iletideki kişi tarafından yaşanmış ya da düşlenmiş izlenimi verilir. Bu tür seslenme biçimi dilsel iletide kendini birinci tekil kişi kullanımıyla gösterir. Görsel iletide ise, olayı aktaran kişiye görüntüde yer verilerek ve tanıklığından yararlanılarak benöyküsel seslenme biçiminin varlığı kanıtlanır. 109 Senöyküsel ya da özöyküsel diye tanımlanan seslenme biçimine göre, reklam iletisinde, anlatıcı ya da iletiyi aktaran kişi ya da nesne, görüntüyü alımlayan ve algılayan kişiye, okuyucuya ya da hedef kitleye seslenir. Dilsel iletide ikinci tekil kişi kullanımı senöyküsel seslenme biçiminin kanıtıdır. Görsel açıdan, tüketiciye yönlendirilmiş bir parmak, bir ok bu tür seslenme biçiminin göstergesidir. "Sen hala annenin margarinini mi kullanıyorsun?" dilsel iletisinde bu tür seslenme biçimi söz konusudur. Elöyküsel seslenme biçimi, dilsel iletide üçüncü tekil kişinin varlığıyla kendini gösterir. Đletiyi aktaran belli bir kişi yoktur. Reklam iletisinde nesnenin kendi başına sunumu, görsel iletide, bu seslenme biçiminin göstergesidir. "Đnsanın kendini yeniden üretmesine ayrılmaz biçimde bağlı olan ve toplumsal yaşamın en önemli alanlarından biri ya da insanın yiyecek, giyecek, mesken, dinlenme ve sağlık gereksinimlerini karşıladığı maddi ve kültürel çevre" biçiminde tanımlayabileceğimiz yaşam biçimi üzerine gerçekleştirilen araştırmalar, genellikle, tüketici ya da izleyici görünümlerini çıkarmak ve türdeş sınıflandırmalarını yapmak amacındadır. 1960’larda Amerika'da ortaya atılan bu tür araştırmalar, hedef kitlenin tutumları, ilgi odaklan, düşüncelerini sınıflandırırken, yaş, cinsiyet, uğraş ve durumuyla ilgili bilgileri de açığa çıkarır. Araştırmalar sonucunda, toplumda varolan yaşam biçimleri belirlenip, bu yaşam biçimlerinin gelişimini görselleştiren yatay ve dikey eksenler aracılığıyla haritalar çizilmiştir. Yaşam biçimlerini araştıran ve benimseyen Fransa'da da 1968'lerde durum aynıdır.98 Bu göstergesel nitelikli harita reklamcılar için oldukça yararlı bir araçtır. Araştırmacılar, evrensel bir reklam iletisi yoktur ancak, ikna edilecek ya da ürüne yönlendirilecek kişilerin yaşam biçimlerine göre kurgulanmış ileti biçimleri vardır diye vurgulamaktadır. Bu nedenle, bireyin güdülenmeleri, düşünme biçimleri ve davranışlarına göre iletinin içeriğinin hazırlanması gerekmektedir. Örneğin kimi reklam iletilerinin içeriği ürün yararı üzerine kimilerininki ise düşler, mitler üzerine kurgulanmıştır. Fransa'da Cathelat ve Cadet tarafından gerçekleştirilen çalışmalar sonucunda, hedef kitleyi, düşünme biçimleri, nüfusbilimsel ve içsel ölçütlerine göre beş ayrı toplumsal yaşam biçim gurubuna ayırmışlardır: Etkinler, maddeciler, 98 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.129 110 tutucular, farklılar ve beniçinciler. Bunlar dört ayrı kutupta, bağlamda ortaya çıkar: Zevk, tutuculuk, çağdaşlık ve ciddiyet.99 Şekil 8 : Hedef Kitlenin Toplumsal Yaşam Biçimleri Çizelge yaşam biçimlerini görselleştirerek, özelliklerini algılayabilmemize olanak vermektedir. Çizelgede, Zevk dikey ekseninde yer alan etkinler, güç ve liderlik arayışında; çalışkan ve gerçekçi; ilerlemeye inanan; toplumsal sorunları aşabilen; işinde ve işyerinde rekabeti seven; teknolojiyi yakalamış; reklam, magazin ve kamuoyu üzerine bilgisi olan; çağdaş ve seçkin biçimde yaşamayı seven; yaşam biçimini ortaya koyan harcamalar yaparak tanınmış ürünler almayı yeğleyen kişilerdir. Bu gruptakiler girişimciler ve militanlar (toplumsal, politik sendikal sorumluluklarının bilincinde, yararlı olmak isteyen, enerjilerini toplumu kalkındırmaya adamış, rahata meraklı kişiler) olarak ikiye ayrılır. Çizelgede, Tutuculuk ve Çağdaşlık yatay ekseninde ancak Tutuculuk tarafında kendini gösteren maddeciler, orta gelir düzeyi olan; politikaya ilgili; ulusal birliğe, devlete bağlı; evini seven ve huzuru, mutluluğu, güvenliği evinde arayan; etkinlikten hoşlanmayan; eskiye ve geleneklerine bağlı; alışkanlıklarından kolay vazgeçemeyen; gelir düzeyine göre harcamayı yeğleyen; kimi zaman hiç harcamayan ve evine, kendisine yalnızca 99 99 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.131 111 gerekli olanları satın alan ve geleceği için para biriktiren kişiler bu gruptadır. Bu grup, kendi içinde, geleneklere bağlı; kendi yararları doğrultusunda çaba harcayan, ve yararlarına göre ürün satın alan yararcılar, bireyci, toplumsal ve politik yaşama ilgisiz beklegörcüler ve düzen ve dengeye bağlı; sporu işini seven; ayrıcalıklarını koruyan örneklikler olarak üçe ayrılmıştır. Çizelgede, Ciddilik ve Tutuculuk eksenlerinin kesişme noktasında yer alan Tutucular, en ufak hoşuna gitmeyen olay karşısında tepki veren; işleri oluruna bırakmayı sevmeyen ve üstüne giden; disiplin ve yetke yanlısı; ataların değerlerine ve ilkelerine geri dönmeyi isteyen; kötümser; seçkin olmayı isteyen; kendi ekinsel değerlerine bağlı; genelde bir iş yerinde küçük bir patron ya da orta kademede yönetici olabilen; azınlık olduğunun bilincinde; uzun süre dayanıklı ürünleri satın alan; hatta miras kalabilecek türden olanları satın almayı yeğleyen; paranın çabası sonucu elde edildiğine inanan kişiler. Bu gruptakiler, ekonomik serbestlik girişimcilik yanlısı, anaparalarını bağnazlıkla yöneten sorumlular, tümüyle ulusuna, dinine bağlı; teknolojiye karşı çıkan ve aile ortamından dışarı çıkmayan bağnazlar ve iş, aile, ulusuna bağlı; toplumun ve ulusun ilerlemesi karşısında endişeli; disiplin ve düzen yanlısı ahlakçılar olarak üçe ayrılır. Çizelgede Çağdaşlık yatay eksenine bağlı yer alan farklılar ise. özel yaşamlarına her şeyden önce tutkuyla bağlı; toplumsal yaşamlarında ve uğraşlarında olabildiğince diğerlerinden uzak; kitle iletişim araçları tarafından bilgilendirilmiş; öncü, açık düşünceli ve gerçek ya da düş dünyasında gezmeyi seven; uyuşturucu kullanabilecek ve intiharı düşünebilecek özellikte; macera, bilim-kurgu, görsellik, çizgi roman ve genellikle hız meraklısı bu kişilerin yaşam biçimi gençler, öğrenciler, aile ya da belli bir sınıfa bağlı olmayan, aşırı boş zaman harcayan, her şeyden zevk almayı seven kişiler tarafından benimsenir. Bu grup, çıkarcılar, amatörler ve özgürlükçüler olarak üçe ayrılır. Zevk ekseninde yer alan beniçinciler, düzen ve devletin korunması yanlısı; işlerini tehlikeye atacak her türlü tehlikeden kaçan; bir toplumsal yer edinmek isteyen; bir otomobil düşü kuran; sinema gibi toplumsal etkinliklerde bulunan bu kişilerin yaşam biçimleri, genelde genç, eğitim düzeyi düşük, işsiz kişiler tarafından benimsenir. Bu nedenle, bu kişiler kötümser, iyi yaşayanları eleştiren, yokçu (nihilist) ancak gizlice moda olan, gösterişli ürünleri satın alan kişilerdir. Uyanıklar, korumacılar ve gösterişçiler biçiminde üçe ayrılır. 112 1994'de, yaşam biçimleri üzerine gerçekleştirilen yeni bir araştırma sonucunda, haritada değişimler ortaya çıkmıştır. Đlk durumunun ve eksenlerin korunduğu yeni haritada, yaşam biçimlerinin kimi özellikleri ve adları değişmiştir. Bu haritaya göre 6 yaşam biçimi belirlenmiştir: Maddeciler, hırslılar, gezginler, kabuğundan çıkmayanlar, önemli kişiler ve etkinler. Ele alınan yaşam biçimleri doğrultusunda, tüketicinin satın alma sürecine gelmesi ve ileti aracılığıyla belli bir eyletim gerçekleştirerek satın alma eylemine tüketiciyi yönlendirebilmek için ne tür görsel ve dilsel iletilerin kurgulanması gerektiği ortaya çıkmaktadır.100 Reklam iletisi, tüketicide ürüne karşı belli bir istek yaratmak amacındadır. Tüketici, bir ürünü ya da hizmeti gereksinimi çerçevesinde satın almak ister. Reklam, bu bağlamda, ele aldığı ürün ya da hizmetleri hoşa giden tarafları ile tanıtarak kişilerde yeni gereksinimler yaratmayı, varolan gereksinimleri güçlendirmeyi amaçlar. Bireyin ya da tüketicinin gereksinimlerini ele alan reklam iletişiminde birçok algılama yöntemi geliştirilmiştir. Bunlardan en çok vurgulanan ve gereksinimi öncelikle irdeleyen yöntem, sırasıyla tüketicinin iletiye dikkatinin çekilmesi ve ilgisinin uyandırılmağı, belli bir istek yaratılması, tüketicinin ürünü satın alma eylemine yönlendirilmesi ve sonuçta ürünün kullanımından tüketicinin alacağı tatminin gerçekleştirilmesi vurgulanmaktadır. Gereksinim gerçekte bireyin duyumsadığı fizyolojik ya da içsel bir eksiklik sonucunda ortaya çıkan bir güç biçiminde tanımlanabilir. Bu tür eksikliklerin duyumsanması, bireyi güdüleyerek, eyleme geçirir. Bireyi güdüleyen birer güç olarak varsayılan gereksinimler, doğuştan bireyde varolan fizyolojik gereksinimlerdir. Bunlar yiyecek, su, hava,. cinsellik gibi bireyin yaşamına sürdürmesinde temel nitelikli, ilkil gereksinimlerdir. Daha sonradan bireyin yaşadığı çevrede, toplumsal ve ekinsel öğelerle edindiği seçkinlik, güç, sevilme, öğrenme gibi ikincil nitelikli gereksinimlerdir. Bu gereksinimler ünlü ruhbilimci Abraham Maslow tarafından piramid biçiminde görselleştirilmiştir. Bu piramidin en altında yer alan gereksinimleri karşılamadan birey, bir üst düzeye geçememektedir. Çünkü birey ancak gereksinimini karşıladığında bir üst gereksinimi düşünebilmektedir.101 100 101 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.133 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.134 113 Şekil 9 : Abraham Maslow’un Gereksinimler Piramidi Bireyin değişik gereksinimlerine seslenen reklam iletileri türlü ürünlere uygulanmaktadır. Örneğin fizyolojik gereksinimler ilaç, sağlıkla ve rejimle ilgili ürünlerde; güvenlik gereksinimleri sigorta, alarm sistemleri, emeklilikle ilgili ürünlerde; ait olma gereksinimleri giyim, toplumsal demekler, içeceklerle ilgili ürünlerde; benliğe yönelik gereksinimler otomobil, kürk, kredi kartı ile ilgili ürünlerde; kendini gerçekleştirme ise hobiler, öğrenim ve gezinti ile ilgili ürünlerde ve hizmetlerde yararlanılır. Bireyin sonradan edindiği, öğrendiği gereksinimleri arasında başarma, bağımsızlık, düzenlilik, yardım etme, saygı duyulma gibi gereksinimleri sayabiliriz. Tüm bu gereksinimler reklam iletisinde kullanılır. Örneğin, gazetede karşılaştığımız "Dardanel Ton Gold" reklamındaki "Hayattan zevk almasını bilenler için çok özel" iletisi ve alt-yazıdaki "En seçkin ton balığından, saf zeytinyağı ile..." iletilerinde, "Hayattan zevk almasını bilmek", "En seçkin" sözcüklerinin kullanımı belli bir toplumsal yeri simgeleştirmektedir. Ayrıca görselde yansıtılan şarap kadehleri ile yaratılmış, hafif bulanık, romantik ortam ve logonun seçkinliği, zenginliğin göstergesidir. Kullanılan sarı renk ise seçkinlik, "seçkin bir topluluğa üye olma" anlamlarını iletiye yüklemektedir.102 Đmgesel kimlik üreticileri olan reklam yazarlarına göre kadınlar en iyi tüketicilerdir; özellikle güzellik ürünlerinin satış kampanyalarında kadın bedeni, 102 KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, a.g.e., s.135. 114 sergilenmek üzere süslenmeye hazır bir meta olarak görüldüğü için kadın, bedenini önce kendisine sonra da erkeğe beğendirmekle adeta yükümlüdür. Kadının toplumsal gücü cinsiyetini kullanma gücüyle sınırlandırıldığı sürece kadın bedeninin fetişleştirilmesi kaçınılmazdır. 1920'li yılların kadın dergilerinde açıkça egemen olan bu "kendi kendini fetişleştirme" söylemi diğer mitsel sövlemler gibi kendi tarihsel konumunu reddettiği için sonsuz bir doğallık görüntüsü altında günümüzde de canlılığını sürdürmektedir. K.Marx'ın "insanlar arasındaki en doğrudan, doğal ve gerekli ilişki"nin erkek ve kadın ilişkisi olduğu yolundaki görüşünü destekleyen Simone de Beauvoir, kadınlar hakkındaki mitleri ve gerçekleri incelediği Đkinci Cins adlı kitabında "kadın nedir?" sorusunun yanıtını arar. Bu sorunun mitsel yanıtında insanlık iki cinse ayrılmıştır; kadın gizemli, sonsuz ve ölümsüz dişi olarak erkekten farklıdır, öteki cinstir. Erkeğin birinci elden deneyimleri mitsel Öğretiye ters düşerse yanlış olan, değişmesi gereken gerçek kadındır. Çünkü mit sorgulanmaya, değişime konu olduğu anda güvenli açıklamalarıyla sığınak olmaktan çıkar. Gerçeklerle olan uyumsuzlukları gidermek üzere zıtlıklara, keskin tanımlamalara başvuran mitsel söylem kadına "iyi" ve "kötü" etiketleri yapıştırır. Anne ve bakire iyidir, kötü kadın ise cinselliği ile erkeğin başını döndüren acımasız şeytandır.103 Kitle iletişim araçlarında yer alan insan görüntülerinin gerçeklikle olan ilişkileri ikonik göstergeler boyutu içinde incelenmektedir. Umberto Eco, gerçeğin hareketli, renkli ve sesli yansımaları olan televizyon görüntülerinin ister dramatik ister belgesel / haber kurgusu içinde olsun "kendi kendisi yerine durma", "kendisini sunumlama" özelliğinden ötürü ikonik göstergeler olduğunu belirtmektedir. Đkonlarla olan ilişkimizde elimizde var olan gösterenin yani göstergenin maddesel biçiminin, gösterilene yani göstergenin kavramsal yanına benzerliğini baştan onaylamışsak, algılama ve tutum geliştirme sürecimize bir yargıyla başlamış oluruz. Mitsel ve gerçek kadın imgelen konulu bu incelemenin gündelik yaşamlarımızda bizi birlikte kuşatan kitle iletişim araçları, önyargılar ve kadın sorunları alanlarını kapsamasının kaçınılmaz olduğunu düşünülmektedir. “Kadını konu alan kitle Đletişim araştırmalarında radikal, liberal, Marxist ve sosyalist olmak üzere belli başlı dört yaklaşımdan söz edilebilir. Radikal feminist yaklaşım, kadınların kendi kitle iletişim ortamını yaratmaları yolunda alternatif 103 TÜRKOĞLU,Nurçay, a.g.e., s.76 115 araçlar önerir; kadın videosu, kadın televizyonu, kadın filmleri gibi. Liberal feminist yaklaşımda ise varolan sistem içinde belirli değişiklikler önerilir. Küçük şıklıklardır bunlar: renkli kadın dergilerinde karşımıza çıktığı gibi orgazm yollarını çeşitlendirerek özgür sekse, annemizin margarinini kullanmayarak özgür mutfağa erişebilir ve özgürleşebiliriz. Marksist feminist bakış açısı ise kapitalist üretim sürecinin toptan değişimini öngördüğü Đçin kadının izleyici, konu ve yaratıcı olarak imgesellik ve gerçeklik boyutlarındaki toptan değişimi söz konusudur. Sosyalist feminist yaklaşım, toplumdaki cinsiyet, sınıf ve ırk ayrımcılığı yapan baskıcı kurumların ortadan kaldırılmasını önerir. Bu yazının çerçevesini kuramsal bir saptama olarak çizdiğimiz için kendi yaklaşımımızın adını en başta dile getirmeyi uygun görmemekle birlikte, kadının da erkeğinde kendi tarihinin öznesi olma yolunda çaba göstermesi gerektiğine inandığımızı söylemekle yetinelim.”104 Toplumsal sistemin bir parçası olarak kitle iletişim araçları bunu dile getirseler de getirmeseler de toplumsallaşma aracı olma işlevleri ile karşımızda durmaktadırlar. Önyargılar bir başka söyleyişle kalıplaşmış tutumlar algılamayı kolaylaştıran ancak yeni bakış açılarına karşı bir kalkan görevini üstlenen ve bu nedenle de çoğunlukla yanlış imgelerden başkasına geçit vermeyen algı kapısı bekçileridir. Kadın sorunları ise kadının toplumsal cinsiyetine odaklanmamızı gerektirir. Kadın ve erkek olarak toplumsal cinsiyetlerimizin önyargılardan bağımsız ele alınamayacağını ve bu önyargıların toplumsal aracılar tarafından canlı ve geçerli kılındığını düşünülürse kitle iletişim araçlarındaki kadın imgelerinin gerçekliğini anlama yolunda bir adım daha atılmış olacaktır. Önyargılar zaman içinde değişikliklere uğrayabilir ya da yerini başka önyargılara bırakabilir. Kitle iletişim araçları toplumsal değişme süreci içinde kadınlarla ilgili önyargılı imgeleri hem desteklemek hem de değiştirmek gücüne sahiptir. Kitle iletişim araçlarının etkileri ile ilgili araştırmalarda 1930'lu yıllardan başlayarak bugüne dek birbirinden farklı pek çok görüş ileri sürülmüştür. Türkçe'deki çeviri ve özgün pek çok kaynakta bu etki araştırmalarının özeti bulunmaktadır. Burada, kitle iletişim araçlarının egemen kültürü pekiştirmek, desteklemek yolunda işleyebileceği gibi eleştirel tavırlarla değiştirici ajan olarak da çalışabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Hedef izleyici kitlesini olabildiğince geniş tutmaya çalışan her bir kitle iletişim aracı, her bir gazete, dergi, televizyon ve radyo kanalı zıt uçlardaki bu iki farklı tavra da değişik oranlarda yer vermektedir. 104 TÜRKOĞLU,Nurçay, a.g.e., s.77 116 Cinsiyet temeline dayanan izleyici sınıflandırmasında hedef izleyici kitlesi kadın ve erkeklerden oluşmaktadır. Đzleyicileri ideolojik görüşleri temelinde sınıflandırmaya çalışılırsa kabaca tutucu, radikal ve karşıt görüşlere sahip izleyicilerle karşılaşacağı varsayılabilir. Siyasal karar mekanizmalarında söz sahibi olanlar yani politikacılar, yöneticiler, örgütler, kamuoyu önderleri de kitle iletişimden yararlanan izleyiciler arasındadır. Đzleyicilerin tüketici kimlikleri ise -tek başına olmamakla birlikte- en çarpıcı biçimiyle reklamların hedef kitlelerinde karşımıza çıkmaktadır. Erkek dünyası olarak ön kabul gören çalışma yaşamı ve siyaset alanları karşısında kadınsı değerler her zaman ikincil öneme sahip olmaktadır. Sonuç olarak radyo ve televizyonun, kadın ve erkek ilgi alanlarını birbirinden ayırmak yoluyla cinsel farklılıkları destekledikleri ortaya çıkmaktadır.105 “Altkültür” kavramı, araştırmacıların her zaman ilgisini çeken bir kavram olmuştur. Ancak kullanımında sorunlar yaşanmadığı söylenemez. Örneğin, fazla kullanılması ve belirsizlik bazı analizcileri onun değerini yeniden düşünmeye sevk etmiştir. Buna ek olarak, Fine ve Kleinman bu terimin en az dört önemli sınırlılığından söz etmektedir. Bunlar, altkültür ile alt-toplum kavramları arasındaki karışıklık; altkültür için anlamlı bir göndergenin yokluğu; kavramla bağlantılı olan homojenlik ve yerleşiklik; değerler ve merkezi temalar açısından altkültürleri tanımlamaya gereksiz yere verilen önemdir.106 Bu tür sınırlılıklara karşın, genç ve/veya öğrenci davranışını araştıranlar, yıllardır analizlerini düzenlerken tekrar tekrar altkültür kavramına bağlı kalmışlardır. Bu uygulama geçmişteki pek çok çalışmada olduğu kadar, daha yakın tarihli çalışmalarda da sürmüştür. Dick Hebdige’ın Đngiliz işçi sınıfı altkültürleri üzerine sürdürdüğü çalışma gençlerin altkültürleri ile kitle kültür endüstrileri –özellikle de rock müzik endüstrisiarasındaki ilişkinin analizi için çığır açan bir temele sahiptir. Hebdige sağlam ideolojilere sahip altkültürlerin derin düzey yananlamları ifade eden simgeleri nasıl kullandıklarını göstermiştir. Maddi kültürü anlamlarla kaynaştırarak altkültürler, 105 106 TÜRKOĞLU, Nurçay, a.g.e., s. 76-81. GOTTDIENER, Mark, a.g.e., s279 117 ayrıca modanın, müziğin, uyuşturucuların, yiyeceklerin kullanımını da içeren zengin ayrıntılara sahip ve anlamlı grup yaşantısı ile karşılıklı etkileşimsel davranışları, grup üyeliğini vurgulamak için yaratmaktadırlar. Kültürel yaratılışın göstergebilimsel sürecini örneklemek için iki altkültür kullanılabilir. Kullanım yolu ile punk altkültürü, kilitli iğneler gibi sıradan nesneleri muhalif ideolojilerinin grafik belirtecine dönüştürmüştür. Punklar, ayrıca altkültürün gösterge araçları olarak kullanılan “pogo” dans stili gibi yeni anlamlama nesneleri yaratmışlardır. Bir diğer örnekte, Rastafariyanlar, daha önce hiç görülmemiş olan “dreadlock”, “skanking” dans biçemleri ve “dub” müzik gibi yeni gösterge araçları yaratmışlardır. Ayrıca, daha önce var olan reggae müzik ve organik gıda gibi kültürel anlatım biçimlerini de Rastafariyan ideolojinin gösterge araçlarına yan anlamsal açıdan dönüştürmüşlerdir. Her iki kültürel yaratılış da –eski nesneler için yeni simgesel bağlamlar ve yeni gösterenleri olan yeni nesneler- oldukça yenilikçidir ve her ikisi de yananlamların genel dönüşüm süreci ile maddi kültürün altkültürel ideolojiyi anlatan yeni gösterge araçlarına dönüşümüne dayanmaktadır. Kitle kültürüne toplumsal göstergebilimsel yaklaşım, yukarıda belirtildiği gibi, kültürel düzeyler arasındaki ilişkileri inceler. Kitle kültürü endüstrileri, yeni esinler ve ürünler için kullanıcıların yaşanmış deneyimlerinin ürettiği kültürel yaratışa dayanır. Altkültürler de kitle kültürüne muhalif ya da uzlaşmacı ideolojilerle yanıt verirler. Kullanım değeri, değiş tokuş değeri ve gösterge değeri döngüsü, bazıları dünyanın başka toplumlarında var olabilecek kitle kültür endüstrileri ile altkültürler arasındaki ilişkiyle iç içedir. Böylece, altkültürel gösterenler kitle kültürel üretimin küresel süreçleri sonucunda ithal edilebilir, ihraç edilebilir ve saflaştırılabilir. Postmodern kültür analizcilerine göre, bu anı nitelendiren şeyler: 1- Reklamların mantığının bütün kültürel biçimlere hükmetmesi; öyle ki gösterenler hızla tüketici kitlesinin beğenisini kazanıp yitirirken, hızlı ürün dolaşımı göstergelerin yanı sıra sermayenin de dolaşımını sağlar; 2- Đdeolojik ayrıklıkları göz ardı eden bir perdeleyici eklektizm içinde kültürel biçemlerin bir araya getirilmesi, ön aşama hali ve çöküşü; 118 3- Kültürel yaratımı simgeleyen gösterenlerin özgürce işleyişi olarak ifade edilen farklı olanın baskılanması. Derin-düzey anlamlar ya da gösterilenler artık yoktur, çünkü kültürün bütünü, çoğaltma yoluyla öykünmenin ve üst gerçekliğin yalnızca yeniden üretilmesidir.107 Örnek olayların incelenmesi, postmodern gözlemcilerinin savlarının sınırlı olduğunu göstermektedir. Bunlar kullanım, değiş tokuş ve gösterge değerinin üçlü ilişkisini ve altkültürler ile başat kitle kültürü arasındaki nispeten otonom ilişkiyi ihmal etmektedirler. Kısacası, postmodern eleştirmenleri –kendi kendileriyle çelişen bir durumda- farkın yaratılması için gereken radikal ve çoksesli temeli yakalayamayacak bütünleştirici ve genelleştirilmiş bir kültür (ya da altkültür) savunurlar. Ayrıştırıcı modelin ileri sürdüğü gibi, tam aksine, anlam yaratılması ve nesnelerin anlatım simgeleri olarak kullanımı gevşek denetimli işlevlerdir ve bunlar, bir yandan çoğu zaman çatışmakta olan çokanlamlı farklılık kaynaklarıyla, diğer yandan da endüstrinin kitle pazar simgeleri yoluyla anlama hükmetme çabalarıyla doludur. Derin düzey gösterilenlerinin tümden yok olduğuna ya da modanın hızla değişen mantığının sırf her bir aşamada tüketici seçeneğini değiştirmek amacıyla tüm bireyleri asla son bulmayan biçemsel döngülere iteklediğine inanmak yanlış olur. Özellikle gençlerin altkültürlerine yönelik araştırmalar, kodlanmış ideolojilere ait olan zengin dokulu derin düzey gösterilenler, altkültürel tüketimi kitle kültürünün taleplerine karşı koruyan temel alternatifler içeren inanışlar ve kitle kültür endüstrilerinin tamamen kendilerine mal edemedikleri maddi kültürel nesneleri kullanan oldukça yenilikçi ve yaratıcı, altkültürel uygulamalar içinde kendi kendini anlatım biçimleri olan, tarihsel ve coğrafi sınırları aşan bir süreklilik olduğunu göstermektedir. “Araştırmacılar, reklâmcıları, Toronto'daki Baker Lovick şirketine göre tek başına yaşayıp ev bakım ürünlerinin değerli hedeflerini oluşturan Kanada'daki yaklaşık 500.000, ABD'deki tahmini 9 milyon erkeği sınıflandırmaya teşvik etmeye başlamaktadırlar. Tek başına (ya da en azından kadın bir arkadaşları olmadan) yaşayıp yemek pişirmek, alışveriş yapmak, ortalığı temizlemek, hatta çamaşır yıkamakla ilgilenen ve bundan gurur duyan erkeklerin muazzam sayılara ulaştığına dikkat çekiyorlar. Ajans haberleri bu kesimin 30-65 yaş arasında değiştiğini, mikrodalga fırınların, dondurulmuş yiyeceklerin ve sıkmadan kuruyan gömleklerin potansiyel alıcıları durumuna geleceğini bildiriyor. Nedenleri ne olursa olsun bu 107 GOTTDIENER, Mark, a.g.e., s. 280 119 erkekler yalnız başlarına yaşıyor ve bundan hoşlanıyorlar. Araştırma raporlarına göre, çamaşır yıkama söz konusu olduğunda reklâmcıların erkekler Đçin daha olumlu bir portre çizmeleri, buyandan dantel örerek oyalanırken öbür yandan "en güzel çamaşırlarınız için deterjanlar" gibi çağrılara aldırmamaları gerektiği doğrultusunda ustaca gizlenmiş imalara rastlanıyor. (Toronto, Globe and Mail, 9 Ocak 1985)”108 1970'lerin ortalarında etkili olan Eve reklâmını ondan bir on yıl önce tasarlamak akla bile gelmezdi. Bugün, o reklâmın ana motifleri tamamen demode görünmüyorsa eğer, bunun nedeni, "Havva"nın somutladığı ideolojik uzlaşmanın, cinsiyet ilişkilerinin 1960'lardan sonraki bütün dönem boyunca katetmiş olduğu yolda sabit bir noktayı temsil etmesi olmuştur: O zamandan beri, değişen toplumsal koşullar ile kadın hareketinin yeniden doğuşu, aile-merkezli "kadın bakışı"nın savaştan sonraki canlanmasını ciddi bir tartışma konusu haline getirmiştir. Reklâmlardaki imajlarda yansıdığı gibi, bu çalkantılı dönemin sonuçları açıkça karışık bir içerik taşımaktadır. Kadınlığın eşitlikçi, özgürleşmiş bir zeminde tanımlanması, modası geçmiş eski tanımlan kesinlikle devre dışı bırakamamıştır. Tam tersine, gerçekleşen şey, cinsiyet çatışmasının çözülmediği ve kısmi reformların yapıldığı koşullarda, çelişkili kadınlık tanımlarının birarada, genellikle (Eve örneğindeki gibi) aynı görsel imaj düzleminde varolmaya başlamasıdır. Cinsellik/cinsiyet kodları bir ikilik üzerine kurulur. Reklâmcılığın son otuz yılda cinsiyet kodlarını nasıl değiştirdiğinin daha eksiksiz bir resmini elde etmek için, erkekleri temsil eden simgelerin de nasıl değiştiğini ele almak önem taşımaktadır. Bu gelişme göründüğünden daha karmaşık bir seyir izlemiştir. Đlk planda, reklâmcılığın kendisinde erkeklere ilişkin bir değişim yaşanmıştır. Kadınların işgücüne girişi ve bu konuda çok daha fazla yorum ve inceleme yapılmış olmasının karşısında, bütün sınıfların erkekleri, daha bir kuşak önce doğrudan kadınların egemenlik alanı saydıkları günlük tüketim faaliyetlerine daha çok katılmaya başlamışlardır. Kadınların dışarıya ait rolleri ele geçirmesi daha eski ve daha katı bir işbölümünü savunulamaz duruma getirmiştir. Erkek partnerler, adapte olma süreci yavaş işlese bile, evin günlük işlerinde giderek daha fazla sorumluluk üstlenmekte, dolayısıyla çok azı dışında iki cinsin hemen hepsi süpermarketler ve alışveriş 108 GOTTDIENER, Mark, a.g.e., s.282 120 merkezlerinde dolaşma zevkini tatmaktadır, Ayrıca, öğrencilerin sayısının çoğalması, ilk evlenme yaşının yükselmesi, boşanma oranının artması ve yalnız eşcinsellerin yaşadıkları evlerin ortaya çıkması, günlük tüketim faaliyeti açısından bakıldığında, kadınlardan fiilen ayrı yaşayan erkekler kategorisini bir hayli genişletmiştir. Diş macunu ve kumaştan elektrik ampulü ve makarnaya kadar her malın reklâmını hazırlayanlar, bu durumda, erkeklerin de potansiyel alıcılar olduğunu hesap etmek ve erkekleri, hitap ettikleri "siz" kitlesinin bir parçası saymak zorunda kalmaktadırlar. Tüketici statüsündeki erkeklerin genelde artışının dışında, özellikle erkeklere yönelik olarak üretilen malların kapsamında da bir artış görülmektedir. 1950'li yıllarda erkeklere hitap eden metaların listesi otomobiller, alkol, bazı sigara markaları, mekanik araçlar ve hayat sigortasıyla sınırlıydı. Bu listeye bir ölçüde, gerçi onların alışverişleri esas olarak evlenmeden önce annelerinin, evlendikten sonra da en azından kısmen karılarının yürüttüğü bir şey olduğu varsayımını unutmamak gerekse bile, erkek giyim sektörü de dahil edilirdi. Bugün ise liste çok daha uzundur. Erkeklerin karşısına sayıları muazzam ölçülerle artan metalar (erotik olanlar dahil) çıkarılmaktadır. Giyimleri moda dünyasıyla tamamen bütünleşmiştir. Erkeklere, mücevher ve spor aletlerinden şampuan, deodorant ve saç boyasına kadar her türde kişisel bakım ürünü ve aksesuarı satmak için bir dolu çaba harcanmaktadır. Kadınlardan yetmiş yıl sonra, özel kişiler olarak erkekler de ekonomik gelişmenin hedef tahtası haline geldikleri benzer bir süreçten geçmektedirler. Denebilir ki, reklâmların erkekliği (ve dolayısıyla kadınlığı) belirli kodlarla kuşatmaya başlama biçimi, kısmen reklâmcılığın erkeklerin, bazen önceden rastlanmadık ortamlarda, tüketici bakışıyla özdeşleşmesini sağlamanın yollarını aramasını yansıtmaktadır. Erkekliğin tanımı reklâmcıların işini zorlaştırmaktadır, çünkü artık öyle bir tanım ortaya atmak tartışmalı hale gelmiştir ve kafaları bir hayli karıştırmaktadır. Bir ölçüde tüketimin egemen olması sürecinin olumsuz bir sonucudur bu. Örneğin, güzel kokuların heteroseksüel erkekleri hedef alan promosyonu, erkeklerin avlandığı, kadınların ise çekici göründüğü formülünden kopmayı gerektirmektedir. Erkekleri mağazalara çekme isteği hadım edici korkulara yol açabilir. Audio Scene dergisinin Ocak 1981 sayısının ön kapağını süsleyen resim gibi abartılı bir cinsiyetçilikle yüklü imajlar, bu bağlamda tılsımlı olarak yorumlanabilir. Bu kapak resmi, tamamen beyaz tişört ile şort giyen, çekici, ince, yaşı henüz yirmiye gelmemiş sarışın bir kızı 121 göstermektedir. Ağzı yan açık ve masum gözleri okura dönük olan bu kız, stereo araçlarla tepeleme yüklü bir alışveriş arabasını sürmektedir. Üstelik yalnız sürmekle kalmamaktadır. Çünkü, daha yakından bakıldığında, onun sanki aldıklarını duyumsuyormuş gibi arabaya yaslandığını görebiliriz. Yüzeyden bakıldığında bu kız sadece tüketicidir, seçimini yaptığı anda kameraya yakalanmıştır. Oysa, yalnızca erkeklerle özdeşleştirilmiş seks makineleri yığını olarak Teknoloji fikri ile işitsel ürünler arasında değil, aynı zamanda genelde süpermarket malları ile sergilenerek tüketilebilecek bakire genç kızlar arasında da bir denklem kurulmasıyla, öteki cinse hitap edildiği çok açıktır.109 Ancak rahatsızlığın tek nedeni tüketicileşme süreci değildir, Feminizmin yükselişinin yol açtığı daha genel cins/cinsiyet kargaşası, erkeklerin cinsiyet kimliğini de (hem özel hem kamusal alanda) ciddi ölçüde sarsmıştır. Erkekler kamusal alanda hâlâ egemendirler, ama kendiliğinden ayrıcalıklarını kaybetmeye başlamışlardır. Erkekler hâlâ kadınlardan daha fazla kazanıyorlar, ama eve ekmek getirenler artık sadece onlar değildir. Erkekler hâlâ daha fazla avlarlar, ama artık av durumuna düşmekle de baş etmek zorundadırlar. Heteroseksüellik hâlâ geçerli kuraldır, ama homoseksüellik de piyasanın liberal jargonuyla benimsenebilen bir hayat tarzı niteliğini kazanmaktadır. Toparlanacak olunursa, Soğuk Savaş'ın sermayedar canlılığı içerisinde resmi bakışı destekleyecek şekilde yeniden düzenlenmiş tutucu-ataerkil yapı kendine güvenilirliğini kaybetmiştir. Cinsellik, aile ve erkekleri kadınlardan ayıran özelliklerle ilgili bütün varsayımları cinsleri gerek kendi aralarında gerekse diğerlerine karşı bölerek yoğun tartışmalara konu olmaya başlamıştır. Eşcinsel erkekler açısından kodların bozulması, AĐDS krizinin de güçlendirerek etkilediği büyük bir direnişe rağmen, yeni toplumsal kimliklerin ortaya çıkmasına olanak tanıyarak özgürleştirici bir etken olmuştur. Büyük çoğunluk için yararları bu kadar açık olmamıştır. Cinsiyet ayrıcalığının kaybedilmesini neyin telafi edeceği, gerçekte bu kaybın günümüz erkeğinin gözünde ne anlam taşıdığı gibi sorular hala muammadır. 109 WERNICK, Andrew, Promosyon Kültürü, Çev. Osman AKINHAY, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996, s. 81 122 Bu sorunla yalnızca erkekler değil, reklâmcılar da boğuşmak zorundadırlar. Kaldı ki reklâmcılar bunu, kendi piyasalarının içinde canlılığını hâlâ koruyan bütün cins/cinsiyet kimlikleri ve yönelimler yelpazesiyle uyumu bozmayacak bir şekilde yapmak durumundadırlar. Demek ki belli belirsiz biçimde cinsiyet eşitliğinin daha fazla sağlandığı bir dünyaya yönelirken, reklâmcılığın yalnızca bu sürece nasıl adapte olduğunu değil, aynı zamanda, 1900'lardan sonra erkeklerin kendilerine yakıştırdıkları kimliklerin karmaşıklık ve tutarsızlıklarına karşılık bularak, erkeklik kategorisini kendi amaçları doğrultusunda nasıl yeniden tanımladıklarını da görmek mümkündür.110 B) Reklamlarda Egonun Kışkırtılması ve Satın Alma Đsteği Reklâm, işleyiş şekli olarak belirli bir metanın istenmesini ya da ona ihtiyaç duyulmasını gerektiğini vurguladığında, hiçbir zaman yalnızca bununla yetinmez. Hem ürünün tasarlanmış sembolik anlamını, hem de o anlamın ifade etmeye yaradığı bütün ihtiyaçlar, istekler ve değerler yelpazesini devreye sokar. Aynı nedenle, reklâmın ihtiyaçlar hakkındaki söylemi de onları genelde nesneler dünyasıyla ilişkili biçimde tanımlamaya hizmet eder. Aslında sembolik reklâm, sadece bir reklâm olma özelliğiyle isteklerin ve Đhtiyaçların karakteri hakkındaki belirli temel varsayımları kodlamaktadır. Reklâmcılık, doğası gereği bireyleri daima potansiyel müşteriler gözüyle görerek ve böylece onlara o rolle sıkı sıkıya bağlı toplumsal bir kimlik atfederek, her reklâm metnini tüketim açısından bakarak tasarlar. Bu yaklaşım, kısmen reklâmcılığın etkisi altında, kendi başına ideolojik bir güç haline bile gelmiştir. Reklam dünyasında olmak, sahip olmaya, muhtaç olma arzusuna indirgenir. Onları karşılayarak tatmin edecek bir meta düşünülmeden hiçbir ihtiyaç ya da istek (en azından kişinin duygularında hayali bir yer ayırmadığı hiçbir meta) dile getirilemez. Tatmin daima bir nesne ya da programlanmış bir deneyim dolayımıyla gelir ve (nazikçe göz yumulmuş olsa bile) kaçınılmaz olarak bir bedeli vardır, imaj yaratmaya dönük reklâmlar dünyasında, doğal nesneler (gökyüzü, ağaçlar, atlar, sokaklar, kumlu kıyılar) bile, onları sunmanın sahnesini hazırlamaya başladıkları metalar karşısında özerk anlamlarını kaybederler. Çayırlar hiçbir karşı 110 WERNICK, Andrew, a.g.e., s. 85. 123 çıkışa ve şaşkınlığa yol açmadan otomobili ve dağ gölünü çağrıştırır. Đnsanın praksisi insanın ihtiyaçlarının yabancılaşmamış bir kendiliğinden eylemlilikle karşılanması olarak üretim, düşünebilir bir düşünce olarak yok olmaktadır. Reklamlarda gösterilen mutlu tüketiciler, maddileşme denizinde sakinleşmektedirler. Onların saadeti sihirli bir maskeyle ilettikleri nesneler kadar durağandır. Öbür yandan, ürünü destekleyen varlıklı olma imajı, onu edilgen biçimde tatmin olmakta odaklanan bütünsel bir paradigma içerisinde tüketme arzusunu ortaya koymaktadır, imaj reklamcılığının vadettiği belirsizlik ile onun ihtiyaç ile istek arasındaki açık ayırımı ortadan kaldırması göz önüne alındığında, bütün bunlar olumlu bir anti rasyonel karakter taşıyabilir. Reklamcılığın sürekli olarak kışkırttığı arzu, onun değerlendirilebileceği bütün rasyonel ölçütleri (maddi, ahlaki, estetik, politik ölçütleri) bir kenara koymaktadır. Bununla birlikte, bir reklamın yansıttığı tüketimci yönelim daima belirli bir promosyonun ön plana çıkışında odaklanmaktadır, Kaldı ki pazar ne kadar çok hedef alınırsa, reklamın tüketici ile ürün hakkındaki sosyo-kültürel tanımlar da o kadar özgül olmalıdır. Doğrudan ticari bir açıdan ele alındığında, Eve sigaraları kampanyasının genel amacı, sigara içen kadınların oluşturduğu hızla büyüyen pazarı daraltmaktı. Cinsiyetle özdeşleşmiş bir marka olarak Eve ürünü (Liggett ve Myers'in tütünü ambalajlamakta kullandığı pazarlama stratejilerinin karışık kümesi içinde sadece bir tanesini oluşturmaktadır), hem kadınlarla özdeşleştirilen diğer markalarla (esas olarak Virginia Slims'le) hem de üzerindeki erkeksilik örtüsü ne kadar kalın olursa olsun her iki cinsi de hedef seçerek pazarlanan ürünlerle rekabet etmek zorundaydı. Her iki cinsi de hedef alan ürünlerde, kadın kimliği sigara içen kadınların kendi markalarını tercih ederek fiilen isteyecekleri bir şey olarak sunulacaktı ve tamamen kadınlarla özdeşleştirilen ürünler karşısında kadının kendine bir kimlik biçmesine rakip ya da onu tamamlayıcı bir temel geliştirilmesi gerekiyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana sigara içen kadınların sayısının durmadan arttığı göz önüne alındığında, iki tip ürün de, kadınların erkeklerle aynı gündelik stres ve gerginlikleri yaşamaya başlamasını, ayrıca eşit bir toplumsal statüye sahip olma özlemlerinin bir göstergesi olarak görülmeye başlamalarını yansıtmaktaydı. 1970'lerin özgür ortamında Kuzey Amerika'daki sigara içen kadınlar niçin bir "kadın" sigarası 124 istesinlerdi. Genel etkenler bir yana bırakılırsa, farklı cinsiyet-kimliği, 1960'ların sonunda kitlesel bir kadın hareketinin yeniden sahneye çıkmasıyla birlikte iyice tartışılır hale gelmişti. Feministlerin hukuksal eşitliğe, cinsel özgürlüğe ve işyerindeki ayırımcılığa son vermeye yönelik ajitasyonlarının en üst noktasına ulaştığı 1975 yılına gelindiğinde, erkek/kadın farklılığının geleneksel yollarla belirtilmesi koşullar ve güç temelindeki eşitsizliklerin sürmesine katkıda bulunan bîr faktör olarak hararetli tartışmalara sahne olmuştu. Üstelik bu tür konularda kadınlar erkeklerin karşısına kolektif biçimde çıkamıyorlardı. Cinsiyet ilişkilerinde ve tanımlarında gözlenen kargaşa kadınları da bölüyordu. Ayrıca farklı sınıflan, etnik toplulukları ve kuşakları değişik biçimlerde etkilemiş ve -erkekler arasında olduğu gibi kadınlar arasında da- keskinleşmiş toplumsal cinsiyet politikaları kadar içselleşmiş rol çatışmalarında da yankı bulmuştu. Gerek Eve'nin gerekse Virginia Slims'in benimsediği çözüm, kadınların cinsiyet-markalı bir sigaraya yönelmekte sergiledikleri kararsızlığa saldırarak, muğlak bir kadınsılık imajı oluşturmaktı. Bu yaklaşımın özünde, kadınların cinsiyet kimliğine ilişkin eski (ataerkil) ve yeni (liberal-eşitlikçi) anlayışlarının her ikisine de yer veren bir uzlaşma formülü yatıyordu. 1970'Ii yılların başlarından 1980'lerin ortalarına kadar süren Virginia Slim’s kampanyası, bu belirsizliğe görünüşte kadınsı bir çehre kazandırmıştı. Marka, muzaffer biçimde kadınların eşitliğe doğru ilerlemeleriyle özdeşleştiriliyordu. Kampanyadaki her reklâm tipik biçimde iki resmi birbirinin karşısına koymaktaydı. Eski bir fotoğraf gibi koyu kahverengi ve beyaz renkte olan bir resim, kadınların geçmişteki Viktoryen dönemde maruz kaldıkları sömürü, zorbalık ve toplumsal dışlanmanın bir örneğini aktarırken; parlak renkli olan diğer resim, günümüzün son derece kendine güvenli, bağımsız ve başarılı kadınını göstermekteydi. Gene de kadınların kendilerini yetkinleştirmeleri hareketinin övülmesi, onun tepeden bakan erkeksi, çapkın bir tonla selâmlanmasıyla bir çırpıda yok edilmekteydi: "Uzun bir yol katettin, bebeğim!" Bununla birlikte sigara, promosyon amacıyla kurgulanmış bir simge olarak bile, yine bir sigara kalır: Dünyanın yetişkin nüfusunun yarısının fiziksel ve sinirsel açıdan bağımlı olduğu yumuşak bir uyarıcı ve gevşetici. Oysa burada başka bir pazarlama problemiyle karşılaşılmaktadır. 1950'lerin kanser paniğinden beri , sigara içmenin sağlığı etkileyen riskleri hakkındaki hoşnutsuzluğun büyümesi, insanları 125 sigaraya çeken fiziksel özellikleri anmayı bile riskli bir macera haline getirmiştir, Böylesi koşullarda, pozitif olan yanlan vurgulamak ona gerçek anlamda aşırı bir değer yüklemek olur. Bu, Eve reklamında ince bir biçimde yapılmıştır. Eve kadınının parlayan gözleri ve ışık saçan gülümsemesi, onu çevreleyen güneşten, denizden, kumlardan ve yapraklardan sahici biçimde akar görünen doğal bir canlılık getirmektedir. Ortam ve renkler sakin ve tatlıdır. Hayal kırıklığı yaratacak biçimde masumluk ile günahkârlık arasındaki çizgide duran bu Havva, burası ile büyülü bahçe arasındaki geçittedir. Bu mizansen, hem sigara içmenin azalttığı gerçek stresle ilgilidir, hem de onun, paradoksal biçimde insanı Cennet'e götüren bir kabahat olarak kendi kendini yıkıcı karakterini rasyonalize eder. "Havva'yı denemek"le ayartılmış olmak kişiyi Havva'nın karşı karşıya gelmiş olduğu ilk ahlâki ikileme geri döndürür. Bu düzeyde reklâm, sigaraya yeni başlayanlara cazip görünecek ve eski içicilerin alışkanlıklarını sürdürmelerine neden olacak bir karşı propaganda işlevi görür. Ürünün negatifliğini sigara içmekle günah eşdeğerdedir (ve tüketicilerr günahın kefaretlerinin neler olduğunu çok iyi bilir)- kabullenme cesaretini göstermek ise reklâmın hem gizli korkuları yenmesini hem de reklâmcının belirtmek zorunda kaldığı sağlıkla ilgili açık uyarıyı nötrleştirmesini sağlar. Sonuna kadar götürülen sembolizm anlaşılamaz ya da ideolojik cazibeden yoksun olsaydı, ürünlere sembolik açıdan değer biçmek imkânsız olurdu. Bu yüzden sembolik reklâmlar, yalnızca metayı bir anlamla ilişkilendirecek etkili resimler ve sözlü araçlar bulmakla kalmamalı; aynı zamanda anlamı, anlaşılmış bir kültürel kodun unsurları üzerine kurmalıdırlar. Öyle bir şekilde ki, ürünün uygun bulunmasına bakılarak biçilen değerler de bu kez ürünü cazip bulanlar tarafından uygun bulunmuş olmalıdır. Sembolik reklamcılığın bu metinsel darbeyi Đçinden çıkarmaya çalıştığı totolojik yapı, ürünü bir ihtiyaç nesnesi olarak geçerli kılmaya çalışan yapıyla aynıdır. Tüketici ve meta, onların niteliklerinin kusursuz biçimde birbirine denk düşeceği şekilde tanımlanmalıdır. Đlk bakışta burada bir sorun yok gibi görünmektedir. Reklamcılığın yapmak zorunda olduğu her şey, ona yüklenmiş olan sıfatları, tüketicilerin kendilerininmiş gibi yaşadıkları değerler, ihtiyaçlar ve kendini nitelendirmelerle aynı çizgiye 126 getirmektir. Ancak, simgeleştirmelerin kaçınılmaz seçmeciliği artı, tüketicinin öznelliği ile marka imajı arasında çift yönlü bir uyum sağlama gerekliliği, salt pasif olan bir yaklaşım ortaya çıkarmaktadır. Bir sıfat yüklemenin döngüsel mantığı, okurun resme dahil etmesi gereken inanç sıçramasını maskeler. Potansiyel müşteriler pozitif biçimde ürüne yüklenen anlamı benimsemeye yönlendirilirler. Sembolik reklamcılık, ihtiyaçlar ve istekler düzleminde olduğu gibi ideolojik yönelim düzleminde de en azından kendisinin çekici kıldığı değerler kodunu olumlamak zorundadır. Đdeolojik konsensüsün güçlü ve istikrarlı olduğu, böylece ideolojinin kullandığı dil netleşip bir sağduyu statüsüne oturduğu yerlerde, basit bir yanılsama yeterlidir. Pozitif bir içerikle kodlanmış olan sembollere kolayca ulaşılır ve kültürel güçleri rahatlıkla harekete geçirilir. 1950’lerin sonlarından itibaren seks ve cinsiyet alanında olan, kuşkusuz tam anlamıyla böyle bir şeydir. Đlk olarak, yaşamlarını anne/ev kadını idealine uygun biçimde sürdürmeye çalışan pek çok kadının yaşadığı sıkıntı, "isimsiz" kalmaktı. Bu ilk aşamada cinsiyet ideolojisi egemendi ve kadınlar arasında huzursuzluğun yayılması, reklamcılık sektörü tarafından (sosyoloji ve tıp alanında olduğu gibi), metaların kendilerinin sihirli biçimde çözebileceği ve toplum içindeki rollerinden kaynaklanan basit sıkıntılar şeklinde tanımlanabiliyordu. (1959 yılında Jergens el losyonu için hazırlanan bir reklâmda derisi soyulmuş ve güzel biçimde manikürlenmiş bir çift el görülmektedir. Dua eder konumunda görülen ama herhalde bir lavabonun üzerinde duran bu eller, zarif biçimde yarısı soyulmuş bir patatesi yıkamaktadır.) Oysa hoşnutsuzluk bir kez yüzeye çıkınca, bütün kadınsı/evcil esrarlı hava üstünlük dayanağını kaybetmiş ve gerek kadınlar Đle erkekler arasında, gerekse (sınıf, yaş ve ideolojik açılardan bölünmüş durumdaki) kadınların kendi aralarında gerçekten çok derin bir ayrılığın önünü açmıştır.111 Bu koşullarda reklâmcılar, artık tartışmasız görülen bir ideolojik konsensüsün gücüne bel bağlayamazlardı. Bu durum hem Đhtiyatlı davranmayı gerektiriyor, hem yaratıcı olmayı teşvik ediyordu. Đhtiyatlı davranmayı gerektiriyordu, çünkü, dağınık biçimde yerleştirilmiş pek çok mayın gibi, ürün 111 WERNICK, Andrew, a.g.e. s.117. 127 imajları, kendi ürün pazarlarının demografik ve psikografik profilleri düşünülerek çok titiz biçimde hazırlanmalıydı. Yaratıcı olmayı gerektiriyordu, çünkü reklâmcılar, bir imajla donattıkları ürünlerinin istikrarlı kimlikler taşıyabileceği ve belli bir çekim merkezi oluşturabilecekleri sembolik bir ortam sağlamak amacıyla, yalnızca kendi reklâmlarından oluşan kurgusal dünyada bile olsa fiilen bir ideolojik konsensüs yaratmak zorundaydılar. Eve reklâmında amaçlanan sembolik etkileme süreci ancak bu koşullarda anlaşılabilir. Söz konusu reklâmın çözmek durumunda kaldığı problem, pazarlama nedenleriyle "kadın" sigarası kimliğiyle özdeşleştirilmesi gereken uzlaşmacı kadınlık (ne çok kadınsı, ne de çok feminist olan) bakışının, ona güç ve çekicilik katan bir imajla, nasıl tarif edileceğiydi. Bu karışık idealin duygusal ve ideolojik bakımdan parçaların biraraya getirilmesiyle değer kazanması gerekeceği için sanki devasa bir görevdi bu. Buna rağmen sembolik reklâmcılığın buna açık olan iki temel stratejisi vardı ve Eve reklâmı bu stratejilerin ikisini de büyük bir ustalıkla kendi yararına kullanıyordu.112 Đlk olarak, reklâmın dikkatleri çekmek istediği kesin mitsel anlam basit imalarla çağrıştırılamıyorsa da, onun ideolojik düzlemdeki karşılığı daima parçalanmış kodun geleneksel unsurlarından çıkarılabilir. Eve reklâmının kendi sigara markasıyla özdeşleştirmeye çalıştığı ve bilinçli bir çabayla muğlak bırakılmış olan Kadın imajı, her birisi kendi asli kültürel çağrışımlarıyla yüklü olan pek çok öğenin birleştirdiği bir kolaj şeklini almıştır. Ve bu öğeler arasında, doğa sembolleri (kumsal, okyanus, gökyüzü, fundalıklar, çiçekler), jestlerden oluşan simgeler (modelin duruşu ve yüz ifadesi, elbiseleri ve onları giyiş şekli) ile Đncil'e yapılan göndermeler sayılabilir. Aslında Barthes'ın "ikinci sınıf söz" diye tanımladığı mite burada ikinci sınıf bir güç kazandırılmaktadır. Reklamlardaki sembolik öğelerin kendileri de ikinci sınıf simgelerdir. Sahnenin yerleştirildiği kumsal, aynı anda hem Kaygısız Varoluş hem Hayatın Kökleri için düşünülmüş bir figürdür; öbür yandan çiçek kokusu motifi, "Havva" ismi ve açık paket, bu kumsalın yer aldığı ortamın da Cennet'e dönüşebileceğini gösteren, denemeye insanların kışkırtıldığı bir yer olarak 112 WERNICK, Andrew, a.g.e. s.120 128 sunulmaktadır. Bu bağlamda da, tüketicinin karşısında elinde sigarasıyla duran kadın Đncil'deki Havva'yı gösteren bir simgeye dönüşmektedir. Ürünü denemeyi aklından geçirdiğinde Đse bu kadını, o asıl sahnenin bir yansımasıyla, Baştan Çıkarma anında yakalamış olur. Aynı kadın ürünün "sunucusu" olarak da görünmekte ve bu şekliyle okurun kendisinin özdeşleşmeye kışkırtıldığı ideal-tipik modern tüketiciyi temsil etmektedir. Ayna işlevi ile bakışların karşılaşması böyle bir özdeşlik kurmayı cesaretlendirmekte ve bu kadının somut bir ifadesi olarak göründüğü neşeli, orta sınıf genç kadınlığının istenen ama ulaşılamaz olmayan paradigması bu özdeşleştirme çabasını iyice kolaylaştırmaktadır. Nihayet ve bu imajın oynadığı çeşitli semiyotik rollerin sonucu olarak Đncil'deki Havva miti, çağdaş olduğu bilinen sosyo-kültürel idealleri, yeni bir mitsel gösterilen (her kadının "günümüzün Havva'sı" olması) oluşturacak şekilde birleştirmektedir. Kadın cinselliği ve kimliği konusundaki eski ve yeni anlayışları kusursuz biçimde harmanlamayı başaran ve titizlikle hazırlanmış bu mitolojik figür, Eve sigarasının pazarını oluşturan sekreterler, hemşireler, ilk ve ortaokul öğretmenleri ve ev kadınlarının kararsız bir uzlaşma içindeki yaşamlarını, modaya uygun, bütünlüklü görünen bir ideale dönüştürmektedir. Bütün kurguyu tamamlayan ve aynı şekilde onu çeşitli anlamlarla donatan aktör, ürünün kendisidir. Tanıtımı yapılan sigaralar, Yaradılış hikâyesine uyarlandığında, günah aracı (elma), baştan çıkarıcıyı (yılan) -ve onların ismi aracılığıyla- baştan çıkarılanın kendisini, Havva'yı aynı anda temsil eder. "Günümüzün Havva'sı" olarak gözden geçirilmiş versiyonda da, kadın sunumcu gözlerimizin önünde o role soyunduğu için, aynı gözden geçirilmiş miti temsil ederler. Sağdaki iki paketin üzerine yazılmış olan slogan ("dışarıda çiçekler, içeride çiçek kokuları") hem sigaraları hem o kadını anlatır, böylece ikisini birleştirir: Đdeal tüketici ile markalı örün, aynı mitin somut ifadeleri olarak birbiriyle Özdeşleşirler ve o mit aracılığıyla reklâmın okur/tüketicinin kendine yakıştıracağını umduğu rolü gösteren simgeler olarak ortak bir konumda yer alırlar. Đlk strateji eskisinden yeni bir mit yaratmak ise, ikinci strateji sonuçlara erotik bir çekicilik katmaktır. Semboller kültürel değerleri olduğu kadar arzular da kodlayabilirler. Ayrıca haz ilkesinin kendisi geçerli kaldığı için , ölmeye yakın bir durumdaki metaforların arzuyla sentez edilmesi onlara. Normal koşullarda yoksun 129 kalacakları bir arındırıcı güç kazandırabilir, Aslında bu stratejiler ayrılmaz biçimde içice geçmişlerdir ve reklâmın erotik anlamına gizlenmiş olan kodları çözerek, onun kurguladığı revize edilmiş mitin ideolojik içermeleri görülebilmektedir.113 Tüketicinin parçaları reklamlar tarafından ayrı nesneler gibi ileri sürüldüğünden, bu “yitik nesneler”i geri almak için onları satın alıp, kendisinin “ayrı parçaları”ndan kendisini yeniden yaratmalıdır.Bir metro merdiveninde, “sürdürdüğünüz her yaşam için” seçme elbiseleri ve sonra “Lifestyle Kit” olarak betimlenen komple bir donanımı gösteren bir erkek giysileri reklamı vardır. Bu -bir Lifestyle Kit [bir yaşam tarzı Donanımı]- tam da reklamların bize sunduğu şeydir. Belli imgelere sahip ürünleri satın almakla biz kendimizi, kendi kişiliğimizi, kendi niteliklerimizi, hatta kendi geçmiş ve geleceğimizi yaratırız. Bu çok varoluşçu bir kavramdır: Varoluşçuluk ideolojide önemlidir; çünkü modern yaşamın yabancılaşmasına felsefi bir kaçınılmazlık bahşeder. Sartre, yaşamının ilk yıllarından söz eder, “kendimi yaratmayı asla terk etmedim: hem ihsandım hem veren”. Kendi büyümesinin bir parçası olarak onun burada betimlediği şey, reklamcılığın ve tüketiciliğin en yabancılaştırıcı yanlarından biridir. Biz hem ürünüz, hem tüketiciyiz: ürünü tüketiriz, satın alırız, fakat yine de biz ürünüz. Demek ki, yaşamlarımız satın alma yoluyla bizim kendimizin yaratısı olur; farklı ürünler tarafından yaratılan bizim kendimizin, farklı imgelerinin bir identikit’i olur. Biz yüzü, gözleri, yaşam tarzını yaratan sanatçı oluruz.114 C) Reklamların Göstergebilimsel Açıdan Çözümlenmesi ve Otomobil Reklamları Her tür görüntü çözümlemesinde uyulması gereken kimi kurallar vardır. Bunların en önemlisi ise görüntüye önyargısız yaklaşmaktır. Önyargılar tarihsel ya da ekinsel nitelik taşıyabilirler. Örneğin dini inanışlar nedeniyle peygamberlerin resimleri çizilmez, heykeli yapılmaz. Aynı bağlamda, eğitbilimsel ve güzelduyusal nitelikli önyargılar da sözkonusu olabilir. “Örneğin uzun yıllar dikkati dağıttığı gerekçesiyle çizgi romanlara ve karikatürlere ders kitaplarında yer verilmemiştir. Bunun nedeni çizgi roman okumanın kolay, çaba gerektirmeyen bir uğraş olduğunun düşünülmesidir. Diğer 113 114 WERNICK, Andrew, a.g.e., s. 71. WILLIAMSON, Judith, a.g.e., s. 71. 130 önyargılar arasında etik ve düşünsel önyargıları sayabiliriz. Bunlar genellikle reklam görüntülerinde karşımıza çıkar. Kadının reklamlarda cinsel bir nesne olarak kullanılması belli bir düşünce ya da akımı çağrıştıracak sloganlar bu tür önyargılı yaklaşımların kanıtıdır.”115 Bunların dışında görüntü çözümlemesinde geçerli bir başka kural, tek bir yorumun geçerli olmayışıdır. Bir görüntünün birden fazla yorumu ya da çözümlemesi yapılabilir. Bu görüntünün çokanlamlılığını kanıtlayan öğelerdendir. Görüntüyü çözümleyenler ne kadar fazlaysa görüntü ile ilgili yorum da o kadar fazlalaşır. Ancak yalnızca reklam görüntüsünün çözümlemesi tek anlamlıdır. Çünkü tecimsel amaçlı reklam görüntüsünde, görüntü karmaşık olmamalı ve benimsenen reklam anlayışını düz ve açık bir ileti aracılığıyla aktarmalıdır. Görüntü çözümlemesinde sözü edilen kurallar dışında, belli çözümleme yöntemlerinden de yararlanılması gereklidir. Bu yöntemlerin temelinde yapısalcı yaklaşımın olduğu Armand Mattelard tarafından şöyle açıklanıyor: ''Yapısal yaklaşım, simgesel olanı vurgulayarak reklamcılık faaliyetinde, büyük ölçüde göz ardı edilen bir niteliği ortaya çıkardı: Rüyaya benzerlik. Önceki eleştiriler-özellikle, tüketici hareketinin esinledikleri- reklamcılığı, tek bir pozitif boyutu, yani işlevselliği olan bir promosyon aracı olarak ele alıyordu: Olgusal açıdan nesnel bilgi verici iletişim. Bir idealleştirme. Onların gözünden kaçan bir yön vardı: Reklamlardan zevk almasını sağlamaya çalışan oyun boyutu."116 Reklam iletisindeki anlamı oluşturmada ve çözümlemede kullanılan düzgüleme ve düzgüaçma/çözme bir başka deyişle iletinin algılanarak, anlamlandırılması aşamalarında gerek dilbilimciler gerek göstergebilimciler yapısalcı yaklaşımdan yararlanarak, reklam iletişiminde, iletinin bir yapı, dizge olduğu ilkesinde yola çıkarak çözümlemelerini gerçekleştirmişlerdir. Yapısalcı örnek ya da yapısalcılık, bütünü oluşturan çeşitli eşzamanlı metiniçi bağıntılardan, öğelerden kaynaklanan ve bunların metindeki işlevleri doğrultusunda ortaya çıkan dizge, yapı kavramını temel alan bir akımdır. Bu akımda, amaç, belli bir yapıyı incelerken, öğelerin diğer öğelerle kurduğu ilişki çerçevesinde değer kazandığını varsaymak ve bu bağlamda ortaya çıkan ilişki türlerini belirlemektir. Ünlü Đsviçreli dilbilimci F. de Saussure'e göre, yapı bir dizgedir. Bu 115 116 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.56 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.57 131 yapı, dizge içinde iki koşul gerçekleşmelidir. "Bu dizgede, bir değer taşıyan her birimi, yeri ve öteki birimlerle arasındaki fark belirler; bu yapının (...) ortaya çıkması için değişik olguların (...) tek ve aynı çıkış-dizgesine yerleştirilebilir olmaları ve aynı ilişkiler bütün içinde birbirleriyle karşılaştırılabilir olmaları gereklidir."117 Yapı kavramı bir başka kavramı beraberinde getirir: Eklemleme. Belli bir yapıdaki birimleri saptarken, her birim birer gösterge olarak varsayıldığı ve bu yapı içinde göstergeden daha küçük birimlere ulaşmasının olanaksızlığı bilinmektedir. Đletişimi sağlayan ve çift eklemli göstergeler dizgesi olarak tanımlanan dil için de durum aynıdır. Dil, birinci eklemlilik düzeyinde, sözcüklere bir başka deyişle anlambirimlere ayrıştırılır; ikinci eklemlilikte ise sözcükleri eklemleyen sesler yani sesbirimler saptanır ve incelenir. Tüm bu birimler birer gösterge niteliğindedir. Dil dışından bir örnek verilecek olursa bir dergi reklamında : Birinci eklemleme düzeyinde görüntü, yazı, düzenleme gibi birimler bulunmaktadır. Đkinci eklemlilik düzeyinde yazıdaki harflerin ya da görüntüdeki betilerin varlığı söz konusudur. Bununla birlikte, Saussure göstergelerin düzenlendiği iki inceleme düzlemi belirlemiştir: Dizisel (dizgesel) ve dizimsel düzlemler. "Bir paradigma [dizge], içlerinden bir tanesinin kullanılmak üzere seçildiği göstergeler dizgesidir." Đletide seçilen göstergelerin bütünleşmesi ise dizim olarak tanımlanabilir. Lokantadaki yemek dizelgesi(mönü) her iki düzlemin de gerçekleştiği bir örnektir: Giriş yemeklerinin yatay okunuşu dizgeye, mönünün dikey okunuşu dizime denk düşmektedir.118 Bu bağlamda tüm iletilerin bir diziden seçilerek bir dizimde birleştirildiğini çıkarılabilir.. Bu nedenle bizi çevreleyen göstergeleri anlamanın yolu, göstergelerin diğer göstergelerle kurdukları yapısal ilişkiyi anlamaktan geçer. Göstergeleri inceleyen bilim olarak kısaca tanımlanabilecek göstergebilim, bu yönüyle, bizi çevreleyen dünyayı anlamamızda, anlamlandırmamızda bize yardımcı bir bilim konumundadır. Reklam iletisindeki görsel ve dilsel nitelikli göstergelerin çözümlenmesinde, öğelerin birbirleriyle kurdukları bağıntıyı yani reklam iletisinin yapısının çözümlenmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, reklam iletisini yapısal açıdan iki bö- 117 118 ERKMAN,Fatma, a.g.e., s.58 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.58 132 lüme ayıran, reklam ve reklamın toplumsal etkileri üzerine araştırmalar yapan B.Cathelat ve A.Cadet'ye göre, reklam iletisinin ilk bölümü, reklamın bilinçli olarak oluşturulan ve mantığa seslenen bilgi verici görünümünü yansıtır. Diğer bölümde ise, reklamın gizli simgeler ve sunumlarla oluşturulan çekici, etkileyici olan görünümü dikkat çekmektedir. Reklam iletişiminde bu iki bölüm birbirini tamamlamaktadır. Bir başka deyişle, reklam iletisi bir gösteren ve gizli olarak nitelenen gösterilen boyutlarından oluşur. "Tüketiciyi etkilemekte, gizli bölümün çok önemli olduğu söylenebilir. Bu bölümün önemi, hem reklamcının reklamını etkili kılmak isteğinden hem de tüketicinin gereksinimlerini karşılama isteğinden kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, bu bölümde, ürünün simgesel anlamı yatmaktadır.119 Bu söylenenler doğrultusunda, reklam çözümlemesinde dikkate alınacak birçok öğenin varlığı yadsınamaz. Bunlar arasında yaratılmak istenen reklam ortamı, görüntünün düzenlenmesi, görüntüde beyaz alan kullanımı ve simgeler başvurulması, dilsel Đletinin hazırlanması, reklam görüntüsünde kişi kullanımını sayılabilir. Tüm bu öğelerin reklam iletisinin etkinliği açısından çözümlenmesi gerekmektedir. Ayrıca ürünün, hedef kitleyi satış eylemine nasıl yönlendirdiğini, hedef kitleyi hangi yöntemlerle güdülediği de çözümlenmelidir. Çözümleme aşamasında birçok yöntem ve bilim dalı yararlı ve yardımcı konumdadır. "Reklamların çözümü için tarih, ruhbilim, toplumbilim, insanbilim ve diğer düşünce kalıplarından yararlanabiliriz. Bütün bunları uygulamak için temel bir kuralı kafamızdan çıkarmamalıyız. Herhangi bir reklamın yaratıcısı, duygusal bir tepki ya da etki yaratmaya çalışır."120 Reklam iletisi çözümlemesi bir iletişim sürecinin çözümlenmesidir. Bu süreçte ileti bir anlam aktarmayı amaçlar. Đleti oluşturulurken anlam aktarımında görsel ve dilsel öğeler birbirini tamamlamaktadır. Roland Barthes'ın deyişiyle "Görsel töz, kendini dilsel bir bildiriyle destekleyerek anlamlarını pekiştirir (sinema, reklam, çizgi resimler, basın fotoğrafları, vb.'nde durum böyledir}" Barthes'ın verdiği örnekler arasında yer alan reklam, gerçekte karmaşık bir dizgedir. Çünkü anlam görüntü, çizim, yazı ve kimi zamanda ses aracılığıyla aktarılır. Anlamın algılanması ve alımlanması aşamasında ise, görüntü ile karşılaşan okur, okuma etkinliğini yerine 119 120 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.59 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.60 133 getirir. Okuma etkinliğinin sonucunda reklam iletisinin ürünle ilgili, yansıtılmak istenen değerleri ortaya çıkar.121 Genellikle iletişim olgularının anlaşılmasına ve özellikle de iletilerin işleyişine katkıda bulunan göstergebilim, günümüzde uzmanlık alanı olarak benimsenen bir inceleme alanı durumundadır. Reklam iletişiminde iletinin çözümlenmesi aşamasında başvurulan göstergebilim, iletinin dilsel ve görsel öğelerinin çözümlemesini yerine getirir. Göstergebilim, reklam iletisini yaratanın, gösteren/gösterilen düzlemini ne biçimde gerçekleştirdiğinin incelemesini yapar; sözcük ve görsel öğeler, göstergeler aracılığıyla iletinin açık ve düz biçimde nasıl ortaya konduğunu araştırır. Reklam iletişiminde göstergebilimsel yöntemi kullanarak ileti çözümlemesi gerçekleştiren birçok araştırmacı, göstergebilimci ve reklamcı vardır. Bunlardan belki de en yalın, en anlaşılır reklam çözümleme yöntemini geliştirenler arasında sayılabilecek J.Gritti'nin geliştirdiği yöntem bir soru-cevap dizisidir. Bu dizide yer alan 11 adet soru aracılığıyla reklam iletisinin göstergebilimsel ileti çözümlemesi gerçekleştirilebilir ve iletinin değerlendirmesine gidilebilir: 1. Soru: Đletide aktarılan bilgi düzeyi: Đletişimde kullanılan nesne ve araçlar nelerdir?, Neden söz ediliyor? (Kesitlenebilen ve adlandırılabilen her şey): DÜZANLAM BOYUTU. 2.Soru: Bu nesneler ne çağrıştırıyor, ne düşündürüyor?: YAN ANLAM BOYUTU. 3.Soru: Yalnızca bir öğeyi anımsamam gerekse, düzanlamsal ve yananlamsal boyutlarda hangi öğeyi akılda tutarım? 4.Soru: Yananlamlar nasıl düzenlenmiş? Bu düzenleme nasıl değerlendirilebilir? Güçlü, zayıf yoksa dengeli? 5.Soru: Metinde alıcı ve vericilerin varlığı hissediliyor mu? Kanıtla.(adıllar, betimlemeler....) 6.Soru: Ürün nasıl sunulmuş? 121 BARTHES,Roland, a.g.e., s.55 134 7.Soru: Metin ve görüntü arasındaki bağıntı nasıl? Yinelemeler, aşın süs, demirleme işlevi, karşıtlık,uyum? 8.Soru: Göze çarpan öge ya da arka planda kalan öge hangileri? 9.Soru: Bu çerçevede, iletideki değişik öğeler nasıl konumlandırılmış? Aralarında uyum var mı? Birbirlerini bütünlüyorlar mı? Üst(suppra) düzen Tutkusal Düzen Mantıksal düzen Alt(infra) düzen 10.Soru: Reklam iletisinde ne var? Ve bu iletiyle ne düşlüyoruz? 11.Soru: Öğelerin bütünlüğünü düzenleyen birim nedir?122 Yine göstergebilimsel yönteme başvurularak gerçekleştirilen bir başka reklam iletisi çözümlemesinde, dört aşamadan geçilmektedir anlama ulaşmak amacıyla. Genevieve Cornu tarafından uygulanan çözümleme yönteminde ilk aşama görüntünün okunması sonucunda iletide yer alan görüntüsel göstergelerin belirlenmesi ve bunların dizelgeleştirilmesidir. Daha sonraki aşamada, bu göstergelere Đlişkin değerler saptanır. Bir bakıma söz konusu olan gösteren ve gösterilenlerin saptandığı aşamalardır. Çözümlemenin üçüncü aşamasında, görüntüsel göstergeleri yönlendiren, zenginleştiren ve besleyen ve de reklam iletisinin birincil anlamını vurgulayan öge konumundaki metin bölümüne bir başka deyişle dilsel iletiye odaklanmak gerekir. Böylelikle, görüntüsel göstergeler aracılığıyla görüntüdeki değerlerin bir dizelgesi oluşturularak, gerçek bir sözcük çalışması gerçekleştirilir. Son aşamasında ise, görüntüsel göstergelerin sözdizimsel düzenlenişi çözümlenir. Örneğin dilsel iletide olumsuzluk bildiren ekler, kişi adılları, gözün iletiyi okuma sürecinde izlediği yol, sözoyunları ortaya çıkarılır. 122 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.63 135 Reklam görüntüsünün çözümlenmesinde, göstergebilimden yola çıkılarak, geliştirilen ve uygulanan bir başka yöntem ise Umberto Eco tarafından ortaya atılmıştır. Đtalyan göstergebilimci, alımlama estetiği ve göstergebilimsel çalışmaları birleştirerek alımlama göstergebilimini oluşturmuştur. Alımlama estetiği metnin yorumlanmasına ya da çözümlenmesine ilişkin H.R.Jauss tarafından ortaya çıkarılan bir yaklaşımdır. Bir yapıtın, metnin okur tarafından algılanışını, alımlanışını inceleyen ve çözümleyicinin metin-okur arasındaki ilişkisine odaklandığı bu yaklaşım çerçevesinde, yapısalcılığın kuramsal temellerinden yararlanan Eco, yazın, plastik sanatlar ve sanatla ilgili yapıtları yoruma açık göstergeler dizgesi olarak görmektedir ve düzgüler aracılığıyla bu yapıtları çözümleme yoluna gider. Đletişim sürecinin temel öğelerinden düzgüyü göstergenin anlamlanmasında gerekli bir koşul biçiminde tanımlayan ve düzgü olmadan Đletişim sürecinde anlam aktarılamayacağını ve bu sürecin yalnızca etki-tepki niteliğini alacağını savunan Eco, düzgüleri üç ayrı bölümde sınıflandırmıştır: - Algılama düzgüleri (leke, çizgi, biçim, renk) - Görüntüsel düzgüler (nesnelerin ayrı ayrı tanımlanması) - Đkonbilimsel düzgüler (resim, heykel, madalya gibi sanat yapıtlarını inceleyen bilim.123 1960-70'li yıllarda, göstergebilimin amacı, metindeki değişik düzgüleri tanımlamak, sınıflandırmak ve aralarındaki bağıntıları ortaya çıkarmaktı. Bu çerçevede, yöntem oluşturma boyutunda ve reklam görüntüsü çözümlemesinde Roland Barthes'ın; görsel ileti ve ikonsal düzgülerin çözümlenmesinde Eco'nun; sinema görüntüsünün ileti çözümlenmesinde C. Metz'in, yine reklam görüntüsünün iletisinin çözümlenmesinde George Peninou'nun; çizgi roman ve görüntülü anlatılardaki ileti çözümlenmesinde ise Fresnault-Deruelle'in çalışmaları gözlenmektedir. Bunların arasında, reklam iletisi çözümlemesinde en dikkat çekici çözümlemelerden biri G.Peninou tarafından gerçekleştirilmiştir. Barthes'ın açtığı yolda ilerleyen, göndergesel işlevin iletideki egemenliğini ve önemini vurgulayan, 123 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.65 136 reklam iletisinin reklam amacına uygun hazırlanması gerektiği üzerinde durarak, "Intelligence de la publicite" (Reklamın Mantığı} adlı yapıtında, ürün tanıtım reklamı ve marka imajı reklamı biçiminde iki tür reklam ve iletisi belirleyen Peninou, günümüz reklam iletisinde üstdil işlevinin varlığının da üzerinde durmuştur. Çünkü reklam iletisinde düzgü ön plandadır. Bu bağlamda, reklam görüntüsünde karşılaşılan düzgüleri Peninou’nun sınıflandırmasından şöyle özetlenebilir :124 Renklerle ilgili düzgüler; yazı türleri, sayfa düzeni ile ilgili düzgüler; plan seçimi gibi fotoğrafla ilgili düzgüler; görüntünün sayfadaki konumu ya da gözün izleyeceği yolla ilgili yapısal düzgüler. Reklam iletisinde çözümlenmesi gereken düzgüler birçok biçimde sınıflandırılmıştır. Yine bunlardan en bilineni ve reklam görüntüsü çözümlemesinde en çok kullanılanı üç/ü düzgü sınıflandırmasıdır. Bu sınıflandırmada, temel düzgüler kendi içlerinde de alt-düzgülere ayrılırlar: -Ekinsel-toplumsal düzgüler: Đletideki bireyin kimliği ile ilgili adbilimsel düzgüler; giyim biçimi ile ilgili düzgüler, ilingisel(topolojik) düzgüler; simgesel düzgüler. -Ruhbilimsel düzgüler. Đtkiler, sansür olgusu, savunma düzeneği gibi bireyin kişisel bilinçaltına ve topluluk bilinçaltına gönderme yapan düzgüler. -Güzelduyusal düzgüler: Deyişbilimsel düzgüler; renklerle ilgili düzgüler; görüntünün yapısı ile ilgili düzgüler. Yine yapısal dilbilimi temel alarak görüntülerde, nesnelerde kısaca değişik ekinsel araçlarda anlamın işleyişini ortaya koymaya çalışan, günümüz göstergebiliminin kurucusu sayılan, Roland Barthes "Elements de semiologie" (Göstergebilimin Öğeleri) adlı makalesinde de belirttiği gibi, Ferdinand de Saussure ve Louis Hjelmslev'in temel kavramlarından yola çıkarak gerçekleştirdiği göstergebilimsel çözümleme yöntemini besin, moda, mobilya gibi alanlarda uygulamıştır. Bu çözümleme yöntemi daha sonra birçok araştırmacının çıkış noktası olmuştur. 124 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.67 137 Çağdaş göstergebilimin kurulmasına, geliştirilmesine ve uygulanmasına öncülük eden Barthes, reklamın, sinema, televizyon gibi karmaşık ancak ilgi çekici dizge olduğunu ve anlamın görüntü, ses ve çizimlerin birleştirilmesinden ortaya çıktığını belirtir.Barthes, kitaplarında görüntünün düzgülerini ortaya çıkarıp, anlamı oluşturan birimlere ulaşmayı amaçlar. Bu yöntemde, ilk yapılacak, görüntünün görsel ve dilsel öğelerini ayırmaktır. Bu öğeler, daha sonra, düzanlam ve yananlam boyutları göz önünde bulundurularak incelenecek ve sonuçta belli bir anlamlandırmaya varılacaktır. Saussure'ün yapısalcı yaklaşımını benimseyen Barthes, geliştirdiği görüntü çözümleme yönteminden de anlaşılacağı gibi, ikili karşıtlıklarla anlama ulaşılacağını vurgulamış ve göstergebilimin ilkelerini dört bölümde toplamıştır: Dil/söz, gösteren/gösterilen, dizim/dizi ve düzanlam/yananlam. Barthes'a göre, "düzanlam neyin anlamlandırıldığı, yananlam ise nasıl anlamlandırıldığıdır.Yananlam, göstergenin, kullanıcıların duygularıyla ya da heyecanlarıyla ve kültürel değerleriyle buluştuğunda meydana gelen etkileşimi betimlemektedir."125 Yine Barthes tarafından giysilerin dizgesinin çözümlenmesi üzerine de çalışmalar yapılmıştır. Ancak bu çözümleme daha sonra Barthes tarafından reklam iletisinin çözümlenmesinde de kullanılmıştır. Sözü edilen çözümlemede gösterenleri üç ayrı bölüme ayırmaktadır. Barthes: Nesne, araç ve değişken. Bu bağlamda, reklamı yapılan öge nesne, reklamda gösterileni yansıtacak olan öge araç ve gösterilene ulaşmada araca eklenerek, değiştirim işleminin uygulanması sonucunda anlamı değiştiren öge ise değişken biçiminde tanımlanabilir. Reklam iletisi çözümlemesinde göstergebilimsel yöntemi temel alarak her reklam görüntüsünün gösterilen dizelgesini ve bu gösterilenlere bağlı gösterenlerin bulunduğu; bunların değerlerinin saptanması amacıyla değiştirim işlemiyle karşıtlıkların gerçekleştirildiği çözümlemede sonuç olarak reklam görüntüsünün dizisel ve dizimsel boyutlarda incelenerek belli bir dilselleştirmeye ulaşılmaktadır. Görsel öğelerin dilselleştirilmesi, gerçekte, okurun karşılaştığı görüntüyü algılaması, alımlamasıdır. Sonuçta, dilsel öğeler aracılığıyla anladığını dilselleştirir, somutlaştırır okur. 125 BARTHES,Roland, a.g.e., s.171 138 Anlamın oluşturulması bağlamında, Saussure'ün yapısalcı dilbilimi temel alarak ve Hjelmslev'in içerik ve anlatım düzlemlerini de göz önünde bulundurarak geliştirdiği; metnin içeriğini, Greimas'ın göstergebilimsel yöntemi aracılığıyla görünenden gizile, yüzeysel yapıdan derin yapıya doğru incelediği yöntemde Nicole Everaert-Desmedt, reklam görüntüsünün çözümlemesini üç düzlemde gerçekleştirmektedir. Anlam üretim süreci biçiminde tanımlanan bu üç düzlemde, sırasıyla metnin betisel, anlatısal ve içerik düzlemlerinin incelenmesi dizisel ve dizimsel boyutlarda Göstergebilim ele Kuramı" alınmaktadır. üzerine Desmedt verdiği 12-15 konferansta Nisan'da bu "Görsel süreci şöyle çizelgeleştirmiştir:126 Đçerik Anlambilimsel ya da Sözdizimsel ya da dizisel bakış açısı dizimsel bakış açısı Eklemlenebilir değerler Göstergebilimsel dörtgen ya da göstergebilimsel dörtgen Anlatı Eyleyen ve kiplikler Uygun anlatısal çizelge Beti Zaman, uzam ve kişi Konu, olay örgüsü (motifler) kullanımlarıyla ilgili betisel karşıtlıklar Yorumlama Süreci Şekil 10 : Nicole Everaest Desmedt’in Reklam Görüntüsü Çözümlemesi Birbiriyle içice olan, bütünleşen ve yüzeyselden içerik yani metnin derin düzeyine doğru işleyen çözümleme yöntemi, okurun metinle karşılaşıp yorumlaması ve anlamı algılayabilmesi amacıyla iletinin üretiliş sürecinin incelenmesidir. Ancak okurun metni alımlama sürecinde, bilgi birikiminin, toplumsal ve ekinsel olguların 126 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.70 139 etkisinin yadsınamayacağını ve bu bağlamda, okurun metni alımlamadan, metnin içeriğini oluşturan koşullan gözönüne aldığını eklemektedir araştırmacı. Örneğin bir makaleyi okumadan, yeraldığı gazetenin politik eğilimini düşünmekte, bir reklam iletisini alımlamadan bunun bir "reklam" olduğu yolunda önyargıya gidebilmektedir. Bu nedenle, reklam iletişiminde, reklam iletisinin üretiminde sözceleme koşullarının da ele alınması gerektiğini savunan Everaest, çalışmasında en küçük birim olarak reklam sözcesini almış ve reklam iletisini üç ayrı düzeyde incelemiştir: Edimsöz, etkisöz ve düzsöz düzeyleri. Paris Göstergebilim Okulu'nun çizgisinde, yapısalcı yaklaşımı benimseyen ve reklam çözümlemesi üzerine çalışan bir başka araştırmacı ise Jean-Marie Floch'tur. Floch, gösterge-bilimi niteliksel bir sınama işlemi olarak görür. Reklam ve pazarlama iletişiminde, göstergebilimin anlam üretiminin ve algılanmasının koşullarını ele alan ve anlamı aktaran biçimlere daha çok önem veren bilim olduğunu savunarak, ana iki sorun üzerinde durur: Sesler, kokular ve renkler aracılığıyla markanın tanımlanması anlamına gelen marka iletişimi ve etiketleme, tüketicinin tutum ve davranışların değişimi gibi anlamların aktarıldığı nesnelerin iletişimi: Floch, görüntü çözümlemelerinde, daha çok, görüntüyü oluşturan yoğrumsal öğelerin üzerinde durarak, içeriğin biçimi ve görsel, dilsel açıdan anlatımın biçimi arasındaki ilintiyi inceler. Yoğrumsal göstergebilim çerçevesinde, reklam görüntüsünü grafik tasarım ve renk kullanımları açısından, karşıtlıklar kurarak, anlatım ve içerik düzeylerinde inceleyen Floch, betisel göstergelerden başlayarak iletiyi en derin düzeyine, içerik düzeyine kadar ele almaktadır.127 Reklam iletişiminde reklam iletisinin çözümlenmesi aşamasında, göstergebilimden yararlanılmasını Barthes şöyle açıklamaktadır: Đnsanlar, ürüne reklam dili aracılığıyla dokunurlarken, ona anlam verirler ve böylece de onun basit kullanımını zihin deneyimine dönüştürürler. Đşte bu nedenle, reklam iletisinin çözümlenmesinde anlamın üretiliş koşullarını ve sürecini ortaya koyan göstergebilimsel yöntem devreye girer.128 Her reklam bir bildiridir: Gerçekten de reklamın bir çıkış kaynağı (piyasaya sürülen ve övülen ürünün ait olduğu firma), bir alış noktası (halk) ve bir aktarım 127 128 KÜÇÜKERDOĞAN,Rengin, a.g.e., s.71 BARTHES,Roland, a.g.e., s.166 140 kanalı (yani reklam iletme aracı denilen şey) vardır. Bunun için, incelemek istenilen nesneye içkin bir konumu benimsemek, yani bildirinin çıkarılması ya da alınmasıyla ilgili her çeşit gözlemi isteyerek bir yana bırakmak ve doğrudan doğruya bildirinin düzeyine yerleşmek gerekir: Bir reklam metni, anlamsal açıdan, yani bildirişim açısından nasıl oluşmuştur Her bildirinin, bir anlatım ya da gösteren düzlemi ile bir içerik ya da gösterilen düzleminin birleşiminden oluştuğunu bilinmektedir.. Bir reklam tümcesi incelenecek olunursa (çözümleme daha uzun metinler için de aynıdır), böyle bir tümcenin gerçekte iki bildiri içerdiğini ve reklam dilini kendi özelliği içinde oluşturanın da bu üst üste yığılma olduğunu hemen anlaşılır. Barthes burada, yalınlıkları nedeniyle örnek olarak şu iki reklam sloganı konusunda bu özelliği saptamaya çalışmıştır: Cuisinez d'or avec Astra (Astra ile Altın [Gibi] Pişiriniz) ve Une glace Gervais et fondre de plaisir (Bir Gervais Dondurması ve Zevkten Erimek)129. Birinci bildiri, tümcenin, taşıdığı reklam amacından tam olarak soyutlanıp sözcüklere sıkı sıkıya bağlı kalınarak kavranmasıyla (böyle bir-şey söz konusu olabilseydi eğer) oluşur. Bu birinci bildiriyi soyutlayarak ele almak için, bir Huron’un ya da bir Marslının, kısacası bir başka dünyadan gelip birdenbire dünyamıza girmiş, bir yandan Fransız dilini (retoriğini değilse de en azından sözcük dağarcığını, sözdizimini) çok iyi bilen ama öte yandan da ticaret, aşçılık sanatı, yemek yemeğe düşkünlük ve reklam konusunda hiçbir şey bilmeyen birini tasarlamak yeterlidir. Bu bilgi ve bu bilgisizlikle büyüleyici olarak donanmış olan söz konusu Huron ya da Marslı, tamamıyla açık seçik bir bildiri algılayacaktır (ama bilen bizler için durum son derece tuhaftır). Astra söz konusu olduğunda, bu kimse yemek pişirmeye koyulmayı gerçek anlamda bir buyruk olarak algılayacak ve böyle bir pişirmenin altın diye adlandırılan madene benzer bir madde ortaya çıkaracağına tartışmasız olarak güvenecektir. Gervais söz konusu olduğundaysa, belli bir dondurmanın yutulmasının ardından mutlaka insanın bütün varlığının zevkin etkisiyle eriyeceğini öğrenir. Kuşkusuz, Marslımız, tasarlama eyleminde, dilimizin eğretilmelerini hiçbir biçimde hesaba katmaz. Ama bu özel duymazlık da onun 129 BARTHES,Roland, a.g.e., s.189 141 eksiksiz olarak oluşmuş bir bildiri algılamasına kesinlikle engel olmaz; çünkü bu bildirinin de bir anlatım düzlemi (sözcüklerin sessel ya da çizimsel tözü, algılanan tümcenin sözdizimsel bağıntıları) ile bir içerik düzlemi (aynı sözcüklerin ve aynı bağıntıların gerçek anlamı) vardır. Kısacası, burada, bu birinci düzeyde, yeterli bir gösterenler bütünü söz konusudur ve bu bütün hiç de daha az yeterli olmayan bir gösterilenler topluluğuna iletir. Her dilin "aktardığı" kabul edilen gerçeğin karşısında, bu birinci bildiri düzanlam bildirisi olarak adlandırılır. Đkinci bildiri ise birinci bildiri gibi çözümsel bir özellik sunmaz kesinlikle. Bütünsel (global) bir bildiridir ve bu bütünselliği de gösterileninin tekil özelliğinden alır. Bu gösterilen tektir ve bütün reklam bildirilerinde her zaman aynıdır: Bir tek sözcükle belirtecek olursak, ilan edilen ürünün mükemmelliğidir bu. Çünkü, her ne kadar Astra ya da Gervais hakkında gerçek anlamda bir şey söylenmiş olsa da, sonuçta bana bir tek şey söylenmiş olur: Astra yağların en mükemmeli, Gervais de dondurmaların en mükemmelidir. Bu tek gösterilen neredeyse bildirinin temelini oluşturur, bildiri sunmadaki amacı tümüyle tüketir: Bu ikinci gösterilen algılandığı anda, reklamın yapılmasındaki amaca da ulaşılmış olur. Gösterileni, ürünün mükemmelliği olan bu ikinci bildirinin göstereni de bulunmalıdır. Her şeyden önce,bu gösteren retorikten (biçem oyunları, eğretilemeler, tümce durakları, sözcük birleşimleri) kaynaklanan biçem özellikleridir. Ama bu özellikler bütünsel bildiriden soyutlamış olduğumuz asıl tümcenin içine katıldıklarından (hatta bazen tümceyi tamamıyle etkileyebilirler; örneğin uyaklı ya da ritimli bir reklam söz konusu olduğunda durum böyledir), ikinci bildirinin göstereninin gerçekte bütünüyle birinci bildiri'den oluşmuş olduğu sonucu ortaya çıkar. Buna dayanarak da ikinci bildirinin, birinci bildirinin yananlamı olduğu söylenir (birinci bildirinin basit bir düzanlam olduğunu da yukarda gördük). Demek ki burada, bildirilerin basit bir biçimde birbirine katılması ya da birbirini izlemesi değil, gerçek anlamda bir yapı oluşturması karşısındayız: Kendisi de gösterenler ile gösterilenlerin birleşiminden oluşan birinci bildiri, bir çeşit kopma, uzaklaşma hareketiyle ikinci bildirinin basit bir göstereni durumuna gelir, çünkü ikinci bildirinin bir tek öğesi (göstereni) birinci bildirinin bütününe yayılır. Bu "kopma" ya da "yananlam" olgusu son derece büyük önem taşır ve reklam olgusunun çok ötesine uzanır. Gerçekten de yananlam olgusu 142 uygarlığımızdaki gelişmesini iyi bilinen kitle haberleşme olayına sıkı sıkıya bağlıymış gibi görünmektedir: Gazete okurken, sinemaya gidildiğinde, televizyon izlerken ve radyo dinlerken, satın alınan ürünün ambalajına göz gezdirirken, her zaman yalnızca yananlamsal bildiriler alındığı ve algılandığı aşağı yukarı kesindir. Yananlamın değişik biçimlerde, bütün tarihlere ve bütün toplumlara özgü bir insanbilimsel olgu olup olmadığına karar vermeden önce, diyebiliriz ki, bizler, XX. yy.'ın insanları olarak, bir yananlam uygarlığı içinde yaşıyoruz ve bu durum bizi yananlam olgusunun törel (etik) değerini incelemeye çağırıyor. Reklam, kuşkusuz özel bir yananlam olgusudur ("açık sözlü" olabildiği ölçüde); bu nedenle, reklam açısından, herhangi bir yananlam üstünde karar veremeyiz; ama, reklam bildirisi, kuruluşundaki açık seçiklik sayesinde, sorunu en azından ortaya koymamıza ve genel bir düşüncenin, bildirinin "teknik" çözümlemesi üstünde nasıl eklemlenebileceğini görmemize olanak verir (burada ana çizgileriyle göstermiş olduğumuz gibi).130 Öyleyse, düzanlamlı ve yananlamlı ikili bir bildiri algıladığımızda: Đkinci bildirinin (yananlam bildirisi) birincinin (düzanlam bildirisi) altında "saklı" olduğunu sanmamak gerekir. Aslında tam tersi bir durum söz konusudur. Çünkü ilk anda algıladığımız (bizler ne Huronuz ne de Marslı) bildirinin reklamsal niteliğidir, yani ikinci gösterilenidir (Astra ve Gervais olağanüstü ürünlerdir): Đkinci bildiri, burada gizlice sunulan bir bildiri değildir (buradaki durum, yananlamm, kendisine saflığını sunan birinci bildiri içine, kaçak bir eşya gibi sızdığı başka yananlam dizgeleriyle çelişir). Buna karşılık, reklamcılıkta, açıklanması gereken şey, düzanlam bildirisinin oynadığı roldür: Neden ikili bir bildiriye başvurmadan, yalnızca Astra Satın Alın ya da Gervais Satın Alın denmez? Bu soruya kuşkusuz, düzanlam, kanıtları geliştirmeye, kısacası ikna etmeye yarar diye bir yanıt verilebilir (bu belki de reklamcıların fikridir); ama büyük bir olasılıkla (ve anlambilimin olanaklarına da daha uygun olarak), birinci bildiri, ikinci bildiriyi daha ustaca ve daha ince bir biçimde doğal kılma'ya yarar: Đkinci bildirinin çıkarcı amacını, ileri sürdüğü savın nedensizliğini, göz korkutucu sertliğini ortadan kaldırır. Sıradan bir çağrı (satın alın) yerine, Astra ya da Gervais satın almanın doğal olduğu bir dünyanın görünümünü koyar. Böylece ticari nedenlilik gizlenmiş değil de çok daha geniş olan bir tanıtmayla Đkilenmiş olur; çünkü bu durum okuru, insanı ilgilendiren büyük temalarla bağlantıya sokar: Zevki, varlığın yavaş yavaş ve sürekli erimesiyle ya da bir nesnenin mükemmelliğini altının saflığıyla her zaman bir tutan temalar kullanılır.. Reklamın 130 BARTHES,Roland, a.g.e., s.190 143 yananlamlı dili, ikili bildirisiyle, alıcıların insanlık yaşamı içine düşü sokar yeniden: Düşü, yani hiç kuşkusuz belli bir yabancılaşmayı (rekaket yabancılaşması) ama aynı zamanda belli bir gerçeği (şiirin gerçeğini). toplumunun 131 Gerçekten de burada, eğer sözcük yerindeyse, reklamın insansal sorumluluğunu elinde tutan, düzanlamlı bildiridir (bu aynı zamanda reklamsal gösterilenin gösterenidir): Eğer düzanlamlı bildiri "iyi" ise, reklam zenginleştirir; "kötü" ise reklam zarar verir. Ama, bir reklam bildirisi için "iyi" ya da "kötü" olmak ne demektir? Olayı, bir sloganın etkili olmasına bağlamak bu soruya yanıt vermek değildir, çünkü bu etkililiğin yolları belirsizdir: Bir slogan inandırıcı olmadan "ayartabilir' ve bir tek bu ayartmayla da insanı satın almaya yönlendirebilir. Bildirinin dilsel boyutuyla yetinerek şöyle diyebiliriz: "Đyi" reklam bildirisi kendinde en zengin retoriği yoğun olarak taşır, insanlığın büyük düşsel temalarına kesin bir biçimde (çoğu kez de bir tek sözcükle) ulaşır ve böylece şiirin tanımını sağlayacak imgelerin büyük özgürlüğünü (ya da imgelerle ulaşılan büyük özgürlüğü) gerçekleştirmiş olur. Bir başka deyişle, reklam dilinin ölçütleri doğrudan doğruya şiir dilinin ölçütleridir: Söz sanatları, eğretilemeler, sözcük oyunları, işte atalardan kalma bütün bu ikili göstergeler, dili gizli gösterilenlere doğru genişletir ve bunları algılayan insana, bu yolla, doğrudan doğruya bir bütünsellik deneyiminin gücünü verir. Kısaca belirtilecek olunursa, bir reklam tümcesi ne kadar çok ikilik içerirse, ya da ne kadar çok fazla kattan oluşuyorsa, yananlam bildirisi işlevini de o kadar daha iyi yerine getirir: Bir dondurmanın "zevkten erime" ye yol açması gibi tutumlu bir sözce altında, eriyen bir maddenin (mükemmelliği de erime ritminden kaynaklanır) gerçek tasarımı ile büyük insanlık temalarından biri olan zevkten bitip yok olmanın biraraya geldiğini; bir yemek pişirmenin de altın gibi olması deyişinde, değeri biçilemeyecek bir fiyat fikri ile kıtır kıtır bir madde fikrinin bir araya geldiği görülür. Reklam göstereninin mükemmelliği, okurunu en çok sayıda olası "dünya" ya ulaştırabilme gücüne (bu gücü de ona vermeyi bilmek gerekir) bağlıdır. Burada dünya sözcüğünü şu anlamda kullanılmaktadır: Çok eski imgelerin deneyimi; bedenin, kuşaklar tarafindan şiirsel olarak adlandırılan, karanlık ve derin duyumları; insan doğa ilişkilerindeki bilgelik; insanlığın tartışmasız tek insansal güç olan dil içinden geçerek şeylerin kavranmasına sabırlı yükselişi. 131 BARTHES,Roland, a.g.e., s.192 144 Böylece, reklam bildirisini anlamsal açıdan çözümleyerek şu konu açığa kavuşturulmuş olabilir: Bir dili "doğrulayan" şey, hiçbir zaman onun "Sanat"a ya da "Gerçek"e bağlılığı değildir, tam tersine bir ikilik içermesidir. Ya da daha uygun olarak şöyle denilebilir: Bu teknik ikilik hiçbir zaman dilin açık sözlülüğüyle uyumlu değildir, çünkü bu açık sözlülük savların içeriğinden değil, bildiri içine sokulmuş anlamsal dizgelerin açıklanmış özelliğinden kaynaklanır. Reklam söz konusu olduğunda, ikinci gösterilen (ürün) her zaman açık sözlü, yani ikiliğini gösteren bir dizge tarafından gizlenmeden sunulur, çünkü bu apaçık dizge yalın bir dizge değildir. Gerçekten de, reklam dili ("başarılı" olduğunda) iki bildiriyi birbirine eklemleyerek, dünyanın çok uzun süreden beri uyguladığı, dünyanın sözlü bir tasarımına, gösterimine iletir bizi: Bu da "anlatı"dır. Her reklam, ürünü söyler (bu onun yananlamıdır) ama başka şey anlatır (bu onun düzanlamıdır). Dolayısıyla, reklamı, bizler için ruhsal beslenmenin büyük besinleri olan yazın, gösteri, sinema, spor, basın ve modanın yanına koyabiliriz ancak: Đnsanlar, ürüne reklam dili aracılığıyla dokunurlarken, ona anlam verirler ve böylece de onun basit kullanımını zihin deneyimine dönüştürürler.132 D) Bir Örnek : Toplumsal Bir Meta Olarak Otomobiller Otomobillerin simgeler olarak üretilmesi, on sekizinci yüzyılın sonlarında yaşanan sanayi devriminden bu yana, toplu biçimde üretilen bütün tüketim mallarının anlamlar dünyasıyla kesişmeye başlamalarının özel bir durumunu temsil eder. Şöyle ki: Otomobillerin görsel özelliklen, toplu biçimde pazarlanmalarını sağlayan reklâmcılıkla bir süreklilik oluşturacak şekilde tasarlanmıştır. Yalnız modern otomobilin, kendi promosyonunu yapan bir meta-simge olarak, Đki ek ayırt edici özelliği daha vardır. Birincisi otomobiller, ulaşımı sağlama işlevlerinin dışında, kullanıcıları açısından daima bir promosyon rolü de oynamıştır. Mobilya gibi, bizzat konut gibi evin çevresinde muhafaza edilen bu araçlar, sahiplerinin göreceli toplumsal konumlarını yansıtırlar. Yola çıktıklarında da aynı sınıfsal/kültürel kimlik duygusunu daha geniş bir kültürel alana taşırlar. Bu bakımdan otomobiller, giysilerle benzerlik taşıyan bir biçimde, aslında yerel sanayi insanı için bir tür üçüncü deriyi meydana 132 BARTHES, Roland, a.g.e., s.193. 145 getirmektedir. Anonim etiketlerle hareket eden bir kitle arasında kimlik işaretleri olarak otomobiller, gene giysiler gibi, kolayca rekabetçi bir sergilemeyi (imalatçılar doğal olarak ürettikleri malların eskimesi ve yenilerinin alınması sürecini hızlandırmayı özendirmektedirler) temel alan moda dinamiğine konu olmaktadır. Şirket oyuncuların sayısı giderek azalmasına rağmen, stillerin çoğalması ve durmadan değişmesi tam anlamıyla mühendislik alanındaki yeniliklerin çok ilerisine gitmiştir. ABD'deki ilk motor devi olan Ford, başlangıçta çizgisini değiştirmekte ağır hareket eden bir firmaydı. Ancak T modelinin satışındaki düşüşler, moda dersini almasını sağladı. Böylece 1927 yılındaki A modelinin peşinden, 1932 yılındaki V8 modeli geldi; ondan sonra da, Chrysler'in öncülüğünde, 1934'teki "Airflow" modeliyle aerodinamiğin devreye sokulması sonucunda görüntüde tam bir değişiklik gerçekleşti. Savaştan sonra, liderliği eline geçiren General Motors'du. General Motorsun Sanat ve Renk Departmanının kurulmasıyla, seyahat Motorama'ları ve geçerliliğini hâlâ sürdüren "bu yılın yeni modeli" ritüeliyle tamamlanarak moda tamamen kurumsallaştı. Bu sürecin genel bir etkisi, araba tasarımının (özellikle duygu ve görünüş düzeyinde) promosyonun başat unsuru haline gelmesiydi. Artık billboardlardan sergi salonlarına kadar her taraftaki otomobil reklâmlarında, bir ana yolda sonu gelmez bir geçit töreni gibi akıp giden (ki bu da muazzam bir reklâm işlevi görmekteydi) araçlara sözde-auratik (halesi olan) bir hava veriliyordu. Đkincisi, çömlekçilik, mobilyacılık ve eskiden elle yapılan elbiseler gibi ürünlerden farklı olarak, otomobil yeni bir icattı. Sanayileşmiş toplu üretimin çerçevesi dışında hiçbir zaman varolmamıştı. Dolayısıyla ona yüklenen anlamın tarihi, daima, promosyona yönelik bir tasarım düşünülerek imal edilmiş olmasının anlamıyla bağlı olmuştur; üstelik bu bağ o kadar sıkıdır ki, otomobiller, üreticiler için olduğu kadar tüketiciler için de, başından beri, üretilmelerini sağlayan teknoekonomik dönüşümün gerçek amblemleri olarak değerlendirilmiştir. 1920'li yılların ortalarında toplu üretilen otomobiller toplu zenginlik vaadini haber vermekteydi. Hoover'ın 1924 yılındaki seçim sloganı, "Her tencereye bir tavuk, her garaja iki otomobil" şeklindeydi. Henry Ford, Michigan'daki tesisinde öncülüğünü yaptığı montaj hattı sistemiyle uluslararası ün kazanmıştı.133 Amerikalı ressam Charles Sheeler, sınai tesislerden oluşan bu tür manzaraların üstünde apayrı tarzda bir estetik 133 WERNICK,Andrew, a.g.e. s.114 146 geliştirmişti. Sheeler'in Criss-Crossed Conveyors adlı resmi ile diğer eserlerinde Ford’un Dearborn fabrikası yeni çağın bir ikonuna dönüştürülmüştü. Marinetti, Mario de Leone ve Auro d'Alba gibi italyan Fütüristleri bu araçtan benzer bir fetiş çıkarmışlardı. Picabia'nın titizlikle hazırlanmış pistonları, karbüratörleri ve millerinde yoğunluk daha dar biçimde motordadır: Etkili, iyi benzin kullanan çalışmasıyla, erkeğin cinsel gücünün idealize edilmiş ifadesi olan bir sanayileşmenin ruhunu somutlaştıran ve birbiriyle mükemmel uyum sağlayan parçalardan oluşan bir makine. Bundan başka otomobiller, diğer yeni ürünler (buzdolapları, daktilolar, fonograflar, kameralar, radyolar, vb,) gibi, sanayi ile bilimin öncülüğünü yapmakta birleştikleri bütün yeni dünyayı (yeni'nin dünyasını) sembolize etmeye başlamıştı. Özlü bir ifadeyle söylenirse: Zira otomobillerin yaygınlaşması, muazzam boyutlu ona bağlı sanayiler, yol sistemleri ve tepeden tırnağa değişmiş şehirler yaratarak yaşamın bütün ekolojisini hızla dönüştürürken, bireysel düzeyde bütün zaman ve mekân duygumuzu değiştirerek Özel yaşamımız ve mesleğimizdeki hareketliliği hızlandırıyordu. Çünkü otomobillerin, promosyon amacıyla Modernite'nin, Teknoloji'nin ve Đlerleme'nin sembolleri olarak sunulması hiçbir zaman bütünüyle keyfi bir girişim olmamıştı. Otomobile dayanarak karayolu temelinde bir ulaşım sisteminin kurulması, gerçekte, uygarlık düzeyinde yirminci yüzyılın başlangıcında meydana gelen değişikliklerin (ki mitleşmiş terimlerle bu değişikliklerin parlak dinamiğine işaret edilmekteydi) ayrılmaz bir unsuruydu. Otomobillerin belli kurgularla çevrelenen sembolizmleri oldukça değişkendir: Yalnızca zaman içinde değil, piyasa içindeki bölünmeleriyle de değişiktir. Aslına bakılırsa, en eski modeller Ford ve Oldsmobile otomobillerden beri, arabaların imajları için üç kültürel referans noktası olmuştur ve bunların her biri, büyük ölçüde, farklı türde otomobillerin tasarımlanıp sunulduğu piyasanın farklı kesitlerine denk düşmektedir. Birincisi ve teknoloji yapısına en yakın olanı, uzun yol araçlarının, spor otomobillerin, Porsche'lerin, Trans-Am'lerin çağrıştırdığı imajlar kümesidir (ve bunların şimdiki karşılığı "kaslı-araba"dır). Tam bir seyirlik spor ve erkeğin rekabetçi cesaretinin sergilendiği güçlü bir ritüel olan araba yarışları, seksen yıl 147 boyunca bütün bu gelişmelerden esinlenmiştir. Araba yarışları bir yandan şirketlerin kendilerini tanıtmalarını sağlarken, öbür yandan da araştırma ve geliştirme sonuçlarının sınanmasına yaramaktadır. Araba yarışından -ve ona göre geliştirilen yol modellerinden-, kendisiyle yarışan erkeksi teknoloji değerlerinin övdüğü hemen hemen kusursuz bir sembolün çıkması şaşırtıcı değildir: Bir mermi şeklinde tasarlanmış olan geleceğe,orgazma ve ölüme doğru keyifli bir coşkuyla hamle yapmanın yaşandığı, erkek kimliği damgasını taşıyan bir makine. Böyle bir otomobil duygusu, Marinetti'nin 1905 yılındaki “Otomobile Methiyesi”nde ifade edilenden (otomobil modern bir Kanatlı At'tır ve mekaniği uçuşa geçirmiştir) daha tutkulu bir şekilde herhalde asla dile getirilmemiştir.134 Lüks otomobilin (üst sınıfın kibar arabasının izinden yürüyen araçlar) tasarım özellikleri bunlarla tam bir karşıtlık oluşturmuştur. Bugün bile ahşap malzeme kullanılması ve limuzinlerin bir bakıma kutuyu andırmasıyla dikkat çeken bu tür bir arkaizm, yalnızca geleceğin şoklarına bir panzehir hizmeti görmekle kalmamış, onun yanında, sanayileşmenin bir statü göstergesi haline getirdiği soyut Geleneğin bir simgesi işlevini de görmüştür. Đster 1920'lerin ortalarına kadar "arka kısım" tasarımlarında ısrar edilmesinde, isterse o zamandan bu yana hazırlanan reklâmlarda karoser dilinin ("Bodies by Fisher") kullanılmasında görülsün, bu yapının diğer türlere yayılarak genişlemesinin kaynağı da budur. Son olarak ve bir tür sembolik orta noktayı yansıtarak, şimdi aile sedanı bulunduğunu söylenebilir.. Bütün ailenin birlikte kullanması amacıyla (ilk başta, her haneye bir araba) tasarlanmış arabaların imajları da aynı şekilde karışık olmaktadır. Eve ekmek getiren aile reisinin işe gidip gelme/boş zamanında kullanma aracı olarak sportif bir cazibe taşırken, toplumsal statü göstergesi olarak ailenin modayı izlediğini, beğeni sahibi olduğunu ya da zenginliğini simgelemektedir. Ancak ona genelde bir aile aracı sembolü de atfedilmektedir. Genelde otomobil, bir tür hareket halindeki ev olma özelliğiyle, saygın, fonksiyonel ve güvenli görünecek şekilde imal edilmiştir. Tasarım özellikleri maddi bakımdan "aile"yi (evrensel görünmekle birlikte) özel türde bir grup olarak temsil eden bir şekilde hazırlanmıştır. Demek ki, Viktorya çağı landosundan, dört beş kol134 WERNICK,Andrew, a.g.e. s.115-116 148 tuklu kapalı arabaya (içinde yaşadığımız yüzyıl boyunca aile arabası her zaman Đlk bakışta farkedilebilecek bir şekle sahip olmuştur) bir aktarmayla, hem ailenin çekirdek bir aile olduğu varsayılmakta; hem de, adet olduğu üzere baba/kocanın arabayı kullandığı, anne/eşin onun yanındaki koltukta oturduğu, çocukların ise arka koltuklara yerleştikleri bir oturma modeli yerleştirilmektedir. Daha yakın zamanlarda, hiyerarşi ve rollere göre bölünmüş bu model yumuşamaya ve gençlerle kadınların otomobil sahibi olmaları yaygınlaşmaya başladıkça, büyük otomobil egemen aile biçimim yansıtma rolünü sürdürmüş; yalnız, bu gelişmelere bağlı olarak, cinsiyet ayrımına daha az rastlanan, yaşın pek dikkate alınmadığı, büyüklük ve bileşim bakımından değişken bir modele yönelinmiştir. Denilebilir ki, otomobille ilgili imajların tarihinin sergilenmesi gereken matris budur. Açıkçası, matrisin kendisi gibi bu tarih de çok düzeyli bir özellik taşımıştır ve tek bir göstergeye indirgenmesi mümkün değildir. Belirtilmesi gereken ilk nokta dinamik bir süreklilik oluşudur: Sembolik anlamda hiçbir tip araba saf görünmezken, aile arabası (sanayinin belkemiği hala bunlardır), otomobillerin toplayabileceği bütün imaj kümelerinin bir yoğunlaşma noktası işlevi görmeye başlamıştır. Bir kitle aracı olarak araba en zengin ailelere göre olduğu kadar bütün ailelere de çekici gelecek şekilde tasarımlanmıştır ve halen de öyle tasarımlanmaktadır. Bu nedenle, zanaatkar gelenekselciliği, tekno-füturizm ve “aile”yi kuşatan değerler tam bir bütünsellik oluşturmadığı için, hazırlanan imajlar da belirsizliğini ve bir uzlaşma ürünü olma özelliklerini korumuşlardır. Günün geçerli sloganı ne olursa olsun, otomobilin karakteristik biçimde ortalama bir görünüşte olmasının nedenini bu duruma bağlamak gerekir; aynı nedenle tasarımdaki çelişkili olma ihtimali taşıyan unsurlar törpülenerek yumuşatılmış, hatta birbirlerini gizleyen bir görünüm kazandırmaya bile dikkat edilmiştir. Bu karışım içinde, modernist / erkekçi teknoloji değerleri daima ön plana çıkarılarak ifade edilmiştir. Ama aynı nedenle onların etkileri de en azından piyasa cazibesinin mantığıyla ilişkili nedenlerden dolayı sürekli denetim altına alınmaya başlamıştır. Đkinci nokta, statünün kodlanması bakımından, anakronik niteliklerine rağmen, at arabasına yönelik Quality Street göndermelerinin giderek gözden kaybolması doğrultusunda düzenli bir eğilim gözlenmesidir. Vurgulanması gereken 149 ciddi bir değişiklik, 1930'ların başlarında Ford V8 gibi modellerle devreye sokulan modernleşmiş stillerde motorun düzgün bir hatla sürücü mahalline bağlanmaya başlamasıyla gerçekleşmişti. Bu adımın atılmasının sonucunda, otomobilden önceki imajlar, arabanın gerçek gövdesinden reklâmlarda kullanılan ve bir süre ortadan kalkmış olan retoriğe kaymıştı. 1940'lar ve 1950'lerde, otomobilleri resimler gibi gösteren araçlar sayesinde, atlı arabanın "ustalık" isteyen görünümü daha da zayıflamıştı: Otomobilin maddi biçiminden ayrılmanın sonucunda zamansız bir sanayileşme-öncesi çağın bir imajını ("Buick: bir klasik") araya katarak o biçimin tarihiyle olan ilişki de kaybedilmiştir.135 Modanın şimdiyi ön plana çıkaran itkisinin dışında, kapitalizmin yükselip alçalması, bir karşı eğilim olarak, en yeni modellerin izlenmesini otomobilin saygınlık taşıma kapasitesinin temel bir yönü haline getirmeye başlamıştır. 1945'ten sonra işçi sınıfından ve orta sınıftan aileler açısından modern görünümlü otomobiller Depresyon'un ve yoksulluğun geride bırakıldığının gözle görülür bir işaretiydi. Daha genel bir açıdan baktığımızda, yirminci yüzyıl tüketimciliğinin endişeli ve dağınık kültüründe, güncel ve modern olmak toplumsal üyeliğin çok önemli bir göstergesi haline gelmişti. Bu durumun, belli bir imaj yüklenmiş olan otomobilin teknoloji değerleriyle bütünleşmesine taşınması gene belli belirsiz bir nitelikte kendini göstermiştir. Modada olduğu gibi orta piyasa otomobillerde de, çağdaş olmak önem kazandıysa da çok fazla önde görünmek de riskli bir hale gelmişti. Nihayet, otomobil imajlarının tekno-mitin kodlanmasıyla ilgili olan yönü bilhassa da, hız yapmanın ve ona bağlı olarak teknolojik ilerlemenin bir sembolü olarak otomobilin demode duruma düşüp, daha hızlı ulaşım biçimlerinin, özellikle havada hareket eden araçların ortaya çıkması nedeniyle- ciddi ölçüde değişmiştir. Buna bağlı olarak, toplu biçimde üretilen otomobillerin tasarımlan (1930’ların "Airflow"ları ve savaştan sonraki Detroit'in kanat-kuyruklu modellerinden günümüzün "aero" modellerine) yeni baştan hazırlanmaya başlamış; her yeni modelde hız/ilerleme idealine o an en yakın olan ulaşım biçimi taklit edilmiştir, Kuşku yok ki, bir düzeyde, uçaktan etkilenmiş olan aerodinamiğe yönelme eğilimi, hem rüzgârın direnişini hem de yakıt maliyetini azaltan pratik bir adımı temsil 135 WERNICK,Andrew, a.g.e. s.118 150 ediyordu. 1955 model Cadillac "Eldorado" gibi barok, roket tarzındaki araçlarda, aerodinamiğin etkililiği fiilen aerodinamik bir görünüş kazandırmak uğruna feda edilmekteydi, Eğer otomobiller sonuçta uçaklar, füzeler ve uzay gemileri haline geliyorsa, fantezide araba kullanmak da uçuş becerisine dönüşüyordu: Savaştan sonraki dönemde "derinlik" övgüsü düzenlerin çok iyi anladıkları gibi, aynı anda hem teknikçi (ve uzay çağına özgü) bir ilerleme nosyonuna hem de cinsel arzunun tahriklerine gönderme yapması muhtemel bir metafordu bu.136 Otomobilin, bir makine kılığına girmiş olarak, canlı görünmesi de sağlanmıştır. Yalnız bu, her ne kadar metaforun halk dilinde rahatlıkla özümsenmesi ("Kadın gerçekten çok iyi kullanıyor") kültürel bakımdan uyumlu bir çakışmayı yansıtıyorsa da, asla basitçe bir tüketici transferi olayı değildir. Promosyon ile tasarım, böylesi bir animizme (canlıcılık) somut bir çerçeve kazandırmaktadır, Đlk aşamada, öne yerleştirilen radyatör bir ızgarayla (ağız) kapatılmıştır. Sonra iki ayrı far (gözler) ve sivri bir kaporta (burun) eklenmiş; böylece sanki atın kaybolan yüzü doldurulmuştur. Tepe noktasını ise, sanayide esinlendirdiği neredeyse aynı derecede görkemli canavar tiplerle birlikte, 1940'lann ve 1950'lerin geçici modası oluşturmuştur. Bununla birlikte, bu kadar bariz bir şekilde abartılan şekilcilik , Ford Edsel'den sonra azalmıştır, O zamandan beri, canavar teması ehlileştirilmiş ve reklâm kopyaları ile marka isimlerinin hamuru (Mustang [yabani at], Colt [Tay], Fox [Tilki], Rabbit [Tavşan], vb.) haline gelmiştir; otomobiller de, fiziksel olarak, kendi sürücülerinin siborgu cyborg* andıran büyütülmüş hallerinin şeklini almıştır. Robotlara yönelme eğilimi, daha koyu -Frankensteincı- yanıyla, kendilerine ruh vermediği için insan-yaratıcılarını yok etmeye koyulan, sürücüsüz araçlar gibi korku filmi imajlarının (Stephen King'in Christine’i, Stephen Spielberg'in Duel’i) yaygınlaşmasına önayak olmuştur. Canlı otomobil imajlan onun cinsiyetli biçimde sunulmasını da gerektirmiştir, ilk plânda ve erkek sürücünün penceresinden bakıldığında, otomobil Kadın şeklinde tasarlanmıştır (ister metres, ister eş olsun, göz alıcı bir mülk olarak). 136 WERNICK,Andrew, a.g.e. s.119 * sibernetik ve organizma sözcüklerinin bileşiminden oluşan cyborg sözcüğü yapay organların ve bedenin diğer parçalarının değiştirilmesi sonucunda düşman ya da yabancı bir ortamda yaşayabilmek üzere geliştirilmiş hayali bir insan türünü tanımlamaktadır. 151 Gene de, erkeklerin yönlendirdiği bu çift sahnesinde (çeşitli nüansları olan bir şeydir bu), otomobil roket, mermi ya da silah olarak, yani erkeğin cinsel uzantısı olarak gösterilmiş; aynı zamanda, her iki cins açısından da, kaçmanın gerçekleşeceği kapalı bir yer olarak, rahim rolünü oynamıştır. Otomobilin en çarpıcı sembolik özelliklerinden birisi -cinsiyetinin belirsizliği- işte bu süreçte şekillenmiştir. Denilebilir ki, promosyon ile yarar onu Adem'in kaburga kemiği gibi fallik teknolojinin kozmosuna bağlamışsa bile, ona bir erkeklik karakteri de 137 kazandırmıştır. Son zamanlara değin, kaçış ile canlandırmadan oluşan ve içiçe geçmiş bu eğilimler gelişmenin temel hattını meydana getirmiştir. Ancak 1960'dan bu yana devreye iki ek sembolojik gelişmenin girmesi otomobilin kafalardaki anlamını daha da karmaşıklaştırmıştır. Söz konusu gelişmelerden ilki, uzay teknolojisinin (askeri ve sivil alanlardaki) tırmanışa geçmesiyle birlikte, taşımacılık alanındaki ilerlemelerin, fırlatma sistemlerinden daha çok, yönlendirme sistemleri ile onların parmak ucuyla bir tuşa basılarak denetlenmesi alanındaki atılımlara dayanmaya başlamasıdır. Daha genel bir bakışla, bilgisayarların ve bilgi sistemlerinin yükselişi, teknolojik ilerlemenin örnek alınan merkezi konumuna, taşımacılıktan çok iletişimi oturtmuştur. Şeylerin / insanların uzaydaki hızlı hareketleri ile enformasyonun / düşüncenin elektrik devreleri aracılığıyla hızlı hareketi arasında paralellikler bulunmasına rağmen, bunlar aynı şey değildir. Dikkatlerin bir taraftan diğerine kayması, kültürel bir fikir olarak "teknolojinin kaydedilmesinde de bir değişimi getirmiştir. Bu düşünceye kapılan McLuhan, mekanikleşmenin dışa patlayıcı / atomistik [explosive / atomistic] dünyasının yerini elektroniğin içe patlayıcı / bütüncül [implosive / holistic] dünyasına terketmekte olduğunu saptamıştır. Daha dar kapsamlı bir yorumla, belli bir imaj verilmiş olan otomobiller açısından bu değişimin yansıması, modern görünümün hem hızlı ve havada giden bir görünüş, hem de bilgisayarlara ve onların çağrıştırdığı her şeye bağlı olma anlamını yüklenmeye başlamasında ortaya çıkmaktadır. 137 WERNICK,Andrew, a.g.e. s.121 152 Đkinci gelişme, otomobillerin tasarımı ile promosyonunun -ne türden olursa olsun yapay sembolizmle ayrı kulvarlarda koşan-fonksiyonalizmin canlanmasından gördüğü etkidir. 1960'ların sonlarına kadar, Bauhaus'un düsturu olan "Biçim, fonksiyondan sonra gelir" özdeyişi, hem bir inançlar bütünü hem de Atlantik-ötesi rakiplerini yere sermelerine yarayacak bir sopa olarak Amerikalı imalatçılardan ziyade Avrupalı imalatçılar arasında yaygındı. Fakat 1960'larda kültürel canlanmanın uyanışıyla ve enerji krizinden kaynaklanan "ekonomik kasa"ların şekillenmesiyle, anti-dekoratif titizlik Kuzey Amerika'daki otomobil tasarımlarını da güçlü biçimde etkilemeye başladı. Aerodinamik gibi fonksiyonalizmin rövanşçılığı da kısmen ekonomik bir dürtüden kaynaklanıyor, Vietnam savaşından sonra gelen düşüş döneminde müşterilerin gözünde etkinliğin ve fiyatların öneminin yeniden artışını yansıtıyordu, Ancak fonksiyonun ön plâna çıkmasının bir değeri de vardır. Bu haliyle (ve kendine rağmen), kendi adına üretilen ürünlerin söylemi ve stilinde açık bir unsur durumuna gelmeye daima açıktır. 1920'lerdeki ilerleme yanlısı tasarımcılara göre, fonksiyonalist ilkeler modernitenin kendisine ütopyacı bir tanım sağlıyordu. Bu yaklaşım Kuzey Amerika otomobil piyasasında, en azından Amerika Birleşik Devletleri'nde bu fikrin egemen biçimi haline gelmiş olan ve kendine övgüler yağdırıp duran Yeni Sınırlar Düşüncesi'nin karşısında geçerli bir karşı-imaj oluşturmaya başlamıştı.138 Ama hem geçmişte hem de günümüzde kullanılan en yaygın taktik simgeyi basitçe ters yüz etmektir. Reklamlar otomobilleri kent uygarlığının doruğu olarak simgeleyen bir portre çizmektense onları kırı somutlayan yeşil çayırlarda göstermektedir. Dünyayı fetheden teknolojiyi temsil etmenin yerine artık bir huzur ve kaçış yeri olarak doğayla bağ kurulmaktadır. Kısacası, otomobille temsil edilen şey, kendi asıl özelliği, işe gidip gelmeyi sağlayan bir araç olması değil; tersine sıkıntıları ve trafiği bütünüyle ortadan kaldırabilecek bir sihirli araç, çekip gitmeyi sağlayan bir vasıta olmasıdır. Roland Barthes’e göre , bugün otomobil büyük gotik katedrallerin oldukça tam bir karşılığı durumundadır.Çağın büyük bir yaratımı, bilinmedik sanatçılarca 138 WERNICK, Andrew, a.g.e., s.122. 153 tutkuyla tasarlanmış, koca bir halk tümüyle büyülü bir nesneyi kendine mal ediyor onda, kullanımında olmasa da imgesinde tüketiyor.139 Barthes XVII.yüzyılda Fransa’da Citroen’in Deese modelini bir mit olarak çözümlerken: “Yeni Citroen, karşımıza öncelikle üstün bir nesne olarak çıktığı ölçüde, açıkça gökten düşüyor. Unutmamak gerekir ki, nesne üstdoğanın en iyi habercisidir: hem bir kusursuzluk, hem de bir köken yokluğu, hem bir kapalılık, hem de bir ışıklılık, yaşamın özdeğe dönüşmesi (özdek yaşamdan çok daha büyülüdür), kısacası masal dünyasının malı olan bir sessizlik kolaylıkla bir araya gelir nesnede. “Deesse”, XVIII. Yüzyılın ve bizim bilimkurgumuzun yenilik tutkusunu beslemiş olan şu başka bir dünyadan inmiş nesnelerin tüm özelliklerini taşıyor (hiç değilse kitle ona bu özellikleri oybirliğiyle vermeye başlıyor): “Deesse” öncelikle yeni bir Nautilus.”140 diye bahsetmektedir. Bu nedenle tözünden çok eklenimlerine ilgi gösteriliyor. Bilindiği gibi, düzlük her zaman kusursuzluğun niteliklerindendir, çünkü tersi tümüyle insansal ve teknik bir takma işlemini ortaya koyar: Đsa’nın gömleği dikişsizdir, bilimkurgunun uzay gemileri de kesintisiz bir madenden yapılmıştır. Genel biçimi çok sarılı olmakla birlikte, D.D. 19 tümden örtülü olmak savında değil; bununla birlikte, kitlenin ilgisini en çok düzlemlerinin geçmeleri çekiyor: camların birleşim yerlerini tutkuyla yokluyor, arka pencereyi nikel çevreye bağlayan, geniş, kauçuk girintilere ellerini sürüp duruyorlar. D.S.’de yeni bir takma görüngübilimi başlangıcı var, sanki bir lehimli öğeler dünyasından yalnızca eşsiz biçimlerinin etkisiyle ayakta duran bir yan yana dizilmiş nesneler dünyasına geçiliyormuş gibi. Bunun işlevi de, söylemek bile fazla, daha kolay bir doğa düşünmesi getirmek. Özdeğin kendisine gelince, büyüsel anlamda bir hafiflik eğilimini desteklediği kesin. Belirli bir aerodinamizme dönüş var, ama bu aerodinamizm bu biçimin ilk zamanlarındakinden daha az kitlesel, daha az keskin, daha durgun olduğu ölçüde yeni. Hız burada eskisi ölçüsünde saldırgan, eskisi ölçüsünde sportif olmayan 139 140 BARTHES, Roland, Çağdaş Söylemler, Çev:, Tahsin Yücel, Metis Yay, Đstanbul, 1998, s. 138 BARTHES,Roland, a.g.e, s.139 154 göstergelerle dile geliyor, sanki destansal biçimden klasik biçime geçiliyormuş gibi. Bu tinselleşme cam yüzeylere verilen önemde, özende, özdekte de okunuyor. “Deesse” gözle görülür bir biçimde camın ululanması, sacsa burada bir temelden başka bir şey değil. Camlar birer pencere, karanlık gövdede oyulmuş birer açıklık değil, büyük hava ve boşluk yüzeyleri bunlar, sabun kabarcıklarının yayılı şişkinliğini ve parıltısını, madensel olmaktan çok böcekbilimsel bir tözün sert inceliğini taşıyorlar (Citroen simgesi de, şimdi bir itki düzeninden bir devinim düzenine, bir motor düzeninden bir örgen düzenine geçiliyormuş gibi, oklu biçimden uzaklaşıp kanatlı biçim olmuş). Demek ki, insansallaştırılmış bir sanat söz konusu, “Deesse”in de otomobil söylenselinde bir değişikliği belirlemesi olanaklı. Şimdiye değin, üstün araba daha çok güçlü hayvan söylenseline bağlanıyordu, burada hem daha tinsel, hem daha nesnel; üstelik, kimi yenilikçilik ödünlerine karşın (boş direksiyon gibi), daha evsel olmuş, çağdaş ev sanatlarımızda bulduğumuz araçsallığın yüceltilmesi eğilimine daha çok uymuş: gösterge tablosu bir fabrika santralinden çok, çağdaş bir mutfak tezgahına benziyor: donuk, dalgalı sactan, ince kapaklar, ak, yuvarlak uçlu, küçük kollar, çok yalın ışıklı göstergeler, hatta nikel kaplamaların belirsizliği, bütün bunlar bundan böyle bir etkinlikten çok, bir konfor olarak tasarlanmış devinimin üzerinde bir tür denetim anlamını taşıyor. Gözle görülür biçimde, bir hız simyasından bir davranış oburluğuna geçiliyor. Öyle görünüyor ki, kendisine sunulan izleklerin yeniliğini kitle de çok güzel sezinlemiş: önce yeniliğe duyarlıyken (basın kampanyaları yıllardır dikkatini çekip duruyordu), hemen bir uyarlama ve araçsallık çabasına girişiyor (“Alışmak gerek”). Sergi salonlarında, tanık-araba yoğun ve tutkun bir özenle gözden geçiriliyor: buluşun büyük dokunumsal evresi, görsel masalsı nesnenin dokunmanın usavurumcu saldırısına uğradığı an bu (çünkü dokunma, en büyüsel duyu olan görmenin tersine, tüm duyular içinde, aldatmacaları en çok ortaya çıkaran duygudur): saclara, eklenimlere dokunulmuyor, kıtıklar yoklanıyor, koltuklar deneniyor, kapılar okşanıyor, minderler mıncıklanıyor; direksiyonun önünde, tüm bedenle arabayı sürme öykünüsüne girişiliyor. Nesne tümüyle bayağılaştırılıyor, sahipleniliyor: Metropolis göğünden yola çıkmış olan “Deesse” çeyrek saat içinde bağımlılaştırılıveriyor, sonra, bu büyü işleminde, küçük kenter yükselişinin devinisini gerçekleştiriyor.141 141 BARTHES,Roland, a.g.e, s.140 155 SONUÇ John Carpenter 1988 yılında çektiği They Live (Yaşıyorlar) isimli filminde ilginç bir alegori kurmuştur. Filmin kahramanı Nada eski bir dükkanda bulduğu kutular dolusu güneş gözlüklerinden birini taktığında neye uğradığını şaşırır. Kerameti meçhul olan bu gözlük etrafındaki her şeyin görüntüsünü değiştirmiş ve görüntülerin satır aralarını okunabilir hale getirmiştir. Çevresindeki tabelalara bakar ; bambaşka yazılar görür. Coca-cola reklamı bulunan bir tabelaya o güneş gözlüğüyle baktığında “itaat et” cümlesini okur. Diğer tabelalarda da “Düşünme!”, “Otoriteye boyun eğ!”, “Uykuda kal!” gibi emir kipinde cümlelerle karşılaşır. Nada, neler olup bittiğini anlayamaz. Film ilerledikçe dünyanın uzun zaman önce kötü niyetli uzaylı yaratıklarca ele geçirildiği anlaşılır. Öyle ki, yaratıklar insan türünün görünümüne bürünmüşler ,tüm önemli mevkilere çoktan yerleşmişler, dünyanın kaynaklarını sömürmekte ve insan türünü egemenlikleri altına almış bulunmaktadırlar. Ray Nelson ‘un romanından uyarlama olan filmden aktarılanlar abartılı gözükmekle birlikte çağımızdaki gösterge içerikli mesaj bombardımanına dikkati çekmesi açısından ilginçtir. Sözcüğün en geniş anlamıyla gösterge bir başka şeyin yerini alabilmesini sağlayan özellikler taşıdığından kendi dışında bir nesne, olgu ya da varlık belirtebilen ögedir. Göstergenin işlevi bir iletişim doğrultusunda ikinci bir imgeyi canlandırmaktır. Ve reklamlarda kullanılan dilin iletisinin işlevini yerine getirebilmesi için bir gösterge sistemini içermesi gerekmektedir. Reklam iletisindeki göstergeler birer açık dizge niteliğinde yeni anlamlama biçimleri üretmektedirler. Reklam dili bir gösterge modeli ve sistemi olduğu kadar maddi bir kurulum ve özgün bir üretim olup estetik ve iletişimsel değerin de taşıyıcısıdır. Herhangi bir ürünün reklamına göstergeler bütünü olarak bakıldığında tek ya da çok sayıda göstergeler içerdiği görülebilir. Reklamlarla ilgili tarihsel örneklerin dışında göstergebilimsel terim ve verilerden de yararlanılan bu araştırma da reklamlarda yer alan iletişim dizgelerindeki göstergelere açıklık getirilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmanın amacı reklamlardaki anlamlı bütünleri bir başka deyişle gösterge dizgelerini betimlemek, birbirleriyle kurdukları bağıntıları saptamak, bu dizgeleri sınıflandırmak ve dolayısıyla insanla insan, insanla doğa arasındaki etkileşimi açıklamaya çalışmak olmuştur. Grafik tasarım ürünlerindeki göstergeler görsel karakterlerinden dolayı mantıksal göstergelere nazaran fazla yoruma 156 açıktırlar. Çünkü grafik tasarımcı tasarımlarını yaparken genelikle belirlenmiş bir gösterge dizelgesinden yola çıkmaz ve kendisi de böyle bir dizelge oluşturmaz. Örneğin bir ürünün reklam tasarımında kullanılan renkler hiçbir dil göstergesiyle eşdeğerlik taşımayan sonsuz çeşitlilikte derecelenebilir ayrıntılar içermektedirler. 19.yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında kitlesel izleyicinin artışı ve medya araçlarının ortaya çıkışı iletişim tasarımının gelişiminde çok büyük fırsatlar yaratmıştır. Bunlara bağlı olarak artık tüketim kültürünün kitle iletişim araçları gibi ve onların sayesinde evrenselleştiğinden söz edilebilir. Dünya gittikçe küçülen küresel bir köye dönüşmektedir ve günlük yaşamdaki tüketim olgusundaki yeri aşikar olan reklam dilinin çözümlenmesinde göstergebilim önemli bir yer teşkil etmektedir. Göstergebilimsel araştırmanın genel çerçevesi içersinde reklamlarda kullanılan dil, çağdaş dünyada anlam belirleme biçimleri üzerine önemli bilgilere sahiptir. Bu bağlamda bir reklam iletisinin anlam yüklenmesi, anlam aktarması, onun toplum tarafından üretildiği ve tüketildiği anda imal edilen belli kural ve ölçülere uydurularak gerçekleşmektedir. Reklam iletilerinin gösterilenleri bildirinin vericisine değil büyük ölçüde alıcıya yani reklamın okuruna bağlıdır. Đleti çok anlamlıdır.kendini bir çok anlam okumasına kolayca sunar. Bu durum her insanın sahip olduğu bilgiye ve kültüre göre okuma düzeyinin değişmesi anlamına gelmektedir. Ve reklam dili işlevsel yönünün yanında bir anlam taşımasıyla insanla dünya arasındaki aracılığı da üstlenir. Böylece kendi gerçekliğinden soyutlanmış bir şekilde reklamı yapılan ürün bütün bunların yanında bir görev daha üstlenmiş olur bu da göstermektir. 157 KAYNAKÇA BARTHES, Roland, Çağdaş Söylemler, Çev:, Tahsin Yücel, Metis Yayınları, Đstanbul, 1998. BARTHES, Roland, Göstergebilimsel Serüven, Çev. RIFAT, Mehmet, RIFAT, Sema, Yapı Kredi Yayınları, Đstanbul, 2005. ERKMAN, Fatma, Göstergebilime Giriş, Multilingual, Đstanbul, 2005. FĐSKE, John, Đletişim Çalışmalarına Giriş, Çev. ĐRVAN, Süleyman, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara; 2003. GOMBRICH,Ernst Hans, Sanatın Öyküsü, Çev.ERDURAN, Erol, Remzi Kitabevi, Đstanbul,1999, GOTTDIENER, Mark, Postmodern Göstergeler, Đmge Kitabevi, Ankara, 2005. GÖKSEL,Bülent, Pazarlama Đletişimi Açısından Halkla Đlişkiler ve Reklam,Yayınevi Yayınları,Đstanbul,1997 GUIRAND, Pierre, Göstergebilim, Çev: YALÇIN, Mehmet, Đmge Kitabevi, Ankara, 1994. GÜNAY, Doğan, Dil ve Đletişim, Multilingual, Đstanbul, 2004. GÜNAY, Doğan, Göstergebilim Yazıları, Multilingual, Đstanbul, 2002. KARAHAN, Çağatay, Pop-Art’ta “Nesne’nin” Bir Gösterge Olarak Kullanımı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Đzmir, 2003. KÜÇÜKERDOĞAN, Rengin, Reklam Söylemi, Es Yayınları, Đstanbul, 2005. RIFAT, Mehmet, Göstergebilimcinin Kitabı, Düzlem Yayınları, Đstanbul, 1996. TÜRKOĞLU, Nurçay, Görü-Yorum, Der Yayınları, Đstanbul, 2005. UÇAR, Tevfik Fikret, Görsel Đletişim ve Grafik Tasarım, Đnkılap Kitabevi, Đstanbul, 2004. VARDAR, Berke, Dilbilimin Temel Kavram ve Đlkeleri, Multilingual, Đstanbul, 2001. YÜCEL,Tahsin,Yapısalcılık,Can Yayınları,Đstanbul,2005 WERNICK, Andrew, Promosyon Kültürü, Çev. Osman AKINHAY, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996. WILLIAMSON, Judith, Reklamların Dili, Ütopya Yayınevi. 158 ÖZGEÇMĐŞ Adı Soyadı : Ebru ÖZCAN Doğum Yeri : Kütahya Doğum Yılı : 1973 Medeni Hali : bekar Eğitim ve Akademik Durumu : Lise : 1987 – 1991 Bilecik Sağlık Meslek Lisesi Lisans : 1999 – 2003 SDÜ. Güz.San.Fak. Grafik Bölümü Yabancı Dil : Đngilizce Đş Deneyimi : 1991 – 1995 Kırşehir Devlet Hastanesi Çocuk Sağlığı Hemşiresi 1995 – 2007 Isparta Devlet Hastanesi Koroner Yoğun Bakım Hemşiresi
Benzer belgeler
Göstergebilim İlkeleri
sındaki birleşimden doğan öğeyi belirtmek için kulla
nılır;10 daha genel olarak da «kendi dışında bir şey
gösteren öğe» anlamına gelir.
Göstergebilim, göstergeleri, gösterge dizgelerini ele
alan, ...