1. Aziz Güney
Transkript
1. Aziz Güney
Iğdır Sevdası AZİZ GÜNEY 20 yy Iğdır’ının kültür tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisi şüphesiz sinemanın günlük yaşamın bir parçası olarak hizmete girmesidir. Aziz Güney, ortağı Ali Orkun’la, bu değerli girişimi bizlere kazandırdığında (1948), bir günde ilçenin kaderini ele geçireceğini elbette hesaplamamıştı. Kısa sürede,“Aras Sineması”, ilçenin en çok konuşulan ve ilgisini yoğunlaştırdığı konu olmuştu. Aziz Güney amcamızı, ilçenin çekim gücü olmaya iten diğer bir özelliği de, ince zekâsı, Aziz Güney doymak bilmeyen espri gücü, girişimcilik ruhu ve siyasetteki iddiasıdır. Bütün bu özellikleriyle, “hoş bir seda” olarak gönlümüzde yer etmesini bilmiştir. Hayatım 1925 yılında Aralık ilçesine bağlı Karahacılı köyünde dünyaya gelmişim. Hangi ayda dünyaya geldiğimi o zamanlar Kürtler arasında yaygın olarak kullanılan bir tarihlendirme sistemine borçluyum. (Bu sistem tamamen şifahidir. Ağızdan ağıza iletilir ve nesiller boyu doğruluğundan bir şey kaybetmez. Bu geleneksel sisteme göre Kürt aşiretleri; evlilik, ölüm, çocuklarının doğumu gibi ailesel olayları, önemli toplumsal ve aşiretsel olaylara bağlı olarak hatırlarlar.) Doğum tarihimi rahmetli annem Berfo şöyle anlatırdı: “O yıl yaylaya gitmeye hazırlanıyorduk. Koyunlar yavrulamıştı. Sen de bundan yaklaşık bir ay sonra dünyaya geldin!” Bu anlatım esas alındığında ben 1925 yılının Nisan ayında dünyaya gelmiş olmalıyım. Rahmetli Mecit Bey benden tam bir ay sonra yani Mayıs 1925’de dünyaya gelmiş. Ailem 1930 yılına kadar Karahacılı köyünde ikâmet etti.Ben 6ncı yaşıma girerken Ağrı Dağı İsyanı dağılmış, Ağrı Dağı ve çevre köyleri yasak bölge içine alınmıştı. Bunun üzerine evimiz Iğdır’a bağlı Karakuyu köyüne gidip yerleşti. 1920’den önce bir Yezidi köyü olan Karakuyu köyü o zamanlar tamamen metruk imiş. Rahmetli babam Temıre Gulê, Gêloi aşiretine mensuptu. Aşiret içi liderlik sıralamasında Ahmed Şemo’dan sonra öne çıkan ikinci isimdi. Aşiret yönetimiyle ilgili kararların alınması ve uygulanması konusunda her ikisi ara1 Aziz Güney sında tam bir uyum vardı . Aralarındaki sevgi ve güven duygusu da mükemmeldi. Bu dayanışma ve işbirliği ruhu bir sonraki nesle devir oldu. Mecit Bey’le ilk gençlik yıllarımdan başlayarak sürekli bir istişare içinde oldum. Böylece babalarımızdan bize kalan manevi mirası her yönüyle beraberce devam ettirdik. Temıre Gulê (Timur Güney) Ağrı Dağı İsyanında Gêloi Aşireti Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru bugünkü Iğdır il bölgesi önemli siyasal ve sosyal olaylarla çalkalanıyordu. Rus yönetiminde olan bölge, 1917 Rus İhtilalinin akabinde Rus ordularının terhis edilmesiyle birdenbire bir otorite boşluğunun içine yuvarlanmıştı. Bu yönetim boşluğu yüzünden bölgedeki zümreler ve aşiretler arasındaki çatışmalar hızlanmış, çapulculuk ve hırsızlık olayları artmıştı. İşte bu yıllarda Gêloli aşiretiyle yine bir Kürt aşireti olan Kızılbaşoğlu aşireti arasında karşılıklı koyun hırsızlığı, mala tecavüz ve adam öldürme yüzünden bir düşmanlık peyda olmuştu. Bazen azalarak bazen artarak devam eden bu çatışmalar 1925’den sonra, ne zaman ki Ağrı Dağı İsyanı patlak verince birden bire şiddetlenmişti. Kanımca o zamanlar aşiretler arası var olan düşmanlıklar hükümet tarafından da provoke edilerek isyana katılmaları engellenmek isteniyordu. Bu stratejilerinde başarılı da oldular. Nitekim Ağrı Dağı bölgesinin bu güçlü iki aşireti Ağrı İsyanına katılmamışlardır. 1925 yılı sonrası bir baskında silahlı kişiler koyunlarımızı gasp etmiş ve bu olayın takibinde çıkan çatışmada babam sağ kolundan kurşunla yaralanmıştı. Yara sağlıklı bir şekilde iyileşmedi. Bu yüzden babamın sağ kolu ölünceye kadar sakat kaldı. Yıllarca süren Gêloli-Kızılbaşoğlu düşmanlığı 1929 yılındaki bir saldırıyla doruk noktasına çıktı. Yayla zamanı 200-300 kişilik silahlı bir grup, Gêloli aşiretinin Ağrı Dağındaki oba yerine ani olarak saldırmıştı. Her ne kadar böyle bir saldırının 2 Iğdır Sevdası olacağı yönünde bir istihbarat ellerine ulaşmış ise de bizimkiler zaman darlığı yüzünden gafil avlanmışlardı. Saldırı bir sabah kıl çadırlara ateş şeklinde başlamıştı. Oba yerinde bulunan 30-40 ev sert bir direnişle karşılık vermişler, çatışma saatlerce uzamıştı. Silah seslerinin oba yerini doldurduğu, çatışmanın en yoğun olduğu bir anda bir kadın oba halkını cesaretlendirmek için yerinden fırlamış, gücü yettiğince: “Vurun kardeşlerim! Korkmayın! Temıre Gulê (Timur Güney) Falancayı da vurdunuz. Ha cesaret!”, diye bağırmış. Obada yankılanan bu ses saldırganlar arasında geçici bir panik yaratmış, bir anda moralleri yükselen oba halkı karşı saldırıya geçerek saldırganları püskürtmüşlerdi. Bu çatışmada Gêloi aşiretinden 3-4 kişi ölmüştü. Karşı tarafın zayiatı ise söylendiğine göre bir hayli imiş. Gêloli aşireti lideri Ahmed Şemo, sağ duyusu yüksek, akıllı bir siyaset adamıydı. Hem aşiretler arasında hem de devlet nezdinde saygın bir yeri vardı. Salih (Omurtak) Paşa’nın da yakın dostuydu. Ama o yıllar, Salih Paşa bir rivayete göre, hem Gêloli hem de Kızılbaşoğlu aşiretine silah vermiş, her iki tarafa da el altından haber gönderip: “Vurun, biz sizden yanayız!”, demişti. Böylece birbiriyle kapışan Ağrı Dağı bölgesinin iki güçlü aşireti saf dışı bırakılmıştı! Babam Cezaevinde Kürtlerin at sevgisi malumdur. Buna bir de o yıllarda en güvenilir taşıma vasıtasının at olması eklenince rahmetli babamın at tutkusu kolayca anlaşılabilir. Bir ara nasıl olmuşsa İran Serdarlarından birinin kısrağı babamın eline geçer. Gebe olan at doğum yapar, kısrağı Ahmed Şemo’ya verir, tayı da kendisine alır. Aradan zaman geçer. Al renkli, alnında beyaz haresi tay büyür, herkesin gönlünü çalan harika bir at olur. Güzelliği, çevikliği ve soyluluğuyla bölgede yaygın bir üne kavuşan bu at ne yazık ki bir gün babama ve ailemize beklenmedik bir şekilde uğrusuzluk getirir. 3 Aziz Güney Ağrı Dağı İsyanı sırasında yer yer çatışmalar olur, bu nedenle askeri birlikler sık sık köyümüz Karahacılı’ya gelip giderlerdi. 1928 yılının böyle bir gününde, bir yüzbaşı babamın atını görür ve ne pahasına olursa olsun onu sahiplenmek tutkusuna kapılır. Dağda ve obada gelişigüzel yakaladığı suçlu veya suçsuz insanlardan, “Yoksa sizi öldürürüm!” tehdidiyle topladığı para ve altınlara güvenerek babam bu at için 100 altın teklif eder. Babam hiç düşünmeden teklifi reddeder. Babamın bu inadını kendisine bir hakaret olarak algılayan Yüzbaşı intikam almak için bir tuzak kurar. Kendisine bağlı askerlerden birkaçıyla sahte bir senaryo hazırlar. Buna göre babam güya askeri birliklere ateş açmış ve bir teğmeni öldürmüştür! Atıyla kaçarken de yakalanmıştır! Bu iftiraya istinaden babam tutuklanıp askeri cezaevine konur. Ailesi yardım etmek için devreye girer, askeri hakimle görüşür. Fakat hakim yüklü bir para ister: “1000 altın verirseniz kurtulur!” Hakimin bu rüşvet isteği cezaevindeki babama iletilir. Maruz kaldığı iftira yetmezmiş gibi böylesine bir pervasızlığa babamın cevabı net olur: “Allah’a inanıyorum ve suçsuz olduğumu biliyorum. Kesinlikle para falan verip beni kurtarmayın!” Bütün bunlar olurken Ahmed Şemo’nun kayınpederi, Sakan aşireti ileri geleni Ali Mirze Bey, Ağa ve Beyleri Sürgün Yasası’ndan (1926) kurtulmak için İran’a kaçar. Salih Paşa, Ahmed Şemo’yla olan dostluğunu pekiştirmek için bir gün kendisine, “Kayınpederine haber gönder, Türkiye’ye geri gelsin. İstediği yere iskan ettireceğim ve kendisine de hiç bir suç isnat ettirmeyeceğim” şeklinde bir öneride bulunur. Ahmed Şemo bir taşla iki kuş vurmak ister, Salih Paşa’ya şöyle bir cevap verir: “Sayın Paşam, sizinle olan dostluğumuza güvendiğim için, sizi bilgilendirmek ihtiyacı duymadan, Ali Mirze Bey’e ben de böyle bir vaatte bulunmuştum. Ne yazık ki Ali Mirze Bey’den aldığım cevap çok düşündürücüydü: “Eğer Salih Paşa samimi ve dürüst olarak hareket etmek istiyorsa ve sizi çok seviyorsa hele önce iftiraya uğrayıp da cezaevine konan öz amca oğlunuzu serbest bıraktırsın! O zaman bende inanıp geleyim.”” Ahmed Şemo’nun sözleri Salih Paşa üzerinde şok etkisi yaratmıştı: “Hangi amca oğlu! Ne oldu! Hiç bir şeyden haberim yok!” diyerek şaşkınlığını belirtmiş. Ahmed Şemo babamın uğradığı haksızlığı Paşa’ya özetler. Salih Paşa duruma hemen el kor, yaptırdığı istihbarattan da babamın suçsuz olduğunu anlayınca serbest bıraktırır. 4 Iğdır Sevdası Kararsızlık İçindeki Ali Mirze Bey Ağrı Dağı İsyanı başladığında Ali Mirze Bey, Sakan aşiretinin Iğdır bölgesi lideriydi. Bu aşiretin önemli bir bölümü İsyan bölgesi içinde kaldığından Ali Mirze Bey’i zor bir karar bekliyordu. Anlatıldığına göre Ali Mirze bey, o yıllarda, “Acaba dağa çıkıp isyancılara mı katılayım, yoksa burada mı kalayım?” şeklinde (1) Timur Güney, (2) Bekir Yalçın bir kararsızlığa kapılmıştı. Ali Mirze Bey, İran’dan geri geldiği zaman Kazım Karabekir Paşa kendisine, “Dağa çıkma! İsyana katılma!” şeklinde telkin mektupları göndermiş, onu kazanmaya çalışmıştı.. İlkokul Yılları Ağrı Dağı bölgesi ve doğduğum köy Karahacılı 1930 yılında yasak bölge içinde kalınca ailemiz Iğdır’a bağı Karakuyu köyüne, Ahmed Şemo da Iğdır Baharlı Mahallesine yerleşti. Eski bir Yezidi köyü olan Karakuyu o zamanlar metruk idi. Yezidiler, 1920 yılında, daha çok Müslüman Kürtlerin baskısı yüzünden istemeyerek de olsa köylerini terk edip Aras’ın öbür tarafına geçmişlerdi. 1930 yılının kışını Karakuyu köyünde geçirdikten sonra ertesi yıl Taşlıca köyüne gittik. Bu köy de 1918’den önce kendilerine ‘Dağlı’ denilen Azerilere aitti. Civar köylerden Güngörmez, Kuçe, Kellehemo, Kervansaray, Germeşof, Yezidi Kürtlere; Sıçanlı ve Karahisar da Azerilere aitmiş. Taşlıca köyüne geldiğimizde yedi yaşıma henüz girmiştim. Köyde ilkokul olmadığı için babam beni bir din hocasının yanına verdi. Bu şekilde iki yıl dini bir eğitim aldım. Kuranı Kerim’i bir yıl gibi kısa bir sürede hatim ettim. 5 Aziz Güney Derslerimde başarılı ve ciddi bir öğrenciydim. Din hocası o yıl köyden ayrılmak zorunda kalınca babama beni Iğdır’daki bir okula göndermesi yönünde tavsiyede bulunmuştu. Bunun üzerine babam beni Ahmed Şemo amcamın Iğdır’daki evine gönderdi. O yıl Mecit Bey 3. sınıfa, Hamit Bey zannedersem 4. veya 5. sınıfa gitmeye hazırlanıyordu. Dini eğitim resmi eğitimden sayılmadığından, ben iki yıllık bir kayıpla birinci sınıfa kaydedildim. Bu şekilde hep beraber 12 Kasım İlkokulu’na gidip geliyorduk. İlkbahar aylarında özellikle Nisan’da ev halkı arasında bir haTimur Güney ve Torunu Ruken Güney reketlilik başlar, koyunların doğumuyla kışlaklar terk edilip kırlara çıkılırdı. Baharlı Mahallesindeki ev neredeyse tamamen boşalırdı. Böyle zamanlarda Karakuyu köyüne Yusuf (Aktaş) dedemin evine giderdim. Torunu Abdurrahman’la beraber her sabah yayan Iğdır’daki okula gider gelirdik. O zamanlar lastik ayakkabı yoktu. İmam Rıza namında birinin tabaklanmış manda derisinden yaptığı bir tür ayakkabı giyerdik. Çarığın lüksü sayılan bu ayakkabılar, ham deri olduğu için ıslandığı zaman genişler, yürümesi zorlaşırdı. Bu yüzden yağmur çamur zamanı ayakkabılarımızı çıkartıp elimizde taşır, yalınayak yolumuzu devam ederdik. Iğdır şehir merkezine yakın bir yerde, kanal ve derelerde ayaklarımızı yıkar, ayakkabılarımız giyinik vaziyette okula giderdik. Elbiselerimiz ve giyim kuşamımız da sıradandı. Pantolona benzer bir şey dikerler onu giyerdik. Akşamları kaldığımız ev soğuk ve karanlık olurdu. Soba yoktu. Aydınlatma için ne çıra, ne de mum vardı. Odanın bir köşesindeki ocakta yakılan kamışların loş ve titrek aydınlığında hem dersimizi çalışır hem de ısınırdık. Sınıf arkadaşlarımın arasında Azeri ve Kürtler vardı. Bugün ne yazık ki bunlardan sadece Molla (Halife) İbrahim Güneş hayatta. Molla İbarahim’le geçen şu anımı hiç unutmuyorum: O yıllar Azeri ve Kürt öğrenciler kendi aralarında gruplaşırlardı. İlk 6 Iğdır Sevdası zamanlar ben ve Molla İbrahim hep beraberdik. Zaten başka Kürt de yoktu. Bir gün aramıza, Azeri grubundan kovulan Adil isimli arkadaş da katılınca üç kafadar birbirimizden ayrılamaz olduk. Öyle ki sınıfta da en arka sırada beraber aynı sırayı paylaşırdık. Ben okula geç başlamam nedeniyle yaşıtlarımdan daha uzundum. Adil zaten ‘Uzun Adil’ lakabıyla tanınıyordu. İkimizin arasında Molla İbrahim ufak tefek kalıyordu. Ben ve Adil, Molla İbrahim’i aramıza alır, öylece dersi izlerdik. Sınıfımıza yeni bir öğretmen gelmişti. Sınıfta herkes karışık oturduğu için boy sırası yoktu. “Bu ne biçim sınıf, birisi uzun birisi kısa, Aziz Güney (Sağ Başta) boy sırası yapacağım!”dedi. Ayrılmak istemediğimiz için üçümüz korkuyla bakıştık. O anda aklıma dahiyane bir fikir gelmişti. Ders kitaplarını üst üste koyup, Molla İbrahim’i de üstüne oturduk. Boylarımız eşitlenmişti! Öğretmen arka sıraya geldiğinde bizleri dikkatlice süzdü “Ha şöyle! Aynı boylar aynı sırada!” Molla İbrahim’in evi de köyde olduğundan öğle yemekleri için birlikte çarşıya giderdik. Beş kuruşa ikimiz de doyardık. 100 para bir kuruş, 100 kuruşta bir lira demekti. 100 paralık elma, 100 paralık ekmek, 100 paralıkta helva alırdık. Üstelik paramız artardı! İlkokulu bitirdikten sonra Molla İbrahim Cizre’ye medrese eğitimine gitti. Bana ne kadar ısrar ettiyse de onunla birlikte yola çıkmadım. Yaz aylarında Iğdır şehir merkezi çok sıcak olur, sıtma kol gezerdi. Üstelik içme suyu sıkıntısı da baş gösterirdi. Bu yüzden birçok Azeri evi, şehir merkezini terk eder, yakın hissettikleri Kürtlerle beraber yaylalara giderlerdi. Bizim de Asker Akyıldırım isminde çok sevdiğimiz Azeri kirvemiz vardı. Yaz aylarında çadırlarımız yan yana kurulur, bir aile gibi birbirimizle kaynaşırdık. Hatta bu dostluk öylesine derin ve samimi idi ki, ben ilkokulu bitirdiğim yıl, kirvemiz babama ısrar etmiş, 7 Aziz Güney “Aziz gelip bizim evde kalacak. Ortaokulu da ben okutacağım!” demişti. Daha sonraki yıllar, Asker kirvemizin ailemize ve Kürtlere olan sevgisi hep devam etti. Hatırlıyorum, 1950’ler de belediye encümen azalığı görevini üstlenmişti. O zamanki Belediye Başkanı Mirali Ağa’ydı. Azeriler Mirali Ağa’yı “Seyit” yani Hz.Ali’nin soyundan geliyor kabul ettikleri için ona olağanüstü bir saygı gösterirlerdi. Mahalli bir seçim öncesi yapılan toplantıda, Azeri dostlarını küstürmek pahasına, Soldan Sağa: Aziz Güney, Gêlo Amca, Mecit Hun Asker kirve, “Eğer Seyit adaysa oyum onundur, yoksa oyum Mecit Hun’undur, bilesiniz!”, diyebilecek kadar biz kirvelerine bağlıydı. “Sen Hamit Hun’u tanır mısın?” Bu şekilde Asker kirvemin evine yerleştim ve ortaokula kaydımı yaptırdım. O yıl Mecit Bey son sınıf öğrencisiydi. Bizden dört yaş büyük olan Hamit Bey ise mezun olmuş, lise eğitimi için Kars’a gitmişti. Bir yıl orada kaldıktan sonra, nasıl bir suç işlemişse, liseden uzaklaştırılmıştı. Bunun üzerine ailesi Hamit Bey’i İstanbul’a özel bir liseye göndermişdi. Orada da birkaç yıl okumuş, lise mezunu olmadan geri dönmüştü. Bir yıl sonra bu kez Mecit Bey mezun olup Kars’a gitmiş. Kayıt işlerini yürüten şahıs hem Matematik öğretmenliği hem de Müdür Muavini olarak görev yapıyormuş. Dilini dişlerinin arasına alıp, peltek konuşan bu şahıs daha 8 Iğdır Sevdası kayıt sırasında, başvuru formu üzerinde ‘Hun’ soyadını ve ‘Iğdır’ doğum yerini okuyunca, şüpheli bir şekilde Mecit Bey’e, “Sen Hamit Hun’u tanır mısın?”, diye sormuş. Mecit Bey tehlikeden habersiz, “Abim olur”, diye cevaplamış. “Haydi, haydi! Bu lisede sana yer yok! Defol!” Bunun üzerine Mecit Bey lise eğitimi için Erzurum’a gitmek zorunda kalmıştı. Ben mezun olup, Kars’a gittiğimde olup bitenlerden habersizdim. Kaydımı yaptırıp liseye başladım. Derslerimde oldukça başarılıydım. Iğdır’dan 30-35 öğrenci gelmiştik. Sene sonuna doğru sayımız 3-4 kişiye kadar azalmıştı. Bir gün peltek konuşan Matematik hocası beni sözlüye kaldırdı. Nereli olduğumu sordu. “Iğdırlıyım” diyince şüpheli bir şekilde: “Sen Hamit Hun’u tanır mısın?”, diye sordu. “Amcam oğlu”, dedim. “Otur! Sıfır!” O yıl sadece Matematikten ikmale kalmıştım. Lise diploması almak iki aşamalıydı: Önce üçüncü sınıfın derslerini başarıyla bitirip dönem sonunda bir komisyon önünde sözlü bir sınavdan geçmek gerekiyordu. Bu sınavı başaranlar lise mezunu sayılıyor fakat üniversiteye girmeyi hak kazanamıyorlardı. Eylül ayında Türkiye’nin her yerinde aynı saatte organize edilen merkezi bir sınavda başarılı olanlar ancak istedikleri üniversiteye kayıt yaptırabilirlerdi. Yedek Öğretmenlik Yıllarım Olgunluk diplomasını aldıktan sonra Ankara’ya gidip Hukuk Fakültesine kaydımı yaptırdım. Özellikle Hukuk Fakültesini tercih ettim çünkü devam zorunluluğu yoktu. Böylece zamanımın büyük kısmını aileme ve akrabalarıma yardım için ayırabilecektim. Iğdır’a gelip kardeşlerimin okula gitmesine ön ayak oldum. Geçen zamanla okumak isteğinden vazgeçip Iğdır’a yerleştim. İki yıl Iğdır Ortaokulu’nda yardımcı öğretmenlik yaptım. Biyoloji, Türkçe derslerini okuttum. Öğretmen eksikliği yüzünden hatta bir ara Beden Eğitimi öğretmeni olarak 19 Mayıs törenlerine hazırlatmak görevi benim üzerime kalmıştı! Kısa bir süre de Müdür Muavinliği görevim oldu. O sıralar müfettişler gelip öğretmenler hakkında rapor hazırlardı. Benim gibi yedek öğretmenlerin, Gazi Eğitim Enstitüsünde iki yıllık bir stajdan sonra asıl öğretmenlik hakkını kazanma şansları vardı. Davet edildiğim halde bu fırsatı da bir kenara itmiştim. 9 Aziz Güney Askerlik Yıllarım Derken askerlik gelip çattı. 1947 yılının Şubat ayında, kış ayının en şiddetli zamanında, Çanakkale Gelibolu’ya gitmek üzere yola çıktım. Türkiye’nin bir ucundan diğerine yapılan bu yolculuk o zamanın koşullarında başlı başına bir olaydı. Yolculuk üstü açık bir kamyonla başlamıştı. Kar yolları kapladığı için Tuzluca Gaziler’de kamyondan indik. Bu kez atlı kızakla yola devam ettik, iki gün süren yolculuktan sonra Kars’a vardık. Derme çatma bir trenle Ruslardan kalma demiryolunu izleyerek Sarıkamış’a geldik. Türk ve Rus demiryolu standartları birbirine uymadığından Sarıkamış’ta tren değiştirdik, daha dar bir demiryolu sistemi olan “dekoville”le Horasan’a oradan da İstanbul’a vardık. İstanbul’dan hayvanların yüklendiği bir yük gemisiyle Çanakkale’ye doğru yola çıktık. Oturacak bir yeri ve salonu olmayan gemi nihayet Gelibolu açıklarına varmıştı. Liman olmadığı için gemi açıkta demirledi. Yolcular gemiye yanaşan kayıklara tıka basa dolup, kıyıya ulaşmaya çalışıyorlardı. Bizim kayıkta tam 15 kişi üst üste yığılmıştı! Dalgaların kayığı her sallayışında, “Aha şimdi devriliyoruz! Aha şimdi devriliyoruz!” korkusuyla sahile ulaştık. Gözü açık kayıkçı bizi sahile boşaltmadan önce fahiş bir ücretle ceplerimizi boşalttı. Kazasız belasız toprağa ayak basmanın mutluluğu içinde doğrusu bu kurnaz soygunculuğu pekte umursamamıştık. Askeri cemseler bizleri bekliyordu. Bir başçavuş bizi karşıladı. Yaşadığımız sıkıntıları anlamış gibi, “Üzülmeyin artık çok rahat edeceksiniz!”, dedi. Bu söz gönlümü ferahlatmıştı. Nihayet bu uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra rahat edebilecektik! Yedeksubay Acemi Kıta Asker adayları cemselere doluşup Bonayır körfezine doğru yola çıktık. Bir tepede sıra sıra barakalar vardı. İçlerine girdik. Ne su ne ışık! Altı toprak, çatısı yıkık, aralıklardan yıldızlar parıldıyor. Meğerse bu barakalar Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçici amaçlı inşa edilmiş, bilahare tamamen terk edilip, harabeye dönmüşlerdi. Bunca yıl sonra, ilk kez barakalar yeniden insan yüzü görüyordu. Duvar boyunca dizili iki katlı ranzalar, üzerlerinde de geniş aralıklarla yerleştirilmiş sırıklar vardı. Ne yatak, ne battaniye! Görevli çavuş, şikayetlerimizi, “Sabaha! Sabaha!” diyerek cevaplıyordu. Çaresiz geceyi orada bir köşeye sıkışıp büzüşerek geçirdik. “İnşallah 10 Iğdır Sevdası Kars Lisesi (1) Hasan Budak, (2) Musa Malgaz, (3) Aziz Güney her şey yarın düzelir!” ümidiyle yıldızlara bakarak uyuyakaldık. Sabah olunca önümüze içi boş nevresimler ve yastık içleri attılar: “Ne bunlar!” “Yatak, yorgan. İçlerini doldurun!” “Nerede pamuk?” “Pamuk yasak!” “Neyle dolduracağız?” “Otla” “Ot nerede?” “Ben bilmem!” “Yahu Şubat ayında kışın ortasında otu nereden bulacağız?” “Ben bilmem!” Elimizde yatak kılıfları öylece kalakalmıştık. Alayda dolaşırken Süvari Birliklerine yakın bir yerde ot ambarları gözüme çarptı..Hırsızlık olmasın diye de başına bir nöbetçi dikilmişti. Yanına yaklaştım, hal hatır sordum. Konuşmasından Kürt olduğu belliydi. Cesaretlenip Kürtçe, “Nerelisin?”, diye sordum. “Hilvanlı!” 11 Aziz Güney “Vay be! Ne tesadüf, ben de Hilvan’ın Bahçeciler köyündenim!” Birkaç dakika sahte hemşehrilik oynayarak onun gönlünü çaldım. Sonra niyetimi belli ettim: “Hemşehri müsaade et, şu yatak kılıflarını otla dolduralım.” “Mümkün değil! Ya komutan beni görürse! O zaman yanmışım!” Nihayet ısrarlara dayanamayıp, arkadaşlardan birisini tepeye gözcü olarak gönderdi. Komutan gelse haber verecekti. Biz de yatakları ve yorganları kuru otla tıka basa doldurduk. İşte bu şekilde iki ayımı orada tamamladım. Allah’ın belası bir Tabur komutanımız vardı. Her gün uzun uzun talim yaptırırdı. Bonayır tepeleri körfeze baktığı için şiddetli bir rüzgar sürekli eser, içimizi titretirdi. Böyle olunca en büyük zevkim arada bir kaytarıp, bir kuytuda uyuklamaktı. Bir keresinde yine arazi olmuş, keyfimce Aziz Güney Yedek Subay uzanmıştım. Birden, birisi “Kalk! Kalk!” diye bağırmaya, üzerime tekmeler savurmaya başladı. Ben de arkadaşlarımdan birisi Tabur komutanını taklit edip bana muziplik yapıyor zannetmiştim: “Hadi be oradan! Beni rahat bırak!”, diyerek tatlı uykuma devam ediyordum. Kuvvetli bir el kolumdan yakaladı, beni yukarı kaldırdı. Karşımda Allah’ın belası Tabur komutanı duruyordu. Bin bir küfürle beni sürükleyip bölüğe götürdü. Bizi karşılayan rütbeli subaya beni işaret ederek: “Murat, bu suç işledi! Bunu çavuş çıkaracağız!” “Baş üstüne komutanım!” “Bir de ağır bir ceza ver!” “Baş üstüne komutanım!” Tabur komutanı yanımızdan ayrılır ayrılmaz, subay onun arkasından bakarak, ‘Ha siktir be!’ diye bir küfür savurdu. Meğerse herkes Tabur Komutanına gıcıkmış! Yedeksubay okulunda altı aylık sürenin sonuna yaklaşmıştık. Kayıt işlerine Karslı bir Teğmen bakıyordu. Aramızda dostça bir ilişki vardı. Bir gün bana, 12 Iğdır Sevdası “MİT’ten bir rapor geldi. İki kişiyi çürük çıkartacaklar, bunlardan birisi de sensin!” Birden yüreğim hoplamıştı. Bu da nereden çıktı! Bunun nereden gelebileceği konusunda kendimi sorguladım. Nafile! Araştırmalar sonucunda bunun şu olaya dayandığını anlaşıldı: Kazım Karabekir Paşa , Milli Şef İnönü’ye karşı siyasi bir mücadele içine girmiş, bu amaçla Milli İhtilal Partisini kurmuştu. Özellikle üniversite ve lise son sınıf öğrencileri arasında rağbet gören parti çığ gibi büyümüştü. O yıllar ben de Kars lisesinde öğrenciydim. Fransızca Aziz Güney Sağ Başta öğretmenimiz Suat Erginler bu partinin bölge sorumlusuydu. Biz öğrenciler de onun etrafında örgütlenmiştik. Bir gün parti ansızın kapatılmış, Suat Erginler de yakalanmıştı. Meğerse gruptaki gençlerden birisi hepimizi ihbar etmişti! Böylece benim ismim de MİT tarafında “sakıncalı” kaydıyla kara listeye alınmıştı. MİT’in benimle ilgili göndermiş olduğu bu rapor 3-4 yıl önce olmuş bu olaya dayanıyordu. Uzun zamandan beri serbest olan Suat Erginler’e bir yolunu bulup haber gönderttim. Sağ olsun, özel bir çabaya Karabekir Paşa’yı bizzat devreye sokup, benim ve diğer arkadaşlarımızın mağdur olmasına engel oldu. Bu belayı da bu şekilde atlatmıştım. Yapılan kura çekiminde Asteğmen olarak Balıkesir Piyade Alayı çıktı. Yeni kıtama teslimden önce 15 günlük bir izin hakkımız vardı. Düşündüm, Iğdır’a gidiş geliş zaten 8-10 günümü alacaktı. Bir de Kıtaya erken gidenlerin iyi bölükleri alma şansı olduğunu biliyordum.Böyle olunca dosdoğru Alaya gitmek için yola koyuldum. Beni karşılayan subay memnun bir şekilde, “Bizim Levazım Asteğmen terhis oldu. Fakat zimmetinde depolar ol13 Aziz Güney duğu için gidemiyor. Depo zimmetini senin üzerine geçirip Asteğmeni terhis edelim!” “Hayır, ben bölüğümü istiyorum!”, diye direttim. “Nerelisin?” “Iğdırlı!” “Kürt müsün?” “Evet!” “Niçin Levazımı istemiyorsun?” “Ben Piyade Asteğmenim. Birkaç gün sonra Levazım Asteğmen gelince beni başka bir yere def edeceksiniz!” Sohbetimiz bu şekilde devam etti. O da Kürt’tü. Urfalıydı. Beni Alay komutanın huzuruna çıkardı. O da Diyarbakırlı idi. “Komutanım, Asteğmenim terhis oluncaya kadar benim yanımda kalacak!” Bu şekilde başladım devir teslim işlemlerine. Kocaman depo! Say say bitmez. Baktık olmayacak, “Her şeyi teslim aldım” şeklinde bir tutanak hazırlayıp imzaladık. Birkaç ay sonra anlayacaktım ki her şey fazlasıyla vardı! 1948 yılında, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle uygulanan uzun askerlik dönemi sona erdiği için bizleri 6 ay erken terhis ettiler. Mecit Bey İzmit Gebze’de ve birkaç ay da Erzurum’da Topçu Asteğmen; Hamit Bey de lise mezunu olmadığı için er olarak Van’da askerliğini yapmıştı. Iğdır’da Sinema Günleri Askerlik dönüşü 6 ay kadar Iğdır Ortaokulunda yedek öğretmenlik yaptım. Gemlik’ten gelme ortaokul müdürümüz, Karslı Veli Orkun isminde de bir müdür muavinimiz vardı. Veli Orkun’la dost olmuştuk. Arada bir ne yapabiliriz diye oturur sohbet ederdik. Bir gün bana, “Sinemacılık hevesli bir iş! Gel Iğdır’da kardeşim Ali’yle bir sinema açın!”, diye bir öneride bulundu. Sinemayı ilk Kars’ta lise öğrencisi iken görmüştüm. Daha sonra yedek subay öğrencisi olarak bir kez de Ankara’da görmüş, çok sevmiştim. Ancak tereddütlerim vardı. “Veli Bey, sinemacılık aklımdan geçmiyor değil, ancak bu ihtisas gerektiren bir iş!” “Korkma! İstanbul’da tanıdıklarım var. Size yardımcı olurlar!” 14 Iğdır Sevdası Yıl 1948. Doğuda Kars’tan sonra ilk sinema Iğdır’da açıldı. Makinelerimiz İstanbul’dan geldi. O zamanlar Rıza Yalçın belediye başkanıydı. Belediyeden sinema yerini kiralamak için başvurduğumuzda bazı sıkıntılar yaşadık. Azeri kökenli belediye encümen azalarının bir kısmı kendi aralarında toplanıp, “Sinemayı biz açacağız!” diyerek buna itiraz ettiler. Şansımıza Rıza Yalçın bu muhalefeti bertaraf edip sinema yerini bize kiraladı. Sinema ilk günden itibaren olağanüstü ilgi görmüştü. Dolup dolup boşalıyordu. Kadınlar ve erkekler için ayrı ayrı matineler vardı. Giriş ücreti 25 kuruştu. “Köpoğlunun Sığırları...” Bu arada sinema salonu ilginç olaylara sahne oluyordu. Bir gün gençler yaşlı bir amcanın etrafını alıp onunla matrak geçmişler. Yaşlı amca kızınca onun gönlünü almak için, “Gel seni sinemaya götürelim!”, demişler. “Duymuşam, ama nasıl gedilir, bilmirem!” “Vallahi çok güzel! Korkma, biz seni götüreceğiz!” “Bir şartla, en önde oturacam!” Bu sevimli amca, sinemanın en makbul yerinin ön sıra olduğuna nedense kendini inandırmıştı. Gençler söz verdikleri şekilde yaşlı amcayı aralarına alıp en ön sırada oturtmuşlar. Bir ayağı aksak olan amca, elindeki bastonunu dizlerine dayayıp filmi izlemeye koyulmuş. O gün bir kovboy filmi vardı. Jenerik yazılar perdede göründüğünde arka planda Teksas’ın uçsuz bucaksız kırlarında otlayan binlerce sığır ve dana sürüleri görünür. Çobanlar (kowboy), at üzerinde sürüyü kontrol etmektedirler. Jenerik yazı biter bitmez sığır sürülerinde bir hareketlenme başlar, yakın kamera çekimi yüzünden sanki hayvanlar perdeden çıkıp ön sıralara gelecekmiş gibi bir his doğar. Sakin sakin ön sırada oturan yaşlı amca birden korkuya kapılmış. Dört nala gelen sığırlar bunu ha ezdi ha ezecek... Yerinden fırlamış, elindeki bastonunu sağa sola sallayarak: “Oho! Oho!”, diye bağırmış. Etrafındakiler onu sakileştirmek için kolundan tutmuşlar, “Ne yapıyorsun? Ne oldu?”, falan demişler. “Daha ne olsun! Köpoğlunun sığırları az kalsın bizi kırırdı, axır!” “Dayan Geldim...” Bir gün buna benzer bir olay daha yaşadık. Dışarıda sinemanın önün15 Aziz Güney de durmuş bilet satıyordum. Kolukent köyünden akrabam olan Yusuf elinde sopasıyla bana yaklaştı. Kürtçe: “Walle, Eziz bey, qe sinema ne ditime!” (Hiç sinema görmedim!). “Paran varsa niye olmasın!” “Kaç para?” “50 kuruş!” “Çok pahalı!” Gönlü buruk ayrılmasın diye bedava içeri aldım, ön sırada bir yer verdim. O gün yine bir kovboy filmi vardı. Teksas’da bir salonda, bar ve içki masalarının olduğu yerde, bir kavga patlak verir. Filmin kahramanı tek başına bir sürü insanla kavgaya tutuşur. Bu haksızlığa fazla dayanamayan Yusuf, yerinden fırlamış, elindeki sopayı şiddetli bir şekilde perdeye doğru fırlatarak: “Lo! Ez hatım!” (Dayan, geldim!) diye bağırmış. Filme ara verip perdeyi onarmak zorunda kalmıştık. “Ay Keftar!” Ortağım Ali Bey yaşlı bir insandı. O gün kadınlar matinesiydi. Ben bir köşede oturmuş, gazetemi okuyordum. Ali Bey de makinenin başında görevini yapıyordu. Gösterimde bir aşk filmi vardı. Bir gençle, kralın kızı birbirlerini seviyorlar... Genç adam sevgilisini görmek için sarayın bahçesine gizliden girer fakat yakalanıp sevgilisiyle birlikte kırbaç cezasına çarptırılır. Yan yana bir ağaca bağlanıp feci şekilde kırbaçlanmaktadırlar. Kırbaç darbesinin her inişinde seyirci, “Offff! Canım! Vah! Vah!”, diye söylenmeye başladı. Kırbaç darbeleri uzadıkça uzadı. Nihayet bu zulme (!) katlanamayan seyircilerden birisi ortağım Ali Bey’e doğru bağırarak: “Ay keftar! Kazandığını yemiyesen! Besti, avradı öldürüdün, axır!” Ali ve Veli Orkun kardeşler ve Hikmet hanım çok iyi insanlardı. Hepsi vefat ettiler. Allah rahmet etsin. “Onların bu zırnığın içinde ne işi var!” Kars lisesinde öğrenciydim. O yıllar Kars’a haftada bir belediyeye ait bir posta kamyonu giderdi. Arkası açık bu kamyon tıka basa yüklenir, üzerine de 15-20 yolcu 16 Iğdır Sevdası pineklerdi. Bir gün böyle bir yolculukta Belediye Zabıta Komiseri Cafer Sadık da aramızdaydı. Kamyon epey yol aldıktan sonra yukarı Pasinler düzüne çıktı. Ruslardan kalma bu yol oldukça dar ve kullanışsızdı. Kamyon birdenbire durdu. Karşımızda bir öküz arabası çamura saplanmış Aziz Güney Iğdır Ortaokulunda Yedek Öğretmen yolu kapatmıştı. Yardım etmek için aşağı indik. Terekeme bir vatandaş Kağızman’da tuz yüklemiş, çuvalların ağırlığı yüzünden tekerler neredeyse çamurda kaybolmuştu! Cafer Sadık şakayı seven birisiydi. O anda Azerilerle Terekemeler arasında yıllardan beri varolan şakalaşmaya bir yenisini eklemeye karar verdi.. Bize dönerek: “Uşağlar, biz bu arabayı çıkaracağız ama ben “ya Ali” demeyinceye kadar itmeyin! Terekeme ne derse desin siz arabayı geri çekin, dur araba çıkmasın!” Biz arabanın etrafını aldık. Ellerimizi dayamış iter gibi yapıyoruz, tabi araba kımıldamıyor.Bunun üzerine Cafer Sadık, Terekeme’ye: “Ay kişi! Ömer’i yardıma çağır!” Terekeme ‘Ya Ömer!’ diye bağırdı. Biz de iter gibi yapıyoruz ama aslında arabayı geri çekiyoruz. Araba çıkmayınca bu kez Cafer Sadık: “Ay kişi! Osman’ı yardıma çağır!” Araba yine çamurdan çıkmadı. ‘Ya Ömer!’ de fayda etmeyince sıra ‘Ya Ebubekir!’e geldi. Araba yine kımıldamadı. Cafer Sadık bu kez emin bir şekilde: “Ay kişi! Dur bak men Ali’yi çağıracam araba nasıl çıkacak!” ‘Ya Ali’ komutuyla hepimiz var gücümüzle arabaya dayandık, araba çamurdan çıktı. Cafer Sadık Terekeme’ye dönerek: “Gördün! Ömer, Osman , Ebubekir yardımına gelmedi, Ali geldi!” 17 Aziz Güney Terekeme hiç bozuntuya vermeden: “Onların bu çamurun, zırnığın içinde ne işi var!” Dönemin Meşhur Simaları Öğrencilik yıllarımda Kürtler arasında ön plana çıkan isimler Kerem Bey, Abdürrezak Bey, Naci Bey , Fettah Bey, Ahmed Şemo ve Ali Mirze Beylerdi. Bunlardan Fettah Bey daha çok Rus yönetimi zamanında ünlüydü. 1925’li yıllarda Kürtler arasında en aydını Gêloli aşiretine mensup Numan Efendi idi. Aslen Doğubeyazıtlı olan Numan Efendi, Kurtuluştan sonra görevli olarak Iğdır’a gelmişti. Azerilerden Nağı Odoğlu, Rıza Yalçın, Yaycı köyünden Hüseyin Yaycılı ve Mirali Ağa, Iğdır’ın renkli simalarıydı. Nağı Bey bağ ve bahçecilikle uğraşan ciddi bir müteşebbisti. Fettah Bey Daha önce söylediğim gibi Fettah Bey Rus yönetimi zamanında bölgede tanınan ve kendisinden korkulan birisiymiş. O dönemlerde Müslümanlar askere alınmıyordu. Yönetim işleri bölgede nüfuz sahibi ağa ve beylere veriliyordu. ‘Glava’ denilen Rusça bir unvanla anılan bu yöneticilerin en önemli görevi devlet adına vergi toplamakmış. Örneğin Erivan’daki vali, ‘‘Falanca bölge senin. Git vergini topla! Hükümete vereceğin miktar şu kadar, gerisi senin!’ gibisinden bölgeleri ihaleye çıkarırdı. Bizim bölge de Fettah Bey’in sorumluluğu altındaymış. Fettah Bey’in iki jandarması varmış. Birisi Ömer Tırpan’ın babası Nevo(Nebi) Ağa’ymış. Fettah Bey, sonbahar aylarında iki jandarmasını yanına alır, vergi toplamak için köy köy dolaşırmış. Ağrı Dağı eteklerine yakın bir yerde Şeyh Bızini aşiretine ait Kobi denilen bir köy var. Fettah Bey’in yolu bir gün oraya düşer. Eylül ayı. Aşiret yayladan henüz inmiş. Fettah Bey, yağ ve peynirin vergisini ister. “Bu yıl 7 teneke yağ vereceksiniz! Hazırlayın yakında gelip alacağım!” Fettah bey gittikten sonra köylü oturup elindeki tüm yağı hesaba vurur, hepsinin yedi teneke etmediğini görürler. Köylüler çaresiz şekilde toplanıp karar alır: “Fettah Bey’e aşiretimizin iki yaşlı büyüğünü gönderelim. Hiç olmasa biraz indirim yapsın!” İki atlı yola çıkar. Atlılar Fettah Bey’in köyüne gelip huzuruna çıkarlar: “Niçin geldiniz?” 18 Iğdır Sevdası “Vallahi Bey’im, siz ayrıldıktan sonra köydeki yağları tarttık. Hepsi 7 teneke etmiyor. Biraz indirim yapmanızı istiyoruz” Fettah Bey bu şikayetten memnun kalmaz, köylüleri kırbaçlatır: Soldan Sağa: Hacı Kulem Parlar, Aziz Güney “Ceza olarak 7 teneke erimemiş yağın yerine 8 teneke erimiş yağ vereceksiniz!” İki köylü kör pişman köyün yolunu tutarlar. 8 teneke erimiş yağ 10 teneke erimemiş yağ demek! Köylüler iki atlının dönüşünü merakla bekliyorlarmış. Derken iki atlı tepenin ardında belirmiş. Köylüler heyecanla, hem koşuyor hem de bağırıyorlarmış: “We ça kır! We ça kır!” (Ne yaptınız! Ne yaptınız!) Elde ettikleri sonuçtan memnun olmayan iki köylü bağırarak kötü haberi ulaştırmışlar: “Allah sizin evinizi yıksın, Fettah Bey’in de belasını versin! 7 erimemişi yaptık 10 erimiş!” Bütün köylü bu kötü haberle sarsılmış. Herkes kara kara düşünüyor. Önlerinde bayram varmış. Hep birlikte bayram namazına oturmuşlar. Ellerini açıp şikayetlerini iletmişler: “Ey Allahım sen ki bizi yarattın, peki bu Fettah’ı niye yarattın! Madem ki onu yarattın bizi ne diye yarattın!” Mıhê Kazak ‘Kazak’ Rusça asker demektir. Rus yönetimi zamanında Kürtler askere alınmadığına göre Mıhê dedemiz nasıl olmuştu da askere alınmıştı? Bunu bir hikayesi var. Havalar güzel olduğunda Rus subay ve eşleri toplanıp Erhacı yakınlarında pikniğe çıkarlarmış. Oradaki kaynak suların yakınında sofra açıp, gönüllerince eğlenirlermiş. Kadınlar yemek ve semaver hazırlamakla meşgul iken erkekler de kendi aralarında silah atışı yaparlarmış. Mıhê dedem Ağrı Dağı’nda Korhan’da otururdu. 800’e yakın atı vahşi 19 Aziz Güney sürüler halinde dağın yamaçlarında otlarmış. Mıhê dedem arada bir obaya iner, alış verişini yapıp geri dönermiş. Dedemin vazgeçemediği bir alışkanlığı varmış: Dağda atla gider, düzde atı yedeğinde çekermiş... İşte böyle bir gün, Rus askerleri zil zurna sarhoş, bir hedefe sırayla ateş ediyorlar ama hepsi karavana... Mıhê dedem de atı yedeğinde çekerek ağır adımlarla onlara yakın bir yerden geçiyormuş. Askerlerden birisi dedemi görmüş, “Aha Kürt geldi! O mutlaka vurur!”, diyerek dedeme doğru hep birlikte koşturmuşlar. Eline bir silah tutuşturup zorla atış yapmasını istemişler. Dedemin silahla arası pek yokmuş. Hayatında doğru düzgün silah bile kullanmamış. “Ben silah kullanmasını bilmem!”, demişse de inandıramamış. “Sen Kürt’sün, sen iyi atış yaparsın!” Dedem çaresiz yere uzanmış, hedefe doğru gelişi güzel bir atış yapmış. Tesadüf bu ya mermi hedefi tam ortasından vurmuş. Subaylar, “Sen keskin nişancısın! Rus ordusunun senin gibi askerlere ihtiyacı var!”, diyerek askere almıştı. Bu şekilde dedem ‘Mıhê Kazak’ lakabıyla tanınır olmuştu! Mıhê dedem 1933 veya 1934 yılında 124 yaşında Karakuyu köyünde öldü. Ben o zamanlar ilkokul öğrencisiydim. Dedemin, birisi Zor köyünden Nene adlı Yezidi bir kadın olmak üzere 6 karısı vardı. Mıhê dedem Rus Süvari birliğinde asker iken, at üzerindeki çevikliği ve maharetiyle dikkat çekmişti. Demir paraları yere atar, dört nala giderken paraları toplarmış. Bu cambazlık yeteneği ona ayrı bir ün kazandırmış. Terhis olduktan sonra köyüne yerleşmiş, sakin bir hayat sürmüştü. Ağrı Dağı’nda 800 yabani at otlarmış. Her aygır 15-20 kısrağı koloni şeklinde kendi maiyetinde tutarmış. Bu şekilde dağınık fakat birbirine yakın sürüler halinde yaşarlarmış. Bir gün Ruslar dedemden at isterler. ‘Gelin, alın!’ diye haber gönderir. Ruslar topladıkları 70-80 atı sürü halinde kovalayıp etrafı duvarla çevrili bir bahçeye sokarlar. Kementle atları yakalayıp ehlileştirmeye çalışırlar. Fakat daha ilk hamlede vahşi atlar duvarları yıkıp tekrar Ağrı Dağı’na doğru dört nala kaçarlar. Bir gün de İranlılar gelip Mıhê dedemin atlarını sürüyle Ağrı Dağı’nın diğer yamacına götürüler. Dedem üzgün şekilde İranlıların bu hırsızlığını Torunların meşhur Eleşref Bey’ine şikayete gider. Eleşref Bey Mıhê dedeme: “Mıhe ne oldu, niye düşüncelisin?” 20 Iğdır Sevdası “İranlılar atlarımı çaldılar!” “Nereye?” “Ağrı Dağı’nın diğer yamacına!” “Mıhê, üzüleceğine bir sadaka vermelisin!” “Niçin?” “Sen bu atlara biniyor muydun?” “Hayır!” “Satıyor muydun?” “Hayır!” “Yiyor muydun?” “Hayır!” “Mıhê, bu atlar eskiden Ağrı Dağı’nın bu tarafında otluyorlardı, şimdi öbür tarafında. Hiç olmasa tuz muz masrafından kurtuldun!” Ağrı Dağı İsyanı Ağrı Dağı isyanı esas olarak iki aşiret arasındaki çatışmanın bir devamıdır. İsa (Konyar) Bey’in Qotan aşireti ile Şeyh Abdükadir’in Sakan aşireti amansız bir güç çatışması içine girmişlerdi. Bu mücadelede Qotan aşireti sırtını devlete, Sakan aşireti de isyancılara dayamıştı. İsyan yıllarında çocuktum. Ama sonradan duyduğuma göre o yıllar jandarma halka acımasız davranıyormuş. Hakaret etmişler. Bu şekilde baskıdan kaçan halk Ağrı Dağı’na sığınmış. Bu davanın en gözü peki Hesesoran aşireti reisi Bro Hseke Telli jandarmayla çatıştıktan sonra dağa sığınmıştı. Ağrı Dağı İsyanı Şeyh Sait ve Koçgiri isyanları gibi planlı ve bilinçli olmamıştı. Münferit bir hareket olarak gelişmiş, bilahare İhsan Nuri Paşa ve Ermeni Zilan bölgeye gelip harekete bir yön vermeye çalışmışlar ama başaramamışlardı.. Ağrı Dağı İsyanı’na Iğdır tarafından Kerem Bey, Ali Mirze Bey ve Ahmed Şemo, Doğubeyazıt tarafından da İsa Konyar katılmadı. Yasak Bölge Kalkarken Menderes’in Demokrat Partisi iktidara geldikten bir yıl sonra, 1951 yılında yasak bölge kaldırıldı. Herkes akın akın köylerine dönme telaşı içindeydi. Biz de Karahacılı köyündeki yerlerimize sahiplenmek için oraya gittik. İsyan öncesi bu köyün yarısı babam Temıre Gulê’ye, Adetli köyünün yarısı da Ahmed Şemo’ya aitti. İnsanlar ev ve yer paylaşımı konusunda çok makul davranıyorlardı. Yerlerin tapusu olmamasına rağmen kavga ve sürtüşme hiç olmadı. Herkes kendine ait yeri biliyor, onu sahiplenmekle yetiniyordu. 21 Aziz Güney Ailem birkaç yıl Karahacılı’da kaldı, ama sonra tamamen vazgeçip Taşlıca köyünde ve Iğdır merkezde yaşamaya devam ettik. Babamın Vefatı Babam 1975 yılında vefat etti. Hayatının son yıllarında Parkinson hastalığına yakalanmıştı. Bu hastalık el titremesi, hafıza kaybı olarak kendisini belli eder. Hastalığın ilk teşhisini Iğdır’daki bir doktor yapmıştı. Fakat daha ileri tetkikler için babamı Erzurum’a götürmemizi tavsiye etti.Gerçekten de yapılan tahliller babamın hastalığının Parkinson olduğunu kanıtladı. Bu hastalığın hali hazırda bile bir tedavisi yok. Çaresiz olduğumu biliyordum ama babamı psikolojik olarak rahatlatmak için bu kez Ankara’ya götürdüm. Doktorlar bir beyin ameliyatının yüzde yirmi şansla iyi sonuç verebileceğini söylediler. Babam yaşlıydı, böyle bir riski almak istemedim. Iğdır’a geri döndük. Babam köyde oturmayı tercih ediyordu. El ve vücut titremesi arttığı zamanlar aldığı ilaçlar az da olsa onu sakinleştiriyordu. Ne yazık ki bu hastalık daha sonra felce çevirdi. Hayatının son üç yılını acı içinde geçirdi. SıçanlıTaşlıca köy kavgasında köyün erkekleri yakalanıp cezaevine atılınca, bu olay babamı can evinden vurmuştu. O yıl vefat etti. Ararat Şirketi Iğdır’da İhracat-İthalat birliği kurulmuştu. Örgütün yönetiminde yer aldım. Daha sonra başkanı oldum. İhracat-İthalatla ilgili tüm mevzuatı bu şekilde öğrendim. Bir ara Suudi Arabistan ve Kuveyt’e tek başıma mal gönderdim. Bir gün bir şirketin kurulması yönünde bir öneride bulundum. Mecit Bey, Medet (Serhat) Bey ve Şevki (Alagöz) Bey kabul ettiler. Medet Bey şirkete ‘Ararat’ ismini verdi. Böylece 1975 yılında şirket kurulmuş oldu. Bursa elmasını İran’a ihraç etmeye başladık. Şirket yöneticisi bendim. Hem şirket içindeki iş bölümünü, hem de İran’daki temasları örgütlüyordum. Doğu Anadolu bölgesinde bu çapta bir işe ilk bizim şirket girişiyordu. Önceleri her şey tıkırındaydı. Diyelim ki 1000 ton elma yüklenecek. Yüzlerce kadın ellerinde şablonlar, aynı büyüklükte ki elmaları seçip ayırıyor, özenle paketliyorlardı. Soğuk hava depolu TIR’lara yüklenen mallar İran’a gönderiliyordu. Böylesine detaylı bir işi organize etmek, kontrol ve sevk işlerini yönetmek için iyi bir kadroya ve ciddiyete ihtiyaç vardı. Ne yazık ki bir zaman sonra disiplin yavaş yavaş kaybolmuştu. 22 Iğdır Sevdası O kış 4000 ton elma bağlantısı için anlaşmamız vardı. Tahran’daydım. TIR’lar yüklenmiş, İran’a doğru yola çıkarılmıştı. Bir sabah elma sattığımız İranlı tüccar acilen Meyve Haline gitmemi istedi. Burası geniş bir toptancı pazarıydı. Dünyanın dört bir yanından gelen sebze ve meyveler bu halden iç pazara dağıtılıyordu. Tüccar beni büyük bir üzüntüyle karşıladı. Bizim TIR’lardan çıkan elmalar ufacık, çürük ve gelişigüzel doldurulmuştu. Hemen yanı başımızdaki başka bir toptancı kendi TIR’larından iri, kırmızı elmaları indirirken bizim tüccar elinde yumurta büyüklüğünde elmalarla bana ağlar gözlerle bakıyordu. Sinirinden Soldan Sağa: Musa Doğan, Naci Güneş, Aziz Güney şapkasını ağzıyla çekiştiriyor, yetmezmiş gibi yere atıp üzerine tepiniyordu. Bir yandan da, ‘Bana bunu niçin yaptınız?’ diye söyleniyordu. Hemen uçağa atlayıp Bursa’ya döndüm. Biraz araştırmadan sonra işin vahametini anlamıştım. Disiplin çökmüş, kontrol görevi ihmal edilmişti. Şirketin öz kadrosu ayıklama ve yükleme zamanı kurnaz bahçe sahiplerinin içki sofrasında keyif çatmışlardı! Bu arada Mecit Bey Bursa’dan başka bir şirketle anlaşmış, onunla iş yapmaya hazırlanıyordu. Duyduğuma göre şirket sahibi Mecit beye, ‘Kârı onlarla bölüşeceğine yarı yarıya bölüşelim!’ şeklinde bir teklifte bulunmuştu. Bu şekilde Mecit Bey bizden ayrıldı. Ben de zor durumda kalmıştım. ‘Yıllardan sonra nihayet birlikte bir iş yaptınız, Mecit beyi dışladınız!’ şeklinde bir imaj ve dedikoduya fırsat vermemek için Ararat şirketini feshetmek zorunda kaldım. Şirkete yazık oldu. Bir yıllık bir ömrü oldu ama çok iyi para kazanıyordu. Bana kalırsa kazançla beraber ihtiras da ortaya çıkmıştı. Halbuki biraz sabırlı olabilseydik Doğu Anadolu’nun en büyük şirketi olmaya namzettik. Bize o yıllar mal verenlerden biri Almanya’ya yaptığı ihracatla Türkiye’nin sayılı zengini oldu. 23 Aziz Güney Elma ihracatı gerçekten çok iyi bir işti. Kilosunu 2.5 tan alıp 7.5 tan satıyorduk. Kâr marjı yetmezmiş gibi bir de devletten teşvik alıyorduk! Ne yazık ki herkesin gıpta ettiği bu şirket uzun ömürlü olamadı. Üç Baba Üç Görev Bağlı olduğum Gêloli aşireti üç babaya dayanır:Gêlo, Ozman ve Aqo. Nasıl ki bir devletin idari, ekonomi ve askeri işleri birbirinden ayrı gelişmişe, bizim aşirette de buna benzer bir yapılanma oluşmuştur: Mala Aqo kol kuvveti ve gücü temsil eder. Aşiretin askeri gücüdür. Mala Ozman ticareti ve zenginliği sever. Aşiretin ekonomik gücüdür. Mala Gêlo da hep yönetim işleriyle uğraşmıştır. Aşiretin sevk ve idaresi onların elindedir. Ali Ataman “Ataman Ailesi” nin öne çıkan ve en çok sevilen insanı rahmetli Ali Ataman’dı. Ali Bey Milli Mücadeleye iştirak etmiş, daha sonra Birinci Dönem TBMM Kars Milletvekili seçilmişti. Aslen Kağızmanlıdır. Kendilerini ‘yerli’ olarak tanıtırlar. Kars bölgesinde bu ‘yerli’ kelimesi sıkça kullanılır. Eğer bir Erzurumluya ‘Nerelisiniz?’ diye sorarsanız ‘Erzurumluyum’ cevabı alırsınız. Ama bir Kars veya Kağızmanlıya aynı soruyu sorsanız ‘Yerliyim’ diye cevaplar. ‘Yerli’ kelimesinde ırk ve etnik mesaj yoktur. Ben bu kelimenin kullanılmasındaki nedeni şöyle izah ediyorum: Rus yönetiminde, Kars ve Kağızman bölgesindeki Kürt ve Ermeniler birlikte yaşarlardı. Türk yoktu. Fakat Osmanlı yönetimiyle bölgedeki Kürt ve Ermeniler Türkleşerek asimle olmuşlardı. Eğer Kars yerlisinin giyim ve kuşamına dikkat ederseniz Kürt örf ve adetlerine çok yakındır. Kars’ın Kürt köylerine gittiğinizde bu asimilasyon sürecinin nasıl işlediğini daha iyi anlarsınız. Kendi aralarında Türkçe konuşurlar fakat Kürtçe’yi de yüzde yüz anlıyorlar. Ali Ataman ve kardeşleri de Kürtçe’yi mükemmel konuşurlardı! Tahmin ederim ana veya baba tarafında Kürtlük bağlantısı vardı. Ali Ataman, İbrahim Cihangirof’la beraber 1919 yılında Kars Milli Şura hükümetini kurup Ermenilere savaştı. Cumhuriyet döneminde, Kars Milletvekilliği sırasında hatırı sayılır bir zenginliğin sahibi oldu. Uzun bir suskunluktan sonra 1950’li yıllarda tekrar politikaya atılmak istedi. Ama listeye giremedi. Yeni oluşan DP Kars il teşkilatı Ali Bey’in DP’den politikaya atılmasına sıcak bakmadı. Bunun üzerine Ali Bey, Osman Bölükbaşı’nın Millet Partisi’nden 1954 seçimlerinde aday oldu fakat kazanamadı. Ali Bey hayatının geri kalan kısmını Iğdır ve Kağızman’daki evinde geçirdi. 24 Iğdır Sevdası Baston mu, kılıç mı? Ali Ataman zamanın büyük bölümünü Iğdır’da geçirirdi. İri yarı, esmer, hafif karga burunlu, çiçek hastalığının neden olduğu çopur yüzüyle unutulması zor bir şahsiyetti. Yürürken bastonunu yanından hiç eksik etmezdi. Bastonun el yeri dağ keçisi boynuzundan yapmaydı. Kenarları süslü ve her yeri titizlikle işlenmiş bu baston onun simgesiydi. Bir gün kahvede oturmuş sohbet ederken: “Abi, bu bastonla niye dolaşıyorsun? Daha gençsin! Biz senden daha çok şey bekliyoruz!”, dedim. “Evladım bu baston değil, silah!” Daha lafını bitirmeden bastonu sol eline aldı. Ani bir hareketle sağ elini yana doğru savurdu: Upuzun bir kılıç havada sallanıyordu! Ali Ataman asker kökenli değildi ama silaha son derece tutkundu. Osman Ataman Ali Ataman’dan sonra isminden en çok bahsettiren kardeşi, Osman Ataman’dı. Ben 1942-43 yıllarında ortaokulda öğrenciyken Osman Ataman Iğdır Belediye Başkanıydı. Zannedersem o zaman iki dönem başkanlık yaptı. Rus okullarında tahsil görmüştü. Rusça’yı ana dili gibi konuşur, hatta birçok kereler sınır protokol konuşmalarında tercümanlık yapmıştı. Osman Ataman 60 yaşında iken 18 yaşındaki Güzin Hanımla evlendi. Bilmiyorum bu evlilik yüzünden mi yoksa daha önce de var mıydı, benim kendisiyle dost olduğum yıllarda Osman Ataman bir yaş kompleksi sorunu yaşıyor, yaşlılığı kabullenemiyordu. Kendisini olduğundan çok daha genç gösterecek şekilde konuşurdu. Yaşının sorulmasından da çok nefret ederdi. Bununla ilgili bazı hatıralarım olmuştu. Osman Ataman Güzin Hanımla yeni evlenmişti. Arada bir dostlarını evine davet edip poker oynardı. Bir gün Nejat Birdoğan’la beraber Osman Bey’in evine gitmiştik. Nejat Birdoğan, ben ortaokulda yedek öğretmen iken öğrencim olduğu için, hâlâ o alışkanlığını bozmadan bana ‘Hocam’ diye hitap ederdi. Nejat Birdoğan daha sonraki yıllar edebiyat öğretmenliği yaptı hatta birkaç kitabı da yayımlandı. Neyse gelelim o günkü ev davetine. O yıllar ben 23, Osman Ataman da 60 yaş civarında olmalıydı. Dizildik bir masanın etrafına, başladık poker oynamaya... Nejat Birdoğan arada bir bana ‘Hocam’ diye hitap edince Güzin Hanım merakla: “Aziz Bey, demek siz hocalık da yaptınız ha!”, dedi. 25 Aziz Güney Osman Bey söze karıştı: “Güzin sen ne diyorsun, bu bizim öğretmenimizdi ! Az mı kulağımızı çekti!” Bir dernek kurmuştuk. Derneğin kurucu üyeleri arasında Mecit ve Osman Beyler de vardı. Birileri bizim hakkımızda, derneğin kongresi zamanında yapılmadı diyerek savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu. Savcılık ifademizi almak için bizi çağırdı. Dernek yöneticisi olarak üçümüz savcılığa gitmiştik. Savcının odasının önündeki sıralara oturduk. Önce Osman Bey içeri çağrıldı. Ben ve Mecit Bey sıramızı bekliyorduk. Bir zaman sonra kapı açıldı, Osman Bey pek memnun olmayan yüz ifadesiyle dışarı çıktı. Biz merakla, “Abi ne sordular?”, diye sorduk. Amacımız vereceğimiz ifadeleri birbirine uydurmaktı. “Ne olacak, ananın adı ne, babanın adı ne, YAŞIN KAÇ!” Osman Bey ‘Yaşın Kaç’ derken ses tonunu özellikle değiştirmiş, bu bölümü sert bir şekilde vurgulamıştı. Savcının en çok bu sorusundan rahatsız olduğu belliydi. Osman Bey, zor dönemlerin aranan adamıydı. 12 Eylül İhtilali olunca belediye başkanlığı görevi için atama yoluyla bir aday aranıyordu. Tabur komutanına önce benim adımı önermişler. Fakat o, ‘Ne Azeri ne Kürt!’ demiş. Bunun üzerine Osman Ataman’ı önerdik. Bu kez de kaymakam, ‘O çok yaşlı!’ diye karşı çıktı. Osman Ataman’ın tasdik işinin olması için bizzat devreye girdim, nihayet 40 yıl aradan sonra Osman Ataman yeniden belediye başkanı oldu. Bu görevinde iki yıl kaldı. İdris Ataman İdris Ataman Zirai Donatım’da ziraat memuru olarak görev yapıyordu. Çok saf, dürüst, kendi halinde bir insandı. Fi tarihinde bir yolsuzluk ihbarı olmuş, müfettişlerde soruşturma yapmak için Zirai Donatıma gelmişlerdi. Bir toplantı sırasında, İdris Bey: “Müfettiş bey siz hiç boynuzlu domuz gördünüz mü?”, diye sormuş. Böyle beklenmedik bir soru karşısında müfettiş hayrete düşmüş. “Hayır, hiç görmedim!” “Ben de hiç göremedim!” İbrahim Cihangiroff Kars Milli Şüra Cumhurbaşkanı İbrahim Cihangiroff’u bizzat tanıma fırsatım oldu. 1938-40 yıllarında Cihangir Bey’i Iğdır’a İskan memuru olarak 26 Iğdır Sevdası tayin etmişlerdi. Uzun yıllar geçim sıkıntısı çektiği için iş istemiş, onlar da bu görevi layık görmüşlerdi! İskan memuru olarak görev yaptığı yerlerden birisi de köyümüz Taşlıca idi. Bir ay boyunca köyümüzdeki evde yatıp kalktı. Yaşlı, orta boylu birazca kilolu bir adamdı. Gezmekte zorlanırdı. Her gün birkaç saatliğine evden çıkar, tarlalarda dolaşır, ‘Bu kimin tarlası, sınırı nereye kadar?’ gibi sorular sorar, sonrada yorgun argın eve dönerdi. Iğdır’ın Kurtuluşu 1917 yılına kadar devam eden Rus yönetimi sırasında Iğdır bölgesinde Yezidi ve Müslüman Kürtler, Azeriler ve Ermeniler birlikte yaşıyorlardı. Kürtler tamamen dağ köylerinde, Azeri ve Ermeniler genellikle oba köylerinde idiler. Iğdır şehir merkezi Ermeniydi. Sanayi, ticarethaneler ve işyerleri Ermenilerin elindeydi. Yalnız, Idirmava mahallesinin mezarlığa yakın ucunda birkaç Azeri evi vardı. 1917 yılından sonra bölgede çok yönlü bir karışıklık yaşandı. Iğdır birdenbire iki askeri gücün kıskacına alınmıştı. Bazen Ermeniler, Rusların yardımıyla; bazen de Kürt milisleri Osmanlıyla işbirliği içinde Iğdır’ı işgal ediyordu. Bölgedeki Azeriler bu iki askeri güç arasında tercih yapmakta bocalar, nitekim durum açıklığa kavuşuncaya kadar köylerini terk edip ya İran’a giderler, az bir kısmı da Kürt kirveleriyle beraber olurlar. Bugün halk dilinde Azerilerin toplu olarak bölgeyi terk edip İran’a göçtüğü yıllar ‘Kaça Kaç’ olarak bilinir. Bu olay Azeriler için bir tarih başlangıcıdır. Eskiden günlük konuşmalarda ‘Kaça Kaç’ çok sıkça kullanılır, bir referans niteliği taşırdı. Bir anneye çocuğunun yaşını sorduğunuzda, “Yaşını bilmiyorum ama Kaça Kaç’tan 3 yıl sonra doğdu!” şeklinde bir cevap alırdınız. 1917 yılından 1920 yılına kadar geçen sürede Iğdır iki defa kurtulur. 1917 ihtilalinden sonra Rus ordusu çekip gidince, otorite boşluğunu doldurmak için Ermeni milisler yerel bir örgütlenme içine girerler. O yıllarda, Karabekir Paşa, Ermenilerin örgütlenmesini engellemek için bu bölgeye bir Hıristiyanlık-Müslümanlık davası aşılar. Bu propaganda o kadar etkili oldu ki bütün Kürt aşiretleri Ermeni ve Ruslara karşı cephe aldı ve savaştı. Müslüman Kürtler bu din savaşı çağrısından o kadar etkilenmişti ki dilleri, örf ve adetleri Kürt olan fakat sadece dinleri değişik olan Yezidilere karşı bile cephe almışlardı. Yezidileri ya katlettiler yada zorla köylerinden kovdular. Yezidiler gitmek istemiyorlardı, ‘Eğer bütün mesele din ise Müslüman olalım!’ dedilerse de Müslüman Kürtlerin gazabından kurtulamadılar. Aras nehrini geçip Ermenilere sığındılar. 27 Aziz Güney Müslüman Kürt milisleri Iğdır’ı işgal ettiler. Ancak bu uzun sürmedi. Bir aydan daha az bir zamanda Rus askerinin yardımıyla Ermeniler karşı atağa geçip Iğdır’ı tekrar ele geçirdiler.Kürt milisleri dağlara çekildiler. Fakat Iğdır merkezde sıkışıp kalan çok az sayıdaki Azeriler koşulların zorlamasıyla Rus askerine barış simgesi olarak tepside tuz ve ekmek sunarlar. Bu istihbarat Iğdır’ın ikinci kurtuluşunda Karabekir Paşa’nın ordusu tarafından değerlendirmeye alınır. Hatta bir imama bu davranışın cezası sorulduğunda, ‘malı helaldir’ şeklinde bir fetva alınması üzerine bu ailelerin evleri ve malları yağma edilir. Bu davranış uzun yıllar halkın hafızasından silinmeyecek ve bir ‘Osmanlı’ düşmanlığı olarak algılanacaktır. İkinci kurtuluş 14 Kasım 1920’de olur. Bu hareketi Kürt milis kuvvetleri ve askeri birlikler koordineli olarak yaparlar. Aşiret milis güçleri Iğdır’a askerden önce girer. Rahmetli babamın o günü şöyle anlatırdı: “Biz süvari birlikleri Iğdır’a Halfeli tarafından girdiğimizde Ermeniler de bir yandan şehri boşaltıyorlardı. Bu şekilde ciddi bir direnişle karşılaşmadan şehir merkezine, dört yolun olduğu yere -bugünkü Şeker bank mevkii- geldik. Orada Tuzlucalı Ömer Ağa (Emere Marıf) nereden geldiği belli olmayan bir kurşunun kafasına isabet etmesiyle şehit oldu. Az bir zaman sonra da asker şehire girdi.” Iğdır’ı kimin kurtardığı yolunda şimdiye kadar yapılan tartışmalar maalesef yanlış bir yolda gelişmiştir. Birinci iddia, Iğdır’a ilk giren süvari birliğinin Şamil Bey’e ait olduğu şeklindeydi. Bu doğru değildir. Şamil Bey’in güçleri Tuzluca bölgesiyle sınırlıydı. Kaldı ki maiyetindeki güçlerin önemli bir kısmı aşirettendi. İkinci iddia, Melekli köyünden Hacı Ekber Tufan’ın öndeliğinde kurulan bir komitenin gayretleriyle Iğdır’ın kurtarıldığı yönündedir. Halbuki o yıllarda Melekli köyünün sakinleri güvenlik nedeniyle köyü boşaltmış, ya İran’a sığınmış ya da kirveleri Kürt aşiretlerinin obalarında misafir edilmişlerdi. Bu şekilde gelişen iyi dostluk ilişkileri daha sonra da devam etmiştir. Hatta 1925-30 yılları arasında devam eden Ağrı Dağı isyanında Melekli köyünden isyancı Kürtlere eski dostluklarının bir göstergesi olarak erzak yardımı yapılmıştı. Iğdır’ı kurtaran Kürt milis kuvvetleri içinde her aşiretten insan vardı. Bana kalırsa sadece Kerem Bey veya Ali Mirze Bey’in adını ön plana çıkarmakta doğru değil. ‘Iğdır’ı Kürt milis kuvvetleri kurtardı’ denmesi ve bunun böyle bilinmesi kanımca en doğrusu olur. Ama ne yazık ki ilgisi olmayan öyle isimler ön plana çıkarıldı ki insanın şaşası geliyor! Bir tarihsel gerçeklik daha var ki onu da dürüstçe kabullenmek zorundayız: Kürtlerin büyük bir bölümü bu mücadeleye Ermeni düşmanlığından zi28 Iğdır Sevdası yade, ev ve dükkanları talan etmek amacıyla katılmışlardı. Fakat bu, Iğdır’ın Kürtler tarafından kurtarıldığı veya işgal edildiği gerçeğini değiştirmez. 14 Kasım gününü Iğdır’ın Kurtuluş günü olarak kutlamaya karar verilince, “Iğdır’ı kim kurtardı?” sorusu cevapsız kalmıştı. Benim eski bir talebem ve şu anda Almanya’da araştırmalarına devam eden bir arkadaş araştırma yapıyor, bakıyor karşısına çıkan bütün isimler Kürt! Bir tek Azeri ismi yok! Halbuki törenlerin kutlanacağı ve nutukların atılacağı şehir merkezindeki nüfusun büyük çoğunluğu Azeri! Bu sefer tarihi bilgileri çarpıtarak hiç ilgisi olmayan Azeri isimleri “Iğdır’ın Kurtarıcıları” olarak lanse ettiler. Ne yazık ki devlette bu propagandaya destek verdi. Ancak uzun yıllar süren polemik ve tartışmalardan sonra lütfedip de Kerem ve Ali Mirze Beylerin adlarını anar oldular. Oba Köyü ve Kuçax Köyü Katliamları Birisi Azeri birisi Kürt olan bu iki köyün niçin Ermeni komitacılar tarafından katledildiğini anlamak için biraz gerilere gitmek gerekir. Her şey 1915 Ermeni olaylarıyla başlamıştı. Muş, Van ve diğer Doğu illerinde Ermeniler hedef alınmış, sivil halk zarar görmüştü. 1917’den sonra Karabekir Paşa’nın önünden kaçan, Erivan’a doğru geri çekilen Ermeniler, yolları üzerinde karşılarına çıkan Müslüman köylerine Azeri, Kürt ayrımı yapmadan saldırarak intikam amaçlı katliamlar yaptılar. Ermeni komitacılar yolları üzerindeki Kuçax köyünün halkını bir dere boyuna götürüp katlettiler. Daha sonra yollarına devam edip bu kez Hakmemet ve Oba köyünde katliam yapıp ayrıldılar. Kurtuluştan Sonra Iğdır Iğdır kurtulduğu zaman yanı başındaki Doğubeyazıt il statüsündeydi . Böylece Iğdır Doğubeyazıt’a bağlandı. Bütün idari memurlar da Doğubeyazıt’tan atandı. Bunlardan biri de Numan Efendi’ydi. Iğdır’a kaymakam vekili olarak geldi. Daha sonra tapu memuru olarak görevine devam etti. Iğdır, 14 Kasım 1920’den 1921 yılının yaz ayına kadar Kürt milis güçlerince işgal edildi. Aralarında tek tük Azeriler de vardı. Onlarda ‘Kaça Kaç’ döneminde Kürt kirve ve dostlarıyla beraber olanlardı. O kış boyunca Kürtler şehir merkezini işgal edip, dükkan ve evleri yağma ettiler. O zaman Güneşlerden Hasan Bey adında birisi geçici olarak belediye başkanlığı görevini üstlendi. Görev alan diğer memurların tamamı da Kürt’tü. Yaz olunca Kürtler yaylalara çekildiler. Iğdır birdenbire boşalınca bu kez devletin teşvikiyle İran ve Rusya’daki Azeriler Iğdır bölgesine akın akın geldiler. O zamanlar devletin resmi uygulaması mümkün olduğu kadar 29 Aziz Güney Azerileri Iğdır’a iskan ettirmekti. Bu politika Ağrı İsyanı sırasında daha da hızlandırıldı. Dükkanlar ve yerler bedava verildi. Halbuki o yıllar köylerimiz yasak bölge içine alınmış, bir köyden diğerine sürgün edilerek mağdur edilmiştik. Sanırım bu haksız uygulama halkın hafızasında hep canlı kaldı, sosyal ve siyasal yapılanmayı etkiledi. Yerli-Muhacir İkilemi Iğdır’a göç dalgası durmak bilmedi. 1930’lar dan sonra bile Aras’ı geçip Iğdır’a yerleşen aileler vardı. Ancak bu durum hiçbir zaman bir muhacir yerli çatışmasına neden olmadı. Gelenler hem devletin hem de bölge halkının ilgi ve sevgisine maruzdu. Azeriler arasındaki yerli ve muhacir ayrılığında Kürtler jokey vaziyetinde idi. Kürtlerin dostluğunu kazanan taraf son sözü söylerdi. Zaman geçtikçe ‘yerliler’ politikada etkinlik kazandılar. Ancak aralarında ekonomik bir çatışma hiç olmadı. Önemli siyasi ve sosyal gelişmelerde bu iki kesim kolayca bütünleşebiliyordu. “Zengiler” ve “Şöllüler” muhacir kesim içinde en saygın yere sahip olanlardı. Yasin Bademci Helikan aşireti, Türkiye ve İran sınırının iki tarafında yerleşik büyük bir Kürt aşiretidir. 1930’lu yıllarda bölgede baş gösteren kanun tanınmazlık ve şiddet olayları yüzünden İran ve Türk hükümetleri ortak bir karar alarak bölgeyi Helikan aşiretinden arındırmaya karar verdiler. Türkiye tarafındakiler Söke, Balıkesir ve Trakya’ya sürgüne gönderildiler. İki aile bir köye olacak şekilde paramparça edildiler. 1950’den sonra DP iktidara gelince çıkan afla herkes kendi bölgesine dönme hakkını kazandı. Çoğu olduğu yerde kaldı. Bunlardan biri de Yasin Bademci ve ailesiydi. Halen aile fertlerinin bir kısmı Söke’de yerleşiktir. Güneş Ailesi Kerem Bey’i gördüğüm zaman çocuktum. Zamanının ağası olmasına rağmen aydın ve Kürt milliyetçisiydi. İnsanlara iyilik yapmayı severdi. Aşiretler arasındaki barış işlerinde aranan kişiydi.. Abdürrezak Bey hakkındaki görüşüm çocuk yaşımda şahit olduğum bir olay nedeniyle negatif kaldı. Bana göre, Abdürrezak Bey, Kürt köylü çocuklarının şehire gelip okumasını istemiyordu. İlkokulda öğrenciydim. Evimiz Taşlıca köyünde olduğundan Iğdır’da akrabalarda yatıp kalkıyordum. Bir gün babamın şehir merkezinde olduğunu öğrendim. Kuzenim Abdurrahman’la beraber babamdan birkaç kuruş harçlık 30 Iğdır Sevdası koparmak umuduyla onu aramaya koyulduk. Sorup soruşturduk, Abdürrezak Bey’in dükkanında olduğunu öğrendik. Manifatura dükkanın kapısının önünde durduk ama içeri girmeye hem utanıyor hem de cesaret edemiyorduk. Bizi camdan görmüşler. İçeri aldılar. Odanın içinde, babam, Abdurrezak Bey, Şeyh Mehmet (Barbaros) ve Ahmed Şemo amcalarım vardı. Şeyh Mehmet beni göstererek , “Temır Ağanın oğlu, yanındaki de amcasının torunu”, diye bizi tanıttı. Abdürrezak Bey bizi aşağılayan bakışları üstümüzde: “Bu çocuklara yazık ediyorsunuz! Getirmişsiniz sokaklara düşmüşler! Kötü alışacaklar! Götürün köye hiç olmasa hayvancılığı öğrensinler!” Naci Bey yeme içmeye düşkündü. Şimdiki Sigorta Hastanesinin yeri ona aitti. İki katlı bir Ermeni evinde misafirlerin ağırlar, gönlünce yiyip içerdi. Bir gün MIT bölge şefi Hüsnü Bey’le Naci Bey arasında bir geçimsizlik peyda eder. Bunun nedeni sanırım Burukan aşiretiyle Güneş ailesi arasında var olan bir sorunun dolaylı yoldan Hüsnü Bey’i etkilemesiydi. Hüsnü Bey çamurlu bir yolda yürüyormuş. Naci bey, atla yanından geçerken, ‘Bilmem sana ne yapacağım!’ gibisinden bir laf eder, bu yetmezmiş gibi atının sıçrattığı çamur da Hüsnü Bey’e yapışır. O gün Hüsnü Bey, bu pervasızlığın hesabını sormaya karar verir. Naci Bey, bir gün tuzağa düşürülüp zil zurna sarhoş edilir, sonra da bir faytona bindirilip Markara köprüsüne götürülür. Sınırın öte yanında görünen ışıklar kendisine gösterilip, ‘İşte evin orası!’ derler. Sendeleyerek yürüyen Naci Bey casusluk olaylarının ince elenip sık dokunduğu o günlerde kendisini Hudut karakolunun önünde bulmuş. Hemen yakalanıp casusluk suçlamasıyla askeri cezaevine konmuş. Suç unsurunu artırmak için güya Naci Bey’i, Rusya’da bir Rus subayıyla konuşurken gösteren bir fotomontaj da dosyaya eklenmişti. Naci Bey’i, Erzurum askeri cezaevine hapsettiler. 1948 yılının Nisan ayında yedek subaylıktan terhis olup trenle Erzurum’a gelmiştim. Birkaç gün orada kalacaktım. Naci Bey’in askeri cezaevinde olduğunu biliyordum. (Naci Bey ben askere gitmeden tutuklanmıştı.) Kendisiyle Iğdır’da tanışmış, çok zamanımı onun yanında geçirmiştim. Bu yüzden bir ziyarette bulunmayı çok arzuluyordum. Erzurum’da tesadüfen bir akrabasına rast geldim. Bana, “Kesinlikle kimseyle görüştürmüyorlar!” dedi. Buna rağmen bir paket pasta yaptırıp, 31 Aziz Güney askeri cezaevinin olduğu Kars kapısına gittim. Nöbetçi subaya kendimi tanıttım. Yeni terhis olmuş bir Asteğmen olarak bir isteğimin olduğunu, akrabam olan bir tutukluya kısa bir ziyaret için zin vermesini rica ettim. “Bu tutukluyla görüşmek kesinlikle yasak! Ama sen madem ki askersin özel bir izin veriyorum!” Naci Bey’i bir bodruma tıkmışlardı. Pencereden konuşup hal hatırını sordum. Naci Bey bu cezaevinde DP affına kadar 3-4 yıl kaldı. Hüsnü Bingöl Hüsnü Bingöl ordudan Binbaşı rütbesiyle emekli olmuştu. Milli İstihbarat Teşkilatı bölge şefiydi. Bölgenin çocuğu sayılırdı. Babası Terekeme annesi Iğdır’daki Kürt kökenli Şeyhlerle akrabaydı. Hüsnü Bey’in şehir merkezindeki varlığı korkuyla algılanırdı. Onun caddelerde peyda olmasıyla insanlar korkudan sağa sola kaçışırlardı. Üzerinde külot pantolon ve ayağında diz boyu çizmelerle caddeyi yavaş yavaş arşınlardı. Köpeğini yanından hiç eksik etmezdi. Bir elinde kırbacı, ağzında sigarasıyla Hüsnü Bey Iğdır’ın korkulu rüyasıydı. İnsanlarla sınırlı da olsa konuşur, sohbet ederdi. Ne zaman birisiyle önemli bir konuyu konuşmak istese onu makamına çağırtırdı. Nedeni ne olursa olsun çağrılan adam, ne olur ne olmaz, diye ailesinden helalığını isteyip Hüsnü Bey’in huzuruna öyle çıkardı. Hüsnü Bey’le beraberliğim çok oldu. Ancak bir olay vardı ki bana da yukarıda anlattığım korkuları yaşatmıştı: Deng Dergisi 1950’li yılların başı olmalıydı. Sinema çalıştırıyordum. O yıllar Medet Serhat ve bir grup üniversite öğrencisi İstanbul’da ‘Deng’ adlı Kürtçe dergi çıkarıyor, bana da mahdut sayıda gönderiyorlardı. Ben de ya parayla satıyordum ya da öylesine dağıtıyordum. Bu haber Hüsnü beyin kulağına gitmişti! O gün her zaman ki gibi elimde gazetem sinemanın önünde, belediye parkında masaya kurulmuş kahvemi yudumluyordum. Hüsnü Bey yanımdan geçerken tok ve kararlı bir sesle, “Yeğen saat 3’te gel!”, dedi. İçimi bir korku kapladı. Acaba beni niye çağırdı! Gitmeden önce tanıdıklara, “Aman haberiniz olsun. Hüsnü Bey beni çağırdı! Oraya gidiyorum!” Gittim makamına. Oturur oturmaz başladı nasihate: “Seninle ilgili kötü şeyler duyuyorum. Bir daha olmasın. Aileni ve 32 Iğdır Sevdası babanı severim, ama bakıyorum sen yanlış yolda gidiyorsun!” “Abi ben ne yaptım?” “Daha ne olsun Kürtçe Deng dergisinin dağıtımını yapıyorsun!” İnkar etmek mümkün değildi. “Onlara söyle bir daha göndermesinler! Sana da bir ay Iğdır’ı terk cezası. Gözüme gözükme!” Böyle ceza dostlar başına. Kendi kendime, ‘Allah Razı olsun!’ dedim. Ertesi gün ver elini İstanbul! Nargile Sefası Mustafa Hoca diye biri vardı. Gezici başöğretmenlik yapardı. Bu adamın işi gücü Hüsnü Bey’i taklit etmekti. Onun her şeyine imreniyor, elinden gelse bir gölge gibi bütün hareketlerini taklit edecekti. Biz, hocanın bu dalkavukluğundan oldukça rahatsızdık. Bu yüzden ona bu davranışını tövbe ettirmek için bir oyun oynamaya karar verdik! Hüsnü Bey’in yemekten sonra kahvede oturup nargile çektiğini bilmeyen yoktu. Mustafa Hocanın da aynısını yapacağından emindik. Bir yolunu bulup garsonla anlaştık, Mustafa Hocanın nargilesine tütün yerine kupkuru at tersi koyacaktı! Tahmin ettiğimiz gibi Hüsnü Bey yemekten sonra gelip masaya oturdu. Bir şey söylemeden garson hemen nargilesini getirip özenle önüne koydu. Mustafa Hoca da gelip yan masaya yerleşti ve bir nargile ısmarladı. Biz de Hüsnü Bey’in masasına oturup, Mustafa Hocaya kurduğumuz tuzağı kendisine anlattık: “Abi o sizi taklit ediyor, tövbe ettireceğiz!” Bizim sözlerimizi yarı ciddi yarı lakayt bir tavırla karşıladı. Hüsnü Bey’inin eli nargileye uzandı, hortumu ağzına götürüp derin derin emmeye başladı. Duman çıkmadı. Nargile içme kültüründe bir racon vardır: İlk anda nargileye yaş tütün konur. Bu yüzden tütünün kuruması ve duman çıkması için bir zaman boşa emmek gerekir. Mustafa Hoca da nargilesine uzandı. Daha ilk emişte yüzü gözü dumana boğuldu. Bir gözü de Hüsnü Bey’de. Hüsnü Bey tekrar nargilesine uzandı ve hortumun içini boşaltır gibi emmeye başladı. Yine duman çıkmadı. Mustafa Hoca da ikinci hamlesine yöneldi, duman soba borusundan çıkar gibi yeri göğü kapladı. Mustafa Hoca, kendisi için bir idol olan Hüsnü Bey’in çaresiz(!) durumda olduğuna inanıp: “Bey amca, galiba sizin nargileden duman çıkmıyor! Buyurun benimkinden bir yudum alın!” “Ulan defol buradan! Gözüm göremesin!” 33 Aziz Güney Azeri Müziği Azeri hemşehrilerimizin günlük zevklerinden biriside kahvelerde Bakü radyosunu dinlemekti. Fakat Hüsnü Bey Azeri müziğini yasaklamıştı. Bitlisli Mehmet’in dükkan yerinde kahveci Tahir vardı. Bataryalı yada pilli kocaman bir radyoyu masaya koyar, gümbür gümbür Azeri müziği çalardı. Hüsnü Bey’in gelip gelmediğini haber vermek için de birisi yolu gözlerdi: “Hüsnü bey geliyor!”, denildiğinde radyo apar topar saklanır, hiçbir şey olmamış gibi herkes çayını yudumlardı. Nağı Odoğlu Nağı Bey Erivan göçmeniydi. Iğdır’a iskan edilmişti. Alikamerli yolu üzerinde iki büyük tarlası vardı.Bu tarlalar kısa sürede bağ, bahçe oldu. Çok güzel meyve ağaçları vardı. Nağı Bey’in tek meşguliyeti bahçesiydi. Bu işten iyi para kazanıyordu. Oğullarından Abbas bir trafik kazasında öldü, Bekir de yaşamını İstanbul’da devam ettirdi. Mecit Beyle Çaldıran Seferimiz Kars lisesinde öğrenciydim. Mecit Bey de liseden mezun olmuş Iğdır Ortaokulunda yedek öğretmenlik yapıyordu. O yaz, tatil nedeniyle ikimiz de işsiz güçsüz okulların açılmasını bekliyorduk. Ne yapabiliriz diye düşünürken bazı tüccarların Çaldıran’a meyve, sebze götürüp sattıklarını ve bir hayli de para kazandıklarını duydum. Niçin biz de böyle bir girişimde bulunmayalım diye düşündüm. Mecit Bey’ önerdim: “Mecit, sizin develer var, Çaldıran’a sebze meyve götürelim!” “Hay hay!” Çaldıran’da askeri birlikler vardı. Yöre halkı hayvancılıkla uğraştığı için sebze ve meyve rağbet görüyordu. Üstelik oraya gitmek için ne yol ne de iz vardı. Bir keresinde Kurban (Akar) Emmiye rastlamıştım: “Oğul, orada sebze, meyve iyi para ediyor. Ancak yol yok iz yok, bir de Kürt bölgesi herkes korkuyor.” Bu ticaretten para kazanacağımızı anlamıştım. Nağı Bey’e gittik. Paramız olmadığı için bize kredi açtı. Yedi deveye tıka basa şeftali, kavun, karpuz, domates, biber yükledik, devecilerimiz önde ben ve Mecit Bey atla arkadan Eylül ayının bir sabahı yola koyulduk. Çaldıran’a, bir gün Kervansaray bir gün Diyadin derken 3-4 menzilde ancak varmıştık Çaldıran bir köy yeri gibiydi. Bir bakkal var, hem bakkal hem kasap. 34 Iğdır Sevdası Sahibi de kör. Ama inanılmaz derecede hisleri kuvvetli. Et istiyorsun gidip kesip getiriyor, sigara istiyorsun bir hamlede önüne koyuyor! Öyle anlaşılıyordu ki Çaldıran’ın pazar yeri bu bakkalın önüydü. Biz de develerimize bu bakkalın önünde mola verdirip, yükleri indirdik. Sebze ve meyveyi bir köşeye serdik. Bir jandarma astsubayı önümüze dikildi: “Kimden izin aldınız?” Hoppala! Dağ başında bu karakol astsubayıyla neyi tartışacaktık. Buna rağmen öğrenciliğin verdiği medeni cesaretle: “Burası Türkiye Cumhuriyeti! Ticaret serbest! İstediğimiz yerde satabiliriz!” “Hayır, benden izin almadan bunu yapamazsınız. Hemen kapatın! Buradan gidin!” Allah, Allah ne yapalım! Kalakaldık Çaldıran’ın orta yerinde. O arada köylüler etrafımızı sarmış: “Bu adam çok acımasız! Çekip gidin buralardan, başınıza bir iş getirir!”, diyerek nasihatlerde bulunuyorlardı. Mecit Bey, vazgeçmeyerek: “Gidip Garnizon komutanını görelim!”, dedi. Bir sandık dolusu meyve ve sebzeyi devecinin eline verip birlikte nizamiye kapısına gittik. Subay fazla zorluk çıkarmadan bizi komutanın huzuruna çıkardı. Önünde selama durduk: “Komutanım, öğrenciyiz. Aile durumumuz iyi değil! Önümüzdeki ay okullarımız açılıyor, okul harçlığımızı çıkarmak için meyve ve sebze getirdik. Siz zatı alinize de numune mahallinden bir sandık dolusu getirdik. Eğer beğeniyorsanız biz bunları burada satmak istiyoruz.” “Delikanlılar, satış serbesttir, benden izin almanız gerekmez!” “Aman efendim nasıl olur! Jandarma astsubayı müsaade etmiyor. Başımıza iki jandarma dikmiş, ‘satamazsınız!’ diyor.” “Vay şerefsiz! Gidin, yakalayıp getirin bu herifi!” Çok geçmeden bize zulüm eden astsubay Garnizon komutanının önünde el pençeydi: “Bir daha bu iki delikanlıya karışmayacaksın!” “Baş üstüne komutanım!” “Delikanlılar! Sizde gidip mallarınızı cemseye yükleyip Taburun önüne getirin!” Mallarımızı Taburun önündeki alana sıra sıra dizdik. Halka ilan verildi. Çok geçmeden malı satıp cebimizi parayla doldurmuştuk. Geri dönüş yolculuğuna hazırlanıyorduk. Bu sefer de köylüler, 35 Aziz Güney “Aman dikkat edin! Bu adam sizin yolunuzu kesecek, başınıza bir iş getirecek!” Gittik jandarma astsubayına. “Komutanım olanlardan dolayı özür diliyoruz. Biz buraları çok sevdik. Yakında ikinci bir parti malımız daha gelecek. Bizden özel bir isteğiniz, bir emriniz var mı?” “Bunu daha önce söyleseydiniz ya, be kardeşim! Bu tatsızlıklar olmazdı!” “Komutanım şimdi söylüyoruz, söz bir daha tekrar etmeyecek!” “Madem ki ikinci bir parti gelecek, yengeniz o şeftalileri çok sevdi! Şöyle güzel yerinden bir sandık getirseniz!” “Baş üstüne komutanım!” Sağ salim Iğdır’a döndük. Nağı Bey’ olan borcumuzu ödeyip, kârımızı bölüştük Gönül İşleri Nağı Bey’in bir kızı vardı. Adı Süheyla idi. Mecit Bey bu kızdan hoşlanıyordu. Mecit Bey’in ailesi de kızı istemeye hazırlanıyordu. Hatta iki aile arasında bir diyalog olmuş, onay alınmıştı. Daha sonra aileden birisi, ‘Azeri’den kız almayın!’ diye bu evliliğe karşı çıkmıştı Bu sefer de Kerem Bey’in kızı Perihan’ı önerdiler. Mecit Bey bu öneriye bir zaman sıcak baktı sonra vazgeçti. Yedek subaylığım sırasında bir ara Ankara’ya uğramıştım. Daha sonra Kars Milletvekili olan Behram Öcal o zamanlar Ziraat Fakültesinde öğrenciydi. O yıl mezun olmuş, tayini de Balıkesir’e çıkmıştı. Bir gün kahvede bir grup arkadaşla dertleşirken, Behram Öcal: “Ben yakında Balıkesir’e gidiyorum. Keşke içinizden biri de benimle gelse!” “Vallahi yedeksubay kurası hiç belli olmaz! Bakarsın bana da Balıkesir çıkar!”, dedim. Oradakiler sözlerime ‘olmayacak bir rüya!’ misalinden gülüştüler. Birkaç gün sonra kura çektim, Balıkesir çıktı! Behram Bey benden önce Balıkesir’e gidip Ziraat Müdürlüğündeki görevine başlamıştı. Bekar olduğu için yalnız kalıyordu. Ben de gidince beraber kalmaya başladık. Balıkesir ili, Cumhuriyet dönemi Kürt ve Doğu sürgün zâdelerinin gelip buluştuğu yerdi. Çıldır ilçesinden “Hemşo oğulları” diye bilinen Terekeme boyundan da iki aile buraya sürgün edilmişti. Söylendiğine göre “Hemşo 36 Iğdır Sevdası oğulları” sınırı geçip bazı olaylara karışmışlar, Rusya’yla bir sınır ihtilafı yaşamak istemeyen hükümet de bu boyu Batı illerine sürgüne göndermişti. Behram Bey, bu aileyle dostluk kurmuştu. Arada bir beni de yanında götürüyor, aile sohbetlerine katılıyordum. Veysel Ağa duldu. Birisi lise öğrencisi üç kızı vardı. Başka Doğulu ve Karslı olmadığı için bize çok ilgi gösteriyorlardı. Bir gün Behram sıkıntılı bir şekilde bana geldi: “Liseli kızda gözüm var, ama aile dostluğumuza da zarar gelmesini istemiyorum. Ne yapabilirim?”, dedi. “Merak etme her işin bir kuralı var!” Kızın ablasına durumu açtım. O da kıza söylemiş. Kız da kabul edince bu kez babayla konuşmuşlar. Veysel Ağa kabul etmiş. Tabii iş ciddiye binince Behram, Veysel Ağa’nın evinden ayağını kesmek zorunda kalmıştı. Behram kendi ailesini haberdar etti. Abileri geldi, nişan taktılar. Bu vesileyle Veysel Ağa’nın ailesiyle her yönüyle kaynaşmıştık. Bir gün Behram: “Aziz, gel baldızımı sana alalım!” dedi. Ben bu ihtimalin hayalleriyle yaşarken, Iğdır’dan bir haber geldi. Beni görücü usulüyle nişanlamışlardı! Pamukçuluk 1960’lı yıllara kadar Iğdır ovasının en önemli gelir kaynağı pamukçuluktu. Bunun birçok nedeni vardı. Pamuk bir endüstri ürünüydü ve kolay kolay bozulmazdı. Ulaşımın ve nakliyenin zor olduğu o dönemlerde pamuğun depolanıyor olması ve istendiği zaman nakledilebilmesi, çiftçileri pamuk ekimine heveslendiriyordu. Aynı durum sebze ve meyve için geçerli değildi. Bunlar daha çok lokal olarak tüketiliyor, arada bir Doğubeyazıt gibi yakın ilçe merkezlerine gönderiliyordu. Böyle durumlarda 40-50 merkep yüklenir, sıcaklardan korunmak içinde de gece yolculuğu yapılırdı. Iğdır ovasında pamuk ekimi gittikçe artıyordu. Bunun üzerine 1945’li yıllarda Pamuk Satış Kooperatifleri kuruldu. Ancak bu sistem dejenere oldu. Birçok suiistimal olayları yaşandı. Şikayet üzerine feshedildiler. Buna rağmen pamukçuluk devam etti, fakat 1952 yılında gelişen bir olay Iğdır’ın kaderini değiştirdi. 1952 veya 53 yılında Menderes Erzurum’da bir miting düzenledi. Ben de katılımcılar arasındaydım. Halk coşkulu bir şekilde tezahürat ediyor, ‘Fabrika isteriz! Fabrika isteriz!’ diye bağırıyordu. Menderes kendini tutamayıp: “Size bir şeker fabrikası verdim gitti!” 37 Aziz Güney Halbuki bu konuda hiçbir etüt ve hazırlık yapılmamıştı. Üstelik bölgede pancar üretimi yapılmıyordu. Bu fabrikanın yapımı 2 yıl sürdü. Köylü teşvik edilerek pancar ekimi başlatıldı. Haksız bir durum ortaya çıkmıştı: Iğdır’da olması gereken Şeker Fabrikası siyasetçilerin müdahalesiyle sırayla Erzurum, Kars, Ağrı ve Erciş’te açıldı. Bugün bu fabrikalar halen Iğdır pancarıyla besleniyorlar. PTSK ve PTKK Iğdır pamuğu kalite olarak İzmir’den sonra ikinci sıradaydı. 10,00020,000 ton pamuk üretimi yapılabiliyordu.. İlk zamanlar pamuk alımı sadece bağımsız tüccarların elindeydi. Bunlar istedikleri fiyatı empoze ediyorlardı. Bu yüzden köylü istediği fiyatı alamıyor, eziliyordu. CHP tek parti dönemiydi. Kooperatifçiliğe önem veriliyordu. Devlet teşvikiyle PTSK (Pamuk Tarım Satış Kooperatifi) ve PTKK( Pamuk Tarım Kredi Kooperatifi) kuruldu. Kredi kooperatifleri bir banka gibi çalışıyor, pamuk ekimi yapacak köylüye kredi veriyor, borçlarını bilahare tahsil ediyordu. Fakat asıl önemli olan satış kooperatifiydi. Köylü pamuğunu kooperatife günün raici üzerinden satıyordu, kooperatif daha sonra bu pamuğu Türkiye pazarına çıkarıyor, elde ettiği kârı da prim olarak köylüye geri veriyordu. Fevkalade bir sistemdi! İlk zamanlar her şey yolunda gitti. Devlet bir genel müdür atadı. İlçelerde şubeler kuruldu. Pamuğun ham olarak nakli zor olduğu için, çır çır fabrikası kuruldu. Böylece pamuk önce işleniyor, çekirdeği alınıyor, sonra da sınıflandırılıyordu. Bu arada tohum da ıslah edildi. Randıman arttı. Sonuç olarak hem üye sayısı hem de pamuk ekenler çoğaldı. İlk zamanlar kooperatif genel müdürlerini devlet tayin ediyordu. Daha sonra kooperatifler devletten bağımsız otonom bir özellik kazandılar. Seçimlerle önce bir yönetim kurulu belirleniyordu, yönetim kurulu da bir başkan seçiyordu. İki denetçi de çalışmaları yakından izliyordu. Suiistimaller Başlıyor Seçimle iş başına gelen kadrolar zamanında çeşit çeşit suiistimaller yapılıyordu. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabilirim: 1. Fatura vurgunu: Diyelim ki kooperatif 5000 ton pamuk satacak. Alıcıyla anlaşıyor. Kilosu 500 lira olan pamuk için 300 liralık fatura alıyor. Aradaki fark cebe! 2. Randıman vurgunu: Pamukta bir randıman olayı var. Eğer pamuk 33% randımanlı diyorsak, bu 100 kilo pamuktan 67 kilo çiğit ve ancak 33 kilo saf pamuk elde edilecek demektir. Örneğin 1000 ton ham pamuk geldi. İşlendikten sonra 33% randımanla 330 ton pamuk elde 38 Iğdır Sevdası edilir. Ama onlar bu 330 tonun üzerine bir çizgi atıp yerine 270 ton yazabiliyorlardı. Gerekçe, “pamukta bu yıl randımanı düşük!”. 50 ton pamuk cebe! 3. Gece çıkarması: Henüz işlenmemiş pamuklar geceleyin kamyonlarla bilinmeyen istikametlere gönderiliyordu. Bu şekilde suiistimaller çoğalınca satış kooperatifi feshedildi. Geçici bir süre için devlet kayyum (müdür) tayin etti. Önce Rahim Bey adında emekli bir subay, sonra da Cezmi (Öztekin) Bey kayyumluk görevini üstlendi. Bilahare 1961 veya 1962 yılında Ziraat Bankası kontrolünde eşyaları ve mülkiyeti satışa çıkarıldı. Deprem yılları olduğu için kimsede para yoktu. Ziraat Bankası müdürü Digorlu İzzet Bey’di. Cemalettin(Güneş) Bey’e 100 000 liralık kredi açtı. Cemalettin Bey de bu parayla mülkiyeti aldı. Daha sonra Ali (Karasu) Bey, Cemalettin Bey’le ortak oldu. Bir değirmen inşa ettiler. Sonra da mülkiyeti bölüşüp ayrıldılar. Niçin Pamukçuluk Öldü? Eğer şeker pancarı ekimi olmasaydı Iğdır’da pamukçuluk devam ederdi. Kooperatifler zamanında tüccarlar da köylüden alım yapıyorlardı. Eğer şeker pancarı teşvik edilmeseydi, kooperatif feshedildikten sonra tüccarlar yine devreye girecek, pamukçuluk devam edecekti. Bir ara Adana’dan Çukobirlik geldi. Bir iki sene alımlar yaptı sonra feshedildi. Kanımca Iğdır pamukçuluktan vazgeçmekle hata etti. Çünkü şeker pancarı her yerde yetişir ama pamuk Iğdır’a özgü bir üründü. Üstelik devletin yanlış şeker politikası yüzünden Iğdır’ın hakkı olan fabrikalar başka illerde açıldı. Bütün bunlara ses çıkaran da olmadı. Parayla Tanışan Iğdır Iğdır, kooperatifler sayesinde ilk kez parayla tanışmıştı. O dönem kapandıktan sonra insanlar birbirini suçlamadı. Çünkü herkes vurgun işinin bir ucunu tutuyordu. Geride her şeyiyle anlatıp doyasıya güldüğümüz kırıcı olmayan tatlı hatıralar kaldı. İşte bunlardan birkaçı: Deneticiler Başkanı Arıyor İlk yapılan kooperatif seçimleri olmalıydı. Rahmetli Mecit (Hun) Bey ve Nurettin Kirman denetici olarak atanmışlardı. Görevleri, en ufak bir suiistimali araştırıp açığa kavuşturmaktı. Rahmetli Eşref (Başaran) Bey de yönetim kurulu başkanıydı. Bir gün Piç Hamit namıyla tanınan birisi, ‘suiistimal yapıldı!’ diye yönetimi ihbar ediyor. İddiaya göre 100-200 ton pamuk kaçak yollardan İstanbul’a Panikoğlu adında birine satılmıştı! 39 Aziz Güney İki zehir hafiye denetici olaya el koyarlar. Ancak başkan Eşref Bey İstanbul’dadır. Görev aşkıyla dolu deneticiler vakit kaybetmeden yola çıkarlar. Nihayet Eşref Bey’i bir otelde kıstırırlar. Eşref Bey suçunu inkar etmez. Bundan sonrasını Mecit Bey şöyle anlatırdı: “Aynı otelde yatıp kalkmaya başladık. Parayı geriye almamız mümkün değil. Benle Nurettin, ‘Hiç olmasa masrafları ona ödettirelim!’ diye her gece bir eğlence merkezine gidiyoruz. Birkaç gün sonra Eşref Bey pes etti! “Vallahi billahi para kalmadı!” Benle Nurettin bir odada, Eşref de bitişik odada. O gece hepimiz odamıza çekildik. Nurettin gece yarısına doğru: “Eşref uyumamıştır. Yine gidecek!”, dedi. Eşref Bey’in kapı deliğinden baktık, içerisi bomboş! Yatakta yeller esiyor! Eşref kaybolmuş! Hemen üstümüzü giyindik, Beyoğlu’na doğru yola çıktık. Gittiği yeri biliyoruz. İçeri girdik, ne görelim! Eşref büyük bir sofra kurmuş, yanında güzeller, demleniyor. “Eşref hani para kalmamıştı! Para suyunu çekmişti! Bu ne hal!” “Vay hoş gelmişsiniz! Gelin oturun!” Masaya oturduk. Sabaha doğru Beyoğlu’ndan yürüyerek otele doğru gidiyoruz. Tam Galata köprüsünün üzerinden geçerken Nurettin, Eşref’i yakalayıp sıkıştırdı: “Bu akşam da eğlenmeye gideceğiz!” “Vallahi para kalmadı!” “Yalan konuşuyorsun!” “Malı vermişem, doğrudur, ama parayı almamışam!” “Yalan konuşuyorsun!” “Yemin ederem. Bu köprüden geçenlerin tamamı namusuma şey etsin ki yalan konuşmuyorum.” Yine inandık. Bu şekilde otele geldik. O akşam Eşref yine kayboldu. Meğerse başka bir bara takılıyormuş. Barın adresini bulup içeri damladık. Eşref’i yine uygunsuz vaziyette yakalamıştık! “Eşref bu ne hal! Bir de namusun üzerine yemin ettin!” “O boş bir yemindi! Ben yemin ettiğim zaman etrafıma iyice bakmıştım, köprüden geçenlerin hammısı kadındı!” Elegezden bir yel geldi Yine bir gün kooperatifin inşaat işlerinde usulsüzlük olmuş. Piç Hamit durumu ihbar etmiş. Buna göre dosya kayıtlarında bahçede bir hangar yapılmış gibi görünüyormuş ama gerçekte öyle bir bina yokmuş!. Bakanlık olaya el koymuş. 40 Iğdır Sevdası Kağıt üzerinde yapılmış gibi görünen binayı tespit için müfettiş ve başkan Eşref Bey birlikte bahçeye çıkmışlar. Bahçenin uzak bir köşesinde çok eskiden kalma bir binanın enkaz yığını varmış. Eşref Bey kendinden emin, bu enkazı işaret etmiş: “Aha burası bizim hangar, Müfettiş bey!” “Burada ben bina falan görmüyorum!” “Müfettiş bey siz Iğdır’ı bilmezsiniz! Elegez’den (Alagöz dağları) bir yel esti, vurdu uçurdu!” “Yahu çatısını götürdü, peki ya bunun duvarları?” “Ele hammısını (tamamını) götürdü Müfettiş bey.” Piç Hamit Piç Hamit’in asıl adı Hamit Ünver’dir. ‘Piç’ lakabının takılmasının nedeni gözünden bir şeyin kaçmamasıydı. Örneğin Kooperatif üyesi değildi ama orada ne olup bittiğinden haberdardı. Her yerde kulağı vardı. Gözü açık, hin oğlu hin birisiydi. Peki ya kimdi bu Piç Hamit? Piç Hamit Rusya’dan mülteci olarak gelmişti. Fakat herhangi bir başvuruda bulunmadığı için elinde ne mülteci kimliği ne de TC pasaportu vardı! Belli bir geliri de yoktu. Avantadan geçinirdi. Onun bunun işini ta- Soldan Sağa: Bahri Yiğit (Bahri Çavuş), Hamit Ünver ( “Piç Hamit” ), Aziz Güney kip eder, komisyon alırdı. Bazen de sahip olduğu ‘gizli’ bilgileri satardı. Piç Hamit’in özellikle büyük paraların döndüğü yerlerde kulağı vardı. O yıllar Pamuk Satış Kooperatifinde büyük paralar el değiştirirdi. 41 Aziz Güney Kooperatif başkanları Eşref Kaya ve Eşref Başaran’ın her ikisi de, MİT bölge şefi Hüsnü Bingöl gibi Terekeme idiler, ondan büyük destek görüyorlardı. Piç Hamit onlara rahat vermiyordu. Piç Hamit’in duyarlı kulaklarını kapatmak için Hüsnü Bey’den yardım istediler: “Bu adam başımıza bela! Hele bir araştırın bu kimin nesi?” Hüsnü Bey, Piç Hamit hakkında tahkikat yaptırdı. Hiçbir yerde onun hakkında bir kayda rastlamayınca, ‘Zararlı yurt dışına çıkarılsın!’ şeklinde bir rapor tanzim etti. 1952 yılının kış ayında Piç Hamit’i bir deveye bindirip polis eşliğinde İran sınır kapısına gönderdiler. İran kabul etmeyince bu kez Irak’a doğru yola çıkardılar. Kuzey Irak Barzani’nin kontrolündeydi. Barzani yönetimi, “Tamam seni geçici bir süre için barındıracağız, ancak tekrar geri döneceksin!” koşuluyla ona kabul ettiler. Piç Hamit Irak’tan Türkiye’ye iltica için başvurdu. Birkaç ay sonra Türk hükümeti, ‘Türkiye üzerinden Amerika’ya gitmek koşuluyla’ geçici bir iltica hakkı verdi. Bu süre içinde Piç Hamit İstanbul dışına çıkmayacak ve her akşam polis karakoluna gidip, ‘İstanbul’dayım’ diye imza atacaktı. Piç Hamit’le çok yakından tanışırdım. Gerçi aramızda 20-25 gibi bir yaş farkı vardı ama birlikte sohbet etmeyi severdik. Piç Hamit eğitimsiz sıradan bir insan değildi. Rusya’da yüksek tahsil eğitimi almış, oldukça kültürlü birisiydi. Polisi azdıracam! İstanbul’a her gittiğimde kendisiyle görüşürdüm. Bir gün, “Aziz, kalk Beyoğlu’na gidelim!”, dedi. Piç Hamit ‘sakıncalı’ olduğundan kaldığı otelin etrafında onu 24 saat gözleyen sivil polisler vardı. Piç Hamit: “Kapıdan çıkar çıkmaz ‘ benim adamlarım’ peşimize takılacak, aldırma!” Piç Hamit’in ilginç bir tabiatı vardı. Aristokrat değerlere çok önem verirdi. Mesela yol kenarında taksi beklerken, önümüzde duran herhangi bir arabaya binmezdi. Sabırla beklerdi, tipi ve rengi hoşuna giden iyi bir modeli özenle seçerdi: “Para veriyoruz , niçin külüstüre binelim!” Zevk ve kuruntuyla taksiye binip gittik. Piç Hamit’in ‘adamları’ da peşimize takılmıştı. Açık hava restoranda yemek yiyoruz. Birden Piç Hamit beni dürttü: “Bak, bak! İşte o köşedeki adam! Beni yine buldular!”“ 42 Iğdır Sevdası “Ne yapalım?” “Ben bir yolunu bulup onu azdıracam!” “Nasıl azdıracan?” “Sen beni Beyoğlu’nda falanca yerde bekle! Gerisine karışma!” Restorandan ayrılıp Beyoğlu’nda sözleştiğimiz yere gittim. Gerçekten de az sonra Piç Hamit kan ter içinde yanıma geldi: “İt oğlu iti azdırdım! Oraya girdim buraya girdim, kendimi kaybettirdim!” Hemşerimi getirdim! Bir gün Piç Hamit’e geçimini nasıl temin ettiğini sordum. Komisyonculuk yapıyormuş. Bunun nasıl yaptığını sorduğumda şunu anlattı: “Günümün büyük kısmını Sirkeci’deki otellerde geçiriyorum. Bir otel lobisinden diğerine dolaşıyorum. Biliyorsun, Doğu ve Güneydoğulu tüccarlar alış veriş yapmak için Sirkeci ve Sultanhamam civarındaki otellerde konaklarlar. Manifatura, zücaciye gibi malları toptan alıp memleketlerine geri dönerler. Lobide otururken önce konuşmaları dinler, sonra da gözüme kestirdiklerime yaklaşır : “Selam Aleykum! Hemşerim, nerelisiniz?” “Erzurumluyum!” “Hayırdır, ne için buralardasınız?” “Manifatura işlerim var!” “Çok şanslısınız! Ben bu bölgenin esnafını, tüccarını çok iyi tanırım. Size indirimli mal alırım! Eğer sizin bildiğiniz bir yer varsa, oraya da beraber gideriz, hatırımı kırmazlar indirim yaparlar!” Bu şekilde alıp götürüyorum onları. Mağazadan içeri girer girmez, numaradan: “Vay efendim hürmetler! Nasılsınız? Size çok kıymetli bir hemşehrimi getirdim! Yardımcı olsanız çok sevineceğim! Benim ‘hemşehrim’ dediğim tüccar ödemesi gereken neyse onu ödeyip birlikte çıkarız. Ondan ayrılır ayrılmaz tekrar aynı mağazaya dönerim: “Beyler! Bakın size az önce bir hemşehrimi getirdim! Komisyonumu isterim! Daha bunun gibi getireceğim çok hemşehrim olacak!” Piç Hamit 3-5 kuruş da devletten alırdı. Daha sonra Amerika vatandaşlığına kabul edildi. Gitmesine birkaç gün kala yolda yürürken bir araba çarptı. Beyin kanamasından öldü. Hanımı, oğlu ve kızı Amerika’ya gittiler. 43 Aziz Güney Toy babasıydım! Zannedersem 1944 yılı olmalıydı. Piç Hamit Iğdır’dan henüz sürgün edilmemişti. Osman Ataman Belediye başkanıydı. Büyük bir törenle evlenmeye hazırlanıyordu. Bu düğüne davetli olanlardan birisi de daha sonra Genel Kurmay Başkanı olan Erzurum Tugay Komutanıydı. Piç Hamit bu düğün merasiminde şıklığıyla göz dolduruyordu. Elinde çiçek demetleri paşanın etrafında fır dönüyor, Paşa’ya yapılan her türlü hizmeti bizzat kendi eliyle organize ediyor, kısacası gözüne girmek için ne lazımsa yapıyordu. Tek isteği Paşa’nın dikkatini çekmek ve aşina bir sima olarak hafızasında yer etmekti. Aradan birkaç yıl geçti. Tugay komutanı, Genel Kurmay Başkanı oldu. Bu haber üzerine Piç Hamit büyük bir ümitle Ankara’nın yolunu tuttu. O yıllar Türkiye’de kanaviçe sıkıntısı vardı. Pamuğu balya etmekte kullanılan kanaviçe Hindistan’dan ithal ediliyordu. Ancak bu ithal devlet eliyle yapılıyor ve ihtiyaç belgesi karşılığında kooperatiflere ve fabrika sahiplerine dağıtılıyordu. Piyasada serbest satışı yoktu. Kanaviçe kıtlığı yüzünden üretimi duran çır çır fabrikası sahipleri, ellerinde ihtiyaç belgeleri, sıraya girmiş, bakanlıktan gelecek bir haberi ümitle bekliyorlardı. Piç Hamit Ankara’ya ayağını basar basmaz, şatafatlı bir buket çiçek hazırlatıp, Genel Kurmay başkanlığına gitmiş. Resepsiyondaki subaya: “Sayın Paşanın yakın dostuyum. Lütfen kendisine Iğdır’dan Hamit Ünver’in geldiğini iletin, beni kabul edecektir!” Paşa kendisine verilen ismi tanımaz ama Piç Hamit’i huzuruna çağırtır. Piç Hamit içeri girip saygıyla Paşa’yı selamlar, eğilip elini öper: “Paşam siz beni herhalde hatırlamadınız! Sayın belediye başkanımız Osman Ataman’ın düğününe müşerref olmuştunuz. Efendim, o muhteşem düğünün ‘toy babası’ bendim. O zaman siz zati alinizle tanışma şerefine mail olmuştum. Paşam, size olan teveccühümden dolayı olsa gerek geçenlerde rüyama girmiştiniz. Ben de siz Paşa hazretlerini hem ziyaret etmek hem de elinizi öpmek için huzurlarınıza çıktım.” Böylesine ‘masum’ ve renkli bir tanışma faslından sonra, Paşa, Piç Hamit’e bir yer göstermiş, çay ve kahve ikram etmiş. Kısa bir sohbetten sonra Piç Hamit, Paşa’nın kendisine sormasını istediği soruyu sordurtmayı başarır. Paşa nazikçe: “Hamit Bey, Ankara’da yapılacak bir işiniz falan varsa...” “Sağ olun Paşam’ Özel bir isteğim yok! Sadece ufak bir sıkıntım var. Bildiğiniz gibi çır çır fabrikalarım var. Bu yılda kanaviçe sıkıntısı çekiyoruz. 44 Iğdır Sevdası Malumunuz efendim, bakanlık kanaviçeyi ihtiyaca göre dağıtıyor. Korkarım bana sıra gelinceye kadar pamuklarım tozlanıp çürüyecek.” Genel Kurmaya gelmeden önce Piç Hamit, kanaviçe sıkıntısı çeken fabrikatörlere, ‘Paşa akrabam olur eğer ihtiyaç belgenizi bana verirseniz, kanaviçenizi bekletmeden alırım!’ diye onlardan gerekli belgeleri alıp cebine koymuştu. Piç Hamit cebinden çıkardığı kağıtları Paşa’ya uzatmış: “Paşam, emir verseniz de şu ihtiyaç belgemin karşılığı olan kanaviçeyi bana teslim etseler.” Paşa hemen emir subayını çağırır: “Hamit Bey, çok yakın dostumdur! Hemen birlikte Ticaret Bakanlığına gidin! Ne işi varsa görülsün!” Piç Hamit eline geçen kanaviçeyi ertesi gün kendisine ihtiyaç belgesini veren firmaya satıp hatırı sayılır bir para kazanmıştı. Anlattığına göre bu para ona beş yıl yetmişti! Gêloi aşireti Iğdır’a Nasıl Geldi? Anlaşılan sürgün kararları Kürtlerin tarih boyunca önünden kaçamadıkları bir ferman!. Büyük dedem Gelo ve ailesi de işte böyle bir sürgün kararının alındığı bir zamanda İran’da yaşıyorlarmış. 19 yüzyılın başları olmalı. O yıllar Makü bölgesindeki Kürtler merkezi idareye karşı ayaklandıkları için haklarında sürgün kararı çıkarılmış. Batı İran’dan çok uzaklara, yabancısı oldukları topraklara ve iklimlere sürülme korkusu bütün aşiretleri sarmış. Bölge tamamen ablukaya alındığı içinde ne Osmanlı’ya ne de Rusya’ya kaçma imkanı varmış. Aşiretler direnmeye kararlı, İran saldırıya hazır bir durumdaymış. Umutsuzluğun kol gezdiği böyle bir anda Gelo dedemin aklına bir kurtuluş fikri gelmiş. Makü Serdarının (Valisi) huzuruna çıkmış: “Yüce Serdarım! Ben ve akrabalarım kendi isteğimizle bölgeden ayrılıp sizin gösterdiğiniz bir yerde ikamet etmek istiyoruz. Yalnız etrafımızdaki aşiretlerden korkuyoruz! Böyle bir durumda katliam yapar, çoluk çocuk demeden hepimizi öldürürler. Eğer yanımıza 4-5 jandarma verirseniz onların nezaretinde bölgeden sağ salim çıkarız” Serdar bu isteği makul bulmuş. Gelo dedem ve akrabaları eşyalarını öküzlere ve develere yükleyip jandarmaların eşliğinde ablukayı aşıp kuzeye doğru yol almışlar. Bir gece jandarmalar uyurken, bunları iple bağlayıp, silahlarını da alarak, Rusya sınırına doğru gelmişler Bugünkü Iğdır Devlet Üretme Çiftliği’nin olduğu noktadan o zaman Rus yönetiminde olan Iğdır’a 45 Aziz Güney giriş yapmışlar. Biz aslında Şikaki aşiretindeniz. Ünlü Simko Ağa’nın da mensubu olduğu bu aşiret Van ve Urmiye arasındaki bölgede yerleşiktir. Aile ağacı Kerim Han’a kadar iner. O zamanlar İran’daki Kürt ve Azeri ileri gelenlerine ‘Han’ lakabı verilirdi. Kerim Han Gelo’nun büyük dedesiydi: Şöyle ki İskender, Kerim Han’ın oğlu, Yusuf İskender’in oğlu ve nihayet Gelo’da Yusuf’un oğluymuş. Aşiretimize verilen ‘Gêloli’ adı da Gelo dedemize atfendir. Hamit Hun Hamit Hun bir filozoftu. Konuşmasını bilen, nüktedan ve herkes tarafından çok sevilen birisiydi. Yaratıcıydı, kendi hayal gücünün ürünü birçok fıkra ağızdan ağıza dolaşırdı.Ancak Hamit Bey’i ön plana çıkaran ve ona hem dost hem düşman kazandıran bir yeteneği vardı: O da acımasız ve gerçekçi bir karikatür çizimcisi oluşuydu. Her karikatürü yerini bulur, istenen mesajı iletirdi. Hamit Bey’in ilk karikatürü şöyle bir günde doğmuştu: O yıllar Şişko Memet Efendi namında bir zat vardı. Iğdır’ın Terekeme eşrafından olan Memet Efendi, daha önce Iğdır Gümrük Muhafaza müdürlüğünde görev yapmış, burası kapanınca başka illere gitmiş nihayet emekli olup baba ocağına dönmüştü. Baharlı mahallesinde oturuyordu. Hatta oğluyla sınıf arkadaşlığım bile olmuştu. Memet Efendi o yıl yeni emekli olmuştu. Sivil elbiseli, kelli felli birisiydi. Fötr şapkası, sarkık dudakları, sessiz ve kendi halinde duruşuyla bir yabancı gibi dururdu. Zaten, eskilerden başka onu pek tanıyan da yoktu! Bir gün ben, Hamit Bey ve dayımız Hacı İsa Yiğit, birlikte bir açık hava kahvesinde oturmuş, zevkimize göre çay içiyor, sohbet ediyorduk. Memet Efendi de yanı başımızdaki masaya kurulmuş, sakin sakin kahvesini yudumluyordu. Kim olduğunu bilmiyordum. Hacı İsa’ya dönerek: “Dayı, şuradaki beyefendiyi tanıyor musun?” Hacı İsa o yöne doğru bir göz attı: “Tabii, ismi Memet Efendi’dir. Eski Iğdır Gümrük memurudur. Emekli olup Iğdır’a gelmiş” Biz bu konuşmayı yaparken Hamit, sigara kutusuna uzandı. Kare şeklinde, beyaz karton kutular içinde satılan Yenice sigaraları vardı. Hamit Bey, Yenice kutusunun içindeki iki sigaradan birini kendine aldı, diğerini de Hacı İsa’ya uzattı. Boşalan kutuyu ters yüz edip, elindeki kalemiyle Memet Efendi’nin masum profilini şip şak bir hızla çiziverdi! 46 Iğdır Sevdası Hacı İsa’ya fark ettirmeden bana gösterdi. Olağanüstü bir benzerlik! Karikatürün bu kadar güzel olması beni de heyecanlandırmıştı. Ne pahasına olursa olsun bu karikatürü Memet Efendi’nin masasına koyacaktım! Kutuyu elime aldım, Memet Efendi’nin dikkatinin başka bir yerde olduğu bir anda, karikatür olan tarafı altta olacak şekilde, Yenice kutusunu masasının üzerine koydum. Hızla yerime oturup, yüzümü başka tarafa çevirdim. Hamit de başka tarafa bakıyormuş gibi yapıyor ama göz ucuyla olup biteni izliyordu. Hacı İsa olup bitenden habersiz sigarasını içiyordu. Memet Efendi, kafasını çevirdiğinde bir paket Yenice sigarasını masanın üzerinde gördü. Biraz şaşkın eline aldı. İçi boştu. Evirdi çevirdi. Birden yüzü ciddileşti. Kutunun üzerine dikkatlice baktı. Daha emin olmak için gözlerine yaklaştırdı. Telaşlı bir şekilde masanın üzerine koydu. Ceketinin cebinden çıkardığı küçük el aynasını sağ eline, karikatürü de sol eline aldı. Gittikçe daha şaşkınlaştı. Evet bu kendisiydi! Kim yapmıştı? Etrafına bakındı. En yakınında Hamit Bey vardı. Ama Hamit Bey ıslık çalar bir vaziyette gözleri başka yerlerdeydi(!). Memet Efendi, Hamit Beyin davranışından şüphelenmiş olsa gerek, hışımla ona doğru yöneldi: “Ben bunu yapanın an.....bilmem ne ederim!” Hacı İsa bu ani saldırı karşısında: “Ne oldu Memet Efendi? Niçin küfür ediyorsun? Bu (Hamit Hun) benim yeğenimdir, yabancı değil. Ahmed Şemo’nun büyük oğlu! Aha şu yanımızdaki (Aziz Güney) de onun amcasının oğlu!” “Vay seni kurban olasan Ahmed Şemo’ya! Yoksa seni burada bıçaklardım!” Ortalığı sakinleştirmek için araya girdim: “Aman Bey amca! Böyle kızmayın. Bu kötü bir şey değil. Reisi Cumhurların da karikatürünü yapıyorlar.” “Hacı sen de şahidimsin! Eğer bir daha böyle bir şey yaparsa bıçaklayacağım!” Rivayete göre bir gün olan olmuş. Hamit Bey, Memet Efendinin karikatürünü çizerken, bir çakı kalçasına saplanmış. Anlaşılan Memet Efendi sözünün adamıymış! Siyasi Bir Karikatür Hamit Beyin sayısız karikatürü ortalıkta dolaşırdı. Ancak bir tanesi gerçekten günün siyasi konjonktürünü birkaç çizgide özetlemişti: Bir partinin ilçe başkanlığı için iki aday yarışıyordu: Birisi Iğdır’ın tanınmış simalarından bir beyefendi, diğeri de ismi halk arasında röntgenciye 47 Aziz Güney çıkmış bir zat. İster inanın ister inanmayın Hamit Beyin yaptığı bir karikatür seçim sonuçlarını etkilemişti! Bu karikatürde “beyefendi” adam bir pencerenin dibine eğilmiş, onun üzerine de “röntgenci”zat çıkmış pencereden içerisini dikizliyormuş. “Beyefendi” adam: “Ulan yeter! İn aşağı! Biraz da ben bakayım!”, diye bağırıyormuş. Şıh Hüseyin Balamir Iğdır’ın en çok sevilen insanlarından birisiydi. Kendisini çok severdim. Cesurdu. Sözünün eriydi. Dobra dobra konuşurdu. Fevkalade bir partiliydi. CHP’ni ayakta tutanların başında geleniydi. Aynı zamanda çok iyi bir Kürt milliyetçisiydi. Çocuklarının adlarını Ağrı Dağı isyanı liderlerinden İhsan Nuri Paşa ve Veteriner Sadi’ye atfen koymuştu. Şıh Hüseyin, yüreğinin temizliği ve arkadaşlarına olan bağlılığıyla hep hatıramızda yaşayacak. Onu bir de bize hatırlatacak olan birkaç tatlı olay ve hatırası var. Rahmetli doğuştan kocaman ayaklara sahipti. Bu ayaklar neredeyse onun simgesiydi. Bazen acısını çekmiş, bazen de Iğdır’ı neşeyle güldüren anekdotlara neden olmuştu. Bu Kaç Ayak Eder? O yıl babamla amcam ayrılmışlardı. Bu, yayla zamanı artık aynı çadırda oturmayacakları anlamına geliyordu. Amcam şehir merkezine gelmiş, yeni bir çadır almak için etrafı kolaçan ediyordu. Bu arada bana da uğradı, yardım istedi. O zamanlar sinemacılıkla uğraşıyordum. Sinemanın önünde bir duvar vardı. Arada bir Urfalı tacirler kıl çadır rulolarını o duvarın üzerine atar, müşteri beklerlerdi. Kıl çadır yapmak için eni bir metreyi geçmeyen bu uzun rulolar yan yana konup birbirine dikilirdi. Amcama bu rulolardan en az 15-20 tane gerekiyordu. Birkaç gün sonra Urfalı tacirleri 8-10 ruloyu duvar boyuna dizip müşteri beklediklerini gördüm.Yanlarına gittim. Hoş sohbetten sonra: “Buradaki bütün ruloları alacağım. Metresi kaça?” “Ağam, biz metre başı satmıyoruz. Ölçümüz ayak usulüdür. Rulonun ayağı 5 gaymedir(lira).” “Bir rulo kaç ayak eder!” “18 ayak, ağam.” “İyi, alın şu 500 lirayı kaparo olarak! Malları sinemanın önüne koyun, amcam birazdan gelecek!” 48 Iğdır Sevdası “Ağam, size kaç ayak rulo lazımdır?” “Vallahi ben de bilmiyorum! Malın sahibi amcamdır, birazdan gelir!” Sinemada çalışan gençleri çağırdım, birisine ruloları sinemanın önüne taşıma görevini verdim, bir diğerine de: “Durma koş, Şıh Hüseyin amcana haber ver gelsin! Mecit ve Hamit Beylerin de haberi olsun!” Yarım saate kalmadan Şıh Hüseyin, Mecit Bey, Hamit Bey, Eyüp Serhat ve diğerleri “şenlik var” diye toplu halde geldiler. Şıh Hüseyin’i büro olarak kullandığım masaya oturttum. Açık kalan kapıdan koridordaki faaliyetleri izleyebiliyorduk. “Tacirlere söyleyin ruloları açsınlar! Malın sahibi geldi. Birazdan ayak sayımı başlayacak.” Urfalı tacirler keyifle rulolarını açtılar. Her bir rulo 7-8 metre uzunluğunda. Tacirlerden birisi bir ucundan, arkadaşı da diğer ucundan tutmuş ha bire geriyorlar ki ayak sayısı çok gelsin! Ben gülerek Şıh Hüseyin’e döndüm: “Şıh, bak uzatıyorlar...” “Uzatsınlar! Sen hiç merak etme!” “Rulo hazır!”diye haber geldi. Hep beraber koridora çıktık. Şıh Hüseyin rulonun bir ucundan başladı saymaya, “Bir, iki, üç.........on” Urfalı tacirler nerdeyse saçlarını yolacaklardı. 18 ayak rulo on ayak etmişti! Tacirlerden birisi ter kan içinde ileri atıldı, “Arkadaş, vallahi azim billahi kerim, bundan (Şıh Hüseyin) hariç Türkiye’de kimi getirirseniz getirin!”dedi. Bizim amacımız hoşça vakit geçirmek olduğundan tacirlerin hesabını 18 ayak üzerinden verip kendilerine çay ısmarladım. Gönülleri rahat bir şekilde oradan ayrıldılar. Ne Demek! Özel Ayakkabı Yaptırtın! Rahmetli Şıh Hüseyin, Iğdır’da ayağına uygun ayakkabı bulamadığı için askere ayağında ham deriden yapılmış bir çarıkla gitmişti. İzmir’deki askeri birliğine teslim olduğunda, bütün depoları aramışlar ama Şıh Hüseyin’e uyacak bir ayakkabı bulamamışlar!.Çaresiz kalıp, vazgeçmişler. Şıh Hüseyin de ayağında çarıkla askerlik görevini ifa etmeye koyulmuş. Bir gün general teftişe gelmiş. Şıh Hüseyin uzun boyu, dev gibi cüssesi, sırtında makineli tüfeğiyle en ön sıradaymış. General, ağır ve makul edayla bölüğün önünden geçerken herkes hazır ol vaziyetinde pür dikkatmiş. Birden gözleri Şıh Hüseyin’in ayaklarına ilişmiş. Ayağında tüylü müylü bir çarık! Ne olduğunu anlayamamış! Bölük komutanını yanına çağırmış: 49 Aziz Güney “Bu nedir?” “Çarık, komutanım!” “Nasıl olur?” “Mecbur kaldık komutanım!” “Ne demek ‘mecbur kaldık’! Buna özel bir ayakkabı yaptırtamaz mıydınız! Türk askerine çarık yakışır mı! Yabancı bir subay gelse rezil oluruz!” General bölük komutanını epeyce haşlar. O gittikten sonra bölük komutanı bu fırçanın acısını çıkarmak kararındadır: “Hüseyin Balamir’i çağırtın gelsin!” Şıh Hüseyin ‘Emret komutanım!’ diyerek komutanın odasına girer. “Niye ayakların büyük! Yatırın bunu falakaya! Ayakların küçük olamaz mıydı ha!” Rahmetli o günden sonra özel bir kalıpla yapılan ayakkabıları giyer olmuştu. Bu tahta kalıbı terhis olduktan sonra beraberinde Iğdır’a getirdi. Bu iyi ve cömert insana rahmet olsun. Çavuş Emmi Çavuş Emmi Iğdır belediyesinde zabıta memuruydu. Sık sık beraber olur, lokantaya falan giderdik. İkimiz bir arada çok iyi anlaşırdık. O zamanlar sinema çalıştırıyordum. Arada bir sinemaya gelir, düdüğü ön cebinde, sinemayı boydan boya arşınlar, sigara içenleri dışarı atardı. Kalabalıktan birisi Çavuş Emmi’yi kızdırmak için bir ıslık yada düdük çalsa, küplere biner: “Hangi haylaz oğlu haylaz o düdüğü çaldı!”, diye bağırırdı. Benim Çavuş Emmi’yle olan asıl dostluğum bir İstanbul yolculuğuyla başladı. Çavuş Emmi’yle İstanbul Yolunda İşlerim nedeniyle sık sık İstanbul’a gidip geliyordum. Fırsat buldukça İstanbul maceralarımı Çavuş Emmi’ye anlatıyordum. O da gıptayla dinliyordu. Bir gün dayanamadı: “Ne olursun Aziz, beni de götür! Askerliğimi Sarıkamış’ta yaptım.Hiç uzak yerlere, büyük şehirlere gitmedim” “Paran var mı? Yol, otel parası epeyce tutar!” “Evde bir inek var! Dur bakalım, eğer hanımı kandırabilirsem onu satacağım!” Böylece yolculuk günü geldi çattı. Ama yola çıkmadan önce: “Çavuş Emmi seni bir koşulla İstanbul’a götüreceğim!” 50 Iğdır Sevdası “Buyur!” “Yolda senin hakkında başkalarına ne söylersem söyleyeyim itiraz etmeyeceksin!” “Başım gözüm üstüme! Bundan kolayı ne var!” O yıllarda belediye yeni tip bir zabıta elbise diktiriyordu. Kolları sırmalı, yakası açık olan bu elbiseden henüz kimse giyinmemişti. Yolculuk günü Çavuş Emmi üzerinde bu yepyeni zabıta üniformasıyla karşıma dikildi: “Bu ne hal böyle Çavuş Emmi?” “Vallahi ben bu elbiseyle gelmek istiyorum!” “Tamam gel ama yine de yanına bir takım sivil elbise al! Bazen onu giyersin bazen de onu” Yolculuk başladı. Bir gece Ağrı’da kaldık. Ertesi gün üstü açık bir kamyonla Erzurum’a vardık. İstanbul trenini beklemek için geceyi orada geçirmek zorundaydık. Bir otele yerleştikten sonra, Çavuş Emmi’nin üzerinde yeni model zabıta üniforması olduğu halde çıktık Erzurum sokaklarına. İnsanlar bize pür dikkat kesilmişti. Subaylar selam duruyor, polisler yan yan bakıyorlardı. “Ulan kim bu adam be! Ne asker , ne polis!” dediklerini duyar gibi oluyordum. Derken bir polis dik dik bakmaya başladı. Çavuş Emmi kızgın bir şekilde: “Ne bakıyorsun be!” “Sen kimsin?” “Sana ne ben kimim!” “Karakola kadar gelin! İtiraz istemem!” Tuttu Çavuş Emmi’nin kolundan doğru karakola; ben de arkalarından. Hep birlikte komiserin odasından içeri girdik: “Sayın komiserim, bu adam çarşıda bana kafa tuttu!” Baktım iş çığırından çıkacak müdahale etmek zorunda kaldım: “Sayın komiserim, bu zabıta benim akrabamdır. İşte kimliği. Kendisi, anlarsınız ya, biraz rahatsızdır, tedavisi için İstanbul’a götürüyorum.” Çavuş Emmi söylediklerimi dinliyor, ama bana vermiş olduğu sözden dolayı da itiraz edemiyordu. Komiser endişeli gözlerle sakin duruşlu Çavuş Emmi’yi süzdü. Sarı saçlı, mavi gözlü pekte alışık olmadığı bu tipin ‘rahatsız’ olması düşüncesi onu daha da korkuya itmişti. “Oğlum memur (Çavuş Emmi) beye hemen çay falan getirin! Buyurun şöyle oturun!” Kalkıp giderken komiser öne fırladı kapıyı açıp okşayıcı laflar etti. Bu 51 Aziz Güney karşılamadan öylesine memnun kalmıştım ki yolda yürürken: “Çavuş Emmi, bundan sonra sen ‘rahatsızsın’ ben de seni tedaviye götürüyorum, tamam mı?” Tren Ankara’dan ayrılır ayrılmaz beyefendi kılıklı birisi karşımdaki koltuğa oturdu. Oldukça küçük olan bu kopartmana üçüncü bir kişinin gelmesi doğrusu keyfimi bozmuştu. Kendi kendime, ‘Bu adamdan nasıl kurtuluruz?’ diye düşünmeye başlamıştım bile! Bir ara, sonradan müfettiş olduğunu öğrendiğim bu adam, koridorda Çavuş Emmi’yle ayak üstü sohbete dalmışlardı. Çavuş Emmi pencereden dışarı bakıyor, trenin hızla geride bıraktığı kocaman bina ve tesisleri merakla göstererek: “Bu ne?” “Süt fabrikası” “Bu ne?” “Tuğla fabrikası” Çavuş Emmi Kürtçe ve Türkçe karışımı bir aksanla konuştuğu için müfettiş onun ecnebi olup olmadığına bir türlü emin olamıyordu, nihayet dayanamayıp: “Efendim siz gayrimüslim misiniz?”, diye sordu. Çavuş Emmi “gayrimüslim” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyordu, ama açık da vermek istemediğinden: “Evet, öyledir!”, diye cevaplamakla yetindi. O yıllarda casusluk olayları revaçta olduğu için, müfettiş tedbir olarak sırtını Çavuş Emmi’ye döndü, sohbeti tek yanlı bir kararla bitirdi. Çavuş Emmi içeri girdi, kulağıma uzandı: “Gayrimüslim ne demektir?” “Niye?” “Müfettiş bana, ‘Sen gayrimüslim misin?’ diye sordu!” Yüzümü ekşittim. “Nasıl olur! Gayrimüslim çok kötü bir şey! Ermeni’yle Yahudi’nin evlenmesinden olan piç çocuklarına gayrimüslim denir.” “Vay ben onun an.....!” Kafamı koridora uzattım. Çavuş Emmi, müfettişi kravatından tutmuş var gücüyle silkeliyordu: “Gayrimüslim senin babandır! Ben ...torunuyum. Dedem bu kadar Ermeni öldürmüş!” Müdahale etmesem belli ki olay büyüyecek. Sakin bir şekilde araya girdim. Çavuş Emmi’nin kimliğini müfettişe gösterip: “Kusura bakmayın beyefendi! Bu zat akrabam olur. Anlarsınız ya, 52 Iğdır Sevdası biraz rahatsız tedaviye İstanbul’a götürüyorum.” Müfettiş pılını pırtısını toplayıp kompartımandan hızla uzaklaştı. Benim derdim de zaten buydu! Sabah olmuş, tren Gebze’yi geçip Haydarpaşa’ya yaklaşıyordu. Lavabonun önünde el-yüz yıkamak için upuzun bir kuyruk vardı. Çavuş Emmi de havlusunu alıp, koridora çıktı. Müfettiş en ön sırada bir yer kapmıştı. Çavuş Emmi en arka sırada bir yerdeydi. Çavuş Emmi, gayri ihtiyari, ‘Öhö öhö!’ birkaç kez öksürdü. Müfettiş geri dönüp Çavuş Emmi’yi görünce, korkuyla: “Buyurun efendim. Benim sıramı alın!” Çavuş Emmi böyle bir nezaketi reddedemedi. Haydarpaşa’dan vapura bineceğiz. Çavuş Emmi denizi görünce korkuya kapıldı. Bu arada vapur da yanaşıyordu: “Ben binmeyeceğim!” “Niçin?” “İmkanı yok! Ben Iğdır’a dönüyorum!” Yanaşan vapurdan yüzlerce insan çıktı. Aralarında kadın ve çocuklar da vardı. “Bu kızlar kadar da mı cesaretin yok!” Çavuş Emmi ikna olup bindi. Vapurla boğazı geçip Sirkeci’ye vardık. Bir otelden içeri girip iki kişilik bir oda istedim. Sirkeci’nin ara sokaklarından birinde gökdelen gibi yükselen bu otelde asansör olmaması şaşırtıcıydı. Ben aşağı katlarda bir oda rica edince, Çavuş Emmi, “En üstte bir oda istiyorum” diye müdahale etti. “Aman insafa gel! Bunca merdiveni nasıl çıkacağız” dedimse de, Çavuş Emmi, “İstanbul’a niye gelmişem. Etrafı görecem” diye ısrar etti. Birinci gün yüzlerce merdiveni defalarca inip çıkmaktan ter kan içinde kalıyorduk. Çavuş Emmi, dayanamayıp, “Mahvoldum! İstersen yarın üçüncü katta bir odaya taşınalım” dedi. Mevsim yazdı. O yıllar gazetelerde ve halkın dilinde en çok konuşulan Florya’daki plajlardı. Önemli devlet adamlarının plaja yakın yazlık evleri vardı. Hafta sonları insanlar Florya’ya akın ederlerdi. Çavuş Emmi, nereden duymuşsa bir sabah, “Beni bugün Florya’ya götür” dedi. “Elbette, ama önce mayo almamız gerekir” dedim. “Mayo mu, o da ne?” “Mayo, kısa bir dondur. O olmadan denize girmek yasaktır” diye cevapladım. Çavuş Emmi, “kısa don” lafından rahatsız olmuştu. 53 Aziz Güney “Sen kendin için al!”dedi. Pazar günüydü. Cumhurbaşkanı Celal Bayar da plaja gelmişti. Etrafta sıkı bir güvenlik kordonu vardı. Kontrolleri geçip nihayet bir kabin kiralayıp içine girdik. Ben mayomu giyerken, Çavuş Emmi’nin de soyunduğunu gördüm. “Sen niye soyunuyorsun?” diye sordum. “Niye mi? Denize gireceğim” “Bak şu ilerideki levhalarda, ‘Mayosuz denize girmek yasaktır!” diye yazıyor. Başına iş açarsın” dedim. Çavuş Emmi benim uyarımı duymadı bile. Amerikan bezinden dikilme, uçkuru yedi numara lamba fitilinden, ucu püsküllü uzun külotuyla karşıma dikildi. Geniş külotu ayak bileklerine kadar iniyor mavi boncuk ve düğmelerle topuğuna özel bir şekilde ilişiyordu. Bu densize iyi bir ders vermeye karar verdim. “Ben dışarı çıkacağım. Sahil görevlileri bizden uzaklaştığı zaman, “Çık!” diye sana komut vereceğim sen de vakit kaybetmeden koşarak git kendini denize at!” dedim. Dışarıda sabırla bekçilerin bize doğru gelmesini bekledim. Şansıma iki bekçi sağlı sollu bizim kabin istikametine doğru volta atıyorlardı. Tam yaklaştıkları zaman, tahta kapıyı açıp “Hadi çık!” diye bağırdım. Çavuş Emmi, arenaya çıkan azgın bir boğa gibi soluyarak koşmaya başladı. Sıcak kum yığınları üzerinde paldır küldür koşarak kendisini denize attı. Bekçiler de onu görmüş, düdüklerini öttürerek peşine düşmüşlerdi. Çavuş Emmi, kendisini suya atar atmaz külotu balon gibi şişti. Suyun içinde bir şamandıra gibi asılı kaldı. Bekçiler kolayca onu yakalayıp denizden dışarı sürüklediler. Ancak Çavuş Emmi’nin geniş külotu suyla dolduğu için uzun bir süre hareket edemedi, bir zaman külotunun deliklerinden su boşandı. Yük hafifleyince iki bekçi Çavuş Emmi’nin iki taraftan koltuğuna girip kabine doğru sürüklediler. Ben bekçilere doğru gidip ciddi bir yüz ifadesiyle, “Beyler siz ne yapıyorsunuz! Bu adam kafayı üşütmüş, daha fazla kızdırmayın sizi boğar” dedim. Bekçiler tedbiri ihtiyat, geri adım atıp kabinden çıktılar. Çok geçmeden bekçiler önlerinde müdür olmak üzere yanımıza geldiler. Ben kaş göz hareketiyle müdüre, “Bu adam deli. Dikkatli olun!” gibisinden işaret ediyordum. Müdür, benim ciddiyetimden etkilenmiş olacak ki işi ciddiye aldı. Çavuş Emmi’ye yaklaşıp, “Ooooo! Beyefendi nasıllar? Hoş geldiniz! Plajı onurlandırdınız” dedi. Çavuş Emmi, havluyla saçlarını kurulayarak, sinirli bir şekilde “Hoş bulduk!” dedi. Müdür, “Beyefendi, Cumhurbaşkanımız şu anda plajda olduğu için 54 Iğdır Sevdası mayo giyilmesini herkesten istiyoruz” dedi. Çavuş Emmi, “Ben baldır bacağımı kimseye göstermem. Ama çok ısrar ediyorsanız bana bir mayo bulun” dedi. Müdür sevinçle yanındaki yardımcılarına dönüp, “Hemen koşun! Beyefendiye mayo, gazoz, havlu ne bulursanız getirin” dedi. Akşama doğru plajdaki kumların üzerine uzanıp günün yorgunluğundan mest olmuş bir şekilde keyifle uyuyordum. Bir ara Çavuş Emmi’nin, nereden bulduğunu bilmediğim bir kürekle üzerime kum attığını hissettim. Ooh ne keyif verici bir duyguydu! Sıcak kumlar akşam serinliğinde hafif ürpertiyle üşüyen bedenimi sarınca uykum daha da derinleşiyordu. Üzerimdeki kumun ağırlığı artınca gözlerimi açıp merakla kendime baktım. Bu arada yanı başımızda beni gıptayla seyreden tonton bir hanımla göz göze geldim. Kadın sanki, “Keşke birisi de beni böyle kuma boğsa!” der gibiydi. “Çavuş Emmi, bu şirin hanım istiyor ki onun da üzerine kum örtesin” dedim. Çavuş Emmi, yarı utangaç “Nahêle!” (Bırakmaz!) dedi. “Hayır, dedim, kadın bunu özellikle benden rica etti! Zahmet olacak dedi” diyince Çavuş Emmi, iki avucunu tükürükleyip, “İiiiiiii! Ez bavê Ehmed’ım!” deyip hücuma geçti. Şişman kadın ne olduğunu anlayamadan üzerine atılan kumların sıcak duygusuyla poposunu yukarı çevirip uzandı. Aradan bir saate yakın bir zaman geçti. Çavuş Emmi, kan ter içinde çalışmasına rağmen kadının iki poposu hâlâ iki Diyarbakır karpuzu gibi açıkta kalmıştı. Çavuş Emmi güçten düştüğünü anlayınca elindeki küreğin tersiyle kadının poposuna bir tane indirdi: “Mübarek kadın! Sen Ağrı Dağı’san, Heyderpeşe vapurusan! Niye kapanmırsan?” dedi. “Niye men Ata’yı yemişem, yooox...” 30 Ağustos bayramının arifesiymiş. Iğdır Belediye Başkanı, zabıta görevini yürüten Çavuş Emmi’ye önemli bir görev vermişti. “Evladım, yarın sabah erkenden Atatürk’ün büstünü depodan çıkar, belediye binasının önündeki ayaklı sehpanın üzerine yerleştir! Erkenden evden gelmen zor olabilir. Depoda bir yatak var, istersen geceyi de orada geçir!” diye emir buyurmuş. Çavuş Emmi, o gün geç saatlere kadar kahvede fanti oynayarak vakit öldürmüş. Saat gece yarısına doğru gelince, Çavuş Emmi belediye binasının arka bölmesindeki kuytu bir köşede yer alan, insana ürperti duygusu veren depoya gitmiş. Elektrik olmadığı için kibrit yakarak yatağı zar zor bulup kendini üze55 Aziz Güney rine atmış. Korkusunu yenebilmek için de eline geçirdiği bir baltayı “Ne olur ne olmaz” diyerek yatağının altına sokmuş. Bu garip depoda uykusu bir türlü gelmiyormuş. Bir zaman sağa sola dönerek kendisini oyalamış, uyuyamayacağını anlayınca pencereden dışarı bakakalmış. Ortalığı güçlü bir ay ışığı aydınlatıyormuş. Bembeyaz ışık huzmesi pencereden içeri giriyor, deponun içindeki eşyaları insana ürperti veren biçimlere sokuyormuş. Çavuş Emmi bundan sonrasını kendisi şöyle anlattı: “Birdenbire korkuyla irkildim. Nasıl olmasın dı ki! Adamın biri pencerenin yanı başında durmuş beni gözlüyordu. Hem de hiç kıpırdamadan. Korkumu yenmeyi başardığım an, “Sen kimsen!” diye bağırdım. Ses çıkmadı. Korkum daha da fazlalaştı. Olur ya adam Türkçe bilmiyor diye bu kez, “Tu ki yi?” diye Kürtçe sordum. Yine cevap yoktu. Korkum daha da artmıştı. Kendimi bu adamdan korumak için elimi yatağımın altındaki baltaya uzattım. Kaptığım gibi adama fırlattım. Ortalığı büyük bir gürültü doldurdu. Kendi kendime, “Eyvah adamı öldürdüm!” dedim. Bu kez, bir insan öldürmenin korkunç acısıyla yarı baygın bir halde yatağın üzerinde öylece kalakaldım. Biraz kendime geldiğim zaman öldürdüğüm bu adamı yakından tanımak için kibriti yakıp pencereye yaklaştım. Yere bakınca bir de ne göreyim, meğerse ben Atatürk’ün büstünü öldürmüşüm! Demek ki ay ışığında Atatürk’ün büstü gaipten bir adam gibi bana görünmüştü. Alelacele büstün kırıklarını bir naylon torbaya koyup çöpe attım. Sabah olunca Belediye Başkanı sinirli bir şekilde depodan içeri girdi: “Atatürk’ün büstünü niye dışarıya koymadın?” diye sitem etti. “Ne büstü?” diyerek işi pişkinliğe vurdum. “Nasıl, ne büstü, burada Atatürk’ün büstü vardı, ne oldu?” diye ses tonunu yükseltince , ben de kızgınlıkla, “Ne bileyim! Niye men atayı yemişem, yooox...” dedim. Belediye başkanı ikna olmuş bir şekilde depodan ayrıldı. “Osman Bey, buyur geç!” 1950’li yılların Iğdır’ında motorlu araçların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Kasabanın sokaklarında genellikle fayton ve “daşka” denilen atlı arabalar turlardı. Bir gün Belediye binasının önünde bir faytonla daşka çarpışmışlar. Kimin suçlu olduğuna dair yapılan tartışma öylesine büyümüş ki belediye başkanının müdahalesini gerektirmiş. O zamanlar yasalara göre ilçe trafiğinden sorumlu olan belediye başkanı, Çavuş Emmi’yi huzuruna çağırıp, “Yanına bir boş sandık al, sokağın 56 Iğdır Sevdası ortasına koy, üstüne çıkıp gelip gidene yol göster!” demiş. Çavuş Emmi, kendisine söylendiği gibi boş bir sandık bulup caddenin ortasına koymuş, üzerine çıkıp büyük bir ciddiyetle sokak trafiğini yönetmeye başlamış. Ancak, başkanın “gelip giden” sözünü sadece atlı arabalar için değil aynı zamanda yayalar için de anladığından, ortaya ilginç bir durum çıkmış. Örneğin Çavuş Emmi, kasabanın ileri geleni ve saygı duyduğu Osman Ataman’ı caddede yürürken gördüğü zaman, tüm yayalara, “yerinizden kıpırdamayın, sen de dur, sen de dur!” diye bağırıyor, sonra nazik bir sesle Osman Ataman’a dönerek, “Osman Bey, buyur geç!” diyormuş. Sindin Neçedir? Yıl 1975. Rahmetli Medet ve Mecit Beylerle beraber Tebriz’de bir otele kayıt yaptıracağız. Pasaportlarımızda ki bilgiler Latin alfabesiyle yazılmış olduğundan resepsiyon memuru: “Ağam, men bundan kanmıram, men sorum siz söyleyin!” “Tabii, buyurun sorun.” Önce Medet ve Mecit Beyler soruları cevapladılar. Sıra bana geldi: “Sindin neçedir? (Yaşınız kaç?)” “50” Bir yüzüme bir söylediğim rakama baktı. İnanamadı. “Yok canım! Siz çok gençsiziniz! Men buraya 35 yazacam.” Memur bey, Cezamı Ver Gideyim! Fi tarihinde Yaşar (Aydın) yeni şoför olmuş ama henüz ehliyet almamıştı. Bir gün Doğubeyazıt-İran sınır kapısına gitmek için beraber yola çıktık. Yaşar gayet nizami bir şekilde sağ şeridi izliyordu. Birden yolun 100 metre ilerisinde sol tarafta bir trafik polisi belirdi. Memur görev yapmıyordu. Şehir merkezine gitmek için vasıta bekliyordu. Yaşar, sanki memur ‘Dur!’ demiş gibi arabayı sola kırdı, gitti trafik polisinin önünde durdu: “Memur bey! Vallahi ehliyetim yok!” Duruma polis de şaşırmıştı. Kendi ayağıyla gelmiş kısmeti geri çevirecek hali yoktu: 500 lira ceza yazdı. Meslek Serüvenim Ortaokuldaki yedek öğretmenlik görevimden ayrıldıktan sonra sinemacılığa başladım. 1952-53 yıllarına kadar yalnız bu mesleği icra ettim. Bu arada sinemacılığın yanı sıra inşaat müteahhitliği işlerine de girdim. Devletten ihale alıp, istenen bir projeyi uygulamaya koyuyorduk. Bu taahhüt işlerimin bir sonucu olarak Doğu Anadolu bölgesinde gitmediğim 57 Aziz Güney yer kalmadı. Bu görevim ta birkaç yıl öncesine kadar kesintisiz devam etti. Severek ve isteyerek yaptığım bir işti. Bu yüzden, ‘Mesleğiniz nedir?’ diye sorulduğu zaman ‘İnşaat Müteahhidi’ diye cevaplıyorum. 1965 yılında sinemacılığı tamamen bıraktım. 1975’den itibaren de İthalat ve İhracat işlerine başladım. Ararat şirketinin 1976 yılında kapanması yüzünden bir süre İthalat ve İhracattan uzak kaldım. 1996-97 yıllarında Rusya’dan kereste ithal eden bir şirketle çalışmaya başladım. İki sezon, uçsuz bucaksız ormanların diyarı Sibirya’da kaldım. Sibirya Sürgün(!) Günlerim Halk diline yerleşmiş olan, ‘Sibirya’ya sürülmek!’ deyimi artık anlamını yitirmiş. Bugünlerde Sibirya doğanın tanımsız güzelliklerini cömertçe sergileyen bir tatil yeri! Ural dağlarından başlayarak sonsuz bir derinliğe uzayan dümdüz bir ovada, nehirlerin ve ormanların arasında doğayla baş başa kalmanın ürpertisi ve mutluluğunu bir arada yaşıyorsunuz. Ağaçlar sanki tornadan çıkmış gibi dümdüz ve aynı boyda. Kesim zamanı buradaki ağaçlar, ‘kesilsin, kesilmesin’ diyerek tasnif edilmiyor. Mühendisler ormanın hangi bölgesinde kesim yapılacağına önceden karar veriyorlar. Devasa ağaç biçme makineleri ormanın bir ucundan girip, çayır makinesi gibi önüne gelen bütün ağaçları deviriyor ve soluklanmadan kocaman bir bölgeyi kısa bir sürede dümdüz ediyorlar. Bu kez arkadan gelen otomatik makineler dalları buduyor, ağaç gövdelerini römorka yüklüyordu. Bütün bunlar el değmeden oluyordu! Asıl şaşırtıcı olan tabiatın burada ki cömertliğiydi. Bir yıla kalmadan kesilmiş ağaçların köklerinden yeni sürgünler boy veriyor, cansız gibi görünen kütükler filizleniyordu. Bir keresinde bizi helikopterle bir bölgenin üzerine götürdüler, aşağısı göz alabildiğine ormandı: “Gördüğünüz bölgede daha önce kesim yapılmıştı. Ama gördüğünüz gibi şimdi tekrar her yer orman!” Kaldığımız şehir, kışın kara gömülüyordu. Bir gün arkadaşlarla beraber bir iş takibi nedeniyle Hükümet Konağına gidiyorduk. Birden karşımda her tarafı bembeyaz mermerle örülmüş şato gibi bir bina çıktı! Duvarlar, balkonlar hepsi mermer! Bu zenginlik yetmezmiş gibi bahçedeki bütün heykeller de beyaz mermerden yapılmıştı. Ben bu zenginliğe gıptayla bakarken, yanımdaki tercüman: “Bunlar kardan yapılmış. Bu şehirde yıllardan beri devam eden bir gelenek var: İlk kar düştüğü zaman sanatçılar bir araya gelir, kardan heykeller yapar, Hükümet konağını da karla kaplatırlar.” 58 Iğdır Sevdası Bir yaz sezonu yine Sibirya’daydım. Doğanın orta yerinde gönlümüzce piknik yapıyorduk. Soğuk sular her yerden akıyordu. İmrendim, çıplak ayaklarımı suya soktum. Akşam olunca iki ayağımda şişmişti. Meğerse soğuk yüzünden kılcal damarlarım iltihaplanmıştı! “Sırrı Atalay’ı biz ortaya çıkardık” 1950 Genel Seçimlerinden hemen önceki siyasi durum şöyleydi: Ben aktif olarak DP saflarında görev aldığım halde, o zamanın koşulları gereği, arkadaşlarımın bir kısmı CHP içinde yer aldıklarından, onların kongre davetlerini kabul eder, birlikte aynı partinin üyesi gibi çalışırdık. Seçimlere yakın bir zamandı. CHP milletvekili listesinin hazırlanması için Kars’ta toplanacak olan kongreye davet edilmiştim. O zamanlar milletvekili listelerini, partinin ileri gelenleri, belediye başkanları ve il genel meclisi üyeleri birlikte tespit ediyorlardı. Böylece Mecit Bey (Hun), Hacı İsa (Yiğit) ve ben birlikte kongreye katılmak için Kars’a gittik. Kongre günü yaklaşık 300-40 delege iki liste üzerinde hararetli bir tartışmaya girmişlerdi. Her iki aday listesi Azeri ve Terekeme isimlerle doluydu. Aralarında tek bir Kürt ismi yoktu. Her iki liste taraftarları, toplam delegenin üçte birini oluşturan Kürt delegasyonunu bir “jokey” olarak değerlendiriyor ve üzerimizde siyasi bir baskı oluşturuyordu. Oysa bizim gönlümüzde bir Kürt adayını listelerden birine sokma düşüncesi vardı. Gruplara ne istediğimizi ilettik. Onlara da, “Önerinizi kabul ediyoruz yeter ki bir aday ismi belirleyin” dediler. Ben, Mecit Bey ve Hacı İsa bir araya geldik. Hacı İsa, delegelere doğru, “Kürt delegeler! Kürt delegeler! Buraya toplanın!” diye bağırdı. Aşağı yukarı 150-160 kişi etrafımızda halka oldu. O zamanlar ben ve Mecit Bey’in 24-25 yaşlarındaydık. Milletvekili seçilmek için gerekli olan 30 yaş koşulunu doldurmuyorduk. Bunun üzerine Ticaret Odası Başkanı Abdürrezak Bey’e bu teklifi yaptık. Abdürrezak Bey, okur yazardı ve Iğdır’ın tanınmış bir ailesine mensuptu. Ancak kabul etmedi. Bunun üzerine Hacı İsa’ya dönüp, “Dayı gel seni aday gösterelim” dedik. O da, “Benimle dalga mı geçiyorsunuz!” diyerek ciddiye almadı. Delegelere sorduk: “Tahsilli ve yaşı otuzun üzerinde bir Kürt ismi bilen var mı?” Bir yaşlı delege öne çıkıp, “Abbas Beyin oğlu hakimdir. İsterseniz Abbas Beye bir soralım” 59 Aziz Güney Abbas bey çok geçmeden aramıza katıldı. “Oğlum Sırrı, hakim olarak Bingöl Kiğı’da görev yapıyor. İsterseniz kendisine bir telgraf çekip görüşünü alalım” dedi. Sırrı Bey’e yıldırım bir telgraf çektik:”CHP’den Kars Milletvekili olarak aday göstermek istiyoruz. Eğer kabul ediyorsan Seçim Kuruluna bildir” Ertesi gün Sırrı Bey’den cevap geldi: “Kabul ediyorum. Seçim Kuruluna da müracaat ettim” Bu şekilde Sırrı Bey’in ismi listeye girdi. O seçimlerde CHP, Kars ve Malatya’da seçimleri kazanınca Sırrı Bey de parlamentoya bizim sayemizde girmiş oldu. Sırrı Bey yetenekli bir insandı. Halkın haleti ruhiyesini çok iyi biliyordu. Birleştiriciydi. Kesinlikle ırkçılık ve zümrecilik yapmazdı. Bu yüzden kısa sürede kendisini Kars halkına sevdirdi. Sırrı Bey gerek parti genel merkezinde gerekse de il teşkilatında söz sahibi olduğu için biz Iğdır delegesinin her zaman desteğini alırdı. Ancak biz, onun isteklerini yerine getirmekten ziyade, o bizim isteklerimize göre hareket etmek durumundaydı. Birkaç kez de bu nedenle karşı karşıya gelmiştik. Bir seçimde Iğdır gurubu Hasan Yıldırım’a oy vermeye eğilim gösteriyordu. Halbuki Sırrı Bey kesinkes Hasan Yıldırım’a karşıydı. Biz Sırrı Bey’e rest çekip, oylarımızla Hasan Bey’i liste biri yaptık. “Aman Aziz Bey uydum şeytana” 1950’li yıllar... Doğu Anadolu’nun Kafkasya’ya uzanan en uç noktası olan Iğdır ilçesinde o zamanlar en önemli eğlence yeri, sahibi olduğum Aras sinemasıydı. Halk büyük bir sabırsızlıkla seansları ve yeni filmleri bekler, mahalle duyurularına kulak verip saati geldiğinde heyecanla kasabanın tek sinemasına akın ederdi. Beni tanımayan yoktu. Ben de herkesi tanırdım. İnsanlar benim sinemaya hoşça vakit geçirmeye geliyorlardı. Ben de canım sıkıldığı zaman kasabanın kulübüne gider dostlarla vakit öldürürdüm. Kulübe sıkça gidenlerden birisi de bana çok yakın bir dostumdu. Önceleri kendi halinde, mazbut karakterde olan bu dostum son zamanlarda kumara aşırı merak sarmış, vaktinin büyük bölümünü kulübün gizli odalarında büyük paralarla oynanan kumara vermişti. Arada bir benden de borç para ister, kazandığı zaman geri öder yoksa da bana uzaktan elini sallayarak, “Ne yapayım kaybettim!” gibisinden üzüntüyle başı öne eğik giderdi. Bu davranışından utanç duyar, “içimdeki şeytan “ dediği kumar güdüsüne yenik düşmek onu kendisiyle anlamsız bir hesaplaşmaya iterdi. Kış günüydü. Yazıhanemde oturmuş, sobanın tatlı sıcaklığında günün 60 Iğdır Sevdası hesaplarını gözden geçiriyordum. Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri, yakasını kumar belasına kaptırmış dostum girdi. Üzgün ifadesiyle masanın yanı başındaki iskemleye çöktü. Bir şey söylemeden ani bir refleksle yerinden doğrularak demir maşayı kaptı, odun sobasının içine soktu. Ben onun bu davranışına bir anlam verememiş, hayret dolu bir duyguyla öylece bakakalmıştım. “Maşayı niçin sobaya koydun?” diye sordum. Dostum sanki benim sorumu işitmemiş gibi, “Aziz, artık kumarı bırakacağım!” dedi. Ben de sevinçle, “Çok iyi edersin!” dedim. Dostum, birkaç adım bana doğru yaklaşarak, “Ama senin yardımınla terk edeceğim” dedi. Yutkundum. “ Ben sana nasıl yardım edebilirim?” diye sorunca sağ elini bana doğru uzatarak, “Elimi dağlayacaksın!” dedi. “Dağlamak mı?” diye şaşkınlıkla karşı gelince, dostum yalvarır bir sesle, “Yemin et, dağlayacaksın” diye ısrar etti. Ne kadar inatçı olduğunu bildiğim dostumu ikan edemeyeceğimi anladığım için, kendi kendime, “Bari maşa çok ısınmadan eline dağı çekeyim” dedim. Sobadan çektiğim maşayı sağ elimde tutarak ve sol elimle onun sağ eline bastırıp, uzun bir hat üzerinde maşayı etine yapıştırdım. Yanık et kokusu burnumuzu doldurdu. Ben hem üzgün hem de dostumun bu naçiz isteğini yerine getirmiş olmanın görev sorumluluğu içindeydim. Acısını dindirmek için yaranın üzerine dış macunu çektim. Dostum mutlu bir yüz ifadesiyle, “Allah razı olsun!” deyip çıkıp gitti. Aradan bir-iki gün geçti. Dostumu bir ara sokakta , sağ eli askıya alınmış vaziyette gördüm. Meğerse yarası iltihaplanmış, kolu şişmişti. Kendi kendime, “Birkaç gün acı çeker ama kumar belasından hiç olmasa kurtulur” diye fikir yürüttüm. Akşama doğru kulübe gittim. Böyle zamanlarda tüm gizli odaları dolaşır, kim var kim yok, kolaçan ederdim. Odalardan birisine girdiğim zaman bir de ne göreyim! Elini bana dağlatan dostum, askıya alınmış sağ elini masanın üzerine koymuş, sol eliyle de yapabildiği kadarıyla kağıt oynuyordu. Beni görünce yüzü kızardı. Ben hiçbir şey olmamış gibi oradan uzaklaştım. Ertesi gün sokakta yürürken karşıma çıktı. Mahcup bir şekilde, “Aziz Bey, şeytana uydum!” dedi. “Mademki şeytana uyacaktın niye elini dağlattın?” dedim kızgınlıkla. Dostum çaresiz bir şekilde, “Aziz Bey siz bilmiyorsunuz bu şeytanın ne menem bir şey olduğunu, vallahi beni yine kandırdı” 61 Aziz Güney “Oğlum bu kağıtları değiştir” Mustafa isimli Şavşatlı, o zamanlar “Gezici Başöğretmen” denilen bir ilkokul müfettişimiz vardı. Köy köy dolaşır, ilkokulların sorunları hakkında rapor hazırlardı. Mustafa Hoca oldukça cimriydi. Aradan yıllar geçmesine rağmen, Topçu sınıfında yaptığı askerlik günlerinden kalma çizme ve külot çorapla dolaşırdı. Onun bu katı cimriliği içimi depreştirir, ne yapıp edip onu tuzağa düşürme hayallerine sevk ederdi. Bir gün oturmuş Mustafa Hocayla yöre halkının dilinde “Fanti” olarak bilinen bir çeşit kağıt oyunu oynuyorduk. Kaybeden çay parasını ödeyecekti. Çay parası bile Mustafa Hoca için oldukça yüklü bir meblağ olduğundan işi ciddiye alıyor, kendisini pür dikkat oyuna veriyordu. Ben ise işin hilesindeydim.Yanımda getirdiğim arkadaşlara, “Hocayı konuşmaya tutun!” diye kaş göz ediyordum. Hoca konsantre olmaya çalışıyor ama kendisini lafa tutan arkadaşlar yüzünden dikkatini kaybediyordu. Bunu fırsat bilip el çabukluğuyla “Fanti” dediğimiz valeleri önümdeki kağıt destesinden aşırıp tekrar oyuna sokuyordum. Bazen öyle oluyordu ki kağıt destesi içindeki toplam vale sayısı dört olduğu halde ben 8-10 vale oynamış olurdum. Oyun uzadıkça uzadı. Oynanan bütün oyunları kazanmıştım. Sonlara doğru ortalık sakinleştiği için olsa gerek, Mustafa Hoca nihayet dikkatini oyuna verebilmişti. En son eli oynarken benim altı, kendisinin de iki vale oynadığını fark etmiş, oyun sonra erince, garsonu yanına çağırıp, “Evladım, bu kağıt destesinde sekiz vale var. Bize başka bir deste getir” demesin mi! “Ben ona göre az yiyeydim” Mustafa Hoca cimriliği yüzünden normal saatlerde lokantaya gitmezdi. Öğlen yemeğini saat 2-3 civarında yerdi. Bunun nedeni, lokanta sahipleri öğlen saatlerinden artan yemekleri ucuza elden çıkartır, günün hesabını erkenden kapatırlardı. Bu şekilde Mustafa Hoca karnını ucuza doyurmak şansı bulurdu. Bir gün Mecit Bey, Eyüp Serhat ve Mustafa Hocayla oturmuş sohbet ediyorduk. Saat öğlene doğruydu. “Hadi gidip yemek yiyelim!” dedim. Yöre geleneklerine göre, yemeğe davet eden parayı da ödediği için, Mustafa Hoca bu önerimi sessiz ve mutlu bir şekilde karşıladı. Oysa benim onun için hazırladığım tuzağı bir bilebilseydi!. Süphan Güneş ve Rasim Ağa’nın birlikte çalıştırdıkları lokantadan içeri girdik. Arkadaş grubum masaya yerleşirken, ben de bir fırsatını bulup, 62 Iğdır Sevdası kasada oturan Rasim Ağa’ya yaklaştım, fısıldar gibi, “Rasim Ağa yemek sonunda eğer Mustafa Hoca, “Bunu Aziz Bey’in hesabına yaz!” derse siz, “Olmaz!” diye karşı çıkın” dedim. Rasim Ağa, başını sallayarak, “Olur!” dedi. Masaya oturup keyifle siparişlerimizi verdik. Mustafa Hoca, bedava yemek bulduğu düşüncesiyle siparişlerini iki kat veriyordu. İki pirzola, iki salata, iki cacık... Bütün bir haftanın stokunu yapıyor gibi önüne konan her şeyi büyük bir iştahla yiyordu. Nihayet yeme içme faslı sona erince garson tabağın içinde hesabı masaya koydu. Elimi ceketimin cebine atıp cüzdanımı çıkarır gibi yaptım. Birden, “Eyvah cüzdanımı diğer ceketimin cebinde unutmuşum” diye feryat ettim. Çaresiz diğer ceplerimi yoklar numarası yapıp Mustafa Hocayı param olmadığına tamamen inandırdım. Mustafa Hoca’ya dönerek, “Hocam bu hesabı siz verin ben sizinle sonra ödeşirim” dedim. Mustafa Hoca bunu yapmaya istekli çıkmadı. “Rasim Ağa’ya söyleyin hesabınıza yazsın!” diye akıl verdi. Ben zaten bunu söyleyeceğini bildiğim için daha önceden tedbirimi almıştım. “Rasim Ağa, bir zahmet buraya kadar gelir misiniz!” diye bağırdım. “Rasim Ağa, cüzdanımı evde unutmuşum. Size zahmet bu hesabı deftere yazın sonra öderim!” dedim. Rasim Ağa, kendisinden istediğim rolünü çok iyi yaparak, soğuk ve ciddi bir sesle, “Yediğinizin parasını verin!” dedi ve uzaklaştı. Ben de onun arkasından, “Yahu ne sinirli (!) bir adam!” diye yorum yaptım. Bu kez cebimdeki 50 kuruşu çıkarıp masanın üzerine koydum. “Neyse ki kendi yemeğimi ödeyecek kadar üzerimde para varmış!” dedim. Mecit ve Eyüp de aynı şekilde kendi hesaplarını ödediler. Mustafa Hoca kan ter içinde cüzdanını çıkardı. Eli titreyerek parasını masanın üzerine koyarken, “Sizin bu yaptığınız namussuzluktur. Deyeydiniz ben de ona göre az yeseydim” dedi. “Dinimden dönüm, bu sende kaldı!” Hüseyin Ali Bey adında, Rusya’da eğitim görmüş ve uzun yıllardan beri Ticaret Odası genel sekreterliğini yapan yaşlı bir dostum vardı.. Ticaret yaşamının rüşvet gibi kısa yollarını beceremediği için her zaman kendisini para sıkıntısı içinde bulurdu. Bir gün yazıhaneme gelip, “Ay Eziz Bey, axır men ölürem!” dedi. “Xeyir ola! Ne oldu?” diye merakla sorudum. “Eziz Bey, bütün memurlar rüşvet alır, ama menim rüşvetim yoxtu, maaşım da azdı. Dene axır, men ne edim?” O şekilde sessizce oturup birbirimize bakıştık. Kalkıp gitmeden önce, “Bildiğin adam falan olursa, ne iş olursa olsun, bana gönder işlerini yapıp 63 Aziz Güney biraz rüşvet alacağım” dedi. O yıllar Tuzluca’da Ticaret Odası olmadığından, oradaki tüccârlar evrak işlerini yürütmek için Iğdır’a gelmek zorundaydılar. Bir gün Tuzluca’dan bir dostum gelmişti. Ticaret Odasındaki işlemleri için benden yardım istedi. Önümdeki manyetolu telefona sarılıp, Hüseyin Ali Bey’e, “Emmi sana bir adam gönderiyorum onun işini acele yap!” dedim. “Gönder gelsin da!” diye cevapladı. Dostum ayrılmadan önce, “Hüseyin Ali Beye biraz harçlık bırak!” diye tembihledim. Tacir dostum, işlemlerini tamamlandıktan sonra Hüseyin Ali Beye on lira harçlık verip Tuzluca’ya dönmüş. Öğleden sonra bir zamandı. Telefon çaldı. Hüseyin Ali Bey, neşeli, “Eziz Bey, gönderdiğin kazı yoldum!” dedi. “Yoldun mu! Xeyirli olsun. Bari tüylü müydü?” diye sordum. “Eyiydi, yaxcıydı. İndi meni dinle, yarın sen menim misafirimsen. Kerem Emmi’nin orada bozbaş ayırtmışam” dedi. “Ben gelmeyeceğim. Senin iki elin sıkıntıda. Biraz para kazan ondan sonra...” Hüseyin Ali Bey, davetinde ısrarlıydı. “Yoooo!” diyerek kararlı şekilde beni ikna etti. Ben de kabul ettim. Akşama doğru yazıhaneden çıkıp arkadaş grubumla buluşmaya gittim. Mecit Bey ve Eyüp Serhat’ı bir kahvede oturmuş çay içerken buldum: “Hüseyin Ali Bey bizi bozbaşa davet ediyor” dedim. İkisi de şaşkınlıkla, “Ama nasıl olur, Hüseyin Ali Bey’in eli darda, bunu herkes biliyor” diye çıkıştılar. “Canım sizin ne işinize! Yarın Kerem Emminin lokantasında buluşuyoruz.Yalnız ben içeri girdikten sonra arkamdan birer birer gelin” dedim. Ertesi gün öğlen saatine doğru Kerem Emmi’nin lokantasına gittim. Hüseyin Ali Bey bir köşedeki masaya kurulmuş heyecanla beni bekliyordu. Bozbaş kâselerine ekmek doğramış, üzerine limon sıkmış, hülâsa her şeyi hazır etmişti. Masaya oturunca kısa bir hoş sohbete daldık. O anda Mecit Bey ve diğerleri birer birer gelip, sanki hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi, “Vay bu ne tesadüf!” diyip masamıza oturdular. Her şey planladığım gibi gidiyordu. Masanın ilk sahipleri nezaketten hesabı üzerlerine aldıkları için bu durum Hüseyin Ali Bey’i tedirgin etmişti. Yemek sırasında Hüseyin Ali Bey, ödemek zorunda kalacağı hesabın 64 Iğdır Sevdası korkusuyla paniğe kapılmış gibiydi. Bir yandan elleri titriyor, bir yandan da lokmalarını çiğnemeden yutuyordu. Yemeğin tam ortasında ellerini telâşlı bir şekilde peçeteye silip, kulağıma eğildi: “Aziz, dinimden dönüm, bu sende kaldı. Men gedirem...” dedi. Dışarı çıkıp arkasına bakmadan hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. “Niye ben Ermeni’yem!” Uzun yıllar Iğdır Ziraat Bankasında müdürlük görevini üstlenmiş bir dostum vardı. Bu görevinden emekli olduktan sonra bir gün Iğdır’a geri dönüp, eski dostlarıyla hasret gidermek istemişti. Yazıhaneme gelip, “Aziz, sana zahmet olacak, gel birlikte bankaya gidelim. Oradaki dostlara merhaba demek istiyorum” dedi. Bu şekilde banka müdürünün çalışma odasına misafir olduk. Çay içip eski günlerden konuşuyorduk. O sırada Cihangir Bey (Turan) içeri girdi. Bankadaki bir iş nedeniyle müdürle görüşmek istiyordu. Bizi orada görünce çok sevindi. Arımıza katılıp nostaljik sohbetimize konuk oldu. Cihangir bir fırsatını bulup emekli müdür dostumuza, “Müdür Bey, biliyorum bugün Aziz Bey’in misafirisiniz. Ama yarın dördünüzü birlikte öğle yemeğine davet ediyorum. Çoktandır bozbaş yemediğinizi tahmin ediyorum. Hemen İranlıların lokantasına telefon açıp yarın için en iyisinden beş bozbaş sipariş edeceğim” dedi. Akşama doğru yazıhanemdeki manyetolu telefonu çevirip, İranlıların lokantasını aradım. “İyi akşamlar! Ben Cihangir Turan” Daha sözüme başlamadan, karşı taraftaki ses büyük bir saygıyla, “Abi sizin ısmarladığınız beş bozbaş hazırlanıyor” dedi. “Oğlum, misafirlerimin sayısı çoğaldı. Sen bozbaş sayısını yirmiye çıkar. Yarın lokantanın orta yerindeki masaları güzel hazırla, üzerlerine salata türünden mezelerle donat! Misafirlerim çok önemli kimseler, masraftan çekinme!” dedim. Vakit kaybetmeden böyle günlerde suç ortağı olarak yanımdan eksik etmediğim Mecit Bey ve diğer dostlarıma telefon açıp: “Haberiniz olsun ziyafet var! Yarın saat on ikide İranlıların lokantasında buluşuyoruz. Yalnız biraz geç geleceğim. Siz Cihangir Bey’i görür görmez içeri girip masaya oturun” dedim. Ertesi gün öğlen saatine doğru kendimi bir köşeye saklayıp uzaktan lokantaya girenleri gözetime aldım. Cihangir Bey’in ardından dostlarımın da lokantaya girdiğini görür görmez, yavaş adımlarla içeri girip herkesi selamla65 Aziz Güney dım. Kendime bir yer bulup masaya oturdum. Tam o sırada içeri Laz kökenli hemşehrimiz Adil Kuk ve dört arkadaşı girdiler. Bu hesapta yoktu. Nezaketten onları da masaya davet etmek zorunda kaldık. Cihangir Bey, tedirgin bakışlarla masanın etrafındaki kalabalığa bakıyor, fakat bir türlü olup bitene anlam veremiyordu. Sonra birden oynadığım oyunu fark etmiş gibi derin bir sessizliğe büründü. Bir ara kendi kendime telâşa kapılmadım değil: “Ya yemeğin orta yerinde Cihangir Bey, tıpkı Hüseyin Ali Bey gibi kulağıma eğilip, ‘Aziz, dinimden dönüp bu sende kaldı’, derse! En iyisi o kaçmadan ben kaçayım” dedim. Sanki birisi beni dışarıdan çağırıyormuş gibi, elimi uzağa doğru sallayıp “Tamam hemen geliyorum!” dedim. Dışarı çıkar çıkmaz hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Akşama doğru telefon çaldı. Cihangir Bey oldukça dertliydi: “ Ben niye Ermeni’yem. Ben niye Erivan’dan mı gelmiştim sen bütün şehri başıma yığdın. Tamam, dostlarım geldiler ona bir şey demiyorum, peki ya o Lazlar nereden çıktı” Lazlar konusunda suçsuzdum. Hemen ileri atılıp, “Vallahi onları ben çağırmadım!” dedim. “Çobanlar bekliyor, gitmek zorundayım” Cihangir Bey’le beni birbirimize benzetirlerdi. Bu nedenle her ikimizin de başından ilginç ve hoş anılar geçmişti. Ünlü yazarımız Yaşar Kemal 1950’li yıllarda Cumhuriyet Gazetesinin muhabiri olarak sıkça Iğdır’a gelir giderdi. Bu nedenle dost olmuştuk. Ben de ne zaman İstanbul’a gitsem, mutlaka Yaşar’a uğrar hal hatırını sorardım. Bir gün Cihangir Bey, Beyoğlu’nda dolaşırken, Yaşar Kemal onu arkadan görmüş, bana benzettiği için gizliden yaklaşıp, ensesine bir tokat indirmişti. “Vay Azizciğim! Sen hoş geldin. İnsan İstanbul’a gelir de bana uğramaz mı?” diye sitem etmiş. Cihangir Bey durumu hemen fark etmiş. Bundan sonrasını Cihangir Bey şöyle anlattı: “Tokat ensemde patlayınca geri döndüm, karşımda Yaşar Kemal’i gördüm. Onu tanımıştım. Ama o beni Aziz Bey zannediyordu. “Ben Aziz değilim” diyemedim. Böylece bana “Aziz” rolünü oynamaktan başka çare kalmamıştı. Koluma girip Beyoğlu’nu birlikte arşınlamaya başladık. Sık sık, 66 Iğdır Sevdası “Vefasız Aziz! Demek İstanbul’a gelip bana uğramamakta var ha! Ben senin bildiğin o Yaşar değilim artık. Kitaplarım dünyanın her tarafında satıyor, bazıları filmlere bile konu oldu. Bak, sen sinema çalıştırıyorsun, arkadaşlarım arasında ünlü sinemacılar var. Seni onlarla tanıştırayım. Bakarsın iyi iş imkanları ve fırsatları falan yakalarsın” Baktım Yaşar Kemal işi ciddi konulara getiriyor, kurtulmak için, “Ben sinemayı sattım. Artık koyunculuk yapıyorum” dedim. Bu laf üzerine Yaşar Kemal üzerimdeki baskıyı biraz hafifletti ama yarın mutlaka gidip onu görmemi ısrarla istiyordu. Ben de söylenecek başka mazeret bulamayınca, “Vallahi çobanlar beni bekliyor” dedim. Yaşar Kemal, kafası karışık bir vaziyette yanımdan ayrıldı.” “Vay Cihangir hoş geldin!” Bir iş için İstanbul’a gitmiştim. Iğdır’a dönmeden gömlek, çorap gibi ihtiyaçlarımı karşılamak için Sultanhamam’daki toptancı dükkanlardan birine daldım. Perakende satış ikinci katta olduğu için tahta merdivenleri adımlayıp yukarı çıktım. Daha huzuru endam etmemiştim ki içerdeki kellifelli birisi, “Vay Cihangir sen hoş geldin!” diye feryadı kopardı. Ne onu hayal kırıklığına uğratmaya niyetliydim ne de kısmetimin önüme çıkardığı bu fırsatı geri tepmeye. O andan itibaren “Cihangir” rolünü oynamaya karar verdim. Satıcı, “Ne vefasız adamsın! Geçen ay İstanbul’a geldiğini duydum ama bize uğramadın” diye sitem etti. “Kusuruma kalma! Koyun getirmiştim. Alelacele Iğdır’a dönmek zorunda kaldım” diyerek işin içinden sıyrıldım. Satıcı durmadan çaylar, kahveler ikram ediyor, beni memnun göndermek için elinden geleni yapıyordu. Satıcı bir ara, “Cihangir, siparişin olacak mı?” diye sordu. “Olacak, dedim, 4-5 adet kaliteli gömlek,çorap ve iç çamaşırı ihtiyaç var” dedim. Satıcı siparişlerimi özenle beyaz bir bohçanın içinde paketledi, bohça kirlenmesin diye de bir gazete kağıdına sarıp önüme koydu. “Hesabım ne kadar?” diye sordum. “Ne hesabı! Şimdi senden para alacak değilim ya! Daha sonra faturaya eklerim” dedi. Mutlu bir şekilde oradan ayrıldım. Bir yıl sonra Cihangir, Iğdır’da sahibi olduğu konfeksiyon dükkanının siparişlerini vermek için İstanbul’a gitmiş. Sultanhamam’daki bu mağazada 67 Aziz Güney işlemlerini tamamlamış. Hesabını ödemek için kasaya gitmiş. Önüne konan faturayı ödemek için cüzdanına davranmış. Ama o sırada gözü, faturada yazılı olan, “Geçen yıldan kalma kişisel masraf tutarı” diye bir satır görmüş. Cihangir Bey, faturayı eline alıp biraz daha dikkatli okumuş, bu satırdaki masrafa bir anlam verememiş. “Ben geçen yıl böyle bir masraf yapmadım” demiş. Mağaza sahibi, “Ama nasıl olur, çok iyi hatırlıyorum, hatta bir bohça yapıp önünüze koydum” demiş. Cihangir Bey, “Hayır!” diye inat etmiş, buna karşılık satıcı da “Bu masraf size ait, parayı ödeyin!” diye üstelemiş. Sonunda satıcı Cihangir Bey’den bu faturanın parasını zorla almayı becermiş. “Nurettin Kirman iyi bir hatip ve cesur bir insandı” Nurettin Kirman anne tarafından Ayrım ailesiyle akrabaydı. Faytonculuk yaparak ailesini geçindiren babası gerçekten çok iyi bir insandı. Nurettin ortaokul mezunuydu. İyi bir hatip ve örgütleyici olduğu için kısa sürede Azerilerin önemli bir kesimini etrafında toplamıştı. Cesur ve atılgandı. Onun bu yapısı bazı çevreleri rahatsız ediyordu. O yıllarda Azeriler arasında yerli-muhacir denilen, seçimden seçime alevlenen bir sosyal kutuplaşma olurdu. Rus İhtilalinden ve Stalin’in baskısından kaçıp gelen Azeriler, kültür ve sosyal yaşam bakımından daha farklıydılar. Bu yüzden yerli Azerilerle aralarında doğal bir kutuplaşma olmuştu. Nurettin bu kutuplaşmada, yerli kesimi temsil ediyordu. Öte yandan, DP saflarında da siyasal bir kutuplaşma kendisini hissettiriyordu. Rahim Akyüz ve Sadık Tezel gurubu, Nurettin Kirman’ın karşısında güçlü bir muhalefet olarak mücadele ediyordu. Nurettin Kirman’ın öldürülmesini bu çatışmaların bir devamı olarak düşünmek gerekir. 1950-59 yılları arasında Nurettin Kirman’la DP saflarında birlikte mücadele yürüttük. Sadece bir kez ve kısa süreli olarak karşı karşıya geldik. Nurettin Kirman’ın ölümünden sonra Azeriler arasındaki Yerli-Muhacir çekişmesi de son buldu. İyi bir arkadaş ve iyi bir particiydi. Allah rahmet etsin. “Vitrinde namaz kılan hacı sen misin?” 1950-55 yılları arasında bir ara Hacı Nağdali Parlar, DP İlçe başkanı 68 Iğdır Sevdası olarak görev yaptı. Bugün İMECE döviz olarak bilinen işyerinin tam köşesindeki bina partinin ilçe merkeziydi. Bu binanın kocaman bir vitrini vardı. Sağlı sollu parti bayrakları vitrini süslüyordu. Dışarıdan bakıldığı zaman bir parti binasından çok bir işyerini anımsatıyordu. Bir gün Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Yaşar Kemal ve Fikret Otyam birlikte Iğdır’a gelmişlerdi. Hep beraber çarşı merkezinde dolaşıyorduk. Yaşar Kemal’in gözü vitrine ilişti, “Bu da ne?” diye merakla sordu. Ben de muziplik olsun diye, “DP parti binası. İlçe başkanımız Hacı olduğu için namazı vitrinde kılıp propaganda yapıyor” dedim. Yaşar Kemal söylediklerimi ciddiye almıştı. Akşama doğru yanımızda Mecit Bey olduğu halde gidip DP parti binasının tam karşısındaki Feyzullah’ın kahvehanesinde oturduk. Akşam serinliğinde çaylarımızı zevkle içip sohbet ediyorduk. Hacı Nağdali Bey parti binasından çıkıyordu. Mecit Bey, saygıyla Hacı’yı masamıza davet etti. Sonra da, “Hacı, DP ilçe başkanımız” diyerek gazeteci misafirlerimize takdim etti. Yaşar Kemal, uzun süre bir şey söylemeden konuşmaları dinledi. Sonra ani bir müdahaleyle, “Vitrinde namaz kılan Hacı siz misiniz?” diye sormaz mı! Nerden bilebilirdim ki Yaşar Kemal’in benim anekdotumu bu denli ciddiye alacağını! Hacı haklı olarak, “Kim onu söyleyen namussuz, dinsiz...” diyerek Yaşar Kemal’i iyice kalayladı. Sultanabat Beyleri Sultanabat, Iğdır şehir merkezinin doğusunda, İdirmava bölgesinin bir kısmını içeren bir semtin adıdır. Rus yönetimi zamanında, Rus hükümeti bölgedeki bazı Azeri ve Kürt ailelerine “Bey”payesi vermiş. Nasıl ki Kürtler içinde “Torun ailesi”, “Beyler” olarak seçilmişse, buna benzer şekilde Azeriler arasında da “Sultanabat Beyleri” bu görevi üstlenmiş. Bu nedenle ellerine geniş araziler geçmiş. Örneğin “Xanbaba’nın çiftliği” DSİ’nin karşısında birkaç bin dönümlük bir arazinin adıydı. Uzun yıllar süren mahkemelerden sonra mirasçılar bunun ancak 200 dönümünü hak kazandılar. Çok geçmeden onu da satıp Iğdır’ı terk ettiler. 69 Aziz Güney Xanbaba’nın Abbas ve Kaşem adında iki oğlu vardı. Kaşem kendisini trenin altına atarak intihar etti. Bir gün Xanbaba’ya, “Hangi oğlundan memnunsun?” diye sormuşlar. O da, “Vallahi ben Kaşem’den memnunum” diye cevaplamış. Halbuki Kaşem, yalancı ve ele avuca sığmaz birisiymiş. Buna karşılık Abbas efendi ve kendi halindeymiş. O yüzden soruyu soran, “Nasıl olur Xanbaba, herkes Abbas hakkında iyi konuşuyor” demiş. Bunun üzerine Xanbaba, “Kaşem’den öyle memnunam ki bilirem ne dese yalandır ama Abbas köpoğlu geh düz danışır geh yalan. Men bilmirem ne edem!” Hasan Karalar Aslen Tuzlucalı olan Hasan Karalar, omzuna kadar dökülen uzun saçlarıyla alışılmışın dışında bir görünüme sahipti. Yeni Iğdır isimli yerel gazetede yazıları çıkardı. Nedense ona buna çamur atmayı veya belirli kesimleri methetmeyi kendisine meslek edinmişti. Bu şekilde üç beş kuruş para kazanıyordu. Bir keresinde Mecit Bey hakkında ileri geri yazılar yazınca, Abdurrahman Aktaş onu bir köşede sıkıştırıp iyice haşlamış, saçlarından çekerek yerde sürüklemiş. O günden sonra Mecit Bey’e pek karışmadı. Hasan Karalar her ne kadar ağzına geleni söyleyen birisi olmasına karşın, kimseye karşı gerçekte kin tutmazdı. Saf biriydi. Son olarak onu Tuzluca’da görmüştüm. Arada bir seyyar sinema ve yaylar davaları nedeniyle Tuzluca’ya gider gelirdim. Bir gün akşama doğru onunla sokakta yürürken rastlaşmıştım. Alkole düşkünlüğü vardı. O günde çok içmişti. “Bugün çok param var. Gel sana bir kebap ısmarlayayım” dedi. Kendimi ondan zor kurtardım. Iğdır’a geldiğim zaman Hasan Karalar’ın o gece vefat ettiğini öğrendim. Allah rahmet etsin. Belediyeyle olan İstimlâk Davam 40 yıla yakın bir zamandır Belediyeyle aramda devam ede gelen hukuki bir anlaşmazlıkla boğuşup durmaktayım. Her şey 1948 yılında eski belediye binasının bitişiğindeki 600 metre karelik arsayı satın almamla başladı. Önceleri bu arsa üzerine iki-üç dükkan yaptırdım, geri kalan kısmını garaj ve yazlık sinema olarak kullandım. 1963 yılında bu arsa üzerinde geniş çaplı bir inşaat projesi nedeniyle 70 Iğdır Sevdası belediyeden ruhsat almak için müracaat ettim. Ancak belediye başkanıyla farklı siyasi platformda oluşum bu müracaatımı sekteye uğrattı. Belediye, “Bu arsa, şehir imar planında ‘meydan’ olarak tahsis edilmiştir. Beş yıl içinde istimlak etmesek size inşaat ruhsatı vereceğiz” diye bir karar verdi. Sabırla beş yıl bekledim. Tekrar müracaat ettiğimde hiçbir gerekçe göstermeden ruhsat hakkımı göz ardı ettiler. Bunun üzerine Danıştay’da Belediye aleyhine dava açtım. Danıştay, belediyenin kararını iptal etti ancak belediye buna rağmen ruhsat vermemekte direndi. 1974 yılında belediye bu arsayı istimlak kararı alıp tapu üzerine “istimlak için ayrılmıştır” şerhini koydular. 1976 yılında bu arsa için 640 bin lira istimlak bedeli kondu. Belediye, benim İstanbul’da oluşumu fırsat bilerek, banka müdürü ve hakimle anlaşarak aleyhime bir kararın çıkmasını sağladı. Bu meblağı şartlı olarak yani ikinci bir emre kadar benim adıma ödenmek koşuluyla bankaya yatırmışlar. Bu noktaya kadar her şey normaldi. Para hesabıma şartlı yatırıldığı için bana itiraz etme ve parayı reddetme hakkı tanıyordu. Ancak tam da bu noktada, nasıl olmuşsa, banka “dekont”u üzerine bu şartı yazmadan, sanki para hesabıma kayıtsız şartsız yatırılmış gibi, mahkemeye götürüp makbuzları ibraz etmişler. Mahkeme de sanki ben bu parayı almış ve bu istimlaki onaylamışım ceddinden arsaya el koyma kararı almış. Öyle ki artık itiraz etme hakkımı da tamamen kaybetmiştim. Bu haksız uygulamaya karşı avukat tutup hukuki mücadeleme devam ettim. Bir ara istimlak bedeline itiraz edip, verilen kıymeti az bulup bunun 1.5 milyona çıkarılmasını talep ettim. 22 yıl süren bu davayı kazandığım halde bu paranın ödenmesi hep askıya alındı. Bugün gelinen nokta itibarıyla, tapu, üzerinde istimlak şerhi kaydıyla, benim üzerimedir. Hukuki anlamda belediye işgalci durumundadır. Bu davanın çözümü için üç yol gözüzkmektedir: a. Belediye arsa üzerindeki işgalci durumunu sona erdirip arsayı serbest bırakacak b. Başka bir arasa tahsis edecek c. İstimlak bedelini yeniden gözden geçirecek. 1976 yılında bir dükkanının bedeli 20 bin lira civarındaydı. Bana önerilen 600 bin lirayla 30 dükkan alabilirdim. Bugün 30 dükkan tutarındaki meblağın tarafıma ödenmesi lazımdır. 71 Aziz Güney Mücadelemi gerekirse İnsan Hakları Mahkemesinde devam ettirmeye kararlıyım. Mecit Yılmaz Mecit Yılmaz’la yıllar süren bir mücadele arkadaşlığı içinde beraber oldum. Mecit Bey, vefatına kadar Mürşitali köyü muhtarlığını üstlendi. Babası, muhterem bir insandı ve aşiret içinde saygın bir yeri vardı. Gerek Mecit Yılmaz gerekse de kardeşleri hepimizin sevgisini kazanmış, renkli birer simaydılar. “Ay mikrop oldu!” Mecit Yılmaz yaş itibarıyla benden büyüktü. Bu nedenle ilkokulda birkaç sınıf ilerideydi. Teneffüs saatlerinde öğrenciler sabırsızlıkla 12 Kasım İlkokulunun geniş bahçesine çıkıp sağa sola koştururlardı.Böyle anlarda Mecit, elma yiyen kızlardan birisini gözüne kestirir, yanından hızla geçerek koluyla kızın dengesini bozar elmayı yere yuvarlardı. Sonra da, “Ay mikrop oldu!” diyerek elmayı yerden alıp kıza tekrar uzatırdı. Kız almak istemeyince, Mecit gönül rahatlığıyla elmayı sonuna kadar yerdi. “Dalları yerde kökleri havada bir bitki” Mecit Yılmaz ilkokul mezunuydu. Askerliğini jandarma onbaşısı olarak Doğubeyazıt’a bağlı Musun nahiyesinde yapıyordu. Bir ara nasıl olmuşsa askerliği sırasında Ortaokulu dışarıdan bitirmeye heveslenmişti. O yıllar ben yardımcı öğretmen olarak Iğdır Ortaokulunda görev yapıyordum. Sınav günüydü. Bugünkü PTT’nin yerinde olan ortaokul binasının penceresinden avluya bakıyordum. Tören edasıyla üç atlı jandarma okulun bahçesine girdi. Çizmeleri ve tam teçhizat silahlarıyla bu jandarmalar diğer öğretmenlerin de dikkatini çekmişti. Onbaşı önde yürüyor, iki jandarma eri de büyük bir ciddiyetle onu takip ediyordu. Sınavın başlamasına henüz yarım saat vardı. Onbaşı, öğretmenler odasına girip selam durdu, “İmtihana girmeye geldim!” dedi. Mecit Yılmaz’la göz göze gelince birbirimizi tanıdık. Hal hatır sorup sohbet ettik. “Bexte te me, aliye mın bıke, belki diploma distinim” (Aman bana yardım et diploma alayım) dedi. 72 Iğdır Sevdası “Merak etme!” dedim. Biyoloji sınavı için adaylar sıralara oturdular. Boş kağıtları öğrencilere dağıttım. Mecit’in yanına gelince, “Sakın kağıdı boş verme! Eğer cevabı bilmiyorsan aklına ne geliyorsa onu yaz!” dedim. Sınav sorusu tek hücreli kök bacaklılarla ilgiliydi. Sınav boyunca Mecit durmadan yazdı. Ben de arada bir yanından geçiyor, kağıdına göz atıyordum. Ne pahasına olursa olsun on üzerinden geçerli not olan beşi verip Mecit’i bu sıkıntıdan kurtarmaya niyetliydim. Sınav bittikten sonra kağıtları toplayıp üç kişilik sınav komitesinin önüne koydum. Kendim de masaya oturup kağıtları okumaya başladık. Ben Mecit’in kağıdını bulup bir köşeye koydum. Ama nasıl olduysa Müdüre Hanım bu kağıdı eline alıp okumaya ve çok geçmeden kahkahayla gülmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Kağıdı bize uzattı. “Allah aşkına bu kağıdı okuyun!” dedi. Kağıt elime geçince şu yazı gözüme çarptı: “Kökten bacaklılar, Hindistan’da yetişen, dalları yerde kökleri havada ağaçlara verilen isimdir. Meyveleri iki karpuz büyüklüğünde olup....” Bu yazıyı okuyan katıla katıla gülüyordu. Sıra bir not vermeye gelmişti. O anda müdahale ettim: “Müdüre hanım, eğer tiyatroya, sinemaya gitseydik bu kadar eğlenemezdik Bu öğrenci her kimse ona beş verin!” dedim. Mecit, biyolojiden geçti ama diğer derslerde takıntısı olduğu için ortaokul mezunu olamadı. “Ne de olsa bugün 25. asırda yaşıyoruz” Bir gün Mecit başından geçen şu olayı anlattı: “1960 İhtilalini izleyen günlerdi. Bir subay, yanında askerler köy yerine gelmişti. Daha ilk andan keyfi hareket ediyor, köylülere sıkıntılı anlar yaşatıyordu. Karşısına dikildim. Güzel bir nutuk çekip onu etkilemek niyetindeydim. Cümlemin içine “Mezopotamya, anayasa, vatandaşlık hakkı” gibi kelimeleri bolca serpiştirdim. Subay, karşısında ciddi bir muhtar görmenin telaşıyla kendisine çeki düzen verdi. Bunun üzerine heveslenip konuşmama daha çarpıcı bir hava kazandırmak için, “Komutanım ne de olsa bugün 25. asırda yaşıyoruz” dedim. Bu cümlenin bitiminde subay askerlere, 73 Aziz Güney “Yakalayın bu adamı! Palavracı!” diye emir verdi. Meğerse biz 20.asırda yaşıyormuşuz! Ben 20-25 rakamları arasındaki bir yüzyılda yaşadığımızı kararsız olarak biliyordum ama bunun tam olarak 20. asır olduğunu o gün öğrendim.” “Amca, bırak ben bu hırsızı ezeyim!” Bir yaz günü onbaşı rütbesiyle Mecit, yanında tam teçhizatlı iki jandarma eri olmak üzere yayla yerinde çadırımıza konuk oldu. Akşam yemeğinden sonra herkes yorgun argın uyumak için bir köşeye çekildi. Vakit gece yarısına geldiği zaman bir kadın çığlığı oba yerini doldurdu. Mecit ve jandarmalar hızla kuşanıp atlarına atladılar. Oralığı ay ışığı gündüz gibi aydınlatıyordu. Olay yerine gittikleri zaman, hırsızın yaşlı bir dul kadının yorganını çaldığını öğrenmişler. Mecit ,ay ışığında hırsızı görüp peşine düşmüş. Nihayet onu yakalayıp babamın huzuruna çıkardılar. Hırsızlığı yapan Teyo, akrabamızdı. Mecit Bey’in (Hun) Xatun isimli öz halasının oğluydu. Babam bu hırsızlık olayına çok kızmıştı. Buna rağmen Teyo’yu incitmemeye özen gösterdi. Mecit, “Amca , bırak bu hırsızı ezeyim!” diye ikide bir yerinden kalkıyor Teyo’ya saldırmak istiyordu. Sabah olunca babam Teyo’yu bir daha bu oba yerinde görünmemek kaydıyla serbest bıraktı. Teyo’nun öyküsü Teyo’nun bundan sonra başına gelenler yıllarca aşiret içinde anlatılıp durdu. Anlatılanlara göre Teyo, oba yerinden ayrıldıktan sonra, yayan olarak Iğdır’a doğru yola koyulmuş. Halfeli köyü yakınlarından geçerken kırda çalı çırpı toplayan bir kadına tecavüz etmiş. Bu olaydan sonra yakalanmak korkusuyla Iğdır’a gideceğine yönünü değiştirip İskenderun’a gitmiş. Oradan da Hatay il merkezinde bir kilise de odacı ve temizlikçi olarak görev yapmış. Gel zaman git zaman, Hıristiyan dinini kabul edip, bu kilisenin ruhani öğrencileri arasına katılmış. Bir ara İzmir’e gidip, oradaki bir kilisede görev yapmış. İki yıl burada hizmet verdikten sonra İzmir’de vefat ettiği rivayet edildi. Teyo’nun oğlu Roma’da Başpiskopos Hamit Abi (Hun) bir keresinde şu olayı anlattı: “İzmir’e gitmiştim. Nasıl olduysa uzun yıllar duyduğum rivayetlere 74 Iğdır Sevdası ve anlatımlara kulak verip, Teyo’nun izini sürmeye karar verdim. Onu bir kilisede görev yaparken buldum. Herkes onu “Peder Teyo”olarak çağırıyordu. Ruhani sakalı ve mistik görünüşüyle beni çok duygulandırdı. O da kim olduğumu öğrenince çok duygulandı. Ne de olsa hala-dayı çocuklarıydık. Peder Teyo, beni yanına oturtup epeyce nasihatte bulundu: ‘Allah benim kaderimi böyle yazdı. Ben hak yolunu buldum. Yanlış yoldasınız, siz de bu yola gelin” dedi. Ayrılmadan önce boynundaki haçı çıkarıp bana verdi. O haç halen evde özel eşyalarımın arasında saklı durur” Anlatılana göre, Teyo’nun oğlu Roma’da dini eğitimini tamamlayıp orada Başpiskopos olarak hâlen Vatikan’da görev yapmaktadır. “Biz Gêloylular her yerde varız” Gêloylu Teyo’nun Piskopos oğlu Hıristiyan aleminin en büyük ruhani lideri Papa olarak seçilirse hiç şaşmayın! Baksanıza, Mıhê Kazak dedemin torunu Hacı Nebi Göleli’nin oğlu Hamza Göleli, İran’da ciddi bir din eğitimi aldıktan sonra, “Şeyh” payesini hak kazanarak, Türkiye’deki Şii aleminin dini lideri oldu. İçtihat ve fetva verecek kadar da dünyadaki Şii ulemasının saygınlığını kazandı. Gerek Hıristiyan gerekse Şii olsun, ailemizin her iki ferdi de bizlerin medarı iftiharıdır. “Ulan ne kaz gibi bakarsın, oku da!” Ramazan ayıydı. Günü, şehir merkezinde geçiren Mecit Yılmaz köye dönmeye hazırlanıyordu. “Mecit, eve gidelim iftarını bizde aç!” diyince köye gitmekten vazgeçti. Orada burada biraz oyalandıktan sonra, iftara15-20 dakika kala, eve doğru yola çıktık. Merkez caminin yakınından geçerken Mecit Yılmaz sabırsızlıkla saatine baktı. İftara daha on dakika vardı. Müezzin de şerefeye çıkmış bir yandan güneşi takip ediyor bir yandan da saatine bakıyordu. Mecit Yılmaz, daha fazla dayanamayıp sigarası bir elinde, kibriti diğer elinde hazır vaziyette şerefeye bakakaldı. Müezzin iftar saatini doğru hesaplamak için şerefenin etrafını birkaç kez dolaştı. Mecit dayanamayıp, “Ulan ne kaz gibi bakıyorsun, oku da!” diye bağırdı. Müezzin, “Sen deli misin be adam!” diye cevaplayınca Mecit, “Deli sensin! Kolundaki saat yanlış. İftar vakti geçiyor. Sigaramı yakacağım seni bekliyorum” diye üsteledi. 75 Aziz Güney Müezzin, “Adam git işine” diye tersleyince, Mecit yerden topladığı çakıl taşlarını şerefeye doğru fırlatmaya başladı. Müezzin de onunla inada binip, “Gebersen de okumayacağım” diye bağırıyordu. Mecit, müezzinin günahına kendi günahıyla cevap vermeye kararlıydı: “Aha ben de sigaramı yakıyorum. İşte yaktım. Oh be!” Sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra, sinirleri gevşeyen Mecit’e sordum: “Mecit niye iftarını bozdun?” Mecit üzüntülü bir sesle, “Görmedin mi, sigaramı yakmasaydım cinayet işleyecektim” dedi. “İnecek var mı?” Mecit Yılmaz’la birlikte Ankara’da dolaşıyorduk. Bir ara, Ulus semtinden Kızılay’a gitmek için dolmuş taksilere binmemiz gerekmişti. 8-10 kişilik kapasitesi olan bu geniş taksilerin en arka koltuğuna kurulup yola koyulduk. Dolmuş, Sıhhıye’ye geldiği zaman, şoför, “İnecek var mı?” diye bağırdı. Mecit gür sesiyle, “Yoktur!” diye cevapladı. Mecit’in yanında oturan Yozgatlı birisi yumuşak bir sesle “Ben iniyorum” diyerek sesini şoföre zorlukla duyurdu. Ama Yozgatlının inebilmesi için Mecit’in dışarı çıkıp ona yer açması şarttı. Mecit buna istekli değildi. Yozgatlının suratına bakarak “Ben inmiyorum” dedi. Yozgatlı hakkının elinden alınmasına tepki göstererek kızgın bir şekilde, “Ben iniyorum” diye üsteledi. Mecit’in ses tonu daha da kararlı çıktı. “Ama ben inmiyorum” dedi. Bu şekilde başlayan, “İniyorum, inmiyorum” tartışması yumruk kavgasına dönüştü. Dolmuşun içinde oturdukları yerde iki komşu birbirlerini hırpalamaya başladılar. Zar zor Mecit’i indirip adamın inmesine izin verdim. “Hadi dolmuşa binelim” diyince bu kez Mecit, “Binmiyorum” dedi. “Binelim” diye ısrar ettim. Ama Mecit, “Binmiyorum” diye bastırınca yeni bir yumruk dalaşına yer vermemek için Kızılay’a yürüyerek gittik. Tezel kardeşler Cafer Sadık ve Hasan Tezel kardeşler İdirmava’nın yerlisiydiler. Hasan Tezel terzilik yapıyordu. Cafer Sadık Tezel uzun süre boşta dolaştıktan sonra Belediyeye memur olarak girdi, daha sonra zabıta amiri oldu. Her ikisi de, uzun yıllar Kürtler arasında yaşadıkları için, Kürtçe’yi ana dilleri gibi konuşurlardı. 76 Iğdır Sevdası Tezel ailesi birdenbire zenginleşip rahata kavuştu. Hasan Tezel terziliği bıraktı, iki kardeş birlikte gayri menkuller alıp, Halfeli yolundaki Ali Yardım’ın değirmeninin mülkiyetine ortak oldular. Bu ani zenginliğin kaynağı uzun yıllar sır olarak kaldı. Bir gün Hasan Tezel’le İstanbul’da karşılaştım. Aynı otelde yatıp kalkıyorduk. Bir sabah kolumdan tutup, “Gel seninle Kapalıçarşı’ya gidelim” dedi. “Ne yapacağız orada?” diye direttim. “Birkaç tane altınım var bozduracağım, yalnız gitmeye canım sıkılıyor” dedi. Bir kuyumcudan içeri girdik. Hasan Tezel, cebinden birkaç tane eski Bizans parası çıkardı. İçi çukur ve desenli bu tarihi paralardan bozdurup oradan ayrıldık. Akşam lokantada geç saatlere doğru uzayan bir sohbette, bu paraları nasıl elde ettiği konusunda Hasan Tezel’i sıkıştırdım. “Bunlar elimde kalan son paralar” diye yemin etti. “Nerden buldun?” diye sorunca gülümseyerek, “Amca oğlunuz Hacı Abbas Ağrı Dağında bulmuş” dedi. 1940-41 yıllarıydı. Iğdır ortaokulunda öğrenciydim. Bir gün Hacı Abbas yanıma gelip, “Ağrı Dağında altın yeri biliyorum. Git askeriyeden izin al, birlikte kazı yapalım”dedi. O zamanlar Hacı Abbas bana şu olayı anlatmıştı: “1914 yılında babam Erivan’a buğday almaya gitmiş. Orada bir Ermeni dostunun evine misafir olmuş. Evde 90 yaşında ve artık gözleri görmeyen yaşlı bir Ermeni de varmış. Yaşlı adam merakla, “Nereden geliyorsun?” diye sormuş. Babam da, “Korhan’dan” demiş. Bunun üzerine yaşlı adam, “Korhan harabe midir?” diye sorgulamaya devam etmiş. Babam, “Evet hâlen harabe”diye cevaplamış. Yaşlı adam, “Benim yaşım geçti. Artık Korhan’a gitmek bana kısmet olmayacak. Orada kilisenin karşısındaki son evin eşiğini kazdığınız zaman kocaman bir salt taşı çıkacak. Onun altında iki küp altın var” demiş.” Hacı Abbas konuşmasına şöyle devam etti: “Biz çocukken babam bu konuşmayı bize anlatmıştı. Daha sonraki yıllar eşkıyalar babamı öldürdüğü için ailece Doğubeyazıt’a taşındık. Şimdi Iğdır’a geri geldik ve Korhan’a gitmek için fırsat kolluyorum” 77 Aziz Güney Hacı Abbas bana bu hikayeyi anlattığı zaman kendi kendime, “Yalan! Eğer Ermeni o kadar emin olsaydı ne yapar eder kendisi gider çıkarırdı “ diyerek onun anlattıklarını kulak ardı ettim. 1950 yılında yasak bölge kalkar kalkmaz Hacı Abbas, Korhan’a gidip bu evin önünde çadır kurmuş. Yanında getirdiği işçilere, “Ev yapıyorum” havasında yer kazdırmış. Bir gün salt taşını bulunca kazıya ara verip işçileri paydos etmiş. Etrafta kimsenin olmadığı bir an salt taşını kaldırıp, altındaki iki küp altın ve gümüşten Bizans parasını sahiplenmiş. Azar azar bu paraları Tezel kardeşlere elden çıkarmış. Korhan Tarihi Şehri Eskiden bugünkü Iğdır’ın kurulduğu bölge su atındaymış. Avrupalı seyyahların yazılarından anladığımız kadarıyla, o zamanlar üç yerleşim yeri ve bir kervansaray tarihsel önem kazanmışlar. Tuzluca’ya yakın olan Karakala (Sürmeli Şehri), Ağrı Dağı’ndaki Korhan, Doğubeyazıt’a giderken tepede kurulu olan Xaraba Başar (Caf) –Yıkık Şehir- ve Taşlıca köyü yolu üzerindeki Kervansaray bunların içinde en çok bahsi geçenlerdir. Bunlardan Korhan gerek nüfus gerekse gerek binalarının tarihi karakteriyle öne çıkanıymış. Korhan Kalesinin hakimi bir kadınmış. Bugün, tarihi Korhan harabelerinde, Ermeni kilisesinin yıkıntılarını ve kısmen tahrip olmuş kaleyi görmek mümkün. Bu bölgeden fazla uzakta olmayan, Aralık ilçesi sınırları içinde kalan Axura köyü de o zamanlar tarihi bir yerleşim yeriymiş. Daha sonra bir heyelan altında kalıp yok olan bu şehrin yerine bugünkü Axura köyü inşa edilmiş. “Kürdün ve keçinin olduğu yerde orman olmaz!” Korhan tarihi kalıntılarına yakın bir yerde bir doğa harikası olan “Korhan fundalığı” ne yazık ki yıllar süren ihmal ve tahrip nedeniyle büyük zarar görmüştü. Her türden meyvenin ve ağacın olduğu bu ormanlık bölgeyi koruma altına almak için ben ve Mecit Bey bir gün Orman Bakanlığı’nın ilgili bölümüne gitmiştik. Kars Milletvekili ve Meclis Başkanı Kemal Güven de yanımızdaydı. Genel Müdür, “O bölgeyi çok iyi biliyoruz. Tetkik ettirdik ama koruma altına almamız mümkün değil” dedi. Biz merakla, “Niçin?” diye sorduğumuzda Genel Müdür, ciddi yüz ifadesiyle, “Keçinin ve Kürdün olduğu yerde biz çaresiz kalıyoruz!” demez mi! 78 Iğdır Sevdası Markara Köprüsü Ermenistan’ın Markara ve Iğdır Alican köyleri arasında kurulu olan Markara köprüsü İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1939 yılına kadar açık kaldı. Çoğunluğunu Iğdır dışından gelen tüccarların oluşturduğu ithalat ve ihracatçılar gurubu, Rusya’ya canlı hayvan gönderip bunun karşılığında bez, gazyağı ve şeker ithal ettiler. Babam, Ahmed Şemo amcamla birlikte, üçüncü bir şahsın aracılığıyla Rusya’ya canlı hayvan gönderdi. Ancak savaşın başlamasıyla Türk tarafı köprüyü olası bir Rus işgaline karşı dinamitledi. 1944-46 yılları arasında bu bölgedeki askeri birlikler Erzurum’a kadar geri çekildi. O günden sonra Markara köprüsü bir daha açılmadı. “İsmet baba... İsmet baba” 1950’li yıllardı. DP hükümetinin, İnönü’yü her yerde kuşatmaya aldığı, polis ve asker gücüyle mitinglerden men etmeye çalıştığı ibret dolu günlerdi. İsmet İnönü Kars’a gelmişti. CHP Iğdır delegasyonu olarak miting yerinde hazır bulunuyorduk. Ancak polisler İnönü’yü miting alanına sokmadılar. Paşa’yı zorla il başkanlığı binasına doğru iteklediler, sonra da binayı polis kordonuna alıp kimseyi yaklaştırmadılar. Bu durum biz partililer arasında kızgınlık ve öfke dalgasının yayılmasına neden oldu. Ne olursa olsun genel başkanımızı görüp konuşmak istiyorduk. Kalabalık bir gurup olarak polis kordonunun üzerine abandık. Aramızda Melekli köyü delegesi, yaşlı başlı, Cavat Emmi de vardı. “Cavat Emmi, sen aksakalsan. Polis kordonun arasından geç, onlar sana bir şey yapmaz. Biz de seni takip edip bu kordonu yaralım” diye önerdim. Cavat Emmi, nasıl olduysa bu kordonu yarıp diğer tarafa geçmeyi başardı. Tam “zafer kazandım” duygusuyla il binasına doğru adımlıyordu ki, polislerden biri copu arkadan Cavat Emminin kafasına indirdi. Cavat Emmi önce yere yığıldı, sonra zorlukla doğruldu. Elini kafasının arkasına, darbe aldığı yere uzattı. Parmaklarını kan içinde görünce, içinde İnönü’nün olduğu il başkanlığı binasına dönerek, derin ve duygusal bir ses tonuyla, “İsmet babaaa... İsmet babaaa... Sen bu hükümeti bunların eline niye verdin! “ diyerek feryat etti. 79 Aziz Güney Şehir Kulübü Bugünkü Azer otelinin ana caddeye açılan cephesinin köşe başında yer alan dükkanlar 60’lı yıllarda Ali Ataman’ın eşine aitti. Bir gün yanıma, o güne kadar iş ortaklığı içinde askeriyeye odun veren Mecit Bey ve Paşa Turan gelip, bu dükkanlardan birinde Şehir Kulübü açmak için benden finansman yardımı talebinde bulundular. İsteklerini olumlu görüp yardım yapmaya karar verdim. Kısa sürede masa sandalye gibi ihtiyaçlarını karşılayıp kasabanın bürokrat ve yerli zengin tüccarlarına hitap eden Şehir Kulübünü 1965 yılında hizmete soktuk. Kulüp, belirli bir kesime hitap ettiği için, pencereleri kalın perdeyle örtülüp sokaktan geçenlerin özel dikkatinden korunuyordu. Büfesi ve Amerikan barı vardı. İsteyenler ızgara türünden hafif yemekler yiyebiliyorlardı. Kumar ve içki serbestti. İçerisi temiz, hizmet oldukça kaliteliydi. İyi para kazanıyorlardı. Kulüp birkaç yıl açık kaldıktan sonra bana olan borçlarını ödemeden kapandı. Birkaç yıl sonra da, -1968-69 yılarında- Piknik Pasta Salonu hizmete girdi. “Bu kimin fötrü?” Bu kulübün en eğlenceli hatırası, Osman Ataman’ın fötrüne yaptığımız şakalardı. Osman Bey her akşam aynı saatte kulübe gelir, fötrünü kapının girişindeki çengele asardı. O zamanlar Iğdır’da, içlerinde benim de olduğum bir grup, fötr giyinmeyi bir alışkanlık haline getirmişti. Ne zaman ki Osman Bey yeni bir fötr alsa, bundan haberimiz olur, onun fötrünün yerine aynı renkte eski bir modeli koyup yenisini çalardık. Osman Bey, gece geç saatlere kadar oynadığı kumar tüm dikkatini felç ettiği için, kulüpten ayrıldığı zaman dikkatsiz bir şekilde gayri ihtiyarı fötrüne uzanır, evine öylece dönerdi. Hanımı, kocasını kapıda karşılar, çıkardığı fötrünü asmak için eline aldığında durumun farkına varıp kocasına , “Yine eve eski bir fötr getirdin!” diye çıkışırdı. Osman Bey, bu karışıklığı, aynı model ve renkten fötr kullananların çokluğuna yorumladığı için bir gün fötrü diğerleriyle karışmasın diye, içindeki mika bölmesine resmini sıkıştırmıştı. Halbuki bizim bunu bilerek yaptığımızı bir bilebilseydi! Osman Bey’in aldığı bu son önlemde bizi şakadan vazgeçirmemişti. Paşa Turan, Osman Bey’in resminin yerine kimsenin tanımadığı birisinin resmini koyunca, Osman Bey, şapkanın içindeki resme bakıp dakikalarca öylece şaşkın ve kararsız ayakta kalakalmıştı. 80 Iğdır Sevdası Hacı İsa Yiğit Hacı İsa’yla yaş farkımız 25-30 kadardı. Buna rağmen iki arkadaş gibi bir araya gelir sohbet ederdik. Birbirimizi çok sevip sayardık. Şu bir gerçek ki halk Hacı İsa’yı çok severdi. Kimseye kötülük etmez, insanların sorunlarına ortak olurdu. Buna karşın siyasi kişiliği ayrı bir çizgide devam etti. Biz CHP’li o da önceleri DP sonra AP bünyesinde yer aldı. Bunun bir nedeni kirvesi Ziya Ayrım’a yakın olmak düşüncesiydi. Onunla aynı siyasi parti içinde mücadele ediyordu. Seçimlere bir ay kala, Hacı İsa, bizim gruptan kopar, bize karşı propagandasını yapar ama seçim biter bitmez, neşeli bir şekilde yeniden aramıza katılırdı. Biz de onun bu zaafını bildiğimiz için hiçbir zaman saygıda kusur etmezdik. “Bana tokat attığınızda ..” Hacı İsa, 1950’li yıllarda hızlı bir DP taraftarıydı. Bir ara üç-dört arkadaşıyla birlikte bir Yarbay hakkında, “DP mensuplarına zulüm ediyor. Görevden alınmasını istiyoruz” şeklinde bir rapor hazırlayıp, parti genel merkezine göndermiş. 1960 İhtilali olunca, Yarbay, Iğdır bölgesinin en yüksek mülki ve askeri amiri olarak görevlendirildi. Bir gün önüne, içinde Hacı İsa’nın onun aleyhine göndermiş olduğu dilekçenin de bulunduğu bir dosya konmuş. Yarbay nihayet fırsatın kendisine gelmesinden memnun,“Gidin yakalayın bunları!” diye emir buyurmuş. Ben ve Mecit Bey, Hacı İsa’nın yakalanmasından haberdar olur olmaz, Yarbayın huzuruna çıktık. Sanki olup bitenden haberimiz yokmuş havasında sohbete daldık. Yarbay, kendisi konuyu açtı. “Beni jurnalliyenleri yakaladım. Erzurum’a göndereceğim” dedi. Biz de, “Kim bunlar?” diye sorunca önümüze bir liste koydu. Hacı İsa’nın ismi de vardı. Yarbay, Mecit Bey’e dönerek, “Sizin dayınız da bu listede!” dedi. Biz, “İsa dayımızla görüşmek istiyoruz” dedik. Yarbay kesin bir dille, “Hayır!” dedi. “Yarbayım, sizin büyük hizmetleriniz oldu. .Eğer İsa dayıyı gönderirseniz kalbimizi kırarsınız” dedik. Bunun üzerine Yarbay, Hacı İsa’yı odaya çağırttı. Hacı İsa geldiğinde durumu iyi görünmüyordu. Yanına gidip, “Dayı, sayın Yarbaydan özür dile bu dosyayı kapatalım” dedik. Hacı İsa, kurnaz ve etkili bir sözle Yarbaydan özür diledi, bağışlandı. Aynı grupta yer alan Şeyh 81 Aziz Güney Mehmet Karadeniz yıllar süren bir sürgüne gönderilecekti. “Numan Efendi bir tanedir” İsa dayı bir keresinde başından geçen şu olayı anlatmıştı: “Bir iş için Erzurum’a gidecektim. O zamanlar Iğdır’da Tapu Müdürlüğü yapan Numan Efendi, Cibranlı Halit Bey’e ulaştırmam için bana gizli bir mektup verdi. Ben de her türlü tehlikeye karşı bu mektubu uçkurlu külotumun içinde sakladım. Erzurum’a varınca, Orduda görevli olan Cibranlı Halit Bey’in huzuruna çıktım. “Size Numan Efendi’den bir mektup getirdim” dedim. Beni özel odasına alıp kapıyı kapattı. Sonra da mektubu nerede sakladığımı sanki tahmin etmiş gibi, bana yan odayı işaret edip, “Gidin mektubu çıkarın!” dedi. Onun bu önsezisi ve duyarlı davranışı beni çok etkilemişti. Mektubu eline aldıktan sonra, bana bakarak, “Numan Efendi Kürdistan’da bir tanedir. Ona sahip olun!” dedi. Bu olaydan kısa bir süre sonra Cibranlı Halit Bey yakalanıp idam edildi. Numan Efendi Numan Efendi büyük bir çaba sarf ederek dağ köylerindeki Kürtleri Iğdır şehir merkezinde iskan etmeye davet etmiş. Ancak insanlar onun bu nasihatını kulak ardı etmiş. Bir gün babama, “Temır Ağa, gel Baharlı Mahallesini senin üzerine tapu edeyim” demiş. Babam tapuyu masrafı olarak kendisinden istenen 200 altını bulmak için süre istemiş. Geri geldiği zaman Numan Efendi, talihsiz bir komploya öldürülmüştü. Numan Efendi vurulup yere düştüğü zaman yardımına ilk koşanlardan biri olan Sait Zor bir gün şunu anlattı: ”Olay yerine vardığım zaman Numan Efendi yerde yatıyordu. Bayburtlu Recep isimli şahıs, Numan Efendi’nin başını iki elinin arasına almış onu teskin etmeye çalışıyordu. Bayburtlu Recep alkollü olduğu için Numan Efendi, beni görünce, “Sait beni sen kucağına al!” dedi. “Düşmanın var mıydı?” diye sorduğumda, “Hayır!, dedi, yalnız İshak beni bir keresinde tehdit etmişti” 82 Iğdır Sevdası Bugün Numan Efendinin İshak tarafından öldürülmediğini biliyoruz. Aslen Ağrılı ve Terekeme asıllı olan “Başkatip İsrafil” isimli bir mahkeme başkatibimiz vardı. Bir gün bana, “Numan Efendiyi öldüren asker mektup gönderip vicdan azabı çektiğini yazmış” dedi. Numan Efendi öldüğü zaman, sonradan mezarlık olacak diye tek mezar olarak kasabanın bir yerine gömülmüş. Ne yazık ki bu mezar yeri hâlen kayıptır. Sait Zor, mezar yerini bana göstermek için söz vermişti ancak kalp krizinden vefat edince öylece kaldı. Noman Efendi Olayı (Aşağıda okuyacağınız metin, Merhum Sait Zor’un kısmen şahit olduğu bu trajik olayın kendi ağzından bana anlattığı şekliyle ve onun orijinal versiyonuna bağlı kalarak tarafımdan kaleme alınmasıyla yazı diline kazandırılmıştır. Aziz Güney) Birinci Dünya Harbi sonlarına doğru, 1917 Ekim devrimini izleyen yıllarda, Ruslar Doğu Anadolu’dan geri çekildikleri sırada, bölgenin (Bayazıt Vilayeti) sayılı ve saygın Kürt aydınlarından Numan (Noman) Efendi ve kimliğin tesbit edemediğimiz iki kişiyi beraberlerinde rehin alıp Rusya’ya götürüyorlar. Orada mecburi iskâna tabi tutup daha sonra Sibirya’ya gönderiyorlar. 1922 yılında serbest bırakılınca, Noman Efendi önce Suriye’ye, İbrahim Paşa Milli’nin evine gidiyor. Orada çok iyi karşılanıp altı ay süresince misafir ediliyor, hatta kendisine çeşitli görevler teklif edilerek orada kalması isteniyor. Ama Noman Efendi bu tekliflerin hiç birisini kabul etmeyerek Türkiye’ye geri dönmeye karar veriyor. Bunun üzerine İbrahim Paşa, muhafız ve rehber eşliğinde Noman Efendi’yi atlı olarak Türkiye sınırlarından içeri sokup ona karşı olan son görevini yerine getiriyor. Noman Efendi zaman kaybetmeden, Bayazıt vilayetine geri dönüyor. Vali, Noman Efendi’ye Zıtka (Eleşkirt) kaymakamlığını teklif ediyor ama o bunu reddedince, Iğdır kaymakamlığına vekâleten tayin ediliyor. Bu görevi başladıktan kısa bir süre sonra, asıl kaymakamın gelmesi üzerine, bu kez Tapu Dairesi müdürü olarak Iğdır’da görevine devam ediyor. Aradan geçen zamanla Noman Efendi, kaymakamın güvenini ve yakın dostluğunu kazanıyor. Bir gün kaymakam yokken, gayri ihtiyari bir şekilde onun çalışma odasına giriyor. O sırada masa üzerindeki evraklardan birisi dikkatini çekiyor. Bu resmi yazıda, sürgüne gönderilecek Kürt ileri gelenlerinin isimleri (Ağa ve Beyleri Sürgün Kanunu – 1926) arasında kendi ismini de görünce telâşlı bir şekilde oradan ayrılıp evine gidiyor. Akrabalarını çağırarak bir toplantı yapıyor, vakit kaybetmeden Ağrı 83 Aziz Güney Dağı’na kaçıp sığınmaktan başka çaresi olmadığını söylüyor. Gerekli hazırlıkları yaparken, aynı günün gecesi askerler evi sarıp, Noman Efendi’yi teslim alıyorlar. Ertesi gün diğer Kürt aydın ve ağaları ile birlikte Bursa’ya sürgüne gönderiliyor. Noman Efendi, iki yıl sonra çıkan af kanundan yaralanıp tekrar Iğdır’a dönüyor (1928) Kendisine bazı görevler teklif ediliyor, fakat o hiçbirisini kabul etmeyerek davavekili (avukat) olarak serbest meslek hayatına atılıyor. Bu yolla halkına daha iyi hizmet etmeyi arzulamaktadır. Noman Efendi’nin Öldürülmesi 1930 yılının Ekim ayı içinde yazıhanesinde bulunduğu sırada Iğdır’ın Azeri grubunun “çete başı”sı olarak bilinen İshak isimli şahıs içeri girerek, aleyhinde açılmış olan bir davaya vekil olarak girmemesini aksi halde başına bir belâ geleceğini söylemek suretiyle tehdit ediyor. Noman Efendi bu tehdide aldırmıyor, onun isteğine “ret” cevabını vererek İshak’a kapıyı gösteriyor. Hiddetten köpüren İshak, kapıdan çıkarken, “Noman, ben sana gösteririm. Senin sonun gelmiştir” diyip oradan ayrılıyor. Bu olayın üzerinden bir hafta kadar bir zaman geçiyor. Bir akşam vakti, dükkân komşusu Ağrı kökenli Aziz Gökbakan isimi şahısla birlikte ellerinde lüks lambası olduğu halde, dükkanların kapatıp evlerinin yolunu tutuyorlar. Evlerine varmadan karanlık sokakların birinden üzerlerine ateş açılıyor; Noman Efendi aldığı kurşun yarasıyla olduğu yere yığılıp kalırken, Aziz Gökbakan yara almadan olay yerinden kaçıp kurtuluyor. Etraftan yetişenler ağır yaralı olan Noman Efendi’yi kucaklayarak yardımcı olmaya çalışıyorlar. Bu arada Sait Zor da olay yerine gelip, yakın arkadaşı Noman Efendi’ye kimin ateş ettiğini soruyor. Noman Efendi, ateş edenleri tespit edemediğini, kimseyle bir düşmanlığı olmadığını ancak yakın zamanda İshak isimli şahsın kendisini tehdit ettiğini beyan ediyor. Bir saat kadar yaşadıktan sonra vefat eden Noman Efendi’nin öldürülmesi olayı bu şekilde dolaylı bir biçimde İshak’a mal ediliyor. Aynı gece İshak Iğdır’ı terk ediyor. Noman Efendi’nin akrabaları ve onu seven halkı bir taraftan yasla meşgulken bir taraftan da intikam için çalışıyorlar. Bir gün aralarında (Kerem Bey (Güneş), Ahmed Şemo (Hun), Temure Gulê (Güney), Ali Mirze Bey (Yiğit), Ahmede Cevobek veAbdurrezak Bey (Güneş) gibi Kürt ileri gelenleri ve Noman Efendi’nin akrabaları, Abdurrezak 84 Iğdır Sevdası (Güneş) Bey’in işyerinde oturmuş sohbet ediyorlarmış. Bu sırada Noman Efendi’nin İzmirli Hanımı içeri girerek başındaki yazmayı çıkarıp oturanların başına atmış, “Erkek iseniz Noman’ın intikamını alacaksınız, eğer almazsanız bu yazmayı başınıza bağlayarak gezin, herkes sizi böyle tanısın” diyerek ayrılıyor. Noman Efendi’nin öldürümesin izleyen günlerde intikam için gerekli hazırlıklar yapılarak üç kişi bu iş için görevlendiriliyor. Onlar da İshak’ın izini takip için ayrı istikametlere doğru yola çıkıyorlar. İshak’ın Ağrı’da olduğu tespit edilince, bu iş için Ağrı’da bulunan Iğdır Orgof köylüsü Alo ve bir arkadaşı İshak’ı misafir kaldığı evi ve sahibinin işyerini öğrenerek takibe alıyorlar. Bir gün İshak ve arkadaşı, işyerinden çıkıp öğle yemeğine geldikleri evin bahçe kapısından girmek üzereyken, Alo tarafından tabanca ile vurularak öldürülüyor. Alo kaçarken askerler tarafından yakalanıyor. İshak’ın akrabaları intikamın gerçekleşmesini “Ahmet Şemo ile Kerem Bey teşvik ve azmettirdi” diyerek suç duyurusunda bulundular. Bu şikayet üzerine Iğdır’ın saygın ve ileri gelen bu iki lideri yakalanıp Erzurum cezaevine kondular fakat delil yetersizliği nedeniyle kısa bir süre sonra beraat ettiler. Bu kez Noman Efendi’nin öldürülmesi olayını İshak ve kardeşi tarafından yapıldığı iddiasıyla adliyeye intikal edince, İshak’ın kardeşi 24 yıl ceza aldı. Tahliyesine 20 gün kala cezaevinin bahçesinde odun kırarken sıçrayan bir odun parçasının kafasına isabet etmesiyle vefat etmiş. Suikastın silahlı iki asker tarafından yapılmış olduğu bazı kişiler tarafından görülmüş olmasına rağmen o günün şartları nedeniyle Adliyeye intikal ettirilmemiştir. Bir rivayet göre Noman Efendinin arkadaşı Aziz Gökbakan, bir subay hanımına sarkıntılık etmiş, bu yüzden husumet davası gören subay iki askerini Aziz Gökbakan’ı pusu kurup öldürmeleri için görevlendirmiş ancak kurşunlar yanlışlıkla Noman Efendi’ye isabet etmiş. Hacı Talip Ağa Hacı Talip (Kalafat) Ağa, Laz kökenliydi. Uzun yıllardan beri Iğdır’da yaşıyordu. Dul kaldığı için Süphan Güneş’in kız kardeşini kendisine ikinci eş olarak almıştı. Kendine özgü karakteriyle Hacı Talip Ağa bazen kasabanın dilinden düşmeyen güzel anekdotların doğmasına neden olurdu. “Hacı Hanım gel buraya!” Talip Ağa Hac ziyaretinden dönmüştü. Bir gün bir grup arkadaşla “Hac seferiniz hayırlı olsun!” demek için ziyaretine gitmiştik. Salonda oturmuş çay içiyorduk. Talip Ağa, ikide bir, davudi sesiyle, 85 Aziz Güney “Elmas Hanım...Hacı Hanım..” diye bağırarak eşini çağırıyordu. “Misafirlerime hurma getir, zemzem suyu getir!” diyordu. Biz arkadaşlar, “Hacı Hanım!” sözüne pek bir anlam verememiştik. Çünkü Talip Ağa Hacca yalnız gidip gelmişti. Nitekim arkadaşlardan birisi merak edip sordu: “Elmas Hanım, ne zaman Hacca gitti?” Talip Ağa, “Hacdan döner dönmez beraber yattık ben de onu Hacı ettim” dedi. “Ola Kılli, ola Kılli!” Hacı Talip Ağa’nın, Keşişin Bahçesi’nin –Keşişin Bahçesi, MİT binasının karşısındaki 100 dönümlük arazi üzerinde kurulu bir meyve bahçesi idi- arkasında güzel bir meyve bahçesi vardı. O yıllar mahallede aslen Melekli köyünden gelme, belâlı bir genç vardı. Herkes onu “Kıllı” olarak bilirdi. “Kıllı geldi, Kıllı gitti..” sözü herkeste korku uyandırırdı. Yaz mevsiminde meyveler olgunlaştığında Kıllı, Hacı Talip Ağa’nın bahçesine gönül rahatlığıyla girer, geniş gömleğinin altını sıkıca bağlar, çuval gibi şişen gömleğini meyveyle doldururdu. Talip Ağa, yaşlı ve kiloluydu. Bu belâlı genci kovalamakta zorlanırdı. Bir gün Talip Ağa, elinde “keser” dediğimiz küçük saplı kesici alet alıp pusuya yatmış. Kıllı’yı yakalamak üzereyken, Kıllı tehlikeyi fark edip ağaçtan atlamış. Talip Ağa, onu yakalayacak gücü kendinde bulamadığından elindeki keseri Kıllı’ya fırlatmış. Kıllı yanına düşen keseri de eline alarak kaçmaya başlamış. Hem meyveleri hem de keseri kaybetmek düşüncesi Talip Ağayı şok emiş. Kıllı’nın arkasından, “Ola Kılli, ola Kılli! Keseri pırakta kaç! Keseri pırakta kaç!” diye bağırmış. Ama Kıllı, keseri de beraberinde götürmüş. “Ola Kılli, yediğini kus!” Kıllı belâsının vermiş olduğu zararlar Hacı Talip Ağa’yı çok üzüyormuş. Bir gün bahçıvanları ve onların çocuklarını örgütleyip Kıllı’yı tuzağa düşürmeye karar vermiş. Kalabalık bir şekilde otların altına saklanıp Kıllı’yı beklemeye koyulmuşlar. Kendisine kurulan tuzaktan habersiz olan Kıllı, bahçe duvarını aşıp ağaçlardan birine tırmanınca, ev halkı hücuma geçmiş. Kıllı kaçamayacağını anlayınca teslim olmuş. Hacı Talip Ağa büyük bir neşeyle Kıllı’yı ayaklarından ağacın dalına 86 Iğdır Sevdası asmış, kafasını da bahçe kuyusunun içine sarkıtmış. Sonra da karşısına geçip “Ola Kılli, yediğini kus!” diye bağırıyormuş. Adil Kuk Laz kökenli hemşehrilerimizin, Iğdır’ın sosyal ve ekonomik yaşantısını hem canlandıran hem de renklendiren bir rolleri olmuştur. Bunlardan, şimdi İstanbul’da Kanada Oteli’ni işleten Adil Kuk’la maceralı bir arkadaşlığım oldu. “Ha Aziz Bey! 19 Mayıs ayın kaçudur?” Bir gün ciple Taburun yakınından geçiyorduk. Askerler yaklaşan 19 Mayıs törenleri için hazırlık yapıyorlardı. Trampet ve davul sesleri ortalığı doldurmuştu. Bir ara Adil Kuk bana döndü: “Ha Aziz Bey, 19 Mayıs ayın kaçuna düşer?” diye sordu. Ben de hiç bozuntuya vermeden, “Ayın 33’ne” diye cevapladım. Adil Kuk, yarı şaşkın bir halde, “Mayıs ayı 33 mü oldu? “ diye kendi kendine söylendi. “Lastik patladı!” Bir gün Adil Kuk’la DÜÇ’de aldığımız bir müteahhitlik projesini yerinde denetlemek için ciple Aralık’a doğru yola çıkmıştık. Hasanhan köyüne yakın bir yerde yoğun bir dolu ve yağmura yakalandık. Kaza olmasın diye hızımızı kesip yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyorduk. O sırada yol kenarında mahrum kalmış iki köylünün, kendilerini doludan korunmak için sahibi oldukları tek atın altında saklanmaya çalıştıklarını gördüm. “Adil, gel şu zavallı köylüleri cipe alalım!” dedim. Adil, “İyi de atı ne yapalım?” diye sorunca, “Onu da cipin arkasına bağlarız” dedim. Karı-koca, iki köylü büyük bir minnet duygusuyla arka koltuklara oturdular. Bu şekilde ağır bir tempoyla yola devam ettik. Çok geçmeden yağmur şiddetini kaybedince Adil, hız kazanmak için gaza bastı. O anda cip sağa sola yalpalayarak yavaşladı. “Ne oldu?” diye merakla sorunca, Adil, “Lastik patladı! Lastik patladı!” diye yorum yaptı. Yağmur hâlen devam ettiği için merak edip dışarı çıkmaya heveslen87 Aziz Güney medim. Adil, cipin arkasına gittiği zaman, pencereden, “Adil ne oldu?” diye bağırınca, Adil endişeli bir sesle, “Oyyy abi at yatayu!” dedi. Ben de, “At yatıyorsa kaldır!” diye akıl verdim. “Vallahi at kalkmayu!” diye cevapladı. Koltuğumdan inmeden Adil’e akıl vermeye devam ediyordum. “Eğer at kalkmıyorsa kulağından tut kaldır!” dedim. Adil, “Yine kalkmayu!” diye cevaplayınca hep birlikte cipten inip duruma bir göz atmaya gittik. Meğerse zavallı hayvan cipin ani sürati yüzünden yerde sürüklendiği için ağır yaralanmış can çekişiyordu. Kadın, saçını başını yolarak kendisini atın üzerine attı. Ben ve Adil, çaresiz bir durumda birbirimize baka kaldık. Bu olmadık kazanın daha fazla tahribat açmasını istemediğimiz için, köylülere bir at alacak kadar para verdik. Sonra da cipimize bindirim evlerine kadar götürdük. “Bıgırın wi!” (Tutun onu!) Ben, Mecit (Hun)Bey, Paşa Turan , Fazıl Kalafat ve birkaç bürokrat pikniğe çıkmaya karar vermiştik. Bir gün önceden etleri terbiye edip şişlere dizdik, sonra da salata, içki gibi ihtiyaçlarımızı hazırlayıp iki arabanın bagajına tıka basa doldurduk. Sabahleyin erkenden Ağrı’ya doğru yola çıktık. Yolumuz Yoncalı köyüne yakın bir yerden geçiyordu. Yolun kenarında çok güzel bir çeşme görünce, orada mola verip sabah kahvaltısı niyetine bir el kebap pişirmeye karar verdik. Biz kebapları bagajdan çıkartırken, Paşa Turan da su getirmek için çeşmenin yolunu tuttu. Paşa çeşmeye vardığında köyün imamını bir köşede abdest alırken bulmuş. Selamlaşıp hoş beş etmişler. İmam meraklanıp, nereden ve kimler olduğumuzu sormuş. Paşa, laf arasında “Iğdır’dan Mecit Hun ve Aziz Güney” diyince, imam sevinerek, “Ooo! Biz akraba oluruz, birazdan gelip kendilerine hoş geldin diyeceğim” demiş. çıkıştık, dedik. dedi. Paşa, çeşmeden döndükten sonra bunları bize anlatınca kendisine “Paşa, şimdi senin yaptığın oldu mu! Rakı sofrasında imamın işi ne!” Paşa, mahcup bir şekilde, “Ne yapayım, bir kere ağzımdan çıktı!” 88 Iğdır Sevdası İmam gelmeden bazı hazırlıklar yapmam şarttı. Fazıl Kalafat’a, “Fazıl, imam geldiği zaman sen Amerikalısın.Yani gavursun.Tek kelime Türkçe bilmiyorsun” dedim. Bir yandan da Paşa’ya dönerek, “Amerikalı olan rakıyı olduğu gibi içsin bizim için de ayrana votka karıştır!” dedim. Biz hazırlıklarımızı henüz tamamlamıştık, İmam efendi de yavaş adımlarla bize doğru geliyordu. Kısa selamlaşma faslından sonra, İmama Fazıl Kalafat’ı göstererek, “Bu sarı saçlı arkadaş Amerikalı. Dünya Bankası müdürü. Bu çevredeki meraları etüt ediyor. Halka bedava inek verecekler” dedim. İmam bu habere çok sevindi. O sırada Mecit Bey pişen kebapları, ilk önce Fazıl Kalafat’a ikram ediyordu. O da ses çıkarmadan bir yandan önüne konan kebabı iştahla yiyor bir yandan da rakısını yudumluyordu. İmamın gözü rakı şişesine ilişti. Bir şey söylemek ihtiyacını duydum. “İşte böyle İmam Efendi. Bu adamlar ta Amerika’dan buraya bize bedava inek vermek için gelmişler. Böyle bir adama hizmet vermek sevap mıdır, değil midir?” diye sordum. İmam elini göğsüne bastırarak, “Eşhedübillah öyledir!” dedi. Ben de elimi çaresiz (!) bir şekilde iki yana sallayarak, “Gavur da rakımızı içmeden hizmet vermiyor, İmam Efendi” dedim. Nihayet kebap sırası bize geldi. İmam, lavaş ekmeğin içine kebaplarını dizip dürüm yaptı. İştahla ilk lokmayı çiğnerken, “Ayran da getirin!” diye istekte bulundu. Bir ön açıklama yapma gereği duydum: “İmam Efendi, bizim ayran Iğdır yoğurdundan yapılma. Sizin yayla yoğurduna benzemez. Sıcaklardan dolayı kıjkırmıj ( ekşimiş), bu yüzden tadı biraz acıdır” dedim. İmam lokmasından nefes alıp, “Aziz Bey, biz o kadarını da biliyoruz. Xoç sen Iğdır’dan bize koyun yoğurdu getirecek değilsen ya!” dedi. Fazıl Kalafat’a göz edip kadeh kaldırmasını istedim. O da sessiz bir şekilde rakı bardağını havaya kaldırıp öylece durdu. Ben hemen imama dönüp, “İmam Efendi, bak Amerikalı arkadaş kadeh kaldırıyor. Gavuru küstürmemek için sen de ayran bardağını kaldır. Bir de unutma gavur yudum yudum içer, ama sen gerek ki ayranı bir dikişte bitiresin. Eğer bardak yarım kalsa bu hakaret anlamına gelir” dedim. 89 Aziz Güney İmam elindeki ayran bardağına bakarak, “Aman Aziz Bey, bir bardak ayran değil mi!” dedi. “Bak İmam Efendi, Dünya Bankası diyor ki ‘şerefe’, gerek sen de karşılık veresin!” diyince, imam, “Şeref sizin olsun!” dedi ve votkalı ayranı kafaya dikti. Yüzünü buruşturdu ve boğazı yanar gibi gözlerine yaş doldu ama ses çıkarmadı. “Kebap ne de güzeldi !” dedi. İmamın önüne bir porsiyon kebap daha koyduk. İkinci bardağı da aynı çabuklukla devirdi. İmamın hareketleri ve konuşması kafayı bulduğuna işaret ediyordu. Bir ara Fazıl Kalafat’ı göstererek, “İmam Efendi, bu gavuru Müslüman etsek ne olur?”diye sordum. İmam elini dizlerine vurarak, “Keşke! Yedi sülalemiz cennete gider” dedi. “Peki, dedim, Müslüman etmek için ne yapmak lazım?” İmam üçüncü bardak ayranı doldururken, gözleri önemli bir şey söylemenin ciddiyetiyle dolu, “Acaba sünnetli mi, sünnetsiz mi? “ diye sorguladı. “İmam Efendi, geçenlerde hamama gitmiştik. Gavurlar peştamal bağlamadıkları için adamın sünnetsiz olduğunu gördüm” diyerek ek bir bilgi verdim. İmam, “Sünnet şart!” dedi. Ben de hayal kırıklığına (!) uğramış gibi, “Sünnetçiyi nerden bulacağız?” dedim. İmam bu soru üzerine ileri atıldı, “Ben neciyim, köyde en az yirmi kişiyi sünnet ettim” dedi. Sonra ceplerinden bir şeyler çıkartıp, “Aha bu pamuğum, aha bu bıçağım aha bu ilacım. Yeter ki o gavuru tutun” dedi. Deri kayışını belinden çıkartıp sünnet bıçağını bilemeye başladı. Hazır olduğuna emin olduğunda bize, Fazıl Kalafat’ı göz ederek, “Bıgırın wi! Tutun onu!” diye emir verdi. Bütün bu konuşmaları dikkatle dinleyen Fazıl Kalafat, işin ciddiyete bindiğini anlayınca yerinden zıplayıp kaçmaya başladı. İmam da onun arkasından sendeleyerek koştu. Onlar geniş meranın içinde “koş Fazıl, yakala İmam” oyununu oynarken biz sofrayı toplayıp alelacele bagajlara yükledik. Yol üzerinde Paşa ve Fazıl’ı da yanımıza alıp oradan sıvıştık. Biz ana yola çıktığımız zaman, Fazıl’dan ümidini kesen imam çeşmenin yanındaki bir evin damına çıkmış ezan okuyordu. Köylüler de şaşkın bir şekilde evlerinden çıkıp ne öğle ne ikindi vaktine uyan bu gayri nizami ezana bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Tehlikeden uzaklaştıktan sonra Fazıl’a dönüp, “Niye kaçtın?” diye sordum. 90 Iğdır Sevdası Fazıl, “Vayyy ula kesecekti valla” diye korku dolu bir çığlık attı. Gülerek yolumuza devam ettik. Terekeme’nin biri Köyünde cami olmadığı için hayatında minare görmemiş bir Terekeme Kars’a gitmiş. Sokakları dolaşırken bir caminin önünden geçiyormuş. O sırada müezzin müminleri öğle namazına çağırmak için şerefeye çıkıp bangır bangır ezan okumaya başlamış. Terekeme müezzine doğru bakmış bakmış sonra da, “Eye köpoğlunun gedesi! Seye (sana) kim deyirdi çok o uca yere, indi de bağırırsan gelin meni kurtarın!” demiş. “Başka kimse dinlemiyor ki...” Yaşlı bir kadın karakola gitmiş. Polis memuru, “Hayrola teyze?” diye sorunca, kadın, “Üç kişi beni yakalayıp ormana götürdü, tecavüz etti “demiş. Memur büyük bir ciddiyetle, “Ne zaman oldu?” diye sorunca, kadın, “Otuz yıl önce” demiş. Memur şaşkın bir halde, “Teyze şimdi niye anlatıyorsun?” diye sorunca, kadın, “Ne yapayım evladım, başka kimse dinlemiyor ki ..” diye cevaplamış. Otuz-kırk yıl önce bizim de başımızdan çok şeyler geçti. Ama Mücahit’ten başka bizi dinleyen yok! 91
Benzer belgeler
17. Mahmut Alar
bir kararsızlığa kapılmıştı.
Ali Mirze Bey, İran’dan geri geldiği zaman Kazım Karabekir Paşa
kendisine, “Dağa çıkma! İsyana katılma!” şeklinde telkin mektupları göndermiş, onu kazanmaya çalışmıştı....