MecmuA`ya ‹mlas›z Mektup
Transkript
MecmuA`ya ‹mlas›z Mektup
e.e. cummings îş≤´Õ•≥©z`ôµ≥µ¶`Ö≤°§°≠ bahar (hiçbiryer’den Õ ´ ∞`ß•¨•Æi`©Æ≥°Æ¨°≤ Æ` ¢°´¥ `¢©≤`£°≠•´…Æ ` π•≤¨• ¥©≤•Æ`h©Æ≥°Æ¨°≤`®°π≤•¥¨•≤` ©Õ©Æ§•`¢°´°≤´•Æ`π•≤¨• ¥©≤•Æ`∂• §•©¥©≤•Æl` µ≤°π°`π°¢°Æ£ `¢© ©` ∂•`¢µ≤°π°`¥°Æ § ´`¢© ©`´Øπ°Æi` ∂•`®•≤` •π©`Ğ∫•ƨ•`§• © ¥©≤•Æ` ¢©m¢•© ´¨ m•`ß ¨ ©¢©§©≤ ¢°®°≤`£°≠•´…Æ Æ`©Õ©Æ§•`hô•Æ©` ∂•`Ö≥´©` •π¨•≤©`Ğ∫•ƨ• ©¨•≤©`ß•≤©`¥° π°Æl̀©Æ≥°Æ¨°≤ ®°π≤•¥¨•≤`©Õ©Æ§•`¢°´°≤´•Æl` ¢©m¢•¨´©mπş∫§•≥©Æ©` Õ©Õ• ©Æ`¢µ≤°π°`¥° π°Æl µ≤°π°`§°`¢©≤`≥°Æ¥©≠` ®°∂°`´Øπ°Æi`∂•` ®©Õ¢© •π©`´ ≤≠°π°Æ` ¢©m¢•© ´¨ m•`ß ¨ ©¢©§©≤n sahibi/yaz›iflleri müdürü: mustafa ibakorkmaz yaz›flma: halim flafak p.k. 271 38002 kayseri y›l: 1 say› 6 • mart-nisan 2004 e-mail: [email protected] www.imlasizdergi.cjb.net imlas›z ticari amaçl› bir dergi de¤ildir. dergide yer alan ürünlerden yazanla birlikte isteyen herkes sorumludur. imlas›z’a bilgisayarla, daktiloyla, el yaz›s›yla yaz›lm›fl ürün gönderilebilir. kapak resmi: arma¤an bilgin teknik haz›rl›k: turuncu tan›t›m 0.352. 231 11 10 • bask›: geçit ofset 0352.320 48 61 say›s› 2.500.000 tl. y›ll›k katk› pay› 15.000.000 tl. posta çeki numaras›. halim flanl›da¤ 692233 da¤›t›n lokantay› bizi porsiyonlarla kand›ramazlar kazanlar› ele geçirin e y a t e fl i ç a l m a k i ç i n ç o ¤ a l a n l a r ! s e n , g e c e l e r i y a z d › ¤ › m , b i l i y o r s u n b i z i h i ç b i r z aman sevmeyecekler! bu yana bir rüzgar yarat kemi¤inle akl›m›z yok rahat›z merak etme kötü kokular›yla s›z›yorlar içimize yüzlerinde ölü kaslar insanl›k ad›na p ro m e t h e u s ’ t a n b e r i i h a n e t e u ¤ r u y o r u z : s o y s u zl a r a fl k t a n y a n a ! . . 3 A r t › k t o p r a ¤ › d e l d i k , g ü n e fl v u rdu yüzümüze! Ne y a p a b i l i r l e r s ö y l e ? ! K › r m › z › y l a ç i z m e k t e n b a fl k a v a rl›¤›m›z›! Ço¤unluklar ço¤unlukla azalt›r insan›... B o fl v e r ! B i z i n a n › r › z k i a y a k l a n m a l a r a y a k l a rd a n b a fl l a r ! b i l m e n i i s t e d i ¤ i m b i r fl e y v a r ; s e n i n “ o r a l a rd a ” o l u fl u n g i b i , “ b u r a l a rd a ” y › m b e n d e . . . e r i y e n d ü fl l e r i , p a s l › d i z e l e r i , i n a n ç s › z ö y k ü l er i y l e b o ¤ u l u r k e n ç › r p › n › y o r o n l a r... e y y a n › m d a k i , e y K A R A C A H ‹ L s e l a m o l s u n s ana! hep de di¤imiz gibi : B‹Z DE⁄‹LSEK K ‹M? fi‹MD‹ D E⁄ ‹ L S E N E ZA MAN ? k a l b i n i k a l d › r h a y d i , K A R fi I v e B ‹ R L ‹ K T E o l m an › n fl e re f i n e ! ONUR AKYIL oras› öyle de¤il sabahattin umutlu edward said’e. su’ya ≥µ¨°≤ ≠ ∫`¢µ∫§° Ƨ°Æ` ≥µ`≠µ`©≥¥•≤n≥µ`≠µ`©≥¥•≤nÆ•`©≥¥•≤ ßşÆ• ©≠©∫`°¶≤©´° ≥Ø µ´`≥Ø µ´`° °Õ¨°≤§°Æ` ≥Ø µ´`≥Ø µ´`≠•π∂•¨•≤`≠© ´©≠`´©≠©Æ`πş∫şÆ§•`´© ¢©¨•£•´`´©`°¥• © ´©≠`´©≠•`¥°®°≠≠ş¨ ´•¨•¢•´¨•≤`≠© ≥Ğ∫§•`Ğ∫Æ•≥©π©∫`° ´ Æ ®•≤´•≥`®•≤´•≥•`≥Ğπ¨•≥©Æ Ø`¢• ©´¥° `¥≤°≠∂°π ´©≠©`´©≠•`ß•¥©≤©≤n´©≠§•Æ`´©≠© ≥µπµÆ`≥µπ°`≥Ğ𨕧© ©` °≤´ §° ≥µπ°`≥Ø≤≥°≠`¢©¨©≤`≠©n ¥° Æ`¥° ¨°`≤°Æ§•∂µ≥µ`¢©¥•≤`≠© ≥µπ°`ư≥ ¨`≥Ø≤°π ≠nnn ¢©¥•≤≠©®©Õ¢©¥•≤≠©®©Õ¢©¥•≤≠© ¢ ≤°´ Æ`°Õ ´`´°¨≥ Æ` 4 ¢•§•ƩƧ•`Ø`¥° Æ` ¢ş¥şÆ`≠µ≥¨µ´¨°≤ `Ø` •®≤©Æ ≥°Æ`´©`®©Õ`Ш≠•§©≠ ¢•πÆ©≠©Æ`¥°≠`Ø≤¥°≥ Ƨ°` ≥°¢≤°`∂•` °¥©¨¨° § ≤` ®•∞`Ø`≥•≥©`§µπµπØ≤µ≠n ©≠§©`¢•Æ©≠`ßĞ∫¨•≤©≠n` •¨©≠§•`¢©`ß°∫`¢©§ØÆµ` ß•£©´≠© `¢©≤`≥Ø≤µ`≠µ`¢µ §µ≤≠°§°Æ`≥©∫•`ß•¨©πØ≤µ≠n §şÆnÆ•≤§•Æ`ß•¨©πØ≤§µn ©≠§©n®°Æß©`µ£µÆ§°̀™©•¨ ¥©Æ π°≤ Æn¢©∫`ب≠°≥°´`§° ` ÕşÆ´şnπ•§•´`¥•≤°∫©≥©`°´¨ Æ ¢©≤`π•≤§•`π°∫°≤`Ğπ¨•` Ğπ¨•`π°∫°≤`¢©≤`π•≤§• ´•Ƨ©Æ§•Æ`§•`ĞÆ£•§©≤ Ø`¢•§•Æ©Æ`¥°≤©®© ¢µÆµ`¢©¨©≤` ¢µÆµ`≥Ğπ¨•≤ ¶©© ¨ ≥¥©Æ © ¨ `ÕØ£µ́°̈≤ ß•£•§Ø °Æ`ßşÆ• ¨•≤§ • j ´µ≤µ¥µ¨≠µ `Õ©Õ•´¨•≤©`•≤©´°Æ Æ j•¶•≥`ßşÆ• ©````````````` liberal sol’un radikalizmi hüsamettin çetinkaya “Ahlaki terörizm kılığına bürünmüş entelektüel karşı devrim, Batı kapitalizminin rezaletlerini yeni evrensel model diye dayatıyor. Sözde ‘insan hakları’ her yerde yeni özgür düşünce biçimleri yaratmaya yönelik bütün girişimleri yok etmeye hizmet ediyor.... Özetle, yeni bir kolektif kurtuluş siyasetinin terimlerini aramak yerine, yerleşik ‘Batılı’ düzenin ilkelerini kendilerininmiş gibi benimsemişlerdir. Bunu yaparak, 1960’larda düşünülmüş ve önerilmiş olan her şeye karşı, fena halde gerici bir harekete ilham vermişlerdir.” Alain BADİOU (Ethics) Benim bütün problemim, günümüz ve gelecek vizyonuna sahip bir sol perspektifin, liberaller (devleti ele geçirme mücadelesi verenler) ve milliyetçiler (devleti bırakmama mücadelesi verenler) arasındaki kavgaya kurban ediliyor olmasının, bu ülkenin gençliği ve aydınları nezdinde neredeyse kabul edilir hale gelmesiyle ilgilidir. Böyle bir sol perspektifin, sona ermiş ya da kaybedilmiş bir kavganın diliyle inşa edilemeyeceği de ortada. O zaman, özgürlük, dönüşüm ve sivilleşme gibi nosyonların ‘ortak nosyonlar’ haline getirilmesi, yani hakim bir yaşam biçimi halini alması sürecini düşünmeye, kimlik değil, bir aidiyet belirlemesi yapmakla başlayabiliriz. Bu elbette öncelikle, bu aidiyetin, zaten belirlenmiş (liberal, liberal sol, milliyetçi, milliyetçi sol ya da İslamcı) aidiyetlerden farkını ortaya koyma sorunudur. Bir başka deyişle bu, çeşitli aidiyetleri tanımlayan, sınıflandıran, meşru ya da gayri meşru oluşlarını tayin ve tespit eden ‘yerleşik değerler’le (mevcut özlerle) belirli bir biçimde ‘hesaplaşma’ demektir. Bu, ‘belirli bir biçimde’nin genelde mutabakatçı viz- yona bağlı ‘akılcı biçimde’ anlamına geldiği, ve başka bir biçime de (en azından medya ve akademi iktidarınca) pek hayat hakkı tanınmadığı ortada. Gerçekten de bu hesaplaşma, yani rasyonel ikna, sadece ahlaki normatif bir temele mi dayanır ya da ‘rasyonel ikna’, sadece ‘makul olma’ya ahlaki bir değer kazandırmakla mı yürütülebilir? Oysa ben daha, ‘düşünüm’ün (elbette bunun doğrudan bir sonucu olarak söylemin ve söylem dilinin) makul, yani zorunlulukla rasyonel olacağı konusunda mutabık değilim. Aidiyetler kültürel ve tarihsel yaşamın bir verisi olduğuna göre, aidiyetimin asli karakteristiğini öğrenmem (ya da hatırlamam) için, kısa bir geri dönüşe ihtiyacım var. 60’lar ve 70’ler boyunca emperyalizme ve onun işbirlikçisi devlete karşı başkaldırı içinde şekillenen aidiyeti, ‘devrimci’ nitelemesiyle özetlemek mümkün. İşin, kimlik edinme arayışı içinde işçi, köylü ya da küçük burjuva az gelişmişliği ya da ezikliğini ters çevirip yüceltmenin bir adı olarak ‘devrimci’ nitelemesine sığınma boyutunu bir yana atsak bile yine de temelde ‘meydan okuma’ şeklinde tekil bir ahlaki duruşun varlığını saptayabiliriz. Bu meydan okuma elbette sadece Marksizmin rasyoneline indirgenebilecek bir şey değildir. Yani sosyalist bir toplum talebidir ama, bireylerini liberal-burjuva devleti ve toplumu gibi yok saymayan, bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerinin nihai ve en üstün modeli olan bir toplumsal yaşam biçimi talebidir (en azından teoride böyleydi).Yani esasen, birey olarak, varlık olarak politik katılım talebi, diyebileceğimiz demokratik bir talebin, bu talebi görmezden gelen ve ezen totaliter sisteme ve antidemokratik yapılara karşı bir ısrarın, direnişin ve meşruiyet arayışının adıdır. Ve bu direniş kendini totaliter devletin baskısı ve kapitalist sömürü karşısında bir özgürlük ve adalet arayışı olarak cisimleştirmiştir. Meydan okumanın bu karakterinin bu coğrafyadaki tarihi elbette ‘devrimci’ aidiyetin varoluşuyla sınırlanamaz. Tarihin derinliklerine kök salan, kültürel ve neredeyse törel bir tine sahip olduğu açıktır. Ve bu yüzden bu coğrafyanın tarihinde adalet, aklın değil çoğunlukla bir isyan duygusunun adı olmuştur. Dolayısıyla, Marksizmin çöküşü ile yitirilen şey bu meydan okumanın rasyonel gerekçeleridir. Marksizm çöktü ve her şey bitti mantığı, tatlı bir liberal şekerdir ve bu ülkede bu kadar çok şekersever olduğunu bence kimse bilmiyordu. İşçi sınıfının öncülüğü ve emek temelciliği evet çökmüştür ama bu ne işçi sınıfının buharlaştığını gösterir ve ne de onların kaderine muazzam bir işsiz kitlenin ve dışlanmışların katıldığını görmezden gelmeyi. Liberalizmin iktisadi refah vaadi gerçek anlamda ortadan kalkmıştır. Örneğin, 2003 yılında Türkiye’nin ekonomik büyümesinin %5.5 olmasına karşın istihdamın gerilediği ve işsiz sayısının bu ülkede on milyonu geçtiği biliniyor. Şimdi örneğin bu olgu, eğer liberal bile olsa demokrasiden bahsedilecekse, demokrasinin iktisadi refah parametresinin ne halde olduğunun tipik bir göstergesi değil midir? Ve bu sorunla kim mücadele edecektir? Herhalde bu liberallerden ve milliyetçilerden çok daha esas olarak solun mücadele gündemidir. Yoksa bu mücadeleyi de AB mi verecek? Peki nerede bu sol? Ayrımcı ve dışlamacı bir Batı’nın sözde insan hakları retoriğine kendini endekslemekten öte ne yaptığı belirsiz ÖDP’mi? Vesaire. Belli değil. Nedenini Marksizmin çökmüş olmasına bağlamak, bir yanıt mıdır? Bence hayır, çünkü Marksizmin rasyoneli çökmüştür evet, ama acaba o ‘meydan okuma’ ruhuna ne oldu? Ben ısrarla bu izleğin peşi sıra gitmek istiyorum. Böyle bir izleği mün- 5 6 hasıran milliyetçilerde ve liberallerde takip edemeyeceğime göre, özgürlük ve demokrasi mücadelesi verdiklerini söyleyen kesim özelinde izlemem gerek. Bu söylemi en etkili ve yaygın biçimde dillendiren kesim olarak da karşımıza, eskiden Marksist oluğunu söyleyen bir aydın grubu çıkıyor. Bu grubun önemli temsilcilerinden biri de Murat Belge; şöyle diyor: “ben, kendi hesabıma, aralarında muhtemelen benim de bulunduğum bu çoğu soldan gelme liberal aydınların...”1 aşağıda bir çok örneği verileceği üzere kendilerine zaman zaman liberal sol da diyen bu aydınlar, ülkemizin entelektüel dünyasında oldukça etkili ve neredeyse (medya ve akademideki varlık ve etkinliklerine bakınca) entelektüel iktidar görüntüsü çiziyorlar. Dolayısıyla duyarlı gençlik ve aydınlar üzerinde etkili olmaya çalışan bir kesimden söz ediyoruz. Ve soldan geldiklerini söylüyorlar, nereye gelmişler; yeni liberalizme. Gerçekten de bugün Türkiye’de ‘demokrasi ve özgürlük’ adına en ısrarlı ve en duyulur biçimde ‘meydan okuma’ tavrını sürdüren kesim bu liberal sol kesimdir. Bir tespit olarak belirtmek gerekirse, başta Radikal gazetesi olmak üzere, bu gazetedeki aydınların da sık sık yer aldıkları ve küreselleşmeden hoşnutluk, Avrupa Birliği, anti-milliyetçilik vb. görüşleri temelinde aynı çizgiyi sürdüren ‘Birikim’ dergisi, ansiklopedileri, yayınevleri, internet, tv. vb. medya araçları ile önemli sayıda bir akademisyen ittifakı da geliştiren liberal sol, bugün Türkiye’de etkili bir entelektüel cephe görüntüsüne sahiptir. Peki bu kesimin ‘meydan okuma’ ruhu? Son derece güçlü, saldırgan ve celallidir. Çoğu Batılı memleketlerde okumuş yazmış ve bugün dahi oraların üniversiteleri, ‘think-thank’leri ve vakıflarındaki aydınlarla ‘ilmi ve siyasi’ ahbaplıklarını sürdüren, bu şehirli kaymak tabaka çocukları (ki hızla ihtiyarlıyorlar) malumat zenginliğine dayalı ferasetleri ve ailelerinin yatırımlarının neması meziyetleri ile, özgüveni yüksek ve ataktırlar. Dolayısıyla ‘meydan okuma’ları da sürekli, etkili ve şiddetlidir. Peki neye ve kime meydan okuyorlar? “Aynı kişiler YÖK konusunda, Kürt sorunu konusunda, özgürlükler konusunda da omuz omuza durup, statükocu direniş cephesini oluşturuyorlar.... MHP, BBP, Aydınlar ocağı, Kemalist Düşünce Dernekleri, İstanbul Üniversitesi senatosu, YÖK Başkanı, nasyonal-sosyalistler, kutsal devletçiler, devlet egemenlikçiler, milliyetçi sendikalar ve dernekler ve bilumum milliyetçi-devletçi ya da muhafazakar çevrenin kol kola girdiği bu cephenin dört dörtlük bir direniş cephesi olduğu açık...”2 Bu listede kim yok diye bakarsak, islamcılar ve liberaller dışında herkes var gibi. Ama biz bunları temelde milliyetçilik (devlet korumacılığını da bu başlık altında alalım) ve İnsel’in ‘nasyonal sosyalistler’ dediği, milliyetçi sol olmak üzere iki politik akıma indirebiliriz. Bu düşman ya da ret cephesi tanımını Murat Yetkin daha kategorik ama daha genel bir çerçeveye oturtuyor: “Avrupa birliği üyeliği hedefinin her renkten düşmanları... siyasi yelpazenin uçlarındaki din devleti özlemcisi sağ, milliyetçi sağ ve izolasyonist, yalıtımcı sol... Türkiye’nin Batı dünyasından, muassır medeniyetten yalıtılması değirmenine birlikte su taşıyorlar....”3 Tabi Murat Yetkin’de heyecan dozu biraz daha yüksek. Ayrıca ‘muassır’ sözcüğünü ‘Batı’ diye tercüme etmekte de bence işgüzar bir acelecilik etmiş, zira bu sözcük ‘Batı’ demek olmadığı gibi Mustafa Kemal’in kullanımında da ‘Batı’ sözcüğü geçmez. Batı hedefi adını koyarak kullanan, Mustafa Kemal’in son zamanlarında CHP parti tüzüğünü Musolini ve Hitler partilerinden devşiren Recep Peker ve bizzat İnönü’dür, Mustafa Kemal değil. Her neyse, Murat Yetkin’in katkısı, bu düşman cephe içerisine izolasyonist dediği bir solu dahil etmektir. Her ne kadar bu bilginin menşei aşağıda göreceğimiz gibi Ahmet İnsel olsa da. Yetkin’in sağı öyle islami sağmilli sağ gibi ayırması, ‘türk-islam sentezi’ falan düşünülürse çok da anlamlı değil. Hepsini birden milliyetçi şemsiye altında görebiliriz. Yalnız, geçerken, küreselleşme karşıtlığı temelinde partikülarist (yerelci) bir duyarlık sahibi olanları, toptancı bir mantıkla milliyetçilikle damgalamanın, liberal solcuların ahlaksız bir retoriği ol- duğunu belirtelim. Devam edersek, demek ki Murat Yetkin farklı olarak, izolasyonist bir solu da bu düşman cepheye sokuyor. Ama asıl önemli olan solla islamı bu düşman cephede birleştiriyor olmasıdır. İslamla kimin aynı cephede olduğu apaçıkken üstelik. Bu konuya ilerde değineceğiz. İsmet Berkan için, ayrıcalıklarını kaybedecek bir ‘cumhuriyet aristokrasisi’ olarak adlandırdığı bu “..cephenin temel özelliği Türkiye’de demokrasinin kurum ve kurallarıyla yerleşmesini istemeyen kişilerden oluşması..”dır.4 Demek ki İ.Berkan’ın katkısıyla bu cephenin önemli bir özelliğinin de demokrasi düşmanlığı ve cumhuriyet savunuculuğu olduğunu öğreniyoruz. Bu yorumu zirveye taşıyan elbette M.Belge’dir. Liberal solun demokrasi kavrayışından kaynaklanan örtülü bir cumhuriyet (gerek 1789 projesi olarak gerekse Türk versiyonu anlamında) düşmanlığı, M.Belge’nin bütün yazılarına sinmiştir.5 Belge’nin demokrasi/cumhuriyet ayrımını yorumlayışında haklılık payı bulanlar, Belge’nin demokrasiden ne anladığını öğrendiklerinde ancak, onun cumhuriyet karşıtlığının bir politik proje olduğunu görebilirler. Özetlersek, liberal sola göre bu düşman cephe; ‘muhafazakar sol’ dan, islami sağa kadar çeşitleriyle, ana özelliği statükocu, devletçi ve cumhuriyetçi olan milliyetçilik ve milliyetçi solculuk’tan oluşmaktadır. Bu iki politik aktöre bir de baştan beri andığımız liberal solu katarsak tabloda üç politik akım görürüz, peki dördüncüsü yani, doğrudan, öyle solmuş, ahlakmış falan kıvırtmadan doğrudan birey hakları, hukukun üstünlüğü vb. temelindeki liberaller. Evet bunlar da tabloyu tamamlayan dördüncü politik aktör. Yani, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar gibi Özal artıklarıyla, bugün ‘Yeni Şafak’ gazetesi etrafında kümelenen, Fehmi Koru, Ali Bulaç gibi islamdan gelen müttefikleri ve Ali Bayramoğlu, Ethem Mahcupyan, Kürşat Bumin gibi yine soldan gelip liberalizmde konaklayan aydınlar.. Ben bu dört siyasi aktörden neden sadece liberal sol adını alanla ilgileniyorum? Çünkü diğerlerinin hiç biri kalkıp da kendisini ‘sol adına bir söylem’ olarak kurmuyor, buna ihtiyaçları da yok. Hiçbiri eski solculuklarının rantını hala toplama ikiyüzlülüğü ve garabeti içinde davranmıyor. Bu anlamda üçü de, yani milliyetçiler, milliyetçi solcular (ki milliyetçilikleri artık o kadar tescilli ki, solculuklarından pek söz eden yok) ve liberaller gerçek bir solun esasen mücadele etmesi gereken ideolojik ve politik muhataplarıdır, ve burada taraflar açısından bir kafa karışıklığı yoktur. Oysa, dünyanın başka yerini bilmem ama özellikle Türkiye’de, liberal sol, kendi ‘eski Marksist’ kimliğini hala sömürerek, sol, demokrat ya da duyarlı diyebileceğimiz gençliği ve aydınları manipüle etmeye uğraşıyor. Eğer bu liberal sol adlı grup, soldaysa; söz konusu insanların arayışına yeni bir solun inşası, etik duruşu ya da işsiz ve dışlanmış kitlelerin hak ve çıkarları temelinde bir özgürlük, dönüşüm ve sivilleşme tasarısını inşa etmenin bir aktörü olarak sürece katılması gerekmez mi, veya liberalse; yeni liberal iktisat politikaları (küresel sermayeye eklemlenme, özelleştirme, piyasanın mutlak egemenliği vb.) ve liberal demokrasi değerlerinin (bireysel özgürlük, hukukun üstünlüğü, insan hakları, evrensel değerler vb.) savunuculuğunu yapması ve bugün için AKP’yi siyasi bir adres göstermesi gerekmez mi? Evet doğalı bu ve yapılan da budur, fakat sorun bu ‘liberal sol’ grubun, bunun ikincisini yapıp birincisi gibi göstermesidir. Sorun, özgürlük, eşitlik ve demokrasi gibi kavramların liberal ve sol anlamları arasında sürekli gidip gelerek, gençliği yirmi yıldır önce islama şimdi de liberalizme ‘taşımaya’ insan üstü bir gayret sarfetmekte oluşlarıdır. İdeolojik misyonları (ya da görevleri) bu. Çökmüş olan Marksizmin rasyoneli yerine (emek temelciliği ve iktisadi determinizm yerine) yeni liberalizmin iktisadi, siyasi ve ideolojik tüm değerlerini ikame etmek ve bunu da kalkıp ‘tabandan gelen bir demokrasi ve özgürlük hareketi’ olarak ilan etmek... işte iki yüzlülük budur. Başarılı, başarısız orası önemli değil, hala sol adına konuşma küstahlığı içinde sola ‘akıl hocalığı’ yapma cürretini göstererek liberal davetiyeler çıkarmaları ve bunu da ‘sol’ olarak yutturmaya kalkmaları, işte bu ahlaki ikiyüzlülüktür. Ahlaksız bir yöntemle ahlak öneren bu insanların sol aydın kimliğini ‘kirlettiklerini’, ve solun özgün bir proje olarak inşasını (radikal olarak) engellediklerini iddia ediyorum. Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Taha Akyol vb. gibi doğrudan, kıvırtmadan, kalkıp liberalizm savunusu yapanlara kimsenin hiçbir diyeceği olamaz. Dolayısıyla bir Taha Akyol’u, ya da Gündüz Aktan’ı bu liberal solcuların ikiyüzlü ahlaksızlığı yanında çok daha dürüst ve namusuyla politika yapan ‘sağ aydın’ olarak gördüğümü belirtmeliyim. Öte yandan aynı şekilde Doğu Perinçek’ ve benzerleri de liberal solcularla aynı yerde durmaktadırlar. Bana göre çok özgün bir yerde duran Atilla İlhan’ı da bütün partikülarist (bu sözcüğe bundan böyle ‘yerelcilik’ diyeceğim) tutumuna karşın, kolektif kimliği, milli kimliğe indirgemesi açısından gerçek demokrasi saflarında görmek zorlaşıyor. Milliyetçiliği hangi sol ambalaj kağıdına sararsanız sarın, değişmez. Kolektif kimlik demokrasinin bir parametresidir evet, ama bunu milli kimlik olarak sunarsanız dışlamacı ve ayrımcı bir totaliter devletten başka bir yere gitmekte zorlanırsınız. Oysa biz hayatımızı o devletin zorbalığıyla boğuşarak geçirdik. Tamam Mustafa Kemalin projesi ile, 30’lu yıllarda başlayan ve sonraki yıllarda çok net bir totalitarizme dönüşen devlet arasında mutlak bir fark var, ve totalitarizmin doğrudan Mustafa Kemal’den neşet etmediği ortada. Ama bu, totaliter devletin yıllarca ve güvenlik güçlerinin bugün dahi kendi insanını yok sayan, aşağılayan, zulmeden, açlığa ve cehalete mahkum eden, devlet kurumları, bürokrasi ve memur faşizmini görmemenin mazereti olamaz. Küreselleşme karşısında yerelci bir söylem ile bir ‘enkaz dövücüsü’ olmamak şartıyla 70’lerden kalan ve hala çınlayan “Moskof’un ülkesi viran olacak. Türkiye büyüyüp Turan olacak’ histerik çığlıkları arasına radikal bir ayrım koymak bugün, demokrat olmanın asgarisini oluşturuyor. Dolayısıyla liberali de milliyetçisi de Türkiyeli insanlara gerçekten bir katkıda bulunmak hayır yapmak istiyorlarsa ‘kafa karışıklığı’ yaratmaya artık bir son vermelidirler. Politika biliminde, liberal bir demok- rasinin varlığının üç temel göstergesi; iktisadi refah, kolektif kimlik ve meşruiyet’dir. Liberaller ve liberal solcular, iktisadi refah parametresinin halini gözlerden gizleyerek, milliyetçiler ve milliyetçi solcular kolektif kimlik yerine bir milli kimliği ikame ederek demokrat olduklarını savunuyorlar. Ve her ikisi de meşruiyetlerini ‘çoğunluğun dediği olur faşizmi’ne dönüşen biçimsel parlamenter sisteme dayandırıyor ve bu sistemin ürettiği partileri, ‘bir kader olarak’ adres gösteriyorlar. Bu tablo içinde sol olunamaz ve sol bir proje bu tablodan çıkmaz. Oysa liberal solcular da, milliyetçi solcular da kendilerine ‘solcu’ aidiyetini yakıştırıyorlar, sonuçta sol, hem milliyetçi ve hem de liberal bir zemin oluyor. Tamam, Marksizm çöktü, çöktü de bu, solun her önüne gelenin içine yapacağı bir kap haline geldiğini göstermez. Öyleyse solun liberalizmden ve milliyetçilikten farkını üretme görevi kimin? Liberallerin mi, milliyetçilerin mi, yoksa kaldığı kadarıyla da olsa solcuların mı, -tabi zahmet olmayacaksa? Aşağıda, liberal solun ahlaki ikiyüzlülüğünün, ve Türkiye’de gerçek bir sol tahayyül için nasıl radikal bir engel haline geldiklerinin anlaşılmasına katkıda bulunmaya çalışacağım. ‘Müzakere olarak siyaset’ başlıklı ikinci bölüm, Habermascı liberal ‘solculuğun’ eleştirisini gündeme taşıyan bir mahiyette olacak. Ve nihayet postyapısalcı bir çerçevenin, olası bir sol tahayyül için sunduğu olanakları, ’Türkiye’de aydın olmak’ başlıklı son bölümde ele alacağım. ‘Özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermek’, bu ifadenin sola çok tanıdık geldiği ve olası bir sempatiyi tetiklediği açık. Bir toplumsal dönüşüm projesinin adı olarak kullanıldığı da açık. ‘Dönüşüm’ kavramının kendisi mevcut toplumsal yapıların korunmasının (statükonun) aleyhine ve yeni bir toplumsal formasyon inşasının lehine bir değişimi öngörür. O zaman herhangi bir dönüşüm ister istemez taraflar kurar; dönüşümü isteyenler ve direnenler. Ve yine dönüşüm kavramı, değişimin koşullara bağlılığına işaret ettiği için, değişimden daha kapsayıcı ve temellidir. Koşullara bağlılık ise 7 8 hem o toplumsal yapının ekonomik, politik, kültürel kertelerini ve hem de değişimin iç ve dış dinamiklerini ifade eder. İç ve dış dinamikler olgusu Marks’ın değişimi özneler gerçekleştirirler ama kendi istedikleri şekilde değil verili koşullar içinde dediği olgudur. Görüldüğü gibi, özgürlük ve demokrasi mücadelesi dendiği andan itibaren politik bir mücadele başlar, ve bu mücadele doğası gereği bir, ‘biz’ ve ‘onlar’ -ya da dost ve düşmanayrımını kurar (Carl Schmitt). Liberal sol, öncelikle ‘özgürlük ve demokrasi mücadelesi’ni bugüne dek varoluşu gereği sürdüren Marksist sol ile kendisi arasına bir ayrım çizer ve kendini onlardan ayırır. Ahmet İnsel, solu, Bülent Somay’ın da yardımıyla ‘psikopatolojik bir vaka’, ‘konumlarını muhafaza edenler’, ‘mabet bekçileri’ vb. ile nitelediği ’sol muhafazakarlık’ yazısında şöyle diyor; “Sosyalizm.... bu duruş ve bu ufuk, emekçilerin veya dışlananların haklarının korunması hareketine indirgenemez. ...Sosyalizm, kendi özgün ufku (abç) yönünde toplumun dönüştürülmesi mücadelesidir, tarihsel gidişe tabi olmak değil, ona bir yön vermek mücadelesidir. Bu nedenle sömürünün ve egemenlik ilişkilerinin globalleştiği bir düzende, var olan ‘Vatan’lar içine hapsolup, tekelci sermaye, egemen iktisadi siyasi güçler ve sömürüye karşı mücadele vermenin, aslında mücadele veriyormuş gibi yapmak olduğunu sosyalistler cesaretle söyleyebilmelidir.”6 Böyle bir üslup karşısında ‘sakin’ olmak oldukça zor. Ama ben burada, İnsel’in bütün yazılarındaki bu saldırgan ve ‘öfkeli’ üslubun, bu çalışmanın sonlarında açık hale gelecek olan bir ‘suç ortaklığının’ ve ‘kirli bir ahlakın’ üstünü örtme telaşından neşet ettiğini belirtmekle yetinecek ve asıl argümanlarının neler olduğunu saptamaya çalışacağım. Diyor ki, sol bir ufuk emekçilerin veya dışlananların haklarının korunması hareketine indirgenemez. Bu açık bir tercih ve bir kırılmadır. Bu ülkede bugün, emekçi ve dışlananların, çoğu genç olan, on milyonun üzerinde bir işsiz kitlesini ifade ettiği biliniyor. AB süreci ile birlikte muazzam bir köylü kitlesinin de bu kesime katılacağı sır değil. Yine aynı süreçte hem ‘standar- dizasyon’un ayıklayıcı işlevinin sonucu olarak hem de sermaye yapıları itibariyle rekabet edemeyecek büyük bir ‘esnaf’ (KOBİ) kitlesinin de bu kesime katılacağı apaçık görülüyor. Memurların hali de ortada. O zaman ‘sol bir ufuk’ ya da bu toplumun dönüşümü bu kesimin (ki toplumun neredeyse %80’inini oluşturuyor) hakları temelinde düşünülmeyecekse, hangi kesimin hakları temelinde düşünülecektir? Eğer bu soru yanıt bulursa İnsel’in sosyalizmin ‘kedi özgün ufku’ dediği alanda bir ‘açılım’ sağlanabilir. Çünkü ‘bu özgün ufuk’, Marksizmden sonra henüz inşa edilebilmiş değildir. Ama İnsel işi bitirmiştir, bu ‘özgün ufuk’tan anladığı şey, en azından emekçiler veya dışlananları bu ufuk içine dahil etmemektir. Peki hangi kesim bu ufku aydınlatıyor? “Tekelci sermaye, egemen iktisadi ve siyasi güçler ve sömürüye karşı mücadele vermek aslında ‘veriyormuş gibi yapmak’tır” diyor İnsel.. Peki ‘...muş gibi’ değil de gerçekten mücadele vermek istiyorsak kime ve neye karşı mücadele vereceğiz; İnsel’e göre sosyalistler burjuvaziye karşı mücadele vermeyeceklerini ‘söyleyebilmelidir’ler. Söyleyebilenler kurtuldu, onlar sosyalist ufuk içindedirler. Söyleyemeyenler, işte onlar, kendi konumlarını muhafaza etmeye çalışan, psikopatolojik vaka ve mabet bekçileridirler. Mantık bu. İnsel ‘emekçiler ve dışlananların haklarını savunma’ temelli bir duruşu, acilen ‘kendi konumlarını muhafaza etmeye çalışanlar’a tahvil eder, yansıtır, yer değiştirir. Gerçek gerçeklik, söylemin, anlatının kurduğu gerçeklik tarafından yadsınır. Söylemsel olarak sol ufuk içinde olabilmek, gerçekteki emekçi ve dışlanmış kitlenin hakları temelli bir mücadeleyi terk etme pahasına sağlanır. Bu yöntem üzerinde duruyorum çünkü liberal ve liberal solun bütün entelektüel söylemi böyle soyut ve biçimci bir sahtekarlık üzerinde çalışır. Karşı tarafın argümanlarının analizini (örneğin emekçi ve dışlanan kitleler temelinde bir sol proje şudur ya da hayır budur şeklinde bir analizi) yaparak değil, karşı tarafın niyetini sorgulayarak kendi haklılıklarını inşa ederler. Senin niyetin emekçilerden yana bir tutum almak mı, ama bu niyet köhnemiş yapıları muhafaza eden bir niyettir, öyleyse sen muhafazakarsın. Suçlama bu. Oysa burada sorun benim öznel niyetim değil, emekçi ve dışlanan milyonların nesnel ve somut durumudur. Ama bu da İnsel’i ilgilendirmiyor. O liberal söylemin hegemonik olmasının verdiği bir rahatlık içindedir. Çünkü en azından son yirmi yılın (Nozick’ten, Rawls’a, Habermas’tan Binhabip’e kadar) akademik literatürü ve medya destekli küreselleşmenin somut zaferleri bu hegemonyayı tesis etmiş durumdadır. İnsel ise bu hegemonyaya dayanarak kendisinin tarihsel gidişe yön verdiği, solcuların ise ‘tabi olduğu’ görüşündedir. Gerçekte tarihsel gidişe (mevcut liberal hegemonyaya) tabi olan kimdir? İnsel işte bu hegemonik rahatlık (küresel tarihsel gidişe tabiyet) içinde, saldırgan bir dile ve ‘alçak bir memnuniyet’e dayanan bir gözdağı vermeyi ihmal etmez; “var olan ‘Vatan’lar içine hapsolup” diye sürdürür söylemini. İşte şimdi kaçacak yer kalmadı, emekçi ve dışlananlardan yana olmak gibi bir tercihin, solcuyu muhafazakar, statükocu yaptığı yetmiyormuş gibi bir de varoluşu gereği on yıllardır bu ülkede mücadele içinde olduğu (Vatan’a hapsolma imgesinin ima ettiği) ‘milliyetçi’ cepheye soktuğunu görürüz. Sözcüklerin narkotik etkisi bu olmalı. Birden dünyadaki bütün toplulukların istisnasız olarak, vatanlarını terk ettiklerini ya da teslim ettiklerini (kime?) ve artık bir kolektif kimliğin yurttaşı değil hepsinin kozmopolit yurttaş haline geldiklerini hatırlıyor ve sadece bizim hala, bir vatana ‘sahip!’ olan bir ‘yurttaş’ olduğumuzu hatırlayarak utanıyoruz. Kısaca sol, İnsel’i (ya da liberalleri) ancak her cümlesinin tam zıttında yani antagonist bir zeminde durarak anlayabilir, ilk saptamalardan biri budur. Liberal solla, solun antagonizmi, liberal sol söylemin her gerçeklenişine tarihsel bir boyut ve somut bir durumsallık sokarsanız, apaçık görebileceğiniz bir gerçekliktir. İnsel’in sola somut olarak ne önerdiğine gelince, aynı yazıdan; “içinde bulundukları toplum, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve dayanışma hedeflerini gerçekleştirme olanakları daha fazla olan bir siyasal iktisadi yapı içine entegre olma sürecine yöneliyorsa, sosyalistlerin tavrı bu yönelişe karşı çıkmak olamaz. Bu yöneliş egemen güçlerin işine gelebilir, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve genişlemesini de hızlandırabilir. Ama geniş toplum kesimlerinin onların ellerini kollarını bağlayan ilişkilerin kırılmasının önünü açabiliyorsa, solun tavrı eski düzenin muhalif koruyuculuğu olamaz...”6. Burada, İnsel’in cümlelerinin, kendi içinde taşıdığı bir sürü yer değiştirme, .... olduğunu varsayma, atfetme sonra da kendi atfettiğini çürütme gibi tamamen retoriksel bir narkotik etkiyi hedeflediği ne denli açık olursa olsun, Türk aydın geleneği düşünüldüğünde gerçek bir kırılmanın ve kopuşun yaşandığı tespit edilmelidir. Yukarıdaki cümleler bir analiz, izah, açıklama vb. değildir, faraziyelere dayalı atıf, itham ve mugalatadır. Faraziye şudur: AB özgürlük, demokrasi, vb. hedefleri gerçekleştirme olanağıdır, bu yüzden sosyalistler buna karşı çıkamaz. Bunun faraziye olduğu o kadar bellidir ki, somut hakikat İnselin ikinci cümlesine girmek zorunda kalır: evet bu yöneliş sizin başından beri mücadele içinde olduğunuz egemen güçlerin işine gelebilir. İlk faraziyesi (AB’nin özgürlük ve demokrasi hedefi olduğu), somut hakikat (TUSİAD’ın işine geliyor olması) tarafından yalanlanınca, bu kez yeni bir faraziye öne sürer, ama der; geniş toplum kesimlerinin önünü açıyor. Şimdi, birinci olarak; İnsel yazısının başında bir özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, emekçilerin veya dışlananların haklarının korunması hareketine indirgenemez olduğunu söylemedi mi? söyledi. Peki şimdi AB’ tercihini (dolayısıyla ‘özgürlük ve demokrasi’ mücadelesini) egemen güçlerin çıkarlarının savunusundan farklı ve meşru kılmak için nasıl olur da aynı ‘geniş kitleler’i temel bir gerekçe olarak kullanır? Ya da hangisine inanacağız? İkinci olarak; AB’nin geniş kitlelerin önünü açtığının kanıtı ne? Yani İnsel AB’nin özgürlük ve demokrasi hedefi olduğunu nerden çıkarıyor (hukukun özgürlük getirdiği yanılsaması dışında) hangi somut kanıtlara dayandırıyor, belli değil. Şimdi bunun tersinin geçerli oldu- ğunu kanıtlayan, AB’de (yasakçı, dışlamacı, yabancı düşmanı, ayrımcı politikalar ile küresel ve kolonyalist iktisadın egemen olduğuna dair) yüzlerce olgusal veri ve önermeyi buraya sıralayabilirim. Dolayısıyla İnsel’in bu iddiasının kanıtı olsa olsa ‘kendinde’dir. Yani kendinden kanıtlı bir iddia ileri sürecek ve buna dayanarak sola AB’ye karşı çıktığı için (karşı çıkıp çıkmadığı da belli değilken üstelik) eski düzenin muhalif koruyuculuğu sıfatını yapıştıracak. Peki bu durumda aynı mantıkla kendisine, ‘yeni dünya düzeninin yandaş savunuculuğu’ rütbesi verilse, bunu nasıl reddedecek? (tabi ben reddedeceğini vehmediyorum). Ama hayır tam tersine o, tam da böyle bir mantıkla kendisini özgürlük ve demokrasi şampiyonu ilan etmektedir. Yani kendinden kanıtlı bir çok iddiayla bir zamanlar eski bir milletvekili de kendini ‘mesih’ ilan etmişti. Ne farkı var? Bunun da ötesinde Anadolu’muzun güzel sözleri vardır “Başkasının yanlışı senin doğru olduğunu göstermez”. Yani solun İnsel’in varsaydığı gibi ‘eski düzenin koruyucusu’ olduğu kabul edilse bile bu, İnsel’in özgürlük ve demokrasi şampiyonu olmasının kanıtı değildir. Ya da İnsel’in ‘özgürlük ve demokrasi’den anladığı şey ile benim anladığım şey farklıdır. Evet, aslında konunun özü bu ve ilerde konuyu tam da bu eksende tartışacağız. İnsel’in yazısına dönersek, İnsel nihayet baklayı ağzından çıkarmaktadır: “Sosyalistlerin amacı mabedin bekçiliğini yapmak veya Türk devletinin egemenlik haklarını korumak değil, Türkiye toplumunda yaşayanların özgürleşmesinde öncülük etmektir”6. Şimdi bu cümle temel bir tezin özeti olması açısından önemli: Türkiye toplumunda yaşayanların özgürleşmesi gerekir ve bu özgürleşmenin önündeki engel Türkiye devletinin egemenlik haklarıdır. İçine düştükleri çelişki budur. Bu tez uzunca bir süreden beri çeşitli versiyonlarıyla birçok liberal ve liberal solcu tarafından savunulmaktadır. Esas olarak kurulan denklem de aşağı yukarı şöyle: özgürlük mücadelesi ve demokrasi, sabit bir hakikat statüsü olarak Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine ve AB’ne girişe, AB’de Kıbrıs’a endekslidir. Büyük toplumsal dönüşüm projesi budur. Buna karşı çıkmak ise derin devletten, militarizme dek versiyonlarıyla Devlet ve devlet egemenlikçiliğidir: “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması, benim gözümde, son derece önemli ve belirleyici. Çünkü bu, ... gelecekte nasıl bir dünyada yaşayacağımıza dair sürmekte olan mücadelede anlamlı bir dönemeç olacaktır”7, “Örneğin Türkiye için AB’nin önemi belli, AB için Kıbrıs’ın önemi belli. Bu böyleyken Kıbrıs’ın ‘jeo stratejik’ önemini ileri sürerek ötekileri reddetmek ‘militarist toplum’un mantığına özgü bir şeydir.”8, “Avrupa Birliği zorlaması olmadıkça hiçbir şeyi düzelteceğimizin garantisi yok.”9, “Sadece AB üyeliği perspektifi açısından değil, Türkiye’de tabandan demokratikleşme hamlesinin fiiliyata geçmesi açısından da Kıbrıs adımı can alıcı önemde”10, “Türkiye’nin orta vadedeki geleceği bugün Kıbrıs’a kilitli, bu kilit taşı yerinden oynadığında, Türkiye toplumunun başına çöreklenerek onu boğan otoriter devletçi tahakkümü geriletmek mümkün olacak”11 Chantal Mouffe, ‘Demokratik Paradoks’ adlı kitabında bir yanda hukukun üstünlüğü, insan hakları savunusu ve bireysel özgürlüklere saygı yoluyla kurulan liberal gelenek ve öte yanda da temel düşüncesi yöneten ve yönetilenlerin eşitliği talebine ve halk egemenliğine dayalı demokratik geleneğin ayrıştığını saptar. Ve bugün egemenlik unsurunu bir yana bırakan, insan hakları vb.’lerini ayrıcalıklı bir biçimde tanımlayan bir liberal demokrasi tasavvurunun egemen olduğunu ve bu tasavvurda, özgürlük adına egemenliği sınırlamanın meşru olduğu düşüncesinin, onun paradoksal doğasını tanımladığını belirtir.12 İçinde bulunulan durum tam da bu ikileme tekabül etmektedir. Yukardaki alıntılarda da görüldüğü üzere, ‘eski solcu’ liberallerin savunduğu tez, özgürlük ve demokrasi için egemenlikten vazgeçmenin zorunlu olduğuna dairdir. Kurtuluş, Avrupa Birliğine giriştir. Bu temel gerekçe, Türkiye toplumunun içinde bulunduğu işsizlik, yoksulluk, cehalet ile yolsuzluklar, rüşvetler, haksızlıklar, eşitsizlikler, dışlamacı ve 9 10 ayrımcı uygulamalar, güvensizlik ve devlet terörü de dahil yüzlerce boyutuyla fiili, ekonomik, politik kaosa atfen yukarda M.Belge’nin de ifade ettiği gibi; “Avrupa Birliği zorlaması olmadıkça hiçbir şeyi düzelteceğimizin garantisi yok”gerekçesiyle aklileştirilir.Yani biz adam olmayız, biz bu işi beceremeyeceğiz bari AB’ye girelim de özgürleşelim. Bu akılcılaştırmanın dayanağı nedir? Mevcut ampirik gerçeklik. Peki Belge, bu ampirik gerçeklikten ne gibi bir sonuç çıkarıyor? Ahlaki bir sonuç: ‘Biz adam olmayız’. Belge’nin pozitivist sosyolojisi kendi sınırına, yani sıradan sağduyunun ‘biz adam olmayız’ ahlakını onaylamanın ‘bilimselliği’ne gelir dayanır.. Varlık nedeni düşünmek ve anlamak olan, işi bilgi üretmek olan bir aydının, sağ duyunun kalıplarına sıkışması trajiktir. Öte yandan A.Badio daha farklı bir bakışın olabileceğini duyurur; “Durumun barbarlığı sadece ... medenilerden medenileştirici bir müdahale talep eden medeniyetsizler şeklinde algılanır. Medeniyet adına yapılan her türlü müdahale, en başta durumu, kurbanları da dahil olmak üzere bir bütün olarak aşağılamayı gerektirir. İşte bu yüzden de “etik” hükümranlığı, sömürgeciliğe ve emperyalizme on yıllarca yöneltilen cesur eleştirilerden sonra, bugün “Batı’nın kendisinden duyduğu alçakça memnuniyetle ve şu ısrarlı savla örtüşmektedir: Üçüncü dünya’nın sefaleti, kendi yetersizliğinin, kendi anlamsızlığının, kısacası kendi alt-insanlığının sonucudur.”13 Batı’nın kendi dışındakileri ‘alt-insan’ ilan eden bu ırkçı söylemini tekrarlayarak, yani onun sömürgeci politikasını yeniden üreterek, AB zorlamasa hiç bir şeyi düzeltemeyiz denebilir. Hatta, ampirik düzeydeki verilere göre bu tespit rasyonel de sayılabilir. Ve AB bu durumda makul bir çözüm haline gelebilir. Ama bu ampirik yaklaşım sorunu çözer mi? Yani sorunun varoluşsal yapısını çözer mi? Nedenlerini ortadan kaldırır mı? İstanbula kar yağar, kent yaşamı felç olur belediye çözüm bulur; evden çıkmayın. İkinci kar yağışında insanlar evden çıkmaz, kent rahatlamıştır. Peki problem çözülmüş müdür? Evet ‘Türk usulü’ çözülmüştür. Yani ampirik bir çözüm. Peki probleme yol açan nedenler ortadan kalkmış olur mu? Hayır. Yani AB’ye girseniz bile bizim adam olmamamızın nedenleri ortadan kalkmaz. ‘Adam olamayan’ adamlar AB’ye girmiş olur o kadar. Sorunun gerçek nedenlerini, Badio’nun yukarda verdiği gibi, Batı’nın emperyalist politikaları ve tüm dünyayı dışlayan, aşağılayan ırkçı söylemini görmeden, saptamak mümkün değildir. Biz gerçekten neden adam olamayız? Pozitivist sosyolojinin gizlediği tek şey de budur, gerçekten neden adam olamadığımızı, ahlaki bir yargıya indirgeyerek üstünü örtmek, gerçek yanıtı bulmamızı engellemek. Türkiye Tanzimat’tan beri yüz elli yıldır bu ideolojinin hegemonyası altındadır. Biz adam olamayız, Batı’lılar gelsin bizi kurtarsın. Şimdi de AB, tam da bu ideolojinin bir nakaratı olarak sahnededir. Biz Marksizmin diyalektiğini eleştirirken, iktisadi ve tarihi determinizme kaydığı için eleştirmiştik, bunun tam tersine sadece iktisadi ve tarihi gerçeğin fotoğrafını, bilgi olarak kabul eden bir ampirizme geri dönmek için değil. O zaman eline fotoğraf makinası alan her eli kalem tutanı, söz gelimi ‘filozof’ ilan etmemiz gerekmez mi? Çünkü fotoğraf çekmek, çekmek istediğin fotoğrafı yaratmayı, en azından ‘tertipleme’yi içerir. Bu durumda, 1991 ekonomik krizinin çıkış nedenleri ve zamanlamasından Ecevit koalisyonunun yıkılışının tertibine kadar bir sürü kare, çekilmek istenen fotoğrafta yer alır. 200 milyar dolarlık borç ve borcu borçla çevirmek zorunda kalış, 2003 yılında 110 milyar dolarlık borcu çevirmek için yapılan 53 milyar dolar yeni borçlanma. Sadece bankacılığın ‘rehabilitasyonu’nun halkın üzerine 89 milyar dolarlık bir yük bindirmesi, işsizliğin ve yoksulluğun radikalleşmesi, bütün bunlar, çekilmek istenen fotoğraf (AB’ye girişi de içeren yeni liberalizmin hegemonyasına itaat) için hazırlanan kareler haline gelir. Bu fotoğraf AB’ye girişi de içeren yeni liberal hegemonyanın gerekçesi olarak sunulurken, bu gerekçeyi yaratan, bir neden olarak da ele alınması gereken bir fotoğraf değil midir? Bu fotoğraf Batı’nın aşağılamasına paralel olarak bizim kendimizi aşağılamamızı, varlığı- mızı horlamamızı, öz güvenimizi radikal biçimde kaybetmemizi maksimize ederek sağlayan bir fotoğraf değil midir? Sadece, yıllardır işsiz dolaşan, ana-baba evinden ayrılamayan, babasından hala harçlık alıp televizyon seyretmeye mahkum olan gencin kendine güvenini ve gelecek beklentisini düşünün. ‘İnsanlık’ın öznesi ilan edilen bu gencin, Türkiye’nin özelleştirme çılgınlığından, maddi, manevi tüm değerlerini ve varlığını kaybederek Batı’nın politik payandası olmaya dönüşen politik sürecine, karşı çıkmasını, direnmesini kim bekleyebilir? Bu karenin, çekilmek istenen fotoğraf için işe yaramadığını söylemek, bence insanları aptal yerine koymak gibi bir şey. ‘Biz adam olamayız öyleyse AB’ye girelim’ ne kadar akılcıysa, ‘bizi razı etmek için, itaat ettirmek için bu senaryoyu uygulamaya koydular, fotoğrafın karelerini tertip ettiler’ ithamı da o kadar akılcıdır. Ama her iki ampirik izah da, birisi değişimi salt iç dinamiğe indirgediği, ikincisi de salt dış dinamiğe indirgediği için, dolayısıyla da ampirik görünüşün ötesine gidemedikleri, nedenleri gösteremedikleri için yetersizdir, (yetersiz olması gerçekle ilgisi olmadığı anlamına gelmez). Ben burada sorunun ampirik tespitine (biz adam olmayız) akılcı bir çözüm bulunmasının (öyleyse AB), sosyolojik olarak pozitivist (anketçi) bir yaklaşım olduğunu ve bu yaklaşımın sıradan bir ahlakçılığa dayandığını göstermek istedim hepsi bu. Yoksa, çok ciddi etkileri olan her iki konu da bizim gerçeğimizin anlaşılabilmesi için, gerçekten incelenmeyi beklemektedir. Liberal sol, ‘kurtuluş’ olarak gördüğü AB’ye neden girmemiz gerektiğini böylece izah ettikten sonra girmezsek ne olacağını da büyük bir ferasetle tespit eder: “Aksi taktirde, Irak savaşının da tetikleyeceği yeni ‘KKTC’lerin yaratacağı sorunlarla uluslar arası dünyadan izole olan, içine kapanmış, sönüp pörsüyen bir Türkiye’de yaşamaya kendimizi hazırlayalım’14 Uluslar arası dünyadan yani Batı’dan izole olan, içine kapanmış, sönüp pörsümüş Türkiye. Ne dehşetengiz bir hayal gücü. Bu Batı’dan y Шş≠`´°≤ ≥ Ƨ° ´•Ƨ©Æ©`πØ´•§© ©Æ §•≤©Æ ´ ∞ ≤¥ ≥ ∫ ¥…¢© ≥©π°®`ßş∫•¨¨©´ ∫°≠°Æ`≥µ≥¥µ ≥µπµÆ ≥•≥≥©∫`§•≤©Æ¨© ©Æ• ßĞ≠ş¨ş∞ µπµ§µ ´`ß©≤≠© `¥•Ʃƕ §©¨©Æ§•`¥µ¥µ´¨µ´ ≠°∂©`≠ş®ş≤ş≠ 11 ¢•´¨•π© §µ≤°´≥°≠° π•Æ©§•Æ`¢•´¨•π© ≠°π ≥` ßş¨¨•≤© ∂•`Шş≠ş ß•¥©≤§ © ¢µ`¢°®°≤ Шş≠ °Õ¨ ´ ∂•`° ´ µ ≤°§ `©´©≠©∫• ß•£• §°¨ß°¨°≤°` • ¨©´`•§©∞`©Æ•≤ π•≤πş∫şÆ• ∫°≠°Æ ¢©≤`π°∞≤° ° °≥ ¨ 12 izole dünya da, birçok yerde söylendiği gibi, Orta Doğulu ve Afrikalı ülkelerdir, yani üçüncü dünya. Ahlakçılık her zaman kendini erdemle ifade etmez, sıkıştığı zaman ahlaki şantajlar daima devrededir. AB’ye girmezsek üçüncü dünyada kalırız, ‘Ortadoğulu ülke mi olmak istiyorsun?’ bu ‘akılcı’ argümanlar, kararsız insanların kafalarının üstünde Demoklesin kılıcı gibi sallanır. Fakat yöntem eski bir klişedir. Hobbes Leviathan’a (devlete) itaati sağlayabilmek için insanlar arasında, herkesin birbirinden sınırsız ölçüde korkmasını sağlayan ‘doğa devleti’ mitini kullanır.15 Doğa devletinde herkes kendi çıkarı için herşeyi yapma hakkına sahip olduğu için, yani mutlak özgür olduğu için, aynı zamanda da herkes birbiriyle savaş hali koşulları içinde yaşar. Hobbes, yurttaşların bu her an birbirlerinin boğazına sarılacağı korkusunu kullanarak, Leviathan dediği, devlete itaate bir geçiş yapar. Aslında çok yakınlarda deneyimlenen bir olguydu bu. Irak işgalinin ilk günlerinde, Amerikan askerinin Irak kentlerine girdiği halde, yağma ve saldırı olaylarını engellemediği, tersine buna izin verdiği ve üstelik bunu özgürlük olarak tanımladığı herhalde unutulmamıştır. Amerika böyle davranmakla aslında tam da Hobbes’un kuramını uygulamaya koymuş oldu. Sonuç da aldı. Kısa süre içinde Irak halkı, herkesin birbirini boğazladığı bir ortamda, mülkiyet ve yaşama hakkının güvencesiz kaldığını gördü ve ABD’nin varlığını egemenlik olarak tanıdı ve direnmedi. En azından ‘halk’ direnmedi. ‘Irak direnişi’ kaldığı kadarıyla Arap ve İslam kavramları altında ayrı bir tartışma konusu. Benim vurgulamaya çalıştığım, yağmalama ve kaosun (‘doğal durum’un), yol açtığı tehdidin Irak halkında yarattığı korkunun ABD egemenliğinin tanınmasında işlediği belirleyici roldür. Ayrıca Dünya ülkeleri de bu ‘doğal durum’ karşısında ABD egemenliğini sessiz kalarak da olsa kısa sürede tanıdılar. Çünkü ‘doğal durum’ devam edemezdi. Ülkenin doğal durum koşullarına nasıl geldiği ya da getirildiği artık hiçbir önem taşımaz. Önemli olan bu noktaya gelmiş ya da getirilmiş olmasıdır. Artık en kötü egemenlik bile ‘doğal durum’dan daha iyidir. Irak halkı bu şantaj altında ABD egemenliğini istese de istemese de kabullenmek zorundaydı. Türkiye’de Liberal solun ‘AB’ye girmezsek üçüncü dünya ülkesi oluruz’ şantajı da bunun aynısıdır. Akılcı iknanın ‘ahlaklı’ şantajı. Bu ahlak öyle iki yüzlü bir ahlaktır ki, insanları hem üçüncü dünya korkusuyla tehdit eder hem da üçüncü dünyanın durumunu ‘kardeşlik ve adalet’ daveti olarak kullanmaktan çekinmez; “Ama şu sıralarda Afrika’da çok fazla şey üst üste gelmeye başladı. Genel sorun da, Afrika’nın tek başına çözebileceği boyutları aştı. İşte bu, Fransız Devrimi’nin ‘Kardeşlik’ sloganına davet çıkaran bir durum.”16 “ ... solun gelecekte dünyada bir yeri olacaksa, bu elbette özgürlükle eşitliği birlikte yaşatmak üzere geliştirdiği projelere dayanan bir yer olacaktır; ama bundan da önemlisi, kardeşliği bir hayat üslubu haline getirme konusunda yapacağı katkılardır.”17 Şimdi hangisine inanacağız, üçüncü dünya bizim kardeşimiz mi yoksa, AB’ye girmek için aralarında kalmakla korkutulduğumuz bir yer mi? Hangisi doğru? Hem öyle hem böyle, Ahlaki vaaz vermek istediğimiz zaman kardeş, şantaj yapmak istediğimiz zaman bir korku nesnesi. Weberci akılcılaştırmanın Protestan ahlakının mükemmel bir örneğidir bu. Her iki durumda da, yani ister ‘biz adam olamayız öyleyse AB’ şeklindeki değere dayalı akılcı ikna, ister Hobbes’cu tehdide dayalı akılcı ikna olsun, engellenen direniş, yaratılan itaattir. Kantçı ahlakçılığın vardığı nokta olarak bir mutabakatçılık; ikna budur. Bu ikna ‘Batı’ya direnilemeyeceği, ancak itaat edileceğini yerleşik bir değer olarak kutsar. Deleuze bu Kantçı prosedürü bütün açıklığıyla şöyle özetler: “Anlama ve akıl, artık kimseye itaat etmek istemediğimiz zaman itaatimizi sağlayan şeylerdir. Akıl, Tanrı’ya, devlete, ebeveynlerimize itaatten vazgeçtiğimiz anda ortaya çıkar ve bizi uysallığımızı sürdürmeye ikna eder .. Akıl makul varlıklar olmamızı sağlayan köleliğimizi ve itaatimizi temsil eder”18 Bu Kant’ın sözde eleştirel aklıdır, pratik akılla (ahlakla) eleştirinin varacağı yere varmasını engelleyen akıl; -ki mutabakat üretir-. Yukarda bunu özgür kafaların köleci düşüncesi özelinde izledik. Oysa eleştiri hem Nietzsche’de hem de Marks’da, yol açabileceği sonuçlardan korkmadan, o sonuçların kendisi için yaratacağı riskleri göğüsleyen bir akıldır. Yani yerleşik değerlerin üzerine giden ve onu yok olduğu (ya da yeniden değerlendirdiği) yere kadar süren bir akıl; -ki antagonizm üretir-. İlki verili düzene itaati sağlamanın en emin yolu, ikincisi ise ‘hayat’ ve ‘insanın ölümsüzlüğü’ ilkelerine bağlı direnişi, aklın biyolojik tahrik gücüne dönüştürmenin en emin yoludur.Yukarda kısmen, liberal solun AB’ni bir toplumsal dönüşüm projesi olarak sunmasının gerekçelerine değindik, şimdi de, bu projenin nasıl bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi olduğunu irdeleyelim. [email protected] NOTLAR: (1) Murat Belge, Radikal Gazetesi, 13.01.2004, (2) Ahmet İnsel, Radikal İki 9.02.2003 (3) Murat Yetkin, Radikal 21.12.2003 (4) İsmet Berkan, Radikal 12.12.2003 (5) M.Belge, örn. Radikal Cumhuriyet Eki, 29 Ekim 2003 (6) A.İnsel, Radikal, 26.12. 1999 (7) M.Belge, Radikal, 16.12.2003 (8) M.Belge, Radikal, 16.12.2003 (9) M.Belge, Radikal, 26.12.2003 (10) A. İnsel, Radikal, 09.02.2003 (11) A. İnsel, Radikal,, 09.02.2003 (12) Chantal Mouffe, The Democratic Paradox, Verso, London, 2000, ss.3-5 (13) A.Badiou, Etics, Verso, London, 2001 p. 13 çev: Tuncay Birkan (yakında Metis yayınları arasından çıkacak) (14) A.İnsel, Radikal, 09.02.2003 (15) bkz. J.P. Mc Cormic, Carl Schmitt’s Critique of Liberalism’ Cambridge University Press, 1999, s.298 (16) M. Belge, Radikal, 21.05.2000 (17) M. Belge, Radikal, 14.05.2000 (18) Gilles Deleuze, Nietzsche&Philosophy, Columbia University Press, NewYork, 1983, ss.92-3 ta kendim tezer cem ´°Æ`Ğ≤¥ş≥ş`≤•Æß©`©¨•`≥ب°≤§ ´`¢° ≠ ∫§°Æ ≥Ø≠`¢°®°≤¨°≤`Ğ≤≥•¨•Æ≠© ¥© •∂∂•¨§©`∫°≠°Æ Æ•`¢şπş´`¨•´•π§©`≤µ®¨°≤`≥°¥ ¨ ≤´•Æ ¢°£°´¨°≤ ≠`°´°≤§ `®°π≥©π•¥©≠§•Æ πØ¨¨°≤ Ƨ°`¥° ¨°≤`¥Ğ´•∫¨•≠© ¥© ∞•≤© °Æ§ `π°∫°Æ ¢©≤`Õ©¶`´°Æ°¥`¢°∫•Æ`ß•¨©≤`¢°¥°≤§ ´µ `≥ ≤¥ ư`≠°∫©`πş´¨•≠•´`© `•≠≤©≠ ¥°`´•Ƨ©≥©π´•Æ`≥Ø≤°≤§ `´°π ∞`πØ¨£µ ß•¨≠•π•Æ`´°¨°Æ ®Ø®¨°≤§ ´`ßş∫•¨`´Ø´°≤§ `¥°≤©® ب§µ≠`§•π©Æ£•`°Æ¨°≤§ ´`Шş≠` `§©≤©≠ ®•≤ •π`π°¨°Æ ≠°§•`©Æ` •π¥°Æ Ğ∫§•`¢°≥©¥`¢©≤`°Æ¨° ≠°`π°∞≠ ¥ ´o¢•≥¨•≤´•Æ`≥•Æ©`π°Æ≠ ¥ `≥ş¥ş≠o≠•≠•≠§•Æ ´°Æ`©Õ≠© `∂•`πş∫ş≠•`Ø`¥µ®°¶`≠Ø≤`¨•´•π©`¥ş´ş≤≠ş ¥şÆo¢Ğ𨕣•`´µ¥≥°Æ≠ ¥ ≠ ´Ğ¥ş¨ş´¨•o¥ş≠` §şÆπ°π ` ßĞ≤•£•´¥©≠` ≥•Æ©Æ` ßĞ∫¨•≤©Æ¨•oĞÆ£•` °ÆÆ•≠•` ¢°´°£°´m ¥ ≠oπ•≤©Æ©` ßĞ≥¥•≤≠© ¥©` ¢°Æ°` ´şÕş´´•Æo≥•Æ≥©Æ` •π¥°Æ` §•≠© ¥©o¥ş≠` §şÆπ° ب°£°´¥ ≠nnn 13 T‹YATRODA DÜNYAYI OKUMA/YAMAMA SORUNU Hakan Altun 14 Binlerce yıldır varlığını sürdüren tiyatro bugün artık son nefesini mi veriyor... Az da olsa, her gösterimde yerini alan izleyiciler artık sevdiğine karşı son görevini yapan ziyaretçiler mi? Bir gün merhumu nasıl bilirdiniz gibi bir soruyla karşılaştığında bu soruyu yanıtlayabilecek kaç ‘babayiğit’ kaldı acaba? Geniş halk yığınlarında tiyatronun yeri ve önemi ne? Peki, ya küçük bir azınlık için?Yokluğu yaşamımızdan neyi eksiltecek? Belki ailemizin bir büyüğünü yitirmenin acısı; peki, ama neyi eksiltecek? Kabaca kütüğe kaydolduğu tarihi İÖ500 olarak belirlesek bile (ki doğumu çok daha önceye gider) 2500 yaşındaki bu “ihtiyarın” (eril vurguya dikkatinizi çekerim) atacak kurşunu mu bitti? Artık “tahtında” (otorite vurgusuna dikkatinizi çekerim) bir başkası mı oturuyor? Onun yerine bir imitasyonu koyduysa/koymak durumunda kaldıysa bunda en az sorumluluğu olan onun “izleyicisi” olan (pasifleştirilme vurgusuna dikkatinizi çekerim) kadınlar ve erkeklerdir. Bir tümce içine koyarsak; “tiyatro”, son kertede bir etkinlik olması dolayısıyla, bu tümcenin yüklemidir. Özne (alımlayıcı) ile yüklemin arasındaki uzaklığa bakarsak artık bu tümcenin ne dediği anlaşılamayacak denli birbirinden uzaklaştığını görürüz. Hiçbir dönemde tiyatro böylesi bir uzmanlaşmayla parçalanmamıştı. Artık yazarlığından oyunculuğuna, sahneye koyuculuğundan eleştirmenliğine, sahne tasarımından işletmeciliğine kadar atomlarına parçalanarak ve 'eğitimi' verilerek ve de parçaların birbirleriyle kuracakları ilişki de belirlenerek (hiyerarşik vurguya dikkatinizi çekerim) tiyatro teknik bir sorun haline indirgenmiştir. (İzleyici eğitimi ve- ren bölümlerin de açılmasıyla bu alandaki büyük bir eksiklik giderilecektir :-P) Oysa tiyatroyu yalnızca teknik bir sürece indirgetme çabası açıkça siyasaldır ve tiyatronun doğrudanlık ve dolayımsız ilişkiden aldığı gizilgücü köreltir. Tiyatro, bugün insanın elinde kalan ender sihirlerden biri; belki de teki. Varlığı ve anlamı gerçekleşme anında izleyicisiyle kurduğu ilişkiden kaynaklanır. Bu insanın derinliklerinden kaynaklanan büyüsel bir ilişkidir. Lorca'nın duende adını verdiği bir güçtür. "Çalışma değildir. Bir mücadeledir, bir yetenek meselesi değildir, anında yaratma meselesidir. Bu herkesin hissettiği ama hiçbir filozofun açıklayamadığı gizemli güç özetle toprağın gücüdür."* der Lorca. Tiyatroyu duendesiz düşünmek mümkün değildir. Oysa bugün kendine biçilen donu giymek zorunda kalan tiyatro ise kuru ve cansız bir teknik beceriden ibarettir. Bu durumuyla da varoluş nedenini yadsır. Canlı, anında ve belirlenemez yapısıyla tehlike arz eden tiyatro cansızlaştırılarak dondurulmuştur. Dahası izleyiciyi yok sayıp karanlığa gömerek bu ilişkide baskın taraf da belirlenip; karşılıklılık, eşitlik gibi idealler sakatlanmaktadır. Bu izleyiciyi susturma edimi, egemen olanın bireyi sessizlik kültürüne hapsedip toplumsal olanı dönüştürme olanaklarından yoksun bırakma tavrıyla örtüşerek egemen ideolojiyi besler. Muhalif özünü yitiren sanatın kendi varoluş nedenini ortadan kaldırdığını düşünürsek; izleyicisini karanlığa gömen her oyun ilk önce kendine ihanet eder. Her şeyden önce unutulmaması gereken tiyatronun kendine özgü bir dili olduğu, bu dil aracılığıyla izleyicisiyle bağlantı kurduğu ve sıkıntılarını ifade ettiği gerçeğidir. Bu dil tiyatro ediminin bütününe içkindir. Onu bir metin sorununa indirgemek çok büyük bir haksızlık olacaktır, aksi halde gösterimin kendisi gereksiz bir fazlalık olacaktır. (Üstelik unutulmamalıdır ki metin, sıkı bir yoldaşı olsa da, onun doğumuna eşlik eden ögerin arasında değildir. Dans, jest ve devinimden doğan tiyatro bir gösterim sanatıdır.) Etkinliğin bütünlüğünde beden bulan tiyatronun bu dili ise, bugün varolduğu haliyle kendini ifade edebilmekten uzaktır. Kabul etmek gerekir ki dünya yeni bir dönemin eşiğine çoktan adımını atmış durumdadır. Bugünün dünyayı algılama, dünyaya bakma biçimi dahi değişmiş olan insanı için artık eskimiş, geçerliğini yitirmiş bir dille kendini ifade etmeye çalışan tiyatro yaşamsal değildir. Bu açmazdan sıyrılmanın olası yollarından biri çağının insanıyla iletişim kurabilecek ve kendi biricikliğini ortaya koyabilecek yeni bir dili üretebilmesinden geçer. Bu üretimin iki temel itkisi ise günü yakalamak ve günün dayatmalarına direnebilmek olmalıdır. Yeni bir dil arayışı her şey- den önce bir serüvendir ve yerleşilen toprakları derhal terk etmeyi gerektirir. Alelade bir yolculuk değildir; Karanlık sularda yapılan bu yolculuk, ancak dünyanın doğru bir bağlama oturtularak okunabilmesiyle olasıdır. Bu bir bakış, bir duruş sorunudur. Her şeyden önce bir gerçeğin altını çizmekte yarar var; tiyatroda geçmişe ait bir dili, bir söylemi kullanma egemen ideolojinin yeniden üretiminden başka bir işe yarmayacaktır. Söylemeye çalışılan ne olursa olsun söyleme biçimiyle -bir dizge olarak dil ile- tam tersi bir bilinci üretmesi olası. Bu noktada dilin katmerli yapısını gözden kaçırmamak gerekir. Bir iletişim aracı değildir yalnızca, egemen sistemin dayatmacı yapılarını da bir model olarak içinde barındırır. Bu bağlamda da tiyatronun var olan dili egemen sistemin güdüleyen kültürel yapılarının sürdürülmesine hizmet ederek, statükoyu besler ve sistemi güçlü kılar. Neyi öğreteceğini, nasıl öğreteceğini ve bunların nasıl değerlendirileceğini yapılandırarak düzenler. Bu noktada tiyatronun yapması gereken; derhal kendi özünde barındırdığı muhalif güce dönmesi ve bunu yaparken de totaliter, seçkinci, hiyerarşik, sömürgen eril bilincin yeniden üretimini yıkacak bir dille kendini ifade etmesidir. Gelenekçi** tiyatro, dayatılan bir yaşam dramaturgisinin karşılığı olan totaliter-eril bir modelin kültürel yansımasıdır. Üretilen ve yeniden üretilen bu model aracılığıyla sistemin bir parçası olur, onu içselleştirir. Ancak egemen olanı lanetleyen bir yapıt kendini ve diğer ezilen unsurları özgürleştirebilme gizilgücünü içinde barındırabilir. Ya akıl dahil her şeyi evcilleştiren ideolojiye teslim olacak ve ona hizmet edecek ya da muhalif olacak, uzlaşmayacak ve özgür kalacak. Bu oldukça önemli bir ayrımdır, çünkü uzlaşma var olan toplumsal ilişkileri ve oluşumları yeniden üretirken, uzlaşmaz ve yıkıcı tavır demokratik ve özgürleştirici bir değişimi kışkırtacaktır; ki bu, devletin bir ideolojik aygıtı olmayı da açıkça bir reddediştir. Dolayısıyla da tiyatro, kültüre kültürel bir başkaldırı alanı olmalıdır. Öncelikle, aydınlarımız da dahil olmak üzere, iliklerimize kadar işleyen tiyatroya karşı muhafazakar duruşumuzu değiştirmemiz gerekiyor. Entelektüel düzlemde devrimci olan bir azınlık bile, duygusal düzlemde sömürgen totaliter bilince teslim olabilmektedir. Bireyler bir çok durumda nasıl koşullandırılmış olduklarının ayrımına varamazlar, aksine özgür oldukları sanısı içindedirler. Bu durum ancak keskin bir eleştirel duruş aracılığıyla aşılabilir. Bundan kasıt tiyatroda ve daha da önemlisi yaşamda bir özne olarak durabilmektir. Tersine, hiçbir şey bilmediğimize inandırıldığımız bu toplumsal yapılanma içinde biz, eleştirel duruşumuzu eleştirmen adı verilen kişilere ihale etmiş durumdayız. Birileri bizim adımıza düşünür, eleştirir ve biz de bunları benimseriz. Bu belirlenmiş ilişkiler yumağı bizi sessizlik kültürüne gömen totaliter araçlardan biridir ve sesimizi kısmak için, bizi susturmak için işler. Bu söyleyecek sözü olmayan bir kitlenin de kolayca işine gelebilecek bir durumdur. Bugün tiyatronun yapması gereken ise, bu ilişkileri kırıp, seyircisi ile doğrudan söyleşmesidir. Geleneksel yapı içerisinde eleştiri mekanizması, özne ile eylem (tiyatro) arasına girerek uzaklığı daha da katlar. Bu eleştirinin tümden gereksizliği anlamına gelmez, ancak geleneksel sınırların dışına çıkması gerektiği anlamına gelir. Geleneksel eleştiri, içinde hem bir sorunu, hem de bir sorunsalı barındırır. Sorunsal olarak eleştiri, onun var olan formlardan ve normlardan hareket etmesi sonucunda yeni olanı bütünüyle kuşatamamasıdır; çünkü, yeni olan genel geçer normlarla açıklanamaz. Bu noktada olası en iyi yaklaşım eleştirmenin bizzat kendini eleştiri süzgecinden geçirmesi olabilir. Sorun olarak eleştiri ise, tamamen gerici bir alanda mevzilenir ve totaliter hiyerarşik ilişkileri güçlendirir. Bu bağlamda eleştiri, başkalarının üzerinde bir hakimiyet kurarak entelektüel prestij sağlamanın bir aracı haline de gelebilir. Üstelik günümüzde, bir eseri izlemeye gerek duyulmadan, program dergilerinden hareketle belirli bir şablon doğrultusunda yazılan eleştirilerin varlığı (özellikle de bu işe ciddiyetle eğilen eleştirmenler açısından) oldukça can sıkıcıdır. (Sizi temin ederim program dergilerinin Zuluca ya da Urduca yazılması bile bir çözüm olmayacaktır, zira bu şahısların yetenek ve dehaları bu tür küçük sorunları aşabilecek niteliktedir.) Bu bağlamıyla eleştiri mekanizması günlük yaşamın güdüleyici yapısını yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Asal olan izleyiciye eleştirel duruşun aşılanması olmalıdır. Ancak eleştirel bir duruş manipülasyonun önüne geçebilir. Kısaca tiyatronun ne olmaması gerektiği ortadadır. Sorun ne olması gerektiği üzerinde düğümlenmekte. Kendine acilen akacak başka bir kanal bulmak durumundadır. Bu ise dünyayı iyi okuyabilen ve tiyatroyu öncelikle/öncelikli bir beklenti içinde yapmayan (para kazanmak, ünlü olmak, memuriyetini sürdürmek vb.) insanların varlığını gerektirir. Var olan gelenekçi tiyatroya baktığımızda ilk elden gözümüze çarpanlar şunlardır: ataerkilizm, otorite, hiyerarşi ve merkeziyetçilik. Bütün bunlar tiyatronun yapılanmasından, üretilmesine, sergilenmesine ve değerlendirilmesine kadar uzanır. Bu yönüyle de egemen ideolojiye eklemlenir. Aksine, tiyatroya içkin bütün totaliter ilişkileri kırmak gerekir: Metinden yönetmene, öyküden karaktere, oyuncuya varana kadar. Son noktada da izleyicisine kendi sözünü söyleyebilen, etkin, meraklı ve eleştirel bir özne olma olanağı vermelidir. * Çeviri sevgili arkadaşım, güzel insan Zerrin Yanıkkaya’ya ait. ** “gelenekçi” terimin, “geleneksel” bağlamında kullanılmadığını özellikle belirtmekte yarar görüyorum. 15 MONTREAL’DE B‹R AKfiAM YEME⁄‹ hiçkimse 16 Mösyö Butter bağırıyordu “Clara, çabuk buraya gelin lütfen!” Clara’nın ise hiç acelesi yoktu. Elindeki elektrikli süpürgeyi halıya bastırarak süpürme işine devam ediyordu. Aslında bu her zaman uyguladığı taktiklerden biriydi. Mösyö Butter onu çağırdığında ya her zamanki saçma isteklerinden birini dile getirecekti ya da bir şeyi bahane ederek kalçalarını çimdiklemeye çalışacaktı. Aslında bu işten de bu ilişkiden de çoktan sıkılmıştı Madam Clara, eğer oğlu Miguel’in Ottawa’da Üniversitesi’ndeki ekonomi öğrenimi olmasa bu çılgın ihtiyarın ağız kokusunu hiç mi hiç çekmezdi. Ama gel gör ki buradan aldığı haftalık 300 kanada doları sadece Miguel’in okul masraflarına bir nebze olsun katkı sağlıyordu o kadar (zaten onu sadece aldığı burslarla okutmak neredeyse imkansızdı) ve bu koşullar altında bu geliri bırakmaya niyeti de yoktu. En iyisi orta bir yol bulmak ve sabretmekti. Neydi o orta yol? Mesela Mösyö Butter’ı duymamış gibi yapmak, onun kendisini çağıracağını hissettiği zaman hemen arka odalara kaçmak ya da bahçeye bir şey almaya çıkmak vb... Mösyö Butter, Clara’nın bu taktiklerini henüz tam olarak çözmüş olmasa da bir şeyler hissettiği aşikardı...ne var ki bu hissiyat henüz ne somut bir fikre dönüşmüştü nede ne elinde konu ile ilgili bir delil vardı...onun Clara’nın bu tür davranışlarına tepkisi daha çok sezgiseldi ve onun ortadan kaybolması sadece onu çıldırtıyordu hepsi bu... ............................................ Mösyö Butter eski bir Polonya yahudisi idi, ikinci dünya savaşı sırasında Doğu Polonya’da Krakow ya- kınlarındaki bir toplama kampından müttefik güçlerce kurtarılan demeyelim, (çünkü bu kurtarma hikayeleri hep biraz abartı ya da politik propaganda izleri taşımıştır) eline sağ olarak geçebilen birkaç yahudiden biriydi ve seksen beş yıllık hayatının bu en kötü döneminin izlerini hala taşımaya devam ediyordu. Uzun boylu yaşına göre oldukça dik duruşlu, geniş denilebilecek omuzlara sahip, sportmen bir görünümlü, açık tenli ve avurtları hafif çökük biriydi. Aslında oldukça kibar ve yardımsever bir insan olan Mösyö Butter karakter olarak çok cömert olmasa da insanlara iyilik etmekten zevk almayı da bilebilen biriydi. Kutsal cumartesileri sinagogdan çıkışta dilencilere para vermeden geçmezse de bunu daha çok mecburiyetten yaptığına emin olabilirsiniz ve dilencilere para vermektense parasal karşılığı olmayan bir şey için birilerine seve seve yardımcı olmaya hazırdı. Mesela yine kapı komşusu Nitu’nun bahçe çitlerini yapmasına yardımcı olduğunu ve geçen noelden sonraki o soğuk ve karlı günlerde bile nasıl çalıştığını herkes bilir. Mösyö Butter’ın çevresine genelde sorun çıkarttığı hemen hiç duyulmamıştır. Bu yüzden sevilen biridir. Ancak onun kibarlığının özellikle genç ve güzel kadınlara karşı daha yoğun bir kıvamda olduğunun da altını çizmek gerekir. Tüm bu genel olumlu tabloya rağmen Mösyö Butter’ın zaman zaman hiç umulmadık anlarda umulmadık davranışlar gösterdiği ve çevresindekileri hayrete düşürdüğü de hafızalardadır. Mesela sizinle güzel güzel konuşurken birden bire sinirleniverir ve keskin birkaç sözle sizi kırabilir....ki nerede hata yaptığınızı yada neden gücendiği bir türlü anlayamayabilirsiniz. Bu tür küçük olaylar Mösyö Butter’ın gizemi olarak bilinmezliğini korur gider...Yine o hiç beklemediğiniz bir gün yanınıza gelip sanki hiçbir şey olmamış gibi sıcak bir tavırla halinizi hatırınızı sorabilir ve bir şeyler anlatmaya başlayabilir...Hatta onun bu içten tavrı karşısında hata yapanın kendiniz olduğunu düşünerek böylesi içten bir ihtiyara kaç zamandır soğuk ve uzak durma gafletinde bulunduğunuz için kendinizi için için suçlayabilirsiniz. Yine de bu iyi ilişkilerin yeniden tesisi bilinmeyen bir tarihte bilinmeyen bir nedenle Mösyö Butter’in sizi yeniden paylamayacağının garantisini hiç vermez. ............................................ Madam Butter Mösyö Butter’ın altmış yıllık hayat arkadaşı. Savaş sonrası yıllarında kocasına büyük destek olmuş...onun yeniden hayata bağlanmasında kuşkusuz en büyük paya sahipti ve Kanada’ya göç kararı aldığında da kocasına hiç itiraz etmemişti, hatta Montreal’a yerleştikten sonraki dönemde Mösyö Butter’ın ufak tefek kaçamaklarına da göz yummuştu (tabii mutluluğu için)... Ama geçen yılların yıpratıcı etkisine kadın olmasına karşın Mösyö Butter kadar karşı duramamış Madam Butter ve dönüşü olmayan bir hastalığa (Alzheimere) yakalanmıştı. Yani o narin beyni çoktan emekliye ayrılmıştı. Bu yüzden nicedir olan bitenin farkında değildi ve hafızası yeni algılara artık tamamen kapalıydı. İşte bu ahval ve şerait içindeki Madam Butter kocasının hizmetçi Clara’ya yaptığı sarkıntılıkları da fark -vasata vasatreha yünlüel/fliirhâne göze göz, dişe diş, hakan. mânâ sabırsız sabırsız olmasına ya, kendini koyacak yol bulamıyor kuyuya taşlar atan kırkı da kırık olmasa da vasatî kırk harâmî çöpün bi siktir git dedirten kuyusunda. midas'ın kulakları eşşoğlubeş kulakları ana avrat, dere tepe düz gidiyor. filvâki adam almış eline sazı, düdüğü tefi, kavalı ve bilumûm mûsikî edevâtını çalıyor da çalıyor. çalsın tabiî, de, biz aşağıda imzası olmayan başağrılı banyosundakiler koro halinde tekrarlamasak da, şunu içimizden söylemeden geçemiyoruz burada: midas'ın sikinde değil, sikinde değil midas'ın. 17 eh gerisi de zâten pes renginde saf-sa-ta! edecek durumda değildi. O artık kendi dünyasında yaşıyordu ve onun için yalnızca geçmişten hafızasında kalan bazı kırıntılar vardı. O kırıntıların içinden bazen öyle akla uygun kurgular yapar ki konunun aslını bilseniz dahi önce inanacağınız gelir şaşırırdınız...ardından durumu kavrayıp da toparlanınca basıverirdiniz kahkahayı...Her şeye rağmen şunu önemle bir kere daha belirtmeliyim ki Mösyö Butter aslında öyle tehlikeli biri filan da değildi...yaşına göre cinsel içgüdüleri biraz genç kalmıştı hepsi bu. Yoksa onu kontrol altında tutmak pekala mümkündü.Bir keresinde göçmen bürosundaki işimden eve dö- nüşte, Polonyalı göçmenlerle ilgili bir iki soru sormak amacıyla evine uğramıştım. İşte o zaman onun ilerlemiş yaşından beklenmeyecek biçimde etrafımda nasıl dönenip durduğunu bana nasıl iltifatlar yağdırdığını gördüm. Hele anlattığı fıkralar neredeyse başımı döndürecekti, öyle ki orada kaldığım zamanı farkında olmadan uzattığımı ve eve geç kalmak bahasına Mösyö Butter’dan kopamadığımı epeyce bir sonra farkettim. Son zamanlarda kocam ile iyiden iyiye kötüye gitmeye başlayan ilişkimin gerginliği bir yandan, göçmen bürosundaki işimin yoğunluğu bir yandan, bu yeni ülkeye uyum sağla- maya çalışan oğlumuz Ahmet Can’ın son dönemlerde çıkarmaya başladığı ekstra sorunların yükü ise bir başka yandan beni öylesine germiş olmalı ki bu ihtiyar çapkının komplimanları bana adeta ilaç gibi gelmişti. Bu yüzden hafta sonuna planladığı toplu akşam yemeği için yaptığı daveti fazla düşünmeden kabul ettim, zaten yemekte Yunanlı Kostas, İranlı Amir, Rumen Nitu, Polonyalı Danuta ve tanımadığım birkaç kişi daha olacaktı bu bakımdan teklifi kabul etmemek için herhangi neden görmedim. Tam hazırlanıp artık çıkıyordum ki birden korkunç bir çığlıkla ürperdim. Bir kadın sesi “imdat yetişin!” diye bağırı- 18 yordu. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra bu sesin içerde oturan Madam Butter’e ait olduğunu anladık. Hemen yanına gittik. Madam Butter çok korkmuş bir durumdaydı ve “evde yabancı biri var ve bana tecavüz edecek” diyerek tir tir titriyordu. Ona tüm metanetimi takınarak; kimmiş o yabancı Madam Butter diye sordum. Sol işaret parmağı ile (Madam Butter solaktı) kocasını göstererek “işte ona benziyordu dedi”...Durum anlaşılmıştı, Madam Butter içeri çay bardaklarını bırakmak için giden kocasını tanımamış ve onun kendisine tecavüz etmek için gelen bir yabancı olduğu fikrine kapılarak yine hepimizin yüreğini ağzına getirmişti. Ne gariptir ki benimle birlikte yanına koşan Mösyö Butter’ın onun kocası olduğunu unutması bir yana onun az evvel mutfaktan çıkan adam olduğunu da unutuvermiş ancak o hastalıklı beyninden uçmakta olan son hafıza kırıntısının etkisiyle sadece az önceki adamın ona benzediğini söyleyebilmişti. Gülmemek için kendimi zor tutarak onu olanca çabamla sakinleştirmeye çalıştım ve izin isteyerek oradan ayrıldım. ........................................... Eve geldiğimde kocam Tuğrul oldukça asabi bir portre çiziyordu. Çiziyordu diyorum çünkü onun gerçekten ne zaman sinirlendiğini yada sinirlenmiş gibi yaptığını on yıllık evliliğimize karşın henüz tam olarak anlayabildiğimi söyleyemem. Oyunculuk konusundaki yeteneğini teslim etmek gerekirdi. Hayata bir oyun olarak baktığı için hayatın her hangi bir durumunda o ana uygun bir tuluat yorumu geliştirme yeteneği vardı. Aşka dair söylediği en mahrem sözleri bile adeta teatral bir havada söylemesi, onun alemeti farikasıdır diyebilirim. Yani bu şuna benziyordu; yatakta sevişmenin en heyecanlı anında partnerinizin “size pardon canım üzgünüm ama çişim geldi” demesi absürdlüğüne... İşte benim kocam böyle biriydi: hiç umulmadık bir an- da bana olmadık bir incelik yapabilir (mesela hiç alakasız bir günde elinde kırmızı güllerle iş çıkışına beni karşılamaya gelebilir) ve beni mum ışığında baş başa bir akşam yemeğine davet edebilirdi. İşte böylesi anlarda ona ne denli kızgın ve kırgın olsam da adeta tüm direncimi yitirir, dahası aslında ona bazen haksızlık yaparak kötü davrandığımı düşünmeye başlar ve kendimi suçlardım. Tabii bu o gecenin her bakımdan mükemmel geçtiği yada geçeceği anlamına gelmezdi. Çünkü ne yapar yapar o romantik atmosferin arasında bir şekilde beni germeyi yada keyfimi kaçırmayı becerirdi. Mesela ben ona tatlı tatlı bir şeyler anlatırken o konuyla hiç alakasız bir ayrıntıya takılarak o konu üzerine pornografik espriler üretmeye başlar ardından da katıla katıla gülerek o güzel anları bıçakla kesilmiş gibi bitirerek bir çuval inciri berbat ederdi. ............................................ Bugün günlerden cumartesi, akşama Mösyö Butter’e yemeğe davetliyiz. Umarım yemeğe Tuğrul da gelir. Umarım diyorum çünkü onun sağı solu belli olmaz. Kanada’ya göçelim diye tutturan kendisiydi ben de onun eninde sonunda iç huzurunu bu ülkede bulabileceği düşüncesiyle bu fikre karşı çıkmadım. Ama geçen iki buçuk yıl gösterdi ki onun iç huzurunu bulabileceği bir ülke bir coğrafya henüz keşfedilmiş değil. Ve bunca özverime karşın yine de ona göre yolunda gitmeyen her şeyden yalnızca ben sorumluyum ve her şey benim hatam. Neyse sözün kısası “arkadaşlarımla buluşup bira içmeye gideceğiz” gibi çok sıradan bir bahane bulup her an yan çizebilir bu yemek işinden....amannn.....gelmezse gelmez.....umurumda değil...sonra en samimi kız arkadaşım Mehtap ve İranlı sevgilisi Amir var, Yunanlı Kostas henüz genç olmasına karşın dünya tatlısı bir çocuk , sonra fransızca kursunda tanıştığımız Danuta var o da akıllı bir hatun esprileri de çok özel...sonra Mösyö Nitu yirmi yıldır Kanada’da yaşayan ama o Romanya’ya has halis köylü mizacını hiç yitirmeyen dost canlısı bir adam, yani tam bir kaynak...yine göçmen bürosundan tanıştığımız hukuk danışmanımız olup çok hoşsohbet bir kadın olan Margaret var ki aslen İrlandalıdır...Tabii bu kalabalık sofra efradına kendimi ve Mösyö Butter’ı da ilave edersek takım tam bir uluslar arası karmaya benzeyecek yani . ................................................ Montreal’e geldiğimden beri, yaşadığım kültür şoklarının yadırgadığım düzenlemelerin haddi hesabı yok. Ama nerdeyse iki buçuk yıldan sonra Türkiye’ye ilk gidişimde şunu gördüm ki ben başlangıçta bana şaşırtıcı gelen bu garipliklere bayağı alışmışım. Zira Türkiye’de daha önce bana çok doğal görünen şeyler şimdi tam tersine bana garip hatta yadırgatıcı gelmeye başladı. Kanada’nın bir göçmenler ülkesi olduğunu zaten biliyordum ama bu akşamki yemekte bu kadar farklı ülkelerden ve etnik kültürlerden çıkagelen insanların Mösyö Butter’ın sofrasında bir araya gelmesine dışarıdan biraz yabancı bir gözle bakınca, doğrusu kendimi tuhaf hissetmedim desem yalan olur. Yani bu farklı kültürlerin buluşması ve insani alış verişler içine girmesi bir yandan hem hoş bir duygu hem de insan arada “acaba geldiğimiz yerin kültürünü ve köklerimizi böyle böyle mi yitiriyoruz” diye düşünmekten de kendini alamıyor... Neyse önce Ahmet Can’ı “kid house” a bırakmalıyım, ardından da kuaföre gitmeliyim, akşam yemeği için saçlarımı bir düzene sokmam gerekiyor, insanların içine bu cadı gibi saçlarla çıkamam doğrusu...sonrada eve gelip üzerime ne giyeceğime karar veririm...ki işin en zor kısmı da bu... Ma¤luplar›n Tarihinden "Besenêkenê Derê Laçi Kuyêne" Gün Zileli Laç Deresinin kenarındaki mağaralara sığınan binlerce kadın, erkek, çocuk, o mağaralarda topa tutulduklarında bile şöyle haykırıyorlardı: "Laç Deresi geçilmez." Aynı 1938 yılında, Franko'nun falanjist birliklerinin ve sömürge taburlarının saldırılarına göğüs geren İspanyolların, ünlü "La pasaran"ına ne kadar benziyor. Cumhuriyetin ilk işlerinden biri, Kürt bölgelerindeki, yüzyıllarca vergi vermeden ve askere gitmeden özerk yaşamaya alışmış aşiretleri jandarma ve silah zoruyla ulus devletin disiplini altına almaya çalışmak oldu. Ne var ki bu, özellikle Dersim gibi bölgeler açısından oldukça zor bir işti. 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra sıra Dersim gibi asi bölgelere gelmişti. Önce bir "islah" programı ortaya atıldı. Bu programla, tüm Dersim aşiretlerinin Cumhuriyet devletine kayıtsız şartsız tabi olmaları öngörülüyordu. Silahlar teslim edilecek, vergi verilecek, askere gidilecekti. Bunun için bölgeye müfettişler yollandı ve aşiret reisleriyle görüşmeler yapıldı. Amaç, hangi aşiretlerin isyancı, hangilerinin itaatkâr olduğunu saptamak ve işe en asilerden başlamaktı. Bu girişimler, Dersimli asi aşiretlerin silahlanmalarına ve yer yer silahlı direnişe geçmelerine yol açtı. 1935 yılının sonunda "Tunceli Kanunu" adı altında, devleti her türlü kanuni kısıtlamadan azade kılan ve her türlü zoru dinginsizce uygulamasının önünde hiçbir engel bırakmayan bir yasa çıkarıldı. Bunun hemen ardından, bölgeye korgeneral Abdullah Alpdoğan adında bir askeri vali atandı. Alpdoğan'ın göreve gelir gelmez yaptığı ilk iş, bölgede geniş bir karakol, kışla ve askeri amaçlı yol inşaatı- na girişmek oldu. Bu hazırlıklar, devletin , bölgeye geniş bir askeri harekât düzenlemeye hazırlandığını ortaya koyuyordu. Nitekim, bu girişimlerin hemen ardından geniş bir silah toplama ve silah teslimi harekâtına girişildi. Bölge halkının, geniş çaplı bir askeri harekâtın başlayacağına hiçbir kuşkusu kalmamıştı. Bunun üzerine, zaten başlamış olan direniş eylemleri yaygınlaşmaya başladı. Baskı direnişi, direniş baskıyı getirdi. Ordu, yöre halkının geleneklerini bile hedef almaya başladı. O yöreden Köse Usê şöyle anlatıyor o günleri: "Önce bıyık yasak, onu keseceksiniz gibi emirler verdiler. Sonra da birden bire çok sayıda insana 'haydin askere' dediler. Düşünün ki o güne kadar bu yöreden insanlar askere hiç gitmemişler. Kimse dil bilmiyor. Son bir sene içerisinde Dersim'de büyük çatışmalar meydana gelmiş. İnsanlar kurşuna dizilmiş, insanlar asılmışlardı. Kimse evinden uzaklaştıktan sonra başına neler geleceğini kestiremiyordu. Asker ise çok sertti. Ne dersen de, laftan anlamıyordu. Komutanlar gökten inmiş allah gibiydiler." (aktaran Munzur Çem, Alevilik Sorunu ve Dersim Ayaklanması Üzerine, Stockholm 1995, s.188) Bu öyle bir sertlikti ki, ordu, direnişe katılmayıp evlerine kapanan köylüleri bile kurşuna diziyordu. Yöre halkından Hesen şöyle anlatıyor: "Dersim kuvvetleri geri çekildiler, asker Amutka'ya girdi. Bir grup köylü evlerini terketmemişti. Askerlerin yaptığı ilk iş onları kurşuna dizmek oldu. Komutan Cevdet (Sunay) pek gaddar biriydi." (Age, s.195) Dersim direnişinin önderlerinden Seit Rıza yakalanır ve Elazığ'da idam edilir: "...araba farlarıyla cezaevi aydınlatılmak suretiyle sözde mahkeme yapılıyor, idam kararları veriliyor ve idam edilecekler oradan alınıp doğruca meydana götürülüp asılıyorlar. İnsanlara neyle suçlandıkları söylenmeden, savunmaları alınmadan, itiraz hakkı tanınmadan birkaç saat içerisinde gerçekleşen idamlardır bunlar. Üstelik sanıklar haklarında verilen cezaların ne olduğunu bile anlamış değillerdi." (Munzur Çem, Age, s.183) Gerisini de İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarından okuyalım: "Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı.- Asacaksınız, dedi ve bana döndü. 'Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?' Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. (...) "Evladı kerbelayıh, bi hatayıh, ayıptır, zulümdür, cinayettir, dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam raprap yürüdü. Çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu, infazını yaptı." (Çağlayangil'den Nakleden Munzur Çem, Age, s.184) İdamlardan sonra, direniş de, katliamlar da bir üst boyuta tırmanır. Artık Dersimliler, sadece onurluca ölebilmek için savaşmaktadırlar, silah ve asker bakımından çok üstün güçler karşısında herhangi bir kazanma umutları yoktur. Kadınlar, askerin eline geçmektense, çocuklarıyla birlikte kendilerini Eksor uçurumlarından aşağıya atarlar (Age, s.198). En büyük katliam Laç deresinin kenarında, yöre halkının sığındığı mağaralarda gerçekleştirilir. Mağaralara sığınanlar için yaşam çok güçtü: "Önceleri değişik yerlerde barı- 19 KARA SEVDA mustafa ibakorkmaz Æ≥°Æ`¢şπş§ş´Õ•` ØπµÆ¨°≤`§°`¢şπş≤≠ş `≠ ∫ ´Õ ¨°≤¨°`¢©≤¨©´¥•n ¬Ø£µ´´•Æ`£•≥µ≤`¢©≤`¢©¨ß•π§©≠` ÖÆ`°∫ Ƨ°Æ`¢şπş≠•π©`Ğ ≤•Ƨ©≠ Ç©≤`Ğ∫Æ•`ب°≤°´`©≥π°Æ`•¥¥©≠` πş´¨•≠©Æ`©´¥©§°≤ ư î °®¥`´µ≤≠°π°`´°¨´ ≠°`≥°´ Æ`ßĞÆ¨ş≠• Å≥¨°`´µ¨µÆ`´Ğ¨•Æ`ب°≠°≠ áĞ∫•`ßĞ∫`§© •`§© `≥•∂©πØ≤µ≠`≥•Æ© ì©≠≥©π°®`¢©≤`¢°π≤°´`ß©¢© Ѱ¨ß°¨°Æ πØ≤`´°¨¢©≠`´°Ø≥¥° Å ´ Æ`π°≥°¨°≤ Æ `Õ© Æ•π•≤• ´ ôş≤şπØ≤µ≠`® ≤∞°Æ©`∂•`§©Æß©Æ`°§ ≠¨°≤¨° 20 ñ°≤بµ µ≠µÆ`∂°≤Ø `≥Ø´°´¨°≤ Ƨ° à•πa`ìµ≥°≠`≥Ø´° Æ Æ`∞•≠¢•`¥•ƨ©`Ø≤Ø≥∞µ≥µ ≈∞¥ş şÆ`´µ≤¢° °`∞≤•Æ≥`ب≠°π°£°´ Å≠Ø≤¥©`¢©¨•`Õ ´≠°π°£°´`®°π°¥¥°Æ`¢°Æ° nan kadın ve çocuklar, birliklerin çemberi daraltmaları üzerine giderek Laç deresine, oradaki mağaralara yığılmaya başladılar. Öteki yörelerden gelenlerle birlikte sayıları binleri bulmuştu. Onca insana ölmeyecek derecede de olsa yiyecek bir şeyler temin etmek, su taşımak vs. elbet kolay değildi... İşte bu büyük ve zor görevin üstesinden gelmek de daha çok kadınlara düşüyordu... Gizliden, henüz yakılıp yıkılmamış olan köylere gidiyor, un ve benzeri şeyleri sırtlayarak getiriyor, orda-burda armut, elma türünden meyve ile yenilebilecek otları topluyor, terk edilmiş köylerde yanmaktan kurtulmuş ekini biçiyor, yan- larında bulunan az sayıdaki keçiyi sağıyor, su taşıyor, ekmek pişiriyor, sonra da cepheye gidecek olanını cepheye götürüyor, geriye kalanını ise mağaradakiler arasında bölüştürüyorlardı." (Munzur Çem, Age, s.200) Demenanlı Mustafa katliamı şöyle anlatıyor: "Gece, Mağarada göz gözü göremiyordu. Birden tavan delindi ve içeriye bombalar düşmeye başladı. Tabi bir çırpıda onlarca, belki de yüzlerce kişi yaşamını yitirdi. Ortalığı barut ve kan kokusu kaplamıştı. Öyle bir çığlık vardı ki, tanrı kimsenin başına getirmesin. Mağaranın arkasında bir boşluk vardı. O itişme, kakışma sırasında bir çok insan oraya düştü. Kimileri de bile bile o boşluğa bıraktılar kendilerini." (Age, s.204) Gerisini Merxo'lu Usên'den dinleyelim: "Sabah olduğunda asker bizi kurşun yağmuruna tuttu. Bunun üzerine insanlar biraz aşağıdaki Munzur Nehri'ne yöneldiler. Tek çare, gidip kendimizi suya atmaktı artık. Tam, suya bir duvar gibi dik inen uçurumun başına geldiğimizde ise yeni bir ateşle karşılaştık. Bunun üzerine yan tarafa döndük ve nehre doğru koşmayı sürdürdük. Ona ulaşmamıza az kalmıştı ki birden makinalı tüfek benim bulunduğum yeri taradı. Çok sayıda insan yığıldı kaldı. Tabi yara falan almamıştım ama ben de düştüm. Ölü ve yaralıların altında kalmıştım. bir fırsatını bulup baktım, karım ve iki çocuğum kendilerini Munzura bıraktılar. Su onları alıp götürdü. Ben de ancak dördüncü gün cesetlerin altından çıkabildim. Çünkü asker üç gün buradan ayrılmadı." (Age, s.205) Katliamdan, devletle işbirliği yapanlar da kurtulamıyordu: "Ele geçirilen ve çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu yüzlerce kişilik gruplar peşisıra kurşuna dizilirken, Celal Bayar ile yanındakiler biraz öteden, bunların bir bölümünü bizzat izlemişlerdi. Son iki yıldır varını yoğunu devlete adayan, ona her türlü desteği vermekten geri kalmayan Alan aşiret reisi ve Çuxure (Çukur) Ağası Slü Ağa, Başbakanı konağında ağırlamak üzere hazırlık yaparken evi kuşatıldı, kendisi Celal Bayar'ın gözleri önünde, öteki aile bireyleri ise götürüldükleri Kertê Mazgêdi (Mazgirt Gediği)'nde kurşuna dizildiler. Aileden geriye bir tek kişi bile kalmamıştı." (Age, s.210) Gönül gel gezelim Dersim dağını, Ne hoş memlekettir eli Dersim'in Seyran eyleyelim Sultan Bağı'nı Ne hoş çiçekleri var, güllü Dersim'in PUNK DOSYASI-3 Ö F K E N ‹ N V E K A O S U N C ‹ S ‹ M L E fi M E S ‹ : P U N K R O C K ! özgür k. Tekin Daha önceki yazılarımda Punk’ın ne olduğunu ve neden ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım. Punk Rock içinde anti sanatı barındıran bir müziktir. Müzik; sanatsal ifade biçimlerinden birisidir. Ancak bu noktada, günümüz müzik dünyasının endüstrileşmesinin sonraki işlevini sanatsal bir ifade olarak görmediğimi belirtmeliyim. İçi boşaltılmış, bilgisayar destekli belli bir popüler kültür yaratmaya ayarlı, kitle hipnozu işlevi gören techno, disco gibi müzik türlerini sanat eseri olarak nitelendirmek kanımca büyük bir yanlışlıktır. Bu dosyanın amacı müzik sanatının işlevini tartışmak değil elbette. Devrimci bir müzik türü olan Punk Rock ve yaşam üzerine bir inceleme sadece. Öyle bir müzik türü ve yaşamı ki herhalde dünya üzerinde başka bir tür yoktur ki bu kadar agresif, şok edici ve nefret uyandırsın ve özel bir akım yaratsın. Punk Rock ve bu müzik türünün grupları oldukça geniş bir konu. Her ülkenin karşı kültüründe isimlerini, yaşamlarını bilemeyeceğimiz, bilinçli ola- rak yeraltında kalmayı tercih eden sayısız punk grubu vardır. Örneğin Konya’da bir dönem Scream isimli bir punk grubu vardı ve sadece bu tür müzikle ilgilenenlerin bileceği kadar ismini duyurdu. (“İnleten Nağmeler” adlı İngilizce sözlü, evde kayıt, fotokopi kapaklı bir demoları var.) Dünyada ismini duyurabilmiş ve kitleleri etkilemiş Punk Rock gruplarını yazmaya devam ediyorum. Belki daha sonra ulaşabildiğim underground grupları tanıtmaya çalışırım. THE STOOGES : “Sex, Drugs, Rock’n’ Roll” The Stooges’un müziği sadece punk’ı değil heavy metal, hard rock ve proto punk gibi birbirine fazlaca yabancı olmayan türleri de kapsıyor. The Stooges oldukça gürültülü, kirli ve kasvetli tarzı ile 1960’ların psychedelic döneminden oldukça farklı bir duruştadır. Onlar da Velvet Underground gibi toplumsal tabulara karşı çıkış yolu olarak; sex’i, uyuşturucuyu ve rock’n’roll’u seçtiler, ancak Velvet’ten daha çizgi ötesi bir yerde durarak. Stooges’un müziğini etkileyen akımlar içinde İngiliz Blues’unu, Amerikan Garage Rock’ını ve The Doors grubunun nihilist, pyschedelic tarzını sayabiliriz. The Stooges’un müziği olgunlaşmamış, hızlı ve kabadır. Vokalist Iggy Pop’u ikonlaştıran sahne performansı, nefret ve tiksinti uyandırmaya ayarlıydı. Öyle ki Iggy Pop vücudunu kana ve fıstık ezmesine bulayıp sahneden seyircilerin üzerine atlıyordu. (Stave diving: belki Stooges’tan sonra başlamıştır. Grup üyesinin izleyici üzerine atlaması rock, punk ve metal gruplarında görülen “kaynaşma” halidir.) Stooges üyeleri daha punk doğmadan önce bozuk akorlu ve disharmonik enstrüman kullanımı sergiliyorlardı. Gitarist Ron ve Davulcu Scott Asheton’un ritimleri basit hatta acemiceydi. R&B ve erken rock’n’roll canlı vuruşlarını kullanan ilk gruptur. 60’ların sonunda Stooges’un müzikal tarzı ve tavrı underground bir sansasyon yarattı. Toplum tarafından oldukça tehlikeli bulunmaya başlandıkları dönem bu dönemdir. Sadece üç albüm yayınladıktan sonra dağılan The Stooges, bugün bile bir çok underground müzik grubunu etkilemeye devam ediyor. Iggy Pop birçok blues grubu ile çalıştıktan sonra, izlediği bir The Doors konseri hayatını değiştirir. 1967 yılında Rob ve Scott Asheton kardeşleri, basçı Dave Alexander’la birlikte The Stooges’u kurarlar. İlk konserlerini Michigan Üniversitesinde verirler. Midwest’te verdikleri konser Stooges’un kaba ve vahşi performansının duyulmasını sağlar. özellikle de Iggy. Sahnede yarı çıplak halde kona ve fıstık ezmesine bulaşmış halde dolaşır, vücudunu camla keser, seyircilerin üzerine atlar. 21 22 Birçok insanın onları iğrenç bulmasına karşın, sadık bir dinleyici kitlesine de ulaşmaya başlıyorlardı. Detroit’de The MC5’in ön grubu olarak çıktıkları konserden sonra Elektra ile ilk kontratlarını yaparlar. Stooges’un yapımcılığını John Cale’in üstlendiği kendi isimlerini taşıyan ilk albümleri 1969’da yayınlanır. Çok az satmasına karşın fanzinlerin ve yeraltı basınının dikkatini çekerler. Grup ikinci albüm hazırlıkları yapmadan önce ciddi şekilde uyuşturucu ile problem yaşar. Iggy’nin eroin kullanımı grubu dağılmanın eşiğine getirir. Dave Alexander grubu terk eder. Bunun üzerine Ron bas gitara geçer. James Williamson gruba gitarist olarak katılır. İki sene boyunca ta ki David Bowie ile tanışana kadar grup unutuluşun eşiğindedir. Bowie o sıralar Ziggy Stardust ile oldukça popülerdir. Bowie, Iggy ve Stooges’u yeniden canlandırmak için elinden geleni yapar. Bowie’nin yardımı ile grup Columbia ile kontrat imzalar. Bowie grubun 1973’te çıkardığı “Raw Power” albümünün yapımcılığını üstlenir. Bu albüm punk evriminin başlangıcı kabul ediliyor. Bu albümden sonra grup duraklama sürecine girer. Iggy, Bowie ile kalır. Solo çalışmalara yönelir. 1977’de “The İdiot” ve “Lust for Life” albümlerini yayınlar. Asheton kardeşler New Order adlı bir grup kurarlar ancak grup uzun ömürlü olmaz. Ron, Destroy All Monsters adlı bir gruba katılır. 70’lerin sonunda Iggy ile Bowie’nin yolları ayrılır. 0 yılına geldiğimizde Iggy Pop, Ron ve Scott tekrar bir araya gelir. bir Reunion albümü olan “Skull Ring” ı yayınlar. Ancak artık Stooges çok eskilerde kalmıştır. (Önemli bulduğum Reunion ‘Yeniden Birleşme’ vakaları içinde Black Sabbath ve Velvet Underground gruplarının ve Iron Maiden’e vokalist Bruce’un dönmesini sayabilirim, kendi açımdan.) The Stooges Diskografi:1969The Stooges, 1970-Fun House, 1973-Raw Powerx, 1976-Metalic K. O,1997-Cali- fornia Bleeding, 2003-Skull Ring JOY DIVISION “Depressive Post Punk” İngiliz alt ve karşı kültür hareketlerinin Liverpool ve Manchester kentleri menşeli olmasının nedeni bu iki kentin ağır sanayi işçi kentleri olmasıdır. İngiliz işçi sınıfı diğer ülkelerdeki çalışan sınıflara nazaran daha çok baskı altındaydı. Kraliyetin boğucu varlığı. Anglikan Kilisesinin dayattığı teolojik safsatalar karşısında derin bir umutsuzluk halindeydi toplum. Kıstırılmış ve geleceği, kendini yenileme hakkı elinden alınmış, hayat içinde başarısız ve tatminsiz bırakılmış bir toplumun içinden bunca rock, punk ve heavy metal grubunun çıkmasına şaşırmamak gerek. 70’lerin sonunda punk hareketinin yeraltına indiği dönemde, kara Romantik/ melankolik şiir tutkunu Ian Curtis, basçı Peter Hook ve gitarist Bernard Sumner’ın hayatını değiştirecek şey punk grubu Buzzcoks’ın “Spiral Scratch” EP’sini yayınlamış olmasıydı. E.P.’nin yakaladığı başarı manchester’li gruplara ve bu arkadaşlara umut vermişti. Ian ve arkadaşları Stiff Kittens grubuna katılırlar. Black Swan Pub’ta çalmaya başlarlar. Buzzcosks ve Electric Cirsus ile çıktıkları konserde gösterdikleri muhteşem performansla bir çok firmanın dikkatini çekerler. Bu gelişmenin ardından grup adını Warsaw’a dönüştürür. (Dawid Bowie’nin ‘Warszawa’ parçasına gönderme) Bu ismi almalarının ardında adları tüm ülkede “başbelası” grup olarak ünlenir (!) Kendi şarkılarını yazmaya başladıktan sonra İngiliz dergilerinde: “Amerikan patentli Velvet Underground ve Iggy Pop felaketlerine alternatif olarak size bizim Warsaw’ı takdim ediyoruz. Tanrı hepimizi korusun.” Yorumları ile onurlandırılırlar. Bu gruba bir de tam bir başbelası olan davulcu Steve Bortherdale’in katılması ile grup iyice şenlikli bir hal alır. (Zaten melankolik olan Ian Curtis’i iyice depresyona itmesi, Steve’in hapları, Steve’in ödenmesi gereken borçları, Steve’in hamile bıraktığı iddia edilen (!) kızlar, Steve’in psikoterapi masrafları sanırım bu şenliğe yeterli örnekler.) 1977’de ya sürülen “The Warsaw Demo’dan sonra Steve gruptan kovulur. Steve’in yerini Stephen Morris alır. 27 Ekim 1977’de Electric Cirsus ile sahne aldıkları konser daha sonra “Short Circuit” adı ile albümleşir. 1978’de grup radikal bir karar alarak ismini Karol Cetinsky’nin ikinci dünya savaşını konu alan romanından (The House Of Dolls) esinlenerek “Joy Division”a değiştirir. (Bu ismin iki anlama geldiği söyleniyor. Birincisi; Nazi toplama kamplarında yaşamalarına izin verilen fahişeler olduğu, diğeri ise; ölü sevici nazi subaylarını tatmin etmek için kasalarda saklanan genç kadın cesetleri olduğu. Böylece grup Nazilik suçlaması ile karşı karşıya kalmıştı.) Grubun bu isim değişikliğinin altında Manchester’lı punk grubu Warsaw Pakt’ın, Warsaw ismini aşırması bulunuyor. İlk albümleri de Warsaw Pakt çıkarınca isim değişikliği kaçınılmazdı. Joy Division adıyla verilen ilk konser 25 Ocak 1978 tarihli Pips Disco konseridir. Bu adla yayınlamak istedikleri albüm, stüdyo teknisyeni miks esnasında şarkılara klavye armonileri ekleme sabotajı ile çıkmadan toplatılır. Ian’ın sara hastalığı nedeniyle grup bir çok konser ve kaydı iptal etmek zorunda kalırlar. Ian’ın tedaviyi reddetmesi Joy Division’a muhteşem melankolik parçalar olarak geri dönmüştür. Örneğin halisünasyonlarından esinlenerek yazdığı “She’s Lost Control’ Nisan 1979’da “Un Known Pleasures” daha sonra “A Factory Semple” albümleri çıktı. Bu albümün ardından unutulmaz büyük Avrupa turnesine çıktılar. Bu albümden “Love Will Tear US Apart” post punk döneminin marşı olarak tarihe geçmişti. Grubun reddetmesine karşın Warner Bros grubun konser görüntülerinden oluşan bir klibi tüm dünyaya dağıttı. Böylece Joy Division “mainstream” sıfatını taşıyan ekipler arasında girdi. Amerika turnesine iki gün kala Ian Curtis intihar etti. Diğer elemanlar New Order grubu kurdularsa da asla Joy Division’un başarısını yakalayamadılar… SEX PİSTOLS “The Filth and Fury” Rock müzikle ilgilenenlere Punk denilince akla gelen ilk ismin Sex Pistols olmasının nedeni nedir? İsimleri mi ? Politik duruşları mı? Grubun sıra dışı hayatı mı ? Hem bunların hepsi, hem de Punk yaşam ve müzik tarzını sonuna kadar yaşayan grup olmasıdır. (Sex Pistols’la ilgili bir belgesel film Geçtiğimiz yıllarda çekildi: The Filth and Fury/ Pislik ve Öfke) Onlar nefes kesen bir müzik ve öfke ile rock dünyasını ve toplumu ateşe vermek için kurulmuşlardı sanki. 1970’lerin İngiltere’sindeki iktidara, statükoya, tabulara karşı cesurca karşı çıkıyorlar, nefret edilen olmaktan çekinmiyorlardı. Hakim rock kültürü, burjuva toplumu, batı uygarlığı, tarih, otorite, Beatles, işsizlik onların aşağılamalarına ve nefretine maruz kalan hedeflerden birkaçıydı. Dönemin egemen ideolojisine, toplumdaki düşünce, yaşam biçimlerine bilinçdışı yolla şekillendiren imgeler, kavramlar ve yapılara karşı açık bir başkaldırı başlattılar. Gençliğin öfkesi ve yaşadığı yabancılaşma Sex Pistols’la bütünleşip kulakları sağır eden keskin bir yankı buldu. Müzikle ilgileri yok denecek kadar az bilgiye sahip olan bu uyumsuzlar, bir giysi satıcısının rehberliğinde tesadüfen bir araya gelip tüm dünyayı sarsan bir gruba dönüştüler. Sex Pistols’ın müziğinde kin, umutsuzluk ve ironi bize haykırıyor: Anlamsız, çirkin yaşamla bizim gibi yüzleşin ve birlikte: GELECEK YOK!... Londra işçi sınıfı toplumundaki sınır tanımaz başkaldırıyı temsil etseler de, onlar rock’ın en göze çarpan ve sözünü sakınmayan nihilistleriydiler. Konserlerde alışılmış eğlenme biçimlerini çoğu zaman yasalara karşı gelecek ve düzeni bozacak gün k›rsal›nda takvim... m`rp` `pq` `ps`m ş∂•π`π°Æ ≠`°≤°`≥ ≤°`°Æ°≥ Æ `°≤°≤`ßşÆ`ß©§•≤°π°´ °®a`°Æ¨°≤≥ Æ ∫`∫°≠°Æ¨°`¢° ¨°≤` ©©≤`≥°≤§µÆπ°¨°≤¨° Õ©∂©¨•≤`∂•`©∫¨•≤`∂•`¢©≤`§•`§µπ§µ´¨°≤ ≠n ´°∞°Æ ≤`´•Ƨ©Æ©`°≤°π°Æ`≥•≥≥©∫`≥°´©Æ`®°Æ¨°≤°`©Æ≥°Æ Æ`ß•¨§© ©`πĞÆ§•`§Ø´¥Ø≤`¢•π°∫¨ `¢©≤`•¨l`¢° ´° ´°Æ`∂•`Ø´≥©™•Æ`∂•`¢©≤`§•`§µπ°£°´¨°≤ ≠n πØ´≥µ¨£°`´°∂≤°π ∞`¨• ©Æ©`π•≤πş´şÆşÆ` ¨ş¥¶•Æa`≥©∫`§•`¢©≤°∫`° ¨°π Ænnn m`ps` `pr` `pt`m ∂•§°`π°Æ `´°®´°®°Æ Æ`≥ب°´`°Æ`¢°®Õ•¨•≤© ¥•≤©Æ©`≥©¨§©`ßşÆ• `Õ ∞¨°´`¢ ≤°´¥ Æ`§µ§° ° ®°¨´°¨°≤`§°≤°¨°Æ`° ∫ `®°π¨°∫¨ Æ`πØ≤ߵƵ∫` µÆµ¥µ¨§µ´` ĞÆ£•` ≥•Ænnn ©¥©≤°¶°̈≤`≥©¨©Æ©πØ≤`§µ∂°≤°̈≤§°Æ`≥ ∫ πØ≤`≥Ø´°´ ¥•≥¨©≠`بµπØ≤≥µÆ`∞• ©Æ§•π©≠ ´ ≤ Æ¥ °̈≤ ¢©≤©≥©l̀¢©≤`©π©¨©´`π°∞ ∞`Ш§ş≤≥şÆ`°Æ¨°≠¨°≤ n m`qp` `pr`` `pt`` ¶`πص`¨©∂©Æß`£¨Ø≥•`¥®•`§ØØ≤ â ≠`ÆØ¥`•∏∞•£¥ Æß`∞•Ø∞¨•`°Æπ`≠Ø≤• j ´©`§•Æ©∫¨•≤`®°≠©¨•`≥•Ƨ•Æ`ߕթ¥¨•≤`πØ¨¨°`´°∞¨ ° ≤ ¨°≤`µπ°Æ§ ≤ πØ≤`≥µ≥l`¢°´°¨ ≠`πş´≥•´¨©´`©π©`≠© ®°π ≤`Õ©∫©πØ≤`≥ØÆ¨°≤`πş∫•π©Æ`£°Æ`¢µ¨≠µ `π•≤©Æ• ´ ∞ ≤§°Æ πØ≤`¢©≤`πØ´µ `π°¥°´`ب≠°´`©Õ©Æn ¢•Æ£•`´°≤°Æ¨ `§°`°¨l`Õ°Æ¥°Æ§°`¢µ¨µÆ≥µÆ ©≥¥•≤≥•Æ`¢©≤°∫`§°`¥•≤´nnn ®•≤´•≥`¢©≤¢©≤©Æ©`≥°Æ πØ≤`ư≥ ¨`ب≥°n ØÆµ≤`°´π ¨`pt`©∫≠©≤ j`§••∞`∞µ≤∞¨• 23 24 şekilde ileri giderek ters yüz etmişlerdi. Rock tarihinde Anarşi ve nihilizm öğretilerinin üzerinde hiç bu kadar ısrarlı durulmamıştı. İngiltere 1975’te 2. Dünya Savaşından beri gördüğü en büyük işsizlik oranını yaşamaktaydı. Kötü ekonomik koşullar özellikle işçi sınıfı gençliğine büyük darbe vurmuştu. Böyle bir durumda işçi sınıfı sisteme ve burjuvaziye karşı tepki duymaya başlar. Bu antikapitalizm olarak ta kendini gösterebilir ya da farklı tepkiler şeklinde (sınıf atlama, nasyonalist eğilimler) olabilir. Punk bu dönemde doğmuş en sert başkaldırıydı. İngiliz punk’ı iktidarın ciddiye aldığı keskin bir mesajdı. Giysi tasarımcısı Malcolm McLaren ve ortağı Vivienne Westwood’un işlettiği dükkan rockerların gözde mekanıydı. McLaren’ın kariyerinin son dönemlerinde olan New York Dolls’un menajerliğini üstlenmesi ve grubu politize etme çabaları baraşısız olmuştu. McLaren dükkanının adını “Sex”e çevirmesi ve antimoda yaratma girişimi olumlu sonuç vermeye başladı. Punk estetiğinin yeşermeye başladığı dönem başlamıştı. 1975 sonbaharında Steve Jones (gitar) Paul Cook (davul) ve Glen Matlock (bas) kurmuş oldukları gruba vokalist danışmak için McLaren’e başvururlar. McLaren onlara John Lydon’ı teklif eder. bu tanışmalı Paul Cook şöyle anlatır: “ hHafif çatlak, tam bir ön adam, aradığımız tam da buydu. şarkı söyleyemiyordu ama bu bizi pek ilgilendirmiyordu. Zira o sıra bizde çalmayı öğrenmekle meşguldük.” Sex Pistols üyeleri enerjilerini rock müziğine aktarmadan önce nefretlerini suç işleyerek gösteriyorlardı. Gruba 1977’de katılan Sid Vicious; polise saldırma, mülke zarar verme, silah taşıma, araba hırsızlığı gibi aktivitelerden defalarca tutuklanmıştı. Usta bir hırsız ve Sex Pistols’ın en çok tutuklanan üyesi olma unvanını elinde bulunduran Steve Jones; ev soyma, araba hırsızlığı, kavga çıkarma, huzuru bozma, serserilik gibi geniş yelpazeli suç kar- nesine sahipti. Grup Sex Pistols ismini almadan önce “The Q.T. Sex Pistols”, “The STrand”, “Kutie Jones And Hıs Sex Pistols”, “The Damned”, “Creme de la Creme” ve “Kid Gladlove” gibi isimler düşünmüşler hatta “The Strand” adıyla bir konser de vermişlerdi, ancak daha sonra Sex Pistols’ta karar kılmışlardı. John Lydon’da daha sonra Johnny Rotten (Çürük Johnny) adını aldı. Şarkı sözlerinin bir çoğu Rotten’ın elinden çıkmıştı. ‘Anarchy In The U.K.’yi yazdığında Glen’in Rotten’e “John bizi gebertecekler bu kadarı da fazla” dediği rivayet olunur. “God Save The Queen” parçasının sözleri de “Anarchy In The U.K.”den aşağı kalır yanı yoktur. God Save The Queen (Tanrı Kraliçeyi Korusun) Tanrı Kraliçeyi korusun/ Onun faşist rejimini de/ Sizi bir moron, potansiyel bir hidrojen bombası yapan/ …/Tanrı Kraliçeyi korusun/ O bir insan değil/ Gelecek yok, İngiltere’nin hayallerinde/…/Tanrı Kraliçeyi korusun/Harbi diyoruz adamım/ Kraliçemizi seviyoruz, Tanrı böyle buyuruyor/.../ Tanrı Kraliçeyi korusun/ Turist eşittir paradır/ Ve göstermelik liderimiz, hiçte göründüğü gibi değil/…/ Tanrı çılgın geçit törenlerini korusun/ Yüce Tanrı bağışlayıcıdır/Bütün suçlar cezasını bulur./…/ Gelecek yoksa eğer/Günah nasıl mümkün olur ki?/ Biz çöp tenekesindeki çiçekleriz/Biz geliriz, sizin insan makinenizdeki… God Save The Queen parçasına gelen tepkiler sonucu Johnny Rotten: “Sorun bende değil, sorun kraliçenin kar beyazı kıçında” diyerek eleştirilere yanıt vermişti. Sex Pistols’ın en çok konuşulan bir diğer parçası da Anarchy In The UK ‘dir. başkaldırıya davet eden bu şarkı, yayınlandığı dönemde oldukça büyük gürültüler koparmıştı. Anarchy In The UK (Birleşik Krallıkta Anarşi) Ben İsa karşıtıyım./Ben bir anarşistim/Ne istediğimi bilmiyorum/ Ama nasıl elde edeceğimi biliyorum/ Sokaktaki herkesi yok etmek istiyorum/Çünkü derdim anarşi olmak/ Kimsenin kulu kölesi olmadan/…/ B.K.’ye anarşi/ Çok yakında gelecek belki/ Randevu saatini yanlış ver/ Bir trafik şeridini kapat/ Gelecekte ki düşün/ Bir alışveriş planıdır/ Çünkü derdim anarşi olmak şehirde/…/ İstediğini elde etmenin pek çok yolu var/Ben en iyisini kullanırım/ Ben geri kalanı da kullanırım/ Ben N.M. E* yi kullanırım/ Ben anarşiyi kullanırım/ Çünkü anarşi olmak istiyorum/ Varolmanın başka yolu yok/…/ Bu M.P.L.A ‘mı ?/Bu U.D.A** mı?/Bu I.R.A.***mı?/ Bana kalırsa Bu B.K./ Herhangi başka ülke/Başka bir konsey dönemi/ Anarşi olmak istiyorum/Anlıyorsun ya beni ?/ Ve anarşist olmak istiyorum/Kafan bozulsun/Yok et! Özellikle Johnny Rotten’in kin dolu sözleri, haykırarak şarkı söylemesi, diken diken saçları, küstah bakışları izleyenleri bile rahatsız ediyordu. Sex Pistols’ın ikinci konseri Sanat Merkezi Okulundaydı ve sadece otuz dakika sürmüştü, bu kadar tahammül edebilmişler ve kovmuşlardı! İlk zamanlardaki konserlerinde genellikle kovuluyorlardı, seyirci onlarla alay ediyordu. Adlarını ilk duyurdukları konseri Andrew Logan’ın partisinde verdiler. Yerel basın konserle ilgili Sex Pistols’ı “İki akor bile basamayan yeteneksiz ve barbar sürüsü” olarak yazdı. ancak bu burjuva basınına pahalıya patladı. Çünkü sisteme öfkeli gençlerin dikkatinin Sex Pistols’a kaymasını sağladılar. 1976’da 100 Clup’ta çaldılar. Ancak kavga çıkardıkları için klüp çalmalarını yasakladı. Grup çaldığı klüplerin neredeyse hepsinden aforoz edildikten sonra 1976 yazında 100 Clup’da Salı geceleri çıkmaya başladılar. Bu Sex Pistols’ın izleyici kitlesini de hayli genişletti. Grup gibi izleyiciler de sıra dışı kıyafetlerle Club’a geliyordu: Plastik çöp torbaları, sadomazoşist kıyafetler, zincirler, köpek tasmaları, parçalanmış ti- şörtler, rengarenk saçlar, bedene iliştirilmiş (dile, dudaklara, burun deliklerine, kulaklara) çengelli iğneler. Giyimde kullanılan nazi sembolleri ise, topluma gaddarlığı göstermek için kullanılan ironik bir semboldü. Punk Nazi sembollerinin içini boşaltıyor, onlarla oynuyordu. Elbette bu giyim ve yaşam tarzının yayılmasında fanzinler önemli roller üstlenmişlerdi. Plak kapaklarında kullanılan grafik tasarımlar, tipografi biçimleri punk’ın yer altı kaynaklı anarşik tarzın bir uzantısıydı. Sex Pistols’ın “God Save The Gueen” single kapağı böyle yapılmıştı. Kraliçenin ağzının ve gözlerinin bantla kapatılmış bir resmi vardı. (Suçlulara uygulanan polisiye yöntem) elbette dudağına çengelli iğneyi eklemeyi de ilham etmemişlerdi. Sex Pistols “Anarchy In The UK” single’nı 1976’da yayınladı. Bu single’ın başarısı üzerine Thames Televizyonunun “Today Show” programına katıldılar. Johnny’nin program sunucusu Grundy’e sürekli “siktir”, “sikilmiş”, “göt” diye hitap (!) etmesi prime time’da ailelere yönelik bir programın muhafazakar izleyicilerinin kaldıramayacağı bir şeydi. Ertesi gün tüm İngiliz basınında öfke ve aşağılama dolu yazılar çıktı. hatta Daily Mirror olayı manşetine taşıdı. “Anarchy In The UK”nin radyolarda çalınması yasaklandı. Plak şirketi (EMI) single’ı basmayı reddetti. 20 Aralık 1976’da “Anarchy In The UK” dergisi çıktı. Sounds dergisi okuyucu anketlerinde şarkı 1977’nin en iyi 8. şarkısı seçildi. NME dergisi listelerinde 4.ydü. Bu arada elbette konserler, Sid Vicious’un (basçı-ki kendisi punk’ın sembolü olmuş güzide bir uçuktur.) kanlı kavgaları, Rotten’in sahne şiddeti, grubun polisle olan ilişkisi devam ediyordu… Mart 1977’de A&M plak şirketi ile anlaşma imzaladılar. İkinci single’ları “God Save The Queen”i çıkarmayı planlıyorlardı, ancak basının ve şirkete bağlı müzisyenlerin protestosu ve baskıları sonucu şirket anlaşmayı iptal etti. Daha küçük ve deneysel plak şirketi olan Virgin Re- cords duruma el atmasa belki grup kaybolup gidecekti. Virgin, mayıs ayında grupla anlaştı ve ay sonunda 50. yıl kutlamalarının doruk noktasında GSTQ çıktı. Çıkışından beş gün sonra BBC şarkıyı yasakladı; özel radyolar da yasaklama kararına uydu. Buna rağmen şarkı İngiltere’deki neredeyse tüm müzik listelerinde bir numaraya ulaştı .–hatta BBC’nin ki dahil, ama listedeki yeri boş bırakılıyordu.Sex Pistols 45’liğin başarısını kutlamak üzere, Thames nehrinde turlar düzenleyen bir gemide parti verdi. Gemi Parlamento Binası önünden geçerken, grup bangır bangır “Anarchy In The UK”yi çalmaya başladı. (Yerinde bir seçim) Elbette ki arbede çıktı. Ertesi gün basın Pistols’ı “toplum düşmanı” olarak hedef gösterdi. Faşist ingilizler tarafından grup saldırıya uğradı. Rotten bıçaklandı. Paul Cook demir çubuklarla dövüldü. Temmuzda grup üçüncü single’ı “Pretty Vacant” (işsizliği ironik bir dille tatil olarak niteleyen şarkı) Virgin tarafından basıldı. Ekim 1977’de dördüncü single’ı “Holiday in the Sun” ve akabinde ilk albümleri “Nevermind the Bollocks” çıktı. (Bollocks; İngiliz argosunda testis demektir.) Yetkililerce müstehcen bulundu ve dava açıldı. Virgin Records patronu vahşi bir saldırıya uğradı. Ocak 1978’de grup ABD turnesine çıkmak istedi ancak ABD sabıkalı gruba bir süre vize vermek istemedi. Sorunlar halledilince, 19 konserlik bir turneye başladılar. Teksas’ta verdikleri bir konserde, gruba ilgi göstermeyen seyirci Sid’i sinirlendirmişti. Mikrofonu Rotten’dan alan Sid: “bu arazideki tüm kovboylar düzülmekten takati kalmamış göt delikleridir” deyince ortalık bir anda karışmış, Sid gitarı ile seyircilerin arasına atlayıp, gitarını “bok kafaların” suratına indirmeye başlamıştı. Sex Pistols’ta bir de Nancy Spungen vakası vardır. New York Dolls’tan Jerry Nolan’ın sevgili olan Nanncy, NYD’un Mclaren aracılığı ile geldiği İngiltere’de Sex Pistols’la birilikte konserlere katılır. NYD Amerika’ya dönerken Nancy, Sid ile kalır. Sid’in ve grubun sonunun gelmesinin sorumlusu olarak Nancy gösteriliyordu. Bir gece, Sid’in evinde Nancy karnından bıçaklanmış olarak bulunur. Sid, Nancy’i öldürmediğini söylediyse de cinayetten tutuklanır. Ancak grubun mahkemede verdiği görkemli savunma sunucu Sid serbest kalır. Nancy’nin ölümü ise sır olarak kalır. Bu olayın ardından Sid aynen bir röportajında söylediği gibi uzun yaşamaz ve overdose’dan ölür. Rotten grubu terk edip New York’ta Public Image Limited adlı yei bir grup kurar. Jones ve Cook Pistols’ı devam ettirmeye çalışsa da başaramazlar. Sid Vicious punk’ı sınırlarının da ötesine götürmüştü. “Gelecek Yok!” sloganı onunla gerçeklik boyutuna ulaşmıştı. Bazı yazarlar punk’ın Sid’ein ölümü ile bittiğini yazarlar. Kimbilir belki de punk zaten ölü doğmuştu. Ama her kim isyanını iki-üç akorla haykırarak söylüyorsa, pogo yapıyorsa ve çengelli iğne ile burnunu delmişse Sid orada yaşıyor olacak… Gelecek Sayıda: Dead Kennedys, Bad Religion, Gren Day ve Türk Punk Tarihine Giriş. Kaynaklar: Non Serviam Extreme Music Magazine, İme yayınevi Sex Pistols, Punk Tricia Henry Young, Dış Mihrak Anarco Fanzine *N.M.E.: New Misucal Express derginin okunuşu –enemi- düşman anlamındadır. ** U.D. A. : Ulster Defense Army: Ulster Savunma Ordusu ***I.R.A. : Ireland Republic Army: İrlanda Kurtuluş Ordusu 25 aflk›n modern mektebi fiakir Özüdo¤ru 26 griye çalan uzamda sadece sevmek balkonda su ayg›r› beslemeye benzer. balkon, ki d›flar›s›yla için k›s›tl› da olsa tensel etkileflim içinde olabildi¤i tek yeri, uzvudur evin. elbette, balkonda beslenen su ayg›r› bulundu¤u yeri kirletecek, çevreye rahats›zl›k verecek ve devleflecek, s›n›rlar› zorlamaya bafllayacakt›r. haz›r buldu¤u bütün çiçekleri yiyen, di¤er mahluklar için etrafa koyulan sular› içen su ayg›r›n›n pisli¤i odaya s›zacak, kokunun dehfleti gittikçe artacakt›r. cam, fayans, beton k›r›lsa ortaya ç›kan hayaletin çarflaf› örtüverir kocaman bir “yaflamak” yüzeyini. görünenin sanc›s› bast›r›r görünmeyenin ma¤duriyetini genellikle. ama bazen bu gerilim kurgusunda “seçmek”ler sürülür öne. tenin iktidar›nda “seçmek”e flaibe falan kar›flt›rabilse de, tümel bilimlerin babas› “balkonda su ayg›r› besleme”de hileyi b›rak›n, okey ya da joker bile yoktur. bir mi? iki mi? kadar basit bir sorun anda aids dolu bir bardak deviriverir. ola¤and›r bu: eninde sonunda birini deneyimleyememek eksikli¤i prematüre ve hastal›kl›d›r. en iyisi herhalde bofl verip bir hastal›k tan›m›na bir lugat daha ay›rmamakt›r. k›saltarak uygun ad›m marfl komutunda teklemek gerekirse: “seni köpek gibi seviyorum ve öpmek istiyorum!” gibi harbi bir aflk örgüsünde ev içi ortam›n s›cakl›¤› fazlaca k›s›rd›r ekilen egzotik tohum için. henüz do¤mam›fl bir hekimden tedavi yöntemi bulmas›n› istemek kadar abestir fetifllerin gölgelerinde k›rm›z› abdestli dualar. “ben istiyorum” tahta perdesine yap›flan sümüklü kuyruklu y›ld›z kap›ya s›k›fl›r veya dolaba s›¤maz, biraz yontulmas› gerekir. yontma biçimi kifliden kifliye farkl›l›k gösterir, benim tercihim büyük ihtimal yap›çözüm olurdu. ancak, “istemek”in metonimi ve metaforlar›n› prati¤e geçirmek zor, zor oldu¤u kadar da ac›l›d›r. önemli olan “sevmek”tir. gerisinin iplenmemsi gerekir; ancak, ? tenin zorunlu olarak buralarday›m dedi¤i süreçte, tin de onunla kalacakt›r. ten ve tin döngüsü tanr›n›n henüz yazmad›¤› bir reçete gibi çarp›kl›¤›n› önceden belli eden bir soyutluktur, çözümlenemez do¤al olarak. fleytana uzanan yar› vampir a¤›z anason bekler. fleytan›n flefkati pis kokuludur anlafl›laca¤› üzre. baz› hastal›klar›n devalar› u¤rana kokunun pisli¤i önemsenmeyebilir. elele caddeler, kahveler, dikli¤ine k›ls›z o¤lan k›çlar› kaz›nan uçurumlar eskitmeyi d›fllamak kiflinin en do¤al hakk›d›r. içtenlikle kendinin yontusu kaz›nabilir, heykeli yap›labilir. oysa, ço¤u “içtenlik”in ilk hecesinde iki(mi?) güvercin osurarak geberir yan evin balkonunda ya da bahçesinde. tekrar uygun ad›m marflta duraklamak gerekirse: köpek gibi harbi sevmelerde, k›skançl›k da sad›kl›¤›n ekürisi olmal›d›r. y›k›m ne derece fliddet içerirse içersin yar›nda kurulacak bir iktidar hep vard›r, üstünde durulmas› gereken hangi iktidara teslim olunaca¤› ve iktidar›n “birtelik”le yarat›l›p, k›s›rlaflt›r›p k›s›rlaflt›r›lamayaca¤› sorunsal›d›r. her fleyin ortas›nda bask›n ç›kan çarflaf›n kaplad›¤› yüzey okflan›rken, altta kalana duyulan özlemdir. bütün modern aflklarda bir hüzün mask› küpesi mevcuttur ve tümü belirsizlikte yatan bir petunya cesedinin yayd›¤› lefl kokusudur. bu noktada sanal birkaç damla gözyafl› gerekir. a¤lam›yorum. DOKUNMA GÜVERC‹N‹N KALB‹NE DO⁄AN DEL‹BAfi -cemal süreyya'nın anısına- açıyorum sonuna kadar pencereyi sesin alabildiğine ayaz bir güzgülü gibi tütüyor özgürlüğün terkisinde şiir tepeden tırnağa açıkmavi anadanüryan beyaz derken gösteriyor omuzundaki diş izini bahar uzanıyorsun yediiklim beşkıtadan insanla bölüşerek çiğyeşil urbasını dünyanın az ötede balıklar geçiyor biraz aşağıda kertenkele tıkırtısı ve yukarıda en yukarıda çığlıkçığlığa güvercin gurultusu aman billah güvercin gurultusu şimdi tutup bölsek birinin yüreğini hiroşima'dan kalma bir duman çıkar muhakkak halepçe'den kopup bir el çıkar -çalışan insanlar için boyuna ekmek kesen bir el cemal abi hünerli bir elişsiz bir babanın öfkesi çıkar okulsuz çocukların açlığı çıkar filistin çıkar şili çıkar afrika çıkar devrilir ikiz kuleler kerbala'da kesik bir baş olur şaşkınlığın kar olur tipi olur zemheri olur kara bir yağmur olur günışığı bilmez miyim iyisi mi bırak cemal abi bırak dokunma kalbine güvercinin sen at herşeye rağmen cıgaranı denize yanıp dursun sabaha kadar KENTLER Murathan çarbo¤a RUHU OLAN B‹R fiEH‹R : ANTAKYA... Bu şehrin bir ruhu var, bunu biliyorum. Geldiğim ilk günden beri devasa bir mucize halinde, devasa ve esnek bir oluşumla usul usul ağıp içime doldu. Antakya : Kutsal Roma'nın üçüncü, dünyanın dördüncü büyük şehri. Zamanın cisimleştiği, ruhların ve seslerin yok olmadığı mekan... Bu şehrin bir ruhu var, bunu biliyorum. Geldiğim ilk günden beri akıl dışı bir solukla dokunuyor ve tenimde varlığını kanıtlıyor. Kör bir labirent gibi kıvrılan ama yine de ulanıp ulanıp birbirine açılan dar sokaklarında gezinirken, pırıl pırıl caddelerinde akşamın sıkıntısını hafifletmek için yürürken yalnız olmadığımı hissediyorum. Eski evlerinde zamanı dinliyorum kimi. Uyku ile uyanıklık arasındaki o sırça geçitte kalyonların kürek vuruşları duyuluyor sanki. Ölü dillerin unutulmuş balıkçı türküleri yankılanıyor. Şehrin susup, kımıltıların çekildiği vakitlerde, arenalardan yükselen Antakya Olimpiyatları'nın coşkulu uğultusu geliyor kulağıma. Her köşe başında gladyatörlerin mağrur bakışlarına rastlıyorum. Yaşlı kadınların yüzünde eski uygarlıkların kemik yapıları beliriyor. Barındırdığı 700 metre karelik mozaikle dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi olan Antakya Arkeoloji Müzesi'nde tanrıların ihtişamına şahit oluyorum. Biliyorum ki bu görünenler yalnızca buz dağının su üstündeki kısmıdır. Kimi kaynaklara göre 750 000, kimi kaynaklara göre 1 000 000 nüfusuyla zamanın devasa şehri olan Antiocheia hala toprağın altında- dır. Gore Vidal 380 yılına ilişkin Antiocheia tasvirinde şunları sıralıyor : " Kuzey kapısı, Mısır granitlerinden yapılmış devasa bir anıt. Kapıdan girince görünen manzaranın göz kamaştırıcı bir güzeliği var. Ana yol iki mil uzunluğunda. Tiberius yönetiminden kalma sağlı sollu protikolar bütün yol boyunca uzanıyor. Dünyanın başka hiçbir yerinde bir protikonun altında iki mil yürüyemezsiniz. Yol granit taşlarla döşeli ve öyle planlanmış ki, her noktasında, yirmi mil ötedeki denizden gelen meltem hissedilebiliyor. Ama her gün esen meltem o gün esmiyordu. Boğucu bir sıcak vardı. Güneş insanı yakıp kavuruyordu. Miğferimden terler akarak, dimdik, atımı forma doğru sürdüm. Protikoların gölgesine sığınan halk, zaman zaman Adonis'in öldüğünü haykırıp ağlaşıyordu." Bu şehrin bir ruhu var, bunu biliyorum. Agra Dağı'nın ( Kel Dağ ) yamacında Akdeniz'i selamlayan defne ve kekiklerin kokusu yayılıyor dört bir yana. Agra Dağı ki, yazılı kaynaklara göre, ilk insan topluluğunun görüldüğü yükseltidir. Dünyanın ilk kilisesi sayılan Saint Pierre Kilisesi'nden yükselen kutsiyet şehre olan saygımı daha da arttırıyor. Tarihle yaşıt öyküsünü kıvrılarak akıyor Orontes (Asi Nehri ). Aşkı zamana ve kıssalara karışarak yaşadığım günler, Orontese usulca hüznü söylediğim ve Harbiye'de mutluluğu dileyerek içtiğim rakının tadı hala sıcacık, hala alacanlı bir dirençle yüreğimde. Bu şehrin bir ruhu var, bunu biliyorum. Dinler ve diller birbirine dolanıyor. Dualar ve türküler yan yana göğe yükseliyor, sözcüklerin farklı kültürleri taşıyan buğusuyla. Bebelerin dinlediği ninnilerin ezgisi aynı. Bir ortaçağ atmosferiyle beni her seferinde büyüleyen Uzun Çarşı'da dolaşıyorum sık sık. Arapça şarkılar söylüyor kunduracı çırakları, kiliselerden çan sesleri, sinagoglardan usul usul mırıldanan dualar yayılıyor. Sabahın dinginliğinde dinlediğiniz ezan daha farklı, daha boyutlu duygular uyandırıyor insanda. Bu şehrin bir ruhu var, bunu biliyorum. Aşkı tüm güzelliğiyle yaşadığım bu mekan, zamanın sırrına eren kutsal bakirelerin yokluğu aşan fısıltılarıyla hayatı daha da yaşanılır kılıyor. Akşamları göğe sığmayan yıldızlara bakıp tüm evreni dinlemek mümkün burada ve hüznü mutluluğa yakıştırarak duyumsamak, yitik aşkların rüzgara karışan ölümsüzlüğüne saygıyla. Bu şehrin bir ruhu var, bunu biliyorum. Geldiğim ilk günden beri her şey şiire eğiliyor. Her ses, yüreğime işleyip söze hücum eden imgeler yaratıyor. Bu şehri seviyorum, bunu biliyor... KAYNAKÇA:Hüseyin Ferhad, Uç Sınır Şehri : Antakya - I. Antakya Edebiyat Günleri 27 üç nokta ve gece öyküsü Osman Ulutafl 28 Yanlış bir şey mi söyledim? Gözlerin gölgelendi yine. Avuçlarının sımsıkı kilitli duruşu, nice seçilmiş bakışların ardından gözlerine inen dev uykusu yorgunluğu... Zamanı gelmeden dilindeki mühürlü sözcükler çözülürse eğer, bir ömür boyu dilsiz kalmak mümkündür. Bunun için bir yalan dramında yaşamak bazen iyidir. Ya da, bilmeden yalan bir şeyler söylemiş olmalıyım sana... Şimdi ikimizin birden susması çok haksızca olur. Olursa... ikimizin birden ölmesi gibi. Söyleyemediğim nice sözcükler adına şimdi ben bir daha susmalıyım sana! Sahicikten! Şuracıkta kıvrılarak. Ama sus-pus olmadan. Bu kış gecesinde, yanına oturup, sonsuz kıpırtısızlığının yarattığı huzurla doluyorum. Ama bu huzur gidecek, kaybolacak sabaha. Ayaklarına kalabalık bir sessizliği dolayıp gidecek. Belki sen de gideceksin. Belki yeni bir huzur gelecek. Belki sen hiç gitmeyeceksin. Belki de... Belki hiçbir şeyi bilmemek en iyisi. Galiba seni sarmalayan sessizliğimi iyice hissettiğinde; kötü, yalan bir şey söyleyipte seni çok üzmüş gibi gözlerini gölgelendirip, bakışlarını esirgeyerek beni cezalandırışın, aslında kalbinin hangi noktada sıkıştığını bulamamaktı. Ve açıklanması mümkün olmayan, o ani iç daralmaları bir de. Daha nelerle cezalandırabilirsin beni, bakışlarını esirgemekten başka? Benim de tüm sevinç ve mutluluklarım içimde sıkışarak tutulup kaldığın da, tebessüm etmeyi bile beceremeyip unuttuğum da, acımasız gülüşlerinle beni cezalandırabilirsin. Bu senin beni sevdiğinin, beni çok iyi tanıdığının işaretidir. Bu da senin yanında bulduğum ikinci bir yalan dramıdır aslında: zamanımızın hangi cenderesinde cebelleşsek de. Sonra sevgide sorumluluğu olmayanlar aşk tarafından hep lanetleniyormuş. Sonra ben kaç kez âşık olmuşsam o kadar lanetleniyormuşum... öyle mi? Aslına bakarsan, şimdi gece- nin geçirimsiz saatinde, hangimizin hangimiz olduğu hiç önemli değil; bu karşılaşmada birbirine karışmış kişiliklerimizle. Hiç düşülmemiş gibi olsa da o cehennem atlası yatağının öbür tarafına. Sonra sen, çok eski baharlardan kalma, o çok eski hüzünlerini yeniden yeniden kullanmayı hâlâ nasıl başarabiliyorsun? Odaları hep geçmişe kuruyorsun sonra. Biliyorum hayatın sığlığından değil bu, bununla açıklanamaz hüzünlerini yenilemeyişin. Ve eşyaların geçmiş zamana doğru kurulmuş o ifadesiz eğik duruşları: zamanın içinde ilerledikçe, hayatın geçmişe doğru eskiyip durması gibi. Belki de çok yaşadın, bir dolu yaşadın, bir hayat yaşadın bir hayata yetecek kadar. Ya sonra? Şimdi her aşka âşikar olduğunu söyleyemezsin! Söyleyemezsin değil mi? İpin inceldiği, çemberin daraldığı, jiletin keskinleşip hayatın git gide sıkışıp daraldığı zamanlarda son noktaya gelmişken, şimdi hayatı yeniden, sıradanlığa dönüp sıradan şeylerle nasıl kurulduğunun öyküsünü kim yazabilmiş ki? Temel yaşama güdüsünün dışında bizi yaşamaya bağlayan gizli şeyler; bir daha lanetlenmek tekrarının gizli örsünde... Bu gün sıra bende, gecenin ayak ucuna ben yatacağım. Geri dönülmeli bazı yarım bırakılmış düşlere. Yeniden terlemeli kasıklarım. Dilerim sabaha gözlerindeki kederli gölgeler dağılır. Yanlış seçilmiş bir hayat nasıl yaşanır ki diye sorarak düşünürdük ya bir zamanlar; oysa yanlış seçilmiş hayat diye bir şey yoktu. Kendime, kendimize yönelik seçilmiş birebir hayat... şu soruyu hep kendimize sorarken: “birbirinin gölgesinde dolaşmayan kaç insan vardır ki? Artık hiçkimsenin bir maskeye ihtiyaç duymadığını sanıp, kendi kavrulmuş gölgesinde uyurken. Örneğin şiir duvarına yaslanmış, ağzında vişne kanayan çocukların mutluluğu; onların mutluluğuyla avunabilmek var. Ama, ansızın yıkılabilir bir şiir duvarı; her devasa bir yı- kılabilirliğin ardından yoğunlaşan ıssızlık ve tüm kara parçalarının her an ellerimizden terk edilme tedirginliğine bürünüşü gibi. Sonra bir gün her insan gövdesinin duyumsadığı ansızın o derin toprak dürtüsü. Bazen kızıyorsun bana, karışıklığımı sevdiğin halde. Bazen bir drama hayat saçmalığı katmama. Lütfen sözcükleri sade kullan, tıpkı bakışların gibi, diyerek. Ama anlaşılmaz karışıklıklar içerisinde amaçsız, labirentlerde gezer gibi bir iletişim halinde buluşuyoruz biz, aslında karşılaşılması pek mümkün olmayan. Biz nerede karşılaşıyorduk? Hangi sözün mecrasındaki o güzel anlamda? Konuşurken gözlerimi hiçbir şeyden kaçırmasam, kendimden, senden, hiçbir şey bulanmaz ve anlamsız gölgeleri kusmazdım konuşurken. Aslında hep sustuğumu, söyleyecek hiçbir sözümün olmadığını (kullanılmış sözcüklerle ekşimiş lafları geviş getirmek) bir bakıma anlatmaya çalışıyordum ya, herkes gibi, herkesin bakışları gibi bizimde bakışlarımız yaralı. Ama ben bir gün sözcükleri özgürce kullanabileceğim, toprak kendi tadına vardığında. Sonra kirli, anlamsız, çirkin şekilli gölgeleri kustuğumda bilinç altım temizlenecek. Arayış bitti dediğine göre, peki bu uzaklaşarak yaklaşmalar neden? Aslında bir arayışın yeni bir amaç için bittiğini anlıyorum ben. Ben diyorum; seni ağrımdan, huysuzluğumdan, uğrumdan uzaklaştırarak. Öyleyse sabaha uyandığında gözlerin bomboş mu olacak? Hiçbir şarkıyı mırıldanmayacaksındır da! Öyleyse seni geçmişe bırakıp, erteleyip geçmişe orada olmamış bir sır gibi yeniden kurmalıyım. Kuracak ve tutabilecek miyim sahiden? Seninle ortak bir sırrımızın olmasını istemiş ve hayal etmiştim; bizi hiç anlatmayan, başka bir hayatın öyküsünden çalınmış. Nedeniyse kendimize ve bu hayata hiç yetemeyişimizden. Bu neden bir mutluluk gibi geliyor bana? Seviniyor muyum buna ben ne? Gövdemi bir ceket gibi çıkarıp at- tıktan sonra seninle ruhuma bir at gibi binip gitmek isterdim ya, senin ruhunda huysuz bir at. Şimdi parmaklarımın sakin kıpırtısında bir erginlik var. Bir esrar erginliği düşerken gözlerinin boşluğuna. Seninle önce intihar tutkunu tek gövde oluşumuz ve sonra ayrılıp özgür oluşumuz, herkes kendi intiharını yaşasın der gibi mi? Ve bir de aşk örneğin, o da önce bizzat kendiyle mi başlardı _şık olmaya?! Bu bakışsızlık ve gözlerin gölgelenip kararmasının ardından, bir kere olsun dudaklarımız yansaydı sonsuza dek genç kalacaktık biz! Bunu biliyor muydun? Ve şimdi iki ayrı gövde olmuşken, sonra hangimiz erken yaşlanacağız? Sonra sen, hatırlayamazsın, çok yorgunsun; el yazınla yazdığın bazı cümlelerin sonuna soru işaretlerini ne kadarda şık koyuyordun. Özellikle bana yazdığın çok soru soran bitmez tükenmez o sayfalar dolusu mektupların. Aramızda göremediğimiz kocaman bir soru işareti duvarı vardı belki. Belki de hayatın anlamı kocaman bir soru işaretiydi; son nokta konulmadan kendiliğinden devam edecek bir hayat. Cevabı tüm soruların, soru işaretlerinin bir küçük noktasında mı yatar? Ve sonra neden birbirimizden habersiz, aylarca birbirimizden saklandık? Aynı aydınlanmayı ve kararmaları yaşarken. Hem birbirimize kaçıyoruz hem de birbirimizde birbirimizden saklanıyoruz. Korkak, korunaksız, acemi, karşılıklı yaşamlarımızı varoluşlarımızla birbirimizde içermeye çalışıyorken... tuhaf tehlikeli bir çocuk oyunu oynar gibi. Elbette ne bir bedende, ne bir ruhta ne de bir noktada akarken gecede mutlu olma şansımız vardı. Bu yüzden bizim uzak, öteki, ifadesiz girdap mutluluğumuz başlıyordu. Rüzgâr hangi yönden esse, biz hangi yanımıza eğilsek, hangi iklime düşürsek kendimizi, sonsuza dek hangi izin peşine düşsek... düşsek yine de benim içimde çözülemeyen, bir türlü anlayamadığım, tam bir yerde ışıyacakken içim birden dalgalanan içimde doğunun katran karası o şeyi; senin gölgelenmiş gözlerin batmaya hazır bir güneş gibi aniden bakıp çekilirken. Ama bir ovaya kıpkızıl bakar gibi ya, bu sonsuz ve güzel! Şimdi de gözlerine sarı bir bulan- esrar dede için flark› Olcay Özmen sabah› ça¤›r›yordu elinde zemberek çocuk buna zül dediler a¤r›m›zda koyu bir ezan sesi bilisin ve bilinsin saatin eskitti¤i duvar topra¤a akan yüzümüz oynas›n kumla, sülfürle inatla yüzümüz. aynaya ve kedere vurulan mühür gibi titriyor gül, gibi zemberek b›rak ça¤r›lmas›n aflk, inatla hayat›na kazd›¤›n mezar bulsun lefl gibi kalbini kork say›lar› misvakla sürerken difllerine yard›m et, zuhur et cümlelerime sanki bembeyaz bir mektup gönderiyorlar gövdeme tı mı iniyor ne? Ürkütücü, kıyamet gibi. Hep emir kipiyle konuşsan da, yarı şaka ve kızgınlıkla; güzel konuşuyordun, benim iyiliğim için konuşuyordun. Bazen baldıran bir zehirdi de dişlerinin arasından akan ezilmiş sözcükler. Kimi zaman sıkı, dopdolu sesin, dudaklarının arasından tomurcuklanıp patlayan sözcükler... kulağımı bir çiçeğin öpüşü bazen, ötüşü bir kuşun notalarıydı sözcüklerin bazen. Senin bana bağışlamanı, armağan etmeni istediğim sözcükler de vardı elbet. Aşkı bir yangınlar şenliğine dönüştürmek gibi bana bağışlamanı istediğim sözcükler... ya da dudağındaki kurumuş o bin yıllık şarap lekesini öpmek gibi. Bana, seni kırmızı elli olan tüm şehrin sokaklarından ve özleminden fırlamış sarı kedili bir çocuk, seni birgün öldürecek, sonra ağzında vişne tadı duyacaksın diyorsun. Tıpkı o şiir duvarına yaslanmış, ağzında vişne kanayan çocuklar gibi. Sonra bahçeler kararacak, ağaçlar birer birer gövdelerinden çürümeye başlayacak... diyor- sun. İnanmıyorum! Nasıl inanabilirim buna? Öyle ya, inanılmayacak kadar inanılmış ne çok şey var bu hayat ve dünyada. Çok şeye inanmışımız biz, çok! Ellerimiz! Kendini, hayatı ve dünyayı yoklamaktan yorulmuş hayal edemeyecek kadar. Ve bazen bir sözün belası oluşu gibi, ne çok şey incinmiş hayallerle. Yalan söyledim, iyidir bazen bir yalan dramında yaşamak derken. Şimdi herkes önce kendisini seçsin bu hayattan rüzgâra başını eğerek, bağışlayarak kendini. Üç nokta seçsin kendi hayatından. Ben seçtim. Bir nokta sendin, bir nokta kendimdim yine kendime. O diğer üçüncü nokta da hayatın her şeyiyle bana bağışladığı, asla terk edip kaçamayacağım, her dönüşümde seçtiğim bir kez daha sendin gecenin sarhoş girdabında Mevlevi gibi dönüp dururken. Gözlerine yeşil taze bir ışık mı düştü ne? Gülümsüyorsun!.. 29 Özgürlü¤e Dek Fanzin CAN BAfiKENT 30 İnternet devri başlamadan önce, muhalif haber ve bilgilere ulaşmak neredeyse imkansızdı taşrada yaşayanlar için. Sadece aşırı çaba sarf edenlere ve iyi araştırma yapanlara ulaşabiliyordu bu bilgiler. Fakat bu adil değildi. Oldsletter’ın öyküsü dört yıl önce başladı. Çok ilkel bilgisayar bilgisiyle dört A4 sayfa olarak hazırlanan ilk sayı mart 2000’de yayınlandı. Bu dört yılda aksamalara rağmen 7 sayı yayınlandı. 8. sayı ise hazırlanıyor. Fotokopi (ve belki matbaa baskı) fanzinler bir zamanlar (epey bir) özgürleştirici misyona sahipti. Profesyonel olmayan ama içten bir tasarım ve aynı minvalde çoğunlukla “imlasız” yazılar dolar taşardı sayfalarında. Bir çok anarşist gibi ben de –elimden geldiğince- kendimi eylemlerle ifade etmeye çalışıyorum; oldsletter’da çoğunlukla bu eylemlerle ilgili haber, yorum ve analizler yayınlanıyor. Asıl yoğunlaşma noktam olan anarko-pasifizm, vicdani ret ve anarşist yöntembilgisi doğal olarak en fazla yer alan konular oluyor. Oldsletter ilk büyük dosyayı 2001 eylülünde yapılan Uluslararası Savaş Karşıtları’nın (War Resisters’ International) katılım ve desteğiyle gerçekleştirilen seminer ve atölyelere ayırdı. Sonrasında 2002 15 mayıs vicdani retçiler günü Brüksel’deki NATO Genel Merkezi blokajı ve 2003 yılında da Tel Aviv’de düzenlenen seminer ve eylem ile peşi sıra gelen Filistin gözlemlerine.. Fanzinlerin özgürlüğün alameti olduğunu düşünüyorum. Indymedia bağımsız haber ağı da slogan yaptı kendine: Medyadan nefret etme, medyanın kendisi ol*. Bilginin önündeki engelleri kaldırmak önemli bir aşamadır. Ama tüm öykü bu olmamalı. Fanzinler fanzin olmakla yetinmemelidir, diye düşünürüm hep. Belki bu yüzden hariçten gazel okuyanları değil de, anonim bir tutkunun piçi olan fanzinleri seviyorum. Düşünüyorum, sanırım, fanzinler anarşist dünyada var olamazlar. Fanzini fanzin yapan; dergilere, elitizme ve uzmanlaşmaya Feyerabend’ci bir karşı çıkış, dahası bunun örneklemek değil midir? Demek, anarşist devrim fanzinlerimizi elimizden alacak. Sanırım bundan dolayı ben hep fanzinlere geçici gözüyle bakıyorum. Punk’ın biraz ünlü olunca dağılan grupları gibi olmalı fanzinler de. Oldsletter’ın yaygın dolaşımı fazla değil. Bu beni rahatsız etmiyor. Küçük düşünmek, yayın organı olmamak bu minvalde benim fanzin algımın başta gelenleri. Bu da bana epey bir rahatlık ve huzur sağlıyor. Devir değişip İnternet koşulsuz bir dikta inşa edince kağıt dergiler ve fanzinler üzerine, çağa uyan fanzinler de nette kendilerine yer açmaya çalıştılar. Bunu, eski kafalılık demeyin sakın, gerekli ve yararlı bulmuyorum. Otkökü hareket yaratmada fanzin ne kadar önemli bir alet ise, İnternet etkileşimi de bu noktada anarşist fanzin ütopyalarına karşı oluşan bir atalet. Hani derler ya, ‘Çok güzel fanzinler okudum!’.. bir çoğu benim hayata bakışımı, yaşam felsefemi derinden etkiledi. Fakat maalesef webzine’ler böyle bir etkiye sahip olamıyor. Oldsletter Yayınları, benim kişisel arşiv ve dokümantasyon saplantımın sonucu. Bu toprakların önemli anarşist dergilerini fotokopiyle yeniden çoğaltımı ihtiyacıyla başladı tüm hikaye. Özellikle Kara, Amargi ve Bakaya’nın yeniden okunmalarını elzem görüyorum. Dolayısıyla gerek tarihi gerekse politik işlevi açısından eski dergileri bir kenara atmayan bir oluşum Oldsletter Yayınları. Ayrıca, yayınlar içinde antimilitarist ve anarko pasifist kitapları da ekledik. Kitaplar pahalıya mal oluyor. Dolayısıyla, bir de bilgisayarda okunabilen versiyonlarını oluşturduk. Birkaç tanesini örnek vermek gerekirse, Foça Uluslararası Şiddetten Arınmışlık Antrenmanı Kitabı: Şiddet Kültüründe Şiddetten Arınmış Eylem, TSK ve İnsan Hakları İhlalleri: 1998 Panoraması, Hayvansal Katkılar Rehberi.. Video aktivizmini desteklemek için de bazı videoları CD’de bilgisayarda izlenebilir formatta yayınlamaya ve dağıtmaya başladık. Ayrıca aylar alan çeviri çalışmasıyla yayınladığımız İspanya total ret hareketini anlatan Insumision Total de vurgulanması gereken bir kitapçık. Bilgilenmek, bilginin ve haberin önündeki engelleri kaldırmak bir aşamadır, oldukça da önemlidir. Fakat anarşist perspektifim, bunun abartıldığı kadar da yüce olmadığını fısıldıyor. Dünyada olup biten haksızlıkları ve sömürüleri bilen, kendini anarşist olarak tanımlayanlar da dahil yüz milyonlarca kişi var. Fakat, bu bilgi insanların çoğunda eylem itkisi oluşturmuyor. Etin zararını bilip vejetaryen olmayan binlerce insan gibi.. Dolayısıyla fanzin, muhalif bir çelme olmaya çalışırken alternatif üretmeyi ve belki örgütlenmeyi de es geçmemelidir. [email protected] www.geocities.com/oldsletter Şubat 2004 * Don’t hate the media, be the media! fliir ve husumet bir Edebiyat dünyasında yıl sonu “değerlendirmeleri” uzun yıllardır okur ve yazar için ilgi çeken bir olgudur. Gazete ve dergi sayfalarında yer kaplayan “değerlendirmeler” yıllıklarla birlikte edebiyat ortamının merak ettiği konuların başındadır. Öyküden, denemeye, romana değerlendirme yazıları içinde en çok ilgi çeken, merak edilen, tartışılan polemik konusu olansa şiir üstüne “değerlendirmeler” oldu. iki Bunun bir başka biçimi ise internet’teki şiir ve dergi gruplarında ortaya çıktı. Gerçekliği tartışmalı bir dünyada şiir adına olumsuzlama ya da yadsıma olarak algılanması mümkün olmayan, şiire ve şiir yazana ilişkin bir değerlendirme olma özeliği taşımayan ve o “özel ortam”da kalan “tartışma”lar yapılıyor! Buradaki sorun ise şiir yazanın muhataplarından pek haberdar olmaması hatta hakkında yazılıp çizilenleri bilmemesidir. Tabii muhatabını bulmayan, karşısına almayan ve steril bir ortamda beliren hiçbir şey bir değerlendirme ya da eleştiri olarak algılanamaz. Düzeyi baştan tartışmalı, edebi olup olmadığı iyice belirsizleştirilmiş sanal konuşmalar hiçbir şeyin üretilmesine izin vermediği gibi bir yadsıma ya da reddetmenin oluşturulmasına da imkan olmuyor. Söz konusu ilgiyi dışarının güvensizliğiyle açıklamak mümkündür. Çünkü dışarısı bedel ister. Ama oradaki çoğu grupta tartışanların “güvenlikli” olması nedeniyle burayı tercih ettiğini biliyorum. Bunun ne orda hakkında yazılana ne de yazana olumlu ya da olumsuz hiçbir katkısı yok. Öyleyse niye ordayız, niye ordalar? Bunun yanıtı da muhatabının belirsiz olduğu sorunsuz bir dünya olması ve sanal dünyanın ilgi çeken pornografikliğidir. Buradaki şiir ve dergi grupları farkında olmadan bu pornografikliğe dahil oluyorlar. Hatta kendilerine ilişkin gözetlenmeye uygun bir pornografi de üretiyorlar. Çünkü artık yeni kuşaklar hayatla ancak internette karşılaşabiliyorlar. Bizim kuşağın hayatla televizyonun ekranında karşılaşması dönüşerek bu yeni karşılaşmayı oluşturdu. Bu karşılaşma sözün uçuculuğunu yazıya da bulaştırmış oldu. Ne yazık ki artık bir belleğe hiç ihtiyacımız yok. Çünkü hatırlamamız gerekmiyor. O zaman unutacağımız ya da unutulacak olanları gönül rahatlığıyla ve pornografik bir biçimde yazmanın hiçbir sakıncası yok! Oysa internetin hızlı iletişim sağlamak dışında insani sayılabilecek pek bir özelliği yok. Tersine o güvenlikli ama gözetlenen alana davet ederek bizi insan ve ürettiklerimizi de insani bir edim olmaktan çıkarıyor. Dışarıdan kurtulma ve ondan uzak durma düşüncesi bir biçimde insanın içgüdülerini, arzularını gemliyor ve doğal olarak yaşamasına izin vermiyor. Şiirin asi dünyası da bundan kendine düşen payı alacak gibi görünüyor. O payı ise bu gruplarda yazılanlara, konuşulanlara bakarak saptayabiliriz. üç Ne var ki her iki gelişmeden şiir üstüne değerlendirme ve eleştiriler pek çıkmadı. Tersine şair tanıtmaları, kolajlar, özetler, kişisel tartışma ve övmeler şiir değerlendirmelerinin ve eleştirilerin yerini aldı. Eleştiri dediğimizde artık başka bir şeyden ve biçimden konuşmuş oluyoruz. dört Hızlı bir pornografi sürekli yaygınlaşıyor. Kültür endüstrisinin Halim fiafak oluşturduğu ilişkiler ve şair yazdığının önüne geçti. Bunu sanat-edebiyatın magazinelleşmesi ve kültür endüstrisi ile açıklamak mümkündür. Bu bağlamda şiir ve şair üstüne yazılanlar çoktan şaire vurgusundan dolayı pornografikleşti. Şiir yazanlar şiirleri ve kendileriyle pornografik bir ilişki geliştirmekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Buysa onların makro iktidarların yedeğinde mikro iktidarlar olmalarını sağlıyor. beş Bu oluşma kendi şairlerini ilan etmekte de bir sakınca görmüyor. Kültür endüstrisinin içinde yer alan ya da onlara eklenmeye çalışan dergilere baktığımız zaman Baki Ayhan T., Kadir Aydemir, Şeref Bilsel, Seyyidhan Kömürcü, Mehmet Erte gibi şairler öne çıkıyor. Bu şairler görüşmeleriyle, yazılarıyla, haklarında yazılanlarla kültür endüstrisinin içindeki ya da dışındaki dergi ve kitap eklerinde bolca yer kaplıyor. Bunlardan Baki Ayhan T. Budala dergisini kişisel ve kendine ait bir dergi haline getirmekten rahatsız olmuyor. Belki T.’nin kişisel manifestosunu değerlendirme konusu yapmak gerekebilir. Ne var ki T. günümüzde yazılan şiir üstüne eleştirilerinin bir çoğunda haklı olmasına rağmen oradan yalnızca T.’nin şiiri ve “simetrik yapı” dediği biçim çıkmaz. Eğer öyleyse manifesto sonrasında Budala’da kendisinin dışında hiçbir kimsenin şiirini basmaması gerekir. Ayrıca bu şiirin geldiği noktayı reddetmek anlamına gelir ki böylesi bir reddetme ancak biçimsel anlamda bir arkaizmi oluşturabilir. Yanı sıra modern şiirden sonra biçimsel bir değişimin mümkün olup olmayacağı tartışmaya açık olduğu kadar yanıtı belli bir sorudur. Bana sorarsanız biçimsel olarak yapılacak bir şey olduğunu, biçimsel 31 32 olarak denenmemiş bir şey kaldığını da sanmıyorum. Galiba sorun dilin ve yazılanın ifade gücünü güçlendirmekte yatıyor. Şiir oradan bütün şiir formlarını deforme ederek, yıkarak çıkarsa çıkacak. Biçim karşısında şiirin biçimsizliği aslında bu tür tartışma ve çıkışlara çoktan verilmiş bir yanıttır. Şiirin formlarını yıkarak ilerleyeceği de bir öngörü olarak şimdiden öne sürülebilir. altı Söz konusu şairlerin son kitapları yayımlandıktan sonra dergi ve kitap eklerinde onlarla ilgili onlarca yazı ve görüşme yayımlandı. Onlardan Şeref Bilsel özellikle Edebiyat ve Eleştiri dergisinde yazdığı paslaşma yazılarıyla yerini sağlamlaştıracak gibi görünüyor. Onlara ilişkin oluşturma bir şey söylemekten uzak, görüşme ve yazılar üstünden yapıldığı için bir anlamı da olmuyor. Birileri de bunu şiirin gelişmesi olarak göstermeye çalışıyor! yedi Benzer bir pornografik durum yıllıklar için de geçerlidir. Yıllıklar daha çok ticari kaygıların belirleyici olduğu kitaplar olmasından dolayı şiire ilişkin değerlendirmeler yazıların hep satır aralarıyla sınırlıdır. Bolca dolgu gereçlerinin kullanıldığı yazılar bu bağlamda şiire ilişkin değerlendirmeler olmaktan böylelikle kurtulmuş oldu. Mehmet H. Doğan, Veysel Çolak, Özgen Seçkin, Sedat Şanver, Şeref Birsel, Özgen Seçkin ve Osman Bolulu’nun son olarak Metin Celal’le Kadir Aydemir’in bu bağlamdaki otoritaryen “çabaları” tartışmaya açık olgulardır. İlginç olan burada sözünü ettiklerim bir biçimde Mehmet H. Doğan’ın öznel tavrına tepki olarak yıllık hazırlamaya yönelmelerine rağmen ortaya koydukları kendi mikro iktidarlarını oluşturmaları ve otoritaryen tavırlarını ilan etmeleri dışında hiçbir anlamı sahiplenmiş olmadı. Çoğunun hazırladığı yıllıklara kendi şiirini almaktan hiçbir rahatsızlık duymaması da bir bakıma kendilerindeki etik yarılmayı da göster- mektedir. Yanı sıra şiirden çok şiir yazanla yıllıkçıların kurduğu tek yanlı pornografik bir ilişki söz konusudur. sekiz Yıllıklardaki öznellik vurgusunun ve kişisel beğeninin neyi içerdiğinden kuşku duymam için yeterince nedenim var. Çünkü günümüzde öznelliğin yapıtla yazar arasındaki bir ilişki olmaktan çoktan çıktığı kanısındayım. Üstelik öznelliğin şiir yazanla yıllık hazırlayıcısı arasındaki pornografik bir husumete dönüştüğü iddiasındayım. Bu nokta da yıllık hazırlayıcılarının öznelliği ve kişisel beğenisi bu husumetleri ile sınırlıdır. Gündelik hayat bu husumetle yıllıklarda karşılık bulmaktadır. Hâl böyleyken yıllıklardaki husumeti öznellik ve kişisel beğeni gibi göstermenin otoriter ve pornografik bir tavır olmak dışında hiçbir özelliği yoktur. Böylelikle ticari bir çalışmaya başka bir yapı daha kazandırılarak şiir yazan üzerinde pornografik bir otorite üretilmektedir. Açıkçası yıllık, hazırlayanın şiir yazan karşısında husumete dayalı bir otorite ilanıdır! Her şey bununla da kalmıyor. Yıllıkçılar sanki öznelliklerinin ya da öznelliklerini yerini alan husumetlerine bağlı olarak izlemedikleri ya da “protokol” çerçevesinde kendilerine gönderilmeyen hiçbir dergiyi değerlendirme konusu yapmıyorlar. Söz gelimi Metin Celal ve Kadir Aydemir’e göre 2003 yılı dergileri içinde öteki-siz, Islık, (Celal Soycan’ın E dergisinin Ocak sayısında bir değerlendirme yazısının yayımlanması, Kadir Aydemir’in ötekisiz’in 2004/2. sayısında “Şiir Oku, Islık, Öteki-siz, Budala, Şiir Ülkesi, Kül, Akatalpa, Dize vb. gibi dergiler olmasa şiir dünyamız gerçekten de büyük bir boşlukta olurdu sanırdım.” demesi de taranmalarına ve değerlendirme konusu olmalarına yetmemiş!) Yarabandı, KavramKarmaşa, imlasız, Damar gibi dergiler yok! Mehmet H. Doğan’a göreyse Damar dergisi 2003 yılı içinde bir sayı yayımlanmış! Mehmet H. Doğan’ın 1999, 2000, 2001, 2002 yıllıklarına aldığı Zeynep Uzunbay yazdığı şiirin doruk noktası olan Kim’e’nin yayımlandığı yılda her nasılsa yok! Daha ilginci de var; Metin Cengiz, Turgay Kantürk 1993’ten 2002’kadar bütün yıllıklarda yer alırken yine nasıl olduysa 2003 yıllığında kaybedilmişler! Benzer bir durum Turgay Fişekçi için de geçerli YKY’nin yayımladığı 2002 yıllığı ile birlikte kaybolanlar arasında! Veysel Çolak içinse yıllığa girmek için İzmir ya da çevresinde yaşamak ön koşul! Bu belirtilerden sonra öznellik ya da kişisel beğeni vurgusunun aslında hiç de yazınsal bir tavır olmadığı ya da yazınsal tavır olmaktan çıkıp tam kişisel ve pornografik bir husumete döndüğü söylenmek zorundadır! Çünkü öznellik okurla şiir arasındaki bir ilişkidir. Yıllıklarsa şiirden çok yıllık hazırlayıcısı ile şiir yazan arasındaki tek yanlı ve hazırlayıcının belirlediği bir ilişkidir. Deyim yerindeyse ticari bir olgu olan yıllıklar bir yandan da hazırlayıcılarının pornografik husumetini yansıtan alanlar olmuştur! Şiir yazanın bu pornografi karşısındaki tavrı ise yıllık ve antolojileri reddetmek olmalıdır. Çünkü şiir hiçbir otoritaryen, pornografik ve hiyerarşik tavrın malzemesi değildir! Sonuna kadar reddeder! Buysa yıllıklar ya da antolojiler üstünden şiire ilişkin nesnel ya da öznel bir şey üretmenin imkansızlığını büyük ölçüde gösterir. Şiir ve şairlerin seçiminden yıllık ve antolojiler için hazırlanan yazılara kadar kültür endüstrisinin oluşturduğu eşitsizlikçi yapının bağlantı noktaları çoktan oluşturulmuştur. Öyleyse reddetmek gerekir. dokuz Bir bakıma edebiyat dünyasının magazinelleşmesine bağlı olarak yıllıklarda yer alan değerlendirme yazıları da sürekli nitelik değiştirdi oto- riter bir özellik kazandı. Değerlendirme ya da eleştiri olmaktan çıkıp “şair” tanıtma yazıları haline geldi. Buysa yapılmak istenenin verili olanın içinde oluşmasını sağladı. Böylelikle de eleştirel olan veriliğin parçası oldu. Belirtmek gerekirse değerlendirme eleştirel bir okurluğu ihtiyaç kabul ettiği kadar etik bir tavrı da baştan talep eder. Yazanın öznelliği ya da nesnelliği hiçbir biçimde bu ikisinin önüne geçmez. Tersine özellikle öznellik etik bir tavrı zorunlu hale getiren olguların başında gelir. Ne var ki hazırlayıcının husumeti karşısında bunların hiçbiri mümkün değildir. Şiire ilişkin değerlendirmelerin yine şiirin yapısıyla uyumlu olması gerekir. Şiirin anarşikliği kendine ilişkin değerlendirmeleri ve eleştirileri de benzer bir özelliğin içine alır. Bu noktada şiirin olumsuzluğu ile eleştirinin olumsuzluğu birbiriyle son derece uyumludur. Şiirin yıkıcılığı eleştirinin yıkıcılığıyla örtüşür. Öte yandan şiirin düzensizliği ve biçimsizliği eleştirinin olumsuzluğuna imkan oluşturan başka bir olgudur. Şiirin anarşizmi eleştirinin anarşizmine eklenir. Bu bağlamda 2003 yılında dergilerde yayımlanan ya da kitaplaşan şiirleri okuma çabası bu yazının derdidir. Yanı sıra buradaki değerlendirmenin benim okurluğumla yani izlediğim ve okuduğum dergi, fanzin ve kitaplarla sınırlı kalacağını belirtmek isterim. Bu noktada yazı yadsınmayı ve eskitilmeyi baştan talep etmektedir. on 2003 yılında yayınını sürdüren dergilere ve fanzinlere baktığımızda şiire fazlaca yer veren dergilerin başında Üçnokta, Wesvese,Yarabandı, Yasakmeyve,öteki-siz, Ünlem, Budala, kavramkarmaşa, Varlık, Şiir Ülkesi, (B)aşka, Yaratım, Dize, Islık, Edebiyat ve Eleştiri, Kül, Yom Sanat, Hece, Kökler, Yediklim, Kaşgar, imgelem çocukları, Ünlem, paragraf, kuzey yıldızı, nikbinlik ve imlasız geliyor. Anılan dergilerin dikkati çeken özelliği ise yeni yazmaya başlayan şairlere daha çok yer vermesidir. Hatta çoğu şiir yazanın şiirlerine ilk kez bu dergilerin sayfaları arasında rastladığımı yazabilirim. Berfin dergisi de bunlara dahil edilebilir ama söz konusu dergi şiirleri yayımlarken seçici olmaması bu yüzden de çoğunlukla ortalama şiirler yayımlamasından dolayı bu dergilerden ayrılıyor. Yine bunlardan Varlık ve Ünlem dergisinin yeni adların ürünlerine okur mektubu köşesinde yer vermesi, tartışmaya açık başka bir tutumdur. Eski, Kitap-lık, Gösteri, Adam Sanat, Damar, İnsancıl, E, Yaba Edebiyat, Evrensel Kültür gibi dergilerse arada yeni adlara yer vermekle birlikte ağırlık olgunluk dönemini yaşayan şairlerdedir. Bu noktada başta söz konusu edilen dergilerin 2003 yılında yazılan şiire ilişkin daha fazla ipucu vereceği kanısındayım. Bu dergilerde yayımlanan şiirlere baktığımız zaman çoğunun kimi zaman belirsiz kimi zamansa oldukça belirgin bir şiddeti içerdiğini yazabilirim. Bunun da yazanların bireyselliklerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Onların bireyselliği ise hayatları kadar beslendikleri düşüncelerden kaynaklanıyor. Özellikle otorite ve iktidar karşıtlıkları yazdıklarında belirleyici oluyor. Bunların içinde yazdıklarında anarşizmi ve isyanı telaffuz eden şiirlerin imlasız’da ve fanzinlerde daha çok yer kaplaması ise belirtilmesi gereken başka bir ayrıntıdır. Tavrına bağlı olarak imlasız’ın ortalama şiirlere yer vermekte bir sakınca görmediği de belirtilmelidir. Bunda imlasız’ın kendini anarşist bir dergi olarak tanımlayarak ortaya çıkmasının oldukça fazla bir etkisi var. Söz konusu dergilerin yer yer denge tutturma isteklerine rağmen merkezin dışında durdukları belirtilmelidir. Bu noktada günümüz şiirini genelde periferide yazılan şiir oluşturuyor diyebiliriz. Kaldı ki otorite ve iktidar karşıtlığı bir biçimde merkez karşıtlığını içeriyor. Yanı sıra oluşturdukları dilin de bununla uyumlu olduğu iddia edilebilir. Bir bakıma periferide yer almak hayatla ilişki kurmak anlamına da geliyor. Zafer Ekin Karabay’ın, Seyyidhan Kömürcü’nün, Mehmet Erte’nin, Sabahattin Umutlu’nun, Reha Yünlüel’in, Şakir Özüdoğru’nun, Hakkı Çınar’ın, Adem Topal’ın, Azad Ziya Eren’in Didem Madak’ın, Zeynep Köylü’nün, Ali K. Metin’in İbrahim Tenekeci’nin Özcan Erdoğan’ın, Tezer Cem’in, Zeynep Uzunbay’ın, Mustafa İbakorkmaz’ın, Bayram Balcı’nın, İsmail Bora Özcan’ın, Onur Akyıl’ın, Emre Gümüşdoğan’ın, Efe Duyan’ın, Ahmet Antmen’in, Cansu Fırıncı’nın, (Nikbinlik çevresinden bu arkadaşların iktidar taleplerine ve verili politikayla kurmaya çalıştıkları ilişkiye rağmen şiirleri bu noktadadır.) Ulaş Nikbay’ın, Selami Karabulut’un, Salih Aydemir’in, Derya Önder’in, Murathan Çarboğa’nın, Zafer Yalçınpınar’ın, Faruk Bal’ın, Metin Kaygalak’ın, Hüseyin Kıran’ın ve merkezde yer almayı önemseyen Kadir Aydemir, Şeref Bilsel’in şiirleri hemencecik burada hatırlanabilir. Bunlara İlhan Berk, Ahmet Oktay, Gülten Akın, Yalçın Sadak, Ahmet Telli, Ahmet Erhan, küçük İskender, Hüseyin Peker, Bedrettin Aykın’ın Celal Soycan, Sadık Yaşar, Metin Cengiz, Hüseyin Alemdar, Orhan Alkaya, Enis Akın, Hayati Baki, Osman Olmuş, Sami Baydar, Betül Tarıman, Ergül Çetin, Nuri Demirci, Onur Caymaz, Alaattin Topçu, Mehmet Çetin, Nilay Özer, Sadık Yaşar, Celal Soycan, Muzaffer Kale adları eklenmelidir. Bunların dışında kalan Ahmet Ada, Hilmi Haşal, Ahmet Özer, Ruşen Hakkı, Enis Batur, Özgen Seçkin, Kemal Gündüzalp, Soner Demirbaş, Hidayet Karakuş, Arif Madanoğlu, Mehmet Sadık Kırımlı, Ahmet Günbaş gibi şairlerse geçmişten oluşturup getirdikleri şiirlerini yazmayı bu yıl 33 Ö R G Ü L Ü fi ‹ ‹ R ULAfi N‹KBAY Ç•π®°Æ °l ßm •ÆÕ`πş∫¨•≤`¢©≤©´¥©≤©∞` ° ´`®şÆ•≤¨•≤§•Æ`ß•Õ≠•´¥• °m ≥¨°Æ`£•≥°≤•¥¨•`®°π°¨¨•≤`π° °π°Æ` ´•¨•¢•´`≥µ≤•¥©Æ§• Ø m ´π°Æµ≥`ߕթ∞`¢©`´° ´`≥µ§°` ¢Ø µ¨≠°`•π¨•≠©Æ§• Ø` ¢Ğπ¨•≥©` ¢©≤`§ĞÆßş§• Ğ≤ş≠£•´`° Ƨ°Æ` ≥•∂§°¨°≤`Ğ≤≠•´¥•nnn 34 da sürdürdüler. Bunlardan farklı diliyle Arif Madanoğlu, yoğun hüznü ve insancıllığıyla ile Mehmet Sadık Kırımlı ayrıca anılmalıdır. Tam anlamıyla ortak özellikler gösteren bir şiir eğiliminden söz etmiyorum. Tersine ortak eğilimlerden çok şiirseller söz konusudur. Günümüzde yazılan şiirin en önemli özelliği de budur. Herkesin kendi şiirselini oluşturmaya yönelmesi yazılan şiirlerin ortaklıkları olmadığı anlamına hiç gelmiyor. Özellikle yukarıda sözünü ettiğim genç şairlerin belirginleştirdikleri isyan duygusu yazılan şiirin öne çıkan noktalarından biridir. Yanı sıra isyan duygusunun yazdıkları şiiri politikleştirdiğini de belirtmek isterim. Bu büyük ölçüde sokağın ve yeraltının şiiridir. Oluşturdukları dil asabi olduğu kadar yıkıcıdır. Ahmet Telli’nin “sol edebiyat dünyası”nın tepkisini alan Barbar ve Şehla’sı oluşturduğu dil ve söylemle hem etnik şiirin, hem de Telli’nin vardığı nokta açısından bana önemli görünüyor. Yanı sıra karamsarlığını iyice ölme düşüncesiyle birleştiren Ahmet Erhan’ın Kaybolmuş Bir Köpek İlanı da birey insanın trajedisi açısından önemli bir şiir toplamı olarak okunmayı bekliyor. Hüseyin Peker Ateş Zilleri’nde ilk şiirinden beri yazdığı şiiri zorlayan ve geliştiren toplu şiirlerini ortaya çıkardı. Yalçın Sadak Dört Kitap ve Son Kitap’ta farklı bir şiirselin okunması zorunlu örneklerini ortaya koyuyordu. Zeynep Uzunbay Kim’e ile şiirini biraz daha yukarılara taşıdı. küçük İskender yeni kitaplarıyla ve dergilerde yazdıklarıyla sokağın ve yeraltındaki hayatın kendindeki yansımalarını okurla paylaştı. Kadir Aydemir Dikenler Sarayı’nda Şeref Bilsel Magmada Kış Mevsimi’nde, Seyyidhan Kömürcü Hasar Ayini’nde, Mehmet Erte Suyu Bulandıran Şey’de Nesrin Kültür Kiraz Çikolata Teli’nde, Ozan Çılgın Kötü Zamanlar Tragedyası’nda kendi şiirsellerini hızla oluştururlarken şiirdeki farklı yönelimleri de yansıtmış oldular. Hakan Cem’se Susmanın Ötesi ile farklı haiku örneklerini okura sundu. Selami Karabulut’un iz ve kaçak’ı, Zafer Ekin Karabay’ın (ışıklar içinde yatsın) Şubatta Saklambaç’ı, Murathan Çarboğa’nın Güne Dönen Rüya’sı, Faruk Bal’ın Kar Geçitleri, Uğur Aktaş’ın Çinko Yahut Ağzımda’sı, Ahmet Antmen’in Ayrıksı Otları, Mehmet Butakın’ın Israr Falcıları, Derya Çolpan’ın Kırık Su Saati, Şükrü Erbaş’ın Yalnızlık Heceleri, Altay Ömer Erdoğan’ın Taş(ra) Baskısı, Muzaffer Kale’nin Sakın Zar Atma’sı, Oya Uysal’ın Günaydın Sevgili Gece’si, Hayri K. Yetik’in Dördüncü Hâl’i yine geçtiğimiz yılın şiir yazanlarının kendi şiirselleri üstüne bir düşünce veren kitaplar oldular. Özcan Öztürk’ün Çocuk Su’su, Refika Altıkulaç’ın Kafes’i, belli bir düzeyin üstüne çıkan şiirleri okurla paylaşırken Umut Çetin’in Annemden Hüzün Genleri, Aydanur Saraç’ın Sonra Güller Kırmızı’sı ortalama şiirin hanesine çoktan yazıldı. Uzak Zamana Övgü’sü bu yıl çıkan Baki Ayhan T. biçimsel anlamda bir arkaizm oluşturarak yazdığı şiirin önüne kesmede ısrarlı gibi görünüyor. onbir 2003 yılından hatırladıklarım bunlar oldu. Muhakkak atladığım ya da ulaşamadığım şiir kitapları, dergiler, fanzinler vardır. Kaldı ki bu yazı yazılan bütün şiirleri, yayımlanan bütün kitapları değerlendirme düşüncesiyle kaleme alınmadı. Kendini benim okuduğum dergi ve kitaplarla sınırladığını baştan öngördü. Zamansal değerlendirmeler yapmaktan pek hazzetmememe rağmen geçtiğimiz yılda şiirin farklı eğilimlere açık bir dünyada oluştuğunu yazabilirim. Özellikle iktidar karşıtlığının şiirde etki gücünün gözle görülür bir biçimde arttığı yanı sıra hayata ilişkin olanın şiir açısından daha sarmalayıcı hale geldiği iddia edilebilir. Şiirin merkezden çok periferide belirmesi de yazılan şiirin başka bir özelliğidir. Bu noktada şiir ve yazan merkezle çatışmasını daha da sertleştirerek sürdüreceğe benziyor. Bunu sonuna kadar olumladığımı belirtirim. Yanı sıra merkezin dışındaki dergi, fanzin ve bağımsız yayınevlerinin bu sürece dahil olma, dahil edilme çabası da üstünde durulması gereken başka bir olgudur. i m l a s › z ’ › n d ü fl ü n d ü r d ü k l e r i Gazi Bertal Bana, “herhangi bir olay, haber olma niteliğini nasıl ve ne zamana kadar korur” diye sorsanız size, “ben duyuncaya kadar” diye cevap veririm. Ben duyduktan sonra o olay artık benim için haber niteliğini yitirmiştir. Aynı şekilde, benim henüz duymadığım bir olayın –üzerinden çok zaman geçse de- bir haber niteliği var. Aslında, Mecmua’da yer alan haber ve ajans sayfaları, çoğu zaman, mecmua okurunun henüz duymadığı olayların her zaman bir haber niteliğine sahip olduğu mantığına dayanıyor. Örneğin, mecmua’nın son iki sayısı arasındaki zaman diliminde çıkan İmlasız’ın hâlâ bir haber niteliği taşıması gibi. Evet Mecmua’nın çıkmadığı bu süre içinde İmlasız adında yeni bir dergi daha aramıza katıldı. Kültür sanat ve edebiyat dergisi olarak iki ayda bir yayınlanan İmlasız, Geçtiğimiz bahar aylarında Kayseri’de yayın hayatına başladı. Türkiye’de genellikle politika alanıyla sınırlı dergi çıkarmamız neredeyse alışkanlık haline geldi. Daha doğrusu, çoğu zaman politik sorunlarla haşır neşir olduğumuz için belki de bir çoğumuzun kolayına gelen tek iş bu. Şimdi kültür sanat edebiyat alanında da sözünü söyleyecek bir derginin olması ve anarşistlerin biraz da boş bıraktığı bu alana el atması, hem dergi çeşitliliği hem de “yap örnekle” esprisinin farklı alanlarda hayat bulması bakımından olumlu bir sonuç yaratabilir. Ancak, anarşist kimlikli bir edebiyat dergisinden söz ediyorsak, bu alanın da kendine özgü pek çok handikabı olduğu unutulmamalıdır. Sözgelimi, İmlasız, el attığı bu alanda yeni bir üslup, yeni bir tarz mı yaratacak, yoksa mevcut sanat anlayışlarını veri alarak, yapacağı yorumlarla mı bir varoluş sergileyecek? Çünkü bu, şunun için önemlidir; başkalarının şekillendirdiği mevcut sanat ve edebiyat alanını yo- rumlamayı varoluşunuzun temeli haline getirirseniz o alanın bir uzantısı veya bileşeni olursunuz. Ancak, söz konusu alanı yalnızca yorumlamak değil, onu tanımlamak ve bir olgu olarak reddetmek İmlasız’ı çok daha özgün bir zemine taşıyabilir. İşte bu yüzden, hem genel anlamda tüm anarşistlerin hem de daha özel anlamıyla İmlasız’ın sanat ve edebiyat konusunda nasıl bir tutum takınacağı, genel olarak bu soruna nasıl yaklaşacağı benim için hem merak hem de tartışma konusudur. Bu merak ile baktığım her üç sayısında da şimdilik ortak bir bakış açısı bulamadığımı belirtmeliyim. İmlasız, mevcut sanat ve edebiyat alanına hayli kabarık bir iştahla dalmış gibi görünüyor. Sanki bu alanın hatırı sayılır bir unsuru olma hevesine kapılmış gibi. Doğrusu bu beni hem şaşırttı hem de biraz ürküttü. Elbette henüz işin çok başındayız, bütün anarşist yayınlarımızın yaşadığı dönüşümü İmlasız’ın da yaşayacağı kanısındayım. çünkü İmlasız, her şeyden önce, en az politika kadar sorunlu olan kültür sanat ve edebiyat gibi zor bir alanda anarşist bir misyonla yayına başlıyor. Misyonun kendisi de en az bu alan kadar zor ve çok açık ki iyi bir donanım gerektirir. Halbuki bugüne kadar çıkardığımız yayınların neredeyse kendinden menkul bir misyon ve perspektifi var. Yayınlarımızın kimliği hedef doğrultusunda kendiliğinden belirliyor. Artık hepimizin ezbere bildiği bu doğrultu; bir bütün olarak mevcut toplumsal sistemi, esas itibariyle tahakküm evrenini reddeden bir hedef üzerinde şekillenmiştir. Buna karşın, ister bir amaç olarak daha baştan belirlemiş olalım, ister çabalarımızın kendiliğinden bir sonucu olarak ortaya çıkmış olsun, eşitlikçi ve özgür bir yaşam tarzını idealize ediyor, kısacası özgürlük evreninin tarafgirliğini- sözcülüğünü yapıyo- ruz. Belirli bir amaca bağlı olarak sağlanmış birlikteliğin aslında kendiliğinden ortaya çıkardığı bu konum, karşımıza hep bir misyon ve aidiyet sorununu çıkarıyor. İmlasız’ın, daha başlarken benimseyip özellikle üstlendiği bu misyonu sanat ve edebiyat alanında üstlenmek kolay gibi görünse de işin esası pek öyle değil. Örneğin, sanat ve edebiyat alanından algılarımıza yönelen estetik teröre karşı nasıl korunacağız veya nasıl mücadele edeceğiz? Şöhret ve saltanat, sanatın muhtevasından beslendiği sürece anarşi adına sanata nasıl bakacağız, nereden konuşacağız ve ne diyeceğiz? Bir yandan sanat ürününü ve yaratımcısını el üstünde tutmak, bir yandan da her türlü sosyal asimetriyi reddetmek nasıl mümkün olacak? eğer sorunumuz, sanatta yeni bir tarz arayışı olsaydı, o zaman ‘özgürlükçü sanat’ ‘anarşist sanat’ gibi kavramlarla bir arayış ve yaratım sürecine girebilirdik. Ancak, bana göre sorun, “gerçeğin tahrifatından” başka bir şey olmayan sanatın bizzat reddedilip edilmemesinde düğümleniyor. Yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi, şöhret iktidar evrenine ait ve iktidarla aynı değerlere sahip bir olgudur. Tıpkı iktidar gibi, insanı yozlaştırır, bozar. Uzun söze sanırım gerek yok; iktidarı hangi nedenle reddediyorsak şöhreti de aynı nedenle reddetmeliyiz. Kültür ve sanat alanından beslenen şöhreti reddetmenin ilk adımı “sanatçı” kimliğinin masumiyetine ve meşruiyetine itiraz etmektir. Çünkü, şair, yazar, ressam, müzisyen vb. unvanları kullanan her sanatçının beğeni ve alkışla beslendiğini, her birinin az ya da çok, kendi çapında şöhret olmayı hedeflediğini bir an bile unutursak, hiyerarşi ve otoriteye göz göre göre temel bir zemin, bir varlık alanı sunmuş oluruz. İmlasız’ın mevcut sayılarına bakarak konuşursak bu temel zemin 35 Patlamaya Haz›r Karanfil Eren A¤›n ece ayhan ve edip cansever an›s›na… ¢©≤`¢©≤°`§Ğ´ş¨≠ş `∂•`§µ§°´¨°≤ Æ`°´≥© §ş ≠ş `°πưπ°{`≤ş∫ß°≤ Æ`ÕØ£µ´¨µ µÆ§° πş∫ş≠¨•`≥©¨©πØ≤µ≠`µ∫°≠ `≥°Õ¨°≤ Æ Æ`¥•≤©Æ© ¢ Õ° Æ`´•≥´©Æ¨© ©`Ø´µ¥µ¨µπØ≤`´©≤¨©`Õ°≤ °¶° ®°Æß©`§µ°π `Ø´µ≥°≠`¢©≤`π•≤§•`ß©≤©πØ≤≥µÆ` ¥°Æ≤ §°Æ`§°`≥°´¨°≠ πØ≤µ≠`Øπ≥°`≥•∂ß©≠©` Õ ´≠°∫`≥Ø´°´¨°≤ Æ `´°Æ ≤¥ ≤´•Æ`°´ °≠ Æ ´µ ¨°≤`°´¥°≤ ¨ πØ≤`§°≠¨°≤§°Æ`∂•`π°¨Æ ∫¨ ´ •∫¢•≤¨©πØ≤µ≠`≥•Æ©l`µÆµ¥≠°¨°≤`Õ° `´°∞ §°` ¥•´≤°≤¨°π°Æ`ßĞ∂§•Æ©`°π ≤≠ `∂•`≥°¨´ ≠¨ ` ¢ØπƵƵ`®°¶©¶¥•Æ`≥بµπ°≤°´`•¨≠°`´°¢µ´¨°≤ π¨° © §© `•§©¨≠© `≥Ğ∫¨•≤`´°¨ πØ≤`°≤¥°Æ`ßĞ∫¨•≤©Æ§•Æ ´Ø£°≠°Æ`ßШߕÆ`بµπØ≤µ≠`° °Õ¨ ´¨°≤ Ƨ° ´©≠≥•`π°Æ° ≠ πØ≤`©Æ¥©®°≤§°Æ`´ØÆµ ≠°π° ¨• •ƨ•≤©`§•Æ©∫•`´°¥ ¨≠°≠ `Õ°≠° ≤`©∞¨•≤©Æ§• ¢©≤`´•§©`ß©¢©`•∂¨•≤©Æ`≥•≥≥©∫¨© ©Æ©`§©Æ¨©πØ≤µ≠ 36 ШşÆ£•`°π°´´°¢ ¨°≤ ≠ `§• ©¨{`´°¨¢©≠©`´ØπµÆ ´°∞ `ĞÆşÆ•{`¢°´ ≥ ∫`´°§ ƨ°≤°`π°Æß Æ ≠ ®•≤´•≥¥•Æ`µπµ≠≥µ∫¨° ≠ `´ ∂ ¨£ ≠`ß©¢©`§ĞÆş∞ π©Æ••´`Ƨ©Æ©¢̀©¥©≤•Æ`¢µ≠•≤°Æß`¥°§ π´•Æ`° ´¨°≤ ßşÆ¨•≤l`≤•≥©≠¨•≤`∂•` ©©≤¨•≤`´°¨ πØ≤`£•∞¨•≤©≠§• ¢Ğ¨ş ≠•´`©≥¥•≤`ß©¢©`¢©≤`®ş∫ÆşÆ`°Æ¨°≠ Æ °πư¨ `µ∫°Æ¥ ≥ `´ ≤ ¨ πØ≤`´Ğ®Æ•`≥°°¥¨•≤©Æ` π©Æ•`§•`≥•∂≠•¨©π©≠`≥•Æ©`¢©¨©πØ≤µ≠`°ÆÆ•≠§•Æ` ≥ØÆ≤°`´°≤°Æ¶©¨`´Ø´µπØ≤`©Õ¨•≤©Æl`∞°¥¨°≠°π°`®°∫ ≤`´°≤°Æ¶©¨ann konusunda hiç de titiz davranılmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta, derginin hemen hemen her makalesinde, her şiirinde sanat ve edebiyatın bildik kodlarının esas alındığını söylemek de mümkün. Dahası, kültür-sanat olgusuna karşı eleştirel bir tutum geliştirmek yerine, onu olumlayan, verili tarzlarla çoğaltan bir içerik ve atmosfere sahiptir İmlasız. Bence, bu alanda bize (anarşistlere) düşen çaba, nitelikli sanat-kişilikli sanatçı arayışı olmamalı. Sanatın hayat üzerindeki denetleyici, yönlendirici kodları reddedilmeyecekse eğer, seçkin bir alan haline gelen sanatın kendisine karşı bir tutum alınmayacaksa İmlasız’ı yayınlamaya ne gerek vardı o zaman? Örneğin; İmlasız’ın yakından bildiği bir dergi olan Kavramkarmaşa’dan çok da farklı olmayan bir içerikle olunacaksa yeni bir dergiye ne gerek vardı? Samimi fikrim şudur ki; İmlasız’ın şu ana kadar çıkan üç sayısında yer alan makalelerin çoğu ve yayınlanan bütün şiirler Kavramkarmaşa, Öteki, vb. dergilerin içeriğinden farklı olmadığı gibi, bu şiir ve makalelerin edebi nitelikleri bakımından adı geçen dergilerde yer alıp almayacağı bile bence tartışma götürür. O halde, bu tür şiir ve metinler anarşist tanımlı bir dergide özel bir nedenle yayınlanıyor olmalı! Fakat, ister sanat ve edebiyatın mevcut klişelerinden bakın, ister (benim gibi sanata muhalif) eleştirel kriterlerden bakın, alelade kavramını aşmayan bu şiir ve metinlerin, anarşi fikriyle ilgisizlikleri bir yana, okuma zevkimizi zedeleyen nitelikleriyle İmlasız’ın sayfalarını doldurmaları, benim en azından hayıflandığım bir çaba. Kastlaşmış, sanatçı ve sanata karşı yeni şair ve yazarları yüreklendirip teşvik etmek için bile olsa, içeriği bu denli sığlaştırılmamalı. Daha da önemlisi, anarşist bir edebiyat dergisinin işlevi bu olmamalı. Çünkü, bir metin oluştuktan, yani cisimleştikten itibaren yaratımcısından bağımsız bir nesne-ürün haline gelir. Ancak, unutulmamalı ki, herhangi bir sanat eseri (veya ürünü), piyasa ilişkilerinin içine girdiği andan itibaren, yaratımcısıyla birlikte fetişleşmeye de adaydır. Çünkü, piyasa aynı zamanda rekabet demektir. Bu nedenle, her ürünün önüne konulan hedef, onun markalaşmasıdır. Öyleyse, her eserin yaratımcısının bir şöhret, bir yıldız olmasında da şaşılacak bir yan yok. Sorun başka bir noktada düğümleniyor. Kültür ve sanat tabusunun saltanata açık bir alan olduğunu ve bu saltanatı sürecek sayısız sanatçının varlığını bilerek soruna yaklaşmalıyız. Öyleyse, birinci itirazı sanatçı kimliğine yöneltmeliyiz. Okur konumumuzla sanatçıyı marka yapan, ürününü fetişleştirip imzasıyla tescil ettiren biziz çünkü. Dolayısıyla, hedeflenmesi gereken doğrultu; insanların marangoz, tornacı, işçi, memur, okur yazar, aydın, sanatçı, şair vb. kimliklerini pekiştirmek değil, bu tür kimliklerden kurtulmak olmalıdır. Şimdiye kadar çıkan üç sayısına bakarak İmlasız’ı bir yere koymak veya onu sanat ve edebiyatın tanımlanmış kavramlarıyla eleştirmeye kalkışırken değişmez bir yargıya varmak elbette yanlıştır. Ve eğer böyle bir yanlışa düştüysem bu, yalnızca meramımı doğru ifade edememektendir. Ancak, çok rahat ve belki de biraz hoyratça konuşmamın nedeni; bir yayın için yine bu üç sayının henüz fazla bir şey ifade etmemesinden kaynaklanıyor. Çünkü, dönülemeyecek kadar bir yol katedilmemiş henüz. Bu nedenle, İmlasız’ın gelecek sayılarında, yukarıda söz ettiğime benzer bir doğrultunun işaretlerini görebileceğimi umuyorum. Ve asıl içimden geçen şey ise, İmlasız’ın daha sağlam bir zeminde durarak, bilgi ve estetik seri imalatçılarına karşı cepheden bir tutum takınmasıdır. Görmek ve inanmak istediğim şey budur. *kara mecmua’nın 10. sayısından alınmıştır. Çöl Cinayeti r.ezgi çak›ro¤lu Kervanlar geçiyor göz bebeklerimden Aşkın son kırıntılarını Kasıp kavuruyor çöl fırtınaları Ve alıp götürüyor çöl rüzgarı Yolunu kaybetmiş notalarını. Göz bebeklerimden geçiyor düşsel kervanlar Esmer tenli Arap prensleri, ölümcül çöl akrepleri, seraplar… Önümde beliriyor tropik adalar Gülümsememi gölgeliyor palmiyeleri Ve biliyorum, aynı rüyayı görüyor Üç tarafı denizlerle çevrili güneş ülkesinde birileri. Yüksek tepelerden çölümün kıyılarına inen atlılar Yağmalıyor düşlerimi Ve uçuşmuyor kara taylarının yeleleri Gözlerimde yitik birer gölge her biri… İri kemikli ellerinde Arap prenseslerinin peçeleri Atlılar kayboluyor Arkalarında yakamoz izleri. Kızgın kumlarda raks ediyor genç kızlar gözleri sürmeli Parlıyor bedenlerine yapışan ipekten giysileri Lirik Arap ezgileri yüksek tepelerde yankılanıyor Gece zemheri. Seraplara akıtıyor çöl akrebi zehrini Kumlara seriliyor çölün Ölü bir yılan gibi sessizliği Parmaklarım tereddüt ediyor Çekip çekmemeye tetiği. Tam tamlar çalıyor yöre yerlileri Sormalıyım belki, nedir son dileği Hayır, sormamalıyım Gözlerine bile bakmamalıyım Katlederken hayalini. “Diz çök! Yalvar! Affederim belki seni…” O okyanus krallıklarından gelen bir deniz prensi Hayal edebiliyor musunuz nasıl lezzetlidir tuzlu busesi? Görebiliyor musunuz ne kadar tatlı gülümsemesi İkinci bir şansı hak ediyor olmalı Yo hayır…Gözleri kapalı daha yakışıklı. Geceyle örtüyorum deniz prensinin ölü bedenini Solgun dudaklarına yıldızlar serpiyorum ateş renkli. Geçip gidiyor göz bebeklerimden kervanlar Seraplar kuruyor İçimin çölünde batıyor Titanik Dudaklarım nemli Çöl rüzgarıyla dalgalanıyor mavi tayın yeleleri. Son kez dönüp bakıyorum Ay ışığıyla yıkanan yüzüne Ve alıyorum terli avuçlarıma dizginleri Elveda……..Sevgili! Kulaklarımda çınlıyor sesi: “Seviyorum seni Seviyorum sen Seviyorum Seviyor Sevi Sev…” Tanrılar çöle yağmurlar yağdırıyor Çöl rüzgarını ipekten bir şal gibi omzuma alıyorum Ellerimi ısıtıyor sıcak nefesi… 37 kara mecmua’y› anlad›k… yoldafll›k eti¤i ad›na… sabahattin umutlu 38 hepimiz öyle bir sol gelenekten geliyoruz ki, ’bizim’ daha önceden üzerimizde taşıdığımız kodlar hiç peşimizi bırakmıyor anlaşılan. ister klasik sol olsun isterse sol gelenekten bir kopuşun ifadesi olarak anarşistler -türkiye’dekikendileri dışında veya kendi cemaatleri dışında varolma çabası içindeki ‘ötekilere’ bakışlarında tahammülü gözden kaçırıyorlar. oysa kendi dışında, ötekine tahammül edebilmek içimizdeki her türden tahakküm içeren duygu ve düşüncelerimizden kopuşu gerektirir biraz da.ötekinin farkında olmak yetmiyor.ötekinin değerlerine hadi saygıyı geçelim. ötekinin değerleri üzerine bir söz söylerken önce ötekini değerleriyle birlikte anlamaya çalışmamız gerekmez mi. tüm bunlar bir yana söyleyeceğimiz sözün kurgusu ve inşasını ötekini yok sayma veya ötekini görmezlikten gelme üzerinden oluşturuyorsak o zaman bizim tahakküm ilişkileri üzerinden kendini var edenlerden ne farkımız kalır ki. karşımızdakini ya da yanımız yöremizdekini ötekileştirmeye dayalı bir politika oluşturmak da neyin nesi oluyor. ve bunu anarşizm veya anarşizmler adına yapıyor olmak kime ne sağlayabilir. neyse. sözü uzatmadan anarşist bir dergi yada anarşizmlerden yana bir dergi olarak bildiğimiz kara mecmua’ya getirelim.uzun bir aradan sonra tekrar yayımlanmaya başlayan kara mecmua’nın ocak-şubat 2004 tarihli 10. sayısında imlasız dergisi, ya da imlasız dergisinin ilk üç sayısı ile ilgili olarak gazi bertal imzalı imlasızın düşündürdükleri adlı bir yazı yayımlandı. yazıdan anlaşıldığı üzere imlasızın yayımlanması her ne kadar sevinçle karşılansa da. bir o kadar da kaygılandırmış gözüküyor. demek ki bazı problemler var. tartışalım. yazının daha ilk cümlelerinde niyet açığa vuruluyor. neyin ne zaman haber niteliği taşıması gerektiği ile ilgili açıklamasından sonra söz imlasıza geliyor. ve imlasızın yayımlanması mecmua okurları için son bir aya kadar hala bir haber olarak görülmüyor. mecmua okurları ya da yazarları gözünüz aydın. imlasız geldi. yani bu okurlar sadece mecmua mı okurlar. imlasızı başka bir yerden ve başka bir dolayımla öğrenme hakları olamaz mı. anlaşılan o ki bir şeyin çok net farkına varılmış.türkiye’de solun yada anarşistlerin kendilerini hala politik alanla sınırlı olarak ifade etmeye çalışmalarının eksikliğinin.ama bu yetmiyor.bu saptamadan sonra her olguyu politik alanın verilerine göre okumak ve değerlendirmek de bir eksiklik olmuyor mu. kültür sanat alanına yönelik bir anarşist yayın pratiği olarak imlasız’ın çıkışı olumlanırken bu olumlama yine politik politikanın verili dili üzerinden geçekleştiriliyor.ve bir politik getirisi olabilir mi beklentisiyle yaklaşılıyor imlasıza . oysa imlasız hiçbir politikanın anarşist politika dahil doğrudan aracı değildir. varlığını her türden iktidarın ve tahakküm ilişkisinin reddinde bulur. ve öyle anlamlandırmaya çabalar. imlasızın bu çabası ise sadece kültür sanat edebiyatla sınırlı değil politikanın dilini dönüştürmeyi de içerir. ve aynı zamanda da politiktir. kültür sanat edebiyat ve politik alandaki iktidar karşıtı her türden özgürleşme eylemi imlasızı ilgilendirir. ve bu anlamda imlasızın yayımlanıyor olması da hiç de azımsanmayacak bir eylemdir. sizin söylediğiniz gibi imlasız verili kültür sanat edebiyat ortamında kendine bir yer açabilmek için yayımlanmıyor. tam da bu kokuşmuş ortamı darmadağın etmek ve oradaki makro ve mikro iktidarların yıkarak yerine özgürleştirici bir pratik oluşturmayı amaçlıyor.işte burada şunu da söyleyebiliriz.imlasız bir eklemlenme pratiği değil bir reddediş ve direniş pratiği olma yolundadır. evet imlasız mevcut sanat ve edebiyat alanına hayli kabarık bir iştahla olmasa da hayli öfkeli bir o kadar da direniş ve heyecan içeren bir özgürleşme arzusuyla daldı. imlasızın ilk üç sayılık pratiğini eleştirirken biraz haksızlık ettiğinizi düşünüyorum. sizin iddia ettiğiniz gibi imlasız verili sanat edebiyat ortamının hatırı sayılır bir unsuru olma yolunda olmadığı gibi hiç kimsenin hatırına yayımlanan bir dergi de değildir. size imlasızı dönüp bir daha okumanızı öneriyorum. eleştiri acımasız olmalı. evet. ama haklı ise.koruyup kollamak değil ama yoldaşlık etiği adına söz- asl›nda görmedim Kaan Turhan §µ≤µ ≠°`≥ØÆµπ§µz`´°Æ ≠ `§ØÆ§µ≤°Æ ß•≤Õ•´¨©´`•∫©πØ≤§µ`¢° ¨°≤ ≠ Æ`®°¶©¶¨© ©Æ©n §ØÆ§µ≤µ£µ`≥Ø µ °`´°≤ Æ π©¥©∞l`§ş şÆ•`´°¨°Æ`° ≤ π `≥•∫≠© ¥©n °§ ≠`°§ ≠`´•Ƨ©Æ©`∂°≤`•§•Æ`°¨Õ°´¨ ´ ´°≤ ≥ Ƨ°`°¨ πØ≤§µ`πØ´≥µÆ¨µ µ ¥•∞•Æ©Æ`µ µ¨¥µ≥µÆ°l`πş≤şÆ•Æ`¢Ø∫´ ≤¨°≤¨° Õ°≤∞ ¨°£°´`¥Ø∞≤°´`∂•`¥Ø®µ≠z` °πư¨°≤ Æ`¢©≤¨• ©∞`¢©≤` •π`ß©∫¨•§© © …ư`§• ©Æl`π°∫§ ´ π ` ≥≥ ∫¨ Æ`π° ≠µ≤µÆ `∂•`´µ≤¥°≤°£°´` nnn¢°®¥ `´°≤°nnn çocuk yüzler Aziz Gül ôØ´≥µ¨`≥Ø´°´¨°≤§°̀𩥩≤§©≠ ≥•∂§©´¨•≤©≠©l ≥°¢°®°`´°≤ `µπ´µ¨µ`¢©≤`إآş≥`©Õ¨© ©π¨• §ş •≤´•Æ`¢©≤`´•Æ¥©Æ Ø≤¥°≥ ư Ñş ¨•≤©≠©`𩥩≤§©≠l ßĞ∫¢•¢•´¨•≤©Æ§•Æ`´°π ∂•≤•Æ ≥بߵÆ` ´¨°≤° ¢•Æ∫•≤`≥Ş≤°¥¨°≤ ßĞ≤§ş´Õ• £°≠¨°≤ Æ`≥Ø µ´ πş∫şÆ§• Å´¨ ≠ `Øπư¥ ≤l`ÕØ£µ´`πş∫¨•≤©`ş¨´•≠©Ænn ´°≤ ≠°`¢µ¨µ¥µÆ`∞•≤Õ•≠¨•≤©Æ©`≥©Æ§©≤•Æ ´µÆ§°´¨ `© ≥©∫¨•≤`¢©¥•£•´l`°¨Æ ≠§°´© Õ©Õ• ©`ßĞ≤şπØ≤µ≠l`¥°∂°Æ`¥°∂°Æ ş≥¥ş≠•`§ş •Ænnn k›blesiz π•Æ©§•Æ`§Ø ≤µ¨µ∞l`Ğ∫`≥µπµ`´°Æ§ ≠n Mitat Çelik Æ•`∫°≠°Æ`´©`§µ≤µ ≠°`¢° ¨°§ z`¢°´°≤´•Æl °∫ Ƨ° Ш≠ş Ø´µπØ≤≠µ µ≠`°¨ ´°Æ¨ ´¨°≤ ≠ a π•≠©Æ ©≥¥•≠© `≤°®©∞ °Æ¨ ´`®°¥° •¥≠•≠© ≤©£°¥`¥°®¥ ư •≤ß•Æ ¥°Æ≤ ≥ب≠µ π° §°¨ ∞© ¥©≠`´µ≤µ§µ≠ π°´ ¨≠°´¥ ≤`≥ ≤°≠ ≥بØ≠•`≥بØ≠• £ş£•≥©Æ`ß©≤§© ©Æ`´°∞ §°Æ 39 Firuze mervan AKSU h§Ø≥¥µ≠`¢•≤Õ•≠i ≥°≤®Ø `§µ∂°≤ Æ`π ≤¥ ´` Æ°π¨ØÆµÆ§° ¥•¶≥©≤`•§©¨≠© ≥°¢ ´°¨ `° ´≠ ßş¨ş şÆ ¶©≤µ∫• ¶©≤µ∫• ß•£•`°´≥°´`¢©≤`®ş∫şÆ§ş≤ ° ´`§•Æ•Æ` ©©≤§• ®ş´ş≠`∂•≤©¨≠© `°≤¥ ´ ß•¨ ß•£©´¥©≤≠• µ∫°´¨°≤°`§°¨°Æ`¢µ µ¨µ`πş≤• © 40 ¶©≤µ∫• ¶©≤µ∫• ÕØ£µ´≥µ``ßş¨ş≠≥•≠•Æ ≠©¨πØÆ`𠨨 ´`µ ≤°´`بµ≤ ≥µ≥µ ¨°≤ Æ`´•®°Æ•¥¥•`∂°≤°Æ` ´•´•≠•`§©¨¨©Æ§• §•≤´•Æ ¨ ´`¢©≤`¶ ≤¥ ưπ°`π°´°¨°Æ§ ®°≥≤•¥©Æ§•Æ`≥° `´°¨°Æ`µ µ≤¨°Æ≠° ≥•Æ`π©Æ•§•`ß•£©´¥©≤≠• ¥•≤•§§ş¥≥ş∫`°´°Æ`•¨§©∂•Æ≥©∫ Æ•®©≤•¨≤© ¶©≤µ∫• ¶©≤µ∫• ¥•≤®©≥`•§©¨•Æ`ÕØ£µ´¨µ µÆ π Æ¥ `ب≠°≥ Æ °π≤ ¨ Æ`´•≥´©Æ`´Ø´µ≥µ ≥©Æ≠© ´•Æ`∞•Æ£•≤•Æ©Æ`•≥´© πş∫şÆ• leriniz biraz erken ve biraz da haksızca değil mi. siz bilirsiniz. elbet imlasız da kendi içinde sürekli dönüşümler yaşamakta.her geçen gün enerjisini yenilemekte. her pratik biraz da ayrışmaların ve kopuşların da pratiği olmakta.ben kendi adıma şunu rahatça söyleyebilirim evet ilk üç sayıda imlasızın yayın politikasına uymayan yazılar ve şiirler yayımlanmıştır. olabilir. ancak ilk üç sayı aynı zaman da kendi içinde bir ayrışmanın ve kopuşun da izlerini taşır. ki imlasız bir tren yolculuğunda kimin ne zaman ve hangi istasyonda trene bindiğinin. ve makine dairesine kimlerin geçiş önceliği olduğunun. kimlerin iki istasyon sonra trenden atlayıp kaçtığının. kimlerin raylarda olduğunun tartışması yapılmış. ve herkesin her yerden ve her yerinde olabileceği bu kara tren yolculuğu sürmektedir. evet sanatçı kimliği ve sanatçının şöhreti ile ilişkilendirilip masum ve meşru görülmesi elbet de reddedilmelidir. ama politikacı kimliği de. yani tüm kimlik politikaları reddedilmelidir. verili sanat kültür edebiyatı elbet de reddediyoruz. anarşist bir kültür sanat edebiyat olabilir mi. işte biz bunu tartışıyoruz. imlasızın ilk üç sayısına ilişkin değerlendirme yazısında yer alan imlasızın sanatçı kimliğinin meşruiyetini sağlamaya yönelik hiyerarşi ve otoriteye temel bir zemin hazırlayıcı söylemler içinde olduğu, her makalesinde her şiirinde sanat ve edebiyatın bildik kodlarının esas alındığı iddiasına karşı da şunu söylüyorum. spekülatif bir söylem kullanmayalım. söyledikleriniz belki bazı yazı ve şiirler için geçerli olabilir. ancak o ilk üç sayıdaki yazıları ve şiirleri bir daha okumalısınız. imlasız’ı kavram karmaşa ve öteki-siz ile ilişkilendirmenizi de doğrusu anlayamadım. ne alakası var. spekülatif söylem burada yine devrede. imlasızda ayımlanan yazı ve şiirlerin niteliği konusunda ya gerçekten samimi değilsiniz. ya da sadece politikanın penceresinden bakıp verili kodlar üzerinden görmek istediklerinizi görüyorsunuz. pencereyi kırıp da bakın öyleyse. yani çıplak gözle. belki o zaman ‘görmek ve inanmak istediğin(iz) şey’e şöyle biraz daha yaklaşabilirsiniz.yoldaşlık etiği unutulmasa… MecmuA'ya ‹mlas›z Mektup Kara MecmuA dergisinin 10.sayısında Gazi Bertal'ın İmlasız üzerine yazdığı yazı aslında,ilk imlasız'ların da paylaştığı sorunları içeriyor.İmlasız'ın ulaştığı beş sayı ardından,geriye bıraktıklarımızın,çıkış amacımızı tam olarak yansıttığını söyleyemem.Zaten İmlasız mail grubunda aynı konuları daha önce de konuşmuştuk.İmlasız dergisinin ilk sayılarında "kültür sanat edebiyatı burjuvazinin çember oluşturduğu raylardan çıkarıp özgürleşmesini sağlamaktan yana tavır koyduğunu" belirtip okur-yazarlık dünyasına da yönelik açık bir saldırıyı öneren iddialı ifadeler vardı.Ama aynı zamanda İmlasız; dünyaya ve kültür,sanat,edebiyata yönelik radikal ve politik bir eleştiri olma iddiasını da belirtmişti.Yani Gazi Bertal'in sorduğu gibi İmlasız hem sanat edebiyat/sanat dünyasında yeni bir üslup,tarz yaratmayı hemde kültür sanat dünyasını ürettiği,endüstrileştirdiği,popülerleştirdiği (burada iktidarın dayattığı,popüler kültürü kast ediyorum) alana acımasız bir saldırı olmayı hedefliyordu. Elbette iktidar/otorite karşıtlığı içinde iktidarın bir uzantısı,bir bileşeni olma tehlikesini yani "düşmanına dönüşme" sendromunu da barındırıyor.İmlasız'ın sadece verili sanat/edebiyat dünyasını eleştirmek üzerinden kendini varetmeyi bir amaç olarak seçmediğini "yıkmadan ve yıkımdan arta kalan o harfiyatı ortadan kaldırmadan yeni birşey yapılamayacağını,üretmenin yolunun yıkmaktan geçtiğini" belirtmiştik.Gazi Bertal'ın da belirttiği gibi Türkiyeli anarşistler kültür sanat gibi oldukça önemli bir alanı şimdiye değin boş bırakmıştı.Oysa sistem sadece üretim ilişkileri üzerinden kendini varetmiyor.Üretim ilişkilerinden yarattığı ürünü (meta üretimi değil sadece metanın tanımlandığı imgede dahil) kullanabileceği alanı kendi tüketim kültürü ile yeniden ve yeniden yaratmayı tasarlarken toplumu sistemin devamlılığını sağlayacak araca dişlilere dönüştürecek şekilde oluşturuyor.İnsan yaşamının büyük oranını reklam endüstrisi işgal etmiş durumda ve tamamı ele geçirmeyi planlayan stratejiler üzerinde çalışıyor.Reklam endüstrisinin tüketim ve tüketim kültürü ile içiçe geçmiş olduğunu herhalde kimse inkar edemez.Ne okuyacağımıza (Ne okumamız gerektiğine sermaye karar veriyor yoksa neden burjuvazi yayınevi kursun ki) nasıl davranacağımıza,nasıl görünmemiz gerektiğine(metroseksüellik mesela),hangi filmi izleyeceğimize,hangi müziği dinleyeceğimize ve hangi ürünlerin bizi ne kadar "özgür" yapacağına sistem karar veriyor.Bu alanda karşıt mücadelenin verilmemesi kanımca büyük bir eksiklik.Yani İmlasız'ın mevcut sanat ve edebiyat dünyasına kabarık bir iştahla girmek istemesi,imlasızın varoluş amacına ters bir tutum olurdu ki böyle bir iştah yoktur.Hatta Mustafa İba Korkmaz'ın beşinci sayıdaki mektubuna bakacak olursak İmlasızın girmek istediği(!) mevcut sanat edebiyat dünyası patronları/iktidarları İmlasız'ı tanımayı reddediyorlar.Olması gerekende budur zaten. İmlasız'ın yıkıp yeniden yaratmak istediği alanın oldukça çetrefilli bir alan olduğu aşikardır.Şu ana kadar çıkmış sayıların İmlasız'ın çıkış amacını yansıtmadığı eleştirisine katılıyorum.Henüz bu alanda İmlasız kendi üslubunu yaratamadı.Algılarımızı tehdit eden,şekillendirmeye çalışan "estetik teröre" karşı nasıl mücadele etmeliyiz sorusunun cevabını veremedi.Ancak bu alanda ilk olan İmlasız'ın önünde daha önce çizilmiş bir yol yok.İmlasızın şimdiki bunalımının doğal olduğunu,yeterli,güçlü desteklerle bu alanda kendi dil'ini oluşturacağına inanıyo- Özgür K.Tekin rum.Özgürlükçü bir kültür/sanat yaratmak için sözü olan insanlara İmlasız sayfalarında her zaman yer olduğunu hatta aslında sayfalarının buna ayrıldığını tekrar belirtmek ve İmlasız'ın ilk sayısında ki çağrıyı yinelemek istiyorum. Sanat kavramını düş dünyasının cisimleşmesi şeklinde kabaca tanımlarsak,düş gücünün özgürleşmesinden yana tavır almalıdır anarşist ideal.Düş gücümüzü yani yaratımımızı verili sanat/kültür endüstrisinin çarklarından kurtarmanın yolunu bulmalıyız.İktidarın insanlar arası ilişkilerden beslendiği,bu ilişkileri popüler kitle ve tüketim kültürü ile beslediğini kabul ediyorsak eğer,farklı bir ilişki biçiminin yaratılması,bu ilişkinin karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmadan öte hiçbir şeyi temel almaması esas olmalı.Hayatımızın her anını,her alanını ele geçirmeye çalışan egemen kültüre karşı kendi kültürümüzün yaratılmasının ve yaygınlaştırılmasının hedeflenmesi gerektiği kanaatindeyim.Hatta verili kültür ikonlarını bozup yeniden tasarlayarak da saldırmak gerek (BLF Billboard Liberation Front gibi mesela) Çünkü yaşanacak bir hayatımız var uzakta vaad edilmiş cennete inanmıyoruz.Hayatımıza sızmış hiyerarşik mülkiyetçi otoriter dil'in saldırganlığına karşı,eşitlikçi özgürlükçü bir dil'in hemen şimdi yaratılması için mücadele edilmesinden yanayım.İmlasız'ında bu yönde tavır geliştirmesi en büyük arzumdur. Evet İmlasız şimdiye kadar söylediklerini eyleyemedi.Hatta belki de çıkış amacının gerisine de düştü.Ancak İmlasız sadece bir isim.Onu "İmlasız" yapacak içeriğidir.İçeriğinin değiştirilmesi "devrimcileşmesi" ise kişilerin inancına,düş gücüne,donanımına ve cesaretine bağlı.Bunların bizlerde varolduğuna inanıyorum... 41 gazi bertal’a mektup 42 gazi bertal’ın kara mecmua’daki imlasız üstüne yazısı herkes gibi beni de sevindirdi. hatırlanmış olmak öncesinde sonrasında gerçekten güzel bir duygudur. ama sevincim itirazlarımı dillendirmemi hiçbir biçimde engellemiyor. imlasız’ı oluşturmak için çalışmalara başladığımızda karşımıza çıkan ya da bize en çok sorulan soru anarşist bir sanat-edebiyatın, anarşist bir sanatedebiyat dergisinin mümkün olup olmayacağıydı. doğrusunu söylemek gerekirse bu iki sorunun yanıtını sanatedebiyattan gelmemize rağmen bizim de bildiğimiz pek söylenemezdi. bu yüzden bu soruyu sessizlikle geçiştirdik. ama kendimize ve başkalarına “olur “ ya da “neden olmasın”, “olmalı”, zaten var” gibi yanıtlar vermekten de geri durmadık. dünyada ve biz de kendini, yazdıklarını anarşist ilan eden ya da anarşizmlerle ilişkilendiren bir sürü yazandan haberdarız. öykücüler, romancılar, şairler, eleştirmenler biliyoruz. eğer böyle bir anarşist sanatedebiyat birikimi mevcutsa bir sanatedebiyat dergisi de mümkündür. kuşkusuz dergiye yönelik anarşizm vurgusu tartışılabilir. ne var ki tekelleşme ve kültür endüstrisi karşısında bizim direnme ve saldırma talebimize uygun düşen ve biçimlendiren anarşizm oldu. bu yüzden tartışmaya açık bir durum olmasına rağmen bireysel anarşizmlerimize bağlı kalarak derginin anarşist tavrını vurgulamaktan çekinmedik. böyle bir dergiyi oluşturmaya karar verirken de düzeyi ne olursa olsun anarşizm üzerinden bir şeyler üreten herkesle birlikte hareket etmek istedik. bunda epeyi bir mesafe kaydettiğimizi de sevinerek belirtirim. bu bağlamda imlasız’ın kaynaklarından birisi geçmişte ya da şimdi fanzin çıkaran arkadaşlardır. fanzinleri hiçbir biçimde reddetmediğimiz gibi sonuna kadar savunduğumuzu belirtirim. ama bertal gibi düşünürsek kara mecmua’dan önceki ve sonraki anarşist yayın pratiklerinin hepsini yok saymamız gerekir. hatta hiçbir biçimde anarşist olmayan dergilerde yazan arkadaşlara da kapıyı göstermek zorunda kalabiliriz. bunların hiçbiri bizim tavrımız olamaz. bu noktada anarşizmle ilişkili her yayına eşit mesafede durduğumuzu ve hepsinin bizi ilgilendirdiğini ve heyecanlandırdığını yazabilirim. imlasız çıkışıyla birlikte bir çok insanı heyecanlandırdı ve yazmaya itti. bu dergide yıllardır yazanlarla yeni yazmaya başlayan hatta bu dergiyle yazmaya başlayanlar, hatta lise öğrencileri var. kuşkusuz burada seçkinci bir tavır içine girip çoğu ürünü yayımlamayı reddedebilirdik. bertal utangaç bir dille bize bunu öneriyor. biz tersini yaptık yayımlanabilecek düzeyde olanlarla dergiyi oluşturduk. sonuçta politik bir dergi değiliz. buysa bizim seçkinci ve otoritaryen olmamamızı sağladı. yanı sıra anarşizmin ve anarşist bir sanat-edebiyata katkıda bulunmak adına kolaj, özet ve iktibaslara yer verdik. bu bağlamda gazi bertal’ın solun bildik bakış açısının tuzağına düştüğü kanısındayım. sanıyorum o da farkında olmadan sanat-edebiyatı politikanın mücavir alanı gibi görüyor. bu yüzden neredeyse imlasızı politik bir dergi olarak algılıyor. ne yazık ki imlasız politik bir dergi değil. bir politikliği varsa –ki var- o da politikanın politikliği değildir. ayrıca bir dergiye ilişkin genelleme içindeki olumlu öğelere rağmen farklı bir değerlendirmeyi ihtiyaç kabul eder. oluşturduğu genelleme karşısında bertal’ın neredeyse imlasız’ın yayımlanmasından rahatsızlık duyduğunu düşünüyorum. eğer her hangi birinin bir dergiye ilişkin olumlu olarak değerlendirebileceği düşünceleri varsa ne yazık ki etik davranması gerekir. satır aralarına serpiştirdiği olumlu şeyler karşısında bertal’dan böyle bir şey istemeye hakkımız olduğu kanısındayım. bertal birkaç arkadaşla birlikte hazırladığımız on beş sayılık kavram karmaşa pratiğini de olumsuzlamaktan çekinmiyor. kuşkusuz kavram karmaşa anarşist bir dergi değildi ama bunun ipuçlarını içinde barındırıyordu. kaç yazıyla sınırlı kalırsa kalsın teknoloji, şiirin etkisi, şiirin yeraltına dönüşmesi faaliyeti, kadın, arkadaş zekai özger, ece ayhan, ahmet telli gibi konularda yazılıp söylenenlerin çoğu anarşist düşüncelerin izlerini taşıyordu. bertal’ın bize önerdiği kimlik tartışmasını taa o zamanlar kavram karmaşa ve öteki-siz dergilerinde tartışarak sonuçlandırmış ve reddetmiştik.açıkça ifade etmem gerekir ki on beş sayılık kavram karmaşa pratiği olmasaydı imlasız pratiği de olmazdı. söz gelimi yaşar çabuklu’nun virgül’de, defter’de ışık ergüden’le gün zileli’nin birikim’de yazdıkları da benzer ipuçlarına sahiptir. bu arkadaşların yazıları için ben dahil bu dergileri sürekli izleyen insanlar biliyorum. kendini anarşist olarak tanımlamayan bir sürü dergide benzer bir sürü insan ve yazı var. bertal kusura bakmasın kara mecmua ve başka politik dergiler politik bağlamda bizim ne kadar kafamızı açtıysa bu tür yazılar da sanat-edebiyat konusunda o kadar etkili oldu. kendi adıma bunları reddetme lüksüne sahip değilim. anarşizmin politikliği yadsınması gereken bir olgu olarak yine anarşizmin karşısına çıkıyorsa yadsımak gerekir. imlasız’ın eksiklerinin, zaaflarının olduğu doğrudur. ama bu dergiyi oluştururken en azından internet üstünden yaptığımız çağrılarda ortadadır. bu çağrıya yanıt verenler bu dergiyi oluşturmaya çalışıyor. bu konuda bir düşüncesi varsa bertal’ın ve daha başkalarının daha başında bu oluşuma dahil olmalarını beklerdim. sözün kısası gazi bertal imlasız’a ilişkin belirttiklerinin bir çoğunda haklıdır ve bunların hepsi başından beri bizim tartıştığımız sorunlardır. imlasız hala kendini oluşturmaya çalışıyor ya bunu gerçekleştireceğiz ya da eninde sonunda imlasız kendini imha edecek! halim şafak *imlasız 7. sayısında anarşist sanat-edebiyatı tartışmaya açıyor. gazi bertal’ın bu tartışmaya katkılarını beklediğimizi belirtirim. imlas›z günlük anarşist dergi inat! çıktı… yaşam, kültür, özgürlükçü anti-politika şubat-mart 2004 tarihli ilk sayıda: -kapak - Oy vermek ? ya da vermemek… - Temsil-i Reddiye’den Redd-i Temsiliye’ye - Geçen Ayların Gündemi - Edebiyata Karşıdan Bakınca… - Yanılsama - Mezopotamya Savaşa Hazırlanıyor - Şiddetten Arınmış Anarşizm - Asimilasyon - Yerel Rantın Paylaşımı Üzerine - Ankara’daki Sınıfsal Yapının Kentsel Mekana Yansıması Üzerine Söyleşi – 1. bölüm - Anarkopasifist Cinsellik Felsefesi Denemesi - İnsan Doğası ve Şiddet Üzerine Bir Değini - Karahaber Video Eylem Atölyesi - Oyun, Devrim ve Anarşi - Kitap Eleştirisi - Disiplin - 25-26 Haziran / İstanbul - Kaotik Yıldız Falı PK 14, 06531 ODTÜ / ANKARA Email: [email protected] Web: http://inat.4t.com kara mecmuA'nın 10. sayısı çıktı. bu sayıda: 2052-duvardan sonra Batı şeriya- savaş karşıtı hareketlilik ve anti-Amerikanizm -sadece söylediğim şeyleri eleştirebilirsiniz-antiemperyalizm ve antisiyonizm-anti-semitizme hayır-eko-nomos, başka türlü okumak mümkün-1473 virgül 859-başlıksız -insan-merkezcilik kompleksi üzerine-“dünya yuvarlaktır ve dönüyor" zamansız yaşamdan saat zamanına-Politikadan hayata: anarşiyi solcu değirmen taşlarından kurtarmak-Küba’da anarşizm, bir hareketin tarihi anarşist örgütlenme olarak anti-kitle kolektifleri-"Gündelik Hayat Devrimleri" üzerine... zira yaşanacak bir hayatımız var-vicdani ret açıklamaları-İmlasız'ın düşündürdükleri -zorunlu bir açıklama Adres: Piyerloti cad. Dostlukyurdu sok. No. 8 Çemberlitaş-İstanbul Tel: (0212) 518 25 62 E-posta: [email protected] http://www.mecmu-a.org Geçtiğimiz aylar içinde Kropotkin’in Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler (kaos), Ahmet Oktay’ın Romanımıza Ne Oldu?(eleştiri, dünya), Gürsel Korat’ın Gölgenin Canı (öykü, can) Deniz Kandiyoti ve Ayşe Saktanber’in hazırladığı Kültür Fragmanları (metis) Yaşar Çabuklu’nun Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset’i (kanat), küçük İskender’in aşk şiirleri kolonisi (antoloji, everest) Nesrin Kültür Kiraz’ın Çikolata Teli (mayıs, şiir), Ozan Çılgın’ın Kötü Zamanlar Tragedyası (şiir, mayıs), Ahmet Oktay’ın poyrazda kımıldayan salıncak (seçme şiirler, alkım), hakan cem’in susmanın ötesi(şiir,sardes), Hüseyin Kıran’ın Madde Kara (şiir., metis), Hilal Karahan’ın tepenin önünde (şiir, kül), Tzvetan Todorov’un Fantastik (eleştiri, metis), Orhan Alkaya’nın Parçalanmış Divan (şiir, bileşim) adlı kitaplarıyla conatus çeviri dergisinin ilk sayısı anti-kapitalizm yayımlandı. Anadolu Rock’ın önemli adlarından Cem Karaca öldü. 43