AŞKA SEMAH DÖNMEK
Transkript
AŞKA SEMAH DÖNMEK
HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR AŞKA SEMAH DÖNMEK Hüsniye CANBAY TATAR Prof. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected] Taner TATAR Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected] Özet Alevilik-Bektaşilik, İslâm dininin aşkla yorumunun bir ifadesidir. İnancın özünü oluşturan aşk, Alevilik yolunun müesses usul ve esaslarının en önemli belirleyicisi olmuştur. Aşkın farklı çeşitleri içerisinde yegâne olduğu kabul edilen ilahi aşka yöneliş gaye edinilmiştir. Alevilik yol hâline gelirken Hz. Ali ve Ehl-i Beyt silsilesi ile kendisini Hz. Peygamber’e bağlamaktadır. Aşkın sebebi, özü, istikameti ve nihayet menzili “Hakk-Muhammed-Ali” yolu olarak ifade edilmiştir. Çünkü Alevi inancına göre Allah, yeri ve göğü ve on sekiz bin âlemi, Muhammed-Ali’nin evlatlarının sevgisi için yaratmıştır. Gerçek imanın da ancak aşkla olacağı kabul edilmiştir. Aşkın tanımında var olan çile ve azap çekme gibi anlamlar, aşk yolunun beklenen sıkıntılarıdır. Bu yolda, dünyaya ve Allah’tan başka şeylere dair sevgiler, aşkın ateşi ile yanıp yok olacaktır. Böylece insan ölmeden önce ölecek ve insan olma makamına erecektir. Bu çerçeveden hareketle makalede, imanın aşkla yapılan yorumu, Alevilik-Bektaşiliğe ait temel kaynaklardan hareketle incelenecektir. Ayrıca temel kaynaklar esas alınmak suretiyle, geliştirilmiş usuller ve uygulamalar da dikkate alınarak analiz edilmeye çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler Dinin Müesseseleşmesi, Alevilik, Aşk, Gönül, Semah WHIRLING SAMAH FOR LOVE Abstract Alevism–Bektashism is an expression of the interpretation of Islam by love. Love that forms the very essence of faith has been the most important determiner of the established procedures and pedestals Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 47 AŞKA SEMAH DÖNMEK of the Alevi path. Divine love as accepted as unique and genuine among all different orientations of love is sought. While Alevism becomes a path, it connects itself to the Prophet via Hazrat Ali and the ancestry of Ahl al-Bayt. The reason, essence, direction and eventually destination of love have been expressed as “the path of ‘Haqq–Mohammed–Ali’”. Because, according to the Alevi faith, Allah has created the earth, sky and eighteen thousand universes for the love of Mohammed–Ali’s children. It is also accepted that the true faith is possible only with love. Meanings present in the definition of love, such as suffering and pain, are the expected distresses in the pathway to love. On the way, the love related to the world and all things but Allah will be burned by the fire of love and annihilated. Thus, the man will die before his real death and reach the status of a human being. Within this framework, the interpretation of the faith, which is practiced through love, will be examined with reference to the main resources of Alevism–Bektashism. In addition, styles and applications, developed by using the principal resources as basis, will also be taken into consideration and examined. Keywords Institutionalization of Religion, Alevism, Love, Heart, Samah Giriş Bütün dinler kurucularından sonra, tarihî süreç içerisinde müesseseleşir ve gelenek hâlini alır. Müessese, bir toplumda genellikle önemli olarak takdir edilmiş olan hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik fikirlerin süreklilik arz eden manzumesidir (Johnson 2000). Müessese, bir toplumun temel endişeleri ve faaliyetlerini düzenleyen ve sosyal ihtiyaçlarını (düzen, inanç ve üreme ihtiyaçları gibi) karşılayan tüm yapısal bileşenleri karşılamaktadır (Marshall 1999: 438). Bu yapı ve mekanizmalar, ihtiyaç tatmini amacıyla, toplum tarafından teşkilatlandırılmakta, istikamet verilmekte ve icra edilmektedir (Page ve Macıver 1994: 31). Kısaca müessese beşerî ihtiyaçların temini için tesis edilmiş usullerdir. Yüksek dinler de kurucusundan sonra müesseseleşme yoluna giderler. Yüksek dinlerde bir din kurucusunun etrafında küçük bir grup meydana gelir ki bu dinden doğan grupların ilk ve asli şeklidir. Hz. İsa’nın havarileri ya da Hz. Peygamberin sahabelerinde olduğu gibi ilk halkada şahsen birbirine bağlılık söz konusudur ve temelinde din kurucusuna olan şahsi bağlılık bulunmaktadır. Bu bağlılığı sağlayan şeyi Weber, bir kimsenin diğerlerini etkileyebilme kabiliyeti (karizma) olarak niteler. Söz konusu bağ, Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 48 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR bütün grup için aynı kuvvet ve yoğunlukta olmakla birlikte, onların şahsi kabiliyet ve hususiyetlerine göre farklılıklar arz eder (Freyer 1964: 51-52). Yeni kurulan bir dinde, din kurucusunun etrafında toplanan grup, dinin tarihi içinde ilk adım olmanın yanı sıra sonraki gelişme ve yorumlar için de mesnet teşkil eder. Din kurucusunun vefatıyla birlikte grup, dağılma hatta parçalanma tehlikesiyle karşılaşır. Bu durumda çeşitli vasıflarıyla etkili ve seçkin öğrenci ve öğrencilerin birkaçı temayüz ederek din kurucusunun rollerinin tamamını olmasa da birleştirici rolünü üstlenir. Ancak burada asli rol; din nazariyesi, inanç, ibadet, gelenek, ayin ve törenlerle teşkilatlanma esaslarına bırakılır. Nitekim Hz. Peygamber de veda haccında Kur’an ve sünnete sarılmayı tembih etmiştir (Günay 1993: 215-216). Sonraki yorumlar için ölçü dinin nazari kısmı ve Peygamber’in uygulamaları iken çeşitli hususiyetleri ile öne çıkmış olanların yorum ve anlayışları da ölçüye sadık kalarak atıf noktası oluşturabilmektedir. İlim şehrinin kapısı olan Hz. Ali, temayüz eden, dolayısıyla atıf yapılan “Şah-ı Merdan” makamıyla zirve şahsiyetlerden biridir. Başlangıçta tecrübe edilebilen görünmez ruhî durum, grupta sosyolojik ilişki noktasını oluşturur. Bu nokta, akılla kavranamayan somut bir çerçeveyi gerektirir. Kurucu tarafından oluşturulan kaynak, bundan sonra suyun akacağı kanallara ihtiyaç gösterir ki başlangıçta onun tarafından ifa edilen rol, bu gücün eksikliği hâlinde yeniden meydana getirilebilsin. Zira onun hayatta yaptığı yorum ve uygulamaların, zaman içerisinde tasvir ve yorumuna ihtiyaç duyulmaktadır. Böylece genelde müesseseleşme ve gelenek, özelde ise din adamı müessesesi teşkil etmiş olmaktadır. Nitekim dinî cemaatin muhafazası, sağlam bir geleneği gerekli kılmaktadır (Mensching 1994: 210-211). Dinin yayılması, mensuplarının çoğalması, sosyal ve kültürel farklılaşma, mekân ve zamana bağlı olarak artan karmaşık yapı dinin teşkilatlanması ve gelenek hâline gelmesine yol açmaktadır. Din bir taraftan fert ve cemiyet hayatına ölçü getirip – tabiri caizse ona format atarken – öte yandan kemiyet ve keyfiyet bakımından genişleyip çeşitlenen, inananlarının sosyal ve kültürel farklılığına çözüm sunmak ve onların hayat şartlarına da uyum sağlamak yoluna gider. Ancak burada semavi dinler, güçlerinden dolayı ölçü koyma hakkını ellerinde tutarlar. Mensching (1994: 210-222), dinî teşkilatlanmayı sağlam bir dinî gelenek, dinde objektifleşme, farklı yapı ve eğilimlere sahip kitlelerin ihtiyaçları olmak üzere üç sebebe dayandırmaktadır. Din kurucusu yaşarken bizzat kurucunun kendisi, semavi dinler söz konusu olduğunda ise ilaveten vahyin Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 49 AŞKA SEMAH DÖNMEK desteği söz konusudur. Sonraki nesiller ise bu imkândan mahrum olacaklarından, dinî mesajın her defasında sorma ihtiyacını giderecek ve sonrakilere nakledecek bir şekilde gelenek hâline gelmesi gerekmektedir. Ayrıca ibadet ve ayin gibi dinî hizmetlerin uygulama birliğini sağlamak, açık ve objektif bir şekilde, din adamlarınca yürütülmesi için teşkilatlanmaya ihtiyacı vardır. Nihayetinde evrensel dinler, farklı kitlelere hitap edeceğinden bunların ihtiyaç ve eğilimleri de farklı olacaktır. Bu durum, farklı dindarlık şekilleri ortaya çıkaracaktır. Farklı mezhep ve tarikatlar yoluyla ve dinî otoriteye duyulan ihtiyaçlar dolayısıyla çeşitli teşekkül ve teşkilatlanmalar söz konusu olacaktır. Böylece dinlerin teşkilatlanmasıyla birlikte dinî değerler, somut müesseseler tarafından nakledilir hâle gelmiş olacaktır. Dinî müesseseleşme, ilk olarak dinin nazariyesiyle başlar. İman esaslarının tespitinde, tebliğ aşamasında son şeklini almış olmakla birlikte, farklı bilgi ve kültür mertebesindeki inananlar için tefsir ve yoruma ihtiyaç duyulur ki dinî bilgi böylece sistemleşir. Farklı din, inanç, felsefe ve kültür muhitleri karşısında ise müdafaası gerekir. Bu durum, din adamı zümresinin varlığını gerekli kılar. Dinin yayılmasıyla birlikte, ayin ve ibadet usullerinde birliğin sağlanması gereği ortaya çıkar ki bu da din adamlarını gerekli kılar. Ayrıca farklı çevreler karşısında dinî gruplar dinî görevlerinin yanında sosyal görevler de üstlenirler. Bu durum, aralarında birliğin oluşmasını sağlarken içlerinde de bir hiyerarşinin doğmasıyla sonuçlanır. Oluşan hiyerarşi, bazı dinlerde sıkı ve yoğun bazı dinlerde ise gevşek ve daha eşitlikçi yapı arz eder. Bu, aynı zamanda sosyal münasebetlerin düzenlendiği bir ahlâkî nizam da ortaya çıkarır (Günay 1990: 217-220). Dinî grupların oluşmasıyla birlikte farklı şartlar, ihtiyaç, imkân ve gelişmeler, dinî olan veya olmayan sebepler ikaz ve itirazların edilmesine yol açmaktadır. Bilhassa farklı kültür, milliyet ve zihniyetle karşılaşan semavi dinlerde farklı anlayış ve uygulamaların varlığı kaçınılmaz olmuştur. Ancak bu ikazlar çözülme ve zayıflamanın alameti olmayıp aksine dinin canlı bir şekilde hayatiyetini devam ettirdiğine; ancak zaman içerisinde dinî algı ve yaşama şeklinde zahirle sınırlı kaldığına dair ikazlar şeklinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla ikazlar, dini daha derin ve daha sıkı yaşamak isteyenler tarafından yapılmakta olup bu tavır süreç içerisinde gelişen bazı anlayış ve uygulamalardan vazgeçilip dinin ilk ve asli şekline dönülmesini talep etmektedir. Burada atıf, kurucunun yaşadığı ve canlı bir dinî tecrübenin yaşandığı asli gruba – mesela İslâm dininde ‘Saadet Asrı’na – yapılmakta, örnek olması istenmekte ve özlemi çekilmektedir. Zira teşkilatlanma süHünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 50 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR recinde farklı felsefi anlayış, kültür ve dinlerden faydalanma söz konusu olduğundan bazen bir arınma, saf hâle dönme isteği yaşanmaktadır. Bundan dolayı ikazlar daha dindar ve dini daha canlı yaşamak isteyen fert ya da gruplardan gelmektedir. Dinî ikazlar mevcut nazari anlayış, ibadet, teşkilat, ahlak, algı ve uygulamalarına yapılabilmektedir. Nazari kısma edilen ikaz ve itirazlar dinin yaşanan yorumuyla, dini tesis eden veya dinin kurucusunun yorumu arasındaki farklılığa dikkat çekerek aslına uygun hâle getirilmesi için farklılığın ortadan kaldırılması talebiyle yapılmaktadır. Söz konusu ikaz Tanrı, peygamber, kader, irade vs. anlayışına yönelik olmakta; daha asli ve daha canlı bir yorum için gayreti ifade etmektedir. Ayin ve ibadet usullerine yapılan ikazlar, dinin evrensel hâle gelmesiyle birlikte ortaya çıkan ihtişam veya sergilenen sathileşme noktasında yoğunlaşmaktadır. Nitekim teşkilatlanmayla birlikte, hedef kitle olarak bütün insanların seçilmesi ve mekânın genişlemesiyle birlikte, farklı kültür ve medeniyetlerle karşılaşmakta veya zamanla değişmekte, bunun sonucunda din adamlarının konumundan, mabetlerin ihtişamına, ayin ve ibadetlerin karışık hâli hatta tantanalı uygulamasına itirazlar yükselebilmektedir. Bazen de fazla sathileştiği, zahiren uygulamaların devamına rağmen mana ve önemini kaybettiği yönünde olabilmektedir. İster zahiri durumu isterse zayıf yapısı aşırı vurgulanarak olsun talep edilen başlangıçtaki hâline dönmektir. Burada ikazlar, dini canlı ve sade hâliyle yaşamak isteyen dindar insanlardan gelmekte olup manayı korumak veya önemine dikkat çekmek gayesiyledir. Dinlerin farklı kültür ve medeniyet muhitlerine yayılması, mevcut hayat şartlarını göz önünde bulundurma sınırını aşarak fazla etkiye maruz kalması veya intibak etmesiyle sonuçlanması hâlinde, ahlâk anlayışı ikazlar almaya başlar. Köy ve şehir hayatı, iklim şartları, ziraat, ticaret veya sanayi toplum yapısı farklı şart ve uygulamaları içermektedir. Aslında dinlerin sosyal ve kültürel şartların dikkate alınmasını kabul etmeleriyle birlikte, ölçü olma noktasında zafiyete düştükleri düşüncesi ikazları da beraberinde getirmektedir. Nihayet teşkilatlanmanın karmaşık yapısı, alakanın dinin ruhundan zahirine yoğunlaştığı ve hiyerarşinin serpilmesiyle sadeliğin gölgede kaldığı kanaati, ikazları teşkilatın kendisine yöneltebilmektedir (Freyer 1964: 59-61). İkazlar dini daha canlı, ilk ve asli hâliyle yaşamak isteyenler tarafından yapılmakta olup başlangıçtaki hâli ölçü alınmaktadır. Dinî ikazlar grup içerisinde ferdî ya da yeni grup oluşturacak şekilde cereyan edip, zahitlik, ihvan birlikleri ve tarikatlarda olduğu gibi daha yoğun Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 51 AŞKA SEMAH DÖNMEK bir dinî hayat talebiyle ortaya çıkabilmektedir. Ancak bu durum bir ayrılıkla sonuçlanmayıp derunî bir tecrübe yoğunluğuyla sınırlanmaktadır. Wach, tarikatı ortak bir takva hayatı çerçevesinde ele almaktadır. Tarikat “daha kapalı bir cemaat içerisinde ortak bir takva hayatı yaşamaya karar vermiş bulunanlar tarafından kurulmuş ve teşkilatlanmış bir cemiyet şeklinde tanımlanabilir. Düşünülen ideal başlangıcın merkezi dinî tecrübesi tarafından belirlenmiştir. O taleplerinde tekelcidir; sürekli kişisel sadakat üzerinde ısrar etmektedir” (Wach, 1990: 187). İkazın itiraza dönüşüp itizal, yani ana gövdeden ayrılık hâlini alması da mümkün olabilmektedir. Aynı şekilde ister mekânla ilgili olsun ister zamanla ortaya çıksın ister karşılaşılan durum değişme, gelişme, farklılaşma veya çözülme şeklinde değerlendirilsin, beklenen tavır ölçünün din tarafından konulması yönündedir. Zaten, bilhassa semavi dinler söz konusu olduğunda dinin nazari kısmı kendisini teşkilatlanma, müesseseleşme ve gelenekleşme şart ve uygulamalarından ayrı tutmaktadır. Din yaşamak üzere gönderildiğinden, hayatiyetini teşkil ve idame için dinî algı ve uygulamalara kaynak olmakla birlikte onlardan nazari kısmını ayırmakta ve ölçü olma vasfını muhafaza etmektedir. Bu tavrıyla din, bir taraftan müesseseleşip adeta ete kemiğe bürünerek hayat bulmakta, diğer taraftan gelenekleşerek sonraki nesillerle de bağ kurmaktadır. Ancak bütün bunlar yaşanırken karşılaşılacak mekân ve zamana dair çeşitlilik ve farklılıklar hesaba katılarak bütün bu oluşumların dışında kalacak tarafı da muhafaza edilmiştir. Böylece mesajını evrensel kılma imkânı yakalamakla kalmayıp sonraki nesillere de ulaştırmış olmaktadır. Aynı zamanda değişen şartlar dikkate alınarak hem dinin yorumuna imkân verilmekte hem de ihtiyaç hâlinde yeni nesillere yorumlayabilme fırsatı sunularak eşitlikçi tavır devam ettirilmektedir. Müminler arasında aynı zaman için bütünleşme, farklı zamanlarda birlik, tamamı için de teklik şuuruna varma gayesi sağlanmış olmaktadır. Din aynı zamanda yaşanmak üzere gönderildiğinden mevcut yapı ve şartları ihmal etmemektedir. Bu noktada, onunla etkileşim hâlindeki zihniyet, ölçüye uymak kaydıyla kabul görmekte ve bunlardan hem etkilenen hem de etkileyen olarak fert muhatap alınmaktadır. 1. Aşk Kâmûs-ı Türkî’de “sevgi, sevdâ, muhabbet, alâka, ibtilâ” olarak ifade edilmektedir. “Pîr aşkına” ifadesi ise karşılıksız, mükâfâtsız, meccanen şeklinde açıklanmıştır (Şemseddin Sami 2011: 723-724). “Aşk”ın iki sözlük anlaHünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 52 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR mı vardır. İlk olarak aşk, “bir dağın en yüksek noktası” anlamına gelen ‘ışk’ kelimesinden alınmıştır; bu durumda “aşk, sevginin en son noktasıdır ki bu Allah’a olan aşktır” (Ruzbihân Baklî 2010: 132). Varılan son, sonsuz olan Allah olduğundan aşkın ne sınırı ne de sonu vardır. Ahmet Rifat Efendi’nin (2007: 176) ifadesiyle “İmdi bu aşk bahsi bir bahr-ı ummândır ki buna hadd ü kenâr yoktur”. Bazı yorumlarda bu, sevgide aşırılık olarak değerlendirilmiş ise de Allah’a ait ve Allah’tan olanda ifrat aramak doğru değildir. Dâvûd el-Kayserî’nin de (2010: 204) belirttiği gibi “var olan her şeyde aşk ve sevgi mutlaka vardır. Zira her şeyin bir yetkinliği vardır ve bu yetkinlik onun sevgilisidir. Öyleyse sevginin bitiştiği her yetkinlik Allah’tan taştığına göre (feyz), her sevgi asıl olarak Allah’a aittir; Allah’tan başkasına ise göreceli ve mecazen aittir”. Bir ulu hece olan aşk (ışk) kelimesinin diğer anlamı ise ‘sarmaşık’tır. Bahçeye düşen sarmaşık tohumu nasıl bütün bahçeyi sarıp sarmalar, hatta dışarı taşarsa gönle düşen aşk tohumu da bütün bedeni sarıp sarmalar, oradan etrafa yayılır. Nice fidanlar, selviler, çınarlar bir sarmaşık tarafından sarılınca sarmaşık dalları arasında gitgide görünmez olur. Sarmaşığın özelliği, sarıldığı ağacı içten içe kurutması, bitirmesi, sonunu hazırlamasıdır. Nitekim aşk da insanı sarınca onu içten içe eritip yok eder. Dıştan görünen yalnızca aşktır ve âşık da çevresini görmez olur. Çünkü sarmaşık onu öyle çevrelemiştir ki dışarıda olup bitenleri ne duyar ne görür, hatta duymak ve görmek de istemez. ‘Aşk’a tutulan ağaçta artık bütün buyruklar, sarmaşık tarafından verilir ve âşık “herkesi kör; dört yanı duvar sanır”. Dıştan bakanlar onun sarmaşığını görürler ama ağaç sarmaşıktan fırsat bulup çevresini göremez (Pala 2012: 35). Sarmaşığın örtüsünün altında acı çeken âşık, girdiği yolda belaya ve çileye, ettiği dua ve yakarışlarla taliptir: “Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşîna meni / Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ meni” (Fuzûlî). Aşk yoluna revan olan âşık, akıbetini bilmekte ve ona doğru yürümektedir. Nitekim aşk şehidi Hallâc-ı Mansûr’a aşkın ne olduğu sorulduğunda: “Bugün ve yarın öğrenirsin.” diye cevap vermiş, o gün asılmış, ertesi gün de yakılıp külleri Dicle’ye savrulmuştur (Tatcı 2009: 28). Hoca Ahmed-i Yesevî, can vermeyi âşıklığın işi olarak görmektedir: Âşıklığın kolay işi boş vermedir; Mansur gibi kendinden geçip can vermedir; “Mûtû kable en temûtû” toprak olmadır; Âşıkları ölmeden önce ölür imiş. (Ahmed-i Yesevî 1991: 225) Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 53 AŞKA SEMAH DÖNMEK Âşık olmak için cefa çekmek gerekir. Âşık olunduğunda da cefalarla dolu bir yolda sabırla yürümek gerekir. Ahmed-i Yesevî (1991: 197),“Cefa çekmeden âşık olunmaz, dinle gâfil; Cefa çekip sabırlı ol sen, olma câhil; Râzı olup kulluk kılan olur âkil; Câhil insan birbirinden ayrılmaz olur.” demek suretiyle cefaya sabredemeyenlerin câhil, razı olanların ise âkil olduklarını belirtir. Sevmeye liyakat kesbetmiş bulunan kul, kendi kendisini bela oklarına hedef eyler ve sıkıntılı konaklarda da konaklamak yolunu tutar. Her zaman, yaradılış bahçesindeki sadâkat fidanları da bela yağmuru ile sulanırlar. Muhabbet çerağı, kandili de Hilkat’in halvetinde sıkıntı ateşinden aydınlık alır (Fuzulî 1997: 8). “Aşk davâdır, cefâ çekmek güvah / Ger güvah olmazsa davâdır tebah! (Fuzulî 1997: 25)”. En çok sevilen ve en çok seven olması hasebiyle en çok sıkıntı çeken de Hazret-i Resûlullah olmuştur. Onun katlandığı sıkıntılar ve çeşitli musibetler, diğer peygamberlerinki ile hiçbir suretle ölçülemez. Hazret-i Resûlullah’ın, Kureyş’in ileri gelenlerinden çektikleri cefâlar ve ümmetin budalalarından gördükleri ezâlar yetmiyormuş gibi, bunlardan başka risâlet hanedanının gözbebeği, nübüvvet sülâlesinin incisi ve Aliye-l-Murtaza oğlu Hüseyin’in katli hâdisesi ve Kerbelâ çölünde olagelen vak’alar da bu ezâ ve cefalardan biri değil midir? Çünkü çekinmeksizin Hüseyin’e yöneltilmiş olan musibetler ve çektirilen üzüntüler, hakikatte Zât-ı Risaletpenâhîlerine karşı ihanetin en büyüğü ve hakaretin en ağırıdır (Fuzulî 1997: 11). Hâlbuki Allah, yeri ve göğü ve on sekiz bin âlemi, MuhammedAli’nin evlatlarının sevgisi için yaratmıştır (Vîrânî Baba 2008: 211). Aşk devası olmayan bir derttir, mihnetlerle doludur, tahammül etmek zordur. Gerçek âşık bu mihnete severek göğüs gerer, Hû zikriyle içini temizler: Yol üstünde hâk olan, sîneleri çâk olan, Zikrini diyip pâk olan, nalân olan âşıklar. (Ahmed-i Yesevî 1991: 327). Aşk makamında olanların çektikleri zorluğa, cefaya, mihnete akıl ermez: Aşk makamı türlü makam, aklın yetmez; Baştanbaşa zorluk, cefa, mihneti gitmez; Melametler, ihanetler kılısa, geçmez; Lâ-mekânda Hak’tan dersler aldım işte (Ahmed-i Yesevî, 1991: 99). Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 54 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR 2. Âşikârdan Gizliye Yolculuk Aşk, sırlarla doludur ve bizatihi kendisi sırdır. Abdulbaki Efendi’nin “Sırr-ı aşkı sorma benden gözlerimden bellidir / Gark-ı hûnâb olduğum eşk-i terimden bellidir” sözünde aşikâr olduğu üzere, aşkın sırrının ifşası gözlerdedir. Yani aşk “hâl” iledir. İbn Sina (2010: 102), aşkı bireyin “saf iyilik” olan Tanrı’nın iyiliğine yani kemaline ulaşmaya çalışması olarak görür. Ona göre yokluk ve maddilikten aldığı kötülükten, yani kendine özgü eksikliklerden uzaklaşmaya çalışır. Zira her kötülük, yokluk ve madde ile olan bağlardan oluşmaktadır. Öyleyse her bir kimlik, – kendi yetkinliğine ilişkin – tabii bir birleşme arzusuna ve ona karşı yaratılıştan gelen bir aşka sahiptir. Bu durumda aşk, var olmanın zorunlu sebebidir. Bir başkasının idare ve etkisinden münezzeh olan Tanrı, iyiliğin son noktası olduğundan, nihai maşuk da O’dur. O’nun âşıklığının son noktası ise maşukunun kendi özü olmasıdır. Zira iyilik, aşk vasıtasıyla elde ettiği ve kavradığı iyiliğe âşık olur. Esasında var olanların varlığı, ya kendilerinde bulunan “aşk” sebebiyledir veya varlıklarıyla “aşk” aynı şeydir (İbn Sina 2010: 104-105). Ruzbihân Baklî (2010: 131), aşkın aslını insanî, rûhânî ve rabbânî olmak üzere üç mertebe hâlinde açıklar. İnsanî aşk, aşkın başıdır ve rûhânî aşkın basamağıdır. Rûhânî aşk da rabbânî aşkın merdivenidir. Rabbânî aşk; cevheri saf, cismi latif, görünümü zarif, tabiatı ince, ruhu yumuşak, sırrı aydınlık ve yaradılışı yüce insanlarda açığa çıkar. Öyleyse aşk; cemal, güzellik, yetkinlik ve ahlak sahiplerinde bulunur. Zira aşkın fıtratı, mıknatıs gibi güzellik madenlerini kendine çekmektir. Aşk, her güzeli kendi güzelliğinden yaratan Allah’ın güzelliği ile süslenmiştir. İbn Arabî de (2008: 185-205) sevgiyi ilâhî, rûhânî ve doğal olmak üzere üçe ayırır: Doğal sevgi bütün amaçlara ulaşmanın hedeflendiği sevgidir. Bu amacın sevileni mutlu etmesi veya etmemesi birdir. Doğal sevgi, bir insanda bulunduğunda bunun gereği, kişinin sevdiğini nimet ve haz elde etmek üzere sevmesidir. Dolayısıyla onu “sevilen zatı için” değil, kendisi için sever. Yani doğal sevgide seven, sevgiliyi de kendisi için sever. Rûhânî sevgi, sayesinde sevilenin razı olacağı işlere koşmayı gerektiren sevgidir. Bu sevgide insanda sevgilisi karşısında bir amaç ve irade kalmaz, sadece kendisinden istenilene uyar. Rûhânî sevgi, hem sevgili için hem de seHünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 55 AŞKA SEMAH DÖNMEK ven için sevmeyi kendinde barındıran sevgi türüdür. Seven, akıl ve bilgiyle nitelenip aklıyla hüküm sahibi ve hikmetiyle bilen olursa, işleri hikmetin gerektirdiği şekliyle düzenler, onları ait olduğu yerlerin dışına çıkarmaz. Bu durumda ise sevginin ne olduğunu, ‘seven’in anlamını, ‘sevilen’in ne olduğunu ve sevilenden ne istenildiğini öğrenir: Acaba sevgilisine ait bir irade ve ihtiyar var mı? Böyle ise sevgilisinin sevdiği (ve irade ettiği) şeyi sever. Onun iradesi yok mudur? Yok ise sadece kendisi için sever. Acaba sevgilisinin var olmasını istediği varlık ancak o varlıkta mıdır? Bu açıklamayla, varlığın sevilen olduğunu ve sevginin onda bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu varlık iradeyle nitelendiğinde onu kendisi için değil, onun için sevmesi mümkündür. İradesi yok ise sevdiğini kendisi için sevebilir. İlahi sevgi ise Allah’ın bizi sevmesi, bizim de onu sevmemizdir. İlahi sevgi, Allah’ın bizi, bizim için ve kendisi için sevmesidir. Allah’ın bizi kendisi için sevmesi, “Bilinmek istedim; âlemi yarattım, onlara bilindim, onlar da beni bildi.” kutsi hadisinde dile getirildi. Bizi ancak O’nu bilelim diye ve kendisi için yaratmıştır. Sevgi ancak yaratana yönelebilir. Fakat Allah; Suad, Zeynep, Hind, Leyla, dünya, para, makam gibi âlemde sevilen bütün şeylerle bu sevgiden perdelenmiştir. Öyleyse şairler varlıklarda sözlerini tüketmiş, bu gerçeğin farkında bile olmamışlardır. Arifler ise bir şiir veya lügaz veya övgü veya gazel duyduklarında, suretlerin perdesinin ardından (Allah’ı) görmüşlerdir. Çünkü sevginin nedeni güzellik iken güzellik Allah’a aittir. Güzellik, özü gereği sevilir. “Allah güzeldir ve güzeli sever.” Öyleyse Allah kendisini sever. İyiliği seversen Allah’ı seversin, çünkü iyilik yapan O’dur. Güzelliği seversen yine Allah’ı seversin, çünkü güzellik O’nundur. Her durumda sevginin konusu Allah’tır. Allah, kendini bilmiş, âlem onun suretine göre ortaya çıkmıştır (İbn Arabî 2008: 182). İlahi aşk da iman gibi Allah’ın insanlara bir lütfudur. Bu lütfa mazhar olan kişinin içi aydınlanıp her türlü kötülük ve pislikten arınır, dışı ise aşk ateşiyle yanıp kavrulur: Sübhan Rabb’im bendesine lutf eylese, İçi parlayıp, dışı yanıp biryan olur. Pîr eteğini tutup âşık yola girse, Hakk’ı izleyip iki gözü giryan olur. (Ahmed-i Yesevî 1991: 191). Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 56 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR Yûnus Emre’de, derin bir Allah aşkı ve bu aşktan doğan varlık sevgisi vardır. Onun, “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir.” mısraıyla özetlediği bu sevgide herhangi bir sınır yoktur. Zerreden küreye, karıncadan deveye, bedenli ve bedensiz bütün varlık âlemini kapsayan bu varlık sevgisiyle, “ben”i ve “bencillik”i sonsuz birlik âleminde “biz”e dönüştürmüştür (Tatcı 2009: 34). Eğer insan Allah’a bağlanır, O’na âşık olursa, sevgilisi Allah olur. Sevgisinde öyle ileri makama ulaşır ki Allah’ın yarattıklarına karşı duyulan aşkta yok (fenâ) olma hâlinden çok daha ileri bir makamda, Allah’ın aşkında yok olur. Çünkü o varlıklara, o şekillere duyulan aşk, varlık ya da o şekil, sevenin gözünde kaybolunca, aşk yok olmaktadır. Oysa sevgili Hakk Teâlâ olunca, O daima müşahede edilebilir durumdadır. Sevgilinin müşahede edilmesi arttıkça, sevgi de artar. Aşka özgü olan bu durum nedeniyle, sevgiliyle karşılaşınca şevk sakinleşir, yatışır; fakat yeniden kavuşma arzularıyla iştiyak yeniden canlanır. (İbn Arabi 2011: 37) Amiran Kurtkan Bilgiseven (1989: 164) ‘aşk’ı mecazî aşk ve hakikî aşk diye ikiye ayırmıştır. Hasret duyulan şey basit, maddî bir tatminle ulaşılacak cinsten bir varlıksa, ona duyulan istek hakikî aşk değildir; ‘mecazî aşk’tır. Şu hâlde mecazî aşk, maddî bir varlık olan bedenimizin isteklerinden kaynaklanır ve – maddenin mahiyeti icabı – gelip geçici olan bir ihtiyaç ve istektir. Hakikî aşk ise ölümsüz olan ruhumuzun hasret ve isteklerinden doğar ve bundan ötürü tıpkı ruh gibi ölümsüzdür. Demek ki hakikî aşk, ancak sonsuz ve ölümsüz olan varlığa, ölümsüz olan ruhun duyduğu aşk olup gelip geçici değildir. Gerçek aşkı Ahmed-i Yesevî şöyle dile getirir: Gerçek âşıklar geçer imiş canını atıp, Edhem gibi yağmaya verip malını atıp, Hû hû diye Hak zikrini diyip haşlanıp, İman tasdik kılıp bağrını kebap etti. (Ahmed-i Yesevî 1991: 251) 3. Aşka Semah1 Dönmek Sevgi, Ehl-i Beyt soyundan gelen gönül erlerinin dillerine pelesenk ettikleri hem dile hem de gönle hoş gelen bir kelimedir. Ehl-i Beyt’i bizlere miras 1 * Semah, Kırklar Ceminde Hz. Peygamber’in huzurunda kendinden geçen Kırkların Allah aşkına, HakMuhammed-Ali aşkına, pervaneler gibi dönmeleriyle birlikte başlamıştır (Mélikoff 2011: 67). Oniki hizmetten biri olan semah, içeri semahları-dışarı semahları şeklinde iki kategoride ele alınır. Cem esnasında dönülenler içeri semahları, bunun dışında toplumun düğün, toplantı gibi bir araya geldiğinde döndükleri semahlar dışarı semahlarıdır. Ancak asıl olan kırklar semahı ibadetidir. Bir ibadet olduğu için gösteri mahiyetinde icrâ edilen semahlar, Dedeler tarafından tasvip edilmemektedir (Üçer 2010: 365). Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 57 AŞKA SEMAH DÖNMEK bırakan Allah Resulü, âlemlere rahmet olma görevini de onlara yüklemiştir. Her devirde yaşayan seyyidler ve şerifler, bu kutsal görevi yerine getirmişler; “sevgi, şefkat, merhamet ve kardeşlik” demişler; hayatlarını bu duygu ve düşünce etrafında nakşetmişlerdir (Eğri 2003: 126). Ehl-i Beyt’in gösterdiği istikamette şekillenen gelenekli Alevilik de “Sırat-ı Müstakim” üzere bir yoldur. Bu yolda Sırat Köprüsü dünya ile ahiret arasında kurulmuştur. Kıldan ince, kılıçtan keskin güzergâhta yürümeye muvaffak olanların ahirette Sırat Köprüsüne saraylar kurası gelir. Yolda yürüyüş, aşk iledir. Aşk, yolu semah dönülecek kadar genişletir. Bu yolda semah aşka pervane olmakladır (Tatar 2008: 131). Semah, Tanrı’ya ulaşmayı hedefleyen sonsuz bir döngüye, Pervane ise Hz. Ali simgesine işaret eder (Güray-Şimşek 2011: 173). Alevilik-Bektaşilikteki idrake göre kâinat bütünüyle dönüş hâlindedir. Bütün dönüşler Allah için ve Allah’adır. On sekiz bin âlem birlik hâlinde Allah’ı zikreder. Âlemin göz bebeği olan insan da aşk-ı ilahi ile Allah’a yönelir. Aşk meydanında cem olan canlar, aşk ile semah döner: Kırk Budak’ta şem’a yanar Dolusun içenler kanar Âşıklar sema döner Hünkâr Hacı Bektaş Veli (Pir Sultan Abdal 1996: 269). Erenler cem olduğunda çerağ, aşk ile uyandırılır. Hudâ’nın, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’nın, On İki İmam’ın, On Dört Masum’un ve Hz. Hünkâr’ın aşkına çerağ ile birlikte gönüller de uyandırılır ve tutuşturulur: Bism-i şâh Allah Allah çün çerağ-ı fahri uyardık Hûdâ’nın aşkına Dü-cihân fahr-i Muhammed Mustafâ’nın aşkına Sâkî-i Kevser-i Aliyyü’l-Murtazâ’nın aşkına Hem Hadice Fatımâ hayru’n-nisâ’nın aşkına On İki İmâm sadr-ı vilâyet pîşvânın aşkına Çar-deh-i ma’sûm-i pâk Âl-i âba’nın aşkına Hazret-i Hünkâr âlem-i kutb evliyanın aşkına Haşre dek yansun yakılsun billâhi anın aşkına Ber cemâl-i Muhammed kemâl-i Huseyn Ali’yi bilene salavât” (Sarıkaya 2008: 347). Semanın kapıları Semahta açılır, gök yer bir olur. Canlar, can gözü ve can kulağıyla, candan birlik olurlar. Kur’ân-ı Azîm’i ve aşk deyişlerini “gönlün yüzüne Allah’tan başka bir şeyi görmesin diye perde çekip, can kulağını o Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 58 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR tarafa yöneltip ve can gözünü açarak” (Cabbar Kulu 2007: 340) dinlemeleri ve söylemeleri ihtar olunur. İnsanda can gözünden başka malum olduğu üzere bir de ten gözü vardır. Ten gözüyle halk, can gözüyle Hakk görülür. Ten gözü zâhiri görür ve Allah’ın varlığının delillerini müşahede eder ve yapması gerekenleri yapar, yasaklananlardan da sakınır. Can gözü ise bâtına bakar. Buna kalp gözü de denir. Bu göz hep eşyanın içine bakar, dışarı bakınca sıfat, içeri bakınca zat görünür. Gönül Hakk’ın evidir. Bir kişinin gözü yoksa gelen kimdir, giden kimdir bilemez (Erkânnâme 2007: 185-186). Erenlerin gönlü muhabbet ateşinin ocağıdır: “…ârifler kendi isteklerine ulaşıncaya kadar can vermezler. Ve yine sert bir demiri taşa vururlar. O taşın içerisinden ateş çıkar, yanar, dumanı göğe yükselir ve ateşi ocakta kalır. İşte “reyhan gülü” dedikleri aşk çiçeğidir. Aşk dedikleri yüce Allah’ın varlık ateşidir ki bütün âlemi kaplamıştır. Ve o ateşin ocağı erenlerin gönlüdür. İşte aşk cana hareket verir ve yakar. Bu ateşe muhabbet ateşi derler.” (Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî 2009: 59) Meydan, “Kırk”ın bir olduğu gönüllü birlikteliğin meclisi ile kurulur. Cabbar Kulu (2007: 287-288) gönlü, Allah’ın, bir hazinesinin ağzındaki buhardan yarattığını söyler. O hazinenin içindeki varlıkları gönle bildirdiğinde gönül şaşırıp kalmış, bunlardan hangisine tutunacağını bilememiştir. Allah, hazinenin içindekilerden hangisine tutunacağı hususunda serbest bıraktığı içindir ki gönül, bir ona bir öbürüne tutunur. İşte meclisteki gönüller, yegâne aşka yönelerek birlikte “Bir”de karar kılarlar. Gönüldeki duygunun kaynağı nefis, ruh ve akıl olabilir. Eğer gönüldeki duygular nefisten kaynaklanıyorsa nefisle şeytana kulluk edilir. Eğer ruh ve akıldan kaynaklanıyorsa, Allah’a kul olunmuş demektir (Cabbar Kulu 2007: 263-264). Gönüldeki duygunun nefis olması hâlinde ise gönül kararsız olur ve yoldan çıkar. Hâlbuki “İçlerini mal-mülk sevgisinden boşaltmış âşıklar, dünyayı istemezler. Dünyayı istemeyen kimsede hırs olmaz. Bu kimse kendini beğenmiş ve kibirli de olmaz” (Vîrânî Baba 2008: 79). O hâlde nefsi ilk hâliyle öldürmeden aşka ermek mümkün değildir: Aşk bağını mihnet ile göğertmesen, Hor görülüp şom nefsini öldürmesen, “Allah!” diyip içine nur doldurmasan, Vallah, billah sende aşkın nişanı yok (Ahmed-i Yesevî 1991: 111) Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 59 AŞKA SEMAH DÖNMEK Aşk geldiğinde bütün masivalar yanar. “Aşkın hâssiyeti budur ki harâreti ateş gibi olmakla mâ-sivâyı yakar. Onun için aşkla bir lahzada hâsıl olan ma’na mücâhede ile nice yıllarda hâsıl olmaz. Zîra mücâhedede incizâb yoktur” (Ahmet Rifat Efendi 2007: 176). İşte bu sebepledir ki âşık, gerçek iman ehlidir. Hatta aşk yolunun rehberlerine göre aşk yoksa iman da yoktur: Zâhid olma, âbid olma, âşık ol sen; Mihnet çekip aşk yolunda sâdık ol sen; Nefsi tepip dergâhına layık ol sen; Aşksızların hem canı yok, imanı yok (Ahmed-i Yesevî 1991: 115) İnsan, ancak ilahi aşk ile benliğinden sıyrılıp Hakk’a kavuşabilir. Bu aşk benliği yok edip ikiliği ortadan kaldırır: Aşkı değse, kavurup yandırır canı, teni; Aşkı değse, viran kılar “ben” fikrini (Ahmed-i Yesev,1991: 155). Aşk yolunda yürüyen insan dünyanın esaret zincirlerini kırıp gönlünü yegâne aşka bağlar. İnsan, ancak ‘aşk’a kul olur ve kulluk ise muhabbet iledir. İnsan, aşktan başka her şeye köle olur. Çünkü kölelikte cebir vardır ve kölenin yegâne aşkı özgürlüktür. Kul olabilmek bir mertebedir; bu mertebeye ulaşabilmek için âşık olmak gerekir. “Aşk âteşine pişmeyen, dergâh-ı Hakk’a ulaşmayan, seyrinde hâtıra düşmeyen, ak pınardan su içmeyen kul değildir” (Seyyid Alizâde Hasan b. Müslim 2007: 48). Doğru yol âşıklarınkidir, bu yola ilişkin Kaygusuz Abdal’ın nasihati âşıklardan başka herkesin köle yapılabileceğine dairdir: Elinden geldiği kadar âşıkların yolundan git. Onların söylediklerine kulak ver. Çünkü âşıklar Hakkı tanıyan ve doğruyu görenlerdir. Âşıkların dışında kalanlar kördürler. Bunlar dünya için çalışırlar ve âşıklardan başkalarını kendilerine köle ederler. Hâlbuki âşıklar hak-şinastırlar ve müşkillerini halletmiş olup hedeflerine ulaşmışlardır (Kaygusuz Abdal 2009: 182). Aşkla yürünen yoldan gidildiği takdirde menzile ulaşılır. Kaygusuz Abdal’ın daveti bu yoladır: Gel iy cân iklimine ‘azm idenler Bu ‘ışk yolına kendüsüz gidenler … Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 60 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR Bu ‘ışk bahrine girüben yüzenler Kuruda isteyüb bahri süzenler Yolu bilen kişi yoldan ayrılmaz Zirâ bu menzile yolsuz varılmaz … Olar ki ‘ışkla bilişdi cândan Nişân virse dürüstdür bî-nişândan Zirâ ‘ışkı bilen maksuda irdi Bilişdi Hakk ile ma’bûda irdi (Kaygusuz Abdal 2009: 111) Nefsin arzuları çok kuvvetlidir ve insanın bütün bedenini kaplar. Dünyanın zîneti insanın nazarını celbetmek için yeterlidir. Ten gözünü terk edip gönül gözüyle bakmayınca kişi insan olma makamına eremez. Öyle ki Ahmed-i Yesevî’ye göre aşksız kişi insan bile değildir, şeytan kavmindendir: Aşksız kişi insan değil anlasanız Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz (Hoca Ahmed Yesevi 1993: 78) Âşık olmak dert sahibi olmak demektir. Bu dert dünyevî arzularla alakalı değil, tersine Dost ile hemdert olmak demektir. Dertsiz insan, insan olmadığı gibi aşka yönelmeyen de hayvan cinsinden görülür: Dertsiz insan insan değil, bunu anla; Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinle; Gönlünüzde aşk olmazsa, buna ağla; Ağlayanlara hâs aşkımı bağışladım (Ahmed-i Yesevî 1991: 127). Yegâne derde giriftar olan insan, dünyevi dertleri aşkıyla yakar. Gönlüne aşkı doldurmayan insan, nefsani arzularının esaretine sürüklenir. Bu tür arzuların güttüğü insan, insandan aşağı bir varlıktır. Pir Sultan Abdal (1996: 263), “Hayvandan kötüdür aşkı yok kişi.” derken bu düşünceyi izhar etmektedir. Aşk, her aybın kirini yıkar. Gayb perdelerini ortadan kaldırır. Aşk, hakikatte Allah’ın vasıflarındandır. İnsana âşıklık vasfı gelince ondan beşerî özelliklerin hepsi gider. Âşık kişi, Allah ahlakı ile ahlaklanır. Sevmeyi ve karşılıksız ikramı öğrenir. Yaratandan ötürü yaratılanları da sever ve onları hoş görür (Eğri 2003: 44). Âşık, ölmeden önce ölendir. Bu sebeple de aşkta ölümsüzlük vardır. Zira Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî (2009: 86), “Âşık olanların tenleri ölür, ama Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 61 AŞKA SEMAH DÖNMEK canları ölmez.” ve Yunus Emre “Ölen hayvan durur âşıklar ölmez.” derken ölümsüzlük şerbetini sunarlar. Sonuç Dinler, doğuşunu müteakip önce kurucusu tarafından asli şeklini aldıktan sonra canlı olan ve can veren bu gücün kaybıyla, ilk mümin halkaları tarafından teşkilatlanarak müesseseleşir. Başlangıçta din kurucusu, sonra da müntesipler, eski gelenekle olan bağlarını kopararak yeni bir gelenek meydana getirirler. İlk nesilde dinî tecrübe, dinin ruhunun belirlediği bu canlı kaynaktan beslenir. Ancak sonraki nesillerde, dinin temellerinin nasıl nakledileceği meselesi ortaya çıkar ki o zaman gelenek zarurî bir hâle gelir. Müesseseleşme sürecinde din, bir taraftan ferdin idrak tarzına bağlı olarak şekillenirken diğer taraftan ferde belirli bir zihniyet kazandırır. İslâm da aslı, özü değişmemek üzere farklı idrak tarzları ile yorumlanmış, gelenekselleşmiş ve aynı zamanda fertte ve toplumda belirli bir idrak tarzı ve zihniyet oluşturmuştur. Dinî tecrübe fertten ferde yol açarak cemaatleşme özelliği gösterse de asli olarak iman esasından dolayı, ferde hitap eder. Gönül ve akıl itibariyle ferde hitap eden din, muhatabına “can”lılık verirken kendisi de hayatın merkezinde bulunma hakkı elde eder. Toplumun dolayısıyla da ferdin zihniyeti tarafından idrak edilen din, aynı zamanda zihniyetin teşekkülünde de asli rolü üstlenir. Güçlü ölçüsü sayesinde zihniyeti oluşturup gerektiğinde dönüştürürken idrak edilme sayesinde çeşitli idrak tarzlarının varlığına zemin hazırlamaktadır. Böylece din çeşitli idrak ve uygulama çeşitliliği ile zenginleşirken maddi ve manevi yönlerden millet hayatına aksederek medeniyet birliğini temin etmektedir. Her doğumun bir sancıyla başlaması eşyanın tabiatındandır. Annesinden bir sancıyla dünyaya doğan bebek bir yolculuğa da başlamış olur. İlk doğum ve annenin çektiği sancıyla başlayan çocukluk aile içinde devam eder. Ergenlikle beraber aileden topluma doğmanın sancıları başlar. Bu aşamada sancı aileyle birlikte, ergen olma gayreti veren fert tarafından da paylaşılır. Sancı çekilmiş olsa da fert topluma doğmuştur. Sosyalleşmeyle birlikte, farklı seviyelerde de olsa, “her” kişiden “bir” kişi olunmuştur. Olgunluk devrinde ve olgunlaşmak için yeni bir doğum gerekir. Bu aşamada doğum toplumdan bene doğru olmaktadır. Çekilmesi gereken sancı da tamamen ferde kalır. Metinde, aşk yolculuğu şeklinde ifade edilen derunî, iç seyahatle gerçekleştirilmek istenen bir anlamda budur. Bu durumda aşk, benliği öldürüp “benden içeru benden” doğmaktır. Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 62 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR Her din müesseseleşme sürecinde birtakım formüllerle ifade edilir. İslâm’da kelime-i şahadet buna bir misaldir. Buradaki “ben”, şahitlik için gereken bendir. Tasavvufî yorumda bu anlayış “her kişi olmaktan er kişi olmak” şeklinde izhar olunur. Bu bir anlamda ve aynı zamanda, “alan el olmaktan veren el olma” gayretine işaret eder. Geleneksel terminolojide “cihad-ı ekber” ifadesi büyük cihat anlamına gelir. Azap, çile, ölüm, dert gibi ifadeler mazoşist eğilimler, marazî ruh hâlleri değildir. Bunları ölümden sonra yeni bir doğumun sancıları olarak görmek gerekir. Doğum sonrası ben, kendini bilmek yoluyla kendinden Rabbine yönelen aşk yolculuğuna çıkar. Yolculuğun amacı, “insan-ı kâmil”e ulaşmaya yöneliktir. Dinî ikazlar sonucunda, dinî ölçüye riayetle ve özden kopmadan ortaya çıkan tasavvufî yorumlar bu seyahatin yol haritasını sunar. İşte bu çerçevede Alevilik-Bektaşilik, Türk tasavvuf anlayışının ve geleneğinin uygulamalarından biridir. Daha yoğun ve daha sıkı dinî tecrübe talebinde bulunan fertler, dinin ölçüsünün dışına taşmayan önceki gelenekleriyle dini idrak edip bir iç yolculuk arzusuyla çeşitli usuller geliştirirler. Bunlardan biri dinin tasavvufî yorumudur. Bu, aşkın olanın aşkla yorumudur. Bir ibadet olarak telakki edilen ve öyle de uygulanan semahta dönüşler aşkladır ve aşkadır. Semah, Hakk ile halk arasında kurbiyetin kurulmasıdır. O’nun muhatabı olmaktan kaynaklanan coşkunun edeple ifadesidir. Bu ifade; elin, dilin ve gönlün O’na yönelmesi, O’nun için bağlanması ve O’nunla çözülüp O’ndan dağılmasıdır. Aynı zamanda halkla bir köprü kurmak için seferber kılınmasıdır. Aşk, sevginin doruk noktasıdır. Genel olarak beşeri, ruhani ve ilahi olmak üzere üç türü bulunmaktadır. Bütün aşklar, yalnızca ilahi aşka yolculukta bir basamaktır. Alevilik-Bektaşilik yolu da ilahi aşkı kabul ve gaye edinen idrak tarzlarından biridir. Dolayısıyla bu yolda aşk, imanın özü ve şartı olarak görülmüş, insanlık makamına ulaşmanın temeli sayılmıştır. Alevilik Hakk, Muhammed, Ali ve Ehl-i Beyt aşkı ile gidilen yoldur. Menzili olmayan bu yol; çile, meşakkat ve dert ile doludur. Aşk, âşık olunanın yani dostun derdi ile dertlenmek olduğundan, yakılan ağıtlar, tutulan yası canlı tutar. Aşk ile pervane olan canlar, Hakk-Dost etrafında semah döner. Turnaların kanadında şaha varmayı ümit eder. Akıbet yanar, varlığı biter. Aşk makamı çok şereflidir ve varoluşun aslıdır. Erenlerin gönlü muhabbet ateşinin ocağıdır. Erenler cem olduğunda çerağ aşk ile uyandırılır. Hudâ’nın, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’nın, On İki Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 63 AŞKA SEMAH DÖNMEK İmam’ın, On Dört Masum’un ve Hz. Hünkâr’ın aşkına çerağ ile birlikte gönüller de uyandırılır ve tutuşturulur. Cem törenlerinde Hakk-Muhammed-Ali için yakılan üç mum, aşkın sebebini, özünü, istikametini ve nihayet menzilini gösterir. Muhabbet çerağını yakanın bizatihi Hz. Ali olduğu düşüncesi, aşk ateşinin kaynağına işaret eder. Dolayısıyla aşk O’ndan, O’nunla ve O’nadır. Üçte birlik ulu hece aşkladır ve aşktadır. Kaynaklar AHMED-İ YESEVÎ (1991). Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler. (Hzl. Kemal Eraslan). Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. AHMET RİFAT EFENDİ (2007). Gerçek Bektaşîlik. (Hzl. Salih Çift). İstanbul: İz Yayıncılık. CABBAR KULU (2007). Kitab-ı Cabbar Kulu. (Hzl. Osman Eğri). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. DÂVÛD EL-KAYSERÎ (2010). “Hakiki Sevginin Bilinmesine Dair”. Aşkın Halleri, Aşk Risaleleri. (Hzl. Sadık Yalsızuçanlar, M. F. Birgül). (çev. M. F. Birgül). İstanbul: Sufi Kitap: 195-209. ERKÂNNÂME 1 (2007). (Hzl. Doğan Kaplan). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. EĞRİ, Osman (2003). Bektâşîlikte Tasavvufî Eğitim. İstanbul: Horasan Yay. FUZULÎ (1997). Hadikat’üs-Süeda, Ermişlerin Bahçesi Kerbelâ Şehitlerinin Destanı. (Sadeleştiren M. Faruk Gürtunca). İstanbul: Huzur Yay. GÜNAY, Ünver (1993). Din Sosyolojisi Dersleri. Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay. GÜRAY, Cenk ve Erdem ŞİMŞEK (2011). “Alevilik ve Etkileşim İçine Girdiği Kültürel Yapılar Açısından “Pervane” Kavramının İrdelenmesi.” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi. S. 60: 159-180. HOCA AHMED YESEVİ (1993). Divan-ı Hikmet. (Hzl. Hayati Bice). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. HÜNKÂR HACI BEKTÂŞ-I VELÎ (2009). Makâlât. (Hzl. Ali Yılmaz vd.) Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. İBN ARABÎ (2008). Fütûhât-ı Mekkiye. C. 8. (çev. Ekrem Demirli). İstanbul: Litera Yay. İBN ARABÎ (2011). İlâhî Aşk. (çev. Mahmut Kanık). İstanbul: İnsan Yay.. İBN SÎNÂ (2010). “Aşk”ın Mahiyeti Hakkında Risale”. Aşkın Halleri, Aşk Risaleleri. (Hzl. Sadık Yalsızuçanlar, M. F. Birgül). (çev. M. F. Birgül). İstanbul: Sufi Kitap: 101125. Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 64 HÜSNİYE CANBAY TATAR / TANER TATAR İHVÂN-I SAFÂ (2010). “Aşkın Mahiyeti Hakkında”. Aşkın Halleri, Aşk Risaleleri. (Hzl. Sadık Yalsızuçanlar, M. F. Birgül). (çev. M. F. Birgül). İstanbul: Sufi Kitap: 49-67. JOHNSON, Allan G. (2000). The Blackwell Dictionary of Sociology. Second edition, Blackwell Publishers. KAYGUSUZ ABDAL (2009). Dil-Güşâ. (Hzl. Abdurrahman Güzel). Ankara. Türkiye Diyanet Vakfı Yay. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran (1989). İslâmiyet’in Kültürel Özellikleri ve İslâmî Kavramlar. İstanbul: Filiz Kitabevi. MARSHALL, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü. (çev. O. Akınbay ve D. Kömürcü). Ankara: Bilim ve Sanat Yay. MÉLIKOFF, Irène (2011). Uyur İdik Uyardılar, Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları. (çev. Turan Alptekin). İstanbul: Demos Yay. MENSCHING, Gustav (1994). Dinî Sosyoloji. (çev. Mehmet Aydın). Konya: Tekin Kitabevi. PAGE, C. H. – R. M. MACIVER (1994). Cemiyet. (çev. Amiran Kurtkan). İstanbul. PALA, İskender (2012). Kitab-ı Aşk. İstanbul: Alfa Yay. PİR SULTAN ABDAL (1996). Pir Sultan Abdal Divanı. İstanbul: Şahkulu Sultan Dergâhı Vakfı – Ant Yay. RUZBİHÂN BAKLÎ (2010). “Aşkın Aslı Hakkında”. Aşkın Halleri, Aşk Risaleleri. (Hzl. Sadık Yalsızuçanlar, M. F. Birgül). (çev. M. F. Birgül). İstanbul: Sufi Kitap: 131-133. SARIKAYA, Mehmet Saffet (Hzl.) (2008). Fütüvvetnâme-i Ca’fer Sâdık, İnceleme-Metin. İstanbul: Horasan Yay. SEYYİD ALİZÂDE HASAN B. MÜSLİM (2007). Hızırnâme. Alevi Bektaşî Âdab ve Erkânı. (Hzl. B. Y. Altınok). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. TATAR, Taner (2008). “Kutsalın Siyasallaşması ve Alevilik.” Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi. S. 45: 113-134. TATCI, Mustafa (2009). Aşk Bir Güneşe Benzer, Yunus Emre Yorumları. İstanbul: H Yay. ÜÇER, Cenksu (2010). Tokat Yöresinde Geleneksel Alevilik. Ankara: Ankara Okulu Yay. VÎRÂNÎ BABA (2008). İlm-i Câvidân. (Hzl. Osman Eğri). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. WACH, Joachim (1990). Din Sosyolojisi. (çev. Ünver Günay). Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay. Hünkâr Alevilik Bektaşilik Akademik Araştırmalar Dergisi 65
Benzer belgeler
AHLAK FELSEFESİ NEDİR
Alevilik-Bektaşilik, İslâm dininin aşkla yorumunun bir ifadesidir. İnancın özünü oluşturan aşk, Alevilik yolunun müesses usul ve esaslarının en önemli belirleyicisi olmuştur. Aşkın farklı çeşitleri...