Peygamberi-Miz, Salât, Sünnet Ve Ahlâk

Transkript

Peygamberi-Miz, Salât, Sünnet Ve Ahlâk
1
Temiz Araştırma Serîsi 5
YARATILIġ SEBEBĠMĠZ
Bilimin Değişim Süreci İçinde Maddî Ve Mânevî Hayâtta
Güncel Gerçekler
PEYGAMBERĠMĠZ
SALÂT-SÜNNET VE AHLÂK
2
1
1
http://www.resimlerix.com/
3
GĠRĠġ
Bir rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Sallallâhü Aleyhi ve Sellem (SAV) Efendimiz‟in tasavvuftaki
simgesi güldür.
Âşık oldum bir „mim‟e
İnciler dizilmiş „cim‟e,
Cim öyle bir cim ki,
Elif‟ten kaf “getirir‟mim‟e…2,3
Eğer sevdâ;
Sevgiliye kendini adamaksa;
Eğer sevgi;

NOT: Bâzı makâleler, verilen İnternet Elektronik Adresi‟nde zamanla meydana
gelebilecek değişiklikler nedeniyle, görüntülenmeyebilirler. İstenilen makâlenin adı
eksiksiz olarak Google gibi arama motorlarından birine yazılırsa (kopyalanırsa), istenen
makâleye kolayca ulaşılabilir. Hattâ yazara ilişkin makâlelelerde bir terim ya da kelime
varsa, onunla ile ilgili bilgiye kolayca ulaşabilmek için arama motoruna prof. dr.
mustafa temiz+KELİME [eski makâleleler için doç. dr. mustafa temiz+KELİME ya da
yrd. doç. dr. mustafa temiz+KELİME] yazarak arama yapmak mümkündür. Ya da
okuyucularımızın, makâle, çiçek, resim ve benzeri gibi herhangi bir nesneye ilişkin
verilen referans adresinde, zamanla adreste verilen sayfa değişiklikleri olabileceği veyâ
sayfanın kaldırılmış da olabileceği ihtimallerini dikkate almalarında ayrıca fayda vardır.

SAV kısaltması, ”Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem - Allah O‟na salât etsin.”
demektir.
2
Özçelik, M., Kur'an Işığında Körfez, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.tesbitler.com/index.php?option=com_content&view=article&id=499:kuraninda-koerfez&catid=47:asrmzn-olaylar&Itemid=11, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
3 T
emiz M., Evreni Ayakta Tutan Kavram, SEVMEK YA DA SEVGĠ, Alındığı
İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/SEVMEK%20YA%20DA%20SEVG%C4%B0.pdf
Ya da
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/SEVMEK%20YA%20DA%20SEVG%C4%B0.doc,
En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
4
Kardelen ciçeği gibi hürriyete açılmaksa;
Şehâdet en büyük AŞK,
Şehit en büyük âşık ise,
Kendimi yoluna adıyorum
Yâ Resûlallah!4
Geçmiş bölümlerde Allah‟ın isanları imtihan etmek,
denemek ve sınamak için yaratılarak dünyâya getirildiği
anlatılmıştı. Dünyâ ve onun içinde bulunduğu bütün âlemler ise, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (SAV) Efendimiz‟in yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.
4
Lyrics, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.allthelyrics.com/forum/showthread.php?t=106051, En Son Erişim Târihi:
18.08.2014.
5
AH‟IN (CC) RAHMETĠ
Bâzı Hadisler
Allah‟ın (CC) Rahmeti‟ni anlatmak için, uzun lâfın
kısası, bâzı hadisleri aynen zikretmek yetişir zannediyorum:
Ebû Hüreyre (RA)‟dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerife
göre, Resûlullah (SAV) Efendimiz buyurdular ki:
“Allah celle şânühu mahlûkâtın olmasına hükmettiği
zaman (Müslim‟in rivâyetinde: Allah mahlûkatı yarattığı
zaman) yanında bulunan, Arş‟ın gerisindeki bir kitaba şunu
yazdı:
“Muhakkak ki rahmetim gazâbıma galebe çalmıştır.”
[Buharî‟nin bir diğer rivâyetinde: “Rahmetim gazâbıma
galebe çaldı.” denmiştir. Buharî ve Müslim‟in bir
rivâyetlerinde: “(Rahmetim) gazâbımı geçti” denmiştir.]5
Yine Ebû Hüreyre‟den (RA) rivâyet edilen ikinci bir
hadîs-i şerife göre, Resûlullah (SAV) Efendimiz buyurdular
ki:

CC kısaltması, “Celle Celâlühû - O‟nun şânı çok yücedir.” demektir.
Kuran Ve Hadis, Allah‟ın Rahmeti, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.kuranvehadis.com/node/2339, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014. Ya da
Buharî, Edeb 19, Rikak 19; Müslim, 17, (2752); Tirmizî, Da'avat 107-108, (3535-3536).
Millî Gazete,
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=hadis&act=showhadis&kid
=416.
5
6
“Allah, rahmeti yüz parçaya böldü. Bundan doksandokuz parçayı kendine ayırdı. Yeryüzüne geri kalan bir cüzü
indirdi. Bu tek cüzden nasiplerine düşen pay sebebiyledir ki
mahlûkat birbirlerine karşı merhâmetli davranır. At (hayvan) yavrusuna basmamak için ayağını bu sâyede kaldırır6.”
Yeryüzü‟ne indirilen rahmetin cin, insan ve hayvanlar
arasında taksim edilmiştir. Ya da cin, insan ve hayvanlar
arasındaki gözlemlediğimiz şefkat, merhâmet, esirgeme gibi hasletlerin Allah‟ın (CC) rahmetinin yüzde biri içinden
geldiğini düşünürseniz, Rab‟bimizin öldükten sonra mahlûkatı için rahmetinin yüzde doksanını ayırması, öteki dünyâ
için hayli ümitli olmamızı teşvik etmiyor mu?
Öyle ki, Allah‟ın (CC) kullarını rahmet deryâsına daldırdığını gören, şeytan bile bir ara bu rahmet bolluğundan
kendisi için bir ümide kapılacaktır. Buradan anlayınız ki,
Allah (CC) kullarını çok ama çok sevmektedir.
Selmânu‟l-Fârisî (RAΩ) tarafından zikredilen bir
hadiste Resûlullah (SAV) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Allah‟ın yüz rahmeti var. Bunlardan biriyle mahlûkat
kendi aralarında birbirlerine merhâmet gösterir. Doksandokuz rahmet de Kıyâmet günü içindir7.”
Kuran Ve Hadis, Allah‟ın Rahmeti, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.kuranvehadis.com/node/2339, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014. Ya da
Buharî, Edeb 19, Rikak 19; Müslim, 17, (2752); Tirmizî, Da'avat 107-108, (3535-3536).
Millî Gazete,
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=hadis&act=showhadis&kid
=416.
Ω
RA kısaltması, “Radiyallâhü Anh - Allah ondan râzı olsun.” demektir.
6
7
Ömer İbnü‟l-Hattab‟dan (RA) bir rivâyete göre, Resûlullah (SAV) Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Allah, arz ve semâyı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı.
Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak kadardır.
Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir.”
“İşte anne, yavrusuna bununla şefkat eder. Vahşî
hayvanlar ve kuşlar birbirlerine bununla merhâmet ederler.”
“Kıyâmet günü geldiği vakit Allah, rahmetine bunu da
ilâve ederek (tekrar yüze) tamamlayacaktır8.”
Peygamberimiz Muhammed (SAV) Efendimiz
O yaratılmıştır ve onun yaratılışı bütün âlemlere rahmet
olmuştur.
Çünkü Allah (CC) Kur‟an‟da “(Ya Muhammed!) Biz,
Seni ancak Âlemler‟e rahmet olarak gönderdik9.” Buyurmuyor mu?
İmâm-ı Kastalânî Mevâhib adlı eserinde diyor ki:
7
Hadisler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://sufizmveinsan.com/hadisler/rahmet.htm, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
8
Hadisler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://sufizmveinsan.com/hadisler/rahmet.htm, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
9
Enbiyâ Sûresi, âyet 107.
8
“Âdem (AS), Arş‟ta Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz‟in Nûru‟nu görünce, bunun neyin nûru olduğunu sordu.
Hak Teâlâ da:
“Bu nûr, gökte Ahmed, yerde Muhammed denilen, zürriyetinden bir peygamberin nûrudur. O olmasaydı seni de,
yerleri ve gökleri de yaratmazdım” buyurdu. Yine buyurdu
ki:
“Yâ Âdem! Muhammed Aleyhisselâm olmasaydı seni
yaratmazdım.” Hak Teâlâ sordu:
“Onu henüz yaratmadım, nerden bildin?” dedi. Âdem
(AS) da:
“Arş‟ta „Lâilâhe illâllah Muhammed‟ün Resûllulah‟
yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, şerefli isminin yanına
ancak en çok sevdiğinin ismini lâyık görürsün.” diye cevap
verdi.
Allâh‟ü Teâlâ da şöyle buyurdu:
“Yâ Âdem! Doğru söyledin. O bana insanların en
sevgilisidir. Onun hürmetine duâ ettiğin için seni afettim.
Eğer Muhammed Aleyhisselâm olmasaydı, seni yaratmazdım10.”

AS kısaltması, “Aleyhisselâm-Selâm üzerine olsun.” demektir.
Teberânî.
10
9
“Yâ Âdem! Muhammed Aleyhisselâm‟ın ismi ile her ne
isteseydin kabul ederdim. O olmasaydı, seni yaratmazdım11.”
“Ey Resûlüm! İbrâhim‟i Halîl (dost) edindimse de, seni
de habîb (sevgili) edindim.”
“Senden daha sevgili hiçbir şey yaratmadım. Senin,
benim indimdeki yüksek derecenin bilinmesi için Dünyâ‟yı
ve ehlini yarattım. Sen olmasaydın, kâinâtı yaratmazdım12.”
Mi‟râc‟da Allâh‟ü Teâlâ Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e:
“Senden başkasını senin için yarattım.” buyurunca,
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e de:
“Ben de senden başkasını senin için terk ettim.” demiştir13.
Âdem (AS) Cennet‟ten çıkarılınca, “Muhammed
Aleyhisselâm hakkı için, onun hürmetine beni affet” diye
duâ etmiştir.
Dolayısıyla, o büyük Peygamber (SAV) Efendimiz‟in
değerini bilip onun yolundan ve Sünnet‟inden zerre kadar
sapmamalıdır! Bu kurtuluş için insanlara Allâh‟ü Teâlâ‟nın
bir emridir de:
Hâkim.
Mevâhib, Mektûbat. Deylemî.
13
Mîrât-ı Kâinât.
11
12
10
Gül Peygamberimiz Muhammed Mustafa (SAV) bir timsâlidir
“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber‟e salât ederler. Ey îman edenler, siz de O‟na salât edin ve tam bir teslimiyetle O‟na selâm verin!14“
O büyük Peygamber‟e sırt çevirenler, bunun ötesinde
“Çöl Bedevîsi‟ gibi aşağılayıcı kelimelerle O‟nu aşağılamaya çalışanlar için bakınız Yüce Yaratıcı ne buyuruyor:
“Gerçek şu ki, Allah‟a ve elçisine eziyet edenler; Allah,
onlara Dünyâ‟da ve Âhiret‟te lânet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azap hazırlanmıştır15.”
Onun için akıllı olanlar, kurtuluşları için O‟na tam teslimiyette bulunanlardır:
14
15
Ahzab Sûresi, âyet 56.
Ahzab Sûresi, âyet 57.
11
“Sana “biat” edenler, gerçekte Allah‟a biat etmişlerdir. Allah‟ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah‟a verdiği sözü tutarsa, Allah O‟na büyük mükâfat verecektir16.”
“Sana (Resul‟e) itaat eden, Allah‟a itaat etmiştir.17“
“Ey Nebi! Sana da, mü‟minlerden Sana biat edenlere
de Allah yeter18.”
Allah (CC) ve peygamberleri ile gönderilen dinleri
anlamanın en baştaki vâsıtası akıldır19. “Aklı olmayanın
dini yoktur.” sözü bu sebepten söylenmiştir.
Akıl nedir?
AKIL
Akıl Nedir?
Akıl, Arapça “ukl” kelimesinden gelmiştir, ”bağlamak” anlamındadır. Düşünmek, kavramak ve bilgi elde
etmek için gerekli olan güce de akıl denir.
Fetih Sûresi, âyet 10.
Nîsâ Sûresi, âyet 80.
Enfal Sûresi, âyet 64.
19
Temiz, M., Peygamberimiz (SAV)‟in Ve Sünneti‟nin Gerekliliğinin Mantıksal
Ve Bilimsel Açıklaması, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pau.edu.tr/bilim/BİLİME%20İLGİ%20DUYANLAR%20İÇİN%20MÂNE
Vİ%20BAYRAM%20HEDİYESİ.pdf Ya da
http://mtemiz.pau.edu.tr/bilim/BİLİME%20İLGİ%20DUYANLAR%20İÇİN%20MÂNEVİ
%20BAYRAM%20HEDİYESİ.doc, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
16
17
18
12
Akıl bu özelliğiyle eşyânın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanlıklarıyla ilgili özelliklerini idrak eder. Akıl iki şeyden daha hayırlısını ya da daha şerlisini de anlar. Akıl gücü
ile insan gerekli bilgileri de edinir.
İnsan, melek ve cinlerde bulunan akıl, yalnız başına
Allah‟ı (CC) bulabilir ama O‟nun murâdını, neleri sevip nelerden hoşlanmadığını bulamaz ve bilemez. Onun için Allah (CC), kullarına rahmet olarak peygamberler göndermiştir. Akıl, doğrudan doğruya anlayamadığı Allah‟ın (CC)
murâdını, neleri sevip nelerden hoşlanmadığını peygamberlerin bildirmelerinden sonra anlar.
Elde edilen faydalı bilginin kullanılmamasına akılsızlık
denir. Kur‟an‟ı Kerîm, akıllarını kullanmayanlar için:
“O kâfirlerin hâli, sâdece bir çağırma veyâ bağırmadan başkasını işitmeyerek haykıranın hâline benzer; onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da etmezler!20“
buyuruyor.
Peygamber (SAV) Efendimiz‟in, “Allah, akıldan daha
büyük bir şey yaratmamıştır.” buyurması, aklın doğuştan
olduğunu; “Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da
tehlikeden alıkoyan akıldan daha fazîletli bir özellik kazanmamıştır.” hadîsi ise, aklın insanlara sonradan verilen
bir özellik olduğunu gösteriyor. Bu iki bilgi, birleştirildiğinde doğuştan başlayan aklın sonradan geliştirildiğine
işâret ediyor.
20
Bakara Sûresi, âyet 171.
13
Akıllı insan, ilerisini düşünen insandır.
Peygamber (SAV) Efendimiz, “Akıllı insan, nefsini
kontrol edip ölümünden sonraki hayat için hazırlana kimsedir.” diyor.
İmâm-ı Gazâlî aklı dört türlü olarak târif ediyor:
a) İlim öğrenenerek insanları diğer canlı varlıklardan
ayırana,
b) Faydalı olanla zararlıyı kavrayan, ikinin birden çok
olduğunu, bir insanın bir anda iki yerde bulunamayacağını,
bütünün parçalarının her birinden her zaman büyük olması
gibi, zarûrî özellikleri anlayana,
c) Tecrübelerden elde edilene,
d) Bilinen bilgilerden hareket ederek gidilmeyen, görülmeyen yerleri gören mânevî güce akıl denir.
Aklın neticeye varmak için tâkip ettiği iki davranışı
vardır:
Akıl, birinci davranışında düşünerek ağır ve yavaş hareket eder. Buna fikretmek denilir.
Aklın ikinci davranışı ise, onun bir anda, bir hamlede
sonucu yakalamak için anî olan seyir hâlidir. Bu tür seyre
14
“hads” denilir. Hads, ya çalışarak kazanılır, ya da Allah
(CC) vergisidir.
“Aklın en düşük mertebesine delilik, aklın en yüksek
mertebesine akl-ı evvel denir. Yâni, akl-ı evvel, başlangıçtan sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden
evveli tam bir olgunluk ve gerçek ile gören bu akl-ı evvel
Peygamber (SAV) Efendimiz‟in nûrudur.
“Akıl yetersiz kaldığını anladığı anda, kontrolü îman
gücü ele alır. Akıl, îman edilecek şeyin ne olduğunu araştırarak, îmanın buna etki altında kalmadan hür olarak geçişini sağlar. Îman gücü kontrolü elde ettiğinde, akıl, kendini
îmana uydurur, bundan sonra hep îmanın gelişmesi için çalışır.
Akıl Yolu
“Akıl yolu birdir, Atasözü.”
Peygamber (SAV) Efendimiz:
“Dinin direği akıldır.” buyurmuşlardır.
Aklı olmayanın dini de olmaz. İmâm-ı Gazâlî, (aklını
kullanamayan) aptallara bile mezarda sorgu ve suâlin olmayacağını söylemiştir.

hads, uzun düşünce ve delîle ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim, sür'at-i intikal, ânî
ve doğru idrâk, delîlden neticeye çabuk varmak demektir.
15
Yaratılışlarında kusursuz olup da akıllı oldukları hâlde,
iş, düşünüş, görüş ve müşâhadelerini akılla birleştirmeyen
insanlara, halk arasında akılsız insan denir.
„Ve de derler ki, “Eğer biz dinleseydik yâhut düşünüp
anlasaydık şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık!21“„
âyetinden anlaşıldığına göre, iş, düşünüş, görüş ve müşâhadelerini akılla birleştirmeyen, akla sâhip olmanın gereğini
yapmayan, insanlar çılgın ateşi hak etmektedirler.
Günümüzde aklın gereğini kaç kişi yerine getiriyor?
Doğru yol (Sırat-ı Müstakîm-İslâm yolu-Şerîat) birdir;
sapık yollar sonsuz denecek kadar çoktur. Akıllarını kullananlar, akl-ı selîm (sağduyulu) insanlar doğruya yaklaşırlar. Onun için “Aklın yolu birdir.” demişler… Doğru yoldan sapanlar, bu sapıklılklarının cezâsını akıllı davranmadıkları için çekeceklerdir.
Akıl ve anlayış ya da ahmaklığın temeli yaratılıştandır.
Bunların esasları sonradan temin edilemez. Ama akıl ve
anlayışın asılları varsa bunlar, eğitim denen tecrübe ve denemelerle geliştirebilmektedir.
Bununla berâber, akıl her şey değildir, onun da sınırı
vardır. İnsanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi o da sınırlıdır.
Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki birçok gerçeği kavrayamaz, dinin birçok gerçeklerini bilemez. Bu hakîkatler, ancak vahiy yolu ile bilinebilir.
21
Mülk Sûresi, âyet 10.
16
Dinin bildirdiği gerçekler ancak akıl ile anlaşılabilir.
Gerçekler akıl ile bağdaştığı hâlde, gerçek olmayanlar da
dâimâ akıl ile çelişki içindedir. Bu nedenlerle akıl, hak ve
gerçek din olan İslâm ile dâimâ birlik ve ilişki içinde bulunur.
Akl-ı MaaĢ, Akl-ı Maad, Cüz-î Akıl
Ve Akl-ı Kül
Diğer bir sınıflamaya göre akıl üçe ayrılır: Birincisi, sâdece yeme-içmeyi beceren akıldır ki buna Akl-ı Maaş
denmektededir. Nefsin hâkim olduğu bu akla hayvânî akıl
da denmektedir. Akl-ı maaş sâhipleri, dünyâdan zevk almak, nefislerinin isteklerini yerine getirmek ve eğlenmekten başka bir şeyi düşünmezler.
İkinci tip akıl korkuya dayanır, bu yüzden dinin emir
ve yasaklarına uyar, Akl-ı Maad adını alır. Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini islâh etmeyi, düzeltmeyi düşünür. Kemal sıfatları kazanmak için bu akıl da yeterli değildir.
Üçüncüsüne Cüz-i Akıl denir. Bu, normal insanın aklıdır. Bu akıl, fizikî âlemi öğrenebilir, somut olanı çözebilir.
Âhiret‟i, metafizik âlemini bilemez. Ara sıra mâna âlemini
düşünür ama kavrayamaz.
Çözemediği, bilemediği için de her zaman şüpheye düşebilir, dolayısıyla kesin bilgiye kavuşamaz. İçlerinden çok
azı nurlu insanları gördüğü zaman onlardaki bu farkı anla-
17
yabilir, sonra sever, hayran olur, onlara ve onların fizik ötesi ile ilgili sözlerine, bildirdiklerine inanır.
Dördüncü tip akla, Küllî Akıl ya da Akl-ı Kül denir. Bu
kâmil insanların aklıdır. Başka bir ifâdeyle tasavvufta, kendisini yaratanı kavramayı başarmış olan akla Akl-ı Kül denir. Akl-ı Kül‟e sâhip olan insanlar, kendi yaradılış gâyesini
kavramış ve buna uygun hareket eden, Allah„ın (CC)
Yeryüzü‟ndeki halîfesi olan kâmil insanlardır.
Zekâ nedir?
Kavramlar, kazanımlar ve algılar yardımıyla soyut veyâ
somut varlıklar arasındaki ilişkiyi kavrayabilme, soyut düşünme, muhakeme etme ve bu zihinsel işlevleri uyumlu şekilde bir amaca yönelik olarak kullanabilme yeteneklerine
zekâ denir. Zekânın tek tanımı bu değildir.
Zekânın başka tanımları da olabilir. Ama esas olarak
zekâya âit bilgilerin hepsi, onun eğitim, çevre ve biyolojik
etkilerle geliştirilebilecek bir yapıda olduğunu gösteriyor.
Bu nedenle, zekâya aklın eğitim, çevre ve biyolojik etkilerle
sonradan geliştirilen kısmı olarak bakılabilir.
Buna göre zekâ, bireyin doğuştan sâhip olduğu kalıtımla kuşaktan kuşağa geçen ve merkezî sinir sisteminin işlevlerini kapsayan; deneyim, öğrenme ve çevreden kaynaklanan etkilerle biçimlenen aklın bir bileşimidir.
Akıl ve Zekâ
18
Akıllı bir insan zekî olmayabilir.
Akıllı bir insanı mutlaka zekî ya da zekî olan bir insanı
akıllı sanmayınız!
En iyisi, hem akıllı ve hem de zekî olmaktır. Ama akıllı oldukları hâlde, zekî olmayan ya da zekî oldukları hâlde
akıldan noksan olan insanlar çoktur.
Kaynaklar, zekî olduğu hâlde akıldan noksan olan bir
insan için daha çok Napolyon‟u örnek veriyorlar. İnsanın
düşüncelerinde isâbetli ve doğru olabilmesi için, bir düşünebilme gücü olan zekânın, aklın kılavuzluğuna ihtiyacı
vardır. Çünkü faydalı ile faydasızı, uygun ile uygunsuzu,
doğru ile yanlışı ancak akıl kestirebilir.
Çok zekî olan Napolyon‟un aklı az olmalı ki, zekiliğinin sonucu olan ustaca hazırlanmış savaş plânlarının fayda
ve zararlarını görememiş, aldığı yanlış kararlarla Sûriye‟den zor kaçabilmiştir22.
Aklı az fakat çok zekî olan Napolyon aynı zamanda
mâcerâcı ve insafsızdı. Osmanlı paşası Cezzâr Ahmed Paşa,
bir avuç mücâhitle Sûriye‟de Akkâ‟yı mahâretle savunur.
Ancak, Akkâ‟yı kuşatan Fransız ordusu yiyecek bulmakta
da zorlanır ve vebâ salgınına uğrar.
Akka Kuşatması‟nın ikinci ayında Napolyon, askerlerinin yarısını kaybederek geri çekilmek zorunda kalır. Böylece, Napolyon‟un cihangirlik hayalleri ertelenir.
22
Refik, İ., Napolyon'un Akka Kabusu, Sızıntı, Şubat 1992, Yıl :14 Sayı :157.
19
“Ah Cezzar, sen beni Doğu‟nun İmparatorluğundan
ettin!” diyerek Napolyon Osmanlı paşası Cezzâr Ahmed
Paşa‟ya kinlenerek, bu hezîmetinin verdiği kızgınlıkla elinde bulunan dört bin Türk‟ü “hunharca” katleder.
Onun makam ve mâcerâ hevesi, aklının önüne geçer.
Akıl, doğru ve yanlışı gösterse bile, ikbal hayelleri ve mâcerâcılık yapısı zekâ ile birleşince, „akıl bunlarla yapılan
bilek savaşını kaybeder‟, doğruyu bulmak çoğu kere mümkün olmaz.
Napolyon, Mısır seferinde sâlih Müslümanlarla tanışır
ve onların tesirlerinde kalır, hattâ bir ara Müslüman olmayı
bile programına alır. Allah‟a (CC) yürekten inanan Napolyon, İslâm‟la Hristiyanlığı karşılaştırarak İslâm‟ın üstünlüğünü bile kavramıştır.
Napolyon‟un İslâm‟la ilgili fikirleri, „Bonaparte et İslâm‟ isimli eserde şu şekilde anlatılmaktadır:
“Allah‟ın varlığını ve birliğini, Mûsâ kendi milletine,
İsâ Romalılar‟a fakat Muhammed bütün dünyâya bildirdi.”
“Hâlbuki Arabistan tamâmıyla puta tapar olmuştu.
Muhammed, bize kendisinden evvel gelen peygamberlerin,
İbrâhim‟in, İsmâil‟in, Mûsâ‟nın ve İsâ‟nın Allah‟ını
tanıttı.”
“O yıllarda Aryenler hakikî Hiristiyanlığı bozarak,
„Allah‟ın oğlu‟, „Rûhulkudüs‟ gibi, anlaşılmaz dogmaları
20
yayıyor, şarkın huzûrunu kaçırıyorlardı. Muhammed insanlara doğru yolu gösterdi. Yalnız bir tek Allah olduğunu,
babası ve oğlu bulunmadığını, birkaç Allah‟a tapmanın
putperestlikten kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.”
“Ve Napolyon hedefini açıklar: „Öyle sanıyorum ki,
yakında bütün dünyânın aklı başında, insanlarını biraraya
toplayarak bir hükümet kuracak ve bu hükümeti „Kur‟ân‟da
yazılı esaslara göre‟ yönetme imkânı bulacağım. Ben bu
esasların doğruluğuna inanıyorum, insanları bahtiyar görmek isteyen benim gibi inansın!”
Napolyon‟un kiliseye mesâfeli durması işte bu yüzdendir. Ama onun, gerçeği yakalamasına ramak kalmışken,
makam ve mâcerâ hevesinin, aklın kılavuzladığı, İslâm‟ı
bulup bulamadığını gerçeği ile bilemiyoruz23.
Zekânın Alt Sınırı
Zekânın alt sınırına ahmaklık denir. Aklı olup da aklını
kullanmayana veyâ kullanamayana ahmak denir. Ahmak,
aklı az, görüşü kısa ve basîretsiz, ahlâkı kötü olan kimsedir.
Kârını ve zarârını iyi düşünemeyen ahmak hikmetten mahrumdur, başka bir ifâdeyle iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıramaz.
23
Sonsuz Us, Bilinmeyen ünlü Türkler: Hz. Muhammed Türk müydü?, Alındığı
İnternet Elektronik Adresi,
http://www.sonsuz.us/node/bilinmeyen_unlu_turkler_Hz._Muhammed_Turk_muydu, En
Son Erişim Târihi: 19.08.2014. Ya da Anonim, Kim Kimdir?, ?, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi, http://www.imamhatip.com/kamusalalan/kim-kimdir-napolyonbonaparte-t80707.0.html, En Son Erişim Târihi: 19.08.2014.
21
Cenap Şehâbttin ahmak için, “Ahmak, ışıkla alevi karıştırır ve kendisini her yakanı Güneş sanar.” diyor.
Hasan Basri Hazretleri ise, “Ahmaktan uzaklaşmak,
Allah‟a yaklaşmaktır.” diyerek dikkatleri ahmakların zararlılığına çekmiş, Hz. Ömer (RA), “Ahmakla dost olma,
çünkü çoğu kere sana faydalı olmak isterken zararlı olur.”
demiştir.
Ahmak olan bir kişi, bilgilendikçe ahmaklığını artırır.
George Chapman, “Gençler, ihtiyarların aptal olduklarını
sanırlar, ama ihtiyarlar, gençlerin aptal olduklarını bilirler.” şeklindeki sözü de ihmal edilebilecek bir söz değildir.
Tirmizî hadîsinde:
“Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan
da nefsine uyar, günah işler, sonra da Allah affeder diye
ümit eder.” denmektedir.
En Büyük Ahmaklık
En büyük ahmaklık İslâm dininden ayrılmaktır.
Bir Deylemî hadîsinde:
“Ahmaklığın en kötüsü, Müslümanlığı bırakıp, başka
dine meyletmektir!” deniyor. Böyle bir insanın hâli, ısınmak için Güneş‟i bırakıp karanlıklarda mum ışığından fayda bekleyen bir kimse gibidir.
22
Müslümanlığı bırakmak ya da dinsiz olmak ahmaklığın
en kötüsüdür. Bu bakımdan bir İslâm toplumu içindeki ateist24, en ahmak kimsedir25.
Bir incir çekirdeğini, bir karınca veyâ bir kelebeği
yaratmaktan âciz olan bir kimsenin, kâinatın tesâdüfen
meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur‟ân‟ı Kerîm asıl
ahmağı bakınız nasıl belirtiyor:
„Onlara, “İnsanların (müslümanların) inandığı gibi
inanın!” denilince, „Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi
inanacağız?‟ derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir
fakat bilmezler26.‟
Ahmaklık Alâmetleri
İnsanların en ahmak olanları zekâlarına en çok güvenenlerdir. İnsanların en akıllıları ise, kabahati kendilerinde
arayanlar ve bilmediklerini her zaman âlimlere soran kimselerdir.
24
Temiz, M. Ateistler Müslümanlar Gibi Neden Her Zaman Mutlu Ve Huzurlu
Olamazlar?, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.com/bilim/ateİstler%20müslümanlar%20gİbİ%20neden%20her%20zaman
%20mutlu%20ve%20huzurlu%20olamazlar.doc, En Son Erişim Târihi: 20.08.2014.
25
Temiz, M., Müslümanlar İle Ateistler (Yine De Kaybedenler), Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/MÜSLÜMANLAR%20İLE%20ATEİSTLER%20
(YİNE%20DE%20KAYBEDENLER).pdf
Ya da
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/MÜSLÜMANLAR%20İLE%20ATEİSTLER%20(YİN
E%20DE%20KAYBEDENLER).doc, En Son Erişim Târihi: 20.08.2014.
26
Bakara Sûresi, âyet 13.
23
Sâlih amel işlemeden Cennet‟e gideceğini söylemek de
ahmaklıktır.
İbrâhim (AS), Rab‟bini ararken, muazzam Güneş‟i görünce “Rab‟bim bu…” demiş… Fakat bir müddet sonra
Güneşi‟in battığına şâhit olunca da yeniden bir değerlendirme ve kıyaslama yaparak “Batan bir şey, benim Rab‟bim
olamaz.” diye düşünmüş…
Dikkat ediniz! Onu, değerlendirme ve kıyaslama yaparak, bu sonuçlara götüren onun aklıdır. O aklı sâyesinde
sırasıyla bu kararlara varmıştır.
Düşününüz!
Karşılatırarak sonuç elde eden akıl olmasa, bunlar
mümkün olur mu hiç? Bu gün şâhit olduğumuz gelişmeler
de sorgulayıcı ve karşılatırıcı akıl ile elde edilmemiş midir?
İşte bunun gibi bu gün fen bilgilerini iyice öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız başına düşünmekle, Allah’ın (CC) varlığını anlayabilir, böylece bir yaratıcının varlığına inanır. Yâni, eserden eseri yapana intikal edebilir. Şimdi
sorarım size:
Bu muazzam eserleri gördüğü hâlde, bunların bir yaratıcısının olmadığını, tesâdüfen meydana geldiğini söylemek
ahmaklık değil de ne olabilir? Günümüzde böyle insanların
sayısı az da değildir!
Şu sözü ne de güzel söylemişler:
24
“İyiye ihânet edince, kötüye iyilik edince, akıllıyı sıkıntıya sokunca, ahmağa acıyınca, şerlerinden sakının!27“
Burada “şerlerinden sakının!” deniyor ama aslında bunu “belânıza hazır olun!” şeklinde anlamalı!
Bir insanın ırkçılıkla övünmesi, bir kadının güzelliğiyle
kibirlenmesi de ahmaklıktan ileri gelir.
Ahmak olduğunu anlayan bir insan okuyup
bilgilenmekle ve âlimlere danışarak ahmaklıktan
kurtulabilir. Öyl de! Ah! Bir kere ahmak olduğuna bir karar
verebilse? Bu mümkün mü?
Akl-ı Evvel
Aklın çeşitli tasnifleri vardır.
Akıl, iyi ile kötüyü birbirinden ayıran, ilâhî bir nurdur.
Başka bir sınıflamaya göre, akıl kabaca ikiye ayrılabilir:
Vicdânın kontrolünde olan akla, “akl-ı ukbâ”, vicdanın
kontrolü dışında olan akla, “akl-ı dünyâ”, denir.
„Mevlânâ Hazretleri: “Îmanlı akıl, âdil bir zâbıta
memuru gibidir; o, gönül şehrinin hem hâkimi, hem de
muhafızıdır.”„ demektedir.
27
Huzur Deryâsı, Ahmaklık nedir, , Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.huzurderyasi.com/ahmaklik-nedir.html, En Son Erişim Târihi: 20.08.2014.
25
Îman, âdalet ve istikâmetle düzene girmiş bir akıl için
böyle düşünen âşıklar sultanı Mevlânâ, Allah‟a (CC) müteveccih olmayan aklı da ahmaklığa eş tutar ve:
“Eğer aklın hak yolunda sana ayak bağı oluyorsa, o
akıl değil bir yılan ve akreptir.” der. Aynı mülâhazalara
kendi üslûbuyla iştirak eden Fuzûlî ise:
Ben akıldan isterim delâlet
Aklım bana gösterir dalâlet
diyerek bu müfsit akla göndermede bulunur28.”
Eshâb-ı kirâmdan Câbir bin Abdullah, bir gün:
Yâ Resûlallah! Allah (CC) her şeyden evvel neyi yarattı?” diye sorunca, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz şöyle cevap vermiştir:
“Allah (CC) her şeyden evvel senin Peygamber‟inin,
yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman;
Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melek, Semâ, Arz, Güneş,
Ay, İnsan ve cinler yoktu.” buyurmuşlardır.‟
„Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in nûru, Âdem (AS)‟ın kalbi ve cesed-i şerîfi yaratılınca, onun iki kaşı arasına
kondu. Âdem (AS), kendisine ruh verilince, alnında, zühre
yıldızı gibi parlayan bir nûrun olduğunu fark etti.‟
28
Sızıntı, Mayıs 2003 Yıl: 25, Sayı 292.
26
„Âdem, (AS), yaratıldığında, Cenâb-ı Hakk‟ın kendisine; Ebû Muhammed yâni Muhammed‟in babası diyerek
hitab ettiğini ilham ile anladı ve:
“Ey Rab‟bim! Bana niçin Ebû Muhammed künyesini
verdin?” diye sual edince, Allâhü Teâlâ:”
“Ey Âdem! Başını kaldır!” dedi. Âdem (AS) başını kaldırıp baktığında, Arş-ı Âlâ‟da sevgili Peygamberimiz (SAV)
Efendimiz‟in nûrundan yazılmış Ahmed ismini gördü. O
zaman Âdem (AS):
“Ey Rab‟bim! Bu kimdir?” diye sual etti. Allâhü Teâlâ
da:
“Bu, senin zürriyetinden bir peygamberdir. O‟nun ismi
göklerde Ahmed, yerde ise Muhammed‟dir. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım. Yerleri ve gökleri de halk etmezdim.” buyurdu.‟
„Âdem (AS)‟ın alnına nakşedilen bu nur alnında parlamaya başladı; Âdem‟den, îtibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek, Peygamber Efendimiz‟e kadar geldi.‟
„Bunu Allâhü Teâlâ âyet-i kerîmede mealen şöyle bildirmiştir:
“Ve secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)29.”
29
Şuarâ Sûresi, âyet 219.
27
„Hadîs-i şerifte ise bu husus şöyle bildirilmiştir:
“Allâhü Teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi
kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden,
âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi.
O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir.
Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır30.”
„Yaratılan ilk insan olan Âdem (AS), Efendimiz‟in zerresini taşıdığı için, alnında O‟nun nûru parlıyordu. Bu zerre Hazret-i Havva‟ya, ondan da Şit (AS)‟a ve böylece temiz
erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed Aleyhisselam‟ın nûru da, zerre
ile birlikte, alınlardan alınlara geçti.‟
„Âdem (AS), vefât edeceği zaman, oğlu Şit (AS)‟a şu
vasiyette bulundu:
“Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber
Muhammed Aleyhisselâm‟ın nûrudur. Bunu, mümin, temiz
ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette
bulun!”
„Muhammed Aleyhisselâm‟a gelinceye kadar, bütün
babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti ye30
Bizim Dinimiz, İslâmiyetle İlgili Bütün Konular, PEYGAMBERİMİZ,
PEYGAMBERİMİZİN MÜBÂREK "NUR"U, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://78.187.19.241:10500/bizimdinimiz/index.php?option=com_multicategories&view=
article&id=2084:giri&catid=121:peygambermz&Itemid=53, En Son Erişim Târihi:
18.08.2014.
28
rine getirip, en asîl ve en kibar kızlar ile evlendiler. Nûr,
kadın erkek, temiz alınlardan geçerek asıl sâhibine ulaştı.‟
„Resûlullah Efendimiz‟in dedelerinden birinin iki oğlu
olsa yâhut bir kabîle iki kola ayrılsa, Peygamberimiz‟in nûru, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda
onun dedesi olan zat, yüzündeki nurdan belli olurdu.‟
„Onun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve çok nurlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında seçilir, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli
olurdu31.‟
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz bu husûsu şöyle ifâde ediyor:
“Benim dedelerimin hiç biri zinâ yapmadı. Allâhü Teâlâ, beni, temiz, tayyib, iyi babalardan temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların
en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum.”
Başka bir hadîs-i şerifte de:
“Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allâhü Teâlâ beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur.” buyurdular.
31
Abdullah, B., Allah‟ın Rasûlü Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem),
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.islamdergisi.com/genel/allahin-rasulu-muhammed-sallallahu-aleyhi-vesellem/, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
29
„Âdem (AS)‟dan beri, evladdan evlâda geçerek gelen
bu nûr, Taruh‟a, ondan oğlu İbrâhim Aleyhisselâm‟a, sonra
oğlu İsmâil Aleyhisselâm‟a geçmiştir. Onun da alnında Güneş gibi parlayan nûr, evladlarından Adnan‟a ondan Me‟ad‟a, ondan da Nizar‟a intikal etmiştir.‟
„Nizar doğunca, babası Me‟ad, oğlunun alnındaki nûru
görüp sevinmiş, büyük bir ziyâfet vererek; “Böyle oğul için,
bu kadar ziyâfet az bir şey!” dediği için, oğlunun adı, az
birşey manâsında, Nizar kalmıştır. Bundan sonra da bu
nûr, sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm‟a ulaşmıtır32.‟
İlk yaratılanın Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in nûru olduğunu aşağıdaki hadisler de teyit etmektedir:
„Kütüb-ü Sitte‟den Tirmizî‟de de, “Ben Peygam-ber
iken Âdem (AS) henüz ruh ve cesed arasında idi33“ hadîsi
gemektedir.
Pek çok kaynakta ise, “En evvel Cenâb-ı Hak benim
nûrumu yarattı” veyâ “Ey Câbir! Cenâb-ı Allah her şeyden
evvel senin Peygamber‟inin nûrunu kendi nûrundan halketti.” hadîsi vardır.
Kezâ kudsî bir nur hâlinde sulbden sulbe ve alından
alına intikal eden Nûr-u Muhammedî hakkında aynı mânaya kuvvet veren diğer hadis veyâ hadisler de şöyledir:
32
Siteme Hoş Geldiniz, Nurun yaratılması, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://hamzacosgun.tr.gg/mubarek-nuri.htm, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
33
Tirmizî.
30
“Sen olmasaydın Cenneti halketmezdim!”; yine “Sen
olmasaydın Cehennem‟i yaratmazdım!”; “Yâ Muhammed
sen olmasaydın, ben dünyâyı halketmezdim!”34.‟
Bâzı hadislerde ilk yaratılanın kalem olduğu yazılıdır.
İlk yaratılan kalem mi, yoksa Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in nûru mudur?
Bunun için aşağıdaki alıntıya dikkat edelim:
“Naslarda varlığından bahsedilen ilâhî kalem, bütün
yaratıkların aslını teşkil eden akıllar nazariyesinin ilk basamağını oluşturan ilk akıldır (el-aklü‟l-evvel). Zirâ yöneltilen hitapları vâsıtasız olarak anlayan akıldır. Allah‟ın
yarattığı ilk soyut varlık olan akl ı evvel, kendi zâtını ve
başlangıcını idrak etmesi açısından akıl diye adlandırılırken, diğer varlıkların meydana gelişi ve bilgilerin yazılışında vâsıta olması bakımından kalem, nübüvvet nûrunun
yayılmasına aracılık etmesi îtibâriyle de nûr i Muhammedî
diye isimlendirilir35.”
“Buna göre ilk akıl ve aynı zamanda en yüce kalem tek
bir nurdan îbârettir. Bu nûr kula nisbet edilince akl ı evvel,
Hakk‟a nisbet edilince kalem-i a‟lâ adını da alır. Nitekim
bâzı rivâyetlerde ilk yaratılan varlığın kalem olduğu belirUysal, Ö. F., “Üç Muhammed" Üzerine Bir Değerlendirme, Köprü, Üç Aylık
Fikir Dergisi, Sayı 74, 2001. Ya da “Üç Muhammed” Üzerine Bir Değerlendirme,
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=560
, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
35
Şevki Yavuz, Y., Kalem, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://yusufsevkiyavuz.com/?p=83, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
34
31
tilirken, diğer bâzı rivâyetlerde Allah‟ın ilk yarattığı şeyin
akıl veyâ bir cevher olduğu bildirilmiştir36.”
“Bu ise akıl, kalem ve cevherin aynı şey olduğunu gösterir. Bir kısım sûfîler ve İslâm filozofları da bu görüştedirler (Fahreddin er-Râzî, XXX, 78; Tehânevî, II, 11951197)37.
Nefsin Hikâyesi38
Abdullah ibni Abbas (RA) Hazretleri‟nin rivâyet ettiği
bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah (SAV) Efendimiz Hazretleri
buyurdular ki:
(Cebrâil (AS)‟dan işitdim, dedi ki:
Rabbil‟âlemîn, Muhammed Efendimiz (SAV) Efendimiz‟in nûrunu yarattıktan sonra, bir kandil halk etti. O kandili
Arş-ı Azîm‟in altına astılar.”
“Muhammed Mustafâ (SAV) Efendimiz Hazretleri‟nin
nûru o kandilin etrâfında iki bin sene ibâdet etti. Ondan
sonra o kandilden dört katre su damladı. Medîne-i Münevvere‟ye düşdü.
Emir geldi ki:
36
Şevki Yavuz, Y., Kalem, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://yusufsevkiyavuz.com/?p=83, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
37
http://yusufsevkiyavuz.com/?p=83
38
Seyyid Eyûb bin Sıdîk, Dört Büyük Halîfenin Menkıbeleri, Bereket Yayınevi,
İstanbul, 1988.
32
Yâ Cebrâil o toprağı kaldır. Bir şemâme yap. Ben de
yapdım.
Buyruk geldi ki:
O şemâmeyi Rıdvânın önüne ilet. Onu kâfûr ve anber
ile misk ve za‟ferân ile yoğursun.
Rıdvânın yanına ilettim. O şemâmeyi yoğurdu.
Ondan sonra buyruk geldi ki:
Yâ Cebrâil! Bu kâfûr ve anber, misk ve za‟ferân ile
yoğrulan çamuru, rahmet deryâsına daldır.
Götürdüm, rahmet deryâsına daldırdım. Bin sene orada kaldı.
Buyruk geldi ki:
Yâ Cebrâil! Şimdi, rahmet deryâsından onu çıkar. Heybet deryâsına götür.
Heybet deryâsına götürdüm. Bin sene de orada kaldı.
Emir geldi ki:
Çıkar, hayâ deryâsına daldır.
Ben de hayâ deryâsına daldırdım. Bin sene de orada
kaldı.
33
Emr geldi:
Tamam, oldu mu? dedi.
Tamam, oldu, dedim. Her şeyi en iyi şekilde Sen
bilirsin, dedim.
Emir geldi ki:
Ondan çıkar, ilim deryâsına götür.
Ben de çıkarıp, ilim deryâsına götürdüm. Bin sene de
orada kaldı.
Emr geldi ki:
Tamamdır.
Cebrâîl (AS) der ki, küstahlık edib, dedim ki:
Yâ Rab‟bi! Bu nûrdan ne halk etmek istersin.
Buyruk geldi ki:
Yâ Cebrâil! Bu nûrdan bir kulu halk etmek isterim ki,
Arş‟tan toprağa kadar âlemde ondan azîz bir kul olmaz.
Arşın kenârına baktım. Lâ ilâhe illallah,
“Muhammedün resûlullah.”, yazılmış gördüm. Senin adını
bildim ve dedim:
34
Yâ Rab‟bi! Kâfûr ve anber, misk ve za‟ferândan ne halk
etmek istersin.
Buyurdu ki:
Onun kemiğini kâfûrdan, etini anberden, sinirini zaferândan halk ederim. Ey Cebrâil, za‟ferân renginde yüzünü,
miskten tüyünü ve anberden kokusunu halk ederim. Rahmet
deryâsından Ebû Bekri (RA) Heybet deryâsından Ömeri (RA) hayâ deryâsından Osmânı (RA) ilim deryâsından Ali‟yi
(RA) halk ederim.
Âlemler‟e Rahmet Ne Demektir?
İnsanlara gerçek ve doğru yolu göstermek için peygamberlere ihtiyaç vardır. Allah‟a (CC) giden yol sonsuzdur. Bütün yollar O‟nun ya Cennet‟inde ya da Cehennem‟inde son bulur.
Bunun için hayatta olan bir insanın aynı anda hem
Cennet‟te ve ham de Cehennem‟de yeri bulunur. Ölüp hesâbı görüldüğünde, bu yerlerden hangisini hak ederse, ona
kavuşur.
Akıl Allah‟ı (CC) idrak edebildiği hâlde, O‟na gidecek
yolu bulamadığı için Allah (CC) her millete peygamber
göndermiştir. Bu, yarattığı insanları en iyi bilen yüce Allah‟ın (CC) lütuf, nîmet ve yardımının yâni rahmetinin bir
sonucudur, O‟nun insanlara bir rahmetidir.
35
Rahmet, incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme, anlamlarında kur‟anî bir tâbirdir. Allah (CC), kullarına rahmet
ve şefkatle davranmayı nefsine vâcib kılmıştır. Bu rahmet,
yüce Allah‟ın (CC) bu lûtufunun bir sonucudur. Rahmet,
bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzûsudur. Nitekim Allah‟ın (CC) Rahmân, Rahîm gibi isimleri bu rahmet kelimesinden türemiştir.
Kur‟ân‟ı Kerîm‟de yüzden fazla yerde geçen rahmete
ilişkin bu isimler, Allah‟ın (CC) rahmetinin sonsuz, tükenmez derecede bol ve her şeyi kapladığını (ihâta ettiğini)
gösterir. Allah (CC) yaratıklarına, büyüklüğüne ve şânına
yakışır bir acıma ve şefkat duygusu ile muamele eder / etmekredir / ediyor. İşte hayâtın kaynağı bu ilâhî rahmettir.
Yüce Allah‟ın (CC) sevgili Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e indirdiği Kur‟an da yüce Allah‟ın (CC) bu rahmetinin bir sonucudur.
“Bu Kitabı (Kur‟an‟ı) sana, her şeyin açıklaması, bir
hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için de bir
müjdeci olarak gönderdik39“.
Bu sonsuz yollar içinde tek, doğru ve en kısa yola İslâm ya da “Sırat-ı Müstakîm” denir ve bu yolu âhir zaman
ümmeti için insanlara öğreten peygamber de Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟dir.
39
Nahl Sûresi, âyet 89.
36
Âlemlerin YaratılıĢ sebebi
“Sen Olmasaydın, Âlemleri Yaratmazdım!”
Bütün âlemlerin, insanlar ve cinlerin sırf Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in hatırı için yaratıldığını Kur‟an beyan etmektedir.
Bu yüzden Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!” hadîsinin sır ve imtiyâzına sâhip olan tek peygamber, tek resûldür.
Bâzıları, bunun sâhih bir hadis olmadığını söylüyorlar.
Bu işin araştırma yönü… Araştırıcılar, kaynaklarda bunun
yerini görmüşlerdir, görmemişlerdir. Bu bizi çok da ilgilendirmiyor.
Herkes ilim adamı olamaz, ama herkes gönülden aklını
mantıklı olarak çalıştırabilir.
Yüce Allah‟ın (CC) “habibim-sevgilim” dediği bir
peygamberin adını kendi adı ile birlikte Arşı‟nın üstünde
“kelime-i tevhid” sözünde zikrediyorsa, o kadar önemsediği
bu Peygaberi için neden demesin ki,”Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!” diye…
Bir Taberâni hadisinde şöyle zikredilmektedir:
“Âdem Aleyhisselâm Cennet‟ten çıkarılınca, ya Rab‟bi,
Muhammed Aleyhisselâm‟ın hürmetine beni affet diye duâ
etti.
37
Allâhü Teâlâ ise:
Yâ Âdem, onu henüz yaratmadım. Nereden bildin? Buyurdu.
Âdem Aleyhisselâm:
Arş‟ta “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah…”
yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, şerefli isminin yanına
ancak en çok sevdiğinin, en şerefli olanın ismini lâyık görürsün dedi.
Allâhü Teâlâ buyurdu ki:
Yâ Âdem doğru söyledin! O bana insanların en sevgilisidir. Onun hürmetine duâ ettiğin için seni affettim. Eğer Muhammed Aleyhisselâm olmasaydı, seni yaratmazdım40.
Çoklarına göre de,”Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!” sözü kudsî hadistir:
“Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” kudsî hadîsi,
Mârifetnâme‟nin ön sözünde, Yusuf-i Nebhâni Hazretleri‟nin Envâr-ı Muhammediyye kitabının 13. sayfasında ve İ-
40
Dinimiz İslâm, Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=406, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
38
mâm-ı Rabbânî Hazretleri‟nin Mektubat‟ının 122. Mektubunda vardır41.”
Süryânice vâsıtasıyla Arapça‟ya girmiş bir kelime olan
âlem kelimesinin aslı, “yüzyıl, uzun zaman, çağ” anlamındaki “olem” kelimesinden gelmektedir. Yânî, âlem kelimesi, “bütün zamanlarda yaşayan bütün insanlar, nesiller ve
kuşaklar” karşılığında kullanılabilir.
İşte Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, bütün çağlar ve
nesiller için gönderilmiştir.
Kâinat onun aşkına devreder, anne yavrusuna o rahmetle şefkat gösterir. Açan çiçeklerde, uçuşan kuşlarda,
çağlayan ırmaklarda onun sevgisine ve hasretine koşuş
vardır. Baş döndürücü bir hızla takdir edilmiş menziline
doğru seyreden seyyâreler hep O‟nun aşkıyla Rabb‟ine
yönelirler. Cümle mahlûkatın merkezinde o rahmet vardır.
Bu gerçeği sezen Goethe, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz
için:
“Beşeriyet ve ayağını bastığın her şey, çimenler, çiçekler, onun nefesiyle yaşıyor42.” diyor.
Goethe‟nin gördüğü bu gerçeğin esâsı Allah (CC) tarafından Kur‟an‟da
41
Dinimiz İslâm, Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=406, En Son Erişim Târihi: 18.08.2014.
42
Nubâkî, H., Tek Nur (6. Baskı), Sayfa 108, Damla Yayınevi, 1985, İstanbul.
39
“(Ey Peygamber!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik43“ olarak bildirilmiyor mu?
Onun bir rahmet olarak gönderildiği birçok âyet ve
hadislerde açıkça görülmektedir. Ve sevgili Peygamberimiz
(SAV) Efendimiz, Rahmetenlil (tecvitli okuyuşla Rahmetellil) Âlemin‟dir.
Yânî, bütün âlemlere şefkat ve merhâmet kaynağıdır.
Onsuz hidâyet, rahmet, bereket, barış ve huzur mümkün değildir. Ona tâbi olmadan da hiç kurtuluş mümkün olur mu?
“O, kendi hevâsından konuşmaz!”, ancak vahiyle hareket eder. Dolayısıyla, “O, ne getirdiyse onu alın, neden sizi
sakındırıyorsa ondan sakının!” meallerindeki ilâhî tâlîmatlar ona harfiyyen uymayı şart koşmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, İmâm–ı Gazâlî, (RhA©), sâlih amelin tanımını, “Hz. Muhammed‟e tâbi olunarak yapılan
güzel işlerdir.” şeklinde vermiştir.
Demek oluyor ki, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e,
tâbi olunmadan hiçbir iş sâlih amel sayılmamaktadır. Sonuç
itibâriyle, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, Allah‟ın (CC)
bir rahmetidir.
43
©
Enbiyâ Sûresi, âyet 107.
“Rahmetullâhi Aleyh - Allah‟ın rahmeti üzerine olsun!” demektir.
40
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, Habîbullah‟tır; Yüce Rab‟bimizin en biricik sevgilisidir; Mîrâc‟a mazhar olmuş ve bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir.
Dolayısıyla, yüce Allah (CC) içinde onun sevgisi ve onun bağlantısı olmayan inanç ve amelleri kabul etmemektedir. O, bu yüzden Âhiret‟te de şefaat kaynağıdır.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in, yolunun, dininin
kıyâmete kadar hak olarak kalacak ve bozulmadan yaşayacak olması da onun Allah‟ın (CC) bir rahmeti oluşu sebebiyledir.
Bu rahmet, ırk, dil, soy, renk, coğrafya, kültür farkı gözetmeksizin, kendi çağında yaşayan ve daha sonra gelecek
olan bütün bir insanlığı kapsamaktadır.
Yeryüzü‟ne Ġnen Rahmet
Yüzüne indirilen rahmet Allah‟ın (CC) rahmetinin
yüzde biridir.
Allah (CC) rahmetinin %99‟unu Âhiret‟e ve %1‟ini bu
âleme ayırmış, yeryüzüne indirmiştir. Bir annenin çocuğuna, hayvanların yavrularına gösterdikleri şevkat, merhâmet
ve sevgi ile insanlardaki vicdan ve acıma hissi bu %1
rahmetin birer yansımasıdır. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhâmet ederler.
41
Annelerin yavrularına karşı şefkatlerini bir düşününüz!
O şefkat ki, yavrusu uğruna anneler kendi canlarını meydana koyabilmekte, geceleri uykusuz kalabilmekte; yedirmek için yememekte, giydirmek için giyinmemektedirler.
Buna göre, Allah‟ın (CC) gerçek rahmetinin büyüklüğünü bir düşününüz!
Kalbinde merhâmet duygusu taşıyan bir insan, içinde
ilâhî bir cevher taşıyor demektir. Bu demektir ki, merhâmeti
olmayan kişi, bu ilâhî nîmetten nasipsiz demektir.
Vaktiyle Eski Roma İmparatorluğu‟nda mahkemeye bir
çocuğa sâhip çıkan iki kadın getirirler. Kadınların ikisi de
“Bu çocuk benim çocuğum!” demektedirler.
Her hâlde şâhit de olmadığı için hâkim Allah‟ın (CC)
annelere verdiği çocuk şefkatinden faydalanmıştır:
“Gereği düşünüldü… Çocuk bunların hiç birine verilmeyecek, hemen şuracıkta cellat tarafından kılınçla öldürülecektir.”
Cellat gelir. Çocuk ortaya konur. Kadınlar da dâhil
herkes ayağa kalkar. Cellat kılıncı kaldırır. Tam vuracağı
sırada kadınlardan birisi, cocuğun üzerine kapanarak, kendini kılıncın önüne atar. Danışıklı olan bu olayla çocuğun
gerçek annesi ortaya çıkar.
Ġbâdetin Kazançlı Olanı
42
İbâdetin devamlı olanı kazançlıdır.
İnsanın yaptığı iyilikler Allah‟ın (CC) şan ve mertebesine zerre kadar bir katkı yapmadığı gibi, yaptığı kötülük ve
günahlar O‟nun yüceliğinden, şan ve şöhretinden de zerre
kadar bir eksiltme meydana getirmez.
Ancak, hayır ve şerrin her ikisini de kul istediği için
Allah‟ın (CC) yaratmasına rağmen, O‟nun murâdı kulunun
kötülükten kaçıp dâimâ iyilik yapmasıdır. Çünkü O, kulunu
çok sevmektedir.
Bu yüzden, kuluna karşı gazâbından daha fazla rahmet
nazârıyla bakacağına karar vermiştir. İyiliklere karşı en az
bire on vermesi bu yüzdendir.
Ancak burada çok ince bir nokta vardır. Allah‟ın (CC)
kuluna rahmet nazârıyla bakması için kulun irâdesini iyi
niyet tarafında kullanması gerekir.
Başka bir ifâdeyle, kul ne isterse Allah (CC) o istenileni yaratmaktadır. Kul kötülüğü talep ederse, Allah (CC)
onu da yaratır ama O‟nun murâdı bu kötülük olmadığı için,
bunun karşılığı olarak ancak „bir misli‟ bir günah yazar. Bu
da O‟nun kuluna karşı rahmetinin bir sonucudur.
Allah (CC) rahmetinin %99‟unun Âhiret‟e bırakmış, bu
Âlem‟e %1‟ri kalmıştır. Öteki Dünyâ‟da O‟nun rahmetinin
bolluğunu gören şeytan bu bu bolluktan affedilmesi için ümîde bile kapılacaktır.
43
Şimdi, “Teşhihte hatâ yoktur!” kuralına dayanarak, günahlardan zerre kadar bir fazlalığın nasıl rahmete dönüşeceğini, sevaplardan zerre kadar fazla olan bir günâhın nasıl
gazâba dönüşeceğini ya da devamlı bir ibâdetin ne derece
faydalı olduğunu matematik açıdan gösterebiliriz.
Bir kulun %50 günâhı, %50 de sevâbı varsa, onun günah ve sevap durumunu, sırasıyla, meselâ, -1 ve +1 ile temsil edelim. Burada 0, günah+savap bakımından “nötr” olduğunu göstersin. Yâni, bu insanın durumu -%50+%50=0
(-1+1=0) “nötr” olsun. Görüldğüğü gibi burada, (-)
günâhın, (+) sevâbın işâretidir.
Bu insan için x çarpımı göstermek üzere meselâ (  1 
bgk)
şeklinde bir sevap-günah formülü verilmiş olsa,
burada (+) ve (-) işâretleri, sırasıyla sevâp ve günâhı temsil
etmekte; bgk, bir günde kazanılan sevâp veyâ günâhı; y, yıl
sayısını; byg, bir yıldaki gün sayısını göstermektedir.
yxbyg
Böylece, y yıllık sevap formülü (1+bgk)yxbyg, y yıllık
günah formülü -(1+bgk)yxbyg olarak ve bir günlük sevap
formülü (1+bgk) olarak, bir günlük günah formülü -(1+bgk)
olarak ortaya çıkar.
Bir insan, farz edelim ki, her gün küçücük bir iyilik
yapmaya başladı. Diyelim ki Allah (CC) her bir iyilik için
bu iyiliğe karşı rahmetinden yüzde bir, bgk=0.01 (yüzde
bir), sevap versin.
Bu insanın bir günlük sevâbı (1+bgk)=(1+0.01)=1.01
olmaz mı? Evet… Öyle olur.
44
Bir sene sonraki sevâbı ne olur?
Hesâbı kolay:
(1+0.01)1X365=37.78343433288728, iki sene sonra
1427.587909987605,
yirmi
beş
sene
sonra
39
2.707296155932419x10 gibi astronomik bir rakam ortaya
çıkıyor.
Onun için ibâdetin az da olsa devamlı olanı makbuldür,
görüyorsunuz damlaya damlaya göl oluyor.
Bu sevap sonucuna, Allah‟ın (CC) her bir iyiliğe, 10
değil, sâdece 0.01 (yüzde bir) bir sevap verdiği kabul edilerek varılmıştır. Gerçekte Allah‟ın (CC) iyiliklere karşı ne
kadar birim sevap vereceğini biz bilemeyiz ama birim sevâbın en az 10 katı sevap verdiğini biliyoruz.
Eğer her bir iyiliğe 0.001 (binde bir) sevap verilmiş olsaydı bu bir senede (1.001)365=1.44025131342952 ve yirmi
beş senede 9140.227359761459 ederdi. Burada her sevâp
için, yüzde bir, binde bir gibi, çok küçük sevaplar verilmesi
hâlinde bile, bu işlemler, “Damlaya göl olur.” atasözü
gereğince, 1 sene ya da 25 sene sonunda az da olsa devamlı
olarak yapılan iyilik ve ibâdetlerin nasıl bir şekilde artacağının matematik olarak bir temsilini vermektedir.
Bu hesaplar, Allah‟ın (CC) sevapları mutlaka bu formüle göre değerlendireceği anlamına gelmemelidir. Buradan çıkarılan sonuç, dünyâdaki matematik kuralına göre bi-
45
le, devamlı yapılan iş ve ibâdetin verimini vurgulamaktan
ibârettir. Kaldı ki, Allah‟ın (CC) bir hayırlı iş için en az 10
sevap verdiği düşünülürse, sonucunu siz tahmin ediniz!
Tam tersi bir düşünüşle devamlı olarak her gün yapılan
küçük bir günâhın da nasıl büyük bir yekûn tuttuğu, tıpkı
bunun gibi, gösterilebilir.
Farz edelim ki bir insan her gün küçücük bir kötülük
(günah) yapmaya başladı. Böyle durumlar bâzı insanlar için
vardır. Allah (CC) Kur‟an‟da meâlen şöyle diyor: “Bir kötülüğe ya da bir iyiliğe sebep olduysanız, o kötülük ya da
iyiliğin işlendiği her gün için o sebep olanın hesâbına bir
pay, meselâ diyelim bir yüzde vardır.”
Bu günah hesâbı için, meselâ, bir kimsenin her gün için
hesâbına bgk=0.000001 (milyonda bir) kadar bir günah
(cezâ) verilmiş olsa, o kişinin bir günlük günâhı, (1+0.000001)=-1.000001 olur. Bir senelik toplam günah, (1+0.000001)1x365=-1.00036506643801 ya da 70 senelik
toplam günah, -(1+0.000001)70x365=-1.02587918584031 olur. Dikkat edilirse bu toplam günahlar, her bir günlük suç
için bgk=0.000001 (milyonda bir)‟lik bir günah takdir
edilmesine karşıdır.
Hâlbuki Allah (CC) iyiliklere en az 10, kötülüklere 1
misli günah yazacağını bildirmiştir. Eğer günah oranını, 1
değil de meselâ, bgk=0.01 (yüzde bir) alsak bir günlük, bir
yıllık ve 70 yıllık günah ne olur?
Bir günlük günah -1.01,
46
Bir yıllık günah -(1+0.01)1x365=-37.78343433288728
ve
70 yıllık günah,
-(1+0.01)70x365=-2.576915314547290x10110
olur.
Görüyorsunuz, her bir günah için 1 değil, bgk=0.01
(yüzde bir)‟lik günlük günah için, 70 yılda yine astronomik
bir rakam…
Günah ve sevâbın, şüphesiz, bu formüllere göre
yapılacağı düşünülmemelidir. Bu hesaplamalar, küçük de
olsa devamlı işlenen sevap ve günahların, öyle ya da başka
bir şekilde (gerçeğini Allah (CC), bilir) de hesaplanmış
olsa, zamanla nasıl astronomik sayılara kadar büyüdüğü
hakkında şaşmaz bir bir fikir vermektedir.
Hele hele, ”Bir kötülüğe ya da bir iyiliğe sebep olduysanız, o kötülük ya da iyiliğin işlendiği her gün için o
sebep olanın hesâbına bir pay vardır44.” durumuna düşenler dikkati olmalılar…
44
Nîsâ Sûresi, âyet 85. “Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevâbından
bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay
vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verir.”
47
Sonucun iyi işlere sebep olanlar için ne kadar büyük
sevâba ve kötü işlere sebep olanlar için ne kadar büyük
günaha dayandığı açıkça görülmektedir.
Ġyilik ya da Kötülüğe Öncü Olmak
İyilik ya da kötülüğe öncü olanlara İyilik ya da kötülük
için pay ayrılır.
İyilik ya da kötülüğe öncü olanlara ilişkin âyet şu:
“Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevâbından bir pay vardır. Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah her şeyi
gözetip karşılığını verir45.”
“Haksız olarak öldürülen her kişinin kanından bir pay,
Âdem‟in ilk oğluna ayrılır. Çünkü o, insan öldürme çığırını
ilk başlatan kişidir46.”
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günâhı gibi günah verilir. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez47.”
Nîsâ Sûresi, âyet 85.
Buhârî, Cenâiz 33, (R.S. C.2/s.25)
47
Müslim, İlim 16 (R.S. C.2/s.31).
45
46
48
“Bir iyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanın ecri
gibi sevap vardır48.”
Devamlı yapılan günah ve sevapların sırf kabul etmiş
olduğumuz matematik kuralına göre bile nasıl artış gösterdiğini gözlerimizle görmüş bulunuyoruz.
Kaldı ki Allah‟ın (CC) muamelesinin (örneğin formülünün) nasıl olacağını, sevap ve günahların karşılığı olan
miktarları bilemiyoruz. Bizim izlediğimiz hesaplama yolu
sâdece O‟nun bize öğrettiği dünyâ hesâbına göre bir kabulden ibârettir.
Ancak vardığımız sonuç, “az da olsa devamlı yapılan
iyiliklerin makbul ve günahların kötü olduğu” dîni öğretisini matematik ile görebilmiş olmamızdır.
“Bir iyiğe önderlik edenlere bir sevap payı veyâ bir kötülüğe önderlik edenlere de bir günah payı ayrılmakta…”
olduğu gerçeğine göre, kıyâmete kadar bu iyilik veyâ kötülüğün yapılması hâlinde bunlara sebep olanların ne derece
sevap veyâ günah kazanacaklarını da bu bu matematik hesaplamalar gözlerimizin önüne sermektedirler.
Meselâ, bir uyuşturucu kaçakçılığı yapan bir örgütün
kuruluşuna önderlik eden bir insanı ele alalım. Bu örgütü
kuranın kendisinin ölümünden sonra da örgüt meselâ 100
sene devam etmiş olsun.
48
Müslim, İmâre 133, Ebû Dâvûd, Edeb 115; Tirmizî, İlim 14.
49
Bu örgüt senede 5000 genci eroin bataklığına sürüklese, her bir genç başına sırf bu örgütün kuruluşuna ön ayak
olan insan için 0.0001‟lik bir günah payı düşse, bu insan
için 100 senelik günâhına bir bakalım:
En iyimser yol:
1 günlük ve bir kişilik günah: -1-0.0001=-1.0001
1 senelik 1 kişilik günah
:=-(1.0001)1x365
=-1.03717241130255
1 senelik 5000 kişilik günah
=-1.03717241130255x5000
=-5185.862056512750
100 senelik 5000 kişilik güna: =-5185.862056512750x100
=-518586.2056512750
Bu hesaplama yolları sırf Allah‟ın (CC) bize öğrettiği
bilime göre dîni öğretilerin gerçekliklerini kabul edilmiş bu
kurala göre nesnel olarak göstermekte ve devamlı yapılan
amellerin ne derece etkin olduklarına işâret etmektedir.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in Nûru
Âlemler, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in, nurundan yaratılımıştır.
Yâni, Allâhü Teâlâ hiçbir şeyi yaratmadan önce, sevgilisi Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in mübârek nurlarını yaratmıştır.
Âlimler ilk yaratılanın Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz‟in nûru olduğunu, diğer canlı ve cansız maddî ve mâ-
50
nevî bütün varlıkların onun nûrundan yaratıldığını bildirmişler, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in, nûru olan bu
ilk yaratılmış varlığa Nûru Muhammedî, Akl-ı evvel ya da
Küllî akıl adını vermişlerdir.
Eshâb-ı kiramdan Câbir bin Abdullah bir gün:
“Yâ Resulallah! Allâhü Teâlâ‟nın her şeyden evvel
yarattığı şey nedir?” diye sorunca, Peygamberimiz (SAV)
Efendimiz:
“Allâhü Teâlâ, her şeyden evvel senin Peygamberinin,
yânî benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman;
Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, melek, semâ (gökler), arz
(yeryüzü), Güneş, Ay, insan ve cinler yoktu.” Buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in nûru, Âdem (AS)‟ın kalbi ve cesed-i şerifi yaratılınca, onun iki kaşı arasına
konmuştur. Âdem (AS), kendisine ruh verilince, alnında
zühre yıldızı gibi parlayan bir nûrun olduğunu fark etmiş ve
Cenâb-ı Hakk‟ın kendisine; Ebû Muhammed yânî, Muhammed‟in babası diyerek hitâbettiğini ilham ile anlamış ve:
“Ey Rab‟bim! Bana niçin Ebû Muhammed künyesini
verdin?” diye sorunca, Allâhü Teâlâ:
“Ey Adem! Başını kaldır!” diye buyurmuştur. Âdem
(AS), başını kaldırıp baktığında, Arş-ı Âlâ‟da sevgili Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in nûrundan yazılmış Ahmed
ismini görmüştür. O zaman Âdem (AS):
51
“Ey Rab‟bim! Bu kimdir?” deyince, Allâhü Teâlâ da:
“Bu, senin zürriyetinden bir peygamberdir. Onun ismi
göklerde Ahmed, yerde ise Muhammed‟dir. Eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım! Yerleri ve gökleri de halk etmezdim!” buyurmuştur49.
49
Bekir, A., Allah‟ın Rasûlü Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Alındığı
İnternet Elektronik Adresi, http://www.islamdergisi.com/genel/allahin-rasulumuhammed-sallallahu-aleyhi-ve-sellem/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
52
SALÂTÜ SELÂM
Selam
“Salât” kelimesi Allah‟a (CC) nisbet edilirse rahmet,
meleklere nisbet edilirse istiğfar, Peygamberler‟e nisbet
edilirse şefaat, mü‟minlere nisbet edilirse duâ mânâsına
gelmektedir50. “Selâm” ise, Esmâ-i Hüsnâ‟dan olup Allah‟ın, (CC) Kur‟ân‟ı Kerîm‟inde geçen doksan dokuz isminden birisidir. Lügat mânâsı, “her türlü ârıza ve hâdiseden sâlim kalan ve her çeşit tehlikeden kullarını selâmete
çıkaran, Cennet‟teki bahtiyar kullarına selâm eden…” demektir.
Allah (CC) buyuryor:
“Allah ve melekleri Peygamber‟e salât ederler. Ey îman edenler! Siz de o‟na salât edin ve gönülden teslim
olun51“.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz de buyuruyor ki:
50
Anonim, Salâtü Selâma Âit Hadisi Şerifler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.gavsulazam.de/turk/selatu-selam/selatuselam-hadisler.htm, En Son Erişim
Târihi: 21.08.2014.
51
Ahzab Sûresi, âyet 56.
53
“Her kim, benim üzerime bir defâ salât getirirse, salât
(salâvat getirirse) ederse, Allâhü Teâlâ bu yüzden o kimseye on misli salât (mağfiret) eder.”
Başka bir hadiste ise:
“Kim bana bir kere salavât-ı şerif getirirse, Allah (CC)
ona on Salavât eder, onun on günâhını siler, derecesini on
kat artırır52.” denmektedir.
Daha açıkçası, Peygamber‟imize bir salâvat okuyana
Allah (CC) on misli rahmet eder.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, diğer bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“İnsanların şefaatime en lâyık olanları, bana en çok
salavât okuyanlarıdır53.”
Kısa salâvatlar için “Allâhümme salli âlâ Muhammed”,
Aleyhisselâm”, “Sallallâhü aleyhi ve sellem, Allâhümme
salli âlâ seyidinâ Muhammed”, “Esselâtü vesselâmü aleyke
Yâ Resûlallah” denebilir. Uzun salâvat getirmek isteyenler,
namazların sonunda okunan salâvatları okuyabilirler.
Enes bin Mâlik (RA)‟tan, rivâyet. edilen hadis (Beyhakî).
İbni Hıbban sâhihinde (İmâm-ı Buharî (RhA) ve İmâm-ı Tirmizî (RhA), İbn-i
Mesud (RhA) Hazretleri‟nden rivâyet hadis (Sâhih-i Buharî).
52
53
54
EĢek Sûretinden Nurlu Bir Yüze Ne Dersiniz?
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in, şefaatine bir örnek vermek gerekirse, Süfyân-ı Sevrî Hazretleri‟nin anlattıklarına kulak verelim:
“Bir hac mevsiminde hac borcunu yerine getirmek üzere yola çıkmıştım. Kâbe‟ye vardığımda bir hacı adayı duâ
edişinde çok dikkatimi çekti.”
“Hacı adayı, ziyâret edilmesi gereken yerleri her ziyâreti boyunca Peygamber‟e salâtü selâm getiriyordu. Kâbe‟yi tavaf ederken Arafat‟ta vakfeye dururken, …, dâimâ
salâvat cümlelerini okuduğunu duyuyordum.”
“Hâlbuki ziyâret edilen ve o mevkîlerde okunması gereken husûsî duâlar vardı. Bu hacı adayı neden bu duâları
okumuyordu? Bunları bilmemesi olamazdı. Muhakkak ki,
boyuna salâvat getirmesinin bir hikmeti vardı.
“Merâkımı iyice kamçılayan bu nokta beni adamdan
bu husûsu sorarak hikmetini öğrenmeye sevk etti. Sordum.
Adam, „Bunun haklı bir hikâyesi vardır.‟ diyerek anlatmaya
başladı:
„Ben Horsanlıyım. Bu yıl hac borcumu yerine getirmek
istedim. Yola babamla birlikte çıktık. Kûfe‟ye vardığımız
zaman babam hastalandı, vefât etti. Yüzünü örttüm. Bir daha görmek için açtığımda ne göreyim ki… Hayret!”
55
“Babamın yüzü eşek sûretine bürünmüştü. Bu durum
karşısında büyük bir telâşa kapılmış, inanılmaz bir üzüntüye düşmüştüm. Cenâzesini kaldırmak için gelen halka ne
diyecektim? Bu eşek sûretine bürünen yüzü görünce, onlar
içlerinden ne gibi düşünceler geçireceklerdi?‟
“Bu telâş ve üzüntü içinde bocalayıp dururken ne kadar yorulmuşum anlayın ki, bir ara uykuya dalmışım. Uykuda bir rüyâ gördüm. Rüyâda etrafa nûr saçan gâyet güzel
bir adam çıkageldi. „Nedir, bu derece üzüntüye dalmışsın?‟
dedi. Ben de “Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? Baksanıza
babamın hâline?” diye karşılık verdim.”
„Sonra adam babamın yanına sokularak yüzünü açtı ve
nurlu ellerini şöyle bir yüzüne sürdü. Baktım ki, babamın
yüzü eşek sûretinden çıkmış, ayın on dördü gibi, ışık saçıyordu.”
“Artık bütün gam ve kederim yerini târif edilmez bir
sevince terk etmişti. Basbayağı sevinç gözyaşları döküyordum.‟
„Bir ara kendimi toparlayarak bu nur saçan adamın
kim olduğunu sorunca, “Ben Muhammed Mustafayım” cevâbını aldım. Hemen öpmek için ayaklarına kapandım. Ondan sonra da:
“Ey Allah‟ın elçisi” dedim. “Allah hakkı için babamın
başına gelen bu hâdisenin iç yüzünü bana anlatır mısın?”
56
„Hz. Peygamber (SAV) Efendimiz, “Elbette anlatırım”
diyerek şunları dile getirdi:
“Babanız sağlığında fâiz yiyordu. Biliyorsunuz ki, Allah fâiz yiyenleri ya bu dünyâda ya da öbür dünyâda eşek
sûretine büründürür. Baban ise, daha bu dünyâda o sûreti
aldı. Bu yine de onun için iyi bir başlangıç sayılır.”
“Çünkü yine bu durumdan kurtulmak şerefine erişmiş
oldu. Sebebi de, babanızın ölmeden önce bütün ömrü boyunca her gece, daha yatağa girmeden, bana 100 defâ salâtü selâm getirmesidir. Melek bana gelerek babanızın bu
durumunu haber verince hemen Allah‟tan şefaat etme yetkimi istedim ve buraya gelerek babanızı düzelttim. Durum
bundan ibârettir. Gönlünüz ferah olsun!”
„İşte benim salâvat cümlelerini dilimden düşürmeyişimin sebebi budur.‟
“Bunun için ben de Süfyan-ı Sevrî olarak sevgili Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e daha sık salâvat getirmeye
başladım. Ulu Allah (CC) hepimizi Hz. Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e bol bol selâtü selâm getiren kullarından
eylesin54!”
Basra Emîri‟ne Verilen Cezâ‟ya Ne Dersiniz?
Basra Emîri, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e her
gece bin beşyüz ile ikibin salavât-ı şerîfe okurmuş… Bir
54
İrşad.
57
gece gaflete düşüp Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e salâvat getirmeyi unutmuş…
Diğer taraftan, Basra Emîri‟nin gaflete düştüğü gece
Râbia-tül Adeviyye (RAh) dünyâya gelmiş… Râbia‟nın
annesi, babası çok fakirmişler, o gece çocuğa saracak bir
bez parçası bulamamışlar, üzüntü ve telaş ile uyumuşlar.
Râbia-tül Adeviyye (RAh)‟ın annesi Habîbe Hatun o
sırada bir rüyâda Peygamber (SAV) Efendimiz‟i görür.
Peygamberimiz (SAV) ona der ki:
“Ey Habîbe! Niçin üzülüyorsun? Efendine söyle Basra
Emîri‟ne gitsin ve desin ki, „Her gece Resûlüllah (SAV) Efendimiz‟e bin beş yüz ile iki bin salavât-ı şerîfe getiriyordun fakat dün gece unuttun. Bunun cezâsı ise iki bin
dinardır.‟ O iki bin dinarı efendine versin. Kızın Rabia hayırlı olsun!”
Habîbe Hatun rüyâsını efendisine aynen anlatır ve Adeviyye (RAh) Hazretleri‟nin babası Basra Emîri‟ne giderek
rüyâyı aynen anlatır.
Basra Emîri de aynı rüyâyı gördüğünü söyler ve bir
kese altın vermek ister. Adeviye (RAh) Hazretleri‟nin babası der ki:

RAh kısaltması, “Radiyallâhü Anha - Allah ondan râzı olsun.” demektir.
58
“Ey Emîr‟im! Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in eşiğisin… İki bin dinardan fazlasını alamam. Sâdece emir
buyurulan iki bin dinarı alırım.” buyurur55.”
55
Anonim, Salâtü Selâma Âit Hadisi Şerifler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
. http://www.gavsulazam.de/turk/selatu-selam/selatuselam-hadisler.htm, En Son Erişim
Târihi: 21.08.2014.
59
AHLÂK
Ahlâk
Vikipedi‟de ahlâk konusunda şunlar yazılıdır: “Ahlâk
kelimesi hulk‟un çoğulu olup huylar, seciyeler anlamına
gelir. İngilizce‟de moral, „morality‟, bu anlamda kullanılır
ve ahlâk bilimine, etik (ethics) denir.” “Bütün dinlerin temeli ahlâka dayanır. İslâm ahlâkı, „İslâm güzel ahlâktan ibârettir.‟ hadîsinde ifâde edilmiştir. [İslâm ilimleri] içinde
ahlâk ilmi ayrı bir daldır.”
“Ahlâk, kelimenin en dar anlamıyla, neyin doğru veyâ
yanlış sayıldığı (sayılması gerektiği) ile ilgilenir. Terim genellikle kültürel, dinî, seküler ve felsefî topluluklar tarafından, insanların (subjektif olarak) çeşitli davranışlarının
yanlış veyâ doğru oluşunu belirleyen bir yargı ve ilkeler
sistemi kavramı ve/veyâ inancı için kullanılır.”
“Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veyâ grup tarafından genelleştirilir ve kânunlaştırılır, buna göre de (kültür veyâ gru-
60
bun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür
bir kânunlaşmanın uygunluğu da ahlâk olarak anılabilir ve
grup varlığının devâmının bu ilke ve kânunların uygunluğu,
uygulanması üzere olduğunu belirtebilir.”
“Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlâklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veyâ davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda
dejenere olarak tanımlanabilir.”
“Bu nedenlerle ahlâk, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık târihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dâir görüş
ve düzenlemeler getirmiştir.”
“Bu nedenle ahlâk, çoğunlukla dinî emir ve prensipler
ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlâk hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zirâ
bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil
eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sâhip olan insanların inanç ve değer
sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler56.”
Saygı ve Hayâ
Günlerini, servetini,
büyüklerini say ama yerinde sayma!
56
Vikipedi, Ahlâk, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ahlak, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
61
Ahlâk çok geniştir, ancak insanda ilkin onun tezâhürü
saygı ve hayâ olarak belirir. Saygı, hakkına râzı olarak Allah‟ın (CC) başkalarına olan nîmetlerini içtenlikle kabul edip saymaktır. Hayâ ise, “utanma, ar, nâmus ve Allah (CC)
korkusundan dolayı günahlardan kaçınmaktır.”
Bir insanın, yapılması uygun olmayan ve hak etmediği
bir duruma zorlanması ânında yüzünün kızarması, onda bulunan hayâ belirtisidir. Çünkü hayâ îmanın kıymetini ve ahlâk miktârını belirleyen bir alâmettir.
“Bir de birini, utanmaz, şuursuz, alıp verdiğini umursamayan, bir vaziyette görürsen, bil‟ki o da kendisini günah
ve kötülükten alıkoyacak hayâdan mahrum ve hayâsız biridir.”
“İslâm Müslümanlara hayâyı emretmiş ve onu İslâm‟ın
en bâriz, diğer dinlerden ayıran, en büyük fazîletlerinden
biri olarak kabul etmiştir57.”
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz:
“Hayâ ile îman birbirini tamamlar, biri gidince diğeri
de gider58.” buyurmuşlardır.
„Edebini takınarak ve Allah‟tan korkarak başını örtmek
isteyenler, ikinci sınıf vatandaş sayılıp okuma ve resmî çalışma hakları elinden alınırken, toplumu ayakta tutan her
57
Talay, A., Edebin Önemi ve PERİŞAN HÂLİMİZ Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.yuzaki.com/content/view/1760/38/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
58
Hakîm.
62
türlü değere hayâsızca saldıranlar edip ve yazar sayılıyor.
İnsanların hayâ duygusuna karşı saygısızlık, demokrâsi ve
insan hakları nâmına istismar edilmektedir.”
“Başkalarının düşüncelerine saygılı, insanları kendi
mertebelerinde görüp kabullenerek diyalogu sağlayıcı bir
anlayış olmadan, çağdaşlık hayaldir.”
“Unutmamak lâzımdır ki hayânın her türlüsünü korumak, yaşamak ve yaşatmak isteyen ve kınayanın kınamasından çekinmeyen Müslümana da büyük mükâfatlar vardır.
Allah‟ın Resûlü şöyle buyuruyor:
“Hiçbir baba evlâdına güzel edepten daha değerli bir
armağan ve daha önemli bir miras bırakamaz.” Ve yine
şöyle buyurur Efendimiz: “Her dinin kendine göre bir edebi
(ahlâkı) vardır. İslâm‟ın edebi ise hayâ (utanma)dır.” Diyor.‟
„Mevlânâ ise:
“Efendi! Anla ki, insanın tenindeki can ne ise, edep de
odur. İnsanların kalbindeki, göğsündeki nurlar edepten ibârettir. Ayağını İblis‟in kafasına koymak, ona hâkim olmak
istiyorsan gözünü aç! Buradan anla ki, şeytanı öldüren edeptir59.”
59
Talay, A., Edebin Önemi ve PERİŞAN HÂLİMİZ Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.yuzaki.com/content/view/1760/38/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
63
Ashâb-ı Kirâm, örnek ahlâk ve hayâ duygusunu Peygamber (SAV) Efendimiz‟den almışlardır. Ebû Saîd el–
Hudrî:
“Resûlullah hayâ bakımından kendi köşesinde oturan
bir bâkireden daha utangaçtı. Hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde hoşnutsuzluğunu yüzünden anlardık.” diyor.
Hayâ deyince ilk akla gelenlerden bir tânesi de Hz. Osman (RA) idi. O Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in huzurlarına girdiği zaman, Efendimiz toparlanıp kendine çekidüzen verince yanındaki sahâbe sormuştu:
“Ey Allah‟ın Resûlü, diğer sahâbe girince bu derece
davranmadın. Sebep nedir?”
Efendimiz şöyle cevap vermiştir:
“Osman çok hayâlı bir zattır. Kendisini peştamallı içeri
alsaydım bana arzûsunu açmayabilirdi.” Diğer bir rivâyette
ise, Hazreti Aişe (RAh)‟ya şöyle demiştir:
“Meleklerin hayâ ettiği kimseden ben hayâ etmeyeyim
mi?”
Edeb öyledir ki, kulu Allah‟a (CC) ancak sâlih amellerde edebe riâyet ulaştırabilir. Îmanın kemâli, ancak edeble
elde edilebilir. Âdâb ve erkânı, ayrıntı ve fazlalık gibi görmek büyük bir noksanlığın belirtisidir.
64
Âyette Allah‟ın (CC) kendisine yalvarırcasına duâ edilmesini istemesi, bir bakıma, edebe de işâret etmektedir. Büyük günahlardan kaçmak gerektiği gibi, küçük olanlarından
da sakınmalıdır. Onun için söyleyen ne güzel söylemiş60,
sen de bundan ders çıkar.
Az günahı az sanma, kime karşı ona bak!
Az nîmeti az sanma, kimden gelmiş ona bak!
Ey özünü insan bilen,
Var edeb öğren edeb!
Hayâ edebin bir paçasıdır. Edepli olan hayâlıdır da…
“Hayâ îmandandır.”
Edeb bir tâc imiş nûr–u hüdâdan,
Giy ol tâcı emin ol her belâdan.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, “Utanmak (hayâ)
baştan sona kadar hayırdır.” buyurmuşlardır.
Konuyu Mevlanâ‟ın sözü ile sonlandıralım:
“Edep, aklın dıştan görünüşüdür..”
Peygamberimiz (SAV)‟in Dilinden Türkler
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz demiştir ki:
60
Talay, A., Edebin Önemi ve PERİŞAN HÂLİMİZ Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.yuzaki.com/content/view/1760/38/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
65
“Allah‟ın „doğuda‟ bir ordusu vardır. Onun adını
TÜRK koymuştur. Kendisine başkaldıranlardan işte onlar
vâsıtasıyla intikam alır61.”
“Türkler size dokunmadığı, harbetmediği sürece, sakın
siz de Türkler‟e dokunmayınız!62“
“Sizler; Türklerle çarpışmadıkça Kıyâmet kopmayacaktır63.”
Kaşgarlı Mahmut, Divanı Lügat-it Türk İsimli eserinde
Buhara ve Nişâbur hadis imamlarından şu hadîs-i kutsiyi rivâyet etmektedir:
“Kostantiyye (İstanbul) mutlaka fetholunacaktır. Onu
fetheden kumandan ne güzel kumandandır ve o asker ne
güzel askerdir64.”
“Ulu ve aziz olan Allah diyor ki, „Benim Türk ismini
verdiğim ve Doğu‟da yerleştirdiğim bir takım askerim
vardır ki, her hangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam o Türk askerimi işte o kavmin üstüne saldırtırım65.”
“Türk dilini öğreniniz, çünkü Türlerin çok uzun sürecek bir hâkimiyetleri vardır66“.
Hadisi nakleden Kazvini el-Kaşgarî Mahmud, Divanü'l-Lügat et-Türk.
Neseî.
Buharî, Sâhih-i Müslim.
64
Buharî.
65
Kaşgarlı Mahmut, Divânı Lügat-it Türk.
66
Kaşgarlı Mahmut, Divânı Lügat-it Türk.
61
62
63
66
“Benim ümmetimi öyle bir kavim sürüp kovalayacaktır
ki; onların yüzleri yuvarlak ve enli, gözleri çekik ve küçük,
çehreleri sanki üzeri derilerle kaplanmış kalkanlar gibidirler. Onlar üç defâ Arabistan yarımadasına kadar ilerleyeceklerdir. İlk istilâda onların önlerinden kaçanlar kurtulacaktır. İkinci istilâda hücuma uğrayanlardan bâzıları helâk
olacak ve bâzıları da canlarını kurtaracaklardır. Üçüncü
istilâda ise onların kökleri kesilecektir. İşte onlar Türkler‟dir. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah‟a yemin ederim
ki, Türkler atlarını Müslüman mescitlerinin direklerine
bağlayacaklardır67.
“Türkler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyiniz. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah‟ın ona olan ihsanını en
evvel Kantura (Türk) nesli alacaktır68.”
“Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz de onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size dokunmadığı sürece siz de Türkler‟e dokunmayınız!69“
Başka bir rivâyette şöyle denmektedir:
“Türkler sizlere dokunmadıkça siz de Türkler‟e dokunmayınız. Zirâ onlar çok sert ve haşin tabiatlı kimselerdir70.”
Aynı hâdise Hamavî Hz. Muâviye‟den şöyle nakletmiştir:
Ebû Davud.
İmam Taberânî.
69
Ebû Dâvud.
70
El-Cüveynî.
67
68
67
“Sakın onların üzerine süvâri birlikleri göndermeyiniz.
Türkler ve Habeşliler size dokunmadığı sürece siz de onlara dokunmayınız.”
İmam Taberânî Hz. Muâviye‟den şöyle nakletmiştir.
İbni Zil Kelâ anlatıyor:
„Bir gün Muâviye‟nin yanındaydım. Ermeniye vilâyetinin vâlisinden posta geldi. Muâviye vâlinin mektubunu okudu, hiddetlendi; sonra kâtiplerinden birini çağırdı ve ona
vâlinin tahrîrâtına şöyle yaz, dedi. „İdârendeki arâziye
Türkler‟in akın ve yağma ettiklerinden bunun üzerine
arkalarından takip kuvvetlerini sevkettiğinden ve bu tâkipçilerin yağma edilen şeyleri onlardan istirdat etmiş olduklarından bahsediyorsun.”
“Anan sana matem tutsun! Sakın bir daha öyle bir harekette bulunma! Türkler‟i kışkırtma ve onlardan hiç bir
şey istirdat etme. Çünkü ben Resûlullah‟tan işittim. Buyurdu ki; “Türkler yavşan otu biten yerlere (Avrupa‟ya) kadar
ilerleyeceklerdir.‟
“Hıfz, on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Türkler‟de, biri diğer insanlardadır71.
Hıfz kelimesini bâzı kimseler hafızlık, kavrama kâbiliyeti olarak tercüme etmişler, bâzıları ise, Türkler‟in muhafazakârlığını başka bir sözle dinini, milletini, vatanını, maddî ve mânevî değerlerini, örf ve âdetlerini, nâmusunu koru71
Ramûz‟ul-Ehâdis.
68
ma duygusu olarak yorumlamışlardır. Bu satırları yazarına
göre verilen anlamların hepsi hepsini Türklerde bulunmaktadır.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz zamânında en güvenilir ve teknik çadır olarak Türk çadırı kullanılırdı. Taberî
şöyle anlatıyor:
“Hz. Peygamber Arap kabilelerin hücumu yılında
(Hendek Savaşı‟nda) Medine‟nin etrâfında kazılmak istenen
hendeğin sınırlarını çizdi... Biz hiçbir zaman bu sınırları
aşmak istemiyorduk.”
“Selman hendekten çıkarak Hz. Peygamber‟in bulunduğu yere geldi. Bu sırada O bir Türk çadırını kurmakla
meşgul bulunuyordu.”
Ebû Sâid el-Hudrî demiştir ki:
“Hz. Peygamber ramazanın ilk on gününde itikâfa girmiştir. Sonra ortasındaki on günde tentesi üzerinde hasır
bulunan bir Türk çadırında itikâfa girmiştir72.”
Resûlullah Efendimiz bir gece rüyâsında peşine önce
siyah bir koyunun, sonrada bir beyaz koyunun takıldığını
görüyor. Sabahleyin mescite gelip namaz kıldırdıktan sonra
sırf iltifat olsun diye bu rüyânın yorumunu Hz. Ebûbekir
Sıdık‟a bırakıyor.
72
Müslim.
69
Bu iltifata hem sevinen, hem de mahcup olan Ebûbekir
(RA):
Ey Allah‟ın Peygamberi! Peşinize ilk takılan siyah koyun Arapları, sonra takılan beyaz koyun beyaz bir ırkı temsil ediyor. Önce Araplar size inanıp peşinize takılacak, sonra da beyaz bir ırk İslâm‟a girip size uyacak...73“
Âyete gelince:
“Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin
ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah‟ı severler; müminlere karşı yumuşak,
kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda
mücâhede eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.”
“Bu, Allah‟ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah,
geniş ihsan sâhibidir, her şeyi çok iyi bilendir74.”
Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhî Bilmen ve Celâl
Yıldırım başta olmak üzere birçok İslâm âlim ve mütefessirine göre bu âyet Türkler‟i işâret etmektedir75.
73
Anonim, Peygamber Efendimizin Türkler Hakkındaki Hadisleri, Alındığı
İnternet Elektronik Adresi,
http://forum.kanka.net/archive/index.php/t-328945.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
74
Mâide Sûresi, âyet 54.
75
Anonim, Türk Milleti hakkında âyet ve hadisler, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.minare.net/forum/kurani-kerim/turk-milleti-hakkindaki-ayet-vehadisler-t4338.0.html, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
70
Ġlk Müslüman Türk Ve Ġlk Ġslâm ġehidi Kimdi
Biliyor musunuz?
İlk Türk, İslâm‟a Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in
İslâm‟ı tebliğ ettiği milâdi 610 yılında girmiş ve İslâm dininin ilk şehidi olmuştur.
Evet, bu Türk İslâm‟ın Mekke döneminde Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in dâvetine evet demiş ve azılı İslâm
düşmanı Ebû Cehil‟in çok ağır işkencelerine mâruz kalarak
nihâyet onun bağrına sapladığı mızrakla şehit olan Sümeyye vâlidemizdir.
İşte ilk Müslüman Türk ve ilk İslâm Şehidi, Sümeyye
vâlidemizdir.
Sümeyye‟nin Türk olduğunu, Türk olmayan fakat ilmî
otoritesi dünyâya yayılmış olan, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah söylemiştir. Hamidullah‟ın târihi kaynaklardan
çıkarttığına göre Tâif‟te, el Haris bin Kalede isimli, tedâvide çok ünlü usta olan, bir doktor vardır. İran bölgesindeki
vâliler bile tedâvi için ona gelmektedirler. O yıllarda İran
bölgesi, Türkler‟in yoğun olarak yaşadığı bir bölge olarak
bilinmektedir.
Sümeyye vâlidemiz Übülle Vâlisi‟‟nin yanında bulunmaktadır ve Pamuk adına sâhiptir. Zaman geçer Übülle
vâlisi Tâif‟teki meşhur doktora tedâvi olur, bundan memnun kalır ve dolayısıyla Pamuk‟u Haris bin Kalede‟ye câriye olarak hediye eder. Tâif‟e gelen Pamuk Sümeyye ismini
alır. Sümeyye birkaç defâ evlenir. Son evlendiği kişi Ye-
71
men‟li olan Yâsir‟dir (RA). Yâsir‟den oğlu Hz. Ammar (RA) doğar.
İslâm‟ın ilk yıllarında Mekke‟de kabîle, soy sop dayanışmasının ne kadar önemli olduğu bilinmektedir. İşte bu
ırkçı ortamda Sümeyye Türk olduğu için, gariptir, zayıftır.
Kocası Yasir Yemenli‟dir, o da zayıftır. Bu sebepten, Ebû
Cehil gibileri bu âileyi her fırsatta tartaklamaktadır.
Nihâyet, bu işkence Sümeyye vâlidemizin şehit olmasına kadar sürmüştür. Bunu duyan Peygamberimiz (SAV)
Efendimiz‟in sözü şu olmuştur:
“Küfrün işi bitti!”
Çünkü şerefli bir milletten ilk şehit verilerek kutsal
dâvânın ilk tohumu toprağa verilmişti. Düşün ki, sen işte
böyle „küfrün işinin bitirilişinde‟ Allah‟ın (CC) seçtiği bu
şerefli millette mensupsun!
Elhamdülillah de!76
Türkler ve Ahlâk
İslâmiyet, Türkler‟in ruh ve karakter yapılarına çok uygundu. Onun için Türkler, 9. yüzyılda İslâm‟la daha hemen
ilk karşılaşmalarında İslâmiyet‟i kabul ederek Müslüman
olmuşlardır.
76
Anonim, İlk Türk Ne Zaman Müslüman Oldu?, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.haber10.com/haber/124384/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
72
Cristobal de Villalon, XVI. yüzyıldaki Türkler‟i şöyle
anlatıyor:
“Türklerden daha fazîletli bir toplum görmedim. Oyuna ve eğlenceye vakitleri yoktur. Yemeklerini çabuk ve konuşmaksızın yerler. Yemek isteyen kim varsa; tanıdık, yabancı ayrılmaz, sofraya çağrılır.”
“Askerler dâhil şehirde silah taşımak yasaktır. Düello
bilmezler; dövüşmeyi medenî terbiyeden mahrûmiyet sayarlar. Arada kavga edenler çıkar; fakat kavgayı devam ettirmeleri mümkün değildir; ilk görenler derhal müdâhale edip
sustururlar. Zâten şehirlerde büyük sükûnet vardır.”
“Kumar ve içkinin dinlerinde yasak olması, kavga çıkmamasının sebeplerindendir. Ama içki içen, esrar çeken
Türklere tesâdüf edilir; çoğu sosyal durumlarını bu sebeple
kaybetmişlerdir. Karaborsa ve tefecilik günah ve meçhuldür77.”
Belon şöyle diyor:
“Bundan başka şunu söylemek istiyorum ki, Türkler bir
şatoyu veyâ kaleyi aldıkları zaman her şeyi ve resimleri
buldukları gibi aynen bırakıyorlar, onları tahrip etmek gibi
bir âdetleri asla yoktur78.”
77
Serdar Ören, Ö., Eski Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://medium.com/turkce-yazilar/eski-turk-ahlak-8017107aba16, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
78
Pala, İ., Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.zaman.com.tr/iskander-pala/turk-ahlaki_141327.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
73
Bertrandon de la Broquière ise:
“Türkler iyi niyetli insanlardır. Birbirlerine bağlıdırlar. Birbirlerine iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Bunları Tanrı‟nın şerefi için yazıyorum; yoksa Türkler‟in bizim îmânımızın dışında kaldıklarını biliyorum. Türkler sözlerinin
esiridirler. Ancak ölü bir Türk sözünü tutmayabilir. Samîmi
ve sâdık insanlardır79.” demektedir.
Busbecq‟nin sözleri ise:
“Türkler sokakta rastladıkları yazılı kâğıda ve güle
basmazlar; yerden alıp bir duvarın üstüne veyâ dibine koyarlar80,81.” biçimindedir.
Geoffroy:
“Türkler kimseyi Türk usulünce yaşamaya zorlamazlar. Herkesin kendi mevzûatı ile yaşamasına müsaade eder
ve izin verirler82,83.” şeklinde komuşurken, Villamont:
79
Pala, İ., Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.zaman.com.tr/iskander-pala/turk-ahlaki_141327.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
80
Pala, İ., Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.zaman.com.tr/iskander-pala/turk-ahlaki_141327.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
81
Serdar Ören, Ö., Eski Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://medium.com/turkce-yazilar/eski-turk-ahlak-8017107aba16, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
82
Pala, İ., Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.zaman.com.tr/iskander-pala/turk-ahlaki_141327.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
74
“İsteyen Türk, gerek Cumâ, gerekse bayram namazında, câmi içinde veyâ avlusunda, cemaat ortasında, düşmanı
kim ise ondan af diler. Affı yaş ve makamca küçük olan
ister. Muhatabı, kesin şekilde ve cemaat önünde affettiğini
söylemeye mecburdur. Sonra elini öptürür ve kucaklaşırlar.
Bir kere barışmış olan iki düşman, eski anlaşmazlıklarından dolayı birbirlerine kötülük edemezler. Böyle bir
şeye cesâret eden kişi, hem toplumla, hem Allah‟la alay etmiş sayılır ve lânetlenir; fenâ muamele görür, kendisine inanılmaz84,85.” demektedir.
XVIII. asırda İsveç‟in İstanbul Büyükelçisi olan ve
Osmanlı hakkında 7 ciltlik bir eser yazan D‟ohsson:
“Osmanlı Türkleri, umûmî ve ferdî ahlâklarının ciddiyetini, Şerîat‟ın iffet ve hayâ hükümlerine borçludurlar.”
demektedir86.
83
Serdar Ören, Ö., Eski Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://medium.com/turkce-yazilar/eski-turk-ahlak-8017107aba16, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
84
Pala, İ., Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.zaman.com.tr/iskander-pala/turk-ahlaki_141327.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
85
Serdar Ören, Ö., Eski Türk Ahlâkı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://medium.com/turkce-yazilar/eski-turk-ahlak-8017107aba16, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
86
Temiz, M., Ahlâk Ve Türk‟ler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/AHL%C3%82K%20VE%20T%C3%9CRKLER.p
df, En Son Erişim Târihi, 21.08.2014.
75
Değerli Bir Söz
Türkler Müslüman olmadan önce, Emevîler‟in Horasan
vâlisi Cüneyd bin Abdurrahman, bir Türk Hâkanı ile çarpışmak üzere ordularının başında harp düzeni almıştı.
İki kumandan, bir ara, askerlerinin saflarından ayrılarak karşı karşıya gelirler. Cüneyd bin Abdurrahman, dinî emir gereğince, Türk hâkanına İslâm‟ı tebliğ etmiş olmalı ki,
Türk hâkanı, İslâm‟ı öğrenmek üzere bâzı sorular sormaya
başlar:
Nâmuslu bir insana zinâ isnâdeden kimselere karşı
İslâm‟ın ne gibi cezâlar verdiğini öğrenmek isteyen hâkana
Cüneyd, İslâm‟ın hükümlerini açıklamaya başlayınca, verilen her cevâbı mükemmel bulan hâkan, ancak yalancı, koğucu ve sık sık yellenerek etrâfındakilere saygısızlık eden
kimselere İslâm‟ın verdiği cezâyı hafif bulmuş ve bu konulardaki fikrini şöyle açıklamıştır:
“Bana göre, koğucu, insanların arasını tutuşturan kimsedir. Böyle bir insanı, hiçbir kimsenin göremeyeceği bir
yere hapsederim. Açıktan açığa yellenenin kıçını dağlarım.
Yalancıya gelince, sizin hırsızın elini kestiğiniz gibi, ben de
onun yalan söyleyen âzâsını keserim.”
“İnsanları güldürüp onları hafifmeşrepliğe alıştıran
kimseyi ise, idârem altındaki yerlerden sürgün ederim. Böylece, tebaamın fikir ve zihniyetinin bozulmasına engel olurum.”
76
Hâkanın bu sözlerini dinledikten sonra Cüneyd bin Abdurrahman şöyle der:
“Siz bu hükümleri aklınıza ve kendi fikir ölçülerinize
göre veriyorsunuz. Biz ise, Allah‟ın gönderdiği peygamberlerin bize bildirdikleri ilâhî hükümlere göre hareket ederiz.
Allah her şeyin iç yüzünü, faydalısını, insanlara en uygun
olanını daha iyi bilir.”
İslâm kumandanının bu sözleri, Türk Hâkanı‟nın o kadar hoşuna gider ki, “Sen bundan daha değerli bir söz
söylemedin! 87“ der.
Gazneli Mahmut88
Edep ve saygıyı en güzel öğrenenlerden biri de Gazneli
Mahmut idi.
Yukarıdaki açıklamalar, Eski Türkler‟in ne kadar sağlam ve İslâm‟a uygun bir ruh yapısına sâhip olduklarını bütün açıklığıyla göstermektedir. Bu aynı zamanda Türkler‟in
yaratılış sebebine ne kadar uygun bir donanım ve ruh yapısına sâhip olduklarının da başka bir örneğidir.
Onun için Türkler, 9. yüzyılda İslâm‟la daha hemen ilk
karşılaşmalarında toptan Müslümanlığı kabul etmişlerdir.
87
Temiz, M., Ahlâk Ve Türk‟ler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/AHL%C3%82K%20VE%20T%C3%9CRKLER.p
df, En Son Erişim Târihi, 21.08.2014.
88
Temiz, M., Ahlâk Ve Türk‟ler, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/AHL%C3%82K%20VE%20T%C3%9CRKLER.p
df, En Son Erişim Târihi, 21.08.2014.
77
İlk Müslüman Türk hükümdarlarından biri Gazneli Mahmut
idi.
İslâm Târihi içinde öyle yüce Türk şahsiyetler gelmiştir
ki, bugün onlara bizim hayâlimiz bile ulaşamıyor. Hele onların İslâm ve ahlâkına (edebine) ne derece uyum sağladıklarını, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e gösterdikleri edep ve saygının derecesini bugün kitaplardan şaşkınlıkla
okuyoruz.
İlk Müslüman Türk devletlerinden Gazneliler Devleti‟nin, (M. S. 969-1187), ilk defâ sultan ünvânını alan hükümdârı Gazneli Mahmut İslâm edep ve saygısını en güzel öğrenenlerden biriydi.
Gazneli Mahmut‟un Muhammed isimli bir hizmetçisi
vardı. Sultan onu çok sevmekte ve ihtiyâcı olduğu zaman
devamlı ismiyle hitâbederek çağırmaktaydı. Fakat bir gün
onu çağırırken ismini söylemeden babasının ismini kullanarak çağırır.
Fakat hizmetçi bu değişik çağırma üslûbundan endişeye kapıldı, bir münâsebetini bularak sorar:
“Sultanım! Niçin beni ismimle çağırmadınız da babamın ismiyle çağırdınız? Siz Muhammed ismini çok sever ve
hep o isimle çağırmayı tercih ederdiniz!”
Bunun üzerine ulu hükûmdar Gazneli Mahmut‟un ağzından, bizler için de güzel bir ölçü olabilecek olan şu ince
ve nârin ifâdeler dökülür:
78
“Evlâdım endişelenme! Hergün sana Muhammed ismi
ile hitâbediyordum. Doğru… Zirâ çağırdığım her defâsında
abdestli bulunuyordum. O anda ise abdestim yoktu. O yüzden „Muhammed‟ ismini abdestsiz olarak söylemekten hayâ
ettim. Onun için seni babanın ismi ile çağırdım.”
Ne güzel bir ahlâk!
Bu kadar mı? İslâm Târihi‟nde daha binlercesi var…
Bu güzel ahlâk sâhipleri, bu hasletleri ile yaratılış sebeplerini tam mânâsı ile kavrayan insanlardır.
Arap Âlimi Ġbni Haldun‟un Sözleri
Arap Âlimi İbni Haldun bakınız Türkler hakkında ne
diyor:
İbni Haldun büyük İslâm târihçisi, kırâat ve fıkıh âlimi,
devlet adamı, sosyologdur. İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed Hadramî, künyesi Ebû Zeyd, lakâbı Veliyyüddîn‟dir.
Aslen Yemen‟in Hadramut şehrinden olduğu için Hadramî,
âilesi Tunus‟a hicret etmeden önce Endülüs‟ün İşbiliyye
şehrinde oturduklarından İşbilî isimleriyle de anılmaktadır.
1332 (H. 732) senesinde Tunus‟ta doğmuştur. 1406 (H.
808) senesinde Kâhire‟de vefât etmiştir.
İbni Haldûn, bugün sosyoloji ilminin kurucusu olarak
tanınmaktadır. Mukaddime kitabı, Sosyoloji İlmi ile ilgili
görüş ve düşünceler açısından bugün dahî çok meşhurdur.
Bu kitap, yazdığı târih kitabının önsözü mâhiyetindedir ve
79
iki cilttir. İbni Haldûn yine, psikolojiyi târihe uygulayan ilk
ilim adamıdır.
Günümüze ulaşan tek eseri olan yedi ciltlik Kitâb-ulİber, üç bölümden meydana gelmiştir. Birinci Bölüm, Mukaddime‟dir. İkinci Bölüm‟de Araplar‟ın târihine ilâveten
Sûriye, Pers, Yahûdî, Kıptî, Yemen, Roma, Türk ve Franklılar târihi; üçüncü Bölüm‟de e ise Berberîler‟in ve güney
Afrika‟daki Müslüman hânedânların târihi anlatılmaktadır.
Eser, inceleme ve araştırma yönünden emsâlsizdir.
Bütün Avrupa târihçilerinin birçok konularda mürâcaat
ettikleri ana kaynak olmuştur. Yedi cilt hâlinde Mısır‟da
basılmıştır.
Mukaddime‟sinde dâimâ nesnel ve tecrübeci bir
hareket tarzını benimsemiştir. Eserinde genel Dünyâ târihine yer verirken, özellikle Türk târihine geniş bir bölüm ayırmış ve bu bölümde:
“Bu Türkler‟in dünyâdaki milletlerin en büyüğü olduğunu ve beşer cinsleri arasından onlardan başka ayrıca büyük bir cinsin bulunmadığını bil!” diyerek okuyucunun dikkatini çekmiştir89.
Biz Türkler
Gördüğünüz gibi biz Türkler, târih boyunca fazîletliydik, nâziktik, çok şefkatliydik, hayırseverdik, dürüsttük, î89
Manaz, Ü. N. ve Manaz,A., İbni Haldun, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=2626, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014,
80
tibarlıydık, temizdik, çevre bilincimiz eşsizdi, harama el
sürmezdik, medenî idik, doğruluk şiârımızdı, hırsızlık bilmezdik ve dünyâ‟ya örnektik.
Fazîletliydik. Çünkü kimsenin malına, mülküne göz
dikmez, kimsenin nâmusuna yan gözle bakmazdık. Mütevâzıydık, kimseyi küçümsemezdik. Hırsızlık nedir bilmez,
dilenciliği meslek edinmezdik.
Nâziktik! Çünkü Edmondo de Amicis isimli Italyan
gezgini, yine 1880‟lerde Türkler‟i şöyle anlatıyordu:
“İstanbul Türk halkı Avrupa‟nın en nâzik ve en kibar
insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkahâ sesi nâdirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki; ibâdet saatlerinde bile câmilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz.”
Çok şefkatliydik! Çünkü Elisee Recus‟u 1880‟lerde
şöyle demişti:
“Türkler‟deki iyilik duygusu hayvanları dahî kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır...
Türkler‟le Rumlar‟ın karışık olarak yaşadığı köylerde ise,
bir evin hangi tarafa âit olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki
o ev bir Türk evidir.”
İslâm ve Türk düşmanı avukat Guer ise:
81
“Türk şefkati hayvanlara bile sâmildir.”dedikten sonra
şu örneği veriyordu:
“Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları
vardır. Bu adamlar sokak başlarında sâhipsiz köpeklere ve
kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar
kaçık Müslümanlar‟a bile rastlamak mümkündür...”
“Birçokları da sırf azât etmek için kuşçulardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk‟e bir gün yaptığı işin neye
yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevâbı verdi:
„Allah‟ın rızâsını tahsîle yarar‟.”
Hayırseverdik: Çünkü Comte de Marsigli:
“Yazın Istanbul‟dan Sofya‟ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedâva ayran dağıttıklarına şâhit oldum. Fakat şunu da îtiraf etmeliyim ki, bu
dindarâne hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler.”
diyordu.
Dürüsttük! Çünkü bir zamanlar Londra Ticâret Odası‟nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: “Türkler‟le alışveriş et, yanılmazsın!”
Îtibarlıydık! Çünkü bir zamanlar Hollanda Ticâret Odası‟nın toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılar‟la alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.
82
Temizdik… Çünkü yere bile tükürmezdik. Hattâ Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa‟ya tanıtmasıyla meşhur
Comte de Marsigli, yere tükürmedikleri için atalarımızı
şöyle eleştirmişti:
“Türkler hiç bir zaman yere tükürmezler. Dâimâ yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet
olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.”
Çevre bilincimiz eşsizdi! Çünkü kurak günlerde ücretle
adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşlar
için gerekli olan kuş yuvalarını evlerin saçak altlarında mîmâriye dâhil etmiştik.
Harama el sürmezdik! Çünkü Fransız muellif Motray,
1700 yıllarında bizi şöyle anlatıyordu:
“Türk dükkânlarında hiç bir zaman tek meteliğim
kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hattâ bir
kaç kere Beyoğlu‟ndaki ikâmetgâhıma kadar gelmişlerdir.
“
Medenî idik! Çünkü İngiliz sefiri Sor James Porter,
1740‟larda şunları söylüyordu:
“Gerek İstanbul‟da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asâyiş, hiç bir tereddüde
imkân bırakmayacak şekilde isbat etmektedir ki, Türkler
çok medenî insanlardır.”
83
Doğruluk şiârımızdı! Çünkü Fransız generallerinden
Comte de Bonneval, şöyle diyordu:
“Haksızlık, murâbahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi
suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük
gösterirler ki, insan çok defâ Türkler‟in doğruluklarına
hayran kalır.”
Hırsızlık bilmezdik! Çünkü Fransız yazar Dr. Brayer,
1830‟ larda Istanbul‟u şöyle dile getiriyordu:
“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umûmî ahlâka güvenilerek açık bırakıldığı
İstanbul‟da her sene âzâmî beş-altı hırsızlık vakâsı görülür.”
Ubicini Dr. Brayer‟i ise bunu şöyle teyit ediyordu:
“Bu muazzam pâyitahtta dükkâncılar, namaz saatlerinde dükkânlarını açık bırakıp câmiye gittikleri ve geceleri
evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı hâlde, senede
dört hırsızlık vakâsı bile olmaz. Ahâlisi sırf Hiristiyan olan
Galata ile Beyoğlu‟nda ise hırsızlık ve cinâyet vakâları olmadan gün geçmez.”
Dünyâ‟ya örnektik! Çünkü Türkiye Seyahatnâmesi‟yle
meşhur Du Loir‟un 1650‟lerde şöyle demişti:
84
“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyâsetiyle
medenî hayâtı, bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir90.”
Güçlüydük
Amerika Birleşik Devletleri‟ni bile vergiye bağlamıştık.
İşte biz Türkler öyleydik ki, bu meziyetlerimizle bir
zamanlar Amerika Birleşik Devletleri‟ni bile vergiye bağlamıştık:
Yıl, 1783...
Avrupa standartlarına göre küçük de olsa, yeni bir
denizci devlet olan ABD, denizlerde tek başına bayrak gezdirmeye başladı...
Daha 25 Temmuz 1785‟te, Atlantik‟te Cadiz açıklarında, bu yeni bayrağı taşıyan ilk gemi Cezâyir açıklarında
Osmanlı gemileri tarafindan ele geçirildi. Bu gemi, Boston
limanına bağlı, Kaptan Isaak Stevens‟in idâresindeki Maria
idi.
Arkasından, Philadelphia limanina bağlı, Kaptan O‟Brien‟in Dauphin‟i ayni âkibete uğradı. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 ABD gemisi daha Osmanlıların eline
geçti.
90
Anonim, Neydık Ne Olduk?, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.sivaslilar.net/forum/archive/index.php/t-14814.html, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
85
Kongre, 27 Mart 1794 yılında, Osmanlı denizcilerine
karşı koyacak güçte savaş gemileri inşa edilmesi veyâ satın
alınması için, Başkan George Washington‟a 700.000 altına
yakın harcama yetkisi verdi.
Böylece, Osmanlıların oluşturduğu deniz tehdidi sâyesınde, ABD donanmasının temellerı atılıyordu. 5 Eylül
1795‟te ABD bu tehdide karşı bir anlaşma yapmayı kabul
etti.
Bu anlaşmaya göre ABD, Cezâyir‟deki esirlerin iâdesı
ve gerek Atlantik‟te, gerekse Akdeniz‟de ABD sancağı taşıyan hiç bir tekneye dokunulmaması karşılığında, 642.000
altın ve yılda 12.000 Osmanlı altını (216.000 dolar) ödeyecekti.
Dili Türkçe olan ve 22 maddeden oluşan anlaşmaya,
Başkan George Washington ve Cezâyir Beylerbeyi Hasan
Dayı imzâ koydular...
Böylece ABD yıllık vergiye bağlanmış oldu. Bu, ABD‟nin iki asrı aşkın târihinde, yabancı bir dille imzalanan
tek anlaşma olduğu gibi, yabancı bir devlete vergi ödemeyi
kabul eden tek Amerikan belgesidir...
ABD târihinde kendi dilinde olmayan tek uluslararası
anlaşma Türkçe‟dir ve ABD târihinde vergi vermeyi kabul
ettiği tek ülke Osmanlı İmparatorluğu‟dur...
86
ABD başkanı George Washington, Osmanlı İmparatoru
tarafından muhatap görülmemiş ve anlaşma Cezâyir Beylerbeyı tarafından imzalanmıştır.
İşte bu sayıp döktüğümüz üstün meziyetlerimizle 200
yıl öncesine kadar biz buyduk…91
„Siz Türk müsünüz?‟92
Konuyu Türkler‟in târihini anlamlandıran binlerce kahramanlık, insanlık ve şefkat örneklerinden yaşanmış bir hikâyesiyle bitirmek istiyorum:
“1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi`nden mezun olup
ihtisas yapmak üzere ABD`ye gitmiştim. Görev yaptığım
hastânede başımdan geçen ilginç bir hâdiseyi şöyledir:”
“Amerika‟ya gittiğim ilk yıllar... New York`da Medical
Center Hospital‟da görev almıştım. Fakat vazîfem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler...”
91
Can, M., Amerika donanması Akdeniz‟de, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.ufukotesi.com/yazigoster.asp?yazi_no=20070485 En Son Erişim Târihi:
21.08.2014. Ya da Amerika'nın Vergi Verdiği Tek Devlet Osmanlı Devleti, Alındığı
İnternet Elektronik Adresi,
https://www.facebook.com/notes/osmanli-devleti/amerikanin-vergi-verdi%C4%9Fi-tekdevlet-osmanli-devleti/97891467077 Ya da 5 Eylül 1795'te ABD ile Osmanlı
İmparatorluğu arasında imzalanan antlaşma,
http://www.turkiyeonline.com/yazilar/461/5-eyl%C3%BCl-1795-039-te-abd-ileosmanl%C4%B1-imparatorlu%C4%9Fu-aras%C4%B1nda-imzalanan-a/, En Son Erişim
Târihi: 21.08.2014 (Yale ünıversıtesinde yayınlanan Türkçe belgesinden…)
92
Denktaş R., KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı, Yeniçag Gazetesi, 01.08.2005 (Bu
yaşanmış hikâyeyi aktaran, sayın Dr. Ömer Musoglu 85 yaşındadır ve hâlen (2005)
İstanbul Moda`da oturmaktadır).
87
“Yeni gelmiş doktorlar hemen doğrudan hasta muâyenesine, tedâvisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuvarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam,
tahmînen yetmiş beş yaşlarında… „kan vereceğim kolunuzu
açar mısınız?‟ dedim.”
“Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım, baktım pazusunda Türk bayrağı dövmesi var. Çok
ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim: „Siz Türk müsünüz?‟
“Kaşlarını yukarıya kaldırarak „hayır‟ mânasına bir
işâret yaptı. Ama ben hâlâ merak ediyorum. „Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?‟
„Aldırma öylesine bir şey işte‟ dedi. Ben yine ısrarla:
„Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim Milletimin bayrağı, benim bayrağım...‟ Bu söz üzerine gözlerini
açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı hâlinde sordu: „Siz
Türk müsünüz?‟ Evet, Türk‟üm. İhtiyar gözlerime tanıdık
bir göz arıyor gibi baktı. Anlatmaya başladı:
„Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var. Türkiye‟de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzak‟larındandım. İngilizler
bizi toplayıp dediler ki:
„Barbar Türkler Hristiyan dünyâsını yakıp yıkacaklar.
Bütün dünyâ o barbarlara karşı cephe açmış durumda.
Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.‟
88
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına
katıldık.
“Beynimizi yıkayan İngiliz‟ler Türkler‟e karşı topladığı
askerlerin tamâmını Çanakkale`ye sevk ediyormuş... Bizi
gemilere doldurup Mısır`a getirdiler, orada birkaç ay tâlim
gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale`ye getirdiler.”
“Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki,
denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor,
gökyüzünde havâî fişekler geceyi gündüze çeviriyordu. Her
taarruzda bizden de Türkler‟den de yüzlerce insan hayâtının baharlarında can veriyorlardı.
“Fakat biz hepimiz Türkler‟deki gayret ve cesâreti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, onlara bu
cesâret ve kuvveti veren şey neydi?”
“İlk başlarda zannediyordum ki, İngilizler‟in bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar: Meğer
bu barbarlıktan değil, yüreklerindeki vatan sevgisinden
kaynaklanıyormuş…”
“Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi yine püskürtüyorlar.
Tekrar taarruz ediyoruz... Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim...”
89
“Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam! İngilizler bize
Türkler‟i barbar, vahşî kimseler olarak tanıttı ya... Ama
dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı
sarmışlar. İyice kendime gelince bu defâ çantalarında bulunan yiyeceklerinden ikram ettiler bana… İyi biliyorum ki,
onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu hâldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok oldum doğrusu!
Dedim ki kendi kendime: „Bu adamlar isteseler beni şu
anda öldürürler ama öldürmüyorlar, beni doyuruyorlar.
Veyâhut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni
cephenin gerisine götürdüler.‟
“Biz esirlere misâfir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla „Yazıklar olsun bana!‟ dedim. „Böyle asîl insanlarla
ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz
milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış!‟ diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki...”
“Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum
günlerce… Nihâyet bizi serbest bıraktılar. Memleketime
döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu
bayrağın esrârı bu işte...”
“Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam
etti: „Tâlihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzereyken
yaralarımı iyileştirerek sihhate kavuşmama çaba sarfeden
Türklerdi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine
iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi?”
90
Avustralya‟dan Amerika‟ya gelirken bir Türk‟le böyle
karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten
çok merhâmetli insanlarsınız! Bizi hep kandırmışlar, buna
bütün kalbimle inanıyorum.‟
Bu sözlerin ardından nemli gözlerle „Bana adınızı söyler misiniz?‟ dedi. „Ömer‟ cevâbını verdim. Merakla tekrar
sordu:
„Peki, niçin Ömer ismini vermişler sana?‟
„-Babam Müslümanların ikinci halîfesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş...‟
„-Senin adın Müslüman adı mı? Ben, „Evet, Müslüman
adı.‟ deyince, yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta
oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
“Senin adın güzelmiş... Benim adım şimdiye kadar „Josef Miller‟, şimdiden sonra „Anzaklı Ömer‟ olsun…” „Olsun!‟ dedim.”
“-Peki hekim! Beni Müslüman eder misin? Müslüman
olmak zor mu? Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti? Meğer o bunu hep düşünüyormuş da
kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş…”
„Tabiî‟ dedim. „Müslüman olmak çok kolay…‟ Sonra
kendisine îmanın ve İslâm`ın şartlarını anlattım, kabul etti.
91
Hem kelime-i şehâdet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı:
„Siz Müslümanlar tesbih çekersiniz, bana da bir tesbih
bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Tanrı‟yı
ansam olur mu?‟
“Bu sözden de anladım ki, dedelerimiz savaş esnâsında
Tanrı‟yı zikretmeyi ihmal etmiyorlarmış... Sonrasında bir
tesbih bularak kendisine getirdim.”
“Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de tedâvisiyle
ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samîmi bir şekilde
ricâ etti: Beni yalnız bırakma olur mu?”
“-Ne gibi Ömer amca?”
“-Ara sıra gel de bana İslâm‟ı anlat! Sen çok güzel
şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim
ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim
kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip
tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastânenin
genel hoparlöründen bir anons duydum:”
„Doktor Ömer, lütfen, 217 numaralı odaya gelin!‟
“Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda, gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde îmanıyla koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.”
92
“Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şehâdet
söylettim, o şekilde kucağımda rûhunu teslim etti...”
“Ne yalan söyleyeyim ağladım, ağladım...”
Türk olarak hasletlerimizi görüyorsunuz. Ne gariptir ki,
bugün Türkiyemiz‟de bu hasletlerin daha çok ilk plânda
Türklüğü, güyâ, savunanlarda kaybolmuş olduğunu görüyoruz.
Avrupalılar Bizi Neden Sevmezler?
Buna rağmen bugün Avrupalılar bizi neden sevmezler?
Bu sorunun cevâbını bir Alman‟dan öğrensek daha güzel olacak93:
“İstanbul Üniversitesi‟nde öğretim üyesi Alman asıllı
Prof. Naumark ile bir kısım talebesi, Bogaziçi‟nde geziye
çıkarlar. Talebelerden biri Prof. Naumark‟a şu soruyu sorar:
“Avrupa bizi neden sevmezler hocam?”
“Prof. Naumark şu cevâbı verir:”
93
Anonim, Avrupalılar Türk'leri Niçin Sevmez, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.webhatti.com/forum/konu/avrupalilar-turkleri-nicin-sevmez.19285/,
En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
93
“Çok samîmi olarak îtiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkler‟i sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı Hıristiyanlar‟ın hücrelerine sinmistir.”
“Sebeplerine gelince:”
“1. Müslüman olduğunuz için sevmezler. Ama faraza
lâik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak
bakmaya devam ederler.”
“2. Sizler farkında değilsiniz ama onlar şu gerçeğin
farkındadırlar: Târihten Türk çıkarılırsa târih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü târihlerin yeniden yazılmasi gerekir.”
“3. Avrupa‟nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa‟yı pazar
yapmaya başladınız.”
“4. En az 400 yıl Avrupa‟da sırtımızda ve ensemizde at
koşturdunuz.”
“5. Selçuklular Anadolu‟yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanlar‟ı Haçlı Ordusu‟na mezar ettiler.”
“6. Sizi silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hâkimiyet sağladılar. Önce ahlâkî değerlerinizi yıpratmaya başladılar. Giyiminizden yaşantınıza kadar... Sonra kendi içinizde sizi bölmeye başladılar. A-B-C-D gibi...”
94
“7. Selçuklu ve bilhassâ Osmanlı, İslâmiyet uğruna her
şeyini fedâ etmeseydiler, İslâmiyet bugün belki sâdece
Hicaz‟da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki Vehhâbiliği kuranlar da, ingiliz Dominyon Bakanlığı‟nın adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet‟‟i, sapık inançlara kanalize etti. Ama
Osmanlı, Asr-ı Saâdet‟i devam ettirdi.”
“8. Kilise size kin kusmaktadır. Ve sebepleri yukarıdadır.”
“9. Ben Türkiye‟ye geldiğimde 2 Üniversiteniz vardı,
şimdi 119 üniversite var. Osmanlı zamanında ise her yerde
bir medrese vardı, târihinize bakın her medresede bilim eğitimi vardı. İlk denizaltıyı Osmanlı‟nın yaptığını çoğunuz
bilmiyorsunuzdur belki de ama Avrupa bunu biliyor.”
“10. Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa‟nın refâhı ve medeniyeti yıkılır. Ama sizde bunun olması
bu şartlarda çok zor.”
“11. Yine sizler, Avrupa‟nın târihi düşmanısınız ve dâimâ düşman olarak kalacaksınız.”
Kur‟an‟a Gösterilen Saygı
Kur‟an‟a gösterilen saygı altı asırlık bir feyiz kaynağı
olmuştur.
Osman Gâzi, misâfir olduğu odada asılı duran Kur‟an‟a
duyduğu edep ve saygıdan dolayı, ayaklarını uzatarak yatağa yatmamıştır. Kur‟an‟a gösterdiği bu saygı sebebiyle
95
olmalı ki Allah (CC) onun kurduğu Osmanlı Devleti‟ni 6
asır payidar etmiş ve onun torunlarını da aynı ruhda dâim
kılmıştır.
Ertuğrul Bey‟in üç oğlundan birisi olan Osman Bey,
beyliğin başına geçtiginde, 23 yaşındaydı. Şeyhi
Edebali‟nin evinde misâfir olduğu bir sırada, onun yatmak
için gösterilen odada, Kur‟an-ı Kerîm‟i görünce, saygısından sabaha kadar yatağa yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdigi bildirilmektedir.
Bu durumdan çok memnun kalan şeyhi Edebali‟nin, onu kızı ile evlendirmiş olduğu ve ona hayır duâ ettiği birçok
kaynakta zikredilmektedir.
Osmanlı Devleti‟nin yıkılış nedenlerinden birinin de
son devirlerinde Osmanlı sultanlarının Avrupalılar gibi
yaşama özentisi içine girerek eski atalarının ihlâslı yollarından ayrıldıklarına ilişkin görüşlerin de olduğunu burada
belirtmekte fayda vardır.
Osman Bey zamânında yaşayan Silsile-i Sâdât-ı Nakşîbendiyye‟nin büyükleri, Silsile‟nin onbirinci ve onikinci
halkalarını teşkil eden Hâce Ârif Rivgirî (KS) ve Hâce
Mahmud İncir-i Fağnevî (KS) hazretleri‟ydi94.

KS kısaltması, “Kuddise Sırruh-Allah onun sırrını mukaddes etsin!” demektir..
F. Muhammed, Osman Gâzi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.enfal.de/ecdad72.htm, En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
94
96
Ġllâ Edeb!
“Edep ve terbiyenin oğluyum…”
Emevî Devleti‟nde kısa fakat Asr–ı Saâdet‟e benzeyen
bir idâre hayâtıyla, herkesi mest eden Halîfe Ömer bin
Abdülaziz, göreve ilk başladığında her taraftan akın akın
heyetler gelmişti. Hicaz heyeti temsilcisinin on, on bir yaşlarında bir çocuk olduğunu görünce, Halîfe, “Sen çekil de
yaşlı bir kimse gelsin!” demiş, buna çocuğun beklenmeyen
cevâbı şu olmuştur:
“Allah, Emirü‟l–Mü‟minîn‟e yardım etsin ve idâresini
kuvvetlendirsin! Kişi iki küçük parçası, kalbi ve dili ile insandır. Allah bir kuluna konuşma kâbiliyeti lütfetmişse, konuşmaya hak kazanmış demektir.”
“Eğer iş tamâmıyla yaşlılara mahsus olsaydı, bu ümmet içinde sizden daha yaşlıların halîfeliğe gelmesi gerekirdi.”
Bundan çok duygulanan Halîfe, bunun üzerine, nefsini
suçlayan (yeren) bir şiir okumuştur.
Bir başka yerde yine Ömer bin Abdülaziz bir çocuğa:
“Sen kimin oğlusun?” deyince, çocuk “Edep ve terbiyenin oğluyum efendim.” diyerek yaşından beklenmeyen
hakîmane bir cevap vermiş ve Halîfe de buna:
97
“Oh evlâdım, soyun ne güzel!” diyerek güzel bir karşılık vermiş ve şu şiiri okumuştur:
“Kimin oğlu olursan ol, edep öğrenmeğe bak!”
“Gerçek yiğit „ben buyum‟ diyendir95.‟
Edeb için ne mânâlı beyitler söylenmiş bir bilseniz!96
Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep
Her hüner makbul imiş illâ edeb, illâ edeb!
*
Setreder aybını insanın hep,
Ne güzel elbise imiş sevb–i edeb!
*
Edeb üzre olan fânî cihanda,
Muzaffer oldu hem bunda hem anda.
*
Edebdir tâc–ı rabbânî, komazlar her başa ânı
Olagör gayb–i rûhânî, edeb gözle edeb gözle...
Fânî Olmak
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟de kolayca fânî olmak için güzel örnekler ister misiniz?
95
Talay, A., Edep yahu!, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.yuzaki.com/content/view/1760/1/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
96
Talay, A., Edep yahu!, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.yuzaki.com/content/view/1760/1/ Ya da Uysal, A., Edep Bir Tac imiş,
Alındığı İnternet Elektronik Adresi, http://semerkanddergisi.com/edep-bir-tac-imis/ Ya
da Semazen, Alındığı İnternet Elektronik Adresi, http://www.semazen.net/sp.php?id=257,
En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.

sevb–i edeb=edep elbisesi.
98
İslâm Tasavvufu‟nu inceleyenler en sonunda şu karara
varmışlardır:
“İslâm‟ı zevk, huşû, maddî ve mânevî gark içinde yaşayarak Allah (CC) ve Peygamber (SAV) Efendimiz‟i en iyi
tanıyıp gerçeği görenler, tasavvufu tam mânâsıyla yaşayanlardır.”
Tasavvuf bir eğitim sistemi olup Nakşîbendiyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye, Çeşdiyye gibi, Tarikat adı verilen,
yolları vardır. Bunlardan ilmi esas alarak insanları kısa yoldan yetiştireni Nakşîbendiyye Tarikat‟ıdır. Bu da çeşitli kollara sâhip olup Anadolu‟da daha ziyâde onun Hâlidiye Kolu
yaygındır.
Burada örnek olarak alınan Nakşîbendiyye Tarikat‟ının
kurucusu Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Bahâüddîn Buharî
(KS) ile onun Hâlidiye Kolu‟nun kurucusu Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî (KS) Hazretleri‟ni n îtikat, ibâdet, kerâmet ve yaşayışlarının Kur‟an ve Sünnet‟e olan bağlılıklarına dikkatlerinizi yoğunlaştırmanızı tavsiye ediyorum.
Nakşîbendiyye Tarikatı‟ının „Altın Silsile‟si Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟den îtibâren şöyledir:
1. Hazret-i Muhammed Mustafâ (SAV)
2. Hazret-i Ebû Bekir-i Sıddîk (RA)
3. Hazret-i Selmân-ı Fârisî (RA)

KS kısaltması, “Kuddise Sırruh-Allah onun sırrını mukaddes etsin! Ya da
Kaddesallâhu Sırrahu-Allah sırrını kutsal (pak-temiz) kılsın” demektir..
99
4. Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekir es Sıddîk
(RhA)
5. Câfer-i Sâdık (RhA)
6. Bâyezîd-i Bistâmî (RhA)
7. Ebu‟l-Hasan-il Harkânî (RhA)
8. Ebû Aliyyini‟l Fârmedî (RhA)
9. Yûsuf Hemedânî (RhA)
10. Abdülhâlık-ı Gucdüvânî (RhA)
11. Ârif-i Revgirî (RhA)
12. Mahmud İncir-i Fağnevî (RhA)
13. Ali-i Râmitenî (RhA)
14. Muhammed Baba es-Semmâsî (RhA)
15. Emir Külâl (RhA)
16. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî
(RhA)
17. Alâeddîn Attâr (RhA)
18. Yâkûb-u Çerhî (RhA)
19. Ubeydullah-ı Ahrâr (RhA)
20. Muhammed Zâhid Parsâ (RhA)
21. Muhammed Derviş (RhA)
22. Hâcegî Muhammed Emkenekî (RhA)
23. Muhammed Bâki Billah (RhA)
24. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fâruk Serhendî (RhA)
25. Muhammed Ma‟sûm Serhendî (RhA)
26. Muhammed Seyfüddîn-i Serhendî (RhA)
27). Nur Muhammed Bedvânî (RhA)
28) Şemseddin Cân-ı Cânân Mazhâr (RhA)
29) Abdullah ed-Dehlevî (RhA)
30) Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (RhA)
31) Ahmed İbn-i Süleyman el-Ervâdî (RhA)
32) Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (RhA)
100
33) Kastamonu‟lu Hasan Hilmi (RhA)
34) Safranbolulu İsmâil Necâti (RhA)
35) Ömer Ziyâüddîn-i Dağıstânî (RhA)
36) Mustafa Feyzi İbn-i Abdullah Tekfurdaği (RhA)
37) Hacı Hasib bin Ali Es Serezî (RhA)
38) Abdülaziz Bekkine (RhA)
39) Mehmed Zâhid Kotku (RhA)
Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri‟nin yolunu
sürdüren özellikle iki kişi temâyüz etmiştir:
Bunlardan Mahmu Esat Coşan Efendi vefât etmiş olup
hayatta bu yolu hâlen Mustafa Cevat Akşit Hoca Efendi sürdürmektedir.
ġâh-ı NakĢîbend Muhammed Bahâüddîn Buharî
(KS)
Bahâüddîn veyâ Şâh-ı Nakşîbend, asıl ismi Muhammed
bin Muhammed olan Şâh-ı Nakşibend Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî (RhA)„in lâkablarıdır.
Allah‟ın (CC) sevgisini kalplere nakşettiğinden dolayı,
onun Nakşîbend lakâbı, „Nakşîbend‟ kelimesinden
gelmektedir. Nakışçı mânasına gelen NakĢîbend kelimesi,
nakş ve bend (bağ) kelimelerinden oluşmuştur.
Zikirden hâsıl olan tesir nakşa, zikir de bu tesiri tesbite
yarayan bağa benzetilmektedir. Kelimenin ayrıca müridin
101
şeyhe dâimâ ruh bağlılığını sağlayan râbıta ile de ilgisi vardır97.
Şâh-ı Nakşîbend, Milâdî 1318 (H.718) senesinde Buhârâ‟ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Ârifân‟da
doğmuştur. Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Bahâüddîn, Milâdî 1389 (H.791) yılında Kasr-ı Ârifân‟da Rebî‟ul-evvel ayının üçünde Pazartesi günü vefât etmiş ve kabri orada bulunmaktadır.
Şâh-ı Nakşîbend (RAh), bir Türk şehri olan Buhara‟da
doğduğuna göre, Türk ahlâkı ile yakından haşır-neşir olmuştur. O, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in soyundan
olup insanları Hak‟ka dâvet eden, „Altın Silsile‟nin on
altıncı halkasıdır; Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr Külâ‟in talebesidir.
Hâcelerin hâcesi Abdülhâlık Gocdüvanî (RhA) Hazretleri‟nin rûhâniyetlerinden de istifâde ederek “üveysî” olan
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, İslâm âlimlerinin en ünlülerinden olup tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır98.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, orta boylu, mübârek
yüzü değirmi olup, yanakları kırmızıya yakın idi. İki kaşı arası açık, gözleri sarı ile elâ renk karışımı olan kestâne renginde idi. Sakalının beyazı siyahından çok olan Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri ne hızlı, ne de yavaş yürürdü. Ko97
Risâle Ansiklopedisi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.angelfire.com/ns/nur/ansiklopedik.htm, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
98
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
1970.
102
nuşmaları Peygamber efendimizin konuşması gibi tâne tâne
idi. Konuştuğu kimseye yönünü dönerek konuşurdu, kahkaha ile gülmez, tebessüm ederdi. Her gün kendini yirmi kere
ölmüş farzederdi ve mezara konmuş olarak düşünürdü.
Kimseyi küçük ve hakîr görmez, dâimâ güler yüzle karşılar,
ancak celâllendiği zaman kaşlarını çatardı. Bu zamanda
heybetinden karşısında durulmazdı. Şemâili, görünüşü birçok bakımdan Resûlullah (SAV) Efendimiz‟e benzediği gibi, sözleri, işleri ve bütün hareketleri sünneti seniyeye uygun idi.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, o derece fakirdi ki,
evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek bir şey
bulunmadığından, eski bir kilim serip, namazı onun üzerinde kılarlardı. „İbâdet on kısımdır. Dokuzu helâl rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir.‟ hadîs-i
şerîfi gereğince, geçimlerine bir çekirdek bile haram karıştırmayan Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, kendilerinin ve
âile efrâdının helâl yemesine çok dikkat ederler, şüphelendiği herhangi bir şeyden uzak dururlardı.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, fakir olmalarına
rağmen, lütuf ve keremleri bol olup cömert idiler. Bir kimse
bir hediye getirse, mümkünse getirilen hediyenin iki misli
kıymetinde bir hediye verirlerdi. Tanıdığı veyâ tanımadığı
bir kimse evlerine ziyârete geldiğinde, onu güleryüzle karşılar, ona nezâketle yol gösterir, evde ne bulunursa ikrâm ederler, misâfirlerinin hizmetmetini bizzat kendiler yaparlardı.
103
Eğer ev soğuk olursa, kendi giyeceğini ve yatağını misâfirine taktim eder, misâfirin hayvanı varsa, hayvanın yemini ve suyunu bizzat kendisi verirdi. Nafakasını çalışarak
temin eder, bunun için eker, biçerdi. Bir mikdar arpa, biraz
da hayvan yemi eker, kaldırır; bununla geçinirdi. İşinde bizzat kendisi çalışır, bütün işlerini kendisi görürdü.
Zamânında âlim ve sâlih kimseler Şâh-ı Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin ziyâretlerine gelip hâlis ve helâl
yemek yiyelim diye onun yemeklerini yerlerdi. Her zaman
ve her işte sünnet-i seniyeye uyar ve bilhassâ yemek huşusunda Peygamber (SAV) Efendimiz‟e uymaya çok dikkat
ederlerdi.
Çoğu zaman ekmeği kendileri pişirir ve sofra hizmetini
kendileri yapardı. Yemek yerken,”Sofra başında kendinizi
Allah‟ın huzûrunda biliniz! O‟nun verdiği nîmeti yediğinizi
unutmayınız!” buyururlardı.
Cemâat ile toplu hâlde yemek yerken, içlerinden biri
gaflet ile ağzına bir lokma alsa, “Önündeki yemeği, Allah‟ın
huzûrunda olduğunu unutmadan ye! Allah‟ı hatırla! Başka
şeyler düşünme! Allah, sana senden yakındır. O‟nu düşün!”
buyururlardı. Bir yemek gafletle, öfkeyle veyâ zorla pişirilse,
o yemekten kendisi yemez, başkalarına da yedirmezlerdi.
Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Bahâüddîn Buharî (RhA), seyid idi ve zamanının kutbuydu.
104
Bir Emir
“Bahâüddîn‟e Uy!”
Âlimlerden biri, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin
talebelerinden bir grupla Irak‟a gitmişti. O anlatıyor:
Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid
Mahmut olan, mübârek bir kimsenin bulunduğunu ve
hocamızı çok sevenlerden olduğunu duyduk. Topluca onun
ziyâretine gidip hocamıza bağlılığının sebebini sorduk.
Dedi ki:
Resûlullah (SAV) Efendimiz‟i rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi. Yanında heybetli bir zât vardı. Ben, Resûlullah (SAV) Efendimiz‟e tevâzû ve edep ile yaklaşıp:
“Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamânınızda
ve huzûrunuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz saâdeti
kaçırdım, şimdi ne yapayım?” diye arz ettim.
Resûlullah (SAV) Efendimiz bana:
“Bereketime ve beni görmek fazîletine kavuşmak istersen, Bahâüddîn‟e uy!” buyurdular ve sonra yanında duran
mübârek zâtı işâret ettiler. Daha önce Bahâüddîn Buhârî‟yi
görmemiş idim.
Uyanınca, ismini ve şeklini, şemâilini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman sonra, bir manifaturacı dükkânında
105
oturuyordum. Nûrlu ve heybetli bir zât gördüm; geldi ve
dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simâyı hatırladım ve
birden etkilendim.
Kendimi toparlayınca, evime gelip şereflendirmesini
kendilerinden ricâ ettim. Kabûl buyurdular. Kalktık, o önde
ben arkalarında yürümeye başladık. Bizim eve gelinceye
kadar hiç dönüp bana bakmadı.
Ondan gördüğüm ilk kerâmet buydu: Çünkü o, bizim
evin nerede olduğunu, daha önceden bilmiyordu. Buna rağmen doğruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı. Elini uzatıp rafların birinden bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve “Bu kitâbın üzerine
ne yazdın?” buyurdular.
Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüyâ orada yazılı idi. Bu kerâmetlerinden, daha
ilk anda bende büyük bir hâl değişikliği hâsıl oldu. Kendime gelince, bana lutf ile muamele edip beni talebeliğe kabûl buyurdular ve kapısında hizmet edenlerin saâdeti ile şereflendirdiler.
İşte Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Bahâüddîn Buharî
(RhA) Hazretleri böyle bir velî ve mürşit idi.
“Bu Yavru, Büyük Bir Zât Olsa Gerektir”
Zamânının büyük velîlerinden Silsile‟nin 14. halkası
olan Muhammed Baba es-Semmâsî (RhA), henüz Muham-
106
med bin Muhammed doğmadan bir gün Kasr-ı Ârifân‟a
gelmiş…
Geldiğinde, “Burada bir büyük zâtın kokusu geliyor.
Burada büyük bir velî yetişecek, tarîkatın imâmı olacak99“
diyerek Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin geleceğini önceden talebelerine ve sevenlerine bildirmiştir. Bu durumu
daha sonra Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri‟ni babası şöyle anlatıyor:
Oğlum Bahâüddîn‟in doğmasından üç gün sonra, Hâce
Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA), bütün talebeleri ile Kasr-ı Ârifân‟a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet
beslerdim. Kasr-ı Ârifân‟a teşrif edince, yeni doğan oğlum
Bahâüddîn‟i alıp onun huzûruna götüreyim ve himmet ve
mânevî yardım isteyeyim, böylece feyze kavuşur dedim. Bu
niyetle Bahâüddîn‟i kucağıma alıp Hâce Muhammed Bâbâ
Semmâsî (RhA)‟in huzûruna götürdüm.
Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA), Bahâüddîn‟i
elimden alıp bağrına bastı ve “Bu yavru, benim oğlumdur.
Ben bunu, mânevî evlâtlığa kabûl ettim.” buyurdular. Sonra
yüzünü talebelerine çevirip aralarında en meşhûru ve daha
sonra Silsile‟nin 15. halkası olacak olan Seyyid Emîr Külâl(RhA)‟e şöyle dedi:
“Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor derdim.
Şimdi bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size
99
1970.
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
107
önce duyurduğum koku iyice arttı demiştim. Hakîkat şudur
ki, size bahsettiğim mübârek zât doğmuştur.”
“İşte o mübârek koku, bu melek yavrunun kokusudur.
Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir.” buyurdular100.”
Annesi de Bahâüddîn‟i şöyle anlatmıştır:
Oğlum Bahâüddîn dört yaşında iken, evimizde yavrulayacak bir inek vardı. Bahâüddîn, doğumuna bir müddet
daha olan bu ineği göstererek, “Öyle anlıyorum ki, bu inek
beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır” dedi. Birkaç ay sonra
inek, dediği gibi beyaz başlı bir buzağı doğurdu101.”
Bu sûretle Bahâüddîn, henüz daha üç günlük çocuk iken, zamânının en büyük evliyâ ve mürşid-i kâmili olan
Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA)‟in müjdesine, himmetine ve feyzine kavuşmuş oluyordu.
NakĢîbend Tarikatı‟nın Önemli Özelliği
Nakşîbend Tarikatı‟nda ilimsiz ilerleme olmaz,
İlmi olmayan bir insanla şeytan, bir çocuğun topla oynadığı gibi oynar. Bu yüzden, câhilin ibâdetinden büyük bir
kısmı boşa gider. Onun için, “Âlimin uykusu câhilin ibâdetinden hayırlıdır.” derler. Hz. Ali (RA) “Âlim ölse bile
yaşar, hâlbuki câhil yaşarken ölmüştür.” diyor.
100
. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
101
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
1970.
1970.
108
Dolayısıyla, Nakşî Tarikatı‟nda ilim öğrenmek, öğrenilen ilmi yaşamak esastır. İlimler arasında Kur‟an ve Sünnet
İlmi başta gelir. Bu nedenle, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin ilim tahsili Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî
(RhA) ile başlamış, yedişer sene Seyyid Emîr Külâl (RhA),
Mevlânâ Ârif Dikgerânî (RhA)‟in sohbetlerinde bulunmuş,
Kusam Şeyh (RhA) ve Halîl Atâ (RhA)‟in sohbetlerine devam etmiştir.
Ayrıca, Mevlânâ Bahâüddîn Kışlâkî (RhA)‟den hadîs
ilmini öğrenmiş, sonra Abdülhâlık Goncdüvânî (RhA)‟in
rûhâniyetinden feyz alarak102 “üveysi” lakâbını almıştır103.
Allah‟ın (CC) Rızâsının Önemi
Allah‟ın Rızâsını kazanan kimseye belâ gelmez
Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri anlatıyor104:
Çocukluktan bülûğ çağına kadar büyük hocam
Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA)‟in sohbetinde
bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada dedem beni
evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî‟yi
düğünüme dâvet etmek için beni Semmâs‟a gönderdi.
Semmâs‟a varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini
Tasavvufî İlim Rehberimiz, Şâh-ı Nakşibendi Hz. (K.S.) (1318-1389) Alındığı
İnternet Elektronik Adresi, http://hasaneyn.org/am-1/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
103
Üveysilik ve Şeyhlerin Seceresi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.yahyaefendi.com/default.aspx?durum=incele&id=712, En Son Erişim Târihi:
21.08.2014.
104
Tasavvufî İlim Rehberimiz, Şâh-ı Nakşibendi Hz. (K.S.) (1318-1389) Alındığı
İnternet Elektronik Adresi, http://hasaneyn.org/am-1/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
102
109
öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hâsıl
oldu ki, hocamın sohbetine devamlı olarak katılmaya can
atıyordum.
O gece kalbimdeki bu arzû ve istek ile gece yarısından
sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip iki
rekaat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ ettim.
Dilimden şu duâ çıktı:
“Allah‟ım, bana belâ yükünü çekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye tâkat, güç ver105.”
“Sabah olunca hocamın huzûruna vardım. Bana bakıp
gece olup bitenleri söyledikten sonra, „Evlâdım! Duâda, „Yâ
Rabbî! Râzı olduğun şeyi bu za-yıf ve güçsüz kuluna, fazlın
ve kereminle ihsân et!‟ demeli-dir. Çünkü Allah‟ın rızâsını
kazanan kimseye belâ gelmez.”
“Eğer Allah, hikmet-i ezelîsiyle sevdiği bir kuluna belâ
gönderirse, kendi inâyetiyle o kuluna kuvvet ve tahammül
ihsân eder ve o belâya tutulmasının hikmetini bildirir. Belâ
istemekte güçlük vardır106.‟ buyurdular.”
“Bu Ekmek Yolda Lâzım Olacaktır”
Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam,
sofrada bir somun ekmeği alıp bana verdi. Ekmeği
çekinerek aldım. Hocam bu çekingenliğimi görünce:
105
Tasavvufî İlim Rehberimiz, Şâh-ı Nakşibendi Hz. (K.S.) (1318-1389) Alındığı
İnternet Elektronik Adresi, http://hasaneyn.org/am-1/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
106
Tasavvufî İlim Rehberimiz, Şâh-ı Nakşibendi Hz. (K.S.) (1318-1389) Alındığı
İnternet Elektronik Adresi, http://hasaneyn.org/am-1/, En Son Erişim Târihi: 21.08.2014.
110
“Ekmeği almakta çekiniyorsun ama bu ekmek yolda lâzım olacaktır.” buyurdular. Nihâyet, dâvetimiz üzerine talebeleriyle birlikte hep berâber köyümüz Kasr-ı Ârifân‟a gitmek üzere yola koyulduk.
Ben, hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum zevkle dolup dolup taşıyordu. Kalbimde
hiçbir dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla çarpıyordu.
Allah (CC) sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı. Bu sırada kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam
hemen, „Kalbini ayrılıktan koru!‟ buyururlardı.
Hocamın kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim
daha da artıyordu. Yolumuz bir köye uğradı. O köyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine dâvet etti. Hocam
da bu dâveti kabûl etti.
Ev sâhibinin, mahcûbiyetinden, ızdırap içinde yüzü kızarıyordu. Bu hâlini gören hocam, o kişiye, „Senin ızdırabının sebebi nedir?‟ diye sordu. O da, „Efendim, size yemek
ikrâm etmek istiyorum fakat sütten başka bir şeyim yoktur.‟
dedi.
Bunun üzerine hocam bana, “Bahâüddîn, sana verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O ekmeği ver.” buyurdular.
Ekmeği çıkarıp verdim.
111
Ev sâhibi de sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte
batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerâmeti karşısında
hocamıza hayranlığımız arttı da arttı. Sonra kalkıp yolumuza devâm ettik107.
Ali Râmitenî (RhA)‟in Taç‟ı
Ali Râmitenî (RhA)‟in Taç‟ı Muhammed Bahâüddîn‟e
Verilmiştir
Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA) vefât edince, yerine
Seyyid Emîr Külâl (RhA) geçmitir. Dedesi, Muhammed
Bahâüddîn‟i Semerkand‟a götürmüş, orada bulunan büyük
âlim ve velîleri ziyâret ettirmiş, Bahâüddîn için duâ ve himmet istemiştir. Sonra Kasr-ı Ârifân‟a dönmüşlerdir.
O günlerde Ali Râmitenî (RhA)‟ten gelip, emâneten
saklanmakta olan silsilenin tâcı Muhammed Bahâüddîn
(RhA)‟e verilmiş, o anda Bahâüddîn‟in kalbi Allah‟ın (CC)
muhabbeti ile dolup dolup taşmıştır.
“Sizi Ġstenilen ġekilde YetiĢtirdim”
Bir gün Seyyid Emîr Külâl (RhA), Kasr-ı Ârifân‟a gelmiş, Muhammed Bahâüddîn (RhA)‟e çok iltifâtta bulunmuş, ona şöyle demiştir:
“Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, bana: „Oğlum Bahâüddîn‟in yetişmesi ile ilgilen! Ondan şefâatini esirgeme!
107
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
112
Eğer onun yetişmesinde kusûr edersen, sana hakkımı helâl
etmem.” buyurdu. Ben de bu vasiyeti üzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime söz verdim108.‟ demişlerdir.
“Bostânı Senin Ġçin Kuru Ettim”
Gerçekten Seyyid Emîr Külâl (RhA), Bahâüddîn Buhârî (RhA)in, yetişmesi için titizlikle meşgûl olmuş, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırmıştır. Hattâ bir gün ona
şöyle buyurmuşlardır:
“Yüce mürşidim Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî‟nin,
(RhA), sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim.
Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hâl bakımından, hem
de ilim bakımından yüksek bir himmete sâhip bulunuyorsun. Şimdi nereye gitmeyi arzû edersen gidebilirsin!109.”
“Her kimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve
istifâde etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin
ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hâl ve makamları size fazlasıyla verdim. Bostânı senin için kuru ettim110.”
“Yâni göğsümde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. Rûhâniyet kuşunu, dar nefis çerçevesinden olan insanlık yumurtasından çıkardım ama senin himmet kuşun,
108
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
109
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
110
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
113
yükseklerde uçuyor. Bunu da biliyorum. Şimdiden sonra icâzetlisin, müsâdelisin, izinlisin.111.”
Bilindiği gibi üstazlar genel olarak kendi müntesiplerinin başka tarikat ve dergâhlara gitmelerine müsaade etmezler. Bunun sebebi, dervişin kafası karışır, yol alamaz
endişesidir. Fakat Emîr Külâl (RhA), Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne, yeter derecede yetişmiş olması nedeniyle,
bu konuda:
“Şimdi nereye gitmeyi arzû edersen gidebilirsin! Her
kimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve istifâde etmek
husûsunda serbestsin.”diyerek izin vermiştir.
Nitekim Bahâüddîn Buhârî (RhA) Hazretleri, hocası Emir Külâl (RhA)‟in bu sözleri üzerine Mevlânâ Ârif (RhA)‟in sohbetine gidip yedi sene de onun yanında, sonra
Halîl Atâ (RhA)‟in yanına gidip on iki sene de onun sohbetinde bulunmuştur.
Bu arada iki kere hacca gitmiştir. İkinci haccında Herat‟a gidip Mevlânâ Zeynüddîn (RhA) ile üç gün sohbette
bulunmuşlardır.
İkinci hacca gidişinde Hicâz‟dan gelirken bir müddet
Merv şehrinde kaldıktan sonra Buhara‟ya dönüp oraya yerleşmiş ve Emîr Külâl (RhA)‟in vefâtından sonra insanlara
doğru yolu gösterip rehberlik vazîfesini tam anlamıyla ele
almıştır.
111
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
114
Türk Âlimleri‟nden Gelen Feyiz
Şâh-ı Nakşîbend, (RhA), bir rüyâsını şöyle anlatıyor:
Bir gece rüyâmda, Türk âlimlerinden Hakîm Atâ (RhA), beni yetiştirmesi için talebelerinden birine havâle etti.
Sâliha bir ninem var idi, rüyâmı ona anlattım.
Ninem:
“Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır.”
dedi. Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri (RhA) devamını şöyle anlatıyor:
Bunun üzerine rüyâda gördüğüm o dervişin sîmâsını
hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü bekledim.
Bir gün Buhara pazarında Hakîm Atâ (RhA)‟in rüyâmda beni yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği zât ile karşılaştım. Bu zatın İsmi Halîl Atâ (RhA) idi. Ben onu derhâl
hatırlayıp tanıdım. Fakat bir türlü yanına yaklaşıp sohbet edemedim.
Bundan dolayı, üzgün bir hâlde eve döndüm. Akşam bir
kimse evime gelip:
“Halîl Atâ (RhA) seni çağırıyor” dedi.
115
Bu habere çok sevindim ve bir mikdâr hediye bulup
hemen huzûrlarına gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana
çok iltifât etti.
Rüyâmı anlatmak isteyince, “Senin hâtırında olanı biz
biliyoruz, anlatmana gerek yok...” buyurdular.
Bundan sonra uzun zaman sohbetlerine devâm ettim.
Çok feyz alıp istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâünnehr Sultânı‟nın vefât etmesi üzerine, oranın halkı Halîl
Atâ (RhA)‟i sultanlık yapması için Buhara‟dan Mâverâünnehr‟e dâvet ettiler. Dâveti kabûl edince ben de kendileri
ile birlikte gittim. O tahta oturdu. Ben de hizmetlerine devâm ettim.
Kendilerinde çok kerâmetler görülüyordu. Bana şefkat
ve muhabbet gösterip beni yetiştirdiler. Böylece, orada altı
sene süren sultanlığı sırasında da kendilerine hizmetim devam etti. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vâkıf, işlerinde idâreci oldum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışır, hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük
âlim tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn köyüne yerleştim112.
“Delikanlı Sana Ekmek Vereyim”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, yine bir gün başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor:
112
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
116
Bende tasavvuf hallerinin görüldüğü ilk günlerde mibârek bir zât ile yakınlığım oldu. Bu zât bana, “Seni Hakk‟ın âşinâlarından görüyorum.” deyince, “Umarım ki, sizin
teveccühünüz ve yardımınızla âşinâlardan olurum!” dedim.
O zaman bana:
“Arzûlar karşısında nefsin ile ne hâldesin?” dedi. Ben
de “Bulursam şükrederim, bulamazsam sabrederim.” Dedim.
Onun üzerine:
“Bu kolay bir iştir! Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip
ekmek ve su vermeyeceksin ve nefsin itaatkâr olacak ki, seni
dinleyip boyun eğsin.” buyurdular.
Bunun üzerine o zâta yalvardım. Bu hâle kavuşmam
için teveccüh etmesini istedim. Buyurdular ki:
Nefsinin başkalarından ümitsiz ve yalnız kalacağı bir
sahrâya gideceksin, Allah‟a (CC) ibâdet ile meşgûl olacaksın ve orada üç gün kalacaksın, dördüncü gün târif edeceğim bir dağa gideceksin, karşına çıplak ata binmiş bir kimse
çıkacak... Ona selâm verip geç!
Üç adım geçtiğin zaman o sana:
“Ey genç! Dur sana ekmek vereyim.” diyecek... Sen hiç
aldırmayıp ekmeği almadan geçip gideceksin.
117
Bu zâtın emri üzerine, söylediği gibi, üç gün sahrâda
yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl oldum. Dördüncü gün târif
ettiği dağın eteğine gittim. Giderken, buyurduğu gibi, ata
binmiş bir zât karşıma çıktı. Selâm verip geçtim. Bana,
“Delikanlı sana ekmek vereyim.” dedi. Ben aslâ
aldırmadım ve ekmeği almadan geçip gittim.
Tasavvufta Hayvanlara Hizmet
Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye eden zâtın huzûruna gittim.
Bana:
“Bahâüddîn! Bundan sonra insanların hatır ve gönüllerini alıp düşkünlerin hizmetinde bulunup zayıflara ve gönlü kırık olanlara ikram ve hürmette bulunacaksın!”
“İlim öğrenme husûsunda gayret ederek kimsesizlere
yoldaş olup onlara karşı tevâzu göstereceksin!” buyurdular.
Bu zâtın bu emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman
bu yolda devâm ettim. Sonra tekrar huzûruna çıktım.
Buyurdu ki:
“Bahâüddîn! Bundan sonra da hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rab‟binin mahlûklarıdırlar.
118
Eğer yük çeken hayvanların vücûtlarında yara görürsen
tedâvi edeceksin!113“
Bu emre de uyarak çok gayret gösterdim. Yolda eğer önüme bir hayvan gelse, o geçinceye kadar dururdum. Hayvanın önüne geçmezdim ve geceleri izlerine yüzümü sürüp
Allah‟a (CC) yalvarırdım. Bütün bunlar, içimdeki nefis düşmanının kırılması, yola gelmesi için idi. Bu yedi sene sürdü.
“Bundan Sonra Yolların Hizmetiyle MeĢgûl Ol!”
Sonra tekrar o zâtın huzûruna gittim. Buyurdular ki:
Bahâüddîn! Bundan sonra yolların hizmetiyle meşgûl
ol! Yolları süpürüp temizle! Gelip geçenlere eziyet veren
şeyleri kaldır! İğrenç şeyleri yollardan alıp görünmez bir
yere at! Yollardan gelip geçenler zahmet çekmesinler ve rahatsız olmasınlar.”
O zâtın bu emrine de uyarak bir müddet de bu işlerle
meşgûl oldum. O zât ne emrettiyse büyük bir bağlılık ile
bunların hepsini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken,
Allah‟ın (CC) nice nîmetleri ve ihsânları bana verildi. Nefsim iyice ezilip yola geldi. Nefsâniyetten ve mâsivâdan, Allah‟tan (CC) başka herşeyden kurtulup, rûhâniyet derecesine eriştim. Bu sırada bana Allah‟dan (CC) pekçok sırlar tecellî etti114.
113
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
114
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
119
Abdülhâlık Goncdüvânî (RhA)‟in Nasîhati
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin ilk tasavvuf yıllarındaki hâllerini kendisinden dinleyelim:
Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp kararsız düştüğüm zamanlarda, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç büyük zâtın mezârlarını gördüm. Her birinin kabrinde yanmakta olan
birer kandil vardı. Kandillerin yağları ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı. O kandilleri olduğu gibi bırakıp
Hâce Muhammed Vasî (RhA)‟in kabrinin başına vardım.
Orada benim Hâce Ahmed Eçkarnevî (RhA) kabrine
gitmem istendi, öyle yaptım.
Kabrin başına, bellerinde kılıç takılı olan iki kişi geldi.
Beni tutarak bir hayvana bindirdiler. Hayvanın yönünü
Mezdâhin tarafına çevirip gittiler. Hayvan beni o gece
sabaha doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştırdı.
Burada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu.
Fakat bu kandil de sönük yanmaktaydı. Orada kıbleye karşı
dönüp oturdum.
Bu sırada bana kendimden geçme hâli geldi. O sırada
kıble tarafında bir duvar gördüm. Duvar yarıldı. Orada yeşil
örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu taht üzerinde bir zât oturmuş duruyordu. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat bulunuyordu. İçlerinde hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA)
120
de vardı. Sâdece onu tanıyordum. Diğerlerinin de vefât eden ve bu yolun büyükleri olduğunu anladım.
Fakat kürsünün üzerinde oturanı çok merak ediyordum.
Ben böyle düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten
biri bana şöyle dedi:
“Kürsü üzerinde oturan mübârek zât, Hâce Abdülhâlık
Goncdüvânî (RhA) Hazretleri‟dir. Etrâfındaki cemâat ise onun halîfeleri Hâce Ahmed Sıddîk (RhA), Hâce Evliyâ Gülân (RhA), Hâce Ârif Rîvegerî (RhA), Hâce Muhammed İncirfağnevî (RhA), Hâce Ali Râmitenî (RhA)‟dir.” dedi ve
sonunda hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA)‟i
göstererek:
“Bunu sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana tâc verdi. Kendisini tanıdın mı?” dedi.
“Evet, hocamı tanıdım fakat bıraktığı tâcın nerede olduğunu bilmiyorum.” dedim.
Adam:
“O senin evindedir. Onu sana kerâmet olarak verdiler
ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle belâ def edilir.”
şeklinde sevindirici bir cevap verdi.
Cemâatten bana dediler ki:
121
“Dikkat et! Kulak ver! Şimdi sana Abdülhâlık Goncdüvânî Hazretleri nasîhat edecek! O nasîhattan başka bir
şeyle Hak yolunda ilerlenemez!‟
Abdülhâlık Goncdüvânî (RhA) Hazretleri‟nin elini öpmek için izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım,
selâm vererek saygıyla elini öptüm. Sonra huzûrlarında edeble ayakta durdum.
Tasavvufda ilerlemek husûsunda bana buyurdular ki:
“Kabirlerin başında kandillerin sana öyle sönük gösterilmesi, senin bu yolda kâbiliyet sâhibi olduğuna alâmettir.
Fakat fitil gibi olan kâbiliyeti hareketlendirmek lâzımdır ki,
bu kâbiliyet ortaya çıksın, Hak‟kın gizli sırları sana açık olsun...”
“Her durumda dinimizin caddesinde yürümek, azîmet
ve sünnet-i seniye üzere olmak gerekir. Emirler ve yasaklar
husûsunda istikâmet üzere olacaksın! Bidatlardan ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın! Hadîs-i şerîfleri öğrenip amel edersin!”
Sonra cemâattan bana dediler ki:
“Yarın acele Nesef tarafına gideceksin! Seyyid Emîr
Külâl (RhA)‟in hizmetinde bulunacaksın! Oraya giderken
yolda ihtiyar bir zât ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir
çörek verecektir. Ekmeği al fakat onunla hiç konuşma!”
122
“O ihtiyârı geçtikten sonra bir kervana, sonra da ata
binmiş bir kimseye rastlayacaksın. O kimse senin önünde
tövbe edecek… Sen, onun evindeki mübârek tâcını al, Emîr
Külâl‟e götür!‟
Bu konuşmalardan sonra bendeki o hâl gitti, eski hâlime döndüm. Başında bulunduğum kabrin yanından derhal
ayrılıp Zeyvertûn tarafına doğru ilerledim. Evime ulaştım
ve bana bırakılmış olan tâcı aldım. Onu giyince hâlim çok
değişti, bambaşka bir hâle girdim.
Tâcı alarak yola çıktım. Sabah namazı vaktinde Mevlânâ Şemseddîn (RhA)‟in mescidine ulaştım. Sabah namazını orada kıldım.
O gün Eyne adındaki köyde kaldım. Ertesi gün Güneş
doğarken, Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, önceden büyüklerin söyledikleri gibi, bir ihtiyâra rastladım. İhtiyâr bana bir ekmek verdi. Ekmeği aldım fakat hiçbir şey söylemeden geçip gittim. Sonra bir kervana rastladım. Kervanın
başı bana:
“Ey yiğit, nereden geliyorsun?” deyince, “Eyne köyünden.” dedim.
Kervancılar ne zaman yola çıktığımı sordular. “Güneş
doğarken...” cevâbını verdim. Kervana rastladığım vakit
kuşluk vakti idi.
Kervandakiler bu sözümü işitince hayret edip:
123
“Eyne köyü buraya dört fersah, yaklaşık 24 km mesâfededir. Sabah vakti çıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra
gelinebilir.” dediler.
Kervanı da geçip gittim.
Kervanı geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Atlı bana:
„Sen kimsin? Seni görünce içime bir korku düştü.‟ dedi.
Ben de:
“Ben öyle bir kimseyim ki, sen benim önümde tövbe edeceksin!” dedim. O atlı yanıma gelerek tövbe etti. Atlının
şarap yüklü bir beygiri vardı. Beygirin üzerindeki şarabı yere döktü.
Atlıyı da geçip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında
bir köye uğradım. Seyyid Emîr Külâl (RhA)‟in orada olduğunu öğrendim. Hâcegân büyüklerinin mübârek tâcını çıkarıp kendilerine arz ettim. Seyyid Emîr Külâl (RhA), bir
müddet sükût ettikten sonra:
“Bu Tâc, Hâcegân büyüklerinin mübârek tâclarıdır.‟
buyurdular. “Evet, efendim.” dedim. Seyyid Emîr Külâl
Hazretleri (RhA) konuşmalarına devâm ederek:
“Bu Tâc-ı şerîfi almakta iki şart vardır. Birinci şart bunu korumak; ikincisi îcâbını yerine getirmek... Bu iki şart,
büyüklerin (Hâcegân‟ın) yolunda bulunmak ve bize hiz-
124
mettir. Bundan sonra ben de bu şartlara uymak üzere Tâcı
alıp kabûl ettim.” buyurdular115.”
Ġbretle Bakmak
İbretle bakan ve ibretle dinleyen kimse kurtuluşa yaklaşır.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri yine bir gün şöyle
anlatmıştır:
Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, iki
kişinin konuşup sohbet ettiklerini görsem, hemen gider onlara katılır, onları dinlerdim. Eğer Allah‟tan (CC) Resûlullah (SAV) Efendimiz‟den, Kur‟ân‟ı Kerîm‟den konuşup
hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur, ferahlık
duyar; boş şeyler konuşurlarsa, keder ve üzüntü duyarak
onlardan uzaklaşırdım.
Günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım bu
ilk günlerde, bir gün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanlar kumar oynuyorlardı. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, bunlar hiçbir şeyin farkında bile değillerdi, bir müddet oynamaya devâm ettiler.
Nihâyet, bunlardan birisi kaybettikçe kaybetti, neyi
varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyâlık neyi varsa
hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu:
115
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
125
“Bu kadar kaybıma rağmen, başımı dahî versem oyundan vazgeçmem!”
Kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyân görmesine rağmen, kumarbazın oyun oynamaya olan bu hırsı bana ibret
oldu. Bu manzara, bende öyle bir gayret hâsıl etti ki, Hak
yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, o günden
îtibâren tasavvuf yolundaki talebim her gün biraz daha artmaya başladı.
Allah‟a (CC) Dönme Zamânı
“Her şeyi bırakıp Allah‟a dönme zamânı gelmedi mi?”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, tövbe edip tasavvufa yönelişini şöyle anlatmaktadır:
Âileme ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve
muhabbetim çok fazla idi. Bir gün evimde otururken, âileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet gösterdim. Bu sırada âniden kulağıma gizli bir ses geldi. Seste:
“Her şeyi bırakıp Allah‟a dönme zamânı daha gelmedi
mi?” deniliyordu.
Bu sesi duyunca hâlim birden değişti. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip elbisemi
yıkadım ve gusül abdesti aldım. Sonra iki rekaat namaz
kılarak, bir daha günah işlememek üzere, tam bir tövbe yaptım. Her şeyden el çekip Allah‟a (CC) döndüm.
126
İnanınız ki, nice seneler sonra hâlâ o kıldığım iki rekât
namazı arzû ediyorum. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn
köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün câmisinde
kılıyordum.
Bir gün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Câminin, âlim ve takvâ sâhibi, bir imâmı
vardı. Bana:
“Ben seni, ibâdet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf
kıran imişsin!” dedi.
Buna karşılık ben de imama:
“Zât-ı âliniz, hakkımda böyle düşünüyorsunuz ama ben
yaldızlı ve parlak bir tuncum.” dedim.
Böyle deyince, imâm efendi şu beyti okuyarak cevap
verdi:
“Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir.”
İmamın bu sözü kalbime fazlasıyla tesir etti ve içime
öyle bir dert saldı ve beni öyle bir aşka düşürdü ki, bu aşk
beni kararsız bir hâle soktu.
Bu târihten sonra Allah (CC) bana lütuf ve kereminden
çok kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yo-
127
luma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece,
benim kendilerine uymam için çok uğraştılar.
Onlara tâbi olmak isterken, Allah‟ın (CC) yardımı ile
bir âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, “Allah‟ın açtığı kapıyı
kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez” dedim.
Bu söz, eski dostlarımda iyi bir tesir meydana getirdi,
benim bulunduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim
Allah‟dan (CC) başka her şeyi bırakıp Allah‟ın (CC) rızâsına kavuşmaktı. Allah‟a (CC) sonsuz hamdü senâlar olsun
ki, bana O‟nun yardımı erişti, böylece, Rab‟bım beni maksadıma kavuşturdu116.
Tasavvuf Yolunda…
“Bu alanda sarı yüz ve eski elbise ararlar”
Bir defâsında da Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri
şöyle anlatmıştır:
Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî (RhA)‟in emrettiği şeylerin hepsini
harfiyen yerine getirdim. Bunların fayda ve tesirlerini hemen gördüm. Hocam bana, Resûlullah (SAV) Efendimiz‟in
ve Eshâb-ı Kirâm‟ın yolunda bulunmamı söylemişti.
116
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
128
Ben bu vasiyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat
ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devâm ederek nasîhatlerini dinledim ve onların eserlerini okuyup bildirilenlere göre amel ettim. Allah‟ın (CC) ihsânıyla bunların
faydalarını gördüm.
Tasavvufta en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan
şey, Allah‟‟a cân-ü gönülden, kendinden geçerek duâ ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allah‟ın (CC) rızâsını istemek,
nefsi ezerek onu mağlubetmektir.
İşte bizi bunun için bu kapıdan içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk.
Bu alanda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Burası atlas
ve ipeğin pazarı değildir. Bir sâlik, hakîkat yolunda kendi
nefsini Firavun‟un nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini
onun nefsinden yüz bin defâ daha aşağı görmelidir. Eğer
böyle olmazsa, o sâlik, hakîkat yolunun ehli olamaz.
Bu yolda yokluk (mahfiyet) nefsi temizlemek, kolay değildir, ama bu, maksada ulaşmak için bir ipucunu meydana
getirir.
İşte ben de bunun için, nefsimi kâinâttaki her şey ve
varlıkların her tabakasıyla karşılaştırıp bu yolda yürüdüm;
her şeyi, her varlığı, her mahlûku nefsimden daha üstün ve
daha hoş gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası
temizledi. Sonunda kâinâtta ne varsa hepsi bana fayda
verdi.
129
Fakat nefsimden hiçbir fayda görmedim. Dolayısıyla,
nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu terbiye etmeseydim ve kendi isteğimle başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları dokunacaktı.
Teveccüh
“Evliyâ-i Kirâm‟ın rûhlarına teveccüh ediyor, hepsinin
rûhâniyetlerinin eserini görüyordum”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, yine şöyle anlatıyor.
Gençliğimde Allah‟a (CC) yalvarıp:
“Yâ Rabbî! Bana yardımını ihsân et! Bu yolun ağırlığını çekmeye kuvvet ver. Bu yolda ne kadar riyâzet, nefsin
isteklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediği ne
varsa yapayım!” diye duâ ettim.
Allah (CC) duâmı kabul edip bana öyle bir güç, kuvvet
ve kudret verdi ki, bu yolun ne kadar zahmet ve güçlük
varsa hepsine dayandım. Ne yapmak lâzımsa Allah‟a (CC)
hamd olsun, hepsini yaptım.
Şimdi bu yaşlı hâlimde, riyâzetten ve nefsimle mücâdele etmekten kurtulmuş bulunuyorum. Büyüklerin ruhları-
130
na teveccüh ediyor, hepsinin rûhâniyetlerinin eserlerini hissediyorum117.
Ölü Kalplerin Ġlâcı
O, ölü kalbleri diriltmiştir.
Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri (RhA), öyle bir şekilde yetişti ki, irşâd dünyâsı onunla süslendi. O, ucu bucağı bulunmayan bir ilim ve irfan ve fazîlet denizi oldu. Her nerede
cehâlet karanlığı varsa, onu nurları ile örttü.
Kimin gönlüne bir şüphe düştüyse, tasarruflarıyla onu
giderdi. İnsanlara nice işâretler, kerâmetler gösterdi, ölü
kalbleri diriltti. Ruhlara kuvvet vererek onları hayâta kavuşturdu. Pekçok kerâmetler gösterdi. Ünü bütün dünyâyı doldurdu. Dünyâ onun sevinciyle doldu. Kisrâlar, kırallar ve
sultanlar onun karşısında edeple durdular.
Çöldeki vahşî hayvanlar bile duyarak ondan yardım
istemeye geldiler. İşte onun kitapları dolduran kerâmetlerinden ve menkıbelerinden bir kaçını daha burada arz ediyorum:
Rahmet Duâsı
“Üzülmesinler, Allah onlara yağmur gönderecek…”
117
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
131
Bir defâsında Nesef‟te büyük bir kuraklık oldu, sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk,
günlerce yağmur bekledi ise de bir damla bile yağmur
düşmedi.
Nesef halkı, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin duâsını almak için aralarından birini huzûrlarına gönderdiler.
O da gelip durumu Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nearz
etti:
“Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzûn ve kederlidir!”, dedi. Bunun üzerine, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurdular ki:
“Üzülmesinler, Allah onlara yağmur gönderecek...”
Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Nesef‟e yağmur
yağmaya başladı. Bu durum, bir gün ve bir gece devâm etti.
Kuraklık kalkıp her tarafa bolluk oldu.
Sabrın Rolü
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin bir talebesi şöyle anlatmıştır:
Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhara‟ya
geldim. Âlimlerin derslerine devâm ettim. Sonra içime Kâbe‟yi ziyâret etme arzûsu düştü. Mekke‟ye giderek Kâbe‟yi
ziyâret etmek şerefine kavuştum.
132
Sonra Buhara‟ya döndüm. Ama nefsim çok azgındı, eşkıyâlık yapacak kadar kötü bir hâlde idi. Ben bu hâlde iken,
bu hâl beni ister istemez, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin huzûruna sürükledi.
Hoca Efendi, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin etkisinden şaşırdım, istemeyerek bağırdım. Nakşîbend Hazretleri, bu hâlime öfkelenip “Sus!” dedi.
Sonra da:
“Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin
tamâm olurdu!” buyurdu.
Suyun Üzerinde Yürümek
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerinden
Şeyh Ömer Taşkentî (RhA) şöyle anlatmıştır. Benim, Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne olan sevgim ve ona talebe
olmam şöyle olmuştur:
Önce Taşkent‟te Hoca Efendi‟nin talebelerinden bir
kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, onların hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin fazîletini ve hâllerini anlatırlardı.
Böylece, görmediğim hâlde içimde ona karşı bir sevgi doğmuştu.
Bir gün Taşkent‟teki talebelerinden birinin evine gittim. Ev sâhibi, hocasını hatırlıyor ve ona râbıta ediyordu.
133
Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri gözüme göründü ve kulağıma:
“Senin Horasan‟a gitmen gerekir.” dedi.
Heyecanlandım ve yemekten sonra Horasan‟a gitmek
üzere hemen yola çıktım. Horasan‟a, oradan da Nakşîbend
(RhA) Hazretleri‟nin yakın talebelerinden Mevlânâ Celâleddîn (RhA)‟in bulunduğu yere ulaştım. Evine varıp kapıda durdum; kendisi tarafından çağrılmamı bekledim.
Bir saat sonra Mevlânâ Hazretleri‟nin evinden bir cemâat çıktı. Daha sonra Mevlânâ Celâleddîn (RhA)‟in beni
çağırıp huzûruna kabûl ettiler ve:
“Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Ama
seninle başbaşa görüşmek istediğim için seni beklettim.”
dedi. Bundan sonra hâlimi ona anlattım, çok ağladım, yardımcı olmasını istedim.
Yemin ederek bana dedi ki:
“Bahâüddîn Buhârî sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun.”
Sonra Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin fazîletinden, menkıbelerinden bahsettiler, huzûruna kavuşmam
için hemen yola çıkmamı istediler. Bu arada yolculukta
başıma bâzı hâdiselerin geleceğini de imâ ettiler.
134
Derhâl Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da
Horasan‟a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi
bir müddet yol aldıktan sonra sabah namazının vakti girdi.
Gemide bir ezân okudum ama hiç bir yolcu namaza kalkmadı. Bu duruma üzülüp onlara nasîhat ettim, ama bana
kızdılar.
Bu durum karşısında bende öyle bir hâl oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzattım, gemiden ayrıldım, fakat batmadım, suyun üzerinde yürümeye
başladım. Gemidekiler bu hâlimi görünce bu sefer ağlamaya başladılar:
“Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız!” dediler.
Bunun üzerine tekrar gemiye bindim. Sabah namazını
gemideki yolcular ile cemaat yaparak kıldık. Bir müddet
yolculuktan sonra Âmûre kalesine vardık. Orada da acâyib
hâdiselerle karşılaştım.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne ilticâ ederek
Şîrmüşter denilen bir dergâha vardım. Sonra yola devâm
ettim, bir kervana rastladım. Orada bana:
“Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür, yolunu şaşırırsın. Burada dur, şâyet yola devâm edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve
helâk olursun!” dediler.
Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime:
135
“Ben, Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri‟nin huzûruna gitmek
üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup hak yola gireceğim için bana tehlike gelmez!” dedim ve çöle dalıp yürümeye başladım118.
“Divâne Dâvûd Geliyor”
Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım.
Kendi kendime bâzı nefis yemekleri düşünerek:
“Âh o yiyecekler olsa da yesem!” dedim. Ben böyle
düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi; üzerinde aklımdan geçen yemekler vardı. Bu durum karşısında
hâlim çok değişti. Ağlamaya başladım:
“Ey Allah‟ım, senin rızânı arayan kimseye her ne lâzım
olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızândan başka bir
şey aslâ taleb etmeyeceğim!” dedim.
O yemekleri yiyip çölde yola devâm ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı. Beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. Kendi kendime:
“Eğer bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmi isem, ceylanlar benden kaçmazlar.” dedim.
Böyle der demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başlamasınlar mı? Bu durum karşısında hâ118
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
136
lim daha da değişti ve çok ağladım. Şâh-ı Nakşîbend (RhA)
Hazretleri‟ne karşı sevgim o kadar çok arttı ki, huzûruna
bir an evvel varmak için kanım kaynıyordu.
Ehan denilen yere vardığım zaman, yine Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs‟a vardım. Kendi kendime:
“Her yerde Allah‟ın dostları, sevgili kulları bulunur.
Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu
şehre girmeyeyim.” dedim.
Ben böyle düşünürken, karşıma dîvâne hâlde bir kimse
çıktı. Halk onu görünce; “Divâne Dâvûd geliyor!” diyerek
kaçıştılar.
Bu zat benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp „Selâmün aleyküm‟ diyerek selâm verdim. O da „Ve aleykesselâm...‟ deyip selâmımı aldı ve “Hoş geldin Türkistanlı
derviş!” dedi; beni yanına yaklaştırıp koynundan bir ekmek
çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana verdi ve:
“Ey derviş! Bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu
mülkün yarısını da sana verdim!” dedi.
Bu olaydan sonra Serahs şehrine vardım. Çarşıya girince, bir başka divâne gördüm. Çocuklar onu taşa tutuyorlardı. “Bu divânenin adı nedir?” diye sordum. ”Câvadâr‟dır. Bu beldenin divânelerindendir.” dediler. Kendi
kendime, “Bundan da izin alayım.” diye düşündüm. Bir
137
taraftan da çocuklar onu taşlıyorlardı. Bu sırada bir ara Câvadâr bana bakarak:
“Ey Türkistanlı derviş! Söz divâne Dâvûd‟un söylediği
gibidir!” diyerek ilk karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işâret etti. Bu durumda da bende güzel
bir hâl meydana geldi. Yemek yemek istedim ve:
“Her hâlde bu şehirde Hoca Efendi‟nin sevenlerinden
bir kimse bulunur ve ilk lokmayı onun elinden yerim.” Dedim. Tam bu sırada yanıma biri gelerek:
“Ben Hoca Efendi‟nin hizmetçilerindenim. Evime buyur!” demesin mi? O zat beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi.
Sonra bana, „Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan burayı teşrif edecekler. Burayı
teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır.‟ dedi.
Ömür Denen ġey
“Şimdiye kadar geçen ömrü zâyi etmişim.”
Birkaç gün sonra Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin orayı teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere hep birlikte derhâl dışarı çıktık. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir eşek üzerinde ve etrâfında talebeleri olduğu hâlde, teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler.
Ziyâretinde burada o kadar insan toplanmıştı ki, kalaba-
138
lıktan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime:
“Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım.
Acabâ, bana neden hiç iltifât etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım!” diye düşündüm.
Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, eşekten indiler ve yanına yaklaşmamı istediler.
Bana:
“Hoş geldin ey Taşkentli Derviş Ömer! Yanlış anlama!
Daha sen buraya geldiğin saatte haberdâr oldum. Şimdi şu
gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgûlüm.‟ buyurdular.
Sonra eve gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzurlarına kabûl ederek:
“Başından geçen hâdiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne
sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer
hâdiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu.” buyurdular.
Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda
bulundular ki, bambaşka bir hâle girip çok ağladım. Hoca
Efendi, “Niçin ağlıyorsun?” diye sordu.
Ben de:
139
“Şimdiye kadar geçen ömrü zâyi etmişim!” dedim. Hoca Efendi ise:
“Öyle söyleme! Yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin! Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür.” buyurdular.
Sonra:
“Şimdi sen, bulunduğun hâli mi, yoksa geçen hâlini mi
istersin?” diye sordu.
Ben de, “Bu hâlimi isterim.” dedim. Bunun üzerine,
“Bu iş tâbi olmadan olmaz.” buyurdular. “Ne işâret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm!” dedim.
Ben böyle deyince; „Huyunuz mübârek olsun!‟ dediler119.”
Ey âşık! Bu yolun duygularını Yûnus ne güzel dile
getirmiştir:
Canlar canını buldum,
Bu canım yağma olsun.
Azzı ziyandan geçtim.
Dükkânım yağma olsun!
Ben benliğimden geçtim,
119
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
140
Gözüm hicâbın açtım,
Dost vaslına eriştim,
Günâhım yağma olsun!
İkilikten usandım,
Birlik hanına kandım,
Derdi şarâbın içtim,
Dermanım yağma olsun!
Varlık çün sefer kıldı
Dost andan bize geldi,
Vîran gönül nûr doldu,
Cihanım yağma olsun!
Geçtim bitmez sağınçtan,
Usandım yâz u kıştan,
Bostanlar başın buldum,
Bostanım yağma olsun!
Yûnus ne hoş demişsin,
Bal u şeker yemişsin,
Ballar balını buldum,
Kovanım yağma olsun!
***
Ben yürürem yana yana,
Aşk boyadı beni kana,
Ne âkilem ne divâne,
Gel gör beni aşk neyledi.
Gâh eserem yeller gibi,
Gâh tozaram yollar gibi,
141
Gâh akaram seller gibi,
Gel gör beni aşk neyledi.
Akan sulayın çağlaram,
Dertli ciğerem dağlaram.
Şeyhim anûban ağlaram,
Gel gör beni aşk neyledi.
Ya elim al kaldır beni,
Ya vaslına erdir beni,
Çok ağladım güldür beni,
Gel gör beni aşk neyledi.
Mecnun oluban yürürem,
Ol yâri düşte görürem,
Uyanıp melûl oluram,
Gel gör beni aşk neyledi.
Miskin Yûnus biçâreyim,
Baştan aşağı yâreyim,
Dost ilinden avâreyim,
Gel gör beni aşk neyledi.
Kur‟ân‟ı Kerîm Okumak
Şâh-ı Nakşîbend (RhA), Hazretleri‟nin talebelerinden
Emîr Hüseyin (RhA) de birgün şöyle anlatmıştır:
Benim evim Kasr-ı Ârifân‟da idi. Yirmi yaşına kadar
çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyâzdan haberim yoktu. Yiyip içip yatıyor, tam gençlik cehâleti içinde bulunu-
142
yordum. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, câmiye giderken gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi.
Nihâyet, bir gece rüyâmda onu gördüm. Mübârek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı.
Âniden Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri evime geldi. Bana dediler ki.
“Aynayı sana kim verdi?” Ben de “Siz verdiniz efendim.” dedim. Bunun üzerine Hoca Efendi, “Niçin namaz
kılıp, Kur‟ân‟ı Kerîm okumazsın?” dediler. “Kur‟ân‟ı Kerîm okumayı bilmiyorum.” diye cevap verdim. “Ben sana
namazı ve Kur‟ân‟ı Kerîm‟i öğretirim.” buyurdular.
Bundan sonra beni yetiştirip terbiye ettiler. Beni pek
çok ihsâna ve nîmete gark ettiler.
ġeyh ġâdî‟den Bir Anı
“Bu Altın Haramdır”
Şeyh Şâdî, Kasr-ı Ârifân‟a gelip Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin huzûruna girerek, ziyâretlerine gelmekte
kusûr ettiğini söyleyip şeyhin kendisini affetmelerini istedi.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri ona şaka yollu:
“Bedâva özür kabûl edilmez.” buyurdular120. Şeyh Şâdî:
120
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
143
“Bir öküzüm vardır, onu size vereyim.” dedi.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri:
“Onu kabûl etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri
biriktirip duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir.” buyurdular.
Şeyh Şâdî:
“Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl
bildiler?” diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip
altınlarını getirdi. Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin önüne
koydu. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, altınları sayıp içinden bir tânesini ayırdı, diğerlerini Şeyh Şâdî‟ye geri verirken:
“Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın
mahsûlü Allah‟ın kullarına dağıt!” buyurdu ve sonra ayırdığı bir altını göstererek, “Bu altın haramdır 121“ dediler.
Daha sonra arkadaşları Şeyh Şâdî‟ye:
“Hâce‟nin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?” diye
sordular:
“Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, tanıyıp ona talebe
olmadan önce bir kumarda kazanmıştım”, dedi122.
121
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
144
Bir Îkaz
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, talebelerinden birini
bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek
için bir ağacın gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu geldi,
orada uyuya kaldı. Uyur uyumaz rüyâsında hocası Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ni gördü.
Hoca Efendi, elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp, “Uyan,
kalk! Burası uyuyacak yer değildir.” dediler. Bunun üzerine
hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Birden, iki
kurdun kendisine doğru yaklaştığını ve hücûm etmek üzere
olduklarını görmesin mi?
Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devâm etti. Kasr-ı Ârifân‟a varınca, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca Hoca Efendi, “Hiç öyle korkulu ve tehlikeli yerlerde
istirahat edilir mi?” buyurmuşlardır.
Teslîmiyet
Teslîmiyetin bir ölçüsü de söz dinlemektir
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir gün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan
122
1970.
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
145
talebelerinden Emîr Hüseyin (RhA)‟e, “Kendini bu suya
at!” buyurdular123.
Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyin (RhA), hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. Şâh-ı Nakşîbend (RhA)
Hazretleri, “Ey Emîr Hüseyin, çık gel!” deyince Emîr Hüseyin (RhA), derhâl sudan dışarı çıktı.
Emîr Hüseyin (RhA)‟in elbisesinde en ufak bir ıslaklık
yoktu.
Nakşîbend Hazretleri (RhA) ona:
“Ey Emîr Hüseyin, kendini suya atınca ne gördün?”
diye sordu.
Emîr Hüseyin (RhA) dedi ki:
“Emriniz üzerine kendimi size fedâ ederek suya atınca,
bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, kendimi birden bire gâyet
güzel döşenmiş bir odada buldum.”
“Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada zâtı
âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz. İşte bu kapıdan
çık buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan
çıktım. İşte huzûrunuza geldim.” dedi.
123
1970.
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
146
Bugünün dervişlerinin böyle bir sınavı kaybedeceklerini bildikleri için günümüzdeki büyükler, merhâmetlerinden kimseyi böyle bir imtihana çekmiyorlar.
Ġnatçılığın Faturası
İnatçılığın faturası ağırdır.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne bir gün hediye olarak bir miktar balık getirilmişti. Balığın getirildiği sırada,
o mecliste hazır bulunan talebeleri ile berâber balığı yemek
arzû ettiler. Bunun üzerine balık hazırlanıp sofra kuruldu.
Talebeler, Nakşîbend (RhA) Hazretleri ile birlikte sofraya
oturdular. İçlerinden biri, gelip sofraya oturmadı.
Nakşîbend (RhA) Hazretleri ona:
“Niçin gelip oturmuyorsun?” dediler. O da oruçluyum
diyerek nâfile oruç tuttuğunu bildirdi. Nakşîbend (RhA)
Hazretleri ona:
“Gel bize uy!” dedi. Fakat o zat gelmedi. Nakşîbend
(RhA) Hazretleri tekrar ona:
“Gel bize uy! Sana Ramazan günlerinden bir günde tutulan oruç sevâbı kadar hediye edeyim.”dedi.
Fakat o kimse söz tutmayıp inadında ısrâr etti. Bunun
üzerine Nakşîbend (RhA) Hazretleri talebelerine:
147
“Bu adam, Allah‟tan uzaktır. Siz onu terkediniz.” Buyurdular.
Sanma Şâhım Herkesi sen
Sâdıkâne Yâr olur,
Herkesi sen
Dost mu sandın, Belki ol
Sâdıkâne
Belki Ol
Yâr olur,
Ağyâr olur,
Âlemde
Ağyâr olur,
Dîdâr olur,
Dîdâr olur, Serdâr olur.
O oruçlu kimse, son derece zâhid bir kimse idi. Fakat
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin sözüne peki demeyip muhâlefet göstermesi sebebiyle, zâhidliğini kaybetti, ne namaz, ne niyaz kaldı. Tamâmen, dünyâya tapmaya başladı ve
felâkete düştü.
Evliyâ‟nın Denenmesi Konusu
“Allah‟ın evliyâ kulunu, bir kimsenin denemesi uygun
değildir”
“Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir gün Buhara‟nın bir
köyüne gitmişti. Şeyh Hüsrev adında bir zâtın evinde misâfir oldu. O akşam Şeyh Hüsrev, o köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine dâvet etti. Hep birlikte yemek
yediler.
Yemekten sonra Nakşîbend (RhA) Hazretleri, ev sâhibi
Şeyh Hüsrev‟e: “Git kapıya bak kim var?” buyurdular. Ev

Yavuz Sultan Selim Han‟ın bu dörtlüğünde soldan sağa doğru olan her bir ayrı
fontun yukarıdan aşağıya doğru olan her bir satırın aynı olduğuna da dikkat ediniz.
148
sâhibi gidip baktı ki, köy halkından Yûsuf adında biri, bir
kap içinde armut getirmiş kapıda bekliyordu. İçeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip elindeki armut dolu kabı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin önüne koydu.
“Bu armutları nereden aldın?” dediler. O da aldığı yeri
söyledi. Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir müddet sustu,
sonra ev sâhibine bir kap getirip armutları içine koymasını
söyledi. Ev sâhibi armutları büyük bir kaba boşaltıp ortaya
koydu. Nakşîbend (RhA) Hazretleri, armutlardan birini alıp
getiren kimseye verdi. Sonra diğer armutların orada bulunanlara dağıtılmasını emretti. Dağıtıldıktan sonra:
“Hiç kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin!” buyurdu. Sonra armutları getiren Yûsuf adlı köylüye
dönüp:
“Armutları getirmekteki maksadın nedir bilir misin?”
dedi. Getiren kimse; “Efendim, bana köyümüze keşf ve kerâmet sâhibi bir zât geldi dediler. Ben de sizi görmekle şereflenmek için, bu armutları satın alıp size hediye getirdim.
Fakat küstahlık edip armutların içinden birine bir işâret
koydum ve en alta yerleştirdim. Eğer o zât evliyâ ise, bu
armudu bulup bana verir diye düşündüm.” dedi.
O zaman Nakşîbend (RhA) Hazretleri, “Öyleyse elindeki armuda bak, o işâret koyduğun armut mu?” buyurdu.
“Evet efendim. O armuttur!” dedi.
Bundan sonra Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurdular
ki:
149
“Allah‟ın evliyâ bir kulunu, bir kimsenin denemesi
uygun değildir. Fakat işâretlediğin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalır ve çok zarar görürdün! Resûlullah Efendimiz‟in bildirdiği yolda bulunan kimseyi imtihâna hâcet yoktur!”
Armutları getiren kimse, yaptığı işten çok pişmân olup,
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nden af ve özür diledi124.
Hasislik Ve Cimrilik
“Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iğrenç bir
sıfattır”
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerinden biri
şöyle anlatmıştır:
“Semerkant‟ta oturuyordum. Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin keşf ve kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu duyunca, ona karşı muhabbetim iyice arttı. Sabrım kalmadı ve
sohbetine kavuşmak için Buhara‟ya gitmeye karar verdim.
Yola çıkarken annem hırkamın bir yerine harçlık olarak
dört altın dikti.”
“Buhara‟ya varınca, Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin
sohbetine katıldım. Sohbeti sırasında beni öyle bir hâl kapladı ki, sabrım kalmadı. Orada bulunanlardan birine, beni
talebeliğe kabûl etmesini Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne
124
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
150
söylemesi için ricâ ettim. Durumumu arz edince, bana çok
iltifât edip, kabûl ederiz fakat senden altın alırız buyurdu:
“Ben fakirim, altınım yoktur.” dedim. Talebelerine dönüp:
“Bunun hırkası içinde dört altını var, yok diyor.” dedi.
“Nakşîbend (RhA) Hazretleri bunu söyleyince, hayretler içinde kaldım. Hemen hırkamı söküp, içindeki dört
altını çıkarıp önlerine koydum. O mecliste bir çocuk vardı.
Nakşîbend (RhA) Hazretleri, talebelerinden birine: „Al şu
altınları bu çocuğa ver.‟ buyurdu. O talebe alıp çocuğa
verdi. Fakat çocuk almadı. Çok ısrar etmelerine rağmen
kabûl etmedi. Altınları tekrar bana verdiler. Çok utanıp
mahcup oldum.”
“Bu hâdiseden sonra, Nakşîbend (RhA) Hazretleri, talebeleri ile birlikte başka bir köye gitmek üzere yola çıktı.
Ben de onlara katıldım. O köyde büyük bir sohbet meclisi
kuruldu. Bir ara talebeleri, beni de talebeliğe kabûl etmesini arzettiler. Bu sefer yanımdaki altınları, o mecliste bulunan başka bir çocuğa vermemi söylediler. Verdim fakat o
da almadı. O kadar mahcup oldum ki, utancımdan yerin dibine girecektim. Talebeleri, beni talebeliğe kabûl buyurmaları için bir daha arz ettiler. O zaman buyurdu ki:
„Hasislik, cimrilik, herkes için sevimsiz ve iğrenç bir sıfattır. Bilhassâ Hak yolunda ilerlemek isteyen bir kimsenin
hasislik etmesi çok kötü bir huydur.‟ Bundan sonra beni de
talebeliğe kabûl ettiler. Beni irşâd ederek, dünyâ sevgisini
151
kalbimden çıkardılar. Hamdolsun tevekkül sıfatı böylece
kalbime yerleşti125“.
Uçan Talebe
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerinden biri, bir
yere gitmek istediği zaman kerâmetiyle havada uçarak gider, gideceği yere hemen varırdı. Diğer talebeleri bir gün onu bir iş için Kasr-ı Ârifân‟dan Buhara‟ya gönderdiler. Bu
talebe uçarak giderken, Nakşîbend (RhA) Hazretleri, onun
üzerinden tasarrufunu çekti. Talebe uçamaz oldu.
Bu hâdise üzerine Nakşîbend (RhA) Hazretleri:
“Allah bana talebelerimin gizli-açık bütün hâllerini
bilmek ve onlar üzerinde tasarruf etme kudreti verdi. Arzû
edersem, Allah‟ın izniyle talebelerime çeşitli hâller veririm
ve yine ellerinden bu hâllerini alırım. Onları kâbiliyetlerine
göre terbiye ederim.”
“Çünkü yetiştirici ve terbiye edici, yetiştirmek istediği
kimseye yarayan ve en çok faydası olan şeyi yapar126.” Buyurdular.
Çileli Yol
“Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat çektin ki, nefsini
ayıplıyorsun?”
125
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
126
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
152
Yine talebesi Emîr Hüseyin (RhA), şöyle anlatmıştır:
Bir gün hocam beni bir iş için Kasr-ı Ârifân‟dan Buhârâ‟ya göndermişti. Bu gece Buhara‟da kal, sabaha doğru
geri dönersin dedi. Ben hemen yola çıktım. Yolda nefsimle
mücâdele edip: “Ey nefsim! Acabâ, sen bir gün ıslâh olacak
mısın ve ben senin elinden kurtulur muyum?” diyordum.
Nefsimi böyle azarlarken, karşıma nûr yüzlü bir zât çıktı.
Bana:
“Sen bu yolda ne mihnet, ne meşakkat çektin ki, nefsini
ayıplıyorsun? Bu yolda gelip geçen büyükler öyle mihnet ve
meşakkat çekmişlerdir ki, senin bir zerresini bile çekmeğe
tahammülün yoktur127.” dedi. Sonra vefât etmiş olan büyüklerin isimlerini ve çektikleri meşakkatleri bir bir anlatıp
târif etti.
Ben kusurlarımı kabûl edip, özür diledim.
Bundan sonra o zât, bana dağarcığından bir mikdar
hamur çıkarıp verdi. “Bu hamuru Buhara‟da pişirip
yersin.” dedi. Hamuru alıp yoluma devâm ettim. Buhara‟ya
varınca, hamuru fırıncıya verdim. Fırıncı hamuru görünce
hayret edip:
“Şimdiye kadar böyle hamur görmedim!” dedi.
127
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
153
Fırıncı, bana kim olduğumu ve hamuru kimin verdiğini
sordu. Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebesi olduğumu
söyledim. Fırıncı hürmetle hamuru pişirip bana verdi. Bir
parça koparıp ona verdim. Sonra hocamın emir buyurduğu
işi bitirip o gece Buhara‟nın Gülâbâd mahallesindeki mescidde akşam ve yatsı namazını kıldıktan sonra, kıbleye karşı
oturdum.
Bu sırada canım elma istedi. O anda mescidin penceresinden birkaç elma attılar. Elmaları alıp ekmekle yedim. Gece yarısına kadar o mescidde kaldım. Sonra kalkıp
yola çıktım. Sabaha doğru Kasr-ı Ârifân‟a vardım. Sabah
namazını hocam Nakşîbend (RhA) Hazretleri ile kıldım.
Hocam bana:
“Sana hamuru veren kimdi bildin mi?” diye sordu. Bilemediğimi arz ettim. Hocam, “O, Hızır Aleyhisselâm idi.”
buyurdu. Sonra mescidin penceresinden bana atılan elmalardan bahsetti: “O fırıncıya ne büyük saâdet ki, senin verdiğin hamuru pişirdi ve ondan yemek nasîb oldu128.”
Sünnetlere Uymak
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri Sünnetleri aAynen
tatbik ederdi.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri Peygamber Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in sünnetine tam uyar, O‟nun
128
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
154
yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resûlullah
(SAV) Efendimiz‟in işlediği her sünneti işlerdi.
Bir keresinde Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, Eshâb-ı Kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı Kirâm‟dan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra
koymuştu.
Peygamber (SAV) Efendimiz de mübârek eline bir parça hamur alıp tandıra koymuşlardı. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı Kirâm‟ın koyduğu hamurlar pişmiş fakat
Peygamber (SAV) Efendimiz‟in koyduğu hamur pişmemiş,
olduğu gibi kalmıştı. Ateş, Peygamber (SAV) Efendimiz‟in
mübârek elinin dokunduğu hamura tesir etmemişti.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, Resûlullah (SAV)
Efendimiz‟e uymak için, talebeleriyle aynı şekilde ekmek
pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Şâhı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin koyduğu hamur aynen
kaldı. Onun da mübârek elinin dokunduğu hamura ateş tesir
etmedi. Resûlullah (SAV) Efendimiz‟e uymaktaki derecesi
bu kadar çok idi.
Bu konuda İmâm-ı Rabbânî, (RhA), “Her hususta tâbi
olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.” Buyurmuşlardır129.
129
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 27.08.2014.
155
Zamanda Plânlama
“Senin daha üç günün vardır” ve “Himmetin zamânı
var.”
Mevlânâ Abdullah-ı Hâcendî (RhA), Şâh-ı Nakşîbend
(RhA) Hazretleri‟ne talebe olmasını şöyle anlatır:
Bir ara içime öyle bir ateş düştü ki, yerimde duramıyordum. Bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin istek ve arzûsuyla yanıyordum. İçimdeki arzû dayanılmaz duruma gelince, bulunduğum Hâcend‟den ayrıldım
ve Tirmiz‟e kadar hep bunu düşündüm. Oradan Ârif-i Kebîr
Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî (RhA)‟in kabrini ziyârete gittim.
Sonra Ceyhun Nehri kenârında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uykuya dalmışım. Rüyâda heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana:
„Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî‟yim, yanımdaki de Hızır Aleyhisselâmdır. Sen hoca aramak için şimdilik zahmet çekme! Çünkü hem kimseyi bulamazsın, hem
de istifâde edemezsin. On iki sene sonra Buhara‟ya gidip orada bulunan ve zamânın kutbu olan Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne talebe olur, ondan istifâde edersin.‟ buyurdu.”
Bunun üzerine Tirmiz‟den Hâcend‟e geri döndüm. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, bir gün çarşıda iki
Türk gördüm. Gayr-i ihtiyârî peşlerinden gittim. Bir
156
mescide girdiler. Namazdan sonra, aralarında bir hocaya
bağlanmanın kıymeti ile ilgili hususları konuşuyorlardı.
Onlar böyle konuşurlarken, onlara karşı olan ilgim arttı.
Hemen acele ile dışarı çıkıp çarşıdan bir şeyler alıp
yanlarına geldim. Beni yanlarında görünce, biri, “Bu, iyi bir
insana benzer, bizim hocamızın oğlu İshak‟a talebe olabilir.” dedi.
“Bu durum karşısında çok merak ettim ve o zâtın kim
olduğunu sordum. Hâcend‟e bağlı bir köyde olduğunu bildirdiler. Bunun üzerine o köye gittim, o zâtı buldum. Fakat
bana hiç yakınlık göstermedi ve iltifat etmedi. Bu hocanın
her hâliyle temizliği yüzünden belli olan bir de oğlu vardı.
Bu durum karşısında, bu temiz yüzlü çocuk, babasına dedi
ki:
“Babacığım! Bu zât, sana talebe olmak ümidiyle buraya kadar gelmiş, sen ise ona hiç yakınlık göstermiyorsun.
Neden ilgilenmiyorsun, sebep nedir?”
Bunun üzerine ağladı ve „Ey evlâdım! Bu, Şâh-ı Nakşîbend Bahâüddîn Buhârî‟nin talebelerindendir. Bizim onun üzerinde hiç bir hükmümüz yoktur.‟ dedi.
Bunu duyar duymaz ben tekrar Hâcend‟e, memleketime döndüm ve hocamla ilgili bir işâretin çıkmasını bekledim.
Aradan bir zaman geçtikten sonra kalbim, beni Buhârâ‟ya gitmeğe zorladı. O isteği bir an dahî tehir etmeye kâdir değildim. Hemen kalkıp Buhara‟ya doğru yola çıktım.
157
Bir zaman sonra Buhara‟ya vardım ve Şâh-ı Nakşîbend
(RhA) Hazretleri‟nin yerini öğrenip yanına gittim. Ne
zaman ki huzûr-u şerîfleri ile şereflendim, bana buyurdular
ki:
“Yâ Abdullah-i Hâcendî, senin daha üç günün vardır.
Yâni, sana bildirilen on iki senenin tamam olmasına daha
üç günün vardır. Bunu unuttun mu?”
Bunları duyunca, âdetâ kendimden geçtim. Sohbetinin
muhabbeti benim kalbimin ufuklarına yerleşti. Artık hep
onlara olan bağlılık ateşi ile yanıyordum. Bir müddet sonra
himmet istedim. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, “Himmetin zamânı var.” buyurdu. Bunun üzerine bir müddet
daha sohbete devâm ettim130,131.
Dostu Unutmamak
“Unutmak katiyyen dostluğa sığmaz”
Büyük zatlardan birisi anlatıyor:
Gençlik zamânında, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ni çok severdim. Himmetleri ile bende şaşılacak hâller
meydana geldi. Bana dâimâ: “Beni hatırından çıkarma!”
derdi. Ben de dâimâ onları düşünür, hatırlardım.
130
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
131
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
158
Bu hâl üzere iken babam hacca gitti. Beni de berâberinde götürdü. Giderken Herat‟a uğradık. Herat şehrini seyrederken, Hâce Hazretleri‟ni unuttum, bağlılık hâtırımdan
çıktı. O anda bendeki hâller gitti. Sonra İsfehan‟a gittim. Orada bir büyük âlim var idi. Bütün İsfehanlılar ondan himmet ve duâ isterlerdi. O zâttan çok kerâmetler meydana gelmişti.
Babam beni alıp o zâtın huzûruna getirdi ve benim için
ondan himmet istedi. Fakat ben Hâce‟den çok korktuğumdan, o zâtın huzûrundan dışarı çıktım. Sonra hacca gittik. Beytullah‟ı ziyâret ettik. Dönüşte Hâce‟nin ziyâreti ile
şereflendiğim zaman, onu unuttuğum için çok çekiniyordum.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri korktuğumu anlayıp
“Korkma, biz kusûru affederiz. Sen benim oğlumsun. Benim
oğullarıma kimsenin tasarruf etmeye haddi yoktur.” Buyurup latîfe yollu, “Herat‟a gidince niçin beni unuttun?” deyip “Unutmak katiyyen dostluğa sığmaz.” mısrâını okudular132,133.
„Yâ MâĢuk-ı Tûsî, Nasılsın, Ġyimisin?‟
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri Tûs şehrine gidip,
birkaç gün kaldı.
132
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
133
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
159
Bir gün talebe ve ahbâbıyla Şeyh Mâşuk-ı Tûsî (RhA)‟in kabrini ziyârete gittiler. Mezarın yanına gelince:
“Esselâmü aleyke, yâ Mâşuk-ı Tûsî, nasılsın, iyi misin?”buyurdu.
Kabirden:
“Ve aleykesselâm. İyiyim, çok rahatım.” diyen bir ses
geldi.
Yanındakilerin hepsi, bu cevâbı duydular. Orada bulunanlardan biri, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu kerâmeti görünce, tövbe etti.
Bundan sonra talebelerinden ve sevdiklerinden oldu.
Zikreden Elmalar
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne talebelerinden
biri bir mikdar elma hediye getirdi. O elmaları hazır bulunanlara bölüştürdü ve buyurdu ki: “Bir saate kadar, kimse
kendi elmasını yemesin. Çünkü bu elmalar, şimdi tesbih
ediyorlar.”
Hâce‟nin mübârek ağzından bu söz çıkar çıkmaz, elmalardan tesbîh sesleri gelmeye başladı.
160
Teveccüh Etmek
“Sen onlara teveccüh eyle. Onlar senin yanına gelirler.”
Mevlânâ Necmeddîn (RhA) anlatıyor:
“Birgün Hâce hazretleri‟yle Buhara‟nın etrâfında bir
sahrâda giderken, iki ceylânın gezdiğini gördük. Hâce bana
hitâben:
“Hak‟kın kulları yanına, bu ceylânlar gibi, vahşî hayvanlar gelir. Sen de bunların yanına gelmesini dile!134“ buyurdu.
Ben:
“Benim ne haddime, sizin huzûrunuzda kerâmet dileyeyim.” dedim.
Hâce buyurdu ki:

Teveccüh lugatta; yönelme, ilgi gösterme anlamındadır. Tarikatta ise müridin
mürşidine, talebenin hocasına yönelmesi, özellikle de mürşidin müridini karşısına alıp
ona nazar etmesi anlamında kullanılır. Bu mânadaki teveccüh için Peygamber (SAV)
Efendimiz‟in: “Allâhü Teâlâ, benim sadrımı ne ile doldurdu ise ben onu aynıyla Ebû
Bekir‟in sadrına aktardım.” hadîsi şerifi delil sayılmıştır.
Teveccüh, mürşidin nazarı ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma rûhî
yükselişe hazırlamasıdır. Ledün ilminde ve tarikat yolunda ilerlemenin en önemli
adımlarındandır.
Anonim, Tasavvuf Ve Tarikatta Teveccüh Ne Anlama Gelir?, Alındığı elektronik
internet adresi, http://ihyaca.wordpress.com/2012/02/28/tasavvuf-ve-tarikatta-teveccuhne-anlama-gelir/,1432.20.html YA DA Miftâhu‟l-Usûl / Rabıta Risalesi, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
134
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
161
“Sen onlara teveccüh eyle. Onlar senin yanına gelirler.”
Bunun üzerine ben de onlara doğru iki adım gittim. O
ceylanlar, koşarak yanıma gelip durdular.
Hâce buyurdu ki:
“Hangisini tutarsan tut!”
Ben hangisini tutmak istedimse, diğeri beni tut diye
geldi ve onu tutayım dedim; bu sefer diğeri geldi. Ben
hayretler içerisinde kalıp hiç birini tutamadım.
O esnâda Hâce, bir ceylanın sırtına mübârek elini koyup: „Sana lüzum kalmadı, ben tuttum135.‟ buyurdular. Sonra o ceylanları orada bırakıp gittik. Onlar ise arkamızdan
bakıp durdular.
„Bunu Sen Gördün, Kimseye Söyleme‟
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebesinden biri
şöyle anlatmıştır:
Kasr-ı Ârifân‟da bir bostan ektim. Sulama vakti geldi.
Fakat sular kesildiğinden, bostanı sulayamadım. Hâce, o
günlerde bostanıma geldi ve buyurdular ki:
135
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
162
“Bostanın sulama zamânı geldi.”
Ben de:
“Sulama vakti geldi ama sular kesildi.”“ dedim.
Hâce, buyurdular ki:
“Yer ve gökleri yaratan, sana su vermeğe kâdirdir. Sen
suyollarını aç!”
Acele ile suyollarını açtım. O gece sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah vaktinde su geldi. Bostanı suladım. Hattâ bir mikdâr soğan ve sarımsak var idi. Onları da
suladım. Sonra su kesildi. Dağlara yağmur mu yağdı diye
düşündüm. Gittim, ırmak tarafına su akıyor mu diye
baktım. Aslâ sudan bir iz göremedim. Acabâ, bu su nereden
geldi, diye şaştım kaldım.
Sonra Hâce‟nin ziyâretine gittim. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, “Bostanı suladın mı?” buyurunca:
“Evet, suladım.” deyince:
“Su kesildikten sonra ne yaptın?” buyurdu. Ben de
“Irmağa gittim ve hiç su görmedim. Şaştım kaldım. Suyun
nereden geldiğini anlayamadım.” dedim.
Hâce:
163
“Bunu sen gördün, kimseye söyleme!” buyurdular136.
„Un Hâlâ Ġlk Aldığımız Gibi Duruyordu‟
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, talebesinden biri
şöyle anlatmıştır:
Hâce, bir gün bu fakirin hânesini şereflendirdi. Çok
sevindim. Pazardan bir çuval un aldım, geldim. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, unu görünce:
“Bunu, çoluk çocuğun ile pişirip yiyin ve bunun sırrını
kimseye söylemeyin!” buyurdu.
Hâce, o zaman evimde iki ay misâfir oldu. Talebelerinden bir kısmı da onun yanında idi. Çoluk çocuk ve diğer
ahbâblarım, hepimiz, hattâ Hâce, gittikten sonra, o undan
çok zaman yedik. Un hâlâ ilk aldığımız gibi duruyordu.
Aslâ eksilmedi.
Sonra Hâce‟nin mübârek sözünü unutup o sırrı çoluk
çocuğuma anlattım. Bunun üzerine o undan bereket kesilip
un tükendi.
Bir Mûcize
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, birgün İshâk isminde bir talebesinin evine teşrif etmişlerdi. Orada bulunan talebeler, yemek pişirmek için tandıra çok odun koyup ateş
136
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
164
yakmışlardı. Her biri bir işle meşgûl oldukları sırada, tandırın ateşi alevlenip tandırdan dışarı çıktı.
Bunun üzerine Hazreti Hâce mübârek ellerini tandıra
sokunca, Allah‟ın inâyeti ve yardımı ile tandırın ateşi
sâkinleşti. Mübârek ellerini tandırdan çıkardığı zaman, ne
elbisesine bir şey olmuş, ne de ellerinden bir tüy yanmış idi.
“Çok ġeylere KavuĢtum”
Derviş Muhammed Zâhid şöyle anlatmıştır:
İlk zamanlarımda, Hâce ile bir gün sahrâda gidiyorduk.
Bahar günlerinden bir gün idi. Canım karpuz yemek istedi.
Hâce Hazretleri‟nden bir karpuz istedim. Bunun üzerine bana:
“Muhammed, çay kenârına git!” buyurdu.
Ben de, o sahrâda akan bir çayın kenârına gittim. Suyun üzerinde, Baba Şeyh karpuzu denilen sulu karpuzları
gördüm. Su üzerinde yüzen karpuzlardan biri, kenâra yanaşıp durdu. Aldım, henüz bostandan kopmuş gibi olduğunu
gördüm. Hâce‟nin huzûruna bıraktım. „Bu karpuzu kes de
yiyelim!‟ buyurunca karpuzu kestim, Hâce ile yedik…
Bu büyük kerâmeti Hazreti Hâce‟den gördüğümde, Hâce‟nin, vilâyet ve tasarrufun en yüksek derecesinde olduğuna inancım arttı. “Bu yüzden de çok şeylere kavuştum137.”
137
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
165
Çocuk Kokusu
Hâce‟nin talebelerinden birisi şöyle anlatmıştır:
“Bir gün Hâce‟nin sohbetlerine kavuşma arzûsu içime
doğdu. O arzû ile Taşkent vilâyetinden Buhara‟ya hareket
ettim. Hanımım, bir mikdâr altın getirip bana verdi ve:
„Bu altınları Hâce hazretlerine ver!‟ dedi. Niçin gönderiyor diye merak edip sordum, fakat söylemedi.
Hazreti Hâce‟nin sohbeti ile şereflendiğim zaman, o altınları önüne koydum. Görünce, tebessüm ederek buyurdu
ki:
“Bu altınlardan çocuk kokusu geliyor. Ümid ederim ki,
Cenâb-ı Hak sana bir çocuk verecektir138.”
Hâce‟nin bereket ve himmetlerinden Hak Sübhânehû
ve Teâlâ bana bir sâlih oğul ihsân etti.”
“ĠĢte ġemsüddîn”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, talebelerinden biri
anlatıyor:
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
138
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
166
“Merv‟de, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin huzûrunda idim. Buhara‟daki ehlimi, akrâbamı görmeyi çok
arzûladım. Kardeşim Şemsüddîn‟in vefât haberi geldi. Hazreti Hâce‟den izin istemeğe cesâret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Hüseyin (RAh)‟e, bana izin almasını ricâ
ettim.
Cumâ namazını kılıp mescidden çıkınca Emîr Hüseyin,
kardeşimin ölüm haberini Hazreti Hâce‟ye arz etti. „Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından.‟ buyurdu. Sözleri biter bitmez,
kardeşim Buhara‟dan çıkageldi. Şâh-ı Nakşîbend (RhA)
Hazretleri‟ne selâm verdi. Bunun üzerine hocam:
„Ey Emîr Hüseyin! İşte Şemsüddîn.‟” buyurdular.
“Tam Buyurdukları Gibi OlmuĢtur”
Dâmâdı ve yüksek talebelerinden Alâeddîn-i Atâr RhA) anlatıyor.
Hazreti Hâce Buhara‟da idi. Eshâbının ileri gelenlerinden Mevlânâ Ârif (RhA), Harezm‟de bulunuyordu. Bir gün
eshâbı ile görme sıfatı üzerinde konuşuyordu. Söz arasında:
„Mevlânâ Ârif, şu anda Harezm‟den Serâ‟ya doğru yola çıktı ve filân yere ulaştı.‟ buyurdular. Bir müddet sonra;
“Kalbime geldi ki, Mevlânâ Ârif, Serâ‟ya gitmekten vaz
geçti. Şu anda Harezm istikâmetine doğru geri döndü139.‟
139
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
167
buyurdular. Talebeleri, bu konuşmanın olduğu gün, saat ve
târihi bir yere yazdılar.
Bir zaman sonra, Mevlânâ Ârif, Harezm‟den Buhârâ‟ya geldi. Hoca Efendi‟nin buyurduklarını ona anlattılar.
„Tam buyurduğu gibi olmuştur.‟ dedi. Talebeleri hayretler
içinde kaldı140.
Ahlâk! Ahlâk! Ahlâk! Dahası Var mı?
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerinden
biri anlatıyor:
Hazreti Hâce‟nin sohbeti ile şereflendiğimde, talebelerinin büyüklerinden olan Şeyh Şâdî, bana çok nasîhat etti ve
edebden (ahlâktan) bahsetti. Bana emrettiklerinden biri;
Hazreti Hâce‟nin bulunduğu yere doğru hiçbirimiz ayağımızı uzatmayız nasîhati idi.
Bir gün hava çok sıcaktı. Gazyût‟tan Kasr-ı Ârifân‟a
Hâce Hazretleri‟ni ziyârete geliyordum. Bir ağacın gölgesinde dinlenmek için yattım. Bir hayvan gelip, ayağımı iki
kere kuvvetlice tekmeledi. Fırladım kalktım. Ayağım çok
fazla ağrıyordu. Tekrar yattım. Yine o hayvan gelip beni
tekmeledi.
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
140
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
168
Kalkıp oturdum ve sebebini düşünmeğe başladım.
Nihâyet Şeyh Şâdî‟nin nasîhatını hatırladım ve ayaklarımı,
hocamızın o anda bulunduğu Kasr-ı Ârifân‟a doğru
uzatarak yattığımı anladım.
“Bak Bakalım, Pabucun Hiç Islandı mı?”
Alâeddîn-i Atâr (RhA) şöyle anlatmıştır:
Hocamız, Emîr Hüseyin‟e, kış mevsiminde çok odun
toplamasını emr etti. Odun toplama işi bittiğinin ertesi günü, kırk gün devâm eden kar yağmağa başladı. Sonra Hâce,
Hârezm‟e gitmek için yola çıktı. Şeyh Şâdî de hizmetinde
idi.
Hırâm Nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emretti. Şeyh Şâdî korktu, çekindi. Bir defâ daha
emretti. Yine yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle ona
baktı. Bununla kendinden geçti.
Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup yürüdü.
Suya batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya geçince, Hocam:
“Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı? 141“ buyurdu.
Baktığında, Allah‟ın (CC) kudretiiyle, en küçük bir ıslaklık yoktu.
141
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
169
Eğer…
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerinden
biri anlatıyor. Hâce Hazretleri‟ni sevmemin ve sohbetinde
bulunmamın sebebi şudur:
Bir gün Buhara‟da dükkânımda idim. Gelip dükkânıma
oturdu ve Bâyezîd-i Bistâmî (RhA)‟in bâzı menkıbelerini
anlatmağa başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi:
“Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki:
„Elbisemin eteğine bir kimse dokunsa, bana âşık olur
ve ardımdan yürür.‟
Ve sonra buyurdu ki:
“Eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem, Buhara‟nın
büyükleri, küçükleri bana âşık ve hayran olup ev ve dükkânlarını bırakarak bana tâbi olurlar.”
O sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm yenine daldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun
zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti beni
kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet
bildim142.
142
1970.
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
170
Sûizan
Şeyh Ârif-i Dikgerânî (RhA), Seyyid Emîr Külâl (RhA)‟in halîfelerinin büyüklerindendi.
O anlatıyor:
Bir gün, Hoca Efendi‟yi, Kasr-ı Ârifân‟da ziyârete gittik. Buhara‟ya döndüğümüzde, oranın fakirlerinden bir grup
da bizimle berâberdi. Onlardan biri, Hoca Efendi‟nin,
aleyhinde konuştu. Biz ise, „Sen onu tanımıyorsun, Allah‟ın
evliyâsına karşı sû-i zan ve edepsizlikte bulunman uygun
değildir dedik.‟
Susmadı. Bir eşek arısı gelip, ağzına girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar canı yandı.
Bu, o büyük zâta edepsizliğinin cezâsıdır dedik. Çok
ağladı, pişmân oldu, tövbe etti. Ona karşı îtikâdını düzeltti
ve hemen ağrısı geçti.
DüĢman Tehlikesi
Bir defâsında Kıpçak çölü askerleri, Buhara‟yı bir
müddet kuşattılar. Buharalılar çok zor günler yaşadılar. Birçok insan öldü. Buhara vâlisi, adamlarından birini Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne gönderip:
“Düşmana karşı koyacak gücümüz yok... Her çâremiz
tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka çâremiz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden siz
171
kurtarırsınız! Müslümanlar‟ın onların elinden kurtulması
için Allah‟a yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım zamânıdır143.” deyip ricâda bulundu.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin:
“Bu gece Allah‟a yalvarırız. Bakalım Allah ne yapar?”
buyurdular.
Sabah olunca, onlara; altı gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini verdi ve:
“Vâlinize böyle müjde verin!” buyurdu.
Buharalılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı gün sonra, şehri kuşatan düşman askerleri çekilip gittiler.
“Biz Azîzânız!”
Yâkûb-i Çerhî (RAh) anlatıyor:
Buhara‟nın âlimlerinden ilim öğrenip fetvâ vermeye izin aldıktan sonra, memleketime dönmeyi düşündüm. Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne uğrayıp:
143
Anonim, Evliyâlar Tarihi–4, Alındığı elektronik internet adresi,
http://www.textara.com/evliyalar-tarihi-halife-hadis-islam?page=0%2C21, En son erişim
târihi: 30.08.2014.
172
“Beni hâtırınızdan çıkarmayın!” dedim ve çok yalvardım. “Gideceğin zaman mı, yanımıza geldiniz?” buyurdular.
“Hizmetinize müştâkım, arzû ve istekliyim.” dedim.
“Hangi bakımdan?” buyurdular.
“Siz büyüklerdensiniz ve herkesin makbûlüsünüz.” Dedim. “Bu kabûl şeytânî olabilir, daha sağlam delîlin var
mı? 144.” buyurdu.
Sahîh hadîsde:
“Allah bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının
kalbine düşürür.” buyuruluyor dedim.
Tebessüm edip, “Biz azîzânız!” buyurdu. Bunu duyunca birden hâlim değişti.
“Bir ay önce rüyâda birisi bana:
„Git, Azîzân‟ın talebesi ol!‟ demişti. Onu unutmuştum.
Onlardan duyunca, bu rüyâyı hâtırladım. Yâkûb-i Çerhî
(RAh), şöyle devam ediyor:”
“Hazret-i Hâce‟ye, tekrar „Beni şerefli hâtırınızdan çıkarmayın!‟ dedim. Bunun üzerine, „Bir kimse Azîzân hazretlerinden, beni unutmayın diye ricâda bulundu, o da Al144
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
173
lah‟tan başka hâtırımda bir şey kalmaz. Yanımda bir şey
bırak ki, görünce hâtırıma gelsin buyurdu.‟ şeklinde anlattıktan sonra, mübârek takkelerini bana verip:”
„Senin bana bırakacak bir şeyin yoktur. Bâri bu takkeyi
sakla! Bunu gördüğün zaman beni hatırlarsın, beni hâtırladığın zaman yanında bulursun!145„ buyurdu.
“Ayrılırken:
„Bu yolculukta muhakkak Mevlânâ Tâcüddîn Deşt-i
Gülekî‟yi gör! O evliyâullahdandır.‟ buyurdular. Hâtırıma:
„Ben Belh‟e gidip, oradan vatanıma varırım; Belh nerede, Deşt-i Gülek nerede?‟ diye geldi.
Sonra Belh yolunu tuttum. Ama öyle bir zarûret hâsıl
oldu ki, yolum Deşt-i Gülek‟e düştü. Hazret-i Hâce‟nin
işâreti aklıma gelip, şaştım kaldım 146.
“Duâ Et, Benim Olduğum Yere Yağmur
Yağmasın!”
Seyyid Burhâneddîn, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne bir mikdâr balık getirdi. Hâce bağda idi. Balıkları da
bağda pişirmek istediler. İlkbahar mevsimiydi. Hâce, balıkları pişirirken, gökyüzünü büyük bir bulut kapladı. Yağmur
yağmaya başladı. Hâce, Seyyid Emîr Burhâneddîn‟e:
145
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
146
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
174
“Duâ et, benim olduğum yere yağmur yağmasın!” buyurdular.
Burhâneddîn, “Efendim, benim ne haddime?” dedi.
Hâce:
“Benim dediğimi yap!” buyurdular. Seyyid Burhâneddîn emre uyarak duâ etti. Kudreti ilâhî ile Hâce‟nin
olduğu yere yağmur yağmadı. Diğer yerlere o kadar yağdı
ki, suları, sel gibi yanımızdan akıyordu. Bu hâli görenler
hayretler içinde kaldı. Bu kerâmetten çokları istifâde ettiler147.
“Siz mi Beni Buldunuz, Ben mi Sizi Buldum?”
Hâce, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere tesir eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnâsında talebelerine:
“Siz mi beni buldunuz, ben mi sizi buldum?” dediler.
Talebeleri:
„Biz sizi bulduk.‟ dediler. „Mâdem ki, siz beni buldunuz,
bu terasta beni bulun!‟ buyurup talebelerinin gözünden
kayboldular.
147
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
175
Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri
söze pişmânlık duyarak „Sizin câzibeniz olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?‟ deyip özür dilediler.
Bunun üzerine Hâce, kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
Bir defâsında da buyurdular ki:
„Bizim yolumuz Resûlullah Efendimizin Sünneti‟ne uymak ve Eshâb-ı Kirâm‟ın hâllerine bakmaktır. Bunun için
bu yolda az bir amel, büyük kazançlara, netîcelere sebeb olur. Sünnete uymak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz
çeviren, dinini tehlikeye atmış olur148.”
Def Ve Çalgı Sesleri
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri Buhara‟da, yaz mevsiminde bir akşam, talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir
zâtın evinin damında oturmuş sohbet ediyordu. Mübârek
ağzından inci gibi güzel sözler dökülüyor, dinleyenlere feyz
saçıyordu.
Evin yakınında, Buhara vâlisinin sarayı vardı. O akşam
vâli de sarayının damında adamlarıyla birlikte def ve çalgı
çalıp eğleniyordu. Ses her tarafa yayılıyordu.
148
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
176
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, “Bizim bu sesleri işitmemiz câiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lâzımdır149.” dedi.
Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular. Hâlbuki vâli
ve adamları sabaha kadar çalgı çalmışlardı.
Sabahleyin komşular, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerine, „Biz çalgı sesinden sabaha kadar
uyuyamadık, siz nasıl durabildiniz?‟ dediler.
Talebeler:
„Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza
pamuk tıkamamız lâzımdır buyurdular. O andan îtibâren
sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik.‟ dediler.
Bu durum, o vâliye anlatılmış... Vâli durumu
öğrenince, yaptığı işe pişmân olup tövbe etti. Bu hâdise Buhârâ‟da günlerce anlatıldı. Herkes Şâh-ı Nakşîbend (RhA)
Hazretleri‟nin büyüklüğünü gördü. Onların Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne sevgileri daha çok arttı.
Teslîmiyetin Sırrı
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, Kâbe‟yi ziyârete giderken Horasan‟a uğramıştı. Orada Hâce Müeyyiddîn (RhA) adında bir zâtın evinde misâfir olup, birkaç gün kaldı.
149
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
177
Bu sırada bir gün, Kârubanî saray mesîresine gitmişlerdi.
Orada huzûruna bir derviş geldi. Dervişe iltifât ederek
„Bunlar bizim sevdiklerimizdendir fakat bizi tanımazlar.‟
dedi.
Sonra o dervişi yanına alıp misâfir kalmakta olduğu
eve götürdü. Ev sâhibi yemek koyunca, ev sâhibine:
„Bugün şehrimizdeki Allah dostlarından birini bulup
getirdim. Müsâade ederseniz bizimle birlikte yemek yesin.‟
dedi.
Ev sâhibi:
„Hay hay efendim! Emrediniz, sofraya gelsin!‟ dedi.
Bunun üzerine o derviş de sofraya oturdu. Yemekten
sonra sohbete başladılar. O derviş ile tarîkat hâllerinden ve
hakîkat sırlarından bahsettiler.
Bir müddet sohbetten sonra, o derviş müsâade isteyerek gitmek üzere kalktı. Oradan, havada uçarak ayrılıp
gitti. Nakşîbend (RhA) Hazretleri, dervişin bu hâline tebessüm etti ve „Bu kolay iştir.‟ buyurdular.
Yatsı namazı vaktinde, o derviş tekrar geldi. Hoca Efendi ona uçarak ayrılıp gitmesini sorarak:
„Allah dostlarının yanında böyle işler mûteber değildir.
Allah bâzı kullarına öyle sırlar ihsân etti ki, bu sırlardan
178
birini insanlara gösterse, halk perişân ve mahvolur.‟
buyurdular.
Derviş zât:
„Ben, kırk beş seneden beri denizlerde ve karada dolaşırım, söylediğiniz gibi tasarruf sâhibi bir zât bulamadım.
On defâ Kâbe‟yi, on defâ da Resûlullah efendimizin kabr-i
şerîfini ziyâret ettim. Bahsettiğiniz sırlardan hiç birinin kokusunu duymadım.‟ dedi.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA Hazretleri o dervişe:
„Bir an bana teslîm olursan, sana nice sırlar koklamak
nasîb olur ve âlemde öyle kimse olup olmadığını anlarsın.‟
buyurdular. Derviş:‟Peki!‟ deyip teslim oldu.
Yanına oturdu. Şâh-ı Nakşîbend (RhA Hazretleri şahâdet parmağı ile dervişe dokundu. Derviş kendinden geçip
yere yıkılıverdi. Nefesi dahî kesildi. Bir müddet öylece
kaldı. Sonra şehâdet parmağını dervişin alnına dokundurdu.
Derviş kendine gelip kelime-i şehâdet getirerek kalktı, özür
ve af dileyerek:
“Câhillik ettim. Sizin gibi Allah‟ın sevgili bir kulunun
huzûrunda edepsizlik ettim. Uygunsuz sözler söyledim.
Kerem ve ihsân ediniz, küstahlığıma bakmayıp beni bağışlayınız ve terbiye ediniz. Bunca zamandır gezip dolaştım ve
179
hep sizin gibi kemâl ehli bir büyük âlim aradım. Şimdi himmetiniz bereketiyle aradığımı buldum.‟ dedi150.
Bunun üzerine Nakşîbend (RhA)Hazretleri:
“Bu mertebeye erişmek için, Allah‟ın rızâsına uygun
amel işlemek ve O‟nun sevgili bir kuluna teslîm olmak lâzımdır!” buyurdu.
Derviş dedi ki:
“Emriniz başım üstüne, emir buyurun, hizmetinizde
Kâbe‟ye gideyim.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA Hazretleri:
“Sen on defâ Kâbe‟ye gitmişsin.” buyurunca:
“Sizinle gitmeyi arzû ediyorum.” dedi.
Nakşîbend (RhA Hazretleri dervişe dediler ki:
“Senin için hayırlı olan şudur: Sen Herat‟a git ve bize
bağlılığını sürdür!”
Derviş söz dinledi, Herat‟a gitti. Nakşîbend (RhA Hazretleri de talebeleriyle birlikte Kâbe‟ye gitmek üzere misâfir
olduğu evden ayrıldı, Horasan‟dan yola çıktılar.
150
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
180
Ġllâ Sünnet!
“Hiçbir sünneti terketmedim. Hepsini yerine getirdim
ve netîcesini elde ettim.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA Hazretleri, hacda iken hacılar
Minâ‟da kurban kesiyorlardı. “Bizim de kurban kesmemiz
lâzım, fakat biz oğlumuzu kurban edeceğiz.” buyurdular.
Talebeleri bu sözde bir hikmet vardır diyerek o günün
târihini kaydettiler. Hacdan sonra Buhara‟ya döndüklerinde,
Şâh-ı Nakşîbend (RhA Hazretleri‟nin o sözü söylediği gün,
oğlunun vefât ettiğini öğrendiler.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA Hazretleri, oğlunun vefâtı üzerine buyurdular ki:
“Allah‟ın ihsânı ile oğlumun vefât etmesi husûsunda da
Resûlullah Efendimiz‟e uymuş oldum. Çünkü Peygamberimiz‟in de oğlu vefât etti. Resûlullah‟ın başından geçen işlerin hepsi benim başımdan da geçti. Yapmış olduğu her
işle amel ettim. Hiçbir sünneti terketmedim. Hepsini yerine
getirdim ve netîcesini buldum.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri hacda iken, Kâbe‟yi
tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyârın, Kâbe‟nin örtüsüne
sarılarak ağladığını ve gözyaşları ile orayı ıslattığını gördü.
İmrenilecek bir hâlde olan ihtiyârın, bir de kalbine teveccüh
etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyârın kalbi tamâmen dünyâlık
şeylerle meşgûl...
181
Minâ pazarında ise genç bir tüccar gördü. Bu genç
tüccar, aşağı yukarı elli bin altın değerinde alış veriş yapıyordu. Görünüşte tamâmen dünyâya dalmış gözüken gencin
kalbine teveccüh ettiğinde, kalbini hep Allah‟ı zikretmekle
meşgûl bir hâlde gördü151.
Gıdanın Etkileri
“Şerli gıdâ çirkin ve helâl gıdâ hayırlı işlere yol açar.”
Bir gün Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, Gazyut adı
verilen bir yere gitti. Orada bulunan müritlerinden birisi
onlara yemek getirdi. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri:
“Bu hamuru yoğuran ve yemekleri pişiren kimse,
başlamasından bitirmesine kadar gazap hâlindeydi, kızgın
idi. Biz ondan hiçbir şey yiyemeyiz. Zîrâ böyle yapılan
yemeklerde hiçbir hayır ve hiçbir bereket yoktur. Belki de
şeytan yemek yaparken hep onunla bulunmuştur. Bizler
böyle bir yemeği nasıl yiyebiliriz?152“
Demişlerdi ki:
“Yenilecek bir gıdâ, bir yiyecek, her ne olursa olsun
gaflet içinde, gazap ya da kerâhatle elde edilse veyâ hazırlansa, onda hayır ve bereket yoktur. Çünkü ona nefis ve
şeytan karışmışdır. Böyle bir yiyeceği yiyen kimseden,
mutlaka bir çirkin netice meydana gelir.”
151
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
152
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
182
“Hâlbuki gaflete dalmadan yapılan ve Allah‟ı düşünerek yenen helâl ve temiz yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların saf ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi, yemede ve içmede dikkatli olmamalarıdır.”
Bilhassâ, namazda huşû içinde bulunmak, zevkle ve
gözyaşı dökerek namaz kılabilmek, helâl lokma yemeye,
Allah‟ı (CC) hâtırlıyarak yemeği pişirmek ve yemeği Allah‟ın (CC) huzûrunda imiş gibi yemeğe bağlıdır. Vücûduna haram lokma karışmış bir kimse, namazdan tat alamaz.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, tasavvufdaki hâllerinin kaybolduğunu söyleyen bir talebesine:
“Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır153!” buyurmuştur.
Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu
tesbit ederek tövbe etmiştir.
„Namazda huzur ve huşû nasıl elde edilir?‟ diye
sorulunca, buyurdular ki:
“Huzurlu bir hâlde helâl lokma yiyeceksiniz. Huzûr ile
abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitâh tekbirini,
153
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
183
kimin huzûruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz.”
Niyetin Önemi
Bütün işlerde niyeti düzeltmek çok önemlidir.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurdular ki:
“Nefsinizi dâimâ töhmet altında tutunuz ve ona uymayınız. Her kim bunda muvaffak olursa, Allah ona bu işinin
mükâfâtını, karşılığını verir, sâlih amel işlemeye muvaffak
olur, buna tahammül ve güç bulur. Yaptığı her işi Allah‟ın
rızâsı için yapmaya başlar. Bütün işlerde niyeti düzeltmek
çok mühimdir154.”
Yine buyurdular ki:
“Namaz müminin mîrâcıdır.” buyurulan hadîs-i şerîfte,
hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran
kimsenin, iftitâh tekbîrini söylerken, Allah‟ın (CC) azâmetini, yüceliğini düşünerek, huzur ve huşû içinde olması gerekir.
Öyle ki, bu hâlini kendinden geçme hâline
eriştirmelidir. Bu sıfatın kemâl derecesi, Peygamberimiz
(SAV) Efendimiz‟de vardı. Rivâyet edilmiştir ki, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, namazda iken, mübârek göğ-
154
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
184
sünden öyle bir ses gelirdi ki bu ses, Medîne-i Münevvere‟nin dışından işitilirdi.
“Namazda kalp huzûru nasıl elde edilir?” diye
sorulunca da Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri:
“Helâl lokma yemek ve yerken gaflet içinde olmamak,
abdest alırken, iftitâh tekbirini söylerken, gafletten uzak olarak uyanıklık içinde bulunmakla…155 “ buyurmuşlardır.
Sohbet
“Bizim yolumuz sohbettir. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıdır”
“Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, “Bu dereceye nasıl ulaştınız?” diye sorulunca:
“Resûlullah (SAV) Efendimiz‟e tâbi olmakla…” buyurdular.
Yine buyurdular ki:
“Bizim yolumuz sohbettir. Halvette, yalnızlıkta şöhret
vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket, cemiyyette bir
araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih
etmesiyle hâsıl olur.”
155
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
185
“Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, bâzılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin
kalplerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz.”
“Bizim sohbetimizde bulunanlardan bâzılarının da
kalplerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların
kalplerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz,
yardımcı oluruz156.”
MürĢitlerin Mahâretleri
“Mürşitler usta avcı gibidirler.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurmuşlardır ki:
Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yakalarlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye ederek ehlîleştirirler. Bunun gibi, Allah‟ın (CC) velîleri de hikmet ehlidirler, güzel tedbirler ile tâliplileri, huylarına göre gereği gibi muâmele ederek, teslimiyet makâmına
ulaştırırlar.
Sonra sünnet-i seniyeye tâbi olmalarını sağlayıp onları
maksada ulaştırırlar. Yânî, insanlara rehber olan, onları irşât
eden ve doğru yolu gösteren âlimler, usta avcılara benzerler.
156
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
186
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, yine buyurmuşlardır ki:
Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek kolayca çekerek
ya da dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü mürşit,
bir doktora benzer. Doktor, hastanın hastalığını, derdini
tesbit eder ve ona göre ilâç verir.
“Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır.
Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse,
birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten fayda hâsıl olmaz157.
Sevgi
“Sevgi için uzakta olmak fark etmez.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri demiştir ki:
Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, sevgi tohumu vardır. Kısaca bu yola, „Ehl-i sünnet vel cemâat yolu‟
denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalblerine sevgi
tohumu atılmıştır. Fakat kişi Allah‟tan (CC) başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize
katılan kimsenin kalbinde, Allah‟ın (CC) sevgisinden başka
neye bağlılık varsa onu, onun kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve sevgisi olanlara sevgi tohumu ekerek
gece gündüz onu terbiye etmek bizim vazîfemizdir.
157
1970.
A. Fâruk M., Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddin Buharî, Çile Yayınları,
187
Sevgi için uzakta olmak farketmez.
Sünnet‟e Uymak
“Yolumuz Sünnet-i Seniyeye uymaktan ibârettir.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri yine buyurmuşlardır
ki:
İnsanlara rehber olan zatlar, herkesin kâbiliyetine ve
istidâdına göre muâmele ederler. Eğer mûrit yeni ise, onun
yükünü yüklenerek ona hizmet ederler.
Dâvûd (AS)‟a:
“Ey Dâvûd! Beni talep eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!” buyrulduğu gibi, yeni mûrite çok hizmet
ve himmet göstermek gerekir ki, onda bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun.
Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyarak bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana
çıksın. Yolumuz Sünnet-i Seniye‟ye uymaktan ibârettir. Bu
yolda tam bir mârifete kavuşma saâdeti vardır.
Bizim yolumuz, Allah‟ın (CC) gösterdiği kurtuluş
yoludur. Bu yol, Sünnet‟e uymak ve Eshâb-ı Kirâm‟a tâbi
olmaktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok
188
kazanç elde edilir. Fakat Sünnet‟e uymak ve riâyet etmek,
sabır ve tahammül ister158.
“Benim Ümmetim Dalâlet Üzerinde BirleĢmez”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, Resûlullah (SAV)
Efendimiz‟in şöyle buyurduklarından bahseder:
“Benim ümmetim, İbrâhim (AS)‟ın ve Nemrud‟un ateşinden kurtulduğu gibi, Cehennem ateşinden kurtulurlar.
Çünkü:
“Benim ümmetim, dalâlet (sapıklık) üzerinde birleşmez.”. Buradaki ümmetten maksat, hakîkî ümmettir, Resûlullah (SAV) Efendimiz‟e tâbi olan ümmettir159,.
Nefse Muhâlefet Etmek
“Nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olan şükretsin!”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurmuşlardır ki:
Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa,
ameli az da olsa, nefsinin isteklerine karşı koymaya muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makâ158
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
159
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.

Resûlullah (SAV) buyurdular ki: "Benim ümmetim üç kısımdır. Birincisi dâvet
ümmeti (müslüman olmayanlar), ikincisi icâbet ümmeti (Müslüman olanlar), üçüncüsü de
müteâbât (Tam uyanlar) ümmetidir.
189
mını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, yâni nefsine
muhâlefet etmesi lâzımdır.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, „Siz nasıl bir yolda
bulunuyorsunuz?‟ diye sorulunca, buyurmuşlardır ki:
Ancak, ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz. Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe,
müşâhede ve muhâsebedir160,.
Murâkabe.
Bu yola giren kimsenin, her şeyi bırakarak, Allah‟a (CC) dönmesi gerekir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da
gizlidir. Biz şu netîceye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin
yolu, nefse muhâlefet etmektir.”
Müşâhede µ:
Gayb âleminden gelir ve kalp üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâlî ve cemâlî olmak üzere ikiye ayrılmışdır.
Muhâsebe:
160
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.

Murâkabe: a) Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. b)
Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. c) Hıfz etmek. d) Beklemek.
İntizar. e) Dalarak kendinden geçmek. f) Tas: Kendisini tamamen nâfile ibâdet ve itaate
vermek için mâbede kapanmak.
µ
. Müşâhede : 1) Gözle görmek. Seyrederek anlamak. Seyretmek. 2) Muayene,
kontrol.

Muhâsebe: Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini
gören resmi makam.
190
Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesâba çekip bakar. Geçmiş zamânı gaflet ile mi, huzûr
ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allah‟a (CC) hamdetsin!
Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini
zâyi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbir alarak, tövbe
etmektir.
Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için pekçok
fayda elde ederler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allah‟ın (CC) inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada
erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse,
kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye
nîmetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez161.
ġâh-ı NakĢîbend (RhA) Hazretleri‟nin Mârûzâtı
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, Allah‟ın (CC) kullarına şefkat ve merhâmetlerinin çokluğundan dolayı, on iki
gün başını secdeye koyup, Allah‟dan (CC) tasavvufta kolay
ilerlenen, kolay ele geçen ve „elbette‟ kavuşturucu olan bir
yol istemiş, duâsı kabûl edilmiştir. Bu yolun esâsı; yemede,
içmede, giyimde, oturmada ve âdetlerde orta derecede
olmaktır. Kalbi çeşitli düşüncelerden korumaktır. Her ân
güzel ahlâkla ahlâklanmaktır162.
161
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
162
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
191
Büyük Kerâmet
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, kendisinden kerâmet isteyenlere buyurmuşlardır ki:
“Bizim kerâmetimiz açıktır. Bu kadar çok günâh ile
Yeryüzü‟nde yürümemizden büyük kerâmet olur mu?163“
Tasavvufun Esâsı
“Tasavvufun esâsı kalbe teveccühtür.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri bir defâsında ise:
“Biz Allah‟ın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi muratlardan, çekip götürülenlerden eyledi.” buyurdular.
Bir keresinde ise:
“Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik.” Buyurmuşlardır164.
Bu demetir ki, başka tarikatlarda sonda elde edilebilenler, bu tarikatta ilk başta verilmektedir.
Buyurmuşlardır ki:
163
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
164
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
192
Bu yolun esâsı, kalbe teveccühdür; kalp ile Allah‟a
(CC) teveccühtür; kalp ile çok zikretmektir; farz ve sünnetleri edâ etmektir; yemede, içmede, giyim ve oturmada,
işlerde ve âdetlerde orta yolu seçmektir; kalbi kötü düşüncelerden, vesveselerden korumaktır; kendisine rehber olan
âlimin sohbetini ganîmet bilmektir.
Hocasının huzûrunda iken ve yanında yok iken edebe
uymaktır. Bu yoldan maksat ve ele geçen şey, Allah‟ın (CC) devamlı huzûrunda olmaktır. Eshâb-ı Kirâm zamânında
buna “ihsân” adı verilmişti.
Bu yolda ilerleme esnâsında; nefsin arzûlarını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam
ele geçer.
Buyurmuşlardır ki:
“Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allah‟dan başka ne varsa hepsini yok bilmektir.”
Yine buyurmuşlardır ki:
İslâm Dini‟nin hükümlerini yapmak, yâni emirleri yapıp yasaklarından sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri,
hattâ mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak
durmak, mübahları zarûret mikdârınca kullanmak, tamâmen
193
nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ulaşılır165.
Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden
uzak kalırlar ve kendi arzûlarına uyarlar. Yoksa Cenâb-ı
Hakk‟ın feyzi her ân gelmektedir.
Bir kimse “Sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur?”deyince, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri:
“Zâhirde halk ile bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur166.“ buyurdular.
“Ey su! Ben Sana Yukarı Ak Demedim.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir defâsında Şeyh
Seyfeddîn adlı bir zâtın ırmak kenârında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte
bulunanlardan bir kısmı, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı.
Söz, velîlerin hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu
konuşmada, evliyânın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn
ile Şeyh Hasan-ı Bulgârî arasında geçen kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki:
“Eskiden velîlerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır?“
165
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
166
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
194
Bunun üzerine Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurdu ki:
“Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak
dese ırmak tersine akmaya başlar.”
Bu sözler Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretle‟nin mübârek ağzından çıkar çıkmaz, önlerindeki ırmak ters akmaya
başladı. Bunun üzerine Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretle:
“Ey su! Ben sana yukarı ak demedim.” buyurdu.
Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerâmetini
o kadar çok kimse görmüştür ki, bu sebeple çokları Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin büyüklüğünü anlayarak
tam bir teslimiyetle ona bağlanmışlar ve saâdete kavuşmuşlardır167.
Ayrılık AteĢi
Ayrılık Ateşi Neler Yapmaz ki…
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin talebelerinden
Emîr Hüseyin (RhA) anlatıyor:
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri bir gece; “Yarın
filân dostumu ziyârete gideceğim, inşâallah on beş güne
167
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
195
kadar gelirim.” dedi. Sabahleyin talebesi ile yola koyulup
gittiler.
O gün Hoca Efendi‟nin ayrılığına dayanamadım, onu
görmek isteği beni kapladı. Hânekâhda benimle bir kişi daha kalmış idi. Akşam olunca ona:
“Korkarım Hoca Efendi, kendilerine olan bu aşırı sevgimi keşf eder ve şefkat edip, bana acıyıp döner.” dedim.
Ertesi sabah gördüm ki, Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, dönerek geldi ve bana heybetle bakıp:
“Ben sana demedim mi ki, on beş gün sonra geleceğim.
Sen ise önüme sevgi dağını set çektin. Ben o dağı nasıl aşıp
gideyim ki?168” buyurdular.
Sonra mübârek yüzünü yanımızdaki talebesine çevirip,
buyurdular ki:
“Emîr Hüseyin sana, ‟Korkarım Hoca Efendi, yoldan
döner gelir‟, demedi mi?”
O da:”Evet.” dedi.
Hoca Efendi:
“İşte o sevgi ve arzûlardır ki, önümüze set çekti.” Buyurdular.
168
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
196
Bunun üzerine Hoca Efendi‟nin celâlini müşâhede ettiğimde, kalbimde büyük bir ürperme meydana geldi, ayaklarına düşüp af diledim. Onlar da bu âciz hizmetçilerine,
merhâmet edip affettiler:
“Eğer maksadın benden ayrılmamak ise, beni seninle
düşün. Çünkü ben, senden ayrı değilim. Bundan sonra,
sakın beni senden ayrı sanma! 169“ buyurdular.
Kınından ÇıkmıĢ Yalın Kılıç
“Mürşit kınından çıkmış yalın kılıç gibidir.”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir defâsında kendisine karşı edebsizlik yapan birine kızmayıp tebessümle
karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir derde
düşerek helâk olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tövbe etti.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir ara o adamın
evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu. „Allah
şifâ vericidir, korkma iyileşirsin!‟ dedi. O kimse bu söz
üzerine kalkıp; “Efendim, size karşı edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz!” dedi.
Bunun üzerine Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri buyurdular ki:
169
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
197
“Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz... İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşit merhâmet
sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan belâsını arayanlar gelip kendilerini o kılıca vururlar170“.
Ahlâk (Edep) ÇeĢitleri
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir sohbetlerinde
buyurdular ki:
Bizim yolumuzdaki kimselerin şu edepleri gözetmesi
gerekir:
Ahlâkın birincisi, Allah‟a (CC) karşı edeptir. Yâni, kişi
zâhirî ve bâtını ile tamâmen kulluk içinde olmalı… Mûridin
Allah‟ın (CC) bütün emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakınması ve Allah‟dan (CC) başka her şeyi, mâsivâyı terketmesidir.
Ahlâkın ikincisi, Resûlullah (SAV) Efendimiz‟e karşı
olan edeptir ki bu da iş ve hâllerde O‟na uymaktır. Bu
husus, halkımız tarafından „sünnetlere uymak‟ diye bilinmektedir.
Ahlâkın üçüncüsü ise, mürşide (hocaya) karşı olan
edeptir: Çünkü mûridin Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e
uymasına, hocası vâsıta olur.
170
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
198
Bu bakımdan, bir kimsenin, hocasını hiçbir zaman
unutmaması gerekir!
Nasip Meselesi Ya Da Bir Sınav Örneği
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bir defâsında
Buhara‟da Gülâbâd Mahallesi‟nde bir dostunun evinde,
talebeleri ile sohbet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn (RAh)‟e dönüp:
“Sana ne söylersem, sözümü tutup söylediğimi yapar
mısın?” dedi.
Molla Necmeddîn:
“Elbette yaparım efendim!” cevâbını verdi.
Hoca Efendi:
“Eğer bir günah işlemeni söylesem yapar mısın?
Meselâ hırsızlık yap desem yapar mısın?” dedi.
Bunun üzerine Molla Necmeddîn (RAh):
“Mâzur görünüz efendim, hırsızlık yapamam!” dedi.
Hoca Efendi:
“Mâdem ki bu husustaki isteğimizi kabûl etmiyorsun,
meclisimizi terket!” buyurdular.
199
Molla Necmeddîn (RAh), bunu duyunca, dehşet içinde
kalıp olduğu yere düştü ve bayıldı. Orada bulunanlar Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne yalvarıp onun affedilmesini
istediler.
Hoca Efendi onu affetti. Molla Necmeddîn (RAh) de
kendine gelip kalktı.
Bundan sonra hep berâber o evden dışarı çıktılar ve
Dervâze-yi Semerkand denilen tarafa doğru gittiler. Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri, yolda giderlerken, bir ev
duvarı gösterip talebelerine dedi ki:
“Bu duvarı delin, evin içinde falan yerde bir çuval
kumaş vardır. Onu alıp getirin!”
Talebeleri, bu emre uyuarak, duvarı yardılar. Kumaş
dolu çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler. Sonra bir köşeye
çekilip bir müddet oturdular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, talebesi Molla
Necmeddîn (RAh)‟e:
“Bir arkadaşınla gidip evin etrâfına bakın ne vardır?”
dedi.
Molla Necmeddîn (RAh) ve arkadaşı gidip baktılar ki,
eve hırsızlar gelmiş, başka bir duvarı yarıp evde ne varsa
almışlar. Gidip bu durumu Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ne haber verdiler. Talebeler bu hâle şaştılar.
200
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir oldukları eve döndüler. Sabahleyin, gece o evden aldırdığı kumaş dolu çuvalı sâhibine
gönderdi.
Talebelerine:
“Gece buradan geçerken, bu malınızı alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, hırsızlardan kurtardık...” demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp malı sâhibine teslim ederek durumu anlattılar.
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn (RAh)‟ dönüp:
“Eğer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydın,
sana çok sırlar açılacak ve çok şey kazanacaktın. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş…171 “ dedi.
Molla Necmeddîn (RAh) ise bu duruma düştüğü için,
yaptığına çok pişmân olup tutuşup yandı.
Bu aynı zamanda müthiş bir sınavdı, aslında…
Talebelik Ha?
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, şöyle anlatıyor:
171
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
201
Bir kış günüydü. Beni bir cezbe hâli kapladı. Kendimden geçerek kırlarda, sahrâ ve dağlarda, yalın ayak, başı
açık gezip, dolaşmaya başladım. Ayaklarım yarıldı, parçalandı. Bu hâlde iken bir gece hocam Emîr Külâl (RhA) ile
sohbet etmek arzûsu uyandı. Bu arzû ile huzûrlarına gittim.
Talebeler etrâfında toplanmış, hocam da baş tarafta oturuyordu. İçeri girdim, aralarına katıldım.
Emîr Külâl (RhA):
“Bu kimdir?” dedi.
“Bahâüddîn‟dir.” dediler.
Talebelerine beni meclisten dışarı çıkarmalarını söyledi. Onlar da beni dışarı çıkardılar.
O zaman nefsim son derece azdı ve taşkınlık yapmak
istedi. Az kalsın nefsim, irâdeme gâlip geliyordu. Fakat Allah‟ın (CC) ihsânıyla nefsimi serkeşlikten ve îtirazdan menederek:
“Ey nefs! Ben bu horlanmayı Allah için kabûl ettim.
Beni, Allah elbette bundan dolayı mükâfatlandırır.” dedim.
Sonra başımı Emîr Külâl (RhA)‟in kapısının eşiğine
koydum. Sabaha kadar öyle kaldım. Üzerime kar yağdığı
hâlde kalkmadım. Sabah namazı vakti Emîr Külâl (RhA),
ayağını kapının eşiğine atınca, karlar arasında kalan başıma
bastı. Beni o hâlde görünce teveccühte bulunup müjde
202
verdi. İçeri alıp teselli ederek ayaklarımdaki dikenleri mübârek elleriyle çıkardı. Yaralarıma ilâç sürdü ve:
“Oğlum! Bu saâdet libâsı (elbisesi) ancak sana lâyıktır!” buyurdu.
Rûhânî feyz, işte bende o zaman hâsıl oldu. Şimdi, her
sabah evimden mescide çıkarken, bir talebemi o hâlde görmek isterim fakat şimdi talebe kalmadı. Hepsi şeyh oldu172.
“Benim Ömrüm Sona Erince, Ölmek Nasıl OlurmuĢ
DerviĢlere Öğreteyim!”
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, asrının en meşhûr
âlimi ve mürşid-i kâmili idi. Tasavvufta en yüksek dereceye
ulaşmıştır. Yıllarca insanları hidâyete, kurtuluşa, doğru yola
kavuşturmuş, nice gönüller onun feyzleriyle nurlanmıştır.
Vefâtına yakın halleri ve talebelerinin bu hususta nakilleri
ise şu şekildedir. Büyük âlimlerden Mevlânâ Muhammed
Miskin (RhA) şöyle anlatıyor:
“Buhara‟da Şeyh Nûreddîn Halvetî (RhA) adında, sâlih
ve meşhûr bir zât vefât etmişti. Şâh-ı Nakşîbend (RhA)
Hazretleri, talebeleriyle birlikte vefât eden o zâtın yakınlarına tâziyeye gitmişlerdi. Tâziyeye gelenlerden bir kısmı ve
o evin halkı, yüksek sesle ağlayıp feryâd ediyorlardı. Şâh-ı
Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bu hâli görerek onları yüksek
sesle ağlamaktan men etti. Orada bulunanlardan her biri bu
172
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
203
hususta bir şeyler söyledi. Bu arada Şâh-ı Nakşîbend (RhA)
Hazretleri buyurdular ki:
“Benim ömrüm sona erince, ölmek nasıl olurmuş dervişlere öğreteyim!173“
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, bu sözü dâimâ benim hatırımda kaldı ve bir müddet sonra hastalandılar. Bu
hastalığı ölüm hastalığı olup ömrünün son günleri idi. Özel
odasına çekildiler. Vefâtına kadar orada kaldılar. Her gün
talebeleri oraya giderler huzûrunda bulunurlardı. Talebelerinin her birine şefkat gösterip iltifatta bulunurdu. Vefât
etmek üzere iken, ellerini kaldırıp duâ etmeye başladılar.
Ellerini uzatıp uzun müddet duâ ettiler. Sonra ellerini yüzüne sürüp vefât ettiler.
Alâeddîn-i Attâr de şöyle anlatmıştır:
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emretti. Gidip emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Bu sırada, acâba
kendilerinden sonra irşâd emrini kime verecekler diye hatırımdan geçmişti. O anda mübârek başını kaldırıp:
“Söyleyeceğimi, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim
bizi arzû ederse, Hâce Muhammed Pârisâ‟ya nazar etsin.”
buyurdu. Bu sözü söyledikleri günden sonraki gün vefât etti.
173
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
204
Yine Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır:
“Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟nin vefâtı sırasında
Yâsîn-i şerîfi okuyorduk. O da bizimle okuyordu. Yarısına
gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.”
Son Nefese Ayarlı Olmak
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri, Kasr-ı Ârifân‟da
toprağa verildi. Talebeleri, üzerine güzel bir türbe
yaptırdılar. Daha sonra türbenin yanına genişce bir mescit
inşâ edildi. Gelen pâdişâhlar o mescit için vakıflar kurdular.
Oranın bakımını yapmak, şanını, şerefini duyurmak için
çok îtinâ gösterdiler. Bu sevgi (muhabbet) günümüze kadar
devâm edegelmiştir.
Onun temiz rûhu vesîle edilerek Cenâb-ı Hak‟tan yardım istenmektedir. Eşiğinin toprağı gözlere sürme gibidir.
Dar zamanlarda onun kapısına sığınılır.
Zamânın büyüklerinden Abdülkuddüs (RhA), şöyle anlatmıştır:
Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri‟ni kabrine koyduk.
Gördüm ki, “Mü‟minin kabri Cennet bahçelerinden bir
bahçedir.” hadîs-i şerîfinde buyurulduğu gibi, mübârek
yüzleri tarafından Cennet‟ten bir kapı, kabr-i şerîflerine
açıldı. O kapıdan iki hûri gelip, ona selâm verdi ve:
205
“Allah‟ın bizi sizin için yarattığı vakitten beri sizi
bekliyoruz.” dediler. Hâce‟nin onlara:
“Ben Hak Teâlâ ile ahdettim ki, O‟nun hiçbir şeye benzemeyen, nasıl olduğu anlatılamayan dîdârını görmedikçe,
benim yolumda bulunanlara ve benden hakkı işitip amel
edenlere şefâat etmedikçe, hiçbir şey ve hiçbir kimse ile
meşgûl olmam!” dediler.
Vefâtından sonra sevenlerinden biri onu rüyâda görmüş
ve:
“Ne amel işleyelim ki kurtuluşa erelim?” diye sormuştur. Şâh-ı Nakşîbend (RhA) Hazretleri,”Son nefeste ne
ile meşgûl olmak gerekirse, onunla meşgûl olunuz174 “
buyurmuşlardır.
Edepsizlik
Edepsizlik Yıkım Getirir.
„Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri‟nin
Râmuz-el Hadis kitabında bildirildiğine göre Peygamber
(SAV) Efendimiz bir hadîsi şeriflerinde:
“Ahlâkının güzelliği kişinin saâdetindendir. Ahlâkının
fenâlığı ise, şekâvet alâmetidir.”buyurmaktadırlar.„
174
Şah –ı Nakşbend Muhammed Bahaüddin Buharî, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.karaca.de/turk/naksi.htm, En Son Erişim Târihi: 30.08.2014.
206
Hayâsızlık (utanma duygusunun yok olması) önemli
bir ahlâk zayıflığıdır ve insanı kötü sonuçlara götürür. Onun
için Peygamber (SAV) Efendimiz, hayânın (utanmanın)
baştan sonuna kadar hayır olduğunu bildirmiştir. Bu yüzden, hayâsı giden için tehlike zillerinin çalmaya başladığı
söylenebilir. Nitekim Peygamber (SAV) Efendimiz, İbn
Mâce‟de geçen bir hadîsi şeriflerinde meâlen şöyle buyurmuşlardır:
“Allah bir kulunu helâk etmek isterse, ondan ilk önce
hayâsını (utanma duygusunu) alır. Hayâsı alınan kişi uğursuz olur, emânet duygusundan sıyrılır. Emânet duygusunu yitirince onu hep hâin olarak görürsün. Hâin olanın
merhâmeti kalmaz. Merhâmetsiz olan kovulmuş bir hâldedir. En son onu öyle bir hâlde görürsün ki, İslâm halkası
artık onun boynundan alınmış olur.”
YaratılıĢ Sebebini En Güzel Anlayan Millet
“Peygamber (SAV) Efendimiz devrinde ve onu tâkip
eden Tâbiîn deverinde İslâm ve İslâm Ahlâkı‟nın korunması
zor olmuyordu. Fakat yıllar geçtikçe ve insanların dünyâ
malı, refâhı ve dünyâ sevgileri arttıkça İslâm ve Ahlâkı‟nın
korunmasında zâfiyetler artmaya başladı.
İşte Tasavvuf Sistemi İslâm ve Ahlâkı‟nın korunması
için, temelde 7 edep ve hayâyı muhâfaza edip kuvvetlendirmek için geliştirilmiş bir ilim ve eğitim sistemidir.
Daha başka bir ifâdeyle, bir Müslüman için ilim, amel (iş)
ve ihlâstan ibâret olan İslâm Dini‟nde ilimde ve / veyâ amelde ne kadar parlak olunursa olunsun, ihlâstan yoksun
207
olunduğunda, son nefeste yine şeytanın tasallutundan ve
îmanın tehlikeye düşmesinden kurtulmanın mümkün olamayacağı açıktır.
Tasavvuf, bu sebepten, üçüncü mertebe olan ihlâsı
kazandırma temelleri üzerine kurulmuştur. Yâni, dinde
tasavvuf mecbûrî olmamakla berâber, şeytanın karşısında
îmanın daha fazla emniyet altına alınması açısından, İslâm
ve Ahlâkı‟na âit gerekli eğitim ve öğretim için güzel bir yol
olmuştur.
Bu güzel yol (tarik), bilhassâ karakterlerine çok uygun
gelen Türkler tarafından heyecanla benimsenmiş, bu yüzden, bu yolda Türkler arasında ölmez şahsiyetler çıkmıştır.
Daha özel olarak şunu söylemek mümkündür:
Yaratılış sebebini en güzel bir şekilde anlayıp kavrayan
ve o yolda güzel eser ve hizmetler sunanlar arasında
Türkler başta gelmektedir.
208
TÂRĠH BOYUNCA TÜRKLER
Türkler‟in bu şahsiyetli duruş ve başarıları Batılıların
hiç de hoşlarına gitmiyordu.
Bu yüzdendir ki, târih boyunca zaferden zafere koşan
ve Haçlı Seferleri‟ne karşı İslâm‟ın bayraktarlığını yapan ve
Çanakkale‟de, İstiklal Savaşı‟nda bütün Batılı güçleri rezil
eden Türkler‟in sırtı düşmanlar tarafından nasıl yere getirilecekti?
Avrupa‟da başlayan Sanayî Devrimi‟nden, fen ve teknolojik gelişmelerden güç alarak palazlanan Batılıların
gündemlerinin birinci maddesi, son asırlarda, artık bu idi.
Nihâyet, istediklerini buldular:
Bizim can damarımızı keşfederek gereken tedbirleri
almada hiç gecikmediler. Bizi maddî ve mânevî her sahâda
başarıdan başarıya ulaştıran can damarımızın (özelliğimizin) kendimize has karakter ve ruh yapımız olduğunu sonunda anladılar.
209
Arkamızı yere getirmek için, bizi bu hasletlerimizden
uzaklaştırmaları gerekiyordu. Ne yapmalıydılar?
Şimdi bunları onların ağzından dinleyelim. 19. yüzyılın
ilk yarılarında Patrik Grigoryas, Rus Çarı Birinci Aleksandr‟a yazdığı mektupta fikirlerini ve yapılacakları aynen
şöyle anlatıyordu175:
Türklerin Ahlâkî Üstünlüğü
“Onların Bütün Meziyetleri Alâklarının Sağlamlığından Gelmektedir”
“Türkler‟i maddeten ezmek ve yıkmak gayrı mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sâhibidirler. Bu
hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine
olan îtaat duygularından gelmektedir.”
Gerçekten araştırılır ve incelenirse, bu sayılan özellikler, mensuplarına hârika karakter ve donanımlar kazandırır.
Patrik Grigoryas bunları da şöyle sıralıyor:
175
Taşyürek, M.,Türkleri maddeten ezmek güçtür, Zaman G., 10 Ocak 1993;
Târih Konuşuyor, Aylık Degi, 1964, Sayı 1, sayfa 70.

Onların “izzet-i nefis sâhibidirler” dedikleri husûsun aslı şudur:”Türkler,
nefislerini öldürerek izzetli bir güce ulaşmışlardır.” Batılılar‟ın ruhî konulardaki
anlayışları yetersiz olmakla berâber, temelde, onlar Türkler‟i bu ruh gücünden ayırma
metotlarında isâbet etmişlerdir.
210
“Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-ü
idâre edecek reislere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kanaat ve şecaat duyguları da an‟anelerine olan
bağlılıklarından ahlâklarının salâbetinden (sağlamlığından, mânevî kuvvetinden) gelmektedir.”
Patrik Grigoryas‟ın tespiti yüzde yüz doğrudur:
Türkler‟in İslâm‟dan önceki karakter ve ruh yapıları, 9.
yüz yılda Müslümanlığı kabul ederek, İslâm dininin öğrettiği insanlık fıtratı ile birleşince kuvvetlenmiştir. Bu nedenle onlar elbette kadere rızâ gösterecekler, “Kalırsak gâzi,
ölürsek şehit olacağız diyecekler”; idâreci ve büyüklerine
saygıyı, küçüklerini sevmeyi din ve îmanlarından aldıkları
eğitim ve terbiye ile kazanacaklardır.
Böylece, elde edilen büyük bir karakter gücü ve sağlam
bir gelenekle birlikte, “Allah‟tan (CC) korkandan her şey
korkar176“ hadîsinin sır ve tecelîsine mahzar olacaklar ve
olmuşturlar da…
Bütün bu meziyetleri toplarsanız, Türkler‟in ilâhî ahlâkı yakaladıkları söylenebilir. Demek ki Türkler, yaratılış
gâyelerine en çok yaklaşan milletlerdendir.
176
“ALLAH'tan (CC) korkandan herşey korkar. ALLAH'tan (CC) başkasından
korkanı ALLAH'u Teâlâ herşeyden korkutur.” Hadîisi Şerîf / İbn Hibban, Ebû'ş- Şeyh…
211
Türkler‟i Edepten (Ahlâktan) UzaklaĢtırmaya
Muvaffak Oldular mı?
İşte düşmanlar, atalarımızın bu güç kaynağını keşfemişler, Türkler‟i güçsüz hâle getirmenin de onları mânevî
güç ve ahlâklarından ayırmakla başarılacağını anlamışlardır. Bundan sonra Türkler‟i, bu mânevî kaynaktan uzaklaştırma yollarını aramaya koyulmuşlardır.
Bunu bulmuşlardır da… Biz Türkler‟i kafa-kola almalarını bilmişlerdir.
Maalesef, biz bu oyuna gelmiş bulunuyoruz!
Bunun için Patrik Grigoryas uygulanacak metotları da
şöyle sıralamaktadır:
“Türkler‟de evvelâ îtaat duygusunu kırmak, mânevî
bağlarını kesretmek, dinî metânetlerini zaafa uğratmak icâbeder.”
İşte Türk‟ün sırtını yere getirmek için Batılılar tarafından bulunan en son metot! Ne ustaca, ne kurnazca, ne
sinsice bir metot!
Bakalım bunu nasıl başaracaklar? Yine Patrik Grigoryas‟ı dinleyelim:

kesretmek=çoğaltmak, böylece ayrılık tohumlarını atarak „parçala parçala yut‟ adı
verilen İngiliz Sömürgeciliği‟ine hazırlık yapmak.
212
“Bunun da en kısa yolu, onları An‟anât-ı Milliye ve
mâneviyelerine (Millî örf, âdet ve mâneviyatlarına) uymayan hâricî fikirlere, hareketlere alıştırmaktır. Türkler, hâricî muâveneti (dış yardımı) reddederler. Haysiyet hisleri buna mânidir. Velev ki, muvakkat (geçici) bir zaman için zâhirî kuvvet ve kudret verse de, Türkler‟i, hâricî muâvenete
(dış yardıma) alıştırmalıdır.”
Türklerin Tahrîbâtı
“Yapılacak olan, Türklere Hissettirmeden Bünyelerindeki Tahrîbâtı Tamamlamaktır.”
İşte bugün bizim üzerimize tatbik edilen aynen budur.
Memleketimiz, kültür istilâsı sonunda, bir değil, iki değil, beş değil, yüzlerce hâricî fikirlerlerle dolup dolup
taşmıyor mu? İnsanlarımızın fikrî atlasları, renk renk yamalı bir bohçaya dönmedi mi?
Ya da, Batılılar bize ne kadar yardım yapacak diye, idârecilerimiz, yıllarca Dünyâ Bankası‟nın eşiğini aşındırmadılar mı / aşındırmıyorlar mı?
İşin daha korkunç olan tarafı, bütün bunları artık kanıksamış, benimsemiş, rahatsız olmama, bunu doğal (normal) karşılama durumuna girmiş olmamızdır. Oktay Sinanoğlu‟nun dediği gibi, önce kafalarımızı sömürgeleştirdiler.
213
Hâricî fikirler ve dış yardım gerçekleştiğinde, bu bizden ne alacak, ne götürecek? Bunu yine Patrik Grigoryas‟ın
ağzından dinleyelim:
“Mâneviyatları sarsıldığı gün, Türkler‟i kendilerinden
şeklen çok kudretli, kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler
önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî
vâsıtaların üstünlüğü ile onları yıkmak mümkün olabilecektir.”
“Bu sebeple Osmanlı Devleti‟ni tasfiye için mücerret
olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfî değildir ve hattâ
sâdece bu yolda yürümek, Türkler‟in haysiyet ve vakarlarını tahrik edeceğinden, hakîkatlere nüfuz edebilmelerine
sebep olabilir. Yapılacak olan, Türkler‟e bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahrîbatı tamamlamaktır.”
Patrik Grigoryas‟ın ileri sürdüğü Türkler‟i yoketme fikirleri incelenirse görülür ki, bunların esâsı, Türkler‟i millî
ve mânevî değerlerinden uzaklaştırarak îmansız bir sürü
hâline getirmek ve Allah‟a (CC) olan saygı, güven ve bağlılıklarını dünyâlık menfaatlere yönlendirmektir. Başka bir
ifâdeyle, Batılılar‟dan istemeyi, çalışarak Allah‟tan (CC) istemeye tercih eder duruma getirmektir.
Dininden, îmanından ve millî geleneklerinden yoksun
olan bir topluluk bütün gücünü kaybetmiş, şahsiyetsiz bir
hâle gelmiş demektir. Böyle bir toplumun gücü olmadığı
gibi, cesâret ve şecaati de kalmaz, kontrol edilebilir güdümlü bir kukla durumuna düşer.
214
Îmanlı ve îman zâfiyeti insanların davranışlarına izzet
ve zillet gölgesi olarak yansıyarak bu kişinin davranışlarından da hissedilebilir Çünkü zillet durumunda kişinin dini,
îmanı ve öz güveni sarsılmış, Allah (CC) korkusu kalmamış
ya da zayıflamıştır fakat „düşen yapraktan‟ korkar bir hâle
gelmiştir. Bu durumu Peygamberimiz (SAV) Efendimiz
yüz yıllar öncesinden haber vermiştir:

http://www.haber10.com/haber/461262/#.UsFF9Fw5nmQ, En Son Erişim
Târihi: 30.12.2013.
215
“Allah‟tan (CC) korkmayan her şeyden korkar177.”
Bugün, özellikle geçmişte, Allah‟ın (CC) emirleri karşısındaki durumlarımız ile meselâ, Amerika Birleşik Devletleri‟nin Memleketimiz hakkındaki direktifleri karşısındaki tutum ve davranışlarımızı, insafla, şöyle bir gözden
geçirelim!
Allah‟ın (CC) emirleri ve kulluğumuz hakkında söz
açıldı mı, hemen herkes, bileni bilmeyeni, okumuşu okumamışı, konunun uzmanı olmadıkları hâlde, bir şeyhülislam
gibi fetvâ vermeye kalkmıyor mu? Çoğu insanlarımızın en
kolay ve sorumsuzca eleştirebildiği din ve din adamları
olmuyor mu?
177
“ALLAH'tan (CC) korkandan herşey korkar. ALLAH'tan (CC) başkasından
korkanı ALLAH'u Teâlâ herşeyden korkutur.” Hadîisi Şerîf / İbn Hibban, Ebû'ş- Şeyh…
216
Halkı galeyana getirmek için en kolay yolun, meselâ
Kur‟an‟ı Kerîmi ve câmileri yakmak gibi, dinî değerlere kolayca saldrılmıyor mu?178
İşte bunlar, dinî konularda insanlarımızın ne kadar boş
hâle getirildiğinin birer örneğidir. Gerçekten, Patrik Grigoryas‟ın ileri sürdüğü fikirlerin tuttuğu görülmüyor mu?
Hâlbuki çeşitli nutuklarda birbirimize karşı bağımsız
bir devlet olduğumuzu haykırdığımız hâlde, Devletimiz‟i
ilgilendiren öz konularımızda bile, bağımsızca kararlar alabiliyor muyuz?
„Kıbrıs Ambargosu‟na, “neyse, oldu bir kere...” diyelim... Muavenet Zırhlısı‟nın Saragota salvosuyla duman
olmasına da, haydi, “kaza” diyelim... Ya bilerek başımıza
geçirdiği „çuval‟a ne demeli?179„
Bütün bunlar, bizlere „bir şey hissettirmeden‟ bünyelerimizdeki tahrîbatı tamamlamış olduklarını göstermiyor
mu?
Amerika Birleşik Devletleri‟nin bu düşmanca davranışı
karşısındaki tutumumuzu başka türlü nasıl açıklayabileceğiz? Yoksa Allah‟tan (CC) korkumuz azaldığı için
îmanımız zayıflamış, “höt” diyenden korkar bir hâle mi
178
Uluğtekin Yılmaz, M., Kıral Çırılçıplak!, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.yorumkat.com/genel/94070-kiral-cirilciplak-mutlaka-okuyun.html, En Son
Erişim Târihi: 06.09.2014.
179
Yılmaz, M. U., Kıral Çıplak,
http://www.turkdirlik.com/Bilgimece/Siyaset/Turkiye/MUYilmaz0002.htm
217
gelmişiz? Eğer öyleyse Patrik Grigoryas da bunu hedeflememiş miydi?
Batı‟nın bu sinsi plânları çerçevesinde meydana gelen
mânevî sahâdaki yozlaştırmanın bir örneği olarak da Keriman Halis Olayı verilebilir.
Kerîman Hâlis Olayı
Bu ilginç olay, Halit Turhan Bey‟in hâtırâlarında yer
almaktadır180.
“1932 yılında Cumhûriyet gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Kerîman Hâlis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika‟nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünyâ güzellik yarışması düzenlenmişti. 1913 yılında doğan Kerîman
Hâlis, bu yarışmaya Türkiye‟yi temsîlen katıldı.”
“Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kişilerle
görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde
kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar.”
“Jüri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek:
“Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa‟nın, Hristiyanlığın
zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünyâ üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağa bile, pencere arkasından seyre180
Turhan, H., Osmanlı Torunu Dünyâ Güzeli, Cumâ, Ekim 14, 2005.
218
debilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Kerîman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tâcı kabul
edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz.
“Ondan daha güzel varmış, yokmuş bu önemli değil...
Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene İslâm‟ı
yenmenin zaferini kutluyoruz. Avrupa‟nın zaferini
kutluyoruz.”
“Bir zamanlar Fransa‟da oynanan dansa müdâhalede
bulunan Kanûnî Sultan Süleyman‟ın torunu işte mayo ve
sütyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanlar‟ın geleceğinin böyle olması temennisiyle Türk güzelini
dünyâ güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa‟nın zaferi için kaldıracağız.”
“Böylece, Kerîman Hâlis dünyâ güzeli seçildi. Resimleri gazetelerde basıldı. Hattâ kartpostal yapılarak satıldı,
elden ele dolaştı.”
Bugün düşmanlarımız, bizleri özgürleştirmek (!) (aslında özgürsüzleştirmek) için mâneviyatımızdaki tahrîbâtı
tamamlamaya çalışıyorlar. Bir taraftan da Anadolu‟nun
Uyutulan Devi‟nin uyanmaması için ellerinden ne geliyorsa
yapıyorlar. İçimize yerleştirdikleri adamları, elde ettikleri
hâinler vâsıtasıyla milletimizi çeşitli fikirlere bölerek güçsüzleştirip gerçeği anlayan vatan evlatlarını susturma yol-
219
larını işletiyorlar. Bu sinsi plân Keriman Halis Olayı ile
oldukça gün yüzüne çıkmıştır181.
Günümüzde kadınlarımızın bütün gizli ve saygın
tarafları çırılçıplak ortaya dökülerek saygınlıkları târumâr
edilmiş durumda bulunuyor. Bunu bir gazeteden alıntı yaparak bir örnekle somutlaştırmak istiyorum:
“Gazetenin hafta sonu ilâvelerini yapan ekibin
toplantısına Ertuğrul Özkök de katılmış. 30 kişilik ekibin
Bebek Ambassador‟daki toplantısında yaşananları Arman
köşesinde anlatıyor...
Masadakilerin çoğunda dövme var.
Kimi omzuna, kimi koluna, kimi boynuna, kimi bileğine, kimi sırtına yaptırmış…
Bu dövme denilen şey manyak bir şey biliyorsunuz, bir
kere yaptırınca kendini alamıyorsun, daha fazla yaptırmak
istiyorsun, bir de yeri önemli, öyle bir yerde olsun ki, birileri “Aaa ne güzel olmuş!” desin.
Benimki sağ mememin yanında, daha doğrusu sağ mememin yanağı ile kol altımın arasında diklemesine duruyor,
sâdece bikini ya da askılı elbise giydiğim zaman görülüyor.
181
Dünyâ Gerçekleri, 1932 yılında belçikada yapılan güzellik yarışması Keriman
halis, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://dunyagerceklerim.blogspot.com.tr/2013/01/1932-ylnda-belcikada-yaplanguzellik.html YA DA diğer Kaynaklar: Yalan Söyleyen Târih Utansın Mustafa
Müftüoğlu, Yeni Rehber Ansiklopedisi, Târihî ve Dinî Gerçekler, Son Erişim Târihi:
06.09.2014.
220
Bence çok estetik…
Hem seviyorum hem de gurur duyuyorum çünkü sevdiğim adamın adı yazıyor: Ömer.
Veeeeeeee gösteriyorum...
Hemen gırgır başlıyor tabii...
“Keşke sola yaptırsaydın, kalbimin üstüne sevgilimin
adını yazdırdım!” diye hava atardın, “İş mi şimdi sağ meme...”
“Dövmeci çocuğun tersine geliyordu” diyorum.
“E peki niye meme yani?” diyor bir başkası...
“Ne bileyim ikimizin de sevdiği bir organ, hem de
orijinal bir yer...”
Yine gülüyoruz.
Peki, niye sevgilinin adı?
İşte o anda tartışma alevleniyor.
Cumbur cemaat bana yükleniyorlar.
Neden efendim Alya yazdırmamışım, erkekler geçiciymiş, kalıcı olan çocuklarmış.
221
“Ayrılırsanız
misin?”
ne
olacak?”
diyorlar,
“Sildirecek
“O kadar karaktersiz miyim, tabii ki sildirmeyeceğim!”
Ve gecenin sorusu geliyor:
“İyi de memesinde Ömer yazan kadınla kim sevişmek
ister!”
“Allah Allah!” diyorum, “Ne alakası var?”
“Bütün romantizmin şehvetin içine eder” diyorlar.
“Bir de niye yani?”
“Sizi hesapçılar!” diyorum “O adam benim hayâtıma
damgasını vurdu, tenime onun adını vurdurmuşum çok mu?
Bir gün ayrılsak da bu gerçek değişmeyecek ki, bir başka
birini sevsem de Ömer vardı, benim hayâtımdaydı, varsın
sağ mememde adı dursun...”
Ama tabii kimseyi iknâ edebilmem mümkün olmuyor.
Bu sefer ben yükleniyorum, “Belki de siz, hayâtınızdaki
adamları bu kadınları onların isimlerini bedenlerinize yazdıracak kadar sevemiyorsunuz, güvenemiyorsunuz...”
Tartışma uzayıııııp giderken Özkök duruma el koyuyor:
222
“Ne var canım” diyor, “Ayrılırlarsa Ömer‟in başına
bir Hz. koyar olur biter... Benim inancım der, geçer gider...”
Tartışmayı kahkahalarla bitiriyoruz...182“
Üstelik bütün değer yargıları da aynı cıvık, müstehcen
ve seviyesiz pota içinde eritiliyor.
Anadolu‟nun Uyuyan Devi‟ni Size ESALAETTĠN
GÜL183Anlatsın184
„Böylece Türkiye üzerine korkunç hesap ve planlar
yapıyorlar. Kaoslar, krizler ve bunalımlar ortaya atıp bizi
hep boş gereksiz işlerle meşgul etmek istiyorlar. Neden
derseniz; burada gazeteci yazar Ali Çankırılı‟nın “Batıda
İlmi Skandallar” isimli kitabından ufak bir alıntı yapmak
istiyorum.”
“Çankırılı, Amerika Birleşik Devletleri‟nde bir araştırma yaparken sosyoloji dalında yazılmış “Anadolu
Medeniyetleri” başlıklı kitapta Türkiye için şu korkunç tâ182
Özkök E., Özkök'ün Hz. Ömer Gafı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.haber10.com/haber/135326/, En Son Erişim Târihi: 06.09.2014.
183
Gül, E., Birileri Bu Ülkede Hep Kaos Yaşansın İstiyor, Alındığı İnternet,
Elektronik Adresi, http://arsiv.zaman.com.tr/2002/02/04/doguanadolu/h4.htm/, En Son
Erişim Târihi: 06.09.2014.
184
Temiz, M., Dinî Cehâletin Turnosol Kâğıdı ġeriat, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/D%C4%B0N%C3%8E%20CEH%C3%82LE
T%C4%B0N%20TURNOSOL%20K%C3%82%C4%9EIDI,%20%C5%9EER%C4%B0AT
.pdf YA DA
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/D%C4%B0N%C3%8E%20CEH%C3%82LE
T%C4%B0N%20TURNOSOL%20K%C3%82%C4%9EIDI,%20%C5%9EER%C4%B0AT
.doc, En Son Erişim Târihi: 06.09.2014.
223
birin kullanıldığını söylüyor. “The Sleeping Giant of
Anatolia.” Türkçesi aynen şöyle: “Anadolu‟nun Uyuyan
Devi!”‟
„Çankırılı diyor ki; altındaki cümleleri okuyunca iliklerime kadar titredim! Yazının devâmında:
“Türkiye, Anadolu‟nun uyuyan bir devidir. Onu uyutmak bize çok pahalıya mal oldu; ama değdi... Onu uyutmayı başaran bizler, uyanmaması için hiçbir tedbiri elden
bırakmamalıyız. Uyanışına vesîle olacak en küçük bir kıpırdanmayı zamanında bastırmalıyız. Onu uyandıracak tek
güç İslâmiyet‟tir. Bunu asla unutmayalım. Öyleyse en büyük hedefimiz İslâmî Cemaatler‟dir. Lâik hükümetlerle İşbirliği yaparak bu cemaatleri halka, “gerici güçler” olarak
tanıtacağız. Onların her kıpırdanışını “İrtica” olarak vasıflandıracak; devleti yıkmayı ve yerine “şeriat” düzeni getirmeyi amaçladığını duyaracağız...”
„Vay canına! Ülke gündeminden hiç düşmeyen, zaman
zaman bir bardak suda fırtınalar kopartılan çıkışların kaynağını görüyor musunuz?185”
185
Temiz, M., Ecünnü Âleminden Başka Bir Umut, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/BA%C4%9EI%C5%9EIKLIK%20KAZANIP%20M
AH%C4%B0YET%20DE%C4%9E%C4%B0%C5%9ET%C4%B0REN%20EC%C3%9C
NN%C3%9C.pdf, En Son Erişim Târihi: 02.07.2014.
224
MÜSLÜMANLARI BĠRLEġTĠRMELĠYĠZ
GiriĢ
İçimizdeki hâinler, milletimizin birlik ve beraberliğini,
büyük bir güç olmasını istemiyorlar. Nereden gelirse gelsin,
bu tür fikirleri anında bastırıp yoketmek için her türlü çâreyi denemekten kaçınmıyorlar.
Bağdat Paktı toplantısı dolayısıyla Irak başkentine giden Türk heyeti, İmâm-ı Âzam‟ın kabrini ziyâret etmişti.
Mendres burada duâ ettikten sonra Sebâti Ataman‟a bütün
Ortadoğu Müslümanları‟nı bir araya getirme fikrini ilk defâ
açmıştı.
Kültürümüz‟ün Ana Unsuru
Kültürümüz‟ün ana unsuru Dinimiz‟dir. “En Kavi Konu Din‟dir.”
Âzam‟ın kabrini ziyâret ettikten sonra Mendres burada
duâ ettikten sonra, o zamanın Sanâyi Bakanı Sebâti Ataman‟a:
225
“En Kavi Konu Din‟dir.” demiştir.
“Bağdat Paktı‟nın bir toplantısı için Bağdat‟a gitmiştik. Bâzı ziyâretler arasında Îmâm-ı Âzam‟ın kabrini ziyâret
de vardı. Kabrin başında toplandık, duâlarımızı yapıyoruz.
Herkes Fâtihâ‟sını okuyup ellerini yüzlerine sürdü. Yalnız,
Adnan Menderes avuçları açık, dalgın duruyor… Tesâdüfen
ben de yanıbaşındayım. Bir süre bekledim.”
“Fakat herkes Fâtihâ‟sını bitirdiği ve gitmeye hazırlandığı hâlde, Başbakan‟ımızı beklediklerini fark edince,
hafifçe eteğinden çektim. Hemen toparlandı, elini yüzüne
götürdü ve yola koyulduk.”
“Yine yan yana idik… Kendisine Fâtihâ‟nın neden o
kadar uzun olduğunu sormak istiyordum ama beklemeyi
daha uygun buldum. Nitekim bir süre sonra o konuştu:
„Belki Fâtihâ‟nın neden o kadar uzadığını sen de
merak etmişsindir. Aklıma çok ilginç bir konu takıldı: Ebû
Hanife Hazretleri öleli bin yıl olmuş… Burada biz, çeşitli
ülkelerden gelmiş bir siyâsî kadro, kabri başına varıp
Fâtihâ‟mızı okuyor, tâzimimizi yapıyoruz… Ne yapmış bu
zat? İslâm Dini üzerinde düşünmüş ve yorumlar getirmiş…”
“Sen bin sene yaşayan bir devlet gösterebilir misin?
Yaptıkları bin sene unutulmayan, gidenin kabrini ziyâret
ettiği bir fikir adamı, bir devlet adamı gösterebilir misin?
226
Demek dünyâda en kavi konu Din! Ölümsüzlük yalnız Din‟den geçiyor!”
“Biz buraya niye geldik? Amerika ve İngiltere‟nin de
arkaladığı bir bölge paktının müzâkeresinde bulunmaya…
Ülkeler olarak ortak çıkarlarımız olduğu hâlde, anlaşamadığımız pek çok madde var; fakat Ebû Hanife‟nin kabrini
ziyârette anlaşma hâlindeyiz.”
“Senden ricâ ederim, bu konu üzerinde düşün! İslâm
zemini üzerinde bir anlaşma yapmak ve bütün Ortadoğu
Müslümanları‟nı bir araya getirmek niçin mümkün olmasın? Türkiye buna öncülük yapabilir mi? Konuyu Ankara‟ya dönüşte yeniden ele alalım… Hatırlat bana!186”
Menderes bu konuyu, ayrıca, hazırlık yapması için
Meclis Başkanı Mazlum Kayalar‟a da açmıştı. Maksadı İslâm Dini‟nin haklı gücünden faydalanarak Müslüman milletler nazârında Cumhuriyetimiz‟in îtibârını daha da artırmak idi. Fakat bâzıları, bilerek ya da bilmeyerek, Patrik
Grigoryas‟ın ileri sürdüğü fikirleri gerçekleştirmek için, Batı Basını‟nın körüklemeleriyle bunu değerlendirip ihtilal
186
Temiz, M., 27 Mayıs 1960 Olayı, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.google.com.tr/url?sa=t&rct=j&q=&esrc=s&source=web&cd=1&ved=0CB8
QFjAA&url=http%3A%2F%2Fmtemiz.pamukkale.edu.tr%2Fbilim%2F27%2520MAYIS
%25201960%2520OLAYIG%25C3%25B6zlerden%2520Ka%25C3%25A7an%2520Di%25C4%259Fer%2520Bir%
2520De%25C4%259FerlendirmeMenderes%25E2%2580%2599ten%2520Sonra%2520%25C3%2596zal%2520da%2520B
%25C3%25BCy%25C3%25BCk%2520D%25C3%25BC%25C5%259F%25C3%25BCnm
%25C3%25BC%25C5%259Ft%25C3%25BC.doc&ei=YxD7U9_WBKWw7AbEtYDYDA
&usg=AFQjCNHy6l-vlhRxmTyiryMgoxWvN6xokw&bvm=bv.73612305,d.bGE, En Son
Erişim Târihi: 02.07.2014.
227
yaparak Menderes‟i astılar. Çoğu kaynaklar, Menderes‟in
asılmasında bu İslâm‟a dönüş niyetinin çok etkili olduğunu
vurgulamaktadır.
Ebû Hanife
Yukarıda gördük… Adnan Menderes Ebû Hanife
Hazretleri hakkında şöyle diyordu:
“Ebû Hanife Hazretleri öleli bin yıl olmuş… Burada
biz, çeşitli ülkelerden gelmiş bir siyâsî kadro, kabri başına
varıp Fâtihâ‟mızı okuyor, tâzimimizi yapıyoruz… Ne yapmış bu zat? İslâm Dini üzerinde düşünmüş ve yorumlar getirmiş…”
“Demek dünyâda en kavi konu Din! Ölümsüzlük yalnız
Din‟den geçiyor!”
Hiç aklınıza, “Ebû Hanife Hazretleri‟ni ölümsüz kılan
özellik neydi?” diye bir soru gelmedi mi? Benim geldi ve
aklımca da onu bulduğumu zannediyorum:
Suda Akıp Giden Elmanın Açığa Çıkardığı Temiz
ve Ölmez Neslin Hikâyesi
Ebû Hanife Hazretleri‟nin babası Sâbit, vera sâhibi
temiz bir Müslümandı. Vera sâhibi olanlar bu sıfatı, şüpheli
şeylerden sakınmalarından alırlar. Daha doğrusu “vera ve
takvâ”, şüpheli şeylerden sakınmakla kazanılır. İşte, Sâbit
Hazretleri böyle bir zattı.
228
Ebû Hanife Hazretleri‟nin babası Sâbit Hazretleri bir
gün, nazlı nazlı akan, bir dere kenârında abdest alıyordu. O
sırada suda bir elmanın akıp gittiğini görür, bir an için
gaflet eder ve elmayı yakalarak ısırır. Fakat tükrüğünde bir
kan görünce aklı başına gelir.
Sâbit Hazretleri bu hâle çok üzülür. Çünkü şimdiye kadar helal olup olmadığı belli olmayan bir şeye böyle gafletle atılmamıştı.
Sonunda Sâbit Hazretleri tükrükteki kanla îkaz edildiğine ve dolayısıyla elma sâhibini bulup onunla helalaşmak
gerektiğine karar verir.
Dere boyu ilerleyip elma sâhibini bulur. Ona:
“Ben bir an gaflete kapılıp böyle bir hatâ işledim; ya
elmanın parasını al ya da onu bana helal et!” der.
Elma sâhibi de cömert, ihsan ve takvâ sâhibi bir kimsedir. Ebû Hanife Hazretleri‟nin hassâsiyetini hemen kavrar. Onun haram ve şüphelilerden sakınma husûsundaki titizliğini deneyerek onu değerlendirmek ister. Ciddî bir tavırla:
“Ben para istemem! Kıyâmet gününde senden davâcı
olmamı istemiyorsan, bir teklifim var, onu kabul etmelisin!”
der. Sâbit Hazretleri, işin sarpa sardığını anlamıştır:
“Teklifin nedir?” diye sorar. Bahçe sâhibi:
229
“Benim bir kızım var. Onunla evleneceksin! Yalnız kızımın gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez ve kötürüm vaziyette… Bunu kabul edersen, elma sana helal olsun! Aksi hâlde yarın mahşer günü yakana yapışırım!”
Sâbit Hazretleri, bu ciddî durum karşısında ilkin bocalar fakat hemen bir değerlendirme yapar:
“Ey dininde sâbit olan Sâbit! Sen ne yaptın! Kıyâmet
Günü‟nünde o şiddetli tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa, şimdi dünyâda buna râzı olman daha iyidir!” deyip
bahçe sâhibine olumlu kararını açıklar.
Buna bahçe sâhibi çok sevinir. Hemen düğün hazırlıkları ve sonunda da nikâh yapılır. Akşam olunca Sâbit Hazretleri, büyük bir stres ve kafa karışıklığı içinde nikâhlısının
bulunduğu odaya girer. Ama ne görsün?
Sâbit, odada gayet süslü, güzel, sağlam, gören, duyan,
tatlı tatlı konuşan melek gibi güzel bir biriyle karşı karşıya
gelmesin mi?
Sâbit, kendi kendine:
“Yâ Rab‟bi! Bu ne iştir başıma gelen? Hayal mi yoksa
rüyâ mı görüyorum? Yoksa söz verdiğim insan için bir
yanlılışlık mı oldu?” diye verdiği sözün yerine gelip gelmemesi konusunda tedirginleşir, hemen odadan gerisin geriye çıkmak ister. Hanım ona:
230
“Niye çıkıyorsun ey Allâhü Teâlâ‟nın sevgili kulu? Senin helâlin benim!” der. Sâbit Hazretleri, hemen terddütlerini bir bir sıralar:
“Baban seni bana, „Benim kızım kördür, sağırdır, dilsizdir ve kötürümdür diye târif etmişti. Sende ise bunların
hiç birisi yok… Ne güzel yürüyor, ne güzel konuşuyor, ne
güzel duyuyorsun? Baban niçin bana böyle söyledi? Şaştım
doğrusu? Muhakkak bunda bir iş var?” diye cevap verir.
Nikâhlı kız, işin iç yüzünü şöyle açıklar:
“Bu bir sırdır. İzin ver açıklayayım. Babamın sözünde
yalan yoktur. Dinine düşkün bir Müslüman‟dır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Bundan dolayı, gözlerim harama kördür; kulağım bir yabancı sözü duymamış ve
günah işlemediği için günâha karşı sağırım; ayaklarım günah yerlerine gitmediği için kötürümüm; dilimden kötü söz
çıkmadığı için dilsizim. Babam bunları demek istemiştir. İşin iç yüzü budur!”
Gelin hanımdan bu sözleri duyan Sâbit Hazretleri, Allâhü Teâlâ‟ya şükreder ve:
“Yarab‟bi! Sen her şeye gücü yeten hikmet sâhibisin!
Senin hikmetsiz hiçbir işin yoktur.” der.
Meğer suda akıp giden bir elmanın ardında Allah‟ın
(CC) ne güzel hikmetleri sıralı sıralı paketlenmiş ve bunun
sonunda da İmâm-ı Âzam dünyâya gelmiş…
231
İşte Menderes‟in hakkında “…öleli bin yıl olmuş…
Burada biz, çeşitli ülkelerden gelmiş bir siyâsî kadro, kabri
başına varıp Fâtihâ‟mızı okuyor, tâzimimizi yapıyoruz…
Sen bin sene yaşayan bir devlet gösterebilir misin?
Yaptıkları bin sene unutulmayan, gidenin kabrini ziyâret
ettiği bir fikir adamı, bir devlet adamı gösterebilir misin?”
dediği temiz ve takvâ sâhibi bir çiftin izdivâcından doğan
Ebû Hanife Hazretleri bu zat…
Doğru Söylüyorsam Beni Rahat Bırak
Türk olan Ebû Hanife‟nin tam adı Ebû Hanife Nûman
Bin Sâbit olup M.S. 699 yılında Bağdat‟ta Kûfe‟de doğmuştur. Onun 767 yılında Kûfe‟de hapishânede ikinci Abbasi Halîfesi Ebû Câfer el-Mansur tarafından zehirlettirilerek şehit olduğu söylenmektedir.
Kaynaklarda anlatıldığına göre, halîfe Ebû Hanife‟yi
kadı yapmak istemiş fakat Ebû Hanife, kadılığın sorumluluğundan korktuğu için, bu teklifi kabul etmemiş, halîfe
Ebû Cafer el-Mansur‟un kadılık teklifine şu cevâbı vermiştir:
“Yapamam!”
Halîfe:
“Yalan söylüyorsun!”
Ebû Hanife‟nin cevâbı çok mâidardır:
232
“Halîfe Hazretleri, yalan söylüyorsam, yalan söyleyen
kadılığa lâyık değildir. Eğer doğru söylüyorsam, beni rahat
bırak!”
Halîfe bu cevâba çok kızar ve Ebû Hanife‟yi hapse atar.
Ebû Hanife, İslâm hukûku olan fıkhı sistemleştirmiş ve
dört Sünnî mezhebinden biri olan Hanefîliği kurmuştur.
Kurduğu mezhep birçok İslâm toplumunca kabul edilmiş,
Arap ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Hindistan, Pakistan, Çin
ve Orta Asya‟ya kadar yayılmıştır.
„Talebesi Züfer‟den nakledilen şu rivâyet de onun sâbit
fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişâreye verdiği önem
bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der:
“Ebû Hanife‟nin derslerine devam ederdik, Ebû Yusuf
ve Muhammed ibni Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz
Ebû Hanife‟nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebû Hanife,
Ebû Yusuf‟a hitâben:
“Ey Yâkub vay hâline! Benden her işittiğini yazma!
Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim.
Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim” dedi187,188.“
İbni Muin, Târih, II. Cilt, s. 607; Bağdadî, Târih, XIII. Cilt, s. 402.
Anonim, İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi Anıyoruz, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.tevhidhaber.com/news_detail.php?id=1188&uniq_id=1201448161, En Son
Erişim Târihi: 05.05.2012.
187
188
233
Bu olay, onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir
şahsiyet olduğunu, verdiği hükümlerle de kimseyi bağlamak istemediğini göstermektedir.
234
MEVLÂNÂ HÂLĠD-Ġ BAĞDADÎ (RhA)
HAZRETLERĠ
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (RHA)
Hazretleri
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri, 18. Yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başında Irak ve Şam‟da yetişmiş olup büyük velîlerden Silsile-i Âliyye adı verilen Altın Silsile‟nin 30. halkasını oluşturmaktadır. O, insanlara gerçek
yaratılış sebepleri doğrultusunda hak (gerçek) yolu göstererek onları hakikî saâdete ve kurtuluşa kavuşturan ve asrının müceddidi olan büyük bir zattır.
Babasının ismi Ahmed idi. Bu Büyük Velî‟nin ismi
Hâlid, lakâbı Ziyâüddîn‟dir. Bağdadî sıfatıyla meşhûr olmuştur. Babası Hazret-i Osman‟ın, annesi ise Hazreti Ali‟nin soyundandır. Bu sebeple Osmânî diye de anılmaktadır.
Nakşîbend Tarikatı‟nın Hâlidiye Kolu‟nu kurmuştur.
Burada „kurmuştur‟ sözü yanlış anlaşılmasın: Bu sözden maksat, onun takip ettiği tasavvuf yolu, Hâlidiye Kolu
olarak anılmaya başlamış ve bu ad tutunmuştur.
235
Hâlid, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye meşhûr olmuştur.
1778 (H.1192) senesinde Irak‟ta, Bağdât‟ta Süleymaniye‟ye
sekiz kilometre uzaklıktaki Karadağ kasabasında doğan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri 1827 (H.1242)
senesinde Şam‟da vefât etmiştir. Kabri Şam‟ın kuzeyinde,
Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristanda, kendi adı ile anılan
türbesindedir.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Kadirî dergâhında da eğitim
görmüş olduğu için aynı zamanda bir Mevlevî‟dir. Bu yüzden Hâlid-i Bağdâdî (RhA), Abdülkâdir Geylânî‟nin el verdiği bir kimse olarak da bilinmektedir. Bu özelliği ile Hâlidîlik ve Geylânîlik, Tasavvuf‟ta birbiriyle bağıntılı bir tarikat gibi görünmektedir.
Ancak, daha sonra, Hazreti Hızır‟dan ders aldığını ve
onunla “Âlemleri, ilâhî katları birlikte gezerek öğrendiğini” bildiren Hâlid-i Bağdâdî (RhA), bir tarikat olmayan ancak bir bilim ve sevgi birliği olarak tanımlanabilecek
“Hâlidî Öğretisi” ile Geylânîlik‟ten ayrılmıştır189.
Hâlid-i Bağdâdî (RhA), zamanın ünlü hoca ve âlimlerinden eğitim görmüş, Arapça ve Farsça nazım ve nesirdeki
üstünlüğü ile en önde gelen belâgat âlimleri seviyesine
yükselmiştir. Daha sonra, eğitimi için uzak yerlere giderek,
oralarda ilmini daha yüksek mertebelere çıkarmıştır.
189
Anonim, Mevlana Halid-i Bağdadi” Kimdir?, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi,
http://www.hanifislam.com/zigzag/bol02/bol02a.htm, En Son Erişim Târihi: 05.09.2014.
236
Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri, tanınan ve takdir
edilen ilmî kişiliği yanında, üstün ahlâk ve takvâsı ile de her
zaman dikkati çeken bir özelliğe sâhip olmuştur. Ledünnî
(kaynağı Kur‟an‟da gizli olan) bilimlere de son derece vâkıf
olup bu konularda o zamanın ileri gelen üstadlarından da
daha ileri bir seviyede bulunmaktaydı.
Üstün bir zekâya, güçlü bir hâfızaya ve derin bir anlayışa sâhip olan Hâlid-i Bağdâdî (RhA), bununla birlikte,
hocalarına karşı kendini küçük ve âciz gösterir; bildiği hâlde “bilmeyen” bir kimse gibi davranırdı.
Bu, bir anlamda yaptığı hayrı, iyiliği duyurmak istemeyen; ancak, yaptığı yanlış bir hareketi de gizlemeye çalışmayan bir kimse anlamına gelen “Melâmi” davranışıydı.
Bu yüzden, herkes tarafından sevilen, çok sabırlı, kanaatkâr
ve çok muhterem bir kişiydi. Dâimâ rûhânî bir cezbe, ağlama ve tefekkür hâlinde bulunan Hâlid-i Bağdadî (RhA),
mânevî olarak kemâle ermiş üstün bir kişiliğe sâhipti.
“Senin Nasîbin Hindistanda!”
Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri, hacca giderken rastladığı bir Allah (CC) dostu ona „Kimsenin işine gücüne
karışma!‟ alamında bir nasîhatte bulunur. Kâbe‟ye vardığında bu nasîhati unutan Hazret, arkasını Kâbe‟ye dayamış ve kendine doğru bakan birisine içinden kızmaya
başlar, bu ne saygısızlık diye...
Derken adam Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri‟ne “Ey
kişi, sana yapılan nasîhatı böyle ne çabuk unuttun!” der.
237
Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri derhal toparlanır, bu
kişinin büyük bir zat olduğunu düşünerek özür diler ve kendisini eğitmesini ister.
O zat “hayır!” der, aynı sırada ayağını kaldırıp ayağıyla
Hindistan tarafını işâret eder ve şöyle der:
“Senin nasîbin (yetişmen) Hindistanda!”. Hâlid-i
Bağdadî (RhA) Hazretleri, “Bu sırada Hindistan‟ın şehirleri gözümün önüne geldi.” demektedir.
Mânevî işâreti alan Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri,
bir müddet sonra Hindistan yoluna koyulur, oruçlu olduğu
hâlde 2 ayda Hindistana vâsıl olur, hocası Abdullah Dehlevî
(RhA) Hazretleri‟ne kavuşur.
Abdullah Dehlevî (RhA) Hazretleri onu talebeliğe
kabûl eder, ona nefsinin terbiyesi için dergâhı temizleme
vazîfesini verir. Hâlid-i Bağdadî (RhA), ilimde bu kadar
âlim olmasına rağmen, buna hiç îtirâz etmemiştir.
Bir gün yerleri temizleme işi nefsine zor gelmiş, derhal
nefsine:
“Eğer mübârek hocamın verdiği bu şerefli vazîfeden
kaçarsan, sana yerleri süpürge ile değil, bu sakalınla süpürtürüm!” diyerek nefsini şiddetle îkâz etmiştir. Artık
bundan sonra hatırına böyle hiçbir düşünce gelmemiştir.
238
Bir gün yine su taşırken, hocası Abdullah Dehlevî
hazretleri ile karşılaşır. Abdullah Dehlevî (RhA), onun mübârek omuzları üzerinden Arş‟a doğru muazzam bir nûrun
yükseldiğini ve meleklerin ona gıbta ve hayranlıkla baktıklarına şâhit olmuştur.
Abdullah Dehlevî, Mevlânâ (RhA)‟in tasavvufta pek
yüksek derecelere eriştiğini, kemâle gelip olgunlaştığını
görünce, onu bu vazîfeden alarak devamlı huzûrunda bulunmasını emretmiştir.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri orada da
hocasına canla başla hizmet ederek büyük mücâhede ve
çetin riyâzetler çekmiş, Abdullah (RhA) Dehlevî‟nin huzurlarında beş veyâ altı ay çalışıp sohbetleri ve nazarlarıyla
büyük velîlerden olma saâdetine erişmiş, huzur ve müşâhede makâmına kavuşmuştur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri (RhA), Abdullah
Dehlevî (RhA)‟in kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlükleri elde etmiştir.
DönüĢ
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri Bağdat‟a
geri dönüyor…
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri Hindistan‟da bir yıl kadar kaldıktan sonra, Şeyh Hazretleri, ona
“velâyeti ikmal ettiğini”, dirâyet ve tam bir vukufla “sülûkunu” tamamladığını bildirmiş ve ona “irşad icâzeti”
239
vermiştir. Hilâfetin en üst derecesi olan “Hilâfet-i Temme”
ile onu beş tarikatta halîfe yapmıştır. Bu tarikatlar, Nakşibendî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî‟dir.
Bağdâdî (RhA) Hazretleri‟nin Bağdat‟a geri
dönüşünde, Şeyh Hazretleri birlikte onu yedi kilometre yürüyerek yolcu etmiştir.
Hicrî 1228 yılında Bağdat‟a yerleşen Bağdadî (RAh),
burada on yıl kadar kaldıktan sonra, Hicrî 1238 yılında,
müridleri, “etrâf-ı iyâli” ve halîfeleriyle birlikte Şam‟a yerleşmiştir.
Kaldığı her yerde, kalabalık insan gruplarının izdihâmı
içersinde, birçok âlim ve emir onu ziyârete gelmiştir. O
gelenleri, tefsir, hadis, tasavvuf, fıkıh ve çeşitli ilmî konularda yetiştirmeye çalışır, irşad ederdi. Kudüs, Halep ve
Irak‟ın tamâmı, özellikle Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil,
İmâdiye ve Cezîre bölgeleri; Güneydoğu Anadolu, özellikle
Mardin, Gaziantep, Urfa ve Diyarbakır bölgeleri; ayrıca,
Hindistan, Afganistan, Mâverâünnehir, Mısır, Amman ve
Mağrip (Batı ülkeleri) halkından pek çok kimse onun müridi olmuşlardır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (RAh), Hicrî 1242 (Milâdi
1827) yılında, Zilkâde ayının 14. Cumâ gecesi, tâun (vebâ)
hastalığından vefât etmiştir. Kabri, Şam‟da, olup, Müslümanların ziyâretine açıktır.
240
“Hem sen Medîne‟de Yapılan Nasîhati Ne Çabuk
Unuttun”
Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri‟nin başından geçen
yukarıda kısaca değindiğimiz hâdiseyi biraz daha açabiliriz:
Hâlid-i Bağdâdî (RhA)‟in Hicrî 1220 yılında Medîne-i
Münevvere‟yi ziyâretleri sırasında başından geçen ilginç olayı kendi ağzından dinleyelim:
“Medîne-i Münevvere‟de, “sâlih”lerden biri ile karşılaşıp, özellikle irşâdım konusunda faydalanmak istiyordum. Bir gün, Yemenli, “istikâmet sâhibi”, âlim ve âmil bir
zatla karşılaştım. Hiç bir şey bilmeyen bir kişinin, büyük bir
âlimden nasîhat istemesindeki tavrını takınarak, bana öğüt
vermesini talep ettim. Birçok nasîhatte bulundu ve sonunda
şöyle dedi190:
„Mekke-i Mükerreme‟de, zâhirî görünüşü şerîata ters
düşse bile, gördüğün her şeye hemen karşı çıkmaya kalkışma!‟
“Mekke-i Mükerreme‟ye vardığımda, bir Cumâ günü,
bir deve kurban eden kişinin eciri kadar sevâba nâil olmak
için, Mescid-i Haram‟a erkenden geldim. Kâbe‟ye karşı
oturup “Delâil” okumaya başladım. Bu sırada, siyah sakallı, gösterişsiz, basit bir kıyâfet giymiş bir adamın geldiğini
190
Anonim, Mevlana Halid-i Bağdadi” Kimdir?, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi,
http://www.hanifislam.com/zigzag/bol02/bol02a.htm, En Son Erişim Târihi: 05.09.2014.
241
ve sırtını Kâbe‟nin duvarına dayayıp, yüzünü bana çevirdiğini gördüm.”
“İçimden, „Bu adam Kâbe‟ye karşı edep dışı davranıyor‟ diye düşündüm. Bu düşüncemin akabinde, o adam bana şunları söyledi:
„Be adam! Sen bilmiyormusun, Allah katında mümine
hürmet, Kâbe‟ye hürmetten daha üstündür. Tutup da, benim
Kâbe‟ye sırtımı dönüp, yüzümü sana çevirmeme îtiraz ediyorsun. Hem sen Medîne‟de yapılan nasîhati ne çabuk unuttun!‟
“Bu sözler üzerine, onun kesinlikle büyük bir „veli‟ olduğunu anladım ve hemen ellerine kapandım. Özür dileyerek beni irşâdetmesini istedim. O da, „Senin irşâdın bu diyarda değildir‟ deyip, eliyle Hindistan tarafını işâret etti.
„Sana bu yönden işâret gelecektir ve irşâdın orada olacaktır‟ diyerek sözünü tamamladı191.”
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî‟ (RhA), bu olaydan dört yıl
sonra, Hicrî 1224 yılında Hindistan‟a giderek, orada Şeyh
Abdullah Dehlevî (RAh)Ø Hazretleri‟nin mürşidliğinde
Nakşîbend tarikatına girmiştir.
191
Anonim, Mevlana Halid-i Bağdadi” Kimdir?, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi,
http://www.hanifislam.com/zigzag/bol02/bol02a.htm, En Son Erişim Târihi: 05.09.2014.
Ø
RAh kısaltması, “Rametullâhi Aleyh=Allah‟ın rahmeti üzerine olsun!..” demektir.
242
“Din ve Dünyâlık Ġsterim”
GüneĢler GüneĢi Hz. Mevlânâ Hâlid192 adlı ederde,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri‟nin, Abdullah
Dehlevî (RhA)‟in kalbindeki bütün esrâr ve mânevî üstünlükleri elde etmesinden sonra, hocasının izniyle geri döneceği sırada, şu bilgilere yer verilmektedir:
Şâh Abdullah Dehlevî (RhA) Hazretleri, Hazreti Hâlid‟e hitâbederek:
„Ey Hâlid!‟
„Memleket‟in Bağdat‟a git! Âşıklara, hal sâhiplerine,
iyi kadılara doğru yolu göster!”…
„Ey Hâlid!‟
„Kalacağın yere git, irşâdı genişletmeye çalış! Şimdi ne
istersen vereyim.‟
„İste Ey Hâlid!‟
“Hazreti Hâlid buyurdular ki:
„Din ve Dünyâlık İsterim.‟
“Şâh Hazretleri buyurdular ki:
192
Ulusoy, T., ve Yavuz, A. F., Güneşler Güneşi Hz. Mevlânâ Hâlid, Uluçınar
Yayınları, 1974, İstanbul.
243
„Ey Hâlid!‟
” Git! Her istediğini sana verdim.”
Titreyen PaĢa
“Böylece memleketi Bağdâ‟a gelen Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî Hazretleri insanlara İslâm‟ın emir ve yasaklarını
anlatıp, dünyâ ve Âhiret‟te kurtuluşa ermeleri için çalışmaya başladı.”
“O günlerde, Bağdât Vâlisi Saîd Paşa, ziyâretlerine
geldi, birçok âlimin sessiz, başları önüne eğik, hizmetçiler
gibi edeple huzûrunda oturmuş olduklarını gördü ve
Mevlânâ Hâlid Hazretleri‟nin heybetini görünce, diz çöküp
titremeye başladı.”
Mevlânâ Hâlid‟in celâl hâli gidince, Saîd Paşa‟nın titremesi geçti ve duâ istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ona duâ edip:
„Kıyâmet‟te, herkes kendi nefsinden suâl olunur. Sen
ise nefsinden, yâni kendinden ve emrin altında olanların
hepsinden suâl olunursun. Hak Teâlâ‟dan kork!‟
„Çünkü senin için önünde öyle bir gün vardır ki, o
günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğururlar. İnsanları sarhoş görürsün. Onlar sarhoş değil, ancak Allâhü Teâlâ‟nın azâbı çok şiddetlidir.‟
244
deyip nasîhat buyurunca, Saîd Paşa yine titremeye başladı
ve yüksek sesle ağladı.”
“Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah Dehlevî‟ye bir mektupla arz edince,
hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu193:
„Mektubuma Rahman ve Rahîm olan Allâhü Teâlâ‟nın
şerefli ismiyle başlıyorum. Allâhü Teâlâ‟nın sevgili kulu
mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühü…‟
„Tepeden tırnağa kadar kusurlu olan bu fakîre, her an
ziyâdesi ile gelmekte olan Allâhü Teâlâ‟nın nimetlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.‟
Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar
da emredilen zikir ve diğer vazîfeleri yerine getirip saâdetlerini bunlardan bilsinler. Büyüklerin yolunu inkâr
edenlerle görüşmesinler!‟
„Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha
iyidir.‟ sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz
edenlerden uzak olunuz! Âlimler ve ârifler söylemişler ve
yazmışlardır ki:
„İmâm-ı Rabbânî Hazretleri‟ni sevenler, mümin ve
müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir.‟
193
Anonim, Hayat-I Şerifleri, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://mevlanahalidibagdadim.wordpress.com/, En Son Erişim Târihi:
05.09.2014.
245
„İslâm memleketleri hazret-i Müceddîd‟in feyzleriyle
doldu. Ve bütün Müslümanlar‟a, Hazreti Müceddîd‟in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.‟
O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek
varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler. Size tâzim ve
hürmette kusur etmeyeler, muhâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar.‟
Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem; “Din nasîhattir.” buyurdu.‟
„Allâhü Teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend‟in, Müceddîd-i elfi sânî‟nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib‟in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz!
Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın! İhtiyâç
yüzünü bu tarafa çevirmek ve kalb ile hatırlamak yetişir.‟
„Allâhü Teâlâ kendi rızâsına ve Habîb‟ine uymaya muvaffak eylesin!194 Âmîn.‟...
Bir Zılgıt
“O hâlde, Allâhü Teâlâ Ebû Bekr‟i affettim buyuruyor
da siz niçin affetmiyorsunuz?”
194
Anonim, Hayat-ı Şerifleri, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://mevlanahalidibagdadim.wordpress.com/, En Son Erişim Târihi: 05.09.2014.
246
İstanbul ve Anadolu Evliyâları adlı kitaptan devam edelim:
“Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, meşhûr Şiî Âlimi
İsmâil Kâşî‟yi, talebesinin önünde rezîl etti.”
“Mevlânâ Hâlid, bâzı şiî tefsîr kitaplarını okumuş,
Kur‟ân‟ı Kerîm‟in birçok âyet-i kerîmelerinin şiîler tarafından değiştirilip, mânâlarının tahrif edildiğini görmüş-tü.
Meselâ; Enfâl sûresi 70. âyetinde meâlen; „Bedr gazasındaki esirleri salıverdiğin için Allâhü Teâlâ seni affeyledi.‟
âyeti kerîmesini Ebû Bekr-i Sıddîk (RA) hakkındadır, şeklinde tefsîr ediyorlardı.
Mevlânâ Hâlid, İsmâil Kâşî‟ye; “Peygamberler günah
işler mi?” dedi. Kâşî; “Bütün peygamberler mâsûmdur,
günah işlemezler.” dedi.
Mevlânâ Hâlid:
“Peki, Kur‟ân‟ı Kerîm‟in, “Bedr gazâsındaki esirleri
salıverdiğin için Allâhü Teâlâ seni affeyledi.” meâlindeki
âyet-i kerîmede; “Af” söylendiğine göre, günah işlemiş
mânâsına gelmiyor mu? Hâlbuki peygamberlerden günah
olan bir iş meydana gelmemiştir.” deyince, Kâşî, “Bu âyeti
kerîme Ebû Bekr‟i azarlamaktadır, onun hakkındadır, Peygamberimiz‟in hakkında değildir.” dedi.
O zaman Mevlânâ Hâlid Hazretleri:
247
“O hâlde, Allâhü Teâlâ Ebû Bekr‟i affettim buyuruyor
da siz niçin affetmiyorsunuz?” dedi.
“Kâşî cevap veremeyerk mahcûp ve rezîl oldu. ...”
Bu Nasîhatleri Ġyi DüĢününüz!
“Buyurdular ki:
“Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil
değildir. Onlara kimse kafa tutamaz. Onlara kafa tutanın işi de, başı da, saâdeti de gider. Hanım, çocuklar, mal ve
mülk, Allâhü Teâlâ‟nın emânetleridir. Emânetlerini istediği
zaman alır.”
“Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanların
övmesi ile ayıplamasını, eşit görmektir. İnsanların rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır. En mühim vasiyetim şudur ki:”
“Ölümü, Âhiret hallerini ve nîmetlerin hakîki sâhibini
unutmayınız. Elden geldiği kadar peygamberlerin
efendisinin (Sallallâhü aleyhi ve sellem) sünnetine uymada
ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak kadar
alçak sesle, Kelime-i tehlîl (Kelime-i tevhid) söyleyiniz.”
“Hem kalbe yönelerek, hem de mânâsını düşünerek olsun! Böylece kalpte, hakîkî matlûbdan başka bir şey kalmasın. Zîrâ büyüklerin yolunda asıl maksad mâbûddur.
248
İhlâs ne kadar çok olursa, evliyânın yardımı o kadar ziyâde
olur.”
“Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak Teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur.”
“Bizim yolumuz, İslâm dînine ittibâ (uyma) yoludur.
Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Allah
adamlarının iğnesini (dokunaklı sözlerini) ilâç gibi bilmelidir.”
“Çünkü bu tâifenin celâli, cemâl ile karışıktır. Yâni,
kızmalarında da merhâmet vardır.”
“Bütün gayretle, sünnetin yayılmasına ve bid‟atlerin
yok edilmesine çalışmalı, Müslümanlar‟ın, Ehl-i Sünnet
âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikâd üzere olmalarına
uğraşmalıdır. Bu işle uğraşmadan yapılan zühd ve ibâdeti,
kör, kötürüm ve ihtiyarlar da yapar.”
“Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeblerini
anlatan kitapları insanlara okuyup tavsiye etmeniz büyük
devlettir. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allâhü
Teâlâ‟nın beğendiği, Resûlullah‟ın sevdiği ve büyük evliyâların özendiği bir ahlâktır195.”
195
Yılmaz, S., İstanbul ve Anadolu Evliyâları, Huzur Yayınevi, İstanbul.
249
Mevlânâ Hâlid Hazretleri‟nin Vasiyetleri
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, “Bundan sonra sizlere vasiyetim” diye bir mektubunda şunları tembih etmektedir196.
“Sizlere en şiddetli ve kuvvetli şekilde sünnet-i seniyyeye yapışmayı emrederim.”
“Yine sizlere, alçak bid‟atçılara ve câhiliyenin âdet ve
geleneklerine îtiraz etmenizi ve sûfilerin Kur‟an ve Sünnet‟e
uygun olmayan davranış ve sözlerinden mağrur olmamanızı
emrederim.”
“İdârî makamlarda bulunanların sözlerini aktarıp
yalnız onlarla meşgûl olanların sohbetlerini terk edin!
Çünkü onların işâretleri bile sizleri töhmet altında bırakır.”
“İhvânın ihtiyaç ve işlerini görmek ibâdetlerin en büyüklerindendir. Ama sizleri bu düşünce aldatmasın! Eğer
yapacağınız iyilikten daha büyük günâh ve zarar meydana
gelecekse onu terk etmek daha büyük ibâdettir.“
“Zarûretsiz olarak devlet reisinin, zâlim âmirler ve
yardımcılarının aralarına girip çıkmayınız. Sizler, onları
ıslâh edeceğiz derseniz aldanırsınız. Onları ıslâh etme mecbûriyetinde de değilsiniz. Ve onlara, zâlimlerden zannedip
çoşku ve gururla kötü söyleyerek gıybetlerini de etmeyin ve
onları küçümsemeyiniz.”
196
Hilye-i Bağdâdî., Hz. Mevlâna Ziyaeeddin Halidi Bağdadi, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://allahdostlar.blogspot.com.tr/2008/11/hz-mevlna-ziyaeeddin-halidi-badadi.html, En
Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
250
“Çünkü onları küçümserseniz kendinizi sâlih amel sâhiplerinden zannedip kendini beğenmişlik hastalığına kapılarak câhillik yapmış olursunuz. Bizlerden kim var ki zâlimlerden değildir. Sizin üzerinize düşen, “İmamlarınız için kötü söylemeyiniz. Onların ıslâhına duâ ediniz. Onların
ıslâhı sizin ıslâhınızdır,” hadis-i şerîfi gereğince197, onlara
ve yardımcılarına hayırlı işlerinde muvaffakiyet ve hallerinin ıslâhına duâ etmektir.”
“Arzûları ile dünyâ nîmetlerine dalıp zevki sefâsının
peşinde dolaşanları, dünyâyı toplamak, celbetmek için yanınıza yaklaşmak isteyenleri ve makam ve mevki kazanmak
ve ilimle bir makam elde etmek için koşanları ya da ilimlerini makam ve mevkiye vesîle kılanları, dünyâ makam ve
mevkîlerinden kendilerine bir yol görününce, kaplanların
avlarının üzerine sıçradıkları gibi, o makâmı elde etmek için sıçrayanları, avâre avâre işsiz güçsüz dolaşanları, günlük geçimini sağlamak için tekke ve şeyhlerin çevresinde
dolaşan tembel kişileri yanınıza çağırmayınız.”
“Kendisine en az tâbî olunanız, dünyâ ehliyle alâkası
en az olanınız, geçiminde israfsız yaşayıp kendi servetini
artırmayan ve başkalarına yük olmayanınız, insanların
hukûkuna riâyet etmekte hatâya düşmemek için fıkıh ilmi ile
meşgul olanınız, devlet başkanı ve ricâlinden en uzak kalanınız bana en çok sevgili geleninizdir.”

Tasavvufta, küçük bir günah yapmak da zâlimlik sayılmaktadır.
Hilye-i Bağdâdî., Hz. Mevlâna Ziyaeeddin Halidi Bağdadi, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi, http://allahdostlar.blogspot.com.tr/2008/11/hz-mevlna-ziyaeeddinhalidi-badadi.html, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
197
251
“İnsanları Hak‟ka ve hakîkat‟e ancak takva ulaştırır.”
“Her ne zaman size tâbî olanlar çoğalırsa Kur‟an-ı
Kerîm okuyunuz198.”
Nefis ve şeytanın en çok sevmediği şey, Kur‟an dinlemektir. Kur‟an‟ı Kerîm bir toplulukta devamlı olarak okunup anlatılmaya çalışılırsa, o topluluğa devam edenlerin sayısı zamanla azalır. Sonunda okunup anlaşılmaya çalışılan
Kur‟an‟ı Kerîm‟in civârında insan kalabalıklarının özü kalır.
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, konuşmasını şöyle sürdürüyor:
“Bu tarîkatın büyükleri ve makamları ile oynanılmaz.”
“Tarîkata girip de ehl-i dünyâ olanların durumu, tarîkata hiç girmemiş ehl-i dünyâ olanların durumu ile mukayese edilemez.”
“Tarîkat‟ımızın imamlarından Bahaüddin Nakşibend
(RhA) ve Ubeydullah-ı Ahrar (RhA) Hazretleri, izinsiz hacca hazırlandıktan ve medreseye okumaya gittikten sonra
şeyhinden izin isteyenleri cemaatlerinden reddetmişlerdir.“
“Nerede olursan ol, insanlara ezâ ve cefâ verme!”
198
Hilye-i Bağdâdî., Hz. Mevlâna Ziyaeeddin Halidi Bağdadi, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://allahdostlar.blogspot.com.tr/2008/11/hz-mevlna-ziyaeeddin-halidi-badadi.html, En
Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
252
Başkaları senin gıybetini yapsa da sen onların hakkında konuşma!”
“Mümin kardeşlerin aç ve muhtaç iken sen şehvetin
uğruna bolca harcama yapma! Elindeki nîmetlerden onlara
da tattır.”
“Kesinlikle yalan söyleme!”
“Hiç kimseyi küçük görme, nefsinin hiç kimseden üstün
olduğunu düşünme!”
“Niyetini temiz tut! Bil ki ibâdetlerin ruhûnun niyet olduğunu bilmelisin!”
“Allah‟ın rahmetinden ümidini kesme! Çünkü Onun
rahmeti ve lütfu kul için bütün insanların ve cinlerin ibâdetinden hayırlıdır.”
Âlimlere ve kuran hâfızlarına ikram et!”
“Ricâcı da olsalar idâreciliği kabul etme! Müslümanlar‟ın başındaki idârecilerin ve imamların sâlih kişiler olmaları için duâda bulun.”
Eğer insanların, „Mevlânâ Hâlid Kerâmet Ġzhar
Ediyor‟ Demese…
“Eğer insanların, „Mevlânâ Hâlid Kerâmet İzhar Ediyor‟ Demelerinden Korkmasaydım, Bütün Dostlarımla
Vedâlaşırdım”
253
Mevlânâ Hâlid (RAh) Hazretleri, bir ara Kudüs‟e gitmeyi karar verirse de o günlerde Şam‟da bir vebâ salgını
baş gösterir. Talebeleri, ona “Hocam hiç durmayın, Şam‟dan kaçmaya bakın!” diye yalvarsalar da o, “Şimdi sabredilecek zamandır” diyerek, Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟in sözüne uyar. Bir vebâ salgını konusunda Peygamberimiz, (SAV):
“Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden,
başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!” buyurmuşlardı.
Çok geçmeden Mevlânâ Hâlid (RhA) Hazretleri‟nin
beş yaşındaki oğlu Muhammed Behâüddîn hastalanır ve vefât eder. Bu temiz yavruyu henüz Kâsiyûn Dağına defnedip
dönmüşlerdir ki, zekî, duygulu ve hâl ehli olan diğer oğlu
Abdürrahmân‟da da hastalık belirtileri başlar. O da vefat
eder.
Mevlânâ Hâlid (RhA) Hazretleri, onu da büyük bir olgunlukla yıkar, aynı yerde toprağa verirler. Evlat acısı kolay değildir ama büyük insanlar hep böyle büyük imtihanlara alınırlar.
Mevlânâ Hâlid (RhA) Hazretleri, sıranın kendisine geldiğini hisseder, üzerindeki emânetleri sâhiplerine yollar,
vasiyetini yapar. Demiştir ki:
254
“Eğer insanların, „Mevlânâ Hâlid kerâmet izhar ediyor‟ demelerinden korkmasaydım, bütün dostlarımla vedâlaşırdım.”
Bir yemek esnâsında talebelerinden İbni Âbidîn içeri
girer ve şöyle der:
“Efendim! Dün gece rüyâmda Hazret-i Osman vefât etmiş… Büyük bir kalabalık vardı, cenâze namazını ben
kıldırdım...”
Mevlânâ Hâlid (RhA) Hazretleri, bu rüyâyı bakınız nasıl yorumluyor?
“Ey İbn-i Âbidîn! Ben, Hazreti Osman‟ın evlâdındanım! Pek yakında benim de cenâze namazımı sen kıldırırsın.!”
Vakit yaklaştığında Mevlânâ Hazretleri, sevdiklerine
şöyle vasiyette bulunur:
“Sakın şekil ve şemâilimi sayarak ağıt yakmayın! Beni
seven, Allah rızâsı için bayramlarda kurban kessin, sevâbını rûhuma bağışlasın. Ardımdan Kur‟ân‟ı Kerîm okusun,
hatim duâlarında adımı ansın. Yaşım elli, kaza borcum yok
ama siz yine de 35 yıllık farzları iskat etmeyi unutmayın!”
Mevlânâ Hâlid Hazretleri, o gece yatsıdan sonra çoluk
çocuğunu yanlarına çağırır, helalleşir ve son namazlarına
dururlar. Bundan böyle sâdece Allâhü Teâlânın kudretini
255
tefekkürle meşgûl olurlar. Her âzâları, hattâ mübârek saçları
Hakk‟ı zikreder, ev halkı buna ayan beyan şâhit olurlar.
Cenâze namazını emredildiği gibi İbn-i Âbidîn kıldırır
ve onu da birçok nebi ve velinin yattığı Kâsiyûn Dağına
bırakırlar...199
Ahmed Ziyâüddin GümüĢhânevî, (RhA),
Hazretleri
1813 yılında İslâm devletinin beşiği Anadolu‟nun
şirin şehri Gümüşhâne‟nin Emirler Mahallesi (bugünkü
Bağlarbaşı), bir İslâm büyüğünün doğumuna sahne oluyordu. Bu târihte Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri doğmuştu.
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA), beş yaşlarında okumaya başlamıştır. Sekiz yaşlarında Kuran‟ı Kerîm, kasîde, Delâil-i Hayrat ve Hizb-ül Âzam kıraatlarıyla icâzet (diploma) almıştır.
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA), Sarf Ve
Nehiv derslerini, tüccar olan babasıyla gittiği Trabzon‟da
almıştır. 1831‟de amcasıyla İstanbul‟a gitmiş, ilmini tamamlamak için burda kalmıştır. Yirmi yaşına kadar
Dersaâdet Medresesi‟nde ilmini ilerleten Gümüşhânevî
(RhA) Hazretleri, 35 yaşlarında bâtın âleminin pencerelerini aralamış ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri‟nin hâlifelerinden olmuştur.
199
Özfatura, İ., Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3058, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
256
MürĢit Ahmed Ziyâüddin GümüĢhânevî (RhA)
Gümüşhânevî (RhA), şer‟î ilimlerde zirvede iken,
kâmil bir mürşit aramaya başlar. Bu sıralarda 1845‟te
İstanbul‟a yerleşen ve Üsküdar Alaca Minâre Tekkesi‟nde tarîkat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
(RhA) Hazretleri‟nin İstanbul halîfelerinden Abdülfettah el-Ukarî ile bir sohbet meclisinde tanışır.
Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî (RA)
Hazretleri‟nin bu arzûsunu, buna ileride gelecek olan bir
zâtın izinli olduğunu söyleyerek, kabul etmez.
Bir gün Abdülfettah Efendi‟nin bulunduğu tekkede,
kendisi için önceden tâyin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşâdıyla görevli olarak İstanbul‟a gönderilmiş bulunan, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri‟nin bir başka halifesi, Trablus-Şam Müftüsü diye anılan, Ahmed bin Süleyman el-Ervâdî (RhA), Hazretleri ile
karşılaşır ve ona bağlanır. Onun mânevî murâkabesi altında seyr ü sülûkunu tamamlar.
Ahmed ibn-i Süleyman el-Arvâdî (RhA) Hazretleri,
sırf Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri
için, İstanbul‟a gelmiş, kendisini bulmuş ve “Sırf seni
irşad etmek için buraya vâzifeli olarak gelmiş bulunuyorum!” diyerek onu halvete alıp ona tasavvufun
âdâbını, erkânını, ahlâkını, esrârını öğretmiştir.
257
İki yıl aralıkla iki defâ halvete giren Gümüşhânevî
(RhA) Hazretleri, ikinci halvetten sonra 1848‟de şeyhi
Ahmed bin Süleyman el-Ervâdî (RhA) Hazretleri‟nden
Nakşıbendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Hâlidiyye tarîkatlarından icâzet alır.
Bâzı kaynaklara göre, ayrıca, icâzet aldığı tarîkatlar
arasında Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhâriyye, Rifâiyye, tarikatları da bulunmaktadır.
Nakşî Tarikatı, Hindistan‟a gidip kaynağından, İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Fârûkî es-Serhindî‟nin mensup olduğu Müceddidiye şubesinden gelmektedir. Ve
de böylece bu tarikat, hocası Abdullah Dehlevî (RhA)
Hazretleri‟nin tam rızâsını alarak çok mükemmel bir
tarzda bizzat Hâlid-i Bağdâdî (RhA) Hazretleri tarafından Bağdat‟a getirildikten ve yerleştirildikten ve bütün
Ortadoğu‟ya yayıldıktan sonra, böylece Gümüşhâneli
Hazretleri‟yle İstanbul‟a gelmiş bulunmaktadır200.
Pek çok meşâyıh, mürşitlerini, mânevî birer işâretle
varlığını öğrenmelerinden sonra, arayıp bulmuşlardır.
Bunun için onların diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri
ise, Mevlânâ‟nın Şems-i Tebrizî tarafından aranıp bulunması gibi, aranıp bulunanlar arasındadır. Bu durum
Hâlid-i Bağdadî (RhA) Hazretleri‟nin Hâlidiyye Tarîkatı içindeki yerinin büyüklüğüne işâret ediyor.
200
Tasavvuf, Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (KS), Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://www.iskenderpasa.com/4980AF07-0B1D-4256-8F13-07B8073D5860.aspx, En Son
Erişim Târihi: 07.09.2014.
258
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA), İstanbul civârında bulunan ve 1923‟ten sonra yıkılan zâviyede ömrünün sonuna kadar öğrenci yetiştirmeye devam etmiştir.
1893 savaşına müritleri ile katılmış ve ateş hattında bulunmuş, asker ve kumandanların mâneviyatlarını yükselmiştir.
Tarîkat neşrine başladığında önceleri tekkeye fazla
rağbet etmeyen Gümüşhânevî, Mahmud Paşa Medresesi‟ndeki hücresi ile yetinmiştir. Burası sayıları zamanla
artan müridlerinin ihtiyaçlarına cevap veremez hâle gelince, hizmetini ibâdete kapalı ve metruk bulunan Fatma
Sultan Câmisi‟nde sürdürmüştür.
Daha sonra beş vakit ibâdete açık hâle getirilen bu
câminin bitişiğine halîfelerinden Kastamonulu Hasan
Hilmi (RhA) Efendi‟nin gayretleriyle Gümüşhânevî (RhA) tarafından onaltı odalı bir ev ile bir de tekke yaptırılıp bu tesis vakfedilmiştir.
Ev ve tekkenin böylece yapımından sonra Şeyh
Hazretleri buraya taşınmış, bu câmi ve müştemilatı zamanla Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi diye şöhret bulmuştur.
Gümüşhâneli Dergâh‟ına Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamid ve daha birçok
devlet adamının zaman zaman gelerek sohbet ve derslerine iştirak etmişledir. Bu ilgi ve müritleri arasında
Arap Mehmed Ağa, Erkân-ı Harb livâlarından Münib
259
Bey, saray doktorlarından Emin Paşa, Reîsü‟l-Ulemâ
Tikveş‟li Yusuf Ziyâeddin Efendi gibi zatların yer alması, onun ne derece etkili ve hürmet edilip sözü
dinlenen bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. II. Abdülhamid ile hususî bir yakınlıklarının bulunduğu özel
istişâre ve toplantılarının olduğu da bilinmektedir. 201.
1863 yılında ve 1877 yıllarında hacca gitmiş, son
haccını müteakip Mısır‟a geçmiştir. Burada kendi tasnifi
olan Ramuz-ul Ehadis‟i yedi kere okutarak yüzlerce âlime icâzet vermiştir. O zamanlar müritlerinin sayısı bir
milyonu geçmiştir.
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA), İslâm‟ın
kuvvetlenmesi için bir matbaa kurmuş, Rize, Bayburt ve
Of‟ta büyük kütüphâneler açmıştır. Gümüşhânevî (RhA)
Hazretleri, 29 yıl irşâdetme görevini sürdürürken, her
yıl, biri Zilhicce diğeri Recep ayında olmak üzere, halvete girmiştir.
Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri‟nin takvâ derecesi çok yüksektir. O, gâyet kanaatkâr
yaşamış, çok zaman katıksız ekmekle yetinmiş, eline geçen paraları fakirlere dağıtmıştır.
Geceleri uyumamış, zikir, ibâdet ve eser yazmakla,
gündüzleri ise öğrenci yetiştirmekle meşgul olmuştur.
201
Yılmaz, H., Ahmed Ziyâüddîn-İ Gümüşhânevî Ks Hazretleri, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi, http://www.dervisan.com/silsile/gumushanevi/index.html, En Son
Erişim Târihi: 07.09.2014.
260
Kuşluk vakti oturduğu yerde yüzüne havlu örterek biraz
kestirmeyi âdet etmiştir.
Oruç tutulması haram günler dışında otuz sekiz yıl
aralıksız oruç tutmuştur. Yatsı namazından sonra konuşmayı sevmeyen Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, sabah
namazlarını yatsının abdesti ile kılmıştır. Hocası Muhammed Emin Efendi de kendisine intisap edenler arasına girmiştir.
“Beni Huzûr-u Hak‟ta Ayak Uzatma Suçuyla
BaĢbaĢa Bırakmayın!”
1893 yılında ihtiyarlık ve hastalık dolayısıyla halsiz
düşmüştür. Tedâviye gelen doktor, kendisinden geçmiş
vaziyette yatan Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri‟nin başucunda durarak etrâfında hizmet edenlerden onun ayaklarını uzatmasını ister, onlar da uzatırlar.
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, kendine gelince upuzun yattığını görür ve “Ayaklarımı uzatıp yatmaktan
hayâ ederim. Beni Huzûr-u Hak‟ta ayak uzatma suçuyla
başbaşa bırakmayın!” buyurur. Bunun üzerine hizmet
edenler ayaklarını tekrar eski hâline getirirler.
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, güzel ahlâk ve güzel halleriyle meşhur olmuştur.
O, Dünyâ malına kıymet vermezdi. Az konuşmak,
az uyumak ve az yemeyi âdet edinmişti. Yemekten evvel
ve sonra tuza banar, misâfirsiz sofraya oturmazdı. Sabah
261
namazından işrak vaktine kadar ve yatsı namazından
sonra mecbur kalmadıkça dünyâ kelâmı konuşmamaya
âzamî dikkat ederdi. Günde yetmiş bin kelime-i tevhit
okumayı da âdet edinmişti. Yatacağı zaman mutlaka Yâsin Sûresi‟ni okurdu. Yaz aylarında Beykoz‟daki Yuşa
Tepesi mevkiine çadır kurar, orada öğrencileriyle sohbet
ederdi.
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, terceme-i hal kitaplarına, biyografi kitaplarına büyük bir fâkih ve muhaddis
olarak geçmiştir. Ulûm-u şer‟iyyede çok sağlam bilgilere sâhip bir kimsedir. Ona göre, tarikatın, tasavvufun
şerîata tam, sağlam bir şekilde bağlı insanlar tarafından
öğretilmesi ve öğrenilmesi son derece önemlidir.
İşte Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, çalışmasına
hızla va gayretle devam etmiş ve 114 kadar halîfe yetiştirmişti. Halîfelerini Anadolu‟nun her yerine, Kafkasya‟ya, Mısır‟a ve Ortadoğu‟ya yaymıştır. Böylece, onun
çalışmalarıyla, Nakşî Tarikatı son derece büyük bir gelişme göstermiştir.
Harblerde Devlet-i Âliye‟nin korunmasında, bu sûfî
âlimlerin cihada da katılmalarıyla çok büyük hizmetler
meydana gelmiştir.
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, 25 Mayıs 1893 de
Pazar günü vefat etmiştir. Mezârı, Süleymâniye Câmisi‟nin avlusunda padişah Kânûnî Sultan Süleyman‟ın türbesinin kıble duvarına bitişik demir parmaklıklarla çev-
262
rili mekânda bulunmakta ve mezârının ayakucundaki
kitâbesinde:
“Muhaddisîn-i Kiram‟dan fahrül meşâyih Gümüşhâneli el-Hac Ahmet Ziyâüddin Efendi Hazretleri‟nin
ruh-ı mukaddislerine el-fâtiha.” yazılıdır.
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri‟nin, Râmuz-ül Ehâdis, Garîbül Ehâdis, Hadîs-i Erbaîn, Camî-ul-Usul, Rûhul Ârifîn, Mecmûatıl Ahzap, Kitâb-ül Ârifin, Necât-ül
Gâfilîn, Netâic-ül İhlas, Câmî-ül Menâsik, Câmî-ül Mutûn gibi eserleri vardır.
“Oğlum, Hocan Seni Bize Ismarladı. Artık Hak
Yolu Bizden Öğrenirsin!”
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, Beykoz‟da kaldığı
günlerden birinde elinde kemanla serseri serseri dolaşan
birini görür, başını ondan yana çevirerek hizmetçisine:
“Git onu çağır gelsin!” buyururlar.
Hizmetçi çalgıcının yanına varır ve “Hocam Ziyâüddin Gümüşhânevî sizi istiyor.” der.
Çalgıcı gülmeye başlar ve “Hocanız beni ne yapacakmış?” diyerek alay eder. Hizmetçi, “Ben de bilmiyorum, çağırmamı söyledi.” der. Berâberce hocanın yanına varırlar.

Bâzı kaynaklarda hizmetçi değil, “talebelerinden birinin çalgıcıyı çağırdığı”
geçmektedir.
263
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, “Yaklaş!” buyururlar ve eğilir çalgıcının kulağına gizlice bir şeyler fısıldar.
Kemancı bir anda titreyerek ağlamaya başlar, oracıkta
hemen tövbe eder ve hocaya öğrenci olur.
Aradan hayli bir zaman geçer. Tövbekâr kemancıya
hocanın kendisine gizlice ne dediği sorulur. Kemancı
şöyle anlatır:
“Önceleri bir Mevlevî şeyhinden dersliydim. Hocam
öleceği zaman bana:
„Seni Ahmet Ziyâüddin Hazretleri‟ne havâle ettim!
Onu bulur eline sarılırsan kurtulursun!‟ demişti. Aradan
yıllar geçti kader beni bir çalgıcı yaptı. O günleri unutmuştum. Hoca Efendi o gün kulağıma:
„Oğlum, hocan seni bize ısmarladı. Artık hak yolu
bizden öğrenirsin‟ buyurdular. Bunu duyunca hocamın
yıllar önce bana söylediği sözleri hatırladım ve titredim.
Hocam da merhâmet edip beni bu zilletten kurtardılar.‟
der.
Hizmet Yolu
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, Camîül-Usül isimli eserinde:
“Bütün tarikatları inceledim. Bütün tarikatlarda
müşterek olan esas hizmettir.” demektedirler.
264
Yânî, her tarikatın kendine göre bir takım ayrıcalıkları vardır ama bütün tarikatlarda ortak olan ve müşterek olan hizmettir. Hizmet esastır.
Neye hizmet?
Yukarıda gördük: Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri, (RAh), kimlere, nasıl hizmet etmiş…
Bunun için Prof. Dr. M. Es‟ad Coşan (RhA) Efendi:
“Yol, hizmet yoludur. Hizmet edeceksin kurda, kuşa,
leyleğe, kediye, kuzuya, köpeğe, insana, insan-ı kâmile..
Her şeye hizmet edeceksin! Hizmet edersen, izzet bulur
insan…”
“Onun için hizmet edeceğiz. Faydalı olmanın
yolunu arayacağız. Çeşme mi yapabiliriz? Köprü mü yapabiliriz? Çamuru mu yok edebiliriz? Yemek mi yedirebiliriz? Hastaya mı yardım edebiliriz? Yetime, yoksula,
dula mı bakabiliriz?”
“Etrâfımızı böyle projektör gibi tarayacağız. Hizmet
edeceğimiz yeri arayacağız, hizmet etmeye çalışacağız.
Neden? Hizmet eden izzet buluyor, Allah‟ın rızâsı öyle
kazanılıyor; onun için...202“ demektedir.
202
Coşan, M. E., Kadın ve Aile, Mayıs 1993.
265
GümüĢhânevî (RhA) Hazretleri‟nin Mektubu
Gümüşhânevî (RhA) Hazretleri, talebesi Hilmi Efendi‟ye yazdığı mektubunda şunlar var:
„Korku ve ümit arasında bulunmak, verdiği sözde
durmak, kişiyi öğünmeye sevk eden debdebeyi terk etmek, temizliğe dikkat etmek, nefis ve şehveti kırarak ahlâkı güzelleştirmek, rahat ve huzur veren şeylerden uzak
durmak, yalnızlığı seçmek, nefsin isteklerine uymamak,
şeytanî arzûları yok etmeye çalışmak, tevâzû, şükür ve
kanaat sâhibi olmak… gerektiğini‟ tavsiye etmekte ve
öğrencilerine ise:
“Amelleriniz, tahsiliniz ve ahlâkınızla âlim olunuz,
insanlara seviyelerine göre hitap ediniz.” buyurmaktaydılar203.
“Sen Medîne‟den Muhammed Vehbi misin?”
Prof. Dr. M. Es‟ad Coşan (RhA), anlatıyor:
Yeni ekspres, yola çıktık, İstanbul‟dan… “Otomobilimizin benzini az, ilk benzinciye uğrayalım!” dedi
arkadaşlar. İlk benzinciye uğradık. Benzinci tanıdık,
Müslüman bir insan...
“-Yâhu, biz seni çok seviyoruz, sen kimsin, nerelisin? Hatırlat bir daha...” dedik:
203
Anonim, Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî (KS), Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.enfal.de/ecdad120.htm, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
266
“-Ben Maraşlıyım.”
“-E, seni çok seviyoruz, neden?”
“-E, nasıl Nakşî oldun?”
“-Hocam! Bizim aslımız seyyid, Peygamber Efendimiz‟in soyundanız biz... Benim dedem Muhammed Vehbi
Medîne‟de iken,-Arap yâni, seyyid, Peygamber Efendimiz‟in soyundan- rüyâ görmüş… Rüyâsında bir şahıs:
“-Ben filâncayım, İstanbul‟a benim yanıma gel!” demiş…
O da:
“-Baş üstüne...” demiş.
“Uyanmış rüyâdan, ertesi gün hazırlığını yapmış
yola çıkmış… İstanbul‟a gelmiş…”
Medîne‟den İstanbul‟a geliyor bir rüyâ üzerine...
“İnmiş vâsıtadan… Nereye gidecek, kimi bulacak bilmiyor. Eminönü‟de giderken, omuzuna birisi vurmuş… O tarafa dönmüş…”
“-Sen Medîne‟den Muhammed Vehbi misin?”
“-Evet...” demiş, şaşırmış…”
267
“-‟Düş peşime, takıl peşime!‟ demiş. “
“O önde, bu arkada gitmişler. Nereye? Şimdiki
vilâyet binâsının olduğu yerin karşısındaki bir binâya...
Bir şahsın karşısına çıkartmışlar bunu…”
“-‟Öp bakalım elini!‟ demişler.”
“Bakmış, rüyâda:”
“Gel bakalım İstanbul‟a!‟ diyen şahıs, yânî, Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendimiz Hazretleri... Medîne‟deyken çağırmış rüyâda, o da kalkmış, gelmiş…”
„-Gir bakalım halvete!‟ demiş.”
Yâni erbaîne, kırk günlük eğitime girmiş… Ondan
sonra icâzet almış. Sonra Gümüşhâneli Hazretleri, onu
Maraş‟a irşâda göndermiş... Bu bizimle konuşan şahıs
onun torunu, sevmemiz ondan; muhabbet, bağlılık ordan
geliyor204.
“Sakalı Ġbâdet Diye Bıraktım”
Yine Prof. Dr. M. Es‟ad Coşan (RhA) anlatıyor:
204
1997.
Coşan, M. E. İslâm'da Eğitimin İncelikleri, sayfa 246, Sehâ, İstanbul
268
Gümüşhâneli Hocamız, saçları dökülse aldırmazmış
da, sakalından bir kıl dökülse toplarmış, onu muhafaza
eder ve gömermiş…
Neden?
“Sakalı ibâdet diye bıraktım. İbâdetten olan bir şeyin ayaklar altında kalmasına râzı olmam!” dermiş…
İnceliğe bak! Saçı, insan ibâdet diye, uzatmıyor,
normal olarak uzayabiliyor. Ama sakal ibâdet olarak bırakıldığından, kılı yere düştüğü zaman alırmış… Büyük
insanların inceliklerine bak!205
Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş,
Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.
Sağ u solum gözler idim, dost yüzünü görsem deyû,
Ben taşrada arar idim, ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem, dost gayridir ben gayriyem,
Benden görüp işideni, bildim ki ol cânan imiş.
Savm u salât u haccile, sanma biter zâhid işin,
İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfan imiş…
Kanden gelir yolun senin, ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş…
Mürşid gerektir bildire Hakk‟ı sana hakkel-yakîn,
205
Coşan, M. E., Güncel Meseleler-1, sayfa 220, Sehâ, İstanbul, 1995.
269
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş.
Her mürşide dil verme kim, yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gâyet yolu asân imiş…
Anla hemân bir sözdürür, yokuş değildir düzdürür,
Âlem kamu bir yüzdürür, gören anı hayran imiş…
İşit Niyâzi‟nin sözün, bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hak‟tan ayân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş…

Pinhan: Gizli, saklı, gizlenmiş.
270
MEHMED ZÂHĠD KOKTU
(RHA)
HAZRETLERĠ
ÖzgeçmiĢi
“Eller yahşi ben yaman, herkes buğday
ben saman.”
Mehmet Zâhid Koktu(RhA)
Yavuz Sultan Selim ne güzel söylemiş:
“PadiŞâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir veliye bende olmak cümleden evlâ imiş…”
Mehmed Zâhid Koktu (RhA) Hazretleri‟ne Ali Haydarî Ahiskavî (RhA)‟in hoca efendiyi anlatan aşağıdaki
sözleri ile başlıyorum.
Ali Haydarî Ahiskavî (RhA) şöyle demiştir:
271
“Hasip Efendi‟yi tanırım, büyük zattı. Aziz Efendi‟yi de
okuduğum bir yazısı ile tanıdım, o da büyük bir insandı.
Ammâ şu Bursalı‟yı görüyor musunuz? Büyükler büyüğü
Gümüşhâneli‟nin tâ kendisi...”
20. yüzyılın büyük İslâm âlimlerinden biri olan Mehmed Zâhid Koktu (RhA) Hazretleri‟nin babası ve annesi
Kafkasya‟dan göç eden Müslümanlardandır. Dedeleri, Kafkasya‟da Sirvan‟a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha‟da yaşamışlardır. Âilesi Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Anadolu‟ya göç etmiştir.
16 yaşındayken Bursa‟ya yerleşen Mehmed Zâhid
Koktu (RhA) Hazretleri‟nin babası İbrâhim Efendi, Bursa
Hamzabey Medresesi‟nde tahsilini tamamlayıp çeşitli câmi
ve mescidlerde imâmlık yapmıştır. Annesi Sâbire Hanım‟dır. İbrâhim Efendi, Peygamber (SAV) Efendimiz‟izin sülâlesinden bir Seyyid‟dir.
Mehmed Zâhid Koktu (RhA) Hazretleri, 1897 (Hicrî
1315 ve Rûmî 1313) yılında Bursa Kaleiçi Filiböz Mahallesi, Türkmenzâde Çıkmazı‟ndaki evlerinde dünyâya gelmiştir. İbrâhim Efendi, doğduğunda oğluna Mehmet adını
vermiştir. Kendisinin naklettiğine göre babası ona, “Oğlum
Mehemmed!” dermiş…
Bununla berâber bugün o, Mehmed Zâhid Koktu ya da
daha çok Hocaefendi olarak tanınmaktadır. Bu kitabın yazrı
olarak Hoca Efendi‟nin, birkaç kere “Koktu” kelimesinin
“mütevâzı” anlamına geldiğini söylediğini hatırlıyorum.
272
Mehmed Zâhid Koktu (RhA) Hazretleri‟nin anne ve
babasından doğma ağabeyi Ahmed Şâkir, (1308-1335),
Kudüs‟te, Çanakkale‟de bulunmuş, subaylık yapmış, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefât edip Söğütlüçeşme‟ye defn olunmuştur.
Hocaefendi‟nin aynı anneden bir küçük kardeşi daha
olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefât etmiştir.
Doğan ilk çocuğumuzu doğar doğmaz Hocaefendi‟ye götürdüğümüzde, çocuğumuza çok sevdiği ağabeyi Ahmed
Şâkir‟in ismini vermişlerdi.
3 yaşında iken annesi vefât eden Mehmed Zâhid Koktu
(RhA) Hazretleri‟nin babasının ikinci evliliği yine Dağıstan
muhâcirlerinden, Fatma Hanım‟la olmuştur. Ondan doğma
üç kız kardeş, 1981 târihi îtibârıyla, hâlen hayattadırlar.
Bunlardan Pâkize Hanım‟ın efendisi de, Bursa Ulu Câmisi
imamlarından ve İsmâil Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet (RhA) Efendi‟dir.
Mehmed Zâhid Efendi (RhA), ilkokulu Oruç Bey‟de
okumuş, ardından Maksem‟deki İdâdî‟ye devam etmiş,
Bursa Sanat Mektebi‟ne girdikten sonra Birinci Dünyâ
Savaşı‟da 18 yaşında askere alınmıştır206.
Hastalıklar atlattığı uzun ve zorlu yılların ardından, ordunun Sûriye‟den çekilmesiyle İstanbul‟a gelen Mehmed
Zâhid Efendi (RhA), burada Temmuz 1914 yılından îtibâ206
Haber7, Mehmet Zahit Kotku 30.yılında rahmetle anılıyor, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi,
http://www.haber7.com/guncel/haber/643639-mehmet-zahit-kotku-30yilinda-rahmetleaniliyor, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
273
ren 25. Kıt‟a Şûbe Yazıcılığı göreviyle askerliğine Askerî
Şûbe‟de yazıcı olarak devam etmiştir207.
Mehmed Zâhid Efendi (RhA), İstanbul‟da kaldığı müddet içinde çeşitli dinî toplantılara, özel derslere ve câmilerdeki vaazlara devam etmiştir. 1915 yılında Gümüşhânevî
Dergâhı‟na giren Mehmed Zâhid Efendi (RhA), Dağıstanlı
Şeyh Ömer Ziyâüddîn (RhA)‟in öğrencisi olmuş ve onun
sohbet ve derslerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerlemiştir.
Mehmed Zâhid Efendi (RhA), Nakşî tarikatı büyüklerinden Ömer Ziyâüddîn (RhA)‟in vefâtı üzerine, yerine
geçen Tekirdağlı Mustafa Feyzi (Rh-A)‟in sohbetlerinde
bulunmuş, Tasavvuf yolundaki vazîfe-sini tamamlayıp hilâfet almıştır. Ardından, Râmûzü‟l-Ehâdîs, Hizb-i Â‟zam,
Delâil-i Hayrât ve Kasîde-i Bürde okutmak üzere, icâzetnâmesini alan Mehmed Zâhid (RhA) Efendi, bu arada Bâyezîd, Fâtih ve Ayasofya Câmisi ve medreselerindeki derslere devam etmiş ve hafızlığını tamamlamıştır. Kısa bir süre
geçtikten sonra, hocasının isteği üzerine çeşitli ilçe ve
köylerde dinî hizmetlerini sürdürmüştür208.
Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa‟ya dönen ve
burada evlenen Mehmed Zâhid Koktu (RhA) Hazretleri,
Haber7, Mehmed Zâhid Kotku 30. Yılında rahmetle Anılıyor, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi, http://www.haber7.com/guncel/haber/643639-mehmet-zahit-kotku30yilinda-rahmetle-aniliyor, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
208
Temiz, M., Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://mtemiz.com/bilim/MEHMET%20ZAHİT%20KOTKU%20_RhA_00.pdf YA DA
http://mtemiz.com/bilim/MEHMET%20ZAHİT%20KOTKU%20_RhA_00.doc, En Son
Erişim Târihi: 07.09.2014.
207
274
babasının vefâtından sonra onun yerine Bursa‟nın İzvat
köyünde İmâm-Hatiplik görevine başlamış, 15 yıl bu görevde kaldıktan sonra Bursa il merkezindeki Üftâde Câmii Şerîfi İmâm Hatipliği‟ne tâyin edilmiştir. Kaleiçi‟ndeki baba
evine yerleşen Kotku (RhA), 1945-1952 yılları arasında buradaki görevini sürdürmüştür.
Aralık 1952 yılında dergâh arkadaşı Kazanlı Abdülazîz
Bekkîne (RhA)‟in vefâtı üzerine, talebelerinin ve sevenlerinin ısrarlı dâvetleriyle İstanbul‟a taşınmış, Fatih Zeyrek‟teki Çivizâde Câmii İmâm Hatipliğine tâyin edilmiştir. Bir
ara yine Zeyrek‟teki Ümmügülsüm Mescidi‟nde İmâm-Hatiplik yapmıştır. Son himmet yeri, 1 Ekim 1958‟den beri
görev yaptığı, Fatih İskenderpaşa Câmisi olmuştur.
Mehmed Zâhid Koktu (RhA) Hazretleri, uzun süre
Bursa‟da görev yaptığı için halkın diliyle konuşuyor, felsefî
konulara girmiyordu. Bu nedenle, Abdulaziz Bekkine (RhA)‟in sohbetlerinin aksine sâde ve yalın anlatımı ve taşralı
dili, onu tanımayan kuşağı şaşırtıyordu. Hocaefendi‟nin aldığı eğitimine rağmen basit, anlaşılır bir halk dili kullanması onun bilinçli tercihinden ve olağanüstü alçak gönüllüğünden geliyordu209.
209
Temiz, M., Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi,
http://mtemiz.com/bilim/MEHMET%20ZAHİT%20KOTKU%20_RhA_00.pdf YA DA
http://mtemiz.com/bilim/MEHMET%20ZAHİT%20KOTKU%20_RhA_00.doc, En Son
Erişim Târihi: 07.09.2014.
275
“Görmez misin ki, Yağmur Ne Kadar Çok Yağarsa
Yağsın, Tânecikleri Hemen BirleĢir.”
Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri, Müslümanların birlik ve berâberlik içinde bulunmaları gerektiğini açıklarken:
“Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler,
nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur.
Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler.”
“Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı,
birlik ve berâberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça,
herkes kendi başına buyruk hareket ettikçe bir yere
varılmaz210.“ diyerek Müslümanların her iş ve hareketlerinde tek yürek, tek kuvvet olması gerektiğine işâret ediyordu.
Hayâtının son yıllarını rahatsızlıklar içinde geçiren
Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri, 1979 yılında uzun
bir süre kalmak niyetiyle gittiği Hicaz‟dan, Şubat 1980‟de
ağır hasta olarak dönmek zorunda kalmıştır. Yaklaşık bir ay
210
Milli Gazete, Çağını Aydınlatanlar 2: Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi... ,
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.milligazete.com.tr/haber/Cagini_Aydinlatanlar_2_Mehmet_Zahit_Kotku_Hoc
aefendi/285700#.VA4CDumKDIU, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
276
sonra, 7 Mart 1980‟de midesinden ağır bir ameliyat geçirmiştir.
Ameliyattan sonra tedricen düzelmiş, hattâ 1980 Ramazanı‟nda hiç aksatmadan oruç tutmuştur. Hatimle terâvih
kılmış, vaaz etmiş, yazın Balıkesir Ilıca‟ya, Çanakkale Ayvacık sâhiline ağrıyan ayakları için götürülmüş, hac mevsimi gelince de yine Hicaz‟a gitmiştir.
Böylece, ameliyattan sonra kısmen düzelen Mehmed
Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri, hac vazîfesini yerine getirdikten sonra tekrar hastalanmış ve güçlükle tamamladığı
hac vazîfesinden sonra 6 Kasım 1980‟de İstanbul‟a dönmüştür.
Dönüşünden tam bir hafta sonra, 13 Kasım 1980 günü
vefât etmiş, 13 Kasım‟da İstanbul Süleymâniye Câmii‟nde
kılınan cenâze namazının ardından hocalarının yanına defnedilmiştir.
Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri‟nin beş ciltlik
Tasavvufî Ahlâk adlı eseriyle birlikte Duâ Mecmuâsı, Cennet Yolları ve Müminlere Vazlar adlı eserleri vardır211.
Mehmed Zâhid Efendi; güler yüzlü, sevimli bir zâttı.
Mütevâzî, azîm sâhibi, hiç kimsenin gönlünü kırmamaya
önem verirdi. Kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk defâ
duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve
211
Kim Kimdir?, Mehmed Zâhid Kotku (1897 - 1980), Alındığı İnternet
Elektronik Adresi, http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2739, En Son Erişim
Târihi: 07.09.2014.
277
nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde
celâlli olurdu. Hutbe esnâsında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.
Tanıdığına, tanımadığına selâm verir, güler yüz gösterir, gönüllerini alırdı. Hâfızası kuvvetli, konuşması samîmi idi. Çoğu zaman halk telâffuzu ile konuşur, karşısındakine konuşma fırsatı verirdi. Kimseden doğrudan doğruya
bir şeyi istemez, kapalı sözlerle ifâde ederdi. Anlaşılmazsa
sabrederdi. Hiçbir zaman şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini
ve makâmını büyük bir mahâret ve tevâzû ile gizlerdi. Gece
ve sabah ibâdetlerine riâyet eder, talebelerini de buna teşvik
ederdi212.
Hocaefendi, uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz
tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca aksakallı, geniş alınlı,
aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse
idi.
Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı.
İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hâli vardı.
Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestâne renkli görünen, fakat
dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri
vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç
içi kadar iri birer ben mevcuttu.
212
Milli Gazete, Çağını Aydınlatanlar 2: Mehmet Zahit Kotku Hocaefendi... ,
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.milligazete.com.tr/haber/Cagini_Aydinlatanlar_2_Mehmet_Zahit_Kotku_Hoc
aefendi/285700#.VA4CDumKDIU, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
278
Özel hayâtında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez213,
telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi. Fevkâlâde mütevâzi idi. Kerâmetleri zâhir ve şöhreti âlemgir olduğu hâlde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı
takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi
görür, makâmını ve kemâlini büyük bir mahâretle gizlerdi.
Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke
arkadaşları olan yaşlılar, üstâdının meclisine gittiğinde diz
üstü oturup baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar. Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün
olmazdı.
Bir âyetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu. Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip
yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk
zamanlarda kusurlarına müsâmaha ederdi. Yıllarca çalışır,
yarı yolda bıkıp bırakmazdı.
Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyâret eder, arar
sorardı214. Akrabalarına karşı vazîfelerinde kusur etmez ve
onlara her türlü yardımı esirgemezdi. Çok açık elli idi,
verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalma-
213
Telmih: Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifâde etmek için onu söz
arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifâde etmek…
214
Vikipedi, Mehmed Zahid Kotku, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmed_Zahid_Kotku, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
279
masından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriyâ misâfir bulunurdu.
Hizmet edenleri bir vesîle ile memnun eder, ziyâretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa
çalışırdı. Gece ve sabah ibâdetlerine çok riâyet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi215. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevâbını verir, istemeden ihtiyaç sâhibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı.
Gönüllere ve rüyâlara tasarrufu vardı. Bereket gittiği
yere yağar; bolluk onunla berâber gezer, en ücrâ, en kıtlık
yere o gelince nimet dolardı. Berâberinde seyâhat edenler,
tevâfuklara, tecellîlere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.
Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecesini yüksek,
biz âciz ve nâcizleri şefaatından nasibdâr etsin. Âmîn…
“Arkamdan Ağlama!”
Mehmed Zâhid Kotku (RhA) Hazretleri‟nin öldüğü
13 Kasım 1980 târihli takvim yaprağında şunlar yazılıydı216:

Kitabın yazarı olarak birgün beni de berâberine almış, Eyüp Sultan‟ı ziyâret
etmiş, orada bir fakire bir tomar parayı verdiğine şâhit olmuştum.
215
Anonim, İrfan mektebinin kutlu hocası Mehmed Zâhid Kotku (rh.a),
http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/haber/index.php?sid=1269, Alındığı
İnternet, En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
216
Kahramankentli, Mesajlar: M. Zahid Kotku (Rh.A) Hazretlerinden İnciler,
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.shazinem.com/tasavvuf/132305-m-zahid-kotku-rha-hazretlerindeninciler.html, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
280
“Öldüğüm gün tabutum
yürüyünce,
Bende bu dünyâ derdi var
sanma!
Bana ağlama, “Yazık, yazık!”
“Vah, vah!” deme!
Şeytanın tuzağına düşersen, vah vahın sırası o
zamandır.
„Yazık yazık‟ asıl o zaman denir.
Cenâzemi gördüğün zaman “Elfirak, elfirak!” deme!
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
Mezar Cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
Güneş‟le Ay‟a batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf‟un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy‟un, Mekânsızlık âleminin
boşluğundadır.
9.3. “Ben Bunu Bilmem!”
281
Eski derevişlerden biri anlatıyor:
Abdulaziz Efendi‟nin vefâtından birkaç gün sonra,
alıştığımız sohbetleri özlemeye başlamıştık. „Sohbetler ne
zaman başlayacak?‟ diye söyleniyorduk… Bir gün gençlere, talebelere, bilhassâ bizlere müjde geliyor:
„Vedat Özmen Ağabey‟in evinde yatsıdan sonra sohbet
olacak... Kalabalık değil 5-6 kişi... Uzun bir sessizlik... Hocaefendi koynundan küçük, kırmızı bir not defteri çıkarıyor
ve “Sizlere talebe iken aldığım notlardan bâzı satırlar okuyayım…” diyor...
Abdülaziz Efendi‟ye soru sorma alışkanlığımız sebebiyle bir arkadaş, “Efendi Hazretleri, Muhyiddin Arabî
Hazretleri‟nin vahdet-i vücûd nazariyesi ile ilgili...”
diyecek oldu. Hocaefendi: “Evlâdım, ben bunları bilmem,
sen bunları bilenlere sor!” deyince, o güne kadar “Ben bilirim”den başka bir şey bilmeyenlerin doldurduğu bu nefsâniyet âleminde ilk defâ duyduğum bu tevâzû şâhikası
karsışında yerlerin dibine geçerken, bu sözü söyleyebilmek
sultanlığına erişen yeni hocamız gözümde Himalayalar gibi
yükseldi217.
Hocaefendi, terbiye edeceği talebesinin karşısında kendi hayâtıyla örnek olarak, “Ben bunu bilmem!” diyebilmek
büyüklüğünü göstermişti.
217
Anomim, Mehmet Zahit Kotku (KS) , Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.fussilet.com/index.php?topic=27032.0, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
282
“Hepsini Buraya Teslim Edeceğiz”
O zamanki Ġstanbul Üniversitesi Rektörü ġerif Egeli
bir asistanı ile sohbete gelmişti. Gelişinin sebebi, sırf talebe
ve asistanlarının aktardıkları bilgiler sebebiyle bir meraktan
ibâretti. Yoksa onun islâmî hayâtı çok iyi değildi. Bir namazdan sonra onun söylediklerini ben kulağımla işittim:
“Biz buraya devam edersek gâliba hem doktorluğumuz,
hem üniversite rektörlüğümüz uçup gidecek, hepsini buraya
teslim edeceğiz218.”
Sayımızca Yüzer Lira
Prof. Dr. Orhan Çeker şöyle anlatıyor:
Talebelerinin maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidermeye
çalışırdı. Yine bir sefer İstanbul seferi yapmıştık. Konya‟dan gelen arkadaşlarımız arasında para sıkıntısı çekenler
vardı; oraya vardık, gerekli ziyâretleri yaptık… İskenderpaşa‟da bizi misâfir ettiler, o zaman talebelerin kaldığı
yerde…
Oranın işleriyle ilgilenenlerden bir tânesi, elinde bir
demet parayla içeri girdi. Meğer Hocaefendi merhum bizim
sayımızca her birine birer tâne verilmek üzere yüzer lira
218
Mehmed Zâhid Kotku (rh.a) Hazretleri Avukat Yusuf TÜREL anlatıyor,
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/7903-mehmed-zahid-kotku-rhahazretleri/, En Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
283
göndermiş ki, o zaman için geliş-gidiş parası zâten 46
liraydı219.
“Celâl Hoca Pasaportunu Aldın mı?”
Yedi yıllık imam hatip okullarının kurucusu olan Celâleddin Ökten Hoca hacca gitmek istiyordu. Aylarca uğraştı,
çalmadık kapı bırakmadı fakat bir türlü pasaport alamadı...
Yine bir gün yatsı namazını müteakip Hocaefendi‟nin odasında oturduğu yerde uyuklamaya başladı...
Hocaefendi Celâl Hoca‟ya eğilerek ve gülümseyerek
“Celâl hoca pasaportunu aldın mı?” dedi.
Celâl Hoca da gülümseyerek, “Aldım efendim!” dedi.
Zirâ Celâl Hoca o anda rüyâsında pasaportunu almıştı. Ertesi gün de Ankara‟dan pasaportu geldi.
“Siz Bizi Seveceksiniz ki, Biz de Sizi Sevelim”
Hoca Efendinin bir öğrencisi anlatıyor:
Bir defâsında câmide herkes ayağa kalkmış saygıyla
Hocaefendi‟nin gelişini bekliyordu. Gençliğin verdiği vurdumduymazlıktan olacak, “Bu kadara da ne gerek var?”
diye düşünmüştüm. Hocaefendi yerine geçti ve gözümün
219
Anonim, Mahmud Es'ad Coşan (rh.a) ' den Mehmed Zahid Kotku (rh.aleyh),
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://www.facebook.com/note.php?note_id=460966788245, En Son Erişim Târihi:
08.09.2014.
284
içine baka baka, “Siz bizi seveceksiniz ki, biz de sizi sevelim!” dedi. Çok utanmıştım220.
“Ġmâmette Ġnfitar Sûresi‟ni Okumayı Planladım”
Yukardakine benzer bir olay da Ali Rıza Demircan Hoca‟nın başından geçmiş:
Hoca şöyle anlatıyor:
Bir gün İskenderpaşa Câmii‟ne gelmiştim. Henüz Hocaefendi‟ye bir gönül bağım yoktu. Süleymâniye Câmisi imam ve hatibi olmam vesilesiyle gittiğim her yerde bizi
imâmete geçiriyorlardı. Böyle olur düşünvesiyle, imâmette
İnfitar Sûresi‟ni okumayı plânladım. Bu arada Hocaefendi
geldi, direkt imâmete geçti ve İnfitar Sûresi‟ni okumaya
başladı221.
“Sadaka Alacak Kadar Âcizsin Diyerek Nefsime
Ders Verdim”
Eski bir brokrat anlatıyor:
Bir defâsında Hocaefendi ile Medine‟deyiz... Mescid-i
Nebevî‟nin önünde bir yerde Hocamız oturuyorlardı. Hoca220
Anonim, Mahmud Es'ad Coşan (rh.a) ' den Mehmed Zahid Kotku (rh.aleyh),
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://www.facebook.com/note.php?note_id=460966788245, En Son Erişim Târihi:
08.09.2014.
221
Anonim, Mahmud Es'ad Coşan (rh.a) ' den Mehmed Zahid Kotku (rh.aleyh),
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://www.facebook.com/note.php?note_id=460966788245, En Son Erişim Târihi:
08.09.2014.
285
efendi‟nin yanında bir bayan da vardı. Oradan geçen bir
Müslüman, sadaka almak için oturmuş ihtiyaç sâhibi sanarak Hocaefendimiz‟in yanına yaklaşıyorlar. Hocamız 100
riyâli alıyorlar, îtiraz etmiyorlar.
Yanında bulunan o hanım, “Vah bu da ne biçim Hocaefendi, dilenci gibi para aldı!” diye içinden geçirmiş bir
insanın ruh hâliyle Hocaefendi‟ye bakmış... Hocaefendi de
başını çevirip şöyle kendine has bir bakışla ona bakmış ve
şöyle demiş:
“Bilir misin hanım kızım, bu parayı almamda ne hikmetler vardır. Birincisi, eğer almasaydım, bu sadakayı veren adamın kolunu kanadını kırmış olurdum. Bir daha sadaka vereceği zaman gene terslenir miyim diye düşünürdü.
İkincisi, ben sadakayı aldım ki, “Ne kadar acizsin! Bak sadaka alacak kadar acizsin diyerek nefsime ders verdim222“.
Peygamber Gibi YaĢamak
Merhum Ali Ulvi Kurucu (RhA), Hocaefendi‟nin
kendisini en çok etkileyen yönünü şöyle anlatıyor:
En tesir eden hâli, sünnetleri ihyâ etmek, Peygamber
gibi yaşamak... Yânî, hâl ve hareketlerini Efendimiz‟e uydurmak... Sanki Resûlullah‟ı görüyor da, o nasıl hareket
ediyorsa öyle hareket ediyordu. Sâdece kendisini tâkip
eden talebelerin anlattıkları değil, Çarşambalı Ali Haydar
222
Anonim, Mahmud Es'ad Coşan (rh.a) ' den Mehmed Zahid Kotku (rh.aleyh),
Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
https://www.facebook.com/note.php?note_id=460966788245, En Son Erişim Târihi:
08.09.2014.
286
Efendi (KS) gibi, âlimlerin söyledikleri de Hocaefendi‟nin
İslâm‟ı yaşama noktasında ulaştığı noktayı gösteriyor. Ali
Haydar Efendi‟nin onunla ilgili kanaati şöyledir223:
“Hasip Efendi‟yi tanırım, büyük zattı. Aziz Efendi‟yi de
okuduğum bir yazısı ile tanıdım, o da büyük bir insandı.
Amma şu Bursalı‟yı görüyor musunuz? Büyükler büyüğü
Gümüşhâneli‟nin tâ kendisi…”
Sana Ġki Hakîki MürĢit Tavsiye Edeceğim”
Merhum Râif Cilâsun anlatıyor:
“Merhum Hasan Basri Çantay Hoca‟mızla da ilişkim
vardı. Günün birinde Hasan Basri Hocam‟a dedim ki: “Sen
Hacı Bayrâm-ı Velî‟nin mensubusun, ben de sana intisap
etmek isterim!” dedim.
Hasan Basri Çantay Hoca:
„Benim bu hususta hiç bir yeteneğim yok.” dedi. “Sana
iki hakîkî mürşid tavsiye edeceğim: Biri Sâmi Efendi Hazretleri, diğeri de Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri‟dir. Git
selâmımı söyle, onlardan hangisine intisap edersen et; ikisi
de haktır.‟dedi 224.“
223
Okur, S., Ali Haydar Efendi (1870-1960), Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1594&ctgr_id=12, En Son Erişim
Târihi: 07.09.2014.
224
Okur, S., Ali Haydar Efendi (1870-1960), Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1594&ctgr_id=12, En Son Erişim
Târihi: 07.09.2014.
287
Ġki Paket Çay
Rüstem Altınbaş Ankara‟nın Sincan kasabasının bir
köyünden Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu olan elektrik
mühendisi bir arkadaştır. Şu satırların yazarı olarak ben de
onun köyüne gidip onda bir gece misâfir olmuştum. Onun
ağzından dinleyelim:
Hoca efendi Ankara‟ya gelmişti, ben de köyüme dâvet
ettim. Hoca Efendi nihâyet dâvetimi kabul ederek geleceğini söyledi. Ben hemen köye giderek misâfirimi karşılamak için hazırlıklara başladım. O sırada yeni evlenmiş olduğum için, Hoca Efendi‟nin bu gelişi “hayırlı olsun.” Tipinden bir nevî düğün ziyâreti idi.
Nihâyet geldiler, cemaat kalabalık… Yemekler yendi… Çay suyu kaynıyor, sıra çay servisine geldi.
Hoca Efendi‟nin çayı çok sevdiğini herkes biliyor. O
yüzden „Bunda bir aksaklık olmaması benim için çok önemli!‟ diye düşünüyorum.
Ama ey vah! Ne oldu biliyor musunuz? Her şeyi eksiksiz yaptık güya… Su kaynıyor ama evde çay yok!
Hanım sabahleyin hatırlattığı hâlde, akşam gelirken çay
almayı unutmuşum! Bundan sonra köyde nereden çay bulacaksın! Evde yemekler yenmiş sıra çaya gelmiş! Hemen
komşulara koştuk… Yok, yok, yok… “Sende olmayan,
başkasında olmaz.” demiş atalarımız... Gerçekten doğruymuş!
288
Hoca Efendi geldiğinde düğün hediyesi olarak bir tencere getirmiş, mutfağın bir kenârında duruyor. Ortalığı kaplayan ümitsizliğin verdiği psikoloji içinde hanım tencereyi
bulunduğu yerden kaldırmak için eline alıyor, gayrı ihtiyârî
kapağını açtığında ne görsün! Tencerenin dibinde yan yatmış vaziyette iki paket çay durmuyor mu?
“Oh be!” deyip derinden birer nefes alıyoruz! Sinirler
gevşiyor, sevinç ve mutluluk içinde hemen çayları bardaklara koyuyor, servise başlıyoruz.
Hoca efendi, iki paket çayla imdâda yetişmeseydi, vaziyeti nasıl kurtaracaklardı? Aile, mutsuz olmamak için
artık gerisini düşünmüyorlardı ama o durum akıllarına geldiğinde Allah‟a (CC) durmadan şükrediyorlardı, herhâlde…
Mehmed Zâhit Koktu (RhA) Efendi‟nin Kendi
Dillerinden Tercüme-i Halleri
“1315 H.-1313 R. Senesi‟nde Bursa‟nın Türkmenzâde
Mahallesi, Çıkmaz aralığında 10 no‟lu evde dünyâya gelmişim. Peder ve vâlidem, Kafkas muhâcirlerinden olup
1297-1879 târihinde Bursa‟ya gelmiş… Pederim Hazmabey
Medresesi‟nde tahsilini ikmal eylemiş ve vâlidem ile evlenmişler… Bizler de dünyâya gelmişiz.”
“Bir ağabeyim vardı. Harb-i Umûmi‟de Kafkas
Müdafaası‟nda altı yerinden yara ile bir ayağını kaybetmiş… 1336-1917 senesinde de Âhiret‟e intikal etmiş…”
289
“Ben de ilk tahsilimi Bursa‟da Oruçbey Mahalle Mektebi‟nde ikmal ederek sonra Bursa Sanâyi Mekteb-i
İdâdîsi‟nde iken İstanbul‟a gelip Ömer Ziyâüddin Dağıstanî Hazretleri‟nden Nakşîbendî tarîkatına intisap ettim.
Bilâhare, Mustafa Fevzi Hazretleri‟nden (Tekfurdağlı) feyz
alarak, beni iki defâ 40 gün halvete sokarak, hilâfetnâmeyi
verdiler. Sonra Râmuzü‟l-ehâdis-i şerif, Kaside-i Bürde,
Delâil-i Hayrat icâzetlerini de aldıktan sonra Hacı Hasib
Efendi‟den Kur‟an İlmi ve fıkıh derslerinden icâzet aldım.”
Mehmet Zahid Kotku (RhA)
“Bilâhare, dergâhların kapatılması üzerine tekrar Bursa‟ya gittim. Önce Veled Vezîri Câmii‟nde fahrî hatiplik,
sonra Hazreti Üftâde Câmii‟nde İmam-Hatiplik yaptım. Oradan da kardeşimiz Abdülaziz Efendi‟den, irtihâli üzerine,
arkadaşlarımızın dâvetleriyle 1952 yılında, İstanbul‟da
290
Zeyrek‟teki Çivizâde Câmii‟ne naklen geldim. Ve oradan
da, istimlâk sebebiyle, İskenderpaşa Câmii‟ne gelerek vazîfeye başladım.”
“İşte burada vazîfe görmekte olan âciz köle, kıtmır-î
Gümüşânevî, şimdiye kadar (1975 yılına kadar) 20 kere
(daha sonra 5 defâ daha) hac yaptım. Sülâlemizin Hazret-i
Ali (K.V)‟ye bağlandığını babam rahmetli İbrâhim
Efendi‟den işittim.”
Kitabın Yazarı Olarak Hoca Efendiyi Nasıl
Tanıdım?
Lisede okuduğum edebiyat dersinde tasavvufu okumuş
olduğum için konudan haberim vardı. Ancak, tasavvufun
günümüzde hâlâ yaşandığı hakkında bilgim yoktu. Hattâ
lisede iken İstanbul Fen Fakültesi‟nde yapılan TÜBİTAK
burs sınavları için ilk İstanbul‟a geldiğimde, dışarıdan bakımsız olarak ilk defâ gödüğüm Yeni Câmi‟nin ve benzerlerinin de tamâmen kullanımdan kaldırılmış ve içlerinin örümcek yuvalarına terkedilmiş hâlde bırakıldıklarını düşünüyordum. Bu câmilerin dışarıdan görünen bakımsız görünüşleri, içlerinin de bakımsız oldukları intibâını veriyordu.
İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Fakültesi‟ni kazandığım zaman ilk zamanlar kalacak yer bulamamış, birkaç arkadaşla Tophâne‟de Çamlıpalas otelinin bir odasında
kalıyorduk.
Câmilerden bir tâne de Çamlıpalas otelinin yakınındaki
Tophâne Câmisi vardı. Ne zamanki, arkadaşlarla bu câmiye
291
namaz kılmaya gittim, o zaman gördüm ki, câmilerin içleri
hakkındaki düşüncelerim yanlışmış… Meğer câmilerin içi
yemyeşil Cennet gibiymiş…
Arkadaşlardan öğrendiğime göre tasavvufun hâlâ
yaşanıyor olması, bu sebepten, bana çok gârip gelmemişti
ama günümüzde tasavvufun yaşandığı hakkında ilk defâ
bilgim oluyordu. Dolayısıyla, gerekirse ders de alınabilirdi.
Nitekim bu olumlu yaklaşımı bende gören arkadaşlar, işi
hemen ilerlettiler, bir câmiye sohbet dinlemeye gittik. Yıl
1968.
Câmi Fâtih‟te mahalle arasında küçük bir câmiydi. İlk
dikkatimi çeken şey, sohbetten sonra insanların câmi içinde
sıraya girerek yaşlı bir hoca efendinin elini öpmeleriydi. Bu
bana ilk anda gârip geldi. İlkin insan sanki aşağılanmış gibi
bir hisse kapılıyor, sonra da hoca efendinin elini öpmeye
yanaşamıyor.
Şimdi anlıyorum ki, o zaman o sırada nefsim ve gurûrum o kadar kabarıktı ki, bu kendini beğenmişlikten ileri
geliyordu. Bu yüzden sıraya girerek ilk defâ el öpmek bana
çok zor gelmişti.
İslâm Târihi‟nde Müslüman olmayı reddeden bâzı
müşriklerin ya da çoğu gayri müslimlerin içinde bulundukları ruh hâllerinin de bu benlik olduğu anlaşılıyor. Şimdi
anlayabiliyorum ki, eğilip toprağa secde etmek onlara büyük bir zül gelmektedir.
292
İşte bu ruh hâli benliğin ve gurûrun zirvede olduğunun
bir ölçüsüdür. Demek ki, ister Müslüman olup Allah‟a (CC)
secde etmekle ya da ister bir büyüğün elini öpmekle insan,
kendi nefsinin esiri olmaktan kurtulduğunun bir resmini
vermektedir.
İnsanların câmi içinde sıraya girerek yaşlı Hoca Efendinin elini öptükleri sırada demek ki benim nefsim ve gurûrum çok yükseklerde seyrediyor olmalı idi ki, bu bana o
zaman çok gârip ve zor gelmişti.
Gittiğimiz bu câmi İskender Paşa câmisiydi. Bugün
çok mânâlı gelen bu isim, kim bilir yanımda ne kadar
teleffuz edilmiş olsa bile, bende o zaman hiçbir çağrışım
yapmıyordu. Belki, bu isim bir iki sene sonra bende mânâlı
olmaya başlamıştır. Bu muhterem yaşlı hoca Efendi,
Mehmet Zâhid (RAh) hazretleri idi. Onu ilk defâ o zaman
görmüştüm.
Artık haftalar geçtikçe hafta sonları çoğu kere İskender
Paşa‟ya gitmeyi bir âdet hâline getirmiştik…
Cemaatle Ġlk KaynaĢma
Bir defâsında câmide ikindi sohbeti bittikten sonra arkadaşlar bir dâvete gideceğiz dediler ama hallerinden tedirginlik içinde oldukları da okunuyordu. Şimdi anlıyorum ki,
tedirginlikleri, derssiz olduğum için, benim yüzümden ileri
geliyordu.
293
Sonraları öğrendiğime göre, ben derssiz olduğumdan
dolayı, bu sohbete gitmem mükün değildi. Bu yüzden, arkadaşlar, durumu kıdemli dervişlere onlar da Hoca Efendi‟ye sormuşlar. Hoca Efendi de gelsin demiş…
Cemaat dağıldıktan sonra arkadaşlar beni de alarak
dâvete gitmek üzere câmiden ayrıldık… Biz Ahmet İleri,
Süleyman Zeki Bağlan ve Teknik Üniversite‟yi yeni
bitirmiş Nûri Yücel ağabeyden ibârettik… Hep berâber câmiye 200-300 metre kadar uzakta bulunan bir eve gittik.
Burası dışarıdan açılan bir merdivenle inilen bir binânın
bodrum katıydı.
Binâ, bodrumun üstünde yükselen 3-4 kattan ibâretti.
Bodrum katına indiğimizde herkes bir tarafa ilişti. Hoca
efendi bizden önce gelmişti. Ben de arkadaşların yanında
etrafa aval aval bakıyordum.
Bodrum katının bir tarafı mutfaktı. Diğer kısmı ise
minderlerin de bulunduğu mütevâzı yer sergileriyle örtülüydü. Hoca Efendi, kıble tarafında bir mindere oturmuş,
yönünü cemaate çevirmişti. Herkes bir sessizlik içindeydi.
Nihâyet akşam olmuştu. Namazı kıldıktan sonra yer
sofraları kuruldu. Yemek yemeye başladık… Cemaatte
büyük bir sevgi ve samîmiyet vardı. Öyle ki, yanımda bulunan uzunca sakallı, 40-45 yaşlarında birisi yemek dolu
kaşığını ağzıma uzatmasın mı?
Ey vah! Bu ne iş? Bununla da mı karşılaşacaktım?
294
Ben nasıl başkasının kullandığı kaşığı ağzıma sokacaktım? Ama onu da yaptım! Renk vermeden o zatın kaşığındaki yemeği ağzıma aldım ve yedim. Vay, vay, vay! İşe
bak… Neler oluyor, insan nelerle karşılaşabiliyor hayatta…
Kaşığını bana uzatanla da sonraları dost olduk… Adı
Sıtkıydı. Biz ona Sıtkı ağabey derdik… İskenderpaşa‟da
müezzinin vefâtından sonra müezzinlik de yapmıştı. Çok
ihlâslı ve çalışkan bir insandı. Oğlunu ilkokula vermeden
hafız etmişti. Bâzı sabahlar o 7-8 yaşındaki çocuğa sabah
evrâdında Hoca Efendi ezbere Esmâül-Hüsnâ‟yı okuttururdu.
“Herkes içinden bir niyet tutsun!”
Yemekten sonra yatsı namazı kılınmış, ardından ışıklar
söndürülmüş, uzun süren bir zikir yapılmıştı. Zikrin bir
anında Hoca Efendi “Herkes içinden bir niyet tutsun!” dedi. Ben de bir takım niyetler tutmuşumdur, muhakkak, şimdi hepsini hatırlayamıyorum. Ancak şu anda “…zikrike ve
şükrüke ve hüsü ibâdetik...” ile biten bir duâyı da okuduğumu hatırlayabiliyorum.
Bu niyet tutma işinin esâsını sonra öğrendim:
Anlatıldığına göre, yine bir zikir ânında hoca efendi
“Herkes içinden bir niyet tutsun!” dediği zaman, bâzıları
“Ne tutalım? Ne tutalım?” derken, bir ara hoca efendinin
alnında “Tevfîk…” kelimesinin yazılı olduğunu görmüşler.
Sonra bu durumu şöyle yorumlamışlar:
295
Bir kimse Allah‟tan (CC) her hususta dâima onun yardımını talep etmelidir. Gerçekten, bu yolun yolcuları bilirler
ki, bir kimse Allah‟ın (CC) yardımı olmadan hiçbir şey
yapamaz.
Ders Zamânı GelmiĢti
Hoca Efendi‟nin beni derssiz olarak kabul etmesi arkadaşların hızlarını artırdı. Artık bana ders aldırmanın
zamanı geldiğini söylüyorlardı. Bir gün bu niyetle otelden
ayrıldık… İskenderpaşa‟ya geldik… Benden başka Hoca Efendi‟den ders alacak Murat Çilesiz adında biri daha vardı.
Süleyman, Ahmet, ben ve Murat, câminin bahçesinde
bulunan Hoca Efendi‟nin evine girdik. Sedirde oturan Hoca
Efendi‟nin önünde hep berâber diz üstü oturduk… Hoca
Efendi derslerimizi târif etti. Bütün bunların sırf Allah‟ın
(CC) rızâsını kazanmak için olduğunu söyledi ve sözlerini
şöyle bitirdi:
“Allah‟ın zikriyle meşgul olmak, kimsenin işine, gücüne karışmamak, dedi-kodu yapmamak, günahlardan da so o
n derece kaçmak, kazâ namazlarımız varsa onları da edâ
etmek… Bizi de duâdan unutmazsınız, inşallah!”
Necâti CoĢan Bey Amcayı
Ben kendime örnek olarak Necâti Bey Amcayı seçtim.
Artık cemaatle kaynaşmış durumdaydık. Cemaatin hürmete lâyık kişileri arasında Necâti Bey amca (Esat Efen-
296
di‟nin babası) vardı. Erbakan‟ın eniştesi Osman Çataklı,
Mahzar Özmen, Korkut Özal gibi popüler kişiler de câminin devam edenleri arasındaydılar.
Necâti Bey amca hafızdı, saygıdeğerdi. Ben kendime
örnek olarak onu seçmiştim. O da beni severdi. Yatsı namazından sonra bâzı evlere onlarla birlikte oturmaya giderdik. Bâzen Hoca Efendi de gelirdi.
Kalkan Balığına Ne Dersiniz?
Bir akşam tâ Beykoz‟dan dâvet gelmişti. Dâvet eden
kalkan balığı ikram edecekmiş… Hoca Efendi, yorgun olduğu için gelemedi ama Osman bey, bizler de dâhil olmak
üzere, bir kısım cemaati aldı, hep birlikte Beykoz‟a gidip o
gece doyasıya kalkan balığı yedik… Çok yediğimiz için
balıkları eritemeyeceğiz diye endişe ederken, “Birer bardak
Beykoz suyu içerseniz, yedikleriniz hemen erir gider!” dediler. Gerçekten de öyle olmuştu.
“Bizim Sükûtumuzdan Bir ġey Alamayan,
KonuĢmalarımızdan Hiçbir ġey Alamaz.”
Bir defâsında da bir ikindi namazından sonra Hoca Efendi‟nin de bulunduğu bir sırada Erenköy‟de Topbaşlar‟ın
dâvetine gitmiştim. Akşam yemeğinden sonra Hoca Efendi
sohbet etmiş, yatsı namazı kılındıktan sonra çaylar içilmişti.
O toplantı da Hoca Efendi susmayı tercih etmişti. Bâzıları kalben de olsa bu suskunluğun sebebini sormuş olacaklar ki, o sırada Hoca Efendi eski büyüklerden binin sö-
297
zünü nakletmişti. Zannederim, Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri
şöyle demiş: “Bizim sükûtumuzdan bir şey alamayan, konuşmalarımızdan hiçbir şey alamaz!” Bu söz tasavvufta az
konuşmanın ve sükûtun önemini vurgulamaktadır.
“ġu karĢıda Kur‟an Kursu var.”
Üçüncü yılda ben de arkadaşlardan ayrılıp Fâtih‟te
Malta‟da Kınalızâde sokakta teras katında bir odalı bir yer
kirâladım. Ev sâhibimiz, İshak Pehlivan adında Rizeli bir
müteahitti. Biraz daha huzurlu olmuştum ama artık yılların
getirmiş olduğu olumsuzluklar, artık parlak bir öğrenci
olmama engel olmuştu.
Kınalizâde‟de otururken yanımızda bulunan, Ali ağabeyimin kızı Perize‟ye eczâcı arkadaşım Ömer‟in hanımından Arapça dersi aldırmaya başladım. Ömer ve hanımı
Mahmut Efendi‟ye bağlı idiler. Evlerinde Arapça dersi
verirler, kendilerince din için hizmet etmeye çalşıyorlardı.
Her bayana çarşaf giydirmeyi ve erkeklere sakal bıraktırmayı birinci plâna almışlardı. Perize‟nin Arapça‟ya
başladığı sırada Hoca Efendi, hacda bulunuyordu. Hac‟dan
geldiğinde onunla Hoca Efendi‟yi ziyârete gittik.
Hoca efendi Perize‟yi işâret ederek “Kim bu?” dedi.
Ben de yeğenim olduğunu anlattım. Arapça kursuna gittiğini söyledim. Bunun üzerine Hoca Efendi:
“Arapça okuyan kızlar, sonunu getiremediklerinden
ya-rım yamalak bir Arapça ile Kur‟an‟ı tercümeye kalkarak
298
hocalık yapmaya kalktıklarıdan, sonunda, „kaş yapmak için
göz çıkardıkları‟ anlamına gelecek şekilde, zararlı oluyorlar” dedi.
Ben de kendilerinin hacda oldukları için bu hususta
kendilerine danışamadığımı bildirdim. “İsterseniz Arapça‟ya göndermiyeyim!” dedim. “Yok, yok! Gitsin!” dediler.
Ardından da eklediler: “Şu karşıda Kur‟an Kursu var.”
Bizim Kültürümüz
Kültürümüz temelinde aslâ olumsuzluk yoktur.
Mesele anlaşılmıştı. “İsterseniz Arapça‟ya göndermiyeyim.” dediğimde, “Yok, yok! Gitsin!” diyerek olumluluktan ayrılmadılar. Büyükler, Peygamberimiz‟in sünneti
gereği olarak, hiç olumsuz cümle kurmadıkları için, bugünkü bilim verlerine göre, dâimâ pozitif hükümlerden ayrılmazlar, ama asıl maksatlarını tekrar bir olumlu cümle ile ifâde ederler.
Burada da Hoca Efendi öyle yapmıştır. “Yok, yok!
Gitsin!” olumlu cümlesine “Şu karşıda Kur‟an Kursu var.”
olumlu cümlesi ile sünnete uymanın güzel bir örneğini göstermişlerdir.
Kur‟an‟a Ġlgisizliğin Cezâsı
Kur‟an‟a ilgisizliğin cezâsı şiddetli olur.
299
Yine Kınalızâde Sokakta otururken, Vesile ablamın oğlu ilkokulu yeni bitirmişti. Teklifim üzerine eniştem onu
Mahmut Efendi cemaatinin Sağmalcılar Kur‟an Kursu‟na
verdi. Daha doğrusu enişteden izni alınca çocuğu kursa ben
yerleştirdim.
Çocuk ilk zamanlar kendini tamâmen okumaya vermişti. Sâkin bir çocuktu. Onu Hoca Efendi ile de tanıştırmıştım. Hocaları çok memnun kaldıkları için kursta ona
husûsi olarak ders çalışması için ayrı bir oda vermişlerdi.
Fakat bu durum uzun sürmedi. Bir gün çocuğun okuldan kaçtığını duydum. Eniştem morali bozuk olarak İstanbul‟a geldi. İstanbul‟da çalışan çocuğun bir arkadaşı onun
kafasını çelmiş, kendisinin para kazandığını, Kur‟an
okumakla karın doymayacağını söyleyerek çocuğun hevesini kaçırmış… Tabiî ki, sonuç okuldan kaçmayla tamamlanmış…
Enişteyle başladık İstanbul‟da çocuğu aramaya… Alibeyköyü‟nde bütün kahvehâneleri geziyorduk… Üstlerimiz
sigara dumanından kokmaya başlamıştı. Eniştemin davranışından kendimi suçlu görüyordum. Çünkü çocuğun kursa
verilmesine ben sebep olduğum için bu durum sanki onun
kaçmasına ilişkin bir sebebiyete dönüşmüştü. Eniştem nazârında bir suçlu durumundaydım, sanki…
Çocuğu nasıl bulduğumuzu unuttum. Ama artık okuma
işi bitmişti. O pırlanta çocuk artık serseri bir sokak çocuğu
olmuştu.
300
Bir gün, durum mânen kendilerine mâlum olsa gerek,
Hoca Efendi onu sordu. Ben de onun okuldan kaçtığını söylediğim zaman, o mubârek zat, o kadar üzülmüşü ki…
Çocuğun, Kur‟an‟ı terk edişinin cezâsını, hayâtın çilelerini çekerek şiddetli bir şekilde, gördüğünü müşâhade etmişimdir. Ve de Hoca Efendi‟yi üzmenin cezâsını… Onun
çektiği her çileyi duyduğumda Hoca Efendi‟nin üzüntüsü
gözümün önüne geliyordu.
Kolay mı? Kur‟an‟ı terk etmenin ve üstelik bir Allah
(CC) sevgilisini üzmenin karşılığı elbette şiddetli olurdu!
“Sırtını Sıcak Tut”
Kınalızâde Sokak ile İskenderpaşa Câmisi arası yaklaşık 250-300 metre kadardı. Sabah ve yatsı namazlarına
gitmeye çalışıyor, evde olduğumda diğer vakit namazlarında da oraya devam etmeye gayret ediyordum. Sohbetlerde Hoca Efendi, az yemek, az uyumak ve az konuşmaktan bahsediyordu. Bu yüzden bugün bunları o zamanlar
aşırı derecede uyguladığımı düşünüyorum. Bu sebeple çok
zayıf olduğum için sık sık anjin oluyordum.
O sıralarda bakkallarda pastörize süt satılmaya başladı.
Bir vesileyle bunlardan içmeye başladım. Farkına vardım
ki, süt içmeye başladığımda daha az sıklıkla anjin oldum.
İşte o zaman anjinin ve daha genel olarak hastalığın gıda ile
ve dolayısıyla vücûduın direnci ile yakından ilgili olduğunu
düşündüm.
301
Bir sabah İskenderpaşa Câmisi‟sinin avlusuna girdiğimde, bir de baktım ki, Hoca Efendi de evden çıkmış, Ay
gibi parlayarak geliyor… Tam câminin giriş kapısı önünde
karşı karşıya geldik. O sırada anjin olduğum için bir elimle
ağzımı tutuyordum.
Hoca Efendi, selâm verdi, elim ağzımda olduğu için, ne
olduğumu sordu. Ben de anjin olduğumu söyledim. O zaman Hoca Efendi, elini sırtıma koyarak “Sırtını sıcak tut!”
dedi.
Hoca Efendi‟nin bu nasîhatı meğer neymiş be! İlk zamanlar pek idrak edemedim ama 1980‟li, 1990‟lı yıllardan
sonra 2000‟li yıllarda aklım başıma geldi. Bugün bu tavsiyeyi hâlâ uyguluyorum. Öyle ki, hemen çoğu günler, sırtımda ayrıca bir havlu da taşıyorum. Sanki, sırtımı sıcak
tutmakla vücut direncim artıyor ve hastalık ilerleme yerine
geriliyor.
“O Bir Altın Pırlantasıdır.”
Birgün okuldan çıktıktan sonra tıraş olmak için Fâtih‟te
her zaman tıraş olduğum berbere gittim. Berber, Fâtih Câmisi‟nin biraz ilerisinde bulunuyordu, 50-60 yaşlarında idi,
sakallıydı. Dükkânın kapısından içeri girdim. Berber efendi,
beni karşıladı. İçerde karşı tarafta başka birisi daha oturuyordu, foterli ve sakalsızdı.
Tıraş olmak için koltuğa oturdum. Berber efendi, bir
taraftan hazırlığını yaparken, bir yandan da beni oturan o
beye, Teknik Üniversitesi‟nde talebe olduğumu söyleyerek,
302
tanıttı; ardından da onu bana tanıttı: “Benim şeyhim, hocam” dedi. Tabiî, bu arada adını da söyledi ama unuttum.
Berber efendi, Uşâkî tarikatındandı. Ben o zamana kadar, başka bir şeyh, falan görmemiştim. Ancak, İstanbul‟a
geldiğim ilk yıllarda bir akşam, arkadaşlarla böyle bir zikir
meclisine gitmiştim. Orada hocasının yetki verdiği Sûriyeli
sakallı bir üniversite öğrencisi zikri idâre ediyordu. Her
hâlde, onlar Rufâî idiler. Bir yandan, ilâhî söylüyorlar, bir
yandan da ahenkli bir şekilde dönüyorlardı. Ortada duran
genç üniversiteli zikri yönlendiriyordu. Zikir, etkileyiciydi.
Sonradan öğrendim ki, o genç sık sık Hoca Efendi‟yi de
ziyâret ediyormuş…
O zamâna kadar Trabzon‟dan gelerek Hoca Efendi‟yi
ziyâret eden kimseleri de görüyor ve onların da şeyh oldukları söyleniyordu. Ama benim gibi, ilk defâ, şeyh olarak
Hoca Efendi‟yi tanıyanlar, şeyh kelimesini duyduklarında
akıllarına ancak Hoca Efendi gibi, Ay misâli parlayan, bir
zâtı akıllarına getiriyorlardı. Bu yüzden başkalarına şeyh
gibi bakmak benim için mümkün değildi sanki…
Berber efendi, şeyhini bana tanıttığı zaman karşımda,
Hoca Efendi gibi Ay gibi parlayan, birini görememiştim.
Tanımayan bir kimseye berber ve hocasını göstererek
“Bunların hangisi şeyh, hangisi mûrid?” diye sorsalar, soru
sorulan kimse muhakkak şeyh olarak berberi gösterirdi.
Çünkü mantıkî olarak hiçbir kimsenin sakallının yanında
sakalsız ve de foter giyen bir kimseyi şeyh olarak tahmin
etmeyeceği açıktır.
303
Buradan şunu söylemek istiyorum. Sırf berberin hocasını düşünerek bireyselleştirmek istemiyorum ama günümüzde tasavvuf da ucuz bir hâle gelmişti.
Berber, hocasına beni tanıtırken şu cümleyi de ilâve etmişti: Benim için “İskenderpaşa Cemaati‟nden..” demişti.
“İskenderpaşa” lafını duyan zat bunun üzerine kendine
çekidüzen verip Hoca Efendi‟yi kast ederek demişti ki:
“O bir altın pırlantasıdır!”
Gerçekten, bu zat o Hoca Efendi‟yi anlatmak için güzel
bir tasvir yapmıştı. Hakîkaten, Hoca Efendi, görenler karşısında altının ışıkları gibi ziyâlar saçıyor, Ay gibi parlıyordu.
ĠskenderpaĢa Yurduna Merhaba
3. sınıfa kadar, ders durumumu lise kuvveti ile idâre edebilmiştim. Ama ondan sonra, sağlığım bozulduğu için,
derslerden aldığım notlar düştüğünden, TÜBİTAK bursum
kesilmişti. Bundan sonra geçim derdi daha da arttı. İlk yıllarda bir müddet Almanya‟da çalışan Sâlim ağabeyim yardımcı oldu. Sağ olsun!
Ona olan borcumu mezun olduktan sonra, aklımda kaldığına göre, bir yıllık veyâ iki yıllık çalışmamın tamâmıyla
ödeyebilmiştim. Bu, ağabeyim için o zaman iyi bir sermâye
olmuştu.
304
O sıralar, İskenderpaşa Câmisi‟nin bahçesine yurt yapılması için Hoca Efendi duâlarla temele harcı atmış, öğrenciler için kalacak odalar ayarlanmıştı. Câmi zeminindeki
odalara iki kapı ile giriliyordu. Cadde tarafındaki ilk kapı
içerde 2 odaya açılıyordu.
İkinci kapıdan ince uzun bir koridora giriliyor,
koridorun Hoca Efendi‟nin evine dayandığı noktada beton
bir merdivenle bodrum katına iniliyordu. Koridordaki pencereler Câmi‟nin bahçesine açılıyordu. Koridorun pencerelerinin karşı tarafında aklımda kaldığına göre 3 veyâ 4 oda
bulunuyordu.
Koridor ucundaki beton merdivenlerle inilen bodrum
katında bu odaların alt kısmına gelen yerde boydan boya
tuvâlet ve banyolar vardı. Buranın ucunda ve Hoca Efendi‟nin evinin alt kısmına gelen yer ise yemek salonu idi.
Buranın mutfağı da vardı. Mübarek günlerde ve ramazanın
her günü dışarıdan getirtilen ahçılar burada yemek yaparlar,
cemaate akşam namazından sonra yemek verilirdi.
Ayrıca, kim hayır yapmak isterse, o sâdece parasını
verir, onun ya da geçmişinin rûhu için çemaate yemek verebilirdi. Ben de babam vefât ettiğinde burada babam için bir
yemek vermiştim.
İşte sözünü ettiğim bu yurt yapılınca Hoca Efendi, bu
yurda gelmemizi işâret buyurdular. Böylece, yurdun ilk
sâkinleri, Ahmet İleri, Süleyman Zeki Bağlan ve bendim.
Bizden sonra birer ikişer derken bir müddet sonra yurtta 20-
305
30 öğrenci kalmaya başlamıştı. Biz üç arkadaş, ilk kapının
açıldığı ilk iki odaya yerleşmiştik.
Odanın birinde bulunan iki katlı bir ranzanın altında
Süleyman, üstünde ben yatıyordum. Ahmet İleri yurt yöneticisi olmuştu. Hoca Efendi bizden birini çağırmak istediği
zaman evinde elinin altında bir düğmeye basar, bulunduğumuz odada zil çalardı.
Bizden sonra Mehmet Ağar, geldi. Mehmet, o sıralarda
Vatan Mühendislik‟te okuyordu. Pehlivanlıkta derece
alacak kadar ilerdeydi. Bir ara Hoca Efendi ile birlikte iken
onun yurda gelip gelmemesi husûsunda adı geçmiş, Hoca
Efendi “İnşallah gelir!” demişti. “İnşallah gelir” sözünün
mânidar olduğunu şimdi anlıyorum.
Mehmet Arar bizden sonra geldi ama tam bir derviş
oldu. Güzel ezan okuyordu. Mehmet ile Ahmet İleri yurdun
idâresini ve Hoca Efendi ile ilişkileri yürütüyorlardı.
İlk zamanlar Câmi‟nin bahçesini ve Hoca Efendi‟nin
bahçeye bakan penceresinin önünde bahçe kapısına kadar
uzanan betonu toz bırakmayacak şekilde yıkar silerdim.
Benden sonra bu işi daha çok Mehmet Ağar sâhiplenmişti.
İskenderpa‟ya ilk geldiğimiz sıralarda göze çarpan
üniversiteli sayısı sayılabilecek kadardı. Bunlar arasında
son sınıfta Yıldız Elektrik‟te Sadık Gürcan Bey ve İ.T.Ü.
İnşaat‟ta Nûri Yücel vardı. Bundan sonra İskenderpaşa‟ya
gelip giden üniversiteli öğrencilerde sanki bir patlama olmuş, Pazar günkü sohbette Câmi dolup dolup taşıyordu. O
306
sıralarda Yıldız öğrencileri çoğunluktaydı. Bunları organize
eden Mehmet İncili idi. Ondan sonra Mehmet Güney öğrencilerin başına geçmişti. Mehmet Emre, Yılmaz Bayat,
Yılmaz Kartal ve daha birçok arkadaş vardı.
Yurtta yemek verileceği günlerde cemaat, akşam namazından sonra yurdun alt katında ve Hoca Efendi‟nin
evinin altına gelen kısımdaki yemek salonuna iner, sıra sıra
dizilmiş muşambalar üzerindeki yemek sofrasına otururlardı. Hoca Efendi hep aynı yere otururdu.
Akşam namazından sonra verilen bu yemeklerin servisi
biz öğrenciler tarafından yapılırdı. Arkadaşlar, Hoca Efendi‟nin bulunduğu sofrayı genel olarak bana verirlerdi, her
hâlde sakallı olduğumdan dolayı… Hizmetlerimizi çok titizlikle yapmaya gayret ederdik… Öyle ki, bu aşırı hassâsiyetimiz bâzen bizi çok zor durumlara sokmuyor değildi.
Gözüme Öyle Bir Ağrı Vurdu ki…
Bir keresinde, yemek faslı biterken, Hoca Efendi belki
yine yemek arzû edebilir diye, bir tabak yemek daha alarak
önüne yakın bir yere koymuştum. Yemek yeme faslı bitmek
üzere olduğu için, bu o anda oradakilerin dikkatini çekti.
Sanki Hoca Efendi‟ye bir iltimas geçiyorum gibi bir hava
doğar gibi oldu.
Ayrıca, Hoca Efendi‟nin de bundan rahatsız olduğunu
hisseder gibi olmuştum. Dolayısıyla, dehşetli bir edepsizlik
yaptığımı anladım ama bunun artık bir geri dönüşü de
yoktu.
307
Ne demişler, sultanların yanında, boyunlar kıldan incedir. İşte, büyüklere yakınlık nispetinde rizkler de büyük olur. Bu edepsizliğin cezâsı, kısa zamanda elektrik çarpar
gibi beni yakaladı. Yemekten sonra dışarı çıktığımda, daha
yatsı namazı başlamadan beni şiddetli bir göza ağrısı yakaladı. Hatâmı anladım, pişman oldum ama hatırladığım
ka-darı ile birkaç gün bu ıstırâbı çektim.
Biraz daha uyanık olup gidip Hoca Efendi‟den kalben
özür dileyerek elini öpüp duâsını alsaydım, bu kadar ıstırap
çekmeyebilirdim. Ama o zamanlar bu gibi konularda bilgili
ve çok da cüretli değildim.
Ben Nasıl Hizmet Edeceğimi DüĢünürdüm
Büyüklere hizmet çok methediliyordu. Ben de nasıl
hizmet edeceğimi düşünürdüm. Benim de bir parça
hizmetim olmalıydı! Okul ve ev dışında çoğu kere vakit
namazlarına İskenderpaşa‟ya giderdim. Câmi‟nin kapısında
ayrıca ağır bir deri kapı bulunurdu. Namazı kıldıktan sonra,
ben hemen Hoca Efendi‟nin terliklerini raftan alır, dışarı çıkacağı kapı çıkışına koyar, sonra onun kalkmasını beklerdim.
Tam kalktığı anda Câmi‟nin kapısını boydan boya örten kalın deri örtüyü kaldırırdım. Böylece, Hoca Efendi‟nin
kolayca dışarı çıkmasınına yardımcı olurdum.
308
Ahmet Çiftçi Ağabeyi Unutamam
Benim oturduğum civardan da Câmi‟ye gelenler vardı.
Bunlardan bilhassâ Ahmet Çiftçi ağabeyi unutamam. O
bildiğim kadarıyla demir işi yapıyordu. Bizim evin yüz
metre kadar aşağısında, Sarıgüzel Câmisi‟nin yanında,
babasıyla berâber otururdu. Her hâlde hanımı yoktu. Bir
gün sabah namazından sonra İskenderpaş‟dan çıkmıştık…
Ahmet ağabeyle evimize doğru geliyorduk. Evlerimize
gitmek için tam ayrılacağımız sırada Ahmet ağabey beni
kucakladı. “Ben sana para vereceğim. Sen talebesin!” dedi,
Ben “Ne münâsebet! Olmaz!” dedimse de başarılı olamadım.
Meğer Ahmet ağabey zekâtını verecek münbit toprak
arıyordu ama bilemiyorum, istediği toprağı bulabildi mi?
Ama bu hareketiyle o şunu başarabilmişti: Ahmet ağabey‟in
bu davranışı beni o kadar etkilemiş olacak ki, bugün hâlâ
duâlarımın arasında adı geçmektedir. Onunla birlikte Atâ
Giritli, Fethi Gemuhluoğlu da var, tabiî duâlarımda…
Sakallarım Gidiyor
Bir gün Devreler Teorisi dersine girmeden, Tarık
hocanın aynı katta bulunan Dr. asistanına dersle ilgili bir
soru sormak için girmiştim. Sorumu sorup odasından çıktım. Oldukça geniş olan koridorun karşısında dersin olduğu
anfinin birkaç kapısı vardı. Kapılardan birine doğru yöneldim ki, hemen orada bekleyen tanımadığım iki militarist
solcu, önüme geçtiler. Anfiye girmemi engelemek istiyorlardı.
309
Girmek için uğraştığımı görünce beni yakaladılar. Ben
kurtulmak için karşı koymaya çabalarken, bir tânesi bana
öyle bir kafa vurdu ki, betonun üzerine pestil gibi uzandım.
Hemen bir kolumdan biri, diğer kolumdan ötekinin yakalamasıyla, ikisi birden beni merdivenlerde sürükler vaziyette
üçüncü kattan indirip dışarı çıkardılar ve hemen yakındaki
yurdun kantinine götürdüler.
Ağzımdan kanlar akıyordu, o vaziyette kantindeki berberin odasına soktular. Derhal traş olmamı, istersem traş
parasını kendilerinin vereceklerini söylediler.
Ağzımın kanını orada yıkarken, bir de ne göreyim
kendi aralarında herkesin içinde Atatürk‟e küfretmiyorlar
mı? O zaman beni sürükleyip getirirlerken “Atatürk‟ün
piçleri! Atatürk‟ün piçleri!” şeklindeki konuşmalarına biraz
daha anlam vermeye başlamıştım. Çünkü o zamana kadar,
genel yerlerdeki bütün afiş ve fâliyetlerinde “Atatürk Devrimleri” her konuşmalarının girişini teşkil ediyordu.
Artık kesin olarak anladığım şuydu:
Demek ki bunlar, Atatürk‟ü sâdece hedeflerine varmak
için kullanıyorlardı. Bu yüzden, burada kendi aralarında
açıktan açığa konuşmaktan çekinmiyorlardı. Ben o sırada
daha çok kendi derdimle meşgul olduğum için, gözden
kaçırdım. Açıktan açığa yapılan bu Atatürk düşmanlığına,
orada belki kendi çömezlerinden her hâlde îtiraz etmeye
teşebbüs edenler oldu ki, küfürlerinin ardından Atatürk‟e
muhalefetlerinin sebebini açıklamayı da ihmal etmediler.
310
Neymiş efendim:
“Eğer Atatürk isteseymiş Komünizm‟i getirebilirmiş,
ama getirmemiş…”
Demek ki Atatürk‟ün suçu, onlara göre gücü yettiği
hâlde Türkiye‟ye Komünizm‟i getirmemekmiş, vesâire…
Bunları duymak bana biraz ferahlık verdi. Zirâ gerçi epey
hırpalanmıştım ama bunların iç yüzünü, yediğim dayak
pahâsına, tamâmen öğrenmiştim:
“Gerçekten bunlar vatan ve millet düşmanıymış!”
derken sâhip olduğum bilgi dolayısıyla üzüntüm azalıyordu.
Ağzımın kanını yıkarken kararımı vermiştim: Traş olmaktan başka çâre yoktu. Boşu boşuna daha fazla hırpalanmak istemiyordum. “Ben traşımın parasını veririm!” dedim ve traşımı oldum. Böylece, ilk sakalım târihe karışmıştı.
Moralim çok bozulmuştu. O günkü derslere girmedim.
Asım Kasapoğlu adındaki bir arkadaşımla Fatih‟e geldik.
Asım, şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi‟nde iyi bir profesördür. Dişim sallanıyordu. O arada duruma daha önce
tanıdığımız ve bize bir ağabey gibi yakınlık gösteren Erman
Tuncer Bey muttalî oldu. Erman Bey de iyi bir diş profesörüdür. Onun 2004 yıllarıydı, İstanbul Sağlık Müdürü olduğunu TV‟den öğrendim.
311
İki arkadaş beni hemen bir diş doktoruna gösterdiler.
Meğer diş doktoru da Erbakan‟ın kardeşi Kemâlettin Erbakan imiş… Kemâlettin bey, dişimi şöyle bir yokladı, önemli
bir şeyin olmadığını, zamanla sallanmasının ortadan kalkacağını söyledi. Oradan çıktık.
Ondan sonra hep berâber Hoca Efendi‟nin evine gittik.
Arkadaşlar başımdan geçenleri Hoca Efendi‟ye anlattılar;
durumu polise haber verelim mi, vermiyelim mi diye
sorduklarında Hoca Efendi bunu gereksiz gördü. Polisin
zâten en âciz durumda olduğu, hiçbir olayda etkili olamdığı
herkes tarafından bilindiği için, bu isâbetli bir karardı, aslında...
Değerli bilim adamı Oktay Sinanoğlu‟nun kitaplarından şimdi öğreniyorum ki, bu olayları o zaman CIA planlıyor ve solcuları organize ediyormuş… Bunları ilk duyan
ilk anda “Hayret doğrusu!” diyecektir. Neden?. Çünkü
görünürde solcuların bir numaralı hedefi Amerikalılar‟dı.
Onları gördükleri zaman, “Go home! Go home!” deyip
tutup denize atıyorlardı.
Nitekim Oktay Sinanoğlu da bunları ilk duyduğu zaman gerçekten şaşırmışmış... Türk polisinin başarısızlığı da
belki bu güç dengesizliğinden ileri geliyordu. Durumu polise bildirmemem husûsunda yukarıda “İsabetli olmuş” dememin sebebi buydu.
312
“Siyâset ĠĢlerine AteĢe Yakın Olduğunuz Kadar
Yakın Olun.”
Sakal kesme olayı sinirlerimi ve psikolojimi çok bozmuştu. Bu psiklojik korkuyu yıllarca çekmeme rağmen, ilk
defâ yazılı olarak burada yazıyorum. 2007 yılında yeri gelmiş, öğrencilerime anlatmıştım. Bu olayı daha önce kimseye açmadım, açamadım.
Evet, İskenderpaşa Câmisi‟ne devam ediyor, Hoca
Efendi‟yi sık sık görüyordum. Belli ki bu bana bir moral
aşılıyordu.
Gerçekten, sohbetler bana biraz moral kazandırıyordu.
Öyle oldu ki, artık İskenderpaşa Câmisi, evden sonra ikinci
mekânım oldu. Bütün tanıdığım gençler, arkadaşlar, hep
Millî Türk Talebe Birliği‟ne gidiyorlardı. Ben Millî Türk
Talebe Birliği‟ne gitmekten hoşlanmıyordum. Benim mekânım âdetâ İskenderpaşa Câmisi olmuştu.
Nasıl oldu ise bir defâsında Millî Türk Talebe Birliği‟ne rahmetli Necip Fazıl‟ı dinlemeye gittim. Bu gidişim
ilk ve son oldu. Beni cezbedecek bir şey bulamadım. Demek ki, bu bir mizâç meselesiydi… Bu yüzden, Millî Türk
Talebe Birliği‟ne gitmemem ve sırf İskenderpaşa Câmisi‟nde bulunmam dolayısıyla bana gençler arasında zavallı; mücâhitlikten (!) uzakta kalmam dolayısıyla da, günahkâr gözü ile bakanlar oluyordu, tabiatıyla… Bunları
hissedebiliyordum.
313
Zirâ o sıralarda gençlik hareketleri çok önemli sayılıyordu. Toplumsal olaylara katılmamak belki de bencil bir
durumu yansıtabiliyordu. Ama dedimya bu tür fâliyetler
beni tatmin etmiyordu, Câmi‟de bulduğum huzûru başka
yerde bulamıyordum. Bunda, belki, dışarıda yapılan (boş)
didişmelerin, samîmiyetsiz davranışların da oldukça rolü
büyüktü.
Daha da genel söylemek gerekirse, cemiyet olaylarının
önemi kişiden kişiye, karakterden karaktere göre değişmektedir. Dolayısıyla, benim de reklamdan, gösterişten, samîmiyetsizlikten zevk almayan bir mizâcım vardı. Nitekim
Mehmet Efendi‟nin “Cemiyet işlerine ateşe yakın olduğunuz kadar yakın olun…” şeklindeki sözü de bana biraz daha
uygundu, sanki…
Eğitim Ya Da Eğitilme Meselesi
“İnsanlar, ya okuyarak ya da sıkıntılara sabredip
katlanarak eğitilirler… Ne mutlu bu ikincilerine!”
İskenderpaşa Câmisi‟ne ilk defâ muhtemelen, 1968 yılında, Ahmet İleri ve Süleyman Zeki Bağlan ile birlikte gelmiştim. O sıralarda bir sıkıntım olmadığı, belki de rahat olduğum için, mâneviyatın tesirini hissedememiştim. Hattâ oradaki insanların birbirlerine karşı, saygılı, sevgili davranışlarını çok abartılı bulmuş, ilk zamanlar bundan da rahatsızlık dahî duymuştum.
Demek ki, her şeyin bir ihtiyaç zamanı var. Örneğin,
sağlamken bir antibyotik hapı aldığınız zaman, bunun
314
vücûdunuzda hiç tesirini duyamazsınız. Ama aynı hapı meselâ, anjin olduğunuzda bir alın bakalım! Hapı almadan
boğazınızın açımasından yutkunamazken, hapı aldığınızdan
îtibâren, boğazınızın acımasının yavaş yavaş azaldığını, birkaç gün sonra da, ağrının hiç kalmadığını hissedersiniz.
Demek istiyorum ki, “Mâneviyatın tadını duymak için
solcu anarşistlerden o dayağı yemem gerekiyormuş, her
hâlde…”
Daha genel olarak sölemek gerekirse, hayâtın her türlü
sıkıntısı insanı eğitmek içindir. Sözün sâhibi diyor ki:
“Dâimî başarılar, insana madalyonun bir yüzünü gösterir. Başarısızlıklar ise madalyonun öteki yüzünü de gösterir.”
Neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu ancak Allah (CC) biliyor? Bâzen hayır, hayırsız gibi görünen bir biçimde
geliyor insanın başına…
Eğitimin hedefi, gerçeği söylemek gerekirse, ibâdetleri
rahatça yapma kaâbiliyeti kazanmaktır. İbâdetlerin hedefi
ise, ahlâkı kemâline erdirmektir... Yânî, eğitimli insan
namaz, oruç, zekât ve benzer ibâdetleri rahatlıkla, kolayca
yapar ve dolayısıyla hedefe kolayca varır. Yeter ki, o eğitim
kazanılmış olsun.
İşte eğitim, çekilen sıkıntı ve karşılaşılan musîbetlere
karşı gösterilen sabır sâyesinde, yânî madalyonun arka yüzü ile de elde ediliyor. Dikkat ediniz! Bir eli yağda, bir eli
315
balda olanların sabırları yoktur ve bunlar, ibâdetleri de rahatça yapamazlar, dolayısıyla bunların ahlâkın kemal sıfatına ulaşmaları zordur.
Hoca Efendi de bir sohbetlerinde: “İnsan ya okuyarak,
tahsil ile eğitilirler ya da hayatta tatmış olduğu sıkıntılara
sabredip katlanarak… Ne nutlu bu ikincilerine!” demişlerdi.
Âlim olanlar daha iyi bilirler ama ben sâdece değinmiş
olayım: Bir genç Peygamberimiz (SAV) Efendimiz‟e gelmiş, “Yâ Resûlallah seni çok seviyorum!” demiş… O zaman Peygamberimiz (SAV) Efendimiz şöyle buyurmuşlar:
“O hâlde beni seviyorsan, musîbetlere hazır ol!”
ĠskenderpaĢa Bir Ekoldü
Zamanla öğrendim ki, İskenderpaşa Câmisi, bir fikir
ve kültür merkezi, hoca efendisi de âdetâ bunların bir kaynağı ve güneşiymiş... Gördüğüme göre, Türkiye‟nin sevilen
insanlarının %90‟ı bu kültürün ışığı ile aydınlanmış…
Örneğin, Turgut Özal‟ı, Necmettin Erbakan‟ı, Korkut Özal‟ı, Bazkurt Özalı ilk defâ bu hoca efendinin sohbetlerinde görmüştüm.
Tabiî ki, bendeniz bu kültür yuvasının kaçırılamaz olduğunu şimdi idrak ediyor, daha fazla istifâde edememenin
pişmanlığını şimdi daha derinden hissediyorum!
316
“Hoca Efendi‟ye Sorayım”
1976‟da ikinci kısa devre askerlik için askerliğime karar aldırmıştım. O gün yaklaştı, Azot‟tan ayrıldım. Önce
İstanbul‟da Hoca Efendi‟yi ziyârete gittim.
O sırada bir pazar sohbeti çıkışında Câmi‟nin avlusunda Prof. Dr. Nevzat Kor hocamızı gördüm. Prof. Dr.
Nevzat Kor, Teknik Üniversitesi İnşaat Bölümü‟nde Çevre
Bilimleri‟nde öğretim üyesiydi. O sıralarda çevrecilik yeni
gelişen bir bilim dalıydı.
Bu yüzden, Nevzat bey, İ.T.Ü.‟de ilk çevre kürsüsünü
kuran kişiydi; aynı zamanda Adapazarı‟nda Devlet Mühendislik ve Mîmarlık Akdemisi‟nin de dekanı bulunuyor, İstanbul‟dan haftanın belli günlerinde Adapazarı‟na gidip gelerek bu görevi de yürüyordu, dolayısıyla yeni ve güvenilir
elemanlara ihtiyâcı vardı.
Talebeliğimden beri Nevzat beyle tanışıyor, aynı
mahallede olduğumuz için bâzen üniversiteye giderken beni
de arabasına alırdı. Nevzat bey, beni görünce ne yapıp ettiğimi sordu. Ben de Azot Fabrikası‟nda çalıştığımı, o sırada da askere gideceğimi söyledim.
Bunun üzerine Adapazarı‟nda Devlet Mühendislik ve
Mîmarlık Akdemisi‟nde asistan olmamı istedi. Ben de olamayacağımı söyledim. Çünkü talebeliğimden beri üniversitedeki olaylar beni üniversiteden hatırı sayılır derecede soğutmuştu.
317
Nevzat bey, çok kibar, nâzik ve yumuşak bir insandı.
Fakat o esnâda onun bir de sert tarafının olduğunu ilk defâ
gördüm. Asistan olamayacağımı söyler söylemez, ciddîleşti
ve sesini biraz yükselterek kararlı bir çıkışla, “Neden olamayacaksın! Ben kimi asistan yapacağım!” demesin mi?
Ben biraz şaşırdım… İşin şakasının olmayacağını anladım. Öyle ya! Mezun olduk, bir tarafa faydamız olmalıydı! Burnumuzun doğrultusunda gidersek, bu doğru olur mu
diye düşündüm. Onun bu çıkışı üzerine fikrimi o anda
değiştirdim. “Hoca Efendi‟ye sorayım!” dedim.
Çünkü hiçbir işime Hoca Efendi‟ye sormadan karar
vermezdim. Sömesri tatillerinde bile, memlekete gitmek
için önce onun elini öper, “Efendim, müsaade ederseniz,
ben falanca gün ve saatte memlekete gideceğim.” der, o da
“Peki!” dedi mi böylece müsaadeyi almış olurduk.
Hoca Efendi sohbetlerinde, “Okuyun ama devlet memurluğuna kanaat etmeyin, serbest çalışın, memlekete iş
sahâsı açın, herkese faydanız dokunsun! Memleket daha
hızlı kalkınır.” anlamında tavsiyelerde bulunurdu.
Nevzat Ağabeyden zılgıtı yer yemez, bir münâsebetle
Hoca Efendi‟ye durumu hemen arz ettim:
“Efendim!” dedim. “Nevzat bey, Adapazarı‟nda asistan olmamı istiyor.”. Hoca Efendi, benim Azot fabikasında
çalıştığımı bildiği için, “Farkı ne?” dediler. Bu soru ile o
bunun ikisinin de devlet memurluğu olduğunu söylemek
istediler.
318
Hoca Efendi‟ye bu tip sorular çok sorulurdu. Genellikle de iş değiştirmeye ilişkin bu sormalarda dâima hizmeti
ön planda tutan Hoca Efendi, “Farkı ne?” dediği zaman,
soru soran çoğu kişilerin, meselâ “Efendim, parası daha
fazla, lojmanı var…” şeklinde hizmetten ziyâde bâzı avantajlar ifâde eden cevaplarından hoşlanmazdı.
Ben bunu bildiğim için, sorum üzerine”Farkı ne?”
dediklerinde şöyle cevap verdiğimi hatırlar gibiyim:
“Efendim! Devlet memurluğu olduktan sonra üniversite daha iyi!”
Bu cevâbı çok da şuurlu bir şekilde söylediğimi zannetmiyorum. O kısa sürede, Nevzat beyin beni biraz şaşırtan çıkışı üzerine gayr-ı ihtiyârî olarak bu kadar bir değerlendirme yapabildiğimi düşünüyorum.
Dikkat edilirse, bu değerlendirme şimdiki analizime
göre değerlendirildiğinde bu kararda şahsî bir çıkar görünmüyordu. Karar, Nevzat beyin hizmet düşüncesinin yanında
benim için de daha iyi bir hizmet yapma imkânını ilham ediyordu.
Hoca Efendi benden böyle bir cevâbı duyar duymaz
“Peki!” dediler. Müsaade alıp hemen huzurlarından ayrıldım. Artık bundan sonraki hizmet yılları, Sakarya
Mühendislik ve Mîmarlık Fakültesi‟de olacaktı.
319
“Kız! O Verdiğin Neydi?”
Bir de evlenme sünneti vardı, sırada… O târihlerde bu
evlenme konusu gündeme geldiği sıralarda, babam vefat
etmiş bulunuyordu. Annem de Samsun‟da ağabeylerimin
yanında kalıyordu. Evlenme konusunun da çok önemli
olduğunu biliyordum. Yanlış bir seçim insanın hayâtını zindan edebilirdi.
En iyisinin, hocama mürâcaat edip, iyi-kötü bahtımıza
ne çıkarsa, hiç tereddüt etmeden tam bir teslimiyetle onun işâret etmiş olduğu ile düğünü yapmak olduğuna karar verdim.
İskenderpaşa‟ya gittiğim bir gün durumu, Mehmet İncili ile itişâre ettim. İncili, “Bizzat kendin git, hoca efendiye
evlenmek istediğini söyle!” deyince, daha fazla beklemedim. Müsaade alıp kapıyı vurdum, içeri girdim.
Hoca efendi, bahçeye bakan pencerenin önünde oturuyordu; zâten hep orda otururdu… Elini öptüm, oturdum.
Bana bir şeyler ikram ettiler. Sıra arzûmu söylemeye geldi,
“Efendim, ben evlenmek istiyorum!” dedim. “Öyle mi” dedi?
Âilem hakkında bilgi aldılar... Zâten annem dersliydi,
tanıyordu. Hoca efendi “Peki!” dedi, bu iş bitmişti, müsaade alıp çıktım.
Bundan sonra, epey zaman bir ses çıkmadı. Hoca efendinin durumu unutmasına imkân yoktu. Ama benim önüme
320
düşüp de işlerimi onun nazârında tâkip edecek kimsem de
yoktu. Bir tek annem ne yapabilirdi ki, o da Samsun‟daydı.
Bir zaman sonra hoca efendi Adapazarı‟na gelmişti,
zannediyorum, Kuddûsi Yazaroğlu‟nun evinde iken annemi
sormuş, ben de “Yaylaya gitti!” demiştim.
Bundan sonra 5-6 ay ya da daha fazla, epey bir zaman
daha geçmişti. Gene ziyâret ettiğim bir gün İskenderpaşa‟daki talebelerin yanında bulunuyordum. Rahmetli Vahdettin amca geldi, hoca efendininin yanında bir kız olduğunu, bana göstermek istediklerini söyledi.
Tabiî, sevinmedim desem yalan olurdu. Bununla berâber, o zamanlar gençtim ve sinirlerim sağlam olduğu, biraz
da dervişlik atmosferi içinde bulunduğum için bu durumum
dışarı aksetmiyordu.
Ben bir müddet sonra annem ve Vesîle ablamla tekrar
geldim, müsaade alarak Hoca Efendi‟nin yanına girdik…
Hoca Efendi yine pencerenin önünde oturuyordu. Annem,
onun karşısında kanapeye oturdu, ben ise yerde sessizce diz
üstü oturdum.
Hoca Efendi annemle konuşuyor ben dinliyordum,
derken gelin olacak bize fincan içinde bir şeyler ikram etti.
İkram edileni içtim ama hiçbir şeye benzemiyordu. Ne
olduğunu düşünmeden, “lâk-luk…” içtim, gitti.
Sonradan öğrendim ki, ikram edilen sütlü kahveymiş…
Ama olacak bu ya! Süt kesilmiş, lapa lapa olmuş… İkram
321
edenler de durumu sonradan fark etmişler. Bu durum Hoca
Efendi‟nin de dikkatini çekmiş ki, sonradan bizim hanım
olacağa sormuş, “Kız o verdiğin neydi?” diye… Hoca Efendi meseleyi öğrenince de tatlı tatlı gülmüş…
“Bana Az Verdin!”
Sakarya‟da komşumuz ve Dekan Yardımcısı olan İhsan
Bey nüfus evlendirme memurunu kendi evine çağırmış, annesi ve hanımını da şâhit olarak nihâyet resmî nikâmız olmuştu.
Sonra İstanbul‟a gittik. Asıl nikâhımız, hoca efendinin
halalarının ve Râbia Vâlide‟nin de bulunduğu birkaç kişinin
huzûrunda Hoca Efendi‟nin oturma salonunda oldu. O sırada cebimde bir koku vardı. Hoca Efendi‟ye ve oradaki cemaate ikram etmiştim. O sırada Hoca Efendi, “Bana az
sürdün!” anlamında bana bir şaka yollu takılma yapmıştı.
Hoca Efendi‟nin evindeki nikâhı müteakip o günün akşamı hep berâber Denizli‟ye hareket etmiştik.
Bu da Bizim Balayımızdı
Düğünden sonra Adapazarı‟na dönünce, tahmînen bir
hafta sonra hanımla Hoca Efendiye gittik. Bu da bizim balayımızdı. Bir Ramazan ayıydı. Hoca Efendi bizi bir hafta
evinde misâfir etti.
322
Hoca Efendi‟nin evinin altında da bir dâire vardı, ve
orasını bize ayırmıştı. Akşam yemeklerini hep berâber cemaatle yurdun yemekhânesinde yiyordum.
Sahurda ise, Hoca Efendi ve Vâlide hanım bizi sofralarına çağırırlardı. Gece vakti kalkma zamanı geldiği zaman, Vâlide, merdivenlerden inmeden sert bir şeyle bir yere
vurarak çıkardığı gürültü ile bizi uyarırdı. Biz de hemen
hazırlanır, yukarı çıkardık.
Yemekten sonra Hoca Efendi, sabah namazına çıkardı.
Onun çıkacağı vakti kollar, tam kalktığında ortaya çıkar
cüppesini tutardım.
“Geç Oldu, Nasıl Gideceksiniz? Kalın!”
Adapazarı‟nda iken, hemen her hafta sonunda hanımla
Hoca Efendi‟ye gelirdik. Bir keresinde Hoca Efendi‟den
yatsıdan sonra ayrıldık. “Allahaısmarladık!” derken, Hoca
Efendi, dış kapıya kadar gelmiş, “Geç oldu nasıl gideceksiniz, kalın!” demişti de “İnşallah gideriz!” demem üzerine
Hoca Efendi, gözünü yumarak kısa bir süre içinde başını
şöyle bir yukarıya doğru kaldırıp indirdikten sonra “Peki!”
demiş, ardından evden yola çıkmıştık. Derhal bir taksiyle
garaja gelmiş, hemen Adapazarı‟na gitmek için yola çıkan
bir otobüse kendimizi zor atmıştık…
O gün öyle yorgun düşmüş olacağız ki, hanımla birlikte
yolda ikimiz de deliksiz bir uykuya dalmışız. Öyle ki, bir
ara muâvinin “Dörtyol‟da siz mi ineceksiniz?” diyerek beni
323
dürttüğünü duydum. Birden fırladım. Gerçekten Adapazarı
Dörtyol‟a gelmiş bulunuyorduk.
Muâvin bizi uyarmamış olsaydı belki taa Ankara‟ya
kadar uyuyor olacaktık! Eve geldiğimizde bütün yorgunluğumuz bitmişti. Sanki hiç yol sıkıntısı çekmemiştik.
“Ahmet ġâkir Nasıl?”
1978 yılında Ahmet doğmuştu. Ahmet‟in doğumundan
evvel hanımı sık sık bir ebeye gösteriyordum. Doğuma yakın ebe bizimle ilgilenmeyeceğini söylemesin mi? Doğum
da yaklaşmıştı.
Bir sabah hanımda doğum belirtileri başladı. Böyle
anlarda Allah (CC) kolaylıklarını da göndermektedir. Nasıl
oldu şimdi hatırlamıyorum. Bir emekli ebenin adı elime
geçti, evini öğrendim. Gittim. Sağ olsun, hemen geldi.
Üstümüzdeki Gültekin beyin hanımı da geldi. Saat
sabahın 9 ya da 10‟nu civârıydı. Ben yatak odasında iken,
onlar salonda doğumla uğraşıyorlardı. Ebe hanım, dıştan
belli olmuyordu ama inançlıymış ki, çocuk doğarken tekbirler getiriyordu… Ahmet dünyâya tekbirler içinde gelmişti.
Ebeyi yolculadıktan sonra, Gültekin beyin hanımını
hanımın yanında bıraktık. Hemen bebeği sarıp sarmalayıp
kayın vâlideyle birlikte İskenderpaşa yoluna koyulduk.
Öğle vakti Hoca Efendi‟nin evine vardık. Hoca Efendi, her
324
hâlde namaz sonrası olacak ki, arka odada sedirde uzanıyordu. İçeri girdik. Elini öptüm.
Hoca Efendi, “Çocuğu niye doğar doğmaz hemen getirdin?” dediğinde, “Gidilecek kapıyı şimdiden öğrensin!”
şeklinde bir cevap verdiğimi hatırlıyorum.
Bebek karşı sedirde oturan kayın vâlidenin kucağındaydı. Hoca Efendi, uzandığı yerden yanımda ayağa kalktı.
Çocuğu uzattığı iki kolu üzerine aldı, bana döndü,”Ahmet
Şâkir nasıl?” dedi. Ben de “Siz nasıl uygun görürseniz!”
dedim.
Bu sûretle çocuğun ismi Ahmet Şâkir olarak konmuştu.
Ardından Hoca Efendi, çocuğun sağ kulağına ezan, sol
kulağına kamet okudu. Ben farkında olamadım. Sonradan
öğrendiğime göre hacı anne zemzem suyu getirtmiş, hurmayı içinde eriterek Ahmet‟in ağzına çalmış…
Zemzem suyunu getiren de o sırada hoca efendinin
hizmetinde bulunan bir hanım efendi kız… Bu hanım kızı
hoca efendi daha sonra Mehmet Arar kardeşimizle evlendirmiş…
Daha sonra biz hiç vakit kaybetmeden müsaade alarak
tekrar Adapazarı yoluna koyulduk. İzmit‟i geçtiğimiz sırada
bindiğimiz otobüs kazâ yaptı. Hepimiz indik. Elimizde çocuk orada beklerken, Allah (CC) yardım edecek ya, taksisiyle oradan geçen birisi Adapazarı‟na gittiğimiz anlayınca
bizi otomobiline aldı. Kısa süre içinde ikindi vaki çıkmadan
eve geldik…
325
Ahmet büyüdü, 1-2 yaşlarına geldi. Bir hafta sonu Hoca Efendiy‟ye gitmiştik. Çocuk buya ya!. Hoca Efendi‟nin
oturduğu salonda yeşil ve geniş halıyı görünce hoplayıp
zıplamaya, Hoca Efend‟nin sakallarıyla oynamaya başladı.
Bu arada bana “aba” diyordu. Hoca Efendi, düzeltti,
“Baba de! Baba de!” diye… Ondan sonra çocuk baba demeyi öğrendi.
“Bu Da Oğlumuz. Ona Kızımızı Verdik”
Bir gün Hoca Efendi Adapazarı‟ndan geçerek Ankara‟ya gitmişti. Birkaç gün sonra da Küddûsi Bey Ankara‟ya
giderek Hoca Efendi‟nin kafilesine katılarak, arabasıyla
Hoca Efendi‟yi Anadolu‟nun muhtelif yerlerinde gezdirecekti.
Aklımda kaldığına göre biz de Samsun‟a gidecektik.
Bu yüzden, Ankara‟ya kadar Küddûsi‟nin arabasıyla gittik.
Ankara‟ya vardığımız akşam, Hoca Efendi. Nûreddin
Güngenci‟nin evinde idi. O gece bütün ihvan orada toplanmıştı. Biz de gittik… Erbakan ve arkadaşları da oradaydı.
Sohbet bitmiş, cemaat dağılmaya başlamıştı. Hoca
Efendi‟nin etrâfında ev sâhibi, cemaatten 3-5 kişi, Erbakan
ve arkadaşları ile Küddûsi ve ben kalmıştık.
O sırada öyle bir hava meydana geldi ki, ev sâhibi,
zannediyorum, sâdece taşradan olan Küddûsi ile benim de
326
kalkmamı istediği için, sanki gözleri ve bakışlarıyla “Siz
kalkmıyor musunuz?” der gibi oluyordu.
Hoca Efendi elbette her durumdan haberdardı; bizi bu
tarassuttan kurtarmak için olacak ki, Erbakan‟a dönerek
Küddûsi‟yi gösterdi ve “Bu bizim şoförümüz.” dedi; ardından da beni göstererek “Bu da oğlumuz, ona kızımızı
verdik.” diye ilâve etti. O zaman bizi rahatsız eden bakışlar
ortadan kalkmıştı.
Sonra Hoca Efendi, kalkınca hep berâber dışarı çıktık… Hoca Efendi, önde Küddûsi‟nin yanına; hanım, ben
ve Ahmet de arkaya kısma bindik. Yolda giderken Ahmet
çoştu, ilk defâ orada “Lâilâheillallah” kelimesini söylemişti. Kuddûsi, Hoca Efendi‟yi Esat Efendi‟nin evine bıraktı,
bizi amcasının evinde misâfir etmişti.
Cevat AkĢit Hocamız
Cevat Akşit hocamızın ismini ilk defâ hoca efendi‟den
duydum.
Bir hafta sonu Hoca Efendi‟ye gitmiştik. Oturma salonunda, zannediyorum, başkaları da vardı. Bir ara Sakarya
Mühendislik ve Mîmarlık Akademisi söz konusu oldu. Hoca
Efendi, “Bizim Cevat da oraya doçent olarak gelecek...”
dedi. Sakarya‟ya döndüğümde gerçekten İzmir‟den Cevat
Akşit adlı bir kimsenin doçent olarak Akademi‟ye geleceğini duydum.
327
Cevat Akşit hocamızın adını daha önce Hoca Efendi‟den duyduğum için, tâyini yapılır yapılmaz, etrâfında
hemen toplanmaya başladık...
Ders Alan Fakat Derslerini Yapmayan DerviĢlerin
Durumu
Âyette “Herhâlde sana bey‟at edenler ancak Allah‟a
bey‟at etmektedirler. Allah‟ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur.
Kim de Allah‟a verdiği ahde vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir225.”
Biat etmek, sözlük anlamı olarak, biat edilenin
eğemenliğini tanımak demektir. Bu sebeple, tasavvuf dersi
alan bir kimse hocasının uyguladığı eğitimi öz irâdesiyle
kabul etmiş olur.
Bu biat, “Herhâlde sana bey‟at edenler ancak Allah‟a
bey‟at etmektedirler.” âyeti gereğince hoca vâsıtasıyla
aslında Allah‟a (CC) verilen bir sözdür. “Allah‟ın eli onların ellerinin üzerindedir.” âyeti, burada Allâhü Teâlâ‟nın
biat edene yardım edeceğine işâret ediyor...
ÂLĠM KĠME DENĠR?
Günümüzde biat edilenlerden âlimler kast edilmektedir. Dinimize ve kültürümüzün temel esaslarına göre âlimler özel bir konumda bulunuyor:
225
Fetih Sûresi, âyet 10.
328
“Âlimler, yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halîfeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridirler226.”
“Âlime hürmet eden, bana hürmet etmiş, onu ziyâret eden beni ziyâret etmiş olur227.”
“Âlim ile berâber olun, diz dize oturun! Çünkü Allâhü
Teâlâ, yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbleri de
ilim nûru ile diriltir228.”
“Âlim ile oturmak, yüzüne bakmak ibâdettir229!”
“Âlimin sohbetinde bulunmak, bin rekaat nâfile namazdan üstündür230!”
Başka bir hadiste, Allâhü Teâlâ‟nın rahmetinin âlimlerin kalplerine de aktığı oradan dağıldığı belirtilmiştir. Bu
açıdan bakıldığında, özellikle belirtmek gerekirse derviş,
böyle bir âlimden almış olduğu dersi günü gününe yapmaya
söz vermiş demektir.
Söz Vermek Ne demektir?
Atalarımız, söz vermenin önemini, “Söz nâmustur!”
diyerek belirtmişlerdir.
Ebû Nuaym, İbni Adiy.
İ. Rafii.
228
Taberânî.
229
Hakîm.
230
İ. Gazalî.
226
227
329
Nâmusun sözlük anlamı, Türk Dil Kurumu Sözlüğü‟nde “Bir toplum içinde ahlâk kurallarına ve toplumsal
değerlere bağlılık, iffet. Dürüstlük, doğruluk.” olarak geçmektedir.
İsterseniz söz vermenin önemini aşğıdaki sözlerle açalım231:
“Söz bir akittir, âhiddir, anlaşmadır, emânettir, vefâdır. Sözün yerine getirilmesi veyâ getirilmemesi o kişinin
güvenilirlik derecesinin ve karakter yapısının dışa yansımasıdır. Söz vermek, söz verilen kişiye borçlu olmaya delâlettir ve kul hakkını içerir.”
Söz verip yerine getirmeyen insanlar; yalancı, sahtekâr, düzenbaz, zayıf karakterli, kötü huylu ve ahlâk-ı zemime sâhibi insanlardır. Bu gibi insanlar, toplumda bir değer
ifâde etmezler ve diğer insanlar nezdinde hiç de hoş olmayan sıfatlarla anılırlar.
Sözlerini hiçbir mazeretin arkasına sığınmadan yerine
getiren insanlar da; sağlam karakterli, sâmimi, doğru sözlü, iyi huylu, güvenilir, ahlâk-ı hamîde ve ahlâk-ı hasene
sâhibi insanlardır. Böyle insanlar toplumda lâyık oldukları
değeri bulurlar, hayırla ve güzel sıfatlarla anılırlar.”
Verilen söz hele hele Allah‟a (CC) verilmişse, gerisini
siz düşününüz! Çünkü bakınız Allah (CC), ne diyor:
231
Ersöz, S.S., Söz Vermenin Önemi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.dogruses.com/yazarlar/salih-sedat-ersoz/146-soz-vermenin-onemi.html, En
Son Erişim Târihi: 07.09.2014.
330
“Ahdi (sözü) de yerine getirin! Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk bulunuyor232.”
Allah (CC), sözlerini yerine getirenlerden şöyle bahsediyor:
“Yine onlar ki, emânetlerine ve âhidlerine (sözlerine)
riâyet ederler233.”
Sözünü tutmayanlar bu âyetlerin kapsamlarından nasıl
emin olabiliyorlar?
Hz. Ali‟den (RA) nakledilen hadislerde:
“Beceremeyeceğin bir iş için söz verme!”
“Verilen söz, zamanında yerine getirilmesi gereken bir
borçtur.”
buyuruluyor. Ebû Hureyre‟den, (RA) rivâyet edilen bir
hadiste şöyle buyurulmuştur:
“Münâfığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler.
Söz verince sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edilince hıyânet eder.234“
Müslim‟in bir rivâyetinde şu ilâve de vardır:
İsrâ Sûrwsi, âyet 34.
Mü‟minûn Sûrwsi, âyet 34.
234
Buhârî, Müslim.
232
233
331
“Oruç tutsa, namaz kılsa, Müslüman olduğunu söylese
de…”
Bu hadise göre tasavvuf dersi alıp da onu günü gününe
yapmayanların hallerinden münâfıklıkla ilişkileri sezil
miyor mu? Allah (CC) korusun!
İbn-i Abbas‟tan (RA) nakledilen bir hadiste Peygamber
(SAV) Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Kardeşinle tartışmaya girme, onunla kırıcı şekilde şakalaşma ve yerine getiremeyeceğin sözü ona verme!235“
Selâmet ve doğruluk dini olan İslâm‟ın verdiği sözü
tutmama konusunda şiddetli tehditlerinden biri daha:
“Emâneti yerine getirmeyenin îmanı yoktur, sözünde ve
vaadinde durmayanın da İslâm‟ı yoktur236.”
Söz vermenin ehemmiyetini Peygamber (SAV) Efendimiz‟in şu davranışından da anlayabiliriz, her hâlde:
Abdullah bin Ebi‟l-Hamsa (RA) anlatıyor237:
„Rasûlullah sallallâhü aleyhi ve selleme daha peygamberlik gelmeden önce O‟ndan bir şey satın almıştım. O alışTirmizî.
Beyhakî.
237
Anonim, Müslüman, Sözüne Sadıktır!..,
http://www.inzardergisi.com/newsite/icindekilerDetay.asp?dergiTipi=inzar&sayiNo=57
&sayfaNo=929
235
236
332
verişten ona hâlâ bir miktar borç bâkiyesi kalmıştı. Ben o
kalanı kendisine yerinde vermeyi vaad ettim. Ama bunu
unuttum. Üç gün geçtikten sonra hatırladım, geldiğimde o
hâlâ sözleştiğimiz yerdeydi. Ve:
“Ey genç! Bana meşakkat verdin! Ben üç gündür burada seni bekliyorum!” buyurdular238.‟
Görülüyor ki, verilmiş bir söz yerine getirilmiyorsa,
sonucu nerelere kadar uzanıyor, görüyorsunuz!
Bizim Kültürümüzde ve inançlarımızda bu noksanlıkların her birinin birer müeyyidesi olduğuna hepimiz inanıyoruz. Nitekim âyette buna işâret edilerek “Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur!” deniyor.
Çünkü dinimiz bir dünyevî ve uhrevî bir hayat nizâmıdır. İnsanlara mutluluk davranış ve yollarını eksiksiz olarak açıklamaktadır. Mutluluğun kazanılması verilen sözlerin yerine getirilmesine bağlıdır. Âyette, “Kim de Allah‟a
verdiği ahde vefâ gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat
verecektir.” demiyor mu?
Bu âyetin ışığı altında âlimler tarafından çeşitli yorumlar yapılmıştır. Şâh‟ı Nakşîbend Hazretleri‟nin şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
“Bizde nakşî tarikatına mensup olan her ihvânın kütüğü vardır. İhvânlarımızın teheccüde kalkıp kalkmadıkla-
238
Ebû Dâvud.
333
rından, derslerini yapıp yapmadıklarından haberdar ediliyoruz239.“
Mahmut Efendi (Ustaosmanoğlu) şöyle diyor:
“Tarikat dersi bir gün bırakılsa, (o kişi) mânevî ilerleyişten 80 gün geri atılır. Ya (o tarikat dersi) bir ay, altı ay
bırakılırsa ne olur? Bâzısı ders alıyor, sonra da “Ben ders
aldım yapmadım...” diyor. Buna ben ne diyeyim? Bu kimsenin aklı yok, aklı var gibi gezer insanlar arasında... Tarikata girerken her gün yapacağınıza söz verdiniz. Mahmud‟a değil Allah‟a (CC) söz verdiniz!”
Kıymetli meşâyihten Abdullah Şirâzi (KS) şöyle anlatır:
„“Resûlullah SAV‟i rüyâmda gördüm, “Kim ki Allah‟a
giden bir yol bildi, onda yürüdü, sonra da o yoldan döndü
ise, Allah Teâlâ ona âlemde kimseye yapmadığı azapla
azap eder!” buyuruyordu240.„
Mahmut Efendi (Ustaosmanoğlu) bu olayı şöyle açıklıyor:
239
Mahmut Efendi (Ustaosmanoğlu), Mürid Virdini Her Gün Hiç Aksatmadan
Yapmalı Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.risaleforum.net/tasavvuf-111/naksibendi-ve-naksibendilik-212/sufinindunyasi-215/24069-vird-ve-zikir-uzerine-sohbetler.html, En Son Erişim Târihi:
09.09.2014.

Mehmet Zâhid Koktu, (K.S.), vefât ettiğinde onu Mahmut Efendi yıkamıştır.
240
Mahmut Efendi (Ustaosmanoğlu), Mürid Virdini Her Gün Hiç Aksatmadan
Yapmalı Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.risaleforum.net/tasavvuf-111/naksibendi-ve-naksibendilik-212/sufinindunyasi-215/24069-vird-ve-zikir-uzerine-sohbetler.html, En Son Erişim Târihi:
09.09.2014.
334
“Bundan ne anlaşıldı? Bir kimse Hak Teâlâ‟nın yoluna, tarikata, girse, onu sevse, sonra onu sebepsiz gevşetse
Allah ona dünyâda kimseye etmediği azâbı eder. Tarikat
dersi alıp sonra da,”yapamadım.” diyenler var. Yapamadın
ama kendi ocağını, yuvanı yıktın! Mahmut ne yapsın? Tarikat dersi almak istediğinde vermeyeceğim mi deseydi?”
Mahmut Efendi şöyle devam ediyor:
“Dersini bırakan edepsize tabiî (bir) soğukluk gelir.
Biz bundan sakındırmak için ilk ders alırken bütün ihvanlarımıza, “(bu dersi) bir gün bırakırsanız, mâneviyattan 80
gün geri bırakılırsınız!” diye tembih ediyoruz. Dersi bırakan kendi kusûrunu koymuyor da ortaya, suçu Mevlâ
Teâlâ‟ya atıyor. Sopa ister ama onunla da olmaz!”
“Öyle olsa bana sopa vurun derim. Allah hidâyet, keskin akıl versin! Bir gün bırakılan (bir dersin sâhibi) 80 gün
mâneviyattan geri bırakılıyor, ya bir, iki, üç ay bırakan(ın
durumu)? Onun suçu hiç ölçülmez. Oynuyor muyuz Bu
Yol‟la? Bu Yol oyuncak yolu mu?”
“Tarikata girmekten maksat rûhu Müslüman etmektir.
Bu alış verişte gevşeklik etmek câiz olur mu? Ölünceye
kadar buna dikkat etmeli! Tarikat dersini bir gün yapmayıp
bırakmak sebebiyle, mürid mânevi derecesinden 80 gün
geriye atılır. Kalbine soğukluk verilir. Peki, bu cezâyı insan
kendine yaklaştırır mı?”
335
Zikir Dersi Yapılmazsa Ne Olur?
Sormuşlar:
“Zikir dersine bir veyâ bir kaç gün ara verilirse, ne
yapmak lâzım? diye…
Bu soru, “Bir insanın derse ara vermesi günahtır.”
şeklinde cevaplanmış… Neden? Çünkü yukarıda da bahsedildiği gibi ucu Allâhü Teâlâ‟ya verilen söze dayanıyor.
Çâresi, Peygamber (SAV) Efendimiz‟in hadisinden çıkarılmış... Peygamber (SAV), buyuruyor ki:
“Bir kötülük yaptığın zaman, arkasından bir iyilik yap
ki, (bir sevaplı bir şey yap ki), o onu silsin, götürsün!”
Tabakâtü‟l-Kübrâ‟da bildirildiğine göre İbrâhim Düsûkî şöyle söylüyor:
“Bir mürid bir gün virdini bırakırsa, Allah da o gün
ona yardımını keser.”
Bunun öneminden olacak ki nasîhat ediyor İbrâhim
Düsûkî Hazretleri241:
“Ey evlâtlarım! Biliniz ki, Yolumuz hakîkate erme, tasdîk, doğru sözlülük, çalışma, amel, maddî-mânevî temizlik,
gözleri haramdan sakınma, eli, edep yerini ve dili koruma
241
İslâm ve Tasavvuf, İbrâhim Düsûkî'den Öğütler, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.islamvetasavvuf.org/index.php?topic=3582.0, En Son Erişim Târihi:
09.09.2014.
336
yoludur. Her kim bunlara riâyet etmezse, istese de istemese
de yolumuz onu reddeder.”
Mahmut Efendi‟nin “Allah ona dünyâda kimseye etmediği azâbı eder. (Dersini) yapamadın ama kendi ocağını,
yuvanı yıktın!” şeklindeki sözüne dikkat ediniz! Bunun
anlamı, dünyânı verimsiz ettiğin gibi, Âhiret‟ini de verimsiz
ettin demek olabilir.
Başka bir ifâdesi, kılasik bir dünyâ adamı oldun, Âhiret
işi sana zor gelip onu bıraktığına göre, sen dünyâya daldın
gidiyorsun demektir.
Hâlbuki din ve dünyâ işleri bir denge içinde olmalı
değil miydi? Sen bundan vaz geçerek dünyâ sevgisi lehinde
bir aşırılığa girmiş oluyorsun!
Bundan sonra kalbine doğan, “farzları yapıyorum ya…
Sen ona bak!” düşüncesi, seni nâfilelerden alıkoyar. Sonuçta, Allah‟a (CC) yaklaştıran ibâdetlerin nâfile ibadetler
olduğuna önem vermez bir duruma düşersin! Farzların tam
ve eksiksiz olup Allah (CC), tarafından yüzde yüz kabul olduğunu bilsen neyse…
Bu da garanti değilse, garanti olmadığına göre, kabul
olmayan fazlar varsa, unutma ki bu noksanlıkları tamamlayacak olan nâfilelerdir.
Alınan ve yapılan dersler de bu nâfileler arasına giriyor
tabiî... Ama koşturmaca kovaladığımız şu dünyâ işleri bunlara hiç fırsat vermiyor artık… Nefes aldırmayacak kadar
337
hızlı akan bu uğraşılar, aslında verilen sözün yerine
getirilmeyişinin bir cezâsı oluyor. Mahmut Efendi onun için
diyor ki, “Allah ona dünyâda kimseye etmediği azâbı eder.
(Dersini) yapamadın ama kendi ocağını, yuvanı yıktın!”
10.3. Dünyâ ve Âhiret Emeli Ne Demektir?
Hz. Osman İbni Affân (RA) anlatıyor:
„Zeyd İbni Sâbit (RA) gün ortasında halîfe Mervan‟ın
yanından çıkmıştı. Ben, “Bu saatte, Zeyd‟i mutlaka sormak
istediği bir şey için çağırmıştır.” (diye düşündüm ve
kendisine kanaatimi) söyledim.”
„Zeyd:
“O bize, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm‟dan
işittiğimiz bâzı şeyler sordu. Ben Aleyhissalâtu vesselâm‟ın:
“Kimin emeli dünyâ olursa Allah onun işini aleyhine
darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar,
dünyâdan eline geçen miktar da kaderinde yazılandan fazla
olmaz.”
“Kimin de kasdi Âhiret olursa, Allah, onun (dağınık)
işini lehinde toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünyâ
nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir.” sözünü
anlattım242.”
242
Anonim, Dünya Sevgisi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.ihvanlar.net/2011/11/14/dunya-sevgisi/, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
338
“Abdullah İbni Mes‟ud (RA) anlatıyor:
„Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sâdece Âhiret
tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını
Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünyâ ahvâline
dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helak
olacağına aldırış etmez.”„
Sehl İbni Sa‟d (RA) anlatıyor:
„Biz (hac sırasında) Zülhuleyfe‟de Resûlullah
aleyhissalâtu vesselâm ile berâberdik. O, birden
şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle
karşılaştı. Bunun üzerine: “Şu lâşenin, sâhibine ne kadar
değersiz olduğunu görüyor musunuz?”
“Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl‟e yemin olsun, şu
dünyâ, Allah yanında, bunun sâhibi yanındaki
değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyânın Allah
katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire
ondan ebediyen tek damla su içirmezdi.” buyurdular243.‟
„Ebû Ümâme (RA) anlatıyor:
„Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Benim nazârımda en ziyâde gıbta etmeye değer kimse
şu evsâfı taşıyan kimsedir: (Dünyevî yükü ve) hâli hafif,
243
Anonim, Dünya Sevgisi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.ihvanlar.net/2011/11/14/dunya-sevgisi/, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
339
namazdan nasibi fazla, insanlar içinde gizli kalmış ve
kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü‟mindir. Onun
rızkı (zarûrî ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti,
ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem
tutan kadın da az oldu244.‟
Burada insanın aklına şöyle bir düşünce gelebilir.
“Bütün bunlar ders almayanlar için de geçerli…”
Evet doğrudur. Ama senin onlardan farkın şu oluyor:
“Sen taahüdünü yerine getirmediğin için onlara göre
günah yükünü daha da kabarttın ve onun için
cezâlandırılıyorsun, her davranışın bir müeyyidesi olduğu
için…”
Sonuç olarak diyebiliriz ki “Dünyâ, dünyâdan
kaçanların peşinden koşar; dünyâ, peşinden koşanlardan
kaçar.”
Böyle durumda olanların davranışları da değişmiyor
değil… “Kalbine soğukluk verilir.” deniyor ya...
Gerçekten, derslerini yapmayanların çoğu, her karşılaşmada
tembelliklerini hatırlayıp bir suçluluk piskolojisine
girdiklerinden, hocalarına karşı yüzleri olmadığı için, belki
onun sohbetlerine de isteksizdirler, bu yüzden genellikle
hocalarından da uzak dururlar. Bu da feyizlerinin kesilmesi
demektir, hocalarına karşı sevgilerinin azalmasının bir
sonucunu verir.
244
Anonim, Dünya Sevgisi, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.ihvanlar.net/2011/11/14/dunya-sevgisi/, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
340
Bu nedenle, tasavvufta feyzin mürşidi sevmekle, ona
toz kondurmamakla ve onun sohbetlerine katılmakla geldiği
de unutulmamalı!
Ya da akla şöyle bir düşünce de gelebilir:
“Çalışmak ibâdettir, bu yüzden işten vakit bulup
gidemiyorum.”
Evet! Çalışmak ibâdettir de her şeyin dengeli olması
gerekir. Sen çalışıyorum diye çoluk çocuğunla yeteri kadar
meşgul olamıyorsan, evin reisiyim diye, onların isteklerini
sertlikle bastırmaya çalışıyorsan, işte bunlar bir aşırılık
sonucu doğan mutsuzlukları meydana getirir.
Bütün bunlar sonuçta Allah‟a, (CC); verilen sözün
tutulmaması nedeniyle „insanın iki yakasının bir araya
gelmemesi‟dir, yâni hadiste geçen deyimle „dünyânın
kendisinden kaçmasıdır.‟
Bu cezâ öyle bir cezâdır ki, o kadar çalıştığın hâlde işin
iki ucu bir araya gelmez, bâzen çalışmalarının tam
karşılığını da alamazsın belki…
Bütün bunlardan kurtulmak, hadisin deyimiyle dünyâyı
ardından koşturmak için bütün emellerinin temelinde Âhiret
arzûsu olmalıdır. Daha doğrusu, Peygamberimiz (SAV)
Efendimiz‟in:
341
“Kimin de kasdi Âhiret olursa, Allah, onun (dağınık)
işini lehinde toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünyâ
nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir.” şeklindeki
sözü uyârınca, kişi her türlü dünyâ işini ibâdetine göre
ayarlamalıdır.
Meselâ, en basit bir örnek olarak, seyâhat için otobüs
bileti alırken, namaz vakitlerine uygun saatleri
araştırmalısın!
Çalışma saatlerine göre meselâ tarikat dersini
yapacağın bir zamanı da düşünmelisin! Her ibâdet, böylece,
iş plânlamasında dikkate alınırsa, o zaman Allah‟ın (CC)
rahmeti ve bereketi artar, mutlu ve nurlu bir yaşam başlar.
Hadiste geçen deyimle dünyâ „nimetleri ona koşarak gelir‟.
Çünkü kişi her işini ibâdetlerine göre ayarladığından,
birçok meşguliyet içinde olduğu hâlde gam ve tasaları bire
inmiş ve gönlünde sâdece Âhiret tasası kalmıştır. Bu husus,
Nakşî Tarikatı‟nda “Dışın halkla, için Hakla olmalı!”
prensibi ile özetlenmiştir.
10.4. “MürĢitin Uçurulması” Ne demektir?
Tasavufta müridin intisap ettiği hocasının kendisi için
mürşitlerin en iyisi olduğunu düşünmesi edepten sayılır.
Ancak, burada “en iyisi olduğunu düşünmesi” sözünün iyi
yorumlanması gerekiyor.
Müridin mürşite intisap etmesinin temelinde bu
düşünce olmalıdır. Eğer bu düşünce yoksa ders almanın bir
342
anlamı kalmaz. Ders almaktan maksat, müridin
araştırmaları sonunda kendisine yol gösterecek, kendisini
Hak‟ka (hakka-gerçeğe) ulaştıracak yegâne mürşidin o
mürşit olduğuna kanat getirmesi gerekir ki, müridin böyle
bir intisaptan sonra mürşite tam teslimiyeti mümkün
olabilsin.
Eğer böyle bir teslimiyet yoksa bâzen mürşidine ters
düşebilecek bir durumun ortaya çıkması meydana
gelebilecekse, bu bir gerçek intisap değil, intisâbın
anlamının dışında kalan herhangi bir durum olabilir. Gerçek
bir intisapta tam teslimiyet aranır.
Ne olabilir? Meselâ, cemaatin iç yüzünü anlamak,
köstebeklik yapmak için, günlük şartlar çerçevesinde bâzı
îtibar ve menfaatler sağlamak için ya da bunlara benzer
değişik sebepler için intisap edilmiş olabilir.
Dolayısıyla, gerçek bir intisap sırf Allah (CC) rızâsını
kazanabilmek maksadıyla kendini yetiştirebilmek için
yapılan bir intisaptır. Ancak böyle yapılan bir intisapta
derviş mürşidine tam teslimiyet ile bağlanabilir.
Bu sebeptendir ki, hocasının kendisi için mürşitlerin en
iyisi olduğunu düşünmesi edepten sayılır.
Günümüzde bu düşüncenin aşırı bir durumuyla
karşılaşıyoruz:
Ders alan dervişin hocasının mürşitlerin en iyisi
olduğunu düşünmesi, kendi irâdesiyle bu sonuca varması,
343
kendisini en iyi bir şekilde yetiştirecek kişinin ancak kendi
mürşitinin terbiye metodunun olduğuna inanması demektir.
Ama günümüzdeki dervişler bu sınırı aşarak, dünyâda
tek mürşitin kendi mürşitleri olduğunu, bunun dışında
kalanların yeterli olmadıklarını düşünürler ve bu
düşüncelerini yaymaya çalışırlar.
Dolayısıyla, böyle bir derviş, bütün mürşitlerin kendi
mürşitlerine bağlanmaları gerektiğine inanmakta, hattâ
bâzen daha da ileri giderek, onlara karşı saygısız
davranışlara girmekten çekinmemektedirler. Bu düşünceler,
bâzen üst üste yığılarak, yeni düşünceleri tetiklemektedir.
Öyleki, bu tür dervişler kendi mürşitlerine, hak emediği
hâlde, olağanüstü sıfatları eklemekte kısacası, „mürşitlerini
uçurmaktadırlar.‟
Mürşitlerini uçuran dervişler sonunda nefislerinin esiri
olarak „devrilmekte‟ ve „ucub-kendini beğenmişlik‟
hastalığına tutulmaktadırlar.
10.5. „Devrilen DerviĢler‟
Günümüz dervişleri, çoğu kere nefislerini devirecekleri
yerde,
nefislerine
uyarak
kendi
geleceklerini
devirmektedirler. Neden?
Nefsini deviren gerçek bir derviş odur ki, o kendi
nefsinin firavunların nefislerinden daha şerli olduğuna
inanır, karşılaştığı her bir kişiyi Hızır kabul eder, kendinden
344
dâimâ üstün tutar, „yaradılanı Yaratan‟dan dolayı hoş
görür.
Günümüzde böyle dervişlere çok rastladığımı pek
hatırlamıyorum ama yok da değildirler… Ama devrilenler
her tarafta sürüsüyle…
Şeytan devrilen dervişler arasında çok verimli iş
yapıyor günümüzde…
Günümüzdeki dervişlerin ortak olan özelliklerinden
birini anlatayım:
Hemen her derviş, tekkeye mürid kazanmaya çalışır.
Der ki: “Birinin kurtuluşuna sebep olayım da sevap
kazanayım!” Bu, çok normaldir. Çünkü “Bir insanı
kutarmak bütün insanları kurtarmak kadar sevaptır!”
Bunun için deviş, dâimâ gözüne kestirdiği günahkâr
insanları, bildiği ilâhi gerçeleri anlatarak, aydınlatır, onları
günah işlemekten kurtarmaya çalışır. Onu mürşidi ile
tanıştırarak, derviş olmasını ister. Buraya kadar anormal bir
durum yoktur.
Ancak dervişlerden bâzıları var ki, başka bir dervişin
bir kusurunu ya da mürşidin bir dervişe yaptığı iltifatı ya da
uyarıyı görmeye görsünler…
İşte buradan sonra şeytanın işi başlıyor:
345
Dervişin ilk vâzîfelerinden bir tânesi, ihvan kardeşleri
için duâ etmektir. Derviş, genel anlamda ihvan kardeşleri
için bu duâyı belki yapıyordur ama bizzat gördüğü hatâlı
kardeşinin bu hatâsından kurtulması için duâ etmek bir
yana ondan uzaklaşmaya, onu yalnız bırakmaya hattâ ona
karşı tavır almaya başlamıyor mu? Çok karşılaştığım bu
duruma şimdiye kadar hiç açıklık getiremedim.
Demek ki, bir ihvanın hatâ yapması ya da günah
işlemesi, diğer ihvanlar için de önmeli bir sınav sebebi
olmalı ki, şeytana burada verimli bir iş vâdedilmiş…
Bir taraftan günahkâr bir kişinin kurtulması için
gösterilen çabayı, bir taraftan kazanılmış, ihvan olmuş fakat
insanlık îcâbı bir günah işlemiş ihvan kardeşin dışlanması
için devrilmiş dervişler tarafından gösterilen dışlama
gayretlerini ayrı ayrı bir düşününüz!
Akla, mantığa hiç bir şekilde uymuyor bunlar... İşte
burada şeytana büyük iş çıkmış bulunuyor.
Bu dışlama gayretleri, dışlamaya çalışan devrilmiş
dervişlerin kimyâlarını ve davranışlarını da bozmuyor
değil… Sonunda dervişliğin tehlikeye girmemesi mümkün
mü?
Kendini beğenmişlik, yukarıdan bakmalar ve benzeri
şeyler çorap söküğü gibi geliyor artıkdevrilmiş dervişler
için…
346
Mürşidin bir dervişe yaptığı iltifatı ya da uyarıyı
görmeye görsünler devrilmiş dervişler… Gene şeytan
burada da iş başında elbette…
İltifat ve / veyâ uyarı yorumlanmaya başlanır ilk önce
devrilmiş dervişler tarafından... Sonuçta iltifat gören
dervişin mürşit ile bir araya getirilmemesine çalışmak ilk
yapılan şeylerden biridir. Dervişin gördüğü uyarıya şâhit
olan devrilmiş dervişler, uyarıyı alan dervişin dışlanmasına
kadar bu yorumları, dedikoduları sürdürür ve devam
ettirirler.
Dünyâda en büyük üzüntü duyanlardan biri de
mürşitlerdir. Bu devrilmiş dervişlerin hallerine vakıf
oldukça bu mürşitler üzüntüden üzüntüye gark olurlar. Bu
nedenle, çoğu mürşitlerin mîdelerinde hep ülser ve benzeri
hastalıklar vardır. Mehmed Zâhid Koktu Hazretleri‟nin
vefâtlarına yakın zamanlarda mîde ameliyatı olduğunu
bilenler bilir.
10.6. Zikir Derslerini Yapmayanların Durumları
Nasıl Düzelir
Bu açıklamalardan sonra günü gününe yapmayı taahüt
ettiği derslerini yıllarca yapmayanlar şimdi ne yapsın?
Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi, böyle bir insan
günah işlemiştir / işlemektedir. Önce bu günahtan, her gün
günâhı artırmaktan kurtulmak gerekiyor. Bu nasıl olur?
347
Tasavvuf kitaplarında, bu konuda açıkça geçerli olduğu
bildirilen bir çözüme rastlamış değilim. Ancak, bu konuda
ancak bir fikir yürütebilirim:
Peygamber (SAV) Efendimiz‟in “Bir kötülük yaptığın
zaman, arkasından bir iyilik yap ki, (bir sevaplı bir şey yap
ki), o onu silsin, götürsün!” hadisi bir çâre kapısı açabilir.
Bundan evvel de yapılması gerekli bir durum daha
olabilir:
Hatırlıyorum, Mehmet Zâhid Koktu Hazretleri‟den
ders alıp da onu günü gününe yapamayan bir gencin bir
müddet sonra Mehmet Efendi‟ye giderek üzerindeki yükü
hafifletmesini istediğini, hoca efendinin de onun isteğine
uygun bir takım tavsiyelerde bulunduğunu duymuştum.
Bu mâkûl bir çâre olabilir. En azından kişi hocasının
rızâsı çerçevesinde dersini azaltabilir ya da hocası onun
durumuna göre nasıl takdir edecekse, dersini yenileyebilir.
Böylece, verilen söz gözden geçirilmiş, yerine getirilmesi
uzayıp gitmeden yenilenmiş ve yeni bir söze dönüşmüş
olabilir.
Bu davranış, kişinin hocasının sevgi ve rızâsını
gözetmesi ve bunu devam ettirmesi ile bitmesini sağlar.
Çünkü esas olan mürşit ile arasında rızâ ve sevgi ilişkisidir.
En önemli hususus budur:

Bu gencin bugün Cerrahpaşa Tıp Fakültesi‟nde bir presör olarak görev yaptığını
biliyorum.
348
Derviş, hocasını her görüşünde dersini yapamamanın
verdiği eziklik ve sitresi, bir şekilde ortadan kaldırmış olur.
Aksi hâlde, devam eden bu eziklik ve sitres, farkında
olmadan ya da olarak, aradaki sevgi bağlarını durmadan
kemiren bir canavar gibi, yaşamaya devam edecektir.
Bununla berâber, bunun sonunda bile, her hâlûkarda
yapılan gühtan dolayı geçmişi silmek için tövbe etmek
gerekiyor.
10.6. Derviş ile Mürşit
Zedelenmesi ne demektir?
Arasındaki
İlişkinin
Mûsâ (AS)‟a “Kelîmullah”, İsâ (AS)‟a da “Rûhullah”
deniyor.
Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (SAV);
Efendimiz‟e ise Allah‟ın (CC) Sevgilisi “Habîbullah”
deniyor. Bunu, Allah‟ın (CC) Peygamberimiz‟e sevgilim
(habîbim) demesinden çıkarıyoruz. Peygamberimiz‟le gelen
İslâm dininin temelinin sevgi (muhabbet) olduğunu
söyleyebiliriz.
Sevgi dinimizin bir âlameti, bir temel taşıdır. Düşünün
bir kere! Sevgiye dayanmayan hangi bir işten ne hayır
geliyor? Her hangi bir hususta, konu ile ilgili bir inanç ve
îman oluştuktan sonra onun gelişmesi sevgiye dayanmıyor
mu?
Derviş ile mürşit arasındaki ilişkinin sürdürülmesini
sağlayan husus, bu yüzden, dervişin mürşidine olan
349
sevgisidir. Bu sevgi köprüsü zarar görmediği sürece
mürşidi vâsıtasıyla dervişe akan feyiz sürer.
Başka bir sözle ifâde etmek gerekirse, sevgi, elektrik
ile bakır iletken arasındaki ilişkide olduğu gibi, derviş ile
mürşidi arasındaki bir feyiz iletkenidir.
Bakır iletken koptuğu zaman nasıl, akımın akışı
kesiliyorsa, sevgi zedelendiği ya da ortadan kalktığında,
feyiz akışı da kesilir. “Kişi sevdiğiyle berâberdir.”, “Kişi
sevdiğiyle berâber haşrolur.” gibi hadisler, bu görüşlerin
delillerini meydana getiriyor.
Bu hadisler, kötü insanlar için duyulan sevginin, bu
insandan sevene kötülüklerin aktığını; iyi bir insanı
sevenden de yine sevene iyiliklerin aktığını gösteriyor. Her
iki durumda da sevginin bir iletken rolü gördüğünü
anlıyoruz.
Demek ki, sevgi ortadan kalktığı zaman, gerek kötü
insandan gelen kötülüklerin ve gerekse iyi insandan gelen
iyiliklerin akışının kesildiklerini anlamak mümkündür.
Sevginin zedelenmesi nasıl olur? Bu zedelenme çeşitli
şekillerde olur:
Sevenin sevdiği hakkında din ve kültürümüzün
esaslarına dayanan her türlü olumlu düşüncelere, bilimsel
tâbiriyle, pozitif dalga denir ve bu dalgaların her biri, seven
ve sevilen arasındaki sevgiyi artırır.
350
Kişinin sevmesi gerekli insan hakkında taşıdığı her
türlü tereddüt, şüphe, îtimatsızlık, dedikodu, sûizan, kötü
niyet ve inançsızlığın her biri, olumsuz düşünce ya da
negatif dalgadır. Bu negatif dalgaların her biri sevgi
iletkenini, yâni mürşidi ile kendisi arasındaki sevgiyi
zedeler, ortadan kaldırır.
Derviş, şeytanın verdiği bir vesvese, ya da karşılaştığı
bir dedikodu sebebiyle, böyle olumsuz bir düşünce ya da
negatif dalganın kalbinde meydana getirdiği olumsuz bir
durum hâlinde, derhal Allah‟a (CC) sığınıp istiğfar ederek
kalbini pozitif dalgalarla doldurmaya çalışmalıdır!
10.7. MürĢit Günah ĠĢlersen nasıl davranmalı?
Mürşit de bir insan olduğu için onun da günah
işlemesinin ihtimal dâhilinde olduğu dâimâ akılda
tutulmalıdır.
Müridin mürşidinde gördüğü her hangi bir günah ya da
günah emâresi, kalbindeki olumlu düşüncenin olumsuza ya
da bilimsel tâbiriyle kalbindeki pozitif dalganın negatif
dalgaya dönüşmesine sebep olabilir. Bu durum da sevgi
iletkenini zedeleyebilir.
Böyle bir durumla kaşılaşan dervişin yapacağı husus,
mürşidinin de nihâyet bir insan olduğunu, bu nedenle, onun
da günah işleyebileceğinin tabiî olabileceğini düşünerek,
351
kalbinde onun hakkında taşıdığı olumlu düşünceleri
değiştirmemesi, bu günahlardan kurtulması için onun
hakkında Allah‟a (CC) duâ etmesi gerekiyor. Bu davranış
da bu yolun edepleri arasındadır.
Konuyu sonuçlandırırken tekrar vurgulamak gerekir ki
sevgi, seven ve sevilen arasında kurulan bir iletişim
iletkenidir.
10.8. Kendini beğenmek
Derslerini yapmayan dervişlerin günah yükleri
sebebiyle bir cezâ olarak dünyâ‟da mâruz bırakıldıkları
iptilâ ve mutsuzluklara karşı gösterdikleri tavizsiz sabırların
kazandırdıkları sevaplarla ulaşamadıkları mânevi dereceyi
yakalamalarının umulması, kazandıkları günahlara karşı
yaptıkları tövbe ve istiğfarların yanında, dayanacakları
sarsılmaz zemin, yine mürşitlerine gösterecekleri sâf ve
samîmi sevgileri olacaktır.
Bu sevgi ölçüleri içinde kalan, günah ve aczini bilen,
derslerini yapamamanın verdiği bir eziklik içindeki böyle
mütevâzî bir dervişin, günlük derslerini yapmalarının
kendilerine verdiği bir güvenle, yukarıdan bakan kendini
beğenmiş bir dervişe tercih edilebileceğini de
unutmamalıdır.
Çünkü noksansız bir deviş olduğunu hayal eden ve bu
nedenle hep başkalarının kusurlarını görerek her
davranıştan kendi lehine bir pay çıkaran bir derviş, „kendini
352
beğenme hastalığı‟na (ucub) tutulmuştur. Bu hastalığı
küçük görmemelidir!
Bu mânevî hastalık yenilir-yutulur bir hastalık değildir.
Mehmet Efendi‟nin, “Bir kimsenin kendini beğenmesi ona
günah olarak yeter.” dediğini hâlâ işitir gibiyim.
Bu nedenle, çeşitli günahlarını düşünerek üzüntü içinde
dolaşan ve hâlinin ancak Allah‟a (CC) kalmış olduğunu
düşünen, bir kimsenin, yaptığı ibâtleri hatırında tutarak bir
güven içinde dolaşan bir kimseye tercih edileceği
unutulmamalıdır. Hadiste:
“Başka hiçbir günah işlemeseniz bile, ucub yapmanız,
sizin için yeterli bir günahtır245.” buyurulmuştur.
Kitaplarda Meşruk‟un şu sözü yazılıdır:
“Bir kula ilim olarak; Allâh‟ü Teâlâ‟dan korkması,
cehâlet olarak da amelini beğenip ucub‟a kapılması yeter.”
Üç şeyin insanı felâkete götürdüğü hatırlanmalıdır.
Bunlar cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmektir.
Bâzı kaynaklarda yapılan bir günahın kişi için ucubtan
daha hayırlı olduğu yazılıdır246. Câfer bin Sinan Hazretleri
de demiştir ki:
245
246
İbni Hıbban.
Deylemî.
353
“İbâdet yapanların kendilerini beğenmeleri, fâsıkların
günahlarından daha kötü ve daha zararlıdır247.”
Ebû Muhammed bin Menâzil Hazretleri, kişinin her
zaman kendi ibâdetlerini kusurlu görmeleri gerektiğini
söylemekte, bunun bir delîli olarak da Âl-i İmran Sûresi‟nin
17. âyetini göstermektedir:
“O sabredenleri, o doğruluktan şaşmayanları, o
elpençe divan duranları, o nafaka verenleri ve seher
vakitlerinde o istiğfar edip yalvaranları (görür).”
Ebû Muhammed bin Menâzil Hazretleri, Allâhü
Teâlâ‟nın, âyette sabredenleri, sâdıkları, namaz kılanları,
zekât verenleri ve seher vakitlerinde istigfar edenleri meth
ettikten sonra, istigfar edenleri sona bırakmasını
bildirmesinin sebebi olarak, insanın her ibâdetini kusurlu
görüp dâimâ istigfar etmesi için olduğunu söylemektedir248.
Ucub hastalığının ilâcı alçak gönüllü olmaktır.
10.9. Ġyi Bir DerviĢ nasıl Olmalı?
Bir tasavvuf öğrencisi olan derviş, Allah‟tan (CC)
başka her şeyi gönlünden çıkarıp sünnetlere tam uyarak
gönlünü yalnız Allâhü Teâlâ‟ya bağlayan; güzel huylarla
süslenmiş bir kimse olmalıdır.
247
Anonim, Ucub, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.ailevekadin.com/detay2.asp?Aid=1935, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
248
Anonim, Ucub, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.ailevekadin.com/detay2.asp?Aid=1935, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
354
Olaylar ve sıkıntılar onu değiştirmemelidir.
Başkalarının kusurlarına bakmamalı, hep kendi kusurlarını
görmeli, kendini hiçbir kimseden üstün görmemeli, dost,
düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılamalı, hiç
kimse ile münâkaşa etmemeli, elinden geldiği kadar ilminin
artması için gayret sarfetmelidir.
Herkesin özrünü kabul eden derviş için şöyle bir tasvir
yapılır. Derler ki:
İyi bir dervişin boynunda, gözlerinden biri önde ve
diğeri arkada kalacak şekilde, bir heybe asılıdır. Derviş
yaptığı bütün iyi amellerini heybenin arka gözüne, bütün
günah, kusur ve kötülüklerini heybenin ön gözüne atar.
Öyle ki, derviş heybenin arka gözündeki iyiliklerini
göremediği için onları çoktan unutmuştur.
Fakat o her an heybenin ön gözündeki günah, kusur ve
kötülüklerini görür. Bu yüzden devamlı, o günahlarıyla
savaş hâlinde bulunur, kimsenin dedikodusuyla hiç
ilgilenmez. Devamlı kendi hâlini düşünür249.
Yûnus dururken dervişi târif etmemiz ne haddimize250:
Dervişim diyene
249
Temiz, M., Modern İnsan Çift Kanatlı Olmalı, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/MODERN%20%C4%B0NSAN%20%C3%87%C4
%B0FT%20KANATLI%20OLMALI.pdf YA DA
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/MODERN%20%C4%B0NSAN%20%C3%87%C4%
B0FT%20KANATLI%20OLMALI.doc, En Son Erişim Târihi: 02.07.2014.
250
Anonim, Derviş nasıl olur? , Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3985, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
355
Bu yolda âr hiç olmaz.
Derviş olanın gönlü
Çok geniştir, dar olmaz.
Derviş gönülsüz olur,
Sövene dilsiz olur,
Dövene elsiz olur,
Kimseden bizâr olmaz.
Derviş bağrı taş gerek,
Gözü dolu yaş gerek,
Koyundan yavaş gerek,
Kimseye kızar olmaz.
Derviş ise bir kişi,
Bulunmaz onun eşi,
İyi geçinmek işi,
Arada ağyar olmaz.
Dervişin yok kimsesi,
Yoksulluk sermâyesi,
Miskinlikten gayrisi,
Ona aslâ yâr olmaz.
Er elini almışsa,
Ona gönül vermişse,
İkrar ile gelmişse,
Gayri hiç inkâr olmaz.
Yunus gördün sen eri,
Bırak başka her pîri,
356
Bozma girdiğin yeri,
Bunda târumar olmaz.
İyi bir derviş, müşidinin neşesini giderecek söz ve
davranışlardan sakınmalı, onu üzmekten kaçınmalı, dâimâ
onun hoşuna gidecek fırsatları kollamalıdır. Çünkü
bilmelidir ki, Allah‟a; (CC), yakın olanların üzülmeleri ve
onların sevinmeleri Allah‟ın; (CC), gazap ve rızâsını ânında
celbeder.
Derviş yine bilmelidir ki, dervişin söz ve
davranışlarıyla yaptığı edepsizlikler mürşidi üzen
hususların başında gelir. Tasavvufî edep (ahlâk), bu
bakımdan, başlı başına bir konudur, hattâ tasavvuf
eğitiminin esas gâyesidir.
Günümüzde en çok yapılan edepsizliklerden birisi,
mürşit ile yüksek tonda senli-benli yapılan konuşmalardır.
Mürşidin yanında, kalbine hâkim olamadan, çeşitli şeyler
düşünmek de mânevî edepsizliklerin başında geliyor. Onun
için:
“Mürşidin huzûrunda kalbine ve diline hâkim ol!.”.
Allah‟a giden en kestirme yol, bir velînin sevgisini
kazanmaktır. Çünkü oraya Allah; (CC), tecellî eder.
Böylece, kestirmeden buluşulmuş olur.
Onun için bir şeyhin basîret ve muhabbet nazarıyla
bakışı, mürîde güzel bir hal kazandır. Yunus boşuna

Bunları yazmak kolay da, galet yüzünden, uygulamak o kadar zor…
357
söylememiş, “Hepisinden iyicesi, bir gönüle girmektir”
diye…
Aşağıdaki sözü unutma:
“Âlimin yanında diline, ârifin yanında kalbine sâhip
ol!”
10.10. Sükûtun Önemi
Tasavvufta; sükût etmek, bir mecbûriyet bulunmadıkça
konuşmamak, konuşunca da ihtiyaç miktarınca konuşmak,
susarak hakikâti kavramaya çalışmak, düşünmek için
susmak esastır.
Bu sebepten, tasavvufta sükûtun önemi büyüktür. Seyri sülûke yeni başlamış bir dervişe sükût idmanları yaptırılır.
Çünkü dil sükût ettiği hâlde zihin (âlemlerle) meşgul
oluyorsa, bu sükût makbul değildir. Sükût tefekküre dalmak
için yapıldığında, daha güzel olur. Büyükler himmetin
sükût ile öğrenileceğini söylemişlerdir.
Bunun yanında, ayrıca, “Söz gümüş ise, sükût
altındır”, “Kişinin selâmeti susmasındadır.”, “Bana,
benden olur ne olursa; başım rahat olur, dilim durursa...”,
gibi sözleri hep duyarız.
Bir gün dervişler, Hz. Muhammed Ziyâuddin‟in, (K.S),
evine ziyârete gelirler, edep ve saygı içinde Hz.
Muhammed Ziyâuddin‟in, (K.S), sohbet etmesini beklerler.
358
Fakat Hazret sohbet etmez. Aradan birkaç saat geçtikten
sonra dervişler, müsaade isteyip oradan ayrılırlar.
Bu duruma şâhit olan Hazret‟in hanımı:
“Efendim, dervişler, seni ziyârete geldiler, sen hiçbir
sohbette bulunmadın, bekledikleri sözleri işitmeden hüzünlü
bir şekilde ayrılmalarına sebep oldun.‟‟ şeklinde lâf eder..
Bunun üzerine Hz. Muhammed Ziyâuddin, (K.S), şöyle
der:
„„Bizim
alamaz.‟‟
sükûtumuzdan
alamayan,
sohbetimizden
Sükût duygusal bir alış ver işidir, tasavvufta sık olarak
kullanılır. “Teslim ehli için sorgu suale gerek yoktur.”
derler bu yüzden çoğu kere...
Hattâ bu yüzden,”Soru, teslimiyete ters düşer.”
deniyor.
Eşrefoğlu Rumî Hazretleri, (K.S), bu konuda başından
geçenleri şöyle anlatmaktadır:
„Şeyhim lüzumsuz söz konuşmaktan hoşlanmazdı. Bir
gün ona izinsiz dünyevî bir konu arzettim.‟

Şeyhi Hacı Bayram Velî.
359
“Çok söyleme! Küstahlık olur. Eedebsiz olursun!
Şeyhler huzûrunda, müridlere çok söylemek ayıp olur”,
diye cevap verdi.‟
Musa Topbaş Efendi‟nin aşağıda anlattıklarına kulak
veriniz:
„İntisâbımın ilk günlerinde üstâza sık sık sualler
sormak sûretiyle bâzı noksanlıklarımı öğrenmek ve bu
sûretle telâfi etmek niyetinde idim.”
“Fakirin bu hâlini beyenmeyen muhterem Üstaz
Hazretleri‟ni n kaşları çatıldı, simâ-i âlilerinde büyük bir
neş‟esizlik zuhûr etti. Böyle mânasız suallerin bir sâlik için
yersiz olduğunu imâ ettiler.‟
„Hatâmı, bundan sonra böyle sualler sormaktan ise,
edebi muhâfaza etmenin luzumunu anladım. Cenâb-ı
Hak‟kın lutfu olarak huzurlarında uzun seneler kaldı isem
de en zarûrî sözler hâriç, bu müddet zarfında kendilerinden
bir sual sormak cür‟etini bulamadım…‟
„Aradan takriben 20-22 sene geçmişti. Bir gün cesârete
gelip:
“Efendim, hayli zamandan beri huzurunuzda
bulunmaktayım. Buna rağmen herhangi bir şey sormağa
cesâret edemedim. Hâlbuki birçok kimseler sizinle hayli
360
görüşmeler yapıyorlar ve fazlası ile istifâde ediyorlar.
Acabâ fakirin hâli ne ola ki?”dedim251.‟
Cevâben:
“Teslim ehli için sorgu ve suâle lüzum yoktur. Bu,
gavsu‟l A‟zam Abdulkadir Geylânî Hazretleri‟ni n
sözleridir.” Buyurdular.‟
Bir kısım yorumcu, Hz. Mûsa ve Hz. Hızır
buluşmasında Hz. Hızır‟ın Hz. Mûsa‟dan kendisinden soru
sormamasını istemesini aynı inceliğe bağlamaktadır.
Sükût konusunu daha yakından kavrayabilmek için
aşağıdaki yazıyı da okuyunuz:
„Bir yaz günü Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde
mübârek bir zât elli iki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye
yakın İsmâil Fakîrullah Hazretleri‟nin huzûruna girdi.”
“Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı,
el öpmedi, müsâfaha yapmadı. Edeple bir köşeye oturdu,
başını önüne eğip öğle namazına kadar huzurda kaldı.”
“Namazdan sonra da Allah‟a ısmarladık demeden,
selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya
geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne
251
Anonim, Üstâzina Olan Sevgi, Saygi, Teslimiyet Ve Hizmetleri, Alındığı
İnternet Elektronik Adresi,
http://www.musatopbas.com/index.php/egitimi-menu/ustazina-olan-sevgi-menu/101ustazina-olan-sevgi, En Son Erişim Târihi: 09.09.2014.
361
eğip oturdu. İkindiye kadar Molla Osman ile murâkabe
yaptılar.‟
„Akşam iftarında her yemekten birer lokma veyâ kaşık
aldı. Molla Osman, Ali Efendi‟ye çok hürmet gösterdi ve
hizmet etti. Ali Efendi gece Molla Osman ile sabaha kadar
murâkabe edip iç âlemlerine daldılar.”
“O geceyi de böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine İsmâil
Fakîrullah‟ın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu,
dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. İsmâil Fakîrullah
da ayağa kalkıp ona duâ etti.”
“Hacı Ali Efendi el öpüp konuşmadan dışarı çıktı.
İsmâil Fakîrullah‟ın talebeleri de Ali Efendiye hürmet edip,
elini öptüler. Atına bindirerek Tillo‟dan çıkıncaya kadar
arkasından gidip onu uğurladılar. Orada uğurlayanlarla
vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti.‟
„Eve gelince Erzurumlu İbrâhim Hakkı Hazretleri
babası Molla Osman‟a:
“Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve
hürmet bulmuştur?” dedi. Babası da:
“Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir
velî olup gönül sâhibidir. Bizim muhterem hocamızın hal ve
şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ bu hâlini merâk
ettiğin zâta gelince:
362
“Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok
memleketler gezdim. Elli seneden beri pek çok evliyâyı
ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile mânevî
meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın cümlesinden
üstün derecelere sâhip, Gavs-ı âzam makâmında olduğunu
müşâhede ettim.”
“Bu muhterem hocamızın vücûd-i şerîfini Allâhü
Teâlâ‟nın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah
Hazretleri‟ni n mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun
gönül aynasında gördüm. İşte benim seyâhatim tamam oldu
ve murâdıma kavuştum.” dedi.‟
„İbrâhim Hakkı babasına:
“Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman
söyledi? diye sordu. Cevâbında:
“Biz kalplerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha
pekçok hikmetler üzerinde uzun uzun sohbet ettik.” dedi252.‟
Görülüyor ki, belli makamlara eren insanlar, “kal”
lisanı yerine “hâl” diliyle konuşuyorlar.
10.11. Alçak Gönüllü (Mütevâzı) Olmak
Alçak gönüllülük, gerek yaptıklarıyla, gerekse makam,
mansıp ve özellikleriyle, kendinden aşağı seviyede olanlara
küçük muamelesi yapmamak, onları küçümsememek, hakir
252
Anonim, Fakirullah, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://biriz.biz/evliyalar/ea0669.htm, En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
363
görmemek, akran ve arkadaşları arasında kendisine
büyüklük süsü vermemek diye târif edilebilir. Bunun zıddı
kendini daha becerikli, hünerli, daha yüksek ve değerli ve
işe daha yarar görmektir.
Bu ve buna benzer özelliklerin adı kibirdir. Kibir
şeytanın önemli bir karakteridir, Cennet‟ten atılışının
sebebidir.
Tasavvuf dersini yapan bir derviş, zayıf ve dersini
yapamayan ya da başka başka kusurları ve günahları
olanlara karşı kendinde bir üstünlük görüyorsa ya da bu
günah ve zâfiyetler sebebiyle onlara karşı hissedilir bir tavir
içine giriyorsa biliniz ki, o derviş şeytanın amansız bir
hîlesine yakalanmıştır.
Şeytan ona yaptıklarını güzel gösterek „kendini
beğenme-ucub‟ hastalığını aşılamıştır. Ucub, çok tehlikeli
mânevî bir hastalıktır. Çünkü Peygamber Hz. Muhammed
Mustafa (SAV) Efendimiz, “Kibir (tekebbür) ve büyüklük
taslayanı Allah zelîl eder.” diyor.
Bu hastalıktan kurtulmanın ilk şartı, kendi nefsini
Firavun‟un nefsinden de aşağı görerek her zaman hesâba
çekmesi ve mütevâzilik özelliklerini nefsinde yaşamasıdır.
Zirâ yine Peygamber (SAV), “Allah`ın kullarına tevâzû
göstereni Allah yükseltir.” buyurmaktadır.
10.12. Bir Duâ
364
Elhamdülillâhi Rab‟bil âlemîn, vesselâtü vesselâmü âlâ
seyyidinâ Mukmmed‟in elihî ve eshâbihî ecma‟în…
Rab‟benâ, zalemnâ, en füsenâ ve illem tağfirlenâ ve
terhamnâ, lenekûnne minel hâsırîn!
Yâ Erhamerrâhimîn!
Erhamerrâhimîn!
Yâ
Erhamerrâhimîn!
Yâ
Sevdiğin söz, davranış, getirdiğimiz tevhid, tahmid,
tehlil, zikir ve okuduğumuz salavat ve âyetlerden hâsıl olan
ezcümle sevâbı sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(SAV) Efendimiz Hazretleri‟nin evlâd, ezvâc ve etbâlarının,
bütün peygamberlerin, ashâb-ı kiram efendilerimizin,
mü‟min, mü‟minât ve meşâyihi izâm Hazretleri‟nin,
hasseten
Şâh-ı
Nekşibend
Mehmed
Behâüddin
Hazretleri‟nin, Hâlid-i Bağdadî Hazretleri‟nin, Ahmet
Ziyâüddin ve Muhammed Zâhit Bursevî (K.S) Efendimiz
Hazretleri‟nin ruhlarına; hâzır cemaatin geçmişlerinin ve
geçmişlerimizin rularına ayrı ayrı hediye eyledik! Sen kabul
ve vâsıl eyle Yarab‟bi!
Rab‟benâ, âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil Âhireti
haseneten ve ginâ azabennâr ve edhılnel Cennet‟e meal
ebrâr, birahmetike Yâ Azizü yâ Gaffar!
Suphâne Rab‟binâ Rab‟bil ı‟zzeti ammâ yesifûn ve
selâmün alel mürselîn ve hamdülillâhi Rab‟bil âlemin el
fâtiha!
11.13. Yemek Duâsı
365
Yarab‟bi! Sana hamt olsun!
Sen, ikisi olmayan Bir‟sin! Büyüklerin en büyüğüsün!
Eşin, ortağın, benzerin yok!
Salât ve selâm Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(SAV) Efendimiz Hazretleri‟nin, Ehl-Beyti‟nin, ashâbının ve
peygamberlerin üzerlerine olsun!
Yer ve gök arasında ne varsa hepsi senin! Zerrelerden
galaksilere kadar ne varsa onların güçleri, kuvvetleri ve
mülkleri de hepsi Sen‟in! Ben de Sen‟in âciz, zayıf ve
günahkâr bir kulunum!
Dolayısıyla, senin şânın, sonsuzluğa uzanacak kadar,
pek yücedir. Merhâmetinin gazâbından fazla olduğunu yüce
Kelâm‟ınla Sen söylüyorsun! Biz âciz, zayıf ve günahkâr
kulların bu yüce kelâmından aldığımz cesâretle
dileklerimizi yüce huzûna arz etmek için, verdiğin en büyük
nîmetlerden biri olan akıllarımızı kullanarak Sen‟in
dilemenle idrak ediyoruz.
Sana yaraşan da yüce şanına lâyık davranmaktır!
Bu yüzdendir ki, günahların cesâmeti ne kadar büyük
olursa olsun, şânının bir tecellisi olarak affetmeyi seversin!
O hâlde, bizi affet, kabul etmiş olduğun kulluğundan
ayırma, nefsimizin eline bir an olsun bırakma, bize tevfikini
refik eyle, sonumuzu hayreyle, Ey Rab‟bimiz!
366
Sen güzelsin, güzel olanı seversin! O hâlde
Müminlerin, çocuklarımızın ve bizlerin ahlâklarımızı,
işlerimizi ve ibâdetlerimizi güzel eylerek hepimizi has
kulların arasına kat!
Ümmet-Muhammed‟e, merhâmet eyle! Müminlerin,
çocuklarımızın ve bizlerin son nefeslerimizde îmanlarımızı
muhafaza ederek hepimizi Cennet‟ine dâhil eyle!
Suphâne Rab‟binâ Rab‟bil ı‟zzeti ammâ yesifûn ve
selâmün alel mürselîn ve hamdülillâhi Rab‟bil âlemin el
fâtiha!
11.14. GeniĢletilmiĢ Yemek Duâsı
Yarab‟bi! Sana hamt olsun!
“Sen, ikisi olmayan birsin! Büyüklerin en büyüğüsün!
Eşin, ortağın, benzerin yok!
Salât ve selâm Peygamberimiz Muhammed Mustafa
(SAV) Efendimiz Hazretleri‟nin, Ehl-Beyti‟nin, ashâbının ve
peygamberlerin üzerlerine olsun!
Yer ve gök arasında ne varsa hepsi Sen‟in! Kuant,
kuark, mezon elektron, atom, molekül, organ ve
sistemlerden tut da insan, Dünyâ, Ay, Güneş, gezegenler,
karadelikler ve galaksilere kadar ne varsa onların güçleri,
kuvvetleri ve mülkleri de hepsi Sen‟in! Ben de bunların
içinde olan âciz, zayıf ve günahkâr bir kulunum!
367
Dolayısıyla, senin, büyüklüğün, merhâmetin ve şânın,
sonsuzluğa uzanacak kadar, pek yücedir. Büyüklüğünü
hergün her an söylediğimiz tekbirlerden biliyoruz.
Merhâmetinin gazâbından fazla olduğunu yüce Kelâm‟ında
Sen söylüyorsun!
Biz âciz, zayıf ve günahkâr kulların, büyüklüğünün
bizlere verdiği güven ve rahatlıktan ve bu yüce kelâmından
aldığımz cesâretle, dileklerimizi yüce huzûna arz etmek
için, verdiğin en büyük nîmetlerden biri olan akıllarımızı
kullanarak, Sen‟in dilemenle idrak ediyoruz ki, sana
yaraşan, yüce şanına lâyık davranmaktır!
Bu yüzdendir ki, günahların cesâmeti ne kadar büyük
olursa olsun, şânının bir tecellisi olarak affetmeyi, hidâyet
vermeyi, yolunu şaşırmışlara yol göstermeyi, güzeli ilham
etmeyi ve zayıfları korumayı seversin!
O hâlde, bizi affet, kabul etmiş olduğun kulluğundan
ayırma, nefsimizin eline bir an olsun bırakma, tevfikini refik
eyle, sonumuzu hayreyle!
Sen güzelsin, güzel olanı seversin! O hâlde
Müminlerin, çocuklarımızın ve bizlerin ahlâklarımızı,
işlerimizi ve ibâdetlerimizi güzel eylerek hepimizi has
kulların arasına kat, Ey Rab‟bimiz!
Müminleri, ümmet-i Muhamed‟i, görünen görünmeyen
bütün yer gök âfatlarından, kazâ, belâ ve felâketlerden koru
ve muhafaza eyle! Dünyâ üzerinde bütün sapıtmış, yollarını
şaşırmış olanlara da hidâyet ver! İnanmışların ve
368
mü‟minlerin sayısını çoğalt ki, dünyâ üzeri güllük
gülistanlık olsun ve insanlar Cehennem azâbından uzak
olsunlar!
Ey Rab‟bimiz!
Ümmet-Muhammed‟e, merhâmet eyle! Müminlerin,
çocuklarımızın ve bizlerin son nefeslerimizde îmanlarımızı
muhafaza ederek hepimizi Cennet‟ine dâhil eyle!
Suphâne Rab‟binâ Rab‟bil ı‟zzeti ammâ yesifûn ve
selâmün alel mürselîn ve hamdülillâhi Rab‟bil âlemin el
fâtiha!253
XI. KADIN VE ERKEKLERĠN BEYĠNLERĠ
Kadın ve erkeklerin beyinleri, beyne gelen haberleri
farklı bir şekilde işleme alırlar ve değerlendirirler. Bu da
kadın ve erkeklerin gelen haberler karşısında farklı idrak,
düşünce ve sezişlere, farklı değerlendirmelere ve farklı
davranışlara sebep olur.
Evliler bu farklılıkları reddettikleri takdirde acı ve cezâ
çekmeye hazır olsunlar!
253
Temiz, M., Modern İnsan Çift Kanatlı Olmalı, Alındığı İnternet Elektronik
Adresi
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/MODERN%20%C4%B0NSAN%20%C3%87%C4
%B0FT%20KANATLI%20OLMALI.pdf YA DA
http://mtemiz.pamukkale.edu.tr/bilim/MODERN%20%C4%B0NSAN%20%C3%87%C4%
B0FT%20KANATLI%20OLMALI.doc, En Son Erişim Târihi: 02.07.2014.
369
Son ilmî araştırmalar göstermiştir ki, erkek ve
kadınların beyin yapıları farklı olarak tasarlanmıştır.
Cinsiyet ayrımını kabul etmeyenlerin işleri çok zor!
Günümüzde kadın erkek eşitliği isteyenler önce beyin
yapılarının eşitliğini sağlamaları gerekir. Bu mümkün mü?
Hayır! O zaman, karı kocaya doğal yapılarına uygun iş ve
sorumluluğun verilmesi doğal bir yol olmuyor mu?
Demek ki, kadınlarımızın gösterdikleri eşitlik
yaygaraları, yalnızca akıllarını kullanamamamalarından
ileri gelen bir sınavları oluyor…
Yâni, şu kadın, erkek eşitliği isteyenlerin hiç kafaları
çalışmıyor mu? Sakat Batılı kafaların tezlerine takılarak
doğal olmayan bir durumu zorlayarak eşitlik sağlamaya
çalışanların başarısız olacakları gün gibi açık iken, yıllarca
gerçekleştirilemeyen eşitlik terâneleri ile insanları
oyalamalarının ardındaki sömürüyü fark edememek ne
gaflet, doğrusu?
11.1. Kadın-Erkek EĢitliği
Kadın-erkek eşitliği tam bir kuruntudur.
Eşitlik konusundaki bu kuruntu insanları, toplumları
büyük yanılgılara sürüklüyor. Konuyu inceden inceye
araştıran ve eşitlik kavramının Kur‟ân‟da yer almadığını ve
bunun Batı Hıristiyan Medeniyetine has “düşünce
kalıpları” olduğunu belirten merhum hocam Prof. Dr.
Ahmet Yüksel Özemre:
370
“Kadın-erkek eşitliği ise tam bir kuruntudur. Kadın da
erkek de morfolojileri bakımından olsun, yüklendikleri
görevler bakımından olsun ve kadının yasalar önündeki
çok isâbetli ve de islâmî adâlet‟e uygun “imtiyazlı
durumu” bakımından olsun aslâ eşit değildirler.” demekte
fakat Kültürümüz‟ün Adâlet Ve İhsan Kavramı üzerine
kurulduğundan bahsetmektedir254.
Oxford Üniversitesi‟nde genetik ile ilgili bir araştırma
yapan Moir şöyle diyor:
“Beyin, kadın ve erkekte farklı olarak kurulmuştur.
Hormonların ittifâkıyla, kadın ve erkeklerin beyinleri, gelen
haberleri farklı tarzda işleme alırlar. Bu da farklı idrak ve
sezişe, farklı değerlendirmeye ve farklı davaranışlara yol
açar.”
“Evliler bu farklılıkların doğruluğunu reddettikleri
zaman acı çekiyorlar, cezâlarını görüyorlar255.”
Moir kitabında özetle şöyle devam ediyor:
“Erkekler kadınlardan farklıdırlar. İstidatta, mârifette
veyâ davranışlarda onlar aynı demek, bir cemiyeti biyolojik
ve ilmî bir yalan üzerine inşâ etmek olur.”
254
Yüksel, A. Ö., İslâm, "Hoşgörü" Ve "Eşitlik", Alındığı İnternet Elektronik
Adresi,
http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=279&Itemid=5
7, En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
255
Korkmaz, H., Kadın erkek gibi olamaz, Zaman G., 18 Ağustos 1991.
371
Bu farklılılığın sebebi nedir?
Araştırma sonuçlarına göre, beynin sağ ve sol yarım
kürelerini birbirine bağlayan sinir liflerinin kütlesi, beynin
ağırlığına nispetle kadınlarda daha ağırdır. Bunu birçok ilim
adamı şu şekilde yorumlamaktadırlar:
Kadınlar beynin iki yarım küresi arasında daha fazla
haberleşme gücüne sâhiptirler. Nitekim Moir bu konuda
şunları söylemektedir:
“Kadın bir meseleyi bütün açılardan görecektir. Onlar
erkeklerin yapmayacağı tarzda çehreleri okuyacaklar,
vücüt lisânını anlayacaklardır.”
“Kadınların bu sezme kaabiliyetlerinin yüksek oluşu
beyinlerindeki bu kuvvetli bağdan dolayı olabilir.”
Sonuç olarak, kadın beyni olaylara yaygın olarak erkek
beyni ise, lineer olarak yaklaşır. Bu yüzden kadınlar,
olayların akışlarını görmeden hissetmeye, erkekler ise
görerek yaklaşmaya daha uygundur. Yâni, erkek sonucu
görmek için beklerken, kadın erkeğin beklediği sonucu
hemen hissedebilmektedir.
Kadınlarımız, bu kadar bir üstünlüğü ve nîmeti neden
görmezler de hemen „eşit eşitlik eşitlik‟ diye
isyankârlaşmaya yöneliyorlar? Bunu anlamak mümkün
değil…
372
Ama bütün üstünlükleri de bir tarafa (kadınlara) mal
etmek de elbette hakkâniyete sığmaz. Onun için Rab‟bimiz
adâlet üzere davranmıştır:
Kadınlar tarafından hisedilenlerin çoğunda elde edilen
kesinlik, görerek elde edilen kesinlik yanında zayıftır. Bu
yüzden, hissiyâtı kesinleştirmek için bir erkek şâhide karşı,
iki kadın şâhidin dinlenmesindeki amaç, iki kadın
hissiyâtının ortak noktalarının bulunmasına çalışılması
içindir.
Hissiyatların kesinliklerinin az olmasına rağmen,
bunların boş hissiyatlar olmadıklarını, bunlarda da bâzı
gerçek paylarının bulunabileceğini de erkeklerin her zaman
dikkatlerden uzak tutmamaları gerekir. Örneğin,
demelidirler ki, “Ey başımın tacı, senin şu önsezin olmasa,
ben sonucu felaket olabilecek bir olaydan nasıl şüphelenir
de dikkatli davranma nîmetini devreye sokabilirdim?”
Görüyor musunuz? Herkes ya da her bir taraf haklarına
ya da hakkına râzı olursa, hayat düzeni ve ahengi nasıl
kuruluyor?
11.2. Müslüman Hanım Efendi Ve “Faka Basmak”
Müslüman hanımefendilerin Cennet‟e gitmeleri
erkeklere oranla daha çok kolay olduğu hâlde, bunların
çoğunun bu imkânı yeteri kadar değerlendiremediklerini
görerek üzülüyorum. Bundan dolayı, “erkeğin hakkı ya da
kadının hakkı” tartışmasına girmeden sırf Müslüman
hanımefendilerin nispeten daha kolay olan bu fırsattan
373
yeteri kadar faydalanmalarını sağlamak için, aşağıda bu
konuya biraz daha değinmek isitiyorum.
Çünkü ortak yaşamda erkeğin hak ve yetkileri olmasına
rağmen, toplumun geleceği açısından yetişmiş iyi bir
kadınının etkisinin daha ilerde olduğuna inanıyorum.
Nitekim Laboulaye de “Bir erkeği terbiye bir insanı
yetiştirmektir. Bir kadını terbiye ise, nesilleri yetiştirmek
demektir.” diyerek düşüncemin haklı olduğuna işâret
etmektedir.
İbni Hibban‟dan rivâyet edilen bir hadiste:
“Kadın, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar,
kendini yabancılardan korur ve kocasına mutî olursa,
Cennet‟e girer.” buyurulmaktadır.
Müslüman hanımefendilerin en çok “faka bastıkları”
nokta, şu “mutî” kelimesi civârında (üzerinde) olmaktadır,
bence...
“Mutî” kelimesinin sözlük anlamı, „îtaat eden, boyun
eğen‟ anlamlarına gelmektedir. Çoğu hanımefendiler,
genellikle „peki‟ demeyip îtaat etmeden birçok hâllerde,
modern kadın hakkını savunan derneklerin modern fikrî
faaliyetlerinin, eşitlik kuruntularının etkilerinde kalarak,
“Yuvayı dişi kuş yapar. O hâlde her şeyde benim de hakkım
var!” mantığına kapılarak, her hususta kocalarına laf
yetiştirmeye ve cedelleşmeye başlıyorlar.
374
“Yuvayı dişi kuş yapıyor, doğru” da insanın dilinin
ucuna „Yalnız başına yapsın da bir görelim‟ diyeceği
geliyor…
Sonuçta kimse hakkına râzı olmuyorsa, haklı da olsalar
haksız da olsalar, olanlar oluyor, işte:
Kocaları ile cedelleşen hanımefendiler, “„îtaat etme”
şerefini ve fazîletini kaybediyorlar. Zannediyorlar ki,
kocaları haksız olduğu için, kendileri günah işlemiyorlar.
Hâlbuki yanılıyorlar.
Allah (CC) bakınız ne diyor:
“Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdir. Çünkü Allâhü
Teâlâ, bâzı kullarını bâzısından üstün yaratmıştır256.“
Şimdi sen, bu gerçeğe ne diyeceksin? Allah‟a (CC)
isyan mı edeceksin? Bu doğru değil, ben bu emre
uymuyorum mu diyeceksin?
Aklını kullanabiliyorsan, bunları söyleyebileceğine
ihtimal vermiyorum. Dolayısıyla „faka basmazsın…
Aklını kullanamıyorsan, zâten özgür irâden elinde,
istediğin gibi davranıyorsun… O zaman Allah‟ın (CC)
iradesine karşı istediğin bayrağı açabilirsin… Zaten çoğu da
bunu yapıyor…
İnsanın bu hayat gönderiliş sebebi de bu değil mi?
256
Nisâ Sûresi, âyet 34.
375
Ne demiş Allah (CC)?
“Ben herkesin ne olduğunu yüce kudretimle biliyorum
ama onları Dünyâ‟ya göndererek durumlarını, yâni
akıllarını özgür irâdeleri ile kullanıp kullanamayacaklarını,
kendi davranışları ile ortaya çıkardıkları belgelere
bağlamalıyım ki, hesap gününde onlara karşı yapacağım
muâmeleye îtiraz edecek olurlarsa, o zaman, bu belgeleri
onlara adâletim gereği olarak göstermeliyim.”
Bundan anladığımız şudur:
İnsanlar Dünyâ‟ya denenmek, sınanmak için
gönderilmiştir. Bunun için Allah (CC) bu konudaki
murâdını, isteklerini bildirmiştir. Erkeklere, kadına karşı
adâletle davranmalarını emretmiştir. Erkeklere yüklenen
sorumluluk kadına karşı adâletle davranmaktır.
Yukarıdaki adı geçen “Erkekler, kadınlar üzerine
hâkimdir.” âyeti de O‟nun isteklerinden biridir. Bu,
kadınlara kocalarına bir îtaat emridir.
Kadın bu emri aklı ile kavramalıdır. Âyet:
„Erkeğin hâkim kılınması, kadının ona tâbî olması,
onun sözüne boyun eğmesi, sözünü, îtiraz etmeden, kabul
etmesi‟ anlamını getirmektedir.
Bu emirden şunlar da anlaşılmaktadır:
376
Eğer erkek, karşı haksızlık etmişse, Rab‟bine karşı
sorumludur, cezâsı gerektiğinde Allah (CC) tarafından
verilir. Böyle haksız durumda dahî hanımefendi, kocasının
sözüne, isteklerine uyarsa işte bu durumdaki bir kadın
“mutî” kelimesinin hakkını vermiş ve o andaki sınavı
kazanmıştır. Yâni, erkek istediğini yaptırmakta haklı da
olsa, haksız da olsa hanımefendi buna uyuyorsa, artık onun
için bir sorun yoktur. Erkek haksızlık yaparsa, asıl sorun
onun için vardır. O da hesâbını zamanı gelince Allah‟a
(CC) verir.
Yukarıdaki âyeti Elmalılı şöyle açıklamaktadır:
“Erkekler, kadın üzerine idâreci ve hâkimdirler. Çünkü
Allah birini (cihad, imâmet, miras gibi işlerde) diğerinden
üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından (âile
fertlerine) harcamaktadırlar. İyi kadınlar, îtaatkâr olanlar
ve Allah‟ın korunmasını emrettiği şeyleri kocalarının
bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Fenâlık ve
geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince:
“Önce kendilerine öğüt verin, yataklarından ayrılın.
Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size îtaat ederlerse
kendilerini incitmeye başka bir bahâne aramayın! Çünkü
Allah çok yücedir, çok büyüktür.”
Kocaları ile söz yarışına giren kadınlara, kocaları eski
ve târihî iyi kadınlardan örnekler verip nasîhat etmeye
kalksalar, çoğu kere buna onların cevapları hazır olur.
Derler ki, “Getir o devirdeki iyi erkekleri ben de ona îtaat
edeyim.”
377
Görüyorsunuz şeytan, akıllılarını yanıltmak için
nerelerden vuruyor. Hanımefendi, verdiği cevaplarla çene
yarışını kazanınca, Âhret‟ini de kazandığını zannediyor.
Ey Hanımefendi! Aslında sen kuvvetli çenenle kocanı
susturmadın, Allah‟ın (CC) emrini dinlememiş, O‟na karşı
isyan etmiş oldun, farkında mısın?
Günümüzde karsını öldürenlerin sayısında önemli bir
artış gözleniyor? Bunun sebebini şimdi daha iyi
anlayabilirsin? Söylemek gerekirse, kadın kadınlığının;
erkek de erkekliğinin görev sorumluluklarını bilmemeleri
başka bir ifadeyle Kültürel (Dinî) câhillikleridir.
Buradan hareketle Kültürel (Dinî) aydınlanmanın
önemi bir kere daha ortaya çıkmıyor mu?
11.3. Îtaat Ve Cihat
Kocası ile iyi geçinen kadın cihat sevâbı alır.
Kocasına mutî olmayan, îtaat etmeyen kadın suçüstüne
suç işler.
Bir kere kocasının söylediklerine “peki” ile karşılık
vermesi gereken kadın, bunu yapmayıp da onunla çene
yarışına giriyorsa, anla ki felâket başlamış demektir:
Kendi mantığınca, “Getir o devirdeki iyi erkekleri ben
de ona îtaat edeyim.” gibi sözlerle hırçınlaşan bir kadın,
378
imtihan için dünyâya geldiğini, Allah‟ın (CC) kocasını
kendisi ile ve kendisini de kocası ile sınava tâbî tuttuğunu
unutmuş, bu ve benzeri sözlerle erkeğini bir nevî aşağılamış
duruma düşmüştür.
Böyle bir durumda, erkeğin üzerinde meşrû bir
“hâkimlik-üstünlük” hakkı fakat adâlete uyma zorunluluğu,
hanımefendinin ise, bir “îtaat görevi” unutmuş demektir.
Erkek de melek değildir. Sınav dünyâsındayız ya…
Dine uygun olmayan hareketleri dolayısıyla kazanılan
günahlar sebebiyle Allah (CC), belki, hanımını erkeğe
musallat etmek isteyebilir.
Böyle bir durum, hanımefendiye îtaatsizlik etme
hakkını vermemektedir. Çünkü aynı zamanda o da
imtihandadır; îtaat ederse kazanır, etmezse kaybeder.
Nitekim Fudayl bin Iyad Hazretleri:
“Dine uygun olmayan bir iş yaptığımı, hanımımın
huysuzluğundan anlardım. Hemen o işime tevbe ettiğim
zaman, hanımımın huysuzluğu da giderdi. Böylece tevbemin
kabul edildiğini de anlardım.” diyor.
Günümüzde her erkeğin Fudayl olması mümkün değil
ki… Esâsen konu, erkeğin ne olup olmaması değil, hanımın
îtaatli olup olmamasıdır. Burada hanımefendi:
“O hâlde o Fudayl gibi olmazsa ben de böyle
davranırım.” diyorsa, hanımefendi, zâten, peşinen
îtaatsizliği kabullenmiş olur, mesele biter.
379
Kadın hiçbir zaman, “Kocam haksız olduğu için, ben
süt beyazım” diyemez. Koca haksızlık etmişse cezâsını,
elbette görecek… O, onun sorunu… Ama kadın da onun
haksız davranışından dolayı kendini haklı durumda
zannederek ona îtaat etmezse, o da cezâsını görecektir.
Burada koca haklı da olsa haksız da olsa, hanıefendi
îtaatsizlik edip erkeğine boyun eğmediği için, erkek de
kendisine verilen hâkimiyet hakkını haksız olarak kötüye
kullandığı için günahkâr olur. Ama erkek haklı
durumdayken, hanıefendi îtaatsizlik etmişse, îtaatsizlikten
başka, yuvanın huzursuzluğuna sebep olmasından dolayı,
belki de, iki kat günah kazanmış olur.
Hâlbuki kadın biraz akıllı davransa ne olur bilir
misiniz?
Kadının kocasına îtiraz edeceği iki durum vardır:
Kadın, kocasının günâha teşvik edici ve ilim
öğrenmeyi engelleyici davranışlarına îtiraz edebilir.
Bunların dışında kadın kocasının her sözüne îtaat etmek
zorundadır.
Îtaat zâten Allah‟ın (CC) kadına yüklediği bir görev
olduğu için kadın, kocasının yanlış bir yaptırıma
zorlamasına bakmaksızın, hadiste geçen
“mutî”
sözcüğünün gereğini yerine getirmekle, aslında “Kadının
cihadı, kocası ile iyi geçinmektir257.” ve “Koca hakkına
257
Hadîs-i Şerif [Taberânî].
380
riâyet, Allah yolunda cihat etmek gibidir
gereğince “cihad” sevâbını elde eder.
258
.” hadisleri
Rivâyete göre, bir kadın, kocasını güzel karşılar, güzel
sözler söyleyerek hoşnutluğunu kazanmaya çalışırdı.
Peygamber (SAV) Efendimiz, kadının bu hareketinden
dolayı kocasına buyurmuşlardır ki:
“Hanımına selâm söyle,
kavuştuğunu haber ver259.“
yarı
şehit
sevâbına
Görüyorsunuz ki, emirlere uyulduğu taktirde,
kadınların Cennet‟e girmeleri erkeklere göre daha kolay
olmaktadır. Henıefendiler böyle davranışlarıyla kocalarının
rızâlarını daha kolay elde edecekleri için, “Kocası râzı
olduğu hâlde ölen kadın Cennet‟e girer.260“ hadisi
gereğince, erkeklerini râzı eden böyle kadınlar için korku
yoktur.
Erkek nasıl râzı olur? Hiç, kocası ile durmadan çene
yarışına giren, münâzaralarda olduğu gibi, îtaat görevini
unutarak, kocasının her sözüne karşı kendi aklınca mantıkî
cevapları sıralayan kadından, üzerinde âmirlik vasfı
bulunan, hangi koca râzı olabilir? Bu soruyu
hanımefendilerin kendi kendilerine sorarak uyanmaları
gerekir bence...
Hadîs-i Şerif [Taberânî].
Hadîs-i Şerif [Şir‟a].
260
Hadîs-i Şerif [Tirmizî].
258
259
381
Böyle güzel müjdeler olduğu hâlde, bunları bir kenâra
atarak, hiç de görevleri olmadığı hâlde, kocaları ile sen-ben
kavgasına girenlere ne demeli bilemiyorum? Bununla
berâber, böyle hanımefendilere şunu hatırlatmakta fayda
vardır:
“Şeytan böyle kolayca Cennet‟i kazanmanıza engel
olmak için, sizi hemen tetiklemekte, siz de onun bu oyununa
gelerek büyük bir nîmetten mahrum kalmaktasınız. Ah!
Sizin yerinizde ben olsam, her hâlde bu fırsatlardan daha
fazla faydalanma yoluna giderdim!”
Bu mükâfâtı bir tarafa iterek, hanımın Allah (CC)
tarafından kendisine verilen îtaatı terk ederek, sözde
hakkıymış gibi, kocasıyla söz düellosuna girişmesi ancak
akılsızlığın bir eseri değil midir?
Böyle bir durumda kocası ile dil yarışına giren bir
hanımefendinin, “Kıyâmet‟te Allâhü Teâlâ, kocasına dili ile
eziyet eden kadının dilini 70 arşın uzun yapıp, boynuna
dolar. Kocasına kötü gözle bakan kadını da başı kesik ve
bedeni parçalanmış hâle çevirir261.” hadisi gereğince, ne
kadar rizkli bir duruma düştüğünü bir hatırlayınız!
Bu anlatılanlar sırf kocaları ile dil yarışına girenlerin ve
sonunda
da
kocalarının
rızâlarını
alamayanların
uğrayacakları zararlardır. Bu husus:
“Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, benim sizin
üzerinizdeki hakkım gibidir. O hâlde kocasının hakkını
261
Hadîs-i Şerif [Şir‟a].
382
gözetmeyen, Allâhü Teâlâ‟nın hakkını gözetmemiş olur262.“
ve “Kadın, kocasının hakkını ödemedikçe, Allah‟ın hakkını
ödemiş olmaz263.” hadîs-i şerifleri gereğince, çok mühim
bir husustur.
Bu îtaatsizlik günâhına bir de kadınların ziynete
zaaflarından dolayı kazandıklarını eklemeli:
“Cennet‟te kadınların az olduğunu gördüm. Sebebini
sordum. „Onları altın ve ziynet eşyâsı meşgul etti‟ dediler264
ve „Kadınlarınızı süslü giyinmekten men ediniz! Benî İsrâil
kadınları süslü giyinip câmiye gururlanarak yürüdükleri
için lânetlenmişlerdir265.” hadislerinde bildirilen yanlış
yönlenmeler de eklenirse ne olacak?
Ama esas olarak hanımefendilerin Cennet‟i kolayca
kazanmaları, daha çok onların kocalarıyla iyi geçinip
onların memnûniyetleri doğrultusunda hareket etmelerine
bağlandığını görüyoruz. Özellikle söz düellosunda
hanımların çoğu, hiçbir sözü söylemekten çekinmiyorlar.
Bir ağızları açılmaya görsun! Bunların arasında lânet ve /
veyâ küfran-ı nîmet de varsa! Aman Allah‟ım!
“Eğer kocalarına karşı küfran-ı nîmette bulunmasalar,
namaz kılanlar hemen Cennet‟e girerdi266.“
Hadîs-i Şerif [Şir‟a].
Hadîs-i Şerif [Taberânî].
264
Hadîs-i Şerif [İ. Ahmed]
265
Hadîs-i Şerif [İbni Mâce].
266
Hadîs-i Şerif [Şir‟a].
262
263
383
“Cehennem halkının ekseriyetini kadınların teşkil
ettiğini gördüm. Sebebi de, çok lânet ederler ve kocalarına
karşı küfran-ı nîmette bulunurlar267.“
Hanımlara âcizâne tavsiyem, ne yapıp yapıp
kocalarının rızâlarını, memnûniyetlerini alsınlar! Bakınız şu
aşağıdaki hadislerin hepsi bunu sağlamak için söylenmiştir:
“Kadın, kocasından izinsiz olarak nâfile oruç tutamaz.
Eğer tutarsa, aç ve susuz kalmış olur, sevap kazanamaz.
Kocasından izinsiz evinden dışarı çıkamaz. Çıkarsa, gökteki
melekler, geri evine dönünceye kadar ona lânet eder268.“
“Bir erkek, ihtiyâcı için hanımını çağırsa, kadın tandır
başında olsa da, hemen ihtiyâcına cevap versin269! “
“Kocası çağırdığı hâlde yatağa gelmeyen kadına
melekler sabaha kadar lânet eder270.“
“Kadının üzerinde en büyük hak sâhibi kocasıdır,
erkeğin de anasıdır271.“
“Kadın, kocasının izni olmadan kendi malını da
harcayamaz272.“
Hadîs-i Şerif [Buharî].
Hadîs-i Şerif [Taberânî].
Hadîs-i Şerif [Tirmizî].
270
Hadîs-i Şerif [Buharî].
271
Hadîs-i Şerif [Hâkim].
272
Hadîs-i Şerif [Taberânî].
267
268
269
384
“İzinsiz evden çıkan kadına, kocası râzı oluncaya
kadar, Güneş ve Ay‟ın üzerine doğduğu, her şey lânet
eder273.“
“Kadın, kocasından izinsiz [ana, baba, kardeşleri
dâhil] hiç kimseyi evine alamaz, nâfile namaz kılamaz 274.“
“Kocası râzı oluncaya kadar, kadının namazları ve
hiçbir iyiliği kabul olmaz275.“
11.4. Kocanın Rızâsı
Allâhü Teâlâ‟nın rızâsı kocanın rızâsına bağlıdır.
Konunun öneminden dolayı hanımefendilerin kolayı
varken, Cennet‟i kazanmayı zorlaştırmamaları husûsunda
aşağıdaki düşündürücü olayı da anlatmak istiyorum:
“Bir gün Hz. Fâtıma, ağlayarak babasının huzûruna
geldi. Resûlullah buyurdular ki:
-Ya Fâtıma! Niçin ağlıyorsun?
-Kasıtsız söylediğim bir sözden Ali bana kızdı. Özür
diledim. Fakat onu üzdüğüm için ağlıyorum.
Hadîs-i Şerif [Deylemî].
Hadîs-i Şerif [Taberânî].
Hadîs-i Şerif [Taberânî].

„Kadının namazları kabul olmaz‟ demenin anlamı şudur: Namaz borcundan
kurtulur ama namaz kılmakla meydana gelecek büyük sevâba kavuşamaz.
273
274
275
385
-Kızım, bilmez misin? Allâhü Teâlâ‟nın rızâsı kocanın
rızâsına bağlıdır. Ne mutlu o kadına ki dâimâ kocasının
rızâsını arar, kocası ondan râzı olur. Kadınlar için en üstün
ibâdet, kocasına îtaattir. Erkek, hanımından râzı olunca, o
kadın istediği kapıdan Cennet‟e girmeye hak kazanır.
Kocasını üzen kadın, onu râzı edinceye kadar, Allâhü
Teâlâ‟nın lânetinde olur276.”
Bir kısım kitaplarda Peygamber (SAV) Efendimiz‟in
“Eğer insan insana secde etseydi, ilk önce kadının kocasına
secde etmesini emrederdim.” dediği yazılıdır. Bu sözden
mü‟min hanımefendilerin ne kadar dikkatli olmaları
gerektiği anlaşılmıyor mu?
Neredeee?
Mânevî eğitimden yoksun olan bugünün çoğu
Müslüman
kadınlarının
modern olmaları,
onları
mesûliyyeten kurtaramaz. Bu tiplerin zaman zaman
“devirdikleri çamlar” da çoğu kere dünyâdaki durumlarını
da kurtaramıyor. Öyle ki, ortaokul mezunu bir kadının
avukat olan kocasına, “Lan sibop!” demesi, bugünkü
hukukta bile bir boşanma sebebi olabiliyor277.
Dikkat edilmesi gereken şudur ki, mânevî eğitimden
yoksun olunca, ne kadar modern olunursa olunsun bu, her
iki cihanda bir huzursuzluk sebebidir.
Hadîs-i Şerif [R. Nasıhîn].
Anonim, 'Ezik Kadın Kocasına Sibop Diyemez', Alındığı İnternet Elektronik
Adresi, http://www.zaman.com.tr/gundem_ezik-kadin-kocasina-sibopdiyemez_646716.html, En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
276
277
386
Câbir‟den (RA) şöyle anlatılır:
“Peygamberimiz (SAV) Efendimiz ile bayram
namazında bulundum da, Rasûlüllah, ezan ve kamet
okunmadan, hutbeden önce namaza başladı. Sonra Bilâl
radıyallahu anh‟e dayanarak hutbe okumak için kalktı. Ve
takvâyı emrederek Allah‟a taat ve ibâdete teşvik etti ve
insanlara vâz-u nasîhatte bulunduktan sonra, Mescid‟in
gerisinde bulunan kadınlara geldi ve onlara da vâz-u nasihat
etti.
Bir kadın:
„Ey Allah‟ın Resûlü; neden çoğumuz Cehennem
odunları oluyoruz‟, dedi.
Peygamberimiz (SAV) Efendimiz, buna cevâben şöyle
buyurdular:
„Çünkü siz çok çok şikâyet eder ve kocanızın nîmetlerini
örter, görmezsiniz.‟
Bunun üzerine kadınlar ziynetlerinden küpelerini ve
yüzüklerini Bilâl‟in elbisesine koyarak sadaka vermeye
başladılar278.”
11.5. Huysuz Hanım
278
Buharı, Müslim, Ebû Davud, Neseî, Anonim, Dinî Hikâyeler,
http://www.biriz.biz/hikaye/dh113.htm#hanim
387
Huysuz hanım, sabırlı kocasını velî eder ama kendisine
de yazık eder.
İbni Ebil Hamayil-i Sevrî Hazretleri‟nin hanımı
huysuzmuş… Kocasına ağzına geleni söyler, ona hiç huzur
ve rahatlık vermezmiş... O mübârek zat da buna hep
sabredermiş…
Yine bir gün hanımının yaptığı saldırdan kurtulmak
için uçarak kaçmış... Hanımı arkasından bakıp ne diyormuş
biliyor musunuz?
“Hele şuna bak! Uçup kaçmakla elimden kurtulacağını
sanıyor.”
Bâzı kadınlar işte böyle bedbaht olabiliyor…
Demek ki, huysuz hanımın sıkıntılarına sabretmek
dereceyi yükseltiyor ama hanım da kaybediyor, tabiatıyla...
Şimdi buna bakarak sakın, „kocamı velî edeceğim‟
derken, nasipsizliği seçmeyiniz! Çünkü günümüzdeki
erkeklerin hepsi İbni Ebil Hamayil-i Sevrî Hazretleri gibi
sabırlı olmayabilir. Hanımın kaybetmesi gibi, erkek de
nefsine uyarak sınavı kaybedebilir. Böylece iki felâkete
birden sebebiyet verrilebilir!
Zamânımızın çoğu erkekleri de, geçmişteki erkeklere
oranla, çok daha câhil bulunuyor. Günümüzde, hanımını
Cehennem‟e düşmekten kurtarmak için, İbni Ebil Hamayil-i
388
Sevrî Hazretleri gibi, kendi hukûki hakkından vaz geçen
kaç erkek gösterebilirsiniz?
Akıllı ve bilgili erkekler, hanımlarından gördükleri
hırçın ve saygısız davranışları yüzünden, onların hızla ve
ısrarla Cehennem çukuruna doğru sürüklendiklerini
gördüklerinde, hemen haklarından vaz geçerek onları bu
felâketten kurtardıkları gibi, haklı oldukları hâlde bu
fedakârlıkları yüzünden, çok sevap kazanacaklarını bilirler.
Bu durum onlara haklarını kullanmalarından daha
kazaçlı olabilir. Çünkü kendilerine verilmiş üstünlük
haklarına
dayanarak
tutumlarında
yumuşama
göstermedikleri için hanımın günahlara dalması, hiç ilk
durumla kıyas kabul edemez.
Erkeklerin hukûkî haklarından vaz geçmeyerek
sorunların yumuşamasına katkı sağlamadıkları için
kadınların kadınlık zâfiyetinden dolayı günahlara girmeleri
aslında erkeklere de bir eksiklik getirir.
Bu durum, Nuh (AS) ile Mûsâ (AS)‟ın duâ haklarını
kullanarak sırasıyla günahkâr halkının ve Kârun‟un maf
olmalarına yol açan durumlarına benziyor.
Bu hâdiseler, bilindiği gibi, Kıyâmet günü insanlar,
sırasıyla, bu iki peygambere geldiklerinde onlar, yukarıda
bahsedilen bedduâları sebebiyle ilgili mahcûbiyetlerinden
dolayı, “Allah‟a karşı yüzümüz yok… Siz Hz. Muhammed‟e
gidiniz!” şeklindeki olayı hatırlatmaktadır.
389
Bu sınav dünyâsında böyle davranan erkekler bir taşla
aslında birkaç kuş vururlar ama hanımlar erkeklerin bu
devirde olumlu ve af edici yaklaşacaklarını hiç
beklemesinler!
Çünkü
günümüzde,
hanımların
davranışlarına
sabrederek evliyâ olabilecek erkeklerin olup olmadığını
bilmiyorum. Onun için hanımlar olarak akıllı olun da
erkeklerin sakın insaflarına kalmayın! Sizin için Allah‟ın
(CC) târif ettiği “mutî olmaktan” başka garantili yol
yoktur!
11.6. Ġbret Dünyâsı
Akıllı insanlar, her şeyden ibret alıp olumsuzluklardan
olumlu sonuçlar çıkaranlardır. Bunun en güzelini büyük
insanlar
yapmaktadırlar.
Bunlar,
kadınların
saygısızlıklarından bile kendileri için büyük dersler
çıkarabiliyorlar. Beyazıdı Bestâmî‟den bir örnek verelim:
Beyazıd-ı Bestâmî Hazretleri‟ne sormuşlar, “Şeyhin
kimdir?” diye… O da “Bir kadındır.” cevâbını vermiş…
Duyanlar:
“Bu nasıl iştir yâ Beyazıd?” diyerek hayretlerini
bildirmişler.
Beyazıd şöyle anlatmış:
390
Bir gün cezbe ve aşk içinde gidiyorken, yanında bir
çuval unu olan bir kadının yanından geçiyordum. Kadın
bana nezâketsiz bir şekilde:
“Şu çuvalımı götür!” dedi.
Söyleyeni değil, söyleteni düşünmeli! O yüzden bir
çözüm yolu aradım:
“Benim bu çuvala gücüm yetmez!” diyerek orada kafes
içinde bulunan bir aslana kafesten çıkmasını işâret ettim.
Aslan kafesteteki yerinden çıkıp yanıma geldi. Ben de un
çuvalını aslanın sırtına yükleyip kadının gideceği yere
kadar götürdüm.
Fakat kadının bu kerâmetimi herkese duyuracağından
endişe içindeydim. Yolda giderken kadına sordum:
“Yolda kimi gördün derlerse, ne dersin?”
Kadın:
“Zâlim Beyazıd‟ı gördüm diyeceğim.”
Ben:
“Neden zâlim oluyorum ki?” deyince kadın:
“Bu arslanı Allah Teâlâ Hazretleri yük için mi yarattı?
Sen, belki, bu işi halkın, arslana yük vurduğunu göstererek,
391
büyüklüğünü kabul etmeleri için yaptın. Bu zulüm değil de
nedir, demesin mi?“
“Vah bana vah!” dedim içimden…
Doğru söze ne demeli! Ve kadına:
“Doğru söylüyorsun, bu zulümdür!” dedim.
Bu sebepten günlerce göz yaşı döktüm. Daha sonra,
zuhur eden kerâmetlerin Allah tarafından kabul olunduğuna
işâret olarak, beyaz bir nur görünmeye başladı da biraz
rahatladım. Aklım başıma yeni gelmişti. Bu yol ince ve
uzun bir yoldur, pürüz kabul etmez.
11.7. Bir Annenin Kızına Nasîhati
”Kocana
azaltmasın!”
sıkıntı verme ki sana olan sevgisini
Tecrübeli ve Müslüman bir annenin, asırlar önce kızına
verdiği bir öğüdü size arz ediyorum. Anne kızına şöyle öğüt
veriyor:
“Doğup büyüdüğün, senelerce yaşadığın bir yuvadan
çıkarak, yabancı bir yere gidecek, huyunu, suyunu
bilmediğin bir insanla yaşayacaksın!”
“Sen ona yer ol ki, o sana gök olsun.
Sen ona ev ol ki, o da evin direği olsun.
Sen ona câriye ol ki, o da sana köle olsun.
392
Ona sıkıntı verme ki sevgisini azaltmasın.
Ondan uzak kalma ki, seni unutmasın!”
“Onun gözünü, burnunu ve kulağını koruyasın ki, gözü
senden başkasını görmesin, senden başkasının kokusunu
almasın ve senden hep güzel şeyler işitsin.”
“Evinde otur, ev ve el işleriyle meşgul ol!”
“Yiyecek, içecek husûsunda o ne getirirse, onunla
kanaat et ve şunu bunu alamıyoruz diye aslâ şikâyette
bulunma!”
“Koca hakkını kendi hakkın üzerine tercih et!
Kocanın akrabasının hakkını da önde tut!
İntizâma ve temizliğe dikkat et!
Komşularınla iyi geçin, onlardan gelecek sıkıntılara
katlan!”
“Bilhassâ, komşular arasında laf getirip götürme!
Dedikodudan kaç!”
“Namazlarını vakit girer girmez kıl!279“
11.8. Mü‟min Hanım
279
Anonim, Bir Anne‟nin Evlenecek Kızına Nasihatı, Alındığı İnternet
Elektronik Adresi, https://www.facebook.com/GonulSofram/posts/10151948413106189 ,
En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
393
Mü‟min hanım karşısında mü‟min erkekler üç gruptur:
Çoğu mü‟min erkeklerin, hanımlarının “dırdırlarına”
sabretmeyip cevap vermelerine göre, üç grupta olduklarını
düşünebiliriz. Bunlardan birincisi, hanımın “dırdırlarına”
aynen cevap yetiştiren dinî kültürden yoksun olan erkektir.
Bu tip erkeklerin tek amacı, hanımdan aşağı kalarak
erkekliği suya düşürmemektir. Bunlar, hanıma cevap
vererek dâimâ üstte kalmayı erkekliğin bir nişânesi
sayarlar. Böyle âilelerde dirlik düzenlik hiç olmaz. Son
yıllarda hanımlarını (karılarını) öldürme olaylarının artışı,
Kültürel (Dinî) cehâletin gittikçe artması nedeniyle, bu tür
erkeklerin
sayılarının
atış
göstermesinden
kaynaklanmaktadır.
Çünkü iki tarafın da Allah‟ın (CC) emirlerine uyup
uymamakta bir titizlikleri olmadığı için onlar için rahmet
kesilir. Ortalık şeytanın iki tarafı kızıştırmasına kalır.
Sonunda da ne olacaksa olur.
Burada, verilerden anlaşıldığı kadarıyla, başta hanım
kaybetmiş olduğu gibi, daha az da olsa, erkek de kaybeder.
Çünkü bunun sebebi, erkeğin niyeti sâdece erkekliği
korumak olduğu, Allah‟ın (CC) emirlerine uyup uymamak
gibi bir derdi olmadığından, öldürme durumlarında, ayrıca,
kâtil olmalarındandır.
Öldürme olayı olmamış ise, erkekliği korumak
niyetiyle yapılan zulümden erkeğe bir pay vardır. Böyle bir
394
âilede hanımefendinin yediği haddi hesâbı olmayan
dayaktan bahsetmeye gerek yok…
İkinci tip erkek, hanımın “dırdırlarına” cevap
vermeden, sıkıntılarına sabreden fakat ortalığı da hanıma
bırakmamak için çeşitli siyâsetler güderek Allah‟ın (CC)
“Biz erkeği hâkim kıldık” emrini ayakta tutmak için gayret
sarfeden ve dinî kültürü oldukça iyi olan erkektir. Kültürel
(Dinî) câhilliğin dibe vurduğu bugünkü devirde bu tür
erkeklerin sayısı, eskilere göre, çok azalmıştır.
Burada, verilere göre, erkeğin velî derecesine
çıkmasına karşılık hanımefendi bizzat sınavı kaybeden
durumdadır. Onun son durumu erkeğin kalbindeki rızâya
bağlıdır. Erkek hakkını helâl ederse, ne âlâ…
Ama insanoğlu çiğ süt emmiştir. Bâzen, bilinmez ki,
merhâmeti az ise, erkek çektiklerini unutamaz, hakkını
helâl etmeyebilir. İşte o zaman, “Vay hanımerfendinin
hâline! “ demekten başka elden ne gelir?
Üçüncü tip erkek, müminler arasında çoğunlukta
olanlardır. Bunlar hanımların “dırdırlarına” bâzen cevap
verirler, sıkıntılarına sabrederler, bâzen “lâ havle çekip”
susarlar, bâzen de Allah‟ın (CC) kendilerine vermiş olduğu
üstünlüğe dayanarak sâbır sınırlarını aşarlar, Allah‟ın (CC)
“Biz erkeği hâkim kıldık” emrini ayakta tutmak için gayret
sarfetme niyeti içindeyken, davranış dozajını iyi
ayarlayamamaktan, belki de, günâha girerler.
395
Bunların bir kısmı, huzûrun sağlanması pahâsına,
hanımın göstereceği îtaati bizzat kendileri gösterip hanıma
teslim olmayı ve her yerde hanımın borusunun ötmesini,
belki, kabullenmek zorunda olduklarını düşündükleri anda,
Allah‟ın (CC) “Biz erkeği hâkim kıldık” emrini muhâfaza
etmek zorunda olduklarını hatırlayarak, tekrar ortalığı
hanıma bırakmamaya karar verirler. Bu erkekler, Allah‟ın
(CC) “Biz erkeği hâkim kıldık” emrini çiğneyerek ortalığı
hanıma bırakmanın mesûliyetinin daha ağır olacağını
düşünürler ki, haklıdırlar.
Bu durumda, hanımefendilerin sorumluluk ve
günahları, Allah‟ın (CC) kendilerine yüklediği îtaat emrini
dinlemedikleri ve kendi görev ve davranış sınırlarını
zorlayarak erkeğin günâha girmesine sebep oldukları için,
belki, iki katına çıkmış olur.
Böyle durumumlarda da onların son hâlleri, erkeğin
son durumdaki ruh hâline kalmıştır. Öteki dünyâya
helalaşmadan giderlerse, hanımın işi zorlaşır.
Üçüncü tip erkekden bâzıları da sırf sükûn ve huzur
olsun diye tamâmen hanıma teslim olurlar. Bunların
haysiyetleri kalmaz. Çünkü bir taraftan, erkeğe göre daha
çok duygusal olduklarından, elde ettikleri birinciliği, ister
istemez, yozlaştırarak normal davranmaktan uzaklaşan
hanımların bir oyuncağı, ya da emir eri oldukları ve bir
taraftan da Allah‟ın (CC) “Biz erkeği hâkim kıldık” emrini
muhafaza edemediklerinden O‟nun rahmet ve yardımından
mahrum kaldıkları için bu tip erkekler, muhtemelen
hanımla birlikte kaybedenlerden olabilirler.
396
Bunlar en son anda hellaşsalar bile, Allah‟ın (CC) “Biz
erkeği hâkim kıldık” emrinin yerine getirilmemesinden
doğan sorumluluğun üzerlerinde kalacağından korkulur.
Tecrübelerimle görmüşümdür ki, Allah (CC) bu
durumdaki hanımların pek azına hellaşmayı nasip
etmektedir. Onun için, Müslüman hanımlar kendilerini
garantiye almak istiyorlarsa, görevlerinde titiz olmalı,
kendilerini erkeğin insafına bırakmamalıdırlar!
Görevlerini yaptıkları hâlde, erkeğin çeşitli haksız
davranışlarına sabreden kadınlar, Allah‟ın (CC) “Biz erkeği
hâkim kıldık” emrini ayakta tuttukları için alacakları sevâba
ilâveten erkeğin haksız davranışlarına gösterdikleri
sabırlardan dolayı da ayrıca mukâfâtlandırılacaklardır.
Cennet‟in istedikleri sekiz kapısından girecek olan olan
hanımlar, namaz ve oruçlarını da tutan bu hanımlar olsa
gerektir.
11.9. Emekli Tümgeneral Hayri Aytepe‟nin Kızına
nasîhatı280
Aşağıdaki yazı, ebedî saâdetin önemini, ebedî saâdeti
elde etme yolundaki ihmalkârlığı ve günümüzdeki gafleti
vurgulamakta ve bunun için, topluca bir nasîhatı
280
Anonim, Emekli Tümgeneral Hayri Aytepe‟nin Kızına nasîhatı,
, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://www.guzelislam.com/dinibilgiler/yn/IslamiyetteKadinveAile/IslamiyetteKadinAile/k
adinaile_bir_ihtiyarin_kizina_nasihati YA DA.htm http://alperensaka.tr.gg/G-Oe-N-UeL-BAH%C7ES%26%23304%3B_2007_2008.htm, En Son Erişim Târihi: 17.09.2014.
397
içermektedir. Yazı internette olduğu hâlde buraya almak
istedim. Maksadım, bu kitabı alanların da bu güzel
fikirlerden faydalanmalarını sağlamaktır. Bu yol, kuvvetle
muhtemeldir ki, Hayri Bey‟in ve yazıyı internete koyanın
da daha fazla bir sevâba kavuşmasını sağlayacaktır.
Hayri Aytepe‟nin kızına nasîhatı:
“Sevgili kızım, dünyâdaki bütün insanlar mesut olmak
ister. Fakat mesut olan, pek azdır. Neden bu böyledir?
Çünkü saâdetin neden ibâret olduğu bilinmiyor. Asıl iş,
saâdetin ne olduğunu bilmektedir.”
“Saâdet, yalnız dünyâ saâdetinden ibâret değildir.
Aksine, asıl saâdet Âhiret saâdetini elde etmektir. Âhiret
saâdeti nasıl elde edilir? Âhiret saâdeti için Allâhü
Teâlâ‟nın emirlerine yâni Kur‟ân‟ı Kerîme ve
Peygamber‟imizin sözlerine îtaat etmek lâzımdır.”
“Allâhü Teâlâ‟nın emirleri arasında: Öldükten sonra
tekrar dirilmek, yâni Âhiret‟e inanmak da vardır. Cenâb-ı
Hak Âhiret‟in nihâyetsiz olduğunu, ebedî olduğunu bize
bildiriyor. Dünyâ hayâtı ise, sayılı günlerden ibârettir.”
“O hâlde, saâdet iki başlı demektir. Biri Âhiret
saâdeti, öteki Dünyâ saâdeti… Bu iki saâdetten hangisi
önemlidir?”
“Bunu akıl ve izân sâhibi insanlar kolaylıkla
anlayabilirler. Aklımız ve izânımız Âhiret hayâtının, Dünyâ
398
hayâtı ile mukayese edilemiyecek kadar önemli olduğunu
bize gösterir.“
“Buna rağmen, insanların dünyâ için gösterdikleri
gayret ve çalışmaların onda birini bile Âhiret için
göstermedikleri meydandadır. Bunun âkıbetinin ne kadar
acı ve ne kadar korkunç olduğuna acabâ inanmıyor
muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş ümidi yoktur. Allâhü
Teâlâ‟ya inanmayanların yeri ebedî olarak Cehennem‟de
yanmaktır. Eğer inanıyorsak, Allâhü Teâlâ‟nın emirlerini
yapmamak bir gaflet ve bir dalâlettir. Bu uykudan
uyanamıyanlara yazıklar olsun!”
“Dünyâ saâdeti için söz söyleyenler, kitap yazanlar ve
bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çoktur. Âhiret
saâdetine gelince: Buna dâir Hak‟kın kitabı (Kur‟ân‟ı
Kerîm) ve Peygamber‟imizin sözleri (hadis-i şerif) ve din
âlimlerinin binlerce kitapları vardır.”
“Fakat bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen,
söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmıştır. Çok
önemli olan Âhiret saâdeti âdetâ unutulmuş, sanki böyle
bir şey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise,
felâketin en tehlikelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur.”
“İşte kızım, benim yazılarımın asıl maksadı, seni bu
korkunç felâketten kurtarmaktır. Yâni, seni Cehennem
denen büyük ateşten korumaktır. Sen idrâkin ve anlayışın
nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak
seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre
hareket edenlerden eylesin! Âmîn…”
399
“Nasîhatimi lüzumsuz görme!”
“Sevgili kızım, din âlimlerinin yazdıkları kitaplar var
iken, ayrıca benim nasihat vermemin lüzûmsuz olduğunu
belki düşünebilirsin. Fakat böyle düşünmek doğru değildir.
Çünkü çocuğunun saâdetini isteyen bir baba, yalnız
Dünyâ‟nın kısa saâdetini değil, Âhiret‟in sonsuz saâdetini
de, çocuğuna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi
veren Cenâb-ı Hak‟tır.”
“Zamanımızda din bilgilerini veren kitaplarımız
kifâyetsizdir. Günümüzün menfi şartları içinde çocuğun
doğru ve yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmıştır.
Bunun için, hiç değilse, Müslüman dininin temel
kâidelerini ve özünü burada söylemek, çok önemli bir
vazîfe hâline gelmiş bulunuyor. Temel kâideler şunlardır:
Önce îmanın şartlarını bilmek lâzımdır. Îmanın, inanmanın
şartları: 1-Allâhü Teâlâ‟ya inanmak, 2-Meleklere
inanmak, 3-Kitaplara inanmak, 4-Peygamberlere inanmak,
5-Âhiret‟e (öldükten sonra tekrar dirilmeye) inanmak, 6Kaderin yâni, hayr ve şerrin Allâhü Teâlâ‟dan geldiğine
inanmak. Bundan sonra da, İslâm‟ın şartları gelir.
Müslümanlığın şartları: 1-Kelime-i şahâdet, 2-Namaz, 3Oruç, 4-Zekât, 5- Hac.”
“Kızım, günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek
ve Dünyâ‟daki hayâtımız sona erecektir. Bu dehşetli bir
hakîkattir. Bu hakîkat karşısında, hayat nedir? Ölüm
nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır.
400
“O hâlde, hayâtın ne olduğunu, Dünyâ‟ya niçin
geldiğimizi, ölümün ötesinin ne olduğunu bilmek ve
öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin
geldiğimizi, hayâtın sâhibinden daha iyi bilen olur mu?”
“Her şeyin olduğu gibi, hayâtımızın sâhibi de, Allâhü
Teâlâ‟dır. Allâhü Teâlâ, Kur‟ân‟ı Kerîm‟inde, “Ben
insanları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet
etmeleri için yarattım!” buyuruyor.
“Bu büyük hakîkati, yaşadığımız
insanların kaçta kaçı biliyor ve ona göre
İnsanların
büyük
çoğunluğunun,
bilimediklerini, bilenlerin de, bu
yumduklarını veyâ önem vermediklerini
felâket de, bu noktadan başlıyor.”
“Kızım,
anlatayım:”
şimdi
müslümanlık
bu zamandaki
hareket ediyor?
bu
hakîkati
hakîkate göz
görüyoruz. İşte
nedir,
kısaca
“Sevgili kızım, Allâhü Teâlâ, kendi emirlerine
inanmayanları
ebediyyen,
inanıp
da
emirlerini
yapmaıyanları, irâde ettiği kadar Cehennem ateşinde
yakacağını Kitâb-ı Kadîm‟inde, bizlere bildiriyor.”
“Allâhü Teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez.
Emirlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allâhü
Teâlâ‟nın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan
koruyamayanlara yazıktır! Dünyâ‟daki kısa hayâtımız için
sonsuz Âhiret hayâtımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı
başında bir insanın işi midir?”
401
“Bu hakîkati bilimemek veyâ bildiği hâlde, ona göre
davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için,
tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük
fâcia, en büyük felâkettir!”
“Kızım, şimdi Müslümanlık nedir, kısaca anlatayım:
Müslümanlık, maddî ve mânevî temizliktir, vücûd
temizliğini ve kalb temizliğini emreder.”
“Müslümanlık, Dünyâ ve Âhiret saâdetini sağlayan tek
yoldur. Hakîkî Müslüman Dünyâ‟da dâimâ huzur
içindedir. Çünkü, bu Müslüman, şuna inanmıştır:
Kendisine gelen hayır ve şer Allâhü Teâlâ‟dandır. Allâhü
Teâlâ‟nın takdîridir. Allâhü Teâlâ‟dan gelen her şeyin,
kendisi için iyi olduğunu, fenâ zannettiği şeyin sonunun iyi
olacağını düşünür ve böylelikle iç rahatlığını bozmaz.
Felâketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan,
Allâhü Teâlâ‟nın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan,
Âhiret saâdetine de ulaşmış olur.”
“Allâhü Teâlâ, Kur‟ân‟ı Kerîm‟inde, “Allâhü
Teâlânın indinde din, islâm dînidir.” buyurmuştur. Bugün
islâmlığın dışındaki dinler, Allâhü Teâlâ‟nın indinde din
değildir. Hıristiyanlar‟ın ellerindeki İncil, Mûsevîler‟in
ellerindeki Tevrat, Peygamber‟imizden evvelki zamanların
kitaplarıdır. Kur‟ân‟ı Kerîm, bütün bunların hükmlerini
kaldırmıştır.”
402
“Müslümanlık, iyi ahlâk demektir. Allâhü Teâlâ,
Peygamber‟imize, “Ben seni iyi ahlâkı tamamlamak için
yarattım!” buyurmuştur. Peygamber‟imizin her sözünde
(hadîs-i şeriflerinde) büyük dersler, güzel ahlâk özellikleri
vardır.”
“Kızım, Allah‟ın varlığı üzerinde de birkaç söz
söylemek istiyorum. Allâhü Teâlâ‟nın kendisini
görmüyoruz. Fakat, Allâhü Teâlâ‟nın eserlerini,
yarattıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, Ay,
yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar,
ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış,..... ne görebiliyorsak,
bütün bunların yaratıcısı hiç şüphesiz, Allâhü Teâlâ‟dır.”
“Çünkü Allâhü Teâlâ‟dan başka, bir varlık, meselâ
insanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam
eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı
yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yoktan bir mikrop
yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına muâdil bir ışık
îcât edebilir mi? Bir Galîle, Dünyâ‟nın dönüşündeki
intizâmı değiştirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz
altında dolaştıran, radyoyu bulan bir insanın beynini
yaratan kimdir?”
“Bütün bu azâmetli varlığı yaratanı inkâr etmek için,
insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veyâ kör bir
inadın kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabîat (natür)
diyenler var. Göklerdeki muazzam âlemleri, Dünyâ‟da
gördüğümüz her eseri, Dünyâ‟nın dönüşünü, gece ve
gündüz hâdiselerini, mevsimleri ve herşeyi tabîat kuvveti,
403
tabîat kanûnudur diyerek Allâhü Teâlâ‟yı inkâr edenler
var!”
“Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sâhibi
yok mudur? İnsanların meydana getirdikleri en ufak bir
eser, insan şuûr ve zekâsının bir mahsûlü olduğunu kabûl
ediyoruz. Bu, akılları durduran muazzam eserler, kendi
kendine meydana gelmiş olabilir mi?”
“Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi, şuûrsuz ve
donuk tabîat mı meydana getirmiştir? İnkârcıların bu
sözlerini normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî,
kabûl etmesi mümkün değildir.”
“İşte, herşeyin yaratıcı ve sâhibi olan Allah‟a
inanmak ve ona ibâdet etmek mecbûriyetindeyiz. Allâhü
Teâlâ‟dan korkmak ve Allâhü Teâlâ‟yı sevmek, ibâdetlerin
en makbûlüdür. Allâhü Teâlâ‟dan korkmak ve Allâhü
Teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber, aynı
zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla
bunları elde edemiyor.”
“Allâhü Teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku
ve haşyet verir. Bunu herkese nasip etmiyor. Nasip ettiği
kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkînler,
çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.”
“Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir.”
“Allâhü Teâlâ‟dan korkmak ve Allâhü Teâlâ‟yı
sevmek için pekçok sebep vardır:”
404
“Dünyâ‟da insanın başına gelen felâketleri
düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir
parçasından mahrum olmak, aç kalmak, susuz kalmak,
fakir olmak, akıldan mahrum olmak, çoluk ve çocuğun
başına felâketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi
mahlûklar vâsıtasıyla veyâ doğrudan doğruya Allâhü
Teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felâketler,
elemler… Allâhü Teâlâ‟dan gelmektedir.”
“Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhiretteki ise,
ebedîdir. Oradaki azâp, bitmeyen bir azâptır. Yâhut îmanla
Âhiret‟e intikâl etmiş günahkâr bir Müslüman ise, Allâhü
Teâlâ‟nın irâde ettiği kadar, azâp görecektir. Âhiret azâbı,
kabre girildiği ândan îtibâren başlıyacaktır.”
“Bütün bunlar Allâhü Teâlâ‟dan korkmak için, yeter
derecede sebepler değil midir? Allâhü Teâlâ‟yı sevmek için
de, sebepler pek çoktur: Evvelâ, Müslüman olarak
Dünyâ‟ya gelmek... Yâni, bir Müslüman ananın ve bir
Müslüman babanın evlâdı olarak Dünyâ‟ya gelmek, bütün
ömrümüzce, Allâhü Teâlâ‟yı sevmek, Allâhü Teâlâ‟ya
şükür ve hamdetmek için, tek başına en büyük sebeptir.”
“Meselâ, Hıristiyan ana-babadan Dünyâ‟ya gelmiş
olsaydık, artık Müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok
zor olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve Âhiret‟e
îmansız olarak gidebilirdik.”
“Zamanımızda Müslüman olarak doğmak da, kâfî
değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar
405
Müslümanlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir âilenin
çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Ahmed veyâ Hatîce
olup da, Müslümanlık îcâplarını yapmayan, hattâ
Müslümanlığı hor gören, nice sözde Müslümanlar var.”
“Akıl ve iz‟ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü
anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak
da, Allâhü Teâlâ‟nın en büyük nîmetlerindendir. Bundan
başka, insan haklarını tanıyan bir hükûmetin ferdi olarak
yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak, vesâire, gibi
binlerce nîmet hep Allâhü Teâlâ‟nın lütuf ve ihsânıdır.
“Bu saydığımız nîmetlerden mahrum olan milyonlarca
insanın,
milyonlarca
Müslüman‟ın
bulunduğunu
düşünürsek, Allâhü Teâlâ‟yı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım
geldiği kolayca anlaşılır.”
“Sevgili kızım, din şüphe götürmez!”
“Sevgili kızım, Allah‟a inandıktan sonra, O‟nun
kitabına,
Kur‟ân‟ı
Kerîm‟e
inanmak,
îmanın
şartlarındandır. Bir âyetinden bile şüphe etmek, câiz
değildir. Birine inanmamak, tamâmına inanmamak
demektir. Şüphe edenler, Allâhü Teâlâ‟yı seven, doğru din
adamlarının (islâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak,
şüphesini gidermelidirler!”
“Allâhü Teâlâ, çok merhâmetli olduğu için, emirlerini
ve yasaklarını dünyâda işitmeyen insan kalmasın diye,
yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitap da
göndermiştir. Müslümanlar‟ın kitabı Kur‟ân‟ı Kerîm‟dir.
406
Kur‟ân‟ı Kerîm, Peygamberimiz‟den evvel Dünyâ‟ya gelen
milletlere, Allâhü Teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki
emirleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün
insanlara hitâbeden bir kitaptır. Yâni, Kur‟ân‟ı Kerîm
bugünkü Dünyâ‟da mevcut, Hıristiyan, Yahûdi, Mecûsî,
vesâire gibi, çeşitli dinlere sapmış insanlara da, doğru
yolu gösteren bir kitaptır.”
“Kur‟ân‟ı Kerîm‟e inanmayan Müslüman sayılmaz.
Müslüman olmayan da Allâhü Teâlâ‟nın ateşinden
kurtulamayacaktır!”
“Kur‟ân‟ı Kerîm, Allâhü Teâlâ‟nın kelâmıdır. Yâni,
Kur‟ân‟ı Kerîm‟deki her söz ve her kelime Allâhü Teâlâ
tarafından,
Peygamberimiz‟e
bildirilimiştir.
Peygamberimiz‟e bu sözler, vahiy yoluyla yânî, meleklerin
büyüklerinden Cebrâîl vâsıtası ile bildirilimiştir.”
“Cebrâîl
insan
şekline
girerek
bunları
Peygamberimiz‟e
okumuş
ve
ezberletmiştir.
Peygamberimiz‟e Kur‟ân‟ı Kerîm parça parça (kısm kısm)
gelmiştir. Peygamberimiz, Allâhü Teâlâ‟nın emirlerini alır
almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına
ezberletirdi. Vahiy kâtiblerine de yazdırırlardı.”
“Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur‟ân‟ı
Kerîm meydana gelmiştir. Dünyâ‟nın her tarafındaki bütün
Kur‟ân‟ı Kerîm‟ler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ
bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki, Hıristiyan‟lar‟ın
ellerindeki inciller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine
benzemiyorlar.”
407
“Allâhü Teâlâ‟nın emirleri münâkaşa edilemez!.
Herkesin kendi anlayışına göre mâna vermesi veyâ işine
geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur‟ân‟ı Kerîm‟i en
iyi anlayan yalnız Peygamberimiz‟dir. Peygamberimiz
Kur‟ân‟ı Kerîm‟in, bizim anlamadığımız taraflarını hadîs-i
şerifleri ile açıklamıştır. Ayrıca, büyük din âlimleri,
Kur‟ân‟ı Kerîm‟i tefsîr etmişlerdir. Kur‟ân‟ı Kerîm‟de pek
çok âyetlerin çok geniş mânaları vardır. Onun için
Kur‟ân‟ı Kerîm‟i kelime kelime tercüme etmekle tam
mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli
büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile
mânasını öğrenmek mümkündir.”
“Peygamberler ahlâklı ve kusursuzdurlar!”
“Allâhü Teâlâ, emirlerini ve yasaklarını insanlara
Peygamberler vâsıtası ile bildirmiştir. Peygamberler de
insandır fakat, Allâhü Teâlâ‟nın bilgili, ahlâklı ve kusursuz
yarattığı büyük insanlardır.”
“Peygamberler mânen Allâhü Teâlâ‟ya yakîn insanlar
oldukları için, onların fikirlerine ve kalblerine
bizimkilerden farklı ve daha geniş bilgiler ve ilhâmlar
verilmiştir. Müslüman âlimlerinin bildirdiklerine göre,
Dünyâ‟nın yaratılışından bizim Peygamberimiz‟e kadar
yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber gelip geçmiştir.”
“Bizim Peygamberimiz en son ve en büyük
peygamberdir. Bizim Peygamberimiz‟den sonra artık
Dünyâ‟ya Peygamber gelmeyecektir. Peygamberimiz,
408
Allâhü Teâlâ‟nın en çok sevdiği kuludur. Allâhü Teâlâ,
Peygamberimiz‟e “ Sen olmasaydın, bu âlemi [Dünyâ‟yı
ve semâları] yaratmazdım!” buyurmuştur.”
“Peygamber‟imiz, Mekke-i Mükerreme‟de Dünyâ‟ya
gelmiştir; bir yerde okumamıştır; tahsilleri yoktur;
ümmîdir. Fakat, Dünyâdaki bütün insanların en akıllısı, en
bilgilisi, en hayırlısıdır. Çünkü, Allâhü Teâlâ, onu
asırlarca artık peygambersiz kalacak olan dünyânın son
ışığı olarak yaratmıştır.”
“Bu ışık, kıyâmete kadar nûrunu devam ettirecektir.
Peygamberimiz‟e ve bütün Peygamberler‟e inanmak,
îmanın şartlarındandır. Peygamberimiz‟e inanmayan
Müslüman sayılmaz! Müslüman olmıyan da, ateşte ebedî
yanacaktır. Bunu Kur‟ân‟ı Kerîm‟de, Allâhü Teâlâ, bizlere
bildiriyor.”
“Kur‟ân‟ı Kerîm için Peygamberimiz‟in sözleridir
diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şüphesiz
îmansızdırlar, kâfirdirler!”
“Kur‟ân‟ı Kerîm, Peygamberimiz‟e âyet âyet gelmeye
başladığı zaman, o zamanın en meşhûr arap şâirleri ve
edîpleri bir âyetinin benzerini söylemekten âciz
kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur‟ân‟ı
Kerîm‟e bir mûcize denmektedir. Kur‟ân‟ı Kerîm, Allâhü
Teâlâ‟nın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur‟ân‟ı
Kerîm, Dünyâ ve Âhiret‟te insanları saâdete götürecek
yolları açıklamıştır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!”
409
“İnanan herhükârda kârdadır!”
“Sevgili kızım, Âhiret‟e inanmak, îmanın şartlarından
birisidir. Öldükten sonra, tekrar dirileceğimize inanmıyan
îmansız olur, kâfir olur. Âhiret‟e böyle giderse, ebedî
olarak Cehennem azâbına mahkûm olur.”
“Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir
görünüşleri var. Bunlar, hayâtı yalnız Dünyâ‟da rahat
etmek ve iyi yaşamaktan ibâret sanıyorlar. Gâye, sanki
Dünyâ‟da eğlenmek, gezmek, rahat etmek, zengin olmaktan
ibârettir. Bu insanlar, öldükten sonra, tekrar
dirileceklerine ve hesâba çekileceklerine inanmıyor
görünüyorlar. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde
yaşayamaz! Bu kadar kayıtsızlığın mânası, bu olsa
gerektir.”
“Öldükten ve toprak ve toz hâline geldikten sonra,
tekrar dirilmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin sayısı
az değildir. Bunu söyleyenler şüphesiz îmansız, dinsiz,
zavallı insanlardırlar!”
“Tekrar dirilmek mümkün değildir diyenlere verilecek
mantıkî cevaplar vardır. Allâhü Teâlâ‟nın azâmeti, bir
insanı hiç yoktan “bir damla sudan” yaratmaya muktedir
de, ikinci defâ yaratmaya muktedir değil midir?”
“Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve Dünyâ‟daki
muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrar
diriltmekten nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını
döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, bahar
410
gelince tekrar canlanmıyor mu? Mevlânâ, “Toprağa ekilen
hangi tohum toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamıştır?”
diyerek,
toprağa
gömülen
insanların
tekrar
canlanacaklarına işâret etmiştir.”
Bu konuda şu mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir!
Ahmed, Âhiret‟e inanmıştır. Ahmet‟in arkadaşı Kaya,
tekrar dirileceğine inanmıyor. Ahmet, Kaya‟yı iknâ için,
çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmet,
Kaya‟ya şunları söyliyor:
“Ben Âhiret‟e inanarak Allâhü Teâlâ‟nın bütün
emirlerini yapıyorum. Allâhü Teâlâ‟nın emirlerini yapmak
için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet
çekiyorum. Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum. Sen bunları
yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük.
Daha mezara girer girmez, Âhiret var mı, yok mu, belli
olacaktır. Eğer Âhiret varsa, ben kazandım. Orada
îtibârım ve rahatım yerinde demektir. Eğer Âhiret yoksa,
ben hiç bir şey gaybetmem, Dünyâ‟daki yorgunluğumla
kalırım. Sana gelince: Eğer Âhiret yoksa, ne kârdasın, ne
ziyandasın… Amâ, Âhiret varsa, mahvoldun demektir.
Artık Allâhü Teâlâ‟nın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı
bırakmıyacaktır! Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin
yolu doğru yoldur? Bunu senin anlayışına bırakıyorum!”.
“Kader, Allâhü Teâlâ‟nın bir sırrıdır!”
“Sevgili kızım, îmanın şartlarından biri de kadere ve
hayır ve şerrin Allâhü Teâlâ‟dan geldiğine inanmaktır.
Kaderin mânasını Türkçe‟de (alın yazısı) diye ifâde
411
ediyoruz. Allâhü Teâlâ, her kulunun başından geçecek
herşeyi evvelden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde
değildir. Dilerse gene Allâhü Teâlâ değiştirir. Kader,
Allâhü Teâlâ‟nın bir sırrıdır.”
“Hayr ve şer Allâhü Teâlâ‟dan gelir. Çünkü, küllî
irâde Allâhü Teâlâ‟dadır. Allâhü Teâlâ, kullarına da cüz‟î
irâde vermiştir. İşte, bu cüz‟î irâdeyi Allâhü Teâlâ‟nın
emrettiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ
yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennet‟e
veyâ Cehennem‟e götüren, işte bu cüz‟î irâdedir.”
“Bir Müslüman‟ın içki içmesi, cüz‟î irâdesini Allâhü
Teâlâ‟nın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir
Müslüman‟ın içki içmemesi cüz‟î irâdenin Allâhü
Teâlâ‟nın emrine göre kullanılması demektir. Bunun gibi
bir insanın cüz‟î irâdesini iyi veyâ kötü istikâmette
kullanması kendi elindedir.”
“Kulun, cüz‟î irâdesini kötü istikâmette kullanması ile,
Allâhü Teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hazırlayan
gene kuldur. Allâhü Teâlâ, zâlim değildir. Bil‟akis Allâhü
Teâlâ‟nın merhâmeti, bir annenin evlâdına olan
merhâmetinden çok üstündür.”
“Bununla berâber, sebebini bilemediğimiz şerrin
hikmetini ancak Allâhü Teâlâ bilir. Allâhü Teâlâ‟nın her
irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini
anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz.”
412
“Îman edilecek yânî inanılacak şeylerden sonra
yapmamız gereken ibâdetler gelir. İbâdetlerin başında da
namaz gelir. Namazın maddî ve mânevî pek çok faydası
vardır. Maddî faydaları şunlardır: Hergün beş defâ abdest
alan Müslüman, temiz bir insan demektir. Hergün, kırk
defâ (kırk rekât) Allâhü Teâlâ‟nın emri ile eğilerek secdeye
kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu
hareket ettiren bir idmancı demektir. Temiz ve hareketli bir
insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir.
Dikkat edilirse, ömrü boyunca namaz kılanların büyük bir
ekseriyeti sağlam insanlardır.”
Namazın mânevi faydasına gelince: Hergün beş defâ
namaz kılmak, yâni beş defâ Allâhü Teâlâ‟nın huzûruna
çıkmak, Allâhü Teâlâ‟yı sık sık hâtırlamak demektir.
Allâhü Teâlâ‟ya inanan, ondan korkan insan, onun
emirlerinin dışına çıkmış ise, namaz saatlerinde hatâsını
anlar. O hatâyı tekrar etmekten kaçınır, kendini islâh
etmek yolunu arar ve bulur.”
“Sevgili kızım, namaz insanı kötülüklerden korur.
Kişiyi, iyi insan hâline getirir. İnsanın kendini islâh etmesi,
düzeltmesi belki ilk zamanlarda kolay olmaz. Fakat
namaza devam ettikçe, Allâhü Teâlâ‟nın emirlerini yapar
ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle, kâmil bir insan, sâlih
bir Müslüman olmak yoluna girer.”
“Namaz, insanları doğru yola götürmek için en güzel
bir vâsıtadır. Namaz, her Müslüman‟ı kusursuz bir insan
hâline getirir. Böyle insanların meydana getirdiği topluluk
da, ne mutlu bir topluluk olur!”
413
“Namaz Müslümanlığın temel taşıdır. Temelsiz bir
binâ sağlam olmadığı gibi, namazsız Müslümanlık da
günün birinde yıkılmaya mahkûmdur.”
“Namaz, Allâhü Teâlâ‟yı sık sık hâtırlamaya sebeptir,
demiştik. Namazı terk etmek, Allâhü Teâlâ‟yı unutmaya
sebep olur. Allâhü Teâlâ, kendisini unutanları affetmiyor.
Kendisini unutanlara Bakara Sûresi‟nin yedinci âyetinde,
meâlen “onların kalblerini mühürledik!” buyurdu. Bu hâle
gelmekten Allâhü Teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn.”
“Namaz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassâ,
öğle ve ikindi namazlarında abdest almak ve namaz kılmak
zordur” diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünkü
bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle
zamanında en az bir saat, yemek zamanı ayrılmıştır. Bu
zamanda abdest almak ve namaz kılmak için, onbeş dakika
kâfîdir. İkindi zamanında ise, öğle abdestiyle, beş veyâ on
dakika içinde namazını kılmak mümkündir.”
“Namaz, Dünyâ ve Âhiret saâdetlerinin kapısını açan
bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin
elindedir. Nihâyet, Allâhü Teâlâ‟ya inanan ve tenbel
olmayan bir Müslüman, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir
irâde ve azîm işidir. Namazını kılan kimse, Allâhü
Teâlâ‟ya samîmiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de
göstermiş olmaktadır.”
“Gösteriş için namaz kılmak riyâkârlıktır. Böyle
namaz kabûl edilmez. Zamanımızda gösteriş için namaz
414
kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, namaz
kıldığını saklayanlar çoktur. Çünkü zamanımızda, namaz
kılanları, gerici, yobaz, eski kafalı gibi, tahkîr edici ve
küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi
hâller almış yürümüştür.”
“Sevgili kızım, kanaat sâhibi olmak Müslüman için
önemlidir. Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her
hâlinden Allâhü Teâlâ‟ya şükür ve hamdetmek, kanaat
sâhibi olmak demektir. Kendinden daha iyi mevkide,
kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli,
kendinden daha güzel bir insanı kıskanmayarak kendi
hâlinden memnun ve râzı olan insanın evvelâ kalbi
rahattır.”
“Sonra da, en mühimi Allâhü Teâlâ‟nın sevgili kulu
olmaktır. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allâhü Teâlâ‟nın
kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır. Bunun için,
Allâhü Teâlâ da, ondan râzıdır.”
“Kanaat, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanaatkâr
olmayan bir zengin, kanaatkâr olan bir fakirden daha fenâ
durumdadır. Çünkü o zenginin kalbi rahat değildir.
Kanaatkâr olan fakir ise, kalbi rahat olduğu için, sanki bir
hazîne içinde yaşamaktadır.”
“Rızâ demek, Allâhü Teâlâ‟dan gelen her şeye râzı
olmak demektir. Allâhü Teâlâ‟dan bir felâket gelse, ona da
rızâ gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın
yapabileceği bir iş değildir. Fakat bunu yapabilen, büyük
bir insandır.”
415
“Böyle insanlarda peygamberlere mahsûs sabır ve
tehammül var demektir. Allâhü Teâlâ‟nın büyüklüğüne
inandığı derecede insan, bu tehammülü ve bu rızâyı
gösterebilir. Bu gıbta edilecek bir meziyyettir.”
“Allâhü Teâlâ senede bir ay (Ramazan-ı şerîf ayında)
gündüzleri oruç tutmayı emretmiştir. Bu sabır ve
tahammülü kuvvetlendirir. Allâhü Teâlâ, bu emri sebepsiz
vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevî
faydalar sağlar.
“Bütün bir sene, çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan
insan mîdesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek
sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek şartıyla). Bu
maddî faydasıdır. Mânevî faydası de şudur: Oruç tutan bir
insan, aç kalmış bir insanın çektiği ıztırâbı, bizzat his
ederek fakir insanlara yardım etmek ihtiyacını duyar.”
“Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine
sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu
arasında ise çekişmeler olmaz.”
“Bundan başka, Allâhü Teâlâ‟nın emrini yerine
getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir Müslüman,
Allâhü Teâlâ‟nın emirlerini yapmak îtiyâdını da kazanır.
Böylelikle, Allâhü Teâlâ‟nın başka emirlerini yapmaya da
istidât peydâ eder.”
“Sevgili kızım, sakın haset sâhibi olma, kıskançlık
gösterme! Çünkü bu insanı yer bitirir. Başkasının,
416
kendinden üstün olan herşeyini kıskanan, yânî ondaki
üstünlüğün yalnız kendinde olmasını isteyen, insana
kıskanc denir.”
“Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir.
Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle
insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de,
kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve
onu kıskanır.”
“Kıskanç insan, Allâhü Teâlâ‟nın kendisine verdiği
şeylere râzı olmayan insan demektir. Allâhü Teâlâ‟nın
verdiğine râzı olmayan insandan Allâhü Teâlâ da râzı
olmaz. Allâhü Teâlâ‟nın bir insandan râzı olmaması ise,
felâketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, Dünyâ‟da da,
Âhiret‟te de hüsran içindedir. Yâni zarardadır.”
“Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu
olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından
sıyrılmalıdırlar!. Bu pek mümkündür. İnsanlar, kendilerini
istedikleri kadar islâh edebilirler. Kıskançlıktan
kurtulanlar rahat ve huzûra kavuşurlar.”
“Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin
zenginliği ve fakirliği işidir. Nice fakirler vardır ki, bir
lokma ekmeği kazandığı zaman, Allâhü Teâlâ‟ya şükreder
ve zenginlerin hâlini düşünmez bile!”
“Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi
giyinmesini, iyi yaşamasını hazmedemez. Yânî onun
boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını
417
kıskanır. Daha kötüsü, onun başına gelen fenâlıklara
sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir.”
“Böyle insandan Allâhü Teâlâ‟nın yardımı kesilebilir.
Daha da mahrum olurlar. İyi kalbli ve herkesin iyiliğini
isteyen insan, Allâhü Teâlâ‟nın himâyesinde demektir.”
“Büyük Peygamberimiz‟in çok güzel bir hadîs-i şerîfi
var: “Bir Müslüman, kendisine istediği bir iyiliği, başka
bir Müslüman için istemezse ve bir Müslüman, kendisine
gelecek bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka
bir Müslüman için isterse, onun îmanı tam değildir”
buyurmuştur. Yâni, Peygamber‟imiz yalnız kendisini
düşünenleri
beğenmiyor!
Başka
Müslümanlar‟ı
düşünenleri beğeniyor ve öyle yapmalarını istiyor.
Düşünün bir kere; bütün Dünyâ, Peygamberimiz‟in bu
emirlerini yapmış olsa, Dünyâ‟da kavga, gürültü kalır
mı?”
“Allâhü Teâlâ iyilik edenleri çok sever!”
“Bir insanın başka bir insana, iyilik etmesi Allâhü
Teâlâ‟nın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşitli olur. Para
ile olur, vücût yardımı ile, fikir yardımı ile ve muhtelif
yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse,
Allâhü Teâlâ‟nın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile
sevâbı vardır.”
“Allâhü Teâlâ, “Benim kullarıma yardım edene, ben
fazlasıyle yardım ederim.” buyuruyor. Elinden yardım
geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allâhü Teâlâ‟nın
418
indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini
kırmak ise, Allâhü Teâlâ‟nın gazâbını üzerine çekmek
demektir. Bundan çok kaçınmalıdır! İnsan kalbi, Allâhü
Teâlâ‟nın sevgisinin tecellî ettiği bir yerdir. Oraya
dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalbde, Allâhü
Teâlâ‟nın korkusu ve Allâhü Teâlâ‟nın sevgisi varsa, onu
incitmekten son derece kaçınmalıdır!”
“Allâhü Teâlâ‟nın kullarına iyilik etmeye, güler yüz,
tatlı dil ve güzel huy ile onlara kolaylık göstermeye
çalışmalıdır. Bu, Allâhü Teâlâ‟nın rızâsını kazanmanıza ve
Âhiret‟te yüksek derecelere kavuşmaya sebep our. Hadîs-i
şerîfterde,”İnsanlar Allâhü Teâlâ‟nın ıyâlidir, kullarıdır.
Kullarına iyilik edenleri çok sever” buyuruldu.”
“Müslümanlar‟ın ihtiyaçlarını karşılamanın ve onları
sevindirmenin ve güzel huylu ve yumuşak ve sabırlı
olmanın fazîletini ve sevaplarını bildiren hadîs-i şerîfler
çoktur. Bunlardan birkaçını yazıyorum: “Müslüman,
Müslüman‟ın kardeşidir, ona zulmetmez; onu sıkıntıda
bırakmaz. Kardeşine yardım edene, Allâhü Teâlâ yardım
eder. Kardeşinin sıkıntısını giderenin, Allâhü Teâlâ
kıyâmet günü sıkıntısını giderir. Bir Müslümanı
sevindireni, Allâhü Teâlâ kıyâmet günü sevindirir”, “Din
kardeşine
yardım
edenin
yardımcısı,
Allâhü
Teâlâ‟dır”,”Allâhü Teâlâ, bâzı kullarını insanların
ihtiyaçlarını karşılamak için yaratmıştır. Dertli olanlar,
bunlara sığınırlar. Bunlar kıyâmet gününün azâbından
emîndirler.”, “Allâhü Teâlâ, bâzı kullarına çok nîmetler
vermiş, bunları dertli kullarına derman için sebep
yapmıştır. Bu nîmetleri muhtaç olanlara vermezlerse,
419
ellerinden alıp, başkalarına verir.”, “Bir din kardeşinin
ihtiyâcını karşılayan kimseye Allâhü Teâlâ, yetmişbeş bin
melek gönderir. Sabahtan akşama kadar onun için duâ
ederler. Akşam ise, sabaha kadar duâ ederler. Her adımı
için bir günâhı affolur ve bir derece yükseltilir.”, “Bir
mümin kardeşinin ihtiyâcını karşılamak için giden kimseye,
her adımı için yetmiş sevap verilir ve yetmiş günâhı
affolunur. Onu sıkıntıdan kurtarınca, anadan doğmuş gibi
günahlarından kurtarılır. Bu yardımı yaparken ölürse,
hesapsız olarak Cennet‟e girer.”, “Amellerin, ibâdetlerin
eftali, en kıymetlisi, bir mümini sevindirmek veyâ elbise
vermek veyâ aç ise doyurmak veyâ herhangi bir ihtiyacını
karşılamaktır.”
“Anne hakkı, bir insan için en önemli haktır!”
“Sevgili kızım! Dünyâ‟da bir insan için, anne
hakkından daha önemli bir hak yoktur. Düşünmeli ki anne,
çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor; onu kendi kanıyla
besliyor. Büyük bir ızdırap, büyük bir heyecanla onu
Dünyâ‟ya getiriyor. Bebek iken, onun için aylarca uykusuz
kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her yaştaki
yaramazlıklarını çekiyor.”
“Bu zahmetler para ile, menfaat ile olur işler değildir.
Bu zahmetlere anne, ancak Allâhü Teâlâ‟nın verdiği şefkat
duygusuyla tahammül edebiliyor. Bu büyük zahmet
karşısında, çocuğun annesine neler borçlu olduğu
meydandadır. Çok zaman çocuk, annesinin hakkını
ödeyecek zamanı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr
420
olan bir çocuk, artık bir âsî, bir eşkiyâdan farksız bir insan
demektir.”
“Bu
çocuğun
büyüdükten
sonra,
annesini
dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı
çileden çıkardığı gibi, Allâhü Teâlâ‟nın gazâbını, cezâsını
kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuk,
gençliğin verdiği hoyratlık ve kadr bilimemezlik yüzünden,
annelerinin haklarını çiğniyorlar, onları üzüyorlar. Böyle
anneler bâzan zor durumda kalarak, çocuğu için Allâhü
Teâlâ‟dan bedduâ ederse, bu duâ kabûl olunabilir.”
“O zaman çocuk, Dünyâ‟da iken bile, cezâsını çeker.
Âhiret‟teki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek derecede
acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin
hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar;
onun gönlünü kazanmaya dikkat eder.”
“Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen af
dilemeli, bir daha onu gücendirmemeli! İkinci veyâ üçüncü
defâ annesinin kalbini kırmış ise, tekrar af dilemeli, artık
bir daha gönlünü kırmamaya dikkat etmelidir. Anne hakkı
üzerinde olarak Âhiret‟e gidenlerin âkıbeti çok acıdır!”
“Anneye hürmet ve hizmet, babadan önce gelir. Biri,
Efendimiz‟e suâl etti ki:”Yâ Resûlallah! İnsanlar içinde
iyilik etmeme en lâyık olan kimdir?” “Annendir!.”
“Sonra?” “Annendir!.” “Daha sonra?”“Babandır!.”
buyurdu. Peygamber Efendimiz, “İnsanlar içinde en büyük
hak sâhibi, erkeğin üzerine annesi, kadının üzerine de
kocasıdır!.” buyurdu.”
421
“Anne, kâfir bile olsa ona iyilik etmelidir! Bir kimse
“Yâ Resûlallah, annem müşriktir. Ona iyilik etmem câiz
midir?” diye sorunca, “Evet annene iyilik ve ihsanda
bulun!” buyurdu.”
“Cihada gitmek için gelen başka birisine de,
“Annenin yanından ayrılma! Cennet onun ayağı
altındadır.” demiştir.”
“En zor imtihan iffeti koruma imtihanıdır!”
“Sevgili kızım! Bir genç kız için iffet, namuskârlık çok
önemlidir. Allâhü Teâlâ, insan neslini devam ettirmek için,
erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzip kılmıştır. Aynı
zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları
Dünyâ‟da çetin bir imtihana tâbi tutmuştur.
“Dünyâdaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihan iffet
imtihanıdır. Bu imtihanda kazanan bir insan, Dünyâ ve
Âhiret‟in kahramânıdır. İnsanların kemâli (yâni kusursuz
olması) veyâ insanın düşüklüğü, daha ziyâde iffet işinde
belli olur. Allâhü Teâlâ, Kur‟ân‟ı Kerîm‟in birçok yerinde,
iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar vaat etmiş ve
müjdeler vermiştir. İffetini muhâfaza etmeyenlere de,
Cehennem azâbını göstermiştir.”
“İnsan günahlarının belki de yüzde doksanı, iffet
mevzû‟u içindedir. İffetsiz insan, Allâhü Teâlâ‟nın indinde
günahkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde de, günahkâr
ve şerefsizdir. Erkeklik ve dişilik duyguları insanlarda da,
422
hayvanlarda da vardır. Hayvânlarda utanma hissi
olmadığı için onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar
ise, (hayâ) şeref ve haysiyyet duygularına sâhip oldukları
için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı çeşitli ve meşrû
yolları ararlar.”
“Bir insanın ve bir âilenin şeref ve îtibârı, bu duygu
karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir
kadın, eğer iffetsiz ise, toplumda değeri yoktur. Îtibârı
kırıktır. Cemiyet nazârında, o bir kötü kadındır. Fakir ve
afîf bir kadın ise, her yerde, her zaman îtibarlıdır. Hurmete
lâyıktır.”
konuşulacak sözümüz yoktur. Yalnız onları “Allâhü Teâlâ
islâh etsin!” diyebiliriz. “
“Dünyâ‟daki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar,
kıskançlıklar, hülâsa bütün fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden
meydana gelmektedir.”
“İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenâlıklarını
bildikleri hâlde, kendilerini bu fenâ yollara sapmaktan
alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karşısında, insanları
zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler
nelerdir?”
“Bu, bir terbiye ve ahlâk mes‟elesidir. Din, ahlâk
demektir demiştik. Bu mühim mevzû‟da da yine din
terbiyesi birinci plânda rol oynamaktadır. Allâhü
423
Teâlâ‟dan korkmasını öğrenmiş, hakîkaten
Teâlâ‟dan korkan bir insan iffetsiz olamaz.”
Allâhü
“Sevgili kızım! Herkesten zarar gelebilir!”
“Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaya kifâyet
etmeyecektir. Annen, belki seni her yerde, her zaman tâkip
edemeyecektir. Bu takdirde, sen sâhipsiz, tehlikeler
karşısında âciz bir mahlûk olarak, ahlâksızların elinde bir
oyuncak mı olacaksın? Allâhü Teâlâ, seni bu âkıbetten
muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allâhü Teâlâ‟nın
büyüklüğüne ve onun himâyesine emânet ederim! Ondan
sonra da, yine Allâhü Teâlâ‟nın sana verdiği aklını
kullanarak, bu tehlikelere düşmemeye çalışmanı sana
tavsiye ederim!”
“Kızım, öyle bir zamanda, öyle bir mekânda
yaşıyacaksın ki, herkesten, her yerde sana zarar gelebilir.
Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve
haysiyyetinedir. Paraya olan zarar telâfî edilebilir. Mânevi
zarâr, yerine konamaz.”
“Böyle bir zarara uğramamak için Allah‟ın emrettiği
gibi yaşamalısın! Bunun için çocuklarımıza Allâhü
Teâlâ‟nın korkusunu öğretmeye çalışmak bizim için en
başta gelen vazîfe olmalıdır.”
“Allâhü Teâlâ‟dan korkmak için, Allâhü Teâlâ‟yı iyi
bilmek lâzımdır. Allâhü Teâlâ‟yı bilmek için, onun
büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek mecbûriyetindeyiz.
Allâhü Teâlâ‟yı hiç düşünmeyen bir topluluk için, Allâhü
424
Teâlâ‟nın korkusuna sâhip olmak kolay değildir. Allâhü
Teâlâ‟dan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma ve bir gayret
işidir. Durup dururken, Allâhü Teâlâ‟nın korkusu meydana
gelmez. Bu korkuyu, Allâhü Teâlâ dilediği kuluna
kolaylıkla da verir. Allâhü Teâlâ‟dan korkmak, bir insan
için iyi bir alâmettir.”
“Bilhassâ, büyük şehirlerde iffet işi tehlikeli bir
istikâmettedir. Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi
aklı ve idrâki ile iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçtür. O
genç kız, (eğer biraz da güzelse), hâtıra ve hayâle
gelmeyen tehlikelerle çevrilimiş demektir.”
“Bu tehlike, mektepte (okulda), yollarda, otobüste,
komşularda, hattâ evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o
kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilemeyecek
derecede zayıf ahlâklı ise, o zaman tehlike iki misli artmış
demektir.”
“İşte bunun içindir ki, genç kızın beş dakikasını bile
kontrolsüz, korumasız bırakmak aslâ uygun değildir! Ev
içinde anne kontrolu, ev dışında baba kontrolu onları,
koruyucu melek gibi tâkip etmelidir!”
“Kızım, şerefli yaşamak cidden çok zordur!”
“Sevgili kızım, cemiyet içinde öyle haşarât (öyle
ahlâksızlar) vardır ki, bunların içinde genç kadın ve genç
kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü,
yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından
gelmektedir. Eğer sen de kadınlık duygusunun tesiri
425
altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve
ahlâksızlığın çukuruna düşersin! Bu çukura düşenlerden
kurtulabilen azdır.”
“Sen kadınlık duyguna karşı haysiyetli ve meşrû
yolları aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin.
Ahlâkın güzel olduktan sonra evlenmemek için, hiçbir
sebep yok demektir. Evlenmeden evvel, birçok kızların
yaptığı gibi, flört yapmaya aslâ heves etme! Bu tecrübe
mutlak tehlikelidir! Esâsen, flört yapılan insanla evlenmek,
çok zaman saâdeti getirmez!”
“İffeti muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek ve
genç kızı zamanında evlendirmektir. Üçüncü çâre, iffeti
zedeliyecek her yerden uzaklaşmak yoludur. Meselâ kız ve
erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler, danslar,
plâja gitmek, ahlâksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek
vesâire gibi, genç kız veya kadını baştan çıkarma
yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden
uzaklaşmak demektir.”
“Gençliğin hakkı veyâ eğlence ismi altındaki bu gibi
davranışlar, genç kızı veyâ kadını elde etmek için birer
tuzaktır! Bunların tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız,
tuzağın içine düştükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş
işten geçmiştir.”
“Yukarıda saydığımız eğlence veyâ tuzağın zâhirî
güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde
yavaş yavaş veyâ çabucak birer oyuncak hâline gelirler.
En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna
426
kadar mukâvemet edemez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı
tebessümü karşısında, mağlup olabilir. Artık o kız, tuzağa
düşmüş demektir. Hele, bunu kız kendisi de istemiş ise,
artık tehlikenin içine girmiştir. O tuzaktan kurtulan pek
azdır veyâ yoktur.”
“Hâlbuki o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine
gitmemek daha kolay bir iştir. (Göz görmeyince, gönül
tahammül eder.) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen
bir genç kız, oranın câzibesinden ve tehlikesinden
kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay
değildir."Bunu nasîhat olsun diye söylemiyoruz.
Tecrübelere güvenerek söylüyoruz.”
“İffet, bir genç kızın veyâ kadının değeri milyonlar
eden, bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için,
Allâhü Teâlâ‟dan korkmayan her erkek bütün şeytanlığını
kullanır. Ele geçirdikten sonra, maksadına erişmiştir. Artık
o, mücevherlikten çıkmış, âdî bir taş olmuştur. Sokağa
atılıverir. Bu alışverişte, erkek, bir nâmus hırsızıdır. Kadın
ise, mücevherini çaldırmış, bir zavallıdır.”
“Sevgili kızım! Genç kız, fazla göze çarpmayacak
tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfette görünmelidir. Kendini
beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâkı hakkında şüphe
uyandırır.”
“Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın bâzı
uzuvlarını, göğsünü veyâ bacaklarını teşhîr etmesi, düşük
bir ahlâkın belirtisidir.”
427
“Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen
bir kızın, ciddî giyinmesi şarttır. Bir kız mümkün mertebe
beden hatlarını belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda
giyinmesi, onun bir ciddî ev kızı olduğuna delîl sayılır.
Müslüman kızı nasıl giyinmelidir?”
“Yapmacıksız olarak mütevâzi, iddiâsız ve terbiyeli bir
tavr, genç kıza en yakışan bir davranıştır. Bir genç kızın,
etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah
davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal
bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alâka ile bakmaz!”
“Mecbûriyet yoksa ve mümkün ise, bakmamak en
sâlim bir harekettir. Bunu da, sun‟î olarak değil, tabiî
olarak yapmalıdır.”
“Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesâret verir. Kızın, bir erkeğe ümit verecek
tarzda davranışı, o kıza felâket getirebilir. İinsanların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişiktir.
Güzel ve iyi yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek
değildir!”
“Alâka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa
bir tavır ile yürümek iyi bir intibâ bırakmaz. Böyleleri,
alay mevzû‟u ve gülünç olur. Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve
hareket tarzları, onun dinî inanışı, ahlâkı ve karakteri
hakkında, bir fikir verebilir.”
428
“Yâ Rabbî! Senin lütuf ve kerem ve inâyetinle, büyük
sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Artık sana
rücû‟ etmek zamanım pek yakın... Bundan sonraki, Dünyâ
ve Âhiret hayâtımın safhâları şu olacak:.. Dünyâ elemleri,
sekerât-ül-mevt, kabir hayâtı, haşr âlemi, mükâfât ve mücâzât ihtimalleri...”
“Yâ Rabbî! Sana inanıyorum! Kitâb‟ında bildirdiğin
gibi inanıyorum! Kitâb‟ına ve Resûl‟üne inanıyorum. Hudûtsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum. Azâmetini, bana ihsân ettiğin aklımla, anlıyorum.
Günahlarımın, af ve magfiret deryâsı içinde, bir damla bile
olmadığını da, biliyorum. Yâ Rabbî! Sen affetmeyi seviyorsun! Beni de, affettiğin kulların içine al! Sen Gafûrürrahîmsin yâ Rabbî!”
11.10. Evlenilecek Hanım-Kıssadan Hisse
Birgün bir genç, Hz. Ömer zamanında yaşamış ve
kadılık yapmış olan Kadı Şüreyh‟e gelir. Genç Şüreyh‟e
tahsilli ve şehirli bir kadınla evlenmek istediğini ve bunun
için nelere dikkat etmek gerektiğini sorar.
Kadı Şüreyh, alabildiği kadar bir ders almasını
sağlamak için, kendi evlilik hikâyesini anlatarak gence
cevap verir. Kadı Hazretleri, böylece bu söyleşiden kadında
bulunması gerekli hasletler husûsunda da târihe de bir not
düşmüş olmaktadır.
“Gençtim, artık evlenme zamanımın da geldiğini
düşünmeye başlamıştım. Birgün Benî Mahzun Kabîlesi‟nin
429
çadırlarının önünden geçerken bir kız görüp ona tâlip
oldum. Kızın babası kısa bir incelemeden sonra bu işe
hemen râzı olup işi bitiriverelim dedi.281“
„Kısa zamanda düğün yapıldı, duâlar edildi ve evlilik
hayâtına böylece ilk adımımızı attık. Bununla berâber, çok
geçmeden beni bir pişmanlık sarıverdi. Neden mi? Çünkü
„Bu bir köylü kızıdır, üstelik tahsil de görmemiş, bununla
ben nasıl geçinebilirim?‟ diye düşünüyor ve bu evlilik
kararımdan dolayı son derece pişmanlık duyuyordum.‟
„Çok geçmeden birgün hanım bana şu sözleri söyledi:
“„Efendi! Sen âlim ve tanınmış bir kimse imişsin… Ben
ise yaylalarda yetişmiş ve şehir hayâtını bilmeyen bir köylü
kızıyım. Aslında, sen kendine göre bir evlilik, ben de
kendime göre bir hayat kurmalı idik, ama gel gör ki kader
bizi birleştirdi. Cenâbı Allah benim gibi bir köylü kızını
senin gibi tanınmış bir şöhretli âlime nasip etti. Şimdi sen
benim bilmediğim şeyleri bana anlat ki, ben onlara dikkat
edeyim. Meselâ; senin evine benim sülâlemden kimler
gelebilir, senin akrabalarından kimleri misâfirliğe alayım,
kimleri kabul etmeyip onlara karşı soğuk davranarak eve
gelmelerine mâni olayım282„ demesin mi?”
İmamoğlu, İ.S., Büyük Dinî Hikâyeler, Osmanlı Yayınevi., Ticarethane sk.
No:14/2, PK:1344, Sultanahmet/İstanbul..
282
Anonim, Evlenilecek Kadın, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mk.zaman.com.tr/mktr/newsDetail_openPrintPage.action?newsId=7680.htm#hanim, En Son Erişim Târihi:
17.09.2014.
281
430
„Ben kadının bu anlayışı karşısında düşündüklerimden
dolayı bin pişman oldum‟:
“Hanım!” dedim… “Sen bana öyle şeyler söylüyorsun
ki, eğer bunları hakkiyle yaparsan beni çok bahtiyar
edeceksin.‟
Okuyucu bundan sonra Kadı Şüreyh‟in söyleceklerine
dikkat ederek bir hanımın İslâm kültürüne göre evliliğin
devam etmesi için uyması gerektiği hususları bu
açıklamadan öğrenmelidir! Kadı Şüreyh, sonra sözlerine
şöyle devam etti:
„Dindar olmayan hiçbir kimseyi eve almayacaksın,
dindar olanlardan da senin tarafın çok çok gelmesin, benim
tarafımdan ise; şu, şu şahıslar gelmesinler, şunlar ise hiç
gelmesinler diye gerekli tâlimatı verdim. Tam bir sene
huzur içinde yaşadım. Bir sene sonra fetvâ dâiresinden eve
döndüğümde evde son derece örtülü bir hanım görüp kim
olduğunu sordum. Hanımın annesi olduğunu söyledi. Kayın
vâlidem olduğunu öğrenince elimden gelen hürmeti
esirgemedim. Bir müddet sonra kayın vâlidem bana:
„Oğlum hanımından memnun musun? diye sordu. Ben
de‟:
“„Allah senden râzı olsun, kızınızdan çok memnunum!
Bu zamana kadar hiçbir şikâyetim olmadı.‟, diyerek
memnuniyetimi izhar ettiğimde, kayın vâlidem bana şunları
söyledi”:
431
„Oğlum kızımdan tabîi ki memnun olacaksın. Çünkü biz
onu cennette büyüttük. Evimiz Resûlüllah‟ın bildirdiği gibi
bir cennetti. Kur‟an ahlâkından başka bir şey öğretmedik
ona... Yine de sen hanımın üzerindeki otoriteni eksik etme!
Çünkü kadınlar iki sebepten hemen şımarıverirler: Birincisi
ona olan sevgini yüzüne söylediğinde, ikincisi ise bir hayırlı
evlat dünyâya getirdiklerinde…‟
Okuyucu hanımın annesinin sözlerinden de gerekli
dersi almalıdır!
Kays bin Saad (RA) anlatıyor:
Hîre‟ye geldim, oradaki halkı, başkalarına üstün
tutulan bir Iran‟lıya secde eder hâlde gördüm ve “Allah‟ın
Resulü bu secde edilmeye herkesten daha lâyıktır.” dedim.
Sonra gelip bunu Peygamber Aleyhisselâm‟ın kendisine
anlatınca, Allah‟ın Resulü şöyle buyurdular:
Ne dersin? Bir kabire uğrarsan ona secde eder misin?
Dedim ki:
Hayır, etmem! Peygamber Aleyhisselâm:
“Şu hâlde bunu asla yapmayın! Bir insanın başka bir
insana secde etmesini emretseydim, Allah‟ın hanımları
üzerinde kocalarına verdiği haktan dolayı, hanımların
kocalarına secde etmelerini emrederdim, buyurdular.283“

Hadis (Ebû Dâvud, Hâkim, Tirmizî.)
İmamoğlu, İ.S., Büyük Dini Hikâyeler, Osmanlı Yayınevi., Ticarethane sk.
No:14/2, PK:13, Sultanahmet/İstanbul.
283
432
11.11. Ah, Bu Kadınlar!
Her devirde kadınlar hep aynıdır.
Âişe (RAh) anlatıyor:
“On bir kadın bir araya gelerek oturmuşlar ve hepsi
kocalarına âit şeyleri gizlemeden anlatacaklarına dâir söz
vermişlerdi.”
“Birincisi şöyle söyledi”:
“Kocam deri ile kemikten ibâret, dağ tepesinde kalan
bir deve gibidir. Ne dağ, üzerine çıkılması kolay olan bir
dağdır ki, çıkılsın, ne de deve o kadar kuvvetlidir ki, dağdan
indirilebilsin. Yâni, kadın kocasını üzerine çıkılması
imkânsız sarp bir dağın üstündeki cılız bir deveye
benzetiyor ki, bu sûretle dağ, geçidi olmayan çetin bir dağ
olmakla yukarı çıkıp ona ulaşmanın mümkün olmadığını ve
devenin de cılız olup rağbete değer eti bulunmadığını
anlatıyor. Bu benzetişle kocasının cimri, kötü huylu,
kendisinden hayır beklenmeyen bir kimse olduğunu
anlatmak istiyor.”
“İkincisi dedi ki”:
“Kocam hakkında bir şey söyleyemem. O, o kadar kötü
bir kimsedir ki, kendisinden söz etsem, ancak açık ve gizli
kötülüklerini söyleyebilirim. Yâni, onun kötülüklerden
başka anlatacak bir tarafı yoktur.”
433
“Üçüncüsü anlattı”:
“Kocam öyle kötü bir kimse ki, ayıplarını açıklasam
beni boşar, sükût etsem muallakta bırakır. Yâni, bu benimle
münâsebetini devam ettirir ki, bu şekilde kendisinden
istifâde edeyim, ne de tamâmıyla boşayıp alâkasını keser ki
başkasına varabileyim.”
“Dördüncüsü anlattı”:
“Kocam Mekke ikliminin gecesi gibidir. Ne sıcak, ne
de soğuktur. Orta hallidir; kendisinden ne korkulur, ne de
usanılır, îyi huylu, hoş geçimli bir kimsedir.”
“Beşincisi anlattı”:
“Kocam eve girince parslaşır, çıkınca arslanlaşır. Evde
hiç bir hususî arzûsu yoktur. Kadın kocasını çok uyuyan ve
çok sıçrayıp atlayan pars hayvanına benzetmekte, kocasının
eve gelince çok uyuduğunu, noksanları görmediğini, cinsî
münasebete de çok düşkün olmadığını ifade ediyor, dışarıya
çıktığı zaman da düşmanlarına karşı arslan gibi
davrandığını anlatıyor”.
“Altıncısı anlattı”:
“Kocam yediği zaman tabakta ne varsa siler süpürür,
içtiği zaman da son damlasına kadar içer. Yattığı zaman
elbisesine bürünür ve bana dokunmak için elini bile
çıkarmaz.”
434
Kadın böylece kocasının obur, cimri, kötü huylu ve
karısı ile münâsebette bulunmak isteğinden uzak olduğunu
anlatmakla; onun bu meziyetlerden mahrum bir erkek
olduğunu söyleyerek kötülüyor”.
“Yedincisi anlattı”:
“Kocam bir zavallı yâhut çımâdan âciz, ahmaklığından
dolayı her şeye uyan, her hastalığı üstünde toplamış, ya
başını yaralayan veyâ cesedini veyâ her ikisini birden yapan
bir zavallıdır.”
“Sekizincisi anlattı”:
“Kocam, yumuşaklığı tavşan tüyü, kokusu da za‟ferân
kokusudur. Yâni, kadın kocasının derisinin yumuşaklığını
ve devamlı olarak güzel kokular sürünmesi bakımından
herkes tarafından sevilen bir kimse olduğunu ifâde ediyor.”
“Dokuzuncusu anlattı”:
“Kocam, evinin dikmesi yüksek, kılıcının kılıfları
uzun, külü çok, evi de halk meclisine yakındır. Yâni, evinin
dikmesi ve kılıcının kınları uzun demekle, kocasının
boyunun yüksek olduğunu, külü çok diye tâbir etmekle
misâfirperver, evi halk meclisine yakın demekle de devamlı
olarak meclis tarafından kendisine müracaat edilen ve şeref
sâhibi bir şahıs olduğunu anlatıyor.”
“Onuncusu anlattı”:
435
“Kocam pek zengindir. Ondan hayırlı kimse yoktur.
Yâni, övülenlerin en iyisidir. Develeri, ağılları çoktur.
Otlağa sık sık çıkarlar. Çalgı sesini işittikleri vakit,
kesileceklerini katî olarak hissederler.”
“Onbirinci Ümmü Zer de şöyle anlatır”:
“Kocam Ebû Zer‟dir. Ebû Zer, büyük bir adamdır.
Kulaklarımı ziynetle doldurdu. Kollarımı şişmanlattı. Bana
hürmet ve îtibar gösterdi. Bu bakımdan içim ferahtır. Beni
küçük bir yerde varlığı bir kaç koyundan îbâret olan bir
âilenin yanında bulmuştu. Sonra beni at seslerinin, deve
seslerinin bulunduğu ve zâhiresi harmanda dövülen ekin
sâhibi bir âilenin arasına getirdi. Yanında ne söylesem
kabul edilir. Sabaha kadar uyurum, kimse beni uyandırmaz.
Bol süt içer ve süte doyarım.”
“Ebû Zer‟in anası, bilseniz ne hanımdır. Onun zâhire
anbarları, eşyâsını koyduğu hararları çok büyüktür. Evi de
geniştir.”
“Ebû Zer‟in oğlu da hayırlı bir delikanlıdır. Yattığı yer
kılıcı çekilmiş kılıf gibidir. Yâni, boylu boslu, vücûdunun
hatları düzgün bir gençtir. Dişi bir keçinin kol tarafı ile
doyar, obur değildir.”
“Ebû Zer‟in kızı ne terbiyeli bir kızdır. Babasına karşı
îtaatlidir. Anasına da îtaatlidir. Vücûdu elbisesini doldurur.
Güzelliği ve terbiyesi akran ve emsâlinin imrenmelerine
sebep olur.”
436
“Ebû, Zer‟in câriyesi ne sadâkatli bir câriyedir. Âile
sırlarımızı dışarıya çıkarmaz. Evimizin yemeklerini
bozmaz. Güzel de yemek pişirir, israf etmez ve evimizi
devamlı temiz tutar.”
“Ümmü Zer, sözlerine şöyle devam eder”:
“Bir gün kocam Ebû Zer evden çıktı. Yağ çıkarılmak
için süt tulumları çalkalanıyordu. Yolda bir kadına rastladı.
Kadının pars gibi iki çocuğu vardı. Koltuklarının altında
annelerinin memeleri ile oynuyorlardı. Bu kadını gören
kocam benden vazgeçti ve onunla evlendi. Ben de ondan
daha şeref sâhibi bir adamla evlendim. Bu adam da güzel
yürür ve en güzel ata binerdi. Meşhur Hat imâlâtından olan
mızrağını alır, akşamüzeri deve ve sığır nevinden bir sürü
hayvanı önüne katarak bana gelirdi. Getirdiklerinin
hepsinden bana bir çift verirdi. Ve bana: Ey Ümmü Zer
„dilediğin gibi ye, iç ve yakınlarına ikramda bulun!‟, derdi.
Bununla berâber, bu kocamın bana verdiklerinin tamâmını
toplasam Ebû Zer‟in en küçük kabını dolduramaz.”
“Hazreti Aişe radıyallahu anhâ burada buyuruyor ki,
Peygamber Aleyhisselâm bana:
„Ben senin için Ümmü Zer‟in Ebû Zer‟i gibiyim. Bir
fark var ki, o Ümmü Zer‟i terketti, ben ise seninle
berâberim ve berâber olacağım‟ buyurdu284.”
11.12. ġeytanın Sonu Nasıl Olacak?285
284
Buharî, Müslim
437
Ahnef ibni Kays, Medîne‟de Mümin‟lerin Emîri Hz.
Ömer‟i görmek ister, bir de bakar ki büyük bir kalabalık
halka hâlinde toplanmış, Kaabül‟ahbar onlara vaaz veriyor
ve şunları anlatıyor:
Âdem‟e, (AS), vefât emri geldiği zaman; “Yâ Rab!
Düşmanım iblis, beni meyyit hâlinde görünce kendisi
Kıyâmet gününe kadar mühlete kavuşmakla sevinecek, bana
şamata edecek!” dedi. Kendisine cevap verildi:
“Yâ Âdem, sen Cennet‟e iâde edileceksin, o Şeytan ise
evvelkilerin ve sonrakilerin adedi kadar ölüm acısını
tatmak için tehir edilecektir.”
Sonra Hz. Âdem, (AS), Azrâil‟e, (AS):
“Ona ölümü nasıl tattıracaksın? Bana anlat!” dedi.
Onun ölümünün ayrıntısı anlatıldığı zaman, Hz. Âdem,
(AS):
“„Yâ Rabbi! Kâfi!‟ dedi.”
Bunun üzerine orada vaazı dinleyen insanlar, heyecana
gelerek:
Temiz, M. Şeytanın Sonu Nasıl Olacak?, Alındığı İnternet Elektronik Adresi,
http://mtemiz.com/bilim/ŞEYTANIN%20SONU%20NASIL%20OLACAK.pdf YA DA
http://mtemiz.com/bilim/ŞEYTANIN%20SONU%20NASIL%20OLACAK.doc, En Son
Erişim Târihi, 13.05.2014.
285
438
“„Yâ Ebâ İshak! O nasıldır? Onun ölümünü bize
anlat!” dediler.”
Kaab‟ın anlatmak istememesi üzerine insanlar
anlatması için çok ısrar ettiler. Bunun üzerine Kaab
anlatmak zorunda kaldı:
“Allah (CC) birinci Sûr‟un üfürülmesinden sonra
Azrâil‟e şöyle bildirecektir”:
“Sana yedi Semâ ve Yer varlıklarının hepsinin
kuvvetini verdim ve bugün için sana bütün gazap kisvelerini
giydirdim. Şiddetli gazâbımla in, o kovulmuş Şeytan‟a artık
ölüm acısını tattır. Tüm acılarla birlikte bütün zillet, illet ve
hastalıkları ona yüklet! Öfke ve gazapla dolu yetmiş bin
zebâni ve bunların her biriyle de Cehennem zincirlerinden
zincirler, Cehennem işkence âletlerinden âletler yanında
bulunsun! Cehennem kancalarından yetmiş bin kanca ile o
kâfirin kokmuş canını çıkarın! Mâlik‟i de çağırın ki
Cehennem kapılarını açsın!”
“Emri alan Azrâil öyle bir sûret ile inecek ki,
Semâ‟ların ve Yer‟in ahâlisi ona bir baksalar korku ve
dehşetlerinden derhal akılları başlarından gider ve ölürlerdi.
Azrâil işte böyle inecek, Şeytan‟a varıp”:
“„Dur, yâ pislik! Çok ömür sürdün ama nihâyet vakit
geldi. Artık sana ölümü tattıracağım! Nice nesilleri
azdırdın, yoldan çıkardın! Bunlar karşılıksız kalmayacak!‟
diyecektir. “
439
“Dehşet‟e kapılan kâfir Şeytan Doğu‟ya kaçacak,
bakacak ölüm meleği Azrâil gözleri önünde… Batı‟ya
kaçacak bakacak yine Azrâil gözlerinin önünde! Denizlere
dalacak denizler kabul etmeyecek… Ne yapsa boşuna!
Yeryüzünün her tarafına kaçacak ama sığınacak kurtulacak
hiç bir yer bulamayacak… Sonra Dünyâ‟nın ortasında, Hz.
Âdem‟in kabri yanında duracak… Başka bir rivâyete göre,
Doğu‟dan Batı‟ya, Batı‟dan Doğu‟ya topraklarda
sürüklenecektir.”
“Sonunda Âdem‟in, (AS), Dünyâ yüzüne indiği yere
varınca Dünyâ, bir ateş koru gibi olacak… Zebânîler
kancaları takıp takıp çıkaracaklar. Allah‟ın (CC) dilediği bir
zamana kadar can çekişecek, azap içinde kalacak… O
böylece can çekişirken Âdem‟a, (AS), ve Havvâ vâlidemize
de”:
“„Kalkınız düşmanınız ölümü nasıl tadıyor, bir
bakınız!‟ denecek… Onlar kalkıp bakacaklar. Ne görsünler!
O anda durumu anlayacaklar ve onun çektiği azâbın
şiddetine bakacaklar, sonra da”:
“„Yâ Râb, bize nîmetini tamamladın, şükürler olsun!‟
diyecekler.”