Tarihsel gelişimi içinden gazetecilik etiğini yeniden düşünmek
Transkript
Tarihsel gelişimi içinden gazetecilik etiğini yeniden düşünmek
Tarihsel gelişimi içinden gazetecilik etiğini yeniden düşünmek Ayşe İnal Gazetecilerin benimseyecekleri, basına yönelik akademik eleştirileri sonlandıracak bir gazetecilik etiği geliştirmek mümkün müdür? Bu amaç için girişimler oldukça eski, ancak pek çoğu yol gösterici olmaktan çok yasak koyucu biçimde sıralanmış prensipler ve yaptırımlardan oluşmaktadır. Nelerin kaçınılması gereken davranışlar olduğunu sıralamanın ve bunlar üzerinde uzlaşmanın, gazetecilik için hedefler belirlemekten daha kolay bir girişim olduğu gözlenmektedir. Herkesin benimseyebileceği “evrensel” etik ilkeler geliştirmek, habercilik işini ortak “demokratik” değerler doğrultusunda harekete geçirmek bir siyasal mücadele gerektirir. Bu mücadele içinde tüm haber toplayan ve yayan kuruluşların ortak yayın politikaları benimsemelerini ve gazetecilerin birey olarak bu değerleri içselleştirmelerini beklemek hayalci bir iyimserlik değil midir? Dahası, böyle bir beklenti ve yönlendirme, demokrasinin ruhuna ters düşmez mi? Bir “meslek etiği”nden söz edildiği andan itibaren tartışmanın odaklandığı sorun, o meslek için evrensel geçerliği olan ve her özel durumda yol gösterici olabilecek ilkelerin mümkün olduğuna yönelik bir ön kabul üzerine kuruludur. Doktorlar, Hipokrat yemini ettikleri andan itibaren bu yeminin her özel durumu kapsayacak bir yol göstericiliği olduğundan kuşku duymamaktadır. Yerleşik tıp biliminde –bile- her yeni teknoloji, etik ilkelerde gerilime ve çatışmaya neden olsa da ve kök hücre Medya ve etik < 27 kullanımı, taşıyıcı annelik, sperm bankaları, ötenazi, kürtaj, vb. gibi konularda evrensel kabul gören etik ilkeler ciddi biçimde zorlansa da, gazetecilikle karşılaştırıldığında “meslek etiği” açısından daha az sorunlu bir durum olduğu gözlenmektedir. Burada da sorunların, evrensel bir prensipte buluşamamanın nedeni, teknolojileri kullanan ülkelerin tarihsel, kültürel koşulları ile açıklanabilir. Gazetecilik etiği için ortaya atılan düşüncelerin tarihi gelişimine baktığımızda ise, doğrudan tarihsel koşullar içinde biçimlenmiş bir dizi ilke ile karşılaşmaktayız. Bu ilkelerin temelinde yatan “düşünce ve ifade özgürlüğü” fikri Hobbes ve Locke’un toplum sözleşmesi kavramına uzanmaktadır. Her bireyin istenci ve katılımıyla oluştuğu varsayılan “sözleşme”de bu özgürlükler, devletin karışmaması ancak koruması gereken bir alan içinde tarif edilmiştir. Başlangıçta devletin baskısına karşı korunması gereken ifade özgürlüğü, John Stuart Mill’in düşüncesinde çoğunluğun baskısına yönelik bir endişeyle bütünleşmiştir. Böylece ifade özgürlüğü, tek bir bireyin bile düşüncesini dile getirebileceği koşulların, demokrasinin ayrılmaz bir parçası olduğu vurgusu ile daha da sağlama alınmaya çalışılmıştır. John Keane’in (1992) işaret ettiği gibi liberal düşünürler, basın özgürlüğünü bir negatif özgürlük olarak tanımlamışlardır. Devletin karışmadığı yerde, basın kendiliğinden “özgür” bir ortam içinde olacak ve -sonradan eklenen misyonu ile- dördüncü kuvvet olarak demokrasiyi tamamlayacak, çoğulcu bir tartışma ortamını sağlayacak, dahası, hükümeti denetleyip uygulamalarından seçmeni haberdar edecektir. Bu yaklaşım içinde basın için özgürleşimci/özgürleştirici (emancipatory) bir işlev düşünülmez. Özgürlüğün liberal tarifi içinde böyle bir kaygı da bulunmamaktadır. Karışımın (müdahalenin) olmadığı yerde, özgürlüğün kendiliğinden yeşereceği gibi bir varsayım çoğu zaman sorgulanmaksızın benimsenmiştir. Meslek etiği ve piyasa ilişkileri Basın özgürlüğü kavramının tarihsel gelişimini inceleyen Keane (1992), özgürlüğe bu şekilde yaklaşan –erken dönem- liberal kuramcıların ve özellikle faydacıların önceden göremedikleri gelişmeleri ve tartışmaksızın benimsedikleri kabulleri sorgularken, gazeteciliğin tanımına, 28 > Televizyon haberciliğinde etik her şeyi bilen gören ve rasyonel karar alabilen bir birey varsayımının egemen olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca serbest piyasaya, rekabet koşullarına aşırı güvenin, ileride mülkiyette oluşacak yoğunlaşmaları tamamen gözden kaçırdığını belirtmiştir. Keane’in işaret ettiği üçüncü sorun ise, basın özgürlüğü düşüncesinin ve basının etik ilkelerinin Batı demokrasilerinin tarihi gelişme süreci içinde ortaya çıkmış olması ve bu tarihsel koşullar dikkate alınmadan evrensel ilkeler olarak bütün dünyaya neredeyse diretilmesidir. Michael Schudson’un (1978) Haberi Keşfetmek: Amerikan Gazetelerinin Toplumsal Tarihi adlı çalışması, haberciliği biçimlendiren etik ilkelerin ortaya çıkış koşulları üzerine kapsamlı bir çalışmadır. Bu çalışmada Schudson, ucuz gazetelerin (penny press) ortaya çıkışını Amerikan basın tarihi içinde bir dönüm noktası olarak ele alır. Basın tarihçileri arasında ciddi bir tartışmaya neden olan bu yaklaşım, basının pazar ilişkileri içinde örgütlenmeye başlamasını, gazetecilerin etik kodlarının ortaya çıkması ile paralel bir süreç olarak tarif eder. 1830’lar öncesinde siyasal partilerle organik bağlarını koruyan basın sınırlı sayıda aboneleri hedeflerken, Star, Sun gibi ucuz gazeteler tirajların bir anda fırlamasına neden olmuştur. 1830’larda 65 olan günlük gazetelerin toplam tirajı 78.000’i aşmazken, Sun iki yıl içinde 15.000 tiraja ulaşmıştır. Eski dönem gazetelerin belli reklamları yayınlamamaya yönelik ilkeleri ucuz gazetelerle birlikte sonlanırken Sun gazetesi, New York’un önde gelen kürtajcılarından Madame Restell’in reklamlarına yer vermiştir. Ucuz gazetelerle birlikte sokaktaki insan habere konu olurken, polis-adliye haberleri de bu süreç içinde yaygınlık kazanmıştır. 1830’lara kadar siyasal partilere ve ticaretle uğraşanlara servis veren günlük gazeteler “bu dönüşüm sonrasında ürünlerini genel bir okuyucu kitlesine ve bu okuyucu kitlesini de reklamcılara satmaya” (Schudson, 1978: 25) başlamışlardır. İnsanların ilgisini çeken, “magazinel” haber konuları (human interest story) yine aynı dönemde keşfedilmiştir. Amerikan basını 1840 ve 50’ler boyunca ucuz basının yerleştirdiği prensipler doğrultusunda ilerlerken, gazeteler siyasetten bağımsız kalmaya gayret göstermişlerdir. Yüzyılın sonuna gelindiğinde ise, gazetecilerin eylemlerinde temel prensiplerinin “gerçekçilik” ilkesine sadık kalmak olduğu genel kaMedya ve etik < 29 bul görürken, onlar için önerilen davranış modeli, bilim insanları gibi doğrudan gözlenebilir olgulara odaklanma gereği olmuştur. Olgulara dayanmak, alabildiğine net bir habercilik, gerçekçi bir tutum ve haberin yorumdan kesinlikle ayrılması gereği, dönemin temel etik ilkelerini oluşturmuştur. Pulitzer’in haberi, aynı zamanda eğlendiren bir anlatı olarak görmesi, yine aynı dönemde magazinel haberciliği öne çıkartan yaklaşımı, bilgi içeren haberlerle eğlendirici haber içeriklerinin farklılaşmasına neden olmuş, kadınlar için bir yaşam tarzı sunan ve tüketimi körükleyen bir habercilik anlayışı ortaya çıkmıştır. Haber anlayışındaki bu farklılaşma, yüksek kültür ve popüler kültürün iki farklı anlayışta görünür olmasını beraberinde getirirken; “işgücünün farklılaşan gazeteler arasındaki bu ahlaki bölüşümü, insani zihinsel becerilerde daha saygıdeğer soyutlama becerileri ve daha az saygıdeğer olan duygusallık arasındaki bölünmeye paralel gelişmiştir” (Schudson, 1978:114). Schudson, “nesnelliğin” basında bir ideoloji olarak yaygınlaşmasının Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığını belirtmektedir. Savaş sonrası Amerika’da yaygınlaşan halka/kamuya ve demokrasiye yönelik güvensizlik Avrupa’da kalabalıkların duygusal tepkilerine yöneldi. “Görüş, tutum gibi kavramlar, ussallığın yerini alırken söylenmek istenen, insan düşüncesi ve ifadesinin akıl ve duygunun karışımından oluştuğuydu” (Schudson, 1978: 129). Nesnellik ilkesi, habercilikte olgularla öznel yorumların birbirine karışmasına karşı bir koruyucu ilke olarak vurgulandı. Schudson, olgulara yönelik güvensizliğin Amerika’da halkla ilişkiler faaliyetinin yaygınlaşması ile sıkı bir bağlantısı olduğunu vurgulamakta ve halkla ilişkilerin kurumsallaşması ile gazetecilerin olgu gibi sunulan bilgilerle yanıltıldığı kanısının egemen olduğunu belirtmektedir. Koruyucu ilke olarak vurgulanan nesnellik ise, 1960 sonrasında eski gazetecilerin sadakatle bağlandığı, yenilerinin ise kuşkuyla baktığı bir ilkeye dönüştü. Haberde “dengelilik” ise, nesnelliğin bir türlü yakalanamamasına karşı yanlılığın üstünü örtmeye yönelik bir ilke olarak vurgulanmaya başlandı. (Hackett, 1983). Schudson’un ayrıntılı incelemesi, gazeteciliğin etik ilkelerinin basının ekonomik, siyasal ve kültürel yapı içinde gelişmesini Amerika özelin30 > Televizyon haberciliğinde etik de tartışmaya açarken, bu ilkeleri aslında haberi daha geniş bir kitleye satmaya yönelik girişimler olarak ele almaktadır. Bugün de basın etiği konusunda yapılan tartışmalarda, bilim insanlarından beklenen bir nesnel tutumun gazetecilere de öğretilmesi gerektiği görüşüne rastlamak mümkündür. Habercilik etiği konusunda yazılan ve daha çok lisans eğitiminde ders kitabı olarak düşünülen çalışmalara bakıldığında ise, gazetecilerin karşılaştıkları temel sorunlar karşısında nasıl davranmaları gerektiği konusunda yol gösterici ve durumların bütününü içine alan kavramlar geliştirmek yerine, her durumun özgül koşulları içinde nasıl düşünülmesi gerektiğine ilişkin önerilerle ve örnek olaylara ilişkin tartışmalarla karşılaşılmaktadır (Lambeth, 1986; Christians vd., 1987). Bu dönemin gazetecilik etiğine ilişkin eğitici kitaplarda, gazetecilik öğrencilerine ilerde karşılaşacakları sorunlu durumlar için iki farklı yaklaşımdan birini benimsemeleri önerilmektedir. Bunlardan ilki Kant’ın deontolojisi, ikincisi ise faydacıların teleolojisidir. Diğer bir deyişle, gazeteci, her durum için geçerli olabilecek normlar mı geliştirilmeli, yoksa her özgül durumda sonuçların ne olacağını tartarak mı karar vermelidir? Konu bu düzlemde tartışılmaya başlanınca, gazetecilerden beklenen, haber odasına en kısa zamanda en fazla okuyucuya satacak bir ürünü yetiştirmek telaşını aşıp, bir “insan” olarak diğerlerine sorumlu davranmanın yollarını bulmaya yönelik pek de kolay olmayan bir düşünsel ölçüp biçme ve buna göre karar verme alışkanlığı geliştirmek olacaktır. Coşkun Aral’ın medya etiği konusunda yazılan kitaplarda da tartışılan örnek davranışı, Lübnan’da çapraz ateş altında yaralı bir kişiyi hiç düşünmeksizin yerinden fırlayarak kurtarması, diğer gazetecilerin ise “görevlerini yaparak” görüntü almaya devam etmeleri hangi etik yaklaşım içinde kendine yer bulabilir? Gazeteciler için “insani” davranışın sınırlarını bu biçimde zorlayan bir deontoloji geliştirmek mümkün müdür? Yoksa bu anlıksal, duygusal “kahramanlık” girişimlerini gazetecilik etiği dışında tutmak mı gerekir? Bugün pek de sempatiyle bakılan “insan haklarını gözeten bir habercilik” anlayışı bir yandan siyasal liberalizmin erken dönem özgürlük anlayışını yinelerken, bir yandan da, basına özgürleşimci bir işlev yüklemektedir. Gazeteciliğin fikri tarihi açısından bakıldığında bu anlayış ve bu Medya ve etik < 31 anlayışın geçen yüzyılın ortalarından beri basın etiği konusunda geliştirdiği yaklaşımlar daha çok akademik tartışmalar olarak kalırken, mesleğin içine bir türlü nüfuz edememiştir. Shelton A. Gunaratne (1998) Yeni şişelerdeki eski şarap: halk gazeteciliği, gelişmeci gazetecilik ve toplumsal sorumluluk başlıklı makalesinde Amerika’da yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan halk gazeteciliğinin, daha önce ortaya çıkmış olan sorumlu gazetecilik anlayışı ve “Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni” tartışmalarıyla ortaya çıkan gelişmeci gazetecilik anlayışından pek de farklı şeyler söylemediğini belirtiyor. Yazara göre bu üç yaklaşım, tarihsel açıdan, kapitalizmin farklı gelişme aşamalarında gazeteciliğin amaçlarını tarif ederken çok da benzer öncelikleri paylaşmışlardır. Gunaratne halk gazeteciliğinin temel prensiplerini şöyle sıralamaktadır: 1. Gazeteciler geleneksel haber değerlerini yeniden gözden geçirmelidir. Nesnellik ve yansızlık haberciler için kılavuz ilkeler olmaktan çok uzak kavramlardır. 2. Çokkültürlü bir toplumda gazeteciler katılımcı ve karşılıklılığı sağlayan iletişim süreçlerini teşvik etmelidir. 3. Gazeteciler yerel toplulukların kendilerini tanımalarını ve karar almalarını kolaylaştıracak ciddi iletişim süreçlerini başlatmalıdır. (1998: 292) Yazara göre gelişmeci gazetecilik anlayışı da benzer prensipleri vurgulamıştır: Haber sadece seçkinleri konu almamalı, habercilik işi aşağıdan yukarı iletişimi sağlayacak biçimde düzenlenmeli ve gazeteciler toplumsal “gelişmeyi” teşvik etmelidir. Bu ilkelerden sonuncusu, dönemin modernleşme kuramlarına egemen olan anlayışı taşıyorsa da, ilk iki ilke halk gazeteciliği yaklaşımı ile paralel vurgular içermektedir. Sorumlu gazetecilik anlayışının da çok farklı olmayan vurgular taşıdığı söylenebilir: Haber bir meta gibi görülmemeli, medya toplumsal konularla ilgili tartışmaların oluştuğu bir forum olmalı ve gazeteciler demokratik katılımı teşvik etmelidir. Her üç yaklaşım da var olan habercilik pratiklerinin ve yerleşik haber üretimi süreçlerinin dönüşmesi yönünde yol gösterici öneriler içermektedir. Üçü de, yapılmaması gerekenleri sırala32 > Televizyon haberciliğinde etik mak yerine demokratik katılımcı hedefler doğrultusunda özgürleşimci bir anlayış üzerine kurulmuştur. Ancak bu vurgular habercilik etiği konusundaki tartışmalara yön verememiş ve yol gösterici ilkeler olarak otuz yıl arayla farklı etik akımlar içinde yeniden söylenseler de yerleşik pratikleri dönüştürmek yönünde pek işe yaramadıkları görülmüştür. Akademik öneriler ve eleştiriler, basının uzağında kalırken habercilik işiyle uğraşanlar, oluşturdukları örgütlerde bir dizi yasaklar önermekle yetinmeyi seçip, eşitlikçi bir iletişim ortamı oluşturmaya yönelik bir çaba sergilememişlerdir. Günümüz Türkiye’sinden örnek verecek olursak, RTÜK gibi bir kuruluş, nasıl yayınlar yapılmaması gerektiği ile uğraşmak yerine, yayın kuruluşlarını demokratik hedefler doğrultusunda harekete geçirmeye yönelik girişimlerde bulunsa acaba ne olur diye sorduğumuzda muhtemel yanıt çok açıktır. Herhangi bir yönlendirme ve yol göstermenin “basın özgürlüğüne saldırı” biçiminde algılanması ve Keane’in işaret ettiği negatif özgürlük tanımı içinde “ifade özgürlüğü” kavramının bayrak yapılması en güçlü olasılıktır. Yasaklarla biçimlenen bir yayın politikası anlayışı, medya endüstrisinin çıkarlarına çok da ters düşmeyecek bir yaklaşımdır. Endüstri için asıl tehdit, yönlendirici politikalarla habercilik işini yeniden biçimlendirmeye yönelik girişimler olacaktır. Rating kaygısıyla biçimlenen haber değerleri, yine aynı kaygı ile olayların öyküleştirilmesi, haberin insanları düşündürmekten çok onların duygularına seslenen bir biçimde sunulması günümüz haberciliğinde en çok eleştirdiğimiz sorunlarsa, bunlar ancak ciddi yayın politikaları doğrultusunda yönlendirmelerle ortadan kaldırılabilir. Tarihsel gelişimine baktığımızda gözlemlenen, basının uzağında kalanların sadece etik sorunlarla uğraşan akademisyenlerin bakış açıları ile sınırlı olmadığıdır. 1970 sonrasında gelişen ve habercilik işini masaya yatıran eleştirel yaklaşımlar da meslek içi etik tartışmaların uzağında kalmıştır. Medya endüstrisi aynı liberal faydacı ilke ile (“biz tüketicilere talep ettiklerini veriyoruz”) yaptığı yayınları haklılaştırırken, tüketici kitlesinden destek bulmakta hiç de zorlanmamaktadır. İzlenme oranlarına bakıldığında bu önerme bir “doğruluk” taşısa da, üzerine kurulu olduğu önkabuller sorgulandığında etik açıdan ciddi sorunlar içermektedir. Medya ve etik < 33 Tartışma dışında kalanlar Kendilerini eleştirel ekonomi-politik yaklaşımın sözcüleri olarak tanımlayan Nicholas Garnham, Graham Murdock, Philip Schlesinger ve Philip Elliott gibi kuramcıların özellikle üzerinde durdukları konulardan biri de, izleyici talebinin faydacı bakış açısı içinde tanımlanma biçimidir. Okuyucu ve izleyicinin gerek tüketim için gereken parasal olanakları, gerekse “boş zaman” olanakları açısından elleri kolları bağlanmış durumdadır. Ayrıca ve hepsinden önemlisi tüketim için gereken kültürel donanım açısından da toplumsal konumu ve sınıfı içinde belirlenmiş ve sınırlanmış durumdadır. İzleyicinin “seçenekçiliğini” faydacı açıdan, diğer bir deyişle Smith tarzı bir karar alma yaklaşımı açısından ele almanın ardında yatan, tüm seçenekleri görüp, kendi özgür iradesi ile kendi faydasını en fazlaya çıkarma yönünde karar veren bir birey anlayışı, varolan sorunların üstünü örtebilir mi? Eleştirel ekonomi-politikçilerin işaret ettiği sorun; talebin, tarihsel ve toplumsal koşullar içinde belirlenmiş olmasıdır. Eleştirel ekonomi-politikçilerin sıkça başvurdukları bir kaynak olan Pierre Bourdieu’nün (1994) belirttiği gibi, kapitalist toplumlarda sembolik üretime katılanların -ki bunların arasında medya profesyonellerini, akademisyenleri ve sanatçıları sayabiliriz- kendi toplumsal konumlarını farklılaştırmak ve haklılaştırmak adına yaptıkları üretimi ayrıcalıklı bir “iş” olarak ele almaları da habercilik etiğinin işlevini açıklamakta başvurulabilecek bir başka etkendir. Sanatın zanaattan, bilimin epistemolojisinin sokaktaki insanın hayata bakışından, gazetecinin bir bilgi veren olarak cahil halktan ayrı ve ayrıcalıklı bir konumda olması ve kendi mesleki uğraşı içinde özerk olması, diğer yandan katılanları tüm bu sembolik üretim alanları içine sinmiş olan ideolojiden adeta muaf kılmaktadır. Bu ideoloji, bir yandan sembolik üretime katılanların sınıfsal uzlaşımlarını dikkatten uzaklaştırırken, diğer yandan da bu üretimi meşrulaştıran bir üst anlatı kurmaktadır. Gazetecilik etiği ise haber toplama ve yayma işiyle uğraşanların “ayrıcalıklı” konumlarını pekiştirirken, onların yaptıkları işe bir meşruiyet kazandırır. “Nesnel”, “tarafsız” bir habercilik, halkı “bilgilendirmek”; satılan ürünün –haberin- hangi iktidar ilişkileri içinde biçimlenip, kimlerin iktidar konumlarını yeni34 > Televizyon haberciliğinde etik den ürettiğini gözlerden silmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Schudson’un Amerikan basın tarihi üzerine yaptığı çalışma, etik kodların hangi koşullarda, hangi ticari önceliklerle geliştiğinin somut verilerini içermesi açısından oldukça önemli bir çalışmadır. Yukarıda belirtildiği gibi, basının günlük pratiklerinin dışında kalan sadece gazetecilerin meslek etiği üzerine üniversiteden yapılan öneriler değildir. 1970 sonrasında yoğunlaşan ve 90’ların başında neredeyse doygunluğa kavuşan bir dizi habercilik çalışması da aynı biçimde basının gündeminin dışında kalmıştır. David Halloran, Elliott ve Murdock’la (1970) başlayan, Birmingham’daki Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi (Hall vd. 1978) ile devam eden, Glasgow Medya Grubunun (1982) üç önemli çalışması ile 80’lere uzanan ve Teun J. van Dijk’ın ilk olarak Journal of Communication’un “Ferment in the Field” sayısında yer alan ve daha sonra 1987’de yayınlanan iki kitabıyla haber söylemi çözümlemelerini biçimlendiren bir dizi çalışma, gazetecilik işi ile uğraşanlar tarafından da, meslek etiği oluşturmaya çalışan mesleki örgütler tarafından da neredeyse görmezden gelinmiştir. Bunlara, Gaye Tuchman (1978), Harvey Molotch, Marilyn Lester (1988) ve Mark Fishman (1988) gibi fenomenolojistlerin haber odalarında yaptıkları ve doğrudan gözleme dayanan çalışmalarını da eklemek yanlış olmaz. Bu çalışmalarda dile getirilen temel sorun, gazetecilerle siyasal, askeri, ekonomik ve sembolik seçkinler arasındaki yapılanmış ilişkilerin haberleri nasıl biçimlendirdiği ve bu biçimlenme içinde toplumda varolan eşitsiz iktidar ilişkilerinin haber medyası tarafından nasıl yeniden kurulduğudur. Stuart Hall vd. (1978) habercilerin siyasal seçkinler tarafından yapılan durum tanımlarını nasıl pekiştirdiklerini bulgularken, Glasgow Medya Grubu (1982), haberde dengelilik ilkesinin iktidarın konuları çerçeveleme biçimini kıramadığını gözler önüne sermiştir. Van Dijk (1988), uluslararası haberlerdeki arkaplan bilgisi yetersizliği ve ajans bağımlılığı sonucunda nasıl bir tek tip haber üretiminin tüm dünya medyasına egemen olduğunu, Beşir Gemayel’in öldürülmesi olayının haberleştirilmesi üzerine yaptığı çalışmada göstermiştir. Haber üretimi sorununu örgüt kuramlarının bakış açısının dışında kalarak doğrudan gözleyen çalışmaların içinde yine benzer bir yaklaşım görülMedya ve etik < 35 mektedir. Tuchman (1978), habercilik işiyle uğraşanların zaman ve mekan sınırlılıklarına karşı, “zamanlı” haberi oluşturmada karşılaştıkları güçlükleri aşmak için haberleri kendi dilleri içinde sınıflandırdıklarına işaret etmiş ve bu sınıflandırma yoluyla haber takip işinin nasıl yapılandığını göstermiştir. Ayrıca profesyonelleşmeyle birlikte artan kaynak bağımlılığının gazetecileri doğrudan haber kaynaklarına tabi bir konuma yerleştirdiğini vurgulamıştır. Molotch ve Lester (1988) rutin haberlerin içinde –ki haberlerin neredeyse %80-90 kadarı rutin haberdir- kaynak bağımlılığının önemini vurgulamış ve haberi yapan kişinin gazeteciler değil, doğrudan haber kaynağı olan siyasal, ekonomik ve askeri seçkinler olduğunu belirtmiştir. Fishman (1988), gazetecilik işindeki örgütsel yapılanmanın, kaynak kuruluşların karar alma süreçlerindeki bürokratik ve örgütsel yapılanmaya paralel olarak geliştiğini ve bu yolla haber toplama pratiklerinin şekillendiğini ortaya koymuştur. Burada değinemediğimiz bir dizi çalışma, bu bulguları destekler niteliktedir. Ortaya çıkan sonuç nettir: Var olan haber toplama ve yazma pratikleri gazetecileri kaynaklara bağımlı bir konuma getirirken, pek çok haber doğrudan haber kaynaklarının eylemleri ve açıklamalarıyla şekillenmektedir. Sokaktaki insan ancak suç işlediğinde veya kültürel normlara aykırı bir davranışta bulunduğunda habere konu olabilmektedir. İktidar konumunda olan haber kaynaklarının söylemleri ve durum tanımları haber olurken, gazetecilerin benimsedikleri ve günlük haber yazma pratikleri içine yerleşmiş olan alıntılama ve aktarma biçimleri bu söylemlere güç kazandırmakta ve çoğu durumda habercileri var olan iktidar yapılarının hegemonyalarını tesis etmekte bir aracı konumuna getirmektedir. Yine yerleşik haber değerleri içinde öne çıkan “haberin seçkin kişi ve ülkelerle ilgili olması” sadece ulusal ölçekte değil, küresel ölçekte de, egemen konumda olanların haber olmalarını ve bu kişilerin sorunları tanımlama ve çerçeveleme biçimlerinin haberlerde yeniden üretilmesini beraberinde getirmektedir. Her ne kadar geçen yüzyılın başlarından itibaren bazı yazarlarca sorgulanmaya başlanmış olsa da, haberde olguya dayanma (facticity) ilkesi bugün de habercilik işini meşrulaştıran temel ilkelerden biri olmaya devam etmektedir. Doğrudan bir olguya (bu bir siyasetçinin eylemi veya 36 > Televizyon haberciliğinde etik açıklaması olabilir) dayanan habercilik, gazeteciler için, etik açıdan bir sorun içermemektedir. Neden belli bazı kişilerin haberlerde öne çıktığı, ve neden diğerlerinin düşüncelerinin haber değeri taşımadığı sorusu basın kuruluşlarının içinde yapılan “etik” tartışmalarının tamamen dışında kalmıştır. Bunun nedenlerini 1800’lerin başına uzanan ve haberi pazarda satılan bir ürün olarak tarif eden anlayış içinde aramanın yanlış olmayacağı düşüncesindeyiz. Liberal çoğulcu yaklaşımın siyaset ve medyayı iki ayrı bütünlük (entity), birbirinden bağımsız iki kuvvet olarak ele alan yaklaşımı, habercilik işinin siyasal ve ekonomik iktidar ilişkilerinin yeniden üretiminde ne kadar önemli bir rolü olduğunu sorgulama dışında bırakmıştır. Bourdieu’nun (1994) de belirttiği gibi, kültürel donanım açısından dezavantajlı konumda olanların siyasal ve ekonomik sorunlar hakkında söz söyleme hakları yoktur, dahası, söz söyleyebilmek için gereken donanımlarının olmaması onların tabi konumlarını pekiştirirken kendi yaşamları hakkında konuşmalarına asla olanak tanımamaktadır. Onların yaşamları, sorunları hakkında ancak iktidar konumundaki seçkinler konuşabilirler, onların sorunlarını onların yerine düşünüp tanımlar ve çözüm önerileri üretirler. Sözün kısası, basın, sesi duyulmayanı daha da sessizleştirirken, eşitsiz iktidar ilişkilerini yeniden üretmektedir. 1970 sonrasında haber üretimi ve haber metinleri üzerinde yapılan bir dizi eleştirel çalışmanın sunduğu veriler ve somut örnek olaylar üzerine yaptıkları yorumlar, basın örgütleri tarafından sürdürülen etik tartışmaların dışında kalırken, liberal basın anlayışı negatif özgürlük kavramsallaştırmasından sıyrılamamış ve basına yönelik en büyük tehdidin doğrudan devletten, yönlendirme ve sansür yolu ile gelebileceği konusundaki endişeden kurtulamamıştır. Bu anlayışın kendisi, pazar ilişkileri içinde örgütlenen medyanın çıkarlarını tartışma dışında bırakır. Habercilik etiği ise bu çıkarların üstünü örterek basın kuruluşlarının “özerk” ve “özgür” olmalarının hangi medya politikaları içinde sağlanabileceğinin altını çizer. Karışımın olmadığı yerde özgürlüğün ve çoğulculuğun kendiliğinden yeşereceğine ilişkin iyimser inanç ve dilekler, olmaması gerekenler üzerine kurulu bir medya politikaları oluşturma sürecine eşlik ederken, olması gereken habercilik ve yayıncılık üzerine gelişen tartışmalar da, bu yazının başında belirtildiği gibi özgürleşimci Medya ve etik < 37 bir demokratik anlayışı benimsemek yerine, yasaklar üzerine kurulu bir anlayışı sergilemektedir. Şu sıralar defalarca işaret edildiği gibi demokrasi, bir demokratikleşme sürecidir ve dogmatik “doğrularla” tarif edilmek yerine özgürleşimci bir anlayış içinde düşünülmelidir. Basın etiğinin tarihsel gelişimi ve basına yöneltilen akademik eleştirilerin ışığında “nasıl bir gazetecilik etiği kavramsallaştırması olmalıdır” sorusuna yanıt aradığımızda, ilk önceliğimiz “meslek etiği” kavramının sorgulanmasıdır. “İnsani”, “hümanist” bir etik anlayışının, tüm insanlar için, tüm etik sorunları kavrayacak, gerek siyaset etiği, hukuk etiği gerekse çevre etiği gibi farklı etik tartışmaları da içine alarak onları da kapsayacak bir anlayışın meslek etiği tartışmalarının ardında yatan anlayış olması gerektiği düşüncesindeyiz. Tartıştığımız konu ister tıp etiği, ister gazetecilik etiği olsun, bu tartışmalar, daha kapsamlı, temel, köktenci bir “etik” tartışmadan ayrılamaz. Belki pratik açıdan “meslek etiklerini”, felsefe içinde kök salmış “etik” tartışmalardan kısmen ayırarak ele almak yararlı imiş gibi gözükse de, bu güne kadar gazetecilik etiğinin bu tartışmalardan ayrıldığı durumlarda basının piyasa içindeki konumunu meşrulaştıran bir anlayışa büründüğü dikkate alındığında, bu bütünlüklü kavrayışın gereği çok da net bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca gazetecilik etiği üzerine yapılan tartışmaların ayrılmaz bir parçası olagelen, kişisel etik önceliklerle, meslek etiğinin beklentileri arasındaki çelişkilerin nasıl çözüleceği sorunundan kurtulmanın yolu, daha da açık bir dille söylersek, bu çelişkilerin doğrudan piyasa beklentilerinin oluşturduğu bir “meslek etiği” kavramsallaştırmasından kaynaklandığı belirgin biçimde görünür olmaktadır. Gazetecilik etiğini nasıl tartışmalıyız? Yukarıda, gazetecilik etiği konusunda yazılan ve bu konuda eğitim alan öğrencileri, “meslek etiği” konusunda düşünmeye yönelten kitaplarda yer alan, Kant’ın deontolojisi ve Mill’in teleolojisi üzerine kurulan tartışmalardan söz edildi. Bu tartışmalar içinde, gazeteci adaylarının karşılaşacakları sorunlu durumlarda geliştirmeleri beklenen çözüm önerilerinde, nasıl bir etik tavır takınacaklarını yönlendirmeye yönelik 38 > Televizyon haberciliğinde etik ikili bir yaklaşımın olduğu belirtildi. Gazeteci, tüm benzer durumlarda uygulayabileceği bir norm mu geliştirmeli, yoksa her sorunlu durum içinde geliştireceği tavrı, sonuçları açısından ölçüp biçip buna göre mi karar vermeli sorusu üzerinde duruldu. Kant ve Mill’i, gazetecilik etiği açısından pragmatist bir biçimde okumak mümkündür. Ancak her ikisini de, felsefe ve siyaset felsefesinin gelişimi içindeki tarihsel konumları ve öncelikleri açısından okumak da mümkündür. Bu ikinci okuma ışığında “nasıl bir gazetecilik etiği” sorusunu sorduğumuzda Kant’ın deontolojisinin kapsayıcılığı –ki bu kapsayıcılık içinde kişisel etik seçimlerle, mesleki etik seçimler arasındaki çelişkiler bizce ortadan kalkmaktadır- ve Mill’in “liberal” ifade özgürlüğü üzerine söyledikleri gazetecilik öğrencilerini farklı etik sorgulamalara yöneltecektir. Kant (2002), doğru davranış için geliştirilmesi gereken yargılama biçimini anlatırken, kişinin, benzer durumlarla karşılaştığında şiar edinmesi gereken ilkeleri bulmasının ve onlara sadık kalmasının altını çizer. Koşulsuz buyruğu, koşullu buyruktan ayırır ve bireyin koşulsuz buyruk ile ilgili konularda tavrının net ve tek olması gerektiğini vurgular. Örneğin, kişinin geliştirdiği koşulsuz buyruk, “hayatı tehlikede olan bir ötekine her ne koşulda olursa olsun yardım etmeliyim ve hayatını kurtarmalıyım” ilkesi ise, Coşkun Aral’ın çapraz ateşe atılıp hayat kurtarması etik bir davranıştır. Olay yerinde bulunan “diğer gazetecilerin” görüntü almaya devam edip kendi meslek etiklerine sadık kalarak hareket etmeleri ise bu koşulsuz buyrukla çelişen bir davranış biçimidir. Ancak Kant’a göre “koşulsuz buyruk”, kişisel bir yargılamanın sonucunda gelişen “etik” davranışın gereği değil midir? Hangi meslek etiği, kişinin öznel yargılarının yerine geçerek onun koşulsuz buyruğunu tayin edebilir? Kant’ın “koşulsuz buyruk” önermesini, bu düşüncenin geliştiği tarihsel koşullardan çıkartarak bugünün tartışmalarına doğru çekersek, koşulsuz buyruk hepimize ve gazetecilere de, demokratikleşmeyi bir süreç olarak kavramamız gerektiğini ve her koşulda bu sürece katkıda bulunmamız gerektiğini söyleyemez mi? İster haber üretiminin sosyolojisi, iletişim etiği gibi dersler veren akademisyenler, isterse alanda haber toplayan ve yazan muhabirlere yönelik koşulsuz bir buyruk olamaz mı? Nasıl bir buyruk? Mesela; “Sesini ve hayatı anlama ve anlamlandırma Medya ve etik < 39 biçimini hiç duymadıklarımızı, bize duyurmaya yönelik bir haberciliği teşvik etmek ve gerçekleştirme yönünde çaba harcamak…” Neyin “halkın” en önemli sorunu olduğunu tanımlayan siyasal ve askeri seçkinlerin, tanımlarını oluştururken, kamuoyu yoklamaları ve diğer yerleşik sorgulama yöntemleri yoluyla bir yandan oluşturdukları ve sonra da temsil ettiklerini iddia ettikleri “kamuoyu” anlayışından kurtulmamız gerekmez mi? Bu gün bazı siyasal seçkinlerimiz referanduma sığınarak halkın görüşlerine dayanan bir siyasa oluşturmayı kendi siyaset yapma biçimlerini meşrulaştırmak adına seçiyorlarsa, bu siyasaları meşrulaştıran kanımızca onların sözleri kadar bu sözleri sorgusuz sualsiz aktaran medya kuruluşlarıdır. Ve yine siyasetçilerin güncel sorunları iki kutuplu tanımlama biçimlerini etik bir habercilik adına aktararak “kamuoyunu” biçimlendiren de yine onlardır. Kant’ın deontolojisini bir mesleğin günlük sorunları içine sıkışmış ve bu sorunları aşmaya yönelik pratik normlar geliştirmeye yönelik bir anlayış içinde yorumlamak yerine, o mesleğin de içinde yer bulabileceği genel ve kapsayıcı bir insani etik anlayış içinde yorumlamak gerekmez mi? Eğer bunu başarırsak, gazeteciliğin mesleki öncelikleri ile, gazetecilik yapan kişilerin yapacakları seçimlerde insani, kişisel, öznel öncelikleri arasındaki çelişkiler ortadan kalkmaz mı? Ya da bu çelişkilere dayalı bir dizi tartışmanın arkasındaki piyasa koşullarının belirlediği çıkarların üstünü örten bir “meslek etiği” tartışmasından kurtulmanın yolu açılmaz mı? Kant, kişinin kararlarında kendi mutluluğunu gözetmesinin etik davranışın temelini oluşturamayacağına ve insanın kararlarında, güdülerinden, duygusallığından ve ilgilerinden kurtulması gerektiğine işaret ederken saf aklın önemini vurgulamıştır. Kant’a göre akla dayanan “özgür bir isteme ile ahlak yasaları altında olan bir isteme aynı şeydir” (2002: 65). Akılla, iradeyle ulaşılacak koşulsuz buyruk, kişinin bütün davranışlarında sınayabileceği bir ilkedir. Kişisel beğenilme, doyum ve haz peşinde koşan bir kişinin seçimleri ve davranışları ahlaki açıdan sorunludur. Faydacılara göre ise, en çok sayıda kişinin iyiliğini amaçlamak, davranışın doğru ya da yanlış olduğunu tayin ederken bakmamız gereken ilkedir. 40 > Televizyon haberciliğinde etik J. S. Mill mutluluğu, hazzın varlığı ve acının olmaması biçiminde tanımlarken, etik açıdan kabul edilebilir eylemlerin bu ilke doğrultusunda biçimlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Burada eylemin failinin kişisel haz peşinde koşmak yerine, en büyük sayının mutluluğunu amaçlayan bir “fazilet duygusu” içinde karar alması esastır (Billington, 1997). J. S. Mill’in teleolojisi, Kant’ın deontolojisi ile karşılaştırılırken çoğu zaman gazetecinin, alacağı kararlarda ilkelere mi yoksa sonuçlara mı öncelik vermesi gerektiği tartışması içinde kalınmaktadır. Oysa Mill’in ifade özgürlüğüne ilişkin yaklaşımı, ne olursa olsun her düşüncenin dillenmesinin yol açacağı fayda açısından değerlendirilmesi gerektiği vurgusu, gazetecilik etiği açısından asıl altı çizilmesi gereken ilkedir. “Boğmaya kalkıştığımız düşüncenin yanlış bir düşünce olduğundan hiçbir zaman emin olamayız; bundan emin olsak bile, onu boğmak gene de kötü olurdu” (1985: 30) derken, Mill’in söylemek istediği, her düşüncenin içinde bir nebze de olsa hakikat bulunabilme olasılığı karşısında sınırsız bir ifade özgürlüğünün gerekliliğidir. Bu özgürlüğü sınırlamak, doğru bir düşünceyi bile zaman içinde dogmaya dönüştürür. Felsefenin etik yaklaşımları içinde birbirlerine zıt duruşları temsil eden bu iki kuramcının düşüncesini belki de tek bir önermede buluşturup gazetecilik etiğinin temel normlarından birini oluşturmamız mümkündür: “Basın özgürlüğü ve gazetecilik mesleği farklı düşünceleri ve bakış açılarını temsil etmelidir”. Bugün karşımıza çıkan ve habercilik işinin iktidar konumunda olanların söylemleri içine kapanması ile sonuçlanan sorunları aşmanın tek yolu, temsili genişletmeye yönelik bir anlayışın basın mesleğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etmektir. Bu ilke, yukarıda belirttiğimiz gibi sorumlu gazetecilik, gelişmeci gazetecilik ve halk gazeteciliği anlayışları içinde vurgulanmış olsa da yerleşik bir ilkeye dönüşememiştir. Gazetecilik etiği ise, yine yukarıda belirttiğimiz gibi gazetecilerin günlük pratiklerinde karşılaştıkları sorunlara acil yanıtlar üretmelerine yönelik bir dizi önermeden kurtulamamıştır. Gazetecilerle haber kaynakları arasındaki ilişkilerde gözlenen sorunları aşmaya yönelik meslek içi örgütler ve gazetecilik etiği üzerine yazan bazı akademisyenlerin sıraladıkları “haber kaynağı ile yakın ilişkiye girmemek, kaynaktan hediye almamak” gibi bir dizi önerme, gazetecilerin siyasal, ekonomik, askeri ve sembolik seçkinlere bağımlı konumda haber Medya ve etik < 41 yaptıklarını ve onların durum tanımlarını yeniden ürettiklerini sorgulamazken, bu yapısal yanlılık sorununu çözmek yerine üstünü örtmektedir. Daha doğrudan bir dille söylersek, etik tartışmalara “gazetecilik mesleğinden” değil, kendileri de sembolik bir üretim yapan gazetecilerin demokratik toplumlardaki konumlarından ve demokrasi açısından önceliklerinden başlamak gerekir. Gazetecilik eğer “doktorluk” gibi bir meslek olsaydı, herkese açık olmazdı ve herkese açık bir çalışma alanı olması temel bir demokratik hak ve özgürlüktür. Sonuç Kuçuradi (2000: 30) felsefi etik ve meslek etiklerini tartıştığı yazısında, gazetecilikte etik sorunların kamera hileleri, fotomontaj, haber “uydurmak” gibi uygulamalarda başlamadığını belirtir; gazetecilikteki etik sorunlar, “diğer şeyler yanında gazeteci olan ve aracını, gazetecilikle hiçbir ilişkisi olmayan kendi amaçları için kullanan kişiden kaynaklanan sorunlardır.” Yazara göre gazeteciliğin sorunlarının kaynağı, gazeteciliğin amaçlarıyla ilişkilidir ve bu amaç, “dünyada olup bitenleri bilmemizi olanaklı kılmak; yani olup bitenler hakkında kişinin kendi kanaatini oluşturma temel hakkını kullanabilmesine katkıda bulunmaktır.” (Kuçuradi 2000: 29). Kuçuradi, gazetecilikte karşılaştığımız etik sorunların diğer uğraş alanlarında ve yaşamda karşılaştığımız sorunlardan türce farklı olup olmadığını sorgular. Aslında tüm meslek etikleri içinde karşılaştığımız sorunlar yaşama dair etik sorunların bir parçasıdır ve bu sorunlardan koparıldıklarında parça bölük, kısır bir tartışmanın içine “meslek etiklerini” hapsederiz. Basının ticari bir girişim olarak piyasa koşulları içinde üretim yapmaya başlaması ile gazeteciliğin meslek etiğine dair ilkelerinin de gelişmeye başladığını dikkate aldığımızda bunların tarihselliği görünür olur. Eğer gazetecilik etiğini evrensel ilkelere yaslanan bir anlayış içinde ele almak istiyorsak, demokrasiyi, liberal tanımı içinde önümüzü tıkayan –örneğin “özgürlük” ve “eşitlik” kavramlarında- noktaları dikkate alıp özgürleşimci bir anlayış içinde kavramamız ve gazeteciliği bu süreçte “kişinin kendi kanaatini oluşturma temel hakkına katkıda bulunacak” bir temsil anlayışı içinde tanımlamamız gerekir. 42 > Televizyon haberciliğinde etik Bugün gazetecilik etiğine egemen olan ve gazeteciliğin amaçlarını belirlemede kısır mesleki tartışmaları aşma çabası olarak karşımıza çıkan insan haklarına saygılı bir habercilik anlayışının nasıl olması gerektiğini sorguladığımızda, Alain Badiou’nun (2004: 38) belirttiği gibi “farklılığa saygı” anlayışının bazı durumlarda “kimliği ve aynılığı tanımlıyor gibi görünmesi” sorununa karşı duyarlı olmamız gerekir. Badiou’nun Batı merkezli düşünme ve Fransa için söyledikleri farklı ülkelerde merkezin değerlerine entegre olamayan gruplar için de düşünülebilir. “Benim gibi ol ki farklılığına saygı duyayım” anlayışı, merkezi güçlerin anlamlarını içselleştiremeyen, merkezin hegemonyasının dışında kalan “farklılıkların” dışlanması ile sonuçlanmaktadır. Gazetecilik, bu hegemonyanın tesisine hizmet ettiği sürece “insan haklarına saygılı bir habercilikten” söz edilebilir mi? Kültürel ve siyasal “farklılıklara saygılı” olmak, farklı düşüncelere “hoşgörü” göstermek konusunda yapılan bir dizi tartışma siyasi açıdan tutarlı bir tavırla bütünleşmedikçe, Türkçesine –belki bu konularda fazla tartışamadığımız için- pek de kulağımızı alıştıramadığımız siyasal doğruculuk (political correctness) tüm davranışlarda benimsenmedikçe, yarım ağızla yapılan bir demokrasi tartışmasının içine düşmek kaçınılmazdır. Yurttaşlar için de, siyasetçiler için de, gazeteciler için de etik duruş, siyasi doğrucu bir duruşu gerektirir. Ancak bundan en çok uzaklaşanlar yine gazeteciler ve siyasetçilerdir. Türkiye’de insanların gözünde en güvenilmez olanlar yine onlardır. Kayırmacılık, siyaseti ve siyasetçiyi güvenilmez kılarken, kayırmacı siyasete ve siyasetçilere arka çıkmak da gazetecilik mesleğinin nasıl algılandığını biçimlendirmektedir. Gazetecilik yapanlar, meslek “etiği” adına nasıl sorunlu bir habercilik yaptıklarını özdüşünümsel bir çabayla sorgulamadıkça, bu olumsuz algı kolay kolay değişmeyecektir. Kaynaklar Badiou, Alain (2004). Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme. Çev. Tuncay Birkan. İstanbul: Metis. Billington, Ray (1997). Felsefeyi Yaşamak: Ahlak Düşüncesine Giriş. Çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı. Bourdieu, Pierre (1994). Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste. Londra: Routledge Medya ve etik < 43 Christians, Clifford G. vd. (1987). Media Ethics: Cases and Moral Reasoning. New York: Longman. Fishman, Mark (1988). “Crime Waves as Ideology.” The Manufacture of News. Stanley Cohen ve Jock Young (der.) içinde. Londra: St. Edmundsbury Press. Glasgow University Media Group (1982). Really Bad News. Londra: Writers and Readers. Glasser, Theodor L. (1992). “Objectivity and news bias.” Philosophical Issues in Journalism. Elliott D. Cohen (der.) içinde. New York: Oxford University Press. Gunaratne, Shelton A. (1998). “Old Wine in a New Bottle: Public Journalism, Developmental Journalism, and Social Responsibility.” Communication Yearbook. 21: 277-321. Hackett, Robert A. (1983). “Decline of a Paradigm? Bias and Objectivity in News Media Studies” Mass Communication Review Yearbook 5: 251-274. Hall, Stuart vd. (1978). Policing the Crisis: Mugging, the State and Law and Order. Londra: MacMillan. Halloran, James D. vd. (1970). Demonstrations and Communication: A Case Study. Harmondsworth: Penguin Books. Kant, Immanuel (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. Çev. Ioanna Kuçuradi. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını. Keane, John (1992). Medya ve Demokrasi. Çev. Haluk Şahin. İstanbul: Ayrıntı. Kuçuradi, Ioanna (2000). “Etik ve meslek etikleri.” Etik ve Meslek Etikleri: Tıp, Çevre, İş, Basın, Hukuk ve Siyaset. Harun Tepe (der.) içinde. Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayını. Lambeth, Edmund B. (1986). Committed Journalism: An Ethic for the Profession. Bloomington: Indiana University Press. Mill, John Stuart (1985). Özgürlük Üstüne. Çev. Alime Ertan. İstanbul: Belge Yayınları. Molotch, Harvey ve Marilyn Lester (1988). “News as Purposive Behaviour: On the Strategic Use of Routine Events, Accidents and Scandals.” The Manufacture of News . Stanley Cohen ve Jock Young (der.) içinde. Londra: St. Edmundsbury Press. Schudson, Michael (1978). Discovering the News: A Social History of American Newspapers. New York: Basic Books. Tuchman, Gaye (1978). Making News: A Study in the Construction of Reality. New York: Free Press. Van Dijk, Teun A. (1988). News Analysis. ABD: LEA Publishers. 44 > Televizyon haberciliğinde etik
Benzer belgeler
Medya etiğinin tarihsel temelleri ve gelişimi
düşünmeksizin yerinden fırlayarak kurtarması, diğer gazetecilerin ise
“görevlerini yaparak” görüntü almaya devam etmeleri hangi etik yaklaşım içinde kendine yer bulabilir? Gazeteciler için “insani”...