26. Hamza Aygün
Transkript
26. Hamza Aygün
Hamza Aygün HAMZA AYGÜN Eğer bazen kendi kendinize, “İnsan hafızasının gücü nedir?” diye bir soru sorarsanız, cevap bulmak için fazla araştırma yapmanıza gerek yoktur. Hamza Aygün amcamın bu kitapta Iğdır için söylediklerini okumanız yeterli olacaktır. Binlerce ismin ve olayın, zaman ve mekân boyutunda, hiçbir karışıklığa yol açmadan, bir mantık çizelgesi içinde yer aldığını görünce şaşırıp kalacaksınız. Bizim için “kaos” gibi görünen olaylar, onun hafızasında hiç bozulmamış bir Hamza Aygün yapıda ve apaydınlık olarak varlıklarını devam ettiriyorlar. Bilmek istediğiniz bir olay veya şahsın, henüz telâffuzunu dahi tamamlamadan, Hamza amcam, devreye girer, özgüven dolu ve kesin bir dille, “Oraya nokta koy!” der. Bu kısa cümle, “Tamam bu konuyla ilgili tüm bilgileri hatırladım. Anlatmaya hazırım!” anlamına gelirdi. Aşağıda okuyacağınız ve benim “Bir Iğdır Epizodu” olarak adlandırdığım ilginç olaylar ve hatıralar toplamını konuşmak ve not almak niyetiyle, defalarca, Hamza amcamın evine misafir oldum. Zihnimin yorgun düştüğü anlar Şükran teyzemin çay ve kurabiye ikramları ihtiyacım olan enerjiyi yeniden kazandırdı. Saatlerce süren söyleşilerden her seferinde Iğdır’la ilgili yeni bir anlayış ve sezgi kazanarak çıktım. Kanımca, Hamza amcamın anlatımlarını derlediğim bu bölümü, her Iğdırlının baştan sona büyük bir sorumluluk duygusuyla okuması gerekir. Şimdi sizleri Hamza Aygün amcayla baş başa bırakıyorum. Eski Iğdır’a iyi yolculuklar... Prelüt (Açılış) Herkesin bir yeteneği ve bir ilgi alanı vardır. Benim için, insanlar ve konuştukları konular oldum olası hep ilgimi çekmiştir. Bir gördüğüm simayı kolay kolay unutmam; yapılan bir sohbeti, anlatılan veya yaşadığım bir olayı aradan yıllar geçse dahi en ince ayrıntılarına kadar hatırlarım. 1930’lu yıllarda kasaba merkezinde Ağasen’in Kahvesi olarak bilinen bir kahvehanemiz vardı. Kahvehane gün boyu tıklım tıklım olurdu. Özellikle Iğdırmavalı müdavimlerimiz bir masanın etrafını alır, sesli sesli sanki kavga ediyormuşlar gibi tatlı sohbetlere dalarlardı. Ben, çocuk yaşımdan itibaren bu 284 Iğdır Sevdası kalabalığın içine karışır, kendimden yaşça büyük bu insanların anlattıklarını merakla dinlerdim. Yaşım küçüktü ama ruhum geniş ve hafızam güçlüydü. Duyduğum her şey, sanki benim için anlatılıyormuş gibi özel bir önem taşırdı. Ve ben bu “yaşayan Iğdır” ruhumu bugüne kadar hiç kaybetmeden korumasını bildim. Yeni kuşaklara, kendilerini daha iyi tanımaları ümidiyle, şahit olduğum bu bilgileri aktarmayı görev biliyorum. Anlatacaklarım ümit ederim ilginizi çekecektir. A. AİLEM “Büyük dedem Zerman Ali” Osmanlı, Rus ve İran devletleri Kafkasları kontrol etmek için uzun yıllar birbirleriyle savaşıp durdular. Bu savaş bölgesinin orta yerinde, bugünkü Ermenistan devletinin kuzeyinde, Tavus ve Kazak illerine yakın bir yerde, Dilican/Delican adlı bir kasaba vardır. Ali isimli büyük dedem bu kasabanın yerlisiymiş. Mesleği sarraflık ve kuyumculuk olduğu için halk arasında “Zerman Ali” olarak bilinirmiş. (“Zer” Farsça “altın”, “zerman” da “kuyumcu” anlamındadır.) 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı büyük dedemin oturduğu bu kasaba Ağa Hasan ve Halime Hatun Torunlarıyla (1935) Çocuklar Sağdan Sola: Hamza, Yusuf, Yakup, Kadriye, Yunus halkının güvenliğini tehdit edince, tüm aile güneye, İran’a doğru göç etmişler. İran’da Maran kasabasına yerleşip yeni bir yaşamı sıfırdan başlatmışlar. Varlıklı bir aile oldukları için bu kasabada gayri menkuller alıp kısa sürede zengin ve saygı duyulan bir aile olmuşlar. Bir gün bu bölgede yapılan seçimler nedeniyle bazı ihtilâflar ve kavgalar olmuş. Ali dedemin Mirze Bağır adlı oğlu vurularak öldürülünce aile bu 285 Hamza Aygün kasabada daha fazla kalmak istememiş. Kardeşlerden Mehdi, ailesini yanına alıp Dilican kasabasına geri dönünce aile parçalanmış ve o günden sonra da Mehdi’den hiçbir haber alamamışlar. Geriye kalan aile fertleri hep birlikte Iğdır bölgesindeki Arapkir (Bayraktutan) köyüne gidip yerleşmişler. O zamanlar Arapkir, “Yukarı Arapkir” denilen bir yerdeymiş. Zamanla Aras nehri yatağını değiştirince Yukarı Arapkir köyü yok olmuş, bu köyün ahalisi Aşağı Arapkir denilen bugünkü köy yerine gidip yerleşmişler. Kaça-Kaç yılları ve Maran’a geri dönüş Ailemiz Arapkir’e yerleştikten sonra çiftçilikle uğraşmış, özellikle üzüm bağları yetiştirmişler. Bölgede Ermeni saldırı ve baskıları artınca can güvenliği nedeniyle İran’ın Maran kasabasına geri dönmüşler. 1917 Rus Devriminden sonra Rus ordusu terhis olup geri çekilince, ellerindeki silah ve cephaneyi Ermeni komitacılara vermişlerdi. 1918 yılında Osmanlı ordusu da terhis edilip eski Osmanlı-Rus sınırına çekilince, Ermeni komitacılar bu durumdan yararlanıp bölgede bir Ermeni devleti kurmak için harekete geçtiler. Müslüman Hamza Aygün halk üzerinde baskı ve tedhişlerini artırdılar. Buna dayanamayan Müslüman halk evlerini ve köylerini terk edip İran’a çekildiler. 1917-1918 yıllarında, ailemiz İran’ın Maran kasabasında iken, Türk ordusu Ermenileri yenilgiye uğratıp Naxcıvan’a giriyor. (Şevket Süreyya Aydemir, “Suyunu Arayan Adam” isimli kitabında Türk ordusunun Şerül kasabasına kadar ilerlediğini kaydeder.) Dedem bu haber üzerine ailesini alıp Iğdır’a doğru yola çıkmaya heveslenir fakat Osmanlı ordusunun terhis edildi286 Iğdır Sevdası ği haberi gelince, Maran’da bekleyip olayları izlemeye karar verir. 1918 yılından sonra gerek Batının desteği gerekse Ruslardan kalan silah ve cephane sayesinde Ermeniler geniş bir bölgeyi ellerine geçirirler. Ermeni tarihçi Koçarizade’nin, “Yanlış yaptık. Devletimizi tam kurmak üzereyken hiç neden yokken Oltu’daki Türk ordusuna saldırdı” sözleriyle ifade ettiği olay cereyan eder. 20 Eylül 1920 tarihinde TBMM, Erzurum’daki 15.Kolordu komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı, Ermeni Harekâtı için görevlendirir. Türk ordusu çeşitli savaşlarla Ermenileri bölgeden geri çekilmeye zorlar. En son savaş olan Kars kuşatmasında Türk ordusu 9 şehit vererek şehri ele geçirir. Ermenilerin zayiatı 1100 kadardır. Bu olayın izleyen günlerde, Bayazıt’taki askeri birliklerin Iğdır’a hareket etmeleri emredilir. Çille sınırını geçen Türk ordusu Aras nehri sınır olmak üzere, Nahcıvan’a kadar olan bölgeyi ele geçirir. Türk ordusu Gümrü’yü ele geçirince Ermeniler barış yapmak zorunda kalırlar. Bunu izleyen Kars ve Moskova anlaşmalarıyla bugünkü sınırlar güvence altına alınmış oldu. Iğdır’a dönüş Türk ordusunun Iğdır’a girdiğini haber alan dedem ve ailesi Arapkir yerine Iğdır kasaba merkezine gelip yerleşmişler. Iğdır kasaba merkezi tamamen boşmuş. Dedem, kısa sürede Iğdır’ın ilk lokanta, kahve ve otelini derme çatma bir binada hizmete sokmuş. Bu yer halk arasında “Ağa Hesen’in kahvesi, lokantası, oteli” olarak bilinir olmuş. Babaannem Halime Hatun Babaannem Halime Hatun ve Mir Cabbar Ağa (Yeşilyurt) amca çocuklarıydılar. Iğdır’ın renkli siması Cabbar Ağa ne zaman nenemin yanına gelse onu sevecen bir dille “Emmi kızı” diye çağırırdı. Bu söyleniş tarzı çok geçmeden nenemin halk arasındaki lakabı olmuştu: “Emmi kızı” Nenem şifa dağıtan, yetenekli bir hekimdi. Evimizin önünde her zaman birkaç araba olur, insanlar uzak yerlerden gelip dertlerine deva ararlardı. Nenemin ilaçları çeşitliydi. Kelliği, kataraktları, fıtıkları, her türden çıbanı iyileştiren ilaçları vardı. Bununla yetinmez bazı durumlarda ebe olarak tanıdığı ve sevdiği ailelere hizmet verirdi. Bazen de doğum zorluğu çeken ve durumu acil olan kadınlara gönüllü yardımcı olurdu. (Babaannem, bu sosyal hizmetlerine karşılık bir ücret talep etmezdi.) Babamın dayısı Mir Kasım Ağa Arapkir köyüne yerleşti orada vefat etti. Tek kız torunu Hacı Muzaffer Beyle evlidir. 287 Hamza Aygün Babam Rıza Aygün Babam 1317 (1901) doğumluydu. Ailesi otel ve lokanta işinden iyi para kazanınca, kendisine 1929 yılında “Ford” kamyon aldı, -Kamyonlar bugünkü kamyonet büyüklüğündeydi. Zaten büyük bir vasıta için yolların durumu da uygun değildi-, Doğubeyazıt, Karaköse, Kars ve Kağızman’a arasında posta arabası olarak çalıştırmaya başladı. Kamyonun arkasında iki sıra halinde oturaklar vardı. Karşılıklı altı kişinin sığabildiği bu bölmeye ek olarak, şoför mahallinde de bir kişilik yer olurdu. Bazen, duruma göre, arkadaki oturakları katlanıp, 1.5 tonu geçmeyen yük taşımak da mümkündü. Kamyon eskiyince babam bu emektar arabayı elden çıkardı, şoför olarak Kooperatifte -1937’de Tarım Birlik Kooperatifi kurulmuştu- çalışmaya başladı. Balyalanan pamuklar Trabzon’a taşınıyor, oradan da gemiyle İstanbul ve Avrupa’ya dağıtılıyordu. Babam askerliğini ben doğmadan önce (1926) yapmıştı. İkinci Dünya Savaşı başlayınca, şoföre ihtiyaç Soldan Sağa: Rıza Aygün, Hamza nedeniyle, babamı “ihtiyati” kaydıyla Aygün(Çocuk), Cengiz Yeşilyurt yeniden askere aldılar (1940). Sarıkamış’ta 18 ay hizmet veren babam terhis olup eve döndü. Dedem Hesen Ağa 1943 yılında vefat etti. “Iğdırmava Mezarlığı”na, Ağa Dede’nin yanı başına defnedildi. Bu mezarlık Mir Cabbar Ağa, nenem Halime Hatun ve küçük kardeşimin de ebedi istirahatgâhıdır. Yeni bir kamyon 1945’de, Amerikan Hükümeti, belediyelere dağıtılmak şartıyla Türkiye’ye kamyon göndermişti. Böylece, Iğdır belediyesi “Chevrolet” ve “Ford” marka iki kamyon sahibi olmuştu. Sekiz silindirli, iri cüsseli bu kamyonlardan babam, “Ford”un; Torun ailesinden Hasan Saygı da “Chevrolet”in şoförlüğünü üstlenmişti. Babamın bu görevi 1949 yılına kadar devam etti. Şoförlük zor ve aranan bir meslekti. Atölye falan olmadığından şoför kamyonun tamir işinden de sorumluydu. Belediye kamyonları posta arabası -hem yük hem yolcu- olarak çalışırdı. Kasanın içi tıka basa yükle doldurulur, yolcular da üzerine abanırdı. 288 Iğdır Sevdası Cumhuriyetin 10. Yıldönümü Kutlamaları (1933 Iğdır) Soldan Sağa: Hasan Saygı, İsmail Özgür, Rıza Aygün (Kravatlı), Hüseyin Yardım, Bekçi Başı Hali Bey ve Kaymakam (Not: Takın üzerindeki halılar Rıza Aygün’ün evinden ödünç alınmıştı. Rengârenk bir görünüme sahip bu taka halk arasında “Alakapı” lakabı takılır. Takın üzerindeki panoda şöyle yazar: “Kahraman Türk milletinin mukaddes bayramını Iğdır Belediyesi tebrik eder”) 1949 ve 1952 yıllarında babam; Mehmet Karadeniz, Mutemet Hüseyin ve Hüseyin Yardım’la (Ali Yardım’ın kardeşi) birlikte simsarlık işine girdi. 1952’de askerlik dönüşü kamyon almak sevdasıyla arsalarımızın bir kısmını satıp gerekli olan parayı - 7000 lira- zar zor bir araya getirdik. Başka masraflar da eklenince masrafı 9000 liraya ulaşmıştı. Ortak bulmamız kaçınılmazdı. Bir zaman ortaklı işleyen kamyon, ortağın çekilmesiyle babamın üzerinde kaldı. Babam bu görevini tek başına 1966 yılına kadar devam ettirdi. Kars’ta Kolçakoğlu acentesinin sahibi, yakın arkadaşı, babama, “Artık benzinle çalışan kamyonların yerine randımanı çok daha iyi mazotlu kamyonlar satılıyor. Gel sana bir tane alalım!” diye öneride bulunmuştu. Babam kamyonunu satmış; üzerine de cebinden para koyup arkadaşına vermişti. Ancak Kolçakoğlu acentesi zamansız iflas edince, babamın hakkı olan kamyon Kasım Bağcı Bey’e gitmiş, acente da fırsatta istifade babamın parasının üzerine yatmıştı. Aslen Kacerdoğanşalı olan Kasım Bağcı aydın, konuşmasını bilen, kültürlü birisiydi. Ailesi herkes tarafından sevilip sayılırdı. Amcası Meşe Abdullah da manifatura işindeydi. Kamyon aldıktan sonra bu ailenin kaderi 289 Hamza Aygün değişmiş, yavaş yavaş yeni bir mesleğe, kamyonculuk ve taşımacılığa yönelmişlerdi. Babamın Vefatı Bu tatsız olay babamı çok üzmüştü. Arkadaşının “kaparo”ya el koyup ortadan kaybolması kalbini kırmış, üzerinde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Gerçi yaşamını ikame ettirecek parası ve maddi gücü vardı ama bir dostun (!) acımasız vefasızlığı ve fırsatçılığı onun kalbine ağır bir yük gibi oturmuştu. Babam 1968 Kasım ayında, iftar yemeğinden hemen sonra kalp krizi geçirmişti. Pratisyen doktor muayene etmiş fakat teşhis etmekte aciz kalmıştı. Babam, ertesi gün sabahleyin, kendisini ziyarete giden kayın pederimle (Kamerli İbrahim) sohbet ederken aniden fenalaşıp, ruhunu teslim etmişti. Babam Narınçoğlu mezarlığına defnedildi. Kardeşlerim Tohit’in Erken Ölümü Tohit isminde, ilkokul beşinci sınıf öğrencisi bir erkek kardeşim vardı. Kış günüydü. Babamla hamama gitmişler, öğleden sonra da mahalle arkadaşlarıyla sokakta oynayarak vakit geçirmişti. O gün aniden rahatsızlandı. Difteriye yakalanmıştı. Doktor penisilin için reçete yazmıştı ama piyasada bu ilaç yoktu. Kardeşim ikinci gün vefat etti. Yusuf Aygün Yusuf, 1929 doğumluydu. Ortaokulu Iğdır’da bitirdikten sonra İstanbul’da Yapı Kalfa meslek okuluna devam etti. Mezuniyetinden sonra Amasya’nın Gümüşhacı ilçesinde belediyenin fen memuru olarak görev yaptı. Yusuf, Almanya’da eğitim yapmayı kafasına koymuştu. Askerlik izni için Iğdır’a geldiğinde, niyetini bize açıkladı: “Mimar olmak istiyorum. Yol ve okul masrafım için biraz para biriktirdim ama okulu bitirebilmem için yardımınıza ihtiyacım olacak” dedi. Yusuf, 1951’de Almanya’ya gitti. Bildiğim kadarıyla Iğdır’dan Almanya’ya eğitim için giden ilk gençti. Türk işçi göçü henüz başlamamıştı. Yusuf’un yolculuğu aileyi hem heyecanlandırmış hem de gururlandırmıştı. Yusuf, Mimarlık eğitimine hemen başlamıştı. Ayda 270 TL kadar para gönderiyorduk. Döviz alım-satımı serbest olmadığından para gönderme işi 290 Iğdır Sevdası zahmetli ve bürokratik işlem gerektiriyordu. Milli Eğitim Bakanlığının permisiyle (izin) parayı Merkez Bankası’na yatırıyor, 270 liranın karşılığı 700 DM’ı kardeşime aracı bankalarla ulaştırılıyordu. Bu meblağ, savaştan yeni çıkmış Almanya’da okuyan bir öğrenci için çok iyi bir paraydı. Alman kızı Katty Yusuf, Katty isimli bir Alman kızıyla nişanlanmıştı. Yakında Iğdır’a gelip bizleri ziyaret edecekleri de mektupta yazılıydı. Yusuf, bu kızla tanışmasını bize şöyle anlatmıştı: “Bir lokale gitmiş, bira içiyordum. Az ötemdeki masaların birinde bir Alman ailesi oturmuş beni dikkatle izliyordu. Adam masama gelip, nazik bir şekilde, “Kızım sizinle dans etmek istiyor” dedi. İçimden, “Canıma minnet!” diye geçirdim. Kızlarını centilmen bir kavalye gibi kucaklayıp dans pistine taşıdım. Tanışmamız her ikimiz içinde çok güzel ve duygusal olmuştu. Kız sorular soruyor beni tanımak istiyordu. Dans faslı bittikten sonra aile beni masalarına davet etti. Kız, babasının yanında, sıkılmadan, “Yusuf, seni tekrar görmek istiyorum” dedi. Tanışmamız ve arkadaşlığımız bu şekilde başladı” Yusuf, uzun boylu ve yakışıklıydı. Kız, “Yusuf’la evleneceğim” diye diretince, makul ve dikkatli babası: “Kızım evlenmeden önce Yusuf’un ailesini ziyaret edip tanımalısın. İleride olur ya Türkiye’de yaşamak zorunda kalabilirsin. Eğer yaşam biçimiyle hoşnut kalırsan, evlen!” demiş. Yusuf’un Iğdır’a hemen gelmesine istekli değildim. Ev inşaatı nedeniyle aile düzenimiz dağınıktı. Yusuf sözümü dinlemeyip nişanlısıyla birlikte 1955 yılının bir yaz günü Türkiye’ye doğru yola çıkmıştı bile. Katty Iğdır’da Yusuf ve Katty, Erzurum’a gelmişlerdi. Iğdır’a vasıta bulamayınca ortalıkta dolaşıp durmuşlar, çaresiz kalınca da yardım aramaya koyulmuşlardı. Tesadüf, Yusuf’un meslek okulundan arkadaşı İsmail karşılarına çıkmıştı. Karayollarında görevli İsmail, arkadaşına bir cip tahsis edip, uğurlamıştı. Yol genişletme ve stabilize çalışmaları yapıldığı için, cip toz duman içinde Iğdır’a doğru yol alıyordu. Biz, kalabalık bir grup yola çıkmış, yanımızda kurbanlık koyun, cipin gelmesini bekliyorduk. Meraklı bir kalabalık etrafımızı almış, coşkulu ve neşeli havada, misafirler hakkında tahminler yürütüyor, çene çalıyordu.. Cip toz bulutu içinde uzakta görünmüştü. Herkesi heyecan ve merak sardı. Kasap da eline bıçağı almış, yere yıktığı koçun boynuna abanarak hazır 291 Hamza Aygün bekliyordu. Cipten, elbiseleri, yüzü gözü toz içinde Yusuf ve Katty, bitkin halde çıktılar. Katty’nin gözü kasabın acımasız (!) bıçağına ilişmişti. Kasap, zevkle ve neşeyle zavallı (!) hayvanı öldürmeye çalışıyordu. Katty anlamadığımız dilde acı bir çığlık attı. Duruma müdahale eden Yusuf nahoş durumu bize tercüme etti. Katty, ilk kez bir hayvanın gözleri önünde boğazlandığına şahit oluyormuş! Yusuf, geleneklerimizi anlatıp Katty’i teskin etti, hep birlikte evin yolunu tuttuk. Yusuf, “Ağabey, hamamda numaralı kabinde yer ayırt, temizlenip yorgunluğumuzu atalım. Kızla nişanlıyım, kabinlerimiz ayrı olsun” dedi. Çocuklardan birisini tez elden hamama gönderdim. Gelen haber iyi değildi. Hamam, tamirat nedeniyle kapanmıştı. Artık kendi gücümüzle Katty’e bir banyo hazırlatmaktan başka çaremiz yoktu. Bu işin sorumluluğunu eşim Şükran Hanım üzerine aldı. Bahçedeki ocakta, tezek ve Hamza Aygün odunla, acele bir teneke su kaynatıldı. Kocaman leğenlerden birisini “dam” dediğimiz ambarlardan birisine koyup, Katty’e bir güzel “Iğdır banyosu” yaptırdık. “Sivrisinek zulmü” Aradan birkaç gün geçmişti. Katty arada bir keyfince güneşleniyor, merakla ortalıkta dolaşıyordu. Haberi duyan eş-dost ve akrabalar evimize gelip misafirlerimizi merak ve sevgiyle ziyaret ediyorlardı. Birçoğu Katty’i “gelin” gibi gördükleri için, yanlarında bilezik ve gerdanlık getirip Katty’e takıyorlardı. Yusuf durumdan hoşnut değildi. “Biz daha evlenmedik” deyip müdahale ediyordu. Katty ise olup bitenden habersiz, koluna ve boynuna takılan altınları ilgiyle inceliyordu. Henüz dördüncü gün dolmamıştı. Birden Katty ile Yusuf’un sesli sesli tartıştıklarını duyduk. Yusuf’a, “Ne var, ne oldu?” diye merakla sordum. Yusuf, “Katty hemen Almanya’ya geri dönmek istiyor” dedi. Onca yolu gelip, sadece üç gün kalmaları anlaşılır gibi değildi! Katty’nin yanına gidip anlayabileceğini ümit ettiğim bir jestle, “Olmaz! Olmaz!” demeye çalıştım. Benim ısrarımı anlayan Katty, üzgün bir şekilde bacağını gösterdi. “Aman Allah’ım!”, demekten kendimi zor aldım. Sivrisinekler zavallı kızın bacağını yara bere içinde bırakmıştı. Demek ki bizim vücudumuz ne de olsa bir bağışıklık kazanmıştı. Ama bu zavallı kı292 Iğdır Sevdası zın durumu içler acısıydı! DDT gibi ilaçlar da olmadığından sivrisineğe karşı yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu. Şaşkınlığımı gören Katty, “Ben buralarda yaşayamam” deyip hıçkırarak ağlamaya başladı. Kardeşim Kağızman’da görevliydi. Dağlık ve serin bir ilçe olduğu için orada sivrisinek derdi yoktu. Kağızman’a gidilmesini önerdim. Ama Katty Almanya’ya geri dönmekte ısrarlıydı. Yusuf’a kızgındım: “Birkaç ay sonra gelseydin bunlar olmazdı. İnşaat bitmek üzere! Termosifonlu banyomuz olacaktı. Katty rahat edecekti” dedim. Yusuf, “Ne yapalım!” dercesine ellerini yana doğru açtı. Yusuf ve Katty’i Kars’tan İstanbul’a yolcu ettik. Yusuf’un evliliği Almanya’da Katty, Yusuf’a, “Seninle evlenmem mümkün değil. Dünyalarımız çok farklı. Sen bir Türk’sün ve bir gün nasıl olsa ülkene geri döneceksin. Benim orada yaşamam mümkün değil” demiş. Yusuf her ne kadar, “Ben burada kalacağım “demişse de kızı ikna edememiş. Aralarındaki nişan ve ilişki de sona ermiş. Yusuf, Koblenz ‘de bir firmada mühendis olarak görev yapıyordu. Yusuf’la Katty’i tanıyan bir mesai arkadaşı bir gün Yusuf’a, “Niçin Katty’den ayrıldın?” diye sorunca Yusuf başından geçenleri anlatmış. Kız, “Madem ki Almanya’da kalmaya niyetlisin beni al!” demiş. Yusuf bu kızla çok geçmeden evlendi. Kurt adında bir oğlu oldu. Almanya’daki firmasından emekli olan Yusuf’un bir gün vefat haberiyle sarsıldık. Yakup Aygün 1931 doğumlu Yakup ortaokul yıllarında “süper öğrenci” lakabıyla ün yapmıştı. Maalesef, öğrenim döneminin savaş yıllarına rastlaması nedeniyle yüksek tahsile devam edemedi. Askerlik dönüşü Diş Hekimi İsmail Altay’ın yanına kalfa girdi. Becerisi ve zekasıyla dişçilik mesleğinin ayrıntılarını kısa sürede öğrendi. Sarıkamışlı Diş Hekimi Server (Canver) Bey, Kars’taki muayenehanesine ek olarak bir benzerini de Iğdır’da açmıştı. Haftada bir gün Iğdır’a gelebildiği için, geri kalan günler işlerin yürütmesi ve organize edilmesi görevini Yakup’a emanet etmişti. Piyasada ihtiyacı karşılayacak kadar dişçi yoktu. Dişçi kalfaları gerektiğinde bu mesleği, bir dişçinin nezaretinde icra edebiliyorlardı. Örneğin, 293 Hamza Aygün “Dişçi İbrahim” ismiyle uzun yıllar Iğdır’da hizmet veren şahıs, Eczacı Edip Bey’in yanında kalfa olarak çalışmıştı. Bir dişçinin yanında çalışarak bilgi ve becerisini artırmış; fırsatını bulunca da kendi muayenehanesini açmıştı. Kardeşim de ileride kendi başına çalışabileceğini ümit ederek dişçilik mesleğini kalfa olarak girmişti. Ancak tatsız bir olay onu bu isteğinden vazgeçirdi. Bir gün bir vatandaş, diş tedavisi için muayenehaneye gelmişti (Haziran 1955). Dr. Server Kars’ta olduğu için kardeşim müdahale edip, iğne yapmış. Nasıl olmuşsa vatandaş, “İğne boğazımdan kaçtı!” diyerek savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu. Sonradan, doktorlar arasındaki rekabet yüzünden, bir komplo olduğu anlaşılan bu olay yüzünden, mahkeme haklı olarak kardeşimi meslekten men etti. Yakup, bir süre Karayollarında çalıştı. Sonra Kars PTT’ye girdi. Bu kuruluşta uzun yıllar hizmet veren Yakup, Mesudiye, Refahiye, Karayazı ve son olarak da Kağızman posta müdürlüğü görevini üstlendi. Emekli olduktan sonra Aras Kargonun müdürlüğünü ve bir meşrubat bölge bayiisin muhasebeciliğini yaptı. Ali Yardım’ın kızıyla evli olan Yakup sekiz kız çocuğu babasıdır. Yunus Aygün 1933 doğumlu Yunus, Iğdır Ortaokulunu bitirdikten sonra Konya Ticaret Lisesine devam etti. Sömestr tatilinde, Iğdır’a bizleri ziyarete gelmişti. Yunus, ısrarla, Iğdırlı sevdiği kızla hemen evlenmek istiyordu. Kardeşimin bu davranışına anlam verememiştim. Ailemizin içinde bulunduğu koşulları biliyordu. Evimizin bir odasında ben, bir odasında Yakup, bir odasında babam, üç aile zar-zor bir araya sıkışmıştık. Şükran Hanım ve Yunus Aygün “Evlendiğin zaman nerede kalacaksın?” diye sordum; ama o kararını vermişti. “Kız mektup gönderdi eğer evlenmesem başkasına verecekler” dedi. Bu şekilde başlayan tartışma ve ikna turları arasında Yunus okulu bıraktığını açıkladı. Askerlik dönüşü yedek öğretmen olarak köy ilkokullarında görev yaptı. Bu arada Dadaş Akar’ın kızıyla evlendi. Ziraat Bankası’na memur olarak girip Türkiye’nin çeşitli merkezlerinde çalıştı. Manisa Kırkağaç’da görev yaparken vefat etti. 294 Iğdır Sevdası Kardeşimi Narınçoğlu mezarlığında defnettik. Kürşad adında bir oğlu ve bir kızı var. Kız kardeşlerim 1936 doğumlu Kadriye, Mehmet Şöllü’yle evliydi. Aile İzmir’e yerleşti. Bir oğlu üç kızı var. Kızları öğretmen, oğlu İbrahim Şöllü de İzmir’de avukat olarak görev yapıyor. 1948 doğumlu Nahide, Oruç Demirel’in hanımıydı. Kalp rahatsızlığı nedeniyle vefat etti. Müge, Nejat ve Mubin isimli çocukları var. Ve benim hayatım... 1926 Iğdır doğumluyum. (Nüfusa kaydım gecikmeli yapıldığından nüfus cüzdanımda doğum tarihim 1927 olarak yazılmıştır.) Ailenin ilk çocuğuyum. Bu yüzden daha ilk gençlik yıllarımdan itibaren aile ekonomisine katkıda bulunmak için üzerime küçük sorumluluklar alırdım. (Evlerimiz, “Dedemin” marketinin olduğu binalardı). 12 Kasım İlkokulu 1933 yılında 12 Kasım İlkokuluna başladım. Ülke savaştan yeni çıktığı için, öğrencilerin yaşları arasında garip bir dengesizlik vardı. 14-15 yaşındaki bir delikanlı 7 yaşındaki bir çocuk aynı sınıfta olabiliyordu. Okul idaresi, ilkokula başlayacak öğrencileri “ihtiyat” ismini verdikleri özel bir sınıfta alıkoyup, düzenli yoklamalarla seviyelerini test eder, başarılı gördüklerini birinci sınıfa Ayaktakiler: Şükran Aygün, Kadriye Aygün, Hamza Aygün; Oturan: Rubabe gönderirdi. Hanım (Aygün) İlkokula başladığım günü çok iyi hatırlıyorum. Elimde defter kalem sınıftan içeri girdiğim zaman şaşırıp kalmıştım. Sınıf arkadaşlarımın çoğu benden yaşlı abilerdi. Mahcup mahcup onların arasında kendime bir yer bulup oturdum. Öğretmenimizin adı Sadık Çetinkaya idi. Asıl mesleği fotoğrafçılık olan Sadık Bey çok iyi bir insandı. Kızı Neşe de sınıf arkadaşımızdı. Her 2-3 ayda bir, okul müdürü, diğer sınıf öğretmenleri ve bizim öğretmenin oluşturduğu bir heyet sınıfa gelir, öğrencileri tek tek imtihan ederdi. 295 Hamza Aygün Kurul ilk geldiğinde beni de tahtaya kaldırdılar. “Ali” “Baba” gibi kelimeleri tahtaya yazmamı istediler. Sonra, “Kıraat” denilen sınava sıra geldi. Okuma kitabını açıp, kendi istedikleri bir satırı okutturuyorlardı. Olur ya, metni ezberlemiş olabiliriz diye, bize okutturacakları cümlenin üst ve alt kısmını elleriyle özenle kapatırlardı. Okuma faslı bittikten sonra kurul üyeleri bir kanaat beyan ederlerdi. İlk sınavda başarılı olamamıştım. Bazı aileler çocuklarının eğitimine özel bir ilgi gösterir, okuma ve yazmaya kendi elleriyle hazırlarlardı. Asaf Gürel adlı bir sınıf arkadaşım da ailesinin yardımıyla sınavı geçip birinci sınıfa başlamıştı. O gün “Niye başaramadım “ diye yüreğim burkulmuştu. İkinci sınavda başarılı olmak için derslerimi ciddiye aldım. “İhtiyat” sınıfından kurtulmak içini başka sebepler de vardı. Teneffüslerde, “sınıf” okuyan Sol Başta: Şükran Aygün öğrenciler, bahçe ve koridorlarda, benim gibi “ihtiyat” sınıfından öğrencileri aralarına alıp, alaycı bir şekilde, “İhtiyat, ihtiyat! Başın koy yere yat!” diyerek nakarat tutarlardı. Fiyakayla ortalıkta dolaşır, “Biz kıraat (okuma) yapıyoruz” diye böbürlenirlerdi. Nihayet 2 ay sonra yapılan ikinci sınavı başarıyla geçip, birinci sınıfa dahil edildim. Kendimle son derece gurur duyuyor, neşeden zıpır zıpır oynuyordum. Sınıf dağıldığı zaman koşarak eve geldim: “Müjde! Müjde! Birinci sınıfa geçtim” diyerek sevincimi ev halkıyla paylaşmak istemiştim. Savaş Yılları Ortaokul son sınıfa geçtiğim yıl, babam “ ihtiyat asker” olarak göreve çağrılmıştı. En büyük çocuk olarak evin işi üzerime kalmıştı. Annem erkenden uyandırır, kahvehanemize gönderirdi. İşletmeye çeki düzen verdikten sonra okula giderdim. Mütalâa (etüt) aralarında eve koşturup, ahırdaki 5-6 camışımızı (manda) artezyenden sular, tekrar koşarak okula dönerdim. Bu iş yoğunluğu ve yorgunluk nedeniyle ortaokul son sınıfı tekrarlamak zorunda kalmıştım. Ortaokuldan sonra eğitim hayatım devam etmedi. Kardeşlerime okul hayatlarında yardımcı olmam, ev ve kahvehane işlerinin sorumluluğunu üstlenmem gerekiyordu. 296 Iğdır Sevdası Askerliğe Erzurum’da şoför olarak başladım. 1949 yılında İzmit Gölcük’teki birliğimden terhis oldum Rahim Yadigâr’ın Yardım Eli Askerliğimi bitirmiş trenle Iğdır’a dönüyordum. Sivas’ta “su molası” (buharlı trenler için gerekiyordu) verince aşağıya inip peronda volta atmaya başladım. Yakından tanıdığım Rahim Yadigâr ve eşi Saltanat Hanım yataklı kompartımanın penceresinden “Hamza! Hamza!” diye bağırarak yanlarına çağırdılar. Rahim Yadigâr, ortaokulda Matematik hocamdı. Ailece de tanışırdık. “Nereye böyle?” diye sorunca, “Iğdır’a” diye cevapladım. “N’apacaksın evlâdım Iğdır’da?.. Kahvehane ve lokantanız satıldı!” dedi. Üzgün, “Iğdır’a uğrayıp durumu, vâziyeti göreyim. İş bulamazsam İstanbul’a falan giderim” dedim. Saltanat Hanım söze karışıp, “Hiçbir yere gitmeyeceksin. Rahim sana iş verecek!” dedi. Rahim Yadigâr Kafkasyalıydı. Rus ordusunda subay iken, savaş yıllarında Tiflis’ten Kars’a, oradan da Iğdır’a gelip yerleşmişti. Saygın ve önemli bir aileden geliyordu. Yıllar sonra ziyaret ettiğim Şükran Aygün Tiflis’te, baba evini gezip görmüştüm. Rahim Yadigâr, Iğdır’da Rusça tercümanlık yapmıştı. Kafkasya kökenli Kars Milletvekili Tezer Taşkıran bir gün Rahim Yadigâr’a, Tarım Satış Kooperatifinde iş bulmaya söz vermiş. Böylece Rahim Yâdigar, 1937 yılında Şükrü Kasapoğlu’nun –sonraki yıllar Paksoy şirketinin sahibi- Iğdır’da kurduğu ve başkanlık ettiği Tarım Satış Kooperatifine muhasebe müdürü olarak atanmıştı. Süleyman Bey, Iğdır’dan ayrılınca yerine Rahim Yadigâr genel müdür oldu ve iki yıl bu görevi devam ettirdi. Üç gün sonra Rahim Yadigâr’ın Tarım Satış Kooperatifindeki bürosuna gittim. Acele bir kararla, “Seni büro memuru yaptım” dedi. En zor günümde bana yardım eli uzatmış Rahim Yadigâr’ı ve Saltanat Hanımı bu nedenle saygı ve hürmetle anmak isterim. Muhasebeciliğe İlk Adım 1949 Ekim ayında 60 lira maaşla Şamil Aslan Bey’in müdürü olduğu fabrika bürosunda göreve başladım. Taşburun, Tuzluca, Başköy ve Iğdır Merkez olmak üzere dört Tarım Satış Kooperatifi ve bunlardan ayrı “Birlik” kuruluşu vardı. Fabrika, Birlik’e bağlı olarak çalışırdı. Birlik’in muhasebe 297 Hamza Aygün müdürlüğünü Kasım Özel isminde değerli bir ağabeyimiz yürütürdü. Kasım Bey’in kendine özgü bir çalışma raconu vardı. Yardımcısı olmadığı için işleri biriktirir; sonra da bunları yazısı güzel ve muhasebe bilgisi geniş fabrika müdürü Şamil Aslan Bey’e havale ederdi. Şamil Bey beni yanın çağırır, yapılan işlemleri detaylı bana öğretirdi. Böylece ilk muhasebe bilgimi Şamil Bey’in yanında almış oldum. Sonraki yaşantımda, mesleğimin temelini oluşturan bu güçlü muhasebe bilgisini bana kazandıran bu çok değerli insan, Şamil Bey’i her zaman saygı ile anarım. “Kirve, bu yazı yazmaya benzemez” Fabrikadaki işçilerin çoğu muvakkat (geçici) olarak çalışırlardı. Kampanya, Ekim ayından Nisan’a kadar yoğun devam eder, geriye kalan zamanda muvakkat işçilerin işine son verilirdi. Ekim ayında tekrar işçi alımı yapılarak yeni sezona başlanırdı. Hamza Aygün, Şükran Aygün Bir gün merakla fabrika bahçesine çıkmış, bahçede çalışan işçilerin arasına karışmıştım. Fabrika müdürlüğü, presten çıkan mahlûcu (çekirdeği alınmış ham pamuk) balyalara doldurma ve ağızlarını çuvaldızla dikme işini müteahhitlere ihale ederdi. Mehmet Atar (Atar’ın oğlu Mehmet) bu işi üzerine almıştı. Akrabalarını yanında getirmiş, bu iş için çalıştırıyordu. Kazandığım para bana az geldiği için belki bir yevmiye koparırım düşüncesiyle Mehmet Atar’ın yanına gittim. “Ben de çuval dikeyim!” dedim. O da, “Tamam! Bir yevmiye de sana!” dedi. Elime bir çuvaldız alıp balyalardan birisinin başına oturdum. Çuvaldızı sert balyadan geçirmek ve kuvvetle iki yandan bastırıp torbanın ağzını kapatmak gerçekten çok zordu.Tüm gücümü kullandığım halde bu işe güç yetiremiyordum. Kan ter içinde kalmış, üstelik elimi incitmiştim. Mehmet Atar, içine düşeceğim durumu herhalde tahmin etmiş, uzakta durmuş yan gözle ve yarı gülerek beni izliyordu. Beceremediğimi görünce yanıma geldi. Kendine özgü aksanıyla, “Bu yazı yazma işine benzemeeeeez!” dedi. Mehmet Atar çok efendi bir insandı. Arada bir kumar düşkünlüğü olurdu ama bu onun kişiliğine gölge düşürmezdi. 298 Iğdır Sevdası Iğdır 12 Kasım İlkokulu 1936 (1) Şube Başkanın kızı Latife, (2) Mürvet, (3) Fatma, (4) Cahide Ertan, (5) Güvercin, (6) Şazimet, (7) Yakup Kum, (8) Yaycılı Hasan, (9) Romanyalı Hüseyin (Öğretmen), (10) Elazığlı Hilmi Bey (Öğretmen), (11) Aziz Güney, (12) Mehmet Turan, (13) Asker Beyoğlu, (14) İdirmavalı Sadık, (15) Mehmet Ali (”Hakim”), (16) İdirmavalı Halil, (17) Arapkirli Rıza, (18) Hacı Karadağ, (19) Hidayet Tekinbaş, (20) Nurettin Akın, (21) İslam Parlar, (22) Ahmet Uluhan, (23) Mezahim, (24) Mehmet Karadeniz, (25) Ali Bilen, (26) Hakveyisli Paşa, (27) Enver Sever, (28) Cemalettin Güneş, (29) Ali Hikmet Urlu, (30) Ali Kesemen, (31) Hüseyin Altay, (32) Bedri Güner, (33) Melekli İsmet, (34) Yusuf Ilgaz, (35) Tevfik Sement, (36) Asaf Gürel, (37) Kasım Akar, (38) Necef Saygı, (39)Kamil Tekinbaş, (40) Yakup Aras (İbrahim Aras oğlu), (41) Hamza Aygün, (42) Mustafa Ilgaz, (43) Nadir Karslı, (44)Kurban, (45) Halil Ulusoy, (46) Mahmut Yılmazoğlu, (47) Nuri Hoca, (48) Vahit Erdem, (49) Yunus Aygün, (50) Neriman Hoca, (51) Müdür Nazmi Bey Mahmut Uzman’la Geçen Günlerim Her yıl Bakanlıktan müfettişler gelir defterleri pür dikkat gözden geçirirlerdi. Muhasebe müdürü Kasım Özel, işini ciddiye aldığı için müfettişler tarafından sevilirdi. Kasım Özel disiplinli ve işini seven birisiydi. Her ay sonu “mizan” dediğimiz gelir-gider sağlamasını çıkartır, yıl sonunda da detaylı bir bilançoyu hazırlayıp Ticaret Bakanlığına gönderirdi. Böyle bir rutin ziyaret sırasında müfettişlerden birisi, artık yakından tanıdığı ve muhasebe bilgisine hayran olduğu Kasım Özel’e, “Niye burada çalışıyorsun?” diyerek onu İstanbul’da başka bir şirket için çalışmaya teşvik etti. Kasım Özel’in tayin olması üzerine (1952) Birlik’te muhasebe bilgisine sahip geriye Şamil Aslan, Aydın Akgün, Musa Başkent ve ben kalmıştık. Rahim Yadigâr görevden ayrıldıktan sonra Birlik idaresini Ziraat 299 Hamza Aygün Iğdır Ortaokulu 1937-38 (1) Hayri Demirbaş (Şimdi Albay), (2) Kaptan Bedri Bey, (3) Yüzbaşı Selahattin Bey, (4)Tarihçi Hüseyin, (5) Binbaşı Selahattin, (6) Okul müdürü Veli Orkun, (7) Neriman Hanım, (8) Matematik hocası Hüseyin Bey, (9) Tabiat hocası Galip Bey, (10) Matematik hocası Rahim Yadigar, (11) Müzik hocası Emin Bey, (12) Tevfik Sement, (13) Ali Kesem, (14) Yusuf Ilgaz, (15) Hamza Aygün, (16) Aziz Güney Bankası müdürleri yönetti. 1955 yılında Mahmut Uzman banka müdürü olarak, Birlik ve fabrika yönetiminden sorumlu oldu, muhasebe işlerini bana yükledi. Gerçi muhasebe müdürü olarak Musa Başkent görev yapıyordu ama işlerin asıl yükü benim üzerimdeydi. Her gün Ziraat Bankasına gidip çalışmaları müdürün dikkatine sunuyordum. Bir gün Mahmut Uzman bana, “Hamza tayinim çıktı, yakında gidiyorum” dedi. Mahmut Uzman’ın bana yardım edebileceğini düşünerek, “Bana yardımınız olur mu? Bankada iş bulabilir misiniz?” diye sordum. Mahmut Uzman, “Gerçekten ister misin?” diye heyecanla lafa girdi. “Evet, dedim, çalıştığım müessesenin (Birlik) bir geleceği yok. Yeni bir yönetim kurulu pekâla işime son verebilir” dedim. Mahmut Uzman, kararımdan memnun, “Hemen bir dilekçe yaz getir, gerisine karışma” dedi. Cezmi Öztekin’le geçen günlerim Pamuk teslimi için Malatya’ya gitmiştim. “200 lira maaşla tayinin Gümüşhane Ziraat Bankasına çıktı. Acele gel” şeklinde bir telgraf aldım. Iğdır’a dönüp, yolculuk hazırlıklarına başladım. Dostlarla vedalaştığım bir an Cezmi Öztekin’in Birlik’e genel müdür olarak tayin edildiğini duydum. Birkaç gün sonra da Cezmi Öztekin Iğdır’a gelmişti. 300 Iğdır Sevdası Cezmi Öztekin, 1952-53 yıllarında kısa bir süre için Iğdır Zirai Donatımda müdür olarak görev yapmıştı. Ama, hatır-gönül işlerine kendisini kaptırınca, çiftçi olmayan birçok kimse, Cezmi Öztekin’in samimiyetini kötüye kullanarak kendilerine verilen Zirai Donatımın ilaç ve aletlerini el altından satıp kişisel menfaat sağlamışlardı. Bu türden dedikodular ayyuka çıkınca Cezmi Öztekin’in görevine son verilmişti. Cezmi Öztekin’i uzaktan tanırdım. Kişisel dostluğum veya konuşmam olmamıştı. Cezmi Öztekin, benimle özel bir görüşme talebinde bulundu. “Demek gidiyorsun?” diye sorunca, “Evet” demekle yetindim. Cezmi Öztekin, “Sen gidersen sıkıntıya düşerim. İyi bir muhasebe elamanına ihtiyacım olacak. Eğer bana yardım edersen buraya bir çeki düzen vereceğim. İstesen muhasebe müdürü istersen fabrika müdürü olursun. 400 lira maaşa ek iki ikramiye alacaksın” dedi. Bu öneri beni cidden çok zor durumda bırakmıştı. Eş-dost çevresi fırsatı kaçırmamamı, Iğdır’da kalmamı telkin ediyordu. 200 lira maaşla memur yaşamının zorluklarını önüme çıkan herkes anlatıyordu. Zor bir karar verip, Cezmi Öztekin’le çalışmayı kabul ettim. Fabrika müdürü olarak tayinim çıktı. Tayini çıkan Mahmut Uzman’ı uğurlamaya gitmiştim. Vedalaştı. “Bankada geleceğin daha iyi olacaktı!” dedi. Artık geri dönülmez bir adım attığımı o da biliyordu. Cezmi Öztekin son derece efendi ve kibar bir insandı. Babası TBMM Birinci Dönem Bitlis Mebusanı olarak görev yapmıştı. Iğdır’da Musa Malgaz, Mecit Hun ve Aziz Güney gibi candan arkadaş çevresi vardı. İş Düzeni Tuzluca, Başköy, Taşburun ve Iğdır Merkez olmak üzere dört Satış Kooperatifi vardı. Görevleri üyelerin pamuğunu mubayaa edip (satın alıp), Birlik’e teslim etmekti. Fabrika Birlik’e bağlı olarak çalışırdı. Pamuk fabrikada işlendikten sonra tartılır ve maliyet hesabı yapılarak numaralandırılırdı. Bu işlemler devamlı şekilde Ziraat Banksının gözetim ve denetimi altındaydı. Numaralandırılmış mallar ambarlarda kilitlenip Ziraat Bankasına rehin ediliyor, karşılığı olan para Satış Kooperatiflerine ödeniyordu. Tek kuruşluk mal dahi zayi olmadan el değiştirirdi. Mehmet Hun’la vefalı dostluğum Mehmet Hun hem ilkokul hem de askerlik arkadaşımdı. İlkokul yıllarında biz onu “pişmiş kelle” olarak çağırırdık. Bunun nedeni şu olaya dayanırdı: 301 Hamza Aygün O yıllar bit, pire gibi haşereler inanılmaz derece fazlaydı. Müdüriyet her gün sıkı bir saç kontrolü yapar, şüpheli öğrencileri karantinaya alırdı. Kontroller herhalde Mehmet Hun’un canına tak demiş olacak ki bir gün sınıfa başı dam-dazlak giriverdi! Hepimiz onun bu haline gülmüştük. O da bize güldü. Hoca, “Ula, ne öyle pişmiş kelle gibi gülüyorsun!” diyince bu onun lâkabı oldu. Aslında Iğdır’da kalmamın bir nedeni de Mehmet Hun’du. Gümüşhane’ye gideceğimi öğrendiği gün yanıma gelip, “Hamza eğer gidersen fabrikada barınamam” dedi. Mehmet Hun’u gerçekten seviyordum. Mert ve hoş sohbetti. Kararımı verdiğim zaman Mehmet Hun’un bu duygusal lafı da gözlerimin önünden geçmişti. Fabrika müdürü olur olmaz, Mehmet Hun’u “Ayniyat Muhasibi” olarak görevlendirdim. Kendisine yol gösterip, muhasebe işinin püf noktalarını öğrettim. Mehmet Hun’la bu şekilde iki Şükran Aygün yıla yakın bir süre baş başa çalıştım. Vefatını öğrendiğim zaman çok üzülmüştüm. Allah rahmet etsin. Pamuk baremi ve kalitesi Pamuk baremi (fiyat çizelgesi) borsaya göre Ticaret Bakanlığı tarafından açıklanırdı. Iğdır pamuğu, Adana pamuğundan daha kaliteli olan İzmir pamuğuyla aynı kategoride sayılırdı. Örneğin İzmir 1A pamuğu 80 kuruş olarak belirlendiğinde nakliye masrafı göz önüne alınarak Iğdır 1A pamuğuna 75 kuruş değer biçilirdi. Bu fiyat üzerinden alım-satım işlemeleri tamamlanırdı. Pamuğun kalitesi, türüne ve toplanma mevsimine göre değişirdi. Örneğin A ve B pamukları arasında hafif renk farkı olurdu. Bu onların kalitesi hakkında bilgi verirdi. Birisi daha beyaz, diğerinin rengi kreme çalardı. Bu konuda uzmanlık sahibi insanlar vardı. Uzun yıllar pamukçulukla iştigal etmiş, çoğu zaman okur-yazar bile olmayan yaşlı köylüler, ekspertiz (uzman) olarak fabrikada çalışır; pamukları kalitesine göre sınıflandırırlardı. Söyledikleri, tartışmasız kabul görürdü. Son zamanlarda bu işte çalıştırmak üzere Ticaret Bakanlığı, Basri adında bir Adanalıyı görevlendirmişti, ama bu görevi hakkıyla yerine getirecek kişilik becerisine sahip değildi. 302 Iğdır Sevdası Pamuk Kalite Tespiti Her kampanyada Ticaret Odası, Belediye ve Kaymakamlıktan oluşan bir heyet fabrikaya gelip randıman hesabı yapardı. Örneğin 100 kg “1A” kaliteli pamuk çırçırlanır, çıktı ürünleri ağırlıklarına göre yüzdelenip deftere kaydedilirdi: % 45 mahluç, %55 çiğit, %5 toz vs. Aynı işlem diğer sınıfları için de tekrar edilirdi. İşçi yevmiyesi, belediyenin tespit ettiği rayiç (değer) üzerinden ödenirdi. “Cezmi Öztekin’i işten aldılar” Biz bu yoğun ve hummalı çalışma içindeyken, bir gün Cezmi Öztekin’in küçük kardeşi Necati Öztekin Iğdır’a geliverdi. Necati Öztekin, her türden dedikodunun katlanarak yayıldığı Iğdır’da, ahalinin beklentisinin aksine bir yönde hareket edince, siyasetin insan avına çıktığı o günün Hasan Aygün koşullarında, bazı siyasetçiler ve halkın bir kesimi , Birlik Genel Müdürü Cezmi Öztekin’i karşılarına aldılar. Bu yıpratma politikası kısa sürede istedikleri sonucu verdi. Ticaret Bakanlığı Cezmi Öztekin’i görevinden alıp başka bir yere tayin etti. Cezmi Öztekin’in ayrılmasıyla, 1.5 yıl süren fabrika müdürlüğü görevim de sona ermiş oldu. Yeni oluşturulan yönetimde “muhasip veznedar” olarak görev aldım. 1958’den itibaren pamuk, pancarla ikâme edildiği için, pamuk rekoltesi gittikçe azalıyordu. Kooperatifler ve Birlik hantal ve pahalı bir işletme durumuna düşmüşlerdi. Hatta bir ara her şeyi fesh edip, Çukobirlik aracılığıyla alım yapılması kararlaştırıldı. Ankara’dan müfettişler gelip Birlik’in son on yıllık hesaplarını gözden geçirdiler. Zor ve iddialı sınavdan başarıyla çıkmıştık. Müfettişlerin vardığı sonuç kooperatif- Gülaç Aygün (Armağan) lerde ve Birlik’te, ortalıkta dolaşan dedikoduların aksine tek kuruşluk suiistimal olmamıştı. Ancak sokaktaki halkı bu gerçeğe inandırmak çok zordu. Iğdır’dan Ayrılış “Birlik”, ayrılmak isteyenlere bonservislerini verip, Çukobirlik’e başvurmamız salık veriliyordu. Artık kader ağlarını örüyordu. 303 Hamza Aygün İki arkadaş kader birliği yapıp 1961 yılının Ocak ayında Adana’ya yola çıktık. Arkadaşım Aydın Akgün’le, Çukobirlik genel müdür yardımcısının huzuruna çıkıp iş isteminde bulunduk. Seyahatteki genel müdür gelinceye kadar beklememizi söylediler. Çukobirlik’te görevli değerli hemşehrimiz Hamit Çiftlik Bey’in yardımıyla ev aramaya koyulduk. Evler hem pahalı hem de bir yıllık para peşin isteniyordu. Aramızda bir karar aldık. Genel müdür dönünceye kadar Ankara’ya gidip başka bir iş arayacaktık. Ayrılmadan önce dostumuz Hamit Bey’e, “Biz Ankara’da Turan Palas otelinde olacağız. Eğer iş konusunda bir gelişme olursa Hacı Ekber Çöllü adına tel çekip bizi haberdar edersin” diye ricada bulunduk. Sonra da ver elini Ankara! Rahmetli Hacı Ekber Çöllü bizi ilgiyle karşıladı. Derdimizi dinledikten sonra başını sallayarak, “Meraklanmayın! Sabah ola hayır ola!” dedi. Kahvaltıdan hemen sonra, üçümüz otobüsle Bakanlıklara doğru yola çıktık. Sırrı Atalay ve Mehmet Hazer, Kurucu Mecliste milletvekili idiler. Ayrıca 1957’de CHP listesinden Milletvekili seçilen Behram Öcal da siyasi kulislerin etkin isimlerinden birisiydi. Hacı Ekber Çöllü, “Sizi önce hemşehrimiz Behram Bey’e götüreceğim. Eğer gerekli ilgiyi göstermezse o zaman başka alternatifler düşünürüz” dedi. Behram Bey’in bürosundan içeri girdik. Hacı Emmi, açık ve net, “Behram Bey, önce sana geldik. Eğer olanak yaratamazsan diğerlerine gideceğiz” dedi. Rahmetli Behram Bey, bürokraside sevilen bir isimdi. Eline telefonu alıp, genel müdürlüğü aradı. İki kadronun boş olduğu müjdesini bize verdi. Aydın Bey, acilen doldurulması şart olan kadroya talip oldu. Benim Mart ayının ortasına kadar beklememi salık verdiler. Ramazan ve Nevruz Bayramları (21 Mart) birbirine yakın düşüyordu. 15 Mart tarihinde göreve kabul edildiğimi bana bildirdikleri zaman, sevincimden eşime bir telgraf çekip, “Gözümüz aydın! İşe alındım!” dedim. Üç bayramı bir arada yaşamıştım. Çalıştığım genel müdürlükte bütçe harcamaları ödenek sevkı Mart ayında Millet Meclisine sunuluyordu. Bütçe bölümünde yeni görevime heyecanla başladım. Ankara Yıllarım Sıkıntılardan sonra nihayet şans bana gülmüştü. Göreve başladığımın 304 Iğdır Sevdası birinci yılı, mesleki bilgimi artırmak amacıyla, -Tarım Bakanlığı tarafından aday gösterilerek- Maliye Meslek Okuluna kaydoldum. Okul ve iş hayatını birlikte yürütmeye başladım. İki yıl süren eğitimimi başarıyla tamamlayıp, görevime iki derece terfi ederek devam ettim. Ankara’ya 3 ve 5 yaşlarındaki iki çocuğumuzla gelmiştik. Kızım Gülaç, 1963 yılında okula başladı. Başarılı bir eğitim devresinden sonra yüksek okuldan mezun olup mimar oldu. Makine mühendisi Osman Armağan’la evlenip kendisine yeni bir hayat kurdu. Oğlu ODTÜ Mühendislik Fakültesinden mezun olup özel sektörde çalışmaktadır. Kızı Meriç, Ankara Üniversitesinde eğitimine devam etmektedir. DDY Genel Müdürlüğü Yol Dairesi Müdürlüğünden emekli olan kızım Gülaç, daha sonra resim sanatına ilgi duydu. Kursları başarıyla tamamlayan Gülaç, disiplinli bir çalışmayla ilerleme kaydetti, çalışmalarını sergileyerek büyük beğeni kazandı. Kızıma daha büyük başarılar diliyorum. Oğlum Hasan Aygün, “süper öğrenci” idi. Daha ilkokul yıllarında, yeteneği fark edilip, MEB tarafından özel bir ilkokula gönderildi. TED Kolejinin lise bölümünden mezun olan Hasan, Siyasal Bilgiler Fakültesine birincilikle kabul edildi. Maliye Bakanlığının burslusu olarak eğitimini Hariciye Bölümünde devam ettirdi. Fransızca, İtalyanca, Arapça, Almanca ve İngilizce dillerinde üstün başarı kazandı. Mezun olduktan sonra Amerika’da Deniz Hukuku üzerinde lisans çalışmasını tamamlayıp yurda dönen Hasan Aygün, Dış İşleri Bakanlığının sınavlarını kazanarak bu bakanlık bünyesinde üçüncü katip olarak göreve atandı. Hasan Aygün; Musul, Roma, Belgrad, Viyana, Nahcıvan, Batum temsilciklerinde çalıştı, halen Cidde Başkonsolosluğu görevini yapmaktadır. Hasan Aygün, Kimya mühendisi Mahire Erdoğan’la evli, iki kız çocuğu sahibidir. Büyük kızı İrem, Bilkent Üniversitesinde öğrenim görmektedir. Küçük kızı Gizem, Cidde’de Amerikan okulunda lise tahsiline devam etmektedir. Hepsine uzun ömürler ve başarılar dilerim. Egeman Anonim Şirketi 35 yıl devam eden memuriyet hayatımın sonlarına doğru, emekliliğime ramak kala, o yıllar Türkiye’nin en önemli nakliyat firmalarının başında gelen Egeman Anonim Şirketinden muhasebe müdürlüğü teklifini aldım. Emekliye ayrılıp bu firmanın bünyesinde çalışmaya başladım. Sekiz yıl bu şirkette görev yaptım. Akmar AŞ adlı bir şirketi kurup uygulamaya koydum. Patronlarım, Marmaris İçmeler beldesine gidip orada Akmar’ın muhasebe işlerini yönetmemi istediler. Bu görevi kısa bir süre devam ettirdim. Ama heyhat, bir yandan yaşlılık ve bir yandan sağlık sorunlarım artık beni tehdit ediyordu. Geçirmiş olduğum kalp krizi çalışmama engel 305 Hamza Aygün olunca, emekliliğimi isteyip ayrıldım. Kalp ameliyatı olup sıhhatime kavuştum. Ta Iğdır’dan başlayıp, uzun ince bir yol üzerinde devam ede gelen yaşam serüvenim boyunca en büyük dayanağım, 51 yıllık eşim Şükran Hanım’ı burada özel bir minnetle anmak isterim. B. HAYATIMDAN PORTRELER Çapıx Eset Ankara’da, evimin yakınındaki manavdan domates alıyordum. Kasaya doğru eğilmiş, domatesleri hafiften sıkarak zevkime uygun olanlarını seçip bir kenara koyuyordum. Arkadan bir ses, “Kardeşim domatesleri ezdin be!” diye serzenişte bulundu. Başımı hafiften çevirip sözün sahibi beyefendiye bir göz attım. Benden 15-20 yıl daha yaşlı, nerdeyse 90’nına merdiven dayamıştı. “Manavın sahibi bana bunu müsaade ediyor” dedim. Başımı tekrar çevirip domates seçmeye koyulduğumda, yaşlı adamın yüz ifadesi hafızamın derinliklerinde tanıdık bir simayı hatırlatmıştı. Kafamı çevirip, yaşlı adama dikkatlice baktım, tereddüt etmeden, “Sizi tanıyorum” dedim. Yaşlı adam, “Ben doksanımı geçmişim. Beni nasıl tanırsın?” diyerek yarı alaylı konuştu. Ben, emin bir şekilde, “İsminiz Esat Bey değil mi?” diye sordum. Yaşlı adam, şaşkınlıkla“Evet!..” dedi. Sorgulamaya devam ettim. “Son İdmanyurdu maçından sonra Iğdır’dan ayrıldınız, değil mi?” diye üsteleyince yaşlı adam önce afalladı sonra yakama asılıp. “Kimsin yahu!” dedi. “Sonra da Tuzluca’da PTT müdürlüğü yaptınız...” Yaşlı adam bu sözüme, “Allah, Allah!” diye karşılık verdi. İşin içinden çıkamayınca yakamı silkeleyerek, ısrarla, “Kimsin yahu?” sözünü birkaç kez tekrar etti, patlayacaktı. Kızgınlığını ve merakını artırmak için, “Hatta postane müdürüyken Yadullah Karasu isimli bir genci henüz 18 yaşını doldurmadığı halde alıp memur olarak görevlendirmiştiniz, değil mi?” Yaşlı adamın çaresiz kaldığını görünce kendimi tanıttım: “Ben Ağa Hesen’in torunuyam” dedim. 1930’lu yıllarda kamyonumuz vardı. Posta arabası olarak müşterileri Kars-Iğdır arasında taşırdı. Bu yüzden babamı ve ailemi çok insan tanırdı. Bu yaşlı beyefendi de ailemi hemen tanımıştı. 30’lu yıllarda, Kars Valiliği, lise ve ortaokul mezunlarını Iğdır’a 306 Iğdır Sevdası yedek öğretmen olarak gönderiyordu. Esat Bey de bu şekilde Iğdır’a gelip yerleşmişti. İdmanyurdu Spor kulübüne girip futbol takımında yer almıştı. İyi bir santrfor oyuncusuydu. O yıllar İdmanyurdu ile Aras spor arasında kıyasıya futbol maçları olurdu. Biz çocuklar bu futbolcuların adlarını kendimize verip mahallede top oynardık. Esat’ın yüzünde yara izi olduğundan biz onu “Çapıx Eset” olarak bilirdik. Bunun gibi Tank Hüseyin, Terzi Veli gibi sevilen futbolcularımız vardı. Bir gün Aras sporun başkanı Haydar Yüksel Bey, Çapıx Eset’e, “Bize gol atma! İdman Yurdu ile iddiamız var!” demiş. Oynan maçta, Çapıx Eset eline geçen gol fırsatlarını değerlendirmeyince halk arasında, “Çapıx Eset şike yaptı!” diye bir dedikodu çıkmıştı. Sonraki yıllar Tuzluca’da PTT müdürü olarak görev yaptı. Yadullah Karasu isimli bir tanıdığı, 18 yaşından küçük olmasına karşın memur olarak görevlendirmişti. Bu arada bir not düşmek isterim. Dört ağabeyi PTT’ci olan Yadullah Bey, o zamanlar Türkiye’nin en iyi maniple yazanları arasında sayılırdı. Esat Bey, benim bu konuşmamdan son derece mutlu olmuş hatta duygulanmıştı. “Aradan 65 yıl geçti. Nasıl oluyor da beni tanıyabildin? Yoksa benim yüz ifadem hiç mi değişmedi?” diye sorunca, ben, “Kasabadaki her iki takımın futbolcularını biz çocuklar çok sever ve onları taklit ederdik. Herhalde bu yüzden olsa gerek sizin simanızı unutmamışım” dedim. Iğdır İdmanyurdu Spor oyuncuları 1. Kaleci: Kasım Özel 2. Müdafaa: Kara Hafız 3. Müdafaa: H. Hüseyin oğlu Muzaffer 4. Müdafaa: Kel Müslüm 5. Müdafaa: Terzi Hamit 6. Müdafaa: Baş Muallim Nazım Bey 7. Müdafaa: Abbas Yücel 8. Açık: Cengiz Yeşilyurt 9. Açık: Mehmet Hüseyin Türkdönmez 10.Açık: Çapıx Eset 11. Açık: Fettah Bey’in oğlu Eyüp Güneş Iğdır Aras Spor oyuncuları 1. Haydar Yüksel 2. KasımYeşilyurt 307 Hamza Aygün 3. 4. 5. 6. 7. Hayri Demirbaş Behman Turan Haşim oğlu Hüseyin Mendo Yılmaz Bey (Kaymakçı Esker’in kardeşi) Musa Turan’ın tabancası Musa Turan ileri görüşlü aydın bir insandı. Yürüyüşü, konuşması ve tavırları ciddiyet ve saygı uyandırırdı. Kasaba merkezinde bir manifatura dükkanı vardı. İşleri oldukça iyiydi. Musa Turan, kahve ve lokantamızın düzenli müşterilerindendi. Bir gün yine kahvemizde oturmuş çayını yudumluyormuş. Tam o sırada jandarmalar kahveden içeri girip, ani bir baskınla müşterilerin üst-başını aramaya koyulmuşlar. O gün Musa Turan’ın üzerinde ruhsatsız bir tabanca varmış! Jandarmaların yavaş yavaş yaklaştığını gören Musa Turan, sıkıntılı ve telâşlı tezgâhtaki babama göz atmış, “Üzerimde tabanca var, bir şeyler yap!” anlamında imalı mesaj iletmiş. Durumun ciddiyetini anlayan babam, yardım etmek kaygısıyla tavla kutusunu eline alıp, Musa Turan’ın masasına gitmiş. “Tavla mı istediniz?” diyerek tavlayı Musa Turan’ın önüne koymuş. Kutuyu hafiften aralayıp kaş-göz işareti etmiş. Babamın niyetini anlayan Musa Turan, belindeki tabancayı çıkartıp gizliden tavla kutusunun içine yerleştirmiş. Tavla kutusunu koltuğunun altına koyana babam, tezgâhının başına dönmüş. Bir fırsatını bulup tabancayı kutudan çıkartmış; sağ ayak çorabının içine sıkıca yerleştirmiş, sanki bir iş için kahveden çıkması gerekiyormuş havasında, kapıya yönelmiş. Jandarmalar, babamı kahvehanenin sahibi bildikleri için şüphe duymadan ve üstünü aramadan aralarından geçmesine izin vermişler. Babam sokağa çıkar çıkmaz koşar adım evin yolunu tutmuş. Niyeti tabancayı evde emin bir yere sakladıktan sonra tekrar işinin başına dönmekmiş. Ama sokağın köşesini hızla dönerken, olan olmuş, tabanca çorabın içinden fırlayıp sert toprak zemine şiddetle çarpmış. Emniyeti açık tabanca gürültüyle patlamış; fırlayan mermi de babamın sağ baldırına saplanmış. İlk yardıma koşanlar babamı doktora götürüp tedavi ettirmişler ama polis bu garip (!) olayla ilgili soruşturmayı hemen başlatmıştı. Babam, bu tabancayı sahiplenmediği halde hakkında açılan mahkeme 308 Iğdır Sevdası uzun yıllar devam etti ve neticede beraatla sonuçlandı. Ama baldırındaki mermi çekirdeği ölünceye kadar orada saklı kaldı. Çobankereli İshak Kurtuluşu izleyen yıllarda Iğdır hemen hemen boşmuş. Ermeni nüfus kaçıp gittiği için geride bıraktıkları gayri menkuller ve araziler, göçmen ahaliye dağıtılmak üzere hazineye geçmişti. Devlet, Iğdır’ı yeniden canlandırmak amacıyla, ev ve arazileri “açık artırma” usulüyle peyderpey halka arz ediyordu. Otorite boşluğunun ciddi sorun olduğu bu dönemde, Çobankere’den gelen dört kardeş “mafya” türünden bir örgütlenmeyle, ihale ve açık artırmalarda aslan payını kapmaya başlamışlardı. Çobankere, bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Gümrü (Kumayri, Leninakan) kasabasının arkasına düşen yaylalarda bir dağ köyünün adıymış. Azeri ve Terekeme kökenli halkı, Ermeni baskısından kaçıp Iğdır ve civar köylere yerleşmişlerdi. Çobankere’den Iğdır’a yerleşenler arasında İshak ve kardeşleri de varmış. Bu dört kardeşin isimleri yaş sırasına göre, Eli Esker, İshak, Semet ve Kasım idi. İshak, her ne kadar kardeşlerin en büyüğü değilmişse de, onların arasında organizasyon yeteneği ve cesareti ile ön plana çıktığı için, kısa zamanda halk arasında bu çete, “İshak”ın adıyla bilinir olmuştu. İshak da, örgütünün vurucu gücünü artırmak için, “koçu” diye bilinen vurucu-kırıcı takımından elamanları etrafında toplayıp onlara liderlik etmiş. Bu şekilde insanları tehdit edip isteklerini zorla kabul ettiriyormuş. İshak, ilk zamanlar, Askeriyeye malzeme tedarik etmiş. Zamanla dikkatini gayri menkul satışı için devlet tarafından yapılan açık artırmalara çevirmiş. Örneğin bir ev satılığa çıkarıldığı zaman, İshak, “Bu açık artırmaya ben gireceğim” diye ortalığa haber salardı. Kimse korkusundan ne bir fiyat teklifinde bulunur ne de açık artırmaya katılırdı. Böylece İshak ev ve dükkânları istediği fiyattan kapatırdı. Ancak bir gün, bir açık artırma nedeniyle zıtlaştığı Memerıza’ya bir gözdağı verdirtmek isterken kazaen meydana gelen bir öldürme olayı örgütün gücünü ve saygınlığını halkın nezdinde oldukça zedelemişti. “Yemenici” Memerıza Memerıza (Mehmet Rıza) Iğdırmava mahallesi kökenli ve “yemeni” (bir tür ayakkabı) işini kendisine meslek edinmiş kendi halinde bir esnaftı. Halk arasında “çüst” olarak da bilinen bu ayakkabılara talep, Iğdır’ın ekonomisi canlandıkça ve şehir merkezine yerleşen nüfus arttıkça, günden güne artıyordu. “Çüst”lerin yapılması basit ve kaba bir işlem gerektiriyordu. Ayakka309 Hamza Aygün bının üst kısmını oluşturan yumuşak deri, kalıp biçiminde dikiliyor, altına da sert ve dayanıklı manda veya öküz derisinden bir tabanlık eklenip, bu şekilde ilkel fakat kullanışlı bir ayakkabı imal ediliyordu. Kadınlar için, “zenne”, erkekler için de “adam” ismiyle bilinen bu ayakkabıları, ancak hali vakti yerinde olanlar alıp giyinebiliyordu. Memerıza, artan iş talebi nedeniyle dükkanını büyütmek istemiş; bunun için de öteden beri gözüne kestirdiği dükkanlardan birisini “açık artırma” yoluyla satın almaya niyetlenmişti. Ancak “belâlı” İshak da gözünü aynı dükkana dikmişti. İshak, haber gönderterek ve tehditle, Memerıza’yı bu isteğinden vazgeçirmeye çalışmış. Memerıza her ne kadar etrafı kalabalık bir aile değilmişse de, kendisine karşı yapılan haksızlığa direnmiş; cesur bir kararla “açık artırma”ya giderek dükkanı satın almıştı. Olay halk arasında İshak’ın prestijine ve gücüne indirilmiş bir darbe olarak algılandığı için, İshak, eğer Memerıza’ya bir ders verilmezse kısa sürede halk üzerindeki “tehdit” gücünü kaybedeceği endişesine kapılmış. Bir akşam üstü, “gözdağı” verme işini kardeşlerine havale etmiş, kahvehanemizde çayını yudumlayarak gelecek haberi beklemeye koyulmuştu. Memerıza oğlu Settar’ın öldürülmesi O günlerde, siparişlerin fazlalığı nedeniyle Memerıza ve çocukları geç saatlere kadar çalışıyorlarmış. Ortalığı karanlık bastıktan epey sonra, Memerıza, yanında oğlu Settar, bir akrabası ve iki işçi yamağı olduğu halde, hep birlikte ellerinde lüks lambası Iğdırmava’nın karanlık yolunda yürüyerek evlerine dönüyorlarmış. Ali Işık’ın evinin önüne geldiklerinde, İshak’ın üç kardeşi yanlarında “koçu”ları bunların etrafını almışlar. Amaçları sadece bir gözdağı vermekmiş. Tehdit ve küfürler arasında, her ikisi de yapılı ve güçlü olan, İshak’ın kardeşi Kasım’la, Memerıza’nın oğlu Settar, kavgaya tutuşmuşlar. Settar, Kasım’ı kaldırıp yere vurmuş. Yere düşen Kasım’ın “Vay ana!” sesi karanlığın içinde acı bir şekilde yankılanmış. Kardeşleri, Kasım’ın yaralandığını zannedip, Settar’ın üzerine bıçakla saldırmışlar. Aldığı ölümcül bıçak darbeleri yüzünden Settar dengesini kaybedip yanı başındaki su arkına yuvarlanmış, orada feci şekilde can vermişti. Bu olaydan sonra, Memerıza ve akrabaları, Settar’ın ölümünden İshak’ı sorumlu tutup mahkemeye vermişlerdi. İshak, olay sırasında kahvede olduğunu şahit göstererek ispatlayınca hapse girmekten kurtulmuştu. Kardeşleri mahkeme önüne çıkartılıp yargılandılar. Semet suçu üzerine alınca, Kasım ve Eliesker, 10 günlük bir gözaltından sonra serbest bırakıldılar. Iğdır, Ağrı’ya bağlı olduğundan, dava Karaköse Ağır Ceza mahkemesinde görülüp 310 Iğdır Sevdası karara bağlanmıştı. Semet 30 yıl müebbet hapse çarptırıldı. Iğdır cezaevi, eski belediye binasının arkasındaki küçük bir binanın içindeydi. Semet, tahliyesine on gün kala, odun kırarken, sıçrayan bir ağaç parçasının kafasına isabet etmesiyle talihsiz bir şekilde cezaevinde öldü. İshak’ın öldürülmesi İshak’ın dik başlılığı ve tehditkâr karakteri Iğdır merkezdeki birçok insanı rahatsız ediyordu. Onu sevmeyenlerin sayısı her gün artıyordu. Ona karşı vurucu güç oluşturuldu. Amaçları İshak’ı temizleyip Iğdır’ı bir belâdan kurtarmaktı. Bu görevi Orgof köyünden 14 yaşındaki bir delikanlıya verdiler. O da, Ağrı şehir merkezinde, ihaleden dönmekte olan İshak’ı at üstünde vurup öldürmüştü. Yaşı küçük olduğu için idam cezasından kurtulan ama yine de uzun yıllar cezaevinde kalan bu kiralık katili bizzat görüp tanıma şansım olmuştu. İshak’ın öldürülmesinden sonra, hanımı Sure, iki çocuğunu yanına alarak baba evine dönmüş. İshak’ın oğlu Kemal kendi halinde ve mülayim birisiydi. Çok konuştuğu için kendi aramızda onu “Lafazan Kemal” olarak çağırırdık. İshak’ın kızı Terzi Şevket’le evlendi. Kasım da Iğdır’da vefat etti. Eliesker ve ailesi 50’li yıllarda gayri menkullerini Lazlar, Terekemeler ve asker kökenli ailelere satıp Mersin’e göç ettiler. Meşe Haydar Yüksel Hacı Ümmet ve çocukları, Iğdırmava mahallesinin en köklü ve saygın ailesiydi. Zamanla bu aile halk arasında “Hacı Ümmet uşağı” olarak bilinir olmuştu. (15 yılı aşkın -1945’e kadar- kahve ve lokanta olarak çalıştırdığımız bina Hacı Ümmet Uşağı’na aitti. Bu geniş aileyi ilk bu nedenle yakından tanıma şansım olmuştu) Haydar Yüksel, Hacı Ümmet’in torunu ve Fazıl Baykal’la da amca çocuğu idi. İki kardeşiyle manifatura mağazası işletiyordu. Çok sayıda dükkan ve gayri menkulün de sahibiydiler. Ailenin mal varlığı bugünkü hesapla 5 311 Hamza Aygün trilyon liranın (5 milyar dolar) üzerinde bir değere sahipti. Haydar Yüksel’in zenginliğini anlatmak için halk arasında, “Evinin her tarafı aynayla kaplı” diye bir laf dolaşırdı. Zenginliğin başka önemli bir göstergesi de İsfahan dokuma kaliteli İran halısına sahip olmaktı. Haydar Yüksel’den başka, Osman Ataman, Resul Taner, Niyazi Vural, Temur Necilli ve Abdürrezak Bey’in evlerinde de bu halılardan olduğunu herkes bilirdi. (Abdürrezak Bey’in vefatı nedeniyle taziyeye gitmiştim. Salonun ortasını kaplayan lacivert renkli muhteşem İran halısını bugün bile çok iyi hatırlıyorum.) Haydar Yüksel üstün ticari yeteneğe sahipti. Teşkilatçı ve halk arasında sevilen birisiydi. “Fakir babası” olarak bilinirdi. Dükkanına gelen yoksulları giyindirir, ceplerine para kor, gönüllerini hoş ederdi. Bu yüzden onu kıskanan ve çekemeyenler de oldukça fazlaydı. Özellikle Iğdırmava’nın diğer zengin ailelerinden bazıları Haydar Yüksel’in ticari hayatındaki başarı grafiğinden ve halk arasında ona karşı beslenen sevgi ve sempatiden rahatsız oluyorlardı. Aras Spor Kulübü Haydar Yüksel, sadece para kazanmakla yetinmez fırsat buldukça cömert şekilde kasabadaki sosyal ve kültürel etkinlikleri de desteklerdi. Iğdır’da “İdmanyurdu” ve “Aras Spor” adında iki spor kulübü vardı. Haydar Yüksel, Aras Spor’un masraflarını üzerine almıştı. Gençlere forma giydirir, spor yapmaya özendirirdi. Her iki kulüp arasında hoş bir rekabet vardı. Kasaba halkı iki kulübün futbol maçlarını zevkle izler, bir sonraki karşılaşmayı heyecanla beklerdi. Bazen bu iki kulübün futbolcuları bir takım oluşturup Kars ve Ağrı’dan gelen yabancı takımlara karşı oynarlardı. Haydar Yüksel ayağından yaralanıyor... Haydar Yüksel’in iki kız kardeşi vardı. Birisini amcası Hasan’ın Settar isimli oğluna nişanlamışlardı. Kız akraba evliliğini istemeyince iki aile arasında tartışma ve dargınlık olmuş, nişan tek taraflı bozulmuştu. Haydar Yüksel, kız kardeşini, Aras Spor’da top koşturan İsmail (Şeref Iğdır’ın amcası) isimli bir gence nişanlamış, İsmail’e bir mağaza açıp maddi yardımda bulunmuştu. Bu olaylar amcası Hasan ve ailesini, Haydar Yüksel’e karşı açık bir kin ve hoşnutsuzluğa itmişti. Iğdır’da sıtma ve tüberküloz her tarafta kol geziyordu. Ortalık; sıtmaya yakalanmış, sarı benizli, kaburgalarına kadar çökmüş, şiş karanlı insanlarla doluydu. Bu hengâmede Hasan’ın oğlu Settar da sıtmaya yakalanıp genç yaşta ölünce iki aile arasındaki gerginlik daha da artmıştı. Hasan, Haydar 312 Iğdır Sevdası Yüksel’e, “Settar öldü. Bacını, oğlum Ebdıleli’ye ver!” diye haber göndertmiş. Haydar Yüksel isteği reddedince, iş intikama kalmıştı. Ebdıleli, Haydar Yüksel’i çarşı ortasında tabancayla ayağında vurup yaralamıştı. Haydar Yüksel, Ebdıleli’den şikayetçi olmadı ama hastaneden taburcu olunca, akrabalarının etkisi altında kalarak, Ebdıleli’yi mahkemeye verdi. Ebdıleli yakalanıp cezaevine kondu. Ebdıleli cezaevinde tüberküloza yakalanmıştı. Ölümüne yakın devlet Ebdıleli’yi tahliye edip evine göndermişti. Ebdıleli babaevinde hayata gözlerini yumdu. Hasan, Haydar Yüksel’i, iki oğlunun ölümünden sorumlu tutuyor, ölümle tehdit ediyordu. Haydar Yüksel’in öldürülmesi Yıl 1935 veya 1936...Bir akşam üstü Haydar Yüksel ve iki kardeşi, her gün olduğu gibi manifatura mağazasını kapatıp eve dönüyorlarmış. Yollar kapkaranlık. Haydar Yüksel, elinde lüks lambası, sessiz ve yorgun toprak yolu adımlıyormuş. Haydar Yüksel’in evinin karşısında Karahamza Meşe Hesen’in (İsmail Karadağ’ın babası) evi vardı. Bu evin bitişiğindeki topraktan duvarların arkasında ellerinde tüfek, bilinmeyen kiralık katiller saklanmış, Haydar Yüksel’in eve dönmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Haydar Yüksel’in eve dönmesini sabırsızlıkla bekleyen diğer iki isim de oğulları Kâmil ve Ziya idi. Her akşam işten dönen babalarının yolunu heyecanla bekleyen çocuklar, lüks lambasının sokakta oynaşan parlak beyaz ışığını pencereden fark edince, “Babam geldi!” diye sevinç narası atıp, yarış halinde kapıya doğru yönelmişlerdi. Haydar Yüksel eve yaklaşınca elindeki lüks lambasının ışığı da gittikçe sönmeye yüz tutuyormuş. Sönük ışık bile onu gecenin karanlığında seçkin bir hedef olarak ortaya çıkarmaya yetiyormuş. Haydar Yüksel, evinin önündeki basamakları çıkıp tam kapıyı açacakken, silahlar patlamış. Haydar Yüksel kapının önüne yığılmış. Kâmil ve Ziya kardeşler, kapıyı açtıkları zaman, babalarını kanlar içinde sere serpe yerde bulmuşlar. Haydar Yüksel, başucunda iki oğlu, orada can vermiş. O saatlerde Haydar Yüksel’in amcası Hasan lokantamızdaydı. Çok iyi hatırlıyorum, Haydar Yüksel’in ölüm haberi gelince, Hasan kebabını yarıda bıraktı. Koşarak, Tahir’in kahvesinde radyo dinleyen MİT müfettişi Hüsnü Bingöl’e gitti. Amacı, öldürme olayıyla ilgisini olmadığını Hüsnü Bingöl’e kanıtlamaktı. Hasan ve birçok kasabalı, Haydar Yüksel’in öldürüleceğinden saatler 313 Hamza Aygün önce haberdar idiler. Olay faili meçhul kaldı. Halk arasındaki rivayetlere bakılırsa, Zor köyünden Emere Loşo ile Taşburunlu Reso, birilerinin hatırı için bu öldürme olayını planlayıp uygulamışlardı. (Emere Loşo, 1940’lı yıllarda ele avuca sığmaz, belâlı ve kolluk kuvvetlerine boyun eğmeyen birisiydi. Zor yaylasında çıkan bir çatışmada ölü olarak ele geçirildi.) “Hacı Ümmet uşağı”nın Sonrası Bu aileden Fazıl Baykal’ın 1938-39 yıllarında çok şatafatlı bir tuhafiye mağazası vardı. Paketleri, üzerinde “Baykal” yazılı ambalaj kağıdıyla sarıp müşterilere öyle verirdi. Ortaokula başladığım yıllardı. Ben de bu mağazadan ilk kravatımı almıştım. Fazıl Baykal kendi eliyle paketleyip bana uzatmıştı. Kravat bağlamasını bilmiyordum. Elime almış, şaşkın şaşkın bakıyordum. Yoldan geçen ve daha sonra hep arkadaş kaldığım bir genç, yardım edip, kravatın nasıl bağlandığını bana göstermişti. Fazıl Baykal kibar ve hoşgörülü bir beyefendi idi. Iğdırlılar tarafından sevilirdi. Bunun neticesi, 50’li yıllarda bir dönem Iğdır belediye başkanlığı görevi kendisine teslim edildi. Kardeşi Oğuz Baykal İstanbul’da Deniz Yolları Genel Müdürlüğünde görev yaptı. Hayatta olmayan iki kardeşe Allah’tan rahmet; Kadir Baykal’a uzun ömürler dilerim. “Baykal” ailesi değerli çocuklar yetiştirdi. Cümlesine başarılar dilerim. Haydar Yüksel’in öldürülmesinden sonra iki kardeşi, amcaları Hasan’ı mahkemeye verdiler. Yıllarca avukat ve hakimlere dünyanın servetini yedirip, Hasan’ı cezaevini attırmaya çalıştılar. Halbuki Hasan’ın olay yerinde olmadığına şahitlik eden birçok insan vardı. Zamanla mirasçılar Haydar Yüksel’in servetini satıp sonunu getirdiler. Oğlu Ziya ticarete atıldı, Kâmil de gazino ve kahve işletmeciliğine girdi. Her ikisi de vefalı ve iyi insanlardı. Evlendikleri halde, -rivayete göre babalarının öldürülmesi sırasında geçirmiş oldukları şok nedeniyle- çocuk sahibi olamadılar. Ticari yetenekleri de babalarının seviyesinde olmadığı için, mağdur oldular. Ziya İstanbul’da, Kâmil de Iğdır’da vefat etti. Allah rahmet etsin. Resul Taner Başköy nahiyesinde Celayirler ve Demkulu gibi Azeri kabileleri vardır. Resul Taner ve ailesi Demkulu kabilesine mensupturlar. Iğdır’ın ikinci belediye başkanı Başköylü Paşa Bey’dir.(1924-25) Fikret Ekinci’nin babası olan Başköylü Paşa zamanında, Başköy nahiyesinden önemli bir nüfus Iğdır’a yerleşmiştir. Çiftlik’ten Aziz ve Sadık Beyler, Resul Taner ve kardeşi Merdan da Iğdır’a yerleşenler arasındaydı. Hacı İbrahim adlı 314 Iğdır Sevdası bir de ağabeyleri vardı. Aile,manifatura dükkanı açıp işletmeye koyuldu. Resul Taner, Dr. Abbas Çöllü’nün kız kardeşiyle evlendi. Resul Taner, Rus okulunu bitirmişti. Okur yazar ve aydın birisiydi. Manifatura işinde biraz para biriktirince sanayie yöneldi. Evlerinin arkasındaki geniş arsaya bir fabrika binası inşa ettirdi (1932). Tek silindirli, 40-50 beygir gücündeki dizel motor yardımıyla bir çırçır-un (iki çırçır Sawcin ve tek değirmen taşından oluşan) fabrikasını hizmete soktu. Kooperatif henüz kurulmamıştı. Fabrikada işlenen pamuk, 50-70 kg.lık balyalar halinde, Karslı Mehmet Rehim Bey, Baharlı Mahallesinden Ahmed Şemo ve Terekeme Muharrem’in develerine yüklenip bir ay süren yolcukla Trabzon’a nakledilirdi. Çeltik fabrikası 1930’lu yıllarda Iğdır’ın Kazancı, Kiti ve Kadıkışlak köylerinde geniş arazi üzerinde çeltik ekimi yapılırdı. Başköy pirinci, kırmızı kılçıklı ve düşük kaliteli; Iğdır pirinci, beyaz renkte ve daha lezzetliydi. Resul Taner, İstanbul’a seyahatte, Hamburg’tan son model bir ding (çeltik) makinesi ısmarlattı. Türkiye’de ancak birkaç vilayette kurulu olan bu son derece modern çeltik makinesi Iğdır için gerçekten de çok güzel bir yatırımdı. Sadık Kaptan isimli bir makinist fabrikanın montajını kurup çalışmasını sağladı. Mürsel Bey kendi hissesini alıp ayrılınca fabrika amca-yeğen, Resul Taner’le Kâmil Taner arasında ortaklaşa yürütüldü. CHP ilçe başkanlığı ve vefatı Resul Taner CHP’nin değişmez ilçe başkanıydı. Bu görevi 1950 yılına kadar aralıksız devam etti.1950 seçimleri arifesinde Resul Taner, CHP’den Milletvekili adayı olmaya hazırlanıyordu. Evinin balkonunda otururken geçirdiği kalp krizi nedeniyle aniden vefat etti. Resul Taner aynı zamanda Halkevi’nin de başkanlığını yürütüyordu. Arada bir Halkevi’ne gider “Ulus” gazetesini okur, radyo dinlerdim. Dilber Hanım’ın oğlu Müslüm isminde birisi Halkevi’nin günlük düzeninden sorumluydu. Müslüm, daha önce Resul Taner’in fabrikasında işçi olarak çalışmış, ancak kaza sonucu parmağını “cıyrıx” denilen Sawcin’e kaptırınca, kendisine Halkevi’nde basit bir görev verilmişti. Halkevleri gözden düşünce, Müslüm, işini severek yapmasına karşın 1946-55 yılları arasında hiç maaş alamamıştı. Melekli Mustafa Akgün Mustafa Akgün, ticarette son derece yetenekli birisiydi. Güzel konuşması ve ticari bilgisiyle karşısındakine güven telkin ederdi. Bu yüzden kısa sürede Iğdır’ın sayılı iş adamları ve tüccârları arasında yerini almıştı. 315 Hamza Aygün Resul Taner Bey’in oğlu Cengiz Bey, Dişçilik eğitimini yapmak için Almanya’ya gidince, sahibi olduğu fabrikayı Mustafa Akgün’e devretti. Ahmed Şemo Ahmed Şemo ve dostları sık sık lokanta ve kahvehanemize gelirlerdi. Bir gün(Yıl 1933) Ahmed Şemo ve Atar (Ali Mirze Bey’in damadı), ellerinde bir xurcun (heybe) kahveden içeri girdiler. Ahmed Şemo, elindeki xurcun’u bana uzatıp, “Balam bunu yaxcı bir yere koy!” dedi. Ben de, küçük heybeyi, lokantanın malzeme dolabınının bir köşesine gelişi güzel yerleştirdim. Üst bölmesinde, “bozbaş” yemeğinde kullandığımız lavaş ekmekler istif edildiği için bu dolap her gün defalarca açılıp kapanırdı. Ahmed Şemo ve Atar yemek yedikten sonra heybeyi almadan çıkıp gittiler. Aradan 3-4 gün geçti. Bir gün Ahmed Şemo, babama, “Xurcun ne oldu?” diye sormuş. Babam şaşkınlıkla, “Ne xurcun’u?” diye afallayınca, Ahmed Şemo, “Xurcun’u oğluna verdim. İçi dolu kızıldır (altın)” dedi. Babam telâşlı beni yanına çağırdı. “Oğlum, Ahmed Ağa’nın xurcun’nunu nereye koydun?” diye sitem etti. “Xurcun’u dolaba koydum!” Babam hızlı adımlarla dolaba gitti, kapısını heyecanla açtı. Heybe bir köşede duruyordu. Babam heybeyi tezgâhın üzerine koydu. Ahmed Şemo, heybenin içindeki küçük torbalardan birisinin ağzını açınca çil çil Reşat altınlar avucuna döküldü! Heybenin içinde dört tane “kına kesesi”denilen torba dolusu altın vardı! Iğdır koşullarında çok büyük bir servetti. Ahmed Şemo altın keselerini xurcun’a yerleştirdi, elini başımın üstüne koyup saçlarımı “aferin” dercesine okşadı. Mecit Hun Ahmed Şemo’nun canı ruhu Mecit Hun’un üzerindeydi. Her zaman sınıfının birincisi oğlunun üzerinde titrer, her gittiği yerde “Mecit, Mecit” diyerek övgüyle söz ederdi. Aynı sevgi ve duyarlılığı büyük oğlu Hamit’e göstermezdi. Mecit Hun’un en büyük hatası liseden sonra öğrenim hayatına devam etmemesiydi. İkna kabiliyeti son derece yüksekti. Eğer okusaydı iyi bir devlet adamı olabilirdi. Mecit Hun’un bir hatası da, gittikçe gözden düşen bir partiden yani 316 Iğdır Sevdası CHP’den politikaya girmesiydi. Bununla kalmadı, kendisini Sırrı Atalay’ın siyasi hesaplarına endeksledi. Halbuki hem ailesi hem de kendi yeteneği, Sırrı Atalay’kinden kat kat üstündü. Kendini ön plana çıkarmasını beceremedi. Allah rahmet etsin. Oba Katliamı Yıl 1957 idi. Iğdır’da ev inşa ediyordum. Çatı kaplamada kullanmak için iri ve uzun kavak ağaçlarına ihtiyacım vardı. Hem büyükbabam Hacı Nağdali Bey’i ziyaret etmek hem de ihtiyacım olan kavakları almak için Oba köyüne gitmiştim. Büyükbabam Hacı Nağdali’yle (Oba) birlikte köyün kavaklarını gezerken metruk bir alana geldik. Arsanın bir kenarında üç tane kocaman kavak ağacı sıra sıra diziliydi. Heyecanla, “İşte tam aradığım cinsten! Bunları satın alalım!” dedim. Büyükbabam, başını düşünceli şekilde iki yana doğru sallayarak, “Hayır bunları alamayız!” dedi. “Niçin? Bak tam olgunlaşmışlar. Yoksa kuruyup gidecekler” dedim. Büyükbabam, “Bu kavakların sahipleri var onlar razı olmazlar” dedi. Merakla, “Kim bu kavakların sahibi?” diye sorunca, büyükbabam kolumdan tutarak beni harabe bir duvara doğru götürdü. Taş ve toprak yığınları üzerine oturup biraz soluklandıktan sonra şu hikâyeyi anlattı: “1919’lu yıllardı. Komşu köy Alkamer’de Ermeniler oturuyordu. O zamanlar her iki köy arasında çok iyi dostluk ilişkisi vardı. Hatta benim orada Arakel adında iyi bir arkadaşım vardı. Ermenice “Xonaxan” kelimesi “arkadaş, komşu” anlamına geldiği için biz aile içinde Arakel’i hep, “Xonaxan Arakel” olarak çağırırdık. Bir gün Xonaxan Arakel kapımızı çaldı. Endişeli ve üzgün bir hali vardı. Kimsenin etrafta olmadığına emin olduktan sonra eve girdi. Kendisini sofraya alıp yemek ikram ettim. Arakel, yemekten sonra beni bir köşeye çekip, “Nağdali, biliyor musun bugün sana niçin geldim? Sana önemli haberler getirdim. Beni dikkatlice dinle! Biliyorsun bizim Kaxtaxanlar (Osmanı Ermenisi) bu tarafa göç etmişler. Köyde de onlardan epeyce var. Toplanıp karar aldılar. Taşnaklara müracaat edip silahlı asker istediler. Müslüman köylerine saldıracaklar. Çok geçmeden köyünüze de saldırıp katliam yapacaklar. Gönlüm razı olmadığı için size bu haberi getirdim. Sen bizim ekmeği yemedin ama ben sizin ekmeğinizi çok yedim. – o yıllar Müslümanlar haram diye Ermeni evinde yemek yemezlermiş- Köyün ileri gelenisin. Köylüleri bir araya topla durumu anlat. Bu belâ geçene kadar köyünüzü terk edip daha 317 Hamza Aygün emin yerlere gidi. Aman canınızı kurtarın!” dedi. O akşam camiye gidip, cemaate Xonaxan Arakel’in anlattıklarını aktardım. Köylüler durumun ciddiyetini kavrayamamıştı. Bazıları gülerek, “Dedikoduyu Alkamer Ermenileri uydurmuş. İstiyorlar biz kaçalım, arazilerimize el koysunlar. Ölmek var kaçmak yok!” Camide yapılan toplantı sonucu köyün çoğunluğu karşı koymak ve savaşmakta yana karar almıştı. Rus yönetimindeki Müslüman tebaa askerlikten muaf tutulduğu için köyümüzde silah kullanmasını bilen yoktu. Iğdır ve Erivan taraflarından sürekli saldırı ve çatışma haberleri gelince parası olanlar“Berdanga” denilen silahtan aldılar. Geriye kalanlar ağızdan dolmalı çakmak tüfek edinip, hep birlikte cami avlusunda, su seneği ve testileri nişan alarak atış talimi yapmaya başladık. Bununla yetinmeyip Alkamer tarafından gelebilecek salıdırıyı önlemek için siper kazdık. Birkaç köylüyü de sipere yakın bekçi koyduk; ayrıca kırlarda hayvan otlatan çocukları tembihleyip, köyümüze doğru yabancıların geldiğini gördükleri an bizi durumdan haberdar etmelerini söyledik. Xonaxan Arakel’in samimiyetine ve verdiği bilgilerin doğruluğuna inanıyordum. Ergeç bu saldırının olacağını düşünüp bazı tedbirler almaya karar verdim. Ermenilerin elinde son model silahlar olması beni daha da endişelendiriyordu. Annemi bu tehlikeden haberdar ettim. O da tavukları kesip kavurma yaptı. Benim gibi bu tehlikeyi ciddiye alan birkaç akrabayla birlikte un, kavurma, yağ, peynir gibi gıda maddelerini öküz arabalarına yükledik. Annem, eşim, kızlarım - annen Rubabe ve Seriye-, kadınları, çocukları ve yaşlıları yanımıza alıp, iki ineğimizi önümüze katıp Tuzluca’nın Aktaş köyüne doğru yola çıktık. O köyde akrabalarımız vardı. Ev halkını ve eşyaları onlara teslim edip Oba köyüne geri döndük. Ben yapılan ihbarı ciddiye aldığım için gün boyu pusuda saldırıyı bekliyordum. Köylüler; evlerinde, işlerinde sakin sakin yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Sabah ezanı vakti köyümüze yakın silahlar patladı. Köyün erkekleri mevzilere koşturduk. Gelenler Ermeni komitacılardı! Ellerinde mitralyöz ve son model silahlarla üzerimize kurşun yağdırmaya başladılar. Tüm gücümüzle direndik. Siperdeki köylülerden 17 tanesi şehit oldu. Geriye kalanlar da bozgun halinde evlerine doğru kaçmaya başladılar. Ben de zor belâ kendimi evimizin bahçesine attım. Ne yapayım nereye saklanayım diye etrafıma bakınırken, bahçedeki nalbant ağacı gözüme ilişti. Yüksek bir yerine tırmanıp dal ve yapraklar arasında kendimi kamufle ettim. Dışardan bakan birinin beni görmesi mümkün değildi. Ufacık bir aralıktan Ermeni komitacıları ve köy yerini gözetime almıştım. Ermeniler, evleri tek tek dolaşıp çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden 318 Iğdır Sevdası herkesi zorla köyün tek camisine doğru toplu halde götürdüler. Köy halkını camiye doldurduktan sonra kapısını kapatıp, etrafını çembere aldılar. Olduğum yerden olup biteni en ince ayrıntısına kadar görebiliyordum. Saldırganlardan iki tanesi ellerinde bidonlar caminin, direklerle örtülü ve çamur sıvalı düz damına çıktılar. İki delik açıp ellerindeki gazyağını caminin içine boşalttılar. Sonra da binayı ateşe verip hızla arkadaşlarının yanına döndüler. Camiden gelen ağlaşmalar ve feryatlar yeri göğü doldurmuştu. Yüreğim burkuluyor, gözyaşı içinde olup biteni izliyordum. Bir ara caminin içindekiler kapıya yüklendikleri için olsa gerek, Ermeniler kimse çıkmasın diye kapıya kurşun yağdırmaya başladılar. Son kurtuluş umudu da sönünce, içerdekiler yanarak öldüler. Caminin tavanı ve yan duvarları kendi üzerine çöktü. Birkaç Ermeni kulaklarını duvara dayayıp içeriden gelen seslere kulak verdiler; acaba inilti var mı, hâlâ yaşayan var mı diye son bir kez kontrol ettiler. Herkesin öldüğüne emin olduktan sonra ve bastıran akşam karanlığında Müslüman direnişçilerin pususuna düşmek kaygısıyla çekip gittiler. Bu katliamdan kurtulabilen ben ve birkaç köylü Aktaş köyüne gittik. Artık Iğdır ve Tuzluca bölgesinin güvenli olmadığına kanaat getirip, çoluk çocuk İran’a göç ettik. İran’da bir yıl kaldıktan sonra Osmanlı Ordusunun Nahcıvan’a girdiği haberini aldık. Culfa köprüsünden geçip Şerül kasabasına vardık. Türk Ordusu bu şehirde ordugâh kurmuştu. Birkaç hafta sonra Osmanlı ordusu tekrar geri çekildi. Biz Şerül’de kalmaya devam ettik. Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunun Iğdır’ı aldığını duyduk. Şerül’den yola çıkıp Aras’ı geçerek memleketimiz Iğdır’a geri döndük. Bu gördüğün arsa, üzerinde eski caminin olduğu yerdir. Şehitlerimiz bu arsada yatmaktadırlar. Biz köyün yeni camisini başka bir yerde inşa ettik ve bu arsaya dokunmama kararı aldık. “Bu kavakların sahipleri kim?” diye sormuştun. İşte bu kavakların sahipleri burada yatan şehitlerdir. Allah hepsine rahmet etsin. Yine aynı şekilde vatanımızı kurtaran şehit asker ve Kâzım Karabekir Paşa’ya da Allah rahmet etsin. Hacı Nağdali Oba Dedem (annemin babası) Hacı Nağdali Oba’nın aile şeceresi Sürmeli Beylerine kadar iner. Kasaba merkezinde evi, arsaları ve tuhafiye dükkanı vardı. Yılda birkaç kez sezonluk mal getirmek için İstanbul’a giderdi. Gidiş-geliş bir ay sürerdi. Bir güne Kars’a, bir güne Ezurum’a, bir güne Trabzon’a gidilirdi. Trabzon’da liman olmadığı için Değirmendere mevkiinde mavnalarla açıkta bekleyen vapurlara binilir; oradan da Hopa limanına 319 Hamza Aygün ulaşılırdı. Haftanın belli günleri “Gülcemal” isimli posta vapuru Hopa’dan İstanbul’a yola çıkardı. Dedemin beşi kız üçü oğlan sekiz çocuğu vardı. Annem Rubabe Hanım, çocukların en büyüğü idi. Kelba Sura Teyzem, kocası Hacı Muhammed vefat ettikten sonra İsmail Ağırkaya’yla evlendi. Bu evlilikten Serdar isminde çocukları dünyaya geldi. Bir teyzem, Yaycı köyünden Ahmet Güneş’le; bir teyzem Ahmet Güneş’in kardeşiyle; bir teyzem Erhacı’de Seyfi Bey’le evliydi. Üç dayım sırasıyla Adil, Akil ve Hacı Fahri’dir. Adil, İstanbul’da vefat etti. Akil, bilahare Avrupa’ya gitti. En küçükleri Hacı Fahri, Iğdır’da ikamet etmektedir. Dedemin kasaba merkezinde geniş gayri menkulleri vardı. Hayırsever bir mizacı olduğu için arsasının bir kısmını, üzerinde lise yapılması için derneğe hibe etti. Dedem 1958 yılında vefat etti. Allah rahmet etsin. Ahmet Güneş Yaycı köyünden Ahmet Güneş teyzemin kocasıdır. Hoş sohbet ve nüktedandır. Uzun yıllardan beri İzmir’de ikâmet eden Ahmet, bir gün kendisini ziyarete gittiğimde başından geçen şu ilginç olayı anlatmıştı. “Arkadaşın biri beni tongaya düşürmek için kötü bir plan yapmıştı. Bu plandan tabii haberim yoktu. Bir gün sabah vakti pijamalar üzerimde kahvaltı yaparken, arkadaşım kornayı çalarak balkona çıkmamı istedi. Her zamanki gibi merhabalaştık. “Yukarı gel bir el tavla oynayalım” diyerek meydan okudum. Arkadaş, “Niye olmasın! Ama çabuk aşağıya gel küçük bir işim var, onu birlikte halledip gelelim” dedi. “Ama pijamalar...” dememe kalmadan, arkadaşım, “Sen arabanın içinde oturacaksın, kimse fark etmez bile” dedi. Kalbini kırmamak için pijamalı vaziyette koşar adım aşağıya inip, arabasına bindim. Arkadaş arabayı Kayseri’nin en işlek caddesinde, benim iş yerimin ve arkadaşlarımın olduğu bir köşede park etti. “Ahmetçiğim sen bekle ben hemen gelirim” dedi. Pijamalı, şehrin göbeğinde beni tanıyan esnafın arasında olmanın ne demek olduğunu tahmin edebilirsiniz. Çok geçmeden garip şeyler olmaya başladı. Normal bir günde bana selam verip gülümseyen esnaf dostlarım birer birer arabaya doğru yaklaşıp bana korku dolu ve ciddi bir havada bakıyorlar, selam melam vermeden uzaklaşıp gidiyorlardı. Bu durum epeyce devam etti. Bir an önce buradan gitmek için sabırsızlanıyordum Nihayet arkadaşım köşe başında görününce sevindim. Arabayla eve doğru yol alırken, arkadaşım gülerek bana döndü: “Ahmet biliyor musun bugün senin başına ne oyun getirdim?” dedi. 320 Iğdır Sevdası Umursamaz bir havada, “Hayır” dedim. Arkadaşım, “Tüm esnafı tek tek dolaşıp, ‘Bizim zavallı Ahmet aklını oynatmış, pijamalı arabaya zar zor bindirdim. Hastaneye götürüyorum’ dedim” O an işin ciddiyetini anlamıştım. Demek ki o yüzden esnaf arkadaşlar bana öyle dikkatli ve korku dolu gözlerle bakmışlardı! Esnaf arkadaşlarımın benim “akıl sağlığı”ma olan güvenlerini yeniden kazanmam kolay olmadı. İşimin başında ciddi havada yazıp çizerken, bazı esnaf arkadaşlar uzaktan beni gözlüyor, belki de içlerinden, “Yahu bu deli adam bunca işin altından nasıl da kalkıyor?” diye meraklanıyorlardı. Beni kötü tongaya düşüren arkadaştan intikamımı (!) almak için halen fırsat kollamaktayım.” “Diri” kardeşine “öldü” diye ihsan veren Nuri’nin hikâyesi: Iğdır, yıl 1941... Kahve ve lokantamızda Nuri isminde birisi çalışıyordu. Bulaşıkları yıkıyor, genel temizlik işlerini yapıyordu. Bu Nuri’nin bir de Abdullah adında küçük bir kardeşi vardı. Abdullah askerden yeni dönmüştü. Fotoğraf makinesiyle dolaşıyor, şipşak resim çekerek geçimini kazanıyordu. Sanırım fotoğrafçılık mesleğini askerlikte öğrenmişti. Bu kardeşler İran’ın Makü kasabasından göç edip Iğdır’a gelmişlerdi. Kız kardeşleri Makü bölgesinin hanı, Serdar Han’ın beşinci hanımıymış. Ne olup bitmişse bir gün bu iki kardeş baba topraklarını terk edip gurbete yani Iğdır’a düşmüşlerdi. İki kardeş birbirlerine oldukça düşkündü. Yemeleri içmeleri ayrı gitmezdi. Bir gün Nuri’yi çok düşünceli buldum. “Ne oldu, neden üzgünsün?” diye sorduğumda, Nuri, kardeşi Abdullah’ın birkaç günden beridir kayıp olduğunu ve kendisinden haber alamadığını söyledi. Birkaç gün sonra Nuri’yi Jandarma karakoluna çağırdılar. Sınır güvenlik güçleri Abdullah’a ait olduğu tesbit edilen elbise ve fotoğraf makinesini Aras nehri kıyısında bulmuşlardı. Nuri, elinde paketle lokantaya geldiğinde iki gözü iki çeşme ağlıyordu. “Ne oldu?” diye sorduğumuzda, kardeşinin Aras nehrinde yıkanırken Rus askerleri tarafından yakalanıp götürüldüğünü, elbise ve fotoğraf makinesinin nehrin kıyısında terk edilmiş olarak bulunduğunu söyledi. Elbisesinin cebinde de bir miktar para varmış Nuri günlerce ağladı. “Mutlaka kardeşimi öldürdüler. Ben de cebinden çıkan parasıyla ona ‘hayır’ dağıtacağım” dedi. 321 Hamza Aygün Pirinç, yağ, şeker ve un aldı. Kocaman kazanda pilav pişirdi. Un ve şekerden helva yaptı. Çarşı hamalının cebine para koyup, pilav ve helvayı yoksul evlere dağıttırdı. Tanıdıkları ve bizler Nuri’ye başsağlığı diledik. Böylece Nuri, çok sevdiği kardeşi Abdullah’ın acısını kalbine gömüp, eski yaşamına geri döndü. Dükkanımızda bir müddet çalıştıktan sonra ayrıldı. Uzun bir aradan sonra öldüğünü haber aldık. Bu olayın üzerinden 30 yıl geçmişti. Ankara’da bir şirkette görev yapıyordum. Arada bir Kızılay’daki Dadaş’ın Kahvesi denilen kahvehaneye uğrayıp hemşehrilerimle buluşuyor; sohbet edip hasret gideriyordum. Aslen Başköylü olan Dadaş boyu cüce denilecek kadar kısaydı. Şoför olmak istemiş ancak ayağı gaz pedalına yetişmediği için ehliyet alamamıştı. Hemşehrileri arasında çok seviliyordu. Bu kahvehaneyi açtığı zaman, arkadaşları ve civar esnaf ona “Dadaş” lakabını verdikleri için bu kahvehane gel zaman git zaman eş-dost arasında “Dadaş’ın kahvesi” olarak bilinir olmuştu. Bu kahvehanenin tiryakileri çoktu. Kısa öğlen tatilinde bile, Kızılay ve civar semtlerde çalışan hemşehriler kahvehanede alelacele çay içer, gönülleri rahat işlerinin başına dönerlerdi. Dadaş sonraki yıllar kahvehanesini satıp Iğdır’a döndü ve orada vefat etti. Allah rahmet etsin. Bir gün yine Dadaş’ın Kahvesi’ne uğramış, arkadaşlarla çay içiyorduk. Gözüm az ilerideki bir adama ilişti. Yere çömelmiş, saçı sakalına karışmış, kir pas içindeki bu adamın yüzünde derin bir hüzün vardı. Ürkek tavırla bize bakıyordu. Yanımda oturan Dadaş’a, “Bu adam kim?” diye sordum. Dadaş, “Tanımıyorum. İki gündür geliyor. Yere çömelip gelip gidenlere dikkatlice bakıyor. Sonra da sessizce çekip gidiyor” dedi. Bu açıklama beni meraklandırmıştı. Adama biraz daha dikkatlice baktım. Yüz hatları, gözündeki ifade bana yabancı gelmiyordu. Hafızamı biraz daha zorlayınca bunun Nuri’nin kardeşi Abdullah olduğunu anlamıştım. 30 yıl önce öldüğü varsayılan Abdullah! Ama olur ya hafızam beni yanıltabilir diye, emin olmak düşüncesiyle bir test yapmaya karar verdim. Gözlerimi ondan ayırmadan güya garsonu çağırıyormuşum havasında, “Abdullah!” diye bağırdım. Adam sesi duyar duymaz irkildi. Tavır ve davranışından onun Abdullah olduğundan artık şüphem kalmamıştı. Yanına gidip, “Abdullah yanımıza gel!” diyerek kendisini masaya davet ettim. Ürkek aramıza oturdu. “Sen beni nereden tanıyorsun? Adımın Abdullah olduğunu nereden 322 Iğdır Sevdası biliyorsun?” dedi. Gözlerimi onun durgun ve hüzünlü yüzünden ayırmadan, “Sen Nuri’nin kardeşi değil misin?” diye sordum. “Evet, dedi, peki ya sen kimsin?” “Ben de Rıza Aygün’ün oğlu Hamza’yım. Nuri lokantamızda çalışıyordu” dedim. Abdullah beni tanıdı. Yüzü birdenbire umut ve merakla dolmuştu. “Nuri nerede?” diye sordu. Sorduğu soruyu hemen cevaplayamadım. “Jandarmalar senin elbise ve fotoğraf makineni Aras kıyısında bulmuşlardı. Bunları Nuri’ye verdikleri zaman kardeşin senin için günlerce yas tuttu. Öldüğüne inanıp, “hayrına” pilav ve helva yapıp yoksullara dağıttı” dedim. Abdullah ben konuştukça ağlıyor, gözlerinden yaşlar sicim gibi boşanıyordu. Konuşmam bittikten sonra elini elimin üzerine koyup, hıçkırarak ve zorlukla konuşarak, “Nuri şimdi nerede?” diye sordu. Başımı eğip, “Abdullah, şimdi sıra sende. Nuri’nin “hayrına” pilav ve helva yap, yoksullara dağıt! Nuri sen kaybolduktan sonra senin acına dayanamadı, fazla yaşamadı. Yıllar önce Iğdır’da vefat etti” dedim. Abdullah’a bu kötü haberi vermek zorunda kalışım beni de oldukça üzmüştü. Ama kardeşinin akibetini benden daha iyi bilen yoktu. Ona karşı görevimi yerine getirmek zorundaydım. Abdullah’ı zorlukla teskin ettikten sonra Rusya’da başından geçenleri sordum. Abdullah, “Beni Aras nehrinde yakalayıp götürdüler. Uzun yıllar hapiste yattım. Sonra bir gün nasıl olduysa beni serbest bıraktılar. Bir gemiye bindirip İstanbul’a gönderdiler. Ankara’ya geldiğim zaman Iğdırlılar’ın bu kahveye gelip gittiğini öğrendim. Belki Nuri’ye rastlarım umuduyla kahvehaneye hergün gelip müşterilere göz atıyordum. Sen olmasaydın Nuri’nin akibetini asla öğrenemeyecektim” dedi. Abdullah parasız ve yoksuldu. Tanıdığı kimse yoktu. Muhacirlik hayatı ve hapishane yılları direncini kırmış, Abdullah’ı hayattan koparmıştı. Hiç tereddüt etmeden üzerimdeki yüklü parayı eline sıkıştırıp kapıdan yolcu ettim. Bir daha kendisini kimse ne gördü ne de haberini aldı. Kamerliler Kamerli, Erivan şehrinin 25 km yakınında ve bugün Ermenistan devleti sınırları içinde kalan bir kasabanın adıdır. Bu kasaba sakinlerinden İbrahim Kamerli (Navruzhan) 1910’lu yıllarda Türkiye’ye ticaret için gelip gittiğinden, Erzrurum’a kadar olan bölgedeki şehir ve kasabaları tanıma şansı olmuştu. Bu yüzden Erivan tarafında siyasi 323 Hamza Aygün durumlar karışınca ailesini yanına alıp, öteden beri yakından tanıdığı Iğdır kasabasına gelip yerleşmişti. Iğdır’da birçok gayrimenkuller alarak ticaret hayatına atılan İbrahim Navruzhan, Sovyet Devletinin kurulmasından sonra Markara köprüsü üzerinden Ermenistan’la ticaret yapmıştır. Aydın ve başarılı bir tüccar olan İbrahim Bey’in Kamerli Sura Hanım ve Kamerli İbrahim Bey kasabasındaki hemşehrileri, onun özendirmesi ve teşvikiyle Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir. Bu şekilde sınırı geçerek Iğdır’a gelen aileler arasında, kendi kardeşi Hacı İsrafil ve ailesi; hacı Salman ve oğulları Abbas, Hasan ve Hüseyin Aydoğdu; Meşe Şükür ve oğulları Hamit, Mecit ve İslâm Keskin; Celil Cantürk ve ailesi; Meşe Haydar ve ailesi; Hasan ve ailesi; Hüseyin Babuş ve oğulları Şaban ve Adil Kamerli; Allahverdi ve oğulları Oruç, Sefer ve Ali Babuş ve kızı Halime Bibi gibi isimleri sayabilirim. İbrahim Kamerli, Erivan’da alim Hoca Mirze Mıhemmed Axuntov’un, yine alim Hoca olan kızı Sura Hanım’la evliydi. Bunların Tevfik, Zekiye, Zeki, Şükran, Nuran ve Bünyamin adında altı çocuğu dünyaya gelmiştir. Tevfik Bey, 1938 yılında İstanbul’a göç ettti. Zekiye Hanım Cavat Arsak Bey’le evlenip bilahare İstanbul’a; Zeki Bey, Amerika’ya yerleşmiş. Şükran Hanım, Hamza Aygün’le evlenip bilahare Ankara’ya yerleşmiştir. Nuran Hanım, Mehmet Iğdır Bey’le evlenerek Iğdır’da kalmıştır. Bünyamin (Abdullah) Iğdır’da Kıymet Demirkaya Hanım’la evlenmiş ve Iğdır’da vefat etmiştir. Allah rahmet etsin. Kamerli Ailesiyle akraba olan Karahamzalı Meşe Hasan ve oğulları İsmail (Karadağ), Hacı ve sonradan Iğdır’da doğan Abbas ve Yılmaz kardeşler; Meşedi Abbas Kulu, Abu Bey Ayakta soldan sağa: Hamza Aygün, Gülaç, Hasan, Şükran Aygün; ve ailesi ve daha Oturanlar soldan sağa: Sura Hanım ve Kamerli İbrahim Bey 324 Iğdır Sevdası isimlerini hatırlayamadığım Kamerliler kendi kasabalarında esnaf oldukları için Iğdır’ın ticaret hayatına renk kattılar. O yıllarda Iğdır’da “Hazır Elbise” diktirip satan (ilk konfeksiyon) esnaf bu Kamerlili tüccarların arasından çıkmıştır. Kayınvalidem Sura Hanım: Sura Hanım, babası gibi alim ve hocaydı. Farsça, Arapça, Ermenice, Rusça ve Türkçe’yi çok iyi bilirdi. Örneğin Farsça bir kitap okuduğu zaman onu simultane çevirebilirdi. Sura Hanım’ın ele geçmez bir kütüphanesi vardı. Çoğu 500-1000 yıllık el yazması ciltlerden oluşan bu kitaplar birçok dilde yazılmıştı. 30cm X 40 cm ebatındaki bu kitapların çoğu ne yazık ki sürekli taşınma ve yer değiştirmeler yüzünden kaybolup gittiler. Kölan Ailesinden, edebiyat araştırmacısı ve hocası Firuze Hanım, Sura Hanım’ın kitaplığını gördüğü zaman, gönlünü kaptırmış; günlerce, “Bu kitapları ya bana satın ya da müzeye devredin” diye ısrar etmişti. Sura Hanım’ın mahalle içinde öğrencileri vardı. Eşim Şükran Hanım’da arada bir bu derslere katılır, kendisine verilen ödevleri yerine getirmeye çalışırdı. Belirli bir yaştan sonra insan hafızası ezber gücünü kaybettiği için Şükran Hanım bu ciddi eğitim disiplininden bazen sıkılmıyor da değildi... Böyle günlerde Sura Hanım yarı üzgün bir şekilde annemin yanına gider, “Allah kimseye kart (yaşlı) talebe kart gelin vermesin. Biri senin başına biri de benim başıma gelipti...” derdi. “Türkdönmez” Ailesi Erivan’dan 1923’de Iğdır’a göç eden bu ailenin reisi rahmetli Kelba Mustafa Bey idi. Çocukları: 1. Ekber 2. Mehmet Hüseyin 3. Asker 4. Abbas 5. Kenan 6. Yaşar 7. Tovuz Tovuz Hanım, Timur Turan’ın eşidir. Bugün bu aileden sadece Asker ve Tovuz kardeşler hayattadırlar. Ölenlere Allah rahmet etsin. Kardeşlerden dördü çok güzel fubol oynardı. Abbas ve Asker, müdafaada oynadıkları zaman, onlar için halk arasında “Çanakkale geçilmez” denilerek övünülürdü. Hüseyin Abi bankacıydı ve aynı zamanda Aras Sporun sol açığıydı. 325 Hamza Aygün Kenan Bey, bugünkü neslin bile ismini yakından tanıdığı sevilen birisiydi. Kelba Mustafa Bey’in kardeşi Kelba Veli Amca, güçlü ve dinç görünümlü birisiydi. Hüseyin Yaycı Bey’in kız kardeşi Sakine Hanım’la evliydi. Bu evlilikten Şaman; önceki evliliğinden de Sure isminde bir kızı vardı. Anlatıldığına göre, Veli Bey, Erivan’da yaşadığı zaman da hatırı sayılır birisiymiş. Veli Bey’in bugün çok akıllı, eğitim görmüş torunları vardır. Şöllü Ailesi Çok kıymetli Hacı Hüseyin Şöllü ve eşi Fatma Hanım, Şöllü Mihmandar’dan göç edip Iğdır’a yerleşmişlerdi. Çocukları rahmetli Emir Şöllü, Mehmet Şöllü, Hasan Şöllü ve Türkan Türkdönmez’dir. Şöllü ailesinden rahmetli Emir Bey, Iğdır’da ticaretle uğraşırdı. Beyler Bey’in küçük kardeşi Sultan Bey’in kızı Latife Hanım’la evliydi. İki oğlu ve bir kız çocuk sahibiydi. Çocukları halen Iğdır ve Almanya’da yaşamaktadırlar. Mehmet Şöllü, ileri görüşlü ve yetenekli bir tüccardı. Üç kız ve bir oğlan çocuğu sahibiydi. Kızları Leyla Arık, Necla Akyüz ve Farah Saita öğretmen; oğlu İbrahim Şöllü de avukat olarak çalışmaktadır. İbrahim Şöllü’nün “Hukuk okuma sevdası” konusunda gösterdiği çaba ve sebat şayanı dikkattir. Liseyi bitirdikten sonra ideali olan Hukuk Fakültesini kazanamayınca geçici olarak Erzurum İktisadi Ticari İlimlerde yüksek öğrenim hayatına başlamış; ikinci yıl tekrar sınavlara girmiş, ama yine Hukuk Fakültesi’ne puanı yetmeyince, İzmir Ziraat Fakültesine kaydını yaptırmış; yılmadan çalışarak üçüncü kez sınavlara hazırlanıp nihayet İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girmeyi başarmıştır. Bu çabası nedeniyle “Üniversite Fatihi” unvanını kazanan İbrahim Şöllü, bugün İzmir Konak’ta avukat olarak hizmet vermektedir. Kendisine başarılar dilerim. Hasan Şöllü, Iğdır’daki gayri menkullerin tasfiye edip, ailesiyle Bilecik iline yerleşmiştir. Çöllü Ailesi Bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Şöllü Mihmandar köyünden Iğdır’a göç eden rahmetli Meşe Hasan, sonra Hacı oldu. Bu aileyi şöyle sıralayabiliriz: Hacı Hasan Çöllü ve eşi Sakine Hanım; oğulları Hacı Ekber Çöllü, Dr.Abbas Çöllü; kızı, Resul Taner’in eşi rahmetli Sara Taner; kızı Nuri Çöllü’nün annesi Sura Çöllü; bu aileden sayılan rahmetli Kara Halil kardeşi Ali Bey, Salih Çöllü ve Muzaffer Çöllü. Çöllü ailesi yoğunluklu olarak ticaretle uğraşırdı. Bu aileden olan Dr. Abbas Çöllü, Iğdır’ın yetiştirdiği ilk yüksek tahsilli gençlerden birisiydi. Allah cümlesine rahmet etsin. 326 Iğdır Sevdası Rahimoflar (Kölan) Ailesi Iğdır’a Erivan’dan göç eden kültürlü ailelerden Aziz Bey ve eşi Fere Hanım anılmaya değer, saygın isimlerdir. Bu ailenin çocuklarını şöyle sıralayabilirim: 1.Enver: Kore Gazisi. Binbaşı. Vefat etti. 2.Niyazi: Ziraat Mühendisi. Vefat etti. 3.Raif: Emekli 4.Yıldırım Diş Tabibi. Vefat etti 5.Necati Tümgeneral. Cerrah. Eski GATA komutanı. 6. Firuze Edebiyat hocası. Sinop’ta yaşıyor. Necati Bey sınıf arkadaşımdı -1927 doğumlu olduğunu tahmin ediyorum- Ortaokulun süper öğrencilerindendi. O yıllar bize bir yılda üç karne verilirdi. Necati Bey, her üçünde de iftahar listesine girmeyi başardığı için, yıl sonunda Bakanlığın yayınladığı “İftahar Kitabı”nda ismi olurdu. Firuze Hanım, Sinoplu bir avukatla evlendi. Eşinin vefatından sonra bura halkı tarafından kendisine gösterilen ilgi ve sevgiden dolayı Sinop’tan ayrılmadı. Amcaçocukları rahmeti Hamit Kölan da kültürlü ve eğitimli bir aileye mensuptu. Aziz Bey ve ailesi 1940’lı yıllarda İstanbul’a göç ettiler. Ülkemize yararlı evlatlar yetiştiren Rahimofları saygı ile anıyorum. Iğdırmava’dan Tezel Ailesi Iğdır’ın en köklü ailelerinden olan Cafer ve Hasan Tezel kardeşler kasabanın renkli kişileriydiler. Cafer Sadık, Hasan Bey’in ağabeyi idi. Sadık Bey, genç yaşta Belediye Zabıta Müdürü oldu. Sözü sohbeti yerinde, sevilen sayılan bir şahıstı. Bilahare Ali Yardım’la “Çimen” denilen mevkide, Hanako çayı üzerinde “Malaganın Değirmeni” olarak bilinen bir su değirmeni inşa ettiler. Sonra oradan ayrılıp eski hastane önünde bir değirmen kurdular. Arazileri boldu. Ortaklara verirlerdi. Siyasete giren Sadık Bey İl Encümen Azası gibi görevleri başarılı bir şekilde yaptı. Toplum adamıydı. Yakın zamanda vefat etti. Allah rahmet etsin. Kendisi gibi iyi olan oğlu Baykara Bey’e de uzun ömürler dilerim. Hasan Bey, bir zamanlar Iğdır’ın kalbur üstü ve elit diyebileceğimiz beylerine elbise dikerdi. Fakat bu mesleği genç yaşta bıraktı. Seyahatı çok severdi. Her yıl mutlaka İstanbul’a gidip birkaç ay kalıp istirahat etmek gibi bir alışkanlığı vardı. Çok renkli bir insandı. Sohbet ettiğinde, sanki “Ağzından bal damlıyor” misali hoş ve tatlı bir üslupla konuşurdu. Çevresinde sevilip sayılırdı. Geç yaşlarda Kadir Günde Bey’in kız kardeşiyle evlendi. İki oğlan 327 Hamza Aygün bir kız çocuğu sahibidir. Hasan Bey çok yaşlanmadan vefat etti. Allah rahmet etsin. Oğulları İsa ve Musa kardeşlere başarılar dilerim. Ali Yardım Iğdır’ın varlıklı ve hakikaten yardımsever aydınlarındandı. Aslen Tuzluca’nın Alhanlı köyünden olan Ali Bey, Kağızman kasabasından Satır Ağa’yla akraba olduğundan gençlik yılları bu kasabada geçti. Daha sonra Iğdır’a gelip kamyon ve otomobil parçası acentası açtı. 1938-40 yıllarında koyun sürüsü sahibi oldu. Bu sırada ikinci evliliğini yaptı. Iğdır’ın Torun ailesinden Fettah Bey’in kızı Cemile Hanım’la evlendi. Her iki hanımından birçok çocukları vardır. Ali Yardım, Hac ziyaretini yaparken kutsal topraklarda vefat etti. Allah rahmet etsin. Hamit Çiftlik Hamit Bey, Aralık kazasının Çiftlik köyünden aydın bir insan olan Şıhali Bey’in oğludur. Tahsilin önemini kavrayan babası, Hamit Bey’i lise tahsilini müteakip İstanbul Yüksek Ticaret Fakültesine yolladı. Burada dört yıl öğrenim gören Hamit Bey, Iğdır’a yerleşip ticaret hayatına atıldı. Belirli bir müddet mağaza işleten Hamit Bey, daha sonra Iğdır Tarım Satış Kooperatif Birliği’nde “Başkanlık Murakıbı (Denetçisi” olarak görev yaptı. Burada 6 yıl çalıştıktan sonra Adana’da Çukobirlik bünyesindeki bir kooperatifin müdürlüğüne atandı. Daha sonra buradan ayrılan Hamit Bey Ankara’da DSİ Genel Müdürlüğünde görev yaptı. DSİ’den emekli olan Hamit Bey Ankara’da vefat etti. Hamit Bey, babası gibi ileriyi gören, çok temiz, akıllı ve kimseyi kırmayan, hatırşinas bir beyefendiydi. Iğdır’ın Bey ailelerinden Kelba Hüseyin Ali Bey’in büyük kızı Mine Selçuk’la evlenen Hamit Bey dört kız ve bir oğlan çocuğu babasıydı. Kızı Oya Çiftlik, yüksek tahsilden sonra PTT Genel Müdürlüğünde yönetici olarak çalışmaktadır. Evli ve bir çocuk annesidir. İkinci kızı Hülya Hanım Tıp Fakültesini bitirip Yüksek Lisans yaparak İç Hastalıkları Profesörü olmuştur. Hatırşinas ve insancıl yanı ağır basan Hülya Hanım, iki çocuk annesidir. Üçüncü kızı Asuman Hanım üniversiteyi bitirip PTT Genel Müdürlüğünde Daire Başkanlığı yapmaktadır. Doktor olan bir kızı ve bir oğlu var. Hamit Bey’in dördüncü kızı Nur Çiftlik, Ankara Üniversitesi Mimarlık Fakültesini bitirip mimar oldu. Evli bir çocuk annesidir. Hamit Bey’in tek oğlu olan Ali Çiftlik Ziraat Mühendisidir. Ankara’da Tarım Kredi Kooperatifleri’nde görev yapmaktadır. 328 Iğdır Sevdası Hamit Bey vatana değerli çocuklar yetiştirmiştir. Allah rahmet etsin. Persililer (Turan ve Karaca)Ailesi Ermenistan’ın Aras kenarından göç edip Iğdır’a ilk gelenlerdendir. Bunlar üç kardeş olup yaş sırasına göre Kelbayı Hasan Turan, Kelbayı Veli Karaca ve Ramazan Turan’dır. Soyadı Kanunu çıktığında Veli Bey her nedense “Karaca” soyadını almıştır. Bu kardeşler gösterişli, uzun boylu ve iri yapılı kişilerdi. Aydın ve kültürlüydüler. Zamanın basınını inceler, kendilerini dinleyen insanlara fikir verirlerdi. Kelba Hasan Turan Bey’in iki oğlu vardı: Timur ve Behman Turan. Timur Turan Bey, ticaret ve çiftçilikle uğraşırdı. Küçük oğlu Behman Turan Iğdır’ın ilk tahsil yapan gençlerinden olup Tıp Tahsilini yapmıştır. Bevliye Mütehassısı olup bir çok Iğdırlı hemşehrisinin derdine derman olmuştu. Bir kızı da Doktor Yusuf Bey’in babasıyla evlenmişti. Kelbayı Veli Karaca Bey’in iki oğlu, bir kızı var. Büyük oğlu Ali Karaca Ankara Hukuk Fakültesini bitirip hakim oldu. Küçük oğlu Ahmet Karaca Ankara’da tahsilini tamamlayıp uzun zaman Anadolu Ajansında Parlamento muhabirliğini yaparak bu kurumdan emekli oldu. Ahmet Bey, ta Mehmet Eminzade zamanından beri Azerbaycan Kültür Derneği’nin değişmez Genel Sekreterliğini yapmaktadır. Aybuke Hanım’la evli olan Ahmet Bey’in çocukları tahsillerini bitirip birisi mimar birisi de babasının mesleği olan gazetecilik yapmaktadır. Ramazan Turan, Hakveyis köyünde oturup çiftçilik yapmaktadır. Üç oğlan çocuğu sahibidir. Bunlardan Mehmet Turan Nüfus Memuru; Rıfat, terzi; Muharrem ise Iğdır Hakveyis’te çiftçi olarak yaşamaktadır. Ölenlere Allah rahmet etsin. Odoğlu Ailesi Rahmetli Naki Bey Iğdır’a 1926’lı yıllarında Erivan’dan göç etmiştir. Ailesini şöyle sıralayabiliriz. Eşi Münevver Hanım, oğulları Abbas ve Bekir Beyler; kızları Fahriye Hanım (Recep Bey’in eşi), Süheyla ve Ayten Hanımlar. Ayten Hanım, rahmetli Fevzi Aküzüm’ün eşidir. Naki Bey’in, Amca Bey adındaki kardeşi Iğdır’da terzilik yapmaktaydı. Eşi Zehrabeyim Hanım halen hayattadır. “Odoğulları” bilgili ve eğitimli bir aileydi. Iğdır’da iki tane güzel bağları ve bahçeleri vardı. Burada çok değişik meyve ağaçları yetiştirilir kaliteli meyve elde edilirdi. Hatta bir ara Naki Bey, Iğdır şeftalisinden konserve yapıp pazarlıyordu. Aile 40’lı yıllarda İstanbul’a göç etti. 329 Hamza Aygün Naki Bey cezaevinde Naki Bey’in kardeşi Amca Bey, Iğdır’a 30’lu yıllarda geldiği için, tıpkı diğerleri gibi Hüsnü Bingöl’ün yakın takibi altındaydı. Hüsnü Bingöl bunu görevinin gereği olarak yapardı. Benim duyduğum kadarıyla, Amca Bey, doğal olarak sınırın öte tarafında kalmış olan akraba ve arkadaşlarıyla bir zaman haberleşmiş; bu durum Hüsnü Bey’i rahatsız etmiş. Bu nedenle Naki Bey kısa bir gözaltına alınıp ailesi hakkında sorgulanmış. 30’lu yılların sonuna doğru başka bir olay nedeniyle Naki Bey tutuklanıp cezaevine konmuştu. Iğdır’ın sevilen insanı Naki Bey’in bir ay kadar cezaevinde kalmasına neden olan bu olayı birçok kez bizzat lokantamıza gelen jandarma ve erattan dinlemişimdir. Iğdır 236. Hudut Alayında askerliğini yapan erattan bir kaçı çarşı izinleri sırasında bir akşam üstü, Naki Bey’in Iğdırmava’daki evinin bahçesine girip, ağaçlardan armut koparmak istemişler. Bahçedeki gürültü nedeniyle Naki Bey elinde av tüfeği balkona çıkmış, karanlıkta seçemediği yabancıları korkutmak amacıyla bir el havaya ateş açmış. Ancak saçma parçası askerlerden birisine isabet edince, iş adliyeye intikal etmişti. Naki Bey yakalanıp cezaevine gönderilmişti. Hüseyin Yaycı Ailesi Hüseyin Bey, Iğdır’ın Yaycı köyünden olup tahsil için Rusya’nın çeşitli şehirlerinde bulunmuştur. Aydın, bilgili ve de yakışıklı bir beyefendi olan Hüseyin Bey, Kelba Veli Amcanın büyük kızı Sure Hanım’la evlidir. Çocukları: 1. Ergün: Bankacı 2. Ersan Mühendis 3. Birsen Sayan Ev kadını 4. Gülsen Karasu Öğretmen Hüseyin Amca ticaretle uğraşıyordu. Çok renkli ve saygılı bir kişiliği olan Hüseyin Bey belirli bir dönem İl Encüman Azalığı yapmıştır. Sayan Ailesi Ali Asker Sayan, Iğdır’ın sayılı ailelerinden meşhur Hacı Ekber Tufan’ın kardeşinin büyük oğludur. İktisat Fakültesi mezunu olan Asker Bey Ziraat Bankası’nda yüksek mevkilere geldikten sonra emekli olmuştur. Hüseyin Yaycı’nın büyük kızı Birsen Hanım’la evli olan Asker Bey’in çok değerli çocukları var. Gördükçe gurulandığımız Nejat Sayan Hoca, Ankara Dişçilik Fakültesi’nde Profesör ve Fakülte Dekanı olarak görev yapmaktadır. Güleryüzlü Nejat Hocamızın iki kızı vardır. Asker Beyin Üniversiteyi 330 Iğdır Sevdası bitiren kızları evli ve çocuk sahibidirler. Iğdır’ın Sultanabat Beylerinden Şefi Öcal Bey Şefi Öcal Bey Iğdır’da büyük arazileri olan bir beydi. Kendisi ve ailesi aydın insanlardı. Rus yönetimi zamanında liseye kadar okumuş, dünya ahvaline vakıf kültürlü bir insandı. İstanbul gazetelerini takip eder, kahvehanelerde oturduğu zaman masası onu dinleyen meraklılarla dolup taşardı. Tahsile önem verirdi. Bu yüzden çocuklarının eğitimiyle yakından ilgilenirdi. Büyük oğlu Yunus Öcal Bey, Orman Mühendisi olduğundan yurdun çeşitli yörelerinde görev yapıp emekli oldu. Ankara’da ikamet eden Yunus Bey burada vefat etti. Ondan küçük kardeşi Yakup Bey, zamanın şoför esnafındandı. Üçüncü oğlu rahmeti Behram Öcal Bey, Ziraat Mühendisi idi. Ziraatçılar içinde çok sevilip sayılırdı. Vefatına, Ankara’da bulunan arkadaşları ve sevenleri çok üzüldü. Anısına Ziraat Mühendisleri Odasında “Behram Öcal Kütüphanesi” adıyla bir oda açıldı. Bu oda etkinliklerine ve hizmetine halen devam etmektedir. Behram Öcal, 1957 seçimlerinde Kars’tan Milletvekili oldu. O zaman Mecliste CHP’ni temsilen Bütçe Komisyonu’nda görev yaptıı. İsmet İnönü ile çalışma şerefine eren değerli bir hemşehrimiz Behram Bey, talihsiz bir şekilde kendi arabasıyla Yalova yolunda geçirdiği bir trafik kazasında oğlu, kızı ve eşiyle birlikte olay yerinde vefat ettiler. Allah’tan hepsine rahmet dileriz. Kalan tek kızı Gözde’ye uzun ömürler dilerim. Gözde Bursa da Elazığlı bir beyle evlidir Küçük oğlu İslam Öcal Bey ticari işleri nedeniyle Iğdır’dan İzmir’e taşındı. Orada hemşehrileri tarafından çok seviliyordu; ancak bir hastalık nedeniyle zamansız olarak aramızdan ayrıldı. Allah rahmet etesin. Bekir Sungar Bey Beki Sungar Bey, Kazım Karabekir Paşa’nın Iğdır’ı savaşarak Ermenilerden temizleyen 9.Tümen subaylarındandı. Iğdır’da görevde bulunduğu yıllar, Torun ailesinin ileri gelenlerinden Naci Güneş Bey, Bekir Bey’in büyük kızı Hikmet Hanım’la tanışıp evlendi. O yıllarda Torun Ailesinin asıl lideri olan Kerem Bey ve kardeşleri Abdurrezak Bey, Fettah Bey çok hatırı sayılı kimselerdi. Bu yüzden Naci Bey’in düğünü o kadar şatafatlı olur ki “gelin alayı” bölgedeki diğer bey ve sevenlerin katılımıyla beş bin civarında bir atlı konvoyuyla hareket eder. Iğdırmava’daki düğün yerinde yaşanan eğlence ve merasim yıllar sonra bile büyük bir heyecan ve hayranlıkla anlatılırdı İstiklâl Madalyalı Binbaşı rütbesindeki Bekir Bey kendi isteğiyle ordudan emekli oldu. Son eşi Cemile Hanım ve daha önceki evliliklerinden Se331 Hamza Aygün niha, Kâzım, Feriha, Hikmet, Nazım, Sabahattin, Sabiha’yla beraber, kendilerine tahsis edilen bir eve yerleşerek Iğdır’ı kendisine yeni memleket olarak seçmiştir. Bu ailenin en küçüğü Turgut Sungar Bey, Iğdır’da dünyaya geldi. Bekir Bey, Iğdır’ın Tapu Dairesi müdürü olur ve bugünkü Iğdır’ın haritasını çıkarır. Tarla ve evlerin hudutlarını belirler. Bu konuda Iğdır’a büyük hizmetleri vardır. Ayrıca Iğdır’a ilk meteorolojiyi kuran Bekir Sungar Bey İkinci Dünya Harbi başlamadan önce Iğdır’da vefat etti. Cenazesi devlet töreniyle kaldırılıp o zamanlar Melekli yolunda bulunan Askeri Hastanenin arkasındaki mezarlığa defin edildi. Allah rahmet etsin. Bekir Sungar Bey memlekete çok hayırlı evlatlar yetiştirdi. Büyük oğlu rahmetli Nazım Bey, Harp Okulunu bitirdi. Binbaşı rütbesiyle memlekete hizmet verirken hastalanarak vefat etti. Sabahattin Sungar Maliye Meslek Okulunu bitirerek uzun yıllar yurdun çeşitli yerlerinde mal müdürü olarak görev yaptı. Sabahattin Bey, Iğdır’da görev yapan aslen Afyon’un Emirdağ ilçesinden, iyi bir ailenin kızı Behice Hanım’la evlendi. Dedesinin adı olan Bekir isminde bir oğlu ve iki kızı var. Sabahattin Bey, 1988 yılında Ankara’da rahatsızlanarak vefat etti. Rahmet olsun. Kızları Seniha ve Sabiha Hanımlar birer subayla evlenip Iğdır’dan ayrıldılar. Ortanca kızı Feriha Hanım İstanbul’a gelin gitti. Gelelim Bekir Bey’in en küçük oğlu Turgut Sungar Bey’e... İş Bankasına giren Turgut Bey becerisi ve kabiliyeti sayesinde emsallerinden evvel Banka Şube müdürlüğüne yükseldi. Bu bankadan emekli olduktan sonra başarılı bir yönetici olması camiada bilindiğinden Ankara’da İstanbul Bankası’nın Necatibey ve Kızılay Şubesi müdürlüğüne atanarak beş yıl çalıştı; bu bankanın Ziraat Bankasına devredilmesiyle Turgut Bey bankacılık mesleğini sona erdirdi. Turgut Sungar Bey aileden gelen yeteneği ile yağlı ve sulu boya resim sanatına başladı. Kısa sürede bu alanda çalışma yapan seçkin ressamlar arasına girdi. İş Bankası resim galerisinde sergilediği resimleri büyük bir ilgi gördü ve anında alıcı buldu. Iğdır’da dünyaya gelen Turgut Sungar’ın gençliği de hep Iğdır’da geçti. Uzun boyu ve aileden gelen yakışıklılığı derhal göze batıyordu. Ayrıca sanata ve spora karşı kabiliyetli olması nedeniyle de ön plana çıkıyordu. O yılların Iğdır gençliğinin kalbinde “Turgut Sungar” isminin ayrı bir yeri vardı. İkinci Dünya Harbi’nin neden olduğu karamsar yaşam koşullarında, Turgut Sungar ve arkadaşları Halkevinde müsamere, balo ve temsil oyunları tertip ederek halkın moralini yüksek tutuyorlardı. Bu oyunların çoğunda 332 Iğdır Sevdası kendisi bizzat baş rolde oynardı. Futbol ve özellikle voleybolda sergilediği yetenek unutulmazdı. Heyecanlı spor karşılaşmaları Iğdır’a renk katıyordu. Ayrıca şiir denemeleri de yapan Turgut Sungar halen Ankara’da oturmaktadır. Çok iyi bir insan olan Ayten Hanım’la evli olan Turgut Sungar’ın Hakan ve Dilek adında evli iki çocuğu var. Oğlu büyük bir firmanın Antalya bölge temsilciliğini yapmaktadır. Uzun ömürler dileriz. Saita Ailesi Mürsel Bey aslen Başköylü olup fabrikatör Resul Taner Bey’in yeğenidir. Rahmetli Ceyran Hanım’la evli olan Mürsel Saita Bey’in üç oğlu vardı: Mehmet Ali, Turgut ve Necdet. Zamanında akranları arasında bu üç kardeş “matematik uzmanı” olarak bilinirlerdi. Yetenekli olan Mehmet Ali Saita -Mürsel Bey’in büyük oğlu- mühendis olarak Karayollarına girerek Karayolları Bölge Şefliğine kadar yükselmiştir. Konusunda uzman olan Saita, bu başarısından dolayı, Türkiye’nin en önemli karayolu geçiş noktası olan Bolu vilayetinde uzun yıllar hizmet verdi. Iğdır’ın Bey sülalesinden olan Elmas Hanım’la evli olan Mehmet Ali Bey’in, ODTÜ mezunu iki mühendis oğlu ve bir de kızı var. Mehmet Ali Bey sosyal yardımlaşma ve girişkenlik konusunda son derece yetenekli birisidir. Birçok hayır kurumu ve derneğe üye olup, bu alanda başarılı hizmetler vermeye devam etmektedir. Ankara’da emekli olarak yaşayan Saita’ya uzun ömürler dilerim Mürsel Bey’in ikinci oğlu Turgut Saita da Karayolları’nda görev yapmış, çalıştığı yıllar sendika başkanlığına seçilerek Ankara’da görev yapmıştır. Üç kız çocuğu sahibi olan Turgut Bey halen Ankara’da emekli olarak yaşamaktadır. Mürsel Bey’in üçüncü oğlu Necdet Saita, rahmetli Albay Aslan Karasu’nun kızı Gönül Hanım’la evliydi. Mühendislik mesleğinde “akümülatör uzmanı” olarak özel bir prestij sahibi olan Necdet Bey’in bir oğlu bir de kızı vardır. Oğlu doktor olarak hizmet vermektedir. Iğdır’ın İlk Sakinleri 1. Cumhuriyetten evvel Iğdır’ın yerli ahalisi 2. Kurtuluştan hemen sonrasında terhis olan erat 3. Milli Mücadeleye katılmayan zabıtan 4. Iğdır’a ticaret için gelen Karadenizliler 5. Kafkas göçmenleri (Azeri, Kürt ve Terekeme) 6. Bulgaristan göçmenleri 333 Hamza Aygün 1. Iğdır’ın Yerli Ahalisi “Iğdır yerlisi” diye tabir edilen ahalinin bir kısmı o zamanlar kendilerine “Beyler” denilen ailelere mensuptular. Sosyal durumları ve yaşam biçimleri diğer ailelerden farklıydı. Giyim kuşamları günün modasına uyan bu “bey” ailelerinin çocukları günün okullarında az da olsa eğitim almışlardı. Bu ailelerin belli başlıların şöyle sıralayabiliriz. Sultanabat Beyleri: Iğdır’ın varoşlarında oturan Sultanabat Beyleri: 1. Hacı Hanlar Bey: Iğdır’ın İlk Belediye Reisi (1922-24) 2. Beylerbey Ailesi 3. Hanbaba ve Şefi Bey (Öcal) Ailesi 4. Mehmet ve Reşit Bey Ailesi 5. Paşa ve Ali Bey Ailesi 6. Kebo Bey 7. Gulemali Bey Ailesi: Gulemali Bey Rus yönetimi zamanında “Mirap” yani “su dağıtıcısı” olarak görev yapmıştır. Aras suyunu köylüleredağıtma görevi “Mirap” ın üzerindeymiş. 8. Rehim Bey ve oğlu İsmail Bey 9. Muhtara Bey ve Ailesi. Bu aile Şengoi aşiretiyle kız alıp-verme nedeniyle akrabaydı. Sultanabat’ta oturan ahali: 1. Kurban, Nebi ve Dadaş Akar Ailesi 2. Meşe Kanber ve Ailesi 3. Ali Yaşar ve Ailesi 4. Ejder Akar 5. Hüseyin Akar Iğdır’ın Bey Ailelerinin bir bölümü de köylerde yaşardı: 1. Çarıkçı Beyleri: Kelba Mehmet Ali Bey, Meşe Hüseyin Ali Bey 2. Yaycı Beyleri Behman Bey (Tahsildar) 3. Kasımcan Beyleri Gulem Kılıç Bey (Feyiz Kılıç’ın babası) 4. Oba Beyleri Kelba Kasım Bey, Hacı Mehmet Aydın Bey 5. Melekli Beyleri Ağa Bey (Zöhrap Makinist’in babası) 6. Karakoyun Beyleri Haydar Bey (Rıza Yalçın’ın babası) , Aziz ve Rıza Bey 7. Kızılzekir Beyleri Ali Bey, Yusuf Bey 8. Kadıkışlak Memed Bey (BaşkomiserFeridun’un babası) 334 Iğdır Sevdası 9. Aralık 10.Panik Paşa Bey (Ekinci) Fettah Bey (Güneş) Yerli Aşiret Beyleri 1. Ali Mirze Bey (Yiğit) 2. İsa Bey (Yiğit) 3. Bahri Bey (Yiğit) 4. Ahmed Şemo (Hun) 5. Kerem Bey (Güneş) 6. Fettah Bey (Güneş) 7. Abdurrezak Bey (Güneş) 8. Naci Bey (Güneş) 9. Kerem Bey (Güneş) 10. Mıhe Kazak (Gölalı) 11. İsa Bey (Turan ) 12. Temıre Gulê (Güney) 13. Ahmet Armağan 14. Abdullah Armağan 15. Abdulhadi Kuş 16. Mirze Bey (Hiloi aşiretinden) 17. Kerem Şengoi (Şen) 18. Hacı Ömer Şark 19. Hacı Şebap Şek 20. Esede Beko (Malgaz) Tuzluca (Kulp) Beyleri 1. Şamil Bey (Ayrım) Pernavut (Gaziler) 2. Cemşit Bey 3. Eloş Bey 4. Tepo Bey 5. Ziya Bey 6. Murat Bey 7. Cemil Bey 8. Yusuf Bey 9. Behman Bey 10. Tosun Bey 11. İskender Bey Gamışlı köyü (Doğusoy) 12. Elhanlı ve Aslan Beyler 13. Bahçeli Bey 335 Hamza Aygün Kağızmanlı olup Iğdır’a yerleşen beyler 1. Ali Ataman Bey 2. Osman Ataman Bey 3. İdris Ataman Bey 2. Kurtuluş sonrası terhis olan erat Orduda on yıl kadar askerlik görevi yaptıktan sonra memleketlerine dönmeyip Iğdır’a yerleşmeyi tercih eden bu eratı şöyle sıralayabiliriz: 1.Tüfekçi Ali Rıza Usta: Tüfek yapardı 2.Nalbant Recep: Askeriyenin nalbantçısı 3.Demirci İbrahim: (Dişçi İsmail ve Hakim Hüseyin Altay kardeşlerin babası ) 4.Gıyam Çavuş: (Gıyam Çavuş, gönlü hoş birisiydi. Devamlı sarhoştu) 5.Ali Çavuş (Ilgaz) Gümrük memuru 6.Fevzi Çavuş 7.Kâzım Çavuş: (Halk arasındaki lakabı “Kar Kâzım” olan Kâzım Çavuş, kasabanın en işlek meydanında oturur, “bul karayı al parayı” diyerek üç kağıt oynardı) 8.Ali Çavuş: Nalbant 9.Bursalı Hamdi: Alay katibi 10. Ali Çavuş: (PTT’de memur oldu. Oğlu Kemal arkadaşımdı. Ali Çavuş’un vefatından sonra ailesi Iğdır’ı terk etti) 11. Simsar Çavuş (Aslen Hasankale’den) 12. Akil Usta: (Terzilik yapardı. Karabekir Paşa’nın ordusunda terziymiş. Iğdır’a yerleştikten sonra buradan bir kızla evlendi. Tevfik adlı bir oğlu ve 5-6 torunu vardı. Tevfik Bey, Iğdır’ın bir zamanlar popüler gençlerinden Turgut Demirkaya’nın babasıdır) 4. Milli Mücadeleye katılmayan zabıtan 1. Cemal Toksözlü: Piyade Kol Ağası 2. Ahmet Kaptan:Denizci 3. Bedri Bey: Denizci 4. Rıza Ertan Jandarma Yüzbaşısı 5. Şevki Güner Tayyareci 6. Refik-Şefik Beyler Fabrikatör 336 Iğdır Sevdası 5. Iğdır’a ticaret için gelip yerleşen Karadenizliler 1. Talip Kalafat ve Ailesi 2. Osman Kalafat ve ailesi 3. Hamdi Kalafat ve ailesi 4. Kadir (Parlak) Usta: Makinist ve Elektrikçi Hacı Cahide, Mahide, Kadir ve Fatma Ertan Kardeşler Bu kardeşler henüz çocuk yaştayken babaları Rıza Bey, haksız bir suçlamayla karşı karşıya kalmış; onuruna ve gururuna yediremediği bu durum nedeniyle intihar etmiştir. Bu vahim olaya neden olan haksız suçlama şu şekilde gündeme gelmiştir: Hükümet, Cumhuriyetin kuruluşundan birkaç yıl sonra, ani bir kararla, Milli Mücadele yıllarında “padişah taraftarlığı”gibi nedenlerden dolayı savaşa katılmayan zabıtanı, ordudan ve sivil görevlerinden tasfiye etmeye başlamıştı. Örneğin o yıllar Iğdır’da Tarım Kredi Kooperatifi müdürü olarak görev yapan Cemal Bey, bu zan altında görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu uygulamaya kurban olanlardan birisi de Rıza Bey’di. Iğdır Reci Dairesi (Tekel) Müdürü olan Rıza Bey de aynı zan altında görevinden alınınca bunu kendisine onur sorunu yaptı. Halbuki herkes Rıza Bey’in Milli Mücadele yıllarında Irak cephesinde İngiliz kuvvetlerine esir düştüğünü; bu nedenle Milli Mücadeleye katılamadığını biliyordu. Rıza Bey, kendisine savunma fırsatı bile verilmeden bu şekilde suçlanınca kasabayı mateme boğan bir çıkış yolunu kendisine uygun bulmuştu. Allah rahmet etsin. Rıza Bey’in vefatından sonra Hüsnü Bingöl bu aileye kol kanat germiş, sorunlarına sahip çıkmıştır. Rahmetli Emine Hanım çocuklarını yetiştirmek için fedakarca mücadele etmiştir. Allah rahmet etsin. Hacı Cahide Hanım 20 yıla yakın bir süre Pamuk Tarım Satış Kooperatifinde memur olarak hizmet verdi. 60’lı yıllarda DSİ’ye girip oradan emekli oldu. Hacı Kadir, Iğdır’ın yetiştirdiği en yetenekli marangozlardan birisiydi. Halit Usta’nın yanında marangozluk mesleğini öğrenen Hacı Kadir, bir zamanlar Iğdır’da inşa edilen gösterişli evlerin çoğunun pencere ve kapısın bizzat kendi eliyle doğramış ve yapmıştır. Bizim evin yapımına da çok emeği geçmiştir. Halit Usta aslen Erzurumluydu. Osman Kalafat’ın kızı Rivayet Hanım’la evlenen Halit Usta’nın bir oğlu vardı. Halit Usta zamansız vefat edince oğlu, subay olan amcasının yanına gidip eğitimine orada devam etmiştir. Halit Usta, tınaz makinesi yapacak kadar son derece yetenekli bir ustaydı. İsmet Kalafat, Göçmen Ahmet (abisi Hasan, halk arasında “Eczacı Hasan” olarak bilinirdi. Edip Koçkaya’nın Emek eczanesinde kalfaydı) ve 337 Hamza Aygün Hacı Kadir bu ustanın yanında yetişmişlerdi. Hacı Kadir’in bir diğer özelliği, çok iyi bıçak ve makas bilemesidir. Halfe Kulu Akgün Halfe Kulu Bey aslen Iğdır’ın Melekli köyünden olup Iğdır’ın Karaağaç mahallesinde oturuyordu. Renkli, sevilen bir bey olan Halfe Kulu amcanın tavla oyunu seyre değerdi. Belediye reisi rahmetli Mir Ali Bey’le oynadığı zaman, kasabanın kalbur üstü takımından en az on kişi bu oyunu seyrederdi. Asıl mesleği tüccarlık olan Halfe Kulu Bey, Kafkasların büyük şehirlerine ve hatta Moskova’ya gidip gelmişti. Bu anılarını zaman zaman anlatırdı. Peri Hanım’la evli olan Halfe Kulu Bey’in Aydın, Kâmil ve Kurban (Abidin) adında oğulları ve iki de kız çocuğu var. Oğullarından Kâmil ve Kurban Melekli köyünde yaşıyorlar. Varlıklı bir kimse olan Kâmil Bey’in bir oğlu vatana hizmet verirken şehit olmuştur. Allah rahmet etsin. Halfe Kulu Bey’in en büyük oğlu olan Aydın Akgün Bey, Iğdır’ın saygın gençlerinden olup Iğdır’daki görevinden 1960’lı yıllarda ayrılıp, Ankara’ya gelmiş; burada kamu görevinde uzun yıllar çalıştıktan sonra emekli olmuştur. Iğdır’da bulunduğu yıllar Aydın Bey, aktif bir genç olarak, siyasete atılmış, DP İlçe İdare Heyetinde görev yapmıştır. Bilhassa sosyal yönü çok gelişkin olan Aydın Bey, Iğdır okul aile birliği başkanlığı yaptığı yıllar, bugünkü lise binasının üzerinde kurulu olduğu arsa alımında çok büyük hizmetler vermiştir. Ankara’da Iğdır Kültür Derneği yönetim kurulunda çalışan Aydın Bey’in yararlı hizmetleri vardır. Melekli Hümbet Bey’in kız kardeşi olan Uruk Hanım’la evli olan Aydın Bey’in bir oğlu ve üç kızı vardır. Yüksek tahsil yapan çocuklarından Mahizer, lise hocası; Günay, Yenimahalle Vergi Dairesi müdürü olarak görev yapmıştır. Aydın Akgün Bey Ankara’da oturmaktadır. Uzun ömürler dileriz. Aziz Yalçın Aslen Karakoyun ilçesinden olup “Bey” ailesindendir. 20’li yıllardan evvel Iğdır’da ikâmet eden Aziz Bey zamanında lise tahsili yapmıştır. 1930’lu yıllarda okur-yazarı bulunmayan Iğdır’da Aziz Bey, koltuğunun altında Cumhuriyet gazetesi ile dolaşırdı. O yıllar haftada iki gün kasabaya posta gelirdi. İstanbul’dan gelen gazete ve mecmualar belirli bir kesimin elinde okuyucu bulurdu. En çok da “Köroğlu” ve “Karagöz” dergilerine ilgi duyulurdu. Kullanılan dilin sadeliği ve karikatürler nedeniyle bu dergiler halkın seviyesine hitap eder; onların arasında kendisine müdavim okuyucu bulurdu. 338 Iğdır Sevdası Diğer yandan, Cumhuriyet gazetesi, yazı stili ve siyasi muhtevası nedeniyle daha çok fikir gazetesi olarak ancak elit bir kesimin ilgisini çekerdi. Kelbayı Ezet Hala’nın oğlu olan Aziz Bey, Mahı Hanım’la evliydi. İki oğlu bir kızı vardı. Oğlu Agâh Yalçın, Iğdır’ın ilk yüksek tahsil yapan gençlerindendi. Uzun zaman İstanbul Sarıyer Orman Bölge Müdürlüğü yapan Agâh Bey, Mersin’de yaşamaktadır. Kızı Tamarya Hanım medarı iftihar hemşehrimiz Rıza Yalçın Bey’in eşidir. Küçük oğlu Akil Bey uzun zaman üzüm bağlarını idare etti. Allah rahmet etsin. Hacı Molla Abbas Açıkgöz Aslen Hakmemet köyünden olup Iğdır vilayetinin ilk sakinlerindendir. İyi bir alim olan Abbas Bey sakin yaratılışlıydı. Kimseyi kırmazdı. Yüz ifadesi ve bakışları insana huzur verirdi. Hocalık mesleğini yapmaz ancak bazı hatırlı kişilerin nikâh yemeğinde dini nikâhı kıyardı. Abbas Bey bir manifatura dükkânı işletirdi. Kasabanın elit bir kesimi onu dükkânını ziyaret eder, sohbetlerine misafir olurdu. Rahmetli Hocanın üç oğlu vardı. Büyük oğlu terzilik yapardı. Küçük oğlu Celâl Açıkgöz, okulda en yüksek not alıp iftihara geçen talebeler arasındaydı. Sonraki yıllarda da zekâ ve kabiliyeti sayesinde mesleğinde zirveye çıktı. Ziraat fakültesini bitiren Celâl Açıkgöz yüksek lisans yapıp doktor unvanını aldı. Yurt dışında çeşitli incelemeleri ve çalışmaları olan Celâl Bey Kars’tan Keriman Hanım’la evlidir. İki oğlu iki kızı var. Oğlu Ali, diş tabibi; bir kızı Merkez Bankası’nda memurdur. Celâl Bey, babası gibi sevecen, hatır gönül bilen, iyi bir insandır. Birçok sosyal aktivitenin içinde olan Celâl Bey, Ankara’da oturmaktadır. Karxınlılar (Karasu Ailesi) Karxın, Oğuz boylarından birisinin adıdır. Bu aile o kadar geniş bir topluluktur ki tamamını anlatabilmek ayrı bir kitap olur. Biz burada aile reislerini verip başlıca kişilere değineceğiz Aile Reisleri: Meşe İsa Karasu, Cafer Karasu, Sadık Karasu, Mehmet Tağı Karasu Meşe İsa Karasu: Altısı oğlan üçü kız dokuz çocuk sahibiydi. Oğulları Ayhan, İbrahim, İnayet, Hüseyin, Yadullah ve Muzaffer; kızları Cevahir Parlar (Hacı Nağdali Parlar’ın eşi), Sultan Bey’in hanımı ve Şerebani Hanım. (Erken vefat eden bir kızı daha vardı) İbrahim, İnayet, Hüseyin ve Yadullah kardeşler PTT müdürü olarak 339 Hamza Aygün emekliye ayrıldılar. İnayet Bey, Allah’ın rahmetine kavuştu. Kalanlara uzun ömürler dilerim. Şerebani Hanım, Sadık Karasu’nun ilk hanımıdır. Evlilikten sonra görme yetisini kaybedince eşinden ayrılıp, kendi halinde bir yaşam sürdü. Cafer Karasu: Çocukları Ali, Latif, Kemal ve Oğuz Cafer Karasu çiftçilik ve ticaretle uğraşırdı. Ayrıca Iğdır ve Taşburun da fabrikaları vardır. Şimdi İzmir’e kadar uzanan Karasular orada da hatırı sayılır bir tüccar ailesi olmuşlardır. Doktor olan Kemal Karasu, Iğdır ve Ankara’da bir çok hemşehrilerin derdine derman olmuştur. Cafer Karasu eli açık, fakir fukaraya kimseye göstermeden yardım eden bir beyefendiydi. Yaptırmış olduğu cami bu an ibadete açıktır. Rahmet olsun. Büyük oğlu Ali Karasu Iğdır’ın siyaset profesörüdür. Seçimler geldiğinde Ali Bey’in mağazası ve evi dolup taşmaktadır. Kimseye hiçbir kötülüğü olmayan Ali Karasu bir beyefendidir. Sadık Karasu: Sofrası açık, her lokmasını halkla paylaşan güler yüzlü bir insandı. Taşburun köyüne gelip de Sadık Karasu’nun sofrasında bulunmayan tek bir Iğdırlı yoktur. Ankara’ya geldiğimde, eskiden Iğdır’da görev yapıp ayrılan kamu yöneticilerinin ilk sorduğu isim Sadık Karasu olurdu. Kafkas ırkının gösterişli, atletik yapılı, iyi ata binen ve silah kullanan, “koçak” bir beyefendisiydi.. Allah rahmet etsin. Sadık Bey Taşburun’da otururdu. Sosyal yönü çok kuvvetli olan Sadık Bey, Tarım Birliğinin senelerce başkanlığını yapmıştır. Umumiyetle çiftçilik yapardı. Üzüm bağları meşhurdu. Düğünlerde halay başı çeker, çok güzel Kafkas oyunlarını oynardı. Çocuklarını şöyle sıralayabiliriz: Dadaş, Tevfik, Gıyas; kızları Latife, Güvercin, Güler, Leman, Nahide ve ismini hatırlayamadığım iki kızı daha vardı. Sadık Bey çok nüktedandı. Kızlarının üç tanesi evlendikten sonra son üç kızını bir günde evlendirdi. Köyde, “Duyduk duymadık demeyin bekâr kızım kalmadı” şeklinde tellâl bağırtarak kızlarıyla evlenmek isteyen köy delikanlılarını artık boşuna ümitlenmemeleri için uyarmıştı. Büyük oğlu Dadaş yakınlarda Tanrının rahmetin kavuştu. Çiftçilikle uğraşıyordu. Allah rahmet etsin. İkinci oğlu Tevfik Bey, Ankara Üniversitesini bitirerek TEK kuruluşunda uzun yıllar Finans müdürlüğü yaptı. Son memuriyeti Başbakanlıkta idi. Oradan emekli olan Tevfik Karasu bir ara siyasete soyundu. Aday oldu. Kendi akrabaları lehine adaylıktan çekildi. Tevfik Karasu Bey, Hüseyin Yaycı Bey’in hanım kızı Gülsen Hocayla evlendi. Bir oğlu bir kızı var. Oğlu Hakan Diş Tabibi olup İngiltere’de Yüksek 340 Iğdır Sevdası Lisans yapmıştır. Halen Diş Fakültesinde hocadır. Kızı ise TRT’de görevlidir. Ankara’da oturan Tevfik Karasu’ya uzun ömürler dilerim. Güvenilir bir dost olan Gıyas Karasu tahsilini yaptıktan sonra TEK’te çalışmaya başladı. Bu kurumda Daire Başkanlığına kadar yükseldi. Halen bu görevinde çalışmaktadır. Tevfik Karadağ’ın hanımefendi kızlarından Adile Hanım’la evlenen Gıyas’ın bir oğlu var. İstanbul Tıp Fakültesini bitiren Aykut, Yüksek Lisan ve Doktora çalışmasını Amerika’da yapmıştır. Evli ve bir kız çocuğu babasıdır. Mehmet Tağı Karasu Mehmet Tağı Bey, Karxınlı ailelerin ileri gelenlerindendir. Cesur ve atak bir kişiliğe sahip olan Mehmet Tağı Bey, Iğdır ve Taşburun’da sevilip sayılırdı. Üç oğlundan Rıza Karasu sınıf arkadaşımdı. Rıza Bey, zeki ve akıllıydı. Lise mezunu oldu. Yedek Subay hizmeti sırasında orduda subay olarak kalmış, Yüzbaşı rütbesinden emekli olmuştu. Iğdır’da ticaretle uğraşarak emeklilik yıllarını geçirdi. Rıza Bey, kuzeni Güvencin Hanımla evliydi. Başarılı ve yetenekli çocukları oldu. Bunlardan Coşkun Bey inşaat mühendisi olarak çalışmaktadır. Rıza Beyi çok genç yaşta kaybettik. Allah rahmet etsin. Eşi ve çocuklarına uzun ömürler dilerim. Tağı Demirel Iğdır’ın Şıracı köyünden Tağı Bey Iğdır’a yerleşerek tüccarlık yapmıştır. Güzel ve akıllı konuşmasıyla meşhurdu. Tağı Bey’in , Hanım ve Hacer isimli iki eşinden bir düzine evladı olmuştur. Bunlardan Oruç, İsmet, Hidayet, Tuncer ve diğerleri... İsmet Demirel askerlik görevini yaparken bir görev uçuşu sırasında uçağın kazaen düşmesiyle şehit oldu. Oruç Demirel, Iğdır’ın seçkin tüccarları arasındaydı. Çocuklarının tahsili için Ankara’ya yerleşen Oruç Bey, Rıza Aygün’ün kızı Nahide Hanım’la evlenmişti. İki oğlu ve bir kızı var. Büyük oğlu Mubin lise hocası olup Denizli ilinde çalışmaktadır. Nejat, ticaretle uğraşıp Ankara’da bir fabrikanın mümessilliğini yapmaktadır. Kızı Müge Hanım, Ankara Gazi Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirdikten sonra öğretmenliği seçip Adapazarı liselerinde hocalık yapmaktadır. Genç yaştaki eşini kayıp eden Oruç Bey halen Ankara’da emekli olarak yaşamaktadır. Ekber Usta (Tekinbaş) Erivan muhaciri Ekber Usta evvela Kars’ta çalışıp bilahare Iğdır’a 341 Hamza Aygün gelmiştir. Sanatının zirvesinde hizmet veren usta, uzmanlığını çizme üzerinde geliştirmişti. Onun çizme üstündeki ünü, yarış atı binen tüm seçkin aileler tarafından bilinirdi. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerden bile sipariş alırdı. Yapmış olduğu körüklü çizmeler belirli kesimin ayağında olurdu. Hafif kulak özürlü olan usta , meslek sırrını ve prensibin kendi tabiriyle “kirişleme olmaz” sözüyle açıklardı. Uyduruk ve ucuz kunduracılar, zahmetten kaçmak için, “kiriş” denilen yapıştırıcı parçalar kullanırlardı. Ekber Usta, bu türden meslektaşlarını asla affetmez, onların yaptıkları ayakkabılara gülerek bakardı. Eber Usta bir aydan evvel siparişlerini teslim etmezdi. Kundurayı yine kendi tabiri ile kalıpta günlerce “olgunlaştırır”, böylece kunduralar belirli bir form aldıkları için deforme olmazlardı. Ekber Usta yeri doldurulamayacak bir ustaydı. Sure Hanım’la evli olan Ekber Usta hayatının son yıllarında Ankara’ya yerleşti. Artık emekli olan Ekber Usta, en pahalı pabuçları eline alır, gülerek “Bunlar da pabuç mu?” derdi. Ekber Usta Ankara’da vefat etti. Rahmet olsun. Büyük oğlu Hidayet Tekinbaş Özel İdare Müdürlüğünden emekli olup Ankara’da yaşamaktadır. Iğdır’da Tapu ve Kadastro Müdürlüğünde çalışan oğlu Kâmil Tekinbaş tahsilini ve mesleğini ilerletmek için 3 yıl Ankara’da Tapu Kadastro okulunda okudu. Bu okulu birincilikle bitiren Kâmil, Ankara Çankaya Tapu Dairesine atandı. Okul birincilerine şehir seçme hakkı tanındığı için Kâmil Bey Ankara’yı tercih etti ve bilahare Yenimahalle Tapu Müdürü oldu. Bu görevinden emekli oldu. Kâmil Bey, Küllük köyünden Dilaver Hanım’la evlidir. Kendisini bu köydeki akraba dostlarına adayan Kamil Bey’e gerek Küllük gerek Iğdır’dan dostları misafir olarak gelir. Misafirlerine hürmet eden Kâmil Bey’in evi hasta ve iş arayan hemşehrileriyle dolup taşmaktadır. Bu kadirşinaslığı ve cömertliği nedeniyle Kâmil Bey, Küllük ve Iğdır’da çok sevilmektedir. Kâmil Bey, Ankara’daki Iğdır Kültür ve Okutma Derneği başkanı iken mesleğinin yardımı ile derneğe bir arsa aldı. Buraya, Iğdırlı yüksek öğrenim gören gençler için bir yurt yapılacaktı. Ancak Iğdırlı hemşehrilerimiz gereken yardımı yapmayınca, arsa uzun süre boş kaldı. Sonraki yıllar belediye bu arsayı parselledi. Küçülen arsayı en sonunda Derneğin yeni yöneticileri sattılar. Böylece Iğdır gençliği bir yurt binasından oldu. Kâmil Bey’in hizmetleri yazılmayacak kadar çoktur. Ankara’da oturan Kâmil Bey’in Gülçin isminde bir kız var. Uzun ömürler dileriz. Tağı Toktamışoğlu Karakoyun ilçesinden Kâzım Bey’in oğludur. Erzurum Ziraat Fa342 Iğdır Sevdası kültesini bitiren Tağı Bey Ankara’da rahmetli Rıza Yalçın Bey’in kızı Ayten Hanım’la evlendi. İki oğlu olan Tağı Bey’in büyük oğlu Murat doktor olup özel bir hastanenin müdürlüğünü yapmaktadır. Küçük oğlu Serhat Elektronik Mühendisi olup İrlanda’da bir görevdedir. Çok değerli bir kişiliği olan Tağı Bey, DÜÇ Genel Müdürlüğüne girdikten sonra bu görevinde Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükseldi. Buradan emekli olan Tağı Bey Ankara’da yaşamaktadır. Sağlıklar dileriz. Mir Necef ve Mir Cafer Yeşilyurt Iğdır’ın kadim yerlilerinden olan bu beyler, peygamber sülalesinden gelen muteber seyitlerdir. Anne ve baba tarafından Mir Cabbar Ağa ile Halime Hatun Hanım’ın akrabalarıdırlar. Söğütlü mahallesinde oturan Mir Necef Bey’in Hanım isimli eşinden bir oğlu bir kızı vardı. Oğlu Mir Kasım, Iğdır’ın iyi terzilerindendi. Kasım Usta, askerliğini Kağızman’da o zamanlar “zatlı” tabir edilen bir biçimde yani teçhizatı, elbisesi ve süvari atı kendisinden olacak şekilde yaptı. Bilahare terziliği bırakıp esnaflığa soyundu. Terzilik ve dokumacılıkta kullanılan araç gereç satardı. Ancak terzilik mesleği sağlığını bozmuştu. Kasım Bey, Sonabeyim Hanım’la evlenmişti. Yaşar ve Serpil adında iki çocuğu vardı. (Kasım Bey’in vefatından sonra Sonabeyim Hanım, Şıh Hüseyin Balamir’le evlendi) Oğlu Yaşar PTT Müdürlüğünden emekli oldu. Öğretmen olan kızı Serpil, Ali Rıza Efendi’nin büyük oğlu Nusret’le evlendi. Bu ailenin süper akıllı çocukları bilgisayar mühendisi ve doktor oldular. Mir Necef Efendi’nin kızı Hatice Hanım semaver ustası Abdulali Bey’le evlendi. İki oğlundan Zülfikar Bey, halen İller Bankasında görev yapmaktadır. Kardeşi Mir Cafer’in Tutibeyim isimli tek kızı Zeynelabidin Özmen’le evlidir. Çocuklarından Aydın Özmen, İstanbul’daki Iğdır Ambarının sahibidir. Oruç Vurgun (Iğdır Ambarı) Oruç Bey aslen Iğdırmava mahallesindendir. Iğdır’da ticaretle iştigal ediyordu. 1930’lu yıllarda İstanbul’a göç ederek Iğdır’ı terk etti. Bir daha hiç dönmedi. Gezmeye bile gelmedi. İstanbul’da Iğdır Nakliyat Ambarı diye bir şirket kurarak kısa sürede Doğu bölgesinde isim yaptı. O yıllar tüm doğu vilâyetleri Trabzon üzerinden İstanbul’a bağlanıyor, ticaretlerini bu yolla yapıyorlardı. Iğdır Ambarı da bu güzergâh üzerindeki tüm illere ama özellikle Erzurum,Kars,Iğdır,Ağrı ve Van illerinin mallarını taşırdı. Bu yüzden Oruç Bey kısa sürede iyi para kazanıp zengin oldu. 343 Hamza Aygün Doğudan İstanbul’a giden tüccar veya esnaf Oruç Vurgun Bey’e uğrardı. Bazen İstanbul’da parası biten hemşehrilerimize Oruç Bey yardım elini uzatır, onları sağ salim memlekete dönmelerini sağlardı. Oruç Bey Iğdırlılar için bir kapı görevi üstlenmişti. Güvenilir bir adresti. Çocuğunu okula yada askere gönderen aileler parayı Iğdır Ambarı’nı adres göstererek gönderirdi. Hiç evlenmeyen Oruç Vurgun yaşlanmaya başlayınca, işleri çekip çevirmesi için akrabası Ayhan Özmen’i İstanbul’a götürdü. Yetenekli bir genç olan Ayhan Bey işleri kısa sürede kavradı. Oruç Vurgun Bey’in vefatından sonra işlerini daha da büyüterek zengin oldu. Önceleri Sirkeci’de hizmet veren Iğdır Ambarı şimdi belediyenin gösterdiği yeni yerinde görevine devam etmektedir. Ayhan Bey’e başarılar dilerim. Mir Cabbar Yeşilyurt Iğdır’ın ilk esnaflarından olan Mir Cabbar Yeşilyurt, uzun yıllar askeriyeye gıda müteahhitliği yaptı. Hatırı sayılır ve birleştirici bir kişiliği vardı. Evlenmelerde aranan kimseydi. Kız evi naz ettiği zaman Mir Cabbar Ağa, bir yolunu bulur kız babasını ikna ederdi. “Hem yiyin hem de diyin” Mahallede kız kaçırılmış. Oğlan evi Mir Cabbar Ağa’ya gidip, “Aman kız evini ikna et!” gibi kendisinden oldukça zor bir istekte bulunmuşlar. Ne de olsa kızının kaçırılmasını içine sindiremeyen kızgın babayı ikna etmek pek kolay bir iş değildi! Cabbar Ağa sakin ve sessiz kız evine gidip oturmuş. Kendisine saygıda kusur etmeyip baş köşeye oturtmuşlar. Cabbar Ağa, kız babasının ağzından kızgınlıkla çıkan bir “hayır, olmaz!” sözünden geriye dönüş olmadığını bildiğinden konuya hemen girmemiş. Cabbar Ağa’nın niyetini sezinleyen kızgın baba her an olumsuz bir cevap vermeye hazır öylesine duruyormuş. Cabbar Ağa konuyu daha uygun bir zamanda açmak için fırsat kolluyormuş. Nihayet ev sahibi Cabbar Ağa’yı sofraya davet edince, böyle bir fırsat kendiliğinden doğmuş. Masaya oturan Cabbar Ağa, tam yemeğe başlarken, “Sözümüzü diyerek mi yiyelim yoksa yedikten sonra diyelim?” diye sorunca, kız babası, içindeki kızgınlığı unutup, “hem yiyin hem de deyin” demek zorunda kalmış. Ve hayırlı iş oluvermiş! Iğdır’da gösterişli bir cami yoktu. Bir gün cemaat Cabbar Ağa’ya giderek durumu anlatıp, “Biz de Iğdır’da iyi bir eser bırakmalıyız” demişler. Bunun üzerine Mir Cabbar Ağa kasaba eşrafından bir kurul topladı, - dernek falan yoktu- görev taksimi yaptı. 70-80 yaşındaki aksakallı ve sevilen kim344 Iğdır Sevdası seler harman günü köylere dağılacak, cami için yardım toplayacaktı. Cami yapımı için her köy 1-2 ton buğday hibe etti. İlçede mimar yoktu. Caminin plan ve tasarımını belediye kalfası Ömer Oruncak üstlendi. “Millet Bahçesi”nin (belediyenin parkı) bir kısmı bu iş için tahsis edildi. Parkın yanındaki tarihi bir binanın taşları ve başka yerlerden getirilen yapı malzemesiyle caminin inşaatına başlandı. İnşaat üç yıl devam etti. Her yıl, aynı şekilde köylerden toplanan pamuk ve buğdayın satışından elde edilen parayla eksikler tamamlandı. Ömer Oruncak, sıradan bir yapı ustasıydı. Camiye kubbe yapacak becerisi yoktu. Mecbur kalıp üstünü çatıyla kapattılar. Bu nedenle kasaba halkının gönlü buruk kaldı. Caminin yapılmasında Laşdan Usta’nın da çok emeği geçmişti. Bayburtlu ustalar kasabamıza gelince, minaresini onlar çıktı. Caminin yapılmasında emeği geçen herkese Allah rahmet etsin. Cabbar Ağa Banu Hanım’la evliydi. Bu evlilikten Cengiz, Haşim, Hüseyin ve Hasan olarak 4 oğlu, birisi Safiye iki kızı vardı. Iğdır’da vefat eden Cabbar Ağa ve ailesi Iğdırmava mezarlığında yatmaktadırlar. Cümlesine Allah’tan rahmet dileriz. Ağ Kişiler (Celil ve Cabbar Aksoy) Aslen Erivanlı olan ve Iğdır’a ilk gelen Kafkas göçmenlerinden “Ağ Kişiler”, aydın ve kültürlü kimselerdi. İki kardeş, Celil ve Cabbar Aksoy Beylerin çocukları iyi eğitim alıp mesleklerinde başarılı oldular. Celil Bey terzilikle uğraşırdı. Kasaba merkezinde, belediye önünde emlâk sahibiydi. Celil Bey’ini ilk hanımından dört ikinci hanımından bir kızı vardı. Çocukları Dr. Yusuf Aksoy; Tıp Fakültesini bitirip dahiliye mütehassısı olan Yusuf Aksoy, Iğdır dahil yurdun çeşitli yerlerinde görev yapmıştır; Öztekin Aksoy, tahsilini tamamladıktan sonra Almanya’ya göç etti ve halen orada yaşamaktadır. Kızlarından biri rahmetli Saatçi Tevfik Solmaz’la evlenip İstanbul’a göç etti. Diğer bir kızı, Sahibe Hanım, Latif Çınar’la evli olup Almanya’da terzilik yaptı. Küçük kızı Şengül, Mehti Mis Beyin baş komiser emeklisi olan oğlu Muhtar Mis’le evlidir. Bu ailenin çok akıllı çocukları var. Ailenin diyebilirim hepsi yüksek tahsil yapmıştır. Ölenlere rahmet. Cabbar Aksoy, Sadık Tezel Bey’in Nazeni isimli kız kardeşiyle evli olup Iğdır’da aktarlık (baharatçı) yapmaktaydı. İyi bir insan Cabbar Bey’in Turgut ve Tuncay adına iki oğlu ve bir kızı vardı. Turgut rahmetli olup Tuncay Bey yaşamaktadır. Kızı Firuze Hanım Yusuf Dinç Bey’le evli olup üç oğlu bir kızı vardır. Ankara’da oturan Yusuf Dinç’in çocuklarından Vural Dinç, Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Hakimlik mesleğinden emekli oldu. Ünal Dinç, Ankara’da avukatlık yapmaktadır., Ankara Tıp Fakültesi mezunu olan Oktay 345 Hamza Aygün Dinç Kulak-Burun-Boğaz Profesörü olarak Antalya Tıp Fakültesi’nde hizmet vermektedir. Sefa Dinç Merkez Bankası’nda çalışmaktadır. Yusuf Bey vefat edip eşi Firuze Hanım Ankara’da yaşamaktadır. Uzun ömürler dilerim. Qado (Kadir) ve Zozan Hanım 1930’lu yıllarda Iğdır’da yakacak dendiği zaman akla sadece “tezek” gelirdi. Büyük baş hayvanların otlarken kırda ve merada bıraktıkları dışkılar güneş altında kurur, iyi bir yakacak maddesi olurdu. Bazı kimseler bunları toplayıp lokanta gibi ocak kullanan esnafa satardı. Qado bu şekilde geçimini temin edenlerden birisiydi. Qado, yanında merkebi ve “têr” denilen kocaman heybeleri, “naxır”ın (büyükbaş hayvan sürüsü) otladığı yerlerde (Xanbaba’nın çimeni) dolaşır, kuru tezekleri heybelere doldurup ihtiyacı olanlara satardı. Özellikle tandırda yakılan bu tezeklerin bir heybesi 15-20 kuruşa mal olurdu. Bu şekilde tezek toplamak ve satma işini artık bir meslek haline getirmiş olanlardan birisi de Yusuf Ağaydı. Kendisi bizzat bu işle iştigal etmez, yardımcıları tezekleri bir yerlerden toplayıp getirirlerdi. Eşi Zozan Hanım da pazarlık ve para toplama işini üstüne almıştı. Lokantamızın günlük ihtiyacı olan iki “têr” tezeği Yusuf Ağa yıllarca karşıladı. “Şele yapıp satarlardı” Tezekten başka yakacak maddesi olarak “kerme” dediğimiz, koyun ağıllarındaki dışkının bir kış boyu üst üste yığılıp sertleşmesi sonucu oluşan kalın tabakanın, daha sonra kesilip ve kurutulmasıyla elde edilen özel bir “tezek” daha vardı. “Kerme”nin hem kalorisi daha çoktu hem de ağır ağır yandığı için köz yapardı. Bundan başka, sonbahar aylarında pamuk sezonun sonlarına doğru, köylüler pamuk tarlasındaki kuru çöpleri “şele” dediğimiz türden, kocaman yükler halinde bağlayıp sırtlarına vurar, ev ev dolaşıp ihtiyacı olanlara yakacak maddesi olarak satarlardı. Kaymakçı Topal Abes ve Kaymakçı Esker Iğdır’da o yıllar büyük ölçekte pamuk ekimi yapılırdı. Çırçır fabrikalarında pamuğun elyafı alınır geriye kalan çekirdek atık madde olarak bir yerde depolanırdı. Pamuk yağı kullanım alanı bulamadığından, çiğitten yağ elde eden fabrikalar yoktu. Depolanan çiğit iki amaç için kullanılırdı: Yakacak ve yem maddesi olarak. Bazı aileler kış aylarında tezek ve kermenin üzerine çiğit dökerlerdi. İçinde yağ olduğundan sobanın alevi daha da alazlanır, iyi bir ısı elde edilirdi. Bazı aileler de çiğidi hayvan yemi olarak kullanırdı. Her evde birkaç 346 Iğdır Sevdası tane manda (camış) beslenirdi. Iğdır’ın kaymağı çok meşhurdu. Özellikle çiğitle beslenen mandadan elde edilen yoğurdun üzerinde bir parmak kalınlığında kaymak olurdu. Iğdır’ın ilk kaymakçısı Topal Abes’tir. Sonraki yıllar Kaymakçı Esker bu görevi devam ettirdi. Kaymakçı Asker’in annesi Urkiye (Rukiye) Hanım Erivan göçmeniydi. Urkiye Hanım’ın iki oğlu bir kızı vardı. Diğer oğlu Yılmaz yüksek tahsil yaptı. İstanbul’da vefat etti. Yılmaz’ın oğlu, Ziya Ayrım’ın kızıyla evlendi. Urkiye Hanım’ın kızı Seriye Hanım, İsmet Yeşilçimen’in annesiydi. Seriye Hanım’ın eşi Kadir Emmi, Melekli köyünden Hacı Kahraman’ın oğludur. Reşit Usta (Taşkınsu) Hacı Kahraman Melekli de isim yapmış, kültürlü birisiydi. Fabrika sahibiydi ve halk arasında sevilir sayılırdı. Yine bu ailden, Hacı Kahrman’ın erkek kardeşinin çocukları olan Reşit, Kasım, Kamber ve Hacı Taşkınsu da çeşitli nedenlerden dolayı kasaba halkının yakından tanıdığı isimlerdi. Reşit Taşkınsu çok efendi birisiydi. Değerli evlatlar yetiştirdi. Reşit Taşkınsu’nun en büyük özelliği, araba yapma konusundaki becerisiydi. Bu yüzden halk arasında “Reşit Usta” olarak çağrılırdı. O yıllar yük taşıma ihtiyacı için dört tekerlekli öküz arabaları oldukça revaçtaydı. Reşit Usta’nın elinden çıkan arabalar 1.5-2 ton taşıyacak kapasitede ve 15 yıl kadar uzun ömürlü olurlardı. Reşit Usta’dan başka bu işe emek verenler arasında Ejder’in oğlu Kurban Usta, Kars Caddesinde Mehmet Usta, Halfe Kulu’nun oğlu Abidin Usta ve Nefes Usta’nın isimlerini sayabilirim. 30’lu yıllarda halk arasında “daşka” diye tabir edilen at arabaları pek kullanılmazdı. Her nedense bu arabalar ilk kullanıma çıktığı zaman, “fugon” adıyla bilinirdi. Sürmeli Beyleri (Bazı kitaplar bir boşluğu doldurur, okuyucunun ilgisini kazanır. Nihat Çetinkaya’nın ‘Iğdır Tarihi’ bu türden bir kitap olarak, Iğdırlının elinin altından eksik etmediği, değerli bir çalışmadır. Ümit ederim buna benzer tarih araştırmaları sıklaşır, Iğdır’ın akademik ufku genişler. Mücahit) Sürmeli köyü, Iğdır İplik Fabrikasının yukarısında, tarihi Kervansaray kalıntılarına yakın bir yerdedir. Eskiden Iğdır’ı Tuzluca’ya bağlayan yol Sürmeli köyüne yakın bir mesafeden geçerdi. Bu köye yakın bir mesafede Çincavat köprüsü vardı. Çincavat çayı, dar bir yatakta akıp Aras’a kavuşurdu. 30’lu yıllarda gerek Çincavat gerekse Aras üzerinde birçok demir köprüler 347 Hamza Aygün inşa edilmişti. Küçük tonajlı arabaların geçmesine uygun şekilde inşa edilen bu köprüler sonraki yıllar birer birer yıkıldılar. Sürmeli köyünden Mehmet Bey ve Nağdeli Kahveci, Iğdır’da isim yapmışlardı. Akil Çetinkaya isiminde bir oğlu vardı. Yakın bir zamanda vefat etti. Allah rahmet etsin. Değerli gençlerimizden Nihat Çetinkaya, Akil Çetinkaya’nın oğludur. Erhacı Yatırı (Türbesi) Rus yönetimi zamanında Erhacı köyüne Azeriler yerleşikmiş. Bu köyün arkasında kocaman bir dağ var. Iğdır bölgesindeki değirmen taşları, bu dağdaki kayalardan kesilirdi. Sarı renkteki bu taşlar, ustaları tarafından ölçülüp biçildikten sonra binbir zahmetle kayalar halinde ocaklara taşınır, taş ustaları istenen şekil ve büyüklükte değirmen taşı imal ederdi. Bu dağın bir diğer özelliği de ruhani yönüydü. Dağın, obayla kucakaştığı yerde içinde “yatır” olan bir mağara vardı. Halk arasında “yatır”la ilgili çeşitli rivayetler dolaşırdı. Hafta sonları aileler guruplar halinde Erhacı Yatırı’na gider, hem kurban kesip dini vecibelerini yerine getirir hem de piknik yaparlardı. Mağaraya yakın bir yerde doğal bir kaynaktan buz gibi sular akardı. Ağrı Dağı’ndaki yabani keçi ve geyiklerin gelip bu sudan içtekleri söylenirdi. Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra Erhacı yasak bölge içine alındığından ahalisi Pulur ve diğer köylere gidip yerleşti. 1950’den sonra bir kısımı tekrar köylerine geri döndüler. “Aşiret tarım hayatına başladı” Iğdır’da yaşayan aşiret aileleri Cumhuriyet’in ilk yılları tarım yerine tamamen hayvancılığa yöneldiler. Yaz aylarında Zor, Sinek, Mergemir, Koçbaşı gibi yaylara göçen aşiretler, kış aylarında ovaya inerlerdi. 1950 yılından itibaren aşiretin bir kesimi tarıma yöneldi. Bu konuda oldukça da başarılı oldular. Bu işi en iyi becerenlerin başında “Armağan” ailesini sayabilirim. Ali Mirze Bey Iğdır’daki aşiretler arasında sözü geçen ve lider durumunda olan Ali Mirze Bey’di. Kimse onun sözünden çıkmazdı. Torun Beyleri kendi bölgelerindeki aşiretlerin sorunlarına önderlik eder, yol gösterirlerdi. Ama ne zaman ki bölgeyle ilgili önemli kararlar alınsa, kitle Ali Mirze Bey’in önderliğini benimserdi. Ali Mirze Bey’in Hamidiye Alayları ve kendi milis kuvvetleriyle 348 Iğdır Sevdası Iğdır’ın kurtarılmasındaki emeği çok büyüktür. Allah rahmet etsin. Ali Mirze Bey’in oğlu İsa Yiğit ve yeğeni Bahri Yiğit de sözü geçen, saygı duyulan kimselerdi. Bunlar gün boyu kasabadaki lokanta ve kahvehaneler arasında mekik dokur, halkın dertlerine kulak verir, onların sorunlarına çözüm bulmak için çaba gösterirlerdi. Allah cümlesine rahmet etsin. Timur ve Ekber Necilli Kardeşler Hacı Ekber ve Timur Necilli kardeşler, Erivan yakınlarındaki Necilli köyünden göç edip Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi. Timur Bey kültürlü, iyi giyinen bir beyefendiydi. Ticaretle uğraşırdı. Iğdır’ı temsilen uzun yılar İl Genel Meclisi Üyeliği yaptı. Bu görevini vefatına (1949) kadar devam ettirdi. Timur Beyin bir oğlu iki kızı vardı. Bir kızı, Ceylan Hanım, Hacı Ekber Çöllü’nün; diğer kızı da Iğdır’ın değerli gençlerinden Mikail Demirci’nin eşidir. Ekber Necilli çiftçilikle uğraşırdı. Sakin yaratılışta ve kendi halinde bir beyefendi olan Ekber Beyin oğlu Faruk Bey sınıf arkadaşımdı. Nüfus müdürlüğünden emeklidir. Çok güzel bağ ve bahçe sahibidir. Ölenlere rahmet, hayattakilere uzun ömürler dilerim. Eşref Kaya Eşref Kaya 1936-37 yıllarında Iğdır’a tek başına geldi. Uzun boylu yakışıklı bir tipti. Terekeme asıllıydı. Çok geçmeden Hüsnü Bey, Eşref Kaya’ya ilgi gösterip sorunlarına yardımcı oldu. Pamuk Tarım Satış Kooperatifine memur olarak girip çalışmaya başladı. Iğdırmavalı Hacı Ümmet Uşağı’ndan Hüseyin Kulu ile Ziver Hanım’ın kızı Fatma Hanım’la evlendi. Hüseyin Kulu vefat ettiği zaman, Eşref Kaya aile reisi olarak bu serveti idare etti. Bir ara Kars merkezde “Kars Palas” otelini işletti. 5-10 yıllık bir süreden sonra bu oteli Veyis Koçulu’ya devredip tekrar Iğdır’a döndü. Milletvekili Mehmet Hazer’in özel ilgi ve yardımıyla Iğdır PTSK’ne müdür oldu. Orada bir iki yıl çalıştıktan sonra, kooperatifin tasfiyesine yakın bir zaman İstanbul’a taşındı. Veyis Koçulu’nun sahibi olduğu bir otelin müdürü olarak İstanbul’da çalışmaya başladı. Bir ara gayri menkullerini tasfiye etmek için Iğdır’a gitmişti. Ani bir kalp kriziyle vefat etti. Allah rahmet etsin. Uç Beyleri Doğu Anadolu’da Kağızman, Kars, Van ve Erzurum il ve ilçelerde kendilerine “yerli” tabir edilen bir halk kesimi vardır. Bunların kökeni Os349 Hamza Aygün manlı-İran arasında yüzyıllar boyu süren din savaşlarına kadar gider. Kendisi de bir zamanlar Bizans sınırında “Uç Beyliği” olarak kurulan, buradan bir cihan imparatorluğuna dönüşen Osmanlı Devleti, Şii mezhebinin Anadolu’ya girişini engellemek için sınır boyundaki illere “Uç Beyi” denilen Sünni mezhebinden aile ve kavimleri yerleştirmiştir. Bu aile ve topluluklar sonraki yüzyıllarda “yerli” adını alarak bölge halkıyla kaynaşmış ve temel bir unsur olmuştur. Uç beylerine örnek olarak Kağızman’da Ataman ailesi, Van’da Vural Ersoy ve Turgut Bey örnek gösterilebilir Kars’ta “yerli” tabir edilen aileye örnek olarak “Bezbaşlar”ı göstermek mümkündür. Bir zamanlar siyasetin renkli kişisi Mamil Ağa (Koç) ve Belediye başkanı Navruz bu guruba mensupturlar. Mamil Ağa’nın oğlu Celâl Nuri Koç sonraki yıllar Iğdır’da hakimlik yaptı. Halkla iyi bir diyalog kurup sevgisini kazandı. 50’li yıllarda liste başından milletvekili seçildi. Belediye Başkanı Navruz’un adını anıp da “dıbızlamak” kelimesini hatırlamamak mümkün değil. (Hamza Aygün amcanın bu hatırlatması üzerine Cengiz Ekinci’nin Ayhavar Gazetesini karıştırdım. 6 Ekim 1952 tarihinde “Navrızname” adı altında Cengiz Ekinci’nin artık bir klasik olmuş “Dıbızlaram” şiirinden birkaç satırı sizlere sunuyorum. Mücahit) Dıbızlaram!.. Mırtıllama gabağımda kuyruk-kulağıng dazlaram, Keserem lap dençeğini samanlığa tulazlaram, Erittikçe şu beldenin pullarını soncuklama Ulama çakga misali, bığ-sakgalıng alazlaram (...) Velhasıl balam Navrız, vız narvızın vız vızlaram... Narvız, andolsun Allah’a pöççüğünden dıbızlaram. Çerkez Ağa Lezgi Çerkez Ağa’nın adı hafızama “yemek”le bağlantılı olarak kazındığı için, Iğdır’daki klasik yemek kültürü üzerinde birkaç laf etmenin yararlı olacağına inanıyorum. Iğdır’ın en temel yemeği “bozbaş” tır. Türkçe buna basit bir tabirle “nohut yahnisi” de diyebiliriz. Ancak “bozbaş”ın kendine özgü bir hazırlanışı ve tadı vardır. Her şeyden önce “bozbaş” sanıldığı gibi karmaşık bir yemek çeşidi değildir. Basit birkaç unsurdan oluşur: Koyun eti, nohut, sarı kök ve karabiber. “Bozbaş”ın kalitesini belirleyen en önemli öğe ise ettir. Eskiden Iğdır’da “bozbaş” çok daha lezzetli olurdu. Çünkü hayvanlar 350 Iğdır Sevdası besiye alınmazdı. Meralarda doğal olarak beslenir ve tuz verilirdi. Bu etle yapılan “bozbaş”ın ayrı bir tadı olurdu. Hele dağların yüksek eteklerinde boy veren “kriko” dediğimiz bir çeşit yaban otuyla beslenen erkek keçinin etiyle yapılan “bozbaş”ın tadı asla unutulamaz! Et, kocaman bir kazanda kaynatılır. Zaman zaman üzerindeki “kef” denilen köpük alınır. Ayrı bir kapta pişirilen nohutla karıştırılır. Sarı kök ve karabiber eklenir. Sarı kök etin tadını alır. Asıl görevi ise hazmı kolaylaştırmaktır. Gelelim Çerkez Ağa’ya...Çille köyünün üzerinde “Çıngel” yaylası vardır. Çerkez Ağa ve kardeşleri o yaylanın sahibiydiler. Bir gün kızlarını Doğubeyazıt’a gelin verdikleri için, yayla yerinde düzenledikleri düğün merasimine babamı da davet etmişlerdi. 9-10 yaşlarımda ancak vardım. Obaya gitmeden önce annem biz çocukları iyice tembihlemişti: “Açgözlülük edip yemeğe saldırmayın, tamam mı!” Oba yerinde büyük bir şölen hazırlanmıştı. Yer ocaklarında ve sac içinde pişirilen kebapların kokusu yeri göğü almıştı. Çok geçmeden sofraya davet edildik. Etleri önümüze yığıp, “Buyurun!” dediler. Gözümü annemden ayırmadan kibar (!) bir havada et parçalarına uzanıyordum. Ama et o kadar lezzetliydi ki! Daha fazla dayanamayıp, annemi ve telkinini unutup etlere balıklama daldım. Karnımı bir güzel doyurmuştum. O günkü etin lezzetini başka da hiçbir yerde asla tatmadım. Aradan yıllar geçmişti. Yine kısa bir Iğdır ziyaretim sırasında bacanağım Mehmet Iğdır’ın fabrikasında oturmuş dalgın bir şekilde gelen gidene bakıyordum. Gözüme bir adam ilişti. Tanımıştım. Çerkez Ağa’nın oğluydu. Düğün günü birlikte oynamış, hoşça vakit geçirmiştik. Yanına gidip, “Merhaba” dedim. “Beni tanıdın mı?” Dikkatlice yüzüme baktı baktı.. Beni tanıyamamıştı. “Hani hatırlıyor musun, kız kardeşinin düğününde oba yerine birkaç günlüğüne misafirliğe gelmiştik. Ay ışığında oba halkı yallı giderken biz de onları seyrediyorduk. Baban (Çerkez Ağa) çadıra geldiği zaman, herkes nasılda saygıdan sus pus oluyor, utanarak bir yerlere saklanıyorlardı!..” Geçmişin toz pembe hayalleri arasında kaybolmuş bu hatıralar onu gerilere götürmüş, yüzü ve gözleri tatlı bir tebessümle aydınlanmıştı. Kuban (Mazanof) Ailesi Kuban Ailesi Iğdır’ın eski zenginlerindendi. Eset, Sefereli ve Seyfeli adındaki bu üç kardeşin bir manifatura mağazası vardı. Ayrıca Melekli 351 Hamza Aygün köyünde da koyun sürüleri varmış. Ağrı Dağı İsyanı yıllarında (1926-30) bir gün çapulcular Seyfeli’yi öldürüp koyunları İran’a kaçırınca, bu trajik olay nedeniyle Eset Amca, sinir hastalığına yakalanmış. Vücudu ve elleri durmadan eser, hareketlerini zorlukla yapardı. Ailenin ekonomik gücü de o günden sonra zayıflamış. Eset Amca, Hacı Ekber Tufan’ın kızı Hacer Hanım’la evliydi. Oğlu Şerafettin Erzurum lisesinden mezun olduktan sonra yüksek tahsil gördü. Halen Aksaray’da bir eczane işletmektedir. Zengin ve aristokrat bir aileden gelen İranlı bir kadınla evlendi. Bugünkü Iğdır belediye parkının yarısı Ziya Kuban’a diğer yarısı da kayınpederim Kamerli İbrahim’e a aitti. Ancak belediye oraları istimlâk edilip sahiplerinin ellerinden aldı. “Oğul o helisedir” Mecit ve Hamit Hun kardeşler Eset Amcanın evinde kalarak ortaokula gidip geliyorlardı. Eset Amcanın evi bizim eve çok yakındı. Oğlu Ziya da akranım olduğu için beraber oynardık. Bir gün sabah vakti sokakta durmuş yoldan geçenleri temaşa ediyordum. Hamit Hun’un ağır adımlarla elinde kocaman bir setil’le (kova) geldiğini gördüm. Biraz daha yaklaşınca kovanın içinin bir çeşit aşla (yemek) dolu olduğunu gördüm. Kokusu insanın burnunu alan ve iştahını kabartan bu yemeğin üzeri erimiş yağla kaplıydı. Hamit Hun, Esat Amcanın bahçe kapısından içeri girdi. Koşarak eve geldim. “Ana, ana!” diye bağırdım. Annem dışarı çıkınca, “Ana, Ziyagile, bir setil dolusu aş aparırlar. Üstü de hammısı yağ!” dedim. Annem güldü. “Oğul o aşın adı helisedir” dedi. O gün canım bu aşı nasıl da istemişti! Meşe Eset Ogan Enver Ogan’ın babası Meşe Eset Melekli köyünün muhtarıydı. Korkusuz ve kararlı bir insandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında o bölgede kanun kaçağı ve eşkıya çoktu. Bunlardan birisi de meşhur “Çilli” idi. Meşe Eset, “Çilli”yi yakalatan adam olarak ün salmıştı. Çilli, Rusların İran’ı işgal ettiği yıllar (1945-47) düzenli olarak İran’a gidip gelirdi. Bu durum Hüsnü Bey’i çok rahatsız ediyordu. Adamları onu sürekli takip ediyordu ama kıstırmaları mümkün olmuyordu. Nihayet Meşe Eset’in yardımıyla “Çilli” yakalanınca derin bir nefes aldılar. Aynı şekilde kaçak olarak ün yapan “Eşto” da Meşe Eset’in gayret ve cesareti sayesinde 352 Iğdır Sevdası saf dışı bırakıldı. Bir jandarma erini öldüren Kör Hacı da kendi rızasıyla Meşe Eset’e gidip teslim olmuştu. Meşe Eset Pamuk Kooperatifinde azaydı. İdare heyetinde de birçok defalar görev aldı. “Melekli köyü kabile kabiledir” Melekli köyünde Dolabılar, Çılıxlar, Artantaşlar ve Araslar gibi farklı kabileler vardır. Bunların en kalabalığı Dolabılar’dır. Tufan ve Kuban ailesi bu kabileye mensuptur. Artantaşların köken olarak çok eskiden İran’dan geldikleri söylenir. Meşe Hebib, Meşe Dadaş ve Hacı Allahverdi adlı üç kardeşin zürriyeti bugün çok kalabalık bir aile topluluğu oluşturmaktadır. Değerli gençlerimizden Yücel Artantaş, Meşe Hebip’in torunudur. Çınar Ailesi Çınar Ailesi aslen Küllük köyündendir. Aile reisi Meşe Yunus iki evlilik yaptı. İlk eşi Merhamet Hanım’dan Abdullah, Hüseyin ve İsmail; ikinci eşi Ümmü Leyla’dan da, Abbas, Latif ve Hedoş (Hediye) isimli çocuklar dünyaya gelmişlerdi. Meşe Yunus vefat ettikten sonra ev reisliği Merhamet Hanım ve büyük oğlu Abdullah’ın eline geçtiği için, Ümmü Leyla Hanım Küllük köyüne geri dönmek zorunda kaldı. Orada Celil Aras’la ikinci bir evlilik yaptı. Değerli eski Kars Milletvekilimiz Sabri Aras bu evlilikten dünyaya gelmiştir. Çınar Ailesi ticaretle uğraşırdı. Kasaba merkezinde bir manifatura dükkanları vardı. Hüseyin Çınar mağazayı idare eder, abisi Abdullah Çınar da yılın büyük bir bölümümü İstanbul’da geçirerek dükkâna mal gönderirdi. Abdullah Çınar eğitimli birisiydi. Muhtemelen lise mezunuydu. Geriye kalan kardeşlerden Hüseyin, Abbas ve İsmail ortaokul, Latif de ilkokul mezunuydu. Benim de içinde bulunduğum bu kuşağın en büyük şansızlığı, lise eğitimi yapabilecekleri yıllarda bir dünya savaşının (1939-45) yaşanmış olmasıydı. Ailelerin maddi gücü çok sınırlıydı. Çocuklarını uzak illere gönderme gücünden yoksundular. Bu yüzden bizim kuşak çok az lise mezunu verdi. İsmail Çınar zahirecilik yapar, “Kapan” denilen mevkide buğday alıp satardı. Abbas Çınar da genellikle pamuk ve yün işine girerdi. En küçük kardeşleri Latif Çınar, büyük bir sebat ve çalışkanlıkla terzi İsmail Özgül’ün yanında bir yandan çıraklık yapıyor bir yandan da bu mesleğin inceliklerini öğreniyordu. Çınar Ailesine ekonomik darbe 1954 yılında dünya ve Türkiye genelinde pamuk fiyatları hızla yükse353 Hamza Aygün lişe geçti. Biraz sermayesi olan tüccarlar ellerindeki parayı pamuğa yatırdılar. Fakat çok geçmeden pamuk fiyatları anormal şekilde düşünce, ellerindeki pamuklar değer kaybetti. Bazı tüccarlar iflas edip piyasadan tamamen silindiler; bazıları da sermayelerini kaybederek ciddi bir para krizi yaşadılar. Ne yazık ki Abdullah Çınar da ekonomik bunalımdan kötü şekilde etkilendi; sermayesini büyük ölçüde kaybetti. İstanbul’daki esnafa olan borçlarını ödemek için Iğdır’daki gayri menkullerini de satmak zorunda kalınca, Çınar Ailesi uzun süre belini doğrultamadı. Abdullah Çınar bu krizden sonra Küllük köyüne gidip yerleşti. Orada kavak ekimi yaptı. 1970’li yıllarda vefat etti. İsmail Çınar Iğdır Belediye Kütüphanesinde memur olarak görev yaptı. Hüseyin Çınar, DÜÇ’de muhasebeci oldu. İstanbul’da vefat etti. Latif Çınar uzun yıllar Almanya’da kaldı. Oradan emekli oldu. Şu an Yusuf Bey’in oğlu Prof. Oktay’la evli olan kızının yanında Antalya’da yaşamaktadır. Abbas Çınar’ın öldürülmesi Abbas Çınar renkli ve karizmatik bir gençti. Futbol, voleybol oynar; düğünlerde halay başı çekerdi. Uzun boylu, yakışıklı ve cesurdu. Kavgacı bir tip değildi. Kardeşi İsmail’in eşi Ayten Hanım’ın kız kardeşiyle sözü kesilmişti. Evlilik hazırlığını yapıyordu Ayten Hanım’ın babası aslen Küllük köyündendi. Tahsil yapıp öğretmen olan Ali Bey, sonraki yıllar Kars’a gidip yerleşmişti. Ali Bey’in oğlu Yücel Bey sonraki yıllar Türkiye’nin sayılı işadamlarından oldu. Tarık Şara’yla ortaklaşa birçok firma kurdu. Abbas Çınar’ın öldürülmesi adi bir cinayetti. Melekli köyünden Kamber’in oğlu Kasım (Taşkınsu) onu vurdu (1952) Ölmeden önce kendisini vuranın “Kasım” olduğunu söyledi. Bir adli hata olarak başka bir “Kasım”ı cezaevine koydular. O da kalp krizinden öldü. Yanlışlık anlaşılınca Kasım Taşkınsu yakalanıp cezaevine kondu. Mir Ali Ağa (Ural) 1950’li yıllarda Iğdır’a Belediye Başkanlığı yapmış olan Mir Ali Ağa, Iğdırmava’nın köklü ailelerindendi. Kasaba merkezinde bir manifatura dükkanı vardı. Eşi Terlan Hanım, Meşe Abbas’ın kızıydı. Rıza Yalçın, 1950 yılında Belediye Başkanlığına yeniden aday olmak istemedi. Ama kendisinden sonra gelecek adayın Iğdır’a lâyık, temiz ve güvenilir birisi olması için özellikle çaba sarfetti. Bu arayış içinde Mir Ali Ağa’yı ön plana çıkardı. Mir Ali Ağa gerçekten de Iğdır’daki barış ve sükunet havasının devamını başarıyla sağladı. Mir Ali Ağa hoş sohbet, hazır cevap ve nüktedandı. Kasabanın elit 354 Iğdır Sevdası kesiminden bir gurupla yaptığı iddialı tavla oyunları dillere destandı. Millet Bahçesindeki en güzel masaya kurulur, rakibini karşısına alıp ona meydan okurdu. Büyük bir kalabalık hemen onların etrafını alır, neşeli sohbetler ve iddialı çekişmeler (!) arasında bazen gün boyu süren bir oyuna kendisini kaptırırdı. “Ver bığın altına!” Belediye Başkanı Mir Ali Ağa bir gün kaymakamı yemeğe davet etmişti. Kaymakam sofrada çekingen davranınca, Mir Ali Ağa, kaymakamı yemeğe iştahlandırmak için, sitem eder bir ses tonuyla, “Ver bığın altına!” demiş. Zavallı kaymakam bu sözden hiçbir şey anlamamış. Elinde çatalı şaşkın gözlerle Mir Ali Ağa’ya öylece bakakalmış. Mir Ali Ağa, kaymakamın içinde bulunduğu sıkıntılı durumu fark etmiş. “Ne oldu Kaymakam Bey? Senin bığın yani bıyığın yok mu?” “Evet var...” “E, bığın altında da ağzın yok mu?” “Evet var..” “Ver bığın altına, demek, çatalı ağzına koy demektir. Yani çekinme, yemek ye!” Kaymakam bu açıklamayı neşeli gülümseyişle karşılamış, yemeğini iştahla atıştırmıştı. “Birisi de öbür yandan... “ Bir gün Karadenizli bir kamyon şoförü Doğubeyazıt Caddesinde geri geri manevra yaparken, sokağın başındaki elektrik direğine vurup, demiri eğmiş. Belediye zabıtası Bahri Yiğit olay yerine yakın bir yerde olduğu için halk ceza yazması için ona müracaat etmiş. Bahri Yiğit, cezanın ne kadar olması gerektiğine bir türlü karar verememiş. Bunun üzerine süklüm püklüm bir köşede duran şoförü belediye reisinin huzuruna çıkarmaya mecbur kalmış. Mir Ali Ağa o sırada ateşli bir tavla partisi oynuyormuş. Bahri Yiğit, masanın etrafındaki kalabalığı yarıp, reisin huzuruna çıkmış: “Reis, bu adam elektrik direğini eğdi. Ne ceza vereyim” diye sormuş. Mir Ali Ağa, bir fırsatını bulup kafasını kaldırmış, şoföre şöyle bir göz atmış. Elindeki zarları sallarken, “Ay Bahri, canını üzme! Bir başkası da gelir direğin öbür yanından vurar, direk düzeler...” demiş. Mir Ali Ağa’nın bir oğlu Meteoroloji müdürü olarak görev yaptı. İzmir’de vefat etti. Uzun yıllar esnaflık yapan Aydın Bey ise şimdi İstanbul’da oturmaktadır. Ölenlere Allah rahmet etsin. 355 Hamza Aygün Kıyas ve Hasan Alkazak Kardeşler Hasan ve Kıyas kardeşler Ağrı merkezde çok tanınan ve saygı duyulan insanlardı. Özellikle Kıyas Bey’i uzaktan yakından herkes bilirdi. Kıyas Bey, özellikle iki olaydan dolayı kendisine isim yapmıştı. Bunlardan ilki, Hüsnü Bey’in kaynı Ziya Güner’le girişmiş olduğu kavgaydı. “Ziya Güner ağır yaralandı” Aslen Hınıs’lı olan Ziya Güner, Ağrı’da davavekili olarak görev yapıyormuş. Bir gün Kıyas Bey’le arasında bilmediğim bir nedenden dolayı bir tartışma olmuş. Ağız dalaşının en kızgın anında Ziya Güner belindeki tabancasına uzanmış ama Kıyas Bey daha atik davranıp, hançerini çekmiş, sağı sollu darbelerle Ziya Güner’in yüzünü parçalamış. Hüsnü Bingöl, bir yanıyla Terekme olduğu için, hem Kıyas Bey’in hem de kaynının bu düşmanlıktan daha fazla zarar görmesini istemediği için, duruma müdahale edip tarafları zor da olsa barıştırmış. Ziya Güner, bu kavganın akabinde Iğdır’a gelip yerleştmişti. Yüzündeki hançer izleri çok derin ve belirgindi. Hatta bazı yaralar derin olduklarından kapanırken cildi germiş, Ziya Güner’in ağzı bir yana doğru çekilmiş vaziyetteydi. Ziya Güner, çok efendi bir insandı. Son yıllarında kooperatifte muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Yaşlanmıştı. Yazı yazarken eli titrer; muhasebe bilgisi de yeterli olmadığından telâşa kapılırdı. Bu durumlarda kendisine seve seve yardım eder, muhasebe defterini yazardım. “Kıyas Bey, şebekenin içindeydi” Kıyas Bey’in ismini öne çıkaran ikinci olay İkinci Dünya Savaşı yıllarında üstlenmiş olduğu gizli bir misyona dayanır: Hitler, gözünü Kafkasya’ya ve petrollere dikmişti. Kafkasya’ya çok önem verdiği için, Sovyet Rusya kontrolündeki bu bölgede karışıklıklar çıkarmak amacıyla bölgeden bazı kesimlerle ilişki halindeydi. Türkiye’nin istihbarat birimleri, özellikle Hüsnü Bey de bu bağlantıları yakından izler; fakat Almanya’yı karşılarına alıp kızdırmamak için de bu şebekenin faaliyetlerine göz yumarlardı. Savaş devam ederken, Alman işgalindeki Ukrayna’dan muhtemelen Odessa’dan havalanan iki Alman uçağı uzun bir yol kat edip Erivan’ı bombaladılar. Yakıtları tekrar geri dönmeleri için yeterli değildi. Verilen emir, misyonu tamamladıktan sonra Aras’ı geçip Türkiye topraklarına iniş yapmaktı. Erivan’daki Sovyet uçaksavarları bir uçağı düşürdüler. İkinci uçak yaralı olarak kendisini zor belâ Aras’ın bu yanına atabilmişti. Karakale’ye yakın bir yerde düzlüğe inmeyi başardı. Uçaktan sağ salim çıkan iki pilot kendi elleriy356 Iğdır Sevdası le uçağı ateşe vermişlerdi. İki pilotu gözlerimle gördüm. Sarışın ve bıyıkları henüz terlememiş iki Alman genci... Savaş nedeniyle otobüs ve kamyon işlemediği için Alman pilotlara iki at tahsis edildi. Bir askeri müfrezenin refakatinde Çıllê üzerinden Ağrı’ya doğru yola çıkarıldılar. Bir gün Alman Hükümeti, Türk kökenli bir istihbarat elemanını bölgedeki çalışmaları koordine etmesi için Iğdır’a göndermişti. Kimliğini ve vazifesini saklamak için, halkın inanacağı türden bir hikaye uydurmuştu. Güya yaban domuzu avlayıp, kavurma yapacaklar sonra da konserve olarak Almanya’ya göndereceklerdi. O yıllar Karahacılı ve Adetli mıntıkası, yasak bölge içinde kaldığından, sözün tam anlamıyla domuz kaynıyordu. Sazlıklar ve bataklıklar içinde saklanan yaban domuzlar bazen insanlara saldırıyor hatta onlara ciddi zarar bile verebiliyordu. Taşburun köyünden tanıdığım birisi de, bu domuzların saldırısına uğrayıp yaralanmış, sakat kalmıştı. Almanların, Türk kökenli istihbarat elemanı uzun zaman Iğdır’da kaldı. Lokantamıza gelip gittikleri için gelişmelerden haberimiz olurdu. Bir gün nasıl olduysa, Alman hükümeti para gönderemez olunca, adam parmağındaki yüzüğü satıp, Iğdır’dan zar zor ayrıldı. Gelelim Kıyas Bey’e...Alman Hükümeti, Kafkaslar’da karışıklık çıkarmak için örgütlediği bu guruplara silah ve cephane yardımı da yapmıştı. Kıyas Bey de bu şekilde hatırı sayılır bir lider olarak epeyce silah ve cephaneyi kontorlünde tutuyormuş. Ancak daha sonra kendi eliyle bütün bu silahları Türk Hükümetine teslim etti. Kıyas Bey, birkaç kez bizim kahvehaneye geldiği için kendisini şahsen tanıma şansım olmuştu. Saygın, oturaklı, etrafında hep bir kalabalığın olduğu önemli birisiydi. “Hasan Alkazak, Iğdır’a geldi” Kıyas Bey’in vefatından sonra (Ağrı), Hasan Alkazak, Yetim Hüseyin Bey’in kızı Latife Hanım’la evlenip Iğdır’a yerleşti. Yetim Hüseyin, Iğdır’ın ilk gazete bayisi idi. Fırının tam karşısında küçük bir dükkanı vardı. İstanbul’dan her gün postayla –en az bir haftalık gecikmeyle- gelen 20-30 gazete ve kırtasiye türünden ufak tefek şeyler satardı. Yetim Hüseyin sonraki yıllar İstanbul’a taşındı. (Bugün Hikmet Yıldız’a ait Renault bayisinin yeri Yetim Hüseyin’e aitti) Hasan Bey, iri yapılı ve babayiğit birisiydi. Fabrikada müdürlük yaptığım yıllar, kasabanın güngörmüş insanlarına el uzatır onlara sahip çıkardık. Bu yüzden Hasan Bey’e, içinde bulunduğu maddi sıkıntıdan biraz kurtarmak 357 Hamza Aygün içinufak tefek işler ayarlar, söz gelimi tartı kantarlarının başında gözlemci olarak görev yapmasını sağlardım. Allah hepsine rahmet etsin. Eşref Başaran 1923 yılından itibaren Terekemeler guruplar halinde Iğdır’a gelip yerleştiler. Iğdır’a yerleşen gurubun tam olarak nereden geldiğini bilmiyorum ama Gödekli’deki Terekemelerle aralarında uzaktan bir akrabalık bağı vardı. O yıllar Iğdır’ın “Ürek (yürek) mevkisi” diye tabir edilen Kars Caddesi ve Karaağaç Mahallesine daha çok zengin, hali vakti yerinde olan aileler gelip yerleşiyordu. Baharlı Mahallesi hem çok dağınık hem de kalitesiz bir yerleşim merkeziydi. Ama muhacir Terekemeler, ağırlıklı olarak Baharlı mahallesini tercih edince, çok geçmeden bu mahallede ciddi bir nüfus patlaması oldu. Eşref Başaran, gelen bu Terekemelerin tümüne liderlik yaptı. 1955 yılına kadar Baharlı mahallesinin değişmez muhtarıydı. Bunun yanı sıra Tarım Kooperatifinde hem yönetim kurulu üyeliği hem de başkanlık yaptı. Eşref Başaran 1935-36 yıllarında çok zengindi. Kendisine ait bir kamyonu vardı. Baharlı mahallesindeki arazilerin yarısını Eşref Başaran ekip biçerdi. Eşref Başaran temiz bir insandı. Kimseye bulaşmaz, kötülük aramazdı. Hüsnü Bey de Eşref Başaran’ı sever ve korurdu.. Eşref Başaran’ın kardeşi Hidayet de iyi bir insandı. Allah her ikisine de rahmet etsin. Feyzullah İnan Feyzullah İnan aslen Kağızmanlıydı. Iğdır’a Zabıt Kâtibi ya da Başkâtip olarak gelip yerleşmişti. Bu işinden ayrıldıktan sonra, kanunları ve yasaları iyi bildiği için bir zaman davavekili ve istidacı olarak hizmet verdi. Kasabadaki memur kolonisiyle iyi ilişkiler kurdu. Onların güven ve dostluğunu kazandı. Kendisi gibi Kağızmanlı olan Tapucu Haydar ve gardiyan Mığdat gibi dostları sayesinde bu ilişkilerini daha da genişletti. Iğdır’da Bedri Bey isminde, Milli Mücadeleye iştirak etmemiş bir Kaptan vardı. Öğretmen vekili olarak resim dersimize gelen Bedri Bey’in, Kars Caddesi üzerinde bir fabrikası vardı. Bedri Bey artık yaşlanmış, Iğdır’daki gayri menkullerini tasfiye edip memleketine geri dönmek istiyordu. Nereli olduğunu bilmiyorum ama Arnavut olduğunu söyleyenler vardı (Mehmet Ali Saita’nın anlatımına göre Bedri Bey Sivas’ın Divriği ilçesinden. Mücahit). Bedri Bey, fabrikasını Feyzullah İnan’a sattı. Feyzullah İnan’ın ticari kariyeri bu fabrikayı almasından sonra hızla yükseldi. Bu fabrikaya ait demir stokları vardı. Onları satıp elde ettiği gelirle, 358 Iğdır Sevdası Iğdır’ın ilk Petrol Ofisini açtı. O yıllar kamu kuruluşlarının ve askeriyenin Petrol Ofisinden mal almak mecburiyeti olduğundan, Feyzullah İnan kısa sürede kasabanın zenginlerinden biri oldu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında devlet inşaat malzemelerini bayiler aracılığıyla dağıtıyordu. Feyzullah İnan Iğdır bayiliğini alınca ekonomik durumu daha da güçlendi. Gelen çimento ve demir gibi inşaat malzemesi tek elden, Feyzullah İnan’ın sahibi olduğu bayiden bölgeye dağıtılıyordu Feyzullah İnan, bu kez yakın dostu Tapucu Haydar’la birlikte Gödekli köyüne yakın metruk bir köyü komple satın aldılar. Daha sonraki yıllar bu köyü aşiretten ahaliye satıp iyi para kazandılar. Feyzullah İnan’ın şehir merkezinde Hükümet Konağı’na yakın bir mesafede bir mülkiyeti vardı. Feyzullah İnan’ın Özcan adında bir oğlu ve iki kızı vardı. Oğlu çok hareketli ve halk tarafından çok seviliyordu. Ancak genç yaşta kalp krizinden öldü. Bir kızı Ağrılı Başkatip Ahmet Efendi’nin oğluyla evlendi. Diğer kızını da Erivan muhaciri olan Karslı bir gençle evlendirdi. Feyzullah İnan, ileri görüşlü bir insandı. 1955-60 yılları arasında Iğdır’daki gayri menkullerini tasfiye edip İstanbul’a yerleşti. Bağır ve İbrahim Aras Kardeşler Aras Ailesi Iğdırmava’nın en zengin ve köklü ailelerinden birisiydi. Bu zenginlikleri Rus yönetimi zamanında da devam ediyormuş. Ayrıca, Iğdırmava’nın köklü bir ailesi olan Hacı Ümmet Uşağı’yla uzaktan akrabalıkları vardı. Aras Ailesi, 40’lı yıllarda Iğdır’da büyük gayri menkuller ve bir manifatura mağazası sahibiydi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyet Ordusunun Iğdır’ı işgal edeceği endişesi nedeniyle birçok zengin aile, yükte hafif pahada ağır eşyalarını paketleyip bavulları hazır savaşın seyrini dikkatle izliyorlardı. Bunların arasında kaymakam gibi kamu görevlileri de vardı. O yıllar Iğdır’da halk arasında “bavulları hazır” olarak bilinen aileler arasında Osman Ataman, Hacı Gulem ve Nağdali Parlar kardeşler, Hacı Hüseyin ve Gulem Çağlar kardeşler ve Bağır ve İbrahim Aras kardeşler vardı. Nitekim tehlikenin çok yakın olduğu bir gün, İbrahim Aras İstanbul’a göç etti. Bir daha da Iğdır’a dönmedi. İbrahim Aras gösterişli ve efendi bir insandı. Bir zamanlar kulüpte tartıştığı müstantike (savcı) iki tokat atmış, geniş çevresi ve itibarı nedeniyle bu olaydan elini sallayarak çıkmıştı. Aradan uzun yıllar geçmişti. Bir gün İbrahim Aras, yaşını başını almış, gözleri memleket hasretiyle dolu Iğdır’ı ziyarete gelmişti. Akranlarının 359 Hamza Aygün çoğu ölmüştü. Çarşıya çıktığı zaman yapayalnız dolaşıyor; arada bir durup kasabanın binalarına ve yeni gelişen çehresine garip bir duyguyla bakıyor, içinde bilemediğimiz duyguları taşıyarak yorgun bir halde gazinoda kendisine bir yer edinip oturuyordu. Benim gibi yeni nesilden gençler İbrahim Aras’ın etrafını alıp sohbet ediyorduk. O da bizim bu dostluğumuzu takdir edip seviniyordu. Bir gün, “Çocuklar hepiniz benim misafirimsiniz” dedi . Süphan Güneş’in lokantasında geniş bir masada yer ayırtmıştı. Karşılıklı oturup, bir yandan masaya konan mezeleri atıştırıp, aslan sütünü yudumluyor; bir yandan da merak ettiğimiz sorulara cevap arıyorduk. Yemek faslı uzayıp, neşemiz yerine gelince, söz alıp, “İbrahim Amca, İstanbul’a gittikten sonra ne yaptınız?” diye sordum. İbrahim Aras’ın İstanbul’daki iş hayatı ve yaşamına dair kulaktan kulağa dolaşan, çoğu dedikoduyu aşmayan haberler vardı. Ama ben onun hikayesini kendi ağzından dinlemek istedim. İbrahim Aras hepimizin merak ettiği yaşam hikayesini şöyle özetledi: “İstanbul’a Mehmet Beyazıt’la birlikte gittim. Benim iki teneke altınım vardı. Mehmet Beyazıt’ın da biraz noksan biraz fazla o kadar altını vardı. Mehmet Beyazıt akıllı ve ileriyi gören birisiydi. Parasını arsa ve emlâke yatırdı. Ben ise Iğdır’da yaptığımız manifaturacılık işini İstanbul’da devam ettirme arzusuna kapıldım. Sümbüllü Han’da bir mağaza alıp toptan manifatura işine başladım. Vefa’da da bir daire aldım. Biliyorsunuz toptan manifatura işi veresiye olmadan yürümez. İnsanlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelip veresiye mal aldılar. Ancak bir gün borçlarımı toplayamaz duruma düştüm. İflas ettim. İşte benim iş hayatımın özeti de bu!” İbrahim Aras’ın Leyla isminde bir kızı vardı. Aziz Bey’in oğlu Orman Mühendisi Agâh’la evliydi. Oğlu Yakup, amcası kızıyla evli olup (Bağır Aras’ın kızı) İstanbul’da yaşamaktadır. İbrahim Aras, eşinin vefatından sonra 70 yaş civarında ikinci bir evlilik daha yaptı. Ancak bir ay sonra vefat etti. Tüm serveti hanımına kaldı. İstanbullu olan bu hanım, İbrahim Aras’ın servetine sahip çıkmak için Iğdır’daki arazilerine kadar el attı. Bağır Aras renkli bir adamdı. Uzun yaşadı. 110 yaşında vefat ettiği rivayet edilir. Fahrettin ve Mazlum adında iki oğlu vardı. Yakup’la evli olan kızından başka, İzmir’de bir hakimle evli olan Yemen adında bir kızı daha vardı. Mazlum, İstanbul’da lise tahsilini (muhtemelen Robert Kolej) yaptıktan sonra Amerika’ya gidip yerleşti. İngiliz bir hanımla evlendi. Yasemin ve Aysel adında iki kızı vardı. Mazlum, daha sonra Atlas Okyanusu’ndaki Barbados Adası’na yerleşip, orada otel işletmeciliği yaptı. Ünlü gezgin Sadun Bora 360 Iğdır Sevdası gezi anılarında Mazlum’a oldukça geniş yer vermişti. Mazlum vefat ettiği zaman vasiyeti üzerine yakıldı; külleri Iğdır’a getirilip definedildi. Bağır Aras’ın gayri menkulleri oldukça fazlaydı. Bağır Aras vefat ettiği zaman ailesi bazı ciddi sorunlarla karşılaştı. Bu evlerde kirada oturan bir şahıs, sahte evrak düzenleyip, “Bağır Aras ölümünden önce bu evi bana sattı” şeklinde iddiada bulunmuştu. Uzun süren mahkemeler sonucunda ailesi nihayet bu evi geri alabilmişti. Bağır ve İbrahim Aras, Iğdır’a emeği geçmiş seçkin insanlardı. Allah rahmet etsin. Ermeni Dıro’nun Hikâyesi 1918-20 yılları arasında Iğdır ve Erivan bölgesinde yaşanan iç savaş yıllarında, Ermeni komitacıların ve Taşnak Partisinin bu bölgedeki lideri Dıro’nun adını bilmeyen yoktu. Dıro’nun ismi, bu dönemle ilgili yazılmış tüm tarih kitaplarının en baş sıralarında yer alır. Dıro, 1920’den önce Iğdır merkezde ikâmet edermiş. Bugün, Şehit Mehmet Çavuş Caddesi üzerinde, askeriyenin kullandığı kırmızı kiremitli evler, Dıro’ya aitmiş. Milli Mücadele yıllarında Ermeni komitacılara karşı en büyük direnişi gösteren köylerin başında Melekli gelirmiş. Rahmetli Hacı Ekber Tufan’ın liderliğinde örgütlenen köy halkı her seferinde Ermeni saldırılarını püskürtmüş, ciddi bir zayiat vermemiştir. Bu nedenle Dıro ve Hacı Ekber Tufan, savaşan iki toplumun iki lideri olarak birbirlerine karşı cephe almış ve kıyasıya mücadele etmişler. İkinci Dünya Harbi nedeniyle Hac ziyareti uzun yıllar hükümet tarafından askıya alınmıştı. 1950’li yıllarda Hac yolculuğu yeniden açılınca bu kafileye ilk katılanlardan birisi de Hacı Ekber Tufan olmuştu. Kutsal topraklardan yeni dönen Hacı Ekber Tufan’ı ziyarete gitmiştik. Ben genç bir delikanlı, odanın bir köşesinde oturmuş, yaşlıların konuşmalarını merakla dinliyordum. O gün Hacı Ekber Tufan şu olayı anlattı: “Biliyor musunuz ben kiminle görüştüm? Hac dönüşü otobüsümüz Beyrut’ta yarım saatlik bir mola vermişti. Aşağı inip, alışveriş yapmaya karar verdim. Bir gurup arkadaşla birlikte önümüze çıkan bir manifatura dükkanından içeri girdik. Aramızda Türkçe konuştuğumuzu duyan dükkân sahibi de bizimle Türkçe konuştu. “Hacı beyler nerelisiniz?” diye sordu. Hepimiz sırayla cevapladık. Sıra bana gelince, “Iğdırlıyım” dedim. Bu söz üzerine adam heyecanlandı, sevinerek, “Bizim patron da Iğdırlı” dedi. Meraklanıp, “Patronunuz kim?” diye sordum. Satıcı tek kelimeyle, 361 Hamza Aygün “Dıro” demez mi!.. Satıcı hemen telefona sarıldı, “Patron burada bir Hacı Bey Iğdırlı olduğunu söylüyor” dedi. Ben telefondaki satıcıya eğilerek, “Melekli köyünden Ekber Tufan deyin o beni tanır” dedim. Dıro, satıcıya, “Hemen o arkadaşı eve gönder! Misafirim olacak” şeklinde emir verdi. Ancak bizim otobüs yola çıkmak üzereydi. Otobüse binip koltuğuma oturduğum zaman garip bir duyguyla irkildim. Yıllar önce ölümüne savaştığım Dıro’yla bir gün Beyrut’ta bu şekilde karşılaşacağımı söyleselerdi nasıl inanabilirdim. Onun düşmanlığını ve dostluğunu içimde yad ederek Beyrut’tan ayrıldık” Mürsel Bakü Mürsel Bakü, Milli Mücadele yıllarında Azerbaycanlı gönüllü savaşçılardan ve askerlerden oluşan bir askeri birliğe komutanlık ediyordu. Bir alay büyüklüğündeki bu askeri birlik, Karabekir Paşa’nın emrinde olmak üzere bölgedeki savaşa fiilen katılıyordu. Sonraki yıllar Iğdır’a yerleşen birçok erat, aslen Azerbaycanlı olup Mürsel Bakü’nün bu “gönüllü” birliğinde görev almıştı. Mürsel Bakü bugün Devlet Mezarlığında, Milli Mücadelenin diğer kahramanlarıyla aynı yerde gömülüdür. Allah rahmet etsin. Abbas Çetin Abbas Çetin’in annesi ve babalığı Abdülali Bey, muhacir olarak Çobankere’den gelip Iğdır’a yerleşmişlerdi. Hakveyis yolu üzerinde evleri ve arsaları vardı. Abdülali Beyin, 40’lı yıllarda lokantamızın bitişiğindeki Fırıncı Memet’e ait dükkânın köşesinde, küçük bir kulübe içinde, büfesi vardı. Burada iğneden ipliğe, sigaradan şekere her şey bulunurdu. Abdülali Bey, bazen de kendi bağından toplayıp getirdiği elma, armutları büfeye yakın bir yerde küçük bir manav köşesi yaparak parkende satardı O yıllar Abbas Çetin Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Mezun olduktan sonra uzun yıllar Kars merkezde görev yaptı. Buradan bir kızla evlendi. Hanımı bir oğlan çocuğu dünyaya getirirken vefat ettiği için, Abbas Çetin, baldızı Hatice Hanım’la evlendi. Bu evlilikten de Ayla ve Necla isminde iki kızı oldu. Ayla, Hidayet Çelebi’yle evlendi. 1950 seçimlerinde Abbas Çetin, CHP listesinden Milletvekili oldu. Ancak çok geçmeden Latif Aküzüm ve Veyis Koçulu’yla birlikte DP lehine CHP’den feragat edince, sonraki seçimlerde yeniden Milletvekili seçilme şansını da kaybetti. DP Hükümeti, Abbas Çetin’e Emekli Sandığı’nda, Latif 362 Iğdır Sevdası Aküzüm’e de Toprak Mahsulleri Ofisi’nde önemli görevler verdi. Abbas Çetin bu görevinden emekli oldu. Gerek Abbas Çetin gerekse Latif Aküzüm her zaman hemşehrilerinin sorunlarıyla ilgilenmişler, onlara yardım eli uzatmışlardı. Abdülali Bey, Iğdır’da vefat etti. Çetin Ailesi, Iğdır’daki gayri menkullerini tasfiye edip, İstanbul’a yerleşti. Abbas Çetin’in kız kardeşi Fatma Hanım halen İstanbul’da yaşamaktadır. Allah ölenlere rahmet etsin. Hamit Ünver yada nâm-ı diğer “Piç Hamit” Hamit Bey aslen, bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Persili köyündendir. Lise tahsilini tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için çaba sar fetmiş, ancak buna fırsatı olmadan tanıştığı bir Rus kızıyla evlenmişti. 1930’lu yılların başında Sovyet-Türkiye sınırını kaçak geçip hanımı, oğlu Nazım ve kızı Sahibe yanında olmak üzere Iğdır’a gelip yerleşmişti. Hükümet kendisine Topçu İlkokulu’na bitişik bir bahçeyi iskan olarak verdi. Çok güzel şeftali ağaçlarının olduğu bu bahçe uzun yıllar “Hamit Bey’in bağı olarak” bilinir oldu. Hamit Bey, ilk olarak Hacı Gulem ve Nağdali Parlar kardeşlere ait manifatura dükkanında tezgâhtar olarak görev yaptı. Hamit Bey, Iğdır’a gelen muhacir kesim arasında, aydın kişiliği ve açıkgözlülüğüyle dikkati çekerdi. Çok zekiydi. Ne yazık ki zekâsını ve tüm enerjisini kasabadaki tapu dairesi, nüfus memurluğu, gümrük memurluğu gibi mülki ve sivil idarenin çalışma ritmine ve oralarda dönen muhtemel entrikaların (!) neler olabileceğine yordu. Hiç yoktan birçok kimsenin kalbini kırdı; böylece çok düşman kazandı. Hüsnü Bingöl daha ilk zamanlardan itibaren Hamit Bey’i yakın takibe almıştı. Onun bu uyanık ve her yere girip çıkan kişiliğinden rahatsızlık duyuyordu. Hüsnü Bey’i pirelendiren bir diğer husus da Hamit Bey’in vatandaşlık durumuydu. Türk vatandaşlığına geçmek istemiyor, yakın dostlarına, “Ben Alman vatandaşı olacağım” diye hava atıyordu. Bu türden konuşmalardan huysuzlanan Hüsnü Bey, 1950’li yılların başında İçişleri Bakanlığına bir mektup yazıp Hamit Bey’in sınır dışı edilmesini tavsiye etti. Bir gün Hamit Bey’i bir deveye bindirip Suriye (ya da Irak) hududuna doğru yola çıkardılar. Ona eşlik eden güvenlik güçleri Hamit Bey’i komşu ilin valiliğine teslim ediyor; yolculuk bu şekilde Suriye sınırına doğru yavaş yavaş ilerliyormuş. Nihayet bu deve konvoyu ismini hatırlamadığım bir ilden Hatay ya da Şanlıurfa - geçerken oranın valisi, eskiden Iğdır’da kaymakamlık yaptığı için, Hamit Bey’i tanımış; onu sahiplenip yanında alıkoymuş. Sonra da İstanbul’a gönderip orada gözaltında yaşamasına izin vermiş. 1950’li yıllarda Amerikan Hükümeti, Rusya doğumlu olanlara özel 363 Hamza Aygün vize verip Amerika’ya davet ediyor, vatandaş olmalarını özendiriyordu. Hamit Bey ve ailesi de bu vizeye başvurup sıralarının gelmesini bekliyorlardı. Ancak Hamit Bey, 1957 veya 58 yılında İstanbul’da kalp krizinden ani olarak öldü. Çocukları ve eşi daha sonra Amerika’ya gitmeyi başardılar. Oğlu Nazım, 30 yaşı civarında henüz bekârken kanserden öldü. Kızı Sabiha bir Amerikalıyla evlenip iki kız çocuğu annesi olmuş. Halen New Jersey’e yakın bir yerde yaşamaktadır. Hamit Bey’in bağı hazineye intikal etti. Ağrılı Başkatip İsrafil Bey bu bağı satın aldı. Daha sonra o bağ ikiye bölünüp Hamit Keskin ve İslam Tuna kardeşlere iskan hakkı olarak verildi. Not: O yıllarda devlet aile reisine 30 dönüm çocuklara 10 dönüm iskan hakkı verdiği için aynı anne ve babadan olan kardeşler bile “İskan Kanunu”ndan yararlanmak umuduyla farklı soyadı alıyorlardı. “Van pişiği” Haydar Ali 1998 yılında kısa bir ziyaret için Iğdır’a gitmiştim. Bacanağım Mehmet Iğdır’a ait fabrikanın bürosunda oturmuş sohbet ediyorduk. O sırada kapıdan içeri yaşlı bir adam girdi. Mehmet Iğdır, yerinden kalkıp, odadan içeri giren bu yaşlı adamı büyük bir saygıyla karşıladı. “Buyur Seyit! Böyle otur!” dedi. Yaşlı adam ciddi bir din hocası görünümünde, kendisine gösterilen iskemleye oturdu. Mehmet Iğdır bir fırsatını bulup kulağıma eğilerek, “Büyük bir alimdir. Hem de Seyit’tir. Arada bir yanıma uğrar. Hem hayır duasını alırım hem de cebine birkaç kuruş koyup gönlünü hoş ederim” dedi. Mehmet Iğdır, elini cüzdanına atıp hatırı sayılır bir miktar parayı yaşlı adamın eline tutuşturmaya çalışırken, benim belleğim boş durmuyor bu adamın siluetini sorguluyordu. Beyaz sakalının ve kırışık yüz çizgilerinin arkasındaki gerçek adamı tanıyor gibiydim. Biraz daha dikkatlice bakınca bunun, Haydar Ali olduğuna tamamen emin olmuştum. Haydar Ali, 1940’lı yıllarda bizim lokantada ve kahvehanede bulaşıkçı olarak çalışıyordu. Gözlerinden biri mavi diğeri yeşile çaldığı için, biz onu kendi aramızda “Van pişiği (kedisi)” olarak çağırırdık. Haydar Ali bizim işletmede 4-5 yıl çalıştıktan sonra ortadan kaybolmuştu. Yaşlı adam parayı cebine koyup huzurlu bir şekilde odadan çıkmak üzereyken, kendisine “Beyefendi!” diye seslendim. Yaşlı adam bana dönüp, “Buyur!” dedi. Gözlerinin içine bakarak, “Beni tanıdın mı?” diye sordum. Yaşlı adam kararlı bir tonla, “Hayır! Seni heç görmemişem!” 364 Iğdır Sevdası “Men Ağasen’in (Ağa Hasan) torunu, Rıza Aygün’ün de oğlu Hamza’yam. Sen bizim kahvehanede çalışan Heyder Eli değil misen?” dedim. Yaşlı adam, “Hayır men Heyder Eli değilem!” diyerek kimliğini inkar etti. Mecbur kalıp, “Eye sen “Van pişiği” Heyder Eli’nin özüsen. Gözünün biri yeşil biri de mavidi. Hele getir gözlerine yakından baxım!” Benim bu son sözüm üzerine Haydar Ali, kapıyı açıp var gücüyle bürodan tüydü. Kaçıp sokakta kayboldu. Mehmet Iğdır, gözleri faltaşı gibi açılmış, muteber Seyit’in (!) göz açıp kapayıncaya kadar ortadan yok olmasına şaşırmıştı Ben de oturduğum yerden bu insanlık komedyasını düşünüp kendi kendime gülüyordum. “Tellâl” Mehmet Şur Iğdır’da eskiden “tellâl” dediğimiz kimseler vardı. Bunların görevleri çeşit çeşit olurdu. Bir yandan belediyenin önemli bir haberini- o zamanlar hoparlör ve anons sistemi olmadığından- cadde cadde dolaşıp, bağırarak halka ilân ederlerdi. “Duyduk duymadık demeyin, bugün sular kesilecek” veya “Aras ve Sürmeli sporun maçı falanca saatte başlayacak” gibisinden ananosları yapar, bunun için belediyeden veya ilân sahibinden belirli bir ücret alırlardı. Ya da icranın el koyduğu malları müzayede (açık artırma) yoluyla halka satarlardı. Iğdır’ın ilk bilinen tellâlı Ekber isimli birisiydi. Ama en meşhuru ve en unutulmaz olanı Mehmet Şur’du. Mehmet Şur’u bir müzayede sırasında izlemek gerçekten insanın gönlünü hoş ederdi. Diyelim ki icranın el koyduğu bir koltuk satışa çıkarılacak. Alıcılar koltuğun etrafını alır, dikkatlice inceledikten sonra kendi kafalarında bir değer biçerlerdi. Mehmet Şur, müzayedenin başlamasına “start” verdiği zaman, alıcılardan birisi kafasındaki fiyatı söylerdi. Mehmet Şur, tatlı ve insanı coşturan sesiyle, “... koltuk gitti gidecek, bu fiyata yok mu dur diyecek..” şeklinde bazen nükteli, bazen rekabeti kızıştıran sözleriyle renk katardı. Allah rahmet etsin. Mirze Kısk Ağa Mirze Ağa, aşirete mensuptu (Karakuyu Köyü). Kısa boylu, gözlüklü ve hareketli birisiydi. Gün boyu caddelerde dolaşır insanlarla kaynaşırdı. Herkes ona saygı gösterir ve biraz da çekinirdi. Aydın ve bilgiliydi. Lokantamıza 365 Hamza Aygün geldiği zaman, biz onu “Mirze Ağa” diye çağırırdık. Mirze Ağa’nın önemli bir görevi vardı. O yıllarda köylülerden ve hayvan sahiplerinden “kamkor” denilen bir vergi toplanırdı. Koyun başına 10 kuruş değerindeki bu vergi birçok sürü sahibini kara kara düşündürürdü. Koyunların resmi olarak sayım işlemi yapıldığı zaman, sürü sahipleri ellerinden geldiğince hayvan sayısını az göstermeye çalışırlardı. Bu durumu engellemek için Vergi Dairesi ve Jandarma “kimin kaç tane koyunu olduğunu ve nerede sakladıklarını” kendilerine bildirecek “gönüllü” vatandaş arıyorlardı. Mirze Ağa bu işi seve seve yapardı. Bu yüzden sürü sahipleri Mirze Ağadan çekinir; hatta gerekirse bir yemek ısmarlayarak onun gönlünü hoş eder, dostluğunu kazanmaya çalışırlardı. Sıhhıye Kerem veya nâm-ı diğer “Keçel Kerem” Sıhhıye Kerem sanırım aslen Tuzlucalı’ydı. Dr.Abbas Çöllü zamanında Iğdır Hastanesine sağlık memuru olarak girmiş, uzun yıllar kasabaya hizmet vermiştir. Saçları her geçen yıl daha da seyrekleştiği için halk arasında “Keçel Kerem” olarak bilinirdi. Alkole düşkünlüğünü bilmeyen yoktu. Sıhhıye Kerem ancak alkol aldığı günler görevini lâyıkıyla yaptığı için, onun bu “sarhoş” halinden kimse rahatsız olmazdı. Oğlum Hasan’ın sünneti için, Iğdır’da, konu komşunun ve akrabaların katıldığı bir tören düzenlemiştik. Sünnetçi olarak Sıhhıye Kerem’e görev vermiştik. Mesleğini çok iyi biliyordu. Maharetine ve yeteneğine söz yoktu. Sıhhıye Kerem rahat tavırlarla sünnet işini bitirip, aletlerini çantasına yerleştirdi; sonra da salonda kendisine ayrılan koltuğa sakin bir şekilde oturdu. Babam (Rıza Aygün), Sıhhıye Kerem’e takılmadan edemedi: “Kerem yine sarhoş musun?” diye sordu. Sıhhıye Kerem, babamın nüktedanlığını bildiği için bu soruya kendince cevap verdi: “Rıza Emmi, sarhoş değilem...Eğer bir gün seninki elime düşse men bilirem ne edecem..” “Evi yıxılası...Men de ne kaldı ki senin eline düşsün. Heç boşuna umutlanma!” Sıhhıye Kerem kasaba halkına, sağlık ve sünnet konusunda büyük hizmetler verdi. Allah rahmet etsin. “Haşamesen nedir?” Babam (Rıza Aygün), meclis konuşmalarında kalıplaşmış bazı ifade tarzlarını kendine göre yorumlar, onları oldukça kısaltırdı. Örneğin “Haşa 366 Iğdır Sevdası meclisten” deyimi, babamın dilinde “Haşamesen” olurdu. Eşim Şükran Hanım, evliliğimizin ilk günleri babamın bu türden konuşma üslubuna ve nüktedan konuşmalarına ayak uyduramıyor, sık sık yanıma gelip açıklama istiyordu. Yine bir gün Şükran Hanım meraklı ve tedirgin bir şekilde yanıma geldi. Ciddi bir ses tonuyla, “Haşamesen nedir?” dedi. Durumu anladığım için gülerek, babamın bu ifadeyi ne anlamda kullandığın anlattım. O an Şükran Hanım, “Vay be!” anlamında bana öylece bakakalmıştı. İmam Bey İmam Bey, Hüsnü Bingöl’den önce, Iğdır bölgesi MAH başkanıydı. (MAH çok sonraları (1965) isim değiştirerek MİT oldu.) İmam Bey aslen Kafkasyalıydı. Vefat ettiği zaman (1933-34) büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Askeri bir törenle Taburun askeri mezarlığına defnedildi. İmam Bey’in siyah bir atı vardı. Cenaze korteji kasabanın ana caddesinde ağır ağır ilerlerken, herhalde İmam Bey’e saygıdan olsa gerek, bir asker de bu siyah atı cenaze alayının arkasından dizginlerini çekerek götürüyordu. O gün kasaba öylesine derin bir matem havasına bürünmüştü ki, halk arasında, “Siyah at bile bu acıya dayanamadı. Ağlıyordu” şeklinde bir söz dolaştı. Şen şakrak Iğdır Iğdır kasabası Rus yönetimi zamanında kültürel olarak oldukça hareketliymiş. Bir tiyatrosu varmış. Bu gelenek 30’lu yıllarda da devam etti. Iğdır’a İstanbul’dan tiyatro kumpanyaları gelir, kasabayı günlerce şenlendirirdi. Belediye bahçesinde ince saz ekipleri müzik faslı düzenlerlerdi. Kasabanın zengin ve şık aileleri, gösterişli ve şatafatlı giyimleriyle kol kola yürüyerek bahçeye gelir; kendilerine ayrılan yerlere özenle otururlardı. Program önce bir koro faslıyla başlardı. Türk ve Azeri musikisinin zevkli parçaları hep bir ağızdan söylenirdi. Kısa bir aradan sonra sıra sola şarkılara ve akşamın sanatçısına gelirdi. O anda Millet Bahçesi sanki bir rüya âlemi yaşarmış gibi, duygu seline boğulurdu. Çoğu zengin, aristokrat olan bu muhacir aileler, bu şarkılarda vatan özlemlerini ve savaşta kaybettiklerinin acısını dindirmeye çalışırlardı. Her şarkının bitişinde alkışlar ve gözyaşları birbirine karışırdı. Saat akşam 7’ye doğru kalabalık dağılır; herkes evine akşam yemeğine giderdi. 1.5-2 saatlik bir yeme molasından sonra tekrar Milet Bahçesine akın ederlerdi. Bu kez sırada “tulûat tiyatrosu” olurdu. Yetenekli oyuncular, seyircinin ruh haline göre uygun sözleri bulup söyler, onları neşelendirir; bu kez insanlar gülmekten gözyaşlarına boğulurdu. 367 Hamza Aygün Gece her zaman halk dansları ve oyunlarıyla kapanırdı. Müzik eşliğinde, mutlu ve yorgun bir halde yerlerinden kalkan aileler, serin gecede yürüyerek evlerine dönerlerdi. Kumpanya sanatçıları da Talip Ağa’nın oteline gidip orada günün yorgunluğunu atarlardı. Iğdır’ı zevkli kılan bir diğer özelliği de Kars’tan gelen bando takımının yaptığı gösteriydi. Ne zaman bir devlet büyüğü gelse bando takımı bir gün evvelinden kasabaya gelir, gün boyu tüm caddeleri dolaşır, renkli giysileri ve canlı müziğiyle gönülleri şenlendirirdi. Bir yıl arayla Iğdır’ı gururlandıran iki olay meydana geldi. 1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi, Iğdır’a gelip Osman Ataman’larda bir gün kaldı. Daha sonra Erzurum üzerinden Trabzon’a, oradan da Yavuz Zırhlısıyla İstanbul’a gitti. 1935 yılında İnönü, 236. Hudut Alayı’nı teftişe gelmişti. Öğrenciler ve devlet protokolü candan bir karşılama töreni yapıldı. İnönü o geceyi kaymakamın evinde geçirdi. Güvenlik nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Paşa Ekinci Iğdır’ın ilk belediye başkanı Sultanabat Beylerinden Hacı Hanlar Bey’dir. İkinci olarak bu görevi üstlenen Başköylü Paşa Bey’dir. 1960 İhtilali yıllarında önemli görevler üstlenen asker kökenli Fikret Ekinci’nin babası olan Paşa Ekinci’nin, teşkilat ve organizasyon yeteneği oldukça yüksekti. Onun en önemli özelliği ve bölge halkına en büyük katkısı daha çok manevi anlamda olmuş; otoritesini ve maddi gücünü seferber ederek savaş öksüzü çocukları bir araya toplamış ve onları sahiplenmiştir. Halk arasında “Paşa Bey’in Yetimleri” adıyla anılan bu çocuk gurubundan memlekete çok değerli evlatlar yetişmiştir. Özellikle 12-16 yaş gurubundaki kız çocuklarını kötü niyetli insanların taciz ve saldırısından korumak için, büyük çaba sarf etmiştir. Bu kız çocuklarının çoğu bizzat Paşa Bey’in eliyle evlendirilip, aile ocağına kavuşturulmuşlardır. Iğdır’ı kurtaran zabıtan (askeri) güçler içinde yer alan değerli memleket evlâtlarından Rıfat Ilgaz ve Ali Çavuş, bu “yetim kızlar” okulundan evlenip Iğdır’a yerleşmişlerdir. Ali Çavuş, Iğdır’ın Kurtuluşunda Belediye binasına ilk Türk Bayrağını çeken askerdir. Bu kahramanlığı nedeniyle İstiklal Madalyasıyla ödüllendirilmişti. Evlendikten sonra kendisine bir bağ ve ev verilerek Iğdır’a iskân edildi. Ali Ilgaz’ın çocuklarından Kemal ve Yusuf kardeşlerin Iğdır’a memur olarak çok emekleri geçmiştir. 368 Iğdır Sevdası Hükümet, “Ağaları ve Beyleri Sürgün Kanununu” (1926) çıkardığı zaman Iğdır bölgesinden Torun Ailesinin ileri gelenleri ile Azeri kesimden Paşa Bey gibi birkaç kişi sürgüne tabii tutuldular. Paşa Bey’i Tokat’a sürgüne gönderdiler. Iğdır’a büyük hizmetleri geçmiş bu vefakâr vatan evladı hak etmediği bir şekilde sürgün yıllarında yalnızlık içinde vefat etti. Paşa Bey sürgüne gönderilince, kurmuş olduğu “Yetimler Okulu” dağıtıldı. Bu öğrencilerden ancak 10-15 tanesi bir yolunu bulup Kâzım Karabekir Paşa’nın aynı isimli okulunda öğrenimlerine devam etme şansı buldular. Ama çok geçmeden Karabekir Paşa, görevden alınınca okul da kapandı. Başköy’deki Azeri kökenli Celayir kabilesinden birçok önemli isim de İzmir’e sürgün edildiler. Aynı şekilde Hasanhan köyünden de bazı isimler bu sürgün konvoyuna dahil edilmişlerdi. Kaderin garip bir tecellisi olarak, bu “sürgün aileler”in çocukları gittikleri şehirlerde okuma fırsatı bulup sonraki yıllar Türkiye’nin kaderinde önemli rol aldılar. Bunlardan birisi de babası Hasanhan köyünden, siyaset adamı İsmet Sezgin’dir. Bitlisli Mehmet (Kakioğlu) 1937’li yıllarda Iğdır’a gelip yerleşti. “Tahar’ın kahvesi” olarak bilinen dükkânı satın aldı. Bu dükkân kısa bir süre için fırın oldu. Ancak Bitlisli Mehmet Efendi, orayı tekrar kahve olarak çalıştırdı. O yıllar kahve işletmeciliği “marka” usulüne göre olurdu. Hazeyan (patron), garsona verilen her çay karşılığı bir marka alırdı. Çayın parasını müşteriden garson alır cebinde saklardı. Kahvehane kapandığı zaman, markalar sayılır paralar bölüşülürdü. Sistem böyle olduğu için patronların yapacağı pek bir iş olmazdı. Onlar dolaşmaya çıksalar bile kahvehane tıkırında işlerdi. Mehmet Efendi’nin bir radyosu vardı. Halk radyo dinlemeyi sevdiği için kahvehaneye doluşur, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın haberlerini dinlerlerdi. Şoför Nadır Amca Iğdır’ın bir posta arabası vardı. Bu hantal ve iri kamyon haftada birkaç kez Kars’a gidip gelirdi. Genellikle tayinleri bir yerden diğerine çıkan öğretmen, subay, hakim gibi devlet görevlilerini eşyalarıyla birlikte taşır; tüccarların ısmarladığı malları getirirdi. Bu yüzden kamyonun kasabaya her gelişi büyük bir heyecan yaratırdı. Şoförlüğünü Nadır Amca diye birisi yapardı. Ne zaman Kamyon gürültülü bir şekilde kasabaya girse, esnaf dükkanlardan dışarı çıkar merakla yolculara bir göz atardı. Kamyon belediye binasının önünde durduğu zaman çocuklar ve gençler posta arabasına koşar, şoför mahallinden yorgun argın inen Nadır Amcanın 369 Hamza Aygün etrafını sarardı. “Kim geldi?” diye sorduğumuzda hep aynı cevabı alırdık: “Ne bileyim zabıt mabıt geldi” “Yanlış bir soru!.” Iğdır’a gitmiştim. Bir kahvehanede oturmuş eski dostlarla sohbet ediyorduk. Aralarında genç bir adam vardı. Sohbetin ta başından beri yüzüme merakla bakıyordu. Dayanamadı: “Amca seni tanıyamadım. Kimin oğlusun?” “Yanlış bir soru sordun” dedim. “Niye?” “Be yavrum! Beni tanımıyorsan babamı nasıl tanıyacaksın?” Piknik yolunda sohbet Azerbaycan Kültür Derneği bir piknik düzenlemişti. Kumanyalarımızı hazırlayıp sabahleyin erkenden otobüse binip yola koyulduk. En öndeki koltuğa oturmuştum. Otobüste yer kalmayınca genç bir adam, şoförün yanındaki motorun üstüne -eski model otobüslerde böyleydioturmuştu. Elinde bir davul vardı.Yüz ifadesi yabancım değildi. Çok geçmeden hafızam bu genç adamın siluetini bir aşağı bir yukarı çekip, çocukluğunu ve ailesini gün ışığına çıkarmıştı. Artık bu genci tanıyordum. “Gardaş, sen kimsin?” “Sen beni tanımazsın” “Nerelisin?” “Kazancılı. Beni tanımazsın” “Mir Abbas Ağa’nın torunusan...” “!!??...” “Nazlıbeyim Hanım’ın oğlusan...” “!!??..” etmişti. Daha devam edecektim ama genç adamın şaşkınlığı beni tedirgin “Meraxlanma, indi jandarma geler..” 30’lu yıllarda bazen iki aşiret gurubu kasaba merkezinde birbirleriyle ölesiye kapışırlardı. Değnekler havada savrulur, taşlar dükkanların camlarını aşağı indirirdi. Bu kavgalar da her nedense lokantamızın tam önünde olurdu. Bizim lokanta, Jandarma karakoluna bitişik sayılırdı Yine bir gün tam lokantamızın önünde bir kavga patlak verdi. Merakla dışarı çıkıp olup bitenlere bakıyordum. Yanımda aksakallı bir amca vardı. “Bunlar niye hep burada kavga ediyorlar?” diye sordum. Yaşlı amca 370 Iğdır Sevdası gülümseyerek, “Axır bunları ancax jandarma ayırabilir. Onun için burada kavgaya tutuşurlar. Meraxlanma, indi jandarma geler...”dedi. Gerçektende çok geçmeden jandarmalar ellerinde silahları sıra halinde ve koşar adım, kavgaya tutuşan iki gurubun arasına girdiler. Jandarmalar gelir gelmez, guruplar sanki bu anı bekliyorlarmış gibi, sakinleşip sus pus oradan ayrıldılar. “Ah şu göçmen kızlar” Bulgar göçmenler 1936 yılında Iğdır’a geldiler. Bayazıt, Halfeli, Melekli ve Kars caddelerinde devlet tarafından inşa edilen 50-100 kadar evlere yerleştiler. Çatı kısımları tenekeyle kaplı bu evler villa gibi gösterişliydi. Mahallenin delikanlıları bir araya toplanır bu “yeni evlere” yakın giderdik. Cakalı bir şekilde evlerin önünden yürüyerek, mavi gözlü, sarışın göçmen kızlarına kur yapardık. Onların gülüşleri ve el sallayışları delikanlılık ruhumuzu okşar, bazen de aşık olurduk. Birçok arkadaş sonraki yıllar göçmen kızlarla evlenip mutlu bir hayat sürdüler. Bunlardan birisi de belediye zabıtası ve Bahri Yiğit’in arkadaşı Halil Çavuş’tu. “Aftafa (ibrik) seromonisi” 30’lu yıllarda Iğdır’ın kasaba merkezinde bir tane eften büften belediye tuvaleti vardı. Derme çatma bu tuvalette ne su ne de ibrik bulunurdu. Bu yüzden kasabanın bey ve ağa takımı, bu tuvaletten 500 m uzaktaki kahvehanemize gelir, ibriklerimizi ödünç alırlardı. Bizim lokantadan tuvalet binasına gitmek için kasabanın en işlek caddesini boydan boya geçmek gerekiyordu. İçi su dolu ibriği eline alan beyefendi, kibar ve ağır adımlarla kalabalığın arasından kendisine bir yol bulup tuvalete giderdi. İhtiyacını gördükten sonra yine aynı ciddi ve vakur edayla yürüyerek geri gelir, ibriği bize teslim ederdi. Babamın “ibrik siyaseti” konusunda belirli kuralları vardı. Kahvehanemizin ibrikleri ancak belirli kimselerin hizmetine açıktı. Ahmed Şemo, Kerem Şengoi, Temıre Gulê gibi ağalar geldiği zaman, garsonların hemen koşarak ibriğe su doldurmalarını ve saygılı bir şekilde onlara uzatmalarını isterdi. Onlar da su dolu ibrik ellerinde tuvaletin yolunu tutarlardı. (İkinci dereceden önemli kimseler boş ibrikleri kendileri doldurmak zorundaydılar.) Ama bütün bu bey ve ağaların içinde birisi vardı ki babam, “Oğul çabuk aftafayı yetiştir!” dediği Fettah Bey’di. Fettah Bey, kesinlikle elinde ibrik taşımaz; çocuklardan birisi onun birkaç adım gerisinde yürüyerek ibriğini taşır; tuvalet kabinin önünde bekleyip Fettah Bey’den bo371 Hamza Aygün şalan ibriği alıp geri dönerdi. “Lap kabağda oturdum gene de..” (En önde oturmama rağmen..) İkinci Dünya Harbi yıllarında Iğdır’ın birkaç radyosundan birisi de Halkevi’nde kurulmuştu. Haber saati geldiği zaman salon hınca hınç dolar, ahali merakla Ankara haberlerine kulak verirdi. Ancak söyleneni anlamak her baba yiğitin harcı değildi. Bir yandan sürekli alçalıp yükselen parazit içinde kaybolun spikerin sesi, diğer yandan kullanılan İstanbul lehçesi ve siyasi terminoloji, anlaşılmayı oldukça zorlaştırırdı. Ama salonda oturanlar bunu belli etmez, hepsi de sanki anlıyorlarmış havasında, birbirlerine “Hele sus!” diyerek radyoyu pür dikkat dinlerlerdi. Bir gün kasabanın saygın isimlerinden birisi haberleri dinlemek için salonun en ön sırasında oturmuş, büyük bir zahmetle haberleri dinledikten sonra dışarı çıkmıştı. Köylülerden birkaçı hemen etrafını alıp, “Hacı, haberlerde ne vardı?” diye sormuşlar. Hacı önce ağzında birkaç kelime gevelemiş, ama işin içinde çıkamayınca çaresiz bir şekilde, “Vallah balam, lap kabağda da oturdum gene de yadımda heç bir şey kalmadı!” demiş. “Mecburen cüceleri keseceğiz” 1920’li yıllarda Azerbaycan’dan gelip Iğdır’a yerleşen zengin bir muhacir aile, çocuklarının eğitimi için 1940’lı yılların başında İstanbul’da bir ev alıp taşınmıştı. İkinci Dünya Savaşı yılları olduğu için her yerde gıda sıkıntısı ve açlık ciddi bir sorun olarak yaşanıyordu. Iğdırlı muhacir ailenin İstanbul’daki komşularından birisinin çocukları “cüce” tabir edilebilecek cinsten, boyları normalin çok altında, ufak tefeklermiş. Bütün mahalleli bu aileyi çok iyi bilir, bu şansız çocukları kendi aralarında “cüceler” olarak çağırırlarmış. Bir gün, mahalleli dostlar Iğdırlı muhacir aileyi ziyarete gelmişlerdi. Sohbet uzamış, konu savaştan ve gıda sıkıntısından açılmış. Komşu merakla, “Adnan Bey, gıda sıkıntısı daha da artarsa ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sormuş. Adnan Bey, Iğdır’dan kalma bir alışkanlıkla bahçesinin bir köşesinde tavuk beslermiş. Azeri Türkçesi’nde “piliç veya genç tavuk” yerine “cüce” kelimesi kullanıldığından, Adnan Bey, soğukkanlı bir biçimde, “Mecburen cüceleri keseceğiz!” demiş. Bu söz üzerine komşu dehşete kapılmış, zavallı “cüceleri” kesmeye arzulu bu cani (!) ruhlu adama öylece bakakalmış. Adnan Bey’in hanımı “kelime karışıklığının” neden olduğu bu tatsız durumun farkına vardığı için bir açıklama yapmak gereği duymuş. “Aman komşular yanlış anlamayın! Azerice de “tavuk” için “cüce” 372 Iğdır Sevdası kelimesi kullanılır” diyince, soğuk terler döken komşu derin bir nefes almış. Rızko Rızko yoksul birisiydi. Ama yüreği temiz ve iyi bir insandı. “Kefşen”de, orada burda topladığı yakacakları Iğdır’da satardı. Allah rahmet etsin. Rızko’nun oğlu Mehmet de yük indirip bindirmek işinden para kazanırdı. Mehmet, Cabbar Günaydın’ın kız kardeşiyle evlendi. Sonraki yıllar iyi bir yaşam sürdü. Hacı oldu. İlk Fırıncılarımız Iğdır çok değerli ve yetenekli fırıncılar tanıdı. Onlardan birkaç tanesinin ve önemlilerini isimlerini yad etmeden edemeyeceğim: Fırıncı Ferman, tandırda lavaş ekmek pişiren Fırıncı Mehmet, Fırıncı Möhsün Ağa ve Fırıncı Ethem Ağa. Ethem Ağa, Iğdır’a “has un” dediğimiz türden ilk beyaz ekmeği tanıştıran kimsedir. Aslen Rizeli olan Ethem Ağa’nın oğlu Mehmet Ekmekçi de uzun yıllar bu baba mesleğini devam ettirmiş, Iğdır’a kaliteli ekmek sunmuştur. Allah hepsine rahmet etsin. Aşiretin tarihsel hatası Iğdır’ın Kurtuluşu’ndan sonra Aşiret için büyük bir fırsat doğmuştu. İsteselerdi kasabanın en iyi mevkilerini satın alabilir, hem kendilerine hem de çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlayabilirlerdi. Ama bunu yapmadılar. Bir düşünün...Yokluğun ve yoksulluğun diz boyu olduğu o dönemde torbalar dolusu altını, 20-30 devesi olan Ahmed Şemo, isteseydi Iğdır’ın en gözde gayri menkullerini satın alabilirdi. Ama bunu yapacağına, Iğdır’ın en sönük ve geri kalmış mahallesi Baharalı’dan kendisine bir ev ve arsa aldı. Bunu anlamak mümkün değildi. Sadece Ahmed Şemo değil, aşiretin diğer ileri gelenleri de aynı hatayı yaptılar. Torun Beyleri Iğdırmava’da bir ev ve Doğubeyazıt caddesinde bir dükkân yeri almakla yetindiler. Ali Mirze Bey, tıpkı damadı Ahmed Şemo gibi Baharlı mahallesinde izbe bir eve taşındı. Halbuki oğlu İsa Yiğit isteseydi Iğdır’ın şakasız yarısını alabilecek güçteydi. Diyorum ya, aşiret beyleri ileriyi göremediler. Hem kendilerine hem de mirasçılarına haksızlık ettiler. Bunları niçin söylüyorum? Iğdır’ın gerçek yerlisi olan ve Iğdır’ın kurtuluşuna emeği geçmiş aşiret kesimi, gittikçe mağdur olurken, Iğdır’a başka yerlerden gelen yabancı girişimciler kısa sürede palazlanıp kasabanın zenginliğini ele geçirdiler. Benim vicdanım bunu halen kabullenmiş değil! “Aşiret kendisini tecrit etti” 1950’li yıllara kadar aşiret garip bir ruh hali içindeydi. Sanki kendi 373 Hamza Aygün kendisini gönüllü olarak şehir yaşamından tecrit etmişti. 50’li yıllara kadar kasaba merkezinde aşiret kökenli ne bir berber, ne bir kunduracı, ne bir fırıncı, ne bir bakkal vs. görmek mümkün değildi. Birkaç tane manifatura dükkanını saymasak aşiretin kasaba merkezindeki varlığı çok sönüktü. Bazen tezat durumlar yaşanıyordu. Biz aşiretin yoksul olduğunu düşünürken, bir bakıyorduk bir ucu var bir ucu yok koyun sürüleri saatler süren zahmetli bir şekilde kasaba merkezini toz duman içinde bırakarak geçerdi. Elimizi şakağımıza koyup, “Aman Tanrım, bu ne zenginlik!” demekten kendimizi alamazdık. Ama bu zenginlik ne yazık ki kasaba merkezine yansımıyordu. Iğdır’ın yerli aşireti kendi gerçeğine gözlerini kapamış durumdayken, Doğubeyazıt’tan gelen yabancı aşiret mensupları aslan payını kapıyorlardı. Bunlardan birisi de Remzi Bey’di. Sait Zorzade Bey’in akrabası olan Remzi Bey’in 20-30 tane sıra sıra dükkânı vardı. 1950’li yıllardan sonra aşiret hatasını anlayıp kasaba merkezinde gayri menkul edinmeye başladı. Ancak bu kez de komik durumlar yaşanıyordu. Örneğin İsa Turan Bey (Cihangir Turan’ın babası) isteseydi zamanında 10 liraya alacağı bir evi, yıllar sonra oğlu 1000 lira vererek almak zorunda kalmıştı. Aynı şekilde Hacı Şebap’ın oğlu Mecit Şek, Cemal Toksöz’den aldığı gayri menkuller için fahiş bir fiyat ödemek zorundaydı. Yani babaların dar görüşlülüğünün cezasını oğulları bir bakıma ödemişti. Dewo Bölgedeki aşiretlerden birisine mensup Dewo, kendi halinde birisiydi. Ortalıkta dolaşır, ona buna yardım eder; beş on kuruş para kazanırdı. Sürekli lokantamıza yakın yerlerde dolaştığı için kendisini iyi tanırdım. Kasabamızda yine Tahsildar Mahmut namında birisi vardı. Aslen Ardahanlı olan Mahmut’un bir erkek kardeşi de onunla beraber Iğdır’da kalıyordu. Bir gün lokantanın önündeki belediye meydanında insanların merakla bir noktaya doğru koşuştuklarını gördüm. Ben de meraklanıp gittim. Kalabalığa yarıp, öne çıkınca, askerden yeni dönmüş, üzerinde hâlâ palaska ve asker elbisesi kasabanın tanınmış bir gencinin, Tahsildar Mahmut’un kardeşiyle bilmediğim bir nedenle tartıştığını gördüm. Bu genç, iri yapılı ve uzun boyluydu. Kendisine küfür eden Tahsildar Mahmut’un kardeşine bir ders vermeye kararlıydı. Palaskasını çıkarmak için yeltenince Tahsildar Mahmut’un kardeşi nereden çıkardığını göremediğim bir değneği gencin şakağına doğru salladı. Değnek darbesi çok ani ve sert olmuştu. Genç adam dengesini kaybedip yere düştü. Saldırgan korkuya kapılıp etrafına bakındı,kalabalığın arasından sıvışıp, karşı taraftaki Bitlisli Mehmet 374 Iğdır Sevdası Kakioğlu’na ait kahvehaneye doğru koştu. Gencin dost ve akrabaları saldırganı yakalamak için aynı istikamete yöneldiler. Bütün bunlar olurken ikinci bir olay meydana geldi. Bilinmeyen bir şahıs, olay yerine gelen ve masumane kalabalığın arasına karışmış Dewo’yu arkadan bıçaklamıştı! Bir yanda genç adam bir yanda Dewo, her ikisi de kan revan içinde, yerde yatıyorlardı. Olay yerine toplanan halk ne yapacağını bilemez şaşkına dönmüştü. Tahsildar Mahmut’un kardeşi, kahvehanenin arka kapısından kaçmış, tanıdığı bir arkadaşının evinde saklanmıştı. Anlatılanlara göre, intikam alınmasından korkan saldırgan, arkadaşının yardımıyla kendisine bir at tahsis etmiş, o gece Iğdır’ı apar topar terk etmişti. Genç adama yapılan saldırı kasaba halkını öylesine üzmüştü ki, olayla bir ilgisi olmayan Tahsildar Mahmut’a her yerde laf atıyor, küfür ediyordu. Tahsildar Mahmut görevini yapamaz hale gelmişti. Devletin üst düzey yetkilileri bir barış heyeti oluşturdu; Tahsildar Mahmut’u sıkıntılı durumdan kurtarıp görevini yapmasını sağladılar. Ama Dewo’yu arkadan kimi bıçakladığı asla bilinemedi! “Şirindi leblebi, istidi kartol” Iğdır’ın satıcı gurubu vardı. Belirli bir saatte sokağa çıkar, mallarını satar sonra yine gözden kaybolurlardı. Bunlardan birisi de haşlanmış patates satıcılarıydı. İki tekerlekli basit bir tezgâh üzerinde, tezek ve kermeyle tutuşan ocağın üzerindeki kazanda patatesler kabuklarıyla haşlanırdı. Satıcı, kazanından buharın yükseldiği bu tezgâhı, günün belirli saatlerinde –genellikle iki yemek arası- sokakları dolaştırır, yüksek ve tiz sesle, “İsti isti kartollar, leblebi kimi şirin..” diye bağırırdı. O yıllar nedense kırmızı pazıya halk arasında “leblebi” denirdi. Bu yüzden bu cümlenin tam tercümesi, “Pazı gibi tatlı, sıcak patateslerim var!” anlamındaydı. Bazı satıcılar da kendilerini ayırt etmek için değişik bir üslupla, “Dillen karnın ısınsın!” diye bağırırlardı. Bu cümle de “Benden patates iste, karnının sıcak olsun” anlamındaydı. Zigana geçidi: “Tek vites, tek nefes” Arada bir babam beni yanında alır, kamyonumuzla uzak il ve ilçelere götürürdü. Trabzon’a doğru yola çıkmıştık. 9-10 yaşlarında bir çocuktum (1935). İlk kez bu denli uzak bir yere gidiyordum. Heyecanla etrafa bakıyor, elimden geldiğince babama yardımcı olmaya çalışıyordum. Zigana Geçidi öncesi kasabada mola verdik. Babam kamyonun yağ ve 375 Hamza Aygün mazotunu dikkatlice kontrol etti. Babamın yüzü birden bire endişeye boğulmuş, hareketleri ciddiyet kazanmıştı. Beni yanına çağırdı: “Oğlum, şimdi yolculuğun en zor anı geldi! Bu tepeyi aşacağız ama yokuş çok dik. Ağır ağır tırmanacağımız için sen kapıyı açık tut; ne zaman ki ben ‘takozu koy’ diye bağırsam hemen atla, elindeki takozu ne yapıp et, tekerin altına koy. Eğer kamyon bir kere geri geri giderse, onu durdurma şansımız yok; bu sonumuz olur!” dedi. Yüreğim korkuyla dolmuştu. Vites sistemi bugünkü gibi gelişmiş değildi. Bir vitesten diğerine geçilirken arada bir boşluk olur, bu da tehlike yarattığı için, yokuşu tırmanan kamyon şoförleri kesinlikle vites değiştirmezlerdi. Yokuşa tırmanmadan önce vites bire ayarlanır; ayak, gaz pedalında hep aynı seviyede basılı tutulurdu. Kamyonumuz homurdanarak yokuşu tırmanmaya başladı. Ben kapıyı açmış elimde kocaman takoz yan gözle babama bakıyor, vereceği emri yerine getirmeye hazır bekliyordum. Babamın o anki yüz ifadesini asla unutamam! Yüz kasları bir insanın taşıyabileceği maksimum gerginlikle dolu ve iki eliyle direksiyonu sıkı sıkıya kavramış, gözlerini kırpmadan yola bakıyordu. Babamın yaşadığı bu sinir gerginliği çocuk olarak beni de etkiliyor; yüreğim, anlaşılmaz bir tehlikenin bekleyişi içinde korkuyla çarpıyordu. Kamyon tırmanışa geçtikçe, etrafımızdaki uçurumlar derinleşmeye başladı. Taş ve kayadan ibaret bu manzara içimi bunaltıyordu. Babam soluklanmadan ve benimle tek kelime konuşmadan yokuşu tırmanmaya devam etti. O gün, tepeye vardığımızı ve tehlikeden uzaklaştığımızı babamın bana dönüp gülümsemesinden anlamıştım. “Ayna da var” Iğdır’ın yetiştirdiği ilk doktorlardan birisiydi. Uzun yıllar İstanbul’da hizmet verdikten sonra, emekli olmuş; biraz daha para kazanmak umuduyla Iğdır’a gelip bir muayenehane açmıştı. Camekânına astığı tabelânın altına da bir not düşmüştü: “Ayna da var” Iğdır’ı bilmeyen bir yabancının bu cümleye bir anlam vermesi mümkün değildi. Aynı durum yeni nesilden kimseler için de geçerliydi. Ben bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığını ta eskiden beri bildiğim için bu saygın doktorun niçin böyle bir yola başvurduğuna bir anlam veremiyordum. Röntgen cihazının Iğdır’a ilk geldiği 40’lı yıllarda, bazı doktorlar, halkı küçümser havada ve tepeden bakan bir tavırla, “röntgen” kelimesi yerine “ayna” kelimesini kullandılar. Bu aydınlar, yıllar sonra bile, koşulların değiştiğini ve insanların artık eğitimli olduklarını bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Bu yüzden eski alışkanlıklarını inatla devam ettirme hastalığına 376 Iğdır Sevdası yakalanmış gibiydiler. Ben “ayna”kelimesinin kullanışında halkı hor görme ve onu küçümseme niyeti sezinlediğim için, doktorun bu hareketinden rahatsız olmuştum. İçimden “Dünya değişiyor ama bazı kafalar değişmiyor” diye geçirip kızmıştım. Bir gün bu doktorla yolda karşılaştım. Sohbet sırasında sanki “ayna” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyormuşum gibi: “Dr. Bey, ‘ayna’ ne demektir?” “Röntgen demek olur” “Röntgen yazsanız daha iyi olmaz mıydı?” “Bildiğin gibi değil! Öyle yazsam, bu halk ne demek istediğimi anlamaz” Halbuki toplum öylesine değişmişti ki “ayna” kelimesinin ne anlamına geldiğini ancak benim gibi eski kuşaktan bir avuç insan biliyordu. İçimden, bu saygın doktorun (!) zavallı haline kızıp oradan ayrıldım. Sonradan öğrendiğime göre bu saygın doktor, tabelâyı olduğu yerde bırakıp İstanbul’a geri dönmek zorunda kalmıştı. Kazancı Köyü Bu köyün o zamanki sakinlerini şöyle sıralayabiliriz: Sönmez Ailesi: Meşe İsmail Sönmez ve oğulları Hacı Mehmet, İbrahim ve Hacı Paşa Sönmez beyler çok değerli insanlardı. Güngör Ailesi: Mir Abbas Güngör ve oğulları Dr. Ali Güngör ve Mir Hüseyin beyler bu ailenin önde gelen isimleridir. Şimşek Ailesi: Niftullah Şimşek ve oğulları Avukat Mustafa Şimşek ve Feramez Şimşek beyler. Tuncer Ailesi: Yunus Tuncer ve oğlu Edip Tuncer Erkek Şirin: Kazancı da Erkek Şirin lakabıyla tanınan bir hanım vardı. Çok güzel at binerdi. Hergün köyden kasabaya atla gelip gittiği için kendisine “Erkek Şirin” lakabı takılmıştı. “Dodak” Mehmet Ali: Eniştemiz Ali ve çocukları Tahir, Nihat, Sevgison ve Sahibe Namı Diğer İsimler: O yıllar bazı kimseler köyde lakaplarıyla anılırdı. Bunların başlıcaları arasında Çıplak Hüseyin, Başı Yeke Memet, Yesikezi Hüseyin, Tat Hüseyin, Abdürrezak Bey ve Değirmenci Ali gibi isimleri sayabilirim. Değirmenci Ali Kurs Bey’in Ekber, Orhan ve İlhan isminde yüksek okul mezunu ve ticaretle uğraşan oğulları vardır.Ölenlere rahmet olsun. Molla Abbas: Molla Abbas ve oğlu Ali’yi de burada hürmetle anmak isterim 377 Hamza Aygün Şeyh Ailesi Şeyh Ailesi geniş bir ailedir. Bu ailenin tamamı başlı başına bir kitap konusudur. Burada ailenin ileri gelen bazı isimlerini tanıtmak istiyorum: 1. Aile reisi Şeyh Hano (Karadeniz) Bey ve oğulları Kadir, Mehmet, Fevzi, Fahrettin ve İsmet beylerdir. Bunlardan Mehmet Emin Bey’le sınıf arkadaşlığım olmuştu. 1960 İhtilâli’nden sonra “bey” olduğu iddiasıyla Mehmet Emin Bey, Zonguldak’a sürülmüştü. Ankara’da görev yapıyordum. Mehmet Emin Bey, bazı günler izinli Ankara’ya gelir, hep birlikte hasret giderirdik. Mehmet Emin Bey, hiçbir suçu olmadığı halde hak etmediği bu sürgün cezası nedeniyle çok sıkıntılı günler yaşadı. Allah rahmet etsin. 2. Bir diğer aile reisi de Şeyh İsa (Karadeniz)Bey’dir. 3. Şıh Hüseyin (Balamir) Bey geniş arazilerini başarılı bir şekilde işleten iyi bir tarım insanıydı. Eniştemiz olan Şıh Hüseyin Bey’e Allah’tan rahmet dilerim. Bayatlar Bu ailenin önde gelen isimlerini şöyle sıralamak mümkün: 1.Meşe Ağacan Bayat 2.Meşe İsmail Bayat ve kızı Tamariya Hanım 3.Alican, Kadir, Tahir ve İbrahim Bayat Meşe Ağacan Bayat, iyi bir tüccârdı. Cam ve hırdavat dükkânı işletirdi. Vefatından sonra bu görevi Tahir Bayat Bey devam ettirdi. Kadir Bayat Bey, kamyon ve otobüs işletmeciliği yaptı. Ordudan emekli olan İbrahim Bayat Bey, halen “Iğdırlı” otobüs firmasının işletme müdürlüğü görevini başarıyla yürütmektedir. Kendisine başarılar diliyorum. Uzun Mahmut Iğdır’da bu lakapla anılan iki “Uzun Mahmut” vardı. Birincisi; aslen Kadıkışlak köyündendi. Aydın ve kültürlü bir zattı. Genellikle Iğdır’da otururdu. Kasaba merkezinde kıymetli emlâkleri vardı. Yunus adında bir oğlu, Hikmet adında bir kızı vardı. Ata binmeyi seven Mahmut Bey, düğünlerde neşeli bir şekilde oynar, kendisini seven dostları tarafından her zaman aranan birisiydi. İkinci “Uzun Mahmut”un ailesi Kafkasya’dan göç etmişti. Babasının vefatından sonra annesi, amcası Hüseyin Ali Bey’le evlenmişti. Aile, geçimini ilk zamanlar “Furgon” şeklinde bir at arabası işleterek sağlıyordu. Ticarete atılıp hayli başarılı oldular. 378 Iğdır Sevdası Mahmut Bey, orta tahsilden sonra memuriyet hayatına atıldı. Mahmut Bey, çok iyi ata binerdi. Bu nedenle, ordudan Binbaşı Süvari rütbesiyle emekli olan Iğdır Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ün yanından ayrılmaz, elinden geldiğince onunla beraber görünmeyi çok severdi. Hüseyin Ali Başkent Hüseyin Ali Başkent Bey, aslen Aralık ilçesindendir. Rus yönetimi zamanında orta tahsil yapan Hüseyin Ali Bey’in kendine özgü bir giyim kuşam zevki vardı. Aydın düşünceli ve oldukça kültürlüydü. Iğdır’da memuriyet hayatında çeşitli hizmetlerde bulunduktan sonra Ticaret Odası sekreteri olarak görevini devam ettirdi. Hüseyin Ali Bey’in oğlu Adnan Başkent, Ziraat Yüksek Mühendisi olarak çeşitli görevler üstlendi. Adnan Başkent Bey, Resul Taner’in kızı ve aynı zamanda komşumuz Aysel Taner’le evlendi. Her iki oğlu da diş doktoru olarak hizmet vermektedirler. Kızları Sara da yakında liseyi bitirecektir. Adnan Bey, hâlen emekli olup Ankara’da ikâmet etmektedir. Kendisine başarılar dilerim. Şah Rıza Bilen Şah Rıza Bilen Bey aslen Iğdırmavalıdır. Rahmetli Hasan ve Sadık Tezel kardeşlerin öz dayısıdır. Şah Rıza Bey’in kasaba merkezinde iki dükkânı vardı. Buna ek olarak çiftçilikle uğraşarak gelirini temin ederdi. Şah Rıza Bey’in Ali ve Akif isimli çocukları vardı. Oğlu Ali Bilen, Iğdır’ın çok sevdiği, uzun yıllar Muhtarlar Cemiyeti başkanlığı görevini başarıyla yürütmüş değerli bir hemşehrimizdi. Allah rahmet etsin. Esat Atlas Esat Atlas Bey aslen Karakoyun ilçesindendir. Melekli köyünden Asker amcanın kız kardeşi Gülgez Hanım’la evli idi. Iğdır’ın eski esnafından olan Esat Atlas Bey’in, Lâtif ve Rıza Atlas isminde çocukları vardı. Her ikisi de erken yaşta vefat ettiler. Lâtif Atlas simsarlık yaparak geçimini temin ederdi. Kardeşi Rıza Bey ise otobüs işletmeciliği yapardı. Ablaları Zehra Hanım, Zöhrap Makinist Bey’le evliydi. Esat Bey’in en küçük kızı Sevda Hanım da evli olup Iğdır’da oturmaktadır. Esat Bey’in bir oğlu da Sönmez Bey’dir. Sönmez Atlas Bey, yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra bir ara Iğdır PTT Baş Müdürü olarak hizmet vermiştir. Ölenlere rahmet, hayatta olanlara başarılar dilerim. 379 Hamza Aygün Melekli Asker ve İsrafil Yıldırım Kardeşler Bu kardeşler uzun yıllar ticaretle uğraştılar. Hoş sohbetiyle gönlümüzde yer eden Asker Ağa’yı burada özellikle yad etmek isterim. Asker Ağa’nın kızı Rabia Hanım, Kara Hafız’la evlendi. Bu çiftin bugün ticaretle uğraşan başarılı evlatları var. İsrafil Bey’in Servet isminde hâlen Iğdır’da ticaretle uğraşan bir oğlu var. Cümlesine başarılar dilerim. Gülü Hala Renkli bir kişiliği olan Gülü Halayı Iğdır’da tanımayan yoktu. Bir oğlu Mehmet Akın çiftçilikle uğraşırdı. Diğer oğlu Halil Çavuş, 40 yılı aşkın süre Iğdır Belediyesi’nde zabıta olarak görev yaptı ve bu görevinden emekli oldu. Halil Çavuş’un Gülseren isimli kızı Koçu Beyle evlidir. Halil Çavuş’un ağabeyi Mehmet Akın’ın Yaşar ve Mehmet isimli çocukları vardı. Ölenlere rahmet olsun. “Iğdır” Soyadlı Aileler Aslen Oba köyünden Hasan Iğdır Bey, Iğdır’da ikâmet ederek ticaretle uğraşmıştır. Oğulları, Mehmet ve Ahmet kardeşler, uzun yıllar tuz ve un fabrikaları işletmeciliği yaptılar. Yakın bir zaman önce Hakkın rahmetine kavuşan Mehmet Iğdır Bey çok renkli bir kişiliğe sahipti. Ticari hayatta belirli dönemler üstün başarılar elde eden Mehmet Iğdır Bey’in Firuz, Feramez, Ali, Fevzi ve Fatih isimli oğulları vardır. Hepsi bugün ticaretle uğraşmakta ve fabrika işletmeciliği yapmaktadırlar. Ahmet Iğdır Bey’in de başarılı ve hayli kalabalık bir ailesi var. Hepsine uzun ömürler ve başarılar dilerim. İskender Iğdır “İmamın oğlu” lakabıyla tanınan İskender Iğdır Bey, aslen Oba köyündendi. Büyük oğlu Yunus Bey, şakacı ve arkadaş canlısıydı. Çok iyi futbol oynayan İsmail isimli kardeşiyle birlikte terzilik yapardı. Bu ailenin Yunus ve İsmail’den başka Latif, Koçu, Yusuf, Fahri, Şeref, Seriye ve Fatma adlı çocukları vardı. Yusuf Bey’in oğlu İskender Iğdır, hafızalardan silinmeyen trajik bir kaza sonucu yakın zamanda Ağrı Dağı’ndan düşerek “basın şehidi” oldu. Gölcük depremi sırasında gösterdiği olağanüstü çaba ve beceriyle pek çok insanın hayatını kurtaran sevgili İskender’imizi derin bir acıyla kalbimize gömdük. Allah rahmet etsin. 380 Iğdır Sevdası Hacı Hüdaverdi Işık Iğdırmava mahallesinden Hüdaverdi Bey, ticaret ve çiftçilikle uğraşırdı. Tek oğlu Ali Işık, Iğdır’ın sayılı tüccârları arasındaydı. Bir ara ticari işlerini İstanbul’a taşıyan Ali Işık, orada başarılı olamayınca tekrar Iğdır’a döndü. Ali Işık, Iğdır’da vefat etti. Allah rahmet etsin. Kadir Parlak Aslen Konyalı Kadir Parlak Bey, 1925’li yıllarda Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunda eğitim görmüş, Iğdır’da Kalafat Ailesinden Hamdi Kalafat’ın kız kardeşiyle evlenip, Iğdır’a yerleşmişti. Kadir Bey’in, Erol ve Altan isimli oğulları 70’li yıllarda Iğdır’ı terk edip Yalova’ya yerleştiler. Kadir Usta, dizel motorları konusunda uzmanlık sahibiydi. Iğdır’a elektrik sağlayan motorun tamir ve bakım işi Kadir Usta’nın üzerindeydi. O da bu görevi yıllarca büyük bir özveri ve çalışkanlıkla devam ettirdi. Kadir Usta’nın büyük oğlu Erol Bey, memuriyet hayatını seçti. Altan Bey, ticarete atılıp, daha çok beyaz eşya ve TV satışında başarılı bir işadamı oldu. Kadir Usta’ya rahmet diler, oğlu Altan Bey’e de, Marmara depremi nedeniyle geçmiş olsun dileklerimi iletirim. Alkamer Köyü Alkamer denilince akla “Gundolular” diye tabir ettiğimiz geniş aile gelir. Başlıcası: 1. Hacı Bahşeli Ağırkaya 2. Meşemmet (Meşe Mehmet) Günde 3. Süleyman Günde ve kardeşi 4. Hasan Çile Hacı Bahşeli Ağırkaya: Hacı Bahşeli Bey, iyi yürekli, temiz bir insandı. Becerikli bir çiftçiydi. Tarım ve hayvancılık konularında derin bilgi sahibi ve ileri görüşlüydü. Onun en önemli özelliği, 29 Ekim Cumhuriyet ve Iğdır’ın Kurtuluş bayramlarında, ay boynuzlu öküzleri, cins atları ve bol sütlü inekleriyle resmi geçide katılmasıydı. Kasabanın tüm çiftçileri, büyük merakla geniş ana yolun iki yanına birikir, Bahşeli Bey’in bu görkemli hayvanlarını gıptayla seyrederlerdi. Bahşeli Bey’in çocuklarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Hacı Ekber Ağırkaya 2. İsmail Ağırkaya 3. İbat Ağırkaya 381 Hamza Aygün 4. 5. Kurban Ağırkaya Asker Ağırkaya Bu çocuklardan İsmail Ağırkaya Bey, tıpkı babası gibi örnek bir çiftçi olmuştur. Bilhassa meyvecilik konusunda ciddi bir uzmanlık sahibi olan İsmail Bey’in yetiştirdiği meyveler Iğdır bölgesinde her zaman büyük takdir ve ilgi toplamıştır. İsmail Bey’in oğlu Orhan Bey, genç yaşında siyasete atılmış, bir dönem başarılı bir şekilde Iğdır Belediye başkanlığı görevini yürütmüştür. Hepsine başarılar dilerim. Meşememet Günde: Iğdır’ımızın meşhur siyaset adamı Kadir Günde’nin babası olan Meşememet Günde, Gülüm Hanım’la evliydi. Bu evlilikten Kadir, İskender ve Paşa Günde beyler dünyaya gelmiştir. Meşememet Bey’in kızı, Hasan Tezel’in hanımıdır. Ticaretle uğraşan Meşememet Bey’in, özellikle Milli Mücadele yıllarında Ermenilerle girdiği çatışmada gösterdiği cesaret ve keskin nişancılığı, dilden dile anlatılırdı. Süleyman Günde: Süleyman Bey, Iğdır’ın renkli siyasetçilerinden “Hırro Enver” lakabıyla gönlümüzü kazanan Enver Sever’in hem amcası hem de kayınpederiydi. Süleyman Bey’in İbrahim Günde isminde bir oğlu vardı. Hasan Çile: Çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan Hasan Çile Bey’in, 3000 koyunu olduğu halk arasında rivayet edilirdi. Kendine özgü renkli ve hareketli bir kişiliği olan Hasan Bey, bir alışkanlık olarak külot pantolon ve çizme giyerdi. Bir sonbahar günü, yayla dönüşü, Urfa’dan getirttiği atının üzerinde ani bir kalp kriziyle hayata veda etti. Allah rahmet etsin. Hasan Bey’in bir oğlu, bir Iğdır dönüşü, -bindiğim otobüsün sahibiydi- yanıma oturmuş, kendisiyle uzun bir arkadaşlık sohbeti yapma şansım olmuştu. Kendisine başarılar dilerim. Kadir Erol Kadir Bey, Melekli köyü eşrafından, cesaret ve iyiliği ile anılan Celil Bey’in oğlu idi. Kadir Bey, halk arasında, “Celil oğlu Kadir” olarak anılır ve bilinirdi. Babamın askerlik arkadaşı olan Kadir Bey, tanıdığım günden beri siyasetle uğraşırdı. Bir yandan Tarım Birlikleri yönetim kurulu başkanı, bir yandan da CHP ilçe kurulu üyesiydi. Kadir Bey’in, yanından ayırmadığı ve hep birlikte olduğu bir kader arkadaşı vardı: Pulurlu Ahmet. Bu yüzden halkın arasında bu iki vefalı dost 382 Iğdır Sevdası hakkında, “Meleklili Kadir ve Pulurlu Ahmet” lafı bir özdeyiş olarak yer etmişti. Her ikisine de Allah’tan rahmet dilerim. Kadir Bey’in eşi, Fatma Hanım, Taşburun’dan Aziz Bey’in bacısı idi. Vefalı bir insan olan Fatma Hanım’a da rahmet dilerim. Kadir Bey2in, Ali ve Nurettin isimli erkek çocukları ve ismini bilmediğim kız çocukları var. Enver Sever Süleyman Günde Bey’in kardeşi oğlu olan Enver Sever sınıf arkadaşımdı. Çocukluk yıllarında geçirmiş olduğu bir hastalık nedeniyle sesi hırıltılı bir şekilde çıkardı. Bu yüzden kendisine halk arasında “Hırro Enver” lakabı takılmıştı. Sınıfta çok aktif bir öğrenciydi. Bir konuyu bilse de bilmese de cesur şekilde parmağını kaldırır, sanki sorunun cevabını tam olarak verecekmiş gibi ayağa dikilip bildiklerini söylerdi. Onun bu hali Enver Bey’in ileride parlak bir siyaset adamı olacağına işaret sayılırdı. Nitekim ortaokuldan sonra siyasete atıldı. Renkli bir sima olarak kasabanın siyaset yaşamının ayrılmaz bir parçası oldu. Allah rahmet etsin. Hacı Taşkınsu, Namı Diğer “Kör Hacı” Hacı Taşkınsu Bey, Melekli köyünden fabrikatör Hacı Kahraman Bey’in kardeşi çocuğudur. Çocuk yaşta bir kaza sonucu gözünü kaybetmişti. Hacı Bey, gençlik yıllarında nalbantlık yaparak ve teneke soba imal ederek hayatını kazandı. Bir ara da fayton işletmeciliğine merak sardı. O yıllar Hacı Bey, bizim lokantamızın müdavimlerindendi. Çok hoş sohbet ve renkli bir kişiliği olan Hacı Bey’in masası her zaman kalabalık olurdu. Hacı Bey, bir zaman sonra sinirli bir karaktere büründü. Evinin önündeki sokaktan gelip geçenleri dövdüğü kahve toplantılarında anlatılırdı. Bu dövme olaylarından en ilginci rahmetli Kerem Zengi Bey’in başından geçmişti. Hacı Bey, Kerem Bey’i iyice hırpaladıktan sonra yorulmuş, duvarın üzerine oturup bir sigara yakmış, “Sigaramı içtikten sonra devam ederiz!” demiş. Hacı Bey, bahçecilik işlerine meraklıydı. İyi bakılmış kaysı ve şeftali bahçesi vardı. Hacı Bey, adli soruşturma için, kendisine adliyeye götürmek için evine gelen jandarma ve polis güçlerine ateş açmış, jandarma erini öldürmüş, polis Mehmet Efendi’yi de -Bitlisli Mehmet Kakioğlu’nun damadı- ağır yaralamış, evini terk edip kaçmıştı. Çok geçmeden güvenlik kuvvetleri evin etrafını sarmış, evin içinde olduğunu sandıkları Hacı Bey’i teslim almak için ev ve civarındaki ahırları ateşe vermişlerdi. 383 Hamza Aygün Hacı Bey, bir zaman kaçak dolaştıktan sonra güvenlik güçlerine teslim oldu. Uzun yıllar cezaevinde yattı. Serbest kaldıktan sonra Iğdır’daki evine döndü. Bir gün, kayınpederi tarafından, bir münakaşa sonucu feci şekilde öldürüldü. Allah cümlesine rahmet etsin. Hacı Bey’in Yusuf isimli bir oğlu var. Yakından tanıdığım Yusuf Bey’e yaşamında başarılar dilerim. Paşa Akgerdan, Namı Diğer “Bayburtlu Paşa” Memleketiyle tanınan Paşa Bey, 1932 yılında ticaret yapmak için Iğdır’a gelip yerleşmişti. İlk yıllar, Söğütlü Mahallesi Bağlar Caddesindeki evimizin tam karşısındaki Belediye zabıta memuru Halil Çavuş’un evinde kiracı oldular. Paşa Bey’in, Hacı Talat, Enver ve Rafet isimli kardeşleri vardı. Bunlardan Ever ve Rafet beyler benim akranım sayılırdı. Bu yüzden sokak aralarında buluşur aşık oynardık. Paşa Bey’in iki tane de evlatlığı vardı. Ağrı Harekâtı sırasında öksüz kalan bu iki çocuğu Paşa Bey, evlatlık olarak yanına almıştı. Büyük olanın adı Mısto idi. Ağrı Harekâtı henüz bittiği için Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları sık sık Iğdır semalarında görünürdü. Ne zaman ki bu keşif uçakları görünse, Mısto ve kardeşi, panik halinde oyun yerini terk eder, en yakındaki bir ağacın altına korkuyla saklanırlardı. İşin garip tarafı ben ve mahallenin diğer çocukları da, bu iki çocuk gibi kaçıyor, kendimizi saklıyorduk. Bir gün evimizin bahçesinde aile fertleriyle oturmuş sakin sakin öğle yemeği yiyorduk. Askeri keşif uçağı evimizin üzerinde, gökyüzünde belirdi. Korkuyla, “Mısto’nun kuşu hattiye!” (Eyvah Mısto’nun kuşu göründü!) diye bağırarak sofradan fırladım; kendimi en yakındaki ağacın altına sakladım. Annem benim bu garip davranışıma bir anlam verememişti. Yanıma geldi, “Oğlum niye böyle yapıyorsun?” diye sordu. “Mısto ve kardeşi de böyle yapıyorlar” demekle yetindim. Annem, durumu anlamıştı. Gönlümü okşar gibi, “Oğlum, Mısto’nun babası hükümete karşı geldiği için dağa çıkmış. O yüzden kendi çocuklarına, ‘Uçak geldiği zaman saklanın, uçaklara görünmeyin!’ diye tembih etmiş. Şimdi artık savaş bitti. Korkmaya hiç gerek yok!’ dedi. Annemin bu sözleri beni rahatlatmıştı İyi yürekli ve vefalı bir insan olan Paşa Bey, Iğdır’ı kendisine ikinci vatan yaptı ve orada vefat etti. Hacı Talat Bey, ticaret ve memuriyet yaparak hayatını kazandı. Daha 384 Iğdır Sevdası sonra Ankara’ya taşındı ve burada komşu olduk. Hacı Talat Bey Ankara’da vefat etti. Enver ve Rafet kardeşler genç yaşta vefat ettiler. Enver Bey, sarışın olduğu için biz onu çocukluk yıllarımızda hep “Malagan Enver” olarak çağırırdık. Çok sevdiğimiz Musa ve Cihangir Turan beylerle akraba olan “Akgerdan” ailesinin cümlesine Allah’tan rahmet dileriz. Hüseyin Han Talınlı Hüseyin Bey’le tanışmam şöyle oldu: 1953 yılı idi. Iğdır Tarım Satış Kooperatifleri Birliğinde Veznedar Muhasip olarak görev yapıyordum. O yıl Ticaret Bakanlığı, Hüseyin Bey’i Birlik’e müşavir olarak atamıştı. Babam Rıza Aygün ve Hüseyin Bey, daha önce Kars merkezde tanışıp dost olmuşlardı. Bu nedenle babam, Hüseyin Bey’in Iğdır’a atandığını duyunca, beni yanına çağırdı, “Oğlum Hüseyin Bey, çok sevdiğim ve saygı duyduğum birisidir. Rahat etmesi için kendisine yardımcı ol!” dedi. Hüseyin Bey, ilk iki geceyi otelde geçirdi. Birlik Yönetim Kurulu, Hüseyin Bey’in özel işleriyle ilgilenmesi için Kerim Yanar Bey’i (Kerim Ağa) görevlendirdi. Kerim Ağa, Birlik’e bağlı dairelerden birini boşaltıp, Hüseyin Bey’e verdi. Yatak ihtiyacı için yardım istenince, evimizdeki misafir yataklarından birini Hüseyin Bey’in kalacağı odaya yerleştirdim. Hüseyin Bey Iğdır halkı tarafından çok seviliyordu. Bu yüzden nöbetleşe evde yemek hazırlatıp Hüseyin Bey’e ikram ediyorduk. Böylece, geçen zamanla bu değerli insanı daha yakından tanıma şansım olmuştu. Birlik’te çalışan tüm personel Hüseyin Bey’e karşı içten ve samimi bir saygı gösterirdi. Oldukça yakışıklı ve tam bir beyefendi olan Hüseyin Bey de kendisine karşı teveccüh edilen bu ilgiden son derece mutlu olur; çalışanlarla sohbet ederek onların dostluğuna lâyık olmaya çalışırdı. Her sabah, bürodan içeri girdiğinde, Hüseyin Bey’e dönerek, “Günaydın, Han Emmi, bakıyorum bugün çok şıksınız!” diye iltifat ederdim. O da bir çocuk utangaçlığıyla benim bu sözlerim karşısında hafiften gülerek mutluluğunu belli ederdi. “Vatan yolunda her şey feda!” Iğdır gençliği, Azerbaycan Kültür Derneği için bir bağış kampanyası başlatmış; bu çalışmaların bir devamı olarak bir de bir müsamere düzenlenmişti. 385 Hamza Aygün Bir gün gençler, ellerinde biletler olmak üzerek bürodan içeri girdiler. Bana da bir bilet verdiler. Hüseyin Bey az ileride masasının başında oturmuştu. Biletlerden birini alıp Hüseyin Bey’in masasına gittim. “Han Emmi, bu gençler bir bağış kampanyasına çıkmışlar. Bu biletlerin maktu (kesin) bir fiyatı yok. Gönlünüzden ne kopsa!” dedim. Hüseyin Bey cüzdanını çıkardı, hiç düşünmeden 200 liralık bir banknotu masanın üzerine koydu. Ben hayretle yüzüne bakıp, “Bu paranın hepsini mi veriyorsun?” diye sordum. Hüseyin Bey, kararlı bir ses tonuyla, “Evet, dedi, eğer gücüm yetse bunun on katını verirdim!” O an çok şaşırmıştım. Çünkü bir memurun maaşının 150 lira olduğu o günler, Hüseyin Bey’in bu davranışı onun ne kadar milliyetçi ve asil bir insan olduğunu kanıtlıyordu. Hüseyin Bey, benim şaşkınlığımı iyi okumuş olacak ki, “Evlâdım, unutmayın, vatan ve millet yolunda harcanan cana ve mala acınmaz!” dedi. Onun bu sözleri kalbimize bir şiar olarak nakşetti. O günden sonra ne zaman bir toplantı olsa, Hüseyin Bey’in, maneviyatı yüksek bu kutsi sözlerini tekrar ederek kendimize cesaret verirdik. Hüseyin Bey, giyim kuşamına ve görünüşüne oldukça önem verirdi. Her gün özenle tıraş olur, kravatını ve takım elbisesini giyinip sokağa öyle çıkardı. Onun bu titizliğine uzun boyu ve yüz güzelliği de eklenince, Hüseyin Bey, herkesin örnek gösterdiği bir insan olarak dikkati çekerdi. Hüseyin Bey, Kars İslâm Milli Şurası’nda görev alıp, önemli hizmetlerde bulunmuştu. Değerli hemşehrimiz rahmetli Mecit Hun’un 1952 yılında yayınladığı DİL gazetesinde Kars Milli Şura’yla ilgili bir tefrika yayınlanmış, bu dizi yazının bir yerinde Hüseyin Bey’le ilgili şu sözlere yer verilmişti: “15 Kasım 1918 tarihinde Kars’ta 8 kişiden mürekkep Kars Milli Şura Hükümeti kuruldu. Muvakkat Reis Fahrettin Bey başkanlığında Hükümet azaları, Sarıkamış Yedikilise köyünden Hayrullah, Erivanlı Ahund oğlu Taki Karaçantalı, Hacı oğlu Ahmet Ali Afzal, İsrafil Behçet ve Vafyadin idi. 15 gün içinde diğer yerlerden gelen mürahhaslarla kurultay açıldı. Yeni hükümet şu şekilde kurulmuştu: 1. Hükümet Reisi: Cihangiroğlu İbrahim Bey 2. Hükümet Azası: Cihangiroğlu Hasan Bey 3. Hükümet Azası: Dr. Esat Bey 4. Hükümet Azası: Akbabalı Kelbayı Memed Bey 5. Hükümet Azası: Karaçantalı Ahmet Bey 386 Iğdır Sevdası 6. Hükümet Azası: Kağızmanlı Ali Rıza Bey (Ataman) 7. Hükümet Azası: Erivanlı Taki Bey 8. Hükümet Azası: Sarıkamışlı Fahrettin Bey 9. Hükümet Azası: Iğdırlı Alibeyoğlu Mehmet 10. Hükümet Azası: Oltulu Molla Bilal 11. Hükümet Azası: Borçalı Emin 12. Hükümet Azası: Cemaldinallı aşiret reislerinden Maksut Ağa oğlu Hasan Ağa 13. Hükümet Azası: Gümrülü Yusuf Bey Gerekli maddi yardımı Ahundoğlu yapıyordu. Kurul tarafında Kars vilayetine bağlı kazalara şu isimler atanmıştı: Kaymakamlıklar: 1. Paşa Han oğlu Hüseyin Han Talınlı 2. Hemişoğlu Rasim Vakiroğlu Ahmet 3. Kadıoğlu Aslan” (Bu bilgileri rahmetli Mecit Hun Bey’in çıkarmış olduğu DİL gazetesinin 30 Ekim 1952 tarihli 27 sayılı gazetesinden alınmıştır.) Hüseyin Bey bir gün çok keyifsiz görünüyordu. “Beyefendi neyiniz var?” diye sordum. “Hamza, hiç sorma başıma gelenleri... Bu sabah bahçe tuvaletine gidiyordum. Aniden bir yılan kafasını otların arasından kaldırıp bana baktı. Korkuyla olduğum yerde durdum. Yılan da hareket etmedi. Ben yavaşça geri adım atarken yılan da sanki beni kovalar gibi üzerime doğru hareketlendi. Ben tekrar durdum. O da durdu. Anlaşılan benim tuvalete gitmeme izin vermeyecekti. Korkum daha da fazlalaştığı için panik halinde bırakıp kaçtım. Geriye dönüp baktığımda yılan gözden kaybolmuştu. Ama ben korkudan tuvalete gidemez oldum. Ne olacak benim halim?” diye serzenişte bulundu. Hemen bir tırpancı kiralayıp, tuvalete giden otları iyice temizlettik. Akşamları ortalık aydınlık olsun diye de bahçenin orta yerine bir elektrik lambası diktik. Tüm bu çabamıza rağmen, Hüseyin Bey’in korkusunu yendiği söylenemezdi. Anlaşılan bu inatçı yılan, Hüseyin Bey’in yüreğine korku salmış, hepten huzursuz etmişti. Hüseyin Bey’in Vefatı Bir akşam üstü, Kerim Ağa, bana, “Bir doktor al gel. Han Emmi çok hasta” diye haber yollamıştı. Rahmi Uluhan isimli bir hükümet tabibi vardı. Vakit kaybetmeden, 387 Hamza Aygün Erivan’a bağlı Uluhan kasabası göçmenlerinden Dr. Rahmi Uluhan’ı alıp, Han Emmi’nin yanına gittim. Han Emmi çok bunaldığını ve kalbinin sıkıştığını söyledi. Dr. Uluhan, Han Emmi’yi dikkatlice muayene etti, bir iğne vurup gitti. Ben ve Kerim Ağa, Han Emmi’nin yatağının iki yanına oturup onunla beraber olduk. Han Emmi, öleceğini biliyordu. Bir ara baygın bir şekilde gözlerin açıp, “Yüzümü pencereye doğru dönderin” dedi. Zar zor karyolayı hareket ettirip, pencereye doğru dönderdik. Kerim Ağa, birden aklına gelmiş gibi, “Öyle zannediyorum, Han Emmi, ‘Yüzümü kıbleye çevirin!’ demek istedi” dedi. Yüzünü bu kez kıbleye çevirdik. Han Emmi bir saat daha yaşadı ve ruhunu teslim etti. Han Emmi’nin ceplerinden ve cüzdanından çıkan eşyaların zabıtla bir terekesini tespit ettik. Cüzdanından çıkan ufak not kağıtlarından birisinin üzerinde şöyle bir not vardı: Keten yahşi Geymeye keten yahşi Gezmeye garip ülke Ölmeye vatan yahşi Han Emmi’ye son görevini yapması için bir hoca getirttik. “Birlik” bahçesinin bir köşesinde teneşirin saklandığı bir bölme hazırladık. Sabun almak için dükkana gitmiştim. Dükkan sahibi raftan “Lüks” marka bir sabun alıp uzattı: “Helâl olsun böyle adama! Ancak böyle bir sabunla yıkanır” Uzattığım parayı da kabul etmedi. Han Emmi’nin ölüm haberini alan Kars’taki dostları cenazeyi almak için Iğdır’a geldiler. Iğdırlılar bu aziz naaşı iki kilometre omuzlarda taşıyarak Kars Caddesinden yolcu ettiler. Allah rahmet etsin. “Beline Talın kayası düşsün!” “Talın”, Azerbaycan’ın Tovuz, Kazak ve Kesemen yerleşim merkezlerine yakın bir mekânın adıdır. Kayalarıyla meşhurdur. Bu yüzden bu yörede insanlar birbirlerine kızdıkları zaman, “Beline Talın kayası düşsün!” diyerek serzenişte bulunurlarmış. Bu deyim hâlâ Gence ilinde günlük hayatta kullanılmaktadır. 1998 yılında Gürcistan ve Azerbaycan devletlerine geziye gitmiştim. Azerbaycan’ın Gence şehrinde bir eve konuk olduk. Âdet olduğu üzere, Türkiye’den misafir gittiğinizde, konu komşu ne388 Iğdır Sevdası reden geldiğinizi öğrenir, yıllardan beridir ayrı düştükleri akraba ve tanıdıklarını sormak isteyenler akın akın eve gelip, sizi sorgulardı. Bir komşu hanım ziyarete gelmişti. Hal hatır sorduktan sonra koltuğunun altında özenle taşıdığı bir dosyayı açtı, içinden artık sararmış eski bir resim çıkardı. Gözleri nemli ve gönlü buruk bir şekilde, bu resmi bana uzatarak, “İşte akrabalarım! Bunların hepsi şimdi Kars’ta yaşıyorlar” dedi. Resmi elime alınca ilk bakışta Han Emmi’yi tanımıştım. Yarı şaşkın, “Aaa! Bu Hüseyin Tanlı Bey!” dedim. Bu ismi söyleyince komşu kadın bana biraz daha yaklaştı ve ağlamaklı bir sesle, “Demek sen Hüseyin Bey’i gördün!” dedi. Bunun üzerine Hüseyin Bey’le olan dostluğumuzu ve onun başından geçenleri bildiğim kadarıyla özetledim. Yaşlı kadın bu açıklamama çok sevindi. “Acaba siz onun kızı Ayhan Hanım’ı da tanıyor musunuz?” diye sordu. “Elbette tanırım, dedim, Ayhan Hanım çok sevip saydığımız Eski Kars Milletvekili Abdülkerim Doğru Bey’in eşidir. Ankara’da oturuyorlar” dedim. Kadın bütün bu açıklamalardan son derece memnun olmuştu. Bizi evine davet etti ama zamanımız yoktu. Ayhan Hanım’a iletmek üzere bize bir armağanı elime sıkıştırdı. Gönlü buruk yaşlı kadınla vedalaşıp ayrıldık. Mehmet Gülten Aşiretten Sofi Silo’nun oğludur. Kardeşi Ahmet Gülten sınıf arkadaşımdı. Mehmet Bey, aşiretin aydın kesimini temsil ederdi. Devamlı siyasetle ilgilenir, partilerde görev alırdı. Mehmet Bey, Yetim Hüseyin’den sonra Iğdır’da gazete, kitap ve kırtasiye dükkanı açan ikinci isimdi. Kalabalık bir aile nüfusu vardı. Iğdır’daki işlerini tasfiye edip İstanbul’a yerleşti ve orada vefat etti. Allah rahmet etsin. Ahmet Bey, bizler gibi İkinci Dünya Harbi mağduru idi. Gayretli ve çalışkan Ahmet Bey, bir müddet Sıtma Savaş’da memur olarak çalıştı. Maliye Okulunu bitiren Ahmet Bey, çeşitli yerlerde Mal Müdürü olarak görev yaptı. Emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşti. Hâlen Mali Müşavir olarak Bakırköy’de çalışmaktadır. Uzun ömürler dilerim. Ataman Ailesi Atamanlar, aslen Kağızmanlı olup Iğdır’a ilk gelip yerleşen ailelerdendir. Atamanlar’ın, Doğuda Osmanlı İmparatorluğunun uç beylerinden olduğu söylenir. Bu aile aydın, kültürlü ve oldukça zengindi. Cumhuriyetten sonra Iğdır’da devlete intikal eden gayri menkullerin en önemlileri bu ailenin 389 Hamza Aygün eline geçmişti. Ailenin kendine özgün aristokratik bir yaşam biçimi vardı. O yılların “Kadillak”ı sayılan, özel bir faytonla dolaşırlardı. Özenle aranıp bulunmuş, kırmızı ve beyaz benekli atların koştuğu bu fayton, kasaba merkezinde dolaştığı zaman şatafatın ve zenginliğin sembolü olarak göz doldururdu. Bu aileden Ali Rıza Ataman Bey, Birinci Dönem Milletvekili olarak Meclise girdi. Burada tanıştığı Sinop Milletvekili arkadaşının kız kardeşi Pakize Hanım’la evlendi. Bu düğünde bulunma şansım olmuştu. 1934 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’yi ziyarete gelen İran Şahı Pehlevi’nin, Doğubeyazıt, Iğdır ve Kars güzergâhını izleyerek Trabzon’a gitmesi gerekiyordu. Bir gece Ali Ataman Bey’in Iğdır’daki evinde misafir oldu. Ertesi gün Trabzon’a yola çıkan Şah Pehlevi, oradan Yavuz Zırhlısı’yla İstanbul ve nihayet Ankara’ya gitti. Dönüşte yine aynı güzergâhı izleyerek Gürbülak üzerinden İran’a döndü. Ali Ataman Bey, Iğdır’da vefat etti. Cenazesi Kağızman’a nakledilerek orada defnedildi. Ali Ataman’ın Kağızman’da Mehmet isminde bir kardeşi vardı. Ayrıca Ömer isimli ölen bir kardeşinden de Osman ve İdris adlı yeğenleri vardı. Ali Ataman’ın vefatından sonra Iğdır’daki fabrika ve emlakin idaresini Osman Ataman Bey üstlendi. Zamanında iyi bir eğitim almış olan Osman Ataman, Rusça ve Ermenice’yi çok iyi konuştuğu için, hudut bölgesinde yapılan protokol konuşmalarında tercümanlık yaptı. Uzun yıllar bekâr yaşayan Osman Bey, nihayet 1944’li yıllarda müzik hocam Nezahat Hanım’ın kız kardeşi Güzin Hanım’la evlendi. Güzin Hanım, anne ve üç kız kardeşi (Güzin, Nezahat ve Sabahat) Erzurum’dan Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi. Sabahat Hanım da İdris Ataman Bey’le evlendi. Bu şekilde İdris ve Osman Ataman kardeşler, bacanak oldular. Osman Ataman Bey, Iğdırlılar tarafından çok sevilirdi. Üç kez belediye başkanlığı görevini başarıyla yapan Osman Bey, uzun ömürlü bir yaşam sürdü. Yakın zaman önce (1990) vefat eden Osman Bey’in naaşı da Kağızman’daki aile mezarlığına nakledildi. Allah rahmet etsin. Mehmet Ataman Bey de Kağızman’da vefat etti. Oğlu Yaşar Ataman, Ziraat Yüksek Mühendisi oldu. Kızlarından Zeliha Hanım, Musa Doğan Bey’in; Mediha Hanım da Fahrettin Karadeniz Bey’in hanımıdır. İdris Ataman Bey, Iğdır’a vefalı bir insandır. Belirli bir kesim Iğdır’dan bıkıp büyük şehirlere göç etti ama İdris Bey hâlâ Iğdır’da ikâmet etmektedir. Memuriyet hayatını Tarım Bakanlığı bünyesinde tamamlayan İdris Bey, emekli olduktan sonra eşi Sabahat Hanım’la mutlu bir yaşamı devam 390 Iğdır Sevdası ettirdi. İdris Bey memlekete hayırlı evlâtlar yetiştirdi. Damadı Vural Savaş Bey, bir ara Cumhuriyet Başsavcılığı gibi önemli bir görev üstlenen, Türkiye’nin renkli, bilgili hukukçularından birisidir. Sabahat Hanım’a rahmet, İdris Bey’e uzun ömürler dilerim. Nazahat Hanım, bilahare çok değerli bir general olan Faruk Güventürk’le evlendi. Zöhrap Makinist Zöhrap Makinist, Melekli köyünden Ağa Bey’in ikinci oğludur. Ağa Bey’in büyük oğlu Settar Han genellikle çiftçilikle uğraşırdı. Buna karşın Zöhrap Bey, gençlik yıllarında daha çok meyve ve sebze işlerine yönelmişti. Karakoyun ilçesi eşrafından Esat Atlas’ın kızı Zehra Hanım’la evlenen Zöhrap Bey, uzun zaman Esat Atlas Bey’in Iğdır şehir merkezindeki manifatura dükkanını işletti. Babasının vefatından sonra kendisine kalan baba mirasını da değerlendirerek kısa sürede kasabanın zenginlerinden birisi oldu. Tahsil durumu iyi olmadığı halde, kendisini iyi yetiştirdiği için, Zöhrap Makinist Iğdır Ticaret Odası Başkanlığı görevine seçildi. Bu görevi uzun yıllar başarıyla devam ettirdi. Zehra Hanım’la olan evliliklerinden beş tane çocuğu oldu. En büyük oğlu İstanbul’da bir trafik kazasında vefat etti. Bir oğlu Iğdır’da diğeri de Avrupa’da yaşamaktadır. Zöhrap Bey, daha sonraki yaşamında tüm servetini İstanbul’a nakletti ve orada vefat etti. Allah rahmet etsin. Gulem ve Hüseyin Çağlar Kardeşler Çağlar Ailesi aslen Aras nehrinin karşı kıyısında bulunan Canfida köyündendir. Bu köy tam olarak Kazancı köyünün nehir hizasında paralelidir. Kazancı köyünden evlenen Gulem Bey ve ağabeyi Hüseyin Bey, 1925’li yıllarda Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi. O yıllar, daha sonra Binbir Çeşit olarak bilinen mağazanın yerinde kerpiç dükkanlar vardı. İki kardeş ekmekçilik yaparak hayatlarını kazanmaya başladılar. Tandırda pişirilen lavaş ekmekleri sele içinde satışa sunarlardı. Ayrıca manda (camış) sütünden kaymak elde edip piyasaya satarlardı. Bu yüzden ilk yıllar halk arasında “Kaymakçı Gulem” lakabı kullanılır olmuştu. Rivayete göre bu aile 1925’li yıllarda bir ambar buğday ve biraz da define bulmuşlardı. Akıllı olan bu kardeşler, buğdayı ekmek yapımında değerlendirip iyi para kazandılar. İki yıl gibi kısa bir sürede İstanbul tüccârlarını geride bırakacak bir sermaye birikimleri olmuştu. Çağlar Ailesinin böylesine çabuk ve tez elden zengin olması halkın 391 Hamza Aygün gözünden kaçmamıştı. O yıllar bir avuç Iğdırlı kimin ne yaptığını zaten çok iyi bilirdi. Bu yüzden bir sırrı saklamanın mümkünü yoktu. Sonraki yıllar Gulem ve Hüseyin kardeşler sermayelerini ayırıp ayrı ayrı dükkân işlettiler. Prensip olarak veresiye işine girmeyen ve tutumlu olma özellikleriyle kasabada dikkati çeken Çağlar kardeşler, sonraki yıllar başka tüccârların çoğalması ve rekabetin artması nedeniyle günden güne işlerinde gerilediler. “Hacı” olan Çağlar kardeşler, çifter çifter evlendiler. Kısa sürede kasabada önemli bir “Çağlar” nüfusu oluştu. Sermayenin kardeşler arasında bölünmesi nedeniyle kâr oranı azaldı. Ailenin önemli bir kısmı Iğdır’ı terk edip İstanbul’a yerleşti. Bunlardan biri de doğuştan tüccâr Gulem Bey’in üçüncü oğlu Gaffar Bey idi. Gaffar Bey’in İstanbul’da büyük bir mağazası vardı. Gulem Bey’in sırasıyla Zafer, Cafer, Gaffar, Naim, Sabiha ve ismin bilmediğim birkaç çocuğu daha vardı. Zafer ve Naim kardeşler hayattadırlar. Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak “Çağlar” ailesi bugün üç yüz kişilik bir nüfusun üzerindedir. “Çağlar Ailesi”, 1973 yılında mağazalarının yangınla kül olması nedeniyle ekonomik sarsıntı geçirmiş, doğru ve çalışkan esnaf olmanın karar ve sebatıyla kısa sürede bu badireyi başarıyla atlatmasını bilmişlerdi. Hacı Hüseyin Çağlar, kardeşi Gulem Bey’den ayrıldıktan sonra açmış olduğu dükkan oğlu Hayri Çağlar zamanında büyük ilerleme kaydetti. Hayri Çağlar’ın vefatından sonra işler de yavaşlama oldu. Büyük oğlu Yadullah Çağlar, ticareti yürütemedi. Önce Ankara’ya oradan da Amerika’ya gitti ve Amerikan vatandaşı oldu. Hacı Hüseyin Bey’in küçük oğlu Suphi Bey de Amerikan vatandaşı oldu ve kendisine orada bir işyeri açtı. Hiç evlenmeyen Suphi Bey, torunlarından birisini evlâtlık edinip Amerika’ya götürdü. Hacı Hüseyin Bey’in üç hanımından 15 kadar çocuğu olmuştur. Çok dindar olan Hacı Hüseyin Bey, kendi adına Iğdır’da bir cami yaptırmış ve ibadete açmıştır. Allah cümlesine rahmet etsin. Edip Koçkaya Eczacı Edip Bey aslen Erzurumludur. 1935’li yıllarda Iğdır’a gelip bir eczane açtı. Geldiğinde bekârdı. O zamanlar Iğdır’da eczane yoktu. Bir iki tane pratisyen doktor, ufacık ecza dolaplarında bulundurdukları ilaçlarla halka şifa dağıtırlardı. Edip Bey gelince durum değişti. İlaç sayısı fazlalaştı. Birçoğunu da kendisi bizzat imâl ediyordu. O zamanlar eczacıların birçok ilacı doktorların 392 Iğdır Sevdası reçetesine göre yapma yetkileri vardı. İşleri iyi giden Edip Bey, Eruzum’dan “Dayı” diye çağırdıkları bir akrabalarını Iğdır’a yardımcı olarak getirtti. Bu dayının iki baldızı vardı: Rahmetli Aliye Hanım ve Nimet Hanım. Sarışın güzel Nimet Hanım, hafif kulak özürlüydü. Çok geçmeden kıymetli gençlerimizden Hamza Mızrak’ı kendine aşık etmeyi başardı. Öğretmen Hamza Mızrak, Nimet Hanım’la evlendikten sonra tayini Ankara’ya çıktığı için Iğdır’ı terk etti. Hamza Mızrak Ankara’da vefat etti. Allah rahmet etsin. Eşi, Nimet Hanım hayattadır. Kendisine uzun ömürler dilerim. Edip Bey, Aliye Hanım’la evlendi. Bu evlilikten Bertan adlı bir oğlan ve bir de kız çocuğu dünyaya geldi. Kızları Iğdırlı bir hâkimle evlidir. Edip Bey, 1950 seçimlerinde CHP’den milletvekili adayı olarak hazırlandığı bir sırada kalp krizi geçirerek vefat etti. Aliye Hanım, kocasının vefatından sonra uzun yıllar tek başına eczaneyi çalıştırdı. Yanında çalışan ve aslen Antalyalı Eczacı Kemal Erkan Bey’le evlenip Iğdır’ı terk etti. Antalya’da vefat eden Aliye Hanım’a rahmet olsun. Hasan Karalar Hasan Bey aslen Tuzlucalıdır. Babası 1925’li yıllarda İstanbul’a göç etmiş ve orada evlenmiştir. Hasan Bey, orta okula kadar tahsil hayatını İstanbul’da tamamladıktan sonra, 1950’li yıllarda Tuzluca’ya (Kulp) dönmüştü. Ben tanıdığım zaman Hasan Bey 25-30 yaşlarında bir delikanlı idi. Kıvırcık uzun saçları, kendine özgü giyim kuşamı ve elindeki piposuyla halkın dışında filozof bir tip olarak göze batardı. 1950’den itibaren Tuzluca ve Iğdır’da yapılan tüm seçim konuşmalarında kürsüye çıkar, belirli şahıs ve partileri methederdi. Öğlen DP’li olan Hasan Bey, akşama doğru bu kez ateşli bir CHP’li olarak kürsüde nutuk atardı. Cebini kim hoş etse onun türküsünü okurdu. Kasaba halkı da, sabah başka akşam başka konuşan Hasan Bey’i alaylı ve zevkli bir şekilde dinlerdi. Hasan Bey, sokakta dolaştığı zaman koltuğunun altında mutlaka bir demet gazetesi olurdu. Piposunu elden düşürmeyen Hasan Bey, gerçekte iyi bir hatipti; ancak bu yeteneğini belirli çevrelere pazarladığı için halkın gözünde değerini yitirmiş boş bir adam görünümündeydi. Hasan Bey, bir gün Iğdırlılar’a küserek kürsüden şöyle bir vecize söyledi: Dejenere muhitin Neverim evlâtları... Hasan Bey’in bu sözleri uzun süre halkın dilinden düşmedi. Aslında kendisi “dejenere” bir görünüme sahipti ama bu suçlamayı Iğdırlılara yap393 Hamza Aygün mıştı. 1958 yılında kadar Iğdır’da sık sık göründü. Bir ara Tuzluca Belediye Başkanlığına isteklendi ama kazanamadı. Evlendi. Genç yaşta hayata veda etti. Allah rahmet etsin. Veli Orkun Hoca Çok değerli bir coğrafya hocası Veli Bey’in, Iğdırlı gençlere ve talebelere çok büyük emeği geçmiştir. Zamanında “Iğdır’ın Tarihi” isimli bir kitap yazdı. Ancak bu kitapta kullandığı dil, okullarda okutulan Tarih kitaplarındakine benzer şekilde tek düze ve ağdalı olduğu için, Veli Orkun’un bu değerli çalışması halk arasında pek ilgi görmedi. Bu başarısızlığın başka bir nedeni de Veli Bey’in Iğdır’da uzun yıllar yaşamamış olmasıydı. Veli Bey, Kars’tan Iğdır Ortaokuluna müdür olarak atanmış, on yıl kadar Iğdır’da hizmet vermişti. Eşi Hikmet Hanım de çok değerli bir hocaydı. Veli Bey zeki çocukları himayesine alır, onlara özel bir ilgi gösterirdi. Bugün, bu gençlerin çoğu yüksek mevkilere gelmişlerdir. Veli Bey’in kardeşi, Ali Bey, Iğdır’a gelip, Aziz Güney Bey’le birlikte sinema açtı. O yıllarda Iğdır’ın tek eğlence merkezi olan sinema, halkın rağbet ettiği bir yerdi. Sinema makinesi ve kullanılan filmler elden düşme olduğu için, sık sık film kopardı. Bu da izleyiciler arasında büyük tepkilere neden olurdu. Biz gençler, hoş bir adam olan Ali Bey’in üzerine yüklenir, onu sıkıştırırdık. O da Terekeme şivesiyle, “Eye bu ne iştir! Hanımlar matinesinde de yuhalanıyorum, erkekler matinesinde de... Bu filmler İstanbul’un dar küçelerinde (sokak) yapıleyir. Termaç kopor ne yapım?” derdi. Orkun Ailesi daha sonra İstanbul’a yerleşti. Cümlesine rahmet olsun. Hamza Mızrak Çok zeki ve çalışkan Hamza Mızrak yoksul bir aile çocuğuydu. Babası hayvan borsasında çalışır, ailenin nafakasını bu şekilde temin ederdi. Iğdır Ortaokulunu başarıyla bitirin Hamza Mızrak, yatılı öğretmen okulu sınavlarını kazandı ve oradan da başarıyla mezun oldu. Lise ayarında olan bu okulu bitirenler ilkokul öğretmeni olarak görev yapıyorlardı. Hamza Bey uzun yıllar öğretmen olarak görev yaptı. Edip Koçkaya Bey’in baldızı Nimet Hanım’la evlenip daha sonra Ankara’ya taşındı. Bu değerli hemşehrimizi genç yaşta kaybettik. Allah rahmet etsin. Muzaffer Işık Iğdır’ın Sarıçoban köyünden Muzaffer Bey, ilkokulu bitirdikten sonra 394 Iğdır Sevdası bir müddet ortaokula devam etti. Daha sonra Sarıçoban köyünde bulunan geniş arazilerinde çiftçilik yaptı. Her insana Tanrı bir meziyet bahşetmiştir. Kimisine resim yapma, kimisine müzik, kimisine de güzel konuşma... Muzaffer Bey, meramını güzel sözlerle anlatma ve karşısındakini sözleriyle etkileme yeteneğine sahip ender insanlardan birisidir. Onun bu yeteneğiyle ilgili şu anımı anlatmak isterim: DYP Milletvekili Baki Tuğ ve arkadaşları bir toplantı sırasında orada bulunanlara Iğdır’ın göç sorunu ve halkın geçim durumuyla ilgili sorular yöneltmişlerdi. Muzaffer Bey, söz alıp, Iğdır’ın kritik sorunlarını bu milletvekili heyetine, üstün bir açıklama yeteneği ve ikna edici bir üslupla anlatmıştı. Herkes onun sözlerini pür dikkat dinleyip not alıyordu. İçimden, “Bravo Muzaffer! İşte Iğdır’ın ihtiyacı olduğu inançlı ses!” demiştim. Muzaffer Bey, bu özelliği nedeniyle üzerine aldığı işlerde hep başarılı olmuş, yerini başkalarına kaptırmamıştır. Eli açık ve cömert Muzaffer Bey’e uzun ömürler dilerim. Kerem Zengi Kerem Bey, aslen Ermenistan’ın Zengi Basar köyündendir. (Zengi, bu köye yakın geçen çayın adıdır) Kerem Bey, 1930’lu yıllarda babası Cabbar Bey ve dört kardeşiyle beraber –Feyzullah, Kasım, Paşa Turan ve Azer Hanım- Iğdır’a geldi. Rusya’da lise tahsili görmüş olan Kerem Bey, oldukça aydın ve kültürlü birisiydi. Ticarete ilgi duyardı fakat sermaye yetersizliği nedeniyle hiçbir zaman istediği sonucu alamazdı. Kendisine iskân hakkı verilen arsa üzerinde elektrikli Rollergin sistem bir çırçır (pamuk ayıklama) fabrikası kurmuştu. Gerekli işletme finansını temin edemeyince fabrikayı elden çıkarmak zorunda kaldı. Kerem Bey, konuşması ve düşünceleriyle karşısındaki insanı etkilemesini bilirdi. Kardeşi Feyzullah Bey, çok iyi bir kahvehane işletmecisiydi. Kulağından özürlü Feyzullah Bey’in gazinosu, Iğdır’ın gözde yeriydi. Temiz masalar, kaliteli çay servisi ve insan ruhunu okşayan dekorasyonu hemen dikkati çekerdi. Çay içme zevki gelişmiş belirli bir kesim gazinonun müdavimleriydi. Feyzullah Bey’in bir oğlu bir de kızı vardı. Oğlu Oktay Bey Ankara’da yaşamaktadır. Kızı, Talip Kalafat’ın gelinidir. Kasım Bey, şoförlük işiyle uğraşırdı. Uzun yıllar Iğdır’da kamyon işletti. Daha sonra Ankara’ya taşınan Kasım Bey, Iğdır’da vefat etti. Paşa Turan Kerem Zengi Bey’in bu sporcu kardeşi Iğdır gençliği arasında her za395 Hamza Aygün man anılırdı. Ortaokulu bitiren Paşa Bey, uzun yıllar Mecit Hun Bey’le ticaret ortaklığı yaptı. Sonraki yıllar evini Ankara’ya taşıdı; burada bir müessesenin müdürlüğünü yaptı. Emekli olan Paşa Bey, Bursa’ya nakletti. Kendisine ve çocuklarına uzun ömürler dilerim. Azer Zengi Enver Necili Bey’le evli olan Azer Hanım İzmir’de yaşamaktadır. Gerek Iğdır’da gerekse İzmir’de bütün Iğdırlılara ablalık yapan Azer Hanım, biri kız biri oğlan, iki çocuk annesidir. Azer Hanım’a uzun ömürler, Enver Bey’e de rahmet dileriz. Hacı Ahmet Dedeyi Aslen İran’ın Tebriz vilayetine bağlı Deryan kasabasından olan Ahmet Bey, 1930’lu yıllarda ticari nedenlerle Iğdır’a gelip yerleşmişti. İlk yıllar Kör Halil’le beraber bakkalcılık işine girmişti. Çocukları eğitimlerini Türkiye’de yaptılar. Ahmet Bey’in babası ve kardeşi Samet Bey, İran’da gayri menkulleri olduğundan İran vatandaşlığından çıkmadan Iğdır’da yaşamlarını devam ettirdiler ve Iğdır’da da vefat ettiler. Allah rahmet etsin. Hacı Ahmet Bey, çocukluk yıllarında kendi köyünde çok ciddi bir din eğitimi almıştı. Bir ara ticaretten tamamen çekilip kendisini din hocalığına adadı. Sesi çok güzeldi. Hakkını vererek güzel mersiye okurdu. Halk arasında aranan bir hoca olmuştu. Kardeşi Samet ve çocukları, Iğdır’a özgü “Bozbaş”, pilav ve kebap pişirme konusunda kısa sürede üne kavuştular. Açtıkları lokanta halk arasında uzun yıllar “İranlıların Lokantası” olarak bilinir oldu. Allah rahmet etsin. İydeli Esat Saygı Esat Bey, Aras nehrinin karşı tarafında Canfida köyüne komşu İydeli köyündendir. Kendisini hayal meyal hatırlıyorum. Kız kardeşi Torun Ailesinden Ali Bey’in hanımıdır. Esat Bey’in, Leylan Haladan üç oğlu vardı. Hasan Saygı, şoförlük mesleğiyle iştigâl ederdi. Daha sonra Hışır Şükrü’nün kızı Kadriye Hanım’la evlendi. Kadriye Hanım Trabzonlu olduğu için, bu aile Iğdır’daki kundura dükkanlarını ve diğer mal varlıklarını tasfiye edip Trabzon’a yerleştiler. Hasan Bey, orada yedek otomobil parçası satan bir mağaza açtı. Hasan Bey, Trabzon’da kalp krizinden vefat etti. Allah rahmet etsin. Necef Saygı Esat Bey’in ikinci oğlu Necef Bey, ortaokulu bitirdikten sonra birçok 396 Iğdır Sevdası memurluk görevlerinde bulundu. Daha sonra ağabeyi Hasan Bey’in mesleği olan şoförlüğe ilgi duydu. Bir otobüs alıp ticarete atıldı. Necef Bey, arkadaş canlısı, fedakâr bir insandır. Gözünü budaktan esirgemeyen, renkli kişiliğiyle onun dostluğunu her zaman özlemişimdir. Necef Bey, 40 yıl ehliyet almadan Iğdır’da otomobil kullanmayı başaran ender bir şofördü. Onun bu konuda gösterdiği ustalığına hepimiz hayrandık. Nihayet 40 yılın sonunda ehliyet alınca biz de rahatladık. Necef Bey, sonraki yıllar işlerini İstanbul’a nakletti. Zeynep Hanım’dan Ömer, Osman ve Ayşe isimli çocukların babası olan Necef Bey, emekli olup, sıhhati yerindedir. Allah uzun ömürler versin. Hacı Sabri Saygı Hacı Sabri Bey, Esat Bey’in son beşiğidir. Bu yüzden annesi Leylan Hanım ona “yetim” derdi. Sabri Bey, ortaokulu bitirdikten sonra ticarete atıldı. Hüseyin Aşmaz’ın kız kardeşiyle evlendi. 8 oğlu bir kızı var. Sabri Bey, tıpkı Nasreddin Hoca gibi nükteli konuşur, etrafındakileri neşelendirirdi. Bu yüzden çok sevilirdi. Sabri Bey, kardeşleri gibi şoförlük mesleğine girip hayatını orda kazandı. Daha sonra Ankara’ya taşındı, Mehmet Ali Saita Bey’le çalıştı. Sabri Bey, arada bir sınıf arkadaşı olan Mehmet Ali Bey’e takılınca, biz müdahale eder, “İnsan patronu ile böyle mi konuşur” derdik. Mehmet Ali Bey, Sabri Bey’e iş hayatında çok yardımcı oldu, gerektiğinde korudu. Sabri Bey’in sigorta primlerini hatır için tavandan yatırırdı. Bir gün oturup Sabri Bey’in hizmetlerini topladık. Artık emekli olma zamanı gelmişti. Kendi ağzından söylediği gibi, “Nihayet artık hep sizinle olacağım!” sözüne çok az kalmıştı. Emekli maaşına bağlandı. Birinci maaşını aldı ama ikinci maaşını almasına ömrü vefa etmedi. Hepimiz Sabri Bey’in aramızdan ayrılmasına çok üzülmüştük. En sıkıntılı zamanımızda bile ne zaman Sabri Bey yanımıza gelse yüzümüz güler, gönlümüz açılırdı. Hatta bir gün Mehmet Şöllü dayanamayıp Sabri Bey’e, “Oğlum, sende şeytan tüyü mü var, nedir... Hepimiz sana bağlanmışız böyle.. “ dedi. Sabri Bey’in uzun zaman matemini tuttuk. Elimizden uçan bir kuş gibi boş gözlerle ardından bakakaldık. Hatıralarını arkadaş toplantılarında yad ediyoruz. Kendisine Allah’tan rahmet, eşi ve çocuklarına uzun ömürler dileriz. 397 Hamza Aygün “Dadaş’ın Aşkı Başkadır” Dadaş, aslen Aralık ilçesinin Pırço köyündendi. Boyca kısa -120 cm- Dadaş, sakalı çıkmadığı için aynı zamanda köseydi. Dadaş’ın asıl ismi Salman’dır. Kardeşi Beyler, Baharlı Mahallesinde otururdu. Bir çok işlere girip çıkan Dadaş, 1950’li yıllarda Ankara’ya gelir. Kızılay ve Yenişehir semtleri bugünkü gibi hareketli değildi. Şehir merkezi daha çok Ulus’a doğruydu. Dadaş, Ulus’ta, devlet dairelerinde çay ocağı işleterek hayatını kazanır. Dadaş, bir gün, Tuna Han’nın zemin katında boş bir dükkan yeri görür. Kiralayıp kendi hesabına çay ve kahve satmaya başlar. (Açıklama: Tuna Han, eskilerin bildiği gibi, “Piknik” isimli lokantaya elli metre uzaklıkta idi. Yenişehir’in göbeği sayılırdı. O yıllar Çankaya tarafları “Yenişehir” olarak bilinirdi) “Var mı ulan Dadaş’a yan bakan!” Dadaş’ın başından şöyle bir olay geçer: Yenişehir semtini haraca bağlayan gençler, süklüm püklüm dükkanına gitmekte olan Dadaş’ın önünü kesip haraç isterler. Dadaş istenen haracı vermek istemez; gençler tehdit eder. Dadaş, bam teline basılmış gibi, hiddetlenir, sağ elini göğsüne vurarak, “Ulan bana Erzurum dadaşı derler. Kimseye haraç maraç vermem, anladın mı!” diye zangır zangır bağırır. Gençler, ele avuca sığmaz Salman’ın bu kükreyişi karşısında şaşkınlığa kapılıp ortadan yok olurlar. Olaya şahit esnaftan kimseler, o günden sonra ismi Salman olan kahramanımızı “Dadaş geldi, dadaş gitti!” diyerek birbirlerine tarif ettiklerinden, “Dadaş” ismi Salman’ın üzerinde bir lakap olarak kaldı. Dadaş, civar dükkanlara ve Piknik lokantasının tam karşısındaki İş Bankası Kızılay Şubesine çay servisi yapardı. Dadaş, 55 yaşında, ama köse olduğu için yaşından çok daha genç gösterir, biz gençler kendisine takıldığımız zaman da, Dadaş, “Vallahi aynaya baktığım zaman, kendimi sizinle aynı yaşta görüyorum” diyerek itiraf ederdi. Dadaş, esnaf arasında çok sevilirdi. Ona takılmayan yoktu. Hazır cevap olduğundan, herkese söz yetiştirmesini de ustalıkla becerirdi. Onun bu halini görünce kendi kendime, “Bizim Dadaş okusaydı, iyi bir avukat olurdu” derdim. İş Bankası Şubesine çok güzel bir kız memur olarak atanmıştı. Dadaş bu kızı görür görmez abayı yakar. Kızla arasında 35 yıl yaş farkı, 50 cm de boy farkı vardır ama bu aşktır, gönül ferman dinlemez. Dadaş her geçen gün bu aşkın ağırlığı altında ezilmektedir. Banaka çalışanları Dadaş’ın bu tek yanlı aşkının farkındadırlar. Dadaş 398 Iğdır Sevdası da, bankadan çay siparişi geldiği zaman, artık garsonu oraya göndermez, aynanın karşısına geçip kendisine çeki düzen verir, beyefendi havasında elinde garson terazisi, bankadan içeri girer, bir gözü genç kızda, çay servisini yapardı. Dadaş, yanında çalışan garsonlara şu talimatı verir: “Ne zaman bankadan sipariş gelse, yeni çay demlenecek ve beni haberdar edeceksiniz. Benden başkasının oraya servis yapmasını yasaklıyorum” Garsonlar, kendi aralarında konuşup bu işe meraklanmışlar. Bir gün Dadaş’ı takip etmişler. Bankadan içeri giren Dadaş, en önce genç kızın masasına gitmiş, en güzel bardağı masaya koyarken göz ucuyla, aşkı kalbini yakan kızı uzun uzun süzmüş. Dadaş, kız çayını bitirmeden yerinden kıpırdamamış. Boşalan bardağı üzgün bir şekilde teraziye yerleştirdikten sonra artık buharı kırılmış, soğuk çayları diğer memurlara dağıtmış. Bankada çalışan memurlar genç kıza “Senin ki geldi, senin ki gitti!” diyerek takılmadan edemiyorlarmış. Ama genç kız, bu kışkırtmaları olgun bir şekilde karşılıyor, gülümsemekle yetiniyormuş. Olayın bundan sonrasını Dadaş bana şöyle anlatmıştı: “Azizim, bankaya gitmeye can atıyordum. Ah bir bahane olsa da şu kapıdan içeri girip aşkımı bir görsem, diyerek yanıp tutuşuyordum. Banka arkadaşları bir gün kızın yanına gidip, “Eğer izin verirsen biz Dadaş’a takılmak istiyoruz” demişler. Kız da, “Olur!” diyince, hazırladıkları senaryoyu uygulamaya koyulmuşlar; birini göndererek çay ısmarlatmışlar. Taze kaynamış demli çayı bardaklara doldurup her zamanki gibi fiyakalı bir şekilde, elimde terazi, bankanın kapısından içeri girdim. Alışa geldiği üzere, ayaklarım beni önce aşkıma götürdü. Süslü bardaktaki çayı, genç kızın masasına koyup onun ilk yudumlarını zevkle seyrettim. Gözümü ondan ayırmadan diğerlerinin çaylarını gönülsüz bir şekilde dağıttım. O sırada memurlardan birisi, “Dadaş bir konuyu çok merak ediyoruz. Evvelce sen çay servisi yapmazdın. Şimdi çaylar hem demli geliyor hem de kendin getiriyorsun; bu hikmetin arkasında acaba ne var? Bir diğer husus da, bankadan içeri girer girmez ilk servisi Belgin Hanım’a yapıyorsun. Eğer bizi aydınlatırsan çok seviniriz” dedi. Bu söz biter bitmez oradaki memurlar hepsi Belgin Hanım’a dönerek yarı alaylı bir havada gülmeye başladılar. Belgin Hanım, ilgi odağı olmaktan hem mutlu hem de acaba ben nasıl bir tepki göstereceğim diye merakla bana bakıyordu. Bu densiz memurların benim izzeti nefsimle oynamaları zoruma gitmişti. Alaya alınmaktan hiç hoşlanmam. 399 Hamza Aygün Gülüşmeler ve takılmalar devam ederken, sert bir çıkış yapıp, “Beyler cevabınızı vermek istiyorum” dedim. Ortalık aniden sus pus oldu. O yıllar bankaların pek az müşterisi olduğu için, dikkatimizi bozacak bir neden yoktu. Başladım anlatmaya: Mecnun her zaman Leyla’yı göremiyordu. Her gün sabahleyin Leyla’nın evinin önünden geçerken Leyla’nın köpeğini kapıda görür, yanına çağırır, ekmek verir ve şefkatle köpeğin gözlerinden öper, ancak ondan sonra işine giderdi. Mecnun’un bu davranışını görenler, bir gün Mecnun’a, “Neden her gün Leyla’nın köpeğini gözünden öptükten sonra işe gidiyorsun?” diye sorarlar. Mecnun, “Biliyorsunuz, Leyla’nın babası görüşmemizi men etmiş. Ben Leyla’yı göremiyorum ama Leyla her gün sabahleyin pencereyi açıp bu köpeğe yem veriyor ve köpek de öptüğüm gözleriyle Leyla’yı görüyor. Onun için köpeği gözünden öpüyorum” diye cevaplamış. Hikayenin tam burasında Belgin Hanım bana dönerek, “O zaman ben de bir köpek edineyim” dedi. Ben sakin bir şekilde, memurlara bakarak, “Buna hiç lüzum yok! Burada ondan çok var!” dedim. Bankadan ayrıldığım zaman ortalıkta derin bir sessizlik vardı. Sıhhıye Hudai ve Ailesi Aslen Ermenistan’ın “Soreyel” olarak bilinen bölgesinden Hudai Bey’i biz kendi aramızda “Huda” diye çağırırdık. İlk olarak Kars’a yerleşen Huda Bey, daha sonra annesiyle Iğdır’a geldi ve Hükümet Tabipliğine memur olarak atandı. (Hükümet Tabipi Rahmi Uluhan idi.) Huda Bey, uzun yıllar Hükümet Tabipliğindeki görevine devam etti. Belediyenin muhasebe işlerini yöneten Mitat Bey’in kız kardeşiyle evlendi. Daha sonra Sıtma Savaş’da çalışan Huda Bey, sıhhi iğne yapma konusunda uzmanlık kazandı. İyi huylu ve tedbirli bir karaktere sahipti. Bu yüzden her aile iğne yapılması gerektiği zaman ilk önce Huda Bey’i aklına getirirdi. Iğdır’ın tüm ailelerine sağlık yönünden hizmet vermiş olan Huda Bey, ilk yıllar Gulem Çağlar’ın evinde kiracı olarak kaldı. Bugün çocukları Iğdır’da yaşamaktadır. Bu emektar sağlık adamına Allah’tan rahmet dileriz. Eyüp Selçuk Eyüp Bey, Kafkasya’dan gelip önce Taşburun nahiyesine; oradan Sadık Karasu’nun kızı Nahide Hanım’la evlendikten sonra da Iğdır’a gelip yerleşmişti. Eyüp Bey, ilk zamanlar belediye parkının köşesindeki kulübede tekel bayiliği yapardı. Daha sonra odun ve kömür ticaretine girdi. Çok efendi ve iyi niyetli olan Eyüp Bey’in Nahide Hanım’dan, Iğdır400 Iğdır Sevdası lıların çok sevdiği Timur Selçuk isimli bir oğlu ve Yemen adlı bir kızı var. Timur Selçuk, siyasete atılıp DYP Iğdır İl Başkanı oldu. Milletvekilliğine adaylığını koydu ama kazanamadı. Timur Selçuk hâlen Ankara’da ikâmet etmektedir. Eyüp Bey’in kızı Yemen Hanım, Ağırkaya Ailesinden Mühendis Ali Rıza Bey’in eşidir. Cümlesine uzun ömürler. Yasin Bademci Bu aile, Ağrı Dağı Harekâtı yıllarında, Iğdır’dan Batıya, Aydın ilinin Söke ilçesine mecburi iskâna tabi kılınan ailelerdendir. 1951 yılında devletin çıkardığı aftan yararlanarak Iğdır’a döndü; Taşburun nahiyesinde Yusufelili (Artvin) meşhur Altunizadelerin arsa ve tarlalarını alarak geniş ölçekli çiftçiliğe başladı. Fakat tüm çabasına rağmen çiftçilikte istediği başarıyı yakalayamadı. Bunun başlıca nedeni, bu tarlaların daha çok bağ ve bahçeye elverişli bir toprak yapısına sahip olmasıydı. Altunizadeler bu topraklarda üzüm yetiştirip, şarap üretimi yaparlardı. Şarapçılık işi ciddi bir uzmanlık gerektirdiğinden, Yasin Bademci üzüm bağlarını söktü. Onun yerine pamuk vs. denedi. Fakat başarılı olamadı. Allah rahmet etsin. Abdulhadi Kuş “Kuş” ailesi, “Alut” köyüne yerleşmişi. Hacı Abdullah Armağan’la öz amca çocuğu olan Abdulhadi Bey, iri yapılı ve gösterişliydi. Bu dev yapının altında ince yürekli, uysal ve kimseyi incitmeyen müstesna bir karakter yatardı. Abdulhadi Bey, bizim lokantaya, yanında el pençe duran ve derin bir saygıyla onun sözlerini dinleyen, kalabalık bir gurupla gelir otururdu. İlk zamanlar hayvancılıkla uğraşan aile, sonraki yıllar çiftçiliğe ağırlık verdi ve hayli de başarılı oldular. Abdulhadi Bey, amca oğlu ve kendisi gibi Burukan aşiretinin ileri gelenlerinden Ahmet Armağan Bey’i siyasi yönden desteklerdi. Pamuk Tarım Satış Kooperatif seçimlerinde bu destek sayesinde Ahmet Bey, mutlaka seçimi kazanırdı. Bir seçim dönemi, Ticaret Bakanlığı müşaviri, gözlemci olarak gelmişti. Kullanılan oyların sayım dökümüne başlandığı zaman, “Akkuş”, “Karakuş” lafı o kadar çok işitildi ki, Iğdır’a yabancı olan müşavir, şaşkın bir şekilde, “Yahu bu kasabada ne kadar da çok kuş var!” demekten kendini alamamıştı. Çok iyi bir aile olan “Kuş” ların ölenlerine rahmet kalanlarına uzun 401 Hamza Aygün ömürler dilerim. Alman Muharrem Aslen Kafkasyalı olan Muharrem Bey, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Ordusunun bir eri olarak savaşa katılmış, bir çatışmada Almanlara esir düşmüştü. Uzun yıllar Alman askeri hapishanelerinde savaş esiri olarak yatan Muharrem Bey, 1945 yılında savaşın sona ermesiyle, tercih hakkını kullanarak, vatanı yerine Türkiye’ye gelmeyi yeğlemiştir. İstanbul’da bir zaman ikâmet eden Muharrem Bey, daha sonra Iğdır’a gelip yerleşmiştir. Savaş yıllarını ve bilhassa esirlik yıllarında başından geçenleri anı şeklinde kasaba halkına tefrika ettiği için, gel zaman git zaman ismi halk arasında “Alman Muharrem” olarak bilinir oldu. Çiftçilikle uğraşan Muharrem Bey’e uzun ömürler dilerim. Mir İsmail Ulusoy İsmail Bey, Ermenistan’dan Iğdır’a göç eden bir aileye mensuptu. Ebelik yapan eşi Rukiye Hanım, Iğdır’da oldukça tanınmıştı. Yaş ortalaması 30-50 yaş arasındaki bugünkü neslin birçoğunun ebe annesidir. İsmail Bey’in çocuğu olmadı. Türkiye’ye gelirken yanında getirdiği kardeşi oğlu Halil Ulusoy, Iğdır’ın değerli ve yetenekli gençlerinden birisiydi. Futbol ve voleybol maçlarında göstermiş olduğu performans tüm gençlerin ağzında efsane gibi dolaşırdı. Uzun boyu, atletik vücut yapısı görenlerin hayranlığını kazanırdı. Halil Bey, benden 5 yaş büyüktü ama Türkiye’ye geldiği zaman eğitim hayatında kopukluk olmuş bu yüzden ilkokul ve ortaokulu aynı sınıfta okuduk. Timur Selçuk’la akraba olan ve çok sevilen bu ailede ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dileriz. Ezelhan Doğuş Ezelhan Bey, Eleşkirt ya da Taşlıçay’dan Iğdır’a gelip yerleşmişti. Baharlı mahallesinde ikâmet eden Ezelhan Bey, kısa boyu ve sempatik hareketleriyle dikkati çekerdi. Iğdır’ın ticaret merkezi olan Kapan’da zahirecilik işine giren Ezelhan Bey’in bir oğlu mühendis oldu. Iğdır Belediyesinde çalışan bu genç ani olarak vefat etmişti. Ne yazık ki Iğdır’dan erken ayrıldığım için bu ailenin sonraki yıllarına ait bilgim sınırlıdır. Allah ölenlere rahmet etsin. Rıza Ambarcı Çerçi Yusuf’un oğlu Rıza Bey, Iğdırmava mahallesindendir. Babası Yusuf Bey, mahalle aralarında boynuna astığı tabelasında iğne iplik, lastik ve 402 Iğdır Sevdası krem gibi mallar satarak ailesinin geçimini sağlardı. Çalışkan ve iyi yürekli bir insan olan Yusuf Bey, o zaman ki zor koşullarda büyük fedakârlıklarla çocuklarını büyütüyordu. Rıza Bey, babasının vefatından sonra ticarete atıldı. Disiplini ve çalışkanlığıyla göz doldurdu. Babasının irade ve ticari yeteneği olduğu gibi oğluna geçmişti. Rıza Bey, çok geçmeden Iğdır’ın sayılı esnaflara arasına girdi. Rıza Bey’in ailesi daha sonra İzmir’e göç etti. Kalaycı Şaban Usta Baharlı Mahallesinde oturan Şaban Bey, sınıf arkadaşımdı. Okuldan ayrıldıktan sonra babasının mesleği bakırcılık ve kalaycılık işine merak sardı. Akıllı bir esnaf olan Şaban Bey, topladığı eski kazan, tabak ve semaverleri usta bir şekilde tamir edip yeniden pazarlardı. Çarşı merkezindeki dükkânında soba, mangal gibi ev ihtiyaçlarını da satan Şaban Bey’in son yıllarda ne yaptığını bilmiyorum. Mir Selim Özler Erivan göçmenlerinden Selim Bey, Iğdır’daki güzel bağ ve bahçeleri, özellikle de şeftali kompostosuyla tanınırdı. Ali, Naci, Ramiz, Celal ve Nazire isimli çocukları vardı. Selim Bey’in ailesi, Erivan’ın zengin ve köklü bir ailesi olduğu için, kendilerini diğer muhacir ailelerden –birçoğu köy ve küçük yerleşim birimlerinden gelmişlerdi- ayrı görürlerdi. Gerçekten aralarında belirgin bir kültür ve yaşam standardı farkı vardı. Selim Bey’in ailesinin başından kültür farkı nedeniyle ilginç bir olay geçmişti: Birçok Iğdırlı genç Nazire Hanım’la evlenmek için büyüklerini elçi olarak gönderirdi.Ama Özler ailesinin her önüne gelene kızlarını vermeye niyetleri olmadığından tekliflerin birçoğunu kibar şekilde reddederlerdi. Ancak bir gün, delikanlının biri, kasabanın hatırı sayılı kişilerini araya sokarak, onları Nazire Hanım’ı istemeleri için kız evine gönderir. Mir Selim Bey, kasabanın bu elit kesiminden dostlarının kalbini kırmak istemez. Çaresiz şekilde “Evet!” der. Heyet rahat nefes almışken, Mir Selim Bey, konuşmasına “Koşullarım var!” diyerek devam eder. Heyet, “Olur!” diyince, Mir Selim Bey, “O zaman, söylediklerimi yazın! Oğlan köyde oturuyor. Ben kızımın köyde oturmasına razı olamam. Birinci koşulum, kızıma kasaba merkezinde bir ev alınacak... Şu kadar bilezik ve şu kadar da gerdanlık vs. alınacak...” demiş. Mir Selim Bey, kızının evliliğini yokuşa sürmek için öylesine olmaz 403 Hamza Aygün isteklerde bulunmuş ki heyetin içinden birisi dayanamamış, ileri atılıp, “Ağa, senin evinde bu eşyalar var mı ki?...” diye sormak zorunda kalmış. Neticede, heyet altın takıları hesaba vurmuş. Karşılarına çok büyük bir meblağ 18 bin lira çıkmış! Oğlan tarafı bu parayı ödeyemeyince evlilik işi de yatmış. Elçiler üzgün evden çıkarlarken, Mir Selim Bey, kendisine saygı duyduğu bir dostunun kulağına eğilip, “Bey’im, benim kızımı istemeye geldiniz. Eğer sizi reddetseydim, sizi kırmış olurdum. Ama şimdi iş paraya döndü. Varı olan gelir, kızımı ister” demiş. Mir Selim Bey’in bu evlilik pazarlığı yıllarca Iğdır’ın dilinden düşmedi. Nazire Hanım’ın adı da “18 binlik” olmuştu. Aradan zaman geçti, Iğdırlı gençlerden kimse cesaret edip bu kızı isteyemedi. Nihayet, görev için Iğdır’a gelen bir subay, Nazire Hanım’ı istedi. Rahmetli Mir Selim Bey, bu evliliğe olumlu baktığı için kızını kıymetli çeyizle evlendirip yolcu etti. Damattan başlık parası da almadı. Mir Selim Bey, kızını evlendirdikten sonra daha önce kendisine görücü gelen ailelerden özür diledi, olup biteni olduğu gibi anlattı. Mir Selim Bey’in oğullarından Ramiz Bey Iğdır’da, Celâl ve Nazire Hanım da Ankara’da yaşamaktadırlar. Ölenlere rahmet, yaşayanlara uzun ömür dileriz. Mir Bağır Özel Bu ailenin ileri gelen diğer üç ismi sırasıyla, Mir Mehemmet Özel, Mir Ali Özel ve Mir Kasım Özel’dir. Mir Bağır ve Mir Mehemmet kardeşler Iğdır’a Azerbaycan’ın Bakü şehrinden gelip yerleşmişlerdi. Çok kültürlü aile çok değerli evlatlar yetiştirdi. Bunların çocukları olan Mir Ali ve Mir Kasım beylerin ailesi hakkında şu bilgileri verebilirim: Mir Ali Bey’in hanımı Sakine Hanım Iğdır’ın ilk diplomalı ebesidir. Iğdır’da “Ebe Hanım” olarak bilinen Sakine Hanım benim çocuklarımın da ebe annesidir. Bu ailenin Arif, Aydın ve Baycan adında üç oğlu ve iki de kızı var. Arif ve Aydın kardeşler doktor oldular. Arif ayrıca yüksek lisans yaparak Erzurum Üniversitesi’nde profesör oldu. Aydın Bey, birçok ilde sağlık müdürlüğü yaptıkan sonra emekli oldu. Kasım Bey, Iğdır’dan İstanbul’a taşındı. Orada yaş meyve ve sebze Tarım Satış Kooperatifleri Birliğinde muhasebe müdürlüğü yaparken vefat etti. Allah rahmet etsin. 404 Iğdır Sevdası Özel ailesinin başından ilginç bir göç olayı geçmişti: Mir Bağır Bey ve oğlu Mir Kasım Bey beraber Iğdır’a gelirler. Amaçları duruma bir göz atıp, olup biteni yerinde izlemektir. Bu sırada Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti gücünü pekiştirdiği için sınır geçişlerini kontrol altına alır. Artık Kafkasya’ya gidip gelmek zorlaşır. Hele göç etmek nerdeyse imkansız denecek gibidir. Bu nedenle Mir Bağır Bey, Bakü’deki ailesinden tamamen kopar. Mir Bağır Bey duruma çok üzülür. Hasrete dayanamayıp gizliden ağlarmış. Babasının derin üzüntüsünü gören oğlu, “Baba niye ağlıyorsun?” diye sorunca, Mir Bağır Bey, gönlü kararmış bir halde, “Oğlum, annen ve kız kardeşin Bakü’de kaldı. Artık sınırı geçmek zorlaştı. Birbirimizi bir daha göremeyeceğiz. Bu ayrılığa ağlarım” demiş. Kasım Bey de babasının bu sözleri üzerine derin bir üzüntüye boğulmuş. Şimdi isterseniz konuyu başka bir noktaya taşıyıp, kaldığımız yere sonra devam edelim. 1955’li yıllarda Iğdır Pamuk Tarım Satış Kooperatif fabrikasında görevliydim. Mehmet Bey isimli bir Kafkas muhaciri de bu fabrikanın baş makinistliğini yapıyordu. Baş makinistlik görevi boşaldığında bize Mehmet Bey’i, Kasım Özer önermişti. Bir gün Mehmet Bey’le oturmuş sohbet ediyorduk. Söz Özer ailesinden açılınca Mehmet Bey başından geçen şu olayı anlattı: “Hamza kardeşim, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ unutamadığım bir olayı sana anlatmak istiyorum. Kasım Özel’le Bakü’de çok yakın arkadaştık. Biz de arkadaşlık bakidir. Arkadaş arkadaşın gerçek dostudur. Bir gün Kasım Özel üzgün bir şekilde yanıma geldi. Moralsiz ve takatsiz haldeydi. Arkadaşımı bu halde görmek beni tedirgin etmişti. “Nen var?” diye sordum. Mehmet çaresiz halde oturup, yüzü umutsuzlukla dolu, “Hiç sorma Mehmet! Babam çok üzülüyor. Biliyorsun annem ve kardeşlerimi sonra getiririz diye Bakü’de bıraktık, ama şimdi Ruslar sınırları ablukaya almış, artık onları getirmemiz hayal oldu” dedi. Arkadaşımı yenik görmek beni rahatsız etmişti. Elimi omzuna atıp, “Gel gidip onları getirelim” dedim. Kasım Bey, benim bu cesur teklifimi hoş karşılayıp gülümsedi. Gözleri sevinç ışıltılarıyla doldu: “Ama Mehmet kardeşim, bu işin sonunda ölüm de var! İyi düşün” dedi. Karalılığımı pekiştirmek için elimi göğsüme vurup, “Ne demek! Senin annen benim annemdir. Senin acın benim acımdır. Yolları biliyoruz. Babandan izin al, biran önce yola düşelim!” dedim. 405 Hamza Aygün Kasım Bey, babasından izin aldı. Sınırı geçmeden önce gerekli hükümet mercilerini yapacaklarımızı hakkında bilgilendirdik. Ve bir gece Aras nehrini geçip Vılhanlı Vazgalı’ndaki tren garına, oradan trenle Bakü’ye gittik. Tedbirli hareket etmek zorundaydık. Gece yarısı, kimsenin etrafta olmadığı bir zaman, gizliden Kasım Bey’in baba evine gittik. Kapıyı çalınca Kasım Bey’in annesi karşımıza çıktı. Zavallı kadın heyecandan oracıkta bayılıverdi! Kaybedecek zamanımız yoktu. Kasım Bey, “Anne, hazırlan, babama gidiyoruz” dedi. Annesi şaşkınlığını henüz üzerinden atmış değildi. “Ama bu nasıl olur?” demekle yetindi. Kasım Bey, “Geldiğimiz gibi gideceğiz” dedi. O yıllar Özel ailesinin Bakü’deki evleri Mir Bağır Bey Türkiye’de olduğu için polis gözetimi altındaydı. Büyük bir gizlilikle trene binip Erivan’a geldik. Geceyarısına doğru Erivan’ı terk edip, Arah nehrine doğru yola çıktık. Yollar diken doluydu. Ben ve Kasım’ın ayakları batan dikenlerden yara bere haline gelmiş, iltihaplanmıştı. Aras nehri çoşkun ve gür akıyordu. Bereket versin ben ve Kasım Bey, çocukluk yıllarımızda Hazar Denizinde yüzme sanatını hakkıyla öğrenmiştik. Hanımları sırtımıza alıp, Aras’ın aşılmaz denilen dalgalarını yenmeyi başardık. Sağ salim Iğdır’a vardık. İşte Hamza kardeşim, bu olaydan sonra Kasım Bey’le aramızdaki arkadaşlık ve dostluk çok daha güçlendi.” Mehmet Bey, Iğdır’da “Bisikletçi Mehmet Usta” olarak bilinirdi. Hacı Rahim Bey’in kızı Besti Hanım’la evlendi. Çok çocukları oldu. Bunlardan biri Iğdır’da göz mütehassısı olarak hizmet vermektedir. Mehmet Bey’e rahmet, çocuklarına uzun ömürler dileriz. Kelbayı Hudayar Karadağ Kamerli eşrafından olup Iğdır’a ilk göç edenlerdendir. Ticaret yapardı. Manifatura mağazası vardı. Oğlu Tevfik Bey, babasının vefatından sonra işlerini devam ettirdi. Tevfik Bey’in halk arasındaki lakabı, “Kara Tevfik” idi. Tevfik Bey, Iğdır’ın ilk belediye başkanı olan Hacı Hanlar Bey’in kızı Laçin Hanım’la evlendi. Bu evlilikten çok akıllı çocuklar dünyaya geldiler. Bunlardan Nazım Karadağ, Iğdır’da eczacılık yapmaktadır. Diğer çocukları Almanya, İstanbul ve Ankara’da çalışmaktadırlar. Tevfik Bey’in bir hayli kızları var. Rahmetli Ziya Yüksel Bey’in eşi Atika Hanım; Gıyas Karasu’nun eşi Adile Hanım; Aydın Çiftlik’in eşi Gültekin Hanım; Abdullah Bey’in eşi Azer Hanım. 406 Iğdır Sevdası Hudayar Bey’in, Hamit Karadağ adında bir oğlu ve rahmetli Celil Cantürk Bey’in eşi olan Şoket isminde bir kızı daha vardı. Karadağ ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömür dilerim. Kurban Taner Kurban Bey, çok iyi bir dizel motor ustasıydı. Uzun yıllar Resul Taner Bey’in fabrikasını idare etti. Daha sonra ticarete atıldı. Bir manifatura mağazası açtı. Aralık kazasından Iğdır’a gelen Kurban Bey’in ilk eşi Nergiz Hanım’dan bir kızı bir de oğlu vardı. Kızı genç yaşta vefat etti. Oğlu Ali Taner Iğdır’da yaşamaktadır. Nergiz Hanım’ın vefatından sonra, Kurban Bey, Iğdır’ın sayılı hocalarından Aralıklı Şık (Topal) Hoca’nın kızı ile ikinci evliliğini yaptı. Bu hanımdan olan Ekber Bey, bugün Iğdır’ın tanınmış saymanlarındandır. Kurban Taner Bey’in Şükrü isminde bir kardeşi vardı. Uzun yıllar şoför mesleğini yapan babamın candan arkadaşı olan Şükrü Emmi, geçte olsa evlendi. Şöllüler’den Molla Rıza Efendi’nin kızını kendisine eş olarak seçti. Çocukları çok seven Şükrü Bey’e Allah iyi çocuklar nasip etti. Kurban ve Şükrü Bey kardeşleri rahmetle anar, çocuklarına başarılar dilerim. Tükaz Hanım Iğdır’a Ermenistan’da bulunan Şöllü kasabasından ilk gelenlerdendir. İyi bir ebe olan Tükaz Hanım çocukları üzerinde üstün bir otoriteye sahipti. Öyle ki halk arasında bu çocuklar için, “Tükaz Hanım’ın uşakları” diye bir tabir yer etmişti. Tükaz Hanım’ın İsa, Hasan, Hüseyin ve İbrahim isminde dört oğlu vardı. Bunlardan İsa Bey, terzilik yapıyor ve kendisine iskân hakkı olarak verilen topraklarda çiftçilikle uğraşırdı. İkinci oğlu Hasan Güraras, ticaretle uğraşırdı. Çocuklarından birisi tapu müdürü oldu. Üçüncü oğlu Hüseyin Candemir, kasaplık yapıyordu. Çocuklarından Yunus Candemir deri ticaretinin önde gelen ismiydi. Hüseyin Bey’in diğer bir oğlu, Cengiz Candemir, dişçilik yapıyordu. Dördüncü oğlu, İbrahim Bey, askere jandarma olarak gitti. Trakya’da görev yaptı ve Kırklareli’nde sevdiği bir kızla evlendi. Iğdır’a dönmedi. Annesi Tükaz Hanım, oğlunun çok hasretini çekti. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Molla Mehemmed Güzelsoy Iğdır’ın Karakoyun ilçesinden Molla Mehemmed Bey, Iğdır’da otu407 Hamza Aygün rurdu. Asıl mesleği hocalıktı ama genellikle ticaretle uğraşırdı. Ama ne yapar eder hocalık görevini Cuma namazlarında hutbe okuyarak ve cemaate namaz kıldırarak yerine getirirdi. O varken başka hoca mimbere çıkmazdı. Molla Mehemmed Bey’in bir manifatura mağazası vardı. Halk arasında çok sevilen Hoca, en çok kız isteme heyetlerinde ve meclislerinde aranan hatırı sayılır bir isimdi. Molla Mehemmed Bey’in İbrahim ve Halil Güzelsoy adında iki oğlu vardı. Sonraki yıllar İstanbul’a göç eden İbrahim Bey de babası gibi ticaretle uğraşırdı. Halil Bey, tahsil yapıp doktor oldu. İhtisasını tamamladıktan sonra Bursa’ya yerleşti ve orada mesleğini icra etmektedir. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Çiftlikli Aziz Çiftlik Aslen Aralık ilçesinin Çiftlik köyünden Aziz Bey, Iğdır’da yaşardı. Çok güzel evleri vardı. Bunları kiraya verir, köyünde bulunan geniş arazilerinden gelen mahsulü satarak geçimini sağlardı. Çiftlik köyünde yoğun şekilde çeltik ekimi yapılırdı. Kazançlı olan bu bitki sayesinde Aralık ilçesinin ekonomisi hayli gelişmişti. Aziz Bey’in Orhan, Mahmut, Aydın ve Nermin adında çocukları vardı. Iğdır’da oturdukları zaman çok aranıp sevilen bu çocuklardan Orhan Bey, belediyede nikâh memuru olarak görev yapıyordu. Daha sonra İş Bankasına geçen Orhan Bey, bu kuruluştan emekli olup İzmir’e yerleşti. Orada vefat etti. Çocukları Ayhan, Beyhan, Benan ve hanımı Şefika Hanım hayattadırlar. Orhan Bey’e Allah’tan rahmet dilerim. Mahmut Bey, askerlik görevini yaparken vefat etti. Aydın Bey de İş Bankası’ndan emekli oldu. Daha sonra vefat etti. Nermin Hanım, Yılmaz Vural Bey’in eşidir. Nazilli’de oturmaktadır. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Hüseyin ve Hasan Gülseven Bu iki kardeş Erivan’dan göç edip Iğdır’a ilk gelenlerdendirler. Çok kibar, ileri görüşlü ve yaşamayı seven bu ailenin gelir kaynağı şöyle idi: Ailenin denetiminde Iğdır’ın tek hamamı, geniş arazileri ve evleri vardı. Evlerinin bir bölümünü kiraya verirlerdi. Bahçelerinde her türlü meyve ağacı bulunurdu. Iğdır’da meyvenin en iyisini onlar yetiştirirdi. Erivan’daki yaşamında Hüseyin Bey, kalpakçılık mesleğiyle uğraşırmış. Kafkasya’nın Karakul koyununun kuzu derisinden yapılan kalpaklar her yerde alıcı bulurmuş. Özellikle Buhara papağı meşhurmuş. Hüseyin Bey’in zanaatkarlığı ne yazık ki Türkiye’de para etmedi. 408 Iğdır Sevdası Şapka Devrimi nedeniyle papak giyimi yasaklandı veya oldukça azaldı. Hasan Bey yetenekli bir terziydi. Hüseyin Bey’in Nurettin ve Fahrettin adında oğulları, Muhterem, Sakine ve Kevser adında kızları vardı. Aile, çocukların tahsili nedeniyle sonraki yıllar Ankara’ya taşındı. Fahrettin Bey, tahsilini tamamlayarak Anadolu Ajansı’nda uzun seneler görev yaptı ve emekli oldu. Nurettin Bey, banka müdürlüğünden emekli oldu. Ankara’da yaşamaktadır. Kevser Hanım da Ankara’da yaşamaktadır. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Kerim Yaycılı Şair ve Edebiyatçı, Kerim Yaycılı, Alhan oğullarından Hacı Abdullah Efendi’nin oğlu olup 1913 yılında Iğdır’ın Yaycı köyünde dünyaya gelmiştir. Çocukluğu Birinci Dünya Savaşı’nın ıstırap ve acısı içinde geçmiştir. Mazinin bu acı sahneleri onun subay olarak vatana hizmet aşkını körüklemiş, girdiği askeri ortaokul ve liselerinde sınıfını daima birincilikle geçen Kerim Yaycılı, çok çalışması ve bünyece zayıf olması nedeniyle 1931 yılında ciğerlerinden rahatsızlanarak çürüğe çıkarılmıştı. 1934 yılına kadar devam eden hava tebdili sırasında Karaköse (Ağrı), Karakoyunlu nahiyesi ve Erzurum ilkokullarında öğretmen olarak hizmet vermiştir. Aynı yıl içinde Erzurum Lisesi Edebiyat kolundan mezun olarak Yedek Subay hizmetine çağrılmıştı. 1937 yılında terhis olduktan hemen sonra Ankara’ya gelerek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiştir. Kerim Yaycılı, Iğdır’da doğup büyüdüğü için oraya ve orada yaşayan yurttaşlarına karşı sonsuz sevgi ve saygısı vardı. Aras nehri onun ilham kaynağı idi. Iğdır’ın istila yıllarında perişan oluşunu, “Iğdır’ın Kurtuluşu” başlıklı şiirinde şöyle anlatıyordu: Zalim düşman oldu bir gün seferber Yandı her kent, Oba, Yaycı, Hoşhaber Medet Allah, medet Allahu Ekber! Ateş düştü, yurda yuvaya kente Bir mahşerdi ana oğul yitende Gelip çattı sanki bir aher zaman Ne silah var bizde ne de bir güman El kol bağlı aman Allah el aman 409 Hamza Aygün Dağı taşı boyadılar al kana Tanrı fırsat vermesin düşmana Kerim Yaycılı bu şiirin sonunu kahraman Türk ordusunun Iğdır’ı kurtarışındaki gayretini dile getirerek şu şekilde noktalıyordu: Karşı dağlar birer birer uyandı Tan yerleri kan rengine boyandı Türk Ordusu Türk Ordusu dayandı Top sesleri ufukları sararken Mehmetçikler düşmanları tararken Top tüfekle yakıp yıkan bu yurdu Top tüfeksiz yollarda kaçıyordu Aras içti düşmanların kanını Aldı millet yüce intikamını Ufuklara çekilirken Albayrak Yeni baştan halk olundu bu toprak Kerim Yaycılı, 66 yıllık hayatının 36 yılını hasta, yürüme kabiliyetinden mahrum geçirmesine rağmen hiç kimseye nasip olmayan büyük bir azim ve irade ile yaşama gücünü kaybetmemiş, hayata bağlanmasını bilmiştir. Kerim Yaycılı’yı 1962 yılının bir 21 Mart gününde tanıdım. Kendisinin çalıştığı Devlet Opera ve Tiyatrosu’nda geniş bir muhiti vardı. Bütün sanatçılar ona karşı derin bir sevgi ve saygı duyarlardı. Yalnız kaldığı, dışarıya çıkmadığı odası, hiçbir zaman boş kalmaz, ziyaretçileriyle dolup taşardı. Birilerine sitem etmesi gerektiği zaman, kimsenin kalbini kırmamak için, sözlerine büyük bir yumuşaklık ve gülümseme katar, karşısındakinin gönlünü okşardı. Kerim Bey, 13 Temmuz 1979 Cuma günü akşamı kalp krizi sonucu hayata veda etti. Cenazesi 16 Temmuz Pazartesi günü saat 15 ‘de Ankara Küçük Tiyatroda Devlet Tiyatrosu sanatçılarının, dost ve hemşehrilerinin katılımıyla yapılan törenden sonra akrabaları tarafından alınarak Iğdır’a götürüldü. Orada toprağa verildi. İyi bir insan ve her şeyden önce iyi bir vatan şairi olan Kerim Bey’e Tanrıdan rahmet dilerim. Bu büyük şairin Iğdır için yazmış olduğu “Araslı Kız” şiirini burada takdim etmeden geçemiyorum. Araslı Kız Ak bulutlar bürümüş Ağrı’nın zirvesini Azeri kızlar dinler Aras’ın şen sesini 410 Iğdır Sevdası Iğdır şu baharıyla ne kadar cana yakın Araslı kız saçına, göksüne güller takın. Çardaklardan türküler yayılır ovaya Gel Aras seyredelim Iğdır’ı doya doya Bugün rüzgârlar bile şiveni taklit eder Söyle Aras kolların hangi diyara gider Gezerken şu kıyıda hâlâ yüreğim sızlar Görmüştüm onu bir gün kağa giderken kızlar Ak yaşmağın altında lebler kıpkırmızıydı Sormadım da kimseye o kız kimin kızıydı? Gözlerinde parlarken bayrağın yıldızı Sevmiştim şuracıkta o şen Azeri kızı Bir sevdalı titreyiş vardı tatlı sesinde Iğde ağaçlarının kokulu gölgesinde Geçen yaz hatıramız o an ruhumu çardı Sesinde aşkımızın yanan hasreti vardı Ne zaman şu kırlara yayılsa koyun kuzu Onu görürüm diye bekliyorum Navruz’u Aradım Mecnun gibi dağın yamaçlarını Dediler yıkıyormuş Aras’ta saçlarını Ne olur işitseydim bir daha şen sesini Tatsaydım ah ölmeden o yarın busesini Derdim Cennette bana kimse olmasa da yar Benim iki dünya da yalnız bir sevgilim var Iğdır’ın İyi Giyinen Efendi Gençleri ( 1921-1935) 1.Naci Güneş 2.Haydar Yüksel 3.Hasan Tezel 4.Rıza Aygün 5.Fazıl Baykal 6.Kara Hafız 7.Hasan Gülseven 8.Mir Kasım Yeşilyurt 411 Hamza Aygün 9.Reşit ve Beyler Bey 10. Rıza Yangın 11. Hasan Saygı 12. İsmail Özgür 13. Kitili İbrahim 14. Küllüklü Celil Aras 15. Arapkirli Nağdeli 16. Obalı Mehmet Aydın 17. Kızılzekirli Eli Medet 18. Melekli Talat Tufan 19. Başköylü Celil Aslantürk 20. Arapkirli Zeynel Abidin 21. Mecit Güneş 22. Musa Turan 23. Kuzugüdenli Muharrem 24. Adızeki isimli bir genç 25. Meleklili Şah Hüseyin Salamullah Emmi Kafkasya göçmenlerinden Salamullah Emmi, anlatıldığına göre Türkiye’ye geçmeden önce glava yani muhtar veya nahiye müdürlüğüne benzer bir görevi varmış. annesi, Zülfikârlı Hacı Hüseyin’le evliydi. Annesi Zinnet Hanım, ebelik yaparak geçimini temin ediyordu. Salamullah Emmi, Türkiye’ye geldikten sonra Kazancı köyünde rençperlik yaparak geçimini sağlıyordu. Çok şakacıydı. Kulağı her yerdeydi. Onun bu karakteriyle ilgili olarak halk arasında, “Çayı karıştırma içinden Salamullah çıkar!” diye bir özdeyiş bile yer etmişti. Bir ara köyün gece bekçiliği işini üzerine alan Salamullah Emmi’nin başından bir gün ilginç bir olay geçmişti. Şöyle anlatırdı: “Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kazancı köyü sessiz ve derin bir uykuya dalmıştı. Sırtımda bekçi tüfeğim, köyün daha çok Aras nehrine yakın tarafında volta atıyordum. Birden karanlığın içinde bir karaltı fark ettim. Tavır ve davranışlarından yabancı birisi olduğu belliydi. Tüfeğimi doğrultup, “Dur!” diye bağırdım. Karaltı, elleri havada yanıma yaklaştı. Tahminimde yanılmamıştım. Karşımda, Ruslarla aramızda sınır Aras nehrini yeni geçmiş bir kaçak duruyordu O yıllar, maharetli insan şebekeleri vardı. Gece yarısı, uygun bir zamanda, geçiş parası karşılığı sivilleri gizliden bir taraftan diğerine geçiriyorlardı. Casusluk olaylarının da hayli yoğun olduğu böyle bir dönemde 412 Iğdır Sevdası benim görevlerimden birisi de şüphelendiğim kimseleri yetkili mercilere bildirmekti. Karşımdaki adamın hareketlerinden şüphelenmiştim. Yabancı adam, “Bana yardım et!” diye yalvardı. Kendisine, “Evime kadar gelin!” demekle yetindim. Önüme katıp eve götürdüm. Odalardan birisini kapatıp, hızlı adımlarla ilçe merkezine yola çıktım. Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ü durumdan haberdar ettim. Şüpheli adamı yakalayıp Erzurum’a gönderdiler. Aradan bir zaman geçti. Mahkeme, kaçağı yakalayan kimse olmam sıfatıyla, şahitlik yapmam için hakkımda celp (çağrı) kararı çıkarttı. Jandarmalar gelip beni köyden aldılar. İki atlı jandarmanın önünde yürüyerek Iğdır’a vardım. Bu kez atlı jandarmalar değişti; başka iki jandarma, yine atlı olarak, beni önlerine katıp Orgof’a götürdüler. Atlı jandarmalar yine değişti; yeni görevli jandarmalar da beni önlerine katarak Çille köyüne; jandarmalar yine değişti; bu şekilde her seferinde beni kendilerine en yakın jandarma karakoluna teslim ederek, bir karakoldan diğerine, yaya yürüterek, 20-30 günde Erzurum’a vardım. Üstüm başım perişan, ayaklarım kan revan içindeydi. Vakit kaybetmeden hâkimin huzuruna çıkardılar. Hâkim, casus şüphesiyle yakaladığım adamı bana göstererek, “Bu adamı sen mi yakaladın?” dedi. “Evet efendim!” Hâkim biraz düşündükten sonra, “Yanında başka kimse var mıydı?” “Hayır efendim!” Hâkim, kağıtlarına baktı sonra kafasını kaldırıp, “Tamam oğlum siz gidebilirsiniz!” dedi. Bu iki soruyu sormak için mi bana bunca eziyet vermişlerdi! Geriye dönüş de çabası... Bu haksızlığı kabul edecek türden insan değildim. “Hâkim Bey, bir istirhamım var!” dedim. “Buyur evlâdım?” “Ben köy bekçisiyim. Bu adamı yakalamakla görevimi yaptım. Ama sizin sorduğunuz iki sual için beni Iğdır’dan buraya yayan olarak gönderdiler. Ayaklarımın haline bakın! Günlerce yollarda per perişan buraya getirildim. Şimdi, “Tamam gidebilirsiniz” diyorsunuz ama neyle gideyim? Cebimde beş kuruş param bile yok!” dedim. Hâkim, şaşkın bana dönerek, “Siz bunca yolu yayan olarak mı geldiniz?” diye sordu. “Evet efendim!” dedim. O yıllar mahkemeler celp ettikleri kimselere “harcırah” veya “öde413 Hamza Aygün nek” gibi para yardımı yapmazdı. Hâkim, kendi gücüyle topladığı paraları elime tutuşturup beni Iğdır’a yolcu etti. Ali Dumlu Doğubeyazıt eşrafından Ali Dumlu, efendi ve cömert bir insandı. İlçe merkezine yakın yerde, daha sonra “Yeni Cadde” olarak isimlendirilen mevkide oldukça önemli gayri menkulleri vardı. Ali Bey, bir ayağı Doğubeyazıt’ta bir ayağı Iğdır’da, işlerini büyük bir ciddiyetle takip ederdi. Ali Bey’i, bir gün Ankara’da, talebe derneği yararına düzenlenen özel bir gecede, yakından görüp tanıma şansım olmuştu Açılacak öğrenci yurdu için para toplanıyordu. Ali Bey, cömertçe, yüklü bir parayı masanın üzerine koyunca, salon alkışa boğuldu. Ali Bey’in Iğdır’da çok yakın dostları vardı. Bunlardan birisi de merhum Rahim Akyüz idi. Rahim Bey, başından geçen trajik olaydan sonra, uzun yıllar cezaevinde yattı. Tahliye olduğu yıllar eli dardaydı. Ali Bey, bu eski dostunu sahiplendi; dükkanlarından birisini kahvehane olarak çalıştırması için Rahim Bey’e teslim etti. Anlatıldığına göre, Ali Bey, bu dükkan için hiçbir zaman kira talebinde bulunmadı. Şükrü (Poyraz) Efendi Şükrü Efendi Trabzonluydu. Atatürk’ün bindiği türden özel bir arabası vardı. Ağrı harekâtını takip eden yıllarda, savcı ve hâkimleri özel arabasıyla dolaştırır, keşif gibi hukuki işlemlerin yerine getirilmesine yardımcı olurdu. Şükrü Efendi’nin dört kızı vardı. Ağrı Dağı İsyanında yetim kalan “Hami” isimli bir erkek çocuğu kendisine evlât edindi. Çok geçmeden bir oğlu dünyaya gelince, ona da “Sami” ismini verdi. Şükür Efendi’in büyük kızı Kadriye Hanım, Şoför Hasan’la evlendi. Memnune isimli kızı da Kars’a gelin gitti. Diğer kızları (birinin adı Suzan) daha sonra, Trabzon’da evlendiler. Hami ve Sami kardeşler benim yaşıtımdı. Bir dükkanları vardı. Tekel maddeleri ve Altunzade Çiftliğinde imâl edilen şarapları satarlardı. Altunzade Çiftliği şaraplarının özel şişelemesi olmadığı için, dükkancılar açıkta satılan bu şarabı, ufak rakı şişelerine doldurur, ikinci el mantarlardan birini şişenin ağzına tıkarlardı. Yazın sıcağında, şaraplar genleşince, iyi sıkışmamış mantarlar basınca dayanamaz, “Paaaat!” diye fırlarlardı. Hami başarılı bir şekilde ortaokulu bitirdi. Delikanlı çağındayken, bir gün ona, “Senin gerçek anne baban Ağrı Dağı İsyanında telef oldular” diye gerçeği anlattıklarında Hami, o günden sonra garip bir tutum içinde girdi. Süphan Güneş’in lokantasında garson olarak çalıştı. Biriktirdiği parayla alıp 414 Iğdır Sevdası başını İstanbul’a gitti. Askerliğini yaptıktan sonra, İstanbul’da belediyenin Su İşleri bölümünde bir iş bulup orada kaldı. Hami, kendisini evlâtlık eden aile karşı olan vefa borcunu hiçbir zaman unutmadı. Elinden geldiğince kardeşlerine ve yeğenlerine yardımcı oldu. Vahap Akar Vahap Bey’in ailesi hakkında bilgi sahibi değilim. Kendisini 1950-60 yılları arasında tanıma şansım oldu. O yıllar yıldızı yeni parlamıştı. Yanılmıyorsam, mahkemede zabıt kâtibi olarak görev yapıyordu. Hâkimlerle ters düştüğü için bu görevinden ayrılmış, davavekilliği görevine başlamıştı. Dil bilmesi nedeniyle aşiretten insanların meramını dilekçeye döküp, onlara bu konularda büyük yardımları dokundu. Vahap Bey, sonraki yıllar siyasete heveslendi. Bu arada “Kızılay” gibi bazı derneklerin yönetiminde yer aldı. Vahap Bey’in Doğubeyazıt Caddesi üzerinde çok güzel 40-50 dönümlün bağ ve bahçesi vardı. Daha sonra bunları Mehmet Iğdır’a sattı. Allah rahmet etsin. Ali Rıza Bagana Söğütlü mahallesinin bu uzun ömürlü ve köklü ailesinin 100 yaşına kadar yaşayan aile büyüğü Mollaeziz (Aziz Vural) Bey idi. Aziz Beyin Rıza isminde terzilik yapan bir oğlu vardı. Aile, çiftçilik ve hayvancılık yaparak geçimini sağlardı. Ailenin ikinci büyüğü Abdülazim Bagana Beydir. Çiftçilikle uğraşırdı. Şakacı ve nüktedan Abdülazim Beyin üç oğlundan en büyüğü Ali Rıza Bagana Söğütlü Mahallesine yirmi yılı aşkın muhtarlık etmiştir. Ali Rıza Bey gençlik yıllarında meşin yuvarlağın unutulmaz ismiydi. Halk arasında kazanmış olduğu sevgi ve saygı hep devam etmiştir. Kardeşi Muharrem Bagana, belediyede uzun yıllar çalışıp, emekli olmuştur. Üçüncü kardeş Kâmil Bagana da belediyede zabıta memuru olarak görev yapmıştır. Bagana Ailesini üçüncü önemli ismi, Mehmet Ali Beydir. Çiftçilikle uğraşırdı. Temiz ve samimi bir kişiliği vardı. Ailenin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Bayatlar Bayatlar denilince Söğütlü Mahallesinde Ali ve Veli kardeşler akla gelir. Ali Bayat Bey, renkli bir kişiliğe sahipti. Siyasete ilgiliydi. Uzun yıllar belediye encümen azalığı yaptı. 415 Hamza Aygün Gençlik yıllarında fayton işleten Veli Bayat iyi bir çiftçi idi. Disiplin ve bilgisiyle kısa sürede iyi bir esnaf olarak zengin oldu. Her iki kardeşe de rahmet dilerim. Fuat Araslı Aslen Erivanlı Fuat Araslı, Iğdır’ın Kızılzekir köyüne iskân edilmişti. Fuat Bey, daha sonra Kars’a gitti. Orada fotoğrafçılık mesleğiyle iştigal etti, “Kars” isminde bir gazete çıkararak başarılı bir gazeteci oldu. Fuat Bey’in, Karakoyunlu beylerinden Haydar Bey (Rıza Yalçın’ın babası) ve Melekli beylerinden Ağa Bey’le (Zöhrap Makinist’in babası) uzaktan bir akrabalık ilişkisi içinde olduğunu biliyorum. Ancak bu ilişkinin yakınlık derecesi hakkında bilgi sahibi değilim. Fuat Bey’in kız kardeşi, Sultanabat beylerinden Şefi Öcal’ın hanımıydı. Kendisi de Sarıkamış’tan, eski Kars Milletvekili Hasan Erdoğan’ın kız kardeşiyle evlenmişti. Fuat Bey’in hanımı, Kars bölgesinde “Türkmen” olarak adlandırılan Alevi’ydi. Bir gün bir akrabası Fuat Bey’e, “Sen de Türkmenler’den evlendin” diye sitem edince, işin içinden çıkamayan Fuat Bey, “O kadar üzülmeyin. Zaten bize dönmek üzereler” diyerek ince bir zekâyla durumu kurtarmış. Hopalı Sami Bey Ağrı Dağı ve çevresindeki köyler memnu (yasak) mıntıka ilân edildiği için (1930-50), yaylacıların buralara gitmesine izin verilmezdi. 40’lı yılların başında Sami Bey isminde, Hopalı bir tüccâr, yanında arkadaşları Iğdır’a geldi. Lokantamızda yemek yiyip, otelimizde geceledikleri için, kendilerini yakından tanıma şansım olmuştu. Türkiye genelinde bir ot sıkıntısı yaşanıyordu. Sami Bey, yasak bölge Ağrı Dağı’nda, izin alabilirse hayvancılık yapmak niyetindeydi. Gerekli mercilere başvurup, verilecek cevabı beklemeye koyuldu. Kaymakam ve Milli Emniyet Müfettişliği, Sami Bey hakkında ayrı ayrı, Bakanlığa olumlu rapor gönderince kendisine istediği izin verildi. Sami Bey, Hopa’dan getirttiği, kuyrukları uzun bir cins koyunu Ağrı Dağı’nda özel besiye aldı. Çobanlardan duyduğuma göre, dağın yamaçlarında yabani keçiler sürüler halinde dolaşıyormuş. Hatta gelip, sürünün içine karışıyor, koyunlarla birlikte otluyorlarmış. Çobanlar, yaban keçileri kementle yakalamak için gün boyu uğraşıp dururlarmış. Ağrı Dağı’nın yamaçlarında yüzlerce dere vardır. Buralarda yetişen otların bir kısmı hayvanlar için oldukça zehirlidir. Yerli aşiretler, hangi otun hangi sezonda hayvanlara zararlı olduğunu çok iyi bildikleri için, sürülerini o vadilerden uzak tutarlar. 416 Iğdır Sevdası Ancak, Hopalı çobanlar tehlikeden habersizdiler. İkinci yıl, koyun sürülerini zehirli otların olduğu vadide otlatınca, hamile koyunlar zehirlenip yavru attılar. Yeni doğmuş koyun yavrusu, eğer annesi tarafından yalanmazsa, tüyleri kıvırcık kalır; bundan da Astragan yapımında kullanılan bir cins deri elde edilir. Sami Bey, uğradığı zarardan en az maliyetle kurtulmak umuduyla, ölü yavruları post edip, Iğdır’a getirdi. Lokantamızın arka bahçesinde 400-500 kuzu postu, alıcı beklemeye başladı. Hasan Gülseven ve eşim Şükran Hanım’ın amcası gibi kasabanın tanınmış tabakçıları (deri işleyicileri) bu kuzu postlarını satın alıp, manto ve kürk yapımında kullandılar. Babamın, bu Astragan deriden yapılma çok güzel bir paltosu vardı. On yıldan fazla hiç bozulmadan paltoyu üzerinde taşımıştı. Altunzade Ailesi Yusufelili Altunzade Ailesi, Acar Türkleri’ndendi. Aile, 1920’li yıllardan sonra, Rus yönetimi zamanında Ermeni yerleşim yeri olan ve bu yüzden tamamen boşalan, Taşburun köyüne gidip yerleşmişti. Buradaki bağları satın alıp Ermenilerden kalma şarapçılık mesleğini uzun yıllar başarıyla devam ettirdiler. Bu ailenin bir kızı, Abdullah Alimeco isimli aşiretten birisiyle evlendi. Hafız isimdeki akrabasının kasaba merkezinde, tekel maddeleri ve alkol sattığı bir dükkanı vardı. Hafız Beyin Rıza isimli oğlu da Mal Müdürü olarak Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çalıştı; emekli olduktan sonra da Manisa’ya yerleşti. Şeyh Musa Doğan Şeyh Fetto’nun oğlu Musa Doğan Bey son derece efendi yaratılışlıydı. Asil görünümlü, ince düşünceli ve muhatabına karşı nazikti. En önemlisi cömert yaratılışlı, sofrası herkese açık, gönlü zengin eşi bulunmaz bir insandı. Erzurum Lisesinde okuduğunu hatırlıyorum, sonradan liseyi bitirdiğini duydum. Evleri, çamurdan yapılı Ermeni kilisesinin bitişiğindeydi. (İki kilise vardı) Ağa Erkan Bey’le Kağızman’daki Askeri Birliklere iaşe müteahhitliği yaptı. Savaş sonrası askeri düzenleme gereği birlikler Erzurum’a çekilince, Musa Bey müteahhitlikten çekildi. Mehmet Ataman Bey’in kızıyla evlendi. Uzun yıllar, gerek il genel meclisi gerekse milletvekili olarak hemşehrilerine ve bölgeye hizmeti dokundu. Allah rahmet etsin 417 Hamza Aygün Yaycılı Esadullah Güneş Iğdır’ın Yaycı köyü değerli insanlar çıkarmıştır. Bunlardan çiftçi ve marangoz Esadullah Beyin özel bir yeri vardı. Elinde aletleri, çiftçilerin ve ahalinin yardımına koşar, tamiri imkansız parçaları ustalık ve hünerle tamir ederdi. Esadullah Bey’in büyük oğlu Ahmet Güneş, nüktedan ve babası gibi her derde deva birisidir. Iğdır’da Adliye zabıt katipliği yapan Ahmet Bey, Ankara İcra Memurluğu okuluna iki yıl devam etmiş, bilahare Kayseri Adliyesine tayin olup, bu ilde 20 yılı aşkın hizmet vermiş; İcra Daire müdürü olarak emekli olmuştur. Teyzem Latife Hanımla evli Ahmet Bey’in Baycan ve Adnan isimlerinde oğulları ve bir kızı vardır. Çocukları yüksek tahsil mezunu olup, hayata atılmışlardır. Hâlen İzmir’de ikâmet eden Ahmet Bey, ticaretle uğraşmaktadır. Ahmet Bey, icra memuru olarak görev yaptığı yıllar traji-komik olaylarla karşılaşmış; aile toplantılarında zaman zaman bu anılarını kendine özgü üslubuyla anlatıp bizleri neşelendirirdi. Bunlardan birini anlatmadan geçemeyeceğim: Bir gün Ahmet Bey, Kayseri’nin bir köyüne icra işlemini uygulamaya gider. Yanında iki jandarmayla muhtarın huzuruna çıkıp, borcunu ödemeyen köylünün mallarını haciz işlemini başlatır. İcra memurunun köye geldiğin haber alan köylü, kıymetli halıları üst üste yığar, üzerine de yatağını serer. Kadın kılığına giyinip, hamile rolünde karnını yastıkla şişirir, doğum sancısıyla yatağa uzanır. Bundan sonrasını Ahmet Bey şöyle anlatırdı: “Odadan içeri girdiğimde ne göreyim! Ev tam takır. Yerlerde ne kilim ne halı... Odanın bir köşesinde bir kadın (!) yatağa uzanmış doğum sancısıyla kıvranıp duruyor. Kendi kendime, “Göze dokunur bir eşya yok, neyi haciz edeceğim?” diye söylendim. Bir ara gözüm somyaya ilişti. Yatak olağandan çok daha yüksekti. Gözlerimi aşağı kaydırınca, halıların saçakları dikkatimi çekmişti. Bana eşlik eden jandarma ve muhtar avludaydı. “Hanımefendi size zahmet, yatağın altını kontrol edeceğim” dedim. Bu sözüm ev sahibini çileden çıkarmıştı. Hamile kadın (!) ve yardımcıları üzerime abanıp beni bir güzel dövdüler. İri kıyım kadın nasıl da güzel yumruk atıyordu canım! Yalvarmaya başladım. “Aman beni öldürmeyin! Söz veriyorum halıları haciz etmeyeceğim” 418 Iğdır Sevdası Yumruk sayısı azaldı. Gürültüye koşan muhtar beni onların elinden alıp avluya çıkardı. Yüz gözüm kan revan içindeydi. İsteseydim jandarmaları harekete geçirip haklarında yasal işlem başlatabilirdim ama verdiğim söze bağlı kalmayı tercih ettim. Yumruklarını benden esirgemeyen hamile kadına (!), “Su getir de yüzümü yıkayayım!” dedim. Hem kendimi temizliyor, hem de ev sahibiyle pazarlığıma devam ediyordum: “Halıları aldığınız şahsın borcunu ödememişsiniz. Bir hafta sonra geri geleceğim. Hiç olmazsa iplik parasını ödeyin, tamam mı!” Söz alınca ayrıldım. Eve geldiğimde eşim Latife Hanım, yüzüm gözüm şiş içinde görünce heyecanlandı: “Ahmet ne oldu, kimden dayak yedin?” Olup biteni anlattım. Hamile kadından (!) dayak yediğimi öğrenince kendisini tutamadı: “Oh olmuş! Bir de benim yerime vursaydı bari” Her ne kadar muhtar ve jandarmalar, cezai işlem yapılması için üzerimde baskı kurdularsa da ben çoktan maddi sıkıntı içindeki hamile kadını (!) gönülden affetmiştim bile.” Ahmet Beyin buna benzer nice öyküleri var. Kendisine uzun ömürler, ailesine başarılar dilerim. Esadullah Beyin diğer oğlu Seyfi Gül Bey, Nazire Teyzemle evlidir. İzmir’de ticaretle uğraşmaktadır. Seyfi Gül Bey, ortaokulu bitirdikten sonra çiftçilik yapmış; bilahare memuriyete atılmıştır. Sıtma Savaş’ta sağlık memuru olan çalıştıktan sonra, bu kurumdan emekli olmuştur. Uzun ömürler dilerim. Erhacılılar Erhacılılar cesaretleri ve gözü pek oluşlarıyla meşhurdur. Milli Mücadele yıllarında Ermeni saldırganlara ezilmeyen ve direnen bu köyün ileri gelen isimlerini şöyle sıralayabiliriz: İco Gül, Mehmet Duman (Duman Çavuş), Etem Gül, Umud Ali, Ahmet Bakış ve Hüsin Bey. Bu köyden Sultan Bey’in Kemal (Varol) isimli oğlu başarılı bir tahsilden sonra Sümerbank Genel Müdürü olmuştu. 419 Hamza Aygün Ahmet Bakış Aslen Erhacı köyünden olan Ahmet Bey, bilahare Pulur köyüne yerleşmiş; halk arasında “Pulurlu Ahmet” olarak tanınmıştır. Kadir Erol emmiyle beraber, Halk Partisinin bayrağını yıllarca Iğdır’da taşıyan Ahmet Bey, şık giyinir ve arkadaşlığına önem verirdi. Ahmet Beyin sevip saydığı arkadaşlarından birisi de Mecit Şek Beydir. Her ikisi kol kola kasaba merkezini dolaşır, görenlerin ilgi ve mahzarına neden olurlardı. Ahmet Bey’e rahmet, Mecit Bey’e de uzun ömürler dilerim. Karhınlı Esker (Özdemir) 1. Eyüp Özdemir: 2. Yunus Özdemir: 3. Ziya Özdemir: 4. Kahet Özdemir 5. İsmet Özdemir 6. Sıdıka Özdemir 7. Agah Özdemir Mal müdürü Milli Eğitimde memur Bankacı Esnaf Tapucu Evli Eczacı Karhınlı Esker, iyi bir tüccârdı. Ani vefatıyla çocukları baba mesleğinden ayrılıp, başka alanlara yöneldiler. Temiz ve çalışkan bir aileydi. Ölenlere rahmet dilerim. Yaycılı Mehmet Ali 1. Ali Yaycı 2. Rüstem Yaycı 3. Cahit Yaycı 4. Mesut Yaycı 5. Raile Yaycı 6. Cafer Yaycı 7. Kasım Yaycı Iğdır’ın en varlıklı ve eski tüccarı Mehmet Ali Bey’in bin bir çeşit mağazası vardı. Halk arasında, bu mağaza için, “Kuş sütü bile bulursun” sözü yerleşmişti. Mehmet Ali Bey’in garip bir ticaret prensibi vardı. Sermayesinin cebinde (nakit) olmasına özen gösterirdi. Gayrimenkul almaya istekli olmadığından hep kirada otururdu. Halbuki isteseydi şakasız Iğdır’ın yarısını alabilirdi. Zamanla yeni türden iş adamları öne çıkınca Mehmet Ali Bey ticari zenginliği önemini kaybetti. Çocukları da ticaret yerine memuriyeti tercih 420 Iğdır Sevdası ettiler. Ölenlere rahmet olsun. Yaycılı Veli Muharrem Yaycılı Veli Bey, ağabeyi Yaycılı Mehmet Ali’den ayrıldıktan sonra ekonomik anlamda kendisini toparlamakta zorluk çekti. Gerek sağlık sorunu gerekse plasman noksanlığı Veli Bey’i sıkıntıya sokmuştu. Buna karşın, oğlu Muharrem Bey, başarılı bir esnaf olarak Iğdır’ın sayılı tüccarları arasında yerini aldı. Ölenlere rahmet olsun. Iğdır’ın İlk Esnafları Terziler: 1.Hasan Tezel 2.Hasan Gülseven 3.İsmail Özgür 4.Mezahim 5.Mehmet Hüseyin 6.Akil Usta 7.Kasım Yeşilyurt 8.Amcabey Odoğlu 9.Terzi Veli 10.Mustafa Taysi 11. Latif Çınar 12.Terzi Şevket Yemeniciler: 1.Iğdırmavalı Meşe Abbas 2.Iğdırmavalı Mehmet Rıza 3.Kamerli Hamit Keskin 4.İranlı Mirze Ağa Kunduracılar: 1.Erivanlı Ekber Usta (Tekinbaş) 2.Erivanlı Ali Usta 3.Bulgar Göçmeni Hasan Usta Berberler: 1. Hüseyin Akın 2. Ebdil 421 Hamza Aygün 3. Seferali 4. Nağı 5. Meşe Kasım 6. Zülfikâr Aşula 7. Berber Ali Araba ve fayton ustaları: 1.Ejderin oğlu Kurban 2.Nefes Usta 3.Reşit Taşkınsu 4.Abdin Akgün 5.Emir Aydın Kaçerli 6.Esat Kılıç Usta Saatçiler: 1.Saatçi Abbas 2.Saatçi Tefik, Kuyumcu Solmaz 3.Saatçi Memet Tağı, Kuyumcu Solmaz Şoför esnafı: 1.Hasan Saygı 2.Rıza Aygün 3.Yakup Öcal 4.Kasım Turan 5.Ali Yardım 6.Benzinci Ahmet 7.Şık Ali Yaycılı 8.Yaycılı İsmail 9.Mecit Tuna (Gara Mecit) 10.İslam Tuna 11. Şükür Taner 12.Ali Taner (Yavaş Ali) Marangozlar: 1.Halit Usta 2.Ayhan Özmen 3.Hamit Kolan 4.Göçmen Ahmet 5.İsmet Kalafat 6.Kadir Ertan 422 Iğdır Sevdası Zülfikâr Aşula Ermenistan’ın Kamerli kasabasından Iğdır’a göçmen olarak gelmiştir. Mesleği berberlikti. Temiz huylu, iyi giyimli ve kendi halinde bir zanaatkardı. Bir oğlu bir de kızı vardı. Oğlu Mustafa Aşula, Iğdır’ın yetiştirdiği nadir devlet adamlarındandır. İlkokulu ve ortaokulu Iğdır’da tamamladıktan sonra liseyi leyli mecani bitirip Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi diplomasını hak kazanmıştı. Dışişleri Bakanlığında görev yapan Mustafa Bey, Büyükelçi sıfatıyla ülkemizi değişik ülkelerde temsil etmiştir. Libya sefiri olarak bu görevde en uzun süreli kalmayı başaran Mustafa Bey, Kazakistan sefiri iken emekli olmuştur. Mustafa Bey ilk ve ortaokul yıllarında çalışkanlığıyla kendisini kasabaya kanıtlamıştı. Ortaokul yıllarında, Saniye Hanım isminde başarılı bir Fransızca Hocası vardı. Onun ön ayak olduğu okul piyesinde Mustafa Bey, baş rolde oynamış, temsil boyunca Fransızca konuşarak dinleyicilerin beğenisini kazanmıştı. Mustafa Bey’in başarısı günlerce kasabada konuşulmuştu. 50 yıl Iğdır’dan uzak kalan Mustafa Bey, dönüş yolunu Azerbaycan ve Nahcıvan üzerinden Iğdır’a yapmıştı. İngilizce, Fransızca ve Arapça bilen Mustafa Bey halen Ankara’da bir şirkette görev yapmaktadır. Evli, iki kız babasıdır. Bir kızı Dışişleri Bakanlığında görevlidir. Mustafa Bey’e uzun ömürler dilerim. Timur Demirci Ermenistan’ın Şöllü Mehmandar kasabasından Iğdır’a göç etmiştir. Evli, iki oğul bir kız babası Timur Bey, Han ve geniş arazi sahibiydi. Oğlu Mikail Demirci, Iğdır’ın sevilen sportif gençlerinden birisiydi. T. M. O.’de görev alıp bu kurumdan müdür olarak emekli olmuştur. Kardeşi Enver Demirci, İstanbul’da banka memuru olarak çalışmış, orada vefat etmiştir. Ölenlere rahmet, kalanlara başarılar dilerim. İbat Tuncer Iğdır’ın sayılı tüccarlarından İbat Bey, Sultanabat Mahallesindendir. Başköylü Esadullah Yenigün’ün kız kardeşiyle evlidir. İki oğlan, iki kız babasıdır. Büyük oğlu Necati Tuncer, Kars’ta akrabası Mehmet Kulu Kazcı’nın soyadını almış, büyük bir servetin varisi olmuştur. Bilahare Kars’tan İstanbul’a naklederek ticari hayatını orada devam ettirmiştir. İbat Bey’in ikinci oğlu Hayati Tuncer, Kars merkezde kuru temizleme üzerine çalıştı. Sonraki ticari kariyeri hakkında bilgi sahibi değilim. Kerem Genç Oba köyü katliamından kurtulan Kerem Genç, köyle ilişiğini kesme423 Hamza Aygün den Iğdır’a yerleşip ticaretle uğraşanlardandır. Aydın ve kültürlü bir insan olan Kerem amca bir oğlan üç kız babasıdır. Oğlu Yaşar Genç, Iğdır’da ticaretle uğraşmaktadır. Yaşar Beyin oğlu Muzaffer Genç, Iğdır Anavatan Partisi İl Başkanlığı yapmıştır. Yaşar Beyin diğer oğlu Ekber Genç, liseyi bitirdikten sonra İsviçre’ye gitmiş, uzun yıllar bu ülkede çalışmıştır. Bir gün ülkeye dönerken, uçakta sanatçı Müşerref Akay’la tanışmış; bu tanışma gönül işine dönüşüp evlenerek İstanbul’a yerleşmişlerdir. Yaşar Beye uzun ömürler dilerim. Müseyip Zeyem Azerbaycan’ın Zeyem kasabasından Trabzon’a göç eden Müseyip Bey, bu şehirden evlenip, 1935’li yıllarda Iğdır’a gidip yerleşmiştir. Uzun yıllar Iğdır belediyesinde görev yapan Müseyip Bey kalabalık bir aileye sahipti. Akranım olan oğlu Mehmet Bey, Ziraat Bankasında müdür oldu. Büyük kızı Yunus Özdemir’in hanımıydı. Mehmet Bey’in oğlu Necdet Bey İzmir’de ticaretle uğraşmaktadır. Bir kızı da Hacı Ahmet Beyin gelinidir. Zeyem ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlarına uzun ömürler dilerim. Hacı Cafer Şakı Ermenistan’ın Şöllü Mehmendar kasabasından Iğdır’a göç edenlerdendir. Ali ve Yunus isminde iki oğlu ve iki kızı vardı. Ticaretle uğraşan Ali Bey, İstanbul’a nakletti, orada vefat etti. Yunus Bey sınıf arkadaşımdı. İyi giyimli, sohbeti hoş Yunus Bey birçok memuriyet görevlerinde bulundu. Bilahare İş Bankasına girdi ve şube müdürü olarak bu kurumdan emekli oldu. Eşi Nihayet Hanım akıllı ve gayretli bir hanımefendidir. Çocuklarını okutup iş güç sahibi ettiler. Bunlardan Baycan Bey, Ankara’da oturmaktadır. Yunus Bey ve eşine uzun ömürler dilerim. Asker Arık Asker Bey Dize köylüdür. 1970’den sonra Iğdır’a gelip ticaretle uğraşmıştır. “Dize” denilince akla karpuz gelirdi. Eskiden toprağın hangi mahsulü yetiştirmeye uygun olduğu konusunda özel bir çaba sarf edilirdi. Dize köyünün toprağı da karpuz için birebir idi. Dize karpuzları öylesine olgun ve lezzetli olurdu ki halk arasında, “Dize karpuzu bıçağı görünce kendiliğinden çatlar” diye bir deyiş yer etmişti. Bu karpuzlar bazen de sarı renkte olurdu. Ne yazık ki sonraki yıllar Dize karpuzu ihmal nedeniyle ortadan kayboldu. 424 Iğdır Sevdası Dize köyünün pamuk ve iğdesi de meşhurdur. Asker Beyin oğlu Ahmet Bey Iğdır’da ticaret yapmakta, Dize’de topraklarını işletmektedir. Diğer oğlu İbrahim Bey, yüksek tahsilini tamamladıktan sonra Sümerbank’a girmiş; bu kurumun çeşitli ünitelerinde müdür olarak hizmet verdikten sonra emekli olmuştur. İbrahim Beyin eşi Leylâ Hanım, öğretmen olup Hereke kasabasında çalışmaktadır. Kızları Duygu Hanım, ODTÜ mezunu olup, özel bir firmada çalışmakta; oğlu Mutlu lise öğrencidir. Asker Beye rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim. Kulem Bilen Söğütlü Mahallesinin temiz, kendi halinde sakinlerinden birisi olan Kulem Bey, çiftçilik yapar, sahibi olduğu at arabasıyla fırınlara yakacak satardı. Kulem Beyin tahsil hayatı olmadı ama Iğdır’a değerli bir evlât kazandırdı. Oğlu Tayyar Bilen Paşa, Türk Ordusuna değerli hizmetlerde bulunmuş, emekli olmuştur. Iğdırlılar tarafından sevilen Tayyar Paşaya uzun ömürler, ölenlere rahmet dilerim. Sultan Kölanlı Anne tarafından Karakoyun köyü, baba tarafından Melekli köyünden olan Sultan Bey, Iğdır’ın tahsil yapan ikinci kuşağındadır. Çocukluk yıllarında zekası ve çalışkanlığıyla göz dolduran Sultan Bey, tüccar İbrahim Aras Bey’in dikkatini celp etmiş; bu nedenle orta, lise ve üniversite hayatında İbrahim Bey’den destek görmüştür. İstanbul Yüksek Ticaret Okulunu bitirdikten sonra İzmit Seka kağıt fabrikası ve Ankara Emekli Sandığı bünyesinde görev yapmış, bu kurumda Emekli İşleri müdürlüğüne yükselmiştir. Bedia Hanımla evlenen Sultan Beyin bir oğlu bir kızı vardır. Oğlu Serdar sigortacı olarak görev yapmaktadır. Ani bir kalp kriziyle vefat eden Sultan Beye rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim. Fazıl Şıktaş Aslen Karakoyun ilçesinden Kerem Şıktaş Beyin oğludur. Iğdır’da manifatura mağazası vardı. Fazıl Bey, Öğretmen Okulunu bitirdikten sonra basın hayatına atılmıştır. Bölgenin sorunlarını çıkarmış olduğu “Yeşil Iğdır” gazetesinde gündeme getirmiştir. Bu gazete hâlen varlığını devam ettirmekte, okuyucularına hizmet vermektedir. Fazıl Bey, bilahare İstanbul’a nakletmiş, ticaretle uğraşmıştır. Genç yaşta vefat eden Fazıl Bey’e rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim. Turan Atasever Turan Beyin ailesi, Aras nehrinin karşı kıyısındaki İydeli köyünden 425 Hamza Aygün Türkiye’ye göç etmiştir. İlk, orta ve lise tahsilini Erciş ve Kars’ta tamamlamış, Ziraat Fakültesinden mezun olmuştur. Değerli bir şair ve yazar olan Turan Bey, memuriyet hayatında aktif görevlerde bulunmuş, halk arasında sevilmiştir. Iğdır’da Tarım Dairesinde görev yaptıktan sonra Ankara’da Tarım Bakanlığına transfer olmuş; çalışmaları takdir kazandığı için 1975 yılında Kıbrıs’ta kurulan Tarım Okuluna müdür olarak atanmıştır. Bu görevinden emekli olmasına karşın, bu kez Tarım Kredi Kooperatiflerinde uzun yıllar hizmet vermiştir. Iğdır Kültür ve Okutma Derneği Başkanlığı yapmış, yurt binası inşaatı için kolları sıvamış, ancak Iğdır’dan ve Iğdırlılardan istenen mali desteği alamayınca bu girişimi yarım kalmıştır. Hâlen İzmir’de ikamet eden Turan Beyin 70’li yıllarda Kurban Bayramı vesilesiyle çok sevdiği Iğdırlılara yazmış olduğu güzel şiirini burada anmak ve yer vermek isterim. Sevgili arkadaşım Turan Beye yeni yuvasında ve hayatında uzun ömürler dilerim. Koçaklar Diyarı Aras Boyuna Kurban Bayramınız Mübarek Olsun Ey Aras boyunun mert KOÇAK’ları, Kurban Bayramınız mübarek olsun. Ey hudut boyunun TÜRK OCAKLARI, Kurban Bayramınız mübarek olsun KARS’ı ta içime işlemişim ben, KAĞIZMAN’da tatlı bir yemişim ben, ARALIK, SÜRMELİ düşmez dilimden, Kurban Bayramınız mübarek olsun TUZLUCA, PERNAVUT, ERGÜDER’liler, KİTİ’li, KÜLLÜK’lü, ARAPKİR’liler, HAKMEHMET, ÇARIKÇI ve TECİR’liler Kurban Bayramınız mübarek olsun SUVEREN, HALFELİ, HOŞHABER’liler, YAYCI, SARIÇOBAN, AĞAVER’liler, IĞDIR OVASI’nda alnı terliler, Kurban Bayramınız mübarek olsun. GÜLLÜCE, KAMIŞLI, CİNCEVAT’lılar, KIZILZAKİR, PANİK ve AMARAT’lılar KUZUGÜDEN, PULUR ve BAYAT’lılar, 426 Iğdır Sevdası Kurban Bayramınız mübarek olsun ŞİRECİ, GÖKÇELİ, KARAKOYUNLU ZÜLFİKÂR, HAKVEYİS ve TAŞBURUN’lu, Düğünlü, dernekli, sazlı, oyunlu Kurban Bayramınız mübarek olsun NECEFALİ, KADIKIŞLAK dost dolu CENNETABAT, EVCİ, ZOR, KACAR, KULU ERHACI, KAZANCI, KARAKUYULU Kurban Bayramınız mübarek olsun Ey serhat bekçisi, demir bilekli, ALİKAMER, OBA, IĞDIR, MELEKLİ, TAZEKÖY, ORTAKÖY, ÇİFTLİK, GÖDEKLİ, Kurban Bayramınız mübarek olsun DİZE, MÜRŞİTALİ, ALİCAN’lılar, ALUT, BULAKBAŞI, HASANHAN’lılar, ALIKIZIL, PIRÇO, ARATAN’lılar, Kurban Bayramınız mübarek olsun KARAAĞAÇ’lılar canım dostlarım, BAHARLI’ya özge sevgi duyarım, SÖĞÜTLÜ ve IĞDIR tümüyle varım, Kurban Bayramınız mübarek olsun Dilimden anlayan kardeş, bacılar, Yuvanızdan uzak olsun acılar, Hürmet beslediğim hoca, hacılar, Kurban Bayramınız mübarek olsun ATASEVER derki sizdenim ben de, Olmuşum AĞRI’ya, ARAS’a bende, DOSTLARIM nefesim oldukça tende, Kurban Bayramınız mübarek olsun! Ali Atasever Turan Atasever’in küçük kardeşi Ali Bey, mühendis diplomasını aldıktan sonra Kars’ta Nafia Müdürü olarak görev yapmış; burada tanıştığı 427 Hamza Aygün Müşerref Hanımla evlenmiştir. Bilahare Ankara’da Bayındırlık Bakanlığına atanana Ali Bey, bu görevde uzun yıllar kalmıştır. Oğlu doktor, kızı da Ankara Üniversitesinde öğretim üyesidir. Sabri Bey, Turan Atasever’in ağabeyi çocuğudur. Kars Eski Milletvekili Mehmet Hazer’in tek kızıyla evli olan Sabri Bey, Ankara’da ikamet etmektedir. Tüm aileye uzun ömürler dilerim. İskender Gürel ve Molla Mehmet Veli Gürel Aile aslen Kazacı köyündendir. Cumhuriyetten evvel Erivan’a yerleşik olan bu aile, İran üzerinden anavatana gelip yerleşmişti. Erivan şehrinin inceliklerini gerek yemek gerekse konuşmada en güzel şekilde sergileyen kültürlü bir aileydi. Molla Mehmet Veli Bey sevilen bir hocaydı. Eşi Sakine Hanım da zarafeti ve kültürüyle bilinir ve sevilirdi. Ailenin üç oğlan çocuğu vardı. En büyüğü Haydar Gürel, Iğdır’ın ilk yüksek tahsil yapanıydı. Doktor olduktan sonra Bursa’ya yerleşti, hükümet tabipliğinden emekli oldu. Bursa’da vefat eden Haydar Bey’in iki oğlu var. Servet Bey Bursa’da ticaretle uğraşmaktadır. Diğer kardeşi Asaf Gürel süt kardeşimdi. Askerliğini yedek subay olarak yaparken, tezkere bırakıp orduda kalmayı yeğledi. Yarbay rütbesiyle emekli oldu. Vefat eden Asaf Beye rahmet dilerim. Mehmet Veli Beyin kardeşi ve bacanağı İskender Bey ticaretle uğraşırdı. Zehra hanımla evliydi. Bu ailenin çocukları: 1.Humay Kurs (Ali Kurs’la evli) 2.Eçe Çağlar (Gulem Çağlar’la evli) 3.Ziya Gürel Vefat etti 4.Talat Gürel Bankacı. Vefat etti. 5.Hikmet Güngör Dr. Ali Güngör’ün eşi 6. Lütfi Güngör Lütfi Bey, Iğdır’da komşumuzdu. Fırın işletirdi. Çocuklarının tahsili için Ankara’ya nakletti. İyi tahsil gören çocukları iş güç sahibi oldular. Lütfi Bey, Batıkent’te ticaretle uğraşmaktadır. Ailenin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömürler dilerim Bulgar Göçmenleri Bulgar göçmenler, Bulgaristan’ın Karaorman bölgesinden yurda gelmişlerdi. Yanlarında tüm taşınır malları -mısır koçanı, öküz, inek, at arabasıolmak üzere Varna’dan Trabzon’a gemilerle taşınmış, 400 hane kadarı Iğdır’a iskan edilmişti. (1937) 428 Iğdır Sevdası Iğdır’ın dört ana caddesi –Kars caddesi, Melekli caddesi, Doğubeyazıt caddesi ve Halfeli caddesi- üzerinde bu aileler için villa görünümünde evler özenle inşa edilmişti. Çatılı evlerin üzeri tenekeyle kaplıydı. Üç oda, salon ve bahçede ahırları vardı. Göçmenler’in gelmesiyle Iğdır’ın çehresi değişmiş, kasaba nüfusu iki binlik bir artış göstermişti. Iğdır’ın en iyi tarlaları onlara tahsis edilmişti.Çok iyi ve temiz yürekli Göçmenler arasında yetenekli ve mahir zanaatkarlar vardı. Pehlivanlık sporunu da Iğdır’a tanıtan bu aileler her yıl kendi aralarında müsabaka düzenler, halk da zevkle seyre giderdi. Göçmenler’in çoğu zamanla Iğdır’ı terk edip başka il ve ilçelere göç ettiler. Geride kalanlar Iğdırlı olmuş, yerli halkla tamamen bütünleşmiştir. Tanıdıklarım arasında şu isimleri yad edebilirim: 1.Hasan Kocakayalar 2.Mümin Bey Postacı 3.Halil Bey Belediyede memur 4.Hasan Usta Kunduracı 5.Ali Boncukçu 6.Recep Ağa 7.Hasan Ağa Ali Boncukçu’nun kayınpederi 8.Eczacı Hasan Bey Eczacı Edip Beyin yanında kalfa olarak çalıştı 9.Marangoz Ahmet Bey 10.Tapucu İsa Topal Dağlık ve ormanlık Karaorman bölgesinden gelen Göçmenler Iğdır’a gelir gelmez sıtma belâsına yakalanmışlardı; her gün mübalağasız birkaç kişi hayatını kaybediyordu. Gelenlerin % 80ni Iğdır’ı terk etmek zorunda kaldı. Kendilerine verilen iskan hakkı ev ve arazileri satamadıklarından –on yıl süreyle satma yasağı vardı- ayrılan aileler gittikleri yerlerde uzun süre mağduriyetle mücadele ettiler. Ölenlerin cümlesine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Hamit Dönmez (Namı diğer Genceli Hamit) Azerbaycan’ın Gence vilayetinden gelen Hamit Bey, şair ruhluydu. Sesi de çok güzel olduğundan, Azeri şarkılarını kendine özgü biçimde yorumlardı. 1951 yılında Mecit Hun, Halk Partisi yararına “O olsun bu olsun” operetini organize etmişti. Oyunda ben de rol almış, çok da başarılı olmuştuk. Hamit Bey de başrolde (Server) kabiliyeti ve sesiyle göz doldurmuştu. Hamit Bey, milliyetçi bir insandı. Bahçesindeki elmaları özel bir 429 Hamza Aygün teknikle, üzerlerinde ay-yıldız olacak şekilde yetiştirir; bu hobisi kasabada ilgiyle karşılanırdı. Kalabalık bir ailesi vardı. Oğlu Azbay Dönmez Ankara’da; diğer çocukları yurdun çeşitli yerlerine dağınık olarak yaşamaktadırlar. Hamit Beye rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim. Mehmet Sadık Parim Mehmet Bey, Iğdır’ın kadim yerlisidir. Kunduracıydı. Etem Bey’in fırının yanındaki iş yerinde ayakkabı tamiriyle geçimini sağlardı. Sakin ve hoş bir insan olan Mehmet Beyin yaşıtım Ali isminde bir oğlu vardı. Hanımı kaybedince Mehmet Bey ikinci evlilik yaptı, ikinci eşinden de çocuk sahibi oldu. Ali Parim, askerlik dönüşü Şube sokağında lokanta açtı. Mazbut bir aile reisi olan Ali Bey, kazandığı parayı iyi kullanmasını bildi, iş hayatını genişletti. Sosyal yönü güçlü ve yardımsever bir insandır. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Hüseyin Ali Zülaloğlu Hüseyin Ali Bey Iğdır’ın “benna”sı idi. “Benna”, duvar ve bina ustası anlamındadır. Hüseyin Ali Bey, 1931 yılında bizim evin de duvarlarını örmüştü. İki oğlu vardı: Behlül ve Behram. Behram Bey, Iğdır’ın en güzel giyinen gençlerinden birisiydi. Yakışıklı ve uzun boylu idi. Sultanabat Beylerinden Beyler Beyin kızıyla evlenip Iğdır’dan ayrıldı. Çeşitli illerde görev yaptıktan sonra Ankara Bakanlıklar’da PTT müdürü olarak emekliye ayrıldı. Behlül Bey ilk yıllar kunduracılık yapardı. Bilahare ticarete atıldı. Söğütlü Mahallesi muhtarı Hüseyin Beyin kızıyla evlendi. Babamla Behlül Bey çok iyi tanışır, fırsat buldukça şakalaşırlardı. Bir gün babam Behlül Bey’in bakkaliye dükkanından yumurta almış. Eve geldiğinde bütün yumurtaların şans eseri çift sarılı olduğunu görünce Behlül Beye gitmiş: “Ne kısmetli bir adamsın! Sattığın yumurtalar çift sarılı çıktı” Behlül Bey, ileri atılıp, “Hemen on yumurta parası daha vereceksin. Ben sana tek sarılı sattım, çift sarılı çıkmış” demiş. Şakasına ciddiyet kazandıramadığını gören Behlül Bey iki elini havaya kaldırıp, “Rıza Bey, yumurtalar bana çift sarılı olduklarını söylemiyorlar, deyesen şansım yatıpdı” demiş, gülüşmüşler. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. İsrafil Keskin Kamerlili Hamit Keskin Beyin oğludur. Baba mesleği yemeniciliğe 430 Iğdır Sevdası ilgi duymadı. Tahsilini tamamladıktan sonra ticarete atıldı, başarılı oldu. 1950’li yıllarda Hasan Günaydın Beyin kız kardeşi Zarife Hanımla evlendi. Üç kız çocuğu iyi tahsil alıp hayata atıldılar. 1960’lı yıllarda İsrafil Bey, ticaretini Ankara’ya taşıdı; Bahçelievler’de market işletti. “Azreri Turşusu” ismiyle bir turşu imalathanesi açtı. Uzun yıllar bu görevini devam ettiren İsrafil Bey hastalığı nedeniyle mesleğini bırakıp emekli oldu. Devrettiği “Azeri Turşusu” hâlen hizmet vermektedir. Ankara’da Hakkın rahmetine kavuşan İsrafil Beye rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim. Muhtar ve Tahir Ertürk Kardeşler Muhtar Bey, Ermenistan’ın Vedibasar kasabasından Iğdır’a göç eden muhacir bir aileye mensuptur. İki kardeş cesaretleriyle anılır, sevilip sayılırdı. Bölgeyi iyi tanıdıklarından, Iğdır’a göç etmek isteyen Türk aileleri, Rus askeriyle çatışma pahasına sınırı geçirmeye muvaffak olurlardı. Onları bu cesareti ve fedakarlığı sayesinde birçok aile Türkiye topraklarına ulaşma şansı bulmuştu. Muhtar Bey çok genç yaşta Iğdır’da vefat etti. Tek oğlu, Adil Bey, uzun yıllar kasabanın renkli ve yakışıklı gençleri arasında kendisine isim yapmayı başarmıştı. Küllüklü Hacı Mahmut Bey’in kızı Adalet Hanımla evlendi, çoluk çocuğa kavuştu. Büyük oğlu Kurtuluş Ertürk, Ankara Büyük Şehir Belediyesinde kimya mühendisi olarak önemli bir görev yapmaktadır. Adil Bey orta yaşta kalp krizi nedeniyle vefat etti. Allah rahmet etsin. Tahir Bey, çiftçilik ve kahvecilikle uğraştı. Kahvehanesi, “Tahar’ın kahvesi” namıyla ün salmıştı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında sadece Tahir Bey’in kahvesinde radyo vardı. Büyük bir kalabalık radyonun etrafını alır, Spiker Nurettin Artan’ın ağzından savaş bültenini dikkatlice dinlerlerdi. Tahir Bey, Sümbül Hanımla evliydi. Yaver adında oğlu ve bir kızı vardı.Kızı, Sultanabatlı Kurban Akar’ın oğlu Hasan Akar’la evlendi. Oğlu Yaver Bey, uzun yıllar Almanya’da ikamet etti, hâlen İstanbul’da yaşamaktadır. Ertürk ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlara uzun ömür dilerim. Mir Mehemmed Aktan (Namı diğer Uzun Seyit) Peygamber sülalesinden gelen hoca iyi bir alimdi. Hoşgörülü ve halk arasında sevilirdi. Boyu uzun olduğundan “Uzun Seyit” olarak bilinir olmuştu. 1931’li yıllarda kalıntı bir mabet camiye dönüştürülmüş, Hoca bu camide görev almıştı. Ramazan topu olarak kullandığı bir av tüfeği vardı. Silah tecrübesi 431 Hamza Aygün olmadığından, bir gün tüfeği hata yapmış, iftar saatini yanlış bildirmişti. Bu durum Hocayı üzdüğünden bir daha eline tüfek almadı. Hocanın çocukları: 1.Sıddık Aktan Davavekili 2.Mecit Aktan Lisede görevli memur 3.Manaf Aktan TMO memuru 4.Hamit Aktan Terzi 5.Aliye Aktan Büyük kızı 6.Haver Aktan İkinci kızı 7.Fatma Aktan Üçünü kızı 8.Raziye Aktan Dördüncü kızı Raziye Hanım Ankara’da yaşamaktadır. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. İnayet Akyüz Şöllülerden Mesim Beyin büyük oğludur. Zöhre Hanımla evlidir. Uzun boylu ve yakışıklı bir beyefendi olan İnayet Bey, kirvemdir. Üç kardeştiler. (Diğer iki kardeş Navruz ve Angılı Akyüz) Akıllı ve zeki İnayet Bey, tahsilini tamamladıktan sonra öğretmen olarak Iğdır Lisesinde uzun yıllar hizmet verdi, emekli olup İzmir’e yerleşti. Çocuklarını eğitim nedeniyle Ankara’yı kendisine yeni mesken olarak seçti. Uzun ömürler dilerim. Bağman Hüseyin Ali Nahcıvan’dan Iğdır’a göç eden Hüseyin Ali Bey, kendi memleketinde bahçe tanzimi konusunda ün yapmıştı. En önemli görevi kaliteli meyve filizlerini ağaçlara aşılama konusunda geliştirdiği yetenek ve becerisiydi. Bu sayede Iğdır’ın belli başlı bağ ve bahçelerini tanzim işini üzerine almıştı. Naki Odoğlu, Amca Bey, Bağır Aras’ın bahçeleri ve belediye parkının bakımı onun göreviydi. Nahcıvan’dan getirttiği aşı sayesinde Ordubat kaysısı, Şalagı kaysı, Ağerik ve kırmızı çekirdeksiz Miskali üzümü Iğdır’a o kazandırmıştı. Allah rahmet etsin. Gulem Kılıç Gulem Bey, Kasımcan Beylerindendir. Iğdır’da ticaretle uğraşırdı. Büyük oğlu Mukaddes Bey sınıf arkadaşımdı. Orta okuldan sonra Eskişehir Havacılık Okulundan mezun olup subay olarak hizmet verdi. Gulem Beyin ikinci oğlu Feyiz Bey, ilk ve ortaokulu Iğdır’da, liseyi 432 Iğdır Sevdası Eskişehir’de, üniversiteyi Ankara’da tamamladı. Genç yaşta -lise öğrencisiyken- Yaycılı Mehmet Ali Beyin kızı Cihan (Raile) Hanımla evlendi. Feyiz Bey; akıllı, örgütçü, ileriyi gören ve liderlik özellikleri ağır basan birisiydi. 60’lı yıllarda Ankara’daki bir avuç Iğdırlıyı etrafına toplayıp, Iğdır Kültür ve Okutma Derneğinde önemli çalışmalar yapmıştı. Feyiz Bey, Iğdır’ın ekonomisine katkı sağlamak için 70’li yıllarda önemli bir projeye imzasını attı. İplik fabrikası kurulması için teşebbüse geçti. Plasman sağlamak için üye kaydı açtı. Iğdırlılar ilgi gösterip kitle halinde katıldılar. Umut verici bu proje sonraki yıllar siyasi nedenlerden baltalandı. Bu konuyu açmak ve kendi görüşlerimi sunmak isterim: Feyiz Bey, projeden önceki bir seçim döneminde bir partiden Milletvekili adayı olmuş, Iğdır ilçesi oylarının % 80nini almıştı. Feyiz Beyin bu başarısı diğer siyasilerin gözünden kaçmamış, hatta dişlerini kamaştırmıştı. Bu genç, atik ve müteşebbis ruhlu insanı nasıl durdurmak mümkün olacaktı? İplik fabrikası projesi gündeme oturduğu yıllar, fısıltı gazetesi görevini yapmış, üyeler üzerinde menfi propagandayla çözülmelere neden olmuştu. Bu şekilde fizibilite raporu tamamlanmış olan proje, yetersiz plasman nedeniyle aksamaya, uygulamada gecikmelere neden olmuştu. Kızımın meslek arkadaşı, Mimar Mücella Kayademir’den aldığımız bilgiler, fabrika projesinin çizildiğini doğruluyordu. Nihayet proje temel atma aşamasına gelince, 11 bin oyun sahibi Feyiz Beyi temelden çökertmeyi amaçlayan siyasi kulis devreye girip, aynı mahalde Sümerbank İplik Fabrikasının açılmasını gündeme getirdi. Halbuki Iğdır’ın pamuk potansiyeli bu iki fabrikayı besleyecek düzeyde değildi. Uzun yıllar Pamuk Tarım Satışta görev yaptığım için, Iğdır’ın pamuk istihsalini en yıkandan bilenlerdenim. Iğdır, en iyi zamanında 5000 tondan fazla pamuk üretmemiştir. İki fabrika projesinin aynı anda gündeme girmesi anlaşılır değildi. Amacın siyasi olduğu ve başka hesapların döndüğü kendisini belli ediyordu. Eğer mutlaka ikinci bir fabrika kurulması gerekiyorduysa, Iğdır’ın yün potansiyelini dikkate alan bir çalışma yapmak mümkün olabilirdi. Sonuç olarak Iğdır değeri bir projeden ve değerli bir girişimciden mahrum kaldı. Feyiz Bey, Ankara’da yaşamaktadır. Büyük oğlu Ercüment Bey, Amerika’da Türk lobisi başkanıdır. Selahattin Kılıç Gulem Kılıç Beyin üçüncü oğlu Selahattin Bey, Yüksek Ziraat Mühendisidir. Tarım Bakanlığında Ziraat İşleri Genel Müdür yardımcılığı yaptı ve bu görevinden emekli oldu. Karabük Demir Çelik Fabrikaları Divriği de433 Hamza Aygün mir cevheri madeni kurumunda yönetim kurulu başkanı oldu. Selahattin Bey, Ankara’da oturmaktadır. Kılıç ailesinin ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Meşe Mahmut Eşi Zerri Hala Meşe Mahmut Iğdır’ın kadim yerlisidir. Birinci hanımının vefatından sonra Zerri Hanımla evlendi. Meşe Mahmut, Iğdır’daki tek hamamın kesecisiydi. Vefatından sonra eşi Zerri hanım, “çarşafçı” olarak kadınlar bölümünde hizmet verdi. Yaşlandığında kızının yanında Adana’ya gitti. En büyük oğlu marangoz idi. Erken yaşta vefat etti. İkinci oğlu Kerim Bey, şoför yardımcısı olarak çalıştı. Kerim Beyin kızlarından birisi Başaran ailesine; birisi de Şoför Nadır’a gelin oldu. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler. Faytoncu Nevruz Han ve Oğulluğu Mehmet Ali Bey Iğdır’ın en eski faytoncusu olduğu rivayet edilirdi. Iğdır-Erivan arasında fayton işletmiş olan Nevruz Han çok sevilirdi. Eşi, Sıvacı Mehmet Ali Beyin dul kalmış annesiydi. Bu evlilikten Samet isimli bir oğlu dünyaya geldi. Akıbetini bilmiyorum. Iğdır’daki evler dam şeklinde inşa edildiğinden sıva yapılmazsa yağmurda damlardı. Sıvacı Mehmet Ali Bey bu işi en iyi becerenlerdendi. Mehmet Ali Bey müzikle haşir neşirdi. O yıllar Iğdır’a tiyatro kumpanyaları gelir, bir zaman kasaba halkını eğlendirirdi. Bir gün çok güzel Nermin isimli sarışın bir dilber de kumpanyada görevli olarak Iğdır’a gelmişti. Iğdır’ın varlıklı ailelerinden bir beyefendi kıza aşık olur. Gönül işi ferman dinlemez. Iğdırlı hemşehrimiz aşkından deli divane olur. Mehmet Ali Bey, Ağrı’ya gitmeye hazırlanan kumpanyayı Iğdır’da daha bir süre alıkoymak için kolları sıvar, tef çalarak ve şarkı söyleyerek bunu başarır. Romantik aşk hikayesinden esinlenen Mehmet Ali Bey, yıllarca Iğdırlıların dilinden düşmeyen şu sözleri bestelemişti: Ay sarı kız göçeksen Gül kokulu çiçeksen Gitme Karakilise’ye Çok belalar çekersen Al ver sarı kız Bahçelerin barı kız Koyma beni yalnız 434 Iğdır Sevdası Mehmet Ali Bey, bir ara da hamamda kesecilik yaparak hayatını kazandı. Hasan isimli Iğdırmavalı bir arkadaşı daha vardı. İkisi de hoş sohbet ve şakacıydılar. Bahşişi az veren müşterileri ikinci gelişlerinde iyi yıkamazlar, kafalarını sabunla köpürttükten sonra, “Hele başını kaşı!” diyerek bu işi müşteriye havale ederlerdi. Her ikisi de tüm Iğdırlıları yakından tanır, herkese göre bir sohbet konusu bulur, tatlı dedikoduyla gönülleri şen ederlerdi. Mehmet Ali Bey, babamın gençlik arkadaşı olduğundan ne zaman benim başımı sabunlasa, gülerek babamla birlikte başlarından geçen çapkınlık hikayelerini anlatır, her seferinde beni meraklandırmasını bilirdi. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Şevket Kansu Jandarma subayı idi. Yüzbaşı rütbesiyle ordunda ayrılıp saraçlık işine ilgi duymuştu. Gümrülü İsmail Beyin Telli isimli kızıyla evlendi. Iğdır’da kısa süre ikamet edip, ayrıldılar. İsmail Özgür Ermenistan’dan Iğdır’a göç etmişti. Becerikli bir terziydi. Zanaatının hakkını veren İsmail Bey, bu mesleğe birçok insan yetiştirmiştir. Karakoyun Beyi Haydar Beyin kızı Soket Hanımla (Rıza Yalçın’ın kız kardeşi) evlendi. Büyük oğlu Atila Özgür, Yüksek Ziraat Mühendisi olup, çalıştığı kurumda genel müdür yardımcılığına kadar yükselmiştir. Taşburunlu Azizi Beyin kızı Gülten Hanımla evli olan Atila Beyin, iki kız çocuğu vardır. İsmail Beyin büyük kızı, Zafer Beyle; ikinci kızı Muzaffer Çöllü; üçüncü kızı da Altan Parlak’la evlendi. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Marangoz Ahmet Bulgar göçmenidir. Ağabeyi Hasan Bey, eczacı Edip Beyin yanında kalfa olarak çalışırdı. Iğdır’ın tanınmış marangozu Halit Ustayla Edip Bey arasında Erzurumlu olmaları nedeniyle bir samimiyet vardı. Bu şekilde Hasan Bey, küçük kardeşi Ahmet’i kalfa olarak Halit Ustanın yanına vermişti. Halit Usta, kısa sürede Ahmet Beyi hatırı sayılır bir marangoz olarak yetiştirdi. Becerisi ve yeteneğiyle göz dolduran kalfasını kendine özgü üslubuyla “Mışko Ahmet” diye çağırırdı. Ahmet Bey erken yaşta vefat etti. Rahmet olsun. Nüfus Memuru Nusret Bey Aslen Kağızmanlı olan Nusret Bey, Soyadı Kanunu çıktığında (1934), Iğdır Nüfus memuru olarak çok önemli bir görevi üstlenmişti. Her aile mec435 Hamza Aygün buren bir soyadı almakla yükümlüydü. Bu işin takibi ve yerine getirilmesi de Nusret Beyin göreviydi. Kısa sürede kasabanın en renkli kişisi oluvermişti. Iğdır nüfusu köylerde yaşardı. Çok azı kasabaya iner; gelse bile nüfus dairesine uğramazdı. Böyle olunca Nusret Bey, oturduğu yerden ailelere keyfince soyadı dağıttı. Nusret Beyin üç oğlu, bir kızı vardı. Uzun yıllar doğan çocuklarını bebek yaşta kaybeden Nusret Beye, bir hoca, “Çocuğuna hayvan ismi verirsen yaşarlar” diye telkinde bulunmuş; Nusret Bey de çocuklarına Aslan, Kaplan, Kurt ve Memnune isimlerini vermişti. Aslan Bey akranımdı. Birlikte okula gider, sokakta oynardık. Bir gün Nusret Beyin tayini başka bir yere çıkınca, aile Iğdır’ı terk etti. Nusret Beye Allah’tan rahmet dilerim. Boyacı Mehmet Tağı Erivan’dan Iğdır’a göç eden Mehmet Bey, yağlı boya ve badana işinde beceri sahibiydi. Hacı Nağdali Beyin binaları onun elinden çıkmıştı. Gerçekten de temiz ve titiz bir çalışması vardı. Sonraki yıllar İstanbul’a nakletti. Oğlu Ahmet Bey terzi idi. Allah rahmet etsin. Hacı Hüseyin Aras Aslen Gökçeli köyünden olan “Aras” ailesi 50’li yıllarda Iğdır’a yerleşmiş, ticarete atılmıştı. “Aras” ailesini şöyle sıralayabiliriz: 1.Hacı Hüdaverdi Aras 2.Ali Aras 3.Asker Aras 4.Mehmet Aras 5.Aslan Aras Aile reisi Hüseyin Aras; insancıl, komşularıyla iyi geçinen, dostluğa önem veren birisiydi. İyi bir çiftçi idi. Kaliteli pamuk yetiştirenler arasında sayılırdı. Iğdır’a geldikten sonra manifatura işine girdi. Oğlu Hacı Hüdaverdi, akranımdı. Uzak görüşlü ve akıllı karakteriyle ticarette kısa sürede başarı sağlamış, Iğdır Otobüs işletmesinin sahibi olmuştu. Hacı Hüdaverdi 1998 yılında rahatsızlanmıştı. Bu nedenle kendisini ziyaret etmiş, kısa sohbetim olmuştu. Azim ve iradesiyle hastalığı alt etmesini bildi. Bundan sonraki yaşantısında şifa ve başarı temenni ederim. Ailenin en atak şahsiyeti Mehmet Aras Beydir. Kendisini görme veya tanıma şansım olmadı ama cesur kişiliğiyle halk arasında sevilip sayılan birisi 436 Iğdır Sevdası olduğunu dostlarımdan duymuşumdur. Hacı Hüdaverdi Beyin çocukları kendilerini iyi yetiştirmiş, Iğdır’a hizmet konusunda önemli görevler üstlenmişlerdir. Nurettin Bey, hâlen Iğdır Belediye Başkanı olarak hizmet vermektedir. İcraatlarını yakından takip ediyor, takdirle karşılıyoruz. Diğer oğlu Salih Bey de Iğdırlıların gözbebeği bir işletmeyi, Iğdırlı Otobüs firmasını başarıyla yönetmektedir. Hacı Hüseyin Aras’ın bir kızı Ağırkaya ailesine gelin gitmiştir. Aras ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlara uzun ömürler dilerim. Doktor Sıddık Paşa 1940’lı yıllarda Iğdır’a askeri bir doktor tayin olmuştu. (Askeri Hastane, Melekli Caddesi üzerinde bulunuyordu.) Dr. Sıddık Bey; uzun boylu, yakışıklı, gösterişli bir insandı. Sivil doktor eksikliği nedeniyle halk Askeri Hastaneye gider, Dr. Sıddık Paşaya başvururdu. Dr. Sıddık Paşa iyi bir hekimdi. Fakirleri parasız muayene eder, elinden geldiğince insanların dertlerine deva olmaya çalışırdı. Bir hikaye Dr. Sıddık Paşayı güzel özetler: Dr. Sıddık Paşa, Kel Kasım isimli bir faytoncuyla işinde gider gelirdi. Bir gün Kel Kasım, soğuk rüzgarı ciğerlerine yer, rahatsızlanır. Dr. Sıddık Paşa, her günkü gibi Kel Kasım’ı bekler ama gelen giden yoktur. Hastalandığını duyunca evine gider. Muayene sonucu, “Ciğerlerin su toplamış” teşhisinde bulunur. Kel Kasım’ın tam teşkilatlı bir hastanede tedavi olması şarttır. Ancak Kel Kasım’ın Iğdır dışında bir seyahate mali gücü yetmez. Dr. Sıddık Paşa, “Benim branşım değil ama mademki başka çare yok seni ben tedavi edeceğim. Ama bir koşulla; eğer gönüllü olursan çünkü sağlık durumun daha da kötüleşebilir” diye uyarır. Durumun ciddiyetini anlayan Kel Kasım ağlayarak, “Ölmek istemiyorum. Daha çok gencim. Sen nasıl yaparsan öyle olsun” der. Dr. Sıddık Paşa, tedaviye başlar, ciğerde toplanmış suyu şırıngayla boşaltır. Bu işlem birkaç kez tekrar eder. Röntgen cihazı olmadan böylesine bir tedaviye girişmek çok riskliydi. Buna rağmen tedavi başarılı bir sonuç vermiş, Kel Kasım iyileşmişti. Kel Kasım’ın 90 yaşında kadar uzun ve sağlıklı bir yaşam sürdü. Dr. Sıddık Paşa hastalarına karşı açık sözlüydü. İyileşmeyeceğini bildiği bir hastaya, “Balda yese dirilmez” diyerek gerçeği ifşa ederdi. Yüzbaşı rütbesindeki Dr. Sıddık Beyin, Yüzbaşı İsmet adında bir arkadaşı daha vardı. Bu iki kafadar her gün Rasim Ağa’nın içkili lokantasına uğrar, keyiflerince demlenirlerdi. Rasim Ağa, bu seçkin müşterilerini özel bir itinayla karşılar, bir vazo çiçeği masanın ortasına kendi eliyle yerleştirirdi. 437 Hamza Aygün Rasim Ağa’nın müşterilerinin çoğu memur kökenliydi. Bu yüzden hesaplar veresiye defterlere yazılır; maaş zamanı, borçlar denkleştirilirdi. Ancak memurların bir kısmı borçlarını ödemekte gevşek davranır, “öteki ay veririm” diye işi savsaklardı. Bu nedenle Rasim Ağa’nın veresiye defteri kabarmıştı. Sermayesi olmadığından malzeme almakta zorlanıyor, işçilik masraflarını karşılayamıyordu. Bir akşam Dr. Sıddık Paşa, lokantaya gelir. İçerisi bomboş! Üstelik masası da hazırlanmamış. Rasim Ağa masaya oturmuş, kafasını iki elinin arasında kara kara düşünüyor. “Ne oldu Rasim Ağa? Niçin yemek yapmadın?” “Vallahi Doktor bey, yiyen gitti, veresiyeleri toplayamıyorum onun için yemek yapamıyorum” “Göster veresiye defterini, bakayım kimler borcunu ödemiyor” Rasim Ağa, defteri vermemekte direnir ama Dr. Sıddık Bey çok kararlıdır. Veresiye hesaplarına göz atar, borcunu vermeyenlerin karakol ve adliyede görevli memurlar olduğunu tespit eder. “Seni lokantada bekliyorum” diye bir pusula yazar, Savcı Ertuğrul Beye gönderttir. Yemeğe davet edildiğini zanneden Savcı, neşeli havada kapıdan içeri girince, karşılaştığı manzarayla duraklar. Dr. Sıddık Bey, “Sizin personel yüzünden ilçenin tek lokantası iflasın eşiğine geldi. Bu borçların ödenmesi için gerekeni yapmanızı rica ediyorum” Savcı ve doktorun gayretiyle borçlar toplandı; Rasim Ağanın yüzü güldü. Bu olaydan sonra Dr. Sıddık Bey, karakol ve adliye personeline karşı çok sert ve mesafeli oldu. Akşamları kendisine eşlik eden “Piştor” isimli kurt köpeğiyle lokantaya gelir, birlikte caddede gezintiye çıkarlardı. Eğer yakınlarından bekçi veya polis geçse, Dr. Sıddık Bey, Rasim Ağanın intikamını almakta tereddüt etmez, köpeği onların üzerine saldırtırdı. Herkes bir yana çil yavrusu gibi dağılırdı. Hatta bir keresinde bir bekçi kaçacak yer bulamayınca, Cabbar Ağanın (Yeşilyurt) dükkanının önündeki dut ağacına tırmanmış, kendisini zor bela “Piştor”dan kurtarmıştı. Dr. Sıddık Bey kumar düşkünüydü. Gazinoda sabaha kadar oturur, arkadaşlarıyla oyun oynardı. Bir gün gazinocu, işyerini erken kapatmak için bunları dışarı atınca, Dr. Sıddık Bey bu duruma çok içerlemiş, ertesi akşam atıyla gazinodan içeri girerek hesap sormak istemişti. Bu olaylar kasabada anlatılır, ağızdan ağıza dolaşırdı. Bir gün de akşam sofrasının akabinde, sokakta sendeleyerek yürüyen Dr. Sıddık Bey, “Deveye bineceğim” diye tutturmuştu. Yardımcıları sağa sola koşturmuşlar, Osman Ataman’ın evinin arkasında Hacı Cafer Akyüz’e ait 438 Iğdır Sevdası develer olduğunu tespit etmişler. Hacıyı uykudan uyandırıp, parasını vererek deveyi kiralamışlar. Hacı, ilçenin bu saygın ve önemli kişisinin bu garip isteğini geri çevirmek istememiş ama bir yandan da kapıya dayanmış bu belâdan kazasız belasız kurtulmanın çaresini arıyormuş. Dr. Sıddık Bey, devenin üzerine kurulmuş, heyecanla hayvanı at gibi dört nala koşturmaya heveslenmiş. O çabalıyor ama deve oldu olacak bir adımını zorlukla atıyormuş. Sabrı tükenen doktor, Hacıya dönerek, “Koştursana bu deveyi!” demiş. Hacı eline geçen fırsatı iyi değerlendirmeye karar vermiş: “Doktor bey, bunlar yük devesidir, koşmasını bilmezler”, diyince doktor kör pişman deveden inmiş, yardımcılarının kollarında sendeleyerek oradan uzaklaşmış. Dr. Sıddık Bey, askeri dokunulmazlığı ve ilçenin tek doktoru oluşu nedeniyle herkesin önünde el pençe olduğu koşullarda Iğdır’a hizmet verip, iz bırakıp ayrıldı. Iğdır’ı sevdiği belliydi; yıllar sonra Iğdır’ı tekrar ziyaret etti, dostlarıyla hasret giderdi. Dr. Sıddık Beyin bilahare “Paşa” olduğunu öğrendik. Hayatta ise uzun ömürler dilerim. Kalafatlar Rize’den Iğdır’a gelip yerleşen Karadeniz kökenli bu ailenin büyüklerini şöyle sıralayabiliriz: 1. Talip Kalafat 2. Osman Kalafat 3. Hamdi Kalafat 4. Şükrü Kalafat 5. Nazım Kalafat Iğdır’ın ilk sakinlerinden Talip Kalafat, askeriyeye katırlarla gıda nakil işini üzerine almıştı. Akıllı bir girişimciydi. Hazine malı, bedeli 20 yılda ödenen gayri menkullerden, dükkan ve arsadan alıp zengin oldu. İlk eşi Osman Kalafat’ın kız kardeşiydi. Çocukları olmayınca Süphan Güneş’in kız kardeşiyle evlendi. Bu evlilikten birini adı Mehmet (Mamo) iki oğlu dünyaya geldi. Mehmet Bey, Feyzullah Zengi’nin kızıyla evlendi; genç yaşta vefat etti. Osman Kalafat çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşırdı. Evleri, bugünkü belediye parkının olduğu yerdeydi. Çocukları; Zehra, Rivayet, Mehmet Ali, İsmet ve Yılmaz idi. Zehra Hanım, Erzincanlı bir veteriner hakimle evlendi. Rivayet Hanım iki evlilik yaptı. (İkinci eşi marangoz Halit idi) Mehmet Ali Bey, Iğdırmava’dan bankacı İsa’nın kız kardeşi Habibe Hanımla; İsmet Bey 439 Hamza Aygün Rize’den evlendi. İsmet Bey sınıf arkadaşımdı. Arkadaş canlısı ve iyi bir insandı. Genç yaşta vefat etti. Oğlu Yılmaz hayatta olup, Iğdır’da kereste atölyesi işletmektedir. Hamdi Kalafat müteahhit ve tüccar idi. Askeriyeye gıda temin ederdi. Tek oğlu Fikri Kalafat şofördü. Arkadaşımız Şazimet Hanımla evlendi. Fikri Bey genç yaşta vefat etti. Kalafat ailesini ölenlerine rahmet, hayatta olanlara uzun ömürler dilerim. Bozyel Ailesi (Bir gün elime “Azerbaycan Diyarından” isimli bir kitap geçmişti. Merhum İbrahim Bozyel’in kaleminden çıkan ve gönül vatanı Azerbaycan’a yaptığı seyahat notlarını içeren bu kitap, üzerimde alışılmışın dışında bir etki bırakmıştı. Duyguları, hasreti, ayrılığı, bir ulusun onur mücadelesini gözler önüne seren, şiirlerle yoğrulmuş anlatımıyla okuyucuyu teslim alan bu kitap, Merhum İbrahim Bozyel’in hatırası olarak bize miras kaldı. Kendisini rahmetle anar, Iğdır’ın edebiyat zenginliğinin devamını dilerim. Mücahit) Bozyeller iki kardeşti: Fazıl ve Hüseyin Bozyel Bu aile Iğdır’ın kadim yerlisidir. Baba tarafından Iğdırmavalı anne tarafından Oba köylüdür. Fazıl Bey ticaretle uğraşırdı. Dürüstlüğü, yetkin ticari ahlakı ve kimsenin kötülüğünü istemeyen yanıyla halk arasında sevildi, iş hayatında başarı kazandı. Hüseyin Bey sınıf arkadaşımdı. Okulda biz onu, “Hüseyin Bala” diye çağırarak diğer Hüseyinlerden ayırt ederdik. Hüseyin Bey, kuşağımızın kör talihinden kaçamadı, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ortaokuldan sonra eğitimine devam edemedi. Nasıl olsundu ki, lise için Kars veya Erzurum’a gitmek gerekecek, karneyle ekmeğin verildiği o yıllarda öğrenci yurtlarında ve garip şehirlerde yaşam mücadelesi verecekti. Bu nedenle Hüseyin Bey çiftçilik ve ticarete yöneldi, hayatını bu alanda kazandı. Hüseyin Beyin tahsil hayatı yarım kalmıştı ama çocuklarının okul hayatına tüm gücüyle eğildi. Oğullarından Merhum İbrahim Bozyel’i tanımayan ve onun aramızdan trajik ayrılışını bilmeyenimiz yoktur. Avukat İbrahim Bey, Iğdır halkının gönlünde taç kurmuştu. Haklıyla haksız arasında kararlılıkla mücadele eden, iyilikten ve doğruluktan yana kişiliğiyle halkın sevgisini ve güvenini kazanmış başarılı bir avukat, değerli bir insandı. Elim trafik kazasıyla aramızdan zamansız ayrılması hepimizi yasa boğmuştu. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim. Hüseyin Beyin ikinci oğlu Abbas Bozyel, ilimizin Parlamento temsil440 Iğdır Sevdası cisidir. Abbas Bey tüm gayretiyle şehrimizin sorunlarına çare aramakta, başarılı çalışmalarını ilgiyle yakından takip etmekteyiz. Sayın Milletvekilimize başarılar dileriz. Bozyel ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Bozkurt Ergenekon Bozkurt Hoca, Aydın’ın Kuşadası ilçesinden öğretmen olarak Iğdır’a atanmıştı. Sevilen bir hocaydı. 1938 yılında Iğdır’a gelen Bozkurt Hoca, 1955 yılına kadar ilk ve ortaokulda görev yaptı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ikinci kez askere çağrıldı; bu görevini Tuzluca’da yaptı, tekrar Iğdır’daki hocalık görevine devam etti. Bozkurt Hoca , Rasim Ağa’nın lokantasının müdavimlerindendi. Bozkurt Hoca uzun yıllar bekâr yaşadı. Iğdır’a tayin olan ve kendisi gibi bekâr öğretmenlerle ev kiralayıp birlikte kalırdı. Bu şekilde beraber olduğu öğretmenlerden birisi de Konyalı Kayhan (Keskinok) Beydi. Kayhan Bey, Topçular (İnönü) İlkokulu öğretmeniydi. Ortaokula da jimnastik dersine giderdi. Boks ve atletizme meraklı olan Kayhan Bey, 19 Mayıs törenlerini ciddiye alır, kendi geliştirdiği hareket ve koreografiyle zevkli ve neşeli bir bayram kutlaması hazırlardı. Kayhan Bey Ankara’da yaşamakta, resim sanatındaki başarısıyla kendisinden söz ettirmektedir. Uzun ömürler dilerim. Bozkurt Bey, çıktığı tatilden evli olarak geri gelmişti. Tayini Ankara’ya çıktı. Aradan yıllar geçmiş ben de Ankara’ya yerleşmiştim. Arkadaşım Turgut Sungar bir gün bana, Bozkurt Hocanın, Çankaya kulesinin yanında kitapçı dükkanı sahibi olduğunu söyleyince kendisini ziyaret etmeye karar verdim. Bir kitap sergisinde hocamla tekrar görüşme şansı yakaladım. Hocamız az ötede kalabalığın arasında durmuş sohbet ediyordu. Bir açıklama yapmadan gidip elini öptüm. Şaşırmıştı. “Kim bu?” anlamında uzun uzun yüzüme baktı. Iğdırlı bir öğrencisi olduğumu söyleyince duygulandı, hatıralara dalıp, çok sevdiği Iğdır’ı özlemle yad etti. Iğdır’a çok emek vermiş Bozkurt Hoca, manevi bir eser olarak yetiştirdiği öğrencilerinin kalbinde şükran ve minnet duygusuyla hep yaşadı ve yaşamaya devam edecek. Hocamıza uzun ömürler dileriz. Dr. Mehmet Ali Derman Dr. Mehmet Ali Derman Niğde ilinden Iğdır’a gelip, özel muayenehane açarak hizmet vermişti. Başarılı ve yetenekli bir hekimdi. Bir süre çalıştıktan sonra Iğdır’dan ayrıldı. Çok geçmeden bu kez yanında daha önce 441 Hamza Aygün Iğdır’da görev yapmış İsak isminde bir polis ve hemşire olmak üzere geri döndü. Mülkiyeti Bağır Aras’a ait evleri kiralayarak Sağlık Kliniği açtı. Kars’tan getirttiği Malagan (Rus) ailelerin yardımıyla kliniği işletti. Klinikte röntgen cihazı da olduğundan her türden operasyon yapılabiliyor, geniş halk kesimine hizmet veriyordu. Dr. Mehmet Ali Derman, geçkin yaşına rağmen bekârdı. Bir gün Iğdırlılar doktorun özel hayatının sırrını çözmüştü: Niğde’de evli olan doktor, karısına ve çocuklarına kızıp Iğdır’a gelmişti! Kendisi de aslen Niğdeli değilmiş. Oradaki lakabı “Acem Mehmet Ali” imiş! Dr. Mehmet Ali Bey, karısında ayrılıp, yanında getirdiği ve kendisinden 40 yaş küçük hemşiresiyle evlendi. Dr. Mehmet Ali Beyin belirli konularda kitap çalışması olduğunu biliyorum ama ayrıntısı hakkında bilgi sahibi değilim. Bir gün vefat ettiğini duydum. Allah rahmet etsin. Hakverdi Akar Ermenistan’ın Zengibasar kasabasından Iğdır’a gelip yerleşenlerdendir. Aydın karakteri ve ileri görüşlülüğüyle bilinirdi. İki oğlu ve iki kız vardı. Çocuklarının giyim kuşamına özel ilgi gösterir, eğitimleriyle yakından ilgilenirdi. Hiç unutmuyorum, oğlu Kasım’a bisiklet getirmişti. Mahallenin çocukları Kasım’ın etrafını alır; o da üç tekerlekli bisikletiyle aramızda dolaşarak hava atardı. Hakverdi Akar, Şube sokağında lokanta işletirdi. Özellikle 1925-34 yılları arasında muhacir dalgaları Iğdır’ı tıka basa doldurduğundan, yemek saati insanlar Hakverdi’nin lokantasının önünde toplaşır, aşçı Kerem Ustanın Iğdır yemeklerini iştahla yerlerdi. Hakverdi Akar, yeterli sermaye birikimi sağlayınca, Iğdır Şehir Kulubünü aldı. Bu bina Merhum Haydar Yüksel’e aitti. Kasabanın en iyi binası olan Şehir Kulübünü, Erivanlı Rahim Bey kiralamıştı. Bekâr olan Rahim Bey aniden vefat edince Şehir Kulübü satılığa çıkarılmıştı. Rahim Beye uzaktan akraba “Tuzlu Bala” lakabında bir şahıs vardı. Tuzlu Bala’nın oğlu Adil Akdağ Şehir Kulübünü satıp İstanbul’a gitti. Tuzlu Bala’nın asıl ismini bilmiyorum. Çerçilik yapardı. Merkebe yüklediği ayna, çorap, iğne, krem gibi aksesuarları köy köy dolaşıp satardı. Müşterisi genellikle çocuklar olduğundan, ilgilerini kazanmak için, “Tatlı bala, tuzlu bala” diye bağırırdı. Böylece “Tuzlu Bala” kelimesi üzerinde lakap olarak kalmıştı. Hakverdi Akar gazinoyu aldıktan sonra işleri ilerledi. 442 Iğdır Sevdası Gazinoya her şahıs giremezdi. Kılık kıyafeti yerinde olan, elit bir kesim ve memurlar burada oturmayı hak kazanırdı. Oğlu Kasım, ortaokulu bitirdikten sonra babası varlıklı olduğundan Haydarpaşa Lisesine kaydoldu. O yıllar İstanbul’da okuyan öğrenciler arasında Bağır Aras’ın oğlu Mazlum Aras, Hacı Gulem Parlar’ın oğlu Nevzat Parlar’ın isimlerini sayabilirim. Kasım Bey, İstanbul’a ve okula uyum gösteremedi. Iğdır’a geri dönüp öğretmen vekili olarak 12 Kasım İlkokulunda görev yaptı. Kendisi gibi öğretmen vekili olan Nihal Hanımla tanıştı. Çift anlaşıp evlenmeye karar vermişti ama Bayburtlu Paşa’nın yakın akrabası Nihal Hanım aileden istediği izni almakta zorlandı. Yılan hikayesine dönüşen uzun ve zorlu bir mücadelenin ardından, Nihal Hanımın cesaretiyle evlilik nihayet gerçekleşti. Kasım Bey, evlendikten sonra Tarım Satış Kooperatifine girdi. 4 yıl birlikte görev yaptık. Bilahare Ziraat Bankasında çalışmaya başladı. Ankara Hasanoğlan Ziraat Bankası müdürü olarak emekli oldu. Hâlen Ankara’da ikâmet etmektedir. Hakverdi Akar’ın diğer oğlu Hidayet Bey, TMO’de memur olarak çalıştı. Vefat eden Hidayet Bey ve ailenin diğer üyelerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Ali Usta 1935’lerin Iğdır’ında bugünkü Cemalettin Güneş’e ait fabrikanın yerinde “Topçular” isminde bir fabrika vardı. Aslen Karslı, “Topçular” lakabıyla tanınan zengin bir aileye ait fabrika, 55 beygirlik Linkoln dizel motoru ve 3 adet Rus savcını, pres ve un öğütmeye uygun değirmen tesisine sahipti. Motorun bakım ve işletme işini üstlenmesi için, Kırım’dan göç etmiş, hafif ayak özürlü Ali Usta isimli şahsı getirtmişlerdi. Fabrika 1937 yılında kadar “Topçular” ailesinin sahipliğinde çalıştı. Pamuk Tarım Satış Kooperatifleri kurulunca, fabrika Birlik’e devren satıldı. Böylece Ali Usta, kooperatifin elemanı olarak görevini devam ettirdi. Ali Ustanın, eşi Emine Hanımdan üç kız bir oğlu vardı. Büyük kızı Fransızca hocamız Hayri Demirbaş’la evlendi. (Hayri Demirbaş daha sonra Harp Okuluna girmiş, Albay olarak emekli olmuştur) İkinci kızı, Ali Ustanın kendi eliyle yetiştirdiği Bulgar göçmeni Ahmet Ustayla evlendi. En küçük kızı da sevdiğim bir insan olan Mustafa Beyle evlendi. Mustafa Bey, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Rus ordusunda askerken Almanlara esir düşmüş; harbin sonunda Avusturya’daki gözetim kampında kendisine hangi ülkeye dönmek istendiği sorulduğunda Türkiye’yi tercih et443 Hamza Aygün Kaz Ambarında Dostlar Buluşması (1937) (1) İsmail Özgür (Terzi İsmail), (2) Hasan Tezel, (3) Hamit Keskin, (4) İsrafil Kamerli, (5) Kamerli Feridun, (6) Ali Ekber Akyüz, (7) Hasan Aydoğdu, (8) Ali Işık (Kemancı), (9) Başçavuş Hüseyin, (10) Rıza Aygün, (11) Rahim Akyüz, (12) İsmail Karadağ mişti. İstanbul’a giden Mustafa Bey, orada şans eseri Ali Ustayla tanışır. Bu yüzden sonraki yıllar Ali Usta, kendisi gibi Kırım asıllı olan Mustafa Beyi Iğdır’a getirtmiş, kızını evlendirmişti. Ali Ustanın üçüz doğan çocuklarından Kemal isimli olanı hayatta kalmıştı. Babası tarafından usta olarak yetiştirilen Kemal Bey, hâlen Iğdır’da zanaatını başarıyla icra etmektedir. Ali Usta birçok torun sahibidir. Hayri Demirbaş’ın kızı dostum Mehmet Koç’la evlidir. Ali Ustanın ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Hasan Koçu Hasan Bey ve annesi Hatice Hanım, Erivan’dan Iğdır’a gelmişlerdi. Hasan Bey, uzun yıllar annesiyle kendilerine iskan hakkı olarak verilen evde oturdu; 40’lı yıllarda Kadıkışlak köyünden bir kızla evlendi. Dostluğa önem veren Hasan Beyin, Dr. Abbas Çöllü’yle bir ömür devam eden arkadaşlığı insanın ilgisini celp eden cinstendi. Çocukları tahsil yapıp iş hayatına atıldılar. Hasan Beye ve annesine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Şöllüler Aras’ın öte yanında Şöllü isminde iki kasaba vardır: Şöllü Mihman444 Iğdır Sevdası dar ve Deveci Şöllü. Her iki kasabadan kalabalık bir göçmen topluluğu Iğdır’a yerleşmiştir. Bu aileleri şöyle sıralayabiliriz: Şöllü Mihmandar (Demirci Şöllü) 1.Hacı Hasan Çöllü Tüccar 2.Hacı Ekber Çöllü Tüccar 3.Dr.Abbas Çöllü 4.Ali Çöllü Bakkal 5.Halil (‘Karahalil’) Hırdavatçı 6.Hacı Cafer Şakı Tüccar 7.Ali Şakı Tüccar 8.Yunus Şakı Banka Müdürü 9.Timur Demirci Tüccar 10.Mikail Demirci TMO müdürü 11. Enver Demirci Bankacı 12.Hacı Hüseyin Şöllü Tüccar 13.Emir Şöllü Tüccar 14.Hacı Mehmet Şöllü Tüccar 15.Hasan Şöllü Tüccar Şöllülerin ilk gelen bölümü Tukaz Hanım oğlu İsa, Hasan, Hüseyin ve İbrahim; Dilber Hanım oğlu Müslüm; Güllü Hanım oğlu Mehmet, Halil; Abbas Fahri Akın ve Yargıtay hakimlerinden Müslüm Gökgöl dür. Deveci Şöllü 1.Mehmet Tekin Tüccar 2.Ahmet Tekin Muhasip 3.Meşe Haydar Akyüz Tüccar 4.Mesim Akyüz Tüccar 5.Hasan Akyüz Tüccar 6.Mehmet Akyüz Tüccar 7.Halil Akyüz Tüccar 8.Kelbakulu Akyüz Aile reisi 9.Rahim Akyüz Otel ve Kulüp işletmecisi 10.Dacı Akyüz Zahireci 11. Kelbe Ezim Akyüz Zahireci 12.Kedir Akyüz Zahireci 13.Ehet Akyüz Kasap 14.Gamet Akyüz Kasap 15.Salman Akyüz Esnaf 445 Hamza Aygün 16.Çaçan Akyüz Zahireci 17.Sarı Akyüz Zahireci 18.Akkan Akyüz Zahireci 19.Hacı Cafer Kum Deveci 20.Yusuf Kum Hakim 21.Yakup Kum Zahireci 22.Eyüp Kum Zahireci 23.Hacı Zennelabidin Akyüz Tüccar 24.Kasım Akyüz Manifaturacı 25.Sadık Akyüz Manifaturacı 26.Ali Ekber Akyüz Manifaturacı 27.Mecit Akyüz Manifaturacı 28.Müslüm Gökgöl Hakim 29.Ennağı Akyüz Elektrikçi 30.Yılmaz Akyüz Müh. Müteahhit 31.Kostan Akyüz 32.Molla Rıza Hoca 33.Tahir Mihmandar Hakim Bu grup Şöllüler, 1932 yılında tüm varlıklarıyla yani atları, develeri ve özel eşyalarıyla Iğdır’a geldiler. İlk yerleşim yerleri önceki gruptan Dilber ve Tukaz Hanımın evleri, Resul Taner’in fabrika bahçesi olmuştu. Çocuktum. Sabahleyin sokağa çıktığımda mahallenin şenlendiğini görmüştüm. Onlarca çocuk sağa sola koşturup duruyordu. Arkadaş oldum, beraber büyüdüm. Şöllüler Iğdır’ın rengi ve neşesi oldular. Bazıları manifatura dükkanı açtı; bazıları kasap oldu; bazıları da gazino ve kahvehane açıp işlettiler. Develeriyle gelenler nakliyat işine başladı. Şöllüler çiftçilik yapmadılar. Lehçeleri de Erivan yöresi lehçesinden farklılık gösterirdi. Kısacası, Şöllüler, kendi içlerinde bir bütün özel bir topluluktu. Reisleri Mehmet Tekin ve bilahare Rahim Akyüz oldu. Oyları seçimlerde reisin isteği doğrultusunda belirli bir partiye atılır, bu yüzden şehirde saygınlıkları ve ağırlıkları olurdu. Çocukları tahsil yaptı; aralarından değerli hukukçular yetişti. Zamanla Anadolu’nun diğer bölgelerine dağıldılar. Şöllüler iyi ve çalışkan insanlardı. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Aralık (Başkent veya Başköy) Bir zamanlar “Başköy” ismiyle Iğdır’ın nahiyesi (1960’a kadar) olan Aralık, şimdi ilçe olarak Iğdır iline bağlıdır. Aralık birkaç önemli kabileden oluşur. Başlıcaları: 446 Iğdır Sevdası 1.Demkulular 2.Celayirliler 3.Turanlar 4.Aslantürkler Bu ailelerin ileri gelenleri şöyledir: 1.Paşa Ekinci Iğdır Belediye Başkanı 2.Fikret Ekinci Askeri Hakim 3.Meşe Bilal Toksöz Aralık Belediye Başkanı 4.Hüseyin Ali Başkent Iğdır Ticaret Odası Sekreteri 5.İbrahim Taner Tüccar 6.Resul Taner Fabrikatör 7.Merdan Taner Tüccar 8.Bahşeli Aslantürk Fabrikatör 9.Celil Aslantürk Tüccar 10.Merdan Turan Kooperatif Başkanı 11. Timur Turan Memur 12.Hüseyin Koç Tüccar 13.Musa Başkent Muhasebeci 14.Naci Konaç Tüccar 15.Meşe Abbas Tüccar 16.Timur Toksöz Aralık Belediye Başkanı 17.Molla İbrahim Fabrikatör 18.Mürsel Saita Fabrikatör 19.Yetim Abbas Tüccar Kunduracı 20.Esadullah Yenigün Tüccar Kunduracı Mehti (Glava) Mis Mehti Bey iki kardeşti. Küçük kardeşin adı da Mehmet Mis’ti. Mehti Bey kasaplık yapardı. Lokantamızın et ihtiyacını yıllarca Mehti amcadan temin etmiştik. Güvenilir bir dost, saygın bir insandı. Oğlu Muhtar Mis; yaşıtım, arkadaşım ve sırdaşımdı. Ortaokuldan sonra Öğretmen Okulu sınavını kazandı, Erzurum Öğretmen Okuluna bir yıl okudu. Rahatsızlığı nedeniyle okulu terk etti. Askerlik dönüşü Ankara’da Polis Okuluna devam etti. Uzun yıllar polis olarak hizmet verdi, baş komiser oldu, İstanbul’dan emekli oldu. Şengül Aksoy Hanımla evlendi; Dilşat ve Kürşat isimli çocukları yüksek tahsil gördüler. Şengül Hanım, Erivanlıların tüm inceliğini taşır, özellikle yemeklerinin lezzetine diyecek yoktur. Torun sahibidir. Mehti Beyin diğer oğlu Kanber Mis’i anlatmadan geçemeyeceğim. 447 Hamza Aygün Kanber Bey, eğlenmeyi ve düğünlerde oynamayı severdi. “Kameriski” oyununu çok iyi başarırdı. Bütün düğünler Kanber Beyindi. Bu yüzden halkın dilinde, “Toyundu Kanber” sözü yerleşmişti. Kanber Bey, eniştesiyle Van’a memur olarak tayin oldu, oraya yerleşti. Uzun ömürler dilerim. Mehti Beyin küçük kardeşi Mehmet Mis, bakkalcık yapardı. Geniş ve bakımlı tarlaları vardı. Mir Bağır Özel Beyin kızıyla evlendi. Çocuklarının methini duyum ama tanıma şansım olmadı. Mis ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömürler dilerim. Mehmet Tağı Solmaz 1934’li yıllarda gelen bu aile diyebilirim ki Azerbaycan göçmenlerinin sonuncusudur. Mehmet Tağı Solmaz, eşi Raziye Hanım, oğlu Şakir, kızı Rana ve Raziye Hanımın kardeşi Tevfik Solmaz, beş kişilik aile olarak küçük bir konut olan evimizi kiralamışlardı. Erivan’ın en iyi kuyumcularından olan Mehmet Tağı Bey, alet ve takımlarını da beraberinde getirmişti. O yıllar yapmış olduğu takılar bugün bile ilgi görüp aranmaktadır. Özellikle Türk bayrağı motifi esasında yaptığı gerdanlıklar çok beğenilirdi. Hükümet, aileye iskan hakkı verdi. Yeni evlerine taşındılar. İşleri de her gün daha iyiye gitti, sıkıntılarını geride bıraktılar. Tevfik Solmaz uzun yıllar eniştesiyle birlikte çalıştı. Mehmet Bey, bilahare İstanbul’a nakletti. Mesleğini orada devam ettirdi. Oğlu Şakir Bey, Ankara’da evlendi, Almanya’ya yerleşti. Sportmen bir delikanlı olan Şakir Bey genç yaşta vefat etti. Ablası Rana Hanım, Iğdır’da rahmetli Timur Toksöz’le evlendi. İstanbul’a taşındılar. Çocukları tahsillerini tamamlayıp hayata atıldılar. Tevfik Bey uzun yıllar mesleğini Iğdır’da idame ettirdi. İstanbul’un cazibesine kapılıp işyerini oraya nakletti. Mehmet ve Tevfik Beyler İstanbul’da kalp krizinden vefat ettiler. Solmaz ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Esat Kılıç İyi bir demirci ve araba ustası olan Esat Bey aslen Zülfikâr köyündendi. Saban, araba, harman makinesi gibi çiftçi aletlerini üretir ve tamir ederdi. Esat Beyin çocukları tahsillerini başarıyla tamamladılar. Bunlardan Sönmez Kılıç baba ocağını yani Zülfikâr köyünü unutmadı; orada fabrika açtı. Eşi Nurten Hanım, eşi bulunmaz, asil bir hanımefendidir. Diğer oğlu Dönmez Bey çalıştığı Bakanlık bünyesinde iyi bir göreve geldi. 448 Iğdır Sevdası Esat Beyin, eşi Leyli Hanımdan bir hayli kız çocuğu olmuştur. En küçüğü Yüksel Hanım, İsmet Tekinbaş’la evlidir. Kılıç ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Meşe Şükür Kılıç Iğdır Zülfikâr köyünden olan Meşe Şükür Beyin eşi Obalıdır. Ticaretle uğraşan Meşe Şükür Bey, hatırı sayılır bir gayrimenkulun sahibi oldu. Büyük oğlu Yadullah Kılıç Maliye Meslek Okulunu bitirdi, birçok ilçede mal müdürlüğü yaptı, bilahare DÜÇ’liğine sayman olarak atandı. Yadullah Bey bu görevinden ayrılıp Ankara Devlet Tiyatroları Saymanlığında çalışmaya devam etti. Kalp krizi sonucu Ankara’da vefat etti. Yadullah Beyin üç kızı ve bir oğlu, Ankara’da yaşamaktadırlar. Tahsillerini tamamlayıp iş hayatına atılmışlardır. Meşe Şükür Beyin ikinci oğlu İdris Bey akranımdı. Ticaretle uğraşırdı. Ankara Şereflikoçhisar’a göç etti, oradan evlendi. Hâlen Ankara’da yaşamaktadır. Büyük oğlu Iğdır’ın sayılı tüccarlarındandır. Meşe Şükür Beyin en küçük oğlu Kılıç Bey, ticaretle uğraşırdı. Bir yangında eşini kaybeden ve kendisi de ağır yaralanan Kılıç Bey, ikinci evliğini yaptı, yeni bir hayat kurdu. Ağabeyi Yadullah Bey gibi kalp kriziyle aramızda ayrıldı. Meşe Şükür Beyin kızı Güllü Hanım, Karslı terzi İslam Beyle evlidir. Ankara’da ikamet etmektedirler. Kılıç ailesini ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Meşedi İbrahim Amca İlk gelen göçmen grubu içinde yer alan Meşedi İbrahim amca, İran’ın Hoy kasabasından bekâr olarak macera olsun diye yola çıkmış, Iğdır’a gelip yerleşmişti. Azeri Türkü İbrahim amca Celil Beyin akrabası Evşen Hanımla evlenmişti. (Celil Bey aslen Kızılzakir köyü beylerindendir. Bir husumet nedeniyle bir gece uykuda öldürülmüş, cinayet faili meçhul kalmıştı) İbrahim amca Iğdır’a iskan edildi. Evşen Hanımdan üç kızı , iki oğlu dünyaya geldi. Kızlarından büyüğü berber Ebdil Beyle; ikinci kızı Feride (Ferik) Hanım Kasım Bağcı Beyle; üçüncü kız Seriye Hanım da Süleyman Beyle (Kasım Beyin ilk hanımından) evlendi. Büyük oğlu Çetin Bey ticaretle uğraştı; küçük oğlu astsubay olarak yurdun çeşitli yörelerinde hizmet verdi, emekli oldu. Kacardoğanaşlı köyünün ileri görüşlü evlâdı Kasım Beyin ilçe merkezinde özel bir yeri ve saygınlığı vardı. Iğdır’ın sayılı zenginlerinden amcası Meşedi Abdullah gibi o da atak ve liderdi. Meşedi İbrahim amca, turist olarak gittiği, baba toprağı Hoy’da ani 449 Hamza Aygün kalp kriziyle vefat etti. Eşi, Evşen Hanım da birkaç yıl sonra aramızdan ayrıldı. Sevgi ve saygı duyduğumuz bu aileye rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Halil Çetin Azerbaycan göçmeni üç kardeş; Halil, Mehti ve Ekber Çetin kardeşler 1927’li yıllarda Iğdır’a gidip yerleşmişlerdi. Şube sokağında kunduracılık yaparak geçimlerini temin ettiler. Halil Beyin tek oğlu Kemal Bey sınıf arkadaşımdı. Kemal Bey ortaokulu bitirdikten sonra adliyede zabıt katibi olarak görev yaptı; bu mesleğinde baş katipliğe kadar yükseldi. İcra memurluğu sınavlarını kazanıp eğitim aldı, Ankara’da 7nci İcra Dairesi müdürü oldu. Emekli olan Kemal Bey Ankara’da ikamet etmektedir. Mehti Bey, Gümrük Tekel Bakanlığı bünyesinde çeşitli ünitelerde memur olarak çalıştı. Soket Hanımla evlidir. Ünlü sinema yönetmeni ve sanatçı Sinan Çetin, bu ailenin çocuğudur. Ekber Çetin, uzun yıllar Iğdır’da ikamet etti. Bilahare İstanbul’a nakletti. Çetin ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Şeref Kirman İbrahim Kirman Beyin küçük oğludur. Anne tarafından Şamil Beye akrabadır. Iğdır DÜÇ’de memur olarak göreve başladı, Ankara’da emekli oldu. Kazancılı Ali Beyin kızı Feride Hanımla evli olan Şeref Beyin iki oğlu (Levent, Bülent) ve iki kızı (Ufuk, Gamze) tahsillerini tamamlayıp hayata atılmışlardır. Şeref Bey emekli olduktan sonra işyeri açmıştı. Maalesef, himayesine aldığı bir işçi tarafından katledildi. Olay Iğdırlıları yasa boğmuştu. Şeref Beye Allah’tan rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim. Dayı Bey Dayı Bey, Aras’ın karşı kıyısındaki Canfida köyünden Iğdır’a gelip yerleşmişti. Gulem Çağlar Beyle uzaktan akrabalığı olduğundan onlara yakın bir evde iskan edilir. Süleyman ve Niyazi isimli oğulları; Kaymakçı Asker’le evli Gülüsüm isimli kızı vardı. Oğulları tahsillerini tamamlayıp Ankara’ya yerleştiler. Süleyman, banka müdürlüğünden emekli oldu; Niyazi Bey çalışmaktadır. Dayı Beye rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim. 450 Iğdır Sevdası Doktor Mehmet Şevki Bey Iğdır, 50’li yıllara kadar sıtma belâsına teslim olmuştu. Hanago deresi “Anafol” sineğiyle kaynıyordu. Aralık, Kazancı, Kiti taraflarında çeltik ekimi yapıldığı için sivrisinekler tüm obayı kuşatmış, hastalığa yakalanmayan Iğdırlı kalmamıştı. Tek kurtuluş yaylalara kaçmaktı. 1936 yılında ilk kez hükümet konuya eğilmiş, soruna çare bulması için Dr. Mehmet Şevki Beyi göndermişti. Dr. Şevki Bey, çeltik ekimini yasakladı, Hanago çayını ıslaha çalıştı. “Kinin” ve “Atabirin” ilaçlarını halka bedava dağıttı. Doktorun dört beş güzel kızı vardı. 15-18 yaş arasındaki Iğdır’ın delikanlıları kızlara aşıktı. Her gün gruplaşır, kızları görmek umuduyla, evin önünde volta atarlar; kim kimin sevgilisi olacak diye başlayan pazarlıkların çoğu da kavgayla biterdi Dr. Şevki Bey uzun yıllar Iğdır’da kaldı, tayini çıktı. Yerine gelen Dr. Agah Ülkü sıtma mücadelesini devam ettirdi, başarılı çalışmalar sonucu mikrop tamamen temizlendi Sıtma savaşın bu iki kahramanını saygıyla yad ediyorum. Niftulllah Usta Değerli bir demirci ustasıydı. Demiri hamur gibi yoğurur, Iğdır çiftçisinin ihtiyacı olan çeşit çeşit aletleri yapardı. Birçok çırağı da bu mesleğe kendi elleriyle hazırlamıştı. Niftullah Usta, Molla Yusuf Beyin büyük kızıyla evliydi. Tek oğlu İbrahim ve hayli kızı çocuğu sahibiydi. Kızları; Rüstem Yaycı, Tevfik Türker, Aydın Aydın beylerle evlendiler. Niftullah Ustaya rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim. Molla Yusuf Yangın Değerli bir hoca olan Molla Yusuf Bey, Erivan’dan göç etmişti. Sesi çok güzeldi. Bazı günler rahmetli dedemle oturup nargile içer, segâh söylerdi. Pehlivan yapılı, yakışıklı bir beyefendiydi. Çocukları: 1.Mugbil Yangın Artezyen ustası 2.Rıza Yangın Lokantacı 3.Mehmet Hüseyin Yangın Demirci 4.Ekber Yangın Tüccar Molla Yusuf Beyin iki de kızı vardı. Biri Ali Kazancı diğeri de Niftullah Ustayla evliydi. Yangın ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. 451 Hamza Aygün Abdullah Ahmet Kesemen Azerbaycan’ın Kesemen yöresinden olan bu aile ilk olarak Van’a yerleşmiş; Evci köyündeki akrabalarına yakın olmak düşüncesiyle bilahare Iğdır’a nakletmiştir. Tahsilli ve eğitimli Abdullah Bey, maliyede memurluk yaptı, kooperatifte bizimle çalıştı. Oğlu Nesip Kesemen’i Ankara’da tanıma şansım olmuştu. Toplum adamı, halkın sorunlarıyla ilgili bir insandır. Siyasete soyunan Nesip Beyi ileride Parlamentoda görmeyi ümit ederiz. Kesemen ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Hüseyin Oral (Namı diğer Mutemet Hüseyin) Tuzluca’nın Aktaş köyündendir. 9ncu Kolordu komutanı Kâzım Karabekir Paşanın öksüzler için açtığı okullarda okumuş, ortaokula kadar tahsil yapmıştı. Okulların lağvedilmesiyle Iğdır’a geldi. Belirli işlerde çalışıp askere gitti. Askerlik dönüşü güvenilir bir insan olduğundan Ali Yardım tarafından posta emini olarak işe alındı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Iğdır-Kars arasında Ali Yardım Beyin kamyonlarını posta amaçlı çalıştırdı. Şoför Mecit Tuna’yla uzun yıllar görev yaptı. Iğdırmava’dan Memet Rıza’nın oğlu Settar Beyin kızı Mücella Hanımla evlendi. İki oğlundan Tayyar Bey, Iğdır Esnaf Birliği Başkanlığını yapmaktadır. Hüseyin Bey bilahare petrol işine girdi, erken vefat etti. Oral ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Mehmet Ali Aslan Aslen Çarıkçı köyünden olan Mehmet Ali Bey, Rus yönetimi zamanı Erivan’da yaşarmış. Savaştan sonra Iğdır’a, memleketine geri dönmüştü. Bugünkü Vali Konağının –eski Hükümet Konağı- yeri Mehmet Ali Aslan’a aitti. Orada sıra sıra dükkanlar vardı. İstimlâk edilip üzerinde Hükümet Konağı inşa edilmişti. Çarıkçı Beylerinden olan Mehmet Ali Beyin bir oğlu bir kızı vardı. Oğlu Şamil Bey, hocamdı. Zeki ve akıllı bir insandı. Uzun yıllar kooperatifte beraber olduk. Fabrika ve muhasebe müdürlüğü görevlerinde bulundu; tahsiline devam edip memuriyet hayatına atıldı. Tapu Kadastroda uzun yıllar müdürlük yaptı, emekli oldu. Hacı olan Şamil Bey, hâlen İzmir’de ikamet etmektedir. Başarılı çocukları vardır. Aslan ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Fırıncı Mehmet Ağa Iğdır’ın ilk fırıncılarındandır. Bir ara Muhsin Beyle ortak olarak çalış452 Iğdır Sevdası tı. Her ikisinin ismi Iğdır’ın hafızasında özel bir yer etmişti. Çünkü: İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Ekmek bulmak zordu. Gerçi Iğdır’da ekmek karneye bağlanmamıştı ama uzun kuyruklar vardı. Belediye belirli miktarda unu tahsis eder, fırınlar bununla yetinmek zorundaydılar. Böyle olunca bazen ekmek yetmez, kuyruktakiler siyah undan yapılan pide şeklindeki ekmekten almak için, “Mehmet Ağa, Muhsin Ağa!” diye bağırır dururlardı. Lokantamız vardır. Sağ olsun Mehmet Ağa savaş boyunca bizi ekmeksiz bırakmadı. Mehmet Ağanın iki oğlu bir kızı vardı. Kızını, Kenan Dadaş Gürcan’la evlendirdi. İki oğlu da bakkal ve otel işletmeciliği yaparak hayatlarını kazandılar. Mehmet Ağaya rahmet, çocuklarına uzun ömür dilerim. Behman Bey Aslen Yaycı köylü olan Behman Bey, Iğdır’da otururdu. Bey ailesindendi. Rus yönetimi zamanında okula gitmiş, tahsil görmüştü. Latin harflerine de merak sarmış, kendi gücüyle öğrenmişti. Memurluk yapardı. Hoş sohbet birisiydi. Yemek tariflerini çok sever, lezzetli yemekleri anlatmakla bitiremezdi. Özellikle “cüce pilavı” olarak tabir edilen tavuklu pilav onun favorisiydi. Üç oğlu bir kızı vardı. Çocukları memuriyet mesleğindeydi. Büyük oğlu Cengiz Bey arıcılığa da merak sarmış, her yıl hatırı sayılır miktarda bal üretirdi. En küçük oğlu Şamil Bey, Ziraat Bankasın girmiş, şube müdür iken emekli olmuştur. Hacı olan Şamil Bey, Ankara’da ikamet etmektedir.Çocukları tahsillerini tamamlayıp iş hayatına atılmış, daire başkanlığı gibi önemli görevlerde çalışmaktadırlar. Behman Beyin kızı Numan Taner’le evlidir. Kamil ve Cengiz isimli çocukları emekli olup İzmir’e yerleştiler. Ailenin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Abbas Gürcan (Namı diğer Sülük Abbas) Abbas Bey ticaretle uğraşırdı. Zeki ve uyanık birisiydi. Kim ne dedi, ne demedi; Abbas Bey her şeyden haberdardı. Iğdır insanı bu nedenle kendisine “Sülük” lakabını uygun görmüştü. 1936 yılında açılan Yeni Cadde, bahçesini ikiye bölünce, Abbas Bey, hayli dükkan sahibi olmuştu. Tek oğlu Kenan Dadaş Gürcan ticaretle uğraşırdı. Yakışıklı, kalıbına sığmayan, medeni cesareti güçlü bir gençti. Fırıncı Mehmet Ağanın tek kızıy453 Hamza Aygün la evlendi, İstanbul’a nakletti. Kenan Gürcan İstanbul’da vefat etti. Gürcan ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömürler dilerim. Şaban Kamerli Şaban Bey, kardeşi Adil Beyle 1930’lu yıllarda Azerbaycan’ın Kamerli kasabasından Iğdır’a gelip yerleşmiş; Baharlı mahallesine iskan edilmişlerdi. Ticaretle uğraşırlardı. Şaban Bey, Mehmet Beyin kızı Hacer Hanımla -Bey ailesi- evlendi; Muzaffer, Zafer isminde iki oğlu, Nebahat, Ayfer, Nilüfer ve Güner isminde kızları oldu. Muzaffer Bey öğretmen ve müzisyendir. Zafer Bey iş adamdır. İki kız öğretmen ikisi de banka da görevlidir. Adil Bey genç yaşta vefat etti. Kamerli ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Esat Amca (Hiloi aşiretinden) Belediye parkının camiye bitişik parselinde, aşiretten Esat amca ve eşi Gülizar Hanım otururdu. Kurban, Niyazi, İbrahim isminde oğulları, Fatma isminde kızı vardı. Esat amca kasaplık yapar, hayvan beslerdi. Mahallenin süt ihtiyacını da bu aile temin ederdi. Oğlu Kurban sınıf arkadaşımdı. Askerliğini yaparken bilinmeyen bir nedenle vefat etmişti. Zavallı ailesi ölüm haberine inanmış, oğullarının dönüşünü dört gözle beklemişti. Niyazi fayton işletir; İbrahim boya badana işlerinden geçimini sağlardı. Esat amcaya ve ailenin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Hüseyin Ali Selçuk Çarıkçı köyü Beylerinden Hüseyin Ali Seçuk, Iğdır’da ikamet ederdi. İleriyi gören, tahsile önem veren birisiydi. Zeki ve çalışkan, büyük oğlu Adil Bey, 1935’li yıllarda Kars Lisesinde aniden vefat etmiş; acısı Iğdır’ı yasa boğmuştu. İkinci oğlu Ekrem Bey, Kredi Kooperatif müdürlüğünden emekli oldu. Üçüncü oğlu avukat oldu, halen Büyükçekmede kazasında görev yapmaktadır. Kızı Mine Hanım, Hamit Çiftlik Beyle; Sukufe Hanım Yakup Beyle; Yıldız Hanım Fahrettin Beyle ve Leman Hanım da Yaşar Zengi ile evlenmiştir. Selçuk ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Ali Kazancı Kazancı köyünden Ali Kazancı Bey, Iğdır’da otururdu. Köy yerinde 454 Iğdır Sevdası geniş toprakları, ilçe merkezinde de ev ve dükkanları vardı. Kazım Karabekir Paşanın ordusunda eğitim görmüş, makinist şoför olmuştu. Sivil hayata geri dönünce, Iğdır’ın dayanılmaz sıcaklığına deva olmuş, Ali Beyin bahçesinde buz fabrikası kurmuştur. Böylece Iğdır’da gazoz gibi bir meşrubat kültürüne adım atmış oldu. Ali Bey iyi bir yatırımcı ve işadamıydı. Singer ve Siemens makinelerini satar, ticaret hayatının her alanında başarılı olmasını bilirdi. Ali Beyin ilk eşinden Ekber ve Feride; ikinci eşinden Nejat, Nurgüzel, Nebahat ve Melahat isimli çocukları dünyaya gelmişti. Kazancı ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Mütellim Beşgül Bayburtlu Paşa Akgerdan ailesinin akrabasıydı. Bu nedenle Iğdır’a gelip yerleşmişti. Ticari hayatı daha çok Tuzluca ağırlıklıydı. Oğlu Metin, babası gibi ticaret hayatına atıldı, bilahare Ankara’ya nakletti. (1980’li yıllarda Ankara Garnizon komutanlığı yapan Albay Nihat Bey, Metin Beyin kayın biraderidir) Başarılı bir ticaret adamı olan Metin Bey, Nuran Hanımla evlidir. Başarılı çocukları vardır. Başgül ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlarına uzun ömürler dilerim. Gazeteci Hüseyin Bey Aslen Oba köyünden olan Hüseyin Bey, çok aydın ve bilgili bir insandı. Cumhuriyettin kuruluşundan 1955’e kadar Iğdır’ın kitap ve gazete bayiliği onun elindeydi. Bugün Yeni Cadde üzerinde bulunan Hasan Yıldızların oteli ve Renault acentesinin yerleri Hüseyin Beye aitti. DSİ’nin yanında da çok büyük arazileri vardı. Meşhur İshak Beyin kayın pederi Mehmet Ali Beyin kız kardeşi ile evli olan Hüseyin Beyin Hamit isminde tek oğlu vardı. Babası gibi ileri görüşlü ve aydın olan Hamit Bey, bilahare İstanbul’a nakletti. Hüseyin Beye rahmet çocuklarına uzun ömürler dilerim. Latif Aküzüm Latif Beyi 50’li yıllarda seçim nedeniyle geldiği Iğdır’da şahsen tanımıştım. Ankara’ya yerleştikten sonra da, bayram veya buna benzer önemli olaylar vesilesiyle kendisini evinde ziyaret etmiş, kısa sohbetlerim olmuştu. Ancak benim Latif Beyle asıl tanışıklığım bir olayın neden olduğu özel bir dostluğa dayanırdı. Bu tatlı karşılaşmayı biraz açmak isterim: Kayınbiraderim Tevfik Sement av meraklısıdır. Bir gün elinde son 455 Hamza Aygün model av tüfeğiyle çıkagelmişti: “Beraber ava gideceğiz!” diye tutturdu. “Aman etme, ben bu işten anlamam!” dedimse de kayınbiraderi ikan edememiş; keklik bulacağımızı ümit ettiğimiz Elmadağ’a doğru yola çıkmıştık. Arabamız hızla yol alıyordu. Birden yol kenarında Latif Bey ve eşi Pırlanata Hanımı, ıpıssız bir yerde ayakta dikilir görmüş, meraklanıp durmuştuk. Arabası bozulan Latif Beyi ve eşini, arabamıza misafir edip Kırıkkale’ye doğru yola çıktık. Şehre varınca, İskender Aküzüm Bey, bin bir ısrarla bizleri yemeğe alıkoydu. Biz o gün keklik yemeğe hazırlanmışken, önümüze konan hindiyi iştahla yemiştik. Sohbetimiz uzamış, av partimiz de tam istediğim gibi kaynayıp gitmişti. O günü özel bir duyguyla yad ediyor, her üçüne de Allah’tan rahmet diliyorum. Aküzüm ailesinin tamamı Ankara’da oturuyordu. İskender Bey, Kırıkkale Silah Fabrikasında daire müdürü idi. Cahit Beyin, Ulus Emekli Sandığı İş Hanında, Latif Çınar Beyin terzi dükkanının bitişiğinde yazıhanesi vardı. Rahmetli Fevzi Aküzüm Bey de Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğünde görevli idi. Fevzi Beyi, Azerbaycan Kültür Derneklerinde yakından tanımıştım. Çalışmasını takdirle izlerdik. Latif Beyin kız kardeşi Nazlı Hanım, Şamil Beyin oğlu Ziya Ayrım Beyin eşidir. Şamil Beyi bizzat tanıma şansım olmuştu. Nargile seven Şamil Bey ne zaman Iğdır’a gelse dedem Ağa Hasan’a uğrar, nargilenin hortumunu dizlerine dayar, demli çayını zevkle içerdi. Allah rahmet etsin. Latif Beyin oğlu İlhan Aküzüm’le tanışmam yine tesadüfü ve hoş bir anıya dayanır. İlhan Bey, DYP Ankara milletvekili adayı idi. Bir gün eşim Şükran Hanımla, İlhan Beyin seçim bölgesi Keçiören’e yakın bir yerden geçiyorduk. Elde dağıtılan posterlerinden birisini arabamın ön camına astım, kan kanı çeker derler ya işte öyle bir duyguyla çoğunluğu Karslı olan kalabalığın arasından geçip İlhan Beyle tanıştım. İlhan Bey beni tanıması mümkün değildi. Kendimi tanıtmak durumundayım: “İlhan Bey, ben bir zamanlar babanın sadık seçmeniydim. Şimdi de sizleri desteklemeye, başarı dileklerimi iletmeye geldim” dedim. O yıl İlhan Bey seçimleri kazanınca sevinmiştik. Aküzüm ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Ekber Mertbay Azerbaycan göçmeni olan Ekber Bey, akrabası Mikail Beyle birlikte 456 Iğdır Sevdası Iğdır’a yerleşmişti. Ticarete atılmış, dükkan komşusu olmuştuk. Efendi, kendi halinde, dedikodudan uzak Ekber Bey, Nurettin Kirman Beyin kız kardeşiyle evlendi, onlara yakın bir eve taşındı. Her Iğdır yolculuğumda Ekber Beyi mutlaka ziyaret ederdim. Bir gün, vefatını öğrenince üzülmüştüm. Allah rahmet etsin. Melekli Tüccarları Oruç ve Habip Beyler Melekli köyündendiler. Ortak ticaret yapan bu beyler çok zengin olmuşlardı. Ancak bir olay onları ticari anlamda yıkıma uğratmıştı. 1935’de Markara köprüsünden 5000 koyun teslim eden ortaklar, Rus karantinasında görevli veterinerlerin, “Bu koyunlar hasta! İmha edilmesi şart!” bahanesiyle paranın üstüne yatmasıyla, tüm sermayelerini kaybetmişlerdi. Oruç Bey, kardeşi Cevat Beyin yardımıyla üzüntüsünü biraz unuttu ama diğer ortak, Habip Bey olayın şokunu ölünceye kadar üzerinden atamadı. Her ikisi de bu olaydan sonra uzun yaşamadı, vefat ettiler. Oruç Beyin oğlu Asker Beyoğlu, sınıf arkadaşımdı. Ortaokulu bitirdikten sonra Kredi Kooperatifinde memurluk yaptı. Genç yaşta vefat etti. Habip Beyin tek oğlu Ali Bey davavekili oldu. Adliye Binasına yakın yerde arzuhalcililik yaparak geçimini sağladı. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim. Baba Koç Melekli eşrafından Baba Koç, babamın yakın dostuydu. Uzun boylu, otoriter bir görünüme sahipti. Iğdır’a her gelişinde lokantamıza uğrar, babam da onun için özel yemekler hazırlatırdı. Baba Koç’un iki oğlundan Enver Koç, Iğdır belediyesinde zabıta memuru oldu. Diğer oğlu Muzaffer Koç, öğretmen oldu, Turan Atasever’in kız kardeşiyle evlendi. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim. Zamane Buzdolabı ( Şükran Hanım anlatıyor) Iğdır sıcakları bunaltıcı olurdu. Elektrik ve buzdolabı olamadığından yiyecek maddelerini saklamak başlı başlına bir sorundu. Hali vakti yerinde aileler bu soruna kısmen de olsa bir çözüm yolu bulmuşlardı. “Ambar” denilen kocaman tek odalı bir binanın zemininde derin bir kuyu kazılır, ağız kısmı tahtadan özel bir bölmeyle kapatılırdı. Et gibi yiyecek maddeleri kovalara konur, çengellerle kuyunun içine sarkıtılırdı. Annem komşularımızın hatırını kırmaz onlara da bu özel “buzdola457 Hamza Aygün bında” bir yer tahsis ederdi. Günde iki kez kuyunun kapağı açılır, ipler çekilerek kovalar masaların üzerinde yeniden düzenlenir, tekrar çengellere takılıp karanlık kuyuya indirilirdi. İkindi vakti komşu kadınlar bir araya gelir, kısa fakat hoş bir sohbete dalarlardı. Biz çocuklar bu konuşmaları zevkle dinlerdik. Kulağımıza en çok da atasözleri gelirdi. Bugün dahi aklımda yer etmiş bu atasözlerinden birkaç tanesini yad etmek isterim: “Dağda kurutta, aranda duttan olmak” “Kurut” yayla zamanı elde edilirdi. Suyu çekilmiş yoğurdun topak haline getirilmiş haliydi. Kurutulur, bundan lezzetli yoğurt çorbası yapılırdı. “Aran” da ova anlamına geldiğinden bu atasözü o zamanların Iğdır ahalisinin yaşam tarzını özetler nitelikteydi. Öyle ya, yazın sıcağında yaylaya çıkarsanız “kurut”; yok eğer kasaba merkezinde kalırsanız “dut” sahibi olurdunuz. Ama eğer bu ikisinden de olup yani önünüze çıkan fırsatları değerlendirmeyip arada sıkışıp kalırsanız sizin halinizi bu atasözü özetlemiş olurdu. “Axırın xeyr olsun balam!” Bu atasözü sıkça işitilirdi. Birisine temenni niteliğinde söylenirdi. “İnşallah el attığın işte başarı sağlarsın” anlamındaydı. (Şükran Teyzem “Iğdır Sevdası” kitabı için bu atasözünü bir temenni olarak bana iletince, halkımın dilinden düşmeyen bu güzel sözün beni başarıya ulaştıracağından emin olmuştum. Mücahit) Tavşan kaç, tazı tut! Iğdır ahalisi tavşan eti yemez. Bu yüzden çocukluk yıllarımda bağ ve bahçeliklerde tavşandan geçilmezdi. Her çalılığın altından birkaç tanesi birden kaçışırdı. Özellikle kavak ağaçlarını kabuklarını zevkle kemirir, gruplar halinde dolaşırlardı. Bulgar göçmenler tavşan eti yediklerinden, onların gelişinden sonra tavşan sayısı da azalmaya yüz tuttu. Rutto Yusuf, Turgut Sungar, Eşref Yalçın (Rıza Yalçın’ın kardeşi) ve diğer mahalle çocukları ve delikanlıları bir araya gelir, “kefşen”e tavşan avına giderdik. “Kefşen”, Iğdır ahalisinin dilinde en son mahalleyi geçtikten sonra başlayan çoğu kez geniş, uçsuz bucaksız tarla veya düzlük anlamındaydı. Tavşan avı için tazıya ihtiyaç olurdu. Tazıyı da sadece “mırtıp” denilen göçebe grupları beslerdi. Bu yüzden sonbahar ayında “mırtıp” aileleri kasaba merkezinden geçerken biz çocuklar bir yolunu bulur birkaç tazılarını 458 Iğdır Sevdası aşırırdık. Bir gün şöyle bir olay olmuştu. Mırtıbın birisi tek başına yolda yürüyor, elinde tuttuğu ipe bağlı tazı da, efendisini arkadan izliyordu. Çocuklardan birisi gizliden sokulup ipi elindeki bıçakla kesti, ipin bir ucunu kendisi tuttu. Diğer çocuk da boşta kalan tazıyı alıp kaçtı. Mırtıp olup bitenden habersiz sanki tazısını çekiyormuş havasında yürümesine epeyce devam etti. Bir ara geri dönünce karşısında tazısının yerine ipe asılı arkadaşımızı bulmuştu. “Ulan benim tazıma ne oldu!” diye feryadı kopardı. Arkadaşa tazı gibi koşup uzaklaşmaktan başka çare kalmamıştı. Bir gün kefşende avlanıyorduk. Hava yağmura dönmüştü. Kalın bir pus perdesi ortalığı örtüyor, görüş mesafesini kısaltıyordu. Bu halde yürürken, Turgut Sungar bir çalılığın altında mahsur kalmış bir tavşanı ayaklarından yakalayıverdi! Hepimiz sevince boğulmuştuk. Nihayet eli boş dönmeyecektik! Elimizde tavşan, mahalle çocukları heyecanla İdman Yurdu sahasına gittik. Amacımız, “Kefçi” isimli tazımızla bu tavşanı kapıştırmaktı. Bakalım kim daha hızlı koşacaktı! Şöyle bir oyun düzeni kurduk. Çocuklar ellerinde taş ve sopalarla geniş bir alanı çembere alacak, böylece avşanın çemberden kaçmasına izin verilmeyecek, kovalamaca gözlerimizin önünde olup bitecekti. Tavşanı kaçıran arkadaş da cezalandırılacaktı! Tavşan ve “Kefçi” iki metre arayla çemberin orta yerinde baş başa bırakıldı. Koşturmaca tüm hızıyla başlamıştı. Sağa sola koşturan tavşan daha fazla dayanamayıp can havliyle çemberi yarıp kefşene doğru koşturmaya başladı. Biz de arkasından... Naxır otlatan çobanlar vardı. Değneği havada fırlatmak konusunda ustalaşmışlardı. Hedefi şaşırmadan vurabilirlerdi. Tavşan bizden kaçınca yönünü çobanlara doğru vermişti. Çobanın birisi değneğini fırlattı. Kalın çomak havada döne döne gitti, tavşanın ayaklarına isabet etti. Köpekler ayakları kırılan tavşanı yakalayıp, zevkle paramparça ettiler. “Ulan indir bu adamı be!” Terzi Rıza isimli bir hemşehrimiz vardı. Koyu bir DP taraftarıydı. Adnan Menderes’in Kars’a geleceğini haber alınca onu karşılamaya giden heyete katılmakta tereddüt etmemişti. Ertesi gün Şehir Kulübünde arkadaşlarla kağıt oynuyorduk. Bu iddialı kağıt oyununa tüm dikkatini vermiş olanlardan birisi de Melekli köylü Asker Emmi idi. Biz pür dikkat oyuna devam ederken Terzi Rıza içeri girdi. Bir iskemle çekip masamıza misafir oldu. Önüne konan çayı yudumlarken başladı Menderes’i karşılama törenini anlatmaya. 459 Hamza Aygün Terzi Rıza, heyecan ve zevkle her kelimenin üstüne basa basa o anı anlatıyordu. Menderes’in uçağı Ankara’dan havalandıktan ve Kars’a inmeden geçen sürede havaalanında yaşananlar saniyesi saniyesine Terzi Rıza’nın hafızasındaydı. Konuşması uzadıkça uzadı ama henüz Menderes Kars’a inmemişti. Melekli Asker Emminin sabrı kalmamıştı. Konuşma dikkatini bozmuş, birkaç el de kaybetmişti. Terzi Rıza tekrar konuşmasına devam etmek isteyince, Asker Emmi elini masaya vurdu: “Ulan indir bu adamı Kars’a be kardeşim! İndir de rahat rahat oyun oynayalım!” “Keşişoğlu Bağı” Keşişoğlu bağı “Armutlu Bahçesi”nin eski adıdır. Bir Ermeni papazının (keşiş) oğluna ait olan bu bahçe Iğdır’ın sayfiye yeriydi. Çimenleri piknik meraklılarıyla dolup taşardı. Bahçenin içinde bir kahvehane ve yaz aylarındaki gösteriler için de bir sahnesi vardı. Belediye ait olan bu bahçenin akıbeti hakkında bilgi sahibi değilim. “Niye Ruslar İran’a geçti ha!” (İkinci Dünya Savaşı galiplerinden Rusya, 1946 yılında Aras nehrini aşıp İran Azerbaycan’ını işgal eder. Mücahit) Çopur Hüseyin Kulu isminde sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün bana şu olayı anlatmıştı: “Hamza kardeşim hiç sorma geçen yaz başıma gelenleri. Kavun karpuz ekmiştim. Bostanlar olgunlaşınca bir hırsız takımının belasına düşmüştüm. Bir inşaat projesi nedeniyle Batı Anadolu’dan gelmiş 5-10 genç adam her akşam cüretkar bir tavırla bostandan içeri giriyor, keyiflerince çuvallarını doldurup gidiyorlardı. Engel olmak istedim ama arkaları kuvvetli olan bu gençleri polisle tehdit etmem de mümkün değildi. Bir akşam, onların geleceğini bildiğim için kendi ellerimle karpuzların olgununu toplayıp bir kenara yığdım. Tahmin ettiğim gibi grup çok geçmeden çıka gelmişti. “Beyler bu karpuzları sizler için topladım. Siz bostana girince zarar veriyorsunuz. Ben her akşam sizin payınızı ayırır buraya yığarım” dedim. Söz dinlemeye niyetleri yoktu. “Hayır biz kendi ellerimizle toplayacağız. Sen iyilerini toplamıyorsun” “Peki kardeşim söyler misiniz benim suçum ne, niçin beni mağdur etmek istiyorsunuz?” diye sordum. Gençler birbirlerinin yüzüne baktılar. Bahane olur diye içlerinden birisi şöyle dedi: 460 Iğdır Sevdası “Söyle bakalım, Rusları niye bıraktınız İran’a geçtiler ha!” “Ben burada onlara orada. Bunda benim suçum ne!” “Biz anlamayız, senin yüzünden Ruslar İran’a girdi, biz de acısını senden çıkartıyoruz, tamam mı!” “?” Çilli Gölü ve Geçidi Çilli köyüne yakın bir mesafede bu isimle bir göl vardır. Bu gölün kıyısında ve dibinde kamışa benzer bir bitki boy verir. Köylüler bunları her yıl toplar, hasır gibi örerler. Çilli kamışından örülen bu hasırlar evlerde genellikle halı altlarına serilir. Bildiğimiz kamışlardan üretilen hasırlar, sert ve kesici olduğundan halı ipliğini keser, zarar verir, bu yüzden Çilli hasırları genellikle tercih edilir. Bu kamışla ayrıca seccade türünden özel parçalar da örülür. Çilli köyü yakınında “Çıngıl” yaylası vardır. Her yıl orada Çerkez Lezgi Ağa’nın obasında misafir edilirdik. Biz çocukların en büyük eğlencelerinden birisi bayırlarda sakız toplamaktı. Sakız için bir tür bitkiyi arayıp bulmak zorundaydık. Genellikle yan yana bir arada kümeleşen bu bitkilere rast geldiğimiz zaman sevincimize diyecek yoktu. Her çocuk bir bitkiyi sahiplenirdi. Sıra gelirdi sakız maddesinin elde edilmesine... Kökü dipte olan bu bitkinin üzerinde derin bir yara açılır, süt şeklinde akan bir maddenin sertleşmesi beklenirdi. Bu şeklide sırayla toplanan kauçuk türünden karışım pay edilir, çiğnenirdi. İlk anda acımtırak bir tadı olurdu. Ancak ikinci gün sakız halini alır, balon gibi şişerdi. Çilli geçti çok ünlüydü. Yaz kış kolay kolay geçit vermezdi. Kış aylarında kar yüzünden kapalı olurdu. Yaz aylarında özellikle kamyon şoförlerini bekleyen başka bir sorun vardı. Iğdır’dan Doğubeyazıt’a uzanan rampalı yol şakasız yüzlerce viraja sahip olduğundan kamyonlar sıcağa dayanamaz, onların deyimiyle “bayılır”dı yani güçten düşerdi. Şoförler akşam serinliğinde yola çıkar, gece boyunca Çille Geçidini aşarak Doğubeyazıt’a ulaşırlardı. Bugünkü yol, o yıllar deve ve merkep kervanlarının tercih ettiği güzergâh üzerinde inşa edildi. 461
Benzer belgeler
17. Mahmut Alar
Aşağıda okuyacağınız ve benim “Bir Iğdır Epizodu” olarak adlandırdığım ilginç olaylar ve hatıralar toplamını konuşmak ve not almak niyetiyle,
defalarca, Hamza amcamın evine misafir oldum. Zihnimin ...