Bir çocuk isteği - Devrimci Proletarya

Transkript

Bir çocuk isteği - Devrimci Proletarya
'aUEe
\aSaPaPaQ×Q
da\aQ×lPa]
oaUesi]liùi
•4
)XtERlXQ
NesiN daPaUlaU×
• 14
\DíDVÜQ
sosyalist
6D\Ü$ðXVWRV7/
Var yok anlamaz
%LUoRFXNLVWHùL
LíÁLGHmokrasisi
Meclis tatilde
iüoileU ioiQ Ka]×UlaQ×\RU
Burjuvaların meclisi de –vekilliği kabul edilenleri, edilmeyenleriyle birlikte– tatile girdi. AKP
hükümeti vakit kaybetmeden iç programını gündemleştirmeye başladı. Hayır, değişmez maddesi
artıdeğer sömürüsü olan anayasa değil sadece,
onun gerçek bütünleyeni ve özü olan çalışma
yaşamının, işçinin yaşamının yeniden düzenlenmesinden bahsediyoruz. Kıdem tazminatının
kaldırılması, bölgesel asgari ücret, esnek çalışma,
mesleki eğitimin özelleştirilmesi…
•3
.aPS oRN ER]dX
Tatil yapmak en temel toplumsal ihtiyaçlardan biridir. Kapitalistler tarafından yıl boyunca vahşice
sömürülerek tükenen beden ve ruh sağlığını onarmak ve korumak, rahatlamak, dinlenmek, eğlenmek,
doğayla kaynaşmak, farklı şeylerle uğraşmak, toplumsal ilişkilerini geliştirmek, çok kısa bir süreliğine
de olsa kendi istediklerini istediği gibi yapma düşü olarak tatil yapmak… yaşamsal bir ihtiyaç • 8-9
MasdaI iüoileUi
$QNaUa
\a \Ud
DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye olmalarının ardından işten atılan Mas-Daf işçileri Ankara'ya yürüdü. Düzce'de yürüyüş öncesi jandarma tarfından 3 kez gözaltına alınan işçiler bu saldırılardan yılmayarak
eylemlerini gerçekleştirdiler. Yürüyüş sonrası Ankara'ya ulaşan Mas-Daf
işçileri burada ilk olarak İLO yetkilileri ile görüştü. İLO binasının önünde
yapılan açıklamada, Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,
Mas-Ddaf işçilerinin bu mücadeleleri ile Türkiye'nin dört bir yanında
•5
yaşanan hukuksuzluğu ortaya koyduklarına dikkat çekti.
Geçmişin iyi-kötü
anılarını yad
ederek, neler
neler yapmıştık
diye böbürlenerek
değil, henüz
yapamadıklarımızın
peşine düşerek,
sınırlarımızı bilerek, ama yalnızca onu parçalamak için
bilerek yaşamak, yaşamı bugün akla bile gelmeyen
yönleriyle, bütün hücreleriyle kucaklamak istiyoruz.
5. Üretiyorum Kampı, işte böyle bir perspektif üretti,
yola böyle bir eksenle devam kararı aldı.
•2
2
NƦNRJHQNXN
.DPSÁRNER]GX
Okan Bayülgen'i sevmem. Niye
sevmediğimi de uzun uzun anlatır,
seveni de ikna eder tiksindiririm.
Ama bugünlük gündem bu değil.
Bir süredir Bayülgen'in TV programlarında hem müzik grubunda,
hem de skeçlerde boy gösteren
bir genç arkadaş var, Feyyaz. Kısa
sürede mizah ikonu haline gelen
bu arkadaşın bir videosuyla açılışı
yapalım.
www.vimeo.com/22604744
Kamp çok bozdu, baya baya bozdu,
bi yerden sonra artık bozmaz dedik, iyice bozdu.
Şaka bir yana, geride bıraktığımız
5 senede Lost kadar bozmadık
kendimizi neyse ki. Yine de biraz
bozduğumuz, birkaç sene daha
Zeytinli'ye gidersek daha da beter
bozacağımız kesin.
2007 yılında başlayan kamp maceramız 3 yıl boyunca istikrarlı
bir nicel büyüme ve giderek artan
bir organizasyon becerisi ortaya
koydu. Ancak ölçülebilir verileriyle
bir parça göz boyayıcı olan bu 3
senenin zaafları birikerek 4. yılda
geriye doğru bir kırılma yarattı.
Geçtiğimiz hafta yapılan 5. kampta,
daha doğrusu 5. kampın öncesinde
Üretiyorum Kolektifi'nin bugüne
kadarki tüm birikimleri nesnel
bir kriz olarak kendini gösterdi.
Bu yüzden de alışageldiğimiz ve
mümkün mertebe geniş bir nüfusla
yapmaya çalıştığımız kamp tarzını
kenara bırakıp, önümüzdeki krizi
aşabileceğimiz bir ortam yaratmayı
hedefledik.
Üretiyorum'un 6-7 seneyi bulan
kısa tarihinin detaylı bir analizi de
önümüzdeki sürecin gündemlerinden olmakla birlikte, burada uzun
uzadıya kafa şişirmeye niyetim
yok. Özlüce toparlamaya çalışacak
olursak:
Geride bıraktığımız yıllarda pek
çok farklı şehirde, oldukça geniş bir
yelpazede yürütegeldiğimiz Üretiyorum çalışmalarının toplamı, başlangıçtan itibaren sözünü ettiğimiz
"bilim, kültür, sanat, felsefe platformu" olabilmenin asgari gereklerini
karşılamayı başaramadı. Ankara'da
Tarım işçileriyle birlikte yürütülen
fotoğraf çalışması (Polatlı serisi),
İstanbul'daki "Sanat banka kasasına sığmaz" eylemleri, Çevre Haftası etkinlikleri, Hıdırellez Şenliği,
Zeytinli'de beş yıldır devam ettirdiğimiz gelenekselleşme yolundaki
kampımızla, şimdi akla gelmeyen
türlü çeşit etkinlik ve faaliyetle, az
şey başarmadık aslında. 5. kampın
2. gününde gecenin bir körü hararetle yaptığımız toplantıyı uzaktan
görüp yanımıza gelen genç ressam
arkadaşlar bunu bir kez daha hatırlattılar. Büyük bir acımasızlıkla biz
kendimizi dövmekle meşgulken,
aslında neyi başarmış olduğumuzu
anlattılar bize.
Evet, iddia sahibi olduğumuz
"bilim, kültür, sanat, felsefe" alanlarında elle tutulur bir birikim
yaratamadık. Hedefe çaktığımız
kapitalizmin bu alanlardaki ürünlerine denk, hatta yakınsayan ürünler
ortaya koyamadık. Bağrımızdan bir
akım, şu ya da bu sanat alanında bir
üslup, tarz çıkaramadık. Ama bugün pek az topluluğun başarabildiği
bir şeyi başardık. O genç ressamların bize anlattığı gerçek bir kolektif
yaşam tarzını başarmış olduğumuzdu. Elimizdeki en değerli şey bu,
biz bunu başardık.
Hem de o kadar doğallığında ve rahatlıkla başardık ki. Aslında en çok
susadığımız, bize en çok lazım olan
oymuş. Ama bugün, o olağanüstü
güzel yaşam tarzının da karın doyurmadığı noktadayız.
Biz artık bir sayfayı kapatmak, daha
fazla doldurulmak, daha fazla hırpalanmak, ve kimbilir sonra belki
başka şeylere dönüşmek üzere yeni
bir sayfa açmak istiyoruz. Gövdemizle, araçlarımızla, tarzımızla bü-
tün mevcudiyetimizi geride bırakıp
daha ileri bir noktadan kendimizi
tekrar var etmek istiyoruz. Bilim,
kültür, sanat, felsefe, spor vs.
diye uzayıp giden bir faaliyet alanı
listesini geride bırakıp gerçekçi
bir çerçeve ile yola devam etmek
istiyoruz. El attığımız her işte güçlü
bir birikim yaratmak, derinleşmek
ve bu kez gerçekten burjuvazinin
karşısına dikilebilmek istiyoruz.
Geçmişin tulumlu, çekiçli, sınıf
bilinçli işçilerini seviyoruz sevmesine, ama soylarının tükenmekte
olduğunu, bugün bambaşka bir işçi
sınıfı olduğunu biliyoruz. O bambaşka sınıfın parçalarıyız. Bilinçli,
bilinçsiz, gönüllü, gönülsüz, bilerek
veya bilmeyerek, Türkiye'deki 10
milyonlarca, dünyadaki milyarlarca
işçi gibi, biz de bu sınıfın parçasıyız. Ve biz işte tam da buradan
hayata bakmak, sınıfın gözüyle, sınıfın sözüyle, sınıfın üretkenliğiyle
yeniden başlamak istiyoruz.
Geçmişin iyi-kötü anılarını yad
ederek, neler neler yapmıştık diye
böbürlenerek değil, henüz yapamadıklarımızın peşine düşerek, sınırlarımızı bilerek, ama yalnızca onu
parçalamak için bilerek yaşamak,
yaşamı bugün akla bile gelmeyen
yönleriyle, bütün hücreleriyle kucaklamak istiyoruz.
5. Üretiyorum Kampı, işte böyle
bir perspektif üretti, yola böyle bir
eksenle devam kararı aldı. Bundan
başka birtakım temel tartışmalar da
kamp sonrası süreç için hedef olarak koyuldu. Bunları da kısa sürede
web sitemizde görünür kılacağız.
Yepyeni ve ezberleri tarumar eden
bir üreti-yorum'u örgütlemek için
yola çıkıyoruz.
Yakında yeni haberlerle görüşmek
üzere.
uretiyorum.org
7aUiKteNi ilN tatil NaPS× sRs\alistti
Modern anlamda ilk tatil kampı,
1906 yılında İngiltere'de sosyalist
düşüncelere sahip J. FletchenDodd tarafından Caister'de açıldı.
Adı, "Dodd'u"n Sosyalist Tatil
Kampı" idi. Gerçi halen Isle of
Man'de faaliyetini sürdüren Douglas Tatil Kampı, 1900 yılında
açıldığı için türünün ilk örneği
olduğunu ileri sürebilir ama, bu
kampa, İkinci Dünya Savaşı'nın
sonuna kadar yalnızca erkekler
alınıyordu. Dodd'un kampına ait
bugün elimizde olan en eski broşür, 1914 tarihini taşıyor. Bu broşürden anlaşıldığına göre, kampta
200 kişilik bir yemek salonu bulunuyordu. Güzel havalarda yemek
servisi, açık havada yapılıyordu.
Ayrıca, bir karanlık odası, bisiklet
pisti, çiçek bahçeleri, okuma odası, nefis bir plajı ve bir mağazası
vardı. Bu mağazada, plaj giysileri,
tütün, bisküvi, soda, gazete ve
kartpostal satılıyordu. İçinde bir
de piyano bulunan yemek salonu,
öğün saatlerinin dışında amatör
tiyatro gösterileri, konferanslar,
münazaralar ve kıyafet baloları
için kullanılıyordu.
Ayrıca, açık havada tenis ve kriket
karşılaşmaları, piknikler ve araba
turları düzenleniyordu. Kampa
gelen aileler, nüfuslarına ve ekonomik durumlarına göre iki ya da
dört kişilik çadırlarda veya branda
bezinden yapılan çadır-evlerde
kalabiliyorlardı. Kampta çıkan
yemekler, 20. yüzyılın başlarındaki
sosyalizm anlayışına ters düşmeyecek şekilde düzenleniyordu.
Alkollü içkilerin yasaklandığı
kampta, denize girenler, mutlaka
yönetmelikte belirlenen örneğe
uygun mayolar giymek zorundaydılar. Gece. 11'den sonra yüksek
sesle konuşanlar, derhal kamptan
atılıyordu. Ayrıca kamp sakinleri,
idarenin günlük bazı işlerine de
yardımcı olmak zorundaydılar.
Kimi zaman, sosyalist bir kampta
kalmak düşüncesinden rahatsız
olan konuklar da çıkmıyor değildi
ama Fletcher-Dodd, "Burada her
tür düşünce temsil edilir" diyerek
onları rahatlatıyordu. 1920 yılında kampın kapasitesi 300 kişiye
çıkarıldı. Ayrıca, bazı ilave sosyal
tesisler yapıldı. 10 yıl sonra kamp,
bir kez daha genişletildi ve yeni
eklentiler görüldü. Bu arada Bay
Dodd da hayli yaşlanmıştı ama,
disiplinli yönetimi eskisinden de
sıkı bir biçimde sürüyordu.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:12- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
NƦNRJHQNXN
0HFOLVWDWLOGHLíÁLOHULÁLQKD]ÜUODQÜ\RU
T
atile girdik. Ya da tatile girildi,
demeliyiz. Biz işçilerin tatili
dahi yok, var olan tatil zaten parası
ve zamanı olana, satın alabilene, satın alabildiğin kadar tatil…
Türkiye anayasasının değişmez
maddesi insanın insan
tarafından sömürülmesidir.
Hangi parti fabrikaları
işçiler yönetecek, zamana
ve mekâna burjuvalar değil,
insanlar hükmedecek, sömürü
yasaklanacak, komünizm
olacak diyor? Tersine
fabrikaların sayısı artacak,
sömürü derinleşecek, işçinin
buna onayı, kabulü arttırılacak.
Hedeflenen bu
Burjuvaların meclisi de –vekilliği
kabul edilenleri, edilmeyenleriyle
birlikte– tatile girdi. Yazın bu sıcak
günlerinde kan pahasına bir kez
daha gerilim yükseltiliyor. Amaç
meclis açılınca hızlanacak pazarlıkta pay yükseltmek. O yüzden
meclis'in tatile girmiş olmasına
bakmayın siz…
Meclisleri açılır açılmaz anayasa tartışmalarında "yeni, renksiz,
kokusuz, ideolojisiz, kısa, özlü bir
metin" yazılması öne çıkacak. Şimdiden "AKP-CHP anlaşmasıyla bu
işi kotarabilir miyiz" arayışları başladı bile.
Geçenlerde bir işçi eyleminde bir
sözde "solcu" milletvekili, "yeni anayasaya işçi haklarının girmesi için
mücadele edeceğiz" sözünü verdi.
Bırakın Allah aşkına!
Türkiye'nin resmi dili zaten banka
kasalarının "klik" sesi olmuş! Servet, ticaret ve yatırım (hiç koymayıp
beş almak) olağan bir şeymişçesine
toplumsal kabul görmüş.
Türkiye'nin gayrı resmi giysisi –
kravatlanıp makyajlanmış plaza
sürümü dâhil olmak üzere- işçi
tulumudur oysa. Sermaye birikimini, Türkiye'nin uluslar arası mali
sermayeyle bütünleşmesini, Ortadoğu'daki "güçlü devlet" manevralarını, ordusunun taşıdığı silahları,
gazcı polisinin maaşını, ithal dizilerinin yapımını, yükselen alış veriş
merkezlerini, medyadaki kof şaşaayı ve ez cümle TOKİ binalarını,
yediğimizi, içtiğimizi, giydiğimizi,
çöpe attığımızı, söylediğimizi, söylemediğimizi yaratan ve sağlayan
işçi sınıfıdır. Emek gücünden başka satacak şeyi olmayanlar, emek
gücünü satmadan yaşayamayacak
olanlar, emek gücünü satmaya mecbur olanlardır. Kapitalist üretimin
temelinde işçi sınıfının sömürülmesi vardır.
Şimdi anayasadan faşizm ve geri
kapitalizm koşullarında ezilmiş, yok
sayılmış, bir köşeye atılıp da üzerinden tır geçilerek vahşice çiğnenmiş
olan kesimlere bir nebze, bir tutam,
bir pay soluk borusu düşer düşüncesiyle bir beklenti yaratılmaya
çalışılıyor.
Bırakın İnsan aşkına!
Türkiye anayasasının değişmez
maddesi insanın insan tarafından
sömürülmesidir. Hangi parti fabrikaları işçiler yönetecek, zamana ve
mekâna burjuvalar değil, insanlar
hükmedecek, sömürü yasaklanacak,
komünizm olacak diyor? Tersine
fabrikaların sayısı artacak, sömürü
derinleşecek, işçinin buna onayı,
kabulü arttırılacak. Hedeflenen bu.
Ortak kabul, insanın insan tarafından sömürüsünün, insanın doğa
üzerindeki sözde tahakkümünün
(doğa ve evren öyle veya böyle hatırlatır sana kimin ve neyin esas
olduğunu!), insanların bu paraya
çevrilmeye alışılmış ancak beş para
değer taşımayan ilişki sisteminin
sür-git, derinleştirilerek devam etmesidir. Metalar egemen, biz hiçiz,
kapitalizmi sürdürdükçe, buna onay
verdikçe hiç olmaya devam etmek
istiyoruz demektir. Bu budur.
AKP hükümeti yüzde 50'lik desteği alır almaz vakit kaybetmeden
iç programını gündemleştirmeye
başladı. Hayır, anayasa değil sadece,
onun gerçek bütünleyeni ve özü
olan çalışma yaşamının, işçinin
yaşamının yeniden düzenlenmesinden bahsediyoruz.
1) Kıdem tazminatının fona devir
yoluyla kaldırılması: Kıdem tazminatı, aslında patronun işçiyi sömürdüğünü kabul etmesidir. "Bu kadar
yıl seni sömürdüm, üzerinden para
kazandım, sermaye biriktirdim,
şimdi işten ayrılıyorsun, al bu da
sana para cinsinden diyet olsun.
Yaşamak için çalışmak zorunda
olan sen işçi, tüm yaşamını benim
işletmeme hasrettin, ölürken de al,
bununla idare et işte, kefenin yakışıklı olsun". Küfrün yetersiz kaldığı,
insanın insan olana yapmayacağı
bu davranışı bile, şimdi işçiye çok
görmekte burjuvazi. "Ne tazminatı,
neyi tazmin edeceğim, kalksın bu
tazminat, rahat rahat işten atayım
işçiyi. Hükümet müdahale et. Sendikaların zaten mecali yok, ama
yine de tehdit etmeyi unutma, halledelim bu işi, zamanıdır, bak işçiler
de sessiz, hem oy da veriyorlar sana,
sen yapmazsan kim yapacak, seni
niye oraya koyduk biz. Acele et…"
2) Bölgesel asgari ücret, bölge kalkınma ajansları: Demokrat Parti
döneminde başlayıp '60'lı yıllarda
da uygulandı. 1951–1974 yılları
arasında uygulanan bölgesel asgari
ücret uygulaması yeniden gündemde. Anayasa ile birlikte AKP-CHPBDP'nin onayıyla gerçekleşecek
yerel yönetim reformunun yapı
taşı bu! Her bölgenin "kalkınması",
işçinin emek gücünün harekete
geçirilmesiyle, sermaye biriktirerek
olmayacak mı? İşte her bölgede ayrı
ayrı belirlenecek asgari ücret uygulamasıyla her bölgedeki ortalama
işçi ücreti aşağıya çekilebilecek. Asgari ücret zaten işçinin ölmemesine
yetecek kadar ücret vermek demek,
şimdi bunun kıstası da ortadan
kaldırılıp, üzerimize daha fazla
abanmalarının fırsatını tanıyacağız
burjuvalara. Özellikle de Kürt işçiler, kentin ve kırın yoksulları, bu
yasa size! Kadınlar ve gençler bu
yasa bize!
3) Esnek çalışma ve kayıt dışılığın
engellenmesi: Esnek çalışma işsizliği falan gidermez. Burjuvayı işçiyi
sömürürken mekâna ve zamana
bağlılıktan serbestleştirir. Patronun
işçiyi sömürme özgürlüğünü genişletir. Bizim esaretimizi arttırır.
Evet, resmi işsizlik rakamlarında
düşüşlere yol açabilir. Örneğin
son üç ay içinde bir saat bile olsa
herhangi bir gelir ve fayda getirici
faaliyette bulunan, böylelikle işsiz
sayılmayan "gizli işsizlerin" sayısı
artar. Değişikliğin makyaj amacı
da hükümet açısından işsizliğin
bu kategori altında toplanıp sözde
"azaltılması"dır. Oysa yapılan işsizliğin süreklileştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır. Kayıt altındaki
(resmi olarak sömürülen) işçilerin
kayıt dışı (vergi vermeden sömürülen) çalışma koşullarına yaklaştırılmasıdır. Burada bir çözüm
yok. Kapitalizmde işsizliğe çözüm
olmaz. Türkiye'de ve Kürdistan'da
işçi, Avrupa'daki işçi arkadaşlardan
her hafta 20 saat daha fazla çalıştırılıyor.
4)Mesleki eğitim özel sektöre devredilecek: Üstüne üstlük 25 yaş altındakileri çalıştırırken patron dört ay
"deneme süresi" koyabilecek. Zaten
staj adı altında bedavaya çalıştırılan
genç işçi, eğitim sırasında da, sonrasında da sermayeye ücretli köle
olarak hazırlanan gençlik enerji, sıfır güvencesiz, sıfır geleceksiz, sıfır
umutsuz sadece önünü görebilen
bir at gibi, deh babam deh sermaye
birikimine koşulacak.
Tüm burjuva anayasaların birinci
maddesinde yer alan "insan onuru",
işçinin "iş bulabildiği sürece yaşaması" ve her koşulda meta egemenliği karşısında bir hiç olması kuralı
ile paçavraya çevrilir.
"İleri demokrasi"lerin anayasalarının değişmeyen tek maddesi, mali
sermaye egemenliği, artıdeğer sömürüsü ve meta üretim ilişkileridir.
Anayasada açıkça yer almayan bu
madde, Amerika'da kölelerin vücutlarının ateşle dağlanması gibi
bütün toplumsal ilişkilere ve insanların bilincine kazılıdır. Onu bir işçi
devrimi için mücadeleden başka
hiçbir şey açığa çıkaramaz ve ortadan kaldıramaz!
4
NƦNRJHQNXN
'DUEH\DSDPDPDQÜQGD\DQÜOPD]ÁDUHVL]OLðL
Sorun açık bir şekilde rejimin yapısındaki değişime uygun olarak burjuva demokrasisine ve devletin burjuva demokratik biçimine karşı mücadele olarak
konulmadığında, tutumlar egemen sınıflar ve egemen sınıf partileri arasında birilerinin yanında yer alıp diğerlerine karşı olmak biçiminde belirlenir.
Neoliberal burjuva demokrasisinin savunucusu olup faşizmi çözen parti olarak AKP'nin yanında yer almak, diğer yandan AKP'yi faşist görüp generallerle,
CHP'yle aynı hatta yer almak, her ikisi de egemen burjuva siyasetine ve sınıf çıkarlarına hizmet etmektedir
"
Cumhuriyet tarihinin ilklerinden
biri" daha gerçekleşti. Parlamento boykotundan sonraki bu "ilk"
alışılmadık, olağandışı bir ilkti.
Türkiye'de yakın zaman öncesine
kadar olabileceği düşünülemeyecek
bir ilkti. Cumhuriyet tarihi boyunca adlarını muhtıra ve askeri darbelerle duyurmaya alışmış, postal
sesleriyle yeri titreten Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava
Kuvvetleri Komutanları görev
yapamaz hale geldiklerini ileri sürerek "çaresizce" istifa ediyorlardı.
tek assubaya dahi dokunulamayan
bir siyasal tarih! Böylesi bir süreçten tutuklamalara ve nihayetinde
Genelkurmay Başkanı ve üç Kuvvet
Komutanının istifasına uzanan bir
duruma geçiliyorsa bu bir kurumun
ve mensuplarının durumuyla ve ilk
elde belirtilen gerekçelerle açıklanamaz. Gelişmeler, sadece güç dengelerindeki bir değişimi değil, rejimin yapısındaki değişimi de açıkça
ve bir kez daha göstermektedir.
Rejimin yapısında burjuva demokrasisi yönlü değişimle birlikte ordu
da yeniden yapılandırılmaktadır.
Askeri darbelerden istifaya
Emekli generaller ve eski kuvvet
komutanları ile başlayan tutuklama
ve tasfiye sürecini, görevde olan
general ve subayların tutuklanması
izledi. Büyük bir bölümü halen görevde olan 250 subay Ergenekon,
Balyoz davalarında tutuklandı.
"İrtica eylem planı" ve "İnternet
andıcı" ile ilgili açılan son dava ile
aralarında Ege Ordu komutanının
ve koramirallerin de bulunduğu
generallerin yakalanma kararı ise
tasfiyenin son adımı oldu. Güç ve
irade kırmayla toplum düzeyinde
itibarsızlaştırma ile içiçe gelişiyor.
Orduda birbirini izleyen tutuklama
ve tasfiyelerin ardından Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının muhtıra vererek hükümeti istifaya zorlamak yerine kendilerinin
istifa etmek durumunda kalmaları,
siyasal güç dengelerinin tümüyle
değişmiş olduğunu göstermektedir.
Tenzil-i rütbe ve ordunun
yeniden yapılandırılması
Türkiye'nin siyasal tarihi sıkıyönetimler, muhtıralar, askeri ve yarıaskeri faşist darbelerin tarihidir.
Devrimci halk hareketlerinin askeri
faşist darbelerle bastırıldığı, generallerin iki dudağı arasından çıkan
bir sözün kanun sayıldığı, ordunun
temel ve kritik konularda son sözü
söylediği, hükümetleri istifa ettirip
yerine yenisini atadığı, parlamentonun işlevinin sınırlandırıldığı, bir
Faşist diktatörlüğün belkemiği, "dış
düşman"a karşı olmaktan çok iç
düşmana, halk isyanlarını bastırmaya karşı örgütlenmiş, iç siyasette
temel ve kritik sorunlarda ilk ve
son sözü söyleyen ordu, iç siyasetteki belirleyici rolünün dışına
çıkarılmakta, bölgesel güç olma
stratejisi doğrultusunda yeniden
yapılandırılmakta ve konumlandırılmaktadır. Ülke içerisinde kitleler,
faşist terörle değil burjuva demokratik stabilizasyon ve zorbalıkla
kontrol ve denetim altında tutulacaklar, siyasette belirleyici rolü
burjuva parlamento, hükümet ve
siyasal partiler oynayacaktır.
Askeri darbelerin teşvikinden parlamentonun ve hükümetin desteklenmesine
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanlarının istifaları karşısında Hükümetin tutumunu
hızlı bir açıklamayla destekleyen
AP'nin ortaya çıkan "kriz"i kriz
olarak görmeyip "demokrasinin
güçlenmesi" biçiminde değerlendirmesi, ABD'nin ise "Türkiye'nin
iç sorunu" diyerek normalize etmesi de emperyalistlerin ve dünya
burjuvazisinin konsept değişimini
göstermektedir. Tekelci sermayenin günümüzdeki küresel birikim
koşullarına en uygun rejim yapısını neoliberal burjuva demokratik
biçim oluşturduğu gibi, Türkiye'ye
biçilen bölgesel ve küresel rol,
ordunun NATO'nun yeni konum-
lanma stratejisine uygun konumlandırılmasını, iç siyasetin dışına
çıkartılmasını da gerektirmektedir.
Bu alandaki boşluk, AKP'nin Silvan sonrasındaki açıklamayla polis
gücüyle doldurulacak, sayı ve silah
donanımıyla, özel timleriyle ülke
içindeki devlet terörünün uygulayıcısı bütünüyle polis olacaktır.
Ordunun iç siyasetteki belirleyici
konumu, devrimci sınıf mücadelelerinin, halk isyanlarının ordu
elyile bastırılması, sıkıyönetimler,
faşist askeri darbeler, başta ABD
olmak üzere emperyalist burjuvazinin desteği olmadan olanaksızdı
ve NATO'nun savaş konseptinin bir
parçasıydı. Generaller bugün darbe
yapamaz durumdalarsa askeri faşist
darbenin dıştaki dayanaklarından,
emperyalist burjuva destekten yoksun olmalarındandır. Komünistlere,
devrimcilere, işçilere, Kürt halkına
kan kusturan generallerin emperyalist burjuvazinin ve onların savaş
örgütü NATO'nun desteğini arkasına almadığında "tık" diyemez hale
düşmesi, onun gücünün nereden
geldiğini göstermektedir.
Devletin burjuva demokratik
biçimine karşı mücadele
Bu gelişmeleri Türkiye tekelci
burjuvazisi ve emperyalist burjuvazinin sınıf ilişkileri ve sermaye
birikim koşullarındaki değişim
temelinde açıklamak yerine AKP
ve hükümetle açıklayıp buna karşı
bir tavır geliştirmeye girişecekler
olacaktır. Marksist Leninist sınıf
analizi ve faşizm tahlilinden uzak,
gelişmeleri AKP'nin ve AKP hükümetinin faşizmi, Amerikancılığı,
"mağdur" edilen ordunun ise ulusalcılığı ile açıklayan, generallerin
düştüğü-düşürüldüğü duruma
üzülen CHP, İP, TKP, Halkevleri vb.leri -örneğin, sendika.org
sitesi istifalardan sonra "imamın
generalleri" yazısını yeniden yayınladı- sadece bu görüşleriyle
sınırlı kalmayıp bu kez demokrasi
savunuculuğu ile maskeleyecekleri
Cumhuriyet Mitinglerinin yeni
bir versiyonuyla ortaya çıkabilirler. Türk-İş'e bağlı bazı sendikalar
üzerinden işçileri de bu kumpasa
çekmeye çalışabilirler. Yeni anayasa
sürecinin bu yönden karşıdevrimci
politizasyonuyla burjuvazi, devlet
ve burjuva partileri arasındaki çatışmanın bir kanadını oluştururlar.
İşçi sınıfı ve devrimci örgütler bu
tuzağa düşmemelidir. Bununla ve
bu belirtilenlerle birlikte mücadelenin kapsamı ve içeriği burjuva
demokrasisi içerisinde demokratik
hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi
ve burjuva demokrasisine karşı mücadeledir.
Sorun açık bir şekilde rejimin yapısındaki değişime uygun olarak
burjuva demokrasisine ve devletin
burjuva demokratik biçimine karşı
mücadele olarak konulmadığında,
tutumlar egemen sınıflar ve egemen
sınıf partileri arasında birilerinin
yanında yer alıp diğerlerine karşı
olmak biçiminde belirlenir. Neoliberal burjuva demokrasisinin savunucusu olup faşizmi çözen parti
olarak AKP'nin yanında yer almak,
diğer yandan AKP'yi faşist görüp
generallerle, CHP'yle aynı hatta
yer almak, her ikisi de egemen
burjuva siyasetine ve sınıf çıkarlarına hizmet etmektedir. Neoliberal
muhafazakarlıkla neoliberalizme
eklemlenmiş burjuva modernizmi
biçimindeki burjuva kamplaşması,
siyasete ve toplumun bütününe
egemen kılınmak istenmektedir.
Yeni anayasa sürecinin tartışmaları
da bu eksene oturtulacaktır. Bunların birine ya da diğerine yedeklenenlerin aralarındaki fark, ittifak
olarak hangi burjuva partilerini
seçtikleri, burjuva ideolojisinin
hangi biçiminin peşine takıldıkları,
izledikleri politikanın burjuvazinin
hangi kesimine hizmet ettiğidir.
Komünistler, işçi sınıfı ve devrimciler bu iki seçeneğin ikisini de red
etmeli, mücadelelerini burjuva sınıf
diktatörlüğüne ve burjuva demokrasisine karşı yöneltmelidirler.
5
NƦNRJHQNXN
0DV'DILíÁLOHUL$QNDUD
\D\ÖUÖGÖ
DİSK/Birleşik Metal-İş
Sendikası'na üye olmalarının ardından işten atılan Mas-Daf işçileri
Ankara'ya yürüdü. Düzce'de yürüyüş öncesi jandarma tarfından
3 kez gözaltına alınan işçiler bu
saldırılardan yılmayarak eylemelrini gerçekleştirdiler. Düzce'den
Ankara'ya yola çıkan işçileri Ankara girişinde, Göksu Park'ta DİSK
ve KESK'e bağlı sendikaların üye
ve yöneticileri karşıladı. Geceyi
Göksu Park'ta geçirmek isteyen işçilere izin vermeyen polis işçilerin
Ankara'ya yürümesine izin vermeyeceğini söyledi. Akşam saatlerinde
Göksu Parkı'nda KESK ve DİSK'e
bağlı sendikaların üye ve yöneticilerinin katılımıyla basın açıklaması
yapan Mas-Daf işçileri, polisin yürüyüşü engelleme çabalarına rağmen Ankara'ya yürüyerek gitmekte
kararlı olduklarını söyledi.
Çelik, sadece Mas-Daf işçileri adına
değil, tüm işçi sınıfının hakları için
yürüdüklerini ifade etti.
Göksu Park önünde yapılan basın
açıklamasında işçiler adına konuşan Birleşik Metal-İş Sendikası
Kocaeli Şube Sekreteri Talat Çelik, bir yıldır sendika ve TİS hakkı
için başlattıkları mücadeleyi, 4 ay
önce ise 120 işçinin işten atılmasıyla direnişe dönüştürdüklerini
söyledi. 19 Temmuz'da Düzce'den
yürüyüşe başladıklarını hatırlatan
Çelik, Anayasa'nın 51. maddesi
olan sendikalı olma hakkını, özgürce, hiçbir engelle karşılaşmadan,
işten atılmadan, açlıkla terbiye
edilmeden kullanmak istediklerini
ifade etti.
28 Temmuz Perşembe günü sabah
saatlerinde tekrar Göksu Park'a
gelen işçiler tekrar polis engeli ile
karşılaştılar. İşçileri kararlı duruşu
sonrası polisin geri adım atması ile
işçiler yürüşlerini başlattılar.
Birleşik Metal-İş Sendikası üyeleri
olarak bedel ödeyen bir kültürden
geldiklerini vurgulayan Talat Çelik,
"Bu mücadele sonucunda yerimiz
hapishane, gözaltı, dar ağacı olsa da
biz boğazıma ilmeği geçirir, sandalyeyi kendimiz tekmeleriz" şeklinde
konuştu. Çelik, mücadeleyi sürdüreceklerini söyledi.
19 Temmuz günü Düzce'den yola
çıktıktan sonra yolda 3 kez gözaltına alınan Mas-Daf işçileri Ankara
girişinde de polis engeli ile karşılaştı. Ankara'ya ulaştıkları akşam
Göksu Parkı'ta konaklamasına izin
verilmeyen işçiler otobüslere binerek geceyi geçirmek için Birleşik
Metal-İş şubesine geldiler.
Yürüyüş sonrası Ankara'ya ulaşan
Mas-Daf işçileri burada ilk olarak
İLO yetkilileri ile görüştü.
İLO binasının önünde yapılan
açıklamada, Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu,
Mas-Ddaf işçilerinin bu mücadeleleri ile Türkiye'nin dört bir yanında
6edat <a\lac×
iüe JeUi d|Q\RU
Sosyal-İş Sendikası üyesi Sedat Yaylacı,
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi'nde taşeron işçi olarak çalışırken işten çıkarılmıştı. Geçen süreçte sendika Çanakkale'de
eylem ve imza kampanyası düzenleyerek
işe geri alınma talebiyle çalışmalar yürütmüştü. Sosyal-İş Sendikası yaptığı açıklamada sendika ile üniversite yetkilileri
arasında yapılan görüşmeler sonucunda
Sedat Yaylacı'nın vasfına uygun bir göreve yerleştirilerek çalışmaya devam etmesinin kararlaştırıldığını duyurdu.
Sosyal-İş Örgütlenme Daire Başkanı
Hüseyin Kaşif konu ile ilgili yaptığı
açıklamada,"Bugün yürüttüğümüz bu
haklı mücadelenin başarı ile sonuçlanmasının mutluluğu içindeyiz. Evvela,
sendikamız üyesi Sedat Yaylacı'yı bu zorlu
süreçteki onurlu duruşu, sabrı ve sendikal
disiplini nedeniyle kutlamak isteriz. Sedat
Yaylacı başta olmak üzere hem Rektörlük
hem taşeron şirkette görev yapan Sendikamız üyesi tüm işçi arkadaşlarımızı
tebrik ediyoruz. Bu başarı hepimizindir.
Bu süreçte Çanakkale kamuoyu bizi bir
an olsun dahi yalnız bırakmamıştır. Bize
desteklerini sunan tüm dostlarımıza yürekten teşekkür ediyoruz" ifadelerine yer
verdi.
yaşanan hukuksuzluğu ortaya koyduklarına dikkat çekti. AKP‘nin
seçim kampanyasında kullandığı
"Aynı dağın yeliyiz biz" şarkı sözlerine gönderme yaparak, "Bu kimin
hangi dağın yelidir? Hani hepimiz
aynı dağın yeliydik? İşte biz başka
dağların savurduğu insanlarız"
dedi.
Serdaroğlu, "Bugün Mas-Daf işçisi Türkiye'de haksızlığa uğrayan
binlerce işçinin gözü kulağıdır ve
o insanların da hakkını savunmak
için buradadır" diye konuştu. Sinter
Metal işçilerinin direnişi hatırlatan
Serdaroğlu, "Sinter Metal işçilerinin
yarını, Mas Daf işçilerinin bugünü
olmuştur" dedi.
Açıklamaların ardından bir grup
temsilci ILO'ya girerek, yetkililer
ile görüşme yaptı. "ILO temsilcisi
bu konuda Çalışma Bakanı ile de
görüşme yapıldığını ve yasalarda
mutlaka değişikliğe gidileceğini
söyledi" diyen Serdaroğlu, görüşme
sonrası ILO'nun raporu Çalışma
Bakanlığı'na ve ILO Merkezi'ne
gönderileceğini söyledi. İşçiler, daha
sonra Çalışma Bakanlığı'na giderek,
raporlarını buraya da sundu.
.ÜGHPWD]PLQDWÜH\OHPL
Herkese Sağlık Güvenlik Gelecek
Platformu (HSSGP) ile birlikte
Belediye-İş İstanbul şubelerinden
işçiler kıdem tazminatı ve esnek
çalışma ile ilgili saldırı yasalarına
karşı Taksim'de bir yürüyüş düzenlediler.
İşçi ağırlıklı bir bileşim olmak üzere birkaç yüz kişinin katıldığı eylemde, mücadeleden uzak ve mücadeleye içeriden barikat olan konfederasyonlar da protesto edildi.
Yürüyüş
için
Galatasaray
Meydanı'nda toplanıldı. Taksim
Meydanı'na yürümek için oluşturulan yürüyüş kolunun önünde,
"Kıdem tazminatının kaldırılmasına, esnek-güvencesiz çalışmaya,
kiralık işçiliğe karşı birleşik mücadeleye / HSSGP" pankartı taşındı.
Bu pankartın yanısıra Belediyeİş'in "Kurtuluş yok tek başına, ya
hep beraber ya hiçbirimiz" pankartı taşındı. Eyleme Hava-İş üyeleri
yanında HSGGP‘nin bileşeni olan
kurumlardan katılımcılar ve Devrimci Proletarya okurları katıldı.
Canlı geçen yürüyüş sırasında kı-
dem tazminatlarının gaspına karşı
teşhir içerikli ajitasyon konuşmaları yapıldı.
Yürüyüş
Taksim
Tramvay
Durağı'nda son bulurken, burada
ilk söz eyleme destek veren Blok
milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder
ve Levent Tüzel'e verildi.
Kıdem tazminatının gasbının küresel saldırının bir parçası olduğunu
söyleyaen Levent Tüzel, Türk-İş'in
saldırıyı genel grev nedeni saydığını, ancak etkili bir mücadeleyi örmediğini vurguladı. "İşçi sınıfının
yanında" olduklarını vurgulayan
Tüzel, "Yeni anayasa ile işçilerin bu
hak kayıplarını engellemeye çalışacağız" diyerek, birden burjuva anayasanın işçilere umut diye taşınması rolüne geçiş yapıverdi. Tüzel,
sözlerini "Yaşasın işçilerin birliği,
halkların kardeşliği!" diyerek bitirdi.
Torba yasayı hatırlatarak saldırıların yeni olmadığını ve bir bütünlük
taşıdığını ve kıdem tazminatı saldırısının genel greve gidecek bir mesele olduğunu vurgulayan Sırrı Sü-
reyya Önder "Emekçiler bu süreçte
genel grev yapmayacaksa ne zaman
yapacak!" dedi. Taksim İlkyardım
Hastanesi'nde taşeronlaştırmaya
karşı direnen "2.Türkan Albayrak",
Güllü Hanoğlu‘nun direnişine değinerek, tüm oyunları bozmanın
yolunun direnişleri birleştirmekten, genel grev silahını kuşanmaktan geçtiğini söyledi.
Eylemin ortak basın metnini ise
Belediye-İş üyesi Veysel Aslan okudu. Basın açıklamasında "AKP'nin
çıraklık döneminde GSS'yi, kalfalık
döneminde sağlıkta dönüşümü, ustalık döneminde ise kıdem tazminatını kaldırarak esnek-güvencesiz
çalışmayı ve kiralık işçiliği dayattığı" vurgulandı. Kıdem tazminatı ve
esnek çalışma ile ilgili hazırlanan
kapsamlı saldırı programının içeriği anlatıldı. Basın açıklamasında
ayrıca Hak-İş'in saldırılara destek
verdiği, Türk-İş'in ise saldırıyı genel grev saymasına rağmen hiçbir
şey yapmadığı anlatıldı. Açıklama,
birleşik mücadele çağrısı yapılarak
"Kahrolsun sendika ağaları!", "Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!" sloganlarıyla son buldu.
6
NƦNRJHQNXN
3etNiP
de iü\eUi
teUNetPePe e\lePi
Petkim işçilerinin 2011- 2012 yıllarını
ve 2077 Petrol-İş üyesi işçiyi kapsayan
Petkim toplu iş söşleşmesinde görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine başlattığı fabrikaya kapanma eylemi,
5. gününde anlaşma sağlanması üzerine
sonerdi.
7aNsiP
de *l EaKoesi
Eylem üzerine patronla Petrol-İş Sendikası arasında yapılan görüşme, anlaşmayla sonuçlandı.
İşçiler başta yeni bir iş değerlendirmesi
yapılması ve bu iş değerlendirmesine
uygun ücret skalasının oluşması, herkesi
kapsayacak şekilde iyi bir ücret zammı
yapılması, 2006 ve sonrasında işe giren
düşük ücretli işçiler için iyileştirilme yapılması talebiyle 18 Temmuz'da eyleme
geçmiş önce yarım gün işe gitmeme ile
başlayan eylemler 3. gününde işçilerin
işyerini terk etmeme eylemine dönüşmüştü. İşçiler kapılardan giriş ve çıkışlara müsaade etmeyerek satışları durdurmuşlardı.
Petkim'de patron ve sendika arasında
24 Temmuz 2011 tarihinde yapılan
görüşmelerde hem iş değerlendirmesi
hem de bu iş değerlendirmesine bağlı
yeni bir ücret skalası üzerinde anlaşma
sağlandı. Böylelikle 2006 ve sonrası işe
girenlerin ücretleri iyileştirildi. Genel
ücretlere de birinci 6 ay için yüzde 5.5,
ikinci 6 ay için yüzde 5. 5, üç ve dördüncü altı aylar için ise enflasyon oranında zam yapılacak.
Patron, daha önce konuşmak dahi istemediği maddeleri kabul etmek zorunda
kalırken, işçiler anlaşmanın istedikleri
yönde sonuçlanmasını halaylarla kutladı.
Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası üyesi Güllü Hanoğlu, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi bahçesindeki direnişine
devam ediyor. Direniş Türkan
Albayrak‘ın direnişine benzerliği dolayısıyla Güllü Hanoğlu
2. Türkan diye anılıyor. Atlas
taşeron firmasının "Haklarımdan feragat ediyorum" şeklindeki taahhütnamesini imzalamadığı için işten çıkartılan Dev
Sağlık-İş üyesi Gül Hanoğlu,
direnişini gece gündüz hastane
bahçesinde sürdürüyor. Hanoğlu direniş alanına "Gül bahçesi"
adını vermiş.
Hastane yönetiminin sorun
karşısında klasik yönteme başvuruyor; "Bizim işçimiz değilsiniz, taşeron firmanın işçisisiniz".
*l EaKoesiQdeQ QRtlaU
Ben 8 yıldır Taksim Araştırma
ve Eğitim Hastenesi‘nde çalışıyorum. Ortopedi servisinde. Burada
sürekli 3 aylık, 5 aylık ihaleler yapılırdı. Girdi çıktımız çok olurdu
yani. Ama şimdiye kadar böyle
bir taahhütname ve bunu imzalama dayatması olmamıştı. Atlas
taşeron şirketi gelene kadar. Bir
kaç arkadaş tazminat davası açmış
daha önce. Kendi ağızlarıyla da
söylediler kütüphanede bizimle
yaptıkları toplantıda "Biz firma
olarak kendi hakkımızı korumak
için koyuyoruz bu maddeyi" diye.
Peki ben 730 TL maaş alıyorum,
yol paramı da kendim veriyorum
üstelik. Ben nasıl vazgeçeceğim
hakkımdan, 8 yıllık emeğimden?
Bir emek, bir ekmek, bir kavga
var ortada. Bundan vazgeçin diyorlar. Biz de vazgeçmeyeceğimizi
söyledik. Maddenin içeriğini
biliyorsunuz zaten. "Bugüne kadar ki haklarımdan vazgeçtim,
benden bir şey talep edemezsiniz
ederseniz de bana faiziyle ödeme yaparsınız" diyor. Sözleşmeyi
kabul etmeyeceğimizi söyledik.
Bu şirket 4 Nisan'da aldı ihaleyi.
Ondan sonra baskılar başladı.
Hastane yönetiminden Müdür
Yardımcısı Aynur Polat, Müdür
Hacı Çamlıdağ toplantı yapıp ikna
etmeye çalıştılar. Hastane müdürü odasına çağırdı beni bizzat.
"Yazık olacak sana, imzalasana"
gibi sözlerle ikna etmeye çalıştı
beni. Bende vazgeçmeyeceğimi,
arkadaşlarımın da vazgeçmemesi
için elimden geleni yapacağımı
söyledim. Ortada hak var çünkü.
Ben nasıl derim burada 16 yıldır
emek veren arkadaşlarıma "imzalayın" diye. Bütün arkadaşlara hak,
hukuk konusunda bilgi verdim,
bilinçlendirdim. Kötü bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. Sonuçta işten çıkarıldım. Hastane yönetimi çağırdı "İşine son vermişler"
dedi. Başhekim "Sen bizim işçimiz
değilsin, asıl patron taşeron" diyor.
Taşeron bile kabul ediyor asıl patronun hastane olduğunu. Başhekime diyorum "Hocam taşeron bile
yazmış bakın asıl patron sizsiniz,
taşeron alt patron. İsteseniz işten
çıkarmayı geri çevirebilirsiniz. Siz
Dev Sağlık-İş Sendikası Genel
Başkanı Arzu Çerkezoğlu, güvencesiz ve taşeron çalışmayı
ortadan kaldırıncaya kadar bu
mücadeleye devam edeceklerini
belirterek, " Taksim Eğitim ve
Araştırma Hastanesi tek vücut
olarak vicdanını ve aklını burada direniş çadırına koyması
ile birlik, beraberlik ve dayanışmanın çok önemli bir örneğini
ortaya koydu" diyor.
Direniş çadırının önünde Güllü
Hanoğlu'nun imzalamadığı taahhütnamenin büyütülmüş hali
asılı. Taahhütnamenin özü şu:
"Ben geçmişe dönük tüm haklarımdan vazgeçiyorum. Hatta
ilerleyen günlerde mahkemede
geçmişe dönük haklarımı kazanırsam bu haklarımı da Atlas
şirketine faiziyle birlikte ödeye-
bunu yapmıyorsunuz. Kimin avukatlığını yapıyorsunuz?" diye. Ama
bir faydası olmadı. Benimle birlikte 4 arkadaşı daha çıkaracaklarını
öğrendim. 13 Temmuz'da basın
açıklaması yaptık. O gün karar
verdim burada süresiz oturmaya.
Ailemim bile o zaman haberi oldu.
Ben paravan oldum, o 4 arkadaşı
çıkaramadılar.
Ortopedi çok yoğun bir bölüm.
Biz 2.sekreter talep ediyorduk.
Onlar üstüne beni çıkarıp işi
bilmeyen birini işe aldılar. Tüm
dosyalar yığılmış, hasta giriş-çıkışı
yapılmıyor. Herkes mağdur. Çalışan, hasta, doktor…
Burada bir iş bırakma eylemi
oldu. SES, Tabibler Birliği ve
Dev-Sağlık İş beraber yaptı. Sağlık müdürü geldi o gün. Olaydan
haberdar olduğunu ilgileneceğini
söyledi. Biraz zaman istedi. Biz de
bekliyoruz bakalım. Ne olur ne
olmaz diye çadırı kaldırmıyoruz.
Kazanacağıma inanıyorum. Ayrıyeten teşekkür de etmem lazım
SES, Tabibler Birliği ve hastanedeki tüm arkadaşlar destek veriyorlar. Hiç yalnız bırakmıyorlar.
ceğim."
Atlas Sağlık ve Sosyal Hizmetler Ticaret Sanayi Limited
Şirketi Samsun'da Devrimci
Sağlık-İş üyesi olduğu için 2
işçiyi 26 Ocak günü işten çıkarmış son olarak da 4 Temmuz'da
3 işçiyi daha işten çıkarmıştı.
Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi‘nde ki "Gül
bahçesi"nde devam eden direnişte sınıf kardeşleri Güllü
Hanoğlunu yalnız bırakmıyor.
Ellerinde meyvaları, içecekleri
vs ile çadıra gelerek dayanışma
dileklerini sunuyorlar. "Gül
bahçesi'nde direniş sürüyor,
dayanışma için hepimize kapısı açık. Bu direniş tek kişilik
olabilir ama dayanışma binleri
buluyor.
Burada taşeronda çalışan temizlik
işçileri benim kahramanım. Nöbet
koymuşlar gece-gündüz. Nöbetten çıkıp gelip yanımda nöbete
devam ediyorlar. Çok onur verici
gerçekten. Taşeron kaldırılsa herkes daha mutlu çalışır. Taşerona
verilen parayı bizim maaşlarımıza
yansıtsalar daha mutlu çalışırız.
730 TL'ye çalışmak var 1000 TL'ye
çalışmak var. Hele ki İstanbul koşullarında. Ben Gazi çocuğuyum.
Kolay büyümedim. 13 yaşından
beri çalışıyorum. Mücadelenin ne
demek olduğunu iyi bilirim.
Diğer arkadaşların da imzalamasına engel olduğum için çıkarıldığım yazıyor çıkış kağıdımda.
Ahlaksızlık yapmışım ben imzalamayarak. Tüm haklarımdan
vazgeçince mi ahlaklı oluyorum.
Ben kararlıyım işime haklarımı da
alarak dönmeye. Burada oturmak
kolay değil. Benim ihtiyacım da
var çalışmaya. Ama haksızlığa uğramışsanız, başarılı bir elemanken
bir taahhütmane yüzünden işiniz
elinizden alınıyorsa o zaman mücadele etmek ve ucunda ölüm de
olsa sonuna kadar gitmek zorundasınız.
7
NƦNRJHQNXN
/LPDQGD3DWURQWL\DWURVX
"
Uğursan Denizcilik Liman İşletmeciliği A.Ş. 35 işçiyi kapı önüne
koydu" şeklinde başlayan bir cümle, sınıfın gündemine "Yine işçiler
atılmış" şeklinde girerdi herhalde.
Ama be sefer işler biraz farklı.
Şöyle ki, "Bu sefer işçiler atılmadı,
"sadece" kapının önüne konuldu."
Nasıl mı? Daha fazla karıştırmadan
anlatalım.
'Sendikalaştıkları için işçileri
kapı önüne koyan ve aylarca
süren direniş sonucu hem
TÜMTİS'i hem de atılan işçileri
limana almak zorunda kalan
Akan-Sel şirketi ve Uğursan
Denizcilik bunlardan sadece
ikisidir. Her birinde 300
civarında işçi çalışan bu iki
firma, kendi içlerinde 5-6
alt firmaya bölünerek hem
bu sayıda işçi çalıştıran bir
firmanın yapması gereken yasal
yükümlüklerden kurtulmuş,
aynı işi yan yana, omuz omuza
yapan işçiler bölünmüş,
parçalanmış ve birbirlerinden
uzaklaştırılmış ve birbirlerinden
koparılmaya çalışılmıştır. Son
saldırı da Uğursan Denizcilik
Liman İşletmeciliği A.Ş.'den
gelmiştir
İlk özelleştirilen Liman olan Mersin Limanını satın alan Mersin
Uluslararası Liman İşletmeciliği A.Ş.(MIP), PSA International
ve AKFEN Holding ortaklığı ile
kurulmuştur. 18 ülkede 26 Limanın işletmeciliğini yapan PSA ve
Türkiye'nin 3. büyük İnşaat firması
olan TEKFEN Holding'in ortaklığı
bir tarafta devasa bir sermaye ve
artıdeğer birikimi, diğer tarafta ise
her zaman ki gibi sefalet içinde bir
yaşam, iş kazaları, güvencesizlik
oluşturmuştur.
Büyük bir fabrika görünümündeki Mersin limanında binlerce
işçi çalışmaktadır. Özelleştirme
sonucu ilk yapılan da işte bu "tek
bir işletme" görüntüsünü kırmak
olmuştur. Bu kapsamda işlerin büyük bir kısmı değişik taşeronlara
verilirken onlarda aldıkları işleri
alt taşeronlara devretmişlerdir. Bir
işin taşerona devredilmesi, onunda
aldığı işi konusuna göre diğer taşeronlara pay etmesi sonucu limanda
resmi ve yasadışı olarak bir çok
taşeron firma faaliyet göstermektedir. Sendikalaştıkları için işçileri
kapı önüne koyan ve aylarca süren
direniş sonucu hem TUMTİS'i
hemde atılan işçileri limana almak
zorunda kalan Akan-Sel şirketi
ve Uğursan Denizcilik bunlardan
sadece ikisidir. Her birinde 300
civarında işçi çalışan bu iki firma,
kendi içlerinde 5-6 alt firmaya
bölünerek hem bu sayıda işçi çalıştıran bir firmanın yapması gereken
yasal yükümlüklerden kurtulmuş,
diğer taraftan aynı işi yan yana,
omuz omuza yapan işçiler bölünmüş, parçalanmış ve birbirlerinden
koparılmaya çalışılmıştır. Son saldırı da Uğursan Denizcilik Liman
İşletmeciliği A.Ş.'den gelmiştir.
Toplam 300 civarında işçi çalıştıran
Uğursan, 40 yıllık firma olmanın
"haklı" tecrübesinden olsa gerek işçiyi önce 40 parçaya bölme ve sonrada 40 misli fazla sömürme konu-
»
Direnişin ilk günü limana
gelen Emniyet Müdürü,
Uğursan patronları tarafından
şirkete ait bir arabaya bindirilerek
bilinmeyen bir yere götürüldüğü
işçiler tarafından bizzat tespit
edilmiştir. (İnanmayanlara, işçileri
gözetlemek için her köşeye
yerleştirilen kamera kayıtlarını
izlemesi tavsiye edilmektedir.)
»
Uğursan patronu direnişe
destek veren işçileri, eğer işe
başlamazlarsa tutacakları bir
tutanak ile işten atma hakkının
olduğunu ve bu durumun işçilerin
sicillerine işlenerek ömür boyu
bir daha iş bulamayacaklarını
söyleyerek korkutmuş. Ve bu
tehditler etkili olmuştur.
»
Uğursan patronu kapı önüne
koyduğu işçilere, olanca
yüzsüzlüğü ile "Siz, 32 işçi bir
şirket kurun, kuramıyorsanız ben yardım edeyim. Sonra bu işi size vereyim. İşinizin patronu olun" şeklinde
kandırmaya çalışsa bile işçiler bu zokayı yutmamıştır. Gereken cevabı vermişlerdir.
»
»
Ana firma olan MIP, işçilerden gelen "Bu işi çözün" isteklerine "Ama siz işten atılmadınız ki." şeklindeki
cevaplar vererek bu tiyatroda ki baş rol oyunculuğunu kimseye bırakmayacakları ispatlamıştır.
Tüm bu süreç boyunca limana gelmesi ve destek vermesi için yapılan tüm çağrılara, "Tatildeyim.
Gelemem" şeklinde cevap veren Liman-İş Şube Başkanı hala ortalıkta görülmemektedir.
sunda kitaplara girecek yöntemler
bulmasıyla ünlenmiştir. İş kolu
olarak Ana firma ile aynı kulvarda
olan Uğursan, MIP'nin taşeronu
olarak aldığı işleri kendisine ait 3
ve taşeron olarak çalıştırdığı diğer
bir 3 şirketle yani toplamda 6 şirket
ile yürütmektedir. Burjuva yasaların bile sınırlarını zorlayan bu "taşeronun taşeronu" olma durumundan kaynaklı, aslında çemberin en
dışında yer alan alt taşeron işçileri
göstermelik olarak Uğursan bünyesinde göstermektedir.
Tüm bu bölünmüşlüğüne rağmen,
Akan-sel işçilerinin yolundan
giden Uğursan işçileri (6 firmadaki işçilerinin hepsi) geçen sene
topluca Liman-iş sendikasında örgütlendiler. Patronların, Akan-sel
işçilerinin yaşattığı korkudan olsa
gerek çok fazla itiraz edemeden
kabullenmek zorunda kaldıkları
bu durum, 1 senelik mahkeme,
bakanlık tespitleri vs. aşamalarından sonra 23 Temmuz günü farklı
bir aşamaya girdi. Bakanlığın TİS
imzalanması için verdiği sürenin
dolmasına 5 gün kala Uğursan
Denizcilik'in 3 taşeronundan biri
olan Nuri Çiftçi Lojistik (N.Ç.
Lojistik) patronunun "İşi bırakıyorum" açıklamasına, Uğursan
Denizcilik kendi bünyesinde çalıştırdığı N.Ç. Lojistik işçilerinin
Liman Giriş Kartlarını iptal ederek
cevap vermesi sonucu, 35 işçi resmi olarak işten atılmasalar bile, fiili
olarak atılmış oldular.
İşçiler bu "Patronlar Tiyatrosu"na
23 Temmuz günü sabah 8:00 vardiyasında direnişe geçerek cevap verdiler. İlk anda Uğursan bünyesinde
ki bütün işçilerin desteğini alarak
Liman A. kapısında başlayan direniş, Uğursan patronunun tehditleri
sonucu işten atılan işçilerle sınırlandı. İşten atılırmış gibi yapılıp
aslında atılamamış işçiler ise kapı
önündeki direnişlerine kurdukları
çadırda devam ediyorlar.
8
NƦNRJHQNXN
9DU\RNDQODPD]ELUÁRFXNLVWHðL
Tatil, neoliberal burjuva demokrasisinde vitrine konulan "herkese göre" bir avuç deniz, güneş, doğa, kültür, hobi, otantiklik, adrenalin,
rahatlık, keyif, eğlence, spor seçenekleriyle, özgürleşme, doğallaşma, insanlaşma imajlarıyla, işçilerin, kadınların, gençlerin kapitalist
rehabilitasyonu ve yeniden tekelci kapitalist kölece çalışma ve kölece yaşam disiplinine uyumlarını sağlama aracıdır
T
atil yapmak en temel toplumsal
ihtiyaçlardan biridir. Kapitalistler
tarafından yıl boyunca vahşice sömürülerek tükenen beden ve ruh sağlığını onarmak ve korumak, rahatlamak,
dinlenmek, eğlenmek, doğayla kaynaşmak, farklı şeylerle uğraşmak, toplumsal ilişkilerini geliştirmek, çok kısa
bir süreliğine de olsa kendi istediklerini istediği gibi yapma düşü olarak tatil
yapmak… yaşamsal bir ihtiyaç.
Küresel tekelci kapitalizmin insanı ve
doğayı azami kar için un ufak eden
çarkları, durmaksızın daha ağır vuruşlarla, daha kanatıcı, daha hızlı dönüyor. Çalışma temposu artıyor, çalışma saatleri uzuyor. Dinlenme araları
ve izinler, hafta sonu tatilleri kısalıyor.
Gün gün üstüne, hafta hafta üstüne,
ay ay üstüne yorgunluk, yıpranmışlık,
eziyet, gerilim birikiyor.
Büyük kentlerdeki kapitalizmin boğucu ablukası ve temposu, trafik,
gürültü, koşuşturmaca, insanın üstüne üstüne gelen beton, tv karşında
alıklaşma, trafik, sinir harbi, itiş
kakış, rekabet, zamanla yarış, teknolojiyle yarış, herşeyde başkalarıyla
yarış, gerilim, yaşam gailesi, doğaya
yabancılaşma, topluma yabancılaşma,
kendine yabancılaşma birikiyor.
Fakat en çok da özgürlüksüzlük,
nesneleşme, köleleşme birikiyor. Yıl
boyunca patronların sermayesini büyütmek için kölece çalışma birikiyor.
İş dışı zamanlarda medyasıyla, alışveriş tapınaklarıyla, şikeci stadyumlarıyla patronların güdümlediği kölece
yaşam. Kendine zaman ayıramama,
kendi kararlarını kendi verememe,
kendi istediklerini yapamama… Birikiyor.
İşte bu yüzden yıllık tatil, işçiler,
kadınlar, gençler, öğrenciler için
böylesine yakıcı bir ihtiyaçtır. İple
çekilen bir özlemdir. Kapitalizm çölünün ortasında buz gibi ırmaklarıyla
bir cennettir. Bir çitmik rahatlama,
bir kırıntı doğa, insan ilişkilerinde
yabancılaşmadan bir nebze sıyrılıp
doğallaşma, bir çay kaşığı kadar kendi istediklerini istediği gibi yapabileceğini sanma serbestisidir. Kendini
birazcık insan gibi duyumsayabilme
ihtimalidir. Sermaye tarafından gasp
edilen zamanlarda açılan bir küçük
delik, kendisi için bir nebze zamana
sahip olma, ertelenlenen yaşamın,
bastırılan dilek ve özlemlerin, haz ve
isteklerin gerçekleşebilmesi için biraz
zaman bulma hayalidir. Sömürülmenin, başkaları tarafından güdülmenin, katı zorunlulukların, yabancılaşmanın, mekaniklik ve yapaylığın olmadığı bir zaman ve yer düşüdür. Bir
kendini gerçekleştirebilme çığlıdır.
Bu yüzden işçilerin, emekçilerin gözünde tatil böylesine fetişleşir. Bir özgürlük düşü haline gelir. "Biz tatil için
çalışıyoruz" şarkıları söylenir.
Kapitalist üretim ve tüketim bombardımanından bir nebze uzaklaşıp kendine gelmek değil, her türlü kapitalist
uyarıcıya daha fazla maruz kalarak
çıldırtılmak ve kendinden geçmektir.
Çalışma yılı boyunca bastırılmış tüm
güdülerin metalara kodlanarak liberalize edilmesidir. Çalışırkenkinden
fazla yorulmaktır. Tatil müzikleri,
tatilde okunacak kitaplar, tatilde seyredilecek filmler, tatilde oynanacak
oyunlar, tatilde nasıl sevişileceği,
tatilde ne yeneceği servistedir. Tatil
yapmak değil, sermayenin belirlediği tatil tiyatrosunda, tatilci rolünü
oynamaktır, tatil yapıyor-muş gibi
yapmaktır.
Tatil hayali ve hayali tatil
Acı gerçekler
Gerçek ise işçilerin sermaye için kölece çalışmaları sürdürülebilir kılmak
için ola ki birkaç haftalık tatile çıkabilmeleridir. Tatil, tekelci kapitalizmde işçilerin ve tüm toplumun sermaye
için çalışma verimliliğini artırma
aracıdır.
Tatil, neoliberal burjuva demokrasisinde vitrine konulan "herkese göre"
bir avuç deniz, güneş, doğa, kültür,
hobi, otantiklik, adrenalin, rahatlık,
keyif, eğlence, spor seçenekleriyle,
özgürleşme, doğallaşma, insanlaşma imajlarıyla, işçilerin, kadınların,
gençlerin kapitalist rehabilitasyonu
ve yeniden tekelci kapitalist kölece
çalışma ve kölece yaşam disiplinine
uyumlarını sağlama aracıdır. Neoliberal kapitalizm ve demokrasisi, tatil
kavramını, önceki geleneksel toplumların holiday'inden (dini ibadet günü,
kutsal gün) almış, tekelci sermayenin
bir azami egemenlik, kar, yönetim
ve hegemonya aracı olarak yeniden
yoğurmuştur. Önceki toplumlarda,
hristiyanlarda pazar, müslümanlarda
cuma günü çalışılmaz, tüm işçi ve
emekçiler dini ibadet mekanlarında
toplanır, şeytan düşüncesiyle korkutulup cennet düşüncesiyle avutulup
yeniden disipline edilir ve yeniden
çalışmaya gönderilirdi. Neoliberal
kapitalizmin tatil kavramı ise, işçi
Tatil artık meta-tatil
paketlerinin yoğunlaştırılmış
tüketim bantlarının birinden
geçmektir. Tatil için alınan
tüketici kredileri, şimdi
tatil yap bir yıl boyunca
öde mekanizması, herkese
ve her bütçeye göre tatil
seçenekleri, yalnızca uluslar
arası değil yurt içi, hatta
şehir içi turizmin de bir yaşam
tarzı ve gereksinme olarak
örgütlenişi, hepsi kapitalizmin
sermaye birikimini canlandıran
mekanizmalar
ve emekçilerin çalışırken bastırılmış
özlemlerini gerçekleştirebileceğini
vaat eden, ama onların yakıcı kendi
istedikleri şeyleri istedikleri gibi yapma özlemini de sistem içinde terbiye
eden, tatil hayaliyle daha çok çalıştıran, tatilde bastırılmış güdülerini
meta-tatil demokrasisi paketleriyle
yemleyen, bir neoliberal rehabilatasyon ve kapitalizme neoliberal kitle
ibadeti biçimine dönüştürüyor.
Tatil, tekelci kapitalizmde aynı zamanda dev çaplı bir sermaye birikim
makinasıdır. Sistem, aşırı çalışma ve
yabancılaşmadan doğan yakıcı tatil
özlemlerini azami sermaye, azami
meta egemenliği çarklarına bağladı.
Tatil artık meta-tatil paketlerinin
yoğunlaştırılmış tüketim bantlarının
birinden geçmektir. Tatil için alınan
tüketici kredileri, şimdi tatil yap bir
yıl boyunca öde mekanizması, herkese ve her bütçeye göre tatil seçenekleri, yalnızca uluslar arası değil yurt içi,
hatta şehir içi turizmin de bir yaşam
tarzı ve gereksinme olarak örgütlenişi, hepsi kapitalizmin sermaye birikimini canlandıran mekanizmalar.
İşçilerin, emekçilerin kendi yapmak
istedikleri şeyler için özlem duydukları bir nebze özgür tatil planlarının
hepsi hüsranla sonuçlanır. Tatil de,
sermaye için çalışmanın, sermayenin
istediği şeyleri sermayenin istediği
biçimde yapmanın bir devamıdır.
Bir yıllık tüm yapılamayanların yapılmak istendiği, tüm özlemlerin
yüklendiği, tüm ihtiyaçların odağına
konan tatil idealizasyonu, korkunç
bir tatminsizlik, hayal kırıklığı,
aldatılmışlık ve kendini aptal gibi
hissetmekle sonuçlanır. Tatil dönüşü
ise, hem bu hayal kırıklığı, hem de
fahiş fiyata satın alınmış bir metasoluklanmanın ardından yeniden
vahşi sömürü cenderesine dönmenin
travmatik etkisiyle birlikte genellikle
deprasyonla sonuçlanır.
Tatil, tekelci kapitalizmde paran
kadar tatildir. Çeşitli araştırmalara
göre Türkiye'de ücretli emekçilerin
ancak yarısı kadarı (bulunduğu il
dışında, bir tatil beldesinde) tatil yapabiliyor. Her iki ücretli emekçiden
biri tatile para ayıramıyor. Tüm tatil
yapabilenler içinde yüzde 69'u tatile
kişi başına bin liranın altında, yüzde
16'sı bin-2 bin lira arasında para ayırabiliyor. Geri kapitalizm döneminin
tatil biçimi olarak, tatili köyünde,
memleketinde, akrabaları ile birlikte
geçirme geleneği çözülmek ve ikinci
sıraya düşmekle birlikte, tatil beldelerine gidecek parası olmayan çoğu
işçi-emekçi için devam ediyor (yüzde
38). Birinci sıraya tatil beldelerine
gitmek çıkmakla birlikte, ücretli
emekçiler açısından bu da yüzmek,
bisiklete binmek, yürüyüş yapmak
9
NƦNRJHQNXN
ile sınırlı tatilin ötesine genellikle
pek geçmiyor (yüzde 43). Geçmiyor
çünkü, uyumak, dinlenmek, kafa
dağıtmak dışında tatili asıl tatil yapan
farklı sosyal, kültürel, zihinsel, sportif
aktivitelerde bulunmak hem tatil süresinin kısalığı, hem hepsinin paraya
tabi olması, hem de bu gibi yetiler ve
ihtiyaçlar geliştirmenin de çalışma
yılı içinde serbest zaman ve asgari geçim üstünde para sahibi olmaya bağlıdır. Deniz tatilinde sörf, yelkenli, jet
ski, dalma gibi çeşitlendirmek, çeşitli
sporlarla uğraşmak, eğlenmek, oyun
oynamak, farklı kültürleri keşfetmek,
yerel mutfakları tadmak, farklı bilgi
ve beceriler kazanmak, hobileriyle
uğraşmak, okumak, kültürel aktivitelerde bulunmak, sosyal ilişki ve arkadaşlıklar geliştirmek, farklı ülkelere
gitmek tarzı daha üst tatil biçimleri
ancak orta ve üst sınıflara özgü tatil
biçimleri olabiliyor. Ah tabii, neolibal kapitalizm tatile gidemeyenleri
de düşünmüyor değil! Onlar için de
fahiş fiyata bağlı bol koli basilli "halk
plajları", girmekten mangal yapmaya,
suya, tuvalete kadar herşeyin ayrıca
paraya bağlı olduğu özelleştirilmiş
piknik endüstrisi ne güne duruyor?
Tekelci kapitalizmin dev çaplı tatil
endüstrisine ve bunun neoliberal
yaşam tarzının zorunlu bir bileşeni
haline gelmesine, artan çekim gücüne
karşın işçi ve emekçiler açısından tatil
hakkı ve olanağı genişlemiyor, hatta
daralıyor. Türkiye'de sigortalı işçiler
için yıllık tatil hakkı 5 yıla kadar çalışanlar için yalnızca 8 gün, 10 yıla
kadar çalışanlar için yalnızca 14 gün.
Sendikasız sigortasız işçiler için ise
patronun keyfine kalmış. Ekonomik
kriz dönemlerinde ilk gasp edilen ve
işçilerin de gözden çıkarmak zorunda
kaldıkları yıllık tatil hakkı oluyor.
2009 krizi sırasında dünya çapında
yapılan bir araştırmaya göre, ABD
ve Avrupa'da patronların baskısı ve
Kayıtsız koşulsuz yaz ve kış
tatilleri, parasız olmanın
ötesinde, işçilerin dinlenmenin
ve eğlenmenin ötesinde
istedikleri her türlü en nitelikli
zihinsel, sosyal, kültürel,
sportif, sanatsal etkinlikleri
kendileri için, özgürce ve kendi
istedikleri gibi örgütleyip
gerçekleştirebilecekleri,
kendilerini çok yönlü
geliştirebilecekleri tatiller,
sosyalizmde temel bir sosyal hak
olarak varolacaktır
işinden olma korkusuyla sendikalı işçilerin yüzde 70'i dahi tatil haklarından vazgeçti. 2010 yılında Türkiye'de
internetten 20 bin kişinin katılımıyla
yapılan tatil planınız nedir anketinin
sonuçları: Şimdi tatili düşünecek durumda değilim (yüzde 45), istiyorum
ama maddi açıdan zorlanacağım için
emin değilim (yüzde 23), maalesef bu
sene tatile para ayıramıyorum (yüzde
16.7). Uzmanlar, tek başına uyuma
ve dinlenmenin tatil anlamına gelmediğini, neoliberal kapitalizmin işçi
ve emekçiler içinde yaygınlaştırdığı
psikolojik tükenmişlik sendromunun
bir nebze hafifletilebilmesi için, doğa
ile iç içe, çeşitli sosyal, kültürel, sportif aktivitelerin de olduğu en az 2-3
haftalık kesintisiz bir tatilin zorunlu
olduğunu belirtiyorlar. Buna karşın
1 hafta bile tatil yapamayanlar, yıl
boyunca en basit toplumsal-insani
ihtiyaçlarınını (akraba cenazesi, sağlık sorunları, vd) bile ancak yıllık tatil
iznine sayılarak karşılayabildikleri
için tatil yapamayanlar, tatillerinde
ancak bütün yıl boyunca birikmiş
aile, sağlık, ev, tadilat sorunlarınlarıyla uğraşmak zorunda kalanlar,
tatilde evinden kıpırdamayanlar,
tatilde bırakalım dinlenmeyi ikinci
bir işte çalışmak zorunda kalanlar, ta-
1SPMFUBSZBOðO%JMJOEFO
Tatil
Kapitalizm insanlara kendine ait
olmayan zamanlar yaşatır. İsteklerimiz, beklentilerimiz kendimize
dair gerçekleştirmek istediklerimiz
imkan, zaman bulamayan ötelenip
duran şeyler olarak kalır. Çünkü
yaşamımızın bizden başka bir sahibi vardır. Kapitalist düzen, yaşamak için emeğimizi, beyin ve kol
gücümüzü aslında yaşamımızı satmak zorunda bırakır. Patronların
daha fazla sömürü, daha fazla kar
isteğine dayalı olarak tasarlanmış
dünya en temel insansı dileklerin
bile hayat bulmasını engeller. En
verimli zamanlarımızı sermayenin
daha da palazlanması için çalışarak
geçiririz. Hızlı akan dünyada sürekli rekabet, yarış halinde doğadan,
toplumdan, dünyadan uzaklaşmak
zorunda kalırız. Bu insanı kendi
doğasından yabancılaştırıcı ve
sonunda yaşamaktan bıktırıcı bir
döngüdür ve dinlenme zamanlarımız bile bu çarkın kontrolündedir.
Tatil kavramı işte bu karanlık
döngüde bir nefes alma ihtiyacı
olarak doğar. Bizim olmayan hayatta bize ait olacağını düşlediğimiz
zamanlar olarak hayallerimize
yerleşir. Çoğu patron hiç istemese
de, elinden geldiği kadar budamaya çalışsa da bunun mecburi bir
ihtiyaç olduğunu bilir. Bunun için
kapitalizm kendi yarattığı tatil ihtiyacına kısmen yanıt verdiğini de
düşündürtmeye çalışır. Bu küçük
kendi de kapitalist olan tatil zamanları modern kölelerin yani bizlerin sene boyunca tatlı hayallerini
süsler. Tatil ihtiyacı, emeğinden,
kendinden, toplumdan, dünyadan
ve insanlığın kendi karakterinden
yabancılaştıran kapitalist çalışma
ve rekabetten doğmuştur.
İşçi sınıfına tatil yetmez. Tüm
yaşamımızı dişlileri arasında eriten
kapitalizmden iki haftalık kurtuluş umudu eriyen yaşamlarımızı
kurtarmaz. Kapitalizm ufkumuzu
da daraltıyor. Tümü kendimize
tildeyken bile cep telefonu, bilgisayar
vb üzerinden çalıştırılmaya devam
edenler, esnek çalışma nedeniyle 2-3
haftalık izinlerini bile kesintisiz değil
ancak parça parça kullanabilenler,
öğrenciler için yaz okulları ve yazın
çalışma, işçi sınıfı için bir tarihsel
mücadele kazanımı olan ücretli tatil
izinleri ve tatil yardımları haklarının
gasp edilmesi…
şında tatil diye bir istem ve düşüncesi
dahi olmayan işçi ve emekçilerin de
kanına girerek, tatili de zorunlu bir
toplumsal-bireysel ihtiyaç haline getiriyor. Zorunlu, ama sermaye ve meta
egemenliği altında hiçbir zaman tam,
hatta hiç karşılanmayacak, dahası
giderek daha büyük bir sınıfsal-toplumsal-bireysel gerilim konusu olan
bir yok-ülke!
İşte tüm bu nedenlerle tatil, tekelci
kapitalizmde işçiler için bir yokülkedir. İşte bu yüzden işçiler için tatil, kapitalizme karşı verilen kendileri
için zaman, kendilerini gerçekleştirebilmek için zaman, insanca yaşanacak zaman, sosyalist ve komünist
zamanlar için savaşımın bir konusu
olarak ancak var edilebilir.
O vardır, sosyalizmde!
Küresel tekelci kapitalizmin bunaltıcı
sömürü ve egemenlik sistemi, işçi
ve emekçilerin tatil özlemini yaşamsallaştırıyor. Dev çaplı turizm-tatil
endüstrisi, işçi ve emekçiler üzerinde
artan bir çekim gücüyle bir özgürleşme, doğallaşma düşü, kendi istediklerini istediği gibi yapabilmeleri için bir
yok yer ve yok zaman pazarlayarak,
burjuva demokratik sınıf egemenliğinin önemli bir bileşeni oluyor. Ama,
tatil nedir bilmeyen, köye gitme, uyuma, kahve köşelerinde pinekleme dı-
ait olması gereken yaşamın küçük
kırıntılarıya bizi kandırmaya çalışıyor. Biz yaşamımız için mücadele
etmeliyiz. Emeğimizin, üretkenliğimizin üzerindeki sermaye baskısını
kırmanın rüyasını görmeye başlamalıyız.
İşçi sınıfının kendi elleriyle yaratacağı dünyada ayrı bir tatil kavramına da ihtiyacı olmayacaktır. Mesele
insanın üretimini, yaratımını gerçekleştirme biçimidir. Kapitalist
çalışma hayatının ve rekabetin ortadan kaldırılmasıdır. Emeğimizin
ve yaşamımızın üzerinde oturmuş
özel mülkiyet egemenliğinin ortadan kaldırılmasıdır. İnsanlığın üzerindeki kara duman ancak bunların
yerine tüm toplumun üretimin ve
yaşamın öznesi haline gelmesiyle
dağıtılabilir. Sosyalizm, insanlığın
zamanını kendine ait kılacaktır.
Çalışma biçimi ve saatlerimiz kendi ihtiyaçlarımıza uygun biçimde
düzenlenecek ve insanın kendi
isteklerinin, gelişim ihtiyaçlarının
İşgününün derhal 6 saat sınırından
başlayarak kısaltılması, çalışma ve
yaşam koşullarının hızla iyileştirilmesi, temel ihtiyaçlar ve geçimin
sorun olmaktan çıkmasıyla, tatilin
sosyalizmdeki anlamı da hızla değişecektir. Tatil kapitalizmdeki gibi,
tükenmiş beden ve ruhların tamiratı,
deşarj olma, bastırılmış güdülerin
okşanması olmaktan çıkacaktır. Kayıtsız koşulsuz yaz ve kış tatilleri,
parasız olmanın ötesinde, işçilerin
dinlenmenin ve eğlenmenin ötesinde
istedikleri her türlü en nitelikli zihinsel, sosyal, kültürel, sportif, sanatsal
etkinlikleri kendileri için, özgürce ve
kendi istedikleri gibi örgütleyip gerçekleştirebilecekleri, kendilerini çok
yönlü geliştirebilecekleri tatiller, sosyalizmde temel bir sosyal hak olarak
varolacaktır.
tümüne cevap verebilecek şekilde
organize edilecektir. Bunaltıcı zamanlar yerini keyif alınan, istekler
ve yeteneklerle bütünleşen, sınırsızca gelişilebilen insanlığın baharına
bırakacaktır. İşçi sınıfının tarihin
ipini eline alması artık kırıntı düzeyindeki tatilleri ihtiyaç olmaktan çıkarır. Yaşamın kendisi bir bayrama
dönüşür. Artık hayallerimiz birkaç
haftada yapacaklarımıza dair değil
tüm hayatımıza dairdir.
Bu tabloyu tersine döndürecek olan
yine bizleriz. Dibe doğru sürükleyen burjuva yaşam biçimi ve kültüründen, bireycilik, rekabetçilikten
kurtulamadıkça kara dumanın bir
üreticisi de işçiler olacaktır. Yeni
bir hayat, yeni bir yaşam kendimizi
toplumun dönüşümünün öznesi
olarak varettikçe bugünden karşılık
bulma imkanına ulaşır. İşçi sınıfı,
kollarını sıvayıp sosyalist dünyayı
yaratma mücadelesine girdiği zaman yaşamını kendine dair kılmaya
doğru ilk adımı atmış olur.
10
NƦNRJHQNXN
/LPDQLíÁLOHULGLUHQLíLDQODWÜ\RU
İşçi Meclisi: Öncelikle kolay gelsin
diyoruz. Bize kendinizi tanıtır mısınız?
İsmim Murat, Nuri Çiftçi Lojistik'te
tahmil tahliye işçisiyim. Yani gemilerden gelen veya gemilere yüklenecek sıvı ve katı maddeleri yüklemeboşaltma işi yapıyorum.
Direnişe neden başladığınızı anlatır mısınız?
Murat: Hepimiz N.Ç Lojistik işçisi
olup, Uğursan bünyesinde çalışırken
Nuri Çiftçi "Bu iş beni kurtarmıyor." diyerek Uğursan'la anlaşmasını
bitirdi. Bunun üzerine Uğursan Liman Giriş Kartlarımızı iptal ettirdi.
Şimdi ne içeri girebiliyoruz, ne Nuri
Çiftçi bize yeni bir iş gösteriyor ne
de iş aktimizi fes ediyor. Burada ki
amaçları da belli, Toplu İş Sözleşmesi
(TİS) yapılmış bir sendikayı limana
sokmamak ve 5 gün sonra ki yasal
grevimizi engellemek.
daşlar bizim yaptığımız işi yapmıyorlar. Bu nedenle patron İzmir'den
işçi getirmek zorunda kaldı. Arkadaşlar kahvaltılarını bize getiriyor,
giriş-çıkışlarda yanımıza geliyorlar.
En az destek aynı sendikada örgütlü
olmamıza rağmen MIP bünyesinde
ki işçilerden geliyor. Bunun sebebinin
aramızda ki kültür farkından kaynaklandığını düşünüyorum. Yani onların
çoğu türk ama bizdekiler Kürt.
Atılmadan önce ki çalışma şartlarınız nasıldı?
Murat: Biz gemilerden limana ve
limandan da gemilere sıvı ve katı
yükleme-boşaltma işi yapıyoruz.
Mesela Binlerce tonluk asit yüklü
gemi limana yanaşır. Biz onları hortumlarla tankerlere boşaltırız. Ya da
her çeşit nebati yağları tankerlere
boşaltıyoruz. Yük bazen dökme
çimento ya da petrokok olabiliyor.
Tüm bunları yaparken iş güvenliği
adına hiçbir şey yapılmıyor.
Yasal grev hakkınızdan bahseder
misiniz?
İş güvenliği demişken patron kurallara uyuyor mu?
Murat: 1 yıldır devam eden süreç
sonunda sendika, TİS için yetki aldı.
N.Ç yapılan Hiçbir çağrıya cevap
vermediği için sürekli "uyumsuzluk"
tutanağı tutuldu. En sonunda 60
günlük sürenin sonuna gelindi ve
bu süre ayın 2sinde bitecek ve grev
kararı alınacaktı. İşte tüm bunların
nedeni de bu grevin engellenmesi
için. Bizim amacımız da bu yapılanları tüm Türkiye'ye duyurmak.
Murat: Ne bizim firmada ne de
başka bir yerde iş güvenliği adına
hiçbir şey yapılmamasına rağmen
yapılıyormuş gibi yapılıyor. Bir
çok limanda yasaklanmış petrokok
Cevat: Biz bunu yapmazsak diğer taşeronlarda çalışan 250 işçi de işinden
olacak. Biz bırakır gidersek onlar da
işsiz kalır.
Bu 250 işçi hangi firmalarda çalışıyor?
Murat: Uğursan'ın kendi dışında
HUK Denizcilik ve İzmir Denizcilik
diye 2 firması daha var. Biz bu firmalara "Ana Bünye" diyoruz. Bunlar
dışında alt taşeron olarak çalışan
Nuri Çiftçi Lojistik, Kardeşler Denizcilik ve AYPAR var. Bu firmaların
ortak özelliği çalışan işçi sayısının
50'nin altında olması. Uğursan patronu Halil Demir'e bu süreçte "Bizi
siz firmalarınzdan birine alın" dediğimiz de "Sizi bünyemize alalım da
kör, topal mı çalıştıralım" demesi bu
50 sayısındaki ısrarı açıklıyor. Halil
Demir'in bu lafı üzerine Körler Derneği ile bir basın açıklması yapmayı
planlıyoruz.
Diğer firmalarda çalışan işçilerden
destek geliyor mu?
Murat: Biz burada 24 saat bekliyoruz. Beklerken çok yoğun destek
var. Gerek Uğursan bünyesindekiler,
gerek Akansel ve MIP işçilerinden
sürekli işçiler geliyor. İçerdeki arka-
kömürü Mersin limanına Cuma
akşamı sessiz sedasız yanaşıp bütün
yükünü boşaltır. Bunu yaparken
gazdan korunmak için bize 80
TLlik maskeleri bile vermezler.
Yerine 50 kuruşluk maske verirler.
Tüm bunlar için Valiliğe gidip suç
duyurusunda bulunduk "Bize işiniz
var. Daha ne istiyorsunuz" tarzında
bir cevap verdiler. Bu sırada iş güvenliğinden bahsedilebilir mi? Ya
da yüksek basınçla sıcak yağ ya da
sülfürik asit işi yaparken işi acemilere yaptırırlarsa iş güvenliğinden
bahsedilebilir mi?"
Asıl amaç maksimum kar olunca
tabi ki iş güvenliği diye bir şey
olmaz. Çalışma şartlarınız ve maaşlarınız nasıldı?
Murat: Bir kere ne fazla mesai ücreti verilir. Bayram tatili, yıllık izin
falan da yok düzgün doğru. Her şey
patronun kafasına göre. Maaşımızda aynı şekilde primi az vermek için
bankaya sadece asgari ücret kısmı
yatar, geri kalan kısım elden verilir.
Aldığımız üç kuruş para karşılında
bazen 2-3 gün eve gitmeden burada
çalışmak zorunda kalırız. Geçen
gün yağ gemisi geldi 3000 ton yük
boşalana kadar burada kaldık. Aralarda 2 saat uyuduk. Bütün hafta
sonu burada kaldık.
Liman-iş direnişinize gerekn desteği veriyor mu?
Murat: Şunu söyleyim. Sürekli Genel
Başkanı aramamıza rağmen "Tatildeyim. Gelemem" diyor. Buradaki temsilcilerde bize mi patrona mı çalışıyorlar belli değil. 300 kişi dışarıda eylem yaparken eylemi kıran yine kendi
temsilcimizdi. Ortada dolaşıp destek
için gelen işçilere "Sizin ne işiniz var.
Hadi içeriye" diyerek eylemi bitirmeye çalıştılar. Ya da başka bir örnek
vereyim. MIP temsilcisi olduğunu
sonradan öğrendiğimiz bir işçi günlerce önümüzden geçmesine rağmen
bir merhaba bile demedi. Sonradan
neden böyle davrandığını sorduğumuzda "Hastaydım" gibi çocuğu bile
kandıramayacak cevaplar verdi.
Bu sürecin nasıl biteceğini umuyorsunuz yani ne bekliyorsunuz ya
da hedefliyorsunuz?
Murat: Tüm bunlar sendikalı olduğumuz için başımıza geldi. Sendika
bizimle birlikte içeri girene kadar direneceğiz. Daha Hiçbir şey yapmadık.
Yavaş yavaş eylemimizi güçlendireceğiz. Ailemizi de bu işe sokacağız.
Biz burada 35 işçiyiz ve bizim neler
yapabileceğimizi herkes görecek.
Teşekkürler
¡DOÜíPD%DNDQÜ
VHQGLNDODUDVRSDJÐVWHUGL
Çalışma bakanı Faruk
Çelik, çalışma hayatı ve
ekonomi muhabirleriyle
bakanlık konferans salonunda yaptığı toplantıda,
kıdem tazminatının kaldırılmasına karşı çıkan
sendikalara aba altından
sopa gösterdi.
Kıdem Tazminatı
Fonu'nun oluşturulmasının hükümet programında bulunduğuna işaret
etti. Kıdem Tazminatı Fonu'na
geçişin sağlanacağını ama henüz
gündeme alınmadığını ifade eden
Çelik, konuyu çok da uzatmadan
gündeme almaya amaçladıklarını
söyledi. Çelik şunları söyledi:
"Kıdem tazminatı gibi önemli bir
konuda birlikte bir yere gelmemiz
gerekiyor. Çok modeller tartışılabilir, tartışılıyordur. Tarafların
görüşü ve kamunun buna bakışı
şeklindeki iki görüşün bir masa
etrafında yan yana gelişiyle şekil
alacak bir düzenlemenin doğru
mesiyle ilgili çalışmanın
mutlak suretle yapılması
şartıyla SGK verileri esas
alınıyor. Bu 6 ay süreyle
uzatıldı. Bu dönem içinde
ne sendikalar ne işçi işveren ne de hükümetimiz
tarafından ötelenmesi istenmeyen bir konu."
olacağını düşünüyorum."
Buradan konuyu sendikalaşma istatistiklerine bağlayan Çelik şöyle
devam etti:
"Sendikalaşma oranı işçilerde
yüzde 59.8, memurlarda ise yüzde 67.3 görünüyor. Bu gerçek
olmayan tablonun gerçek verilere
oturtulması için SGK verilerinin
esas alınmasını bir düzenlemeyle
gerçekleştirmiştik. Buna paralel 12
Eylül ürünü olan sendika mevzuatının değişmesi, barajların kalkması veya makul noktalara çekil-
Bakan Çelik, "İstatistiklerin yayınlanması ve sendikaların durumlarını görmesi durumunda uzlaşma
daha kolay olmaz mı" şeklindeki
soruyu yanıtlarken şöyle dedi:
"Çıkaracağınız sendika kalmıyor,
önemli ölçüde sendika ortadan
kalkmış olduğu için çok rahat
çıkarırsınız. Ciddi bir oranda sendika devre dışı kalıyor. İstatistikler
yayımlandığı zaman yanılmıyorsam 35 sendika devre dışı kalıyor.
Haberleri var. TÜRK-İŞ'in 15-16
sendikası kalıyor. HAK-İŞ, DİSK
tarihe karışmış oluyor. SGK verilerine göre, sendikalı işçi oranı
yüzde 8.9. Bu da çok yüksek bir
rakam."
11
NƦNRJHQNXN
=H\WLQEXUQX
QGDÜUNÁÜVDOGÜUÜ
*a] ERPEal×
sRNaN iQIa]laU×
Önce Mustafa Dağ, sonra da 18 aylık
Mehmet Uytun, 60 yaşındaki Kazım
Şeker, emekli öğretmen Metin Lokumcu ve Hatice İdin. Gaz bombasının son
kurbanı ise 13 yaşındaki Doğan Teyboğa oldu.
I
rkçı saldırganlığın son dönemdeki yükselişi Zeytinburnu'nda
Facebook gibi "sosyal paylaşım"
sitelerinde örgütlenerek Kürtlere
karşı bir linç gösterisine dönüşen
olaylarla kendisini gösterdi. Bir
haftaya yakın süren saldırılarda
BDP binası ve Kürtlere ait işyerleri saldırıların ana hedefi oldu.
Saldırılar sırasında ırkçı gruplara
çok yakın noktalarda bulunan polis
grupları ise herhangi bir müdahalede bulunmayarak saldırganları
rahatlatan bir diğer faktörü oluşturdu. Çevik Kuvvet ekiplerinin
olduğu bölgenin 30 metre yakınındaki Kürt kahvehanesi faşistler tarafından saldırıya uğrarken polisin
oralı olmadığı görüldü. Facebook'ta
kurulmuş olan "Zeytinburnu mehmetçikleri" isimli grubun kışkırtma
sürecinde anarolü oynadığı düşünülüyor. 21 Temmuz tarihinde açılan bu topluluk kısa sürede 6 bini
aşkın izleyiciye ulaştı.
Saldırıların ardından provakasyon
gerekçesiyle 125 saldırgan gözaltına
alındı. Ancak çoğu gün yüzlerce
kişiyi bulan saldırılar gerçekleşmesine karşın sadece 3 kişi tutuklandı.
Diğer yandan saldırıya uğramalarına karşın gözatına alınan 22 Kürtten 5'i tutuklandı. Tutuklanma gerekçesi ise "Örgüt üyesi olmamakla
birlikte, örgüt adına suç işlemek".
BDP binalarına yönelik saldırılar
Irkçı saldırılar BDP il binalarını
da hedef aldı. Ankara, Bursa, İstanbul, Mersin, Aydın, Sakarya,
Elazığ, Kocaeli ve Malatya‘daki il
binaları saldırıya maruz kaldı.
Sakarya'da Kent Meydanı'nda yapılması planlanan yürüyüş öncesi
ırkçı bir grup, BDP İl Örgütü'nün
bulunduğu binaya saldırdı. Saldırı
esnasında içeride kimsenin bulunmadığı parti binasının girmek
için çelik kapıya yüklenip kırmak
isteyen saldırganlar, başarılı olamayınca kapıda bulunan partiye
ait tabelayı indirerek ateşe verdi.
Daha sonra ise dışarı çıkarak binayı taşladı.
rilmesini istedi. Kalabalığın gitgide
artması üzerine devlet bölgeye takviye polis gücü gönderdi. Kalabalık
belediye başkanı ve kaymakam'ın
olay yerine gelip açıklama yapmasının ardından dağılmaya başlarken, ırkçı kitlenin istediği oldu ve
kürt işçiler "sınırdışı" uygulamasına tabi tutuldu. İşçiler 4 otobüs
ve 4 kamyonla bulundukları yerde
Afyonkarahisar'ın Dinar ilçesine
götürülecek.
Elazığ'da ise önce kentte yürüyüş
yapan saldırgan grup ardından
ırkçı sloganlarla BDP binasına yöneldi.BDP'liler de parti binalarını
korumak için bina önüne çıktı.
Bunun üzerine taşlı sopalı kavga
başladı. Olay yerine gelen polis
BDP'lileri ve saldırganları uzaklaştırmak için gaz bombası kullandı.
Irkçı histeri Nazilli'de de
yüzünü gösterdi
Kürt tarım işçilerine ırkçı saldırı
Son günlerde Zeytinburnu'nda yaşananlarla gündeme gelen Kürtlere
yönelik ırkçı propaganda ve saldırı
sürüyor. Eskişehir‘in Mihalıççık
ilçesine kiraz toplamak için gelen
mevsimlik kürt işçilerle bölgede
yaşayan köylüler arasında başlayan
tartışma kavgaya dönüştü. Kavgada Osman ve Yaşar Çay bıçakla, 6
tarım işçisi ise darbedilerek yaralandı.
Kavganın duyulmasının ardından
ilçede toplanan bazı gruplar Türk
bayrağı açıp, İstiklal marşı söyleyerek Kürt işçilerin ilçeden gönde-
Irkçı saldırganlık yüzünü son
olarak Aydın'ın Nazilli ilçesinde
gösterdi. 28 Temmuz günü sokak
aralarında kimlik kontrolü yapan
ülkücü gruplar Kürtlere hareketler
ve tehditler savururken bir Nadir
Gülenç isimli Kürt gencini de linç
etmeye kalkıştı. Kürtlerin artık
işlerine gidip gelemediklerini belirten Gülenç, "Ne zaman çatışma
çıksa bizim buralarda bunlar yaşanıyor. Ülkücüler buralarda ellerini
kollarını sallaya sallaya dolaşırken,
polis onlara bir şey demiyor. Ama
ben bazen gece işten evime gidene
kadar polisler tarafından belki 10
defa çevriliyorum. Buralarda yaşayan hiçbir Kürt vatandaşın can
güvenliği yok. Çünkü faşistler yapıyor, polisler göz yumuyor. Bunlar sadece Nazilli'de yaşanmıyor,
Aydın'ın her yerinde faşistler her
çatışma çıktığında nerede bir Kürt
görseler ona saldırıyorlar" diye konuştu.
Şırnak'ın Silopi ilçesi Cudi
Mahallesi'nde 24 Temmuz akşamı son
dönemlerde Kürtlere ve BDP binalarına
yapılan ırkçı saldırıların protesto edilmesi istenmesi üzerine polis müdahalede bulunmuştu. Polisin attığı gaz bombası sonucu başından ağır yaralanan 13
yaşındaki Doğan Teyboğa, Diyarbakır
Devlet Hastanesi'ne kaldırılmıştı. Beyin
kanaması geçiren ve ameliyata alınan
Teyboğa kurtarılamadı.
Polis saldırısının görgü tanıklarından
Sabriye Turan, Doğan Teyboğa'nın
kanlar içinde olduğu sırada polisler
tarafından tekmelendiğini belirtti. Mahalle sakinlerinden Şengül Tanrıverdi
ise "Çocuk elini kafasına götürüyordu.
Birkaç kişi hastaneye götürmek istedi.
Ancak polis, ‘bırakın ölsün, hak etmişler' diyerek engelledi" dedi. Kürtlere
karşı gerekleştirilen ırkçı saldırılar karşısında sessiz kalan polis, söz konusu
Kürtler ve linçlere karşı yapılan protestolar oldu mu sessizliğini bozarak can
alıyor.
&eQa]e\e de
Ja] ERPEas× at×ld×
Polisin gaz bombası nedeniyle yaşamını yitiren Doğan Tayboğa binlerce kişi tarafından toprağa verildi.
Tayboğa'nın cenazesi, onlarca araçlık
konvoyla Silopi'ye getirildi. BDP İlçe
binası önünde toplanan binlerce kişi,
Tayboğa'nın cenazesini "Şehîd namirin"
sloganları ile karşıladı. Tayboğa'nın
cenazesi çıkarılırken, damlardan ve balkonlardan tabuta güller atıldı.
BDP Beyoğlu İlçe binası önüne
gelen ırkçı grup, küfürler ederek,
binaya taşlarla saldırdı. Bir BDP
üyesi atılan taşların isabet etmesi
nedeniyle hastaneye kaldırıldı.
Başak Şehitlik Mezarlığı'na doğru
yürüyüşe geçen kitlenin sayısı kısa süre
içinde 10 bini buldu. Tayboğa'nın posteri ve "Katil Erdoğan hesap verecek",
"Sizler öldürdükçe bizler çoğalıyoruz"
yazılı büyük pankartın taşındığı 5 kilometre devam eden yürüyüşün ardından
Tayboğa'nın cenazesi mezarlığa getirildi.
İstanbul'un bir diğer yanında ise
250-300 kişilik bir grup, BDP Ümraniye İlçe binasını kuşattı. Çevresini sardıkları ilçe binasının önünde
Kürtlere dönük hakaret içerikli ve
ırkçı sloganlar atan grup, içeride
partililerin bulunduğu binaya girmek istediyse de başarılı olmadı.
Tayboğa'nın cenaze töreni ardından
polis yürümek isteyen gençlere müdahalede etti. Müdahale esnasında iki çocuk daha gaz bombalarından yaralandı.
Kulağından yaralanan Zeynep Ö. adlı
çocuk hastanesye kaldırılırken, yaralanan bir diğer çocuk ise mahalleliler
tarafından uzaklaştırıldı.
12
NƦNRJHQNXN
ñíÁLVÜQÜIÜQÜQYDWDQÜ\RNWXU
Sığınmacı, göçmen, yabancı/kaçak işçi
sıfatları Türkiye ve Kürdistan halklarının çok yakından bildiği sıfatlar.
Başta Almanya olmak üzere Avrupa
ülkeri'nde ve bir çok farklı ülkede
milyonlarca Türk ve Kürt bu sıfatlarla
yaşamını idame ettiriyor. Hepimizin
mulaka bir akrabası, yakını vardır bu
sıfatlarda. Yalnız da değiller Afrika,
Güneydoğu Asya ve Ortadoğu'dan
sınıf kardeşleri ile birlikteler. Özellikle
AB üyesi ülkeler, Amerika, Kanada,
Japonya ve Avustralya göçmen işçi
çeken ülkeler. Bu ülkelerin emperyalist
birikimlerinde göçmen işçi sömürüsü
önemli bir yer tutuyor.
Kendi ülkelerinden daha iyi bir yaşam
umudu ile göç ediyorlar. Gittikleri ülkelerde en azgın sömürü koşullarında
en zor ve pis işleri yapmak zorunda
kalıyorlar. Son yıllarda göçmen işçiler
Türkiye'de de yoğunlaştı. Türkiye'de
göçmen işçiler özellikle tekstil, kum
taşlama, seyyar satıcılık, geri dönüşüm, inşaat gibi işlerde çalışıyorlar.
Zaten azgın bir sömürünün olduğu
bu sektörlerde dahada kötü koşullarda
ve daha düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Bu sektörlerde çalışan göçmen
işçilerin çoğu kaçak işçi. Bu durumda
azgınca sömürülmelerini dahada kolaylaştırıyor. Bu işlerde çalışan işçilerin
çoğu Türki Cumhuriyetler, Afrika,
Afganistan ve Güney Doğu Asya‘dan
geliyorlar. Tabii sadece bu sektörler çalışmıyor ve kaçak değil göçmen işçiler.
Daha kalifiye işlerde çalışan göçmen
işçilerde az değil ve gittikçede fazlalaşıyorlar. Özellikle İstanbul ve Antalya
gibi illerde yoğunlaşıyor kalifiye göçmen işçiler.
Şimdiden göçmen işçi kardeşlerimiz
ile aramıza nifak sokulmaya çalışılıyor.
Yıllarca Avrupa ülkelerinde yaşanan
şey gibi. Orada Avrupalı işçilerin işini
elinden alan bizlerdik, burada da bizim işimizi elimizden alan başkaları.
Bu masal anlatıldı hep bize. Avrupa'da
Neo-Nazi grupları oluşturuldu, göçmen işçilere saldırtıldı, göçmenlerin
evleri yakıldı, öldürüldüler. En son
göçmen işçiler artık yeter diyerek
Fransa'yı ateşe çevirmişlerdi. İşsizlik
sopası bu şekilde sallandı hep başımızda, daha az ücrete daha kötü koşullarda çalıştırıldık. Birbirimizin kurdu
haline getirildik.
Küreselleşen kapitalizm için sömürdüğü işçinin rengi, ırkı, ulusu hiç mi ama
hiç fark etmez. Onun istediği daha
ucuz maliyet daha rahat sömürüdür.
Tam da burada binbir ülkeden binbir
ulustan dinden, ırktan, renkten olan
işçi sınıfı, kolektif emeğinde küreselleştiği günümüzde örgütlenmesini
buna göre yapmalıdır. En son UPS
eyleminde bunun önemini, zorunluluğunu ve avantajlarını gördük. UPS direnişi sürerken ulaştırma sektöründe
örgütlü sendikaların üst federasyonu
olan ITF'in Meksika'da yaptığı toplantılnın ana konularından birisi UPS direnişi olmuştu. Arjantin'den Norveç'e
bir çok ülkeden işçiler UPS işçilerine
nasıl destek verebileceğini tartışmıştı.
Onlarında bir çoğu UPS'de çalışıyordu
zira.
Şimdi çevremizdeki yanıbaşımızdaki göçmen işçilere birde bu gözle
bakmalıyız hem birlikte çalıştığımız
işyerlerinde sektörlerde birlikte örgütlenmenin yollarını aramalı hemde
ülkelerimizdeki sınıf mücadelesini
birleştirmenin yollarına bakmalıyız.
Patron için farkımız yok bizim içinde
patronların farkı olmamalı.
Bizi sömürenin Türk, Kürt, Avrupalı,
Amerikalı olaması fark eder mi?
Küreselleşen kapitalizm için sömürdüğü işçinin rengi, ırkı, ulusu hiç
mi ama hiç fark etmez. Onun istediği daha ucuz maliyet daha rahat
sömürüdür. Tam da burada binbir ülkeden binbir ulustan dinden, ırktan,
renkten olan işçi sınıfı, kolektif emeğinde küreselleştiği günümüzde
örgütlenmesini buna göre yapmalıdır
<RNÖONHQLQ\RNLQVDQODUÜ
Seyed Ahmedreza Mausavi henüz 5.5 yaşında bir Afgan göçmeni ve Türkiye‘de tedavisi
olmayan bir tür deri hastalığı ile canı giderek
yanmakta olan bir çocuk. Afganistan‘da yaşlı
genç denilmeden herkesin savaşa zorlanmasından, kötü yaşam koşullarından ve yoksulluktan kaynaklı evlerini terk edip mülteci
olarak Türkiye‘ye göç etmek zorunda kalan
Afgan bir ailenin çoçuğu. Mülteci olarak gelen
aileler ve kişiler insan haklarından yoksun,
perişan ve mutsuz şekilde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar.
Aile bundan 4 yıl önce İran üzerinden Van‘a
giriş yapmış. Van‘da Birleşmiş Milletlere sığınmacı olarak başvuru yapmış, 2 yıl Van‘da kaldıktan sonra Adana‘nın Özgür Mahallesi'ne
gönderilmişler. Seyed‘in anne ve babası ve
tüm akrabaları Avustralya‘da yaşadıkları için
oraya gitmek için BM‘ye başvurmuşlar, ancak 2 kez reddedilmiş. Neden reddedildikleri
konusunda ise BM bir bilgi vermemiş. Oysa
çocuklarının tedavisinin Avustralya'da daha
rahat yaptırabilecekler. Ama istemedikleri
halde Adana‘da yaşamak zorunda bırakılmışlar. Seyed‘in ilaçları akrabaları tarafından
Avustralya‘dan gönderiliyor. Dermatitis Herpetiformis (Çocuk çağının kronik dermafozu)
olarak adlandırılan bu hastalığa yakalanan Seyed ilaçlarını alamazsa her yanını su topluyor,
yaralar döküyor ve 5.5 yaşında bir çocuk için
dayanılmaz bir acı oluyor. En son olarak 160
dolar kargo parası ödemelerine rağmen ilaçlar
Ankara‘da gümrükte bekletilmekte ve aileye
teslim edilmiyor. Birleşmiş Milletler, dosyalarının silinmesini gerekçe göstererek gümrük
işlemlerini durdurmuş bulunmakta.
Seyed gibi binlercesi bu koşullarda farklı
farklı ülkelerde bekletiliyorlar. Burjuvazi
onlarca uluslararası anlaşma imzalamışken
dahi kendi anlaşmalarını uygulamamaktan
çekinmiyor. Çünkü Burjuvazi için Seyedler
yükler ve yoklar.
.aUaNRlda iNiQci )estXs 2Ne\ YaNas×
Türkiye'ye kaçak olarak giren Kongo vatandaşı 26 yaşındaki Hamedu Loufa Sayıd adlı genç karakolda ölü bulundu. Kongolu mültecinin Yumuktepe polis karakolunda bu
sabah sat 07.00 sularında kalp krizi geçirdiği iddia edildi.
Kısa bir süre önce kaçak yollarla Türkiye'ye gelen ve
Edirne'de yakalanan ve ardından sınırdışı edilmek için Mersin Emniyet
Müdürlüğü Yabancılar Şubesine
gönderilen ve Yumuktepe polis
karakolu nezarethanesinde kalan Kongo vatandaşı 26 yaşındaki Hamedu Loufa Sayıd adlı
genç bu sabah nezarethanede
ölü bulundu.
Polisin 122 acil servisi çağırması üzerine hastaneye kaldırılan
gencin kalp krizi geçirdiği
iddiasıyla yaşamını yitirdiği
öne sürüldü. Mersin Devlet
Hastanesinde morga kaldırılan ceset morg işlemlerinin ardından cesedin
otopsisi için Adana Adli Tıp
morguna gönderildi.
13
NƦNRJHQNXN
ñQVDQOÜN6RPDOL
GHDÁOÜNWDQÐOÖ\RU
21.
yüzyılda teknolojinin geldiği
düzey ve bunun sonucu artan
toplam toplumsal ürün ve zenginliğe
rağmen Somali'de insanlar açlıktan
ölmeye devam ediyor. Kuraklığın
etkisine aldığı tek ülke Somali'de
değil, Kenya, Etiyopya, Cibuti ve
Uganda'da kuraklığın korkunç yıkımıyla yüz yüze. Birleşmiş Milletler
1983'ten sonra bir kez daha resmi
olarak Somali'de açlık ilanında bulundu. Somali, Etiyopya, Kenya ve
Uganda'nın bulunduğu Doğu Afrika
bölgesi en son 1980'lerde açlık krizi
ile dünyanın gündemine oturmuştu.
Birleşmiş Milletlerin Somali'de bir
milyon 700 bin kişinin yani nüfusun
yarısının açlıkla karşı karşıya bulunduğunu açıkladı. Somali'de halkın
büyük çoğunluğu yaşamını tarım
ve hayvancılık yaparak sürdürüyor.
Son 60 yılın en kurak döneminin
yaşandığı ülkede hayvancılık ve
tarımsal üretim felce uğramış durumda. Somali'yle birlikte Bölgede
bulunan Kenya, Cibuti, Sudan ve
Etiyopya'da açlık ve hastalığa bağlı
olarak on binlerce insanın yaşamını
yitirdiği ve 12 milyon insanın da
açlık ve ölümle karşı karşıya olduğu
belirtiliyor.
1992'deki iç savaşta yaşanan kıtlık
sırasında 200 bin kişi yaşamını yitirmişti ancak bu sefer çok daha fazla
sayıda kaybın söz konusu olabileceği
belirtiliyor. Yardım kuruluşları 2009
yılında Davos'ta yapılan zirvede yapılacak yardımlara dair verilen sözlerin yerine getirilmediği eleştirisini
yönelttiler.
Somali'deki BM insani yardım koordinatörü Mark Bowden, "Somali'nin
güneyinde bulunan Bakool ve Lower
Shabelle bölgelerinde kuraklık, yoksulluk ve çatışmaların da etkisiyle
açlık yaşandığını, bazı bölgelerde de her gün 6
kişinin yaşamını
yitirdiğini belirtiyor."
İngiliz
yardım
kuruluşu
Ox-
1885'te Berlin'de kıtamızı paylaştılar
Kimseye sormadan sefaletimize sahip çıktılar
Yüzyıllardır süren sefaletimizden
Çekip çıkarmaya geldiler bizi
Eğitmeye geldiler
Ve medenileştirmeye…
Afrika'nın barışa kavuşturulması
Afrika'da medeniyetin hayır işleri
Araştırmacıların cesareti
Kendini gözetmeyen hümanizm…
Ama kimse
Hiç kimse önem vermedi bize edilen hakarete
Peşimiz sıra gelen aşağılamaya
Halkımın kimliği öldü: sömürgeleştirildi
fam da bölgede kuraklığın pençesinde bulunan 10 milyon kişiye 800
milyon dolar acil yardıma ihtiyaç
olduğunu açıkladı.
Açlık ve çatışma ortamından kaçan
halkın büyük bir bölümü Kenya topraklarında kurulu bulunan dünyanın
en büyük mülteci kampı olarak da
kabul edilen Dabaab kampında barınıyorlar. 380 bin kişinin barındığı
kampa her gün yaklaşık bin-bin beş
yüz kişi gidiyor. Kenya devleti, geçici
olarak kabul edilen mültecilerin kalıcılaşmasının kendileri için büyük sorunlar doğuracağını belirterek daha
fazla mülteciyi kabul etmeyeceklerini
ifade ediyorlar.
Açlığın bir nedeni bölgede yaşanan
kuraklık ise daha da önemli nedeni
emperyalist mali sermayenin toplumu üretimden kopartarak, tarımsal
üretimi yok etmesi, doğal zenginlik
kaynaklarını, başta petrol olmak üzere yaratılan iç savaşlar yoluyla kendine bağımlı kılmasıdır. ABD'nin bu
bölgede oynadığı rolü görmemek için
kör olmak gerekir. Fakat ABD'nin
çok açık müdahalesi gözler önünde
olmasına rağmen yaygın burjuva
medya yaşanan sorunları daha çok
kuraklık ve bu bölgede emperyalistlerin piyonu olarak faaliyet gösteren
gerici El Şabaab'ın giriştiği iç çatışmaları göstermektedir. Güya bu dinci
gerici örgüt yapılan yardımları da
engelliyormuş. Oysa El Şabaab başta
ABD olmak üzere diğer emperyalist güçler tarafından silahlandırılıp
finanse edilmektedir. Keza "yardım"
kuruluşları da aynı teraneyi tekrarlıyor ki onlar da mali sermayeye
bağımlı kurumlar olarak emperyalist
kapitalizmi iyi gösterme, ömrünü
uzatma rolünü üstlenmiş durumdalar. Sermaye gruplarından aldıkları
sadakaları açlık ve yoksulluk yaşayan
topluluklara dağıtarak sistemin devamını sağlamayarak, gelişecek olen
sınıfsal ve toplumsal muhalefetin
önünü kesen fren rolü oynuyorlar.
Sahraaltı Afrika'da IMF-Dünya
Bankası'nın yapısal uyum programını devreye koymasıyla ürün kıtlığı yaşanmaya başladı. 1980'ler ve
1990'lar boyunca yaşanan açlık da
büyük oranda bu "ekonomik ilacın"
ürünüydü. Somali'de, uygulanan
onlarca yıllık IMF reçeteleri, ülkenin
ekonomik yıkıntı yaşaması ve kaosa
doğru gitmesinin temellerini attı.
Uzun yıllar uygulanan "kemer sıkma"
politikaları sonrasında, kamu sektöründe ücretler aylık 3 dolara kadar
düşürüldü.
Yaşanan ekonomik kriz, 1991'de
ABD destekli "iç savaş"ın başlamasına zemin sundu. Daha da trajik
olansa "açlar ülkesi" Somali, önemli
miktarda petrol zenginliğine sahip.
ABD'li dört petrol devi, 1991'deki
Somali iç savaşı başlamadan önce
kendilerine konum sağlamak için bütün önlemleri almışlardı. "Somali'nin
yerüstünde yaşadığı trajedinin uzağında, yerin altında ABD'li petrol
şirketleri on milyonlarca dönümlük
Somali topraklarında arama yapma
ve bu toprakları sömürme imtiyazı
kazanarak muhtemel bir servetin
üzerinde sessizce oturuyorlar."
Görüldüğü gibi sorun ne tek başına
kuraklık ve ne de emperyalistlerin
desteğini arkasına alarak ülke içerisinde kaos ortamı yaratan gerici El
Şabaab örgütünün varlığıdır. Yaşanmakta olan kuraklık doğa sorunu
olarak kabul edilse dahi asıl sorun
emperyalist mali sermayenin Afrika
kıtasında uyguladığı teslim alma ve
kendine bağımlı kılma ekonomi politikalarının sonucudur.
Dünya bankası ve IMF'nin girdiği
her ülke ve bölgeyi yapısal uyum
politikaları adı altında başta tarımsal üretim sıfırlama olmak üzere
ekonomik, siyasal ve askeri olarak
mali sermayeye bağımlılık ilişkisini
geliştirme ve derinleştirmeyi hedeflemiş ve çoğunlukla da bunda başarılı
olmuştur. Bugün Somali'de yaşanan
açlık ve kıtlığın da gerçek anlamı burada yatmaktadır.
Sahra Çölü güneyindeki Afrika'da, nüfusun yarısı günde 1 dolardan daha az parayla yaşıyor.
Gelişmekte olan ülkelerde her gün 800 milyon insan, yatağına aç giriyor.
Dünyada günde ortalama 24 bin kişi açlık veya açlığa yakın nedenlerle ölüyor.
Güney Asya'da her dört kişiden biri, Sahra Çölü güneyindeki Afrika'da ise her üç kişiden biri açlıkla boğuşuyor.
Afrika'da ortalama insan ömrü sadece 47 yıl. Avrupa'da ise bu rakam 78 yılı buluyor.
Dünya'nın bir ucunda hastalar için teknolojinin son tedavi imkanları araştırılırken, diğer ucunda, Afrika'da,
hala milyonlarca insan önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüme sürükleniyor. Bazı ülkelerde nüfusun yarısından fazlasının 25 yaşın altında olduğu Afrika'da, temel sorunu yetersiz beslenme ve enfeksiyonlar oluşturuyor.
14
NƦNRJHQNXN
)XWEROXQNHVLNGDPDUODUÜ
Bir soluk özgürlük
Top ağlar mı? Ya topu patlayan,
oyunu elinden alınan çocuk? Oyunu
yarıda kesilen oyuncu! Çocuklarını
Fenerbahçeli yapan taraftar?! Şike
bombalarının öldürdüğü kimdir?
Futbolu futbol yapan onun sadece
spor olmayıp oyun olmasıydı. Oyun
neşeydi, oyun eğlenceydi, oyun zekiydi, oyun kıvraktı, oyun yaratıcıydı, oyun özgündü, değişkendi. Oyun,
estetikti, oyun hayal gücüydü. Oyun
düş kurmaktı. Oyun çocuktu. Oyun
yaşamda durağan, sıradan, sıkıcı,
değişmez ne varsa bunların tam karşısındaydı.
Bundan dolayı futbol çarkların yaşamları öğüttüğü yerde, işçi sınıfının
kalbinde doğdu. Günde 14-12 saat
çalışan işçiler çalışmanın öldürücülüğüne karşı yepyeni bir oyunu,
futbolu buldular. Çalışma kölelik,
oyun özgürlüktü. Çalışmanın öldürücülüğüne, sıkıcılığına karşı
yuvarlak bir top heyecanı, coşkuyu,
yaratıcılığı kendisiyle birlikte koşturuyordu.
İşçi sınıfı tenisi bulamazdı, işçi sınıf
golfü bulamazdı. Sadece iki kişinin
oynadığı oyunlar onlarcası, yüzlercesi bir arada çalışan işçilere yetmezdi.
Onlara gereken hep birlikte oynayacakları bir oyundu. Futbol kolektifti,
hemen fabrikanın yanındaki boşlukta oynanabilirdi. Oyunların en
ucuzu, en kolay oynananıydı. Onu
herkes oynayabilir, onu herkes anlayabilirdi. İşçi sınıfı için futbol bir
soluk özgürlüktü.
Sonraki döneminde futbol profesyonelleşti, endüstriyelleşti, matematikselleşti, mekanikleşti. Fabrika
düzeninden kaçan oyun, fabrika düzenine benzedi; otomatlaşıp robotlaştı. Buna karşın oyun endüstriyel
kapitalizmin karşısında sokak aralarından, arsalardan direndi. Futbol
sokaklarda hala oyundu, eğlenceydi,
zevkti, yaşamı anlamlandırandı. Futbol emekçi sınıfların çocuklarının
başkasına sahip olamadıkları tek
oyunlarıydı. Onun için futbola tutkuyla sarılıyorlar, onu oyun olarak
yaşatıyorlardı. Kapitalizmin merkezlerinde futbol endüstriyelleşip
robotlaşırken henüz kapitalizmin ele
geçiremediği Latin Amerika'nın sokaklarında zekası, kıvraklık ve estetiğiyle kapitalizme meydan okurcasına
oyun olarak koşuyordu. Oyunu oyun
yapan özgür bir şekilde oynanmasıydı. Oyuncuyu özgür yapan oynadığının oyun olmasıydı.
Burjuvazinin futbolu işçi sınıfının
elinden alması
Burjuvazinin futbola el atması, futbolun seyrinin zevkli olduğunun
keşfedilmesiyle oldu. Bu keşiften
sonra futbol endüstriyelleştirildi, dev
karların üretimi alanı haline geldi.
Bilimin kapitalist kullanımı futbola
egemen olup oyunu otomatlaştırdıkça sokak oyunla direndi. Bu her ne
kadar oyunla bilimin bir savaşı gibi
görünse de bilimle oyunun değil,
bilimi kullanan kapitalistle oyunun
savaşıydı. İkisi kapitalizm koşullarında bir yandan savaştı, diğer yandan birleşti.
Kanıtlanan gerçek, oyunsuz futbol,
futbol değildi. Oyun varsa trübünler
dolar, maç oyun varsa seyredilirdi.
Futbolu metalaştıran, futbolcuyu
işçileştiren kapitalizm için ürünü
satabilmesi için gerekli olan artık
"oyun"u ele geçirmekti.
Oyunu ele geçirmek için oyuncu ele
geçirildi. Artık sokak aralarından
keşfedilen en yetenekli futbolcular,
topa sihirle dokunan çıplak ayaklar
büyük, sonra en büyük takımların
sözleşmeli oyuncularıydılar. Futbol
artık gazozuna oynanan bir oyun değildi. Burjuvazi futbolu işçi sınıfının
elinden aldı, kapitalist sömürünün
ve sınıf egemenliğinin bir aracı haline getirdi.
Mafyadan, küçük kapitalistlerden
holdinglere geçen egemenlik
Kapitalist üretimin diğer her alanında olduğu gibi kulüpler de tekelleştiler. Büyük futbol kulüpleri mafyanın
tekelinden, adını kulüp başkanlığı
ile duyurmak isteyen küçük kapitalistlerden tekelci kapitalistlerin, holdinglerin kontrolüne geçti. 100 binlik stadlar, TV yayınları ile futbol,
oyun, spor ve eğlence ürünü olarak
büyüyen bir pazara sahip olduğu
gibi, kulüplerin markalaşmasıyla satılan da sadece oyun değildi. Formadan havluya, ayakkabıdan çakmağa,
telefon hatlarından losyona dek pek
çok ürün kulüp markasıyla üretilip
satılır oldu.
Futbol burjuva sivil toplumun yığınsal bir gücü haline getirildi. Rejimin
yapısı ne olursa olsun kitleleri kontrol ve denetim altında tutmanın,
burjuva toplumsal yeniden üretimin
başlıca silahlarından, güç kaynaklarından birisi oldu. Faşizmin üç
F'sinden birisiyken, neoliberal ka-
Futbolu futbol yapan onun sadece spor olmayıp oyun olmasıydı. Oyun
neşeydi, oyun eğlenceydi, oyun zekiydi, oyun kıvraktı, oyun yaratıcıydı,
oyun özgündü, değişkendi. Oyun, estetikti, oyun hayal gücüydü. Oyun
düş kurmaktı. Oyun çocuktu. Oyun yaşamda durağan, sıradan, sıkıcı,
değişmez ne varsa bunların tam karşısındaydı
pitalizmin burjuva demokrasisinde
kulüpler grupsal ve bireysel aidiyet
ve kimliğin oluşturucusuydular. Denildiği gibi Fenerbahçe sadece bir
futbol takımı değil "Türkiye'nin en
büyük sivil toplum örgütü"ydü.
sermayenin ortak oligarşik hakimiyetinin bir aracı ve gücü haline getiriliyordu.
Futbol kulüplerinin sermayeleri ve
bütçeleri dev büyüklüğe ulaşmış,
markalaşmış, medyayla bütünleşmiş,
kitleleleri peşlerinden sürükler hale
büründü. Büyük kulüpler, büyük bir
gücün kaynağı olarak, kulüp başkanlığıyla güç ve konum elde etmeye
çalışan kapitalistlerin, kişilerin keyfi
yönetimlerinin, mafya patronlarının
eline bırakılamazdı. Futbolda tekelci
oligarşik hakimiyet, futbolun holdinglerin kontrolü altına alınması
kaçınılmazdı. Futbol kulüplerine
uzaktan destek veren, bir iki yöneticisiyle alt faaliyetlerinden biri olarak
katılan holdingler, artık futbol imparatorluğunun başında yer almanın
ekonomik, ekonomik olandan kat be
kat fazla toplumsal gücünün farkına
varmış olarak futbol kulüplerinin
yönetimine birinci elden girmeye
başladılar. Futbol kulüpleri tek tek
şu ya da bu tekelci kapitalistin özel
çıkarı için olmanın ötesinde mali
Futbolun oyun olarak küreselleşmesi, sermayenin küreselleşmesinden
çok öncedir. Bundan dolayı futbol,
sermayenin küresel temellerdeki birkimine geçişte geçişin ilk sağlandığı,
geçişin en hızlı gerçekleştiği alanlardan birisidir.
Küreselleşme ve oyunun kurallarının yeniden düzenlenmesi…
Futboldaki tekelleşme ve sermaye
büyümesi, sermayenin küresel birikim temellerine geçişle birlikte
başdöndürücü bir hal aldı. Önceki
dönemde ulus devletlerin ulusal
ligleri ve ülkelerin birbirleriyle oynadığı milli maçlar vardı. Bugün
ise, kulüpler arasındaki maç sayıları
arttı. Şampiyonlar Ligi, UEFA ligi
ülke liglerinin önüne geçti. Dünya
tekelleri gibi dünya kulüpleri haline
gelen, dünyanın her tarafında taraftarı olan takımlar, dünyanın her
tarafında forması sırtlarda taşınan
yıldız oyuncular var. Az sayıdaki
tekel gibi az sayıdaki futbol kulübü
100 binlik stadlar, TV yayınları
ile futbol, oyun, spor ve
eğlence ürünü olarak büyüyen
bir pazara sahip olduğu gibi,
kulüplerin markalaşmasıyla
satılan da sadece oyun
değildi. Formadan havluya,
ayakkabıdan çakmağa, telefon
hatlarından losyona dek pek
çok ürün kulüp markasıyla
üretilip satılır oldu
15
NƦNRJHQNXN
dünya futboluna hükmediyor. Real
Madrid, Barcelona, Milan, Manchester United, Bayern Münich markaları büyük karlar üretiyor, balta
girmemiş Amazon ormanlarından
kutuplara kadar her yerde biliniyor.
Artık sorun, oyunu,
bütünüyle tekellerin ve
borsanın egemenliğinden
kurtarmak,
özgürleştirmektir.
Rekabetten de, tekelci
egemenlikten de onu
kurtarmak, oyunu da
oyuncuları da alınır satılır
olmaktan kurtarmaktır.
Oyun o zaman yaşamın
içerisindeki yerine yeniden
dönerek özgürleşecek,
birilerinin yaptığı büyük
çoğunluğun ise sadece
seyrettiği bir şey olmaktan
da çıkacak, oynamanın
coşkusu, heyecanı ve
bilinciyle seyretmenin
coşku, heyecanı ve bilinci
içiçe geçecek, oyun
sadece oyun olduğu için
oynanacak ve sadece oyun
olduğu için seyredilecektir
Futbol küreselleşmede de, toplumun burjuva yeniden üretimi ve
toplumsallaştırılmasında da en önde
koşuyor. Futbol sadece büyük karların üretiminin değil kapitalist küreselleşmenin ve toplumun yeniden
üretimi ve kontrolünün büyüyen
bir silahı. Medyayla, diğer kapitalist
üretim dallarıyla içiçe geçiyor, bütünleşiyor. Sermayenin üst tekelci
birikim evresine geçilmesiyle kapitalist bir dünya devleti eğiliminin
gelişmesinin bir parçası ve bileşeni
olarak ülke federasyonları, UEFA,
FİFA gibi üst kurumlara doğrudan
bağlı hale geliyorlar. Futbolda da
da ülkelerdeki kurallar ve hukukun
yerini Avrupa ve dünyadaki kurallar
ve hukuk alıyor.
Ordu-Fenerbahçe ilişkisi. Şike
bahisçiliğinden borsanın oyun
sahasına. "Temiz kramponlar
operasyonu" mu, şikenin biçim
değiştirmesi mi?
Hedefinde Fenerbahçe yönetiminin
olduğu operasyonda askeri ihalelerden nemalanan ve generallerle içiçe
olan Aziz Yıldırım vb. nin tasfiyesinin politik bir nedeni olduğu da çok
açıktır. Ordunun rütbe-i tenzilinin
uzantısı olarak Fenerbahçe gibi
geniş bir toplumsal tabana sahip
olan bir kulübün başındakilerin
hedeflenip tasfiyesi bir güç kırma
operasyonudur. Fenerbahçe başkanları, asbaşkanları askeri ihalelerin
tartışılmaz yüklenicileridirler ve ordu-generaller kombinasyonuyla sıkı
ilişki halindedirler. Bu operasyonla
generallerin Fenerbahçe üzerinden
sağladıkları dolaylı toplumsal güce
bir darbe vurulduğu gibi, askeri
inşaat ihalelelerinin bundan sonra
el değiştirmesi de mümkün olacaktır. AKP‘nin, Fetullah Gülen özel
örgütünün ve dayandıkları burjuva
kesimlerin bu güç kırma operasyonuyla siyaseten ve ekonomik olarak
bir adım daha attıkları, giremedikleri bir alana girme hamlesi yaptıkları
da görülebilir.
Siyasal dengelerin değişmiş olmasıyla daha geriden dillendirilen operasyonun bu siyasal yönü dışında,
yaygın ve hakim söylem bu operasyonun bir "temiz eller operasyonu"
olduğudur. Operasyonun diğer bazı
kulüplere doğru da genişlemesi kara
kutunun açılması olarak değerlendirilmektedir. AKP‘nin kendisine en
az zarar verecek düzeye indirdikten
sonra Deniz Feneri operasyonu
için de düğmeye basılmış olmasıyla
"temiz eller" yaygarası artacaktır.
İtalya'da neticesi Berlusconi gibi
birisini iktidara taşımak olduğuna
göre, farklı ellerin devrede olduğunu
söylemek mümkün olsa da, bu eller
denildiği gibi "temiz eller" değildir.
Ki futbol, kapitalizmce ele geçirilmeye başladığı andan, oyun oyun
olmaktan çıkartılıp alınır satılır kılınır hale getirildiği andan itibaren
kirlenmeye de başlamıştır. Bundan
kurtulmadıkça da "eller temiz" olmayacaktır.
Ne değişmektedir? Artık futbol
mafyanın legalleşme, tekelci gelişim
halindeki küçük boy kapitalistlerin
konum kazanma ve etki sağlama
alanı olmaktan, hatta tek tek kapitalistlerin kendi başlarına kullanacakları alan olmaktan çıkmaktadır.
Futbol bahis ve bahisin şikeyle
yönetilmesi olarak paralel piyasa
biçimiyle her zaman var olacak olsa
da artık bu ikincilleşmekte, futbol
mafyanın oyun ve kendini perdeleme alanından çıkıp tekellerin ve
borsanın oyun alanına geçmektedir.
Şirketleşen, tekelleşen futbol takımlarının hisseleri borsada alınıp
satılmaktadır. Borsanın kurallarının
futbolun kurallarına hakim olduğu,
oyunun borsaya tabi olduğu döneme
geçilmiştir. Hukuk borsanın hukuku,
kurallar borsanın kurallarıdır. Kazanılan her maç, kazanılan şampiyonluk, alınan büyük bir futbolcu, kulübün borsadaki hisselerinin değerini
yükseltmekte, kaybedilen maçlar ve
şampiyonluklar ise kulübün hisselerinin değerini düşürmektedir. Sahada kaybedilen maç, şampiyonluk
sadece bir maçın ve şampiyonluğun
kaybı olarak kalmayıp, kulübün
marka değerini, kulüp adıyla satılan
tüm ürünlerin satışını, televizyon
gelirlerini, hepsini düşürmektedir.
Işte bundan dolayı dün mafya bahisleri için yapılan şikenin yerini,
tekelleşmiş az sayıdaki kulübün hiç
bir durumda kaybetmeme hırsı ve
borsa manipülasyonları almıştır. Tekelci kapitalizmin azami egemenlik
kuralı futbolda ve kulüpler hiyerarşisinde de işlemektedir. Futbol
hiyerarşisinin tepesinde yer alan
az sayıda takım, en iyi oyuncuları
toplamalarıyla, pahalı tesisleri ve
sınırsız olanaklarıyla, borsaya sürülmüş hisse senetleriyle kazanmaları
dışında tüm olasılıkları futboldan
dışlamaktadırlar. Bundan dolayı
oyun olarak futbolun başına gelenler
değil, Fenerbahçe‘nin borsada düşüşe geçen hisseleri konuşulmaktadır.
Tekelleşen az sayıda kulübün karşısında mafyanın hırsı ve çevirdikleri
dolaplar hiç kalır.
Futbolda şimdi patron, küresel bağlantılarıyla ve adaletin hiç geçmeyeceği, hukukun hiçbir şekilde eşitliğe
olanak tanımayacağı borsadır. Borsa
sistemini belirleyen ve hakim olan
da en büyük tekellerdir. Sistem, futbol üzerinden güç ve itibar kazanmak isteyen, kendi tekelini kurmaya
çalışan kapitalistleri, mafyayı dışlar;
futbol, mali oligarşinin kolektif hakimiyeti altına girerken, futboldaki
kulüp tekelleri, borsa sistemi içerisinde ve dışarısında büyüyen bir
rekabet ve savaşım içerisinde olacaklardır.
Oyunun kurtuluşu
ya da oyunun sadece
oyun olduğu için oynanması
Futbolu, her türlü sporu metalaştıran, yarış olmaktan çıkartıp rekabet
alanına sokan, gladyatör dövüşüne
çeviren, taraftarı pasifleştiren, holiganlaştıran kapitalizmdir. Futbol
artık gazozuna oynanır olmaktan
çıkmıştır.
Futbolu futbol yapan, olasılıkların
içerisinde en gerçekleşmez denilen,
son sıradaki olasılığın dahi gerçekleşebilme ihtimalidir. Topun kaleye
yarım metre mesafeden dışarıya
gitmesi, 35 metreden köşeye takılıp
gol olmasıdır. Tahminleri alt üst
edebilme gücüdür. Zekanın oyundaki yansıması, yetenekle yaratıcılığın
birleşmesi, oyuncunun ayağıyla
resim yapmasıdır. Beklenmedik bir
oyuncunun yıldızlaşmasıdır. Futbolda şike tüm bunları değiştirmekte,
bozmaktadır. Oyunun dışından
müdahale ile oyun istenilen sonuca,
skora götürülmektedir. Tekellerin
oyuna müdahalesi ise birkaç maça
müdahalenin çok daha üstündedir.
Oyunu tümden oyun olmaktan çıkartmaktadır.
Futbol tekellerinin egemenliği sınırsızlaştıkça oyun üzerindeki tekelci
hakimiyet, kontrol ve denetim artmaktadır. Borsadaki hisselerin düşmesine yol açacak hiç bir gelişime,
tesadüflere yer bırakmayacak, onları
ihtimal dışı bırakan bir egemenlik
sistemi getirilmektedir. Oyunun kuralları yerini tekellerin ve borsanın
kurallarına, futbolun heyecanı yerini
borsanın heyecanına bırakmıştır.
Oyun artık tekellerin ve borsanın
egemenliği dolayımıyla "oyun"dur.
Rastlantılara, sürprizlere yer yoktur.
Bundan dolayı artık sorun, oyunu,
bütünüyle tekellerin ve borsanın
egemenliğinden kurtarmak, özgürleştirmektir. Rekabetten de, tekelci
egemenlikten de onu kurtarmak,
oyunu da oyuncuları da alınır satılır olmaktan kurtarmaktır. Oyun o
zaman yaşamın içerisindeki yerine
yeniden dönerek özgürleşecek, birilerinin yaptığı büyük çoğunluğun ise
sadece seyrettiği bir şey olmaktan da
çıkacak, oynamanın coşkusu, heyecanı ve bilinciyle seyretmenin coşku,
heyecanı ve bilinci içiçe geçecek,
oyun sadece oyun olduğu için oynanacak ve sadece oyun olduğu için
seyredilecektir.
İşçi sınıfının fabrika düzeninin köleleştiriciliğinden kurtularak bir soluk
özgürlüğü tatmak, yaşamak için
bulduğu futbol, tüm oyunların içerisinde en fazla küreselleşen ve sadece
küreselleşmeyip evrenselleşen oyundur. Kanayan, kapitalizmle kesilen
futbolun damarlarıdır. Rüşvet gibi
şike de kapitalizmde kaçınılmaz
ve önlenemezdir. Tarihin bugünkü
çağrısı işçi sınıfının fabrika cenderesinden kurtularak bir parça özgürleşmek, yaşadığını hissedebilmek
için bulduğu bu oyunu, futbolu bir
devrimle geri alma, bir oyun olarak
futbolu ve tüm oyunları komünizmle özgürleştirme çağrısıdır.
Bizim için var olan tek savaş sınıfa karşı sınıf savaşı!
1RUYHÁ
WHNLNDWOLDPDNDUíÜRUWDNH\OHP
Avrupa'da göçmen işçi emekçiler
ile yerli işçi sınıfı ve emekçiler
arasına bariyerler örme hedefli
yürütülen ırkçı-faşist propagandaların tetiklemesi sonucu Norveç'te
gerçekleştirilen katliam İsviçre
Basel'de organize edilen bir yürüyüşle protesto edildi.
Devrimci Proletarya'nın da imzacısı olduğu ortak eylem BirKar,
Devrimci İnşa Basel, İDHF ve
İGİF'ten oluşan İsviçreli ve Türkiyeli devrimci demokratik kurumların katılımıyla gerçekleştirildi.
Yaklaşık 100 kişinin katılım sağladığı gösteri iki saat sürdü. Eylem
boyunca, "Yaşasın enternasyonal
dayanışma", "Sınıfa karşı sınıf
mücadelesi", "Faşizme karşı omuz
omuza", "No Pasaran" sloganları
atıldı. Ortak metinde şunlar vurgulandı: "Anders Behring Breivik adlı
lerini garantiye almaya çalışıyorlar.
Toplumda hergün daha da coğalarak
köksalan yabancı düşmanlığı burjuvazinin ve medyanın ortak planladıkları
ve uyguladıkları korku ve şiddet duygusundan dolayı Norveç örneğinde
de görüldüğü üzere ezici ve yıkıcı bir
etkiye sahiptir.
faşistin saldırısı bütün Avrupa'yı
şoka uğrattı. Bu saldırıda 92 kişinin hayatını kaybetmesine rağmen,
medya bu katliamı sadece dengesiz
ve acımasız bir kişi tarafından yapılan bir saldırı olarak değerlendiriyor. Fakat bu katliam toplumsal ve
siyasal bir bütünlüğü ifade etmektedir.
gINelileU
%UNsel
e \U\eceN
İspanya'da haftalardır kent meydanlarında
çadırlarda kalan "Öfkeliler", öfkelerini AB'nin
merkezi Brüksel'e taşımaya hazırlanıyor.
Uzun bir süredir İspanya'da ekonomik krizi protesto etmek için meydanlara çıkan ve
kendilerini "Öfkeliler" olarak adlandıran eylemciler bu sefer Brüksel'e doğru bir protesto
yürüyüş başlattılar. Barcelona, Valencia, Cadiz, Burgos, Coruna, Bilbao gibi kentlerden
Madrid'e doğru yürüyüş başlatıldı. Eylemciler
Madird£te biraraya geldikten sonrada Brüksel yürüyecekler. Yürüyüş Madrid'deki Sol
Meydanı'nda başlayacak. Avrupa'nın farklı
ülkelerinden gelecek katılımcılarla birlikte 8
Ekim'de Brüksel'de buluşarak öfkelerini bütün
dünyaya duyurmayı hedefliyor.
Eylemciler yürüyüş sırasında birçok toplantı
ve gösteri düzenleyeceklerini ve yolculuk esnasında karşılaştıkları insanların eleştirilerini,
önerilerini toplayacaklarını ifade ediyorlar.
Yürüyüş yaklaşık 1500 km'lik bir yolun üç ülkenin üzerinden katedilmesiyle gerçekleşecek.
Göstericiler bu yürüyüşün sebebi olarak ekonomik kriz süresince Avrupa'nın kendilerini
hayal kırıklığına uğratmasını, Avrupa'nın tutumunun ücretleri azaltmak, işten çıkarmaları
artırmak ve hizmetleri özelleştirilmek şeklinde
olmasını ve ekonomik durgunluğun bedelinin
emekçilere ödetilmesini gösteriyor.
Mayıs ayının ortalarında başlayan ve
İspanya'nın bütün büyük şehirlerinin meydanlarında binlerce kişinin meydanları işgal
ederek günlerce bu meydanlarda sabahlaması
şeklinde gerçekleşen eylemler Avrupa'nın diğer ülkelerinde de yankı buldu ve Eylül ayında
diğer ülkelerdeki benzer hareketlerle de ortak
bir eylem planlanıyor.
İspanya Avrupa genelinde yüzde 21.3 işsizlik
oranıyla en yüksek işsizliğe sahip ülke. Ülkede geçtiğimiz Mayıs ayından beri büyük kitle
eylemleriyle hükümetin ve Avrupa Birliği'nin
politikaları protesto ediliyor.
SVP temsil ettiği sınıfın zenginliğine
zenginlik katmak için işçi sınıfına yüklenmektedir. İşçi sınıfını asıl düşmanı
olan sermaye sınıfına karşı yürüttüğü
sınıf mücadelesinden uzaklaştırmayı
hedefliyor. Burjuvazi yabancı düşmanlığını tetikliyerek halk arasında korku
ve saldırganlığın yayılmasını bizzat
örgütleyerek kendilerini ve zenginlik-
Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının
bizim içimizde yeri yoktur. Bundan
dolayıdır ki ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı etkin bir mücadele
yürütüyoruz. Bizler patronların olmadığı, milliyetin ve dinin hiçbir rol
oynamadığı bir dünya için mücadele
ediyoruz.
No Pasaran!
Kahrolsun Irkçılık ve milliyetçilik!
Bizim için var olan
tek savaş sınıfa karşı sınıf savaşı!"
3UROHWDU\DHQWHUQDV\RQDOL]PL
JHULFLNXPSDVÜERíDÁÜNDUDFDN
Ekonomik krizin işçi sınıfı ve
emekçilere sosyal kesintiler, hak
gaspları, çalışma saatlerinin düşürülmesi, çağrı üzerine çalışma,
süreli çalışma ve işten çıkarmalar
biçiminde fatura edilmesi toplumda sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor. Derinleşen sınıfsal çelişkilerin burjuva sınıfa ve onun
üzerinde oturduğu kapitalist sisteme yönelmemesi için göçmen
işçi ve emekçiler burjuvazinin
çıkarlarına malzeme ediliyor.
Burjuva medya ve partiler tarafından, yerli işçi sınıfı ve emekçilere sorunun esas sorumlusu
olarak göçmen işçi emekçiler
gösteriliyor. Derinleşen sınıf çelişkilerinin, işçi sınıfı tarafından
doğru hedefe, kapitalist sisteme
yönelmesini manipüle eden alışıldık bir burjuva siyaset tarzı ki,
ilk kez de yapılmıyor. Buradaki
ırkçı-faşizan propaganda ve
yaklaşım burjuvazinin andaki
ihtiyaçlarını karşılamaya dönük
olarak anlaşılmalıdır. Yoksa öyle
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi dönem hatırlatmaları
gibi abartılı "faşizm yükselişte-tırmanışta" tarzı bir söylem,
ne gerçeğe uygun siyasal bir
değerlendirmedir ve ne de mali
sermayenin bugün için faşist iktidarlara ihtiyacı vardır.
Buradaki asıl tehlike işi sınıfı
içerisinde yaratılmaya çalışılan
bölünme ve parçalanmadır. İşçi
sınıfı devrimcilerinin görevi de
8NUa\Qa
da PadeQci ciQa\eti
Ukrayna'da 2 ayrı madende yaşanan patlamalarda 21 işçi yaşamını
yitirdi, 16 maden işçisinden ise haber alınamıyor.
İlk facianın adresi Lugansk bölgesiydi. Grizu patlamasında, 17 madenci hayatını kaybetti, 11'i yaralandı, 9'u kayboldu.
Lugansk bölgesindeki patlamadan
saatler sonra, Donetsk bölgesinin
Makayevka kenti yakınlarında bulunan devlet kömür işletmeleri madenindende patlama haberi geldi.
İçinde asansörün de bulunduğu
tonlarca ağırlıktaki çelik yapı çöktü.
4 madenci can verdi, 7'si kayboldu.
Yaralı yakınları, hastanelere akın
etti. Kaza yerlerinde arama kurtar-
ma çalışmaları devam ediyor.
Patronların kar hırsı nedneiyle kullanılan eski teknoloji teçhizat ve
yetersiz güvenlik önlemleri yüzünden Ukrayna madenleri, dünyadaki
emsalleri arasında en tehlikelilerinden.
Bazı haber ajansları, bölgedeki maden yetkililerine dayandırarak, 252
kişinin çalıştığı ocakta metan gazı
sıkışması sonucunda patlama meydana geldiğini duyurdular. Patlama,
2007'de 100 kişinin öldüğü maden
kazasından sonraki en büyük kaza
olarak kayıtlara geçti. Maden, Krasnodon Coal isimli Ukrayna'nın en
büyük ikinci maden şirketi tarafından işletiliyordu.
bu tehlikenin bilincinde olarak
proletarya sosyalizmini örgütleme çalışmalarını derinleştirmek
olacaktır.
İşçi sınıfının, ırkçı gericiliğe
karşı geliştireceği proletarya
enternasyonalizmi temelindeki
sınıf kardeşleşmesi burjuvazinin
kurmaya çalıştığı gerici kumpası
boşa çıkaracaktır. Sınıfa karşı
sınıf temelinde yaratılacak örgütlenmelerle sömürünün, ekonomik krizlerin, hak gasplarının,
savaşların ve düşmanlıkların gerçek sorumlusunun kapitalist sistem olduğu açığa çıkarılacaktır.
İnsanlığın gerçek kurtuluşunun
dünya sosyalist devrimiyle hayat
bulacağı bir dünya düş değildir.