kadınlar akademisi - Bağcılar Belediyesi
Transkript
kadınlar akademisi - Bağcılar Belediyesi
Kadınlar Akademisi KADINLAR AKADEMİSİ 2014 DERS NOTLARI 1 Kadınlar Akademisi BAĞCILAR BELEDİYE BAŞKANLIĞI Adres: Güneşli Mah. Kirazlı Cad. No:1 34200 Bağcılar / İST. Tel: +90 212 410 06 00 - Faks: +90 212 410 06 32 [email protected] / www.bagcilar.bel.tr Kültür Yayınları Dizisi No: 286 ISBN: 978-605-64290-3-3 Yayın Yönetmeni Lokman ÇAĞIRICI Proje Yöneticisi veYayın Koordi̇ natörü Kenan GÜLTÜRK Yayına Hazırlayan Nihat ADIGÜZEL Yayın Kurulu Kenan GÜLTÜRK - Nihat ADIGÜZEL Ekrem KIZILTAŞ Özlem SEVİNÇ Tashih ve Redaksiyon Ekrem KIZILTAŞ Grafik Tasarım Gamze Nur KAHRAMAN Baskı Seçil Ofset 100. Yıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No:77 Bağcılar, İSTANBUL 0 (212) 629 06 15 Baskı Tarihi Mayıs - 2016 2 Kadınlar Akademisi İÇİNDEKİLER Dünya Kadın Hakları İhlalleri Gülden Sönmez......................................................................................5 Kadın ve Kimlik Dr. Figen Barlas Es................................................................................10 İslam Dünyasında Kadın ve Modernleşme Nazife Şişman.........................................................................................42 Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi Dr. Gülsen Ataseven...............................................................................71 İnsan ve Anne Olarak Kadın Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş.....................................................................101 Bilişim Teknolojilerinin Etkin Kullanımı Ve Hayatımıza Etkileri Prof. Dr. Yıldırım Üçtuğ........................................................................124 Kent ve Kentlilik Bilinci İhsan Aktaş.............................................................................................126 Mezuniyet Töreni.....................................................................................147 3 Kadınlar Akademisi 4 Kadınlar Akademisi Ekim 2013 Dünya Kadın Hakları İhlalleri Gülden Sönmez Kadınlar İçin Hak Arama Bilinci ve Haklarımızı Korumanın Yolları Yaşadığımız dünya her an bir kişinin ya da bir topluluğun haksızlığa, zulme uğradığı bir dünya. Savaş, çatışma, soykırım, silahlı saldırıların yanı sıra genel baskıcı politikaların sonunda oluşan mazlumiyetler o coğrafyada insanların toplu ölüm ve yaralanmalarına, uzun yıllar süren hapis hayatlarına sebep olmakta. Üstüne yoksulluk yaşayan Asya ve Afrika'ya geldiğinizde ise gelir adaletsizliğinden başlayarak temel insani ihtiyaçlara temiz su ve gıdaya ulaşmanın çok büyük bir problem olduğunu görüyorsunuz. Daha batıya yaklaştığınızda ise ihlallerin şeklinin, boyutunun değiştiğine şahit oluruz. Genel olarak insan hakları sorunlarının yaşanmadığı, özgürlük ülkeleri olarak algılanan Batılı ülkelerde daha fazla şikâyetler iş hayatında ve daha çok bireysel ihlal çeşitlerine dönüşmekte. Tabii gerek savaş ve katliamlar olsun gerekse sömürü kaynaklı kronik yoksulluk yaşayan topluluklarda olsun kadınlar çok daha fazla ihlale uğrarlar. Bir de tecavüz, taciz vb. cinsel suçlar, vücut ve ruh bütünlüğüne yönelik ihlaller bu tür ortamlarda çok daha fazla gerçekleşir. Oysa özellikle ikinci dünya savaşından sonra büyük acı ve kayıpları yaşayan insanoğlu güya bu acılar tekrar yaşanmasın diye çok sayıda uluslararası sözleşmeye, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi dâhil olmak üzere işkencenin önlenmesi, ırk ayrımcılığının önlenmesi, kadın hakları, din özgürlüğü kişisel ve sosyal hakların korunması vb. çok sayıda metne dünya devletleri imza atmıştır. Birleşmiş Milletler insanoğlunun olup bitenlerden çok büyük ders çıkardığını ve bir daha bu acıların yaşanmaması için bunun bir teminat olduğunu söyler. Ama yakın zamanda ve halen gördüğümüz gibi Bosna, Filistin, Suriye, Irak, Doğu Türkistan, Myanmar ve Mısır’da yaşanan katliamlar ne kadar da modern (!) zamanlarda gerçekleşmektedir. Batıda insan haklarının korunmasından bahsedenler ise katledilen tecavüze uğrayan en temel hakları batılı devletlerin politikaları ile ellerinden alınan Müslüman dünyanın mazlumiyetini ve sebeplerini konuşmak yerine İslam’ın kadın üzerinde baskı uyguladığını ve İslamafobya ile İslam’dan kaynaklı bir şiddetin dünyayı 5 Kadınlar Akademisi tehdit ettiğini anlatırlar. Biz Müslüman kadınlara öyle bir algı sunulur ki kadın hakları konusunda bir ilerleme yani kadını İslam'dan uzaklaştırma mümkün olursa dünyadaki bütün insan hakları sorunları çözülecekmiş zannedersiniz. Oysa bunu bize sunan topluluğun geçmişi, kadın hakları konusunda İslam’la asla yarışamaz. Tarihlerine baktığınızda kadının köle olarak kullanıldığını, eşya şeklinde alınıp satıldığını, birbirlerine hediye edildiğini, kötülüğün temsili sayıldığını görürsünüz. Cahil Doğu toplumlarında da kızların diri diri gömülmesi, kölelik söz konusudur ancak bugün kadını cinsel bir meta olarak yalnızlaştırıp değersizleştiren ve sadece kullanan bir sistem bir taraftan İslam dünyasına insan hakları adı altında bombalar ve gözyaşı taşırken bir yandan da günlük yaşamda kültürel hegemonya ile dayatmalar sunmaktadır. İslam medeniyetinin müntesipleri olarak bizler ise kadın olsun erkek olsun, Müslüman olsun olmasın her insanın temel insan haklarının korunması ve onlara adaletle davranılması konusunda hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin mücadele etmesi gerektiğine inanırız. Biz bu medeniyetin insanlarıyız. Merhameti sınırları aşan, elleri duaya kalktığında tüm yeryüzündeki mazlumlar için dua eden bir halkız. Hal böyleyken kendi ülkemizde çok ta rahat ve huzurlu bir yaşam sürmedik. Yakın tarihimize baktığımızda Türkiye’nin insan hakları karnesine baktığınızda ise kuruluştan itibaren başlayan sistematik ihlallerin, ayrımcı politikaların özellikle son 15 yılda tedrici bir şekilde sistematik azaldığını mevzuattan ve uygulamadan kaynaklanan problemlerin çok önemli oranda azaldığına şahit olduk. Buna rağmen temel haklar konusunda yaşanan ihlaller karşısında her insanın kendisi ve bir başkası için nasıl mücadele etmesi gerektiği çok önemli bir husustur. Bizler Türkiye’de yaşayan kadınlar olarak kendimize ya da bir başkasına nerede kimden gelirse gelsin ihlallerde haklarımızı nasıl arayacağımızı ve nasıl bir hak mücadelesi içerisinde olacağımızı bilmek durumundayız. Hz. Ali’nin (r.a.) çok güzel bir sözü vardır: “Haksızlığa uğradığınızda eğer hakkınızı aramazsanız haklarınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.” Zulme/haksızlığa uğrayan insan bazen kendisi üzerindeki zulmü kaldırmak için hiçbir şey yapamayabilir. Hapse düşüp kimseye ulaşamayabilir. İster dünyanın başka bir yerindeki mazlum olan bir kişi olsun isterse komşumuz akrabamız veya tanımadığımız ama şahit olduğumuz bir kişi olsun mutlaka onun için yapabileceğimiz bir şey olduğu gerçeğiyle hareket etmeliyiz. Srebrenitsa Anneleri'nin verdiği 6 Kadınlar Akademisi hukuk mücadelesi için görüştüğümüzde onlardan bir anne yaşadıkları tüm elim olayların etkisinin geçmesinin ve adaletin yeryüzünde mümkün olamayacağını çok iyi bildikleri halde suçlulara karşı verdikleri hukuk mücadelesinin kendilerini onardığını beyan etmişti. Bu çok kıymetli bir şey. Hak Arama Mücadelesi verirken genel izlenecek metot ne olmalı? Buna dair temel hususlardan da bahsetmek isterim. Öncelikle hak aramanın ilk adımı doğru tespitte bulunmaktan geçer. Vakayı tam olarak tarif edebilmeliyiz. Hangi haklarımız ihlal edilmiştir? Hangi olayla, kim tarafından? Zalimi, mazlumu ve zulmü doğru tarif etmek, kime karşı hangi yolla nasıl bir mücadele ortaya koyacağımızı da doğru olarak görmemizi sağlar. Bir haksızlığa uğradığımız zaman öncelikle eğer vaka tespiti başkaca mümkün olmayan bir durum ise bu durumu bir tutanakla tespit etmek gerekir. Mesela bir hastanedeyiz ve hastane görevlileri tarafından olmaması gereken bir muamele ile karşılaştık ve haksızlığa uğradık. Bu durumu bir tutanak ile tespit etmek ve mümkünse oradan şahitlerin isim, imza ve iletişim bilgilerini alarak durum tespit tutanağı ile yetkili kurullara başvurmak gerekir. Olaya dar tespit ve delillerimizi oluşturduktan sonra zalimi doğru tespit etmek adımına geçilmelidir. Hak ihlalini gerçekleştiren kişi bir memur, bir asker, bir polis, direkt uygulayıcı bir kişi olabileceği gibi bir uygulayıcı kurum da olabilir. Ayrıca bu ihlali bir kurala bir emre dayanarak gerçekleştiriyor da olabilir. Bu durumda bir değil birden fazla kişi emir veren ve uygulayan silsilesindeki birçok kişi bu ihlalin sorumlusu olabilir. Bu durumda her bir kişinin üstleri aynı zamanda bizim şikâyet merciimiz olacaktır. İki örnek üzerinden gidecek olursak X Devlet Hastanesi’ndeki bir doktor tarafından haksızlığa uğradığımızda bu doktorun sadece şahsından kaynaklı bir ihlale uğramış olabiliriz ya da bir uygulama mevzuata dayalı ve ast üst amir ilişkisi ile silsileyle gerçekleşen bir ihlal de söz konusu olabilir. Bu durumda Doktoru sırasıyla Hastane Başhekimi, İlçe Sağlık Müdürlüğü, İl Sağlık Müdürlüğü, Sağlık Bakanlığı, Başbakanlık gibi sırayla üst amirlerine şikâyet edebiliriz. Hak arama sürecinde dilekçe yazmak, hakkı talep etmek ve konuyla ilgili şikâyeti gerçekleştirmek en önemli adımdır. Sisteme doğru şekilde doğru bilgiyle giren bir dilekçe, eğer olabilecekse sonraki yargı yolları için de önemli bir temel teşkil eder. Dilekçe neleri içermelidir? 1) Muhatap 2) Tarih 3) Vaka hakkında teknik temel bilgileri de içeren yaşanan olayı anlatan tarif 4) Talep edilen ve şikâyetçi olunan husus ve kişi 5) İsim imza ve adres 7 Kadınlar Akademisi Dilekçenin verilmesinin dışında kişi bazen yaşadığı olaya göre farklı hukuk yolarına da başvurabilir. Cumhuriyet Savcılıklarına şikâyet/suç duyurusu, idari makamlara şikâyet, hukuk ve ceza mahkemelerinde açılacak davalar, idari mahkemelerde açılacak davalar mümkün olabilecektir. Burada en çok atlanılan husus zamanaşımıdır. Birçok hukuk sisteminde olduğu gibi Türkiye’nin hukuk sisteminde de yargı yolları zamanaşımı ile sınırlı tutulabilmektedir. Bazen insanlar bir başkasının uzun soluklu hukuk mücadelesi vererek kazandığı hukuk yolunu öğrendiğinde “Aaaa benim de başıma gelmişti ben de dava açayım kazanayım” dediğinde kendisi için zamanaşımı gerçekleşmiş ve başvuru imkânı ortadan kalkmış olmaktadır. Mağdurun önüne duvar gibi çıkan önemli bir husus ta mevzuattır. Bazen mevzuat (anayasa, kanun veya yönetmelik hepsi ihlal kaynağı olabilir) ihlalin ana sebebi de olabilir. Bu durumda klasik bakış açısı “ne yapalım kanun böyle!” veya “kardeşim yönetmelik böyle başka türlü uygulayamam” şeklinde mağdura sebep olarak sunulur. Bu durumlarda temel bakış açısı şu olmalıdır: Eğer benin insan olarak haklarımı ihlalle ediyorsa anayasa değişsin, kanun değişsin iddiasını kişi öne sürebilir. Uzun yıllar daha yakın zamana kadar darbe anayasaları ile yönetilmiş bir topluluk olarak Türkiye halkı bunu çok iyi bilir. Mevzuatın tartışılmasını sağlamak bile çok önemli bir kazanımdır. Bazen hak arama mücadelesi hakkını arayan kişi için oldukça geç bir kazanım olabilir. Ancak unutmamak lazım ki açılan yol bir başkasının aynı mağduriyete uğramasına engel olur. Hak arama mücadelesinde katkı olabilecek ve yanımıza destek alabileceğimiz başka muhataplar da bulmak mümkündür. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, Türkiye İnsan Hakları Kurumu, İl İnsan Hakları kurulları, İnsan hakları için çalışan sivil uluslararası ulusal insan hakları kurumlar direkt alanla ilgili yardımcılardır. Bunun dışında mücadelemizi kamuya taşıyıp eylemler, basın açıklamaları, imza kampanyaları gerçekleştirebilir aynı mağduriyeti yaşamış olanlarla dayanışma sağlayabiliriz. Medyaya taşımak bütün dünyada önemli bir etkendir. Peki, kendi ülkemizde birebir karşılaştığımız ihlaller dışında mesela Filistinli mazlumların, Doğu Türkistanlı kadınların, Suriye’de işkence gören çocukların hakları için nerelere başvurabiliriz? Burada da özellikle uluslararası mekanizmalara tepkileri iletmek önemlidir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği, Birleşmiş 8 Kadınlar Akademisi Milletler İnsan Hakları Konseyi, İslam İşbirliği Teşkilatı, Afrika Birliği vb. gibi mekanizmalar ile prosedür ve koşullar uygun olduğunda Uluslararası Ceza Mahkemesi, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi gibi yargı kurumları da sürece dahil edilebilir. Unutmamamız gerekir ki şu anda bu kadar çok zulüm olmasının sebebi ve zalimlerin cesaretini sağlayan şey mazlumların pasifliği değil büyük çoğunluğun haksızlıklar karşısındaki sessizliğidir. Oysa Müslüman olsun olmasın bir kimse, kim tarafından zulme uğrarsa uğrasın Müslümanların yeryüzündeki tüm insanların sorumluluğunu taşırlar. Bir Müslüman yeryüzünde bulunma sebebini tüm yeryüzünde adaletin hâkim olması hedefiyle yaşıyorsa ve Allah’ın yasakladığı zulmü durdurma grevini taşıyorsa o vakit bu misyonu hayata taşımalıdır. Hepinize teşekkür ediyorum. 9 Kadınlar Akademisi Kasım 2013 Kadın ve Kimlik Dr. Figen Barlas Es Saniye Öztürk Moderatör Bugün dinleyicilerimizin sayısını azalmış mı gördüm, yoksa bana mı öyle geldi bilemedim ama Allah bereketlendirsin diyelim. Arkadaşlar, hakikaten beni çok mutlu ediyor, umutlandırıyor bu çalışmalar. Yani hayata anlam katmak, yaşadığınız zamana, yere anlam katmak, üretmek, bilgilenmek, güçlenmek, yarınlara dair artı bir şeyler bırakmak gayretinde olmanız, gayret sahibi olmanızdan dolayı buradasınız, buradayız diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu çok takdire şayan bir şey. Belki pek çoğunuz farkında değilsiniz. İşte bazen yapalım gibi düşünülüyor. Yani çok değerli. Şöyle bir günde zaman ayırmanız, bir şeyleri dert edinmek, kişi kendisinde olmayanı veremez. Biz besleneceğiz bilgileneceğiz ki, başkalarına, en yakınlarımıza öncelikle, çocuklarımıza, eşimize, dostumuza, komşularımıza, ya da diğer insanlara katkı sağlayabilelim. Bu bilgileri aktarabilelim. Bu anlamda yapılan işi çok takdir ediyorum. Zaten kadın ve aile deyince, bunu samimiyetle ifade ediyorum; yani burada olduğum için değil, Bağcılar Belediyesi çok çok önlerde. Çok değerli çalışmalara imza atıyor. Bu da onlardan bir tanesi, yani, kadınlara özel böyle bir mekânın olması, bilmiyorum ben başka yerde çok görmüyorum. Yapılan hizmetler, yani, istekler doğrultusunda gidiyor gibi bir şeyler de düşünmüyorum. Toplumun önünde, Bağcılar'da yaşayanların önünde giden bir başkan ve bir ekip var burada. Adeta peşine takıp sürüklüyor. Bu da ayrıca bir ufuk, bir vizyon işi. Bu anlamda büyük bir şanstır, Allah'ın burada yaşayanlara vermiş olduğu bir büyük bir lütuftur. Bir kez daha ben bu vesileyle, başkana, Lokman Başkan'a teşekkür ediyorum, ekibine teşekkür ediyorum. Benimle en çok irtibatlı olan Meryem Hanım, Sümeyra Hanım, Fatma Hanımlar var. Gerçekten çok kıymetli çalışmalar. Ama mutlaka her birimizin yapacağı bir şeyler var. Yeter ki biz iyi niyetle, Allah rızası için yola çıkalım, adım atalım. Çok kıymetli çalışmalar bunlar. O yüzden kıymetini bilmek lazım. Şükretmek, hamdetmek ve bu fırsatları mutlaka değerlendirmek gerekiyor. Siz de bunun farkındasınız, bilincindesiniz efendim. Ben sadece hissettiklerimi paylaşmak istedim ama önce yine bir kez 10 Kadınlar Akademisi kendinizi alkışlayın. Yani ben sizi alkışlıyorum. O kadar güzel ki, ben yarınlara dair hakikaten çok umutlanıyorum. Yani, diğer tarafta devlet eliyle yapılan işler var. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın yaptığı çok güzel çalışmalar var, düzenlemeler var. Belediyeler hakeza. Sivil Toplum Kuruluşları eliyle yapılanlar var. Var ama hani yapmak hep zordur ya, yıkmak çok kolay. Onun için “Eğitim” denildiğinde çok kolay sonuç alamıyoruz. Hemen somut olarak neticesini göremiyoruz ama bu işler böyledir. Malzeme insan olunca, eğitim olunca adım adım, yavaş yavaş, sabırla, sebat ederek ama mutlaka sürekli, mutlaka istikrarlı gitmek gerekiyor. Ancak öyle mesafe kat edebiliyoruz. Malumunuz bu günlerde en çok tartışılan bir mevzu var; Figen Abla sizin çok fazla zamanınızı almayacağım. Ben ola ki gelenler olursa boşluğu dolduruyorum. Gelecek olanlar da gelsin daha çok istifade edilsin diye ara boşluğu dolduruyorum. Hani Başbakan'ın ifade ettiği bir şey var; “KızlıErkekli aynı evlerde kalınmasını tasvip etmiyoruz. Bununla ilgili gerekirse kanuni düzenlemeler yapılmalı.” diye. Bu büyük tepkiler de çekti. Başbakan da hatta bu konuda soru soran muhabire dedi ki; “Sen ister misin, kendi kızınla, oğlunla yabancı bir evde kalsın... İstiyorsan hayırlı olsun ama biz buna müsaade etmeyiz yani tüm toplumun, bireylerin hakları bizim teminatımız altında.” dedi. Bir şeyler konuşuldu, hala tartışılmaya devam ediliyor. Tüm dünyaya baktığımızda ki, hemen biraz sonra ayrıntılarıyla, örnekleriyle anlatılacaktır. Hakikaten bizim ailemiz ve bizim kadınımız, bizim insanımız çok şanslı. Şükredecek bir konumdayız. Ama ilânihaye böyle gitmiyor. O kadar çok yıkıcı şey var ki, Bir de insan bazı olumsuzluklara, kötüye meyyaldir ya, yani, yıkımlar, sarsıntılar hızlı oluyor. Ama işte o sonucu görmeden aileye, kadına, çocuğa, erkeğe, insanımıza dair yapılan çalışmalar ve gayretler var. Evet, hiç kimse herhalde, belki çok istisnalar vardır ben bilemiyorum, kızının, ya da oğlunun yabancı birileriyle eşi değil, akrabası değil, aynı evi paylaşmasını istemez. Bu hukuki bir düzenleme gerektirir ama âcizane şunu da söylüyorum. “Ahlakın olmadığı yerde devletin masrafı çok olur.” diye veciz bir söz vardır. Yani herkesin başına bir polis dikemeyiz. Öyle değil mi? Öyleyse, toplumda ahlakın tesisi için daha fazla gayret sarf etmemiz gerekiyor. Eskiden bunu karşılayan kurumlar varmış. Sık sık Osmanlı'ya atıfta bulunuyoruz ama ne var ki şimdiyi ve günümüzü yaşıyoruz. Öyleyse, bu belediyeler eliyle olacak, STK'lar eliyle, vakıflar, dernekler eliyle olacak, bizim özel gayretlerimiz eliyle olacak ama mutlaka yapılacak. İşte bu anlamda da çok değerli çok kıymetli buluyorum ben sizin burada olmanızı. İstikrarlı bir şekilde gelmek, beslenmek, niye? Çünkü; toplumu ayakta tutan aile, kadın. Arkadaşlar, kadın büyük bir güç. Biz bunun da çok farkında değiliz. Yeni yeni farkına varıyoruz. Yani kadının olmadığı bir ailenin olması mümkün değil. Yani, çürüme kadından başlıyor. Ama şükürler olsun ki, hakikaten bizim insanımızın mayası, bizim kadınımızın mayası çok sağlam. Kumaş 11 Kadınlar Akademisi çok sağlam, şükürler olsun. Sadece üzeri tozlanmış ve biraz küllenmiş. İşte onu şöyle bir üflemek, temizlemek yetiyor. Allah lütfediyor bu topluma. Ama önce kadından başlıyor. Belki benden daha önce de duydunuz. Kadın, “Beşiği sallayan el dünyaya hükmeder” gibi çok güzel bir söz var. Evet, hakikaten beşiği sallayan el dünyaya hükmediyor. Bugün toplumları yönetenlere, dünyayı yönetenlere baktığınız zaman, hepsi de bir kadının doğurduğu, yetiştirdiği bir çocuk değil midir? Öyleyse kadınlar olarak bizim şikâyet etmeye hakkımız yok diyorum. Yok, “şiddet” deniliyor, şu deniliyor, bu deniliyor. “Kim yetiştirdi o çocukları?” diye ben de soruyorum. Eğer bir takım şeylerden şikâyet ediyorsak, eksik bıraktığımız alanlar var, boşluklar var. Dolayısıyla arkadaşlar, hemcinslerim, biz bilgileneceğiz, hayatımıza geçireceğiz, halledeceğiz güzel şeylerle ki, en yakınımızdakiler başta olmak üzere başkaları da bizden istifade edebilsinler. Bir de güzel olan taraf; sadece dünya değil, bir de Ahiret tarafı var bu âlemin. Burada yaptığımız her şeyi Allah rızası için, güzel adına, hayır adına, hakikat adına yaptığımız her şeyin çok büyük mükâfatları var öbür tarafta. Her anlamda kazanan olacağız inşallah. Bir iki hatırlatma daha yapayım, sonra Figen Hanımefendiyi dinleyelim. Çünkü anlatacağı çok güzel anılar var, tecrübeler var, bilgiler var. Gelecek aydan itibaren, Aralık ayından itibaren programlar 13:30'da başlayacak. Ne olur, bu alışkanlığı edinelim artık. Hani Müslüman kişi sözünde durmalı diyoruz ya, bunu da verilmiş bir söz olarak düşünmek lazım. Yani 14:00 ise, 14:00, 13:30 ise, 13:30. Tamam belki ilk başta buna kendimizi alıştırmak belki kolay olmayacak ama benim arkadaşlardan istirhamım; bilmiyorum, ben olurum olman Allah bilir ama 13:30 ise Aralık ayındaki programın başlangıç saati, lütfen 13:30'da başlansın. Çünkü; biliyorum ki buradaki kadınların tek işi bu değil, pek çok sorumluluğumuz var her birimizin. Anneyiz, eşiz, çalışıyoruz, yapacağımız şeyleri ona göre planlıyoruz. 12 Kadınlar Akademisi Geç başladığımız zaman başkalarının hakkına da girmiş oluyoruz. Allah muhafaza etsin, kul hakkını da yememek lazım. Dolayısıyla gelecek ay inşallah 13:30’da başlamış olacak program. Bunu da hatırlattım. Bugünkü konuşmacımız çok kıymetli, güzel bir insan. Ben ona Koşan Doktor diyorum. Koşan insan, normal yürüdüğünü pek görmedim şimdiye kadar. Dertlilerden birisi o da. Kendisi tıp doktoru efendim. Enfeksiyon Hastalıkları uzmanı ama doktorluk, hayatında yaptığı şeylerin bir parçası sadece. Maşallah, Hayatına çok şey sığdıran, Allah ömrünü bereketlendirsin, zamanını bereketlendirsin. Hem Türkiye, hem yurt dışında kadın, aile, insanlık adına çok fazla çalışmanın içinde bulunan, konuşan, yazan, seminerler, konferanslar veren kıymetli bir isim. Burada bulunması da oldukça önemli. Ben kendi adıma, sizler adına zaman ayırdığı için çok teşekkür ediyorum. Daha fazla sözü uzatmadan Figen Barlas Es Hanımefendiye sözü bırakmak istiyorum. Buyurunuz efendim. Dr. Figen Barlas Es “Hayatın İçinde Kadın ve Kimlik” konunun başlığı. Benim de hayatta en ciddi dertlendiğim konulardan bir tanesi hayatın içinde olan, hayatın rehberliğinde gibi görünen insanların uzaydan gelmediği, içimizden çıktığının bize hatırlatılmadığıdır. Yani birileri güzel şeyler yapıyorsa genelde bizim psikolojimizin içinde ben olsam yapamazdım gibi bir şey başlıyor. Bunu ta çocukluğumuza kadar götürebiliriz. Annelerimizin sesi kulağımızda çınlayıverir. Annelerimizin gıybetini yapmayım, suçuna girmeyeyim ama şöyle bir cümle vardır. “Yavrum yan odadan benim falanca eşyamı getirir misin.” Evlat gider bulamaz. Döner geri gelir, “Bak sağdaki dolabın ikinci çekmecesinde.” “Açtım ama bulamadım anne.” der. En nihayetinde anne bir hışımla kalkar ve der ki; “Bulsan şaşardım zaten. Sen sulu köyden susuz gelirsin.” Biz bunları çaktırmadan duyarız. Bir duyarız, iki duyarız, üç duyarız. Ondan sonra deriz ki; “Ben yapamam ki zaten ben beceremem ki.” Buna benzer bir cümleyi ilk ben ilaç manasında Ertuğrul Düzdağ'ın kitabında, “Düşün-Başar-Anlat” Öyle bir kitap vardı. Cenab-ı Allah aciz midir ki senin üzerinde onca güzellikleri tezahür ettiren Rab, senin üzerinde başka bir güzelliği de yaratamasın, mümkün mü böyle bir şey? Demişti. O günkü cümleden sonra benim kafam böyle şarj etti. “La havle ve la kuvvete illa billah...” sırrına dayandıktan ve sebepleri yerine getirdikten sonra bir şeylerin olmaması mümkün değil. O halde Rabbim yaratmaya muktedir, ben de o donanıma sahibim, neden benim üzerimde tezahür etmiyor deyince, aradaki kurallara uymadığımı fark ettim. Yaratan'da problem yok, yaratılanda problem yok, biri sanatkâr, biri muhteşem bir sanat eseri, o halde bu neden benim üzerimde tezahür etmiyor da başkalarının üzerinde tezahür ediyor? Demek benim aksattığım bir şeyler var. 13 Kadınlar Akademisi Mesela Tansu Çiller, bir dönem başbakanımızdı, kadın olduğu için örnek veriyorum. Ben bunu hekimler için de söylerim, hekimlerin boynuzu, kulağı mı var derim. Yani, hekim olunca ne oluyor? Sadece belli bir dalda, belli bir süre dirsek çürütüyor, hafifçe inek diyorlar, inekliyor, dünyadaki birçok şeyden kendini ayırıyor, mesela, anneler bulaşık yıkattırmıyor gibi görünüyor. Öyle değil ama anneler iş yaptırmıyor gibi görünüyor, yavrum ders çalışsın diyor. Başka tarafta “Sofrayı sen hazırla ablanın dersleri var.” deniyor. Böyle olmayanlar da var tabii, o işin ayrı bir tarafı. Ben kendimi hiçbir zaman, şimdi kızıma onu diyorum, siz aman tek ders çalışın diye biz neredeyse dünyayı paspas yapıp ayağınızın altına sereceğiz. Ben kendimi nasıl hatırlıyorum diye düşünüyorum, hem talebelik yılları, hem sonraki hayat, hani böyle sirkte bazı böyle bir eğlence yapanlar, elinde halkayı döndürür, ayağında başka halkayı, bu elinde başka halkayı döndürür ama halkaların hiç biri düşmeden döner gider. Bizim toplumumuzda kadınların hayatı da biraz öyle. Bir tarafta kadınlık, bir tarafta öğrencilik, bir tarafta annelik, böyle bir yığın işlerin içinde giderken bir taraftan da hayatın içinde olma mücadelesi verecek. Bir taraftan beyne dürtüler var; “Sen yapamazsın...” Var değil mi öyle bir tabir; “Saçı uzun aklı kısa.” Halbuki bir de biz bunu biraz hafif mütedeyyin kitlede görürüz. Yani, modern dediğimiz kitlede pek görmeyiz de, ona dinidar demek hoşuma gitmiyor, benim dinim çok geniş çünkü. “Dini dar”, pardon dindar gibi görünen kesimlerde biraz daha sanki böyle deniyor gibi geliyor. Hâlbuki Efendimizin (sav) hayatına bakıyorsunuz, kadına muhteşem değer verilmiş. Sonra Kur'an-ı Kerim'e bakıyorsunuz; Hz. Havva'yı Hz. Adem'i Cennet'ten çıkaran kötü kadın olarak ifade eden bir Ayet-i Kerime yok. Hıristiyanlıkta varmış bu. Bunun hepsini neden üstüne alınıyorsun? Belli şeylerde aksaklığım mı var? Sonra bir dönüp inceleme gereğini hissediyorsunuz. Belki çok gereksiz ama tarih taze olduğu için kendi içimde paylaşayım; Geçen hafta yurt dışındaydım, böyle değişik yerlere Rabbim nasip ediyor gidip gelmeyi, ilk defa bu sefer çok değişik bir şey gördüm. Gittiğim yerde, New York'a çok yakın Brooklyn diye bir bölge var. Amerika'nın Yahudi kökenli vatandaşları çok orada. Beyefendilere baktım, simsiyah kıyafetler, yazın da aynı kıyafetler. Hanımlarına da dikkatli bakınca peruk gördüm başlarında. Zaten etek - dopiyes (Döpiyes; Fransızca “deux pieces”ten geliyor. Etek - bluz gibi iki parçadan oluşan elbise anlamında) elbise giymeye biraz şey oldum orada. Çünkü; Yahudi hanımlarının çoğu etek-döpiyes giyiyorlar ve başlarında peruk. Niçin başlarında peruk var? Diye sordum, şöyle dediler; “Eğer kadın cazip görünürse kocasını ibadetten alıkoyacağı için evlendiği gün kadınlar başlarını sıfıra kazıtırlar. Evli kadınların saçlarını uzatmaları haramdır onların dininde...” dedi. Allah Allah dedim, meğerse benim dinimin fıtratı ne kadar ulu, benim hayatımın içinde var ama ben 14 Kadınlar Akademisi bunu bilmiyorum. Diğer başka ayrıntılara girmeyeceğim. Dinlerden de aslında girme gibi bir niyetim yoktu ama Yaratan Sübhân ise, yaratılan mükemmelse ben neden üzerimdeki o mükemmelliğin tezahüründe zorluk yaşıyorum. O halde bende bir problem var. Benim algımda bir problem var. Sonra döndüm dedim ki, ben kendimi biliyor muyum acaba? Döndüm, ben kimim? Diye sordum. Evet, ben kimim? Net bir cümle. Sararmış bir gül hükmünde gördüm kendimi, çünkü kendini bilemeyince sararıp soluyor insan. En güzeli bile olsa sararıyor. Sonra döndüm kâinata, başını göğe doğru kaldır, 1 milyardan fazla galaksi var kâinatta. Sınırlı bir kâinat, sonsuz değil. 1 milyardan fazla galaksi var. Her bir galaksinin içinde de 1 milyardan fazla güneş sistemi var. Bunlardan bir tanesi, Samanyolu desem şuna, şuradaki bir tane güneş de bizim güneşimiz. Ama milyarlarca güneş içeren galaksiler var, milyarlarcadan fazla var. Sonra birazcık dedim, Figen sen bu kadar dağılma uzaklara gitme, dünyana dön. Dünyaya geldim. Yavrum benim çok yakışıklı, çok yakışmış dedim, Şurada Türkiye var, şurada İstanbul, biz de buradayız. Neyse baktım böyle dünyaya, tabii büyük ağabey yani, Venüs, Mars diğer bir kaç gezegenin büyüğü. Yani tatlı, hani benim evim 200 m2 filan gibi havasında böyle duruyor veya ben bu sınıfın başkanıyım gibi duruyor. Fakat “Gururlanma Padişahım, senden büyük Allah var.” havasında böyle duruyor biraz sonra Jüpiter geldi onun yanına. Biliyorsunuz Güneş'in çevresinde dönen 9 tane gezegen var. Bunların en büyüğü de Jüpiter. Jüpiter'in de bulunduğu bu 9 kardeşin arasında Dünya'nın yeri şu kadarcık kaldı. Biraz sonra Jüpiter fazla böyle dayılanınca, Güneş dedi ki; “Haddini bil.” Siz hepiniz kardeşsiniz birbirinize çok da öyle üstünlüğünüz yok aslında benim yanımda. Dünya şurada kaldı, şuradaki nohut tanesi kadar bir yer. Jüpiter de işte bir misket kadar filan. “Siz uslu uslu oturun ben arkadaşlarla bir çay içip geleyim.” dedi. Onun ait olduğu Samanyolu Galaksisinin de bir milyardan fazla yıldız var. Dört tane yıldız arkadaşıyla bizim güneşimiz çay içmeye gitti. Meğerse güneşlerden bir tanesi 4 arkadaş daha çağırmış, 1-2-3-4-5-6-7... şurada görünmeyen nokta bizim güneşimiz. 8 tane güneşin yanında esamesi kalmayan bizim güneşimizin 10 tane güzelliğinden birinin üstündeki 6 milyar insandan bir tanesiyim, burnumdan kıl aldırtmıyorum. O kadar ki, “Ya ne olmuş?” dese bir tanesi, benim kafam çalışmıyor mu, ne münasebet diyorum. Zerreyim yani? Ama bu kadar zerreliğime rağmen benim içime de muhteşem bir kâinat dercedilmiş. Şimdi küçüklüğüme rağmen bütün kâinatın sahibi benim hem iç dizaynımı, hem de dış dizaynımı benim isteğime göre dizayn etmiş. Ben derin bir nefes aldım, ama deminden beri hepimiz nefes alıyoruz. Dakikada ortalama 16 kere nefes alıyoruz. Hiç farkında bile değiliz. Akciğerimizi, kaburgalarımızı, damar sistemimizi, iç dizaynımızı ayarladığı gibi Rabbim, havanın içindeki oksijen oranını da ayarlamış. Hani “Ol mahiler ki; derya içredir, deryayı bilmezler.” diye denizlerdeki balıklarla 15 Kadınlar Akademisi ilgili örnek verilir ya, güzelliklerin içinde yaşanırken farkına varılmadığını anlatan cümle ama kâinata baktığımız zaman şu ana kadar bilim adamları, Nasa'dakiler atmosfere sahip başka bir gezegen de hiç tespit edememişler. Tek atmosfer bizim dünyamızın çevresinde var. Hani o coğrafya derslerinde anlatırlar ya bize, 7 katlı göğün çevresinde, dünyanın çevresinde. Ne yapar atmosfer? En alt tabakası bizim içinde bulunduğumuz havayı ayarlar. Biz yine biliriz, % 79 azot, % 21 oksijen vardır. Şimşekler çaktığı zaman, bulutlar birbirine “Merhaba” dediği zaman, bu azotla oksijenin birleşiminden, % 75 - % 25 olarak değil de, % 79 - % 21 problem olmazken,% 25 - % 75 olsa, her bir bulutun çarpışması, şimşeğin ortaya çıkışında, jenör patlayıcısı gibi azotla oksijenin birleşmesinden ateş yağabilecekken bu % 79 / % 21 0ranı sebebiyle ateş yerine rahmet olan yağmur yağıyor. Artı basınç. Hani böyle denizin dibine aniden giden de vurgun yediği gibi, siz dağların tepesine de tırmansanız nefesiniz daralır. En uygun oksijeni tam sizin bulunduğunuz kata ayarlamış. Âlemde bir zerreyim ama, bu Kainatın Sahibi bütün bu dizaynı bana göre ayarlamış. O halde insanlar istediği kadar bana değer vermesin, O beni değerli görüyor ya, ben değerliyim. Annem bana istediği kadar “Sulu köyden susuz gelirsin” desin, Babam bana istediği kadar “ Kız olacağına erkek olsaydın, sen beni utandırıyorsun” desin, Cahiliye Dönemi’nin kelimeleri bunlar. Hani anlatılırken, o dönemle ilgili yorum yapmak haddim değil ama Efendimizin (sav) geldiği dönemde neydi? Kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. Neden gömüyorlardı? Çünkü kız çocukları ahlaksızlık, abidesiydi, büyüdüğü zaman başımızı derde sokacak, ahlaksızlıkla bizi utandıracak diye daha onlar büyümeden öldürerek akıllarınca yine bir realizasyon var orada, sağken temizken gömüyorlardı. Böyle bir düşünce. Şimdi her şeyin kılıfına uydurulabildiği bir noktada Rabbim beni seviyor. İsterse bütün dünya bana rest çeksin, Rabbim beni seviyor. Kocam desin ki; “Yaşın geçti çirkinleştin”, bana bir mail geldi, “Eşim bana bazı hayvancıkların isimleriyle hitap ediyor, dinde bu var mı?” diye bir mail var. Biz de düşündük, taşındık hayvancıklar ne olabilir? “Kuzum, Kuşum” diyebilir, “Civcivim” diyebilir, hani “Sarı kanaryam” diyebilir. Bunları mı diyor diye cevaben mail yazdık. O da, tabirimi hoş görün,16 tane hayvanı ihtiva eden bir liste yollamış, listenin içinde bunların hiç biri yok. Şimdi bak ben sadece bir kelimesini söyleyeyim, bu çok kibar böyle sütten çıkmış ak kaşık gibi cümle “Mal mal bakma... diyor” dedi. Mal dediğin mülk, kimin mülkü? Cenab-ı Allah'ın mülkü. Dedik ki ona sadece; “O sana değil, seni 'Yaradan'a hakaret ediyor. O’na ancak dua edilebilir. Yani ancak acınabilir. Çünkü sen bu dünyaya gelmeden önce kendi şartlarını belirlemiş biri değilsin. Cinsini, ırkını, yerini, ülkeni belirlemiş biri değilsin. Seni küçük görene ancak acıyabilirsin, yardımcı olabilirsin.” Nasıl havaya girdik ama. Benim koruyucum bir Allah var ki, sizi tarumar eder. Ama benim şimdi birazcık ayağa kalkmam lazım. Şimdi diyorsunuz kılıç kalkanı elimize 16 Kadınlar Akademisi alırız, onları da alırız bir gün. Biz zaten saygılı davranırız. Kadın merhamet, şefkat abidesi, yani. Ama ezilmeye de... Sonuçta bu mülkün de sahibi, kimliğin de sahibi, beni kadın ve anne olarak yarattıysa, benim ayağımın altına Cennet'i serdiyse, benim kendime yatırım yapmam, ama saygınlığımı da tatlı tatlı hatırlatmam lazım. Yoksa başka feministlerden filan benim öğreneceğim bir şeyim yok. Feministler gelsin benden eğitim alsın yani. Daha doğrusu bizden eğitim alsınlar. Evet, devam ediyorum, hayatı nasıl algılıyoruz? Olay böyle de ben hayatı biraz farklı algılıyorum. Benden köy kasaba olmaz diyor. Ben yapamam. Yapanlar nasıl yaptı? Şöyle hayata bakışını değiştir. İnsan ve kadın olarak sen misyonunun farkında mısın? Çok farkında olmadığımı gördüm. Ne yapayım derken, merak ettim, karşımıza iki fotoğraf çıktı. Şimdi bu iki fotoğraf benim hayatımın standart fotoğrafı. Nasıl? Bu sana neyi hatırlatıyor diye bir zamanlar bir reklam vardı, “çokomilk” diyordu herkes. Sonra hep “Bu sana neyi hatırlatıyor- çokomilk.” Sonra diyordu ki; “Hiç aklımdan çıkmıyor ki.” Şimdi bu iki fotoğraf da 2008'de Mardin'e gittiğimiz günden bu yana benim hiç aklımdan çıkmıyor. Şimdi, Hayatın İçinde Kadın ve Kimlik’le bu fotoğrafların ne alakası var Figen Hanım? Onu da bir parça paylaşayım. Burası Kasımiye Medresesi. Nerede? Mardin'de. Mardin gerçekten çok güzel bir ilimiz. Rabbim belediye olarak toplu geziler yapıp görmeyi nasip etsin. Tarihi, turistik değerleri gerçekten çok güzel bir yer. Biz de oraya 35 tane kadar doktor arkadaşla 2008'de sağlık taramasına gittik. Son bir saat şöyle hızlı bir Mardin turu yaptırdılar. Ve ardından medreseye geldik. Geldik ama çok eski bir medrese. Rektörlerin eğitim gördüğü bir medrese. Gelince baktım, yavrum benim, şöyle havuzlar öyle çok da estetik değil yani. Hele ben Bursa görmüş biriyim, Bursa'daki şadırvanları görmüşüm. Şöyle içeri girince hafifçe yollu dedim ki; keşke Bursa'daki şadırvanlar gibi olsaydı falan havuzlar. Benim estetik ve mimari bilgimden faydalansalardı keşke. Orada fikrimi ifade ediverdim öyle. Neyse, devam ettik. Bu arada herhalde rehberi biraz kızdırdım. Ben hep fikrimi beyan ediyorum. Burası ne? Keşke şöyle olsaymış, Selçuklular bana sormamış yani hata etmişler. Rehber de sağ olsun yanıma geldi, dedi ki; “iki tip insana dil ile nasihat zor olur, biri fikri kalın olan, bir tanesi de cüzdanı kalın olan. Fikri kalın olan; siz bir şey söylersiniz, “Ben onu biliyordum zaten” der. Cüzdanı kalın olan da o bilenlere parayı bastırdım mı emrimde çalıştırıyorum” der geçer” dedi. Bunu bilen, bu binayı 17 Kadınlar Akademisi yapan, rektörlere eğitim verenler “Hal diliyle nasihat etmişler” dedi. Allah Allah! Hal dili; havuzlar meğerse konuşuyorlarmış. “Nasıl konuşuyorlar ki?” dedim, yani. Duvardan aşağıya doğru akan su ruhlar âleminden dünyaya gelişi temsil ediyormuş. Birinci küçük havuz kişinin anne karnında geçirdiği süreymiş, kadın erkek diye bir ayırım yok. Bu insanın seyri. Bunun tabanı da dümdüz değil, şöyle 45 derecelik açıyla. Damlıyor çıkışa giriyor. Durmak yok anne karnında. Bakıyorsunuz hamileydi. A!.. ne çabuk geçmiş günler, daha dün hamileydi. Ahir zaman deyiveriyoruz. Ben hemen yine burada fikrimi beyan ettim yanımdaki arkadaşa. Burası çocukluk herhalde dedim. Çocukluk, gençlik ben anlarım çünkü hani zekiyim ya. Şurası ergenlik, burası da gençlik, burası da ölüm herhalde dedim. Rehber hanım dayanamadı. “Siz her konuda böyle hep karışır mısınız?” dedi. Ben de fikrimi beyan ederim efendim dedim. “Allah eşinize yardım etsin” dedi. İşte benim gibi bir hatunu var daha ne istiyor falan dedim. Orada hiç yine zeytinyağı gibi yukarıya çıktım ama mesele öyle değilmiş, burası doğum geçidiymiş, burası da ölüm geçidi. Yani dünya şu kadarmış. Sükût dedim. Burası ne peki? Burası kabir hayatıymış, şurası sura üflenip, ruhların bedenle buluştuğu nokta, mahşer yerine yürünen dar bir yol, burası da mahşer yeri, hesap, mizan, Cennet, Cemal. “Buradaki nasihat ne ola ki?” dedi yanımdaki arkadaş. Dünyanın küçüklüğünü düşünüp, dünyanın bir misafirhane olduğunu bilip, ebedi hayatı için gerekli olan levazımatı, malzemeyi temin edeceğin tek yerin burası olduğunu bilip zamanı iyi değerlendirmektir. Çünkü burası, şurayı iyi değerlendirirseniz buradan kar gelmeye devam ediyor. Ama burayı iyi değerlendirmezseniz burada bekleyin ki zaman geçsin. Dünya havuzunu da böyle dümdüz yapmamışlar, yarıya kadar bir sistemi var, 45 derecelik açıyla iniyor, sonra 15 derecelik yokuşla çıkıyor. O nasıl ki? Dedim. Dediler ki; “Doğdunuz, Aa! Kaykay doğdu, Aa! Yavrum benim, ilköğretime başladı, bitirdi, çok iyi bir lise, Üniversite, mühendisliği bitirdi çocuğum benim, mastır, doktorasını yaptı.” ...Evlendirdiniz mi? ...“Yok, öyle nişanladık.” ...Nasıllar? ...“E işte gelin iyi de... idare edeceksin.” ...Bu hayatın böyle seyri. ...Evi var mı çocuğun? ...“Yok da arabası var ama ev taksitine girdiler.” ...Eşyaları kim aldı?...“Kendileri”...Yapmadılar bu işi. Senin annen bize hiç emek çekmedi, ben onlara tavrımı koyacağım... onun annesi, bunun annesi. İlk bayram... nereye gideceğiz?... senin annen... benim annem... ikisine de gitmeyeceğiz, tatile 18 Kadınlar Akademisi gideceğiz... çocuk istemiyorum, çocuğa kim bakacak sonra, annen gelecek, çocuk nedeniyle evimize çöreklenecek. “Yaş 35” diyor, “yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün.” der Cahit Sıtkı Tarancı. “Yaş otuz beş! yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağımızdaki cevher, Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar? Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim. Nerde o günler, o şevk, o heyecan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan. Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız, Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız. Gökyüzünün başka rengi de varmış! Geç fark ettim taşın sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarmış! Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Ayva sarı nar kırmızı sonbahar! Her yıl biraz daha benimsediğim. Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? 19 Kadınlar Akademisi Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında.” Tam 37 yaşında ve Allahaısmarladık. Ama 35 yaşına kadar bedenin, beynin en zinde olduğu günlerde ben kimlerle cebelleşiyorum? Yok onun annesi, yok bunun annesi. Yok geldiler, yok gelmediler. Yok yaptılar, yok yapmadılar. Oradan bir arabesk geliyor, “Geçti ömrüm geçti...”diyor. “Ziyan oldum ziyan, nerede? ...nerede ben yanlış yaptım...?” dememek için hayatın imtihanları ne olursa olsun, hayatın yanında şöyle kendinize bir yol ayırmak lazım. Kendinize bir zaman dilimi ayırmak lazım. Aslında Allah rızası için olma ve Allah'ın huzuruna çıkma burada kişinin kendine ayrılan zamanı. Rabbim bu sebeple namazdan ve istikametten ayırmasın. Ama biz 35 yaşına kadar çok da öyle bilmiyoruz. Yokuş aşağı öyle bir gidiyor ki, hep öyle zinde bir hayat, hep öyle gidecek zannediyoruz. Sonra bir bakıyorsunuz ki, 40’a doğru yaklaştığınızda sırtınız ağrıyor, doktora gidiveriyorsunuz, “kemik erimeniz varmış, 'Devit-3' iki ampul verelim size…” diyor. En basitinden. Romatizmalarınız başlıyor, yağmur yağacak diyorsunuz. Bir mamografi mi yaptırsam, jinekolojiye kontrole mi gitsem, derken, bir bakıyorsunuz ki, ağrılarla zorlu bir yokuş. Bu kadarcık kısa bir dünya, burası misafirhane. Tam son nefese yaklaşınca Eyvaah! diyorsunuz, “ömür meğerse geçip giden bir rüzgar gibiymiş..” Hadis-i şerif var; “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Mesela bu eğitim programları nedir? Ölmeden önce uyanma noktalarıdır. Kocanla ilgili problemleri takma kafana, çocuklarınla takma, Onlara değer ver, onları sev. Ama aman ha, sen hayatta tek başına bir bireysin, kendi adına yatırım yapmayı da sakın ha ihmal etme. Bizim genelde Türk toplumu olarak şöyle bir şeyimiz var; biz kendimizi ifade etmekten çok, birilerinin bizi takdir etmesini bekleriz. Anlayıp bize sunmasını bekleriz. “Hakkım değil mi? Onca saçımı süpürge ettim, onun bunu düşünmesi gerekli değil miydi?” Düşünmeyebilir yani. Düşünmeyince de düşman ilan ederiz, alırız kalaşnikofu, bekleriz, bekleriz, takır takır bir tararız ki, artık onun arkasından da ortalık perişan olur. Evlilikte mesele en ciddi perişan eden şeylerden biri sevmemek değildir, saymamaktır. Biz saygıyı kaybedebiliyoruz. Sen zaten şöyle adamın birisin. Biz bir de bu saygısızlığı nerede yaparız? Babamızın yanında yaparız. “Ah babacığım ah! Nerede senin gibi eli becerikli, bir şeyden anlamıyor.” Siz bunu yaparsanız karşı taraf geride mi durur? Hemen gelir, Ah anacığım ah! Düzen yok, tertip yok, senin çorbalarının tadı hiç bir yerde yok. Eve gidince tekrar, “Sen beni babanın yanında...”, “Sen beni annenin yanında...” Şimdi filler böyle 20 Kadınlar Akademisi kavga ederken, fillerin ayaklarının altında en çok kimler ezilir? Çocuklar, yani çimenler. “Bir an önce evlenip de kurtulsam şu evden” diyerek ilk olumsuz modele atlayıp giden kızlar, “Sizden ne köy ne kasaba olur, sizden anne baba olmaz” deyip, internet kafeye, arkadaşlara, kendisini onore eden, değer veren, eline uyuşturucuyu veren, silahı verenlerin yanına, Allah muhafaza, gençliğimizi yediğimiz gibi meyvelerimizi de bozuk para gibi eze eze yemiş oluruz. O yüzden biz gurur için, hava için değil, evlatlarımız için kendimizin farkında olmak zorundayız. Onlar bize emanet. Ben çok ilginç bir şey söyleyeyim size. Çocukluk depresyonundan, daha doğrusu bebeklik depresyonundan bahsettiler. Ben yok canım dedim, yani bebekliğin depresyonu mu olur? Oluyormuş. Emmiyor çocuklar yeni doğunca depresyonda. Yeni doğan bebeğin de depresyonu nasıl olur dediğinizde, karşınıza çıkıveriyor. Anne karnındayken diyor ya, hiç istemiyordu çocuğu, nereden geldi, nasıl bakacağız? Maaş derdi, çocuk derdi, ev derdi, geldi artık ne yapacaksın, aldıramazsın da, hayat böyle devam edecek. Yavrucağım diyor ki, hiç istenmediğim dünyaya geliyorum. Emmiyor sonra, geceleri gazı oluyor, koşturuyorsunuz, papatya çayı, rezene çayı. Hâlbuki en ciddi ilaç sevgi. Kendimizin farkında olup çevremize sevgi çiçekleri dağıtabilmek. Evet, bu yol uzun gibi görünüyor da, Ama bazen öyle bir şey var ki, bütün bu yol, eğer şurayı iyi değerlendirirseniz, göz açıp kapayana kadar da geçmesi mümkün mü? Mümkündür. Onunla ilgili örnekler verilir ama onu başka bir bahara bırakıp, diyorum ki; eğer şu yolun hızlı, bereketli güzel geçmesini istiyorsam dünyayı iyi değerlendirmek durumundayım. Benim bugünkü derdim; kadın olarak şu dünyayı iyi değerlendirmek. Ben kendi adıma mahşer yerinden korkuyorum. Bilmiyorum içinizde hac nasip olan var mı? Arafat'tan Müzdelife'ye yürünen yol burası. 3 milyon kişi aynı gece Arafat'tan Müzdelife'ye gidiyor. 16 km.'lik yol, yorgun bir vücut, burayı yürümek çok da kolay olmuyor. Ama 3 milyon kişi hepsi Arafat'tan Müzdelife'ye gidiyor. Bir de mahşer yerini düşünün. Ben ne yapayım dedim, bana ne, ben herkes gibi böyle yürümek istemiyorum, ben VİP'te olmak istiyorum yani. İyi bir turla gittiğinizde, 16 km.’nin 15 kilometresini vınnn, sizi lüks otobüslerle götürüyorlar, 1 km.'yi böyle göstermelik yürüyüveriyorsunuz. Mahşer yerinin de VİP'leri var mıdır? Vardır. Arş-ı Alanın gölgesi, Havz-ı Kevser'in başı, buralarda tur atmak istiyorum. Arş-ı Ala'nın gölgesi dedim, Allah için birbirini sevenlerden önce adil idareciler, gene kadınlar ne kadar idareci oluyor? Olamıyor. Olur mu? Evlatlarıma eşit davrandığım an Arş-ı Ala'nın gölgesindeyim. Ben kendimi fark eder, gelin-kaynana-koca-akraba kavgalarını bırakır, evlatlarıma eşit muameleyle eğitim verirsem Arş-ı Ala'nın gölgesindeyim. Neyse VİP'den sonra bahsedelim, ben konuma devam ediyorum. Bir koşuşturmanın içinde gidiyorum, 21 Kadınlar Akademisi hayatı anlamlandırmam lazım. Nasıl anlamlandıracağım ki? Günümüzdeki hayat tarzı, maddi imkânlar, dünyevi meşguliyetler bizi çok oyalıyor. En çok şu “Hayat Tarzı” denen nokta sağ olsun, eğitimci liselerimiz var yani. Her akşam bizi böyle değişik şekillerde eğitiyorlar, tahrip ediyorlar, bozuyorlar. Bir örnek vereyim. Acilde nöbetçiyim, daha doğrusu, arkadaş Cuma günü Cuma namazına gitti, Bir saat ben acile bakıyorum. 68 yaşında migren atağıyla bir teyzem geldi. “Başım çok ağrıyor evlat” dedi. Ben de aldım, baktım, tansiyonu falan normal, migren, acilde serumunu taktık, içerisinde ağrı kesicisini verirken, moral olsun diye hafifçe şöyle sırtına dokundum, “Gelin mi üzdü?” dedim, hani böyle kayın validelerin damarıdır gibi, hâlbuki gıybet, ne gereği var kadıncağızı gelinin arkasından konuşturacaksın, “Aah! Aah! Yavrum hep Feriha'nın yüzünden oldu” dedi. Oğlan idare edemiyor mu teyzeciğim? Dedim. “Edemiyor, Emir idare etse olmayacak zaten bunlar” dedi. Anlamıyor mu dedim. Şimdi ben böyle saf saf sorunca, hemşire hanım anladı benim bihaber olduğumu, kenara aldı, hocam dedi bu bir dizi. Feriha'nın adı yok mu? Ha “Adını Feriha Koydum” öyle bir şey. Bu dedi böyle böyle bir dizi var. Sonra içeri geldim, dedim bak ben bu baş ağrısının sebebini sana söyleyeyim, Feriha kapıcının kızı, Emir de zengin patronun oğlu. Nerelisin teyzem? Dedim. “Kastamonu” dedi. Maşallah güzel de bir hanımmışsın, kim bilir gençliğinde ne kadar güzeldin dedim. “Ooo! Çok güzeldim, gerçekten” dedi. “Köyün bütün delikanlıları da peşimdeydi” dedi. 68 yaşında teyze kızları da başında, oğlu da gidip ödeme yapıyor, geliyor falan. Ondan sonra, annemiz muhteşem hasta. Tabii güzel insanın böyle, köyde baban ne iş yapardı? Tarlanız mı vardı? “Biz fakirdik, babam çoban idi” dedi. “Ama köyün ağasının oğlu bile bana âşıktı.” Onunla mı evlendin şimdi? Dedim. “Yok” dedi. “Zengin ya onlar” dedi. “Çobanın kızını almadılar” dedi. “Davul dengi dengine gitti ama kimse bizim aşkımızı dinlemedi” dedi. Dedim ki; stop. Arkadaşlara, hemşirelere döndüm dedim ki, siz zannediyor musunuz ki, Emir'le Feriha'nın aşkına üzülüyor bu teyze? 18 yaşında yaşadığı aşkına ulaşamamasının acısını 50 yıl sonra yaşıyor. Olur mu böyle bir şey? Psikiyatristlere gittiğinizde, aynal yorumlar diye bahsediyor, diziler de bu aynal yorumlara hitap ediyormuş. Siz onu seyrederken, beyninizde aynen siz onu kendiniz yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. O teyze 68 yaşında 50 yıl öncesine gidiyor, 18 yaşındaki duygularının karşılığı olarak tepkiyle acile baş ağrısıyla geliyor. Kimisinin başı ağrıyor, kimisinin vücudu haşat gibi oluyor, kimisinin, Kurtlar Vadisi'nden sonra sinirleri geriliyor. Toplumda böyle geçmişi yaşayan yaşayana. Hiç kimsenin geleceği yaşamaya enerjisi kalmıyor. Geçmişle öyle bir oyalanıyor ki, atılımı kim yapacak dendiğinde hiç kimsenin hali yok. Dertlerle malul. Her akşam insan bu kadar mı dertlerle malul olmak için o siyah kumandanın başına gider. Hatta bir arkadaştan duydum, diyor ki; “Bir dizi kesmiyor 22 Kadınlar Akademisi beni, falanca kanalda falanı da reklam alanında falan ikisini birden götürüyorum. Ama ne yapayım? İkisinden de geçemiyorum.” Detayına inecek olsanız, ailede sohbet kalmamış, kocasıyla paylaştığı konu kalmamış, çocuklarından göreceği saygı kalmamış, kaçtığı bir televizyon var dostu. Rabbim televizyonun şerrinden muhafaza eylesin. Hayat tarzı, Maddi imkânlar. Maddi imkânları da, mesela İstanbul dizilerine bakın, bir tane doğru dürüst orta halli evde çekilmiş bir dizi yok. Yani hep böyle villalarda, herkes baktığı zaman, “Vay be insanlar nerelerde oturuyor?” diyor. Siz İstanbul'dasınız, çevrenizi görüyorsunuz, bir de bu olaya Siirt'ten bakın, Hakkari'den bakın. Büyük kitleleri birbirine vurdurmalarına bakın. “Adamlar nasıl yaşıyorlar, bir de bizim buradaki halimize bakın.” Sonra birbirine giren kitleleri düşünün. Çok taktik stratejist diyorlar. Ne yapalım? Hataları bulalım. Hayır, biz onların bizi etkilemelerine izin vermeden, misyonumuzu hissedip neslimize sahip çıkalım. Evlatlarımıza güzel modeller, güzel örnekler olalım. Yoksa şikâyet etmek çözüm değil ki. İnsanın yakınında gördüğü, yakınında bulduğu, yakinen tanıdığı onu daha fazla etkiliyorsa ben de ne yapabileceğime bir bakarım. Ben de sordum; Beni cezbeden, tatmin eden, mutlu eden ne? Tabii, mutlu ve entelektüel kadın olmak beni mutlu edebilir. Ben hiperaktif çocuklara, büyüyünce benim gibi olacaklar diye hiç kızmam. Mutlu ve entelektüel kadın. Tabii mutlu olmak da âşık olmaktan geçiyor ama aşık olmak için öncelikle aradığın aşkı bulmuş olmak lazım. Aşk dediğiniz şey mum alevi gibi ne kadar süre devam eder bilmiyorum. Sevgi ve saygı işin içine girmedikten sonra aşkla geçen bir ömür, Allah aşkı dışında çok da uzun vadeli görmüyorum. Sonra devam ediyorum, bizi en çok etkileyen şeylerden bir tanesi diyetisyenlik midir nedir? Dönmedi dilim neyse diyet estetik diyelim. Böyle bir bölüm var ya, şu son dönemde bir psikolojiye bir de ona ihtiyaç artmış. Gidiyor musun? Rejime dikkat ediyor musun? Televizyon programlarında bakıyor musun? Maydanoz suyu mu zayıflatıyormuş ne? Hâlbuki ben kendimle barışık olduğum ve vücuduma da çok eziyet etmediğim müddetçe benden daha iyisi olmamalı. Ama öyle değil, açlıktan ölecek kadar az yiyip, vücut ölçülerini sıfır beden olarak koruman lazım. Koruyamayanlara yazık(!). Maddi hiçbir sıkıntının olmaması lazım, hiç bir sıkıntı. Hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemen, hele evimin çok güzel olması, şöyle eskitme kapılar filan böyle çok hoşuma gidiyor. Melek anne diye Beylerbeyi'nde oturan, şimdi rahmetli olan bir teyzem vardı. Denizin kıyısında evler var, aradan yol geçiyor, onun bir üstünde evi. Bizim tanışmamız da sağlık nedeniyle idi. Kalın barsak kanseriydi, o sırada bir diyaloğumuz olmuştu. Bir gün balkona oturduk, dedi ki; “Bak, şuradan şuraya bütün evlerin sahiplerini biliyorum. Bir tane mutlusu yok içinde” dedi. “Şu alkolik, şunun kocası terk etti, bu hasta, şu şöyle... ama hepsinin evi denize sıfır.” Allah'ı tanımadıktan sonra nerede olursanız olun mutlu olmak mümkün olmuyor. Evler, yaşadığımız sosyal muhitler, zevkler 23 Kadınlar Akademisi sizi mutlu etmiyor. Benim memleketim Aydın/Nazilli. Nazilli küçük bir ilçedir böyle, güzeldir yani. İklimi de yumuşak, hoş. Orada basma fabrikası vardı, Sümerbank Basma Fabrikası diye geçer, babam da orada ustabaşıydı. Fransızlar yapmış fabrikayı. Böyle 70 m2'lik lojmanları vardı. Böyle çevresinde bahçeler. Bana çocukluğumu sorduğunuzda, Allah! Cennette mi yaşıyorum acaba, sarayda mı yaşıyorum? Şimdi evimizin küçük bir balkonu var, orada bile benim 17 tane gül saksım var. Neden, çocukluğumun geçtiği bahçede güller vardı ve çok mutluydum. Ben güllere bakınca çocukluğumu hatırlayıp mutlu oluyorum. Yıllar sonra çocukları aldım Nazilli'ye gittim. Lojmanlar yıkılmış, fabrika üniversite olmuş, hasbelkader, bizim yaşadığımız ev depo olarak kalmış. Çocuklar geldiler dediler; “Anne bu evde mi yaşadın?” Evet, bu evde yaşadım. Burası diyorum yatak odasıydı, balkon sofa dedikleri kadar, “bu kadar küçük evde nasıl yaşadın?” Bana saraydı burası dedim. Size küçük görünüyor ama benim çocukluğumda o evimizi bana sorduğunuzda benim için saraydı. Halinden şikâyet eden bir annem, eve gelip terör estiren bir babam yoktu. “Hamdolsun, Elhamdülillah” diyen bir anne babam vardı. Hiç unutmuyorum, ben üniversiteye gittiğim zaman Rizeli, babası kuyumcu olan bir arkadaş, “Senin baban müteahhit mi?” dedi. Dedim ki; nereden çıktı? Dedi ki; “Her teneffüste kızlara çay ısmarlıyorsun” dedi. Babam işçi emeklisi, emekli maaşıyla geçinen biri. Neden? Bir çay bana göre, çünkü; gani gani kendiyle mutlu bir ailede büyümek. Şimdi biz çocuklarımıza hangi aile ortamını veriyoruz acaba? Yetmedi, bitmedi, mutlu olmadım, alamadım, çalışmadım, olmadı, tutmadım. Çocuklar evden kaçacak yer arıyorlar. Eskilerin bir şarkısı vardı; “Affan dedeye para saydım, sattı bana çocukluğumu.” derdi. Şimdi acaba çocuklar çocukluğunu satın almak isteyecek mi? Yoksa hırsla hayat atılmak mı isteyecek? Evlerimizi Cennet Bahçesi haline biz getirebiliriz. Bunların hepsi bana göre mutluluk veren değil, olursa güzel, O’nun rızası istikametinde kullanılırsa güzel, ama mutluluğu verecek olan şey bu değil. Ben acaba biraz kendime mi güvenmiyorum? Hani güvenimi mi yıkmışlar? Dedim, sonra baktım, şu kuğunun bile görüntüsünden uçtuğunda, Allah'ın izniyle dünyayı uçurur mu bu kadın? Allah'ın izniyle uçurur. Ne yapayım o zaman? Cevap: Zaman öldürmekte çok usta olduğumu biliyorum. Zaman öldürme konusunda birazcık daha cimri olayım. Kredi kartıyla harcama konusunda demiyorum ama zaman öldürme konusunda çok iyi olduğumuzu ben biliyorum yani. Birisine 5 dakika gülümsemek çok zor gelirken, saatlerce telefonla lak lak çok kolay gelebiliyor. Zannediyorum ki ben başkasına zamanımı ayırıyorum. Hayır, kendi zamanımı bozuk para gibi yiyorum. Ne yapayım? Zaman gidiyor, değiş Figen diyorum kendime, değiş, tarzını değiştir. Bir söz var, biraz ağırca bir söz; işte “Bir kuşu kafesten çıkarmak, o kuşun 24 Kadınlar Akademisi kafasından kafesi çıkarmaktan daha kolaydır.” diyor. Kafalarımızda kafesler var. Öyle anlatırlar ya, bir kavanoza bir pire koymuşlar, bir sıçramış kapağa çarpmış, iki sıçramış kapağa çarpmış, üçüncüsünde kapağı almışlar ama artık pire başı kapağa çarpacak diye zıplamamış. Biz de biraz öyle. Ben yapamam, ben bir kere denedim olmadı ama başarı öykülerini anlatırlar bize, işte Kentuky Fried Chicken diye bir mağaza zinciri vardır, işte dokuz yüz bilmem kaç kişiye tavuğunu sunmuş hiç biri beğenmemiş, ama adam sonrasında vay be dünyada tavuk markası olmuş. Ee! Yılmamak lazım. İşte Edison denerken bilmem kaçıncı deneyinde elektrik ampulünü bulmuş, Vav! caymamak lazım ama bizde sağ olsun öyle bir inşaat, yapı var ki, depresyona acayip meyilliyiz. Mesela ben hiç birinizin evinde olduğunu düşünmüyorum. Alın bir şarkı sözü söyleyeceğim, şarkıyı söylemeyeceğim, “Batsın bu dünya, bitsin bu rüya, kaderin böylesine yazıklar olsun.” Bu şarkı sözünü bilmeyen var mı içinizde? Herkes biliyor. Orhan Gencebay'ın. Ben bir keresinde Boğaz gezisine giderken baktım Orhan Baba tam köprünün ayağında o da çayını içiyor, vay be dedim Orhan Baba burada mı yazdın bu şarkıyı? “Batsın bu dünya...” Ama beynimin bilinçaltına girmiş bu. Sonra bizim ikinci sevdiğimiz bir türkücümüz vardı, İbrahim Tatlıses. Onun bir “Yalnızım” türküsü vardır. “Tutun kollarımdan düşerim şimdi, yalnızım, yalnızım, yalnızım dostlar.” İnsanın Allah'ı olduktan sonra hiç yalnız olmaz ama o şarkıyı nağmesiyle bir dinlediğinizde elinizin, kolunuzun canı gider yani. Ardından ben arabesk, Türk Halk Müziği dinlemiyorum diyebilirsiniz. Türk Sanat Musikisine şöyle gidiyorsunuz, toplumu çünkü çok ciddi hazırlamışlar. Çünkü; buradaki bir saat bu seminer elimizdeki sihirli değnek değil yani böyle tıkıtık tık. Demin Saniye Hanım dedi ya; “Ne olur devam edin.” devam da değil, dikkatli olun. Bizi yıllarca bu şarkılarla, devamla belli konularda demoralizasyona itmişler. Türk Sanat Musikisi, “Gülmeyecek bu yüzü neden verdin bana Yarab... Ya birazcık neşe ver, ya beni baştan yarat.” Hâşâ emrin olur yani. Bu şarkını içinde isyan. “Çile bülbülüm çile...” Safiye Ayla'nın bir zamanlar 10 Kasımlarda, hiç duyamazsak 10 Kasımlarda... Ben hatırlıyorum, 10 Kasım’da Atatürk'ün sevdiği sanatçı diye ona şarkı söyletirlerdi. O da Çile bülbülüm çile... Allah diye bağırınca, ben de ufağım, anne! anne! televizyonda kadının biri Allah diye bağırıyor. Bu benim çok ilgimi çekerdi orada Allah demesi. Ama öbür kelime de var; Çile. Hayat çile demektir yani. Ardından biraz daha geçiyorsunuz, Türk Sanat Musikisinde çok örneği var bunun % 80 kadere isyan, % 15 işte alkol, agora meyhanesi, % 5'te Efendimizle buluşmaları bile neşeye dönüştürmüşüz ama “Muhabbet bağına girdim bu gece, gonca güllerini derdim bu gece, Vuslatın şahına erdim bu gece. Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş...” Ama bunun arkasından müziği duysanız. “Ararım.” diye gidiyor yani. Hâlbuki Efendimiz’i (sav) rüyasında görmüş, “Muhabbet bağı.” dediği Sallalahu aleyhi ve sellem'i gördüğü bir rüya. 25 Kadınlar Akademisi Maneviyattan kopmuşuz, depresyonun kucağına oturmuşuz, birisi bana “hadi yürü” dediğinde, hiç halim yok diyorum. Yorgunum, yorgunsun, yorgunuz... Sıkkınım, sıkkınsın, sıkkın... bize böyle kalkıp adımını at diyorsun hiç halim yok. ...Böyle geldi, böyle gidecek değil. Böyle geldi, böyle gitmesin. Etraf kupkuru bile olsa, dıştaki engellerden önce biz “Allah'ın izniyle ben bunu yaparım” demek lazım. 8 yıl kadar önce Amerika'dan iki tane prof. bayan geldi. İslam'da kadını araştırıyorlarmış. Birisi 82 yaşında birisi de 73 yaşında. Birlikte kahvaltı falan yaptık, 82 yaşında olan çok ilgimi çekti. Amerika'dan kalk gel, bir de kadıncağız anlatırken ilk geldiği yer Türkiye diye bahsetmedi. Suriye'ye, Lübnan'a birçok ülkeye gitmiş, İslam'daki kadın modellerini araştırıyor, Türkiye'ye de getirmişler. Dedim kaç yıllık profesörsünüz? “Ben herhalde 20-25 yıl oldu prof. Olalı” Allah Allah dedim, “ben doktoraya 46 yaşında başladım. Benim 5 tane çocuğum var, iki tanesi eşimin ilk evliliğinden, 3’ü benim çocuğum.” Eşi de Felsefe profesörüymüş. “Eşim dedi ki; “Çocuklar büyümeden doktora yapamazsın, psikolog bir kadınım. 46 yaşında doktoraya başladım” dedi. “İşte şu an kürsü başkanıyım” dedi. Geldiğinde 82 yaşında. Şimdi 89 yaşında uçağa binemiyor, bana mail atıyor. “Figen, how are you? Nasılsın? Çok özledim.” Aynen üniversitedeki görevinde de devam ediyor. 89 yaşında. Allah Allah elin yabancılarında ne enerji var diyorum mesela, hâlbuki Eba Eyyub Al Ensari Hazretleri bakıyorsunuz 88 yaş civarı buraya geldiğini biliyoruz. Atına kendini bağlattığını biliyoruz. Hadi Eba Eyyub Al Ensari Hazretleri erkekti Figen Hanım. Tamam, kadından bir örnek vereyim; Hala Sultan var. Kıbrıs'a gidenler, Rum kesiminde olduğu için ziyaret edemiyor ama Efendimiz’in (sav) süt teyzesi, evine ziyarete gitmiş bir gün, uyumuş dizinde, gülümseyerek uyanmış. Hala Sultan demiş ki; “Ya Resulallah niye gülümsediniz?” “Rüya gördüm” demiş. “Rüyamda sahabelerimiz, arkalarımızdan gelenler deniz ötesi fethe gidiyorlardı. Görmek beni mutlu etti rüyamda” Karşılığı tam kelimesi kelimesine değil, Hala Sultan, “Ya Resulallah” demiş, “Dua edin, ben de o sefere katılayım.” Sen kadınsın olmaz dememiş Efendimiz (sav) Gülümsemiş, Peygamberimiz dua etmiş, “Rabbim Hala Sultan'a da o sefere katılmasını nasip eyle.” Hala Sultan 80 küsur yaşında. Efendimiz (sav) vefat etmiş, Hz. Ebubekir (r.a.) vefat etmiş, Hz. Ömer zamanında Kıbrıs'a sefer düzenleniyor, Hz. Ebu Talha'nın (r.a.) bulunduğu o seferde Hala Sultan da var. Atıyla birlikte Kıbrıs'ın fethine katılıyor. Yani, benden geçti, ben artık kayın valideyim, gelin çay getirsin, oğlan şunu yapsın, bunlar bizim geleneklerimizde de yok, hayatımızda da yok. Neden biz böyle olduk? İşte “Batsın bu dünya.” dinleye dinleye kendimizi batırdık. Çıksın bu dünya Allah'ın izniyle, çıkalım. Bir şeyler burada olsa, kimse böyle düşünmüyor çevremde, olsun, valla çevremin nasıl düşündüğü benim çok umurumda değil. Çünkü; ben o kabre tek başıma giriyorum. Bu hayatın hesabını bana tek başıma soracaklar, o yüzden çevrem çok da beni 26 Kadınlar Akademisi engelleyemez deyip yola devam ediyorum. Hayatın kontrolü kimin elinde? Ben niçin yaşıyorum? Bunları böyle derken dünyama baktım, dünyamdan tabii taviz veremem dedim, dünyam hâlbuki 1 m2 bezle başlayıp, 1 m2 toprakla bitiyor. Dünya dediğim şey bu. Veremediğim, paylaşmadığım dünya. Benim ama hayat benim hayatım. Sonra bir bakıyorsunuz, bazı medyada veya başka şekillerde görmüşsünüzdür, beni çok etkilemişti, dizden aşağısı yok, iyi bir koşucu, hatta saf kan bir Arap atıyla da koşu yapmış, Arap atını geçmişti. Ayakları olmayan çocuğa da metal kaşıklarla yürümeyi öğretiyor ve bunun mutluluğunu yaşıyor. Ben de bir takım deneyimlerimi, edindiğim deneyimlerimi bir başkasına aktararak Allah'ın izniyle mutlu olabilirim. Yardımlaşma bunun adı. Bir de üstelik benim zannettiğim şeyler de olmaya da biliyormuş. Hatta şu çocuğun dirseklerden sonrası da yok. Ne kadar çok şükredecek şeyim varmış. Bırakın dirseğimi, kolumu, şu 4 parmağım, şu bir parmağım olmasaydı bile ben bu ilmi kazanamazdım. Tek parmak bile o kadar büyük bir nimet ki, elimizdekileri Rabbim afiyetle fark etmeyi nasip etsin. Bakıyorsunuz yaşlanmışsınız, hani gözünün yaşına bakmadan gider, diyorum ki, neden kırıştı? Gitme, ben böyle değildim. Hiç bana sormuyor bile, gidiyor. O halde gitmeden ben de onu tepe tepe Ahiret adına kullanmak zorundayım. Evim ama beni en çok meşgul eden yerlerden birisi. Canım benim evimi de çok seviyorum. Perdelerini falan yeni yaptırdım, hoş değil mi ama? Yani gerçekten. Hani böyle sarmaşıklı bir evim, yurt dışından bir fotoğraf. Evim böyle benim. Sonra Rabbim nasip etti, 2008 yılında bir Sudan, Darfur ziyareti vardı. Ne yapabiliriz diye gidilen bir ziyaretti. Çok samimi söylüyorum, ben Aydın’daki evi bilerek bahsettim. Babamdan bilerek bahsettim. Ben Bebek'te büyümedim, Etiler'de büyümedim. Büyürken de en sevdiğim şey belki mahallede futbol oynamaktı. Yani, böyle özel okullarda eğitim falan almadım. Sadece bir avantajım olabilir, iyi bir ailem vardı. Allah onlardan razı olsun. Çok şakacı bir babam vardı, bir de Allah razı olsun moral verirdi, “sen Allah'ın izniyle yaparsın” derdi. Bir gün bana bir kravat, tabii Allah erkek evlat vermemiş, ben ortancayım, onun için bana böyle kız evladı gibi çok da nazlı davranmadı. Yaparsın sen Allah'ın izniyle dedi. Ben onun hem oğlu, hem kızı oldum. Oradan gelen Allah'ın izniyle yaparım ağabey falan, bayanlaşmak için kendime göre çaba sarf ettiğim dönemlerim oldu. Ama olsun. Şartlar ne olursa olsun, Cenab-ı Allah sizi çok değişik yerlerde istihdam edebilir. Birilerinin kulu, karısı, çocuğunun annesi olmak değil, Allah'ın kulu olduğunuzda dünyanın en zor görülen merhalelerini siz onun izniyle aşabilirsiniz. Evet, Sudan'daki evlere baktım. Sonra devam ettim, oradaki hanımlarla hasbihâl ettik. İç savaşta dul kalmış hanımlardı bunlar. 47 tane kabile. Onlar orada kaşının gözünün üstü. Her birinin elinde yiyecek ekmek yokken son model 27 Kadınlar Akademisi kalaşnikoflar var. Kalaşnikofları nereden bulduklarını sordunuz mu? dedik, kimini Avrupa ülkelerinden biri, kimini Uzak Doğu ülkelerinden biri vermiş. Onlar birbirlerine ateş ederken, toprağın altındaki petrolün yarısını Çin çıkarıyor, yarısını da Amerika. Biz bu oyunların benzerini görmüyor muyuz? Nerelisiniz? Ben diyorum ki, Aydın'da doğmak için ben dilekçe vermedim. Ağrı'da da doğabilirdim. Adımın Figen olması için, işte genetiğimin şu olması için ben dilekçe vermedim yani. Ben dilekçe vermediğim gibi Hakkari'de doğan, Muş'ta doğan da vermedi. Olay böyle olunca birbirine düşmanlık noktalarını değil de ortak noktaları bulmak lazım. Biz sonuçta kocaman bir Osmanlı devletinin torunlarıysak, biz Almanlar gibi saf ırk değiliz. Ben Nazilliliyim diyorum ama bilebildiğim bir tarafım Trabzon, Of'tur yani. Bir Of damarım var. Öbür dedem Konyali. Konyalı olan dedemin büyük annesini de Kafkasya'dan gelin getirmiş onun dedesi. Anneannemi Balıkesirli zannederdim, ona da Şıhlar sülalesi derlermiş, araştırdık ki meğerse dayımlar Erzurum'dan gelmiş. Şıhlar Sülalesi de Şeyh Şamillerden gelirmiş, Dağıstan'dan. Ben nereliyim sizce? “Türkiyeli”. Ben Osmanlıyım diyordum, sonra Yunanistan muhaciri bir ailenin oğluyla evlendim. Kızım diyor ki; “Asıl Osmanlı benim, sende Balkanlar yok, bende Balkanlar da var.” Şimdi biz, kimsenin kimseye laf edebileceği bir toplum değiliz. Biz ancak, Allah bir, Resul bir, kardeşlik var. Bunu diyebiliriz. Ama nasırımıza basarlarsa, böyle oturup dul kadınlar olarak kalırız, yetim çocukları istedikleri gibi büyütürler, Milli değerlerimizi de alırlar çata çata kullanırlar. Biz anne olmak zorundayız. Yağmur yağmıyor diye düşünülebilir, Muson Yağmurları yağıyor buraya. O yüzden naylondan brandalar var üstlerinde. Bu evin 4 çocuğu vardı, ikisini görüntüleyebildik. Bu da evin içiydi. Şunlar da mutfak takımları. Mutfak 28 Kadınlar Akademisi takımlarına baktım şöyle yakınından biraz, hiç marka filan yok. Porland Porselen mi acaba diye düşündüm, değil. Şunu da Ferman Çeyiz'den mi aldın? Dedim. Bu da yatak çünkü. Ondan sonra tam Türkiye'ye döndük. Tarih 2008 Şubat. Televizyonda bir program var; “Yemekteyiz” diye bir program. “Ayyy!.., bu benim damak tadıma uymadı” diyor. Hay senin damak tadına diyorsun. Bunları görmüştüm, günde bir övün mısır unu bulamacı yiyemeyen insanları görmüştüm ben, bir de “Bu benim damak tadıma uymuyor.” Nankörlüğün eğitimini değer görüyoruz. Çat kapatıyoruz. Yardımlaşmanın eğitimini almak zorundayız. Nankörlüğün ve isyanın değil. Burası mesela bir caddeydi. Şurası da yine 5 m2 lik tuvaleti banyosu olmayan bir evdi. Bu evlerden kaç tane vardı. 1.200.000 kişinin yaşadığı bir yerdi burası. Nereden biliyorsunuz tuvaleti banyosu olmadığını? Biz bu evi ziyarete gittik. Evdeki hasta çocuğu. Çıkarken, üzerimde uzunca bir pardösü vardı, pis sudan dolayı, Yanımızda bize eşlik eden Mehmet Bey dedi ki; Abla cilt temizliğine dikkat edin dedi. Ben de yağmur suyu dedim ne bileyim onu. Buraya hep lavabo idrar hepsi akar, lavabo yok zaten de, su. İdrar deyince, “evlerde tuvalet yok” dedi. Ben böyle birden durakladım. “Büyük abdesti böyle poşetlere alıyorlar, işe giderken atıyorlar.” dedi. “İdrar buraya gidiyor” dedi. Kıbera buranın adı. O Kenya'nın merkezindeki o büyük Nairobi denen başkentin yürüyerek hemen 15 dakika kenarında. İleriden baktığınızda kocaman dev dev binalar var. Kitleler arası böyle savaşın olduğu bir yer. Varlıkla yokluğu tokuşturulan bir yer. Yardımlaşma olmayınca tokuşmalar oluyor. O halde kadın olarak benim hayatıma yardımlaşmanın girmesi lazım. En büyük yardım nedir? Bana göre, Belediyenin bu programı size bir yardımsa, sizin buraya gelmeniz de kendinize bir yardım. Gülümseme çok önemli. Sonra o benim muhteşem güzel evime kuşlar dediler ki; biz de bir yuva yapabilir miyiz? Kiralar birazcık pahalıca. Geldiler dışarıdaki terasa oturdular birlikte evlerini yaptılar. En son kapılarını kapatırken, içeriye girerken dedi ki bana; “Abla sen de evine dikkat et, özen göster.” Yavrum dedim, ben zaten evime özen gösteriyorum. Meğerse bahsettiği ev (Mezar-Ahiret yurdu) bu evmiş. Bu eve de gitmeyen olmayacakmış. Herkes gidecek, Ben şu evi, dün akşam hatta yaşı 80'li olan babacığımla konuşurken bir örnek verdim. Ben bu evi güzel bir eve çevirmek istiyorum. “Kalp Hayatı” diye bir kitaptan ölüm anını okudum. Kadın erkek herkes ölüyor. Ölümün ne kadar zor olduğundan, biraz da yaş itibariyle bu duyguyu yaşadığını anlatırken, ben de ona bir örnek anlattım. Böyle çok kalp ehli bir teyzem var, kalbi çok güzel bir insan, dedim ki; Kombassan Holding vardı Konya'da. Başındaki Haşim Bey, vefat etmiş Haşim Bey. Dedi, “Arş-ı Alada onu gördüm.” Dedi ki; “Haşim bey çok cömert birisiydi.” İsim vermedi de, “çok cömert birisiydi” dedi. “Yanına gidene ikram eder, gittiği yere toplantıya bir yığın erzakla, ikramla giderdi” haftalık da böyle sohbetleri olurmuş. Sohbette bir 29 Kadınlar Akademisi gün genç bir delikanlı gelmiş, beyaz takım elbiseli. 10 dakika bir sohbet demişler, yarım saati almış, çok da güzel, hoş bir sohbet olmuş, Haşim Bey kalkmış, “Hay Allah senden razı olsun delikanlı, gözümüzün, gönlümüzün pası silindi” demiş. Şöyle bir sarılmış o delikanlıya. Sonra ayrılmış, yerine oturmuş, delikanlı demiş ki; “Madem çok sevdiniz, haftaya da bana buyurun. Evinin adresini vermiş. O gün ilk defa geliyor. Adresi almış Haşim Bey, hediye paketlerini almış, arkadaşlarıyla birlikte gidiyorlar, biraz şehrin dışına doğru çıkmışlar, bakmışlar ki, yol biraz uzadı, bir kısmı demiş ki, “biz dönüyoruz.” Hava karanlık, dönüyoruz. Diğer bir kısmıyla birlikte “Biz söz verdik, gideceğiz.” 5-6 kişi, eski bir böyle pejmürde bir çalıların olduğu yere gelmişler. Demişler onlar biz de döneceğiz. İlgili bey demiş ki; “Hayır ben söz verdim, dönmem.” Elinde paketlerle o mezbelelikten içeriye bir girmiş ki; Karşıda beyaz 3 katlı beyaz muhteşem bir villa. Villanın kapısında da o beyaz elbiseli delikanlı. Kapıyı açmış, buyur etmiş, yemişler, içmişler, sohbetleri bitmiş, “ayrılıyorum ben, delikanlı demiş, ne güzel, hoş sohbet ettik ama ben senin ismini sormayı unuttum. Demiş ben Azrail'im (as). “Aa! Demiş, şimdi benim ruhumu mu alacaksın?” “Ben aldım emanetinizi” demiş. “Allah Allah! ben şimdi ölü müyüm” demiş. “Evet, ben aldım.” “Ne zaman aldın ki, ben hiç fark etmedim?” demiş. Hani ölüm zor ya. Hani ben kitap okuduktan sonra bana şöyle bir sarıldın ya, ben o arada aldım emanetinizi” demiş. “Ama hiç hissetmedim” demiş. “Cenab-ı Allah sizin ölüm zamanınızı bana tebliğ ederken dedi ki; Bu kulum benim rızam için kullara, insanlara verirken gönlünde en ufak bir incinme olmuyordu. Hiç gönlü acı duymadan veriyordu. Sen de bunun ruhunu ona hiç hissettirmeden al. O mu cömert, ben mi cömertim? “Ama biz buraya ekiple geldik.” demiş. “Evet, bayağı bir kalabalıktı döndüler. Onlar cenaze namazınıza gelenlerdi.” demiş. “Ama 5-6 kişiyle devam ettik” “Onlar sizi kabre indirenlerdi” demiş. “Ama tek kişi bu saraya geldim.” “Bu da sizin kabir eviniz” demiş. Şimdi ben diyorum ki, Rabbim ölümü bile hissettirmeyecek bir hayat yaşat. Bunun sırrı nereden geçmiş, bunun sırrı, kendisi için değil, tanıdıkları dostları için değil, insanlar için güzel şeyler yapmaktan geçmiş. İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır. Hayatı buna bağlayıp devam etmek lazım. Buradan da kurallara dikkat ettikten sonra korkmadan atlayıp geçmek lazım. Babacığıma da onu dedim. Dedim ki; sen 80 küsur yaşındasın, artık çocuk sayılırsın, namazını kılıyorsun, ne korkacaksın ki, inan, emin ol, Allah sana ölümünü bile hissettirmeyecek. Çünkü; Babam da çok cömert bir insan. Zengin cömert mi? Hayır gönlü cömert. Çok önemli. Hissetmeyeceksiniz. Aslansın sen deyip şöyle bir şak yaptık akşam. Onun mutlu olması bile o kadar mutlu etti. Ümit mi önde, azap mı önde? Ümit. Bismillahirrahmanirrahim. Şimdi bana ölümü hissettirmeyen zat, verdiği hayatı da dolu dolu kullanmamı ister. Nasıl kullanacağım? İnsanlara yardım edeceğim. Ama 30 Kadınlar Akademisi işim, arabam, evim barkım, hani bunlar engel oluyordu ya. İşte çocuklarım var, hadi onlarda emanet, dikkat etmem gereken. Benim mülküm değil. Vermeyeceğim geline, vermeyeceğim damada, senin değil ki neyi veriyorsun, neyi vermiyorsun. Bir defa da bu dünyaya bakalım. Bunlar da Darfur'daki çocuklar. Hep giyip çıkardıkları marka olan çocuklardı. Tabii karnı biraz büyükçe, açlıktan karaciğeri, dalağı büyük çocuğun. Üstünden çıkan elbisenin üstünde 16 tane delik vardı. “Ne olur bize yardım edin” diyordu. Yardım elleri gidiyor, Kurban oluyor, Ramazan oluyor, değişik güzellikler oluyor. Gittiğimiz yerlerden birindeydi Şuayb. Gel seveyim seni Şuayb dedim. Böyle kadife gibi oluyor tenleri. Kerata kaçtı gitti. Amaaan dedim, gidersen git. Bizde çocuk mu yok yani. Sevmek istedikten sonra ortalık çocuktan geçilmiyor. Gidersen git. Sonra otele döndük. Bir baktım, otelin kapısında bu karı koca. Şimdi projektörden yüzleri kırmızı kırmızı çıkmış ama bunlar saf kan birer Hollandalı, beyaz. Baktım, kucaklarında iki tane çocuk. Ayşe ve Rabia imiş isimleri. Hayrola dedim, çocuğunuz mu olmadı, hani tarzancayla, o yüzden mi evlat aldınız? Hanım dedi ki; “Bizim 3 tane çocuğumuz var.” 3 çocuğunuz var da bunlar? “Bunları da evlat edindik” dedi. Allah Allah! ne kadar merhametlisiniz, Maşallah, adamcağız tak tak tak gülüyor, çocukları da şöyle kavramış yani. Yanımdaki arkadaş dedi ki, bunlar Ayşe ve Rabia olarak gidecekler, Marry ve Madlen olarak 18 yıl sonra ülkeye tekrar geri gelecekler. İyi ve kaliteli birer misyoner olarak. Ya! Hatta sonra şöyle düşündüm; alıp götürüp kötü davranma lüksü de yok. O kadar iyi davranacak ki, çocuk hem onu, hem onun yaşadığı hayatı o kadar sevecek ki, gittiği yerde onu anlatacak. Annelik, kadınlık, elindeki imkânı kullanmak, sadece götürdüklerini mi değiştiriyorlar? Siz burada oturuyorsunuz, siz mutfakta bulaşık yıkıyorsunuz, Baba Kurtların Vadisine giderken, çocuğa nasılsın? Halin nedir? Ahvalin nedir? Hani, “Okulda şu oldu anne” diyor çocuk, “Söyle söyle benim kulağım sende, dinliyorum...” diyor. Eli bulaşıkta, “şurası da çıkmamış ciflesem mi acaba?” diyor. Bunu da çocuk duyuveriyor. Çocuk tam böyle özel özel bir sırrını açacak, bugün bir çocuk bana bir mektup verdi, şunu açtı...” Ney!? Baban duymasın..., dur dur, bu bundan daha önemli...” Açar mı o çocuk bir daha içini size? Açmıyor. Ondan sonra arkadaşıyla uçuyor, sonra olay size yansıdığında, gök gürültüsü, sağanak olarak geri dönüyor. Dünya bir yana, şu elin çocuklarını idealleri adına kullanmak isteyen insanlardan bir parça taktik alın. Dünya bir yana, temizlik 10 gün de beklese yapılır. Bulaşık makineye gece de olmaz, sabah okula gidince dolsun. Boş ver mutfağın kapısı kapatılır. Ama o bana emanet edilen çocukların oyunları bir daha gelmiyor, güvenleri bir daha gelmiyor. “Annem beni hiç bir zaman kaâle almadı, dinlemedi.” diyor. Hiç kimseye güvenmiyor ondan sonra hayatında. Güvenmiyor, istişare etmiyor, gümlüyor gidiyor. Ne olursa olsun, çocuklarımıza değer vermek 31 Kadınlar Akademisi durumundayız. Ben kendi evlatlarım için de söylüyorum, hatta dozunu da kaçırıyor muyum diye bazen sıkılıyorum ama onlara dedim, bu dünyada siz bana emanet olarak, hediye olarak verilmiş olabilirsiniz ama ehl-i iman olarak nasip ederse Rabbim bize, sizler benim Ahiret arkadaşlarımsınız. O yüzden birbirimizle rahat anlaşacağız. Ben size, siz bana akıl verebilirsiniz, akıl akıldan üstündür. Yeri gelip oğluma, yeri gelip kızıma sorar mıyım? Sorarım ama ben de onlara akıl veririm. Birbirimizle kaynaşırız. Biz evlilikte, ailede bile paylaşamaz olduk. Bilek güreşi gibi, güç gösterisi. “Benim dediğimi dinleyeceksin.” Hayır, fikir fikirden üstündür. İstişare edebilirim, ben yardımlaşabilirim ama tabii bu arada da eziyorlar anneleri. Ezilmemek adına da benim bir şeyler yapmam lazım. Ne yapayım? Mesela ben hayatla başa çıkarım diyorum. Hayat dediğin şey, 70-80 yıllık hayat. Kemiklerle saçlar kalacak. Böyle gideceksek, hayatta yaşarken elimden geldiğince değerlendirmek lazım. Ölümü döndüremiyorsam, kendimin farkına varmam lazım. Nasıl olsa çekim orada bitti, ben yer değiştirebilirim, değil mi? Aslında çok değerli eşsiz de cihazlara sahibiz. Ben mi sahibim? Hepimiz sahibiz. Size bir cihazdan bahsedeceğim. Cihazdan önce de bir Hadis-i Şerif'i hemen araya yerleştirmişim. Bahsettiğim Hadis-i Şerif Müslim'de geçiyor. “Mü'minler birbirini sevme, merhamet etme ve şefkat göstermede tek beden gibidirler. Bedenden bir organı rahatsız olsa, diğer organları da onun rahatsızlığından acı çekip uykusuz kalır.” Vücut için bu doğru. Hani ayakkabınızda hani bir küçücük tırnağınız batıyor olsa, düğün için aldığınız hani o ucu sivri, hafif topuklu ayakkabıyla rahat edebilir misiniz? “Tırnağım batıyor” dersiniz. Sanki böyle canım tırnağımdaydı. Ayağınızı çıkarırsınız, tırnağın şurasında küçücük bir kırmızılık var, bu muymuş beni bu kadar rahatsız eden? Deyiveririz. Ama Mü'minler birbirini sevmede, merhamet etmede bir vücut gibi. “Hiç kimsenin derdi, tasası beni ilgilendirmiyor. Aa! Her koyun kendi bacağından asılır.” deyivermiş birileri bana, kaldı ki koyunlar kendi bacağından asılsa bile çürüyünce, kokunca bütün mahalle ondan rahatsız oluyor. Ben diğerlerinin dertleriyle ilgilenmek zorundayım. Devam edelim. Aa! Kadın hekim ya, illa bir biyolojiden sorması gerekiyordu. Ben de işte bu cepheden görüyorum hayatı. Bu bir vücut. Ortadan, kalpten çıkan bir aort, atardamar var. En fazla 75 cm.’dir. Aortu belki herkes iyi kötü bilebilir. Aort dendiği zaman benim aklıma hemen gül geliyor. Bir tane Cumhurbaşkanımız var. Böyle fışşş diye çıkan kanın atar damarı ama kitapları incelediğinizde bir bakıyorsunuz ki, normal bir insan vücudundaki kan damarları 100.000 km. Bunun 60.000 km.'si de kılcal damarlar şeklinde, mikroskop altında görülecek şekilde. Sonra bakıyorsunuz, hatta bir örnek daha var. Bu kılcal damarların 60.000 km. açıldığında, 8 km2 bir yüzey oluşturuyor. Bunu biz görsel olarak görmek istesek, sadece başındakini düşünsen böyle. Damarlardan böyle baş gibi bir şey. Bu 32 Kadınlar Akademisi damarlar ne işe yarıyor? Bu damarların içinde alyuvar dediğimiz kırmızı kan hücrecikleri var. Bir damla kanda, “tam kan sayımı” diyoruz ya, yaralanınca şöyle çıkıveriyor ya, 1 cm3 kanda 5 milyon tane alyuvar var. Vücudumda da 5 litre kan var, yani 5.000 x 5.000.000 tane şu kırmızı hücrecik fıuş diyerek bütün vücuda oksijen taşıyor. Cenab-ı Allah'ın “Hal” isminin tecellisi. Ben yeri geliyor, ismini bilmediğim küreciklere. Bir tane ana damar diyoruz ya, Hani Abdullah Gül Bey dedim ya ona, ama kılcalların adı yok. Kılcalların içinden giden alyuvarların adı yok. Onların adına yeri geliyor “anne” diyorum, yeri geliyor, “öğretmen” diyorum. Hiç birinin adını bilmiyorsunuz ama öyle güzelliklere vesile oluyorlar ki, oksijeni akciğerden alıyorlar, dokuya götürüyorlar, aynı evladını terbiye eden evine rehberlik, fedakârlık yapan kadın gibi evindeki kötülükleri, sıkıntıları da alıyor, yine hiç kimseye söylemeden atıyor. Hiç başa da kalkmıyor. Dakikada 16 kere nefes alıp veriyoruz da, hiç nefes aldığımızın farkında değiliz. Ama Allah muhafaza bir astım hastası olalım, fısfısa ihtiyacımız olur, o zaman hay nefes almak ne kadar güzelmiş deyiveriyoruz, değil mi? İlla yokluğunda mı fark etsinler varlığımızı? Boş verin biz anneliğimizi yapalım, anneliğimizi yapabilmek için gerekli olan argümanlara da sıkı sıkı sarılalım. Nedir o gerekli olanlar? Onlara da gireceğiz. Araya da bu resmi koymuşum, hayret bir şey. Nedir bu? Bir kangren. Küçük parmak kangren olmuş. Demek oraya giden, oksijen götüren, damarlarda, şurada tıkanıklık olmuş, oksijen gidememiş, oradaki doku da çürümüş. Ne yapacağız o zaman? Şimdi, ortopedi uzmanına gittiğiniz zaman önce hiperbarik oksijen tedavisi verir. Yani, oraya güçlü oksijen verir. O güçlü oksijen bu kadar çürümüş ayağı tamir etmeyebilir ama şu az derecedekini Allah'ın izniyle iyileştirir. İkinci aşama, şuradan şöyle yayılmaması adına keser atar. Toplumların da kangrenleri var. Birileri birilerini üzüyorsa, eziyorsa bu benim de kangrenim demektir. Küçücük bir tırnağımdaki bir batma beni rahatsız ederken ülkemin bir parmağındaki bir kangren beni hiç rahatsız etmiyorsa, beni damardan morfinle uyutmuyorlar da, gözümden morfinle, “Boş veeer” diyor, ...üzül, Emir'e üzül ama yurdumun belli bir yerindekine hiç üzülme. Hiç fark etmiyorlar. Burada da şunu demek lazım; eğer ben bu olaya müdahale etmezsem o kangren böyle küçük parmakta kalmayacak, bütün ayağı saracak, oradan da vücuda gelecek, toplumu alıp götürecek. Sizi buraya davet eden aslında belediyenin bir organizasyonu olsa da, hekim gibi olan arkadaşlar. Eğer biz buradaki annelerin birer oksijen kaynağı, hayat kaynağı olduğunu onlara hatırlatmazsak toplum alır başını gider. Kimdir buraya gelen hanımlar? Güçlü kuvvetli kadınlardır. Hayır, onlar yusufçuklar gibi. Yusufçuklar, peygamber devesi onun nam-ı diğeri, diyor ki yusufçuklar; yusufçuk böceklerinin o minik ayaklarıyla sıkı, güçlü tutunuşu aniden bastıran yaz yağmuru ve rüzgâra karşı direnişi ve kanatlarındaki o ince tasarım. Beni çok etkiledi. Evet, şiddetli bir rüzgâr 33 Kadınlar Akademisi olabilir, rüzgâr buradan esiyor, belli, yağmur da var. Ayakları minnacık, incecik. Ben de ince, zarif, çok da böyle güçlü kuvvetli olmayan, parası, malı mülkü böyle çok olmayan olabilirim ama benim adım anneyse çok da zarifimdir, böyle kaba da değilimdir yani. Kırıcı, olumsuz kelimelerle yaklaşan da değilimdir, zarifimdir. Kadınlığımın da burada bir vasfı vardır ama sakın ha, benim çocuğuma, evladıma, vatanıma da böyle esmeye kalkmasınlar, dimdik dayanırım. Dayanır mıyım? Allah'ın izniyle dayanırım. Zarafetimden de hiç bir şey kaybetmeden dayanırım. Ben çok seviyorum yusufçuk böceğini. Çok kibar mübarek. O zaman ben ne yapayım? Dedim. Karşıma çıkan ilk kelime; “Ikra'” “Seni Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Okumak aslında insanı öyle bir özgürleştirir ki. Yani böyle küheylanlar gibi hayatın içinde koşar hale gelirsiniz. Hayatı değişik bakış açılarıyla görmenizi sağlar okumak. Mesela: Siz Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçerken sandalınız bir devrilse, çatana bir devrilse o su ne kadar dehşettir size, ama uçakla şöyle tepeden baktığınızda, vavv Boğaz da ne kadar güzelmiş, hoşmuş. Okumak insanın hayata bakışını değiştirir. Mesela, evde kocanız sizi yeri gelip o bir kaşık su gibi boğacakken, şöyle okuyan birisi, yavrum ne yapayım, çocukluğu da çok güzel geçmemiş, anne babasından çok da öyle ilgi görememiş, bana kastı yok aslında, hırçınlığının arkasında çocukluğundaki bir takım şeyleri var deyip, sevgi ve şefkatle yaklaşabilirsiniz. Ama diğerinde, “Hep bana böyle yapıyor, hep bana şöyle yapıyor” Ringe çık, sen de git, o da gitsin. Allah muhafaza. Okumak demişiz, Ah! okumak, yeşil bir yolda yürümek gibidir. Kanatlanıp başka bir ufka gitmek gibidir. Keşke böyle kız olsak, çok hoş, böyle rengârenk kalemlerle, değil mi? Sonra, hayata değişik bakış açılarıyla bakmak gibidir okumak. Nasıl? Şimdi size sorayım; Burada tek yüz mü var, yan yüz mü var? İkisi de var. Nasıl bak okuyanlar belli oluyor. Okumak hayata farklı alternatifli bakmayı getirir ama okumayan insan tek düşüncede kalırsın. Hayır, yan yüz bu. Hayır der, burada da olabilirim, şurada da olabilirim. Değişik empatilerle bakmayı kitaplar öğretir. Mesela köy müdür burası, Hoyrat Baba'nın yüzü müdür? İkisi de var burada da. Şurası köyün evi, burası bir ağaç, ama buruna da benziyor, adamın gözlerine de benziyor. Okumak esnek düşünmeyi getirir insanın hayatına. Büyük bir bilgi birikimidir. “Hey hey” der çocuklar, “Benim annem biliyor bu konuyu..” Şimdi kızım benim bu sene lise son, üniversite hazırlık için dershanede, öğretmen telefon numaralarınızı alayım da mesajları oraya yollarım, o da demiş, hocam “Annemizin watsap'ını versek olur mu?” Herkes böyle bir dönmüş. Annenin Watsap'ı mı var? Demiş işte, senin twitter takibin. “Olsun, ben anneminkinden takip ederim. Anneme eklerim sizi” demiş. “Annenin twitterı mi var?” Yok artık. Böyle son derece rahat, hiç gelen giden umurunda değil. İşte o da kalmış bir şeyler söylemiş, “gurur duydum seninle anne” diyor. Neyimle gurur duydun? “Whatsap”ımla mı, “Twitter”la mı? Aslında 34 Kadınlar Akademisi o Whatsapımla, twitterla alay eder ama, ne olursa olsun, annelerin evlatlarının bükemeyeceği bir bileği olması lazım. Genellikle siz üniversite mezunusunuz, çocuğunuz o yüzden böyle sizinle gurur duyuyor. Pışşık, benim annem ilkokul mezunu ve 70 küsur yaşında, benim annemin hala, mütevazi evinin oturma odasında kırılan bacaklı çalışma masası var. Üzerine güzel dantelli bir örtüsünü koymuş, kitaplığı üstünde, bayağı oturup makale yazıyor kendince, denemeler yazıyor. Şiirleri var. İnşallah onu hayattayken bastırıp, Anneler Günü'nde ona hediye edebilirim. Annem 70 küsur yaşında, ben annemden hala çok çekiniyorum ve annemim onayı, oluru benim için hala çok değerlidir. Annemin ne twitter'ı var, ne whatsup'ı var ama ben annemi görüyorum, benim önümde okuyor. Çocuğumu bana karşı saygılı kılan şey benim duvardaki diplomam falan değil, akşam, onun yanında kitap okuduğumu görmek. Şimdi diyor ki, “Ben ders çalışırken sen de masanı yanıma al gel de birlikte okuyalım” diyor. Benim okumam adeta ona şevk veriyor. Diyor ki; “Ben senin kadar okuyamıyorum” diyor. Ben de tembelim artık. Bir arkadaşımla tanıştırdım onu, arkadaş diyor ki, üniversitedeyken 36 saat kalkmıyordum, muhteşem bir şeydir okumak” diyor. ...ama şimdi de kayın validesine bakıyor. 5 tane çocuğu var, demin buranın koordinasyonundaki Sümeyra Hanımla konuşurken Sümeyra Hanımın eşinin başhekim olduğu yerdeki doçent bey de onun eşi. 5 tane çocuğu var, Koşuyolu Kadın Hastanesi'nin de radyoloğu, hala da okul çocuğu. Gördüğünüzde öyle hiç öyle kırtış kurtuş bir hatun da değildir. İnsanlardan biri ama bilgi dağarcığı muhteşem. Yani bu iş, twitterla, markayla, kıyafetle olmuyor. Bir masa, iki tabureyle aranızda kitaplar, siz okuyun, bakın çocuklarınızın size karşı nasıl tavrı değişecek, nasıl saygı duyacaklar. Önceleri alay edecekler. İlk laptop çıktı, oğlum ortaokulda, şimdi o 25 yaşında. Dedim bana da göstersene bu nasıl oluyor falan, kendisine laptop almış. Bana almamış, kendisine almış. “Bozarsın anne” dedi. Dedim ki, bozmam. Nasıl kaydoluyor. O zaman Türkçeleri de yok, programda bir save var. “İşte bak save’e basıyorsun, sen bunu yapamazsın anne” dedi. Şimdi benim evde aynı bilgisayarım var. Ama o zaman ben hakikaten yapamıyordum. Ama ben yapamam demek değil bu. Allah dilerse, yaparım. Nice yaşlı teyzeler neler yapıyor. Yapıyor mu, yapmıyor mu? Yapar. Bunun yolu “İkra'” dedik. Okumaktan geçiyor. Hâlbuki bana örnek verirken Japonya'da okuyanları gösteriyorlar. Müslüman ülkede seyretmeyi görüyorum ben. Kâinat kitabını okumak da çok hoş. Sıbgatullah diyorum ben. Muhteşem bir tefekkür var işin içinde. Tembel insanlar, sevmiyorlar, tembellikten önce bir kere çalışkanlığa da hicret etmemiz lazım. Biz telefonu daha çok seviyoruz. Diyor ki; “e-maillerini kontrol et, Ahmet'in evini bul, yeni haberleri göster, Yusuf'a resimleri gönder” Eskiden tesbihler vardı, şimdi Ipadler, iphonelar var. Hâlbuki işin gerçeği bu, şarj et beni, e-mail var oku, bana Rüştü'yü bul... aramaya cevap ver, kafede 35 Kadınlar Akademisi check in ol, hakikaten yanınızda bir iphone varsa veya iphone olan biri varsa, bir seyahat acentesinde, bir salona falan girince bunun şifresi neydi acaba? Anne-baba bir şey yaparken, çocuk hemen tak şifreyi giriyor, facebook’una bakıyor, çok büyük değerler kazanıyor. Ama bizim çocuklarımız da bizim vaktimizi alıyor. İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olansa, bizim biraz fertlerimizle ilgilenmemiz lazım. Bizim birazcık sıkıntı ve kederi giderme noktasında duyarlı olmamız lazım, hayra vesile olmamız lazım. “Tamam bir şeyler yapmak, hayatı anlamlandırmak lazım ama ben hastayım biraz, sağlığım yetmiyor” diyor. Hızlıca Sudan'dan bir kaç görüntü, oradaki Darfur'daki, Hastane ve hasta görüntüleri. “Bu şartlarda değilim ben ama dünya daimi, dünya bir misafirhane, hesap yok, hayır, hesap da var. Rabbim sıratı hepimize asan etsin inşallah. Cennetlere merdivenler dayatsın. Tamam, anladım, bir şeyler yapmam lazım diyorum. Ne yapayım? Şu garip Ömerciklerin yüzünü güldüreyim. Hani demin bir ev gösterdim ya Muayeneye gitmiştik dedim. O, 5 metrekarelik evde yatıyordu bu Ömer. Bu evin hanımı da buydu, bizim öğretmen arkadaşın çocuğuna bakıyordu çünkü. Kucağında bir kızcağız var, bu da Selma. Bu fotoğrafı çekiş amacım da arkadaki mutfağı göstermekti. Bak bu kadar. Zücaciye dükkânları gibi mutfaklarımız var. Koyacak yer bulamıyoruz. Bu da Selmacık. Bu da nasırlı ayaklarla duranlar. Burası bir okul, Kur'an Kursu ve defterleri. Defter, yazıyorlar, ezberliyorlar, bıçakla kazıyorlar, tekrar yazıyorlar. Nereden dikkatimi çekti? Çünkü ben oradaki çocuklara boyalı kalem götürmüştüm, veremedim, çünkü; kağıt yok. Neresi burası? Darfur. Darfur nerede? Sudan'da. Neden bu kadar fakir? Tembel insanlar. Tembel değiller. 100 yıl önceye kadar Kabe'nin örtüsünü gönderen 2. sultanlıkmış bunlar. Ama İngilizler Osmanlı'ya saldırıya geçince “Sen nasıl benim halifeme saldırırsın” diye Ali Dinar, devlet başkanları İngiliz'e karşı savaş açmış. İngiliz de onları sömürgesi yapmış. Çünkü Osmanlı o dönem yardıma gidememiş. O gün bugün de bu hayata mahkûm olmuşlar. Şimdi bir parça daha iyiler. Çünkü; petrolünün yarısını Çin, yarısını da Amerika çıkarıyor. % 20'sini de hibe gibi veriyor, onun toprağından çıkardığı için. Şimdi onlara bunu yapanlar bana başka şeyler yapmazlar mı? Tabii ki evet. O halde benim de anneliğimi fark etmem ve güzel bir nesil yetiştirmem lazım. Burası mutfak. “Halkın kabul edip etmemesi çok da önemli değil. Allah biliyor ya” deyip yola çıkan bir kaç teyzeyle tanıştıracağım sizi. Bu Fatma abla İzmir'de tanıştık. Yaşı benden küçük. 21 tane öğrenci okutuyor. Fatma Abla'nın kıyafetini görünce, böyle ayağında da pazen bir etek. Benim gördüğüm de parayla imanın kimde olduğu hiç belli değil. 21 öğrenci okutuyor. Meğerse bir Bağ-Kur maaşı, bir de 2 oda bir salon bir evi varmış Fatma Ablanın, kağıt topluyormuş. Çöpten değil, evlerden topluyormuş ama 21 tane öğrenci okutuyor. 36 Kadınlar Akademisi Mardin Midyat'a gittik. Bir Halime Anne teyzeyle tanıştım orada. Halime teyzenin evi 100 lira kira. Oraya giderken dedim ki, bir şeyler götürsek, “1 kilo bisküvi” iyi olur dediler. Dedim herhalde dişleri yok, çaya banıp yiyecek. Meğerse öyle değilmiş. Halime teyze Kürt kökenli bir teyze. Mardin'in bir tarafı Süryani, bir tarafı Arap. Kürt kökenli vatandaşlarımız da, gözlüğün iki ortası gibi orta kısma yerleşmiş, dedi ki, “Bu mahalledekiler çok canları yananlar” dedi. “Bir dönem PKK geldi evlatlarını aldı götürdü.” dedi. “Çocuklarımı kaybettiler.” “Sonra” dedi “Hizbullah geldi, o aldı götürdü. Şimdi korkudan çocukları hiç kimseye vermiyorlar” dedi. “Ama bu çocuklar okumayınca da yine onların avına düşüyor. Bu çocukların okuması lazım.” Bunu diyen teyze Halime teyze. Mahalleye bir anons vermiş, 1 sayfa Kur'an-ı Kerim okuyana limitsiz bisküvi verirmiş. Canı bisküvi isteyen eline Kur'an-ı Kerim'ini alıyor, Halime teyzenin evine geliyor. Ardından sadece bu anonsu vermekle kalmamış Halime teyze, Milli Eğitim'e gitmiş, demiş ki; “Gönüllü öğretmen istiyorum. Her gün biri benim evime gelsin. Ben çocuklara Kur'an öğretiyorum. O da çocuklara ders versin. Sıraya koymuşlar, öğretmen gelmiş, sormuş çocuğa; “Matematiğin nasıl?” “Matematiğim kötü” demiş. “Ben sana ders vereyim.” Babamın parası yok.” demiş, “Ben para istemiyorum.” O öğretmenler o çocuklara gönüllü ders vermişler. Gittiğimde dedi ki, “Bu sene 17 tane çocuğum” dedi, “Okul kazandı, dağa çıkmadı, senin haberin var mı?” dedi.” 17 tane çocuk. Halime teyze, “Benim maaşım yok, etim ne budum ne” dememiş, demiş ki; ”Kadınlar da okumuyor” dedi. “Ama biz Şafiiyiz” dedi. “Cemaatle namaz kılalım diyoruz. Mahalleye anons verdim, bu odamı da mescit yaptı kızlar” dedi. Benim de başka bir şeyim yok. Mahalledeki kadınlara demiş ki; “Çamaşırını yıkayan, yorulan gelsin cemaatle kılalım, namazdan sonra da bir bardak çay içersiniz. Ne güzel bir de kitap okuma durumu varmış. Namaza geliyor, hemen eline çay, kızı ikram ediyor, bana da ikram etti. Ben orada gördüm, hiç bir şey yok mutfağında ama o çay ikram ediliyor. Yanına da bisküvisi varsa bisküvisi de konuyor. 7 tane kitap okuma ekibi varmış. Ben “Batsın bu dünya” türküleriyle giderken, birileri benim üzerime başka kurallar imal ediyorlar. Kimse benim üzerimden mantar gibi istifade etmesin. Benim çocuklarıma biz yardımcı olmak durumundayız. İlla fakirler mi yardım ediyor? Hayır. Oradaki hanım efendi burada örtülü ama normalde örtülü de değil hatta. Dubai'de tanıştık. Bu fotoğraf da Dubai'den bir fotoğraf. Yasemin bu kızcağızın ismi. Bir Türk delikanlıyla evlendi. Düğündeki bütün takılarını bir torbanın içine koydurdu, 96'da Srebsenitsa'da katliamda ölenlerin çocuklarına harcanmak üzere Bosna Hersekli yetkiliye teslim etti. Anne de, kendi Dubai'de çalışıyor, İngiltere'de okumuş, adı Yasemin, kökü Müslüman ama İslamiyet'i arkadaşlarından sonra öğrenmiş. Ama bir yüzüğünü bile saklamadı kendine. “Yaseminciğim, yüzüğünü bari saklasaydın” dedim. “Figen 37 Kadınlar Akademisi abla ben onların hepsini kendime sakladım, Ahirette kullanacağım inşallah” dedi. Şimdi, anne olmak, kadın olmak, kimliğini hissetmek, devletin misyonunu fark etmek ve “bir insanın bir insana verebileceği en güzel hediye; ona ayıracağı zamandır” dan hareketle ben neler yapabilirim der. Darfur'a gitmek benim aklıma bile gelmezdi. Benim gibi aciz bir kulla Cenab-ı Allah. Ne yapılabilir onlara diye. 3 kişi gittik biz. 1-2-3 kişi. Baktık, başhekimle konuştuk, büyükelçiyle konuştuk, malzemeler gitti, olmayan hastanede katarakt ameliyatları başladı. Katarakt ameliyatları için bize bu yaşlıları verdiler. Neden bu yaşlıları ilk önce yaptıklarını sonradan öğrendik. Çünkü 9 aylık bebekler var gözü görmeyen. Onlar ameliyat olsun istiyoruz. “Sizden önce gelenler” dediler. “Katarakt ameliyatı diye çocuklarımızı istedi. Sonra da bunlar nasıl olsa görmeden yaşamaya alışmış diyerek, kornealarını almışlar çocuklarımızın, kornea çalmaya gelmişler. Şimdi siz misyonunuzu yerine getirmezseniz, birileri iyi görünüp alıp götürüyor. Biz oradayken 103 tane yetim çocuğu, Çad sınırında yetim çocuğu yakalamışlar ya, Fransa'dan yardım gemisi adı altında kaçırıyorlardı. Organ mafyası olarak 2 yıl hapis yediler 103 yetim çocuk için. Masal mı anlatıyorum? “Dünya Bülteni” diye internete girin, “Zoe'nin yardım gemisi” diye yazın karşınıza çıkıyor. 103 tane Darfurlu yetim çocuk, arayanı soranı yok. Diyorlar ki; Biz bunları 2.800 ile 6.000 Euroya satacaktık. Kime satacaklardı? Organ mafyasına. İkinci grup organ mafyası, Üçüncü evlatlık, en iyisi rahip, rahibeler dediler. Şimdi benim vücudumda, dünyamda adı Mü'min olan, insan olan benim kardeşlerim kangrenleri varken ben burada ne derdindeyim. Ne yapayım o zaman? Hem okuyayım, hem de neslimin okuması için gayret sarf edeyim. Kocamla ringe çıkacağıma cehaletle ringe çıkayım. Kabalıkla gideceğime, nezaketle, zarafetle gideyim. “Gene eve geç geldin” diyeceğime, “Hoş geldin, yolunu da ne kadar bekledim.” diyebiliriz, neden demeyelim? Biz ne pastalar börekler yapıyoruz ama hamur gibi olan erkekleri de taş gibi, böyle kaya haline getiriyoruz. Birileri onları hamur haline getirdiği zaman da ne kadar kötü, “kocamı elimden aldı.” Mesela, gidiyor bunun arkası. “Selamünaleyküm, hoş geldin.” gülümsemek sadakadır değil mi? Evet. ” Hadis-i Şerif var ellerin ellere tuttuğunda, gözler gözlere baktığında bütün günahlarınız gidiyor. Bundan güzel temizlik mi olur? “Bizim adam gidiyor, bizim adam anlamaz öyle şeylerden.” Anlar anlar, öğretirsin, çocuklara da öğret Allah'ın izniyle. Çünkü; evde mutlu yaşanan yuvalar çocukların da başarısını arttıracak. Babasıyla iyi olan çocuğun öz güveni de iyi olacak, enerjisini problemlere harcamayan kadının çocuklarıyla geçireceği vakit de artacak, Ama bunun için kocasıyla, kimliğin en başında kocasıyla diyaloğunda kadın bunu unutmayacak. Sonra, anneliğini unutmayacak, sonra toplum içindeki anneliğini unutmayacak. Biz bazen toplumun içinde fazlaca anne oluyoruz, çocuklarımızı ihmal ediyoruz. 38 Kadınlar Akademisi Fazlaca çocuklarımızın annesi oluyoruz, kocalarımızı ihmal ediyoruz. O dengeyi, o sıralamayı ihmal etmemek lazım. Ne olursa olsun beylerle diyaloğa çok dikkat etmek lazım. İkincisi çocuklara zaman ayırmak lazım, üçüncüsü topluma zaman ayırmak lazım, belki dördüncü televizyona da bir tekme vurmak lazım. Gereksiz alışverişlere ikinci tekmeyi vurmak lazım, “Kusura bakma arkadaş” demek lazım. Çünkü bizim gayretimizi bekleyenler var. İstanbul'da kar güzel ama Van'da şu ayakkabılarla, terliklerle kar hiç de güzel değil. Benim öğretmen bir arkadaşım, bana gazeteden alınmış böyle bir fotoğraf yolladı. “Terlikle okula öğrencilerim geliyor” dedi. Oraya yeni tayini çıkmıştı. Ben de o dönem bir yardım derneğinde idim. Birkaç defa televizyonda, etrafta da bahsettim. İzmir'den bir İngilizce öğretmeni Karslı bir arkadaş. Van'dı bahsettiğim. Bunu o çocuklara yollar mısınız diye 12 tane içi böyle pamuklu güzel bot yollamış. Bunun ardından öyle bir seferberlik oldu, dedim ki; Van değil de Kars'a gitse olur mu? “Çok ilginç, tabii ki, ben de zaten Karslıyım” dedi. O dönemde Kars'a giden bir ekip vardı. Bir seferberlik oldu 92 tane bot gitti Kars'taki bir ilköğretim okuluna. Hâlbuki bizim çocuklarımızın ayakkabılıklarına bir baksak... Ben hatırlıyorum çocukluğumuzu, eski ayakkabılarımızı ayakkabıcıya verir yaptırırdık, hiç de zorumuza gitmezdi yani. Şimdi, “Hangi ayakkabımızın altına hangi ayakkabı uyar? Bu bunun üstüne uyar mı?” Dertlerindeyiz ama şöyle bir gerçek var; siz bu gerçeğe gözünüzü kaparsanız, birileri bunu fırsat olarak, taktik olarak kullanıyor. Annelerin en ciddi özelliği de şefkattir, merhamettir. Kendi problemlerimizle vakit harcamayalım. Ben Kenya'ya giderken, öğrensin diye kızımı da yanımda götürmüştüm, hayatı öğrensin, dilin önemini öğrensin diye. 10 yaşındaydı. Bana dediler ki; “Çılgın kadınsın yani, çocuğu götürüp sıtma yapıp öldüreceksin.” Benim İngilizcem muhteşem bir tarzanca. Ne yapsam etsem iyi İngilizce olmuyor. Ekonomist dergisinden bir kaç tane senatör misafir geldi. Şimdi ben misafirlere hep gülümserim yani, karı koca anlatıyorlar bir şeyler, genelde tercüme derler. Emin ol o gün tuttum “I am understand but not speaking” dedim. “Anlıyorum ama konuşamıyorum” dedim. Adamın da anlattıklarından bir şey anlamıyorum, kadınınkinden de anlamıyorum. Ben gülümsemeye devam ediyorum. Onlar anlatıyor ben gülümsüyorum ev sahibesiyim ya. En nihayet bunların Hatice Hanım, bunların yanında gelen arkadaş usulca yanıma gelip eğildi “Figen ablacığım gülmesen mi acaba” dedi. Misafir ama gülümsemek durumundayım. “Ama enfeksiyoncu olduğunu söyledin ya, evinin terasında otururken 16 yaşındaki kızının gece başından yarasa ısırmış, o sene ölen tek kuduz vakası olarak literatüre geçmiş, onu anlatıyor.” dedi. Meğerse kızının kuduzdan öldüğünü anlatıyormuş. Ben de gülümsüyorum. Onlar Türkiye'ye neden gelmiş, içindeki dönüşün sebebini anlatıyormuş. ...biz canımızı kurtardık, evimiz olduğu gibi gitti diyormuş. Bunu bana anlatsalar, “fıkra bu” derim ama ben 39 Kadınlar Akademisi yaşadım bunu. Ben de ha bire gülümsüyorum. O günden sonra hiç bir daha tarzanca da iyi biliyorum demedim. Ama çocukken öğrenmeyince büyükken zor oluyor bir takım şeyler. O halde, daha çocukken çocuklarımızın eğitimine dikkat etmek lazım. Dedim ki; Benim çocuklarım İngilizce ve Arapçayı bilmek durumunda. Allah'la irtibat, Ortadoğu ile irtibat Arapçadan geçiyorsa ama dünya ile irtibat ta İngilizceden geçiyorsa bu lazım. “Gavurun dilini öğretme sen Figen Hanım.” Hayret bir şey, İngilizceyi başka bir tanrı mı var yaratan haşa? Tek bir Allah bütün dillerin sahibi. Ayet-i Kerimede var ya; “Tanışasınız ve bilişesiniz diye biz sizi kavim kavim, kabile kabile yarattık.” Çinceyi başka bir tanrı mı yarattı? Haşa, benim Rabbim. Çincenin rabbi de benim Rabbim ise, bütün diller benim Rabbimin dilleri. Öğrenir miyim, öğrenirim. Efendimiz ne buyurmuş? “Bir dil bir insandır” O halde çocuklarımın dil öğrenmesini ben Resulullah’a (sav) saygı olarak duyarım. Ne yapayım o zaman, okula gönderelim, okuyalım, okutalım. Uçaktaki asıl derdim şu hatundu. Kucağındaki bebek daha 2 aylıktı. Bizde mazeretler çok ya. 10 yaşındaki bir çocukla gittim diye çılgın kadın oldum. İki aylıktı bebek. 2 aylık bebekle korkmuyor musun dedim kıza. “Ben 18 aylık olan oğlumu da burada büyütüyorum.” dedi. Anneannesi mi geldi ona bakmaya? Dedim. Meğerse kocasına bırakmış, Kenya'nın Başkenti Nairobi'den Mombasa'ya gidiyordu, 18 aylık oğlunu bıraktığı kocası Nairobi'deki hapishanedeki mahkûmların sosyal yardım görevlisiymiş, kendisi de Mombasa'daki kilisenin bayanlarına yardım için gidiyormuş. Biri Ankara, biri Kıbrıs mesafenin. Şimdi, kendine göre inancını anlatmada bu kadar seferber olursa, benim biraz daha çalışkan olmam gerekmiyor mu? Gerekiyor. O halde ne yapmam lazım? Derim ki; *Etrafındaki her şeyi gözle ve bu geçici yaşamda sahip olduğun her şey için isyan değil, teşekkür etmeyi öğren. *İhtiyaç duyduğundan çok daha fazlasına sahip olduğunu unutma. *Az şikâyet et ama çok çalış. *Sıralamayı doğru yap. Çünkü; Allah'ın izniyle kadın, bir eliyle beşiği, diğer eliyle de dünyayı sallar. Teşekkür ediyorum. Saniye Öztürk Moderatör Çok teşekkür ediyoruz. Geç olduğu için hemen ayaklandınız, farkındayım. Figen Hanım gerçekten çok çok istifade edilecek bir konuşma yaptılar, kendilerine 40 Kadınlar Akademisi çok çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel hatırlatmalarda bulundular. Belki benim de çok sık ifade ettiğim bir şey; Yani biz sorumlusu olmayabiliriz diyorum bu dünyadaki sıkıntıların, olumsuzlukların ama insanız ya, Müslümanız ya, sorumluyuz. Burada bulunanların ne kadar özel bir sebeple toplandıklarının da daha iyi farkında olduk, sağ olun, var olun. 41 Kadınlar Akademisi Aralık 2013 İslam Dünyasında Kadın ve Modernleşme Nazife Şişman (Sosyolog-Yazar) Saniye Öztürk Peygamberimizin (sav) Veda Hutbesi’nde veda ederken kadınlarla ilgili hususlara tekrar tekrar dikkat çekmesi de bana çok çarpıcı gelmiştir. Asr-ı Saadet’te bu kadar değer bulmasından sonra bu şekilde devam etti mi? Hayır, maalesef yine pek çok değişiklikler yaşandı. Yine kadınlar üzerinden pek çok şeyi görüyoruz. Bu sadece bizim insanımız için değil. Baktığınız zaman farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde, ırklarda kadınlar bir takım sıkıntılar, problemler yaşamış, yaşamaya da devam ediyorlar. Tabii tüm dünyada kadın dediğiniz zaman çerçevesi çok geniş. Dolayısıyla İslam Dünyası’nda kadın ve Modernleşme başlığı seçilmiş ki, bu da çok ilginç. Tabii ki saatlerce üzerinde konuşulabilir. Her şeyi çok hızlı yaşıyoruz. Her alanda büyük bir değişim yaşıyor. Ülkemizde, belki diğer ülkelere göre bu değişim daha hızlı olmakta. Normalde 100 yılda yaşanacak bir şeyi biz 10 yılda yaşıyoruz. Teknoloji alanında da böyle. Bütün bu değişiklikler yaşanırken tabii ki aile de, kadın da, bu değişimden nasibini alıyor, olumlu veya olumsuz. Efendim, tüm bunları dinleyeceğiz. Konuğumuz bu konuda gerçekten ehil bir isim. SosyologYazar Nazife Şişman Hanımefendi’yi takdim etmeden önce çalışmaları hakkında sizleri kısaca bilgilendirmek isterim. Nazife Şişman, Gerede’de doğdu, Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okudu. Sosyolojide lisansüstü çalışmalar yaptı. İngilizceden Türkçeye eserler tercüme etti. Mark Allays’in Hz. Muhammed’in hayatı, Seyit Hüseyin Nasr’ın İslam Sosyoloji öğretilerine giriş, Mevdudi’nin Tefhimül Kur’an adlı eserleri bunlardan bazıları. Çalışmaları; kimlik siyaseti, kültürel karşılaşmalar, gündelik hayat gibi konularda yoğunlaşmakta. Yayınlanmış eserlerinden bazıları; Emanetten Mülke Kadın, Beden, Siyaset, Küreselleşmenin Pençesi, İslam'ın Peçesi, Harf Harf Kadınlar. Günün kısa tarihinde seküler dünyada dinin nasıl yaşandığını, gündelik hayat tecrübeleri üzerinden ele almakta. Bir diğer çalışması, Başörtüsü. Sınırsız dünyanın yeni sınırında Türkiye’nin sosyo-politik bir meselesi olan başörtüsünü 42 Kadınlar Akademisi küresel boyutunu da dikkate alarak analiz etmekte. Son kitabı Sayın Nazife Şişman’ın; Yeni İnsan Kaderle Tasarım arasında. Yaşamın ve ölümün sınırlarında gezinen biyoteknolojiyle ilişkimizi ele alıyor. Kaderi değiştirmeye talip olan, ölüme meydan okuyan, insanı biçimlendirmeye çalışan bir mühendisliğe dikkat çekiyor bu eserinde. Muhataplarını bu mesele etrafında ahlaki, dini, felsefi, iktisadi ve toplumsal açılardan düşünmeye davet ediyor. Nazife Hanımın çalışmalarını bu şekilde özetleyebiliriz ve “İslam Dünyasında Kadın ve Modernleşme” konusundaki konuşmalarını yapmak üzere kendilerini mikrofona davet ediyoruz. Hemen bir hatırlatma; Nazife Hanımın konuşmasından sonra soru-cevap bölümü olacaktır efendim. Kendilerini 1 saat kadar dinledikten sonra sorularınızı da yöneltebileceksiniz. Buyurunuz Efendim. Nazife Şişman Sosyolog-Yazar Hepinizi selamlıyorum. Kadınlar Akademisi’nin mensupları olarak sanıyorum uzun bir eğitim sürecinin parçası olarak ben de elimden gelen katkıyı yapmaya çalışacağım ama öncelikle, Bağcılar Belediyesi’nin Kadın Sarayını ilk defa gördüm, duymuştum ama bu kadar, gerçekten saray gibi olabileceğini tahayyül edememiştim. İçerisindeki etkinliklerle birlikte de ciddi manada bir katkı sunuyor. Ben bu açıdan hem belediyeyi bu hizmet için tebrik ediyorum, hem de sizin böyle uzun soluklu çalışmalara, yani sadece bir seferlik bir seminer değil, uzun soluklu böyle bir çalışmanın içinde olduğunuz için de ayrıca tebrik ediyorum. Aslında Saniye Hanımın bahsettiği gibi konunun başlığı gerçekten çok geniş. “İslam Dünyasında Kadın ve Modernleşme” aslında 3 şeyden oluşuyor. İslam Dünyası çok geniş bir kavram, kadın yine öyle, modernleşme de çok geniş ama ben konuyla alakalı tabii sadece giriş niteliğinde konuşabileceğim. Şuradan başlayalım isterseniz. Kadın mevzusu tüm dünyada çok tartışmalı bir konu ama İslam dünyasında özellikle Müslüman kadın çok tartışmalı bir konu ve bunu o kadar çok tartışıyoruz ki, sürekli işte İslam’da kadın, kadınların rolleri, kadınların anne olarak vazifeleri, eş olarak vazifeleri, kadınlar ve eğitim gibi pek çok başlıklarda sürekli bu tür toplantılar tertip ediliyor. Hiç “İslam’da Erkek” diye bir toplantı, ya da “Modernleşme ve Erkek” diye bir toplantı duymuyor idik ama son yıllarda, son bir iki yıldır, bu konuda da önemine binaen bir takım yeni çalışmalar yapılmaya başlandı. Bunun ilkini geçen yıl bir derneğin toplantısında, “İslam’da Erkek” veya “Bir Baba Olarak Modern Dünyada Erkeğin Rolü” konulu bir toplantı gerçekleştirildi. Çünkü bu da gerçekten toplumsal değişmenin hızı sadece kadınları ilgilendirmiyor. Niye peki hep kadınları konuşuyoruz? Çünkü asıl dünya tarihine baktığımızda biz hep değişim olduğunu görüyoruz ama son 200 43 Kadınlar Akademisi yıl değişimin hızlandığı bir döneme tekabül ediyor. Değişim çok hızlandı ve bu değişimin hızının en bariz görülebildiği alanlardan biri de kadınların hayatı. Her alanda değişiklik olmasına rağmen değişimi biz kadınların hayatında çok daha hızlı görmeye, hızlı tespit edebilmeye başladık. Bunu genel olarak İslam dünyasına gelmeden önce kadınların hayatı açısından bakacak olursak, mesela 19. yüzyılda kadınlar iş hayatına katıldılar, sosyal hayata katıldılar ve kadınların aile içindeki konumlarında ciddi değişiklikler oldu. Çünkü; İktisadi yapı değişti. Artık üretim süreci evlerden fabrikalara taşındı. Bu da kadınların hayatında çok ciddi bir değişiklikti. Sağlık alanındaki yenilikler mesela, daha önceden kadınlar 10 tane çocuk dünyaya getirip 3 tanesinin yaşaması için dua ederken, tıp alanındaki bir takım aşılar, küçük yaşlardaki hastalıkların tedavisi, doğum esnasında kadınların bakımı gibi konulardaki bir takım antibiyotik ve bir takım enfeksiyonların tedavisiyle ilgili tıp teknolojisindeki yenilikler kadınların hayatını doğrudan etkiledi. Hâlbuki kadınlar daha az çocuk dünyaya getirmeye başladılar. Bu ne anlama geliyor, tıpla ne alakası var? diyebilirsiniz. Bir kadının 10 çocuk dünyaya getirmesi demek, yaklaşık 20 yılını hamilelik ve lohusalıkla geçirmesi demektir. Bir de bir takım hastalıkların tedavisinin olmadığı dönemlerde zaten 40 yaşına yaklaşan bir kadının sosyal hayatla alakası, herhangi bir beklentisi olmadan dünyadan göçüp gittiğini tahayyül edebiliriz. Ama daha az çocuk dünyaya getirerek daha az süreyi hamilelik ve lohusalıkla geçirmesi demek kadınların sosyal hayata katılabilecek zamanlarının olması demek. Bu böyle çok ideolojik kadınlar sosyal hayata girsin mi, girmesin mi konusundan değil, çok pratik bir şeyden bakalım. Pratik olarak hayatta bir şeyler değişiyor ve bu değişim doğrudan kadınların hayatını etkiliyor. İşte bu yüzden aslında biz pek çok değişimi, dönüşümü kadınlar üzerinden tartışıyoruz. Ama tabii bunun bir de ideolojik boyutu var. Kadınların özgürleşmesi, toplumsal hayata katılması üzerinden çok ideolojik bir hareketin de olduğunu biliyoruz Batı dünyasında ama İslam dünyasına geldiğimizde, yani biz niye kadın meselesini niye bu kadar tartışıyoruz? Bu pratik gerekçelerin dışında. Çünkü bu değişiklikler İslam dünyasında da oldu.19. yüzyıldan itibaren Müslümanların hayatında da, Müslümanların yaşadığı bölgelerde de bir takım yapı değişiklikleri oldu. Kadınlar atölyelerde çalışmaya başladılar. Çünkü artık evlerindeki dokuma tezgâhları 44 Kadınlar Akademisi yetmemeye başladı. Açılan bir tezgâh varsa, bir fabrika açılmışsa orada kadınlar da çalışmaya başladı. Böylece kadınların çalışma hakkı gibi bir tartışma ortaya çıktı. Bütün dünyada var olan eğitim, modern eğitimden, insan eğitimi yani, dünyanın hiçbir yerinde eğitim yoktu. Daha önce de insanlar eğitim yoluyla da bir modern eğitim diye bir şeyden bahsediyoruz. Yani okullaşmadan bahsediyoruz. Kadınların okullaşma sürecine girmesi de tüm dünyada ciddi bir değişikliği beraberinde getirdi. İslam dünyasında da yine 1850’lerden itibaren kadınlar modern eğitim kurumlarında eğitim görmeye ve meslek sahibi olmaya başladılar. Ama bütün bu şeylere baktığımızda, yani bütün bu reel değişikliklerden ziyade İslam dünyasındaki kadın tartışmalarını, ya da tırnak içinde İslam’da Kadın diye, Müslüman kadını tanımlayacağımız mevzu ile ilgili konuşanların sözlerini, tavırlarını, yaklaşımlarını belirleyen başka bir şey de meydana geldi. Bu daha ziyade bizim modernleşmeyi kadınlar üzerinden sigaya çekilmemiz diye benim tanımlamaya çalıştığım bir süreç var. Bu süreç de etkili oldu. Aslında biz çağdaş dönem, çağdaş derken ben 19. yüzyıldan başlatıyorum dönemi. 19. yüzyıldan itibaren baktığımızda bizim bütün bu 20. yüzyıl ve hatta 21. yüzyılda da aynı şeyler devam ediyor. Biz Müslümanlar olarak dinimizle, kültürümüzle, tarihimizle ciddi bir hesaplaşma içine girdik. Yani biz neyi başardık? Neyi başaramadık? Gibi bir sorgulamanın içine. Bu faydalı bir dönemdi. Çünkü tarihsel süreç biliyorsunuz son birkaç yüzyılda, Özellikle Osmanlı özelinde, biliyorsunuz İslam dünyası diye büyük bir başlık attık ama daha çok bizim Osmanlı tecrübesi üzerinden meseleyi anlamlandırmaya çalışacağım. Neyi nasıl yaptık da başarısız olduk sorusu çok yakıcı bir soru olarak atalarımızın gündemine girdi. Çünkü; daha önceden sürekli toprak genişlerken, Müslümanların hâkim olduğu bir dönemden, toprak kayıplarının olduğu ve bir de sadece ekonomik ve coğrafi olarak çekilme değil, kültürel olarak da Batı dünyasının yükselişe geçtiği bir dönemi tecrübe ettik ve bugün de bu karşılaşma, yani Batı yükselirken, pek çok alanda genişlerken, sömürgecilikle, ürettiği ürünlerle hayatımıza dâhil olurken bizim sürekli bir geri çekilme, bir yenilmişlik yaşadığımız bir süreçle karşı karşıya geldik. Tabii bu esnada bir sorgulama, biz ne yaptık, nerede hata yaptık da yenildik sorusu. Ne yapmışız da başarısız olmuşuz? Ne yapmalıydık da acaba tekrar zafer ve başarıyı elde edebilirdik? İşte bu sorgulama süreci esnasında pek çok şey alabora oldu, altüst oldu. Yani birçok şeyi yeniden ele alıp, yeniden değerlendirmek zorunda kaldık. İşte bu açıdan bakıldığında cinsiyetle, kadınla alakalı mevzular da en temel sorgulama konularından biri haline geldi. Aslına bakarsanız bu anlaşılabilecek bir durum. Yani, niye kadınlar üzerinden bir tartışma yaşadığımız. Çünkü; kadınların sembolik bir değeri var. Her toplum için bu geçerli. Bir toplumun nasıl bir hayatı olduğunu kadınlar üzerinden okumamız 45 Kadınlar Akademisi mümkün. Nitekim ilk Büyükelçi olarak Batı’ya gönderilen 28 Mehmet Çelebi raporunu layiha olarak Padişahına yazdığında, 1721 tarihi, 28 Mehmet Çelebi’nin Paris’e gidişi. İlk defa zaten, şöyle bir şey var; ilk defa oralarda neler oluyor sorusunu çok ciddi bir soru olarak, yani örnek almak ve oradan bir ders çıkarmak üzere bizim yöneticilerimizin gündemine giriyor ve bu kişi oraya gittiğinde yazdığı raporda dikkati çeken hususlardan birisi Batı’da o dönem sanayi gelişiyor ve goblen tezgâhları var. Yani Batı’da onları bizden farklılaştıran temel şeylerden birisi sanayinin gelişmesi ve o Goblen tezgâhları, ışıklı sokaklar, temiz caddeler getiriyor ve bir de kadınların daha özgür oluşu ki bu fark daha 18. yüzyılda. 19. yüzyıla geldiğinde bu çok daha bariz hale geliyor. Ve bu karşılaştırmalı mantık devreye girmeye başlıyor. Yani onlar ne yapıyorlar, biz ne yapıyoruz sorusu. Aslında bugün İslamiyet ve kadın meselesi niye hala bu kadar problemli alan? Hatta ben bir dönem şöyle formüle etmiştim öğrencilerime; “İslam ve Kadın” değil de, bu İngilizce VS’dir kısaltması “Versus” diye bir şey var, “İslam Karşısı Kadın” yani İslam ve kadın değil de “İslam versus Kadın” gibi bir anlayış, bir algı var. Zaten İslam kadınla tanım gereği problemli bir şeymiş gibi bir algı, bir sunum var. Böyle bir sunumun arka planında ne var sorusunu önce cevaplamamız lazım. Niye İslam ve kadını bu kadar problemli bir alan olarak görüyoruz. Sen o kadar, şu an biz görmüyoruz desek de, pek çok alandaki saldırılar ve benzeri şeylerle alakalı, biz de bu suçlamalara cevap verirken buluyoruz kendimizi. Mesela şöyle cümleler kuruyoruz. “Aslında İslam’da öyle değildir” “Aslında İslam’da böyle değildir.” gibi cümleler kurmak zorunda kalıyoruz. Böyle bir cümle kurmak zorunda kalmamızın da işte bu tarihsel arka planla alakası var. Yani, bunun tarihten gelen bir geçmişi var. Çünkü bu mesele gündemimize geldiği andan itibaren bahsettiğim o yakıcı soruların en başında gelmeye başladı. Biz bir kere modernleşmeyi Avrupa’nın yayılması ve sömürgeciliğine eş zamanlı olarak tecrübe ettik. Yani, modernleşmeyi Batı’da 17. yüzyılda, daha eski tanımları da var, bir takım siyasi, iktisadi gelişmelerin bileşimi olarak tanımlayacak olursak eğer, işte bu ekonomi alanında, sanayi devrimi, siyasi alanda Fransız devrimi ve daha kültürel ve dini şeylerden bahsettiğimiz de de reform dediğimiz, din ile devletin birbirinden ayrılması, kilise ile devletin birbirinden ayrılması şeklinde tanımlayabileceğimiz, bu tabii modernleşme de üniversitelerde birkaç dönemde verilen bir alan. Ben kısaca modernleşmeden bunu kastedecek olursak eğer, bir de iktisadi hayatın getirdiği değişiklikler, dönüşümler, hayat tarzının değişmesi şeklinde tanımlayacak olursak biz bu süreci Avrupa’nın yayılmasıyla eş zamanlı olarak yaşadık. Yani, bu bize Avrupa’dan geldi. Biz kendi içimizden, iç dinamiklerimizle, işte o fabrikaları da kendi iç dinamiklerimizle kurmadık. Başka hayatımızdaki değişiklikleri de sadece Avrupa’nın etkisi değil, aynı zamanda bir de İslam dünyasının sömürgeleştirilmesiyle, çünkü evet Osmanlı 46 Kadınlar Akademisi bu topraklar sömürge olmadı ama İslam dünyasının geri kalan, İran ve Anadolu toprakları dışında neredeyse bütün İslam dünyası sömürge haline geldi. Böyle olduğu için biz aslında tartışmanın çerçevesini bu kadın meselesine bakışımızda hep bu gerilimi yaşadık. Yani, Batı’dan geldiler ve Doğu Batı karşıtlığı yani Batılıların bizim topraklarımızı işgal etmesi ve bizi yenmesi sorusu hep zihnimizde oldu. O yüzden bunu, Kadın meselesi nedir? İslam’da kadın meselesini neden tartışıyoruz? sorusuna cevap ararken bu Doğu-Batı meselesini, bu karşılaşma anını hep zihnimizde tutmak zorundayız. Çünkü; Modernleşmeyi, ya da Batılılaşmayı bir başka şekilde, basit bir şekilde şöyle tanımlayabiliriz; Şerif Mardin diyor ki; “Aslında bizim ta Tanzimat’tan bu yana modernleşmemizi özetleyebileceğimiz bir cümle var; “Onların bize bakmasından yola çıkarak bizim kendimize bakmamız sürecidir.” Yani, Avrupalılar bize baktılar, bizi nasıl gördüler, nasıl tanımladılar? O tanımlamalar üzerinden bizim geri dönüp kendimize bakmamız, kendimizi tanımlamamızdır. O yüzden de kadınla alakalı mevzularda özellikle çok bariz bir hale dönüyor. Şimdi kadınların statüsü, işte kadınlar kafese kapatılmış mı? Geri mi kalmış? İleri mi olmuş? Ne kadar özgür, ne kadar değil?.. Gibi soruların hepsi aslında bu bakış açısı. Yani, Batılılar bizi nasıl görüyorlar önce? Ki bu Batılıların bizi nasıl gördüğüne baktığımızda da, artık Batılılar, İslam dünyasını geri, barbar, kadınların kafese kapatıldığı, işte Harem’i koskoca bir Harem olarak gözünde canlandırdığı bir dünya olarak görüyor. Yani, İslam dünyası bir haremden ibaret adeta. Bütün her yerde sanki hâlbuki bunlar şu an araştırılıyor ve kesinlikle Harem’in büyük paşalarının konaklarının ve Padişah sarayının dışında demokratik olarak da böyle bir şeyin mümkün olmadığını biz biliyoruz. Çünkü; Mesela; İstanbul’daki 16. yüzyıl, 17. yüzyıl haneleri araştırıyorsunuz, hane büyüklüğüne bakın, hani bizim klasik şeyde nohut oda balkon sofa denilen evler. Bırakın bu evlerde harem kurulmasını, ortalama nüfus en fazla 4.5 kişi. Bu 4.5 kişiden kim 47 Kadınlar Akademisi anne, kim baba, kim çocuk, Kim o sayısız cariye? Hani onların yeri? Böyle veriler olmasına rağmen, Batıdan bakıldığında algı böyle yani, İslam dünyasında cariyeler var, harem var, kadınlar pazarlarda satılıyor, erkeklerin hizmetine sunuluyor, diğer taraftan o kadınlar hareme kapatıldığı için eziliyor şeklinde bir kalıp yargı var. Böyle bir kalıp yargı var olduğu için bizim kendimize bakışımızda da aynı kalıp yargılar devreye giriyor. Çünkü atalarımız, biraz önce bahsettiğim o yenilgi süreci yani, toprak kaybediyoruz, askeri olarak Batı karşısında yeniliyoruz, “Peki neden yeniliyoruz?” Sorusunu sorduklarında onlara aslında bir takım hazır cevaplar eşlik ediyor. Bu da oryantalistlerin hazır cevapları. Diyor ki oryantalistler; “Zaten İslam terakkiye manidir.” Bütün oryantalist cevapları bir cümleyle özetlemek mümkün değil ama genel olarak, “İslam terakkiye manidir. O yüzden de zaten bütün doğulular, özellikle de Müslümanlar tembeldir.” Bunun çağdaş versiyonlarını biz görmedik. İşte Müslümanlar demokrasiyi gerçekleştiremez, Müslümanlar insan haklarını şey yapamaz, kendi kendilerini yönetemezler, Onlara bizim özgürlük götürmemiz gerekir dediler. Afganistan’a özgürlük götürme talebiyle gitti Amerika. Öyle bir iddia ile gitti. Irak’a yine onlar kendi kendilerini idare edemiyorlar, farklı mezhepler birbirlerini kırıyorlar, o halde biz Irak’a barış götürelim gibi, aslında kendi kendini yönetemeyen, kendini idare edemeyen Doğu ve Müslüman dünyası imajı kökü çok eskilere dayandığı gibi bugün de devam eden bir şey. Bu yargı kadınlar üzerinde de ifadesini bulduğunda da çok bariz bir şekle dönüşüyordu. Diyorlardı ki, aslında İslam zaten özünde, o benim biraz önce bahsettiğim İslam kadına karşı genel kanaatin de kendisini ifade eden, İslam özünde kadınlar için baskıcı bir niteliğe sahiptir. Peki, haremlik selamlık ayırımı zaten bunun en bariz göstergesidir. Yani İslam dünyasında bunların ezildiğini nereden anlarız? İslam’ın baskıcı olduğunu nereden anlarız? Müslüman kadınlar örtünüyorlar. Buradan anlarız. Böyle otomatik bir şey vardı. Zaten İslam dünyasındaki geriliğin, ilerleyememenin, hem ekonomik alanda, hem siyasi alanda demokrasiyi gerçekleştirememenin temel nedeni de budur şeklinde bir genel kanaatti. Bu konuda Seyda Ahmet var, Mısır kökenli Amerika’da yaşayan bir sosyal bilimci. “Bütün oryantalist söylemi özetleyecek olsak bu iki cümleyle özetleyebiliriz” diyor. İslam kadınlar için ezicidir. İslam dünyasının kalkınamamasının temel nedeni de budur. 200 yıl öncesinden beri devam eden bu oryantalist söylem hala geçerliliğini koruyor. Tabii ki Müslümanlar bu söylemi olduğu gibi kabul etmediler. Yani bu yargılar hep dile getirildi, Müslüman yöneticiler ve aydınlar, dönemin aydınları ama şöyle bir savunmaya geçtiler o dönemde; İslam kadını ezicidir diyen bir söyleme karşı “A!.. evet haklısınız..” diyemezlerdi bir Müslüman olarak. Şöyle bir çözüm yolu buldular. Evet, İslam terakkiye mani değil ama biz galiba dinimizi yanlış yorumladık, yanlış yorumladığımız din ve 48 Kadınlar Akademisi gelenekler buna engel oldu dediler. Yani aslında yaşadıklarına yeni çare bulmaya çalıştılar. Ve yanlış yaşanan din olabilir diye bu yorum bugün de devam ediyor. Ama ben bu yorumun da aslında savunmacı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani, reaksiyonel bir şey aslına bakarsanız. Biraz önce dediğim gibi, “Aslında İslam'da böyle değildir, Asr-ı Saadet’te kadınlar ezilmiyordu, sonradan biz bozulduk” şeklindeki cevaplar da aslında reaksiyonel cevaplar yani. Birinin soru sorduğu için, birisi bizim kafamıza vurduğu için cevap yetiştirmek zorunda kalıyoruz. Dikkat edin, sorguya çekilen insan normal cevaplar vermez aslında. Ya savunmacı olur, ya da itirafçı olur. Belki o yüzden bugün İslam dünyasında iki uçla yaklaşıyorlar bu meseleye. Yani bir kısmı diyor ki; “Evet haklısınız, İslam kadınları ezer.” Bu itirafçı grup, kabul ediyor doğrudan doğruya, ya da, tam tersi bunu savunmaya kalkar, “Hayır, İslam’da öyle değil.” Aslında ikisi de doğru değil. Çünkü burada esasında yapılması gereken; “Sen bu soruyu nereden temellendirip soruyorsun?” olmalı. Yani hiyerarşik bir şey var çünkü. Soran aslında hesap soruyor. Yani bir şekilde bir üst noktadan İslam dünyasını hesaba çekmeye çalışıyor. Böyle bir şey tabii ki arka planda sömürgecilik ve oryantalist söylemin böyle bir meydan okuması var. Bu meydan okumaya karşı da hep biz cevap vermeye çalışıyoruz. Ve bu cevap esnasında sosyal hayattaki reel değişiklikleriyle alakalı konuşmuyoruz. Biz hep afakî şeylerle alakalı konuşuyoruz. O biraz önce bahsettiğim şeydeki gibi, hani bu evler nohut oda balkon sofa evlerde harem nasıl olabilir? Diye bir şeye giremiyoruz yani. Bunu cevaplamak, ya da buradan yola çıkmıyoruz. O dönemde işte pek çok savaşlar oluyor, işte fabrikalar kuruluyor, kadınlar gerçekten sosyal hayatta değişiklikler yaşıyorlar. Özellikle 1870’lerden itibaren İslam dünyasında çok canlı bir tartışma ortamı var. Kadınların, özellikle Osmanlı’daki kadınların çıkarttığı dergiler, kurdukları cemiyetler var. Mesela; Dönemin tanınmış isimlerinden biri Fatma Aliye Hanım, ilk roman yazan kadın. Mesela, Fatma Aliye Hanım evinde eğitim görmüş, çünkü babası Ahmet Cevdet Paşa. Fransızcayı biliyor, Arapçayı çok iyi biliyor ve Fransızca eser yazabilecek kadar çok iyi biliyor. Felsefeyi çok iyi biliyor ve ilk roman yazan kadınımız. Onun çıkardığı bir gazete var. Hanımlara mahsus gazete diye işte logosunda “İyi Eş, İyi Anne, İyi Müslüman” yazıyor. Yani asıl hedefin o olduğu yazıyor. O dergi de, Kadınlar Dünyası gibi dergiler, özellikle 1900’lerden sonra Meşrutiyet döneminde çıkan dergiler var. Bütün bu dergiler, o dönem boyu, ben sadece birkaç örnek veriyorum. Kadınların durumu, ne yapması gerektiği, modern hayata nasıl dâhil olacaklarıyla ilgili çok ilginç tartışmalar var. Çünkü; Sosyal hayat sahiden öyle, daha önceden hiçbir kadın çıkıp kürsüye konuşamazken o dönemde çıkıp kürsüden muhataplarına karşı konuşmaya başlıyor kadınlar. Yazmaya başlıyor, eğitim kurumlarında eğitim görmeye başlıyor. Şimdi böyle bir değişim var ve bu 49 Kadınlar Akademisi değişimin içinden tabii ki, tartışmaların da olması çok normal. Yani ne yapacaklar sonunda. Diyorlar ki, daha fazla dışarıya çıkmaya başlıyor kadınlar, o zaman tesettürün niteliğini tartışıyorlar. Şu feracelerin kolları çok şey, tramvay var, tramvaya binemiyoruz. Binerken açılıyor kolumuz. Adımımızı atamıyoruz. O halde hem tesettüre uyan ama aynı zamanda da hareketimizi kolaylaştıran, işte devlet memuru olmaya başlıyorlar, fabrikada çalışıyor, postanede çalışmaya başlıyor, bu çalışmamaya uyan tarzda nasıl giyinebiliriz? Gibi bir takım tartışmalar var. Bunlar çok normal, yani benim mevsim normalleri dâhilinde dediğim tartışmalar. Ama bizim ana akımı hiçbir zaman bu mevsim normalleri belirlemiyor. Yani en temel tartışma çok eşlilik oluyor o dönemde. Nitekim Fatma Aliye Hanım’a yurt dışından gelen bir takım temsilciler o Sultan II. Abdülhamid zamanında öyle her istediğinde doğrudan konuşamıyor, dışarıdan bir takım yabancı kadınlar geliyorlar, tabii Müslümanlar ne yerler ne içerler? Nasıl varlıklarını bunlar devam ettirir? Hani şimdi de devam eden o özel araştırmacılar var ya, merakla incelemek üzere gelen kadınlara öyle her sokakta bir kapıyı çalıp da içeri girme izni verilmiyor tabii ki. Sultan II. Abdülhamid bu konularda onu birikimli gördüğü için Fatma Aliye Hanım’ı görevlendiriyor. Fatma Aliye Hanım evine misafir ediyor kadınları, hatta Nisvan-ı İslam diye bir kitapta, biri İngiliz, biri Fransız, diğerinin milliyetini hatırlayamıyorum o, 3 kadınla muhaveresini anlatır. Onlarla neler konuştuklarını filan anlatır. Bu misafirliklerden birinde gelen yabancı konuk, işte Fatma Aliye Hanım misafirlerini, arkadaşlarını davet ediyor, diyor ki; “Bunlardan hangisi hangisinin kuması?” diyor. İşte Avrupa’da onların en fazla duydukları İslam dünyasında erkekler çok eşli, bir adamın dört eşi var bir de sayısız cariyesi var. Yani hayatı böyle tahayyül ettikleri için, bir evin içini de görme imkânları olmadığı için hep yazılan o hayali seyahatname kitaplarından, o Binbir Gece Masallarını okuyorlar. Binbir gece masallarındaki o hayatın sanki masal değil de Müslümanlar öyle yaşıyorlarmış gibi bir kanaat oluşuyor. Onun niçin soruyor; Bunlardan hangisi hangisinin kuması. Fatma Hanım diyor ki; “Hiç birisi değil. Her biri bir kişinin eşi.” “Nasıl olur, ama bize öyle dediler” diyorlar. Çünkü böyle bir algı var. Ve tartışma bunun üzerinden gidiyor. Şu anda yapılan araştırmalar gösteriyor ki, % 2.5 gibi bir düzeyi geçmiyor çok eşlilik. Hatta bunun esasında nadir rastlanan bir şey olduğunu gösteren heyet sicillerindeki bir takım lakaplardan da anlaşılıyor. Soyadı olmadığı için o dönemde şöyle geçiyor adamın adı; filanca mahalleden filanca, mesela: İki karılı Mehmet Efendi kızı diyor lakabı. Şimdi herkesin iki karısı olsa bu adama iki karılı demek tanımlayıcı bir ifade olmaz, değil mi? Demek ki nadir olan bir şey ki adama lakap olarak koyuyorlar. Bu da gösteriyor ki aslında o kadar bariz değil. Buna rağmen tartışma hep bunun üzerinden yürütülüyor. Çerçeveyi reel hayattaki değişiklikler oluşturmuyor. Reel hayatta neler oluyor bunun üzerinden 50 Kadınlar Akademisi gelişmiyor tartışma, daha ziyade Batılıların kafasında var olan bir takım imajlar var. Bugün de devam eden bir takım imajlar. O imajların işte en üst seviyesi de işte İslam Dünyasında kadınlar evleniyor, çok eşlilik var, boşanmaya hakları yok falan, filan gibi bir sürü, bir sürü kalıp yargılar var. Onlar üzerinden devam ediyor tartışmalar. Çok eşlilik en fazla % 2.5 gibi olmasına rağmen en temel konulardan biri haline geliyor. Bu özellikle önemli, yani bizim şu anda devam eden reel hayattaki, Müslüman kadınların reel hayatta karşılaştıkları zorluklardan ziyade, hep böyle birileri bir şey soruyor, ona cevap vermek zorunda kalıyoruz. İslam’da şöyle midir? diyor. Mesela İslam’da miras var mıdır? diyor. Hâlbuki biz şu an Medeni Kanun’un uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. Medeni kanunda kadınlara ve erkeklere eşit paylaşım var. Normalde bu uygulanıyor. Bu uygulandığı halde sanki çok güncel bir soruymuş gibi kadınların mirasla alakalı mevzusu çok daha ön plana çıkartılıyor. Hâlbuki yaşanan çok daha önemli problemler var, yaşanmakta olan çok daha acı tecrübeler var. Asıl sorunlar üzerinden yürümüyor da tartışma, hani son zamana kadar başörtüsüyle okula gidemiyor, eğitim alamıyor, meslek sahibi olamıyor, o yüzden hem psikolojik olarak, hem ekonomik olarak mağdur durumda kalıyor bir kadın. Bu reel bir problem. Bunu tartışmıyoruz ama İslam’da Miras hakkı, şahitlik, iki kadının şahitliği falan gibi, aslına bakarsanız çok da gündemde olmayan, uygulamada hiç bir karşılığı olmayan meseleleri tartışıyoruz. Bu tartışmaların temel çerçevesini belirleyen birinci husus bu. Bir diğeri de, bir başka önemli husus da yenilgi durumu. O dönemden itibaren, toprak kaybı, siyasi olarak yenilmişlik, yaşanan bütün bu acılar. Ben bir sergiye gittiğimde şu manzara karşısında çok üzülmüştüm. Bu kadar tarih okumama rağmen bir harita üzerinde bunu görünce çok şaşırmıştım. 17. yüzyıl, bir dünya haritası gördüm. Müslümanların yönettiği bölgeleri gösteriyor ve dünyanın dörtte üçü yeşil. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafi olarak baktığımızda en genişlediği dönemi belirtiyor. Hindistan’da Türk Sultanlığı var. Biz mesela Hindistan’ı hiç Müslüman olarak düşünmüyoruz. Hindistan’a gittiğimizde o büyük minareyi, 12. - 14. yüzyılda yapılmış olan 14 metre çapında bir minare var. Çok büyük bir minareyi görüyoruz orada. Hâlâ yüz milyonlarca Müslüman'ın yaşamakta olduğunu hâlâ, bu aslında bilgi olarak biliyordum ama bizzat gidip orada teneffüs edince Hindistan’ın aslında Müslüman bir ülke olduğunu görmüş oldum. Dünya tarihindeki o döneme baktığımızda, o bölgeyi Bir Türk Sultanlığı yönetiyor, idare ediyor. İran’da da Safeviler var, Safeviler de Türk. Aslında diğer taraftan baktığınızda 3 Türk hanedanı neredeyse tüm dünyaya hükmediyor. Böyle bir dönemden sonra yavaş yavaş toprak kaybedildiği ve Anadolu’ya doğru küçüle küçüle, sürekli geri çekilen büyük bir yenilgi haliyle bakıldığında o dönemin aydınlarının bu kadar şey hissetmelerini belki anlamak mümkün. Hani “Nerede 51 Kadınlar Akademisi hata yaptık” sorusunu bu kadar çok sormalarını ve sürekli kendi kendilerini hesaba çekmelerini anlamak mümkün. Bu hesaba çekme esnasında aslında Müslüman idareciler, işte yazan çizen, o alanda fikir geliştirenler hep kendilerini bir yenilgi hissine mağluben burada. İşte biz geri kaldık, Avrupa bir şeyleri becerdi. Yargı ve önce askeri alanda bir şeyler becerdi, bizi yenmeye başladı. Ardından ekonomik olarak ilerledi. Ve ondan sonra da aslında biz kültürel olarak da yenildik şeklinde bir geri kalmışlık hissiydi. Kadınla alakalı tüm tartışmalara baktığımızda bu yenilik fikrinin yine çok bariz olduğunu ve savunma psikolojisinin gündeme geldiğini görüyoruz. Kadınla alakalı mevzular Osmanlı’nın son döneminde, işte modernleşme dediğimiz 19. yüzyılda, özellikle 2. yarısında, Tanzimat’tan sonraki dönemde baktığımızda, 1850’lerden sonraki dönemde bütün tartışmaların kadınlar üzerinden yapıldığını görüyoruz. Öne çıkmış bütün aydınları düşünün, siyasi olarak Devlet-i Aliye nasıl kurtulur sorusuna cevap vermek üzere bir şeyler kaleme alan, yöneticilik yapan, mutasarrıf olan, valilik yapan, sarayda görevli olan, sadrazam olan, kim olursa olsun hepsine bakın hepsi mutlaka kadınla alakalı birkaç makale, ya da çoğu birer kitap yazmışlar. Bu çok önemli bir şey aslında. Hepsi mutlaka kadınla alakalı şey yapmışlar. Çünkü; şimdi bu şeyde bütün toplumsal sorunların çözümünün devleti kurtarmak, devleti kurtarmak için toplumu kurtarmak, toplumu kurtarmak için aileyi, aileyi kurtarmak için de kadını kurtarmak gerekir gibi böyle zincirleme devam ediyor. Kadını kurtarmak nasıl olacak? Oryantalistlerin verdiği cevap hazır. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde, Abdullah Cevdet bunu aktarır. “Kur’an’ı kapa, kadınları aç.” Böyle bir şey vardır. Abdullah Cevdet bunu aktararak diyor ki; “Hem Kur’an’ı, hem kadınları açalım.” Hani o Kur’an’dan, dinden vazgeçmiyor ama kadının toplumsal hayattaki yerinin daha fazla genişletilmesi ve Batı’daki kadının aynısı olması gerektiğini söylüyor ve buna benzer pek çok öneri gösterenler oluyor. Bu öneriler aslında tabii birbirinden ayrı. Osmanlı’daki bu siyasi krizlere cevap olarak 3 ana akım gözüküyor o dönemde. İslamcılar var, Türkçüler var, bir de Batıcılar var. Bunlardan bir kısmı diyor ki mesela: Batıcılar, her şeyiyle Batı gibi olmalıyız. Buna kadın ve kültür meselesi de dâhil. Kadınlar her şeyiyle Batı’daki gibi olmalı, onlar gibi özgür olmalı, eğitim görmeli vs. Türkçüler diyorlar ki; “yani aslında bu kadınların örtünmesi, sosyal hayata girme meselelerinin filan İslam’la alakası yok, bize Bizans’tan, İran’dan gelen geleneklerdir. Türk geleneğinde de yok bu zaten” deyip, Batı karşısındaki o eksiklikleri idare etme arayışında oluyorlar. İslamcılarsa diyorlar ki; Aslında İslam’da kadınlar ezilmiyor. O yüzden biz Gerçek İslam’ı devreye sokarsak, o aradaki bozulma durumunu ortadan kaldırırsak meseleyi çözmüş oluruz diyorlar. Tabii bunları ayrıntılı olarak incelemenin yeri burası değil ama sadece dönemin 52 Kadınlar Akademisi içinden toplumu kurtarmak, devleti kurtarmak adına çözüm önerenlerin hepsinin kadınlarla ilgili bir fikri, bir projesi var. Hepsi farklı yaklaşımlar sergiliyorlar ama hepsine de baktığımızda, en Batıcısından en İslamcısına kadar hepsine de baktığınızda hepsi aslında yine de İslam’ın hâkim olduğu ortak bir atmosfer içinden konuşuyorlar. Nitekim en Batıcı diyebildiğimiz Abdullah Cevdet’le İslamcı diyebildiğimiz Mehmet Akif’in çözüm önerilerine bakarsak, aslında ortak bir çözüm önerisi sunuyorlar. Diyorlar ki; toplumda bir takım şeyler değişiyor, kadınların konumunun da değişmesi lazım ama bu İslam’a aykırı değil diyorlar. İslam'ın içinden bu değişimi, bu dönüşümü yapabiliriz diyorlar. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde bu söylemde çok köklü bir değişiklik oluyor. Yani bu farklı şeyleri savunan kadın olsun, erkek olsun farklı görüşleri savunanlar arasında bir tercih yapılıyor ve diyorlar ki; İşte biz Batı usullerine göre bir kamusal alan, bir hayat örgütlemek zorundayız. O yüzden de kadınların hayatı aynen Batı’daki gibi olursa eğer ki, -burada daha ziyade kıyafet üzerinden bir sembolik şey kazanıyor-, böyle olursa ancak biz medeniyet seviyesine ulaşabiliriz diyorlar ve cumhuriyet dönemi, daha ileri, daha çağdaş olmak için daha Batılı olmak gerekir gibi bir söylemi benimsiyor. Aslında benim anlatmaya çalıştığım çok uzun bir mevzu. Aslına bakarsanız, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte kadın meselesi yine çok sembolik anlamını devam ettiriyor. Cumhuriyet bütün modernlik imgesini kadınlar üzerinden kuruyor. Hatta dönemi tanımlaması için şöyle bir ifadeye rastlamam benim için çok çarpıcı olmuştu. “Açık bir kadın yüzü, bir traktör kadar, bir fabrika kadar önemliydi, ya da bir tren yolu kadar önemliydi.” Aslında hani medeniyet dediğimiz “Batı’nın teknolojisini alalım, kendi kültürümüzü muhafaza edelim” diyen İslamcılara karşı Batıcı yaklaşım, Cumhuriyet ideolojisi istiyor ki, yani kadın yüzü çok önemli, kadının modern görünümü yüzle sınırlı kalmıyor tabii. Böyle devlet eliyle kadınların modernleştirilmesi şeklinde bir söylem benimseniyor ama aslında hep bizim bildiğimiz bir gecede sanki kadınlar daha önceden çok kötü durumdaydı, kafes arkasına kapatılmıştı. Hiç özgür değillerdi, ama birden bire bir gecede Cumhuriyetin getirdiği yeni düzenlemelerle birlikte birdenbire modernleştiler kadınlar. Toplumsal hayat için böyle bir şey söylemek zaten mümkün değil. Bu da zaten tarihsel verilere de aykırı. Çünkü biz daha 1850’lerden itibaren kadınların modern eğitim kurumlarına girdiğini, sosyal hayatın yavaş yavaş değiştiğini görüyoruz. Zaten şunu anlamakta ben öğrenciyken zorlanmıştım. Sonradan ek okumalar yaparak ancak çözümleyebildim denklemi. Mesela; şunu hiç düşündünüz mü? Düşünün, çarşaflı, peçeli, asla bir erkeğe sesini bile duyurmamış, yüzünü hiç göstermemiş kadınlardan müteşekkil bir Osmanlı toplumu düşünün. Böyle bir şey var mıydı? Bu tartışılır zaten. Ama tahayyül olarak 53 Kadınlar Akademisi böyle çiziliyor. Diğer taraftan bir gecede devrim oluyor kıyafet devrimi ve ertesi gün baloda sırt ve göğüs dekolteli kadınların yabancı erkeklerin kollarında dans ettiği bir ortam. Şimdi toplumsal değişme dediğimiz şey bu kadar radikal olamaz. Yani, o kadın bu kadın olamaz. Evet böyle bir şey mümkün değil. Ne psikoloji açısından baktığımızda, ne sosyoloji açısından baktığımızda böyle bir şey mümkün değil. Nitekim böyle olmadığını biz biliyoruz.1880’lerdeki İstanbul’daki bir takım paşaların konaklarında kadınların, kadın erkek karışık ortamlarda sosyalleştiğini, çay partileri düzenlediğini, yine yurt dışına giden kadınların, belki bugünkü İranlı kadınlara benzer şekilde yurt dışında yüzü açık gezdiğini ve benzer tecrübelerinin olduğunu, yani üst sınıfın kadınlarında bir modernleşme serüveninin yaşandığını biliyoruz. Alt sınıf belki taşrada, ya da büyük şehirlerin taşrasında da böyle bir şey yok ama elit dediğimiz, daha seçkin dediğimiz üst kesimde böyle bir Batılı modern hayat tarzı zaten var. İşte öyle olduğu için de zaten bir kılık kıyafet devrimi olduğu andan itibaren zaten belli bir şeyi, belli bir gelişmeyi tamamlamış kadınlar bunu uygulamaya sokabiliyorlardı. Diğer taraftan böyle bir şeye hazır olmayanlar zaten yıllarca evlerinden çıkmıyorlar. Ama sadece kıyafet üzerinden bakmayalım meseleye, eğitim açısından baktığımızda da bir gecede okuryazar olmadı kadınlar. 1850’lerden itibaren kadınlar ilk olarak ebelik okullarına gitmeye başlıyorlar. 1869’da ilk defa kadınların ilköğretim kurumlarına gitmesi mecburi hale geliyor. 1870’te Darul Muallimat denilen kız öğretmen okulları kuruluyor. Üniversite düzeyinde, daha sonra İnas Darulfünunu denilen kadınlar üniversitesi 1913’de kuruluyor. Aslında kadınların değiştiği, dönüştüğü, sosyal hayata dâhil olduğu bir süreç var. Bu sosyal hayata dâhil oluş esnasında sadece kendinden vazgeçme de söz konusu değil. Şükûftegar diye bir dergi var, bunu ilk defa Darül Muallimat dediğimiz kız öğretmen okullarının ilk mezunları çıkartıyorlar. Yani eğitimli kadınlar olarak çıkarttıkları bir dergi. O dergide şeyi tartışıyorlar yani, tesettür nasıl olmalı? Siz bize “saçı uzun aklı kısa” diyorsunuz ama bunu kabul etmiyoruz. Bir feminist tepki var aslında, öyle değerlendirilebilecek bir tepki var ama biz diyorlar sizinle birlikte ülkenin gidişatına, topluma katkıda bulunmak istiyoruz. Savaşlar var, fakirlere yardımcı olmak istiyoruz, sosyal hayattaki sorunları çözmek istiyoruz, eğitim görmek istiyoruz iyi anne, iyi eş olmak istiyoruz ama aynı zamanda sosyal hayatta da yer almak istiyoruz ve meslek sahibi olmak, kadın olarak da ayaklarımızın üzerinde durmak istiyoruz diyorlar. Ama bu şey demek değil tamamen dinlerinden vazgeçmiyorlar, hatta şeyi tartışıyorlar, o açıdan çok ilginç. Tabii o zaman tesettür açısından peçe ve eldiven de var. Eldivenin üzerine yüzük takılır mı? takılmaz mı tartışıyorlar. Yani tesettürden vazgeçmiş, bir tarafta aşırı Batılılaşmış, bir tarafta tamamen çok gelenekleri koruyan bir şey yok. Aynen bugünkü gibi. Değişen, dönüşen çeşitli, yani bir yelpazenin iki ucunda da yer alan 54 Kadınlar Akademisi kadınlar var. Ve bunu tartışıyorlar neyi yapacaklarına dair bir tartışmanın içindeler. Mesela 1912’de Fatma Aliye Hanım evinde topluyor kadınları özellikle Balkan savaşları, 1912 biliyorsunuz Balkan göçmenlerinin çok yoğun olarak geldiği bir dönem. Onlar için bir hayır oturumu düzenliyorlar. Dönemin eli kalem tutan kadınları ardı ardına konuşuyor, İşte kadınlar bileziklerini, küpelerini, yüzüklerini çıkartıp atıyorlar, orada mülteciler için bir yardım toplanıyor. Buna benzer faaliyetleri var veya daha entelektüel şeyler kuranlar var. Mesela Halide Edip kendi kurduğu derneğe üye olmak için İngilizce bilme şartı koyuyor. Böyle bir tartışma süreci var ama o tartışma süreci Cumhuriyetle birlikte kapanıyor, sadece şöyle bir imaj oluşuyor; Bu imajı 1970’lerden sonraki feminist kuşaklar tartışır ve bugün artık kabul görmüyor. Yani, “Kadınlar çok perişan durumdaydılar, Mustafa Kemal geldi bir gecede onları kurtardı”. Böyle bir şey yok. Süregelen bir toplumsal değişme var. Dönemin kadınları çok ciddi katkıda bulunuyorlar. Yani, hem milli mücadele esnasında, hem sosyal hayattaki o katılım noktasında çok ciddi katkıları var. Farklı görüşlerden olanlar var. Çok feminist tepkiler gösterenler var ama bir taraftan da işte Fatma Aliye örneği üzerinde gördüğümüz, daha mutedil, yani hem dini hassasiyetlerini muhafaza eden, aynı zamanda da Udî diye bir kitap yazan, yani kadınlar meslek sahibi olmalı, ayakları üzerinde durabilmeli ki, çok süfli işler yapan kocalarına boyun eğmek zorunda kalmasınlar. Ya da sokağa atıldıklarında kötü yola düşmesinler. Refet diye bir romanı var mesela. Refet’te de okuyan ve meslek sahibi olan bir kadını çizer. O döneme baktığımızda böyle bir ayırımı var Fatma Aliye Hanım’ın. Meslek sahibi olmayı çok önemsiyor, ama bu kadınlar illa erkeklere bayrak açsın, isyan etsin manasına gelmiyor. Kendi hayatında da böyle olmadığını görüyoruz. Babası evlendirdiği için, asla itiraz etmeyip, bu babamın hakkıdır deyip 17 yaşında evleniyor ve eşi buna rıza göstermediği için yıllarca kalemi eline almıyor. Böyle bir şeyin de anlaşılabileceğini biliyorum, belki tartışılabilecek bir şey. Çok uzun bir süre sonra eşini ikna ediyor, yani roman okuyan, roman yazan, yoldan çıkmayacağına, kocasına isyankâr olmayacağına dair öyle bir şey aralarında geliştikten sonra o teşriki mesai sonrasında, evet, bu kadın herhalde bana meydan okumaz, saygıda kusur etmez noktasına geldikten sonra roman yazmaya başlıyor. Şimdi böyle bir süreç var, yaşanan bir süreç var ama biz bu süreci sanki yokmuş gibi, bir gecede kadınlar özgürlüğüne kavuşmuş gibi bir imaj var. Bu 70’lerden, özellikle 80’lerden sonraki ikinci dalga feministlerin Türkiye’deki yansıması olarak gördüğünüz yayınlarda da bunu bariz olarak görüyoruz artık. Yani Cumhuriyetin kadın özgürlüğünü çok da şey yapmadığını, hatta tam tersine daha radikal olarak gelişebilecek olan bir takım gelişmelerin önünü kapattığına dair ki buna da Nezihe Muhiddin örneğini verirler. Cumhuriyet Halk Fırkası da kurulmadan önce, Kadınlar Halk Fırkası’nı kuruyor Nezihe Muhiddin, eli 55 Kadınlar Akademisi kalem tutan kadınlardan birisi. O dönemin Cumhurbaşkanlığını yapan Mustafa Kemal’e de bunu takdim ediyor. Fakat kabul görmüyor. Türk Kadınlar Birliği’ne dönüştürülüyor kurduğu fırka. Çünkü onu bir rakip olarak görüyor. Çok güçlü göründüğü için siyasi rakip olarak ciddi bir kargaşaya sebep olabileceği için o fırka veya bugünkü adıyla parti kapatılıyor ki, seçme-seçilme hakkı henüz yok. Seçme seçilme hakkı verilmeden yıllar öncesinde Nezihe Muhiddin böyle bir parti programıyla devreye giriyor ama parti kapatılıp dernek haline dönüştürülüyor ve daha uysal, söz dinleyecek birisi getiriliyor başa. Bu Türk Kadınlar Birliği uzun bir süre devam ediyor. 1980’lerde kapatılmıştı, Tekrar, güya Cumhuriyetin koruyucusu rolünü üstlenen kadınların sesi olarak devam ediyor ama figüran. Aslında kendinden menkul, kendi geliştirdiği bir takım söylemleri dile getiren bir hareket değil. O açıdan İslam Dünyasındaki modernleşme ve kadın diye, dediğim gibi o büyük başlığa baktığınızda, benim bu noktada vermek istediğim temel mesaj şu: Sosyal hayat değişir ve evet değişti. Bugün baktığımızda bu değişimi nasıl değerlendirmeliyiz? Benim şu an şurada bulunuyor olmam bu değişimin bir göstergesi. Yani “biz modern değiliz.” Diye bir cümle kurmak yanlış. Hepimiz moderniz. Şuradan ben mikrofonla konuşuyorum, hepimiz buraya arabayla geldik. Elektrik kullanıyoruz. Bunlar tamam teknolojik şeyler ne alakası var diyebilirsiniz ama bu teknolojik şeyler bizim gündelik hayat görüntülerimizi de değiştirdi. Çocuklarımızı okula gönderiyoruz. Küçükleri yuvaya gönderiyoruz. Yani eski annelerimiz gibi değiliz. Hiç birimiz annelerimiz gibi değiliz, hiç birimiz ninelerimiz gibi değiliz. Ama bu değişimi çok mu kutsamamız gerekiyor? Ya da eyvah, bozulduk, mahvolduk, bak hiç birimiz ninelerimiz gibi değiliz mi dememiz gerekiyor? Aslında ikisi de yanlış. Yani, çok kötü oldu demek de yanlış. Çok iyi oldu demek de yanlış. Çünkü; evet, bu değişim. Bu değişimi iyiye doğru da yönlendirebiliriz, kötüye doğru da yönlendirebiliriz. Değişim tabiatın kaçınılmaz tabii bir sonucu. Bu fıtri bir şey. Kadim zamanlardan beri değişim söz konusu. Ama biz son yüzyıllarda çok hızlı ve mevsim normallerinin üstünde bir değişim yaşadığımız için aslında kadın meselesiyle alakalı hep kafamız karışık. Çünkü kadınların hayatı zaten tüm dünyada da değişti. Bir de İslam dünyasında bu değişimin üzerine hep Batılıların, Avrupalıların hizaya çekmesi eklendi. Yani, “ha bak, sizin kadınlarınız, siz onları geri bıraktınız, kafes arkasına hapsettiniz gibi, bugün de çeşitli şekillerde devam etmekte olan yine bir şeye maruz kaldığımız için biz bu meseleyi mevsim normalleri içinde tartışamıyoruz. Yani, bu değişimi doğal bir şey olarak göremiyoruz. Ya kötülüyoruz, ya da kutsuyoruz bu sefer. Yani 16. yüzyılda yaşasaydık, eyvah ne olacaktı kafes arkasına kapatılmış olacaktık, bak 56 Kadınlar Akademisi ne güzel çok özgürüz deyip bunu şey görebiliyoruz. Hâlbuki aynen öyle bakılmaz. O dönemin özgürlük anlayışıyla bugünün özgürlük anlayışı birbirinden çok farklı. Ama bugünü anlamak için mutlaka tarihsel süreci de bilmemiz lazım. Bugün niye bu kadar yakıcı bir konuyu anlayabilmek için isabetli bir analiz yapıp isabetli bir cevap üretebilmek için de tarihsel arka planını da bilmemiz gerekiyor. O yüzden ben sıkıcı da olsa bu arka planı hep aktarmak gerektiğini düşünmüyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Şimdi soruları alabiliriz. Saniye Öztürk Moderatör Sosyolog-Yazar Nazife Şişman Hanımefendiye istifadeli sunumu için teşekkür ediyorum. Evet, yorucu mu? Yorucu. Nazife Hanım sağolsun her zaman beyin konforumuzu bozuyor. Böyle bozan insanlar olmalı. Farklı bakış açıları getiriyor. Gerçekten çok kıymetli. Biliyorum, öyle her yerde de konuşmuyor. İşte 5 kere davet ettiysem programa, bir defasında ancak kabul eder. Bunu da buradan paylaşmış olayım. Ben teşrif ettiği ve bu bilgileri de bizlerle paylaştığı için teşekkür ediyorum. Sizlerden gelen soruları yöneltebiliriz. Arkadaşlarımız mikrofon verecekler. Soru: Ben sizi dinlerken aklımdan pek çok şey geçti Nazife Hanım. Gerçi sona doğru altını çizdiniz ama modernleşmeden biz ne anlıyoruz? Şimdi bize ilkokul kitaplarında, o yıllardan beri öğretilen modern kadın imajı deyince şu an eminim hepimizin aklından geçen bir kadın formülü var. Hep kıyafetler üzerinden bir modernleşme, ya da işte bir resim vardı işte onu da yine benimle aynı yaşta olanlar, gerçi ben çok gencim ama hatırlayacaklardır. İşte bir anne modeli vardır, bir baba modeli vardır, çocuklar falan, bir de bilinçaltı oluşturularak, biz bu algıların değiştirilmesinin ne kadar zor olduğunu düşündüm. Ama işte siz de bugün evet moderniz diyorsunuz, bir başkası da diyor. Şimdi iki moderni yan yan getiremiyoruz. Şimdi ne anlamalıyız biz modern kadından? Cevap: Modernin de tabii çok çok farklı tanımları var ama ben sadece reel bir duruma işaret etmesi açısından modern dedim ama insanın kendisini tanımlarken kullanacağı kavramlar açısından, ben modernim diye altını çizerek bir şey yapıyorsak orada başka bir problem var demektir. Ben kendimi “Ben modernim” diye tanımlamıyorum. Şimdi böyle bir tanımlamaya tevessül edersem eğer aslında modernist olurum. Yani modern olmayı kutsamış olurum. Zaten modernitenin temelinde bu var. Yani, bugün temel olarak şu var; bir zaman ilerleme süreci 57 Kadınlar Akademisi içerisindedir. Tarihi geriden ileriye doğru gelişmeye doğru, iyiye doğru bir süreçtir. O yüzden bugün geçmişten daha iyidir diye ilerlemeci bir mantık var tarihsel seyre baktığımızda. modernizmde bizatihi bu var. Modern olan yenidir. Yeni olan eskiden her zaman iyidir gibi. Bizim Müslüman olarak tarihe ve zamana baktığımızda böyle bir şeyi kullanamayız. Böyle bir tanımlamayı kullanamayız. O yüzden, geçmişler daha iyi anlar tabii. O yüzden vaka olan bu. O yüzden farklı tanımladım. Çağdaşız, çünkü hepimiz bu çağda yaşıyoruz, hepimiz çağın nimetlerinden istifade ediyoruz, külfetlerine katlanıyoruz. Çünkü çağdaş olan her zaman daha iyi olan anlamına gelmiyor. Bugün yaşadığımız kent ortamında nelere maruz kalıyoruz? Şu an buradaki cep telefonu sinyalleri yüzünden bizim binaların yapısı da çelikten olduğu için bir kafes içinde yaşıyoruz ve üzerimizde yoğun bir manyetik alan var, bu bizi ilerleyen dönemlerde kanser hastası yapabilir. Şimdi bu evet nimettir. Telefon alo dediğimizde karşımızdaki, onun bir külfeti var. O yüzden hani yeni olan iyi olandır, modern olan iyi olandır anlamında değil. Sadece bunu inkâr etmenin, yani, “Ben modern değilim” diyerek bunun üzerinden bir tez kurmanın çok anlamlı olmadığını düşünüyorum. Ama modernist değilim diyorum ben. Yani moderne olumlu bir anlam yüklemiyorum. Saniye Öztürk Moderatör Evet, teşekkür ederim. Sorusu olan varsa alayım, yoksa ben sorularıma devam edeceğim. Soru: Çok teşekkür ediyoruz. Nazife Hanımı dinlerken tespit çok enteresandı. O asra baktığımızda bazı uydurma Hadislerin özellikle kadınlar açısından o döneme damgasını vurduğunu tespit etmiştim ben. Çünkü insanımızın dini bilgisi çok az. Yani hakiki kaynaklara inme, dini hakiki kaynaklardan öğrenme imkânı çok fazla yok. İşte o dönemdeki şeyhülislamdan duydukları, aldıkları bilgiden hareket ediyorlar. Şu uydurma hadis hakikaten ciddi anlamda kadınların eğitim hayatında etkili olmuştur. “Kızlarınıza sadece Mülk Suresini öğretin, onlara okuma yazma öğretmeyin.” Uydurma Hadisi damgasını vurmuştu. Bunun açıklamasında da, yani o dönemin kitaplarında hep vardır. Yani bunu öğretirseniz kızlar erkeklere mektup yazarlar. Bu kadar yüzeysel, basit bir gerekçeyle gerçekten kız çocukları sadece sıbyan mektepleri eğitimi hariç uzun süre Kur’an eğitimi hariç sıbyan mektepleriyle sınırlı kaldı. Daha sonra okullaşma başladı. Bu anlamda sosyoloji ne diyor? Yani o dönemin bu algısının neticesi miydi acaba? Yani biz hiç ortada olamadık. Geçmişi suçlamıyoruz ama o kritiği ben yapmıştım çalışırken. Biz 58 Kadınlar Akademisi kadınlara, kadınlarımıza İslam’ı anlatmadık. Uygulamalarını istedik. Yani, kurallar konuldu bu yüzden. Fatma Aliye bunu çok güzel yapar. Kitaplarında yazar, Hatta şöyle diyordu; o dönemlerde kadınlar eşleriyle seyahat edemezler, sıcak günlerde kapalı faytonlara kadınlar biner, eşleri onlardan ayrı açık faytonlarla giderler.” Diyor ki, “İslam’ın ortaya koyduğu kadını korumacılıkta biz sebil bardakları gibi yol kenarına dizilir, arz-ı endam ederdik ki yarım saatte bir ancak fayton geçiyor, bu İslam’a aykırı kabul edilmez, ama eşimizle beraber bindiğimiz zaman aykırı kabul edilirdi.” Şimdi bu anlamda o dönemin İslam öğretisinin öğretilmemesi, sadece kural olarak uygulanmasının etkisi nedir? Yani okullaşmalarda ya da İslam’ın doğru anlaşılmasında, mesela bir çarşafın efendim işte hangi kumaş, işte çuha kumaş, kahverengi olacak Nezihe Muhiddin bunların karşısında. Yani, asla kabul etmiyor ve karşı çıkıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Yani bunun neticesi midir? O zaman bu uçtaydık, sonra bu uca geçtik, ortada olamadık hep sıkıntı yaşadık. Hala yaşıyoruz yani. Bitmiş de değil. Cevap: Sondan başlayayım isterseniz. Kahverengi olacak, renk belirlemesi bunların aslında tabii doğrudan dinle alakası yok bu belirlemelerin. O hadisin devreye sokulmasının da dinle alakası yok. Hızlı bir toplumsal değişme var. Bir yerlere fren koymak istiyor insanlar. Okulların nitelikleri de önemli oluyor o noktada. Darul Muallimat - Kız Öğretmen Okulu’nun kuruluşunun arka planında bu var. Çünkü kızlarını erkeklerin öğretmenlik yaptığı kurumlara göndermek istemiyor aileler doğal olarak. Şuradan bakarsak eğer, ben biraz daha yargılayıp bir takım şeyleri hapsetmekten ziyade anlamaya çalışıyorum. Hızlı bir toplumsal değişme var. Nitekim bunu biz 80’lerde de filan da yaşadık. Bir takım cemaatler işte okullara göndermek istemediler, bazıları gönderdi, bazıları göndermedi. Aslında hepsinin anlaşılabilir gerekçeleri var. Çünkü çok hızlı değişen bir şey, bozulma dediğimiz, toplumsal bozulma dediğimiz şey daha ziyade kadınlar üzerinden gerçekleştiği düşünüldüğü için kadınları eve hapsederek demeyelim de şu anda yapılmaya çalışılan bir şey var. Biz kadınlarımızı ideal noktada tutarsak ki o ideal dediğimiz nokta hep değişiyor. Orada tutarsak aileyi muhafaza edebiliriz. Toplumu da muhafaza edebiliriz. O muhafaza gayesiyle aslında kız çocuklarımızı okutmayalım. Ya da kıyafet konusunda bu kadar bariz şeyler var. Kıyafet konusundaki düzenlemenin arka planında aslında iktisadi sebepler de var. Özellikle mütareke dönemlerinde işte sırmalarına kadar şey yapıyorlar. İşte bunu İslami tesettür açısından eleştiriyor insanlar. Bu dini bir şey olamaz. Bir kadının koluna kaç santim sırma dikeceğine nasıl karışırsınız? Bunun sebebi, gerekçesi arka planda dini değil, tamamen ekonomik. Bir gelir düzeyinde çok ciddi şey var, sokaklarda gelmiş mülteciler camilerin 59 Kadınlar Akademisi bahçelerinde aç açık gezerlerken, bir takım kadınların çok gösterişli kıyafetlerle dolaşması sosyal açıdan bakıldığında bir patlamaya sebep olabilir. O yüzden bu durumun düzenlenmesi gerek. Yani devlet özel hayat ne kadar müdahale eder, ne kadar müdahale edemez, bu tartışılabilecek bir şey ama ben sosyal adaleti sağlamak açısından böyle kısıtlamalar getirilebileceğini düşünüyorum ki, getiriliyor yani. Sonuçta kamusal düzenleme, beraber yaşamak, böyle bir şey getiriyor. O yüzden sadece dinin bilinmesi veya bilinmemesi değil de orada, o hızlı değişim, dönüşüm dönemine muhalefet etmekle alakalı. Yani, bazı şeylerin altı fazladan, gereksiz yere çiziliyor. Mesela: Fatma Aliye Nine yaşadığı dönemde Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile karşılıklı yazıştıkları çok eşlilik tartışması var. Çok eşlilikle alakalı bu kadar altını çizmesi Mustafa Sabri Efendi’nin aslında Batı’dan bize her geleni kabul edersek, illa bütün erkekler çok eşli olsun diye bayraktarlığını yapmak istemiyor. Öyle bir niyeti yok. Ama diyor ki yani, Batı’dan bu kadar taarruz var. Sizin dininizde şu olmamalı, bu olmamalı deyip, her olmamalı dediklerine bakıp, yarın öbür gün, “Niye secdeye kapanıyorsunuz, yatıp kalkıyorsunuz? Mikrop kapabilirsiniz derlerse, namazdan mı vazgeçeceğiz?” Böyle bir müdahaleye izin vermemek anlamında da bir takım savunmaları var. O bakımdan dönemin içinden belki değerlendirmek gerekiyor. Soru: Ben de bir konuyu merak ediyorum. Bizim üzerimizden bu kadar çok tartışmalar yaşandı. Kimimiz mutlu oldu, kimimiz mutsuz oldu. Kimimiz sosyalleşti, kimimiz sosyalleşemedik. İslam toplumunu 17. yüzyıldan itibaren karşılaştırmak istediğimizde, Avrupa’daki, ya da İslam dışı toplumlarla karşılaştırdığımızda bizim kadınımız mı daha mutlu, onlarınki mi daha mutlu? İkinci bir sorum; Bilimsel açıdan bizler pek fazla ilerleyemedik, bu bir gerçek. Yani okullarda yer almadık. Oysa eşimin bir çalışması var; Sultan II. Abdülhamid dönemindeki salnamelerle ilgili ben o dönemde 10 bine yakın bir salname okumuştum. O salnamelerde II. Abdülhamid’in açmış olduğu kız mektepleriyle alakalı ciddi çalışmalar vardı. Ben onu okuduğumda çok şaşırmıştım. Yani bunlar nasıl olabilir de o zaman bu okumuş kadınlar nerede? Sonra ben kendi kendime şunu düşündüm. Dedim ki, o zamanın düşünen beyinleri o annelerin çocuklarıydı. Türkiye’nin gerçekten bugünkü modernleşmesine dair katkı sağlayan, sunan o insanların çocuklarıydı. Fakat biz bu tartışmayı yapmakla birlikte, ülkemiz ve bu topraklar çok ciddi savaşlar geçirdi. Kırılan, sahiplenemediğimiz bilim insanı çok oldu. Kadınlar olarak biz bu bayrağı taşıyamadık. Yani sonunda biz yokuz o şeyde. Bunun karşısında Avrupa’daki kadınlara baktığımda evet, ilmi çalışmalarda görüyoruz onları. Ama o toplumun hakikaten ne kadar mutlu bir bireyi olmuşlar, ne 60 Kadınlar Akademisi kadar aile ile birlikte bir mutlu bireyi olmuşlar? Ben bunu merak ediyorum. Sizler dışarıda pek çok ülkeyi görmüş bir insan olarak, sosyolog gözüyle de mukayese eden bir insan olarak bunu nasıl görüyorsunuz? Cevap: Şimdi yükselen bir trend yapılıyor. İstatistik olarak ölçülebilecek bir şeydir bu. Ama Batı’daki kadın mı daha mutlu, yoksa Müslüman kadın mı mutlu böyle bir değerlendirmeyi bizim yapamayacağımızı düşünüyorum ben. Yalnız şunu söyleyebiliriz; Batıdaki bir takım kriterlerle bakıldığında İslam Dünyasındaki kadınlar işte daha çok itaat eden, ezilen diye tanımlanabilir belki ama bu ne kadar doğru? Bunu sorabiliriz. Ama diğer taraftan biz de onların bize yaptığı oryantalist düşünceyle, işte onlar çok eziliyorlar, işte kapatılmışlar, hiçbir özgürlükleri yok şeklindeki o kalıp yargıların bir benzerini kendilerine yöneltip de aslında Batıdaki kadınlar da çok mutsuz gibi bir kalıp yargıya girersek bu da bize pek bir şey kazandırmaz gibi geliyor bana. Ama öncelikler düzeyinden baktığımızda, Batıdaki kadınların intihar düzeyine, boşanma düzeyine, çocuklarıyla ilişkileri, aile istatistiklerine falan baktığımızda evet, İslam Dünyası şu an için daha avantajlı durumda. Yani aileler dağılmamış, dayanışma ruhu devam ediyor. Ama bu ne kadar devam edecek bu konuda endişelerim var. Çünkü; ciddi manada benzer bireyselleşme çabaları ve teknik gelişmeler ve iktisadi çalkalanmalar, küresel iktisadi yapının izleri ve etkileriyle birlikte aslında İslam Dünyası’nda da çok ciddi şeyler bekliyor önümüzdeki dönemlerde bizi. Çok ciddi problemler bekliyor. Problemlerin başında da ailenin çözülmesi var. Biz şu an için hala iyi noktadayız belki ama buna sevinerek avunamayız. Bunun önlemini almamız gerekiyor. O yüzden ben artık İslam’da kadını tartışmayı bırakıp, İslam’da erkeği tartışalım. Ya da İslam’da erkek değil de, şu an çağdaş dönemde ailelerin yapısı değişiyor, artık kadınlar daha etkin ailede. Her açıdan daha etkin. Biraz önce Ayşe Hanım dedi ya, Ayşe hanımla konuşurken onun tespitlerinden de istifade ettim. Yani gerçekten yapılan araştırmalar, sadece Türkiye’de yapılan araştırmalar da bunu gösteriyor. Aileler artık ataerkil değil, erkekler ailede etkin değil. İlişki alanını kadınlar koruyor. Kadınların ekonomik hayat katkısıyla birlikte ailedeki söz hakkı daha ileri noktalarda. Yani aileyi aslında kadın yönetiyor. Şimdi böyle bir ortamda erkeğe düşen görevler azaldığı için, işsizlik oranları arttığında bir toplumda, onu anlayın ki orada aslında erkek işsizliğinin oranı çok artıyor. Erkeklerin işsiz olduğu, kadınların çalışıp aileyi geçindirdiği bir yapıdan bahsettiğimizde, yine kadına, çocuğunu eğittiği, evini yürüttüğü, sosyal ilişkileri, yani her şeyiyle kadının dominant olduğu bir aile yapısında erkeğin bir iktidar sorunu yaşaması çok normal. Yükselen erkek şiddetinde aslında bunun da çok etkisi var. İşsiz ve ailede konumunu belirleyemeyen 61 Kadınlar Akademisi bir erkek modeli var karşımızda. İstatistik olarak belki ne kadar olduğunu tespit edemiyor olabiliriz ama ciddi manada bir şey var. Yani biz kadınların özgürlüğü, hakları, kadınların sürekli son iki yüzyıldır aslında sürekli alan aça aça geliyorlar kendilerine. Her alanda, bakıyoruz işte eğitim görüyor, çalışma hayatına atılıyor, sürekli kendisini geliştiriyor, çocuğun nasıl iyi yetiştirilebileceğine dair kurslar alıyor, çocuklarını böyle kanatlarının altında onları korumaya çalışıyor. Hem iş, hem ev, hem aile ilişkileri. Bu esnada bir süre sonra, özellikle belli bir yaştan sonra ailenin dışında bir şeydir. Kadınlarla çocuklar bir grup olur, o evde baba yalnız kalır aslına bakarsanız. Böyle de parçalı, atagücü ilişkiler açısından baktığınızda da belli bir yaşından sonra da çok zavallı bir noktaya düşer erkek. İşte orta yaşlarda bu şiddete dönüşebiliyor. Kendini ifade edebileceği, anlamlandırabileceği, aile içinde konumunu pekiştiremediği için şiddetin temel gerekçelerinden birisi de bu aslında. Diğer taraftan da işte “Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar.” diye bir Ayet var. Kavvamlık yeni toplumsal yapıda nasıl olacak? Bu kavvamlığı biz nerede göreceğiz? Eve ekmek getirmeyecekse, çocuklarla ilgilenmeyecekse, savaşa gidip bizi korumayacaksa bu erkek nasıl erkek olacak. Bu çok ciddi bir mesele. Yani, ben de bir erkek evlat annesi olarak önümüzdeki dönemde ne olacağını, mesela şaka yapıyor benim oğlum; “Ben ev erkeği olmak istiyorum” diyor. “Yahu bu kadınların hayatı çok rahat, ne güzel…” O şimdi öğrenci olduğu için “Çok rahat, ben ev erkeği olmak istiyorum” diyor. Şakasını yapıyor ama bunun şakasının yapılması bile şu anda aslında, gelecekte nasıl bir kuşak olduğuna dair bir işaret veriyor. Soru: Gerçekten altı çizilmesi gereken bir husus. Bir taraftan biz kadınların hoşuna gidiyor bu gelişmeler. Kendi ayaklarımızın üzerinde duruyoruz falan, medeni cesaretimiz yerinde. Bir de bakıyoruz hayatın her alanında artık varız. Okuyoruz, meslek sahibi oluyoruz. Ama bir taraftan da tehlike sinyalleri böyle bizi sarsıyor, değil mi? Dikkatimizi çekiyor. Bu arada bir taraftan da kadın ve aileye dair uzmanların yaptığı çalışmalar var. Kadınların hayatını kolaylaştırmak için yaptığı düzenlemeler var. Ben şimdi seviniyordum, korkmaya başladım. Yani bu kadar çok çalışma hayatının içine çekilen bir kadın evinde artık yok ve ifade ettiğiniz gibi erkeğin rolü değişmeye başladı. Ne yapmak lazım? Çözüm ne? Ben de düşündüm sizi dinlerken. Bu konuda da ilaveleriniz olur mu? Cevap: Tabii şimdi Bütün problemin Kadının çalışma hayatına girmesi olarak tanımlarsak da ben çok doğru bir yere varmayacağını düşünüyorum. Çünkü: Bugünkü ekonomik sistem gerçekten baktığınızda, pek çok aile için tek maaşın 62 Kadınlar Akademisi yetmediği ikinci bir gelirin gerektiği, yani kadının çalışmasını gerektiren ortamlar olarak, yani ekonomik açıdan bu böyle. Sosyal hayat açısından bakıldığında kadınların da üretmek ve sosyal hayat katılması gerekiyor. Artık sadece evde durarak üretken olmayı başaramıyoruz. Başarabileceğimiz atmosfer yok. Çünkü evin içinde televizyonun olduğu, asla üretimin olmadığı ve sadece tüketimin yapıldığı, gelen paranın lüks bir şekilde tüketildiği bir mekân haline geldiği için ev. Biz 60’lı yıllarda kadınları evde tutarak o ideal yapıyı koruyabileceğimizi düşünüyordu İslamcı aydınlar. Ama artık sadece evde tutarak bunu başarmamız mümkün değil. Sadece çocuklarımıza iyi anne olabilmek için sokakta da ne oluyor görmemiz gerekiyor. O açıdan kadınların çalışmaması şeklindeki bir çözüm şeklini ben kabul etmiyorum. Gerçekçi de bulmuyorum. Bugün bu mümkün değil artık. Ama bu çalışmanın niteliği, işte çocukların küçük olduğu dönemde ne kadar zaman ayıracağı, bunlar ayrıntıda halledilebilecek meseleler. Bu arada erkeklerin rol tanımlarıyla alakalı da yine annelere ve çevreye büyük bir görev düşüyor. Bu konuda anne çocuğa ne yapmak gerek? Bu da bir şekilde zihninizde kalmalı. Ben bazen çocukların önünde örnekler verdiğim zaman sonra kötü oluyor. Evet, bunu duyduklarında ben biraz abartarak da veriyorum. Hani özellikle kendimden örnek veriyorum ki daha şey olsun diye. Aynı oğlumdan sekiz yaşındaydı sanıyorum, 3 tane kız kardeşi var. O zaman ona erkek rolünü vurgulamak adına sen erkeksin, okuman lazım, başarılı olman lazım, ekmeği eve sen getireceksin, evlenebilirler belki eşleri olacak ama belki evlenmeyecekler senin onlara bakman gerekecek, ben yaşlanacağım, baban yaşlanacak, bize bakman gerekecek, Babaanne sağ, anneanne sağ elhamdülillah, işte hayatta olurlarsa, onlar düşkün olduklarında onlara kol kanat gereceksin. Tek erkek evladısın ailenin, filan diye işte o yüzden şöyle yapman lazım vs. Durdu durdu, “Ufff...” dedi. O zaman fark ettim ki, tabii ben aşırı bir yüklendim. O kadar yüklenmiştim ki, karşılığı böyle oldu. O yüzden erkeklere bu şeyin mutlaka verilmesi gerekiyor. Kadınların çalışmasıyla birlikte erkeklerin bu konuda biraz kendilerini rahat hissetmek istediği bir şey var. Evet, kadınlar çalışabilir ama yine de Kavvam olan, ailenin reisi olanın erkek olduğunu mutlaka vurgulamamız gerekiyor. Reis deyince şey anlamına gelmesin, yani lider, otoriter bir şekilde evde terör estiren, bu bir iktidar alanı değil, bu bir sorumluluk. Yani Allah sana bu vazifeyi vermiş. Yapmazsan Allah katında sorumlusun öbür dünyada. Kavvamlık böyle bir şey yani, yoksa bir hak değil, bir görev. Bir emanet, rab olarak gördüğü zaman onun üzerinden bir üstünlük gibi bir şey ortaya çıkıyor ki geleneksel yapıda bunun izlerini görüyoruz. Hâlbuki bu bir yük. Ben açıkçası o yük için erkeklere acıyorum. O yükü gerçekten hakkıyla alıyorsa, hakkıyla bir ailenin yükünü taşıyan bir erkek olağanüstü bir şey yapıyor ailesine. Onu takdir etmemiz gerekiyor. O açıdan da hani eğitimde başarı için takdir edildiği gibi 63 Kadınlar Akademisi erkeklerin başarabilmesi için de kadınların takdir etmesi gerekiyor. Eve ekmek getiren, akşama kadar dışarıda posası çıkan adama biraz kıymet vermek gerekiyor. O kıymeti de verecek olan kadın. Oradaki şeyi de yine bir şekilde telafi edecek olan ona rol verecek olan, erkek evladı da yetiştirecek olan kadınlar. Ama tek başına kadınlar değil yine de. Tek başına kadınlara bu yüklendi mi o da ayrı bir gerilim, ayrı bir olumsuz şeye dönüşebiliyor. Soru: Öncelikle güzel bilgilerinizle bizi bilgilendirdiğiniz için teşekkür ediyoruz. Ben şeyi merak ediyorum. Yurt dışına gitmiş biri olarak tabii sosyolog olaraktan konferanslardan, kadın politikaları adlı bir eseriniz var. Oralara baktığınız zaman Türkiye’deki kadın politikalarına dair neyi eksik gördünüz? Ah keşke Türkiye’de de kadın politikalarına dair bu olsaydı dediğiniz ne eksiklik vardı? Ben onu merak ediyorum. Teşekkür ediyorum. Cevap: Türkiye’deki kadın politikaları son 10 yıldır iyi bir yolda, yani kadınların sosyal hayata, ekonomik hayata dâhil olması için Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde çok ciddi bir gayret var. Hani paralel bir gidiş var. İskandinav ülkeleri kadar değil, ama sonuçta kadınların çalışma hayatına katılmaları hususunda çok ciddi teşvikler var. O yüzden Avrupa ile karşılaştırıldığında hukuki olarak herhangi bir eksiklik görmüyorum. Ama bu ne kadar iyi sorusunu da sormadan da geçmememiz gerekiyor. Çünkü; özellikle İskandinav ülkelerine baktığımızda, evet kadınlar her alanda eşit hareket ediyorlar, iş hayatında işte çocuk izninden tutun da sosyal güvenceye kadar, pek çok alanda % 50 temsil ediliyorlar, iş hayatında vs. Ama bu gösterge bir sağlık, iyilik ve mutluluk göstergesi midir? Ben meselelere biraz daha şey açısından bakıyorum. Kadınlar bu kadar sosyal hayatın içinde ve iş hayatında olması bir hükümet politikası olmalı mı? Bu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın hoşuna gitmeyebilir belki ama bu teşvikleri, çalışmakta olan gerçekten çalışacak olan kadına o imkânlar sunulmalı, çocukları daha iyi yetiştirmesi için, çocukların bakımı için, sosyal güvence açısından, yani “eşit işe eşit ücret” dediğimiz şey pek çok Avrupa ülkesinde olmadığı halde Türkiye’de uzun süredir var. Yani bir işte kadın ve erkek çalışıyorsa, ikisi de eşit ücret alıyor. Hâlbuki bazı Avrupa ülkelerinde böyle değil. İnanamayacaksınız ama bazı Avrupa ülkelerinde gerçekten eşit işe eşit ücreti alınmıyor. Kadınsa daha düşük ücret alıyor. O yüzden pek çok noktada hukuki düzenleme açısından bakıldığında kadınların lehine uygulamaların olduğu, lehine derken eşitlik anlamında lehine ama bu büyük resme baktığınızda gerçekten bu bütün toplumsal şey dikkate alındığında, çocukların, ailenin toplumun 64 Kadınlar Akademisi geleceğini dikkate aldığımızda bu tek başına bir gösterge midir? Avantaj mıdır? İşte kadınların % 30 bilmem nerede çalışıyor olması, Meclis’te % 50 kadının olması mesela. Siyaset açısından bir kazanç mıdır? Bilmiyorum yani ben böyle olduğunu düşünmüyorum. Bir yerde illa kadınların olması bizatihi kadının olması illa ki iyilik anlamına gelmiyor. O işin daha iyi yürütüleceği anlamına gelmiyor. Ben kadınlar daha iyi siyasetçi olur, kadınlar kadınları temsil eder ve eğer mecliste daha fazla kadın olsa daha iyi, hani çay bahçelerinde falan olur ya, aile olan yerlerde küfür olmaz, kavga olmaz filan, pek mecliste bile böyle bir şey olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü o konuma gelen kadınların neye dönüşebildiklerini biliyoruz(!). O açıdan hani kadınlar şu kadar istatistik olarak şurada olsun, burada olsun. Buna tabii devlet politikası olarak baktığınızda bunu bir hükümet yapmak zorunda. Özellikle Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde evet bunu yapmak zorundalar. Başka çıkar yolları yok çünkü. Ama biz bunu teorik olarak tartışmaya devam etmeliyiz diye düşünmüyorum ben. Yani, Avrupa’da böyle, biz de böyle olmalıyız diye bu kadar kolaycı çözümleri şey yapmamalıyız. Çünkü bazı şeyler var ki, Avrupa’nın belki yüz yıldır yaşadığı, ama bugün geri döndüğü şeyler var. Mesela: çok üst düzey yönetici olup, çocuk dünyaya getirdikten sonra tamamen kariyerini, çalışmasını bırakan kadınlar var. Ama tabii ki şöyle bir açıklaması var bunun da; O kadar üst düzey çalışıyor ki zaten ekonomik güvencesini de garanti altına almış, o saatten sonra ömür boyu çalışmasa da zaten geçimini sağlayabiliyor. Ama kariyerden, iktidardan ve bir takım nimetlerden vazgeçiyor. Kadınların çalışmasıyla alakalı böyle bir son noktaya gelip geri dönüşler var Avrupa’da. Onlardan en azından, o uyaranlardan da şey yaparak, onları da bir uyarı olarak alıp istifade etmek zorundayız. Zaten Türkiye’deki politikayla ilgili benim çok hani tek tek somut şu maddeler, şu madde böyle olsun, bu madde şöyle olsun diye değil de, genel teorik çerçeve olarak hani kadınların sosyal hayatla ilgili iktisadi hayattaki, siyasi hayattaki konumuyla alakalı genel bir politikasızlık fark ediyorum ki bu sadece iktidarla alakalı değil, Türkiye’de bu konuyla alakalı çok az fikir geliştirildiği için, hani evet, feminist diye tanımlayabileceğimiz kadınların “Her alanda en fazla kadın” diye işte KADER’in savunduğu, siyasette savunduğunu bütün diğer alanlarda savunan bir takım kadınlar var. Ama biz, öncelikler sıralaması farklı olan kadınlar olarak, yani biz baktığımızda aileyi daha öncelikli olarak görüyoruz, çocuğu daha öncelikli görüyoruz. Ama bu sosyal hayattan, iş hayatından taviz ve illa ki hiç oralarda olmayalım anlamına gelmiyor. Bunlardan birini tercih etmek zorunda kaldığınızda hangisini tercih edersiniz sorusu sorulduğunda, biz eğer aileyi ve çocuğu tercih ediyorsak, burada o zaman başka bir düzenlemenin gelmesi gerek. Ne olabilir. Bu da çok hemen soruya somut cevaplar verebileceğimiz bir şey değil. Öncelikle bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Yani, bir kere klişelerin 65 Kadınlar Akademisi dışında düşünmeye çalışmamız gerekiyor. Yani kadınlar bir yerde olursa her şey güllük gülistanlık olur, kadınlar bir yere gelirse orada barış olur falan gibi böyle çok sloganik cümleler bizim için aldatıcı olmamalı. Yine somut bir cevap olmadı. Biraz daha kafanızı karıştırdım galiba. Soru: Ben bir seminerde bu konuyu konuşurken, iş kadınların çalışmasına gelince, bir tanesi “Hocam çalışmamıza siz engel oluyorsunuz” dedi. Neden? dedim. “Ben devlet memuruyum ama hanımların çoğu ev geçindirmek için merdiven siliyor? dedi. Tabii talip misiniz? Dedim. Buna bir cevap alamadım. Yani, böyle bir savunma var. Hanımlar çalışıyor, her yeri onlar doldurdu, bize de iş kalmadı gibi bir savunmaları var. Bu hakikaten bir problemdir gerçekten. Eğitimci olarak katılır mısınız? Çünkü; erkeklerde bireyselleşme, evliliğe farklı bakış açısı, aile sorumluluğundan kaçma, evlendiği eşini o anlamda muhafaza etmeme, edememe değil, etmeme, yani böyle bir süreç gelişiyor, bu bizi korkutuyor. Cevap: Bu tabii ki, kadın kadına konuşulacak bir konu değil, o yüzden yavaş yavaş bu konuda ben birkaç yazı hatırlıyorum. Bizim düzenlediğimiz bir sempozyumda, bir günlük bir sempozyumdu. Erkek konuşmacılar da katıldılar ve ciddiyetle yaklaşanlar var ama tabii geniş anlamda baktığımızda çok da fazla hassasiyet ve henüz itiraz düzeyine gelemediler. Buna bir kadın erkek meselesi diyebiliriz. Belki sonuçla alakalı, kadın erkek meselesi diye sunduğumuzda zaten problemler çatışmacı bir dile hapsolur ki, buradan kurtarmamız gerekiyor. Yani, bu meseleler bizim toplumsal meselelerimiz ve bir kadın meselesi değil, bir erkek meselesi değil, bizim meselemiz. Oradan bakarsak eğer daha üst bir şeye, karşılıklı cebelleşme durumundan çıkarır, daha üst bir seviyeden bakarsak çok daha iyi bir şekilde tartışabiliriz diye düşünüyorum. Soru: Ben içimi dökmek istiyorum. Erkekler mesela bir baba diyor ki; Sen kızıma serbestlik verirsen ben onunla başa çıkamam. Bir koca da öyle diyor. Bunun nasıl bir sınırı var ki, bir sınırsızlık mı var? Neden bu kadar korkuyorlar yani. Başa çıkamam diyorlar ama neden? Bir kadın çalışsa da, çalışmasa da zaten kocasını, çocuğunu mutlu etmek için yaşıyor. Aynı şeyi düşünüyor yani. Bir kadın çalıştığı zaman eviyle ilgili bir sorun olduğu zaman, çalışmasından daha önce onu düşünür, o sorunu daha önce düşünür. Bir erkek için öyle bir şey yok ama neden korkuyorlar onu anlayamıyorum. 66 Kadınlar Akademisi Cevap: İşte biraz toplumsal bozulma denilen şeyin daha ziyade kadınlar üzerinden gelişeceğini zannediyorlar. Topluluk içine çıkan kadının yoldan çıkacağı gibi bir şey, ya da bir iktidar problemi. Erkek kendisini daha güçsüz gördüğü için kadının oradan geliştirdiği güçle onun sözünü dinlemeyeceği gibi bir evhama kapılıyor. Hâlbuki bir kadın akıllıysa, bir şey üretiyorsa ondan bir zarar gelmez. Ama boş bırakırsanız bir kadını, boşlukla şey yaparsa oradan yoldan çıkar aslına bakarsanız. O yüzden meşgul olması, bir şey üretmesi gerekir. Kadın güçlendikçe, bir şey ürettiği sürece iletişiminde de problem olmaz zaten. Daha normal bir duruma girer. Bu tabii, toplumsal değişme hızlı olduğu için babalardaki o kız çocuklarını koruma hassasiyeti, dışarıdaki hayatı çok kirli ve bozuk görüyor. Nasıl koruyabileceğine dair bir yöntemi de olmadığı için yahut kötü şekilde değerlendirmemek gerekiyor belki. Dışarıyı tanımadığı için çok kötü gördüğü için oradan korumaya çalışıyor belki. Ama bunun yolu kapatmaktan geçmiyor. Güçlendirmekten geçiyor. Soru: Diyarbakırlıyım ve 20 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Benim buraya gelip gitmemden eşim çok korkuyor. Cevap: 20 yıl olmuş, hala korkuyor. Şöyle bir durum da var; Buranın ismi işte Kadın, Kadınlar Meclisi, burada işte birdenbire kadınların beyni yıkanıp, erkeklere isyan edip öyle bayrakları ellerine alıp erkeklere meydan okuyup devrim yapacak olan bir yer gibi görebiliyorlar. Onun için aslına bakarsanız, sizin burada ne yaptığınızla alakalı daha olumlu şeyler alırlarsa, bilirlerse ben korkacaklarını sanmıyorum. Bilmedikleri için korkuyorlar. Yani ne oluyor bir muamma. Orada bir şeyler oluyor, ne olduğunu bilmedikleri için erkekler korkuyorlar. Öğrenmekten zarar gelir mi? İnsan öğrenebildiği şeyleri hayatına aktarabiliyorsa çok daha olumlu olur iletişimi. Soru: Ben bir şey söyleyebilir miyim? Bizim gençlik yıllarımızda, ben ilk defa karşılaşıyorum Nazife Hanımla, gençlik yıllarımızda Nazife Hanım gibi birini gördüğümüzde son derece gurur duyardık. O kadar erkeklerin içerisinde onun isminin duyulması gerçekten gurur vericiydi. Biz o yıllarda hep erkekleri görebiliyorduk. Böyle kaliteli yazılar yazacak pek nadir kadın vardı. O zamanki gurur bile bazı kardeşlerimizi öne taşımaya, götürmeye yetiyordu. Şimdi o büyük projeler gibi projeleriniz var mı? Onu merak ettim. Cevap: 67 Kadınlar Akademisi Orada bir kurulun içerisindeydim ben. Elimde bir tercüme var ama çok fazla zaman ayıramıyorum. Daha fazla telif çalışmalarım var. Birkaç kitap projem var Allah nasip ederse. İşte karınca kararınca yavaş yavaş ilerliyor. Bu şekilde devam ediyor. Soru: Ben de bir şey söylemek istiyorum. Medeniyeti İslamiyet'in içinde yoğurup hayatı paylaşmalıyız. Kadınıyla, erkeğiyle. Mesela ben hasta olduğumda eşim bana nane limon kaynatmalı, oğlum kaynatmalı. Yani farklı anlam yüklememeliyiz. Ben işten eve geç geldiğimde o bir kaşık çorbayı bulabilmeliyim. Her şeyi öğrenmeli. Çamaşır yıkamayı, bulaşık yıkamayı, yemek yapmayı ama gerektiğinde yapmalı. Yani her gün onun üstüne yüklemek lazım değil. Bence paylaşmaktan geçiyor hayat. Mecbursun, sen erkeksin, sen özelsin dememeli işte. Aynı işi oğlun da yapabilmeli, kızın da yapabilmeli. Ben bundan yanayım. Ana rolleri karıştırmayalım, fıtrata müdahale etmeyelim. Erkek olmalı, yeri geldiğinde kadın olmalı. Kaynaşmalı. Benim önerim bu. Saniye Öztürk Moderatör Çok haklısınız çok teşekkür ediyorum. Evet, hatırlatmalarımız var. Sizi dinlerken benim de aklıma radyo programcılığına ilk başladığım zamanlar geldi. 93-94’lü yıllar, hiç unutmuyorum. Akra FM’de başlamıştım. O zamanlar kadınlar için yine çok tartışmalı zamanlardı. Tartışmalar vardı. Dinleyicilerimize bu konuda sizler ne düşünüyorsunuz diye mikrofonu açtığımızda, bize ulaşan kadın sayısı o kadar az o kadar azdı ki, mektup dahi gönderemezlerdi, “kocam ne der, kayın babam ne der” Böyle çekincelere şahit olduğumda çok şaşırmıştım. Benim âcizane radyo programcılığı yaptığım sürece, mesela tek bir tercihim vardı, programa bir konuda uzman çağıracaksam, bir doktor davet edeceksem o konuda erkek de vardır, kadın da, ben kadın olanı tercih ederdim. Aynı bilgileri verir ama kadın olarak temsili çok çok önemliydi. İfade ettiğiniz gibi Nazife Şişman Hanımefendi Allaha şükür çok kıymetli değerlerimiz, elhamdülillah artık var. Çizgisini bozmadan devam eden hanımefendileri ben de çok takdir ediyorum ve teşekkür ediyorum. İşte sizler de bunun farkında olduğunuz için, yarınlara dair derdiniz olduğu için buradasınız. Gerçekten teşekkürü hak ediyorsunuz. Türkiye çok çabuk değişiyor. Değişirken asıldan, özden uzaklaşmamak çok önemli. Nazife Hanımın da ifade ettiği gibi kadın ya da erkek meselesi olarak bakmayalım, bu meseleye insan meselesi, sosyolojik, toplumsal bir mesele olarak bakalım. Bir takım haklar elde edildiğinde yine hatırlayalım o yıllarda, İslam’da Kadın Haklarını konuşuyorduk ilahiyatçı 68 Kadınlar Akademisi bir konuğumla ve radyo yönetiminden “Bu kadar çok konuşulmasın kadınlar huzursuzluk çıkartıyor evinde” diye uyarı almıştık. Demek ki haklarını öğrendikçe, “Aaa! Bak, Kur’an’da böyleymiş, Hadis’te böyleymiş deyip meydan okuyorlar. Meydan okumayalım arkadaşlar. Hepimiz insanız. Kadın veya erkek olmak bizim elimizde değil bu tercihler. Böyle bakmak gerekiyor. Yani burada öğrendiklerimizle gidip bayrak açmayalım ki, o donanımı güzel şekilde aktarırsak, her şey daha güzel olacak diye düşünüyorum. Yine çok kıymetli bir hanımefendi gelecekmiş ayın 24’ünde. GazeteciYazar- Avukat Sibel Erarslan Hanımefendi konuşmacı olacak. Kadın Aile dediğimiz yer burası, bu salon. Ama Saat:14:00’te. Gerçi bugün 13:30’da başlayacağız dedik, 14:00’ü de geçtik ama bu programlar Kadın Akademisi’nin yaptığı programlar 13:30’da başlayacak efendim. Sibel Erarslan Hanımefendi’nin konuşması için 14:00 dedim. Bir kez daha teşekkür ediyorum, emeği geçen herkese. Başta Belediye Başkanı Sayın Lokman Çağırıcı’ya, böyle bir fırsatı verdiği için. Bu çalışmanın içinde olan tüm arkadaşlara ve bugünkü konuşmacımız, misafirimiz SosyologYazar Nazife Şişman Hanımefendi’ye de çok faydalandığımız bu konuşmaları için bir kez daha teşekkür ediyoruz. Hoşça kalın. İsmim Gülseren Malkoç, ben 1962 yılından beri Bağcılar’da ikamet etmekteyim. Çocuklarımın okul çağlarında okul aile birliği başkanı olarak sosyal çalışmalarım oldu. Çocuklarım okulu bitirdikten sonra üyeliğim sona erince siyasi çalışmalar arzusuyla kadın kollarında görev aldım. Fakat kadın kollarında görev aldığım zaman çok aşırı şiddetlere maruz kaldık. Bize “neden bu kadar Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasındasınız” dediler. Bir hayli sorunlar yaşadık. Gece 11:00’lerde 12:00’lerde eve geldiğimizde olmadık şiddetlerle karşılaştık. Arazide gezerken yine aynı şekilde, “Neden Recep Tayyip Erdoğan?” dediklerinde dünya lideri olarak gördüğümüz için kendisinin sürekli arkasında olduğumuzu ifade ederek, kadın kolları, elimizden geldiği kadar geceyi gündüzü birbirine katarak, evimizi terk ederek Saygıdeğer Recep Tayyip Erdoğan Başbakan bu günlere gelmesinde vesile olduysak, bir nebze de hakkımız geçtiyse, Allah, kurban olduğum Rabbim onun ömrüne ömür katsın, biz Kadın Kolları olarak arkasındayız ve fedakârca çalışıyoruz. Her birey, her bir arkadaşım, ömrünü, kanını, canını akıtmak üzere, hele hele ben 68 yaşındayım, ömrümü saygıdeğer Başbakanım Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında geçirdim, yaşadım, inşallah saygıdeğer Başbakanımı Reis-i Cumhur olarak görürüm. Ondan sonra Rabbim benden emanetini alır. Ölünceye kadar minnet borçludur Türk halkı ona. Hakikaten bulunmaz bir liderdir. Kıymetini 69 Kadınlar Akademisi bilelim. Saygıdeğer Başbakanımızın sağlığı için başarılarının devamı için dua edelim. Hepinize sonsuz teşekkür ediyorum. Allah’a emanet olun. İsmim Hatice Başalan, ben 80’den beri Bağcılar’da ikamet etmekteyim. Başbakanımız ne zaman ki siyasete atıldı, kadınların önünü açtı, siyasette kadının yerini belirledi, biz de kadın olarak kadın kollarında siyaset yapmaya başladık. Bağcılar’a geldiğimiz günden beri hep Başbakanımızı destekledik zaten. Ta o gün ben kararımı vermiştim. Evet, Başbakanımız o zamanlar Belediye Başkanı adayıydı ama biz bugünkü ışığı o günden görmüştük. Bu kişi bir gün Başbakan olacak ve Türkiye için büyük hizmetler yapacak, biz onun yanında olmalıyız diye karar verdik. Siyaset bir okul gibidir, insanı geliştirir, olgunlaştırır, insana çok şeyler katar, farklı çevreler, farklı kültürlerdeki insanlarla tanışıyoruz. Siyasette benim olduğum konum çok güzel bir konum. Sosyal işler olarak devam ediyorum. Kadın Meclisinde de çalıştım ama şu an Sosyal İşler olarak görev yapıyorum. Bu görevin çok güzel yanları var. Mesela bir hastaya gidiyoruz, bir yaşlıya gidiyoruz, oradaki o tebessümü, o yaşlının yüzündeki huzuru görünce, o duayı görünce çok mutlu oluyoruz. Tabii siyasetin cefalı yönleri de var. Mesela neler? İşte üye ziyaretlerinde, üye yaparken, sokaklarda broşür dağıtırken bize çok farklı yaklaşan insanlar oluyor. Tepkiler, üzerimize bıçakla yürüyenler mi dersin, yumurta atanlar mı dersin, böyle durumlarda biz tepkiye yol açmadan, onlara anlatarak, dün bunlar vardı, bugün bunlar var haberiniz var mı gibisinden onlara bütün çalışmalardan bahsedince o insanlar da anlıyorlar ve öğreniyorlar, empati yaparak bizi de anlıyorlar. Bu şekilde siyasete devam ediyoruz. Geleceğimiz için, çocuklarımız için, siyasette olmalıyız. Elimizi taşın altına koymalıyız. Biz sadece elimizi değil, ruhumuzu tüm bedenimizi taşın altına koyarak siyasette bulunuyoruz. Çünkü; bugüne kadar Türkiye’de böyle bir Başbakan gelmedi. Evet, geçmişte iki tane Başbakanımız oldu fakat ışığı, kabiliyeti ve liderliği en güçlü olan kişi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı gördüğümüz için ömrümüz vefa ettiğince, gücümüz yettiğince her zaman onun yanında olacağız. Kadınlar olarak Başbakanımızı seviyoruz ve destekliyoruz. 70 Kadınlar Akademisi Ocak 2014 Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi Dr. Gülsen Ataseven Saniye Öztürk Moderatör Gülsen Ataseven, TBMM tarafından 2009 üstün hizmet ödülü ile ödüllendirildi. Bütün kadınların ve bütün tıbbiyelilerin Doktor Ablası. Onun hayat hikâyesi, Türkiye'nin hikâyesi ile her kavşakta kesişiyor. Onun hayat izinden, Türkiye'nin en berrak ve şaşırtıcı imajlarını toplamak mümkün. Gülsen, İstanbullu bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1940 yılında Antep'te dünyaya gelir. Özellikle memur aileler arasında yaygın olan, doğan çocuğa dinî muhtevalı bir isim koymama modası sebebiyle adı Gülsen konulur. Babası, Ecz. Yüzbaşı Niyazi Bey'dir. Babasının mesleği dolayısıyla ilkokulun her bir sınıfını başka bir vilayette okur küçük Gülsen. Çocukluğunun şehirlerinden özellikle üçü hafızasında kayıtlı. Annesiyle babasının balo yüzünden tartışmalarına şahit olduğu Malatya, bu şehirlerin ilki. 1944 yılında Malatya'da bir balo düzenlenir. İstanbul'dan uzakta subay aileleriyle kuşatılmış bir adacıkta yaşayan anne Nurhayat Hanım, baloya gitmeyi çok istemektedir. Kırmızı şifondan bir elbise diker. Yüzbaşı Niyazi Bey, baloya gitmek taraftarı değildir. Baloya gitmeyenlerin terfi ettirilmediğini söyleyerek, eşini ikna etmeye çalışır Nurhayat Hanım. Tartışmayla gidilen balodan öfke ile dönülür. Herkes hanımıyla dans ederken bu ne anonsu? “Change de la dam.” Bu anonsla birlikte herkes yanındaki başka bir hanıma meyleder. Bilirsiniz değil mi efendim bunlar, zaten baloya gelmek istemeyen Yüzbaşı Niyazi Bey, bu durum karşısında “İstedikleri cezayı versinler, doğru eve gidiyoruz” der ve eşinin kolundan tutarak eve döner. Baloyu bu şekilde terk ediş karşısında her hangi bir ceza almaz Niyazi Bey. Ancak, yüzbaşılıktan da asla terfi edemez. Terfi ettirilmeyen Niyazi Bey iki kızının eğitim masrafları artıp, yüzbaşı maaşıyla geçinemeyecek bir duruma gelince istifasını vererek bir eczane açma kararı alır. Eczanesi olmayan bir şehir araştırılır ve Artvin’e eczane açmak üzere yola çıkılır. Yıl 1952 efendim. Artvin küçücük bir şehirdir. Küçük Gülsen, ilkokulu burada bitirir. Artvin’in atmosferinden hatırladığı toplumsal bir bölünmedir. Memur 71 Kadınlar Akademisi sınıfıyla halk arasında muazzam bir uçurum vardır. Halk memur sınıfını kendileri dışında, sanki tiyatro sahnesindeki oyuncular gibi seyreder. Eve İslam’ın Nuru adlı çok kaliteli bir dergi gelmektedir. Bu dergi henüz ilkokul öğrencisi olan küçük Gülsen için ağır bir dergidir ama çerçeve içine alınmış ayet ve Hadisleri okuyup ezberlemek onun en büyük zevki olur. Toprağa ve hayvanlara düşkün olan Niyazi Bey sık sık eczanesini kalfaya bırakır. Bu ayrılışlar kalfanın ihaneti sonucu iflasla nihayetlenir. Yeni bir hayat yeni bir beldede başlamak için eczanesiz bir yer olarak Ardahan seçilir. Belediyeden alınan krediyle Ardahan’da yeni bir eczane açılır. Küçük Gülsen Ardahan’da orta 1. sınıfı okur. Abrası Gülseren ise orta 3. sınıftadır. Ardahan’a gelişin 8. ayında Niyazi bey kalp yetmezliğinden vefat eder. Babası ölmeden önce Çamlıca Kız Lisesi’nin yatılı kısmı için büyük kızı Gülseren’in bir yıllık ödemesini yapmıştır. Belediyeden alınan krediyle açılan eczanenin içindeki ilaçlar ancak kredi borcunun kapanmasını sağlayabilir. Genç ve güzel Nurhayat Hanım küçücük bir muhitte dul olarak kalınca, etraftan gelebilecek dedikodu ve iftiralara karşı durabilmek için başını kapatır ve makyaj yapmaktan vazgeçer. Babasının ölümüyle birlikte küçük Gülsen’in manevi hayatında bir arayış başlar. Ölmeden önce babasından nerede olursa olsun asla namazını terk etmemesi konusunda bir nasihat dinlemiştir; “Allah’la senin aranda, namaz bir otokontrol mekanizması olacaktır. Namaz seni, hem senden gelebilecek kötülüklere karşı, hem de başkalarından gelebilecek kötülüklere karşı korur. Ben öleceğim, annen de başında olmayabilir ama senin 5 vakit kılacağın namaz seni her türlü kötülükten koruyacaktır. Günde 5 defa Allah’ın huzuruna çıkan bir insan ne kötü olur, ne de kötüye bulaşır.” der babası. Bu nasihat asla unutulmayacak, bir tek vakit kazaya bırakılmaksızın namaza sıkı sıkı tutunulacaktır. Babasının vefatından sonra ablası ve annesiyle birlikte İstanbul Süleymaniye’ye anneannenin yanına gelinir. Böylece İstanbul Kız Lisesi’nde 72 Kadınlar Akademisi okumaya başlar Gülsen. Baba nasihati İstanbul Kız Lisesi’nde de yerine getirilmeye devam edilir. Ders aralarında hademenin odasına giderek namaz borcunu eda etmektedir. Faal bir genç kız olan Gülsen lise yıllarında aynı zamanda Yeşilay Derneği’nin Gençler Kolu’nda çalışmaktadır. 1956 yılında Iraklı bir profesör olan Hayriye Hanım orada bulunan gençlere içkiden uzak durmayı bize dinimiz emreder şeklinde bir konuşma yapar. Bu konuşma liseli dinleyiciler arasında kahkahalarla ve alayla karşılanır. Gülsen ise burada benim dinime hakaret ediyorlar diyerek bir daha Yeşilay Derneği’ne gitmez. Okul hayatı başarılarla dolu olan Gülsen Ataseven yaz aylarında çalışarak, hem kendi masraflarını çıkarmak, hem de annesine destek olmak için çaba gösterir. Santral memureliğinden muhasebeciliğe ve Kilyos’ta çocuk bakıcılığına kadar pek çok işte çalışır. Babasını bir kalp rahatsızlığı neticesi kaybetmiş olan Gülsen’in annesi de yıllardır kalp hastalığından muzdariptir. Nurhayat Hanım yürüyemeyecek kadar güç durumdadır. Askeriye babasının çalıştığı yıllar için bir maaş bağlamıştır. Fakat bu maaş çok cüzidir. Bir tarafta geçim sıkıntısı, diğer tarafta annenin hastalığı had safhaya ulaşır. Bu yıllar israf etmeden yaşamanın, yaşayabilmenin öğrenildiği yıllardır. Yokluklarını kimseye belli etmeden yaşadıkları için hallerinin ne kadar zor olduğunu bilmeyen bazı insanlar annesinden borç bile istemektedirler. Küçük yaştan itibaren babasının eczanesinde ilaç yapımını gören ve eczacı olmak isteyen Gülsen Ataseven’in kararını bir gazete haberi değiştirir. Yıl 1955'tir. Askeri tıbbiyeye kız öğrenci alınacağı ilan edilmiştir. Gerçekten çok enteresan bir hayat hikâyesi. 1957 yılında İstanbul Kız Lisesi’ni birincilikle bitirir ve okulu temsilen Karaca Tiyatrosu’nda bir konuşma yapar. İstikamet bellidir. 1957 yılında İstanbul Kız Lisesi’ni birincilikle bitiren Gülsen Ataseven Askeri Tıbbiye’ye kayıt yaptıracak ve aileye yük olmadan doktor olma imkânı yakalayacaktır. İlk yıl askeriyenin Kara kısmına kayıt yaptırır. 1958 yılında Deniz Bölümü için 4 kişilik kontenjan açılınca Bahriyeli olarak öğrencilik devam eder. Deniz Bölümüne geçme sebebi vazifenin İstanbul, İzmir gibi denize kıyısı olan bir şehirde görev yapılacak olmasıdır. Anne Nurhayat Hanım 1957’de kalp ameliyatı olur. Bu Türkiye’de muvaffakiyetle sonuçlanan ilk kalp ameliyatıdır. Hayat Mecmuası’nda ameliyatın bütün safhaları resimlenir. Hayat Mecmuası bu haberi Askeri Tıbbiye öğrencisinin annesi şeklinde vermiştir. Askeri Tıbbiye’de öğrencilik yatılıdır. Kızlarla erkekler aynı binada kalmaktadır. En altta erkeklerin, en üstte kızların yatakhanesi bulunmaktadır. 200 erkeğin içinde 30 genç kızdan biri olmak Gülsen Ataseven’in namazlarına daha sıkı sarılmasını sağlar. İki şey vardır düşündüğü. Askerlik şerefine ve Müslüman bir genç kızın şerefine asla halel gelmemesini sağlamak. Bu düşünceyle kız arkadaşlarını koruyucu, kollayıcı bir davranış geliştirir ve karşılaştığı her rahat 73 Kadınlar Akademisi davranış karşısında “Ne yapıyorsunuz, askerlik şerefimiz var.” demeyi ihmal etmez. Davranış bozuklukları gösteren öğrenciler anonslarla idareye çağrılarak ikazlar yapılır. Bir gün yurdun koridorlarında kendi isminin anons edildiğini duyar teğmen adayı Gülsen. “Buyurun Komutanım” diyerek, yurt komutanı Orhan Yiğit’in karşısına çıkar. Orhan Bey; “Evladım, şu an üniversiteden bütün notlarınızın “pekiyi” olduğuna dair bir takdir aldık. Sizinle iftihar ettik. Biz de size bir teşekkür belgesi vermek istiyoruz. Siz Askeri Tıbbiye’nin de yüz akı oldunuz.” diyerek, kendisine yazılı ve sözlü takdirde bulunur. Bu takdir Gülsen’de bir cesaret uyandırır ve namaz kılmak için bir yer aradığını, kendisine bu konuda yardımcı olup olamayacaklarını sorar. Bu isteği olumlu karşılanır ve yurdun kütüphanesinin bir köşesi paravanla çevrilerek minyatür bir mescit haline getirilir. Askeri Tıbbiye öğrencilerinin maaşı 7.5 liradır. Minyatür mescidin duvarına sahaflardan bir levha tedarik edilir. Arapça yazılı levhanın altında aynı zamanda Türkçe anlamı da yazılıdır. O levhada şu yazmaktadır; “Hikmetin başı Allah korkusudur” Başlangıçta bir iki kişi namaz kılarken, iki yıl sonra namaz kılan öğrencilerin sayısı 15’i bulur. Namaza başlayanların davranışlarında da değişiklikler başlar ve serbest flört etme yerine nişanlanmayla noktalanan ilişkiler de yaygınlaşmaya başlar. Askeri üniformalı Tıbbiye öğrencisi 30 genç kız hem yerli basının, hem de yurt dışı basınının ilgi odağı olur. İstanbul sokaklarında tramvaylar askeri kız öğrencileri görünce durur, köprünün üstünden geçerken daha 100 metre ilerden subaylar hazırola geçip selam verirler. Askeri Tıbbiye’nin başarılı öğrencileri Savorana gemisinde ağırlanır. Orada bir subay konuşma yapar. Subayın konuşması Gülsen Ataseven’de dindar insan intibaı uyandırır. Zaten biraz dindar bulduğu herkese kafasındaki bütün soruları sorarak cevaplar aramaktadır o. Örtünme (tesettür) ile ilgili içinde bir arayış vardır. Neden namaz kılarken örtünüyoruz da, namaz kılmazken örtünmüyoruz? Namaz kılan bir genç kız mayoyla denize girebilir mi? Baloda dans edebilir mi? Sorularının muhatabı hayretini gizleyemeyerek bağırır; “Aman siz ne yapıyorsunuz” der. Bu devirde namaz kılmak zaten evliya olmak demek. Siz bir evliyasınız. Dans eden bir evliya, denize mayoyla giren bir evliya, Gülsen’in kafasında birleşmeden kalır. Konuşmacı, “Sizi tebrik ediyorum” der. “Hayatınıza aynen böyle devam edin, namazlarınıza da devam edin, günahlarınız benim olsun.” der. Kafasındaki sorulardan kurtulmak isterken bir soru daha takılır. Bir insan bir başka insanın günahını yüklenebilir mi acaba? Meşhur isimlere kafasındaki soruları sormaya devam eder. Arayış devam eder. Peki, kimlere gider? Mesela, Anadolu Evliyaları’nın yazarı Nezihe Araz’a gider. Askeri Tıbbiye öğrencisi olduğunu söyler söylemez randevu veren Nezihe Araz, tıbbiyeli Gülsen’in örtünme ile ilgili sorularını duyunca otoriter bir eda ile “Siz kabukta kalmışsınız” der. 74 Kadınlar Akademisi Hâlbuki Gülsen’in öz ile bir problemi yoktur. Mesele bu özü koruyacak kabuğu bulmaktır. Daima okul birincisi olmuş bir öğrenci olarak öğretmenlerinin kendisine sorduğu bütün soruların cevabını vermiş, onların bütün taleplerini yerine getirmiş bir öğrenci olarak, Yaratıcısı’nın kendisinden istediği davranışları öğrenmenin, bunları uygulamanın derdiyle yanmaktadır. Allah’ın benden istediği sadece namaz mı? Bu sorunun cevabını aramaktadır. Milliyet Gazetesi’ndeki yazıların manevi bir tarafı olduğunu düşünerek Refi Cevat Ulunay’a gider. İslami bir hava hissettiği herkese sorularını sorar ama her defasında cevap verenlerin yanlışları doğrularını götürmektedir. Bütün bu arayışlar içinde namazını hiç bırakmaz. Çantasında bir başörtüsü ve ince bir hırka daima bulunur hayatı boyunca. Tiyatroya gittiğinde kulise giderek namaz için kendilerine yer göstermelerini ister. Artistler takdirle “ne mutlu sana, ne mutlu” diyerek namaz kılacak yer gösterirler.. 1960’ta bir kanunla askeriye’de kız öğrencilerin varlığına son verilir. Öğrenci olduğu süre içinde askeriye tarafından her türlü ihtiyacı karşılanmış olan Gülsen Hanım, bu borcu hizmet vererek ödeyemeyeceğine göre nasıl ödemesi gerektiği konusunda her yere fikir danışır. Kendisine devletin hakkının geçtiğini düşünmektedir. Danıştığı kişiler bilakis devletin kendilerine tazminat ödemesi gerektiğini, çünkü bir anlaşma yapıldığını ve devletin bu anlaşmaya uymaktan vazgeçmesi yüzünden askeriyeye alınıp, sonra da okullarını bitirmeden bırakılan kız öğrencilerin mağdur edilmiş olduğunu söyler. Hakikaten askeri yurttan ayrıldıktan sonra ekonomik olarak çok zor bir durumda kalır. Hem çalışıp hem de okuyarak son iki yılı güçlükle tamamlar. Bütün bu meşakkatler Gülsen’in Tıbbiye birincisi olmasını engellemez. Ne birinciliğini terk eder, ne de namazlarını. Akşam saat 8.00'lere kadar süren laboratuvar çalışmalarının olduğu yoğun günlerde bir vakit namazını dahi kazaya bırakmaz. Tıbbiyede okuduğu yıllarda okuduğu bir Hadis-i Şerif hayatının temel eksenini oluşturur. Evet, “İlmini muhtaç olandan esirgeyene gökteki kuşlar ve denizdeki balıklar lanet eder.” Yaratılışından gelen paylaşıma eğilimini bu Hadis-i Şerif iyice kamçılar. Tuttuğu notları derse gelemeyenlerin arkasından koşarak ulaştıracak kadar sorumluluk duyar. “Siz geçen derste yoktunuz, doktor olduğunuzda bu bilgilere çok ihtiyacınız olacak, ihtiyaç duyacaksınız” diye ders notlarını gelemeyenlerin peşinden giderek verdiği de olmuştur. Efendim, “İlmini muhtaç olandan esirgeyene gökteki kuşlar ve denizdeki balıklar lanet eder” Hadis-i Şerifi hayatının temel ekseni olmuş. Ben de zaten böylece tanışmıştım. Çünkü; Gülsen Abla hakikaten her tanıştığını, hemen böyle kolundan tutar, bir başkasıyla tanıştırır. Muhabbet olsun, bereket olsun, dirlik olsun anlayışından hareket eder. Pek çok sivil toplum kuruluşunda, vakıflarda, derneklerde öncülük etmiştir, emeği vardır. Biraz önce de ifade ettiğim gibi hani tıp doktoru 75 Kadınlar Akademisi olması hasebiyle belki tıbbiyelilerin ablasıdır, idolüdür o. Ama öyle değil, tüm kadınların ablasıdır, büyüğüdür ve ondan öğreneceğimiz çok şey var. Medyada göremezsiniz Gülsen Ablayı. Ama zannediyorum, en çok benim radyo programıma misafir olmuştur. Bu anlamda bir kez daha teşekkür ediyorum. Uzun zamandan beri konuk olarak alamadım ama ilk radyo programı yaptığım Akra FM’de merhum Cennetmekân, mekânı cennet olsun Asaf Amca eşleriyle beraber de misafirim olmuşlardı. Daha sonra Radyo-7’de misafirim olmuşlardı. Ben çok şey öğrendim, çok istifade ettim. Gerçekten burada bulunanlarında çok istifade edeceğini düşünüyorum. Teşrif etmesinden dolayı ben, hem organizasyonu yapan arkadaşlar, hem kendi adıma bir kez daha teşekkür ediyorum. Evet, bugün kendisini sivil toplumla ilgili olarak dinleyeceğiz. “Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi” başlığını arkadaşlar uygun görmüşler. Neler anlatacağını ben de merakla dinleyeceğim. Evet, Hocam sizi mikrofona davet edelim artık, buyurun. Dr. Gülsen Ataseven Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın selamı, bereketi, rahmeti hepinizin üzerine olsun. Peygamberimizin (sav) o güzel ruhaniyeti her zaman, her güzel çalışmada sizlerle beraber olsun, bizlerle beraber olsun. İlk önce böyle bir toplantı için davet ettiğinizde nereye gideceğimi bilmiyordum ama birden bire bir saray gelince, daha önceden beni uyarmadılar dedim. Sen bir saraya gidiyorsun, kılığımı kıyafetimi ona göre ayarlayayım. Sarayda nasıl giyinilir, ne yapılır? Bir de baktım ki, sarayın sultanları da sizlersiniz. Ne mutlu size, ne mutlu. Hayatımızda biz bir tek kelimeyi öğrenebilmek için çok çırpındık. Şu anda bütün imkânlar saray dekoru içinde size sunuluyor. Ama hiç unutmamak lazım; Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Andolsun, sorulacaksınız nimetlerden” buyuruyor. Nimet arttıkça sorumluluk da artacak. Bütün bu güzel yerlerden, bu güzel yerleri yapanlardan, bu imkânı hazırlayanlardan Allah razı olsun diyorum ve elimizden almaması için hepinizi duaya davet ediyorum. Türkiye’nin şu anda gerçekten duaya çok ihtiyacı var. Rabbim birliğimizi, beraberliğimizi, kardeşliğimizi bozma, bozanlara fırsat verme Ya Rabbi. Hidayette değillerse hidayette bulundur, eğer gafletse, gafletlerimizi terk ettir ama tek terk ettirmeyeceğin şey kardeşliğimiz olsun Rabbim. Çünkü; Allah için 76 Kadınlar Akademisi kardeşlik her türlü aidiyetin çok üstünde. “Siz birbirinizi sevmedikçe” ne olamazsınız? Hadi siz söyleyin. “iman etmiş olamazsınız” İman etmediğiniz zaman ne olur? “Cennete de giremezsiniz” Bu Hadis-i Şerif’i hepimiz biliriz. Böyle dalgalanmış olan günler, Türkiye’nin, Osmanlı’nın hayatında çok çok geldi geçti ama sizin gibi samimi “Allah” diyenler, Allah yolunda bu ülkeye hizmet vermek, ailelerinizle, çocuklarınızla hep hayırların peşinde koşmanız edilecek duaların makbuliyeti için de bir işaret diye düşünüyorum. Birbirimizi dua ile analım. Unutmayın, kızgınlıklarımız, nefretlerimiz, dualarımızda erimeli, demeliyiz ki; Allahım, hatalarımızı affet. İlk önce de kendi şahsımdan söylüyorum, İlk önce beni affet. Çünkü birey olarak başlıyoruz. Bir toplum bireylerden oluşuyor. Acaba diyorum, inanın samimiyetle söylüyorum, burnumun direği sızlayarak söylüyorum, acaba benim hatalarım yüzünden mi Türkiye bugün bu hale geldi? Her birimiz bu muhasebeyi çok iyi yapmalıyız. Kardeşliği bozacak ben bir şey mi yaptım? Kayınvalidemle mi takıştım? Kocama mı bir şey söyledim? Kötü mü örnek oldum da Ya Rabbi benim yüzümden bütün bunlar oldu? Bu bir sorumluluk duygusu. Birey olarak her birimiz kendi muhasebemizden başlarsak topluma Allah rahmetini indirecektir. Kalplerimize sevgi, birlik ihsan edecektir. Sivil toplum deyince, sevgili Saniye Hanım beni o kadar uzun uzun anlattı ki, Rabbim beni mahcup etme diye ben onu dinlerken hep dua ettim. Çünkü Şeytan her an, son nefesimize kadar fırsat kolluyor. Her an, her saniye. Ben Ayet-i Kerimeleri manasıyla öğrenmeye çalıştığım o günlerde Şeytanla ilgili olan Ayet-i Kerimeler çok dikkatimi çekmişti. Şöyle söylüyor Şeytan; “Ben, senin kullarının doğru yolu üzerine oturacağım.” Bu bir kere beni çok ürküttü. Yani günahkârlarla beraber olacağım, onları şöyle yapacağım falan demiyor. “Ben senin kullarının doğru yolu üzerine oturacağım.” Yani, hepimiz böyle bir tehlikenin içindeyiz. Doğru yolumuzun üstünde bir şeytan ve nefis var. “Sağlarından geleceğim, sollarından geleceğim, önlerinden geleceğim, arkalarından geleceğim.” Diye çok da büyük bir ihtar var. O sadece ilk yaratılıştaki hikâye değil, Rabbimizin bize anlattığı. Her saniye muhatapsınız ona. Ona göre ayağınızı denk alın diyor. İnşallah ne sağımızdan, ne solumuzdan, ne önümüzden, ne arkamızdan gelenlere fırsat vermeyecek bir kardeşliği tesis etmek için, o babacığımın benim “bırakma” dediği, sizin de tahmin ediyorum bırakmadığınız, bırakanlar olursa tekrar dört elle, bütün gönlüyle sarılmasını, bütün yüreğimle, dua ile sena ile arzu ettiğim o namazınız sizi kendinizle yüzleştirecek, Rabbinizin sözleşmesini de orada hatırlayacaksınız. Kulluk sözleşmesi o. Allah’ın bizim kulluğumuza ihtiyacı yok. Bizim ona kul olmamıza ihtiyaç var. Çünkü her an bir sorumluluk duygusu içindesiniz. Benim hikâyemi anlatırken sevgili Saniye Hanım, dinlerken ben de onu anlatayım dedim. Sivil toplumun hikâyesinde siz Saniye Hanım’ın nerede olduğunu bilir 77 Kadınlar Akademisi misiniz? Burç FM’in 20 yıllık başarılı sunucusu olarak biliyorsunuz ama benim peşinde koştuğum, aman Saniye Hanım medyacılardan inanan, bu ülkeye hizmet etmek isteyen, elindeki imkânı şerde değil de hayırda kullanmak isteyen artık birçok medyacı hanım devreye girebildi. Bu hanımları bir toplamaz mısın, senin bir toplayıcı özelliğin var. Sevgili Saniye Hanım kaç yıl oldu? Herhalde bir 10-15 yılı vardır. 15 yıl öncesinden bu çağrının onun yüreğinde çok güzel bir yansımasını gördüm. Bütün medyacı hanımları toparladı. Böyle bir gelişim grubu kurdu. Bir kardeşlik havası içerisinde ama dünya kadar güçlüğü de göğüsleye göğüsleye. Böyle hizmetler içinde olanları hiç unutmayın. Siz artık hayır işinde çalışıyorsunuz, şimdi artık her şey önünüzde, dere tepe düz gidecek, hiçbir müşkülünüz olmayacak, diye bir kaide yok. Tam tersi, ehliyet imtihanına gireceksiniz. Zorlanacaksınız, zorlandığınız zaman hala devam ediyor muyum, pes mi ettim? noktasında imtihan olacaksınız, değil mi? Mülk Suresi’nde Rabbimiz; “Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye Allah hayatı ve ölümü yarattı.” diyor. İmtihandayız, her an. Şu anda bir hayır yapıyorsunuz, bir yoksula yardım ediyorsunuz, dernek veya vakıf olarak, o andaki imtihanınız çok güzel ama 2 dakika sonra imtihanda olduğunuzu unutursanız Şeytan önünüzden veya sağınızdan, solunuzdan veya arkanızdan veya nefis geliyor, “Yahu şu insanlar ne kadar hayırsız, şöyle birkaç arkadaş biz olmasak kim bunları gözetecek ki? Derken farkında değilsiniz kibir geldi, yapıştı. Farkında değilsiniz. Her an imtihan şuurunu hiç unutmamamız lazım. Hatta ben şunu söylerdim; Bu imtihan şuurundan uzak kalmamak için ölümü çok sık hatırlamamız lazım. Hâlbuki benim çocukluğumda gördüğüm, o arayış dönemlerinin içinde olduğum yılları hatırlıyorum, ölümden birisi bahsettiği zaman, “sus sus, sırası mı Allah’ı seviyorsan, ölümden bahsedilir mi?” Şimdi, ölüm; öldük, ölüyoruz değil, ölüm bize bir şuur veriyor. Bir hesap günü var. Bir ahiret var. Nerede çalışıyorsun? Belediyede mi? Sivil toplumda mı? Akademisyen misin? Esnaf mısın? Unutma, ölüm var. Yani arkasında ne var? Hesap var. Üniversitelerde, birçok üniversitede duymuşsunuzdur, çok medya organında da aynı kavramı duyarsınız, “Sosyal Sorumluluk Projesi” Yaşlılar, yoksullar, çevre, değil mi? Bütün bunlar için sosyal sorumluluk projesi. Ben, İslam’ı aradığım o dönemde, sosyal sorumluluk projesi değil, ilahi sorumluluk projesi olarak devreye girdim. Aklımda ne dernek kurmak vardı, ne vakıf kurmak vardı, ne de onları bir araya getirip platformlar kurmak vardı. Şu anda sadece Türkiye’de aile ve aile değerleriyle aynı frekansta yüreğimizin hizmette ve sorumlulukta çarptığı Türkiye çapındaki bütün dernek ve vakıflar, Türkiye sivil toplum kuruluşları aile platformuyla birbiriyle her an iletişim halindeler. Birbirimizle iletişim halinde olmak, yani selamı yaymak, değil mi? Modern kavramda ne diyoruz? İletişim, diyalog. Ben diyorum ki; Bunun İslami literatürde ismi “Selamı yayınız.” “Selamünaleyküm, Allah’ın selamı, rahmeti, 78 Kadınlar Akademisi bereketi senin üzerine olsun” dediğiniz zaman ne diyorsunuz? “Benim elimden dilimden sana hiçbir kötülük gelmez. Ben senin için Rabbim’den hayırlar diliyorum, rahmet diliyorum.” diyorsunuz. Daha ilk başta bir dostluk başlıyor. Selam; Sevgimiz belki selamı unuttuğumuzla çok yakından ilgilidir diye düşünüyorum. Acaba bir günde 10 kişiye selam veremedim de benim yüzümden mi bu hadiseler oluyor diye de düşünmüyor değilim. En azından 10 veya 20 kişiye, tanıyın tanımayın, lütfen bugünden sonra selam verin. Kardeşliğe çok ihtiyacımız var. Selamdan sonra arkası kelam geliyor, değil mi? Nerede oturuyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? Camilerimiz nasıldı? Bizim toplandığımız, sadece ibadet yerlerimiz değil, aynı zamanda bütün sorunlarımızı da konuştuğumuz yerlerdi. Şimdi ne yapıyoruz? Namaz biter bitmez hepimiz fırlayıp çıkıyoruz. Birbirimize selam bile vermeden. “Nerede oturuyorsun?” demeden. Cemaatte bugün şu kişi yok, acaba hasta mı? Acaba bir problemi mi var? diye arama duygusundan uzaklaştığımız için mi Allah acaba bizi bugün terbiye ediyor? Türkiye’de mi? Hayır. Bütün dünyada, Suriye, Irak, Filistin, hepimiz imtihandayız. Onlar imtihanda, biz de imtihandayız. Onlara ne derece kardeşliği götürebiliyoruz? Ne derece onlarla yüreğimiz sızlıyor? Görebildiğimiz kadarıyla bunu derneklerle, vakıflarla, belediyelerle, hükümetle yapabiliyor muyuz?. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Cumartesi günü STK’ları toplayarak yaptığı bir programında idim. Hizmet eden dernekleri ve vakıfları toplamıştı. Bu hizmetlerin yıllar öncesini anlattığı zaman hayretler içinde dinledik. Bundan 20-25 belki 30 sene önce, bir Diyanet İşleri Başkanı için Yurt dışına çıkma yasağı varmış. Bir Diyanet İşleri Başkanı’na bir gün çok büyük bir teklif gelmiş, Fas’taki dini büyüklerden, “bizim ülkemizi de bir ziyaret eder misiniz?” diye. Oraya gitmiş, Onun yanındaki bir diğer İslam ülkesi de “Buraya gelmişken bir de bize uğramaz mısınız?” demiş. Apar topar geri çağrılmış ve görevine son verilmiş. Şimdi, Sayın Mehmet Görmez diyordu ki; “Şu anda ben bütün dünyada binlerce, on binlerce yabancı ülkedeki Müslümanlara hitap ediyorum. Hangi 79 Kadınlar Akademisi günlere geldik? Nerelere geldik? Afrika’da bir dağ köyünde, küçük bir mescidin açılması gibi bir noktada da beni çağırmışlardı.”. Afrika, oraya gittiğinde, bu gezi olaylarının dönemiymiş o zaman. Cemaatten biri sormuş, “Gezi olayları ne oldu acaba Sayın Başkanım?” demiş. “Sen Afrika’nın bir dağ köyünde gezi olaylarını nereden bilirsin?” Adamın cevabı şu olmuş; “Türkiye’nin huzur ve sükûn içinde olması için biz sabaha kadar bu camide dua ettik.” Nerelerden bizi izliyorlar? Nerelerden bize dua ediyorlar? Biz birbirimizi inşallah o kardeşlik sevgisiyle, bu dünya üzerindeki ümitleri hiçbir zaman boşa çıkartmayacağız. Neredeysek, sivil toplumsa sivil toplum, belediye ise belediye, ev hanımıysanız ev hanımı, birileri bir şeyler konuşuluyorsa, kardeşim, “Hayır konuş veya sus” diyor Rabbim. Şu anda hayır mı konuşacaksın? “ Bir düşüneyim falan” diyordur. Bir düşün bakayım, hayır konuşmuyorsan başka bir şey konuşalım. “Hayır” konuşmamız lazım. Zanlarımızın çoğunu atmamız lazım. Kusurları görmek ve onun üstünü örtmek değil, kusurları görüp, onu nasıl kardeşle toparlarız? Nasıl kardeşçe telafi ederiz? Nasıl bir Muhammed (sav) ümmeti, tertemiz bir toplum halinde bu güzel duygular içerisinde dünyaya örnek olunur? İlk defa bu örnekleri inşallah biz göstereceğiz. İçinizde ev hanımı olanlar el kaldırabilir mi? Kaç tane ev hanımı var? Ben de kaldırayım. Hepimiz ev hanımıyız. Peki, öğrenci var mı içimizde? Ne öğrencileri bunlar? Öğrencilerimiz de var. Beşikten mezara kadar ilim. Ben ön sırada bir hanım görüyorum, Fatma mı ismi? Yanlış hatırlamıyorum değil mi? Fatmacığımla biz, kaç seneleriydi Fatma? 78’ler. 78’lerde bir sivil toplum kuruluşu çalışmasında yazacak, çizecek, dokümanter çalışacak kimse arıyorum, yok çevremde, kadın kadroyla çalışmanın bir takım özellikleri vardır. Sivil toplum kuruluşunda hanımlar daima 3-5 yedekli çalışmalı. Eğer böyle bir çalışmanız varsa bu tecrübemi hiç unutmayın. Genç kız ise evlenecektir, evlenirse bebeği olacaktır, bebeği eğer düşerse onun bir dönemi vardır, sizinle uzak kalacaktır. Bir ara dedim ki; Allahım biraz daha böyle orta yaşın üzerinde bir hanım olursa hani hayatı daha böyle oturmuş, evlendi, doğum yaptı filan demeden onu alalım dedim. Aşağı yukarı o da vakıfta 3 sene filan harika bir çalışma yaptı. Bir an yok oldu. Yedekli çalışmıyoruz. Onun bulunduğu yer boş. Boş olan yeri dolduracağız. Hiç unutmayın; ben başkanım, ben orayım, ben burayım değil, yeri süpürecek kimse, tuvaleti temizleyecek kimse yoksa ben varım diyebilecek bir ruhun içinde olmalıyız. Eğer bu ruhun içinde değilsek, sivil toplum dediğimiz hadise sadece bir gösterişten ibaret. Kanaryalılar derneği olur, bilmem ne derneği olur, vakıfları olur ama ruhu kaybolmuş bir ceset gibidir. Ben kelimesinin uzaklaştığı yerde rahmet iner. Çünkü Rabbimiz, “Rahmet topluluk üzerine” buyuruyor. Böyle bir sıkıntılı dönemde Fatmacığımı tanıdım. Fatmacığım bana sekreterlik yaptı. Ama baktım aman yarabbi, raporları nasıl tutuyor biliyor musunuz? Harika. Hiç hanımlar arasında rapor tutan 80 Kadınlar Akademisi görmemişim. Yıllar öncesinden bahsediyorum, hanımlara söylerdim, sonra da nasıl sivil topluma başladığımızı, hani hikâyelerde bazen filmler heyecanlı olsun diye ne yaparlar? Sondan alırlar, yavaş yavaş başa getirirler, ortadan bir sahne, yandan bir sahne, hani pazıl gibi tabloyu tamamlayın diye. Canınız sıkılmasın, uykunuz gelmesin diye böyle yapıyorum, yoksa işte tarih bin dokuz yüz bilmem kaç, ondan sonra şu filan diyebilirim. (Bir katılımcı: Biz sizi dinlemeye geldik ama...) Allah razı olsun. Sıkıldığınız zaman çok rahat elinizi kaldırabilirsiniz. (Bir katılımcı: Sizin konuşmanızdan hiç sıkılacağımızı sanmıyorum.) Allah razı olsun. Rabbim birbirimizi hep en güzel duygular içerisinde dinlemeyi, onu dinlerken, “Rabbim bizim birliğimizi bozma” diye dua etmeyi unutmayalım, olur mu? Evet, şimdi hanımlarla çalışıyoruz, diyorum ki; arkadaşlar, yaptıklarımızı yazmamız lazım. Yazmak zor geliyor hanımlara. Şu kadar şunu veriyoruz, bu kadar bunu veriyoruz. Arkadaşlar, Rabbimiz buyuruyor ki; “Hesaba çekilmeden önce kendini bir hesaba çek” Bir hesabımızı görelim, nereye ne vermişiz? Ne etmişiz, ne tutmuşuz? Peki, ikna oluyorlar, biraz yazıyorlar çiziyorlar ama hiç biri Fatma gibi yazamıyor. Meğer Fatma Allah’ın bir lütfuymuş. Kaç sene bize bu konuda yardımcı oldu. Fatmacığımın raporlarını hala saklarım. Nereye gitti o Fatma? Ben kendisinden bahsediyorum diye mi gitti? Telefon mu geldi? Şunu söylüyorlardı bana; “Doktor Hanım, Allah bilmiyor mu bizim yaptığımızı? Yani, niye yazalım çizelim ki? Biz Allah için yapıyoruz. Allah’ın rızası için yapıyoruz. Bunu yazmanın çizmenin ne anlamı var?” Şimdi, bu bilgi doğru bir bilgi. Hani Allah yazdığımızı çizdiğimizi değil, yaptığımız, hatta kalbimizden, kalbimizin 80’inci odasından hangi duygumuzun geçtiğini biliyor. Biliyorsunuz Hadis-i Şerif; “Ahirette ne kadar hayırsever, ne kadar yardım yaptı diyerek birisini getirecekler, “götür” diyecek meleklere Rabbim. Aman yarabbi, neden? Şöhret olsun diye yaptı. “Ne hayırsever bu insan” desinler diye yaptı. Televizyonlarda, radyolarda benden bahsetsinler diye yaptı. Neonlarla benim ismim yazılsın diye yaptı. Gazeteler benden bahsetsinler diye yaptı.” Bitti, yaptığımız her şey bir anda sıfırlanıyor. Şimdi, evet ama bireysel olarak yaptıklarımızı gizleyelim, hani işte Ayşe Hanım bunu yapmış, Fatma Hanım bunu vermiş. Bunu yapmış falan derken aklıma neleri getiriyorsunuz bakın? Veyahut ta ben kendi kendime getiriyorum aklıma siz getirmiyorsunuz da. Düğünlerimizde ne yapıyoruz? Takılar için, görümce…, Kayınvalide..., bu da bunu taktı., şöyle gelin şurada dursun…. İnanın, ıstırapla ağlayan bir elti biliyorum, şu anda herkes bir şey takacak ve ilan edilecek. Ama biz şu anda öyle bir borçluyuz ki, hiçbir şey takabilecek halim yok, bir kere daha borçlandık ve bir altın aldım takıyorum. Acaba gösterişe böyle çok düştük diye mi Allah bizi imtihan ediyor dersiniz? Ne dersiniz? Kendimizi tekrar bir daha 81 Kadınlar Akademisi yoklamamızın zamanı gelmedi mi? Biz daima birilerini söylüyoruz. O ondan oldu, bu bundan oldu diye, bizde ne olduyu baştan almazsak gerçekten köklü bir şey yapmaya muvaffak olacağımızı sanmıyorum. Çünkü” olmazsınız, olamazsınız” diyor Allah (cc). Savaştan dönen İslam ordusuna, İslam ordusu da nasıl? Üst baş perişan, ayaklarında ayakkabı bile yok. Giyecekleri nalınlar bile parçalanmış, “Şimdi büyük cihada gideceksiniz” buyuruyor Peygamberimiz (sav) “ Ama Ya Resulallah, hepimiz perişanız, hangi savaşa, daha büyüğüne nasıl gidelim?” “O savaş nefislerinizle olan savaş” buyuruyor. “Büyük cihat.” Biz bunu ihmal ettik. Kendimizle uğraşmayı ihmal ettik. Kaynanamızla, gelinimizle, arkadaşımızla, onunla, bununla, hep birilerini düzeltmeye çalıştık. Ama Şeytan neremizden geldi diye hiç düşünmedik. Hani, ben neresindeyim bu işin? Ben 24 saat kendimle beraberim. Kendimi adam edememişim, ben başkasını nasıl adam ederim diye düşünmek bizim için belki bir antrenman olacaktır. Ben biraz böyle düşüne düşüne İslam'ı ilk aradığım dönemlerde annem, “kızım çok fazla düşünüyorsun, öyle pek fazla derin düşünürsen aklını oynatırsın” diyordu. Var mı öyle söyleyenler hâlâ? Ellili, altmışlı yıllarda o arayış içerisinde koştuğum dönemlerde. Çok derine dalma, derine dalarsan aklını oynatırsın. Var mı hâlâ böyle bir söyleyiş? Hâlâ var mı? O zaman anneme diyordum ki, anneciğim, Tıbbiyenin birincisi olmuşum, dünyanın kitabını okumuşum aklımı oynatmamışım da, dinimi aradığım zaman mı? Âlimlerin hepsi o zaman aklını oynatırdı. Gece gündüz oturuyorlar bir araştırma yapıyorlar, niçin aklını oynatsın? İşte tesettür ayeti de namazdan sonra bir meal ve tefsir okuyordum Hasan Basri Beyin, size de lütfen Kur’an’la bağlantınızı kopartmayın derim. Kur’an sizin başucu kitabınız olsun. Resulullah’ın (sav) hayatı ve ahlakı, Hadis-i Şerifler başucu kitabınız olsun. Her gün oradan bir bölüm mutlaka okuyun. Geçen gün bir hanıma diyorum ki; “manasıyla beraber okumadan kendimizi düzeltemeyeceğiz, hadis-i şerifleri hayatımıza uygulamadan kendimizi düzeltemeyeceğiz.” “Ama o zaman çok uzuyor doktor hanım, ben bir an evvel cüzü bitirmek istiyorum, bir cüz okumak istiyorum” diyor. Ramazanlarda bilirsiniz, değil mi? Hepimiz, bütün evlerde hatim indiririz. Nasıl giriyorsak, öyle de çıkarız. Orada, “İki kişi konuşurken üçüncüsü Allah’tır” diyor Rabbimiz. 3 kişi ise dördüncüsü Allah’tır, 4 iseniz, beşincisi Allah’tır. O zaman siz birisiyle konuşurken ne hissedeceksiniz? Şu anda Rabbim beni görüyor. İlahi kamera beni çekiyor. O zaman ilahi kamera sizi yalnız olduğunuz zaman da çekiyor. Sivil toplumda da çekiyor, yazarken çizerken de çekiyor. Hanımlara diyordum ki; yazalım çizelim, günün birinde Dernekler Masası’ndan gelecekler ama daha sonra İlahi kameralar konuşacak ve biz yüz akı ile diyeceğiz ki; Rabbim, bunu buraya verdik, hesabımızı yaptık, elimizdeki miktarla da bunu 82 Kadınlar Akademisi buraya verdik diyebilmek için kendimizi bir hesaba çekelim. Yine Fatmacığımla yazıyorduk çiziyorduk ama bir ara demin söylediğim ağır bastı. “Doktor hanım” dediler “böyle yazmak çizmek bizi ağırlaştırıyor, yani hareket etmek istiyoruz, oraya gidelim yardım edelim, buraya gidelim şunu yapalım.” Dedim ki; Allahım bana yardımcı ol, ben nasıl anlatayım? Nasıl anlatayım çok çok önemli diye? Bir gün aklıma geldi, dedim ki; bizim omuzlarımızda iki tane melek var. Ne meleği var omuzlarımızda? Kiramen Kâtibin. Ne demek? İki tane yazıcı melek var. İyilik yaptığımız zaman da kaydediyor, kötülük yaptığımız zaman da kaydediyor. Peki, Allah (cc) bilmiyor mu bizim ne yaptığımızı, ne ettiğimizi? Kalbimizin en derin noktasını da? Bize neyi gösteriyor Rabbim? “Yazıyla tespit edin” diyor. Şu anda sivil toplum kuruluşu olarak Allah sizi inandırsın nerede muvaffak olduysam bir ayet veya bir hadisin hayata geçirilmiş şeklidir. Gönül Kâbedir, kırılmaz, siz sivil toplum kuruluşu derneksiniz, vakıfsınız, çalışıyorsunuz, birisi diyor ki; “Ha ha! kardeşim biz burada 3 senedir çalışıyoruz. Sen öyle yeni gelmişsin bir anda kolay değil.” Filan. Aman kardeşim ne yapıyorsun? diyorum. Ben olsam bir daha bu derneğe vakfa gelmem. Yani sevgiyle birbirimizi karşılama yerine, omuz konuşturmaya kalkıyoruz. “Hani ben burada kıdemliyim, tecrübe sahibiyim, işte öyle neler yaptık biz, nerelere gittik, ne ettik…” Yahu biz daha bir sevgiyle yaklaşsak. Gönül kırma. Gönül kırıldığı zaman, ismi zaten ne? Ne kuruluş? Ne kuruluş bizim sivil toplum kuruluşlarının ismi? Gönüllü kuruluş. Siz gönül kırarsanız devam eder mi bu hadise? Etmez, biter. Çok örneklerini yaşadık. Gönül kırıldığı zaman her şey biter. O zaman siz bir ayet ve hadisi yaşamınızın içine soktuğunuz zaman, ailenizle bir kere iletişiminiz düzeliyor. Bakın, İslam’ın mucizevi şeyleri bunlar. İlk önce eşinizle gönül kırmıyorsunuz. Ailenizle, akrabalarınızla, komşunuzla, toplumda, sivil toplum mu? Belediye’de mi çalışıyorsunuz? Nerede çalışıyorsanız. “Eğer sen katı ve kaba sözlü olsaydın..” buyuruyor Rabbim Kur’an-ı Kerim’de “Etrafında kimse kalmazdı.” O zaman bu ayetler bize nazil oluyor aynı zamanda. Ne zaman ki hayatımıza geçiriyoruz, bize nazil oluyor. Sivil toplum kuruluşlarında bunlara dikkat etmeye başladım. Aman arkadaşlar birbirimize katiyen kaba ve kötü söz söylemeyelim. Belki bunu iletişim uzmanları derslerde de anlatıyorlar. Ama bir farkı var; birinde diyorsunuz ki; ebedi hayatıma intikal edecek bir ibadet yapıyorum ben. Ahirette “Ikra’ Kitabek.” Oku kitabını dediği zaman, Ya Rabbi kimseye kötü bir söz söylemedim, Mü’minin tarifi var; “Elinden ve dilinden kimsenin kötülük görmediği insandır.” O zaman siz bir sivil toplumda çalışırken birinin ayağını kaydırmak, öbürü işte birazcık daha fazla sevilen birisi olmuş, onu biraz kötülemek. Böyle bir şeyin içine girebilir misiniz? Mümkün değil. Allah’la irtibatınız namazı eğer huşu ile, Allah’ın huzurunda hesap duygusuyla kılarsanız birisinin gönlünü kırdığınız zaman hemen gelirsiniz dersiniz ki, “Kardeşim beni 83 Kadınlar Akademisi affet, hakkını helal et, ben seni kırdım.” Olmadı mı bizim hayatımızda? Çok oldu. Birbirimize kırıldığımız çok çok dönemler oldu. Hele Saniye Hanım o ilk derneği, vakfı kurduğumuz zamanlar Meliha Yalçıntaş, duydunuz mu Meliha Yalçıntaş’ın ismini? Yıllar önce beraberce sivil toplum kuruluşlarında çalıştığımız arkadaşlar bunlar. Hangi sivil toplum kuruluşu? Rahmet topluluk üzeredir, toplanalım. Dernek kuralım aklımızda yok. Bir araya gelelim. Sonra ne yapalım? 40 komşuyu arayalım, kırk komşuyu aramaya başladık. Yakınınız apartman, hiç kimsenin ihtiyacı yok. 40 komşu deyince daha açılmanız lazım. 40 önden, kırk sağdan, kırk soldan, kırk arkadan filan, hani çevreyi bir de böyle, artık iletişim çağındayız, uçaklar da çok çabuk gidiyor, 40 komşu ne oldu? Artık dünya komşu haline geldi. Bütün onların her birinde bir tane açlıktan ölen varsa Rabbim bizi sorumlu tutuyor. Suriye’de açlıktan ölenler var diye duyuyorum. Ya Rabbi, işte tekrar düşünüyorum. Acaba bizim yüzümüzden mi Allahım bu belalar bütün İslam ülkelerinin üzerine geliyor? Bir tarafta petrol nasıl çıkıyor, değil mi? Arabasıyla kıyafetini birbiriyle uydurup o arabaya binen şeyhler var Arap ülkelerinde, onları duyuyoruz. Yani açlıktan ölmemesi lazım, bütün doğal servetler İslam toprakları üzerinde. O zaman bizde bir şey var. Bizde bir şey var arkadaşlar. Başkaları da o bizdeki bir şeyi tabii kullanacak. Şeytan kullanır da Şeytan gibi olanlar kullanmaz mı? O, onların misyonu. Biz neyiz? Asıl oradan başlamak lazım. Biz neredeyiz? Nerede duruyoruz? Evet, Kiramen Kâtibin ikna etti arkadaşları yazmaya çizmeye başladılar. Bizim sivil toplum hayatımız da demin size söylediğim Hadis-i Şeriflerle başladı. Aklımızda ne dernek var, ne girişim grubu var, böyle bir kavramla yakından uzaktan alakamız yok. Sadece şunu düşünüyoruz, bir kelime daha öğreniyoruz, “Semiğnâ ve atağnâ - İşittim ve itaat ettim.” Çünkü; kurak bir topluluğun içinden geliyorsunuz. Din, hayatınızdan itilmiş, sadece Batı sizin için kurtarıcı olarak gösteriliyor. Onlar gibi olursanız ancak bir şeyler yaparsınız deniyor. Adam olursunuz, insan olursunuz ama yaşarken bakıyorsunuz ki, şu anda gördüğümüz manzara bizlere çok ihtiyacı var dünyanın. Paylaşmaya ihtiyacı var. Karşısındakini anlamaya, düşünmeye ihtiyacı var. Gönül birliğine ihtiyacı var. Acaba bu güzelliği gösteremedik diye mi bugün Allah başımıza bu belaları veriyor? Tekrar düşünelim, bir daha düşünelim. Kırk komşuyu arayıp, bir taraftan da, hepinizin mahallenizde yapabileceğiniz ilk başlangıcını anlatıyorum. Kadınların sivil toplumda nasıl hareket edebileceği konusundaki yaşanmış bir hikâye bu. Apartmanımızda başladık. Nurettin Topçu rahmetlinin teyzesi de bizim apartmanımızda. Dr. Hümeyra Hanım da üst katımda. Dedik ki; her birimiz ilk önce bir kilo bir şey vaat edelim. Kâğıda da yazalım. 1 kilo zeytin, vaat edenler: 1 kilo şeker, vaat edenler:., 1 kilo peynir, vaat edenler, Aaa, ne demek, pazara giderken, 1 kilo da Allah için alırım filan… Şimdi bunları koliler yaptık, kolilerin üstüne de yazdık, “Zeytin kolisi” “Peynir kolisi” “ pirinç 84 Kadınlar Akademisi kolisi” “yağ kolisi” Bu birer kilolar, birer kilolar... Bizim apartmandaki bu hava diğer apartmanlara da sirayet etti. “Aaaa! Bu hayır işidir, bir kilo da biz veririz yani, hiç dokunmaz ki pazara gittiğimiz zaman, bir kilo da fazla zeytin alayım…” dediler. Alınanlar kabarmaya başladı, kocaman kocaman bir koli zeytin oldu, kocaman bir koli peynir oldu, Allah!... seviniyoruz, Allah rahmet eylesin anacığım, kalp hastalığından ameliyat olup da muvaffak olan, “Allah bana ömür verdi, ben de onun yolunda koşmalıyım diyen anam”, eline koliyi alır, “gideyim ben vereyim, ben de sevabını kazanayım”, bir gün geldi bana dedi ki; “Yahu Gülsen böyle de insanlar var mıymış bu dünyada? Bize bildirmişlerdi, şu iki üç apartmanın biraz daha ötesinde gecekondu gibi bir yer var, bir işçi ailesi var Erzurum’dan gelmiş, hiçbir şeyleri yok. Tahtanın üzerinde minicik bebeklerine bir iple salıncak yapmışlar, bebeği uyutuyorlar, kocası da inşaatlarda işçi olarak çalışıyor, ona yardım edelim artık elimizde var ya. Peynirler, zeytinler, hiç olmazsa gıda ihtiyacını karşılayalım. Adam ona para vermesin, bebeğine süt alsın, mama alsın… Dedi ki annem; “Yahu Gülsen gittik, bak kardeşim size şunları getirdik, kabul ettiremedik” dedi.” Kabul edemem demiş, “benim kocam var o bana az da olsa bir şey getiriyor. Ama siz 3 ev ötede bodrum katında kanserli bir yaşlı var. Aç bir ilaç, ben ona yardım edemiyorum, oraya koşun.” Annem, “Ben bu asaletin karşısında dondum kaldım, hemen gittik o kanserli kadına baktık. Perişan bir halde, kimsenin haberi yok.” dedi. Yanında yüksek yüksek apartmanlar, kimsenin ne var bir ötemizde diye bakmadığı bir toplum haline döndük de acaba onun için mi başımıza tüm İslam Ülkelerinde bu belalar geliyor diye düşünüyorum. Evet, İslam’ın o “müstağni” dediğimiz, istemeyen, “siz onları yüzlerinden tanırsınız, arayın” dediği, ha bir şey daha öğrendik ondan. Demek ki dedik, bize gelip de benim de ihtiyacım var demesini beklememeliyiz. Biz aramalıyız. Haydi, Ayet-i Kerime karşımıza çıktı veya Hadis-i Şeriflerde aynı tema işleniyor; “Arayın, gözetin, düşmanlarınızdan onların sayesinde kurtulacaksınız.” Aramaya başladık. Sadece bize gelmeleri değil, Fakat aradıkça bir baktık ki, o bizim koliler moliler solda sıfır kaldı. O kadar büyük bir ihtiyaç var ki. O apartmanların gittikçe rezidanslarla gecekonduların daha, çok birbirinden ayrılmadığı dönemdi. Biraz daha, apartman da vardı, gecekondunun da olduğu bir dönemdi o 60’lı yıllar. Şimdi bütünüyle halter gibi ayrıldı. O açıdan Halter gibi ayrılan bu toplulukta, bu hayır işlerini sadece Allah bin kere razı olsun belediyelerimize bırakmamamız lazım hanımlar. Bizim her birimizin bu aradaki köprüyü mutlaka bağlamamız lazım. Bağlamadığımız takdirde, “Allah onların sayesinde sizi düşmanlarınızdan koruyacaktır.” Noktasında biz birbirimize düşman olacağız. Biz birbirimizi yiyeceğiz. Onların duası, bir taraftan da zengin olanların Allah (cc) tarafından zenginliklerinin devamının sigortasıdır. “Allah yardım edene daha çok versin” diyorlar. “Bizi aradınız, bizi 85 Kadınlar Akademisi sordunuz, Rabbim sizden razı olsun, ayağınız taşa değmesin.” Şimdi bu “Ayağınız taşa değmesin” deyince, yıllar önceki bir hatıra geldi aklıma yine. Dernek, vakıf çalışıyoruz. Biraz daha büyüdük, koliler falan, ha kolilerde nasıl dernekleştik? Bir gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmememiz lazım. Toplumda çok sık söylenir, “Para isteme benden” devam edin, “buz gibi soğurum senden” Para verir misin, bak bitti koliler, bir ihtiyaç var dediği zaman iki riski var; biri parayı çok seviyoruz. Parayı vermekten çekiniyoruz. Buz gibi soğuyoruz. İkincisi, istismar edenler çok olmuş. Paralar toplanmış, kanaryacılar derneği de o bilmem ne olmuş, bilmem nerelere seyahatler edilmiş, faturalar dernek paralarından. Yani saygınlığını kaybetmiş. Veren, acaba bu yerine gidecek mi diye güvenini kaybetmiş. Peki, bizim Peygamberimizin (sav) sıfatı nedir? “Muhammedü’l Emin” Acaba “Emin” sıfatımızı kaybettiğimiz için mi Allah bütün İslam ülkelerinde bu perişanlığı yaşatıyor bize? Suriye’sinden, Irak’ından, hepimizden. Hangimiz hangimize güvenir olduk? Pazara, çarşıya çıktığımız zaman boynumuzu uzatıyoruz, eğer meyveler öndeyse, arkadan çürük koymasın diye. Ne zaman sözümüzde durur bir toplum olduk? Söz Allah indinde ne kadar önemli? Müslüman'ın en büyük vasıflarından bir tanesi. “Yapacağım” dediği zaman bir ay geçiyor, iki ay geçiyor, güvenimiz birbirimize sarsıldı. Böyle bir topluluk olabilir mi? Olduğu zaman da Allah, Ahiret’e bırakmadan bizi dünyada tokatlıyor. “Kendinize gelin” diyor. “Şefkat ve merhametle sizin üzerinize titreyen o Peygamber’i üzüyorsunuz” diyor. “Resulümün üzülmesine dayanamam, siz üzülürsünüz” diyor ve üzülüyoruz. Bütün dünyada üzülüyoruz. Her yerde üzülüyoruz. Myanmar’da üzülüyoruz, Somali’de üzülüyoruz, Filistin’de üzülüyoruz, Suriye’de üzülüyoruz, şimdi Türkiye’de üzülmeye başladık. O zaman başlangıç noktamız inşallah kendimiz. Bizden başlayacağız. Acaba benim yüzümden mi? Acaba bizim yüzümüzden mi? Onun için mi oldu Ya Rabbi bunlar?” Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” “Zalimlerden biz olduk Ya Rabbi...” Başkasına bir şey söylemek çok kolay. Ama kendimizi düzeltmek, işin sır noktası, kendimizi düzeltmek. Bu verişler, alışlar, devam ederken dediğim gibi, koliler bitti, ihtiyaçlar fazlalaştı. Artık kapıya gelenler öyle bir noktada oldular ki, hiçbir şey kalmadı elimizde. Hiçbir şey kalmadı. Cebimizden vereceğimiz, şahsi olarak vereceğimiz şeyler o kitleler, ihtiyaçlar karşısında hiç geldi. O ara şöyle düşündüm; Ya Rabbi, Mehmet Akif’in, rahmetlinin söylediği gibi; “Ya param olaydı, ya hamiyetim olmasaydı.” En azından gücümün yettiği bu kadardı. Bakın bu kelimenin üzerinde biraz tefekkür etmenizi isteyeceğim. Gücümün yettiği bu kadar ve Allah gücünün yetmediğinden de sorumlu tutmuyor. Bakın Ayet-i Kerimeyi bu şekilde yorumladığım zaman bu işi bitirmeye karar verdim. Dedim ki; Gücüm yetmiyor artık. Birisi bana dedi ki; “Acaba dernek kursak gücümüz yetmez mi?” 86 Kadınlar Akademisi Ha, öyle gücüm yetmiyor diye bırakmak demek ki yok. O, işin kaçamak tarafı. Bir dernek kursak, makbuzlarımız olsa, Kim ne verdiğini, ne aldığını makbuzla alsak, belgelerle ispat etsek, faturalarla alsak, belgelerle çıkışını yapsak, şu kaybolan güveni tekrar tesis etsek. Allah ve resulüne bağlı olanlar bir sivil toplum kuruluşu içinde çalıştığı zaman nasıl bir doğruluk husule gelir. Nasıl bir manzara husule gelir? Onu ispat etsek, ha! Dernek de bir hanımın gözyaşıyla. Dedim ki, Artık elimizde hiçbir şey yok. Dedi ki; Allah rızası için bu kapıyı kapatmayın. Bir ümit kapısı burası. Bir gün tekrar buraya gelebiliriz diye, bu nasıl bir iş, bu nasıl bir iş? Arkadaşlarla dernek kurma hikâyesinin başlangıcı böyle. Aradan yıllar geçip de uluslararası kongrelerde şu veya bu şekilde orada bir tebliğde bulunduğum veya konuşma yaptığımın akabinde şunu soruyorlar; sivil toplum kuruluşlarının bu kadar yükselen değer olacağını nereden biliyordunuz? Çünkü; sivil toplum olmadan şu anda hiç kimse, hiçbir iktidar, dünyanın her noktasında sivil toplum olmadan bir karar veremiyor. Ne demek sivil toplum? Sessiz yığınların sesi demek. Yani halk şunu düşünüyor; Bu böyle oluyor, bu ıstırap var, şurada şu oluyor diyen bir kadro devletten para istemiyor. Cebinden para veriyor. Sadece mesai saati; 9:00 - 17:00 demiyor, gece uykularını bile feda edip çalışıyor. Eğer bu çalışma Allah rızası ile bağlantısını kurmuşsa, gece gündüz ibadet ediyorum diye çalışıyor. O ibadet duygusu nasıl bir duygu biliyor musunuz? İnsanı nasıl ayakta tutuyor biliyor musunuz? Hayatın tüm imtihanlarında Rabbim dosdoğru olmayı, ayağımı düzgün basmayı bana nasip et, bundan sonra biliyorum ki, sen benimle berabersin ve imtihan oluyorum. Yüz akıyla çıkacağım Allahım dediğinizde bir kere arkanızdaki çuvala delik çuvala derdinizi attınız o aradan gitti. “Hak şerleri hayreyler, arif anı seyreyler, görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.” Şimdi bugünkü manzaradan da şu sonucu bağlarken aynı şeyi düşünüyorum. Tokatları devamlı yiyoruz, kanayan bir coğrafya, sadece Suriye’de 16.000 kadına tecavüz edildiği söyleniyor şu anda. Korkunç bir şeyimiz var. Avrupa’ya Amerika’ya gidildiği zaman bizim güzelliklerimizin hiç biri gündemde yok. Terörist, terörist, erkeğin oyuncağı. Otur dediğin zaman oturan, kalk dediğin zaman kalkan. Hayır, İslam’da kadın öyle bir noktada ki; Anadolu’da şunu söylerlerdi, çocukluğumu Saniye Hanım anlattı. “Kadınla konuşsan bile onun söylediğinin tersini yap.” Hani onunla istişare et ama tersini yap. Bunlar benim kafamda hiçbir zaman yere oturmamış sorulardı. Hep aramaya çalışırdım. Eşitlik, erkeklerle eşitiz. Yahu eşitiz ama ne biçim eşitiz ki, bize diyorlar ki sen bak o erkektir, elinin kiri o. Yani sen bunları yapma ama o erkek. Yahu bu nasıl bir şey? Niye onun elinin kiri oluyor? Aynı şeyi o da yapıyor, aynı pisliğin içine giriyor. İşte anacığımın beni izlediği, her namazdan sonra okuyorum ya, tefsir ve beraber Ayet-i Kerime, gele gele nereye gelmişim biliyor musunuz? Nur Suresi 30. Ayeti Kerime’ye. “Mü’min erkeklere 87 Kadınlar Akademisi söyle gözlerini sakınsınlar haramdan, ırzlarını muhafaza etsinler” Aman Ya Rabbi, erkeklere ihtar.” Elinin kiri” değilmiş. “Güzele bakmak sevap” da değilmiş. Öyle demezler mi? Hep öyle diyorlardı bize; “Güzele bakmak sevaptır, o da erkeğin elinin kiri” Arkasından 31. Ayet-i Kerime; “Mü’mine kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını muhafaza etsinler” Ben, buldum diye bağırmışım namazdan sonra. Annem, “Ne buldun evladım?” Zaten bu derine ine ine bir yerde sapıtacak diyordu. Anne hiç merak etme, hiç merak etme eşitliği buldum. Gerçek eşitliği buldum. Allah (cc) bizi fazilette eşitliyor. Seküler ahlak, modernite bizi çukurda eşitliyor. “Sen de zina yaparsın, sen de zina yap. Sen de uyuşturucu kullanırsın, sen de kullan. Sen de onu yaparsın, sen de yap.” Bizi nerelerde eşitliyorlar ki? Yaratıcımız bizi fazilette eşitliyor. Bu her okuduğum Ayet-i Kerime’de biraz daha sivil toplum kuruluşları çalışmasının Rabbimin dilediği istikamette bir çalışma olduğu duygusu bende gittikçe yerleşmeye başladı. Kim hayırlı diye arıyordum. O sorular işte, oraya gidiyorum, buraya gidiyorum, soruyorum. Yani Allah’ın en sevdiği kulu kim? İşte şu kadar tesbih çekersen diyorlar, ya o kadar tesbih çekip de dünya kadar kötülük yapanlar var. Onlar nasıl Cennet’e girecek? O da oturmuyor kafamda. Sevgili Saniye dedi ya, bir doğru bir yanlışı götürüyor. Ne kadar şanslısınız siz. Kitaplar, vaazlar, televizyonlar, Saniye Hanım gibi bir radyocu sizi her an irşad edecek bir kardeşiniz gibi. Hangi dönemlerdesiniz? Ama hiç unutmayın başta söylediğimi; “Andolsun, sorulacaksınız nimetlerden” buyuruluyor. O zaman her nimetin karşılığını nasıl veririz? Cep telefonları, internet, nerede kullanıyoruz? Yavrularımız nerede kullanıyor? Gözünü haramdan sakınsın denilen erkekler, delikanlılarımız, sokaktan mı haramdan sakınsınlar? Pornoya girmesinler, değil mi? Onu düşündürmüyor mu size. Girme o sitelere evladım. Mü’min erkeksin sen. Gözünü haramdan sakın. Bunların her biri bir fotoğraf olup ne yapıyor? Beynin altında arşivleniyor. En ufak bir ses, görüntü veya bir renk, arşivden şık fotoğrafı çıkarıyor mu? Çıkarıyor. O zaman bizim gözümüzle, kulağımızla algıladıklarımız arşivlendiği zaman, “Ikra’ Kitabek” denildiği zaman bunlar çıkarsa biz ne yaparız Ahirette? Ahireti biz 21. Yüzyılda daha iyi kavrar olduk. Bakın, Obama başkan olduğu zaman gençler etrafında toplanmışlar, demişler ki; Başarılı oldunuz, bize, gençlere neyi tavsiye edersiniz? Söylediği şu olmuş; Geçlerinize söyleyin lütfen, “İnternette nereye girdiğinize dikkat edin.” demiş. Teknoloji o kadar ilerliyor ki, bundan sonra iş almak için bir yere gittiğiniz zaman CV diye hangi internet sitelerine girdiniz, kiminle çetleşiyorsunuz? Kiminle halleşiyorsunuz? Size, önünüze çıkarılacak. Şimdiden dikkatli olun. “Ikra’ Kitabek”in küçük bir örneği gibi, değil mi? Öne çıkacak kitabın, nereyi izledin? Hangi kanallardasın? Nereye giriyorsun? Günün nerede geçiyor, kaç saatin neyle uğraşıyorsun? Böyle bir dernek kuruluşu, arkasından Hadis-i 88 Kadınlar Akademisi Şerifler itiyor. “İki günü eşit olan…” nedir? “ziyandadır.” Dernek kurmuşsunuz olur mu? Bir yıl geçmiş, hâlâ dernek daha devam ediyor. Bir şey daha yapmak lazım. Daha büyütmek lazım. Hayırda yarışmak lazım. Öğrendiklerimden bir tanesi de o. Seküler ahlakla farkını gördüğüm şeylerden bir tanesi o. İnanın her Hadis, her Ayeti hayatıma geçirdiğim zaman, secdede şunu söylemişimdir; Ya Rabbi, dinine âşık oldum. Aşk bu muymuş? Ben senin dinine âşık oldum. Neyi hayat geçirirseniz güller, gülistanlar açılıyor orada. Fakirin yüzü gülüyor, Rabbim sizin, bakın demin söylediğimde bir hatırayı canlandırmıştım, tekrar o geldi. Ayağınız taşa değmesin, böyle bir yoksul, kanserli hastadan bahsettiler, dediler ki; “Kimsesi yok, arada sırada üvey bir kızı var, zaman zaman gelip gidiyor. Ona gider misiniz?” Bizzat gidin görün, para veriyorum, sen bak demeyin. Arayın hükmü var. Arayın, görüp gözetin hükmü var. Birine bilgi olarak geliyorsunuz, öbürü aynelyakin. Bizzat gördüğünüz zaman iş değişiyor. Birisinden size bahsetseler, benden bahsetseler size ama karşılıklı geldiğimiz zaman Aaa!.. diyorsunuz ben gördüm, ben tanıştım. Siz de bu ziyaretlerde onların dertleriyle, onların yüreklerindeki bütün duygularla tanışıyorsunuz. Onun için bütün sivil toplum hayatımda çok özenle o ziyaretlere gitmeye çalıştım. Böyle bir ziyarette kanserli bir hasta, sırtı, olduğu gibi mesestaz dolayısıyla ayağa kalkamıyor. Hiç unutmuyorum o manzarayı. Oturduğu yerde, yattığı yerde Allahım beni kimseye muhtaç etme diye iki eliyle çorap örüyor. Bu bir Müslüman şuurudur. En son halimizde bile bir şey istememek. Sivil toplum hayatımda bu hüküm bana şöyle geçti. Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki; “Devenin üstünde olsan, kamçını düşürsen birisine “ver” deme, in al.” Aynı zamanda bir hüküm var; Kardeşine yardımcı ol. Şimdi düşünün, bir taraftan siz inip almayı düşüneceksiniz, öbürü de çırpınacak, kardeşim inme aşağı, çünkü deve çok yüksek, ona “Kıh” diyecek, çökecek, aşağıya ineceksiniz, tekrar “Kıh” diyecek bineceksin uzun iş. Öbürü de diyecek ki, kardeşim aman inme aşağıya ben hemen veririm sana. Nasıl bir toplum bu? “Sevgi Toplumu” Bu bir sevgi toplumu. Biz bunu hayatımızda, sivil toplum kuruluşu çalışmalarındaki dernek, vakıflarda gördük. Sevgi toplumu, Hadisler, Ayetler hayata geçirilirse sonuçta ne oluyor? Yanıma bir hemşire bu aralarda ararken, bir tanesi kocası ölmüş, 3 çocuğu var, iş yok, perişan olmuş, ay sen bana yardımcı olur musun gel? “Doktor Hanım benim okumam yazmam da yok.” . Hemşire buluncaya kadar ben seni idare ederim. Benim hemşirem de o arada ayrıldı. Böyle bir hanım aldım yanıma. 4 tane de çocuğu var. Bir ara dedi ki; “Doktor hanım hayran oluyorum, vakıflarda, derneklerde maddi durumu iyi olanlar fakir fukaraya yardım ediyorlar ama bizim elimizde avucumuzda yok, ben kazandığımı ancak çocuklarımla paylaşıyorum.” Ki ona bursları filan da bağladık. “Bizim yapacak hiçbir şeyimiz yok mu?” dedi. Aaa!.. olmaz olur mu dedim. Bakın size ışıklı bir levha olarak ne geliyor? Bir Hadis geliyor gözünüzün 89 Kadınlar Akademisi önüne. Hayata geçirmek lazım. Kur’an; okunan, cüzleri arka arkaya indirilen bir kitap değil. Kur’an üzerinde okuduğumuz, düşündüğümüz, derinine düşündüğümüz ama hayat geçirdiğimiz, hayat yolu, Peygamberimizin hayatı onun ilk müfessiri, yaşayan Kur’an. O zaman “Peygamber nasıl davranmış?” dediğiniz andan itibaren gözünüze bir Hadis-i Şerif, bir Peygamber davranışı geliyorsa, bir Ayet-i Kerime geliyorsa, siz işte o zaman yaşayan Kur’an olarak, inşallah Peygamberimin benimle iftihar edeceği bir ümmet olurum diye ümit edebiliriz. Dedim ki; Peygamberimiz buyuruyor ki; İşte o zamanın değerlerini bilemiyorum, mesela: Hayır için 20.000 Dinar veren, öbürü de 2 Dinar veren iki kişi var, “İki Dinar veren 20.000 Dinar vereni geçti.” Aman Ya Resulallah bu 2 Dinar verdi, öbürü 20.000 Dinar verdi, nasıl olur? Diye soruyorlar. Sahabi soruyor. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Onun 100-200300 bin Dinarı vardı, ondan 20 çıkardı. Öbürünün 4 dinarı vardı, yarısını çıkarttı.” O zaman sen de bir şey yapabilirsin dedim. Çünkü; Ayet-i Kerime şöyle: “Onlar, o takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da infak ederler. İnsanların kusurlarını af ile geçerler, öfkelerini yutarlar.” Bu mealde bir Ayet-i Kerime. Dedim ki; “Varlıkta da, yoklukta da infak ederler.” dediklerine göre, küçücük bir şey olsa da sen yap. Şimdi o kanserli hasta ile bağlayacağım. Bir gün geldi, “Doktor hanım, bugün ben çok sevap kazandım…” uçuyor böyle. Hayrola, ne oldu? Dedim. “Hani o kanserli hasta vardı ya, hiç kimse gelmeyen, sürekli arka üstü yatıp çorap ören kadın, ona 250 gram kıyma aldım, biraz ıspanak aldım, biraz da pirinç pilavı yaptım, birer tasın içine koydum, götürdüm. Kapıdan içeri girdim, Bek dedim, sana pirinç pilavı, ıspanak getirdim deyince, kadın birden haykırdı. “Allah senin iki Cihanını aziz etsin” dedi. Allah Allah! ıspanakla, pirinçle bu kadar dua mı alınırmış? Meğer neymiş? Yoksul diye herkes bulgur pilavı getirirmiş, içi özlermiş ki, biri bir pirinç pilavı da getirse diye. Bakın o ihlasla götürdüğü bir avuç pirinç pilavı belki onun Cennetiydi. Çünkü bu hadiseden bir iki ay sonra araba çarptı ve vefat etti. Allah gani gani rahmet eylesin. Bütün bu hayır işlerinde, derneklerde, vakıflarda çalışanların, Ahirete intikal etmiş olan tüm hayırsever Mü’min kardeşlerimizin de mekânı Cennet olsun. Ben sizi çok sıktım, yoruldunuz, burada bırakalım. Saat: 3:00 oldu. Allah’a emanet olun. Soracaklarınız var mı? Saniye Öztürk Moderatör Şimdi onu söyleyecektim. Çünkü; soru-cevap bölümü de yapıyoruz. Çok teşekkür ediyoruz. Biz sizi yorduk ama gerçekten çok istifade ettik. Biraz önce de ifade ettiğim gibi, sizin tecrübelerinizin paylaşımı aslında yakın tarihi de şöyle bir hatırlamamıza vesile oluyor. Nereden nereye geldiğimiz, yani layık olmak, Allah’ın lütfettiklerine layık olmak anlamında gerçekten önem arz ediyor. Sık sık hatırlamamız lazım. Allah razı olsun. 90 Kadınlar Akademisi Sorular mutlaka olacaktır. Ben de notlar aldım kendimce. Nereden başlayalım diye şöyle bir bakıyorum. Sorularınız yoksa ben soracağım. Buyurun. Dr. Gülsen Ataseven Yavrum bir kendinizi tanıtınız. Kardeşlerimiz yolda gördüğü zaman desin ki; Ben bir kardeş tanıdım. “Kardeşinizin adedini artırın” buyuruluyor bakın. Şefaat hakkı var. O zaman her gördüğümüzün şefaat hakkı var, ben günahkârım. O günahkâr değil. “Ben günahkârım, onun şefaat hakkı var” diye düşünürseniz, nasıl bir topluluk olur burada? Buyur güzel çocuk. Soru: Kezban Kartal Ben açık lise okuyorum. Öncelikle içtenliğinizden dolayı size çok teşekkür ediyorum. (Dr. Gülsen Ataseven: Allah razı olsun) Buraya geldiğiniz için, yani bize önem verdiğiniz için (Ataseven: Siz bana önem verip de çağırmışınız yavrum) çok teşekkür ediyorum. Sizden çok feyz aldım. Onu söylemek istedim. Sizin buraya gelmenize aracılık yapan insanlara da çok teşekkür ediyorum. Lütfen bunların devamı olsun inşallah. Cevap: Dr. Gülsen Ataseven Sizin şu ifadenize bir şey ilave etmek isterim. Biraz önce Saniye Hanım beni anlatırken “1940 doğumlu” dedi. Kaç yaşındayım ben? Yetmiş dört yaşındayım. Dar vakit. Gittikçe zaman daralıyor. Mutlaka ölümün ne zaman olacağı belli değil ama bir de bunun doğal süreci var. Bu doğal süreçte ben 30 sene yaşamam ama siz 30-40-50 sene yaşarsınız. O açıdan benim son yaptığım çalışmalardan, son 3-4 senedir yaptığım çalışmalardan biri “Gelecek Neslin Genç Koalisyonu Projesi” Bunun iki ayağı var; Bunun birinci ayağı şu anda Allah’ın izniyle çok güzel işliyor. “Türkiye Gençler Arası İletişim Platformu” Kısa ismi “TÜGAP” Türkiye Gençler Arası İletişim Platformu. “TÜGAP” diye web sitesine girin. Lütfen orada üye formunu doldurun. Bir süre sonra yapmak istediğimiz şu; Biz bu sahneden Rabbimize döndüğümüz zaman, siz birbirinizi sıfırdan başlamadan tanıyın. Şu fakültede bunlar var, burada bunlar var, şu evlendi, bu doktorasını yapmaya şuraya gitti, şunun düğünü var, şunun hobi grubu. Tezhibden hoşlanıyor, Aa!.. ben de tezhib Aa! Beraber olalım. Şurada çok güvenli bir spor yeri var. Spor yeri arıyorduk Aa!.. bu... Topluluk içerisinde kaynaklar tespit edilmiş güvenli spor yeri olarak, oraya gidelim. Programlar oluyor, A derneği, B derneği, C derneği, Gençler için ne yapıyorsa, Belediyeler ne yapıyorsa şu sitelerden öğrenelim. Hangimiz nereye yakınsa oraya gidelim ama birbirimizi de tanıyalım. Ara ara bir araya gelelim, hiç 91 Kadınlar Akademisi olmazsa telefonla “Selamünaleyküm kardeşim” diyelim. Gençler Arası İletişim Platformu, benim şu anda sivil toplum olarak üzerinde yıllarca durduğum ve Allah’ın lütfuyla getirdiğim noktada, iletişim-istişare-iş birliği. Bakın 3 ana hat var. Demin bahsettiğim “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Aile Platformu” Bütün Türkiye’deki Aile ve aile bireyleriyle uğraşan dernekler ve vakıflar, yüreğinde bu duyguları taşıyanlar arasında iletişim, istişare, iş birliği. Biri burada bir proje yapıyor, öbürünün haberi yok. O da oradan aynısını yapıyor. Enerji kaybı. Biri burada bir şeye başlamış, Öbürü orada doktorasını yapmış, bilgi arıyor nereden toplayayım diye. Bu bilgilerin toplanması lazım. Havuzlarda toplanması lazım. Araştırmak istediğimiz zaman enerji kaybetmeden, sevgi bağı içerisinde hobi gruplarının oluşması lazım. Sanatçılar grubu. Dünya küçüldü. Boyuna yabancı ülkelerden sivil toplum kuruluşları geliyor. “Uluslararası Genç Grup” kuruldu. Sabancı’dan mezun olan, Boğaziçi’nden mezun olan, lisan bilenler bir araya geldiler genç grup oluşturdular. İslam Ülkelerinden, yabancı ülkelerden geliyor, Arap ülkelerinden, derneğin 40. yılını kutladık. Bir sürü yurt dışından sivil toplum kuruluşundan hanımlar geldi. Ama hepsi İngilizce biliyor. İnşallah daha sonra Arapçayı da öğreneceğiz de, kendi aramızda Türkçeyi, Arapçayı öğrenerek birbirimize daha direkt konuşacağız. Bu çocuklar hemen arada tercüme ediyorlar, bağlantı kuruyorlar. Böyle bir yapılanma içerisinde Rabbim bunu göstersin. Diyelim ki; önümüzdeki dönemde Türkiye’de 10.000 genç birbirini tanıyor. Kahramanmaraş’ta bilmem ne üniversitesinde okuyan, falan yerde bilmem hangi üniversitede okuyan, hepsi birbirini tanıyor, birbiriyle iletişim kursunlar. Allah nasip ederse inşallah TÜGAP unutmayın, web sitesi olarak oraya girin. Bir de web sitesi olarak, “ailemizprojesi. org”a girin, iyiliğin emri ve kötülüğün kaldırılması konusundaki en son hayata geçen projemizdir. Bakanla protokolünü imzaladık. Fon aldı. Türkiye’de yapılan bütün çalışmalarda, televizyondan rahatsızlık %80. Dizilerden ve programlardan. Fakat rahatsızız diye tepki verenlerin oranı kaç? % 2.5. Bu 2.5’la 80 arasındaki o bölüm televizyon yapımcılarının, “Bizden memnun oluyor, kimse bize sesini çıkartmıyor, siz nereden çıkıyorsunuz” dediği ve gerçeği bilmediği bu noktada o % 2.5 la 80 arasında tepkinin nasıl verileceği, dilekçelerin nasıl yazılacağı, ne yapılacağı konusunda bir proje, ben birkaç, yanımda zannediyorum vardır, broşür de bırakacağım. Oraya da girdiğiniz zaman, üye olduğunuz zaman, “iyiliği emir ve kötülüğü nehiyde benim de ismim var.” Diyerek oraya da girin inşallah. Proje şöyle devam ediyor; Uzmanların ve seyredenlerin söylediği, en çok konuşulan ve en çok izlenen diye ilan edilen, en çok zararlı olanlar var. Ailede kimisi bacanağıyla, kimisi komşusuyla, aile münasebetlerini allak bullak eden diziler. Ahlaken bizi çökerten bir takım dizilerden bahsediliyor. Bu diziler için okuyucu diyor ki; İzleyici diyor ki; diye bir sütun var. İzleyen mail atıyor. Şurada 92 Kadınlar Akademisi şu var diyor. Şimdi siz atmışsınız, birisi daha atıyor, birisi daha atıyor. 10-15 kişi diyor ki; Yahu burada bir tecavüz sahnesi var ve bu devam ediyor. Burada şu eşcinsellik devamlı empoze ediliyor. Burada uyuşturucu reklamı yapılıyor neredeyse, burada alkol, içiyorlar, oturuyorlar, devamlı bir alkol reklamı var filan dediğiniz zaman, buradan bakıyorsunuz bir kere, “Uzman diyor ki;” var. Bir de uzmanların, psikologların, sonra da çok konuşulan ve reyting aldığı ilan edilen dizilerin isimleri var. O isimlerin altında şıklar var. Çok zararlı, zararlı, faydalı, çok faydalı. Siz o diziyi nasıl değerlendiriyorsanız gerekçesiyle birlikte yazıyorsunuz. Sitenin bir tarafında da Radyo-Televizyon Üst Kurulu’nun, bütün televizyoncuların imzaladığı ahlaki kurallar var. “Müstehcenlik olamaz, argo olamaz, şiddet olamaz, şu olamaz, bu olamaz…” Bir taraftan da onlar var. Siz diyorsunuz ki; Bu buna aykırı. Şu dizide aile değerlerimize vurgu, buna da çok faydalı. Çok faydalı-çok zararlı vs. Bu anketler bir ay sonra ilan ediliyor. Bu ayın iki dizisi biri faydalı, biri de zararlı olarak ilan edildi. Bu dizilerin, televizyon yapımcısı, program yapımcısı, sponsoru, sponsor çok önemli, para bakımından desteklemeseler iki gün de yapamıyorlar o dizileri. Boyuna sponsor desteği alıyor. Sponsor’a diyorsunuz ki; Sen çok güzel dizi yapıyorsun, Allah senden razı olsun, reklamını yapacağım senin ürününü kullansınlar diye. Öbürüne de diyorsun ki; Çok zararlı şeyler yapıyorsun, çoluğum çocuğum mahvoldu. Gençler perişan oluyor. Senin ürününü kullanmam. Hiçbir yere de tavsiye etmem. Bunlar hep demokratik haklarımız bizim ve gerçeğin ortaya çıkarılması için çok önemli. İnşallah Ailemiz Projesi, ona da girerseniz, Ailemiz Projesi’ne, “ailemizprojesi.org” twitter’ı var, face’si var, işte orada söylüyorlar şunda şöyle şöyle zararlı bir şey vardır. Soru: Öncelikle Kadın Meclisi üyelerimiz adına ve de Kadınlar Akademisi adına ayağınıza sağlık, Allah razı olsun diyorum. Gerçekten fazlasıyla ufkumuzu genişlettiniz. Sadece kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum. Şimdi Akademi üyelerimiz, gönlümüz arzu ediyor ki, baştan beri düşündüğümüz bir konu vardı. Bir dernekleşelim Bağcılar’da Kadın Meclisi, Kadınlar Akademisi sonuçta buraya gelen arkadaşlarımızın hepsi bir duyarlılık sahibi ve maddi manevi her türlü soruna el atabileceğimiz bir derneğimiz olsun, üyelerimiz kendileri oluştursun diye bir hedefimiz var inşallah da, Akademinin sonunda da zaten Gelişim vs. eğitim dersleri alacaklar ücretsiz olarak. Biri bu, ikincisi olarak sosyal medyayı kullanıyoruz. (Ataseven: Pekala derneğinizin ismi “Kadın Meclisi Derneği” olabilir tabii. Hatta “Bağcılar Kadın Meclisi Derneği”, “Bağcılar Kadınlar derneği.”) Üyelerimiz sizin söylediğiniz internet adreslerini olsun, kadınlarla ilgili tüm adresleri ve de bilgileri Facebook/kadınlar meclisi adresimizi takip ederek her zaman alabilirler. 93 Kadınlar Akademisi (Ataseven: Meryem Hanım’dan rica etmiştim. Benim mailime hala gelmedi. Şu Kadınlar Meclisi ve Kadınlar Akademisi hakkında bilgi istemiştim. Belki mail adresinde bir hata olduğu için gelmiyor. O zaman ben Fidevs’ten bir bakayım. Bana gelmedi.) Saniye Öztürk Moderatör Soruların arkası da var. Hocam sorularla devam edebilir miyim ben müsaadenizle? Soru: Aysun Kabaklı Hocam ben de iki çocuk annesiyim. Ev hanımıyım. Hocam dediğiniz gibi, yetiştiriliş tarzınızdan mı ben toplumumuza baktığımız zaman gerçekten çok etki altında kalıyoruz. Gerçekten bir kültürümüzü unuttuk. Yaşadığım birkaç olaydan sonra ben de bu şekilde düşünüyordum. Yaşadığım birkaç olaydan sonra, sonradan döndüm geriye. Yunus Emre’nin bir şiirini okumuştum orada söylüyor. Birine soruyorlar 80 yaşında ne yaptın? Bir rüzgâr gibi geçti, gözümü açtım, kapattım geçti. 120 yaşında babaları ölüyor, ailedekiler ağlıyor, Bir gün göremeden gitti. Dedikleri olmadı. Yaklaşık birkaç senedir de ben böyle düşünüyorum. Belki kendi cahilliğimden, okumadığım için, araştırmadığım için, İslamiyet'in beni buyuruyor olduğu halde ben kendimi geri gördüm. Kendimi yetiştirmedim ama zararın neresinden dönerseniz kardır diye düşünüyorum. O yüzden bizim de örnek olmamız gerekiyor. Mesela: Çocuklarımıza örnek olmamız gerekiyor, toplumumuza örnek olmamız gerekiyor. Kim ne der ki, desinler, ne derlerse desinler. Yaşadığımız sürece biz kendimiz de mutlu olmuyoruz. Hem geleceğimizi karartıyoruz, hem de geçmişte dediğiniz gibi o ortam sağlandığı zaman çoook keşke’lerin geçtiği bir zaman arkamızda yığılı kalıyor. O şeye çok katılıyorum. Boş kalsın, hayırlılar, güzeller bizimle gelsin, boş olanlar geri gitsin. Mesela birine bir yardımcı olduğun zaman yahut ta gidip bir sivil tolum örgütünde çalışma gönüllüsü olduğun zaman şöyle bir şey var. Tenzih ediyorum buradakileri, “bunun bir menfaati var yani, bu boşuna burada bir şey yapmaz” bu şekil düşünülüyor ama kim ne derse desin. Bir de şöyle bir şey var. Ben bir şey yapamıyorum demeyelim yani. Ben bir kişi olarak bir şey yapıyorsam, belki toplumum için hayırlı bir taş koymuş oluyorum, yani yapıya bir taş koymuş oluyorum. En azından çocuklarıma örnek olabilirim. Lütfen büyüklerimizi unutmayalım. Büyüklerimizin hepsi bir değer. Hepsi bir kültür, dinleyelim, yapalım. Güzellikler paylaştıkça güzeldir. Siz de böyle değerli 94 Kadınlar Akademisi güzellikleri bizimle paylaştığınız için hakkınızı helal edin. Çok teşekkür ederim. Bu ortamı sağlayan herkese teşekkür ederim. Cevap: Dr. Gülsen Ataseven Çok önemli noktalara değindiniz. Ailenin şu anda karşısında olan bir bakış açısıyla dünya dönüyor. Onun için aileye bir alternatif olarak eşcinsellik empoze ediliyor. Üniversitelerde şu anda eşcinsel dernekler konferans vermeye başladı. Bir arkadaşım diyor ki; "Özyeğin Üniversitesi'nde konferans vermişler, oğlum geldi akşam, kafası bulanmış oğlanın” diyor. Yani boşluk bıraktığımız zaman, ailenin önemini anlatamadığımız, ailenin içerisinde, Müslüman ailenin içerisinde şiddet olabilir mi? Ama maalesef, maalesef dünya üzerinde en geniş şiddete uğrayan, İslam ülkelerinin haritasını gösterdikleri zaman dedim ki, Ya Rabbi Kıyamet gününde biz Resulullah’ın yüzüne nasıl bakarız? Nasıl bir din ki, kadın erkek ayırmadan bıçağı bile karşınızdakine uzatırken sivri kısmını uzatamıyorsunuz. Sivri kısmını, keskin kısmını avucunuzun içine alın da korkmasın kardeşiniz. Siz nasıl başka birisinin size hakkı ahirette soracak, hem de en büyük hak olarak soracak eşinizi dövebilirsiniz? Öldürebilirsiniz? Biz bu ruhtan koptukça işte o zaman tekrar düşünüyorum bu belalar onun için mi başımıza geliyor. Tekrar yaşadığımız zaman Rabbim rahmetini tekrar üzerimize yağdıracaktır. Allah’ın izniyle ilk önce çocuklarımız, ailemiz, burada ev hanımlarının hepsi ben “insan fabrikatörü” diyorum. Yıllar önce Amerika’dan bir sivil toplum kuruluşu, feminist kadın grupları gelmişti. Bizlerle teması şöyle oluyor; Bir derneği bir ülkeye gittiğiniz zaman bulmak zordur. Ama siz platform kurarsanız, yine bir Hadis-i Şerif, yine bir Ayet-i Kerime’nin güzelliğini görüyorsunuz; Rahmet topluluk üzerine. “Allah’ın ipine topyekûn sımsıkı sarılın dediğiniz zaman, siz şu anda 50 kuruluştur her ay istişare eden “Gökkuşağı İstanbul Kadın Kuruluşları Platformu” İnşallah bir toplantısını Allah’ın izniyle burada yapacağız, platform toplantısı. Buradaki yetkililerle inşallah “Kadın konusunu nerede ele alalım? Kendi değerlerimizle kadının problemini nasıl çözelim? Biz kendi çocuklarımızı şiddet uygulamadan nasıl büyütelim? Birbirimize saygıyı, güveni tekrar nasıl tesis edelim?” inşallah projelerimizle göreceğiz. Saniye Öztürk Moderatör Hocam benim elimde iki soru var. Müsaadenizle yönelteyim. Bir kardeşimiz, bir arkadaşımız der ki; “Hocam ben 42 yaşındayım. Açık Öğretim Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü kazandım. Fakat okuyup okumamakta tereddüdüm var. Acaba kalan ömrümü okumak yerine dini çalışmalara mı 95 Kadınlar Akademisi ayırmalıyım?” Diye sorarlar. Cevap: Gülsen Ataseven Şimdi o güzel yavruma şunu söyleyelim; İslam ülkelerinin en büyük felaketi bu ayırımla başladı. Bu, dünya ilmi, bu da Ahiret ilmi. Bütün ilimler Allah’ın ilmi, hiç unutmayın. Bütün ilimler Allah’ın ilmi. Sosyoloji şu anda en ihtiyacımız olan ilimlerden bir tanesi. Toplumun mühendisliğini yapıyorlar. Eğer biz kendimizi tanımlamazsak, bizi tanımlayanlar nesne halinde kullanır. Geçirdiğimiz dönemler hep bu noktada oldu. Biz uzun yıllar çocuklarımızı, tıp fakültesi, mühendis, diş hekimi, buralara sevk ettik. Hâlbuki sosyal açıdan konular; Sosyoloji, Psikoloji, Hukuk, Edebiyat, bütün Sanat, bütün bu konularla beraber bir toplumu aldılar, empoze ettiler, bu kültür bastırıldı, kocaman yüzyılları alan bir kültür yok sayıldı ki, ben burada o kültürün bütün izlerini gördüm. Daha sarayınızın tavanlarında o kültürünüz var. Daha bakarken insan, “Nasıl bir kültürün insanlarıyız biz Ya Rabbi, şu zarafete bak” diyor. Hani o modernitenin, demirlerden böyle bir şeyler yapıyorlar, oradan borular çıkarıyorlar, bir onun estetiğine bakın, bir şu sizin Bağcılar Kadın Merkezi’nin estetiğine bakın. Bizim kültürümüz, bizim sanatımız, ikisini din açısından düşünürseniz bağlantı kurabilirim, yani Kur’an okuyayım, tefsir okuyayım, fıkhi şeyler bileyim, ilmihal bileyim derseniz, bunun ikisini beraber yürütün. Bir kolunuz, uçağın bir kanadı ilim, bir kanadı iman. Birini kırdığınız zaman tek kanatla uçamazsınız. Her dönemin bir özelliği var. Mesela Hz. Musa (as) döneminde sihir çok önemliydi. Hani saraylarda en büyük mevkiler sihirbazlarındı, Hz. Musa sihirle onların karşısına çıktı. Onların sihirlerinin hepsini yutan bir yılan oldu asası. Bizim yaşadığımız dönem ilim çağı. Biz ilmi gücümüz ve o ilmi Allah’ın rızası istikametinde kullanarak dünyaya güzellikleri anlatacağız. Sakın ola okulunuzu terk etmeyin. Hele şu anda bir tesettür problemi de yok. Allah bütün bu imkânları hazırlayanları iki cihanda aziz etsin. Yani nasıl bir günlerden nerelere geldik arkadaşlar? Rabbimize hamd-ü senalar olsun, okulunuza da devam edin, vaktimiz o kadar çok ki, o vakti değerlendirmek için “mutlaka 4 şeyden sorulacaksınız”ı, “beş şeyden sorulacaksınız”ı unutmayın. Biri zamandan, televizyonun karşısında geçirdiğimiz zamanları kaldırın bakalım ne kadar zamanımız geliyor? Ne kadar kalıyor? Ben şu anda hiç televizyon seyretmiyorum, hep radyoyla, bir iş yaparken hep radyoyla, şu anda her kanalın bir de FM radyo kanalı var. Oradan izliyorum. İkisini beraber yürütmek iş değil, hiç iş değil. Mutlaka okuyun. Herhangi bir şekilde Allah ve Resulü adına konuştuğunuz bir güzelliği, evrensel ahlak eşittir insani değerler. Bunu hiç unutmayın. Onun için yüzümüz ak, alnımız daima diktir bizim. “İnsani değer, insani değer” dedikleri bizim aynı zamanda imani değerlerimizdir. O 96 Kadınlar Akademisi sadece insan olarak bu dünyada kalmaz. Yaptığınız her insani değer imanla Ahirete de intikal eder. İki tarafı da beraber yürütün. Tamam mı? Soru: Meral Çelik Sorum yok ama Hocamızın sözüne haddime düşmeyerekten bir şey eklemek istedim. (Dr. Ataseven: Estağfurullah yavrum, eklenecek birbirimize o kadar çok şeyimiz var ki; Eklenelim diye zaten bir raya geliyor, platformlar kuruyoruz. Evet, buyurun sizi dinliyorum.) Kardeşlerimle paylaşmak istedim bu bilgimi. Eski sinema sanatçılarımızdan biri sizin gibi dinini araştırırken Müslüman oluyor, ismini şu anda hatırlayamayacağım, erkek sanatçılarımızdan biri. Evindeki bütün eşyaları çöpe yığıyor, bütün sanatçı kıyafetlerini de çöpe yığıyor. Daha sonra da eskiden oynadığı kötü içerikli filmlerini de satın alıyor, televizyonda izlenmesine izin vermiyor. Ben artık sinemayı bıraktım diye söyleniliyor, ben artık o camiadan çıkacağım, kendimi dine adayacağım. Sizin gibi muhterem kişilerden tepki geliyor, “Hayır, siz de sinema camiasındaki insanları Müslümanlığa teşvik ederek orada, o kademede İslam’a hizmet edeceksiniz, çevrenizdeki insanları bu yola çağıracaksınız” diyorlar. Her yerde Müslümanlara ihtiyaç var. Yani o okuyanların arasında Müslümanlara ihtiyaç yok diye bir şey yok. O kardeşimizin de o alandaki kardeşlerimize Müslümanlığı bildiği kadarıyla anlatması gerekir. Cevap: Dr. Gülsen Ataseven Hatta o alanda hiç kimse olmasa da Farz-ı Kifaye olarak hepimizin boynuna borç. Her alanda gerçekten çok doğru söylüyorsunuz. Boşluğun olduğu yer boş olarak kalmaz. Birileri orayı doldurur. Biz inşallah ilmimizi, Allah’ın bize verdiği yetenekleri, Allah’ın bize verdiği her türlü imkânı insanlığın hayrına kullanmak için programlanmışız. O ilk sorularımdan bir tanesiydi “En hayırlı kim?” diye, Hadis-i Şerif’i gördüğüm zaman o da sivil toplum çalışmalarımdaki ışıklı levhalardan biriydi benim yolum üzerinde. “İçinizde en hayırlınız, başkasına en fazla hayrı dokunandır.” Gözünüzü açtığınız zaman “Ya Rabbi, benim bugün akşam oldu, bütün günüm geçti, kime hayrım dokundu ki?” Diye soru sormamız lazım. Kime hayrım dokundu benim? Bir tebessümle bile olsa, bir selamla bile olsa, bu gününüzü eşit etmeyin öbür güne. Allah hepinizden razı olsun. Sizi tanımış olmak, böyle bir mekânda size hitap etme şerefini verdiği için Rabbime hamdediyorum. Bu imkânı tanıyan kardeşlerimize de teşekkür ediyorum. Saniye Öztürk 97 Kadınlar Akademisi Moderatör Hocam Allah razı olsun. Hocam “74 yaşındayım” dediniz. Ki zaten orada da biz ilan ettik sizin yaşınızı. Allah hayırlı, bereketli, uzun, sağlıklı ömürler versin. Hakikaten sizinle her bir araya geldiğimizde ya da, dinlediğimizde kendi adıma utanıyorum, utananlardan birisiyim. Kendinizi nasıl bu kadar motive ediyorsunuz? Bu fıtri bir şey midir? Bu kadar genç kalabilmenin bir sırrı var mıdır? En son bunu bizimle paylaşırsanız eğer, sizi çok yorduk, farkındayız ama hocam kısaca böyle. Cevap: Dr. Gülsen Ataseven Estağfurullah. Şimdi, ilk önce şunu söyleyeyim; Bize şöyle bir ayırım koymuşlardı. Sizler, dindarlar Ahiret için çalışıyorsunuz, dünyacılar da dünyanın zevkini alıyor. Gene o gençliğimizdeki, “Güzele bakmak sevaptır” lafı gibi bu da böyle oturmamış iddialardan bir tanesiydi bende. Bu sivil toplum kuruluşu hayatımızda yardımcı olduğumuz, sadece yardım değil, kültürüne, etraftaki iletişimdeki düzeltmesine, hangi konusu olursa olsun, çocuğunun bir okula yönlendirilmesinde rehberlikte, hangi sahada olursa olsun, yüzü gülen ve dua edenlerin sizin ruhunuzda çok farklı bir yansıması oluyor. Ve bu kadar çalışmadan sonra ben hep şunu düşündüm; biz ilk önce kendimize yardım etmişiz. Biz ilk önce Peygamberimizin (sav) İslam’ı ilk ilan ettiği zaman biliyorsunuz, “Size iki cihanınızı da aziz edecek bir dinin tebliğini getiriyorum” dedi. Hani bizimki Ahiretteydi ya, Hayır, bizimki ilk önce dünyada. İlk önce dünyanız mamur oluyor, burası imtihan dünyasıysa, siz imtihanı 2.5 şiddetindeki bir deprem gibi hissediyorsunuz, aynı imtihanı başkası 8 şiddetinde hissediyor. Hadise birdenbire değişiyor. Siz diyorsunuz ki; Şu anda Rabbim gelen bir hatamdan dolayı mı oldu? Düzeltiyorsunuz kendinizi. Otokontrol, Hıristiyanların papaza gittiği gibi gitmiyorsunuz İmama. Kendi kendinizi düzeltiyorsunuz. İki; Rabbim beni şu anda olgunlaştırıyor. Hamdım, bir süre sonra bana yaşamın gerçeklerini, öyle havalarda dolaşıyordum, “Ha yaşam bu değil” Onu öğretiyor, pişiriyor. Hamdık, pişiyoruz. Ben bu arada sabrediyorum, “Sabredenleri müjdele” diyor Rabbim. Ayet-i Kerime var, namazda okuyorum. Bir güçlüğe bir kolaylık, bir güçlüğe bir kolaylık, yani bir güçlükten sonra üç kolaylık gelecek. Daha darbe geldiği zaman arkasından diyorsunuz ki, İnşallah şimdi iki kolaylık gelecek. Bunlar ne yapıyor sizi? Psikolojide bir şey vardır sevgili hanımefendiler, genç kızlar; Bir çizgi, düz bir çizgi ruhun orta hattaki dengesidir o. Onun üstündekiler sevinçler, parabol çizer, şöyle bir hat, sevindiğiniz zaman o düz çizginin üstüne çıkar, üzüldüğünüz zaman çizginin altına. Dengeli ruh; üstteki ve alttaki o dalgalanmaların çok ufak olmasıdır. Yani denge hali. Şunu hiç unutmayın; “İslam = Denge” dir. (İslam eşittir dengedir.) Mesela; “Müslüman 98 Kadınlar Akademisi oldum, her şeyimi çöpe attım, bundan sonra bir lokma bir hırka.” dengede değil. Dengeyi bulacak. Hani ilk heyecanla bunu yapar, sonra dengeyi bulacak. Denge İslam’ın her noktasında var. Ruhunuzdaki bu denge başarılı olduğunuz zaman “Heyt!... ya ben neymişim be? Hey nelere muvaffak oldum?” demiyorsunuz. Dengedesiniz. Üzüldüğünüz zaman “İmtihan oluyorum” diyorsunuz, “Bunda da hayır var” diyorsunuz, dengedesiniz. Bir kere ruhunuz dengede olduğu zaman sağlığınız, psikomatik hastalık diye bir şey bilirsiniz, benim şu anda dizsem, dünya kadar hastalığım var. Oldukça ileri bir kalp hastasıyım şu anda. Triodum hiç çalışmıyor. Bilmem şuramda şu. Hiç aklıma bile gelmiyor. Hiç aklıma gelmiyor. Vücudunuzdaki, ruhunuzdaki o denge sizi bir kere sağlıklı tutuyor. Yani, dünyanız mamur. Yani, Şeytanın o şeyini söyledim de size tam cümlesini nasıl bitirdiğini söylemedim. Sağdan soldan, önden, arkadan geleceğini söyledikten sonra, “… Sen onları şükreder bulmayacaksın” diyor. Şükür ne? Her halimizle mutluluğun ifadesi. Benden daha iyisine bakacağım yerine benden daha beteri var Allah’ım, çalışacağım, çünkü; “Ancak çalıştığınızın karşılığını bulacaksınız..” diyor, tek bir ayeti cımbızla alıp da, bir lokma bir hırka değil, onu bir taraftan alıyorsunuz, onu bir taraftan alıyorsunuz, bir taraftan çalışıyorsunuz ama her an şükür halindesiniz. Ben gözümü açtığım zaman sabahleyin ne diyorum biliyor musunuz? “Ya Rabbi 74 yaşındayım. Şu anda felç olup yatakta yatanlar var, gözleri görmeyenler var, kulakları işitmeyenler var, hatta ayakta yürürken, Parkinson diye bir hastalık var biliyorsunuz, dengesini bulamaz insan. Ben hâlâ ayağımın üstünde dengede gidiyorum. Üstüne üstelik Rabbim, sizin karşınıza gelip de iki laf edip, sizin gibi mübareklerle tanışmayı nasip ediyor. Nasıl şükredeyim ben sana? Dediğim zaman Rahman suresi; “Şimdi Rabbinin hangi nimetini inkâr edersin?” Şükür hali iki, yardım konusu başlı başına, ilk önce İmam-ı Gazali’de okumuştum, “Yardım ettiğiniz zaman siz fakire, yoksula, borçlusunuz” diyordu. Hani o bize borçlu gibi görünüyor ya, ben yardım ettim ona. “Siz ona borçlusunuz, niye? Çünkü; o sizin vücudunuzun zehrini alıyor.” diyor İmam-ı Gazali Hazretleri. Aradan yıllar geçti, 30-40 yıl sonra bir gazetede bir ilmi araştırmadan bahsediliyordu. Orada, “Hayır işleriyle uğraşanlar, insanların iyilikleri için koşuşturanların vücudunda bağışıklık sistemi maksimumda işliyor.” Sırlı noktalar bunlar. Yani, bizim vücudumuzun zehrini alıyor her yaptığımız hayır, her güldürdüğümüz yüz, her memnun olan. Ne zamanki biz bir yerdeyiz, birileri diyorsa aman o oradaysa ben gelmeyeyim, tekrar kendimizi bir kontrol etmemiz lazım. Bizimle beraber olmak, dilimizden ve elimizden kötülük gelmemesi birinci safhası. Biz devamlı kötülüklere anahtar, iyiliklere de fetih kapısı açanlar olacağız. Allah’ın izniyle birbirimize duamızın bereketiyle. 99 Kadınlar Akademisi Saniye Öztürk Moderatör Çok teşekkür ediyoruz. Hocam çok teşekkürler. Evet dengeli bir ömür sürmeyi daima şükür halinde olmayı Rabbim hepimize nasip etsin. Dr. Gülsen Ataseven Hocamıza bir kez daha teşekkür ediyoruz. Hocam bırakmıyoruz, çiçeğimiz geliyor. Gerçekten organizasyonu yapan arkadaşlara çok çok teşekkür etmek lazım. Bağcılar Belediye Başkanına teşekkür etmek lazım. Teşrifinizden dolayı hocam tekrar tekrar teşekkürler. Allah razı olsun. Hakkınızı helal edin. 100 Kadınlar Akademisi İnsan ve Anne Olarak Kadın Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğrt. Üyesi) Saniye Öztürk Kadınlar Akademisi'nin bir programına daha hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Tabii benden sık sık duyduğunuz gibi günün bu saatinde diğer meşgaleleri bir tarafa bırakıp bu program için buraya teşrif ettiğinizden dolayı benimle beraber kendinizi alkışlar mısınız lütfen? Malumunuz, her ay Kadınlar Akademisi olarak çok kıymetli isimler buraya davet edilmekte, onların uzmanlık alanlarıyla ilgili birikimleri, tecrübeleri, hayat hikâyeleri, mesleki tecrübeleri hakkında paylaşımda bulunmaktalar. Gerçekten çok istifadeli bir program. Ben bir kez daha emeği geçenlere, başta Belediye Başkanı Sayın Lokman Çağırıcı olmak üzere çok çok teşekkür ediyorum. Pek çok fayda mülahaza edilen programlar bunlar. Her şey bir tarafa insanlarla iletişimde olmak, burada bir araya gelmek bu sinerjiyi yakalamak bile oldukça önemli bir fayda sağlıyor. Yine salon dopdolu. Bu, tabii ki motive edici bir şey. Düzenleyen arkadaşları motive eden bir durum. Daha da seviniyoruz, daha da mutlu oluyoruz. Başkan Beyin eşi hanımefendi buradalar, Bağcılar Belediye Başkan Yardımcısı, Kültür Müdürü buradalar. Onlara da teşrif ettikleri için çok teşekkür ediyoruz. Bugün yine çok kıymetli bir ismi dinleyeceğiz. Eminim her biriniz yakından tanıyorsunuz. Buraya da yansıtılmış durum da ama ben de seslendirmek istiyorum. Sevgi Kurtulmuş Hanımefendi. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş 1959 yılında Burdur'un Gölhisar İlçesi'nde doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde Doç. Dr. unvanıyla öğretim üyesiyken 1998 yılında, dönemin rektörü Kemal Alemdaroğlu (?) tarafından öğretim hayatını başörtülü sürdüremeyeceği gerekçesiyle Prof. unvanını almasına çok kısa bir süre kala öğretim üyeliği görevinden atıldı. Böylece başörtüsü tartışması kapsamında İstanbul Üniversitesi'nde görevinden uzaklaştırılan ilk kişi Sayın Kurtulmuş oldu. Ayırımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği’nin (AKDER) Kurucu Başkanı Kurtulmuş, 2013 yılında Prof. unvanını aldı. Şu an Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İşletme Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görevine devam etmekte. Tabii çok kısacık anlattım ama inanın bu isimlerin hayatı, yaşadıkları aslında Türkiye'nin yakın tarihine ışık tutmakta. Mutlaka kayıt altına alınmalı diye düşünüyorum. Zira, onların hayat hikayesi içinde o kadar çok şey barındırıyor ki; 101 Kadınlar Akademisi yani başörtüsü meselesi diyebilirim. Bu anlamda, özgürlükler, haklar, demokrasi anlamında nereden nereye geldik? Bir de Türkiye'de malumunuz her şeyi çok çabuk, hızlı yaşıyoruz. Yani son 10 yılda yaşadığımızı herhalde normal bir ülke, bir devlet 100 yılda ancak yaşardı. Gündem çok hızlı, gelişmeler, değişimleri çok hızlı yaşıyoruz. Bazen sindirmekte, hazmetmekte sıkıntılar yaşanılıyor. Ama bir takım şeylerde o kadar gecikildi ki, o kadar çok rüyalar görüldü, o kadar çok dualar edildi ki, aslında bir an önce onların da gerçekleşmesini isteyenler var. Hamd ediyoruz, şükrediyoruz. Her şey mutlaka daha iyi daha güzel olacak. Hani Merhum Akif'in bir şiiri vardır ya; söyler ya; “Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol.” der. İşte buna inananlar, çizgisini bozmadan, yoluna devam eden isimlerden birisini dinleyeceğiz. Zaten biraz gecikmeli başladık. O yüzden ben sözü uzatmayacağım. Asıl konuşmacımızı dinlemek istiyorum. Neler anlatacağını gerçekten çok da merak ediyorum. Konuşma Başlığı: “İnsan ve Anne Olarak Kadın” olarak belirlenmiş. Evet, sevgiyle, muhabbetle yoğrulmuş, sevgiyle kurtulmuş, Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş hanımefendiyi buraya davet ediyoruz efendim. Konuşmacımızın konuşma süresi 1 saat. Son yarım saatte sorularınızı yazılı ya da sözlü olarak iletebileceksiniz. Ben bu hatırlatmayı da yapmış olayım. Buyurunuz. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Y.B.Ü. İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi Selamünaleyküm. Çok teşekkür ederim, günün bu saatinde her şeyi bir tara- 102 Kadınlar Akademisi fa bırakıp buraya koştuğunuz için. Ayrıca saniye hanıma da çok teşekkür etmek istiyorum. Beni layık olmadığım şekilde çok övücü cümlelerle tanıttı. İnşallah Allah mahcup etmez. Tabii bu CV'yi görünce insan, benim İstanbul Üniversitesi'ndeyken asıl konum “Sosyal Siyaset” idi. Asıl ilgi alanım sosyal siyaset. Fakat 15 yıllık bir üniversiteden uzaklık, bir mağduriyet var. Üniversiteden ayrıldıktan sonra bu süre içinde düşünmeye çok vaktim oldu. Onun için bugün kendi konumdan çok, farklı bir konuda konuşmak istiyorum. Yani, bugün sizinle sosyal siyaset, işletme konuşmayacağım. İnsan olmak ve anne olmak konusunda konuşmak istiyorum. Ağırlıklı olarak insan olmak konusunda konuşmak istiyorum. Çünkü; bu çok kolay bir şey değil. İnsan olmak hakikaten kolay bir şey değil ve hepimizin başarabildiği bir şey de değil. Onun için insan olmak konusunda çok düşünmek, çok kafa yormak çok konuşmak gerektiğine inanıyorum. Şimdi, küçücük bir kitap var. Belki çoğunuz görmüşsünüzdür, okumuşsunuzdur. “Hayat Nedir?” diye minicik bir kitap. Ben konuşmama oradan başlamak istiyorum. Kitap şöyle küçücük bir şey. “Hayat Nedir?” Hoca Yusuf Hemedani Hazretleri'nin yazdığı bir kitap. Rütbet ül Hayat. Hoca Yusuf Hemedani Hazretleri Ahmet Yesevi Hazretlerinin hocası. Belki Ahmet Yesevi dersek daha çok tanırsınız. Bu kitap, hemen bir kaç saatte okuyabileceğiniz kadar önemli bir kitap. Çok şey öğreneceğinizi düşünüyorum. Hayatı çok güzel cümlelerle tahlil eden bir kitap. Diyor ki: “Hayat, canlılar için avunmak ve teselli olmaktır.” Bütün canlılar için bu böyle. Yani, insan için de, hayvan için de, vahşi hayvanlar için de, böcekler için de böyle. “Avunmak ve teselli olmak.” Avunmak ve teselli olmak için ne yapıyoruz? Yeme, içme, barınma, eş bulma gibi ihtiyaçlarımızı tatmin ediyoruz. Fakat bunlar en basit şekliyle bütün canlıların yaptığı şeyler. Hâlbuki Rabbim bizleri “Eşref-i Mahlûkat” olarak yaratmış ve bunun dışında başka bir şeyler daha yapmamız lazım. Çünkü akıl ve iradeyle donatılmışız. Onun için sadece bütün canlıların yaptığı gibi hatta biraz daha ileri giderek söylemek istiyorum, bugün modern insanın yaptığı gibi sadece yiyip içip, barınma ihtiyacımızı karşılayıp, eşler bulup, giyinme ihtiyacımızı tatmin ederek hayatımızı sürdürebiliriz. Fakat bu mahlûkatın en aşağı derecesi. Bunu bütün mahlûkat yapıyor. Bizim bunun dışında bir şeyler yapmamız lazım. Gene aynı kitap der ki: “İnsanın hayattaki bütün ilişkilerini belirleyen Allah ile arasındaki ilişkidir.” Allah ile arasındaki ilişkiyi doğru kurabilen insan farklı oluyor. Fakat kendi sınırı ne? Allah'a bakış açısı ne? Kendi sınırlarını ne kadar biliyor? Allah'a bakış açısını doğru kurabilen insan bu dünyada da, öbür tarafta da mutlu olabilen insandır. Çünkü biz Müslüman insanlar dünyanın sadece burayla sınırlı olmadığını biliyoruz. Sadece burayla sınırlı değil. Bize verilmiş bir ömür var ve bu ömür sınırsız bir vakit değil. Sınırlı, limitli bir hayatımız var. Geldik, gidiyoruz ve gittiğimiz yerde de çok ciddi bir şekilde bir hesaba çekileceğiz. Bu 103 Kadınlar Akademisi hesap sadece yaptıklarımızdan değil, yapabilecek olduğumuz halde yapmadıklarımızdan, yapamadıklarımızdan da olacak. Onun için bir kere dünyayı çok doğru algılamamız lazım. Modern insan ne yapıyor? İşte, son bu gelişim dersleri, burada da o dersler verildi mi diye baktım, Çok şükür yok. Diyorlar ki işte; “İçinizdeki devi uyandırın. Siz dünyaya hükmedebilirsiniz.” Öyle bir şey yok. Bizim şu 5 duyumuzla görebileceklerimiz, yapabileceklerimiz belirli. Şu duvarın ötesini göremeyiz. Sadece buradakileri görebiliyoruz. Geleceğimizi kendimiz kurgulayamayız. Kader diye bir şey var. Onun için modern insanın hayata bakışı bugün biraz şaşı. Modern insanın hayat bakışı şaşı. Bunu nasıl anlıyoruz? Batılılarla kendimizi mukayese ettiğimiz zaman biz bir zamanlar daha kolay anlıyorduk, şimdi neredeyse iç içe geçti. Batılı insan kendisini veya modern insan kendisini her şeyin sahibi olarak görüyor. Allah'ın konumunu bir şekilde unutuyor ve her şeyi kendisinin belirleyebileceğini, kendisinin değiştirebileceğini zannediyor. Hâlbuki bir Müslüman insan kabiliyetlerini, sınırlarını çok iyi bilir ve hayatta her şeyin kendisine bir emanet olduğunun farkındadır. Yani hayatta bize her şey emanet. Ne emanet? Başta bedenimiz emanet, malımız emanet, eşlerimiz emanet, çocuklarımız emanet. Mülk duygusuyla hayata bakmakla, emanet duygusuyla hayata bakmak birbirinden çok farklı. Modern insan şaşı bakıyor derken, bugün bizim de değişik vesilelerle, işte, basın yoluyla, televizyonlar yoluyla o eski Müslüman bakış açısını kaybettiğimizi vurgulamak için bunu söylüyorum. Yani, o yaşlı ninelerimizden gördüğümüz tevekkülü, o bakış açısını kaybettiğimiz için bugün modern insan mutsuz. Bunu neye bakarak söylüyorum? Modern dünyada aile yapısı çökmüş vaziyette. Nasıl fark ediyoruz? Mesela, Kuzey Avrupa ülkelerinde, Avrupa'da, Amerika'da, ben uzun yıllar Amerika'da yaşadım. Avrupa'nın birçok ülkesini gördüm. Bakıyorsunuz, aile yapısı çökmüş. Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Boşanma oranları çok artmış, evlilik dışı ilişkiler yükselmiş, çocuk sayısı azalmış. Modern dünyada gelişmiş ülkeler nüfus olarak kendilerini yenileyemiyor. Nüfus artış hızı çok düşmüş, çünkü; çocuk sahibi olmak için uzun vadeli ilişkiye ihtiyaç var. Çocuk sahibi olmak çok kolay bir şey değil. Onun için çocuk sahibi olmak yerine kedi köpek sahibi olmayı tercih eder hale gelmişler. Şimdi, Batı için bunu çok rahat söyleyebiliyoruz. Benim doktora tezimdir bu aynı zamanda; “Aile politikaları.” Doktora tezimi bitirirken şu cümleyle bitir- 104 Kadınlar Akademisi miştim; tabii çok uzun yıllar oldu. Dedim ki; bugün Batı'da aile yapısı çökmüştür. Eğer tedbir alınmazsa Türkiye'de de trend aynıdır. Bugün aile çökmese bile, gün gelecek o şekilde olacağının sinyallerini bugünden görmemiz mümkündür. Hakikaten bakıyoruz, bizde de çocuk sayısında giderek azalan bir oran var. Evlilik yaşı giderek yükseliyor. Evlilik dışı ilişkiler giderek yaygınlaşıyor. Son yıllarda alınan bütün tedbirlere rağmen. Bu tabii bizim gibi ülkeler için kötü bir şey. Batılılar böyle görmüşler, böyle öğrenmişler. Fakat bizim geleneğimiz farklı. Ailelerimizden, büyüklerimizden gördüğümüz şeyler farklı. Eğer onları muhafaza edebilseydik bugün şu içinde bulunduğumuz durumda olmayacaktık. Nedir bunlar? Deminki söylediğim şeyi çok önemsediğim için tekrarlamak istiyorum. Her şeye emanet gözüyle bakıldığı için, onun için ayrıca ihtimam gösterir insan kendi bedenine, kendi yavrularına, kendi ailesine özel bir ihtimam gösterir. Çünkü; kendisi düzgün davranmazsa, kendisi iyi örneklikler gösteremezse, evlatlarının da düzgün olmayacağını bilir, iyi bir şekilde yetişmeyeceğini bilir. Fakat eğer meseleye mülk duygusuyla bakarsanız, her şey benim, ben istediğim gibi, istediğimi yaparım diye düşünürseniz, hayatınız sınırlı ve bu dünyada işte maksimum haz alma meselesi gündeme girer. Bugün batılı toplumları tanımlayacak olursak, mesela: Amerika'da ben uzun yıllar yaşadığım için çok rahat söyleyebilirim, iki şey onlar için önemlidir; para kazanmak ve hoşça vakit geçirmek. Onun dışındaki her şey önemsiz. Çünkü; “Bu dünyada geçici bir süre buradayız, buradan maksimum faydayı, maksimum hazzı almak zorundayız” diye düşünülür. Fakat bugün Batı dünyası da bu bakış açısının kendisini doğru bir yere götürmediğini fark etmiş. Ama maalesef bizim gibi insanlar, Müslüman toplumlar da iyi örneklikler sergileyemediği için insanlık bugün tıkanma noktasına gelmiştir. Bugün eğer biz ayaklarımız üzerine sabit kalıp da Allah'ın bizden istediği gibi yaşayıp örneklikler sergileyebilseydik Batı dünyasının bizden öğreneceği çok şey vardı. Şimdi basit bir şey düşünelim. Dünyaya geldik, yeryüzündeyiz. Her şeyin, en basit aletin bile bir kullanma talimatı var. Mesela şu mikrofon. Bunu açıp monte ederken, içinde değişik şeyler, uyarılar vardır, işte bu şu kadar voltla kullanılacak, şu olacak, bu olacak, aman bunlara dikkat etmezseniz bundan çıkacak arızalardan firmamız sorumlu değildir diye. Biz yeryüzüne gönderilirken bir kullanma talimatıyla gelmiyoruz. Fakat biz Müslüman insanlarız. İki tane ölçümüz var; Kur'an ve Sünnet. Bunlar bizim kullanma talimatımızdır, eğer biz bizi Allah'ın yarattığına inanıyorsak, onun bizi hangi şekilde kullanacağını, ne yaparsak sonucunun ne olacağını çok iyi bilmemiz lazım. Onun için bu kullanma talimatının çok iyi bilinmesi lazım. Biz işte adımız Ayşe, Fatma, Ali, Veli öyle doğduğumuz için Müslüman olduğumuzu zannediyoruz. Öyle bir şey yok. Bir kere Allah bizden ne istiyor? Neden buradayız? Onun çok iyi bilinmesi lazım. Bu da ancak Kur'an-ı 105 Kadınlar Akademisi Kerim'i çok iyi bilmekle olur, çok iyi okumakla olur. Allah bizden ne istiyor? Kur'an-ı Kerim'de sık sık geçer biliyorsunuz, “...Akıl etmez misiniz?” En çok vurgulanan şeydir akıl etmek (Düşünmek, ibret almak, kafayı çalıştırmak) Bu (akıl etmek) çok kolay bir şey değil. Çünkü; dünya hayatı çok süslü. Aklımızı kiraya vermek mümkün. Aklımızı boş şeylerle işgal etmek mümkün. Onun için sürekli istim üstünde bir hayatımız gerekiyor. Sürekli biz neyiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bunun çok iyi düşünülmesi lazım. Bunun birinci şartı da bilmek. Bilmezsek akıl edemeyiz. Bilmezsek ne yapacağımızı bilemeyiz. Onun için birincisi öğrenmek. Buralarda böyle Kadınlar Akademisi'ni falan görünce insan tabii diyor ki, asıl buralarda yapmamız gereken, ben onu çok önemsediğim için söylüyorum, Bir kere tefsir okuma olmalı. Kolay bir şey değil. Yani, hepimiz dini bildiğimizi zannediyoruz, fakat kulaktan dolma, çoğu zaman yalan yanlış bilgilerle, yanlış bir kadercilik anlayışıyla farklı şeyler yapıyoruz. Hâlbuki Allah'ın bizden istediği daha farklı şeyler olabilir. Onun için yıllar önce ben üniversiteden ayrıldığım zaman İstanbul'daki değişik Sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirerek Filistin için bir kampanya düzenlemiştik. Çok değişik sivil toplum kuruluşlarından arkadaşlarımız vardı. Çok da verimli bir şey oldu. O zaman hedeflediğimizin 5-6 katı bir şeyler alıp gönderebilmiştik Filistin'e. Arkasından o devam etti. Pakistan için, Açe-Sumatra için o felaket anlarında. O zaman şunu düşünmüştüm. O zaman tanıdığımız birçok meşhur yazar arkadaşlarımız da bize destek vermişlerdi. Biz bir araya gelip de güçlerimizi birleştirebilirsek yapamayacağımız şey emin olun yok. Ama bir araya gelmemizi en çok engelleyen şeylerden birisi dinimizi çok iyi bilmemek. Ondan sonra o meşhur yazar arkadaşlarımız bugün hala devam ediyorlar. Tefsir derslerine başladılar. O yıllardan beri hala devam eden bir şey. Onun için ben naçizane buralarda da onu tavsiye ederim. Çünkü; Bilmek çok önemli. Bilmezsek her an yanılabiliriz. Bilmezsek doğru yaptığımız şeyler bizi yanlışa sürükleyebilir. Gene aynı kitaptan devam edecek olursak, aynı kitapta der ki; “İnsanın bütün ilişkilerini belirleyen Allah'la arasındaki ilişkidir.” Allah'la arasındaki ilişki düzgün olmayan insanın hiç kimseyle hiç bir şeyle arasındaki ilişki düzgün olmaz. Ne evlatlarıyla, ne eşiyle, ne çoluğuyla çocuğuyla, hatta tabiatla, çevreyle bile. Onun için bizim konumumuz ne? Allah'ın konumu ne? Onları çok iyi bilip, ona göre davranmamız lazım. Dünyanın gerçeğini ne kadar iyi bilirsek dünya ile baş edebilmeyi, başa çıkabilmeyi o kadar iyi başarırız. Çoğumuzun bu dünya algısı yanlış. Zannediyoruz ki, burası böyle yenilip, içilip, gezilip, hoşça vakit geçirilecek bir yer. Öyle değil. Bir kere biz kul isek bir sürü sorumluluklarımız var. Bir sürü sorumluluklarımız var, bir sürü tercihlerimiz var ve bu sorumlulukların gerektirdiği şeyleri yapma vazifelerimiz var. Bu dünya algısının doğru oturması, dünyayı bir ormana benzetirsek, o 106 Kadınlar Akademisi ormanın elimizdeki haritasına benzer. Yani, karmaşık bir yer. Dünya kolay bir yer değil. Elimizde doğru dürüst bir harita olursa, gideceğimiz yeri bilirsek, o zaman doğru yere varabilme şansımız var. Fakat bu haritayı düzgün edinememişsek, bu çok küçük yaşlardan itibaren edinilen bir şey, o zaman doğru yere gitme şansımız yok. Bu haritanın da bir kere edinildikten sonra bize her zaman öyle çok faydası olmaz. Çünkü; çok değişken bir dünyada yaşıyoruz. Bu haritayı bir kere edindikten sonra değişikliklere göre sık sık gözden geçirmemiz lazım. Onun için deminki söylediğimi özellikle vurgulamak itiyorum. Sürekli istim üstünde olmamız, bu gün ne yapmam gerekir? Onu düşünmemiz lazım. Bir şey daha onu önemli gördüğüm için söylemek istiyorum. Bu haritayı kendimiz oluşturmamız lazım. Yani, başkalarından kulaktan dolma şeylerle olacak bir şey değil. Bu haritayı oluştururken de en önemli bizim yapacağımız şey, deminki sözüme dönecek olursam o kullanma talimatımızdır. Burada Niçin var olduğumuz ve nereye gittiğimiz sorusuna doğru cevap vermek. Dünyayı doğru algılamak önemli demiştim. Doğru algılamak iki şeyi de beraberinde getiriyor; 1- Mücadele etmek 2Rahatımızı bir yana bırakmayı beraberinde getiriyor. Mücadele etmeyi beraberinde getiriyor, çünkü; hayat zor bir yer, kolay bir yer değil. Ben sık sık öğrencilerime şunu söylerim; Allah bu yaşayacaklarımızı bize gösterseydi, o zaman öyle bir seçme hakkımız olsaydı kaç tanemiz gönüllü olarak gelirdik buraya? Kolay bir yer değil çünkü. Sürekli imtihanlar, sürekli değişik şekillerde bir yoklanma sınavlarından geçiyoruz. Onun için bir kere etrafımıza bakarsanız ne demek istediğimi daha kolay anlarsınız. Çoğu insan sanki bu dünya böyle yenilip içilip, gezilip tozulacak öyle bir yer gibi. Sürekli başlarına bir şey geldiği zaman mızmızlanıp şikâyet ederler. Hâlbuki hayatı doğru algılarsak acı çekmenin, imtihanların hayatın bir gerçeği olduğunu doğru algılarsak o zaman mızmızlanma ortadan kalkar. O zaman şikâyet etme hakkını kendimizde bulamayız. Çünkü buraya hiç sorgusuz sualsiz öyle lüks içinde yaşamak, gezip tozmak için gönderilmedik. Burada vazifelerimiz var. Birincisi kendimize karşı vazifelerimiz, İkincisi ailelerimize karşı vazifelerimiz, Üçüncüsü ise içinde yaşadığımız topluma karşı vazifelerimiz. Kendimize karşı vazifelerimiz ne? Birincisi; mademki bu can bize emanet, o bedeni sağlıklı tutmak. Bu da çok kolay bir şey değil. Açıyorsunuz televizyonlarınızı binlerce ürün, onları evinize 107 Kadınlar Akademisi alıp, kendiniz televizyonunuzun karşısında çarçur ederek, çocuklarınızı da onların terbiyesine emanet ederek bu bedeni de sağlıklı tutamazsınız, çoluk çocuğunuzu da sağlıklı tutamazsınız, topluma karşı vazifelerinizi de yerine getiremezsiniz. Onun için birinci vazifemiz; hem kendi bedenimizi, hem çocukların bedenini sağlıklı tutmak. Bu da nedir? İşte artık alternatif şeyleri görüyorsunuz, paketli hiç bir ürünü, şüpheli hiçbir ürünü evinize almamak. Annelerin bana göre en büyük vazifelerinden birisi bu. Çocuklarımızı ve kendimizi sağlıklı tutabilmek. Bunun yolu da katkı maddesi içermeyen bir şekilde çocuklarımızı evde bir şey yaparak, taze taze pişirerek beslemek. En önemlilerinden birisi bu. Çünkü aldığınız her paket ürün, her hazır yiyecek çocuklarınızın uzun vadede bir şekilde hasta olmasına sebep olacak. Birincisi bu. İkincisi; Çocuklarımızın ruh sağlığını önemsemek. Bu nasıl olacak? Kendi ruh sağlığımız ve çocuklarımızın ruh sağlığı. Kendi ruh sağlığımızı nasıl koruyacağız? Bir kere kendimizde olağanüstü güçlere vehmederek kendi ruh sağlığımızı korumamız mümkün değil. Ben şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki; Türkiye'de halkın sağlığının bozulduğunun bana göre, ben doktor değilim, üç tane göstergesi var. Bunu nereden biliyorum? Muhtemelen bunu söylediğimde siz de katılacaksınız. Bunu nereden bilerek söylüyorum? Birincisi bakıyorum, neredeyse her mahallede bir diyaliz merkezi açılmış. Demek ki bu milletin böbrekleri bozuldu bir şekilde. İkincisi tüp bebek merkezleri çok yaygın bir şekilde açıldı. Demek ki bu insanlarda bir problem var üreyemiyorlar. Üçüncüsü ise; Neredeyse toplumun önemli bir kısmı depresyon hapları kullanıyor. Geçen gün tesadüfen, televizyonda bir program vardı. Bir profesör, çok Müslüman birisine de benzemiyor. Diyor ki depresyon ilacı kullanımı kaç milyon kutuya yükselmiş, 50 milyon küsur kutuya yükselmiş, diyor ki; “İnsanlar acı çekmek istemiyor. Problemleriyle baş edemiyor, hemen de depresyon ilaçlarına sarılıyorlar. Hâlbuki acı çekmek insanları olgunlaştırır, ruhen tekâmülüne sebep olur.” diyor. Biz acı çekmeyi baştan reddediyoruz, en ufak bir problemde hemen depresyon ilaçları kullanıyoruz. Tamam, ihtiyaç halinde bu kullanılsın ama ayrıca şunun da sorgulanması lazım; Neden biz böyle çok depresif hale geldik? Eğer doğru bir şekilde bir tevekkül anlayışımız olsa, kader inancımız düzgün olsaydı o zaman bu kadar depresif bir millet olmazdık. Çünkü; Her şeyi kendimiz belirlemek istiyoruz, bize yanlış yapıldığı, edildiği şekilde, her şeyi kendimiz belirlemek istiyoruz ve belirleyemediğimiz zaman da kafayı yiyoruz. Öyle değil mi? Yani o yanlış kişisel gelişim kitapları yoluyla herkes kaderini en iyi şekilde belirlemek istiyor. Hâlbuki demin de söylediğim gibi hayat dikensiz bir gül bahçesi değil. Burada birçok imtihanlardan geçeceğiz. Yani bir heykeltıraş nasıl heykele yontarak şekil veriyorsa, biz de yontularak adam olacağız. Onun için çileler Allah'ın bize verdiği bir ceza değil, bizi farklı bir şekilde, olduğumuzdan 108 Kadınlar Akademisi farklı bir şekilde görmek istiyor ki, başımıza değişik çileler geliyor. Değişik imtihanlardan geçiyoruz. Onun için bakış açımızın doğru olması ruh sağlığımız açısından da çok önemli. Ruh sağlığımızın yerinde olması açısından da önemli. Ruh sağlığı düzgün anneler olursak, ruh sağlığı düzgün bireyler yetiştirme imkânımız da var. O da ancak ruh sağlığı düzgün anne babaların yetiştirdiği çocuklarla mümkün. Psikiyatrisler bugün, ruh sağlığı düzgün anne babaların ruh sağlığı düzgün çocuklar yetiştirebildiğini ortaya koymuş. O, başta bahsettiğim şaşılıkla bu mümkün olmuyor. Hayata bakış açımızın bir kere düzgün olması lazım. İkincisi neyi nasıl yapacağımızı bilmemiz lazım, üçüncüsü doğru örneklikler sergilememiz lazım. Bugün toplumda doğru örneklikler sergileyemiyoruz. Neden? Bugün sadece çocukları anne baba yetiştirmiyor. Eskiden kapalı toplumlarda çocukları yetiştiren anne babaydı. Mesela: Büyüklerimizden, muhtemelen benimle akran olanınız var aranızda, Büyüklerimizden şunu duyardık: İşte bilmem kimle konuşma evladım sana kötü örnek olur. Fakat şimdi bu örneklikler evimizin başköşesine kadar girdi. Şimdi dışarıda birileriyle muhatap olmaya çok fazla ihtiyaç yok. Cezayir Büyükelçisiyle, Fransız Büyükelçisinin bir konuşması var Birleşmiş Milletlerde; Cezayir Büyükelçisine Fransız Büyükelçisi diyor ki; “Biz sizin ülkenizi işgal ettiğimiz zaman siz kapınızı kapatıyordunuz, biz size hiçbir şekilde ulaşamıyorduk. Fakat bugün biz televizyonlar yoluyla evinizin başköşesindeyiz. Bize yapacak hiç bir şeyiniz yok. Onun için çocuklarımızı artık modern dünyada sadece işte kim, nasıl öğrenmiştik biz vakti zamanında? Çocuk okuldan ve aileden bir şeyler öğrenir, öyle değil mi? Ama bugün, aile ve okulun dışında çocuğu etkileyen, çocuğun bakış açısını etkileyen, çocuğun terbiyesini etkileyen bir sürü faktörler var ve evimizin başköşesindeler. Bizim tabii televizyonu yeni tanıyan topluluklar olarak 109 Kadınlar Akademisi bu kolayımıza gitti. Ne yaptık? Kendimiz arkadaşımızla konuşurken, iş yaparken çocuğumuzu televizyonun karşısına oturduk ve unuttuk orada. Ses çıkarmadı, ayağımıza dolanmadı, bu bizim çok işimize geldi. Fakat sonuçta bize benzemeyen çocuklarımız oldu. Yollarda görüyorum. Hiç annesine, anneannesine benzemeyen çocuklar var sokaklarda, öyle değil mi? Kızlarla anneler yan yana yürürken bir bakın lütfen. Hiç benzemeyen, sadece şekil olarak söylemiyorum, hayata bakış açısı olarak benzemeyen, hatta şekil olarak benzemeyen çocuklarımız var. Bizim artık bu durumda, düne göre, dünkü toplumlara göre örnekliğimizin çok daha önemli olması lazım. Çünkü; bizim dışımızda çocuklarımızı cezbeden çok şaşalı bir dünya var. Eğer çocuklarımızı onların eline terk edersek bize benzemeyen, bize yabancılaşmış, kendi toplumuna yabancılaşmış bir nesil ortaya çıkacaktır. Onun için çok düşünüp, çok zaman ayırmamız lazım. Bu zaman ayırma meselesi çok önemli. Şunun için önemli; zaman kullanımı bizim inisiyatifimizde. Biz istersek buraya gelmeyiz. Komşu gezmesine gideriz, alışverişe çıkarız, öyle değil mi? Şu anda yapabileceğimiz onlarca, hatta yüzlerce şey sayabiliriz. Bir dizi seyredersiniz, bir program seyredersiniz, yapacağınız bir sürü şey var. Ama buraya kadar geldiyseniz bir derdiniz vardır sizin. Onun çok iyi tahlil edilip, ona göre tavır alınması lazım. Zaman ayırmak çok önemli. Çünkü: Çocuklarımızın bizden öğreneceği şeyler konusunda süre giderek kısalıyor. Giderek kısalıyor, eskisi gibi değil. Eskiden derlerdi ki işte çocuklar yolda yürürken elinizi tuttuğu zamana kadar sizin çocuğunuzdur. Hâlbuki şimdi öyle değil. Çocuğunuzu çizgi filmlere emanet ediyorsunuz ve giderek yabancılaşıyor. Onun için zaman ayırmak çok gerekli ve bu zaman ayırmak da çok kolay bir şey değil. Çünkü; yapacağınız binlerce şey var ve bu şeylerin içinden birisini seçiyorsunuz. Bu yapabileceğiniz onlarca şey içinden birisini seçiyorsunuz. Zaman ayırmak herkesin kendi sorumluluğunda ve küçücük tercihler gibi görünüyor fakat sonuçta sizi siz yapan o küçücük tercihleriniz. Yani hayatınızı belirlerken veya evlatlarınızla olan muamelelerinizde o küçücük tercihleriniz sizin ne olacağınızı veya çocuklarınızın ne olacağını belirliyor. Çok önemli şeyler. Fakat modern dünya o kadar şaşalı ve ağdalı bir şekilde devam ediyor ki, zannediyorsunuz ki bir gün vaktiniz olacak ve zaman ayıracaksınız. Öyle bir şey yok. Yıllar önce Tayland'a gitmiştim ben. Orada Floating Market diye bir yer var. Böyle bir Irmak kenarı, sandallarla dolaşıp alışveriş ediyorsunuz. Kenarda da, ırmağın iki tarafında satıcılar var. O ırmakta dolaşırken beni hayatta en çok etkileyen yerlerden birisi olduğu için söylüyorum. Zannediyorsunuz ki biraz sonra, ne olacağını karşınıza ne çıkacağını bilmiyorsunuz, biraz sonra daha güzel, daha beğeneceğiniz, hatta fiyatı daha uygun bir şey bulabilirim diye erteliyorsunuz. Bir müddet sonra bakıyorsunuz ki sonuna gelmişsiniz. Öyle bir şey yok yani, bu süre içinde bir sürü şeyi kaçırdığınızı fark ediyorsunuz. Hayatta bizim durumumuz 110 Kadınlar Akademisi da böyle. Erteliyoruz, bugün işte vakit ayırmıyoruz, yarın yaparız diyoruz, işte ibadetlerimizi erteliyoruz, çocuklarımızla olan ilişkilerimizde de emek vermeyi erteliyoruz ve bir gün yapmayı umuyoruz. Hâlbuki o “bir gün” belki hiç gelmeyecek. Kaybolan hem kendi hayatımız olacak, hem de çocuklarımızın hayatı. Çok güzel bir hikâye vardır, muhtemelen hepiniz bilirsiniz, Sıcak bir ülkede, bir çölde buz satıcısı sırtına bir çuval buz almış ve şöyle bağırarak buzunu satmaya çalışıyor, diyor ki; “Sermayesi erimekte olan birine yardım etmek istemez misiniz?” Yeryüzündeki bizim tavrımız aynen böyle. Tek sermayemiz ömrümüz ve onu çok bilinçsiz bir şekilde çarçur ediyoruz. Hâlbuki sermayemiz her gün eriyor. Onun için zaman hayatımızdaki en kıymetli şey. Biliyorsunuz Mevlana Hazretleri'nin çok hoş bir ifadesi vardır; dün geçti, yarının gelip gelmeyeceği şüpheli, bugün. Belirleyebildiğimiz tek şey bugün. Evlatlarımız için de öyle. Sadece bugün onlarla ilişkilerimizi iyi tutabiliriz, onlara örnek olabiliriz, Ama yarın onlar bizim yanımızda olacak mı veya ne tarafa savrulmuş olacak, onu bilmiyoruz. Onun için zamanımızı düzgün kullanmak, zamanımızı doğru yerlerde harcamak çok önemli. Şimdi, zaman ayırmak önemli, fakat bu zaman ayırmak kadar problem çözme yeteneğini kazanmak da önemli. Nedir bu? Sürekli hayat güllük gülistanlık bir yer değil dedik. Çözülmesi gereken bir sürü problemle karşılaşıyoruz. Çoğumuz çoğu zaman bunları ya mızmızlanıyoruz, ya erteliyoruz, ya savsaklıyoruz ve çözmüyoruz. Çözmediğimiz her problem dağ gibi birikiyor. Bize sonra problem olarak dönüyor. Hem de çözülmesi zor problemler olarak dönüyor. Problem çözme yeteneği kazandırmak ve kazanmak, önce kazanmak, sonra çocuklarımıza kazandırmak çok önemli. O da çok kolay bir şey değil. Çünkü: Çözmeyi öğrenmek için bir kere sorumluluklarımızı yüklenmeyi öğrenmek lazım. Sorumluluklarımız neler? Bir kere sorumluluklarımız neler? Onları bileceğiz ve bu sorumluluklarımızı bildikten sonra problemlerle baş etmeyi öğreneceğiz ve bu bizi sonuçta olgunlaştıracak. Fakat bu problem çözmenin de belirli şartları var. Birincisi çelik gibi bir iradeniz olacak. Kolay bir şey değil. Bilginiz olacak, çelik gibi bir iradeniz olacak. Yani, savsaklamayacaksınız, ertelemeyeceksiniz, ne istediğinizi bileceksiniz. Hedefiniz ne? Onu çok iyi bileceksiniz, sürekli kendinizi yenileyeceksiniz. Mesela, çok kullandığım bir şey vardır, 10 sene sonra kendinizi nerede görmek istiyorsunuz? Eşinizi nerede görmek istiyorsunuz? Çocuklarınızı nerede görmek istiyorsunuz? Bir kere buna karar vereceksiniz. 20 sene sonra nerede görmek istiyorsunuz? Hani hükümetlerin öyle politikaları, planları vardır. Kısa vadeli, orta vadeli, uzun vadeli. Sizin de öyle kendi hedefleriniz olması lazım. Kısa vadeli, orta vadeli ve uzun vadeli. Mesela ben geçenlerde çocuklarımla konuşuyorum, 3 çocuk annesiyim bu arada. Çocuklarımla konuşuyorum, konuşurken dedim ki; siz ne yapsanız 111 Kadınlar Akademisi beni mutlu edersiniz? 1- İstikamet sahibi düzgün insan olsanız, öyle değil mi? O çok önemli. 2- İnsanlara faydalı olacağınız bir mesleğiniz olsa, bakın çok para kazanacağınız bir meslek demiyorum. İnsanlara faydalı olacağınız bir mesleğiniz olsa. 3.'sü; sizi taşıyabilecek düzgün evlilikler yapsanız. Onun dışında ben sizden ne isteyebilirim? Öyle değil mi? Hepimiz için bu böyle aşağı yukarı. Ne isteriz bir anne olarak? Düzgün, istikamet sahibi insanlar olsunlar, çünkü bizde Ahiret duygusu var. Biliyoruz ki, çocuklarımız vakitlerini çarçur ederse öbür tarafta ciddi bir hesaba çekilecek. Bundan da önemlisi eğer biz onlara doğru dürüst rehberlik edemezsek biz de kendimize emanet edilen çocuklarımızı iyi yetiştiremediğimiz için biz de ciddi bir hesaba çekileceğiz. Bu öyle bir şey ki, Hayat bir zincirler, halka şeklinde devam ediyor ve o halkanın biz bir yerindeyiz. Bizden öncekiler başka bir yerinde, bizden sonrakiler başka bir yerinde. Eğer, biz çocuklarımıza düzgün örneklikler sergileyememişsek, düzgün bir terbiye verememişsek bizden sonraki nesil Allah korusun kaybolup gidecek. Bize benzeyip gidecekler. Onun için onlara düzgün örnek olabilmek, iyi terbiye edebilmek çok önemli. Şimdi, biliyorsunuz çoğu anne babanın, çoğumuzun en kolay yaptığı şey sen iyi ol, dediğimi yap ama benim yaptığımı yapma. Öyle bir şey yok. Biz çocuklarımızın yalan söylemesini istemeyiz. Hiç birimiz, hangimiz ister? Öyle değil mi? Rüşvetçi, dolandırıcı olmasını istemeyiz. Çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza bu yalan konusunda da iyi örnek olamamışsak onlardan, nasıl başkalarından başka türlü davranış bekleyebiliriz ki? Çocuğumuz eve misafir geldiği zaman, hoşlanmadığımız birisiyse kapıyı çaldığı zaman “yok de” dersek, öyle değil mi? Ona nasıl yalan söylememesi gerektiğini öğreteceğiz? Veya kendimiz televizyon seyredersek ona nasıl ders çalışması gerektiğini doğru bir şekilde söyleyebileceğiz? Onun için o örnekliği döne döne vurguluyorum ama çok önemli. 112 Kadınlar Akademisi Yani bir kere biz adam gibi adam olacağız. Onun için o insan olmayı çok vurgulamak istiyorum. Başlığı da öyle seçtim zaten. İnsan olmak çok önemli. Sürekli bir disiplini gerektiriyor. Bu disiplin de kolay bir şey değil. Disiplinli olmak, disiplin derken, aman çocuklarınıza nefes aldırmayın, kendinize nefes aldırmayın demek istemiyorum. Bir denge insanı olmak, hani Müslümanlıkta çok güzel bir şey vardır, ben çok beğenirim. “Yarın ölecekmiş gibi Ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışmak.” Yani denge insanı olmak. İkisi arasında bir denge kurmak. Biz çocuklarımızla bu ilişkiyi maalesef çoğu zaman kuramıyoruz. Çocuklarımızın sadece ne yediği ve ne giydiğiyle ilgileniyoruz çoğu zaman. Hâlbuki insanın iki yönü var. Biri madde, biri mana. Öldüğü zaman o mana tarafı dediğimiz ruh kısmı gidiyor. Öyle değil mi sadece madde tarafı kalıyor, Ondan sonra da sadece geçici olana yatırım yapmış oluyoruz. Çocuklarımız, işte sürekli ne giydiği, ne yediğiyle ilgilenerek büyüttüysek, mana tarafını beslemediysek, ondan sonra işte genç kız olduğu zaman veya genç erkek olduğu zaman diyoruz ki; işte bu aynanın karşısından hiç çekilmiyor, öyle değil mi? O mana tarafını beslemeyi önemsemediysek bunun çok ciddi bir faturası var. Onun için hem madde, hem mana arasında bir denge olabilmek, denge insanı olmak çok önemli. Sadece bir tarafı beslemek, diğer tarafı ihmal etmek yanlış. Disiplin emek isteyen bir şey. Birinci şartı da bilmek demiştik. İkincisi sevgi. Çocuklarımızı sevmek. O da emek isteyen bir şey, o da zaman isteyen bir şey. Maslov'un İhtiyaçlar Teorisi var. İnsanın temel ihtiyaçlarını dünyada farklı olarak yorumlamışlar. İşte, yeme, içme, barınma bunlardan sonra sevgi ihtiyacı geliyor. Eğer sevgi ihtiyacı tatmin edilmediyse o insan adam olmuyor. Kaç yaşına gelirse gelsin, eğer annesi babası tarafından sevilmediyse, yeterli ilgiyi görmediyse ne iyi eş olabiliyor, ne iyi anne baba olabiliyor, ne iyi insan olabiliyor, hiç bir şey olamıyor. Onun için o sevgi ihtiyacının çok iyi tatmin edilmesi lazım. Çocuklar için anne, baba neredeyse böyle yarı tanrı gibi. Anneler hata yapmaz, babalar hata yapmaz. Belirli bir dönemi kastederek söylüyorum. Eğer o dönemde eğer çocuk anne babasından yeterli sevgiyi ve ilgiyi görmüyorsa anneyi babayı suçlayamıyor. Diyor ki; Ben demek ki sevilmeye layık biri değilim ki, annem babam beni sevmiyor, bana gerekli ilgiliyi göstermiyor diyor. Onun için kendine güvensizlik duygusu, kendini değersiz hissetme duygusu çok belirgin bir şekilde hayatında rol oynuyor. Bunun silinebilmesi için de çok uzun seanslar gerektiren psikiyatrik tedaviye ihtiyaç var. Çoğu zaman silmek mümkün olmuyor. Onun için bizim çocuklarımıza yapabileceğimiz en önemli şeylerden birisi sevgi vermek, onları sevmek. Onu da işte büyüdükleri zaman kucağınıza alıp oturtamıyorsunuz, öyle değil mi? Belirli bir yaşa kadar onların sevildiğini hissetmesi. Bu aynı zamanda güven duygusu da veriyor ve bu güven duygusu çocukların ileride özbenlikler geliştirerek başarılı 113 Kadınlar Akademisi olmalarını, iyi bir evlilik sürdürebilmelerini, iyi anne baba olmalarına da yol açıyor. Hatırlarsanız, ilk başta ikincisi ise örneklik demiştim. Örneklik çok önemli. Dediğimi yap, yaptığımı yapma türünden bir anne baba olmak yerine, nasıl iyi insan olunur? Nasıl iyi Müslüman olunur? Komşularla ilişkiler nasıl olur? Aileyle ilişkiler nasıl olur? Onların çok iyi gösterilmesi lazım. Bakın mesela kendinize gelin seçerken veya damat seçerken neye dikkat etmeniz lazım? İyi ailelerde yetişen çocuklar olmalarına. Öyle değil mi? Çünkü biz, sadece anne ve babamızı tekrar ediyoruz. Onlar nasıl yaptıysa biz öyle davranıyoruz. Onun dışında çok fazla yapabileceğimiz bir şey yok. Belki kendimizi disipline ederek, eğiterek biraz değiştiriyoruz ama eğitimle falan çok fazla değiştirmemiz mümkün değil. Ailemiz neyse biz o oluyoruz. Onun için de tutarlı ve ölçülü ebeveynler olmak, denge insanı olmak eğitim açısından çok önemli. Tutarlı ve ölçülü. Maalesef bugün bunu çoğumuz yapamıyoruz. Dün ak dediğimize bugün kara diyoruz, öyle değil mi? Maalesef ölçülerimizi, o mizan dediğimiz şeyi çoğumuz kaybettik. Bir şeye vuramıyoruz ve onurlu olmayı beceremiyoruz. Eğer biz çocuklarımıza sağlam bir irade verebilsek, yeterli sevgiyi gösterebilsek, tutarlı ve ölçülü olabilsek, onurlu yaşamayı onlara öğretebilsek, çocuklarımıza verebileceğimiz en önemli şey bu. Onun dışında ne servet bırakmaya ihtiyacımız var, ne de iyi bir kariyer. Çünkü: Bunlara sahip olan zaten kendi servetini de edinir, kendi kariyerini de kendi planlayabilir. Fakat biz maalesef büyük bir yanlış algı içerisinde, zannediyoruz ki çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak için onlara işte ev bırakmalıyız, servet bırakmalıyız, yanlış şeylerin peşindeyiz. Onun için bir kere vazifemizin ne olduğunu çok iyi bilmemiz lazım ve o vazifemiz doğrultusunda neler yapmamız gerektiğini çok iyi düşünmemiz, planlamamız lazım. Bu da akıllı olmayı çok gerektiren bir şey ve iradeli olmayı gerektiren bir şey. Şimdi anne olduğum için, çok genç anne yok aramızda bakıyorum topluluklarda ama yine de ben kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Şimdi çocuklarımıza verebileceğimiz şeyler; Bir, İrade dedik, İkincisi; sevgi, hele sevgi zaman ayırmakla oluyor. Üçüncüsü ise duyarlı olmak. Yani, eşimize, çocuklarımıza, çevremize ve topluma karşı duyarlı olmak. Öyle bir toplulukta yaşıyoruz ki, biliyorsunuz Suriye kan gölü, Irak, her an her şey olabilir. Hatta Türkiye'de her an her şey olabilir, karmakarışık. Onun için artık kendimizi israf edecek hiç vaktimiz olmaması lazım. Ne yapıyoruz çoğumuz? Ben de bunları yaptığım için çok rahat söylüyorum. Saatlerce yemek pişiriyoruz, öyle değil mi? Saatlerce televizyonun karşısında oturuyoruz. Bunları rastgele de söylemiyorum. Elimdeki rakamlara dayanarak söylüyorum. En çok televizyon seyreden ikinci ülkeyiz. Bir vatandaşın günde ortalama 5 saatten fazla zamanı televizyon karşısında geçiyor. Hâlbuki deminki o buz satıcısı örneğini düşünecek olursak, tek sermayemiz ömrümüz ve 114 Kadınlar Akademisi onu düşüncesizce erteleyerek çarçur ediyoruz. Öyle bir hakkımız yok. Artık, hani kendimizi israf edecek ne vaktimiz var, ne hakkımız var. Biliyorsunuz israf kötü bir şey. İşte parayı israf etmek, malı israf etmek, fakat en kötüsü kendimizi israf etmek, zamanımızı israf etmek. Bizim ise çok rahat yaptığımız bir şey zaman israfı, öyle değil mi? En gencimizden en yaşlımıza kadar, ben bakıyorum yaşlılarımıza evlilik programları seyrediyorlar. Çok da yaygın. Bu Esra Erol'un programını seyretmeyi ne kadar çok seviyor yaşlılar. Çok yaygın. Hâlbuki gelmişiz gidiyoruz. Benim çok muhterem bir anneannem vardı çocukluğumda, derdi ki; “Evladım aman dilinizi boşa alıştırmayın.” Bunu kaç tanemizin büyüğü söyledi. Muhtemelen benimle aynı yaşta olanlar veya yaşı benden büyük olanlar var aranızda, onlar belki anneannelerinden, ninelerinden duymuşlardır dilin boşa alıştırılmaması gerektiğini. Fakat biz çocuklarımıza bu konuda örnek olabiliyor muyuz? Zikrin önemini kaçımız söylüyoruz çocuklarımıza? Kaç tanemizin çocuğu dudaklarımızın kıpırdadığına şahit oluyor? Onun için örneklik çok önemli ve çocuklarımıza, çevremize, tabiata, topluma karşı duyarlı olmak çok önemli. Yıllar önce bir yetimle karşılaştığımız zaman, söylediği bir şey beni çok etkilemişti. “Beklenmedik bir yağmur yağdığı zaman, arkadaşlarımın annelerinin, okul kapısında ellerinde hırka ile onları beklediklerini gördüğüm zaman içim titriyor” demişti. Yani bu duyarlı olmayı gerektiren bir şey. Yani kaç tanemiz sevdiği şeye karşı hassasiyet gösteririz, ona karşı duyarlılık gösteririz, öyle değil mi? Fakat o duyarlılıklarımızı bugün giderek yitirdik. Sadece, çocuklarımızın maddi tarafıyla ilgiliyiz, sadece çocuklarımızın maddi tarafının iyi olmasıyla, ne yedikleriyle, ne giydikleriyle çok ilgiliyiz. Allah'la aralarındaki ilişkiyi düzgün kurabildiler mi? Burada nerede hata var? Onunla çok ilgili değiliz. Hâlbuki bugün düne göre buna 115 Kadınlar Akademisi daha çok vakit ayırmamız lazım. Çünkü; bu ilişkiyi belirleyen artık sadece biz ve okul değil. Bizim dışımızda bu ilişkiyi belirleyen birçok faktör var. Bu faktörler o dünyayı algılama meselesinde çocuklarımızı çok yanlış taraflara yönlendiriyorlar. Onun için, dün bir vakit ayırmamız gerekiyorsa çoluğumuza, çocuğumuza veya işte büyüklerimizin bir vakit ayırması gerekiyorsa çoluğumuza çocuğumuza bizim 10 hatta 100 kere daha fazla vakit ayırmamız lazım. Çünkü; bizim dışımızdaki dünya çok zengin, çok şaşalı, çok dağdağalı, çocuklarımızın her an oraya kayması mümkün. Onun için, vakit ayırmak, onların ihtiyaçlarına duyarlı olmak, nerede tökezlemişler, onu çok iyi gözlemlemek, mesela: Çocuklarımızın küçük yalanlarını gördüğümüz zaman oturup kendimizi bir hesaba çekmemiz lazım. Ben nerede hata yaptım da bu çocuk yalan söyleme alışkanlığı edinmeye başladı? Onun için onların çok ciddi olarak üzerinde düşünülmesi lazım. Örnekliklerin çok iyi sergilenmesi lazım. Eğer kendimiz düzgün değilsek örnekliğimiz de düzgün olmaz. Bu da vakit ayırmakla oluyor, sorumluluklarımızı üstlenmemiz lazım, topluma karşı sorumluluklarımızı, kendi ailelerimize karşı sorumluluklarımızı, bunlarında ötesinde Allah'a karşı sorumluluklarımızı düzgün olarak üstlenmemiz lazım. Müslüman ne demek? Müslüman'ın tanımı çok ilginç. Vaktin sahibi demek aynı zamanda. Biz 5 vakit ezan duyan insanlarız. Yurt dışında yaşadığım zaman ben Türkiye'nin en çok ezanını özlerdim. Çünkü; sürekli bir yoklama bu. Allah ile aramızdaki o ilişki düzgünse, ben buradayım Rabbim deyip namaza duruyorsunuz. Bunun için de o ilişkinin düzgün olabilmesi için vaktin sahibi olmak lazım. O, 5 vakitte Allah'ım sen beni çağırdın, ben de huzurundayım. Bu aynı zamanda bu dünyanın yoğunluğunu da bir taraf bırakıp, biraz arınmayı da sağlayan bir gerçek. O arınmayı sağlamak için, o koşturma arasında işte 2 dakika bir yere çekilip sadece namaz kılmak değil Allah'ın istediği. Ona verdiğimiz sözde durmak ve Allah'ın konumunu kendi konumumuzu iyi belirlemek. Herhalde sürem bitti. Onun için ben hemen bir iki sözle özetlemek istiyorum. Tembellik etmeyeceğiz, akıllı olacağız. Bunlar hem bizim için önemli, hem örneklik açısından önemli, çoluğumuz çocuğumuz için önemli. Etrafımızdaki komşularımıza, topluma karşı örneklik için önemli. Onun için sürekli istim üstünde olacak, tembellik etmeyeceğiz, çalışkan olacağız, disiplinli olacağız ve bu dünyada neden var olduğumuzu hiç unutmayacağız. Çok teşekkür ederim beni dinlediğiniz için. Sorularınızı bekliyoruz. Saniye Öztürk Moderatör Efendim Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Hanımefendi'ye bu konuşmalarından dolayı biz de teşekkür ediyoruz. Gerçekten vaktimizi istifadeli bir şekilde paylaşmış 116 Kadınlar Akademisi olduk. Asılları bize hatırlattı. Tecrübe başka bir şey tabii. Gerçekten 3 çocuk annesi ve akademisyen. Hem eş, hem gelin, hem kız, yani tüm bunları birlikte götürebilmek kolay değil. Çizgisini bozmadan hayata devam etmek ve gerçekten benim şahsen örnek olarak gösterdiğim isimlerden birisi. Rabbim yollarını açık etsin. Biraz önce, sorularınızı yöneltebilirsiniz demiştik. Sözlü olarak soru sormak isteyenlere mikrofon uzatacak arkadaşlarımız, yazılı olarak sorularınız hazırlandıysa buraya alabiliriz. Hemen orada bir arkadaşımız var, onu alalım. Mikrofonu hemen verelim ve sesini daha iyi duyalım. Bu arada size mikrofon gelene kadar Sevgi Hanım ilk soruyu ben sormak istiyorum. Çok merak ediyorum; siz üniversitedeyken çok başarılı bir akademisyendiniz ve profesörlüğünüze çok az bir süre kala maalesef, başörtünüzden dolayı önünüz kesildi. Görevinize son verildi. Bu gerçekten üzüntü verici bir şeydi. Ciddi bir imtihandı, büyük bir imtihandı. Farklı hedefler, farklı beklentiler varken böyle bir durumla karşılaştınız. “Gün ola harman ola” derler ya, gün oldu, Türkiye'de bir takım şeyler değişti. Bildiğim kadarıyla geçtiğimiz yıl profesörlüğünüzü aldınız. Şu anda da Yıldırım Beyazıt Üniversitesi'nde da öğretim üyesi olarak öğrencilerinizle beraber devam ediyorsunuz. Size bu yaşadığınız olay neler hissettirdi? Çok merak ediyorum, paylaşabilirseniz, uygun görürseniz memnun olurum efendim. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Şimdi,tabii15 sene kolay bir şey değil. Akademisyenlik de öyle normal memuriyetten farklıdır. Akademisyen olmak için işte üniversiteyi bitirirsiniz, mastır yaparsınız, doktora yaparsınız, bu arada bir sürü imtihanlardan geçersiniz. Doçentlik çok kolay bir şey değil. Yabancı dil sınavınız olur, doçentlik teziniz olur, profesörlük imtihanınız olur falan. O zor kısımları ben 3 çocuk annesi olarak atlattım. 3 tane çocuğum var. 3. çocuğuma hamileyken bölüm başkanımız çağırdı dedi ki; “Evladım, akademisyen dediğin bir tane, hadi bilemedin iki tane çocuk olur, sen köylüler gibi durmadan çocuk doğuruyorsun” dedi. Şimdi, işte 3 çocukla akademisyen olmuşsunuz, hayatınızı rayına oturtmaya çalışmışsınız. Doçentliğe kadar kısmı ise akademisyenliğin en zor kısmıdır. Ondan sonra da işte 5 sene geçer, profesör olursunuz. Tam hayatınızı rayına oturttuğunuzu düşündüğünüz zaman da başörtülüsünüz diye sizi atıyorlar. Bu tabii insanda ne düşündürüyor? Çok kolay bir şey değil. Yani, tırnaklarınızla kazıyarak geldiğiniz bir kariyeriniz ve Müslüman olduğunuz için kapının önüne konuyorsunuz. Geçen girişte de saniye Hanım'a anlattım, bunu sırf Müslüman olduğunu ve başörtüsü taktığınız için yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Bu, çok ciddi bir mağduriyet. Kolay bir şey değil. Hâlbuki ben son yıllarda kendi talebelerime bakarak şunu söyleyebilirim, asıl sebebinin de bu olduğunu düşünürüm. Başörtülü talebelerimizde çok ciddi olarak bir artış var 117 Kadınlar Akademisi son yıllarda. Benim ilk asistanlık yıllarıma göre, işte son doçentlik yıllarımda artık her sınıfta neredeyse kız talebelerin yarısı başörtülü. Biz Amerika'dan döndüğümüz zaman ki ben Amerika'da başımı örttüm. “Neden çocuk doğuruyorsun?” diyen aynı bölüm başkanımız beni çağırdı ve dedi ki; “Evladım burada başörtülü hocalık yapamazsın.” Dedim ki; hocam ben Amerika'nın en iyi üniversitelerinden birisinde başörtümleydim. Bundan dolayı hiç bir problem çıkmadı. Burası benim kendi ülkem, buranın büyük çoğunluğu da Müslüman. Neden burada insanlara rahatsızlık veririm?” O vefat etti, toprağı bol olsun. Onun söylediği bu söz 28 Şubat'ın da bam telidir. Bunu özellikle vurgulamak isterim. Dedi ki; “evladım bak, biz çocukları, talebeleri gözlemliyoruz. Kızlar sana benzemek istiyor, erkekler de senin gibi birisiyle evlenmeye çalışıyor. Bu bizi çok rahatsız etti.” ki o zaman ben mastır ve doktora derslerine giriyorum. Yani, hani örneklik meselesi. “Başörtülü olarak kötü örnek oluyorsunuz, çocukların hayatlarını tekrar gözden geçirmeleri ve size benzemeye çalışmalarını sağlayarak kötü örnek oluyorsunuz.” (!) Fakat o atılma sürecinden sonra şunu düşündüm, yani benim bütün imtihanlardan sonra genel düşüncem odur; Allah zalim değil, bir şey yaşıyorsak, bundan öğreneceğimiz bir şey vardır ki bunu yaşıyoruz. Ben o, 28 Şubat sürecinin özellikle Müslümanlar için çok öğretici olduğunu düşünüyorum. Bundan öğreneceğimiz bir şey vardır ki yaşamışızdır. Bundan neler öğrendiğimizi şimdi görebiliyoruz. Çok şey öğrendik. Yani, bir kere en azından, sadece şekil Müslüman'ı değil, bayağı Rabbimin bizden istediği gibi Müslüman olmayı öğreniyoruz, öyle değil mi? O zamana kadar içi boş bir Müslümandık belki. Fakat şimdi içini doldurmayı önemsiyorsunuz. Çünkü; bu yaşadıklarınızın sadece “Müslümanca” yaşamaya çalıştığınızdan dolayı başınıza geldiğini biliyorsunuz, o zaman da kendinize tekrar dönüyorsunuz ve inançlarınızı tekrar öğrenmeye çalışıyorsunuz. Kolay bir şey değil fakat ben çok öğretici olduğunu düşünüyorum. Neler öğrendiğimizi de zaman içinde göreceğimizi umuyorum. Saniye Öztürk Moderatör Peki, hocam, daha sonra üniversiteye tekrar döndünüz, profesörlük unvanını aldınız. Bu konuda ilave edecekleriniz olur mu? Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Çok kolay değil, döndüğüm zaman şunu fark ettim; Yani 15 sene boyunca, mesela o sürede, bir yere, mesela bir toplantıya gidip de işte ben doçentim falan dediğin zaman şüpheyle bakıyorlar, bu kadın kafayı mı yedi falan gibisinden. Başörtülü ve doçent. Çünkü; başörtülü birisine bankalarda bile “imza atmayı biliyor musun teyze?” diye sorulan bir dönem yaşadık biz bu ülkede, öyle değil mi? Onun için çok inandırıcı gelmedi çoğu insana o süreç. Fakat tekrar üniversiteye 118 Kadınlar Akademisi döndüğüm zaman şunu fark ettim; 15 sene çok ciddi bir süre. Biz 28 Şubat’ı yaşarken, bir gün bir şeylerin normalleşeceğini tahmin ediyorduk ama bu kadar uzun süreceğini ben tahmin etmemiştim. Sizler tahmin ettiniz mi bilmiyorum. Bir müddet sonra işler düzelir falan diye düşünüyordum ama 15 sene hakikaten ciddi bir süreç. Şunu fark ettim ben üniversiteye döndüğüm zaman; Benin lisansta bile mezun ettiğim çocuklar şu anda profesör, dekan, rektör. Hayatıma 15 sene aradan sonra tekrar kaldığım yerden devam etmek çok kolay bir şey değil benim için. Bunu kendim için söylüyorum ama öğretmen arkadaşlarımız var bu süre içinde, mağdur olan doktor arkadaşlarımız var. Onlar için de kolay değil. Yani, kariyerinizi bir şekilde bırakmışsınız. Şunu fark ettim; Profesörlük için dosyamı hazırlarken ben bu meselenin benim psikolojimi çok bozmadığını zannediyordum. Bu 15 sene içinde bana sorulsa yani üzüldüm ama o kadar da hayatımı etkilemedi derdim. Fakat şunu fark ettim o dosyamı toparlarken işte benim normal arkadaşlarıma göre yayınlarım çok fazlaydı, iki tane kitabım vardı, birisi Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu tarafından basılmış, Sağlık Ekonomisi diye bir kitabım vardır. O Türkiye'de bu konuda ilk basılan kitaptır. Türkiye'de bu konuda yazılan hiç bir kitap yokken. Şunu fark ettim ben; sanki o kitapları ben yazmamışım gibi tamamen silmişim ne kadar acı çektiğimden. Ve tekrar onları geri kazanmak vakit alıcı bir şey, kolay bir şey değil. Herkesin kariyerini inşa ettiği zamanda siz dışarıdasınız ve tekrar kaldığınız yerden devam etmeye çalışıyorsunuz. Bu çok kolay bir şey değil. Ama Rabbimin bundan da bir muradı olduğunu düşünüyorum. Çünkü; O, zalim değil. Saniye Öztürk Moderatör Efendim, ifade ettiğiniz gibi, Allah'ın yarattığı her şey güzel. Ya bizzat veya netice itibariyle. Tabii olayları yaşarken çoğunun idrakine varamıyoruz belki ama işte geriye doğru okumalar yaptığımızda farkına varıyoruz. Rabbim böyle şeyleri yine de yaşatmasın, zor. Ve biz çok aciziz, sizin de inşallah yolunuz açık olsun. Güzel öğrenciler yetişmesine vesile olunuz. Efendim, unutmadım, söz sizde. …........................ Sevgi hanım bu insanların doyumsuzluğunu, onu dile getirmediniz. Yani azla yetinsinler, daha fazlasını milletin malından, hani gözleri olmasın. Ona değinseniz. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Teşekkür ederim, anlaşıldı. Notlarım arasında o vardı, demek ki onu es 119 Kadınlar Akademisi geçtim kusura bakmayın. Şimdi, benim bir sosyolog arkadaşımın söylediği bir şey var, diyor ki; “12 yaşında bisikleti olmayanın 50 yaşında ferrarisi olsa da doymuyor” diyor. Ben de ona katılıyorum. Hakikaten bizim ailelerimizden alacağımız en önemli şeylerden birisi göz tokluğu. O da ancak hayata verdiğiniz önemle, değerle alakalı. Eğer siz hayatı maddi olarak çok önemsiyorsanız, yiyemiyorsanız, işte çocuğunuza sürekli paradan bahsediyorsanız, belirli doygunluk seviyesine eriştiremediyseniz, o hani “Aileden görme” meselesi, o kaç yaşına gelirse gelsin bir türlü doymuyor. Ben üniversiteden atıldığım zaman şunu fark etmiştim; Gelirle bereket farklı bir şey. Aldığım bir kilo şeyin bitmediğini fark ettim o zaman. Aldığım şey bitmiyor. Şimdi biz Müslüman olarak şunu biliyoruz ki; eğer bu benim kısmetim değilse, ben bunu eve getirsem de bu çürür atılır. Benim kısmetim değilse, öyle değil mi? Onun için, kimin için mal biriktiriyoruz? Bunu en iyi Müslümanların bilmesi lazım. Abdulkadir Al Suyuti grubu var İngiltere'de biliyorsunuz. Onun müritlerinin, İngiliz Müslümanlar bunlar. Müslüman oldukları zaman ilk yaptıkları şey evden buzdolabını atmak olmuş. Çok ilginç bir şey. Yani Allah bize kâfi değil mi de yarın için bir şey biriktiriyoruz? Buzdolabında ne kadar süreyle bir şey saklayabilirsiniz? En fazla bir kaç ay, öyle değil mi? Benim çok sevdiğim bir Hadis-i Kudsi var, diyor ki; “Eğer teslimiyetiniz tam olsaydı, kuşlar gibi ağızdan beslenirdiniz.” Onlar aç bir mideyle çıkarlar ve tok olarak geri dönerler. Kuşların özelliği biliyorsunuz ertesi gün için yuvalarına yem götürmezler. Varsa çıkar alırlar, ertesi güne biriktirme yok. Yani bu biriktirme, tamahkârlık insanlara has bir şey. Bir yanlış kodlanmaktan dolayı olduğuna ben inanıyorum. Onun için belki çocuklarımıza en önemli verebileceğimiz şey, o hani maddeye verecekleri önem, hayata verecekleri önem onları doğru bir şekilde zihinlerine kazımak ve göz tokluğunu, o tok gözlülüğü aşılamak. Yoksa hiç harcayamayacakları servetler edinirler, onlar için vakit harcarlar ve hep şunu da örnek veririm; biliyorsunuz bizim dönemimizde, benimle eşit yaşta olanlar bilirler, Şah Rıza Pehlevi'nin tuvaletleri bile altındandı ve ölecek ülke bulamadı. Biliyorsunuz hiçbir ülke kabul etmedi. Uçağa koyuyorlardı, hasta hasta oraya gidiyordu, oradan başka bir ülkeye gidiyordu. Feci bir son oldu biliyorsunuz, öyle değil mi? Onun için bizim bir kere bize ait olmayan şeylerin peşinde koşmamamız lazım. …....................... Hocam ilk başta size hoş geldiniz diyorum. Başörtüsünden laf açıldığı için onu sormak istiyorum. Normalde başörtüsü yerine çarşaf gerekiyor. Güzel bir şekilde giyiniyoruz. Günah diyorlar. 120 Kadınlar Akademisi Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Onu bilmiyorum. Onu ehline sorun. İlahiyatçılara sorun. Ben sadece yapmaya çalışıyorum. Ben de böyle giyiniyorum. ..................... Hocam hoş geldiniz. 2000 yılında gazi ablası oldum. Stresim var kusura bakmayın. Ankara'da pazar günü bizi misafirhaneye almadılar. Kız kardeşim gurbetten geldi. Kardeşim gazi idi. Hastanede yatıyordu. Başörtümüz yüzünden bizi Ankara'da GATA'ya almadılar. Biz komutanlarla çok mücadele ettik, sabaha kadar uyumadık. Ya Rabbim dedim, o kadar değerli hanımlar olsun ki, bize baksınlar, şaşsınlar dedim. O tarihten beri sizler gibi hanımları gördüğüm, seyrettiğim zaman ağlıyorum. Belki dikkatinizi çekmiştir. Rahatsız ettim, özür dilerim. O günkü komutanlardan çektiğimizi anlatmak mümkün değil. “Toplu iğnenizi çıkarın düğüm atın” dediler. Dedim ki; Top mu, tüfek mi bu toplu iğne? Ne olursunuz? Paramız var otele de gidebiliriz ama bizim namusumuzdan siz sorumlu değil misiniz? Dedik. “Başörtünüz var, sizi içeri alamayız dediler. Gittik kız kardeşimle beraber, mücadele, mücadele girdik, annem de bilmiyor bu anlattıklarımı, burada duyuyor ilk defa. Yaralarım tazelendi kusura bakmayın. Şimdi gazinin 4 tane oğlan evladı var. Gelinimden Allah razı olsun, o da benim yolumun yolcusu. Çok değerli gelinimiz Allah ondan da razı olsun. Sizin gibi hanımlardan da razı olsun. Ben de yetiştiremem korkusuyla iki evlada sahip oldum, daha da isterdim evladımın çok olmasını. 27 yaşında ekonomi okudu Fatih Üniversitesi'nde. 18 yaşında kızım var, gelemedi. Onun için sizi kameraya çektim, evde doya doya tekrar dinleyeceğim hocam. Ayağınıza sağlık hocam. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Çok teşekkür ediyorum. Sağ olun. Başka sorusu olan? Geride bir hanımefendi var. Peki, son soru olsun o zaman. Son soruyu alalım, toparlayalım efendim. …........................... Hocam, şimdi benim bir tanıdığım var. Kendisi evli, çocukları da var. Sizin anlattığınız konuya vakıf ve fazlasıyla da uyguluyor. Ama karşı taraf eksik, yani eşi tarafından bir eksiklik var. Bunu karşı tarafa nasıl aktarabilir? Sizin söylediğiniz şeyleri zaten kendisi fazlasıyla uyguluyor. Ama bunu eşi tarafına, nasıl aktarabilir ki, o bilgiyi nasıl verebilir? Çünkü biliyorsunuz, çocuk yetiştirmek tek taraflı olmuyor. Burada tamamen bayanlar var, bayan ağırlıklı ve buna eşinin nasıl destek vermesi gerekiyor. Ya da kendisinin anlaması için. Hani siz bu bilgileri siz bize veriyorsunuz ama kadın bunu nasıl eşiyle paylaşabilir? Eşi bu konuda eksikse 121 Kadınlar Akademisi bunu eşine en doğru şekilde nasıl aktarabilir? Şu anda biz burada 2 saatse iki saat duruyoruz. Buna en azından biz bir vakit ayırıyoruz. Ama bunu karşı taraf, eş, mesela işten geliyor, bunun için bir ömür paylaşıyor. Çocuk yetiştirmek de tek taraflı olmuyor. Doğal olarak bu kadını yorar. Nasıl paylaşmak lazım? Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Güzel bir soru, teşekkürler, sağ olun. Buyurunuz efendim. (Hayat zaten en fazla kadınları ve anneleri yoruyor.) Öyle çok kolay bir şey değil. Ancak sabırla burada öğrendiklerini anlatarak, öyle değil mi? Başka yolu yok. Bir de zannediyorum belediyeler de çok açıyor. Şimdi “Ana-baba Okulları” var. “Evlilik Okulları” var. Ben bunun çok elzem olduğuna inanıyorum. Fakat siz ne kadar ana-baba okuluna giderseniz gidin, ana-baba düzgün bir ailede yetişmediyseniz yapabileceğiniz çok fazla bir şey yok. Bu tabii ki hiç bir şey yapmayalım anlamına da gelmiyor. O okullara gideceğiz. Kolay değil, sorumluluklarını üslenmek, eş sorumluluğunu üslenmek, ana-baba sorumluluğunu üslenmek. Bunları ancak belki öğrenerek, eğer aileden görmediyse, bir şekilde telafi edebileceğini düşünüyorum. Tamamdır zannediyorum, değil mi? Saniye Öztürk Moderatör Efendim çok teşekkür ediyoruz. Hocam sizi bırakmıyoruz. Gerçekten belediyelerin bu anlamda çok çok güzel hizmetleri var. Duyurularımız var çok önemli. Hemen onu söyleyeyim. Sonra çiçek takdimi ve kitap takdimi olacak. Ve şimdi efendim. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Hanımefendi'ye gerçekten kendi adıma çok çok teşekkür ediyorum. Çünkü bazen mesleğimiz gereği, işte akademi adına, farklı şekilde çalışmalar adına asıl olanları, anneliği, babalığı ihmal edebiliyoruz. Onu ihmal etmeden, aslında hiç unutmadan üretmek çok mutluluk verici, memnuniyet verici. Çünkü, Sevgi Hanım'ın da konuşmasının arasında ifade ettiğinde, “emanet” emanet de öyle şunun bunun emaneti değil, Allah'ın bir emaneti nazarıyla baktığımız zaman zaten farklılaşıyor bakış açılarımız o zaman farklılaşıyor. Bunların hatırlatılmasına ihtiyacımız var. Çünkü; günümüz insanının zaten çok şeyi var, öyle değil mi efendim? Hatırlamamıza vesile oldukları için sağolsunlar varolsunlar. Çiçek takdimimiz olacak. Lokman Başkanımızın eşi hanımefendi, Emine Çağırıcı Hanımefendi'yi buraya almak istiyoruz. Yine Dürdane Öztürk Hanımefendi'yi de buraya davet edeceğiz Efendim. Hemen akabinde de Yavuz Subaşı Başkan Yardımcımız kitap takdimlerini yapacaklar. Buyurunuz efendim. 122 Kadınlar Akademisi 123 Kadınlar Akademisi Mart 2014 Bilişim Teknolojilerinin Etkin Kullanımı ve Hayatımıza Etkileri Prof. Dr. Yıldırım Üçtuğ Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü 124 Kadınlar Akademisi 125 Kadınlar Akademisi Nisan 2014 Kent ve Kentlilik Bilinci İhsan Aktaş Saat: 15:00, ucunu sizin tercihiniz doğrultusunda açık da tutabiliriz. Ben 17:00 gibi bitirmek istiyorum doğrusu, yani, beraber istişare ederek. Sunum biraz interaktif olsun istiyorum. Yani sorularla zenginleştirelim istiyorum. Sunumu mümkün olduğu kadar kısa tutmaya gayret edeceğim. Not alabilirsiniz, Benim vereceğim rakamların sizin için faydalı olabileceğini düşünüyorum açıkçası. Bir konferans havasından daha ziyade seminer tarzında düşünüyorum. Çünkü; buradaki aslolan işte karşılıklı bilgilenmek amaçlı olduğu için burada daha ziyade not alıp karşılıklı soruyla ben sizden istifade edeceğim, siz benden istifade edeceksiniz inşallah. İnteraktif olsun diye. Özellikle sohbetimizin konusunda, 1. bölümde ekonomik verilerle ilgili, bu verdiğim rakamlar, tamamen küsuratlarından da anlaşılacağı üzere resmi rakamlardır. Bunu ayrıca ifade etmekte fayda görüyorum. İstediğiniz yerde gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. Faraziyeler üzerinde konuşmayacağım. Yani, yuvarlamayacağım da, olduğu gibi rakamları size vermeye çalışacağım. Öncelikle tabii, ülkemizin yönetimiyle ilgili, ekonomi boyutuyla ilgili sizlerle bazı verileri paylaşmak istiyorum. Burada işte 2002 yılında ne idi, 2013 yılına geldiğimiz zaman, daha doğrusu 2014 yılının bu günlerinde neredeyiz? Bununla ilgili çeşitli kıyaslamalar vereceğim. Sık sık Bağcılar'daki hanım kardeşlerim biliyorlar, Ziraat Bankasından, Halk Bankası'ndan ekonomik verilerden zaman zaman büro açılışlarında veyahut ta diğer sohbetlerde söylüyorum. Mesela; Özellikle kamu bankalarıyla ilgili, bugünün gündemi olduğu için söylüyorum, kamu bankaları Ak Parti İktidara gelmeden önce Ziraat Bankası'nın batık kredi oranı, 2002 yılından bahsediyorum,% 11.7 Ziraat Bankası'nın batık kredi oranı. Halk Bankası'nın % 48.8, temettü faizleriyle beraber % 95. Bunları niye ifade ettiğimi söyleyeceğim. Vakıf Bank'ın da batık kredi oranı; % 24.2. Şu anda gelinen nokta itibariyle söylüyorum; Halk Bankası ve Ziraat Bankası'nın ki % 3 batık kredi oranı. Vakıf Bank'ın ki de % 3.7. Özellikle buradan niye ifade ediyorum? Çünkü; daha önce ahbap çavuş ilişkisiyle verilen krediler, yani işte milletvekillerinin, siyasi iradenin vesaire işte birbirlerini tanıdık insanların krediler verildikten sonra geriye dönüşü olmuyordu kredilerin ve kamu bankaları da her sene zarar ilan ediyordu. Bu dediğimiz zararlar da çok ciddi rakamlar. Mesela: Kamu bankalarının o günün şartlarında, yani 2002 şartlarında görev zararı; 117.2 milyar. Yani 117.2 katrilyon. Bu görev zararını ödemek de 2002'den sonra iktidara geldiğimiz için bize nasip oldu. 117.2 milyar ne demek? Türkiye'nin 2014 bütçesindeki yatırıma ayrılan 126 Kadınlar Akademisi para öz kaynağımızdan 40 milyar lira olduğunu düşünürseniz, 40 katrilyon olduğunu düşünürseniz, yani bizden önce 2014 bütçesine ayrılan paranın neredeyse üç misli sadece kamu bankalarının zararına para ödüyordu bu millet. Daha sonra tabii bu 117.2 milyar ödeyen hükümet, kamu bankalarından bırakın zarar etmeyi, bu 10 yıllık süreçte kamu bankalarına, hazineye aktarılan para 31.530 milyar. Yani 31.5 katrilyon. Bir tarafta görev zararından dolayı 17.2 milyar ödüyorsunuz. Diğer tarafta bu paraları ödedikten sonra 31.5 milyar da kar ettiriyorsunuz bankalara. Şimdi Başbakanımızın, dün de ifade ettiği, bizim de sık sık dile getirdiğimiz, yuvarlayarak konuşuyorum; Halk Bankası'nın o günkü değeri; 1 milyar lira ama bugünkü değeri 25 milyar lira 17 Aralık'a kadar. 17 Aralık'tan bugüne kadar da 9 milyar Halk Bankası'nın değerinde düşüş olmuş. Şu anda 16 milyar. Ama tabii bunlar geçici şeyler. Allah'ın izniyle bunlar da düzelecek. Onun dışında, bankacılık krizi nedeniyle bankalardan alınan para, bu verdiğim rakamlar çok çok önemli, yani o gün için vatandaşların alacağı olan para, bankacılık krizinden önce 111.1 milyar lira. Eski parayla 111 katrilyon. Gene çok ciddi bir rakamdan bahsediyorum. Bu güne güncellediğiniz zaman yıllık olarak, yani yaklaşık olarak 10-11 yılı güncellediğiniz zaman 247 milyar. Bunu da biz ödedik. Vatandaşların parasını da, bunu da biz ödedik. 247 milyar, bu güne güncellediğiniz zaman. Bunları hızlı hızlı geçeceğim. Şimdi, özelleştirmeyle ilgili, mesela en çok size gelebilecek sorulardan özelleştirmeyle ilgili olan kısmı, hani işte memleketi sattılar, batırdılar, yediler, içtiler. Bu tür şeyler geliyor. Bu rakamları bir tarafa yazın. 111 milyar lira Bankacılık krizinden dolayı ödenen para. 117 milyar lira görev zararından dolayı ödenen para. Bunları bir kenara yazın. Yani sadece güncellemeden olan rakam 250 milyar. Yuvarlayarak konuşuyorum. Yani, Türkiye Cumhuriyeti'nin 2014 bütçesine ayrılan paranın 6 mislinden daha fazla. 1986-2002 yılları arasında 16 senede 190 tane KİT satılmış. Kamu İktisadi Teşekkülleri. Kaç liraya satılmış? 8 milyar dolar. 190 tane kit 8 milyar dolar. Bizim dönemimizde, yani 10 yılda, 11 yılda satılan kit sayısı 120 adet. 120 adet kit bizim dönemimizde kaç liraya satılmış? 44 milyar dolar. Aradaki farka bakın; 190 tanesi 8 milyar dolar, 120 tanesi 44 milyar dolar. Bunu da bir tarafa yazın. Şimdi faizlerle ilgili boyutunu da, hızlı geçeceğim, sıkıldığınız zaman, 127 Kadınlar Akademisi bakın ben çok samimi olarak söyleyeyim, hani rakamlar insanları sıkar bazen, işte “sıkıldık” deyin hemen konuyu döndürürüm yani. Faiz ödemeleriyle ilgili. Şimdi son, 1979'dan 2013 yılına kadar olan faiz rakamları var önümde. Türkiye Cumhuriyeti'nin faizleriyle ilgili. 1979'da, ihtilal öncesinde %3 faiz. İhtilalden sonra 81'de % 5. Bundan sonra çıkmaya başlıyor. 84'te % 11.6, 87'de % 17.8, 90'da % 30, siz başını ve sonunu alın, hepsini yazmanıza gerek yok. Sadece bilgi olarak veriyorum bunu. 93'te % 34, 96'da % 43.8, Allah rahmet eylesin o dönemdeki Erbakan hocamızın yani bir yıllık iktidarı döneminde sadece bir düşüş o dönemde vardır. % 32.7'ye düşüyor % 43.8'den, daha sonra 98'de % 43, 2002'de % 43 faiz. Ve 2013'te % 13. Yani son bu yıl. Bu ne demek? Bütçeden faize ödenen para. Yani faiz gideri olarak ödenen paradan bahsediyorum. Yani biz en son, Ak Parti iktidarı olarak aldığımız zaman bu ülkenin gelirinin, yani bütün insanların çalıştığı gelirin % 43'ü faize ödeniyordu. 2002-2003 yılından bahsediyorum. % 43'ü de diğer bir anlamda ifade etmeye çalışayım size; 70 milyon insan çalışıyordu, 43 lirasını 100 bin kişiye veriyordu. Yani bu hep faizciler faizciler diye söylediğimiz, 43 lirasını 100.000 kişiye veriyordu, geriye kalan 57 lira da 70 milyon insana veriliyordu. 70 milyon insanın nesi görülüyordu? Sağlığı bununla görülüyordu, Milli Eğitimi bununla görülüyordu, işte memur maaşları bununla görülüyordu, hatta görülmüyordu, 500 milyon, 1 milyar dolar İMF' den kredi almak için tabir caizse takla atıyorduk. Ki, o günden bugüne aynı şartlarda gelmiş olsaydık, bırakın 10 yılda memur alımını, işçi alımını veyahut ta herhangi bir yatırımı bugün memurumuzun, işçimizin parasını ödeyemez hale gelirdik. Faizler de sadece bunlarda hafızanızda bir rakam olarak kalsın, % 43 bütçeden ödenen faiz şayet 2014 bütçesinde aynı kalıyor olsaydı, 400 milyar bizim bütçemiz, 400 katrilyon bütçenin 175 katrilyonunu faize ödemek zorunda kalırdık. Sadece ve sadece 2014 bütçesinden bizim faizden yaptığımız tasarruf 120 katrilyon. Bunu da lütfen bir tarafa yazın. Toplam 11 senede bizim faizlerden dolayı tasarrufumuz, güncellemeden söylüyorum 642 milyar. Sadece faizlerden bizim hükümetimizin, devletimizin cebinde kalan para. Peki, faizlerden dolayı bütçemizin % 43'ü faize gitmedi. % 30'u cebimizde kaldı şu anda. Daha da devam ediyor. İnşallah sıfırlamak için gayret ediyoruz. Yani, Mayıs ayında Gezi Parkı'ndan önceki oranlara baktığımız zaman, yani resmi faiz oranlarına baktığımız zaman % 4.5'lara falan düşmüştü. % 4.5'lara ki bu Türkiye Cumhuriyeti tarihinde faizlerle ilgili ciddi bir rekordur. Eğer bugüne aynı hızla geliyor olsaydık, bugüne aynı hızla geliyor olsaydık, yani, Mayıs ayında Gezi Parkı olayları olmasaydı, 17 Aralık depresyonumuz olmasaydı, yani bu tür sıkıntılarımız olmasaydı bugün Allahualem, tabii geçmiş geçmişte kalmış ama % 3, % 3.5 gibi rakamlardan bahsediyor olacaktık. Tabii, inşallah önümüzdeki süreçte bunların hep- 128 Kadınlar Akademisi si yine düzelecek. Sadece bakın orada, önümde bir tane daha rakam var. 2002 yılı bütçe harcamasıyla ilgili. 2002 yılı bütçesi bu geçmişte olduğu için sadece bilgi olarak veriyorum. Yuvarlayarak konuşuyorum, 120 milyar lira, 2002 yılı bütçesi 120 milyar lira, bugünkü bütçemiz 400 milyar lira. Yani bir taraftan da bakın bütçeyi bugün 400 katrilyon diyoruz ya, bütçeyi nereden nereye, hani Başbakanımız diyor ya gayr-i safi milli hâsıla işte 230. Şimdi böyle baktığınız zaman 2202 yılı bütçesindeki normal faize ödediğimiz para 52 milyar lira. 52 katrilyon. Bu 100 bin kişiye gidiyordu. 67.9 yani 68 miyarı da 70 milyonun işini görebilmek için yatırımdır, hastanedir, eğitimdir, vs. İşte tanktır, uçaktır, bilmem şudur budur, bunlara. Şimdi faizlerden yapılan tasarruflar nereye gitti? Burada çok basit olsun diye söylüyorum; Oransal veriyorum rakamlar yanıltmasın diye; daha önce mesela engellilerle ilgili, sosyal yardımlarla ilgili herhangi bir fonumuz yoktu doğru dürüst. Bizim engellilerle ilgili, Aile Sosyal Yardım Bakanlığı'nın bütçesi o zaman % 1 küsurdu. Bütçeye ayrılan para yüzde bir nokta küsurdu. O da orada çalışan personelin maaşını karşılamıyordu. Onun için millete bir şey verilmiyordu. Bizim dönemimizde bu rakam % 6.6'ya çıktı. Yani 6.5 misli oransal olarak söylüyorum. Parasal olarak 27 misli. Oransal olarak 6.5 misli, parasal olarak aşağı yukarı 27 misli oradaki bütçe arttı. Onun için şimdi işte engellimize evinde baktırabiliyoruz, engellimize bakana maaş verebiliyoruz vs. Eğitimle ilgili gene aynı şekilde, mesela o gün 2002'de Eğitime ayırılan % 9.41, faize vermediğiniz zaman bütçeyi şimdi ayrılan bütçe % 16.6 eğitime ayrılan bütçe. Yani, % 8 civarında eğitimin bütçesi daha da fazla olmuş. Hani biz diyoruz ya, işte Osmanlı'dan beri 370.000 Osmanlı'daki derslikler dâhil, 90 yılda Türkiye'de yapılan dersliklerin toplamı Ak Parti öncesine kadar 370.000. Ama bizim dönemimizde 11 yılda yapılan derslik toplamı 205.000 derslik. Öğretmen sayısına vurduğunuz zaman bu rakamı, öğretmenle ilgili, bizim o zamanki öğretmen sayımız işte yuvarlayarak konuşayım, 500.000. Beş yüz küsur bin, bugünkü geldiğimiz öğretmen sayısı 810.000 civarında. Yani eğitimin bütçesini de ancak bu şekilde artırıyorsunuz. Bir taraftan derslik yapıyorsunuz, bir taraftan öğretmen sayısını artırıyorsunuz. Gene aynı şekilde Sağlık; % 11'den, parasal şeyleri vermeyeceğim, Sağlıktaki 129 Kadınlar Akademisi rakam % 17'ye çıkmışız. Sağlıkla ilgili ben mesela bir rakam söyleyeyim; sağlık harcamalarına, toplam sağlık harcaması, hatta daha çarpıcı bir rakam vereyim size, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan 76 milyonun harcadığı ilaç parası 2.5 milyar küsur, 2.5 katrilyon civarında. Dershanelere verdiğimiz para toplum olarak bu ilaç parasından daha fazla. Yani dershanelere milletin ödediği para 76 milyon insanın ilaç parasına verdiği paradan daha fazla. Bu da bir tarafta hafızanızda dursun. Zaten zamanımız yeterse dershaneler konusuna gireceğiz. Gene aynı şekilde yatırımlarla ilgili % 6.6'dan % 10'a çıkartmışız yatırımları. Yani o, % 30 faize verilen parayı nereye harcıyoruz? Yatırıma, Milli Eğitim'e, sağlığa, Aile ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na vs. böyle devam ediyor. Peki, yolsuzlukla ilgili, hatta bu rakamları da vereyim size, sanıyorum yine lazım olur. Bizim dönemimizde, yani Ak Parti iktidarı döneminde 260 milyarlık yatırım yapmışız. Öz kaynaktan yaptığımız yatırım. Yani bu 11 yıllık süreç içerisinde. 80 milyar lira Tarım teşviki vermişiz, direkt tarım teşvikine vermişiz. 445 milyar lira ki, battı gözüyle görülen SSK'ya ayırmışız. En büyük parayı ayırmışız bakın. Orada çünkü Kemal Kılıçdaroğlu'nun mirası var bize. Kötü bir mirası var. 445 milyar lira ayırmışız. SSK'yı düzeltmek için verdiğimiz para. Emekliler vs. oradaki sıkıntı. Daha sonra sağlık harcamalarına 425 milyar lira, 400 milyar lira da eğitim harcamalarına. 125 milyar lira da işte bizim sosyal projelerimize, yani engellilerimiz, işte diğer yardımlarımız şeklinde 671 milyar lira da Türkiye Cumhuriyeti'nde çalışan işçi ve personele ödediğimiz para. Buradan geçiyorum en çok konuşulan yolsuzluklarla ilgili mevzu. Bunu lütfen not alın. Bu size sahada en çok lazım olacak şeylerden bir tanesi; 2002 yılında, bu Uluslararası Şeffaflık Örgütü var. Yani, Uluslararası Şeffaflık Örgütü tüm ülkelerdeki yolsuzlukları ölçen bir örgüt. 2002 yılında bu örgüt Uluslararası Şeffaflık Örgütü, Türkiye'yle ilgili ölçümlerini yapmış, Türkiye'yle ilgili diyor ki; o zaman 102 ülke Uluslararası Şeffaflık Örgütü'ne üye. 102 ülke arasında Türkiye 65. sırada. Yani sıralama olarak şöyle söylersek, 3 dilime bölerseniz en kötü 3. dilimde Türkiye. 2013 yılında aynı şekilde bu ülke aradakileri söylemeyeceğim, 2013 yılında yine aynı şekilde Uluslararası Şeffaflık Örgütü yolsuzlukla ilgili ülkelerdeki araştırmasında 175 ülke arasında Türkiye 53. sırada. Yani, üçe bölerseniz en iyi birinci dilimde. “Altımızda kimler var?” Diye sorarsanız, Japonya'dan, Honkong'dan bilmem kime, Bunların hepsi bizim altımızda seyrediyor. Hatta diğer bir araştırmaya göre; İsveç, ABD, Fransa, İspanya ve İngiltere'den daha iyi durumdayız. Yani, dünyanın beşiği olarak görülen, bu yolsuzlukla ilgili. Başka bir araştırma var; Benim İngilizcem çok iyi değil ama İngilizcesi çok iyi olanlar için tam telaffuz edeyim; “PwC (Pricewaterhouse Coopers International Limited)” diye Uluslararası bir denetim şirketi var. Bu da en son 2011’de en son 3.877 kurum ve 130 Kadınlar Akademisi 4.000 kişiyle, 4 bin ayrı kişiyle yolsuzluklarla ilgili bir araştırma yapıyor. Burada da Türkiye % 20 diliminde, yolsuzluğun en düşük olduğu ülkeler diliminde. En yüksekten, en düşük dilim arasındayız. Bunların hepsi Uluslararası şirketler. Operasyonlarla ilgili boyutuna daha sonra geleceğim. Şimdi hep şu söyleniyor; özellikle muhalefetin gerek mecliste, gerekse dışarıda, tamam işte hep Türkiye'den örnek veriyorsunuz, yani sadece 2002 yılında Türkiye'nin hali tamam perişandı, burada verdiğiniz örnekler işte bizimle yarışan Avrupa'yla veyahut ta işte diğer ülkelerle örnekleriniz yok mu? Tabii ki var. Yani en önemlisi şu bakın Ak Parti iktidarının getirdiği; Türk insanının kendisine olan öz güvenini getirdi, en önemli boyut. Şimdi ben konuşmalarımda zaman zaman bunu ifade etmeye çalıştım. Biz İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde 94-99 arasında görevde iken bilindiği için söylüyorum, Başakşehir'e 500 konut yapacak müteahhit veya işte tünel kalıp bilen müteahhit diye 500 konutu herhangi bir müteahhide verdiğimiz zaman al şuna 500 konut yap diye söylediğimiz zaman müteahhitlerin ayakları titriyordu. Bunu çok samimi olarak söylüyorum. Niye? 500 konut yapmış müteahhit yoktu Türkiye'de. Bir de diyorsunuz ki 1.5 -2 senede teslim edeceksin evi diyorsunuz. 1.5-2 senede, bir de şöyle düşünün; 94 yılında, o dönemde kooperatifler milletin paralarını yemiş, insanların özellikle bu tür toplu sitelere veya toplu yapılara karşı güveni yok. Acaba benim param da batar mı diye endişesi var. Ama o günden bugüne bakın çok fazla uzun bir tarihten bahsetmiyorum, 20 seneden bahsediyorum. 20 senede geldiğimiz nokta müteahhitlik sektöründe yapılanları artık herkes gördüğü için Türkiye'den örnek falan verecek değilim, şu anda özel sektör, müteahhitler işte 1.000 konut, 2.000 konut, 5.000 konutluk siteler yapıp satıyorlar. Bunları bir tarafa koyuyorum. Geldiğimiz nokta olarak söylüyorum, dünyanın şu anda 2. büyük müteahhitlik şirketine sahibiz. Yani şirketlerine sahibiz ülke olarak. Çin'den sonra bizim ülkemizin müteahhitleri dünyada ikinci. Ve gene bunu bir tarafa koyuyorum, gene hafızalarda kalsın diye söylüyorum; bizim 1 metre metromuz yoktu. Bırakın metroyu, metrodaki kazıyı yapacak, Sevgi hanım mühendis olduğu için söylüyorum, burada belki mühendis diğer arkadaşlar da vardır, bilmediğim için, şimdi, o zaman Levent-Taksim Metrosu yapılıyor, Yüksel Proje müşavir firma, Büyükşehir'in müşavir firması, biz genç mühendis arkadaşları, bizimle de sözleşmesi olduğu için, genç mühendis arkadaşları tünellerle ilgili kısmında tecrübe kazansınlar diye o firmaya sözleşmeli olarak göndermiştik. Arkadaşlara da ben özellikle tembih etmiştim o tarihte, Türkiye'nin 50 yıllık metro işi var. Bu işi öğrenin, Türkiye'nin geleceği buna bağlı. Şimdi, o günden bu güne 20 seneden bahsediyoruz, şimdi “7 tepe - 7 tünel”den bahsediyoruz. 153 km.'lik tramvayla beraber metromuz oldu. Hızlı trenlerimiz oldu. Yani rüya gibi bir şeyden bahsediyoruz. Bunu samimiyetle söylüyorum. Hani 20 sene önce biz hızlı 131 Kadınlar Akademisi tren denilen bir şeyi, ben ilk defa hızlı trene Avusturya’da Viyana-Linz arasında binmiştim. Bindiğim zaman da dedim ki, ya bu keşke bizim ülkemizde de olsa falan demiştim. Allah yapmayı bize nasip etti. Peki, buradan geçiyorum. Şimdi, asıl kıyaslamalarla ilgili olan kısmında, Avrupa, bakın, ülke ülke hepsinin verileri var da onları tek tek saymayacağım. Avrupa 2008 krizinden sonra neler yapmış? Sosyal harcamalarda bir puan azaltmışlar sosyal harcamalarını. KDV, Akaryakıt, sigara vs. alınan vergileri artırmışlar. Avrupa'nın tümünden bahsediyorum. Kamu çalışanlarının maaşları ya dondurulmuş, ya da düşürülmüş. Kamu yatırımlarını azaltmışlar, bazı yatırım projelerini iptal etmişler. Merak eden olursa listeyi verebilirim. Yani Almanya'sından, Fransa'sından, Portekiz'inden, İtalya'sından, İspanya'sından hangileri ne kadar ne azaltmış, neleri iptal etmiş, bunların hepsi de burada var. Ama sizi sıkmamak için vermeyeceğim. Eğer ki biz Türkiye olarak şu yapılanlardan bir tanesini yapsaydık Türkiye'de halk ayağa kalkardı. Diyelim Almanya 40 bin tane profesörün, askerin işine son verdi. İngiltere, kademeli olarak 2015'e kadar bilmem kaç bin tane insanın işine son verecek. Şimdi, Türkiye ne yapmış? Yine bunları da yuvarlayarak gidiyorum; sosyal güvenlik ve sosyal harcamalar artmaya devam ediyor, emekli maaşları enflasyon üzerinde artmaya devam ediyor. Avrupa'da binlerce memur-işçi işinden çıkartılırken, 2013 yılında 40.000'i öğretmen olmak kaydıyla sadece 2013 yılında 100.000'e yakın memur alımı yapıp, 2014'te de 74.000 memur alacağız. Avrupa yatırımlarını azaltırken, iptal ederken biz hızlı tren, Otoyol, Marmaray, Şehir Hastaneleri gibi büyük projelere hız kesmeden devam ediyoruz. Onlar sağlık harcamalarını azaltırken biz reform yapmaya devam ediyoruz. Avrupa eğitim harcamalarını azaltırken, öğretmenlerin işine son verirken biz eğitim harcamalarına yatırım yapıyoruz ve hızla öğretmen alımına devam ediyoruz. Fatih Projesi de başlı başına büyük bir proje zaten. Avrupa'da bankalar batarken, yüz milyarlarca Euro bankaları kurtarmak için para harcanırken bakın bizim bankacılık sektörümüz dimdik ayakta. 2008 krizinde onlar ne yaptı? Yani 5 senenin sonunda geldiği nokta, neredeyse hemen hemen Avrupa'da yatırım yok denecek kadar az ama bizde her gün yatırım artarak devam ediyor. Ve öz kaynakla devam ediyoruz bir de en önemlisi o. Sadece bir örnek vereyim gene hafızanızda kalsın diye. Özellikle bu, burada tek tek ülkeler yazılı da burayı geçeceğim. Sadece bizim şu meşhur 3. havaalanı var ya, bu havaalanı Türkiye'nin siyasi istikrarı açısından, ekonomik açıdan çok önemli bir veridir. Havaalanının ihalesi Mayıs ayında yapıldı. Mayısta yapıldığı zaman yaklaşık olarak söyleyeyim, 70-75 katrilyondu, yani havaalanının TL cinsinden, Euro ile yapıldı da, TL cinsinden karşılığı 70-75 katrilyondu, bugünkü rakamla güncellersek, 100 katrilyonun üstünde şu anda. Allah yardımcıları olsun. 132 Kadınlar Akademisi Buradan gerçekten samimiyetle dua ediyorum. O işin altına elini koyan müteahhit arkadaşlara dua ediyoruz. Benim tabii mevzuum o değil. Şimdi yerli firmalar, siz bir ihaleye çıkıyorsunuz, ihalenin şartlarında diyorsunuz ki, ben burada 100 milyonun üstünde yolcu taşıyacağım. Bu havaalanı şu kadar para kazanacak. Ve bu ihaleye girenler var mı diye biz teklif ediyoruz devlet olarak. Yani bizim Anadolu tabiriyle “aslı olmayan yaylasında 40 bin koyunum var benim” Ama size hükümet olarak itibar ediyorlar ve bu itibarınıza karşılık geliyor müteahhit firmalar bu işe giriyorlar, işte 75 katrilyon o günün parasıyla parayı veriyorlar, bunlar diyelim hadi hesabı kitabı yapmayı iyi bilmiyorlar, yabancı bankalar bunlara kredi vermek için kuyruğa giriyorlar. Peki, Türkiye'nin öz kaynakla yapabileceği yatırım ne? 40 milyar lira. Sadece havaalanının yatırımı ne? 75 katrilyon lira. Bakın çok önemli bir şeyden bahsediyorum. Yani sizin öz kaynağınızdan fazla insanlar size kredi veriyor. Şehir hastaneleri aynı şekilde. Yani 20 milyardan falan bahsediyoruz işte bu son temelleri atılan şehir hastaneleri. 20 milyar, 20 katrilyondan bahsediyorum. Şimdi, şehir hastanelerini koyun, havaalanını koyun, oto yolları koyun, Marmaray'ı koyun, nükleer Enerjiyi koyun, 22 milyar Euro. Nükleer enerji dediğiniz 22 milyar Euro'dan bahsediyoruz. Bu insanların hepsi Türkiye'deki istikrarı ve ekonomik güvenliğini görmese bunlar, hiç kimse kimseye bir kuruş borç para vermez. Borçlanma ile ilgili boyutuna sonradan değineceğim. İMF, şimdi, İMF'yi tabii çok basit olarak algılıyoruz. İMF'yle ilgili işte 23.5 milyar dolar borcu ödedik, bitti. Hep böyle algılanıyor. Çünkü, kelime olarak telaffuzu da çok kolay. Ama İMF'ye olan borç bir bağımsızlığın sembolü. Bunu unutmamak lazım. Ve 47 sene sürmüş. İlk Stand-by Anlaşması’nı yaptığımızdan 2008'in sonuna kadar 47 sene sürmüş İMF anlaşmaları. Ve her defasında işte ülkenin ekonomisi düzelecek, stand-by anlaşmalarının alt tarafında, onları zamanınızı almamak için okumuyorum, her defasında da ülkenin ekonomisi düzelecek, İMF ile anlaşmalarımız devam edecek, şöyle olmuş, böyle olmuş. Ama 47 sene 19 defa stand-by yapılmış, 19. sunu biz yapmışız. Ve arkasında 47 senesinin İMF ile ilgili, İMF'nin kredi verip de (İMF'den kredi alıp da) bugüne kadar düzlüğe çıkan hiç bir ülke yok, dünyada hiç bir ülke yok. Affedersiniz tasmayı taktıktan sonra sürekli arkasından sürüklemişler. Bakın, 2008 yılının gazete manşetlerine falan bakın, İMF ile 20. stand-by anlaşması yapmadığımız zaman, bütün gazeteler koro halinde şunu yazıyordu; İşte her birisinin kendisine göre başlığı vardı; eğer 2 milyar dolar İMF'den parayı almazsak Türkiye ekonomisi mahvolacak, öleceğiz, biteceğiz. Niye? Mutlaka bu parayı almamız lazım. Kampanya buydu. Ve ekonomik krizin en yoğun olduğu dönemde bir İMF'yi gönderdik. (Başımızdan attık ve ülkemizi boynuna takılan tasmadan kurtardık.) Türkiye'den ekonomik krizin en yoğun olduğu dönemde gönderdik. Ve hamdolsun işte ekonomik bağımsızlığımızı o gün 133 Kadınlar Akademisi ilan ettik. 2013'ün Mayısında da, semboliktir bu, 500 milyon dolar da ödedik, İMF ile ilişkilerimizi bitirdik. İMF'ye de lütfen böyle bakın. Daha sonra, hani hep üretimden bahsedilir. Çıkarlar edebiyat yaparlar. Hâlbuki benim bu bahsettiğim şeylerin hepsi üretimle eş değerdir. Mesela üretimle ilgili, Milli Savunma bizim can damarlarımızdan bir tanesi. 2002 yılında, milli savunmanın % 75'i ithal ediliyordu, % 75, bunu bir tarafa yazın. 2013 yılına geldiğimiz zaman Milli Savunmamızın, yani bizim kendi yerli tankımızdan, topumuzdan, tüfeğimizden işte yer altından, vs. ayrı ayrı saymayacağım, bugün 2013 yılı bittikten sonra, 2013 yılı itibariyle söylüyorum; bizim “Milli Savunma”daki yerli imalatımız % 55. Yani, eskiden bir Kıbrıs Savaşı'na gittiğimiz zaman 1974'te hatırlarsınız, daha doğrusu hatırlayan arkadaşlar vardır, Libya eğer o zaman bize destek olmasaydı, Kıbrıs Savaşına gidemiyorduk. Basit olsun diye söylüyorum. Ama bugün hamdolsun şuna inanın, önümüzdeki 2023'lü yıllarda biz Allah'ın izniyle % 100 demeyeyim ama Milli Savunmada % 100'e çok yakın bir rakama geliriz. Kendi uçağımızı yapar mıyız? Yaparız. Şimdi son bir iki rakam daha verip bu bölümü kapatacağım. En çok size gelebilecek sahalardaki sorulardan bir tanesi; ya işte şunları yaptınız, işte diyelim, hazineyle ilgili borçları ödediniz, bankacılık krizinden dolayı olan borçları ödediniz, işte ne bileyim aklınıza gelebilecek işte 17 bin km. duble yol yaptınız, hastaneleri yaptınız, şunu yaptınız, bunu yaptınız ama Türkiye'yi de borç batağının içine sürüklediniz. En çok konuşacakları şeylerden bir tanesi de bu değil mi? Borçların artırıldığı ile ilgili. Doğru tahmin ediyorum değil mi? Burada net rakam vereceğim, yani net rakam. Siz de bunu kullanabilirsiniz. Önce şeyleri söyleyeyim, en azından siz de kötü senaryoyu bilmiş olun da, yani, karşınıza çıkabilecek olan soruları. Yoksa bende kısa şeyleri var. Avrupa Birliği tanımlı, Genel Yönetim borç stoku, Gayri safi milli hâsılaya oranı, bunu ister yazın, ister yazmayın, 2002'de % 74, Gayri safi milli hâsılaya oranı, 2012'de, şu an en son rakam; % 36. Yani bir defa % 50'nin altında daha düşürmüşüz. Genel borç tanımını, gayri safi milli hasılaya göre. Şimdi size gelen soru şu; 2002 yılında 129.5 milyar dolar kamu ve özel sektörün borcu var, toplamda 129.5 milyar dolar. Ben kötü senaryoyu size söyleyeyim de, hani böyle zorlanmayasınız diye, 2013 yılında kamu ve özel sektörün borç toplamı 367 milyar dolar. Bunun içinde özel sektörün 2002 yılında 42.9 milyar doları, 2013'te de özel sektörün 252.3 milyar dolar borcu var. Şimdi, özel sektör ile olan kısmında, yani “borç yiğidin kamçısıdır” derler. Bizim Anadolu'da bir tabir vardır. Özel sektör şayet, yani özel sektörün borcunu ödeyemeyeceğine dair herhangi bir şey varsa, hiç bir Avrupa veya Amerika veyahut da körfez sermayesi size kredi vermez. Özel sektörün kendi parası var, yani dışarıda kendi mevduatı var, kendi hesapları var, bunun devletle zaten bir ilişkisi yok. Yani, siz tabir caizse siz bana 134 Kadınlar Akademisi Avrupa'da yaşayan birisi olarak kredi vermişsiniz, ben size ödersem öderim, ödemezsem benim devletle ilgili olan bir kısmında herhangi bir al-verim yok. Özel sektörü böyle görün. Yani özel sektörün ayrıca kredibilitesinin olması da üzülecek bir şey değil, demek ki Türkiye Cumhuriyeti'ndeki özel sektörün artık Avrupa'dan çok fazla miktarda borç alabilecek kredibilitesi var. Yoksa ben şimdi gitsem bir bankaya ne yapıyor? Nüfus kâğıdını getir, gayrimenkulünü getir, bilmem neni getir, yani bir kredi vermek için canınızı çıkartırlar. Şimdi geliyorum kamuyla ilgili olan kısmına. 2002'de kamunun yuvarlayarak söyleyeyim, 260 milyar borcu var. Kamunun 2013'ün ikinci çeyreği, rakamları net olarak veriyorum; 2013'ün ikinci çeyreğinde kamunun 532 milyar borcu var. Borç artmış, doğru mu? Şimdi geliyorum kamunun net borç stokuna. 2002'de bunları da vereceğim altına. Kafanız karışmasın diye bunları tek tek veriyorum. 215 milyar kamunun net borç stoku var, 2013'te kamunun 217 milyar net borç stoku var. Niye? Net borç stokundan bahsediyoruz? Hemen söyleyeyim; kamunun varlıkları 2002 yılında kamu mevduatı, yani kamunun parası 11.2 milyar kamunun parası varken, 2013'ün ikinci çeyreğinde 85.6 milyar mevduatımız var bizim. Yani, borcumuz var, karşılığında paramız var. Bunu bir tarafa koyuyoruz. 85.6 milyar. Artı, gene Başbakanımızın sık sık ifade ettiği Merkez Bankası döviz rezervlerimiz. Bizim 2002'de TL'ye çevrilmiş şekliyle söylüyorum; 25.4 milyar lira Merkez Bankası'nda döviz rezervimiz vardı. 2013'ün ikinci çeyreğinde 215 milyar lira bizim Merkez Bankası'nda bizim döviz rezervimiz var, paramız var yani. Kamu net borç stokunun artmamasındaki sebep cebimizde paramız var. Borcumuz var, ama cebimizde de paramız var. İstediğimiz zaman ödeyebiliriz. Ama ödemekle ilgili herhangi bir sıkıntımız olmadığı için ödemiyoruz açıkçası. Var mı borçla ilgili bir sorusu olan? En çok sorulacak soru bu olduğu için. Buyurun. .............................. Yani biz şimdi nasıl açtık derken, tabii 19. stand-by'ı biz yaparken, o anlaşma zaten oraya konmadı. Yani yeniden yapılacak diye bir şartı yok. 19.'yu biz yaptık çünkü. Ak Parti yaptı. Ondan öncesiyle ilgili olan stand-by anlaşmalarının arkadaşlar sıkılmasın diye çok detayına girmiyorum doğrusu da, şimdi bakın mesela; 11 nolu stand-by diyor ki; 1978'de Ecevit Hükümeti imzalamış. İhracatı artırmak, büyümeyi hızlandırmak, sonuç; sorunlar ağırlaştı, durgunluk krize dönüştü, Ecevit ücret ve maaş artışlarını enflasyonun altında yapacağım, Tarıma destek azaltılacak diye taahhütlerde bulunuyor. Zaten o stand-by anlaşmalarındaki o taahhütlerin hemen hemen hiç birisi yerine gelmiyor. Yani, 12.'si var, 13.'sü var... 16.'sı var, 17.'si var, 18.'si var. Önümdeki olanları söylüyorum. Biz stand-by ile 135 Kadınlar Akademisi ilgili olan kısmını, defteri kapattık. 19.'yu biz yaptığımız için kendimize uygun şekilde yaptık açıkçası. Zaten o da çok uzun süreli bir şey olmuştu. Eğer 2005 yılındaki gazetelerden bir tarama yaparsanız, bayağı zor bir anlaşma olmuştu yani karşılıklı olarak. Bunun dışında bir şey daha söyleyeceğim size; “Kamu Net Dış Borç Stoku” bizim geldiğimiz günde, yani rakamsal olarak gene söylüyorum, Gayri safi milli hasılaya oranı 2002'de % 25.2, kamu net dış borç stoku. Bugünü de merak eden var mı? Yani 2013'ün ikinci çeyreğinde; -3.1. Yani azalmış. Borcu da ekonomik şeyleri de böylece kapattım. Buradan soru sormak isteyen arkadaşlar olursa, bunları hızlı hızlı geçiyorum. Çok daha fazla zaman almayacağım. Sadece şunu söylemek istiyorum; dış politikayla ilgili özellikle gene bizim en çok dünyadaki dış politikada söz sahibi olmaya başladığımız zaman, daha doğrusu bölgesel güç olma noktasında çeşitli adımlar attığımız zaman Afrika'da var olmaya, Latin Amerika'da var olmaya, Orta Doğu'da var olmaya başladığımız zaman çeşitli sıkıntılar da beraberinde gelecektir, bunu unutmayın. En önemlisi şu; bakın, hani Ahmet Davutoğlu'nun bazı ifadeleri olmuştu; “Değerli yalnızlık” falan ki, Uluslar arası arenada. Bu “Değerli yalnızlık” sadece mecaz olarak söylenmiş bir sözdür. Hatırlarsanız, Filistin'le ilgili bir oylama oldu. Amerika ve Amerika'yı destekleyenler bir tarafta kaldı, Türkiye ve Türkiye'yi destekleyenler bir tarafta kaldı. Tam ülkelerinin sayısını hatırlamamakla beraber söyleyeyim size, bizi destekleyen ülkeler; 120 küsur ülke bizi destekledi Filistin'in geçici olarak tanınmasında, Yani yalnızlıkla ilgili olan dış politikayla ilgili bir soru gelirse ben size bunun cevaplarını veriyorum. Başka ülkelerden de vereceğim. Aynı şekilde Amerika'nın başını çektiği gruba destek veren ülke sayısı 19 falandı. Ama onların tabii, (Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi) bu 5 tane ülkenin, hani zaman zaman Başbakanımız ifade ediyor; İşte, Dünya 5'ten büyüktür diye, mecaz olarak söylüyor. Dünya gerçekten 5'ten büyük ama şu anda Birleşmiş Milletlerdeki çöreklenmiş olan insanlar, yani o 5 ülke ne yazık ki şu anda, o 5 ülke aşılamıyor dünya tarafından. Ayrıca Suriye'yle ilgili bugüne kadar 3 tane oylama oldu. Suriye'de bizim başını çektiğimiz grup her seferinde yine yuvarlak konuşuyorum. 120 oy aldı. Onların başını çektiği, yani, Rusya'nın, Amerika'nın içinde bulunup da başını çektiği grup 20 tane oy alamadı. Biz dünya çapında yalnız değiliz, bunu bilmenizi istiyorum sadece. Yani, asıl problem de buradan kaynaklanıyor. Sadece bir kaç tane hafızanızda kalsın diye kısa örnekler vereceğim. Burada mesela Rusya'yla ikili ticaret anlaşmalarımızda gelişmeyi şuradan bakarsanız 2009'dan sonrasına sadece, hani Rusya'yla kavgalıyız falan, grafiğe bakarsanız 2012 de neredeyse zirve yapmışız. Rakamlar 34 milyar küsur dolarları bulmuş, 2012'den bahsediyorum. Bunlarla başınızı ağrıtmayacağım, rakamları da söylemeyeceğim. Afrika'da mesela, 2002'de, daha önce 12 tane büyükelçiliğimiz var Afrika'da. 136 Kadınlar Akademisi Şimdi 35 tane büyükelçiliğe çıkmışız Afrika'da, bunların ne anlama geldiğini söyleyeceğim. Tabii Afrika'da bu aşıldıktan sonra, ticaretimizi de 5.5 kat artırmışız. Afrika'yla ilgili olan kısmında söylüyorum. Madem öyle sırayla söyleyeyim; Sahra Altı Afrika'yla ticaretimizi 9 katına çıkartmışız gene aynı şekilde. Latin Amerika'da 11 büyükelçilik açmışız, hiç yokken. Açılmış da ne olmuş? Onları söyleyeceğim. Yine şöyle çok fazla kafanızı karıştırmadan. Dünyanın en çok temsilciliği olan 8. ülkesi olmuşuz. Kimden sonra? Fransa, ABD, Çin, Rusya, İngiltere, İtalya, İspanya'dan sonra 219 tane elçilikle 8. ülkeyiz şu anda dünyada. Hani sık sık konuşuyoruz işte 35 milyar dolardan 153 milyar dolara çıkarttık ihracatı. İhracat kendiliğinden çıkmıyor yani. İşte münasebet kuruyorsunuz, büyükelçilik açıyorsunuz, ticaret müşavirlikleri açıyorsunuz vs. Bu da hafızanızın bir kenarında kalsın diye gene yabancı elçilik sayımızı bu arada, yani totalde % 48 artırmışız dünya genelinde, dış politikada. Bunu da bir tarafa koyduk. Kısaca yine şu operasyonlarla ilgili olan, oradan başlayacağım, ondan sonra zamanımız kalırsa bir kaç konuya daha değinmeye gayret edeceğim. 45 dakika olmuş. Şimdi, önce, arkadaşlar, operasyonlarla ilgili olan kısmında tecrübeli bir arkadaşınızım. Başkasının yaşadığı değil, kendi yaşadığım olayları burada paylaşacağım. Siz algıyla olan kısmında, yani benim anlatacaklarımdan siz kendinize ve bugünümüze uyarlayabilirsiniz. Yani, inşallah faydalı olurum diye düşünüyorum. Şimdi, yıl: 1999. Şu elimdeki yazı resmi ve gizli bir yazı. Bu size nereden geldi? diye merak eden arkadaşlar olabilir. Bu gizli yazının sizde ne işi var? Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na, tabii bu sene TBMM'de bu Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na 28 Şubat'la ilgili olan kısmında çekilen sıkıntılardan dolayı o dönemin valisi, emniyet müdürü vs. o dönemin bakanlarının falan bilgi verirken yanlarında getirip de komisyona bıraktıkları yazılardan bir tanesi. Ben de basında uzun bir süre yer aldı, işte işkenceciyle karşı karşıya geldi falan diye, belki arkadaşlardan bir kısmı okumuştur. Şimdi bu yazı; “Acele, çok gizli tarihi de; 9 Nisan 1999” Kim yazıyor? İstanbul Valisi Başbakan'a yazıyor bu yazıyı. Konu: İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ndeki o dönemdeki yolsuzluklar. Muhatabı kim? O dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, hapisteki Recep Tayyip Erdoğan, bugünkü Başbakanımız. Yazının hepsini okuyacak değilim size. Bugünle ilgili olan kısmını, algıyla ilgili olan kısmını sadece size ifade etmek için söylüyorum. İlk paragrafı okuyacağım. Diyor ki; “Böylece her ay yaklaşık 3-4 trilyona yakın paranın Fazilet Partisi'ne yakın firmalar tarafından havuz hesaplarına aktarıldığını, bu hesaplardan da adı geçen partinin kuryeleri vasıtasıyla paranın partiye ve Recep Tayyip Erdoğan'a gittiğini içeren dosyanın araştırılması istenmiştir. 16 Şubat 99 tarihinden itibaren, yukarıda özetlenen konu ile ilgili emniyet müdürlüğünce 137 Kadınlar Akademisi yapılan çalışmalarda belirtilen konuların büyük ölçüde doğru olabileceği hükmünü veriyor. Devlete ödenmesi gereken vergilerin ödenmediği, ayrıca organize olarak Belbim, İgdaş, Ulaşım AŞ., İstaç, Halk Ekmek, İston ve İsfalt adlı Belediye İktisadi Teşekküllerinin tüm gelirlerinin Vakıflar Bankası'nda açılan bir hesapta toplandığı, buradan da denetimi imkansız kılmak için bir çok hesapta paranın dolaştırıldıktan sonra Fazilet Partisine yakınlığı ile bilinen Firma ve şahıslara aktarıldığı...” Yazı uzun. Sanıyorum meram anlaşılmıştır. Yani, o zamanki bizim Başbakanımız Refah Partisi'nden Belediye Başkanı oldu, daha sonra, refah partisi 28 Şubat sürecinde kapatıldığı için Fazilet Partisi'ne geçildi. Fazilet Partisi'ne geçildiği anla beraber, şiir okuduğundan dolayı Belediye Başkanlığı sona erdi. Bu operasyon başladığı zaman Başbakanımız Pınarhisar'da hapishanede. Biz dışarıdayız. Söylenen rakam, hani bunu devletin aklı başında insanları yazıyor, her ay 3-4 trilyon dedikleri rakam, şimdi ben size bir şey söyleyeyim, yılda 48 trilyon yapar, aşağı yukarı 5 yılda 250 trilyon yapar. Yani hafızam beni yanıltmıyorsa, tam rakam aklımda yok ama hafızam beni yanıltmıyorsa, abartı yapmış olabilirim belki, hani bunu kayıt dışı olarak, sadece bilgi olarak söylüyorum. Bu rakam İETT Genel Müdürlüğü'nün bütçesinden daha fazla bir para. Ve bununla ilgili o zaman da yaklaşık olarak söyleyeyim, 300'e yakın arkadaşımız böyle deli saçması bir şeyden dolayı, yolsuzluk iddiasından dolayı ifade verdik. Yani, daha aşamaları var da oraya sonra döneceğim. Şimdi, o zamanki şartlarda gazete manşetlerini, bugüne çok benziyor da onun için onları size getirdim. “3 Kilit Adam Aranıyor” Bir tanesi benim. Bu çok namusluları, yani burada alt başlıklarında şöyle yazıyor; “Harun Karaca Sahte Pasaportla yurt dışına çıktı” Hâlbuki hiç bir yere gitmedi, hep Türkiye'deydi. “İş Tepeye Çıkıyor” Bunlar sürmanşet gazete başlıkları. “Tayyip'in Çiftliği” “Akbil'de 200 Milyon Dolarlık Pasta” Şimdi bir çete kurulması gerekiyor, çeteyi de kurmuşlar; “Akbil İçin Büyük Operasyon” demişler, çeteyi de kurmuşlar, çeteyi koymuşlar buraya. “İSKİ’den de Beter” Türkiye Cumhuriyetinde yolsuzluktan dolayı iktidar değiştiren tek şey vardır, o da CHP'dir. O zamanki SHP. Yolsuzluktan dolayı iktidar değiştiren tek örnektir. 1989'da bütün demeyeyim de belediyelerin çok büyük bir bölümünü almıştır, 1994'e geldiği zaman İSKİ başta olmak kaydıyla, İSKİ'den mahkûm olmuşlardır, onun dışındaki tüm belediyelerde 94 yılında büyük bölümünü kaybetmişlerdir. Bunu bir parantez olarak veriyorum. “Bizans Entrikası” Bu da sürmanşetlerden, gazetelerin iç sayfalarına girmiyorum. “Ak Bilgilere çete Sorgusu” Bugüne çok benziyor. Bakın burada, belki oradan görünmüyor da dosyalar falan taşınırken resimler, bugüne çok benziyor. Kutulara falan çok benziyor. Bu da herkesin bildiği, “Vay Tayyip Vay!” Yani, bu manşetlerin hepsi o zaman çıkmıştı. Bu “Çorap Söküğü Gibi” Bir tanesi vardı; o zamanki tabii zihniyet olarak, burada yanımda getirmedim, onu ayıkladım. Star Gazetesi, o zamanki Star Gazetesi, bakın 138 Kadınlar Akademisi hiç mübalağa etmiyorum, yazı puntosunun büyüklüğü böyle. Tam şu büyüklükte yazı puntosu. Attığı başlık Tam sayfanın boyunda “Hırsızlar!..” Algıyla ilgili olan kısmını söylüyorum, bunu anlatmak için bunları ifade ettim. Tabii televizyonlardaki o şak şak şeyler hariç, burada onları gösterebilme şansım yok. Şimdi, bunu bir tarafa koyuyorum. Bu sizin hafızanızın bir kenarında kalsın. Bu da metot fazla değişmiyor, 1960 yılı, İhtilalden 6 gün sonra, Hürriyet Gazetesi yine sürmanşetten vermiş. “Polatkan'ın zimmetinde 4 milyon lira çıktı” Hasan Polatkan'ın. Hasan Polatkan, Allah rahmet eylesin, çok ilginç bir figürdür. Yani bunu zaman zaman konuşmalarımda söylüyorum. Alt başlıkta da, şurada; “Ziraat Bankası Kredi Yolsuzluğunda 75 milyon liranın üstünde.” Niye? İhtilal olmuş, mutlaka suçlu bulunmak zorunda. Suçlunun bulunması için de en hassas nokta ne? En hassas noktası milletin, para. Şimdi o günün şartlarında şöyle düşünün; hâlbuki Ziraat Bankası veya başka bir banka, zaten Türkiye'de 1960 yılında 2-3 tane bankadan başka banka yok. Bir de şubeleri de öyle zengin şubeler, bin tane 2 bin tane şubesi de yok. Yani şimdi Ziraat Bankası'nın sayılı şubesi var, işte varsa o zaman Halk Bankası var, buna benzer bir iki banka var. Onun dışında zaten banka yok. Yani herkesin bankada olan parasının miktarı falan da belli. Böyle olmasına rağmen, mesela; Celal Bayar'ın yargılanma şeyi, hesabında 103 milyon lira para bulunduğundan dolayı yargılanıyor. İdam cezası verildi biliyorsunuz, daha sonra hesabında sadece 7 kuruş çıktı. Hasan Polatkan, yani biraz önce söyledim. Bu davalardaki mağdurlardan çok ilginç bir isimdir. İdam cezasının verildiği güne kadar savunma yapamıyor. İdam cezasının verildiği gün diyor ki; “İdam cezası veriyorsunuz, hiç olmazsa savunma yapayım.” diyor. Yani bunlar böyle zalimler. Bilesiniz diye söylüyorum, karşınızdaki durumu. Tabii herkesin bir hesabı var, Cenab-ı Hakk'ın da bir hesabı var. Eğer şayet şu atılan manşetlerle biz azmimizi yitirseydik, gayretimizi yitirseydik burada şahsıma ve diğer arkadaşlarıma yapılan işkencelerden falan bahsedecek değilim. Ama bu azmimizde bu gayretimizde, Başbakanımızın da büyük bir fedakârlığıyla, Rabbim onların hesabını bir tarafa koydu, bizim hesaplarımızı bir tarafa koydu ve bizim hesabımız tuttu. Fazla uzun değil. Yaklaşık olarak 3 sene sonra Allah'a hamdolsun, İşte Başbakanımızı hapse atanlar 3 sene sonra Başbakan olarak iktidarda gördüler. Fazla uzun sürmedi yani; 1999-2002. Ama bunlardan dolayı herhangi birimiz ceza alsaydık, çeteyle ilgili olan kısmından konuşuyorum. Çete, emniyeti suiistimal, kalpazanlık. Bak şimdi suçlandığım şeyler de aklımdan çıktı. Rüşvet vs. ne bileyim 5-6 tane yazmışlardı. O maddelerden herhangi birisinden dolayı ceza almış olsaydık bugün siyaset sahnesinde olmayacaktık. Onların hesabı buydu. Şimdi o ceza dosyası, mahkeme safahatıyla ilgili olan kısmı burada. Bunu niye özellikle söylüyorum? 99'da bu başladı. Bu furya 2001 yılına kadar devam etti, gazeteler, yani sürekli sürmanşetlerden değil 139 Kadınlar Akademisi ama 2001 yılına kadar devam etti. Yani, zaman zaman hatırlatmak yönünden şundan bundan. 2001 yılında bizi içeri aldılar, nezarete aldılar 14 arkadaşla beraber, daha sonra, işkence falan safahatından sonra dava açıldı. Dava açıldıktan sonra bakın, 2002 yılında seçim oldu. 2003 yılının Ocak ayında buradaki dosyada, çünkü orada ifade verenlerin hepsi sanık olarak girmedi bu dosyalara. Onun için diyorum. 300 civarında dedim ama burada 300 kişi yok, o kadar sanık yok. Birinci dosyada 72 kişi var. 2. dosyada da zannediyorum 47 civarında, bir de 3. bir dosya var, ben oraya zorla sanık olmuştum da daha sonra savcılık bana direkt berat verdi, takipsizlik demişti. Çünkü aranıyordum. Aranmanın durdurulması için bir dosyadan sanık olmam gerekiyordu. İfade vermem gerekiyordu. Bütün savcıları dolaştım, hiç bir yerde aranmam yok dediler. Dedim ki; o zaman polis beni niye arıyor? Yani bu manşetlerin çıktığı zamandan bahsediyorum. Çünkü o zaman ele geçirseler o zaman da işkence yapacaklardı. Ondan sonra zorla Eyüp Savcılığına gittim ifade everdim. O dosyadan da savcı beni otomatik olarak çıkarttı takipsizlik vererek. Bu 72 kişi ve 2. dosyadaki 47 kişi 2003'ün Ocak ayında, yani dava açıldıktan yaklaşık olarak iki sene sonra, davanın başladığından 4 sene sonra hiç kimse bu dosyalardan dolayı ceza almadı, hiç kimse. Ama 4 sene sonra. Şimdi, kendimizi aklayana kadar 4 sene geçti. Ama siyaset sahnesi durmuyor. Şimdi, bu insanlara ne lazım? 3 ay lazım. Niye? Seçim dönemi şu anda. Seçim dönemi olduğu için, seçim döneminde şimdi sizin yazdığınız her şey bir geçer akçe ifade ediyor. Ak Parti'nin oyunun düşürülmesine sebep olacak. Ama bu millet buna Müsaade etmedi. Yani, bu millete ne kadar şükranlarımızı sunsak, ne kadar teşekkür etsek, yani ne yapsak azdır. Bunu açık yüreklilikle söylüyorum. Yani bizim göğüslediğimiz gibi millet de göğüsledi. Şimdi, 3 aylık seçim süreci var, manşetler devam edecek, bunlar da devam edecek. Ben başka bir cepheden bakayım. Biz o zaman 4. senenin sonunda hiç kimse kalmadı. Bizden peki dönüp, gazetelerin köşe yazarları dâhil, ya arkadaş kusura bakmayın, biz böyle bir hata yaptık diyen olmadı. Bu gazete manşetlerini atanlar da özür dilemedi. Veya bize bu yazıyı yazan vali veya bakan veya başbakan veya işte aklınıza ne gelirse, emniyet müdürü şu bu, hiç birisi de bizden özür dilemedi. Ama o 300 kişi, ailesi, çoluğu çocuğu, yani aklınıza gelebilecek böyle zenginleştirirseniz, ondan sonra etrafı, akrabası, eşi dostu, aklanana kadar hep boynu eğik gezdi. Yazık, günah değil mi? Ve siz bir oyun yapıyorsunuz, bu oyunun karşılığında ne yapıyorsunuz? Karşınızdaki insanların, mağduriyetlerini falan düşünmeden başlıklar atıyorsunuz. Şimdi hesap bu hesap. Polatkan'ı da astılar aynı zihniyetle, o da farklı bir şey değildi. Bizim ülkede dürüst çalışanları ya asıyorlar, ya da hapse atıyorlar. Bunu da bir tarafa koyuyorum. Şimdi, özellikle geliyorum güncel konu; şimdi güncel konularla ilgili, hukuki olan kısmı da belki avukatlar falan vardır içinizde, ben avukat olmadığım 140 Kadınlar Akademisi için o bölümüne fazla girmeyeceğim. Ama kendi tecrübelerimle ilgili olan kısmı sizinle paylaşacağım. Yani savcının yapmış olduğu takibatla ilgili olan kısmı, işte ne bileyim, bizim torba yasa çıkarttığımız gibi, torba operasyon yapması, bunların birçoğunun hukuka aykırı olduğu konuşuluyor. Ama onun ötesinde, operasyonla ilgili olan kısmında ben sadece karşılıklı olarak ilk gün duyduğum zaman da aynı şeyi savundum. Biz, şunu da çok açık yüreklilikle söyleyeyim; eğer ki, herhangi bir arkadaşımız, herhangi bir arkadaşımızın çocuğu veya kim olursa olsun, gözümüzün nuru olsa değişmez, böyle bir yani yolsuzlukla ilgili olan kısmında bir şey yapmışsa tabii bunun cezasını çekmesi en doğal olarak hakkımız. Bunu arzu eder ve isteriz. Ama bu manşetlerle olmaz. Zaten şöyle söyleyeyim size; bu operasyonların başladığı gün HSYK' nın yayınladığı bir bildiri var 13 kişinin imzaladığı. HSYK' nın bu bildirisi, 27 Nisan e-muhtırasından daha farklı bir şey değildir. O da devlete karşı yapılmış olan bir şeydi, e-muhtıra, bu da aynı şekilde devlete karşı yapılmış bir muhtıraydı. Ama biz bunun altında 27 Nisan'da da kalmadık, bugün de kalmadık. Bunun altını çizerek söylüyorum. Ayrıca, operasyonlar, yolsuzluk operasyonları ülkelerin huzuru için, ülkelerin emniyeti için, ülkelerin, insanların mutluluğu için yapılır. Niye? Onların herhangi bir hak kaybı olmasın diye. Ülkelerin ekonomisi tarumar edilmek için yapılmaz. Bunun altını çizerek söylüyorum. Ülkenin ekonomisi tarumar edilmek için yapılmaz. Bir örnek vereyim size; Diyelim bu operasyon doğru. Misal söylüyorum, böyle gerçekten Halk Bankası'nın Genel Müdürü 4.5 milyon dolar rüşvet almış, başka bir cepheden bakıyorum, lütfen ona göre anlayın. Artı iddia edildiği gibi Muammer Güler'in oğlu, Zafer Çağlayan'ın oğlu, abartarak söylüyorum, 5 milyon dolar para almış. Doğru mu? Doğru varsayın. 10 milyon dolar yapar. Allah aşkına ülkenin şu anda bu yapılan kampanyalardan dolayı ettiği zarar 120 milyarın üstünde bir paradan bahsediyoruz. Yani, şimdi yanlış hatırlamıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa, 17 Aralık Operasyonundan önceki gün borsa 75.000'in üzerindeydi. Bugün biraz önce gelirken şöyle bir baktım 63.500, 63.800'lerde falan. Dövizi falan koymuyorum onları artık takip edemez oldum. Şimdi, bir ülkedeki operasyon şayet, yolsuzluk operasyonu olsa ülkenin genel ekonomisi bu kadar tarumar olur mu? Veya TIR'la ilgili olan kısmında, bakın yaklaşık olarak 2011 yılından itibaren bizim Suriye'ye tırlarımız gidiyor. 2011'den beri gidiyor. Yani bugün yarın gitmiyor. 2011'den beri TIR'larımız gidiyor. Çünkü, yani normal şartlarda bizim 900 km.'lik sınırımız olan bir bölgede, yani işte zaman zaman televizyondan siz de şahit oluyorsunuz, oradan havan topu atıldığı zaman bu tarafa düşüyor, buradan bir taş attığınız zaman o tarafa düşüyor. Bizim 900 km. Böyle sınırımız var. Ve orada kardeşlerimiz yaşıyor, akrabalarımız yaşıyor, bizim onlara yardımcı olmamızdan daha doğal bir şey de kimse beklemesin bizden. Kaldı ki, biz bugüne kadar Bosna'dan gelen Müslümanlara yapmışız bunu, Irak'tan 141 Kadınlar Akademisi gelenlere yapmışız, Afganistan'dan gelenlere yapmışız, Yunanistan'dan gelenlere yapmışız, Bulgaristan'dan gelenlere yapmışız. Yani elimizden ne geliyorsa, gücümüz neye yetiyorsa yapmışız. Şimdi, Suriye'den gelenlere elimizden geldiği kadar burada yardım yapmaya çalışıyoruz, artı oradaki kalanlar, yani buraya gelmeden orada yardım yapmamız bizim için çok daha doğal. Yani, orada yaşama şansları varsa. Çok daha doğru. Çünkü; buraya geldiği zaman çok daha büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya kalırsınız. Çünkü; onların çocuklarını okutmanız lazım, her şeyini yapmanız lazım. Şimdi burada görüyorsunuz, özellikle Bağcılar'da ve Başakşehir'de de bayağı yoğun şekilde Suriyeli kardeşimiz var. Ha, bir kısmı ev bulmuş, bir kısmı bulamamış, bir kısmı sokakta kalmış, bir kısmı ben affedersiniz geçenlerde bir arkadaşım mesela bir şey yaptı, çok özür dileyerek söylüyorum; Hanımıyla beraber gidiyorlar, hanımıyla beraber arabada giderken Başakşehir'de oluyor Sevgi Hanım, Suriyeli bir kadın çeviriyor, o da camı açıyor işte, tabii bir şey de anlaşamıyorlar Arapça konuştuğu için, cebinden bir yazı çıkartıyor, bizim arkadaşın eşi yanında, “ikinci bir eş olabilirim” diyor. Evet, yani “sizin ikinci bir hanımınız olabilirim” diyor. Yani bakın, karşımızdaki insana Allah yardım etsin, biz şimdi bazı şeyleri hissetmekte zorlandığımız şeyleri bu insanlar yaşıyor. Ve düşünün ki, çoluğu çocuğu, işte gözünüzün önünde sınırdan geçerken, sınırda görün şimdi. Yani bir taraftan kaçıyorlar, öbür taraftan bomba geliyor, bombaya yakalanan ölüyor, bu tarafa kaçabilen kurtuluyor. Yani, manzara bu. Onun için biz burada oturduğumuz yerden çok kolay konuşuyoruz. TIR niye gidiyor, niye gelmiyor, ya vicdansızlar şimdi oradaki 11.000 kişinin gördüğü işkenceyi ki bu sadece basına yansıyan kısmı. Yani şöyle bir düşünün; Yani, o resimdeki bir insan kaç günde, kaç ayda o hale gelir, kemikleri sızlar? Yani kemikleri o vaziyete nasıl gelir ya? Yani, şimdi siz bunu seyredeceksiniz, dünya seyredecek ve biz hiç bir şey yapmayacağız. Yanımızdaki insanlara. Kusura bakmasınlar, o TIR'da her şey de olur. Neyse bu bölümünü geçiyorum. Şimdi operasyonlarla ilgili, bir tarafta para kutuları var, bir tarafta para kasaları var, bir tarafta yatağın üstünde serilmiş paralar var. Şimdi, ben en çok şuna üzülürüm, bir şey vardır, sakın yanlış anlamayın da, Çerkezlerde at çok makbuldür. Onlardaki bir adet de söylenene göre, belki yanlış bilgi sahibi olabilirim, asıl söyleyeceğim tabii o konu değil, eğer bir Çerkez diğer bir Çerkez'den atı çalarsa, at onun oluyor sahibi olarak. Bir gün işte, bir tanesi birinin atına göz koyuyor, atı da bir türlü alamıyor. O atı da almak istiyor. İşte adan köyden çıkmış, pazara gitmiş veya başka bir yere gitmiş her neyse, pazardan dönüşte, bakıyor ki, yolun üstünde birisi yatıyor, tabii doğal olarak, duygularımız körelmeden önce hepimiz böyleydik, yolda kalmışa, düşküne, herkese yardım ederdik. Ama duygularımız körelince artık görmezden geliyoruz. Adam görünce atından iniyor, onun yanına doğru yanaşıyor, 142 Kadınlar Akademisi yanaşır yanaşmaz işte adam o vatandaşla oyalanırken birisi atı arkadan alıyor, atı çalıyor. Adam bağırıyor, diyor ki; tamam at senin, ama Allah aşkına diyor, kimseye söyleme ki, ben hasta numarası yaptım, bu atı çaldım, olur ki bundan sonra yolda gerçekten hasta olan birisine kimse bakmaz. Yani aslolan da şimdi bu. Yani, olur ki, bunu böyle yol haline getirirseniz, kimse kimseye yardımcı olmaz. Bunu söylememdeki sebep şu; şimdi ben açık konuşuyorum, gerek hizmetin, gerekse diğer kursların, gerekse diğer Uluslararası yardım örgütlerinin, yani birçoğunun biliyoruz ki, Çeçenistan'a yardım hangi yolla gidiyorsa, Bosna'ya yardım hangi yolla gidiyorsa, Makedonya'ya yardım hangi yolla gidiyorsa, ondan sonra aklınıza gelebilecek birçok yere, Somali'sinden bilmem nesine kadar, yani bugün belki ismini sayamayacağım kadar ülkelere giden yardım hangi yolla gidiyorsa, bu paralar da aynı şekilde aynı yardımlarla gidiyor. Şimdi benim en çok üzüldüğüm nokta şu; Halk Bankası Genel Müdürünün evindeki bulunan para kesinlikle yardım parası. Ve bu parayı bulanlar da, onu takip edenler de onun yardım parası olduğunu biliyorlar. Bakın, çok net olarak söylüyorum; bunu bilmelerine rağmen böyle bir hainlik yapıyorlar. Biraz önce söylediğim konu oydu. Yani böyle bir yol olur, bir daha kimse böyle bir şey yapmaz (Mazlumlara yardım kanalları kesilir) Çünkü biz biliyoruz ki; Filistin'e kanuni yollardan hiç bir şekilde para gönderemezsiniz. Gönderirseniz İsrail el koyar. Biz biliyoruz ki; Myanmar'a, diğerine, ötekine, berikine işte aklınıza gelebilecek birçok yere, yani hukuki yollardan yardım ulaştıramazsınız. İHH, o zaman şöyle yapacak; Götürüp yardımı Esed'e verecek, paraysa para, yiyecekse yiyecek, “Bunları lütfen dağıtın” diyecek. Ve o da dağıtacak, öyle mi? Veya Bosna'da Allah Rahmet eylesin, geçmişte, o zaman Özal iktidardaydı, İşte Aliya İzzet Begoviç'in askerleri veyahut ta işte komutanları Aliye İzzet Begoviç'e değil de Sırplara yardımları göndereceksiniz, aynı mantıkla baktığınız zaman, Sırplar o paraları veya gönderdiğiniz yardım malzemelerini size (Bosnalı Müslümanlara) verecekler. Bu kadar saf olmamak lazım, kimse kusura bakmasın. Şimdi oraya geleceğim zaten. Ben biraz galiba zamanı da aştım. Şimdi, benim param olsa arkadaşlar, yani eğer evde kasam yoksa o kadar parayı da saklamak istiyorsam, rüşvet de almışsam, bakın çok net konuşuyorum, rüşvet de almışsam, bu para da benimse ben buna gözümün nuru gibi bakarım. Yani ne ayakkabılığa para kutusuyla koyarım, ne de böyle basit bir yere koyarım. Yani evde saklanması gereken en gizli yere saklarım açıkçası. Yani evimde saklamak zorundaysam en gizli yere saklarım. En azından ayakkabı kutusuna veya basit bir yere koymam yani en azından mantık olarak. Ama altını çizerek söylüyorum, bu paranın ne parası olduğunu, onu takip edenler ve bu operasyonu yapanlar biliyorlar. Çünkü; operasyonun içinden size söylüyorum, para kutularını çekin, 4.5 milyon dolar parayı çekin, operasyondan geriye ne kaldı aklınızda? Çekin kutuları, ne 143 Kadınlar Akademisi kaldı aklınızda? Operasyondan hiç bir şey yok. Şimdi burada da bu gazetelerin alt başlıklarını okursanız buralarda bir çok şeyler yazıyor. Mesela diyor ki; adam şimdi ona süs veriyor, bu bizim kendi davamızdan bahsediyorum, diyor ki, bu adamlar o kadar kötü ki, çünkü arkasına önüne bakmıyor kimse, ya, “İETT'nin şoförlerinin maaşları bile ödenmedi” diyor. Gazetelerde yazıyor. Biz o zaman yani bizimle ilgili operasyondu. Hâlbuki namussuz herif, ne ödenmemiş bir şoför maaşı var ne de bilmem ne var. Ama nasıl İETT'de çalışan şoför sayısı, bu işte çalışan 5-10 bin kişi. Ama 70 milyon insana gidip de bu 5-10 bin kişinin duyurma şansı yok ki. Bir de şartlandırma çok önemli. Burada o kadar ilginç şeyler var ki, ben size okusam şimdi, yani zamanımız yok. Kamuoyunu işte bu şekilde kandırıyorlar. Operasyonlar, ayakkabı kutularını çektiğiniz zaman operasyonun hiç bir tarafı yok. Onun dışında, yani, ben ona, Başbakanımızdan çok dinlediğiniz için girmeyeceğim. İşte bu Havaalanı müteahhitleriyle ilgili olan kısmı, işte ne bileyim, 3. boğaz köprüsü müteahhitleriyle ilgili olan kısmı, bunları çok dinlediniz. Onu geçiyorum. Onun için bu operasyonun mihenk taşı para kutuları. Para kutuları da çok bilinçli olarak yapılmış bir şeydir. Onun için bir şey daha söyleyeyim size; benim bu operasyonun altının boş çıkacağına inancım tamdır. Onu ayrıca söyleyeyim. Yani, Allah'ın izniyle kusuru olan varsa, bilmem neyse o cezayı çeksin. Onu hiç savunacak bir halim yok zaten. Ama mesela; Rıza Sarraf'la ilgili mevzuda, kaçırdığım bir şey var mı bilmiyorum, insanlar çünkü şey yapabilir. Rıza Sarraf'ın ailesinin vatandaşlıkla ilgili olan kısmında suçlamaların bir tanesi, parasal suçlamalardan bahsediyorum, işte Çağlayanın oğlu ve Muammer Güler'in oğlu, ikisi de aynı suçlama herhalde, işte onlara vatandaşlık yapmak, vatandaşlık karşısında rüşvet almak, suçlamalardan bir tanesi. Rüşvet olarak 1.200.000 dolardan falan bahsediyorlar yanılmıyorsam. Yani hafızam yanıltabilir ama suçlamanın mahiyeti bu. Şimdi cebinizde 500.000 dolar bir milyon dolar paranız varsa, Amerika'ya gidip vatandaş olabilirsiniz. Rüşvet falan vermenize gerek yok. Türkiye'de de var aynı şey. Şirketi kurarsınız, biz şimdi Türkiye'de özellikle, yani burada ticaret yapmak isteyen, yatırım yapmak isteyen yabancı yatırımcıları teşvik ediyoruz. Kaldı ki gerçekten burada bir ticaret yapmak isteyen bir insan varsa ki bunun birçok örnekleri var, mesela ben sporla çok uğraştığım için söylüyorum, başarılı bir sporcuyu biz hemen vatandaş yapıyoruz, olimpiyatlarda kazandırmak için. Yani olimpiyatlarda ülkemizi temsil etmesi için. Bunu da ben bir kaç tane sporcu yaptım. Başarılı iş adamlarını da ülkemize çekmek için aynı şeyleri yapıyoruz. Yani bunun için de rüşvet vermesine gerek yok. Başka bir şey daha söyleyeyim size. Burada altını çizerek özellikle ifade etmek istiyorum, Rıza Sarraf Türkiye'ye herhangi bir mal satıyor mu? Yok. Türkiye'den herhangi bir mal alıyor mu? Yok. Para transferi yapıyor. Para transferinde peki, Halk Bankası Genel Müdürünü konuşuyoruz şimdi. Çünkü para onun evinde 144 Kadınlar Akademisi çıktı. Halk Bankası Genel Müdürü Rıza Sarraf'ın parasının transferinde diyelim, misal olarak söylüyorum, % 2.5 komisyon almışsa, başka bir Ahmed'in veya Mehmed'in para transferinde % 1.5’mu komisyon almış veya % 5 mi komisyon almış? Böyle bir emsal var mı? Rüşvetin karşılığı nedir sizce? Rüşvetin karşılığı bir menfaat sağlamış olması gerekir. Menfaati de neyle sağlayabilir? Menfaati neyle sağlayabilir Genel Müdür? Şimdi başka bir emsal vardır, bu emsalde para transferi özetle Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin politikası bu da. Para transferi Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir politikası. Pazarlığı yapanlar Halk Bankası'nın Genel Müdürünün dışındaki, diyelim bundan sorumlu kimdir? Ali Babacandır, vesairedir, vesairedir, her neyse. Buraya girmiyorum, Türkiye Cumhuriyeti'nin politikasında para transferinden dolayı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kasasına giren paradan dolayı ne rüşveti verebilir? Niye versin? Zaten bu insanlar bugüne kadar bir şekilde mallarını satıyorlardı. Doğalgazını satıyordu, karşılığında biz bu işten Türkiye Cumhuriyeti olarak para kazanmak için biz bu işi yapalım dedik. Ve ülkemiz bir enerji koridoru olsun dedik. Tamam mı? Yani biz Rıza Sarraf'a ekonomik olarak sağladığımız bir menfaat varsa bize rüşvet verir. Veyahut ta onun verdiği para o zaman rüşvet olur. Ekonomik olarak benim ona sağladığım bir şey yoksa kendi ülkem adına bir şey sağlıyorsam bunun için zaten Rıza Sarraf'ın benim ülkemde harcadığı para nurun ala nur dur. Bunu nereye verirse versin. Bunu da bir tarafa koyuyorum, hafızanızın bir köşesine yazın diye. Şimdi, Fransızlar, Fransız firmasıydı zannediyorum, 1996 veya 97'de, bu metronun elektrifikasyon ihalesini yapıyoruz. Yaptık. Bu gazetelerde manşetlere de çıktı. Şimdi ihale bitti, ihalenin sözleşmesi imzalanacak, o da usulen sözleşme Başkanın makamında imzalanacak, çünkü; İstanbul'un en büyük ihalelerinden biri. O zamanki parayla 300 milyon dolar falan bir şeydi. Şimdi bu rakamlar tabii çok küçük geliyor da, o zaman çok önemli bir şeydi. Çünkü unutmuyorum İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yatırım bütçesi devletin yatırım bütçesinden daha fazlaydı o zaman. O Fransız'a Başbakanımız dedi ki; “Benim hissem ne olacak?” dedi. Pazarlık yapılıyor, sonra imzalar atılacak. Adam işte böyle şey yaptı, geçmiş gün tam hatırlamıyorum, 15 milyon dolar mı, 12 milyon dolar mı öyle bir şey söyledi. Başbakan da dedi ki; İhalenin fiyatından indirin. O zannediyordu ki, Başbakanımız kendi şahsına istiyor parayı. Yoksa yabancı yatırımcıların böyle resmi fonları da var onu da söyleyeyim size. Ondan sonra ihalenin bedelinden düşürmüştük. Bunu da bir anekdot olarak söylüyorum. Şimdi, neticede, yani bu operasyonun komplesiyle olan kısmı, altı boş çıkacağına inancım tamdır. Ben şahsi olarak söylüyorum bunu. Ama bu operasyon iki ay lazım. Başladığı günden bu tarafa bakarsanız, 3-3.5 ay lazım. Ondan sonra operasyonun ne olacağının sürecini zaten kimse bilmiyor. Bir de tabii en önemlisi 145 Kadınlar Akademisi şu; bunu terörle mücadele kanunu üzerinden yapıyorlar ki dallanıp budaklanması gerekiyor. Terörle mücadele kanununda çünkü çete kurmuş olmanız lazım, bu çeteyle beraber bir şeyle yapmış olmanız lazım vs. Terörle mücadele olmasa zaten bu şartlarda içeriye de alamazlar. Terörle mücadeleden dolayı içeriye alıyorlar şu anda. Ben tekrar beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Bir şey daha söyleyeyim size; Sadece bilginiz olsun diye söylüyorum, şu önümdeki gazete Şubat-1961 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi. İhtilalden sonra, burada da o zaman Sular İdaresi, İSKİ'ye bir genel müdür atanmış, 1961 yılından bahsediyorum. Diyor ki; 3 yıldan önce su sıkıntısından kurtulamayız. Yıl;1961. İstanbul'un nüfusu 1.5- 2 milyon. Ve bakın 1994 yılına kadar bu başlıklar atıldı. Allah’a (CC) hamdolsun bu başlıkları da başlıklardan indiren yine biziz. Ben sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. 146 Kadınlar Akademisi Mayıs 2014 MEZUNİYET TÖRENİ -Kadınlar Akademisi Mezuniyet törenine katılan mezunlarından bazılarının duygu ve düşünceleri: -Şimdi, öncelikli olarak İstanbul Üniversitesi'nde olmaktan çok mutluyum. Bağcılar Belediyesi'nin ve Kadın Meclisi'nin çok uzun bir emek sonucunda inşallah Kadınlar Akademisi'nden mezun olacağız. Şöyle söyleyeyim; dün akşam iki serum yedim, bir de iğneyle ama buraya gelmek istedim. Çok mutluyum. Emeği geçen herkese çok teşekkür ederiz. Belediye Başkanımıza, Kadın Meclisi Başkanımız Sümeyra Hanıma. Emeklerinden dolayı ellerine sağlık. -Yani, Akademi çok güzeldi. Bir buçuk yıla yakın gidiyoruz. Gerçekten çok faydalı şeyler yaptık. Hocalarımızı dinledik, onlardan faydalandık. Her ay kendimize bire vakit ayırdık, gittik oraya. Çok güzeldi. Özellikle Kadın Kültür’deki bir programda çok etkilendiğim konu vardı. “Önce İnsan Olmak, Sonra Anne Olmak” konusu vardı. O çok hoşuma gitti. Onu özellikle uyguladım. Yani, çocuklarıma da, zaten büyük kızım da vardı, o da çok faydalandı. Annelik ve insan olmak, yani o konu, beş çocuk annesiyim. O konudan faydalandım. Çok faydalandım. Şule Yüksel Şenler'le tanıştım. Gençliğimden beri onun kitaplarını okuyordum ve tanışmak hayaldi yani, hani bazen bir hayal oluyor ya, orada gerçekleşti. Ve bugün burada İstanbul Üniversitesi'ndeyiz. Cübbe giydim. Kep atılacakmış, fırlatılacakmış, çok mutluyum yani. Dedim ki; kapıda dedim; Türkiye'deki bütün öğrencilerin hayali İstanbul Üniversitesi'ne girmek. Ve biz okumadığımız için gerçekten çok üzülüyorduk. Bugün yani bayağı mutlu oldum. Sanki o üzgünlük gitti, ben de mezun oldum. Özellikle fotoğraf çekmeye çalışıyorum, çocuklarıma falan göstermek için. Çok mutluluk verici, çok teşekkür ederiz bizim Belediye Başkanımıza. -43 yaşında bir ev hanımıyım. 2 yıldır Bağcılar Belediyesi'nin hazırlamış olduğu Akademiye devam ediyorum. Şu anda mezuniyetimin mutluluğunu yaşıyorum. Arkadaşlarımla birlikte iki yıldır her ay akademik olarak dalında ünlü insanlardan akademik bilgiler aldık. Bununla birlikte ben ev hanımı olarak kendimi çok yetiştirdim, çok geliştirdim. Çok çevre edindim. Yani okumanın yaşı olmadığını, hangi yaşta olursak olalım kendimizi geliştirmemiz gerektiğini herkesle paylaşmak istiyorum. Güzel olan şeyleri paylaşmak sevaptır çünkü. Aynı 147 Kadınlar Akademisi zamanda bununla birlikte Milli Kadın Platformu’na başladım. Onunla birlikte hiç okumazken, yaklaşık iki yıldır ben yeni doğmuş gibi hissediyorum kendimi. Sürekli kitap okuyorum. Okuduğum zaman kendimi geliştiriyorum. Kendimi ve çocuklarıma örnek olduğum için ve bir de kültürüme ve gelecekte çocuklarıma, nesillerime güzel şeyler bırakarak örnek olduğum için çok mutlu hissediyorum kendimi. -Ne diyeyim? Çok güzel bir şey. Yani biz ev hanımlarına sağlanan, yani çok güzel bir şey. Ben çok memnunum. İnşallah herkes katılır. Herkes alır. Yani mezuniyeti bir de tadıyoruz ya çok güzel bir şey. Çok memnunuz yani. Ben her şeyinden çok memnunum. Yani, faaliyetleri olsun, gezileri olsun, iş imkânları olsun, biz ev hanımlarını çok düşünüyorlar. Evet, yani çok memnunuz. -Kendim emekli ebe hemşireyim. Bu akademiye katıldıktan sonra yarım kalan üniversite şeyimi de bunun bahanesiyle yazıldım. İnşallah başaracağım. Yani ikinci bir kep giyeceğim, burada tabii ilk olacak. Ben okumayı falan bırakmıştım ki, onlarla beraber okumayı öğrendim. Tabii okuma yazma hepimiz biliyoruz, bütün herkes ama bu şekilde de bir şeyler öğrenmek, hani ufkumuzu daha büyük bir pencereden bakmak. Onun için ben devam ettirdim. Hatta benim küçük oğlum asker şu anda Edirne'de, Ben üniversiteye kaydımı yaptırayım falan diyordum, “Anne ne yapacaksın sen zaten emekli oldun, ne gereği var, başkalarının yerine...” ama herkes kendi yerine giriyor ve benim eşim 8 sene önce öldüğü için şu anda boş kaldım, boş kaldığım için arkadaşlarla tanıştım. Ve işte buralara kadar geldik. Ama üniversiteye inşallah bu sene başlayacağım yani. Bütün arkadaşları, hatta hiç okuma yazma bilmeyenler bile okuma yazmayı öğrensinler. İlkokul, ortaokul, lise, Üniversiteye kadar, hele gençlerimiz okumayı bırakmasınlar. Çünkü; pasif oluyor 148 Kadınlar Akademisi insan. (.....;Tabii örnek oluyorsunuz) İnşallah. Teşekkür ederim. Sağolun. Size de hayırlı işler. -Biz Akademiye devam edenlerdeniz. Ben çok zevk aldım. Kendi alanında mütehassıs insanların geldiği ve bize farklı bakış açısı kazandırdıkları program oldu bu program. Bağcılar'daki kadınlara böyle hizmet edilmesi çok güzel bir şey. Bir açılım sağladılar. Bakış açısı kazandık. Farklı insanları tanıdık. Belki hanımların göremeyeceği bizzat ulaşıp insanları sağolsun akademiyle beraber bize ulaştılar, bize geldiler, biz onları dinledik, onlarla tanıştık, kaynaştık ve birliktelik sağladık. Bir de aynı zamanda kendi alanlarıyla ilgili bizi bilgilendirdiler. Ben zevk alarak devam ettim. Güzel bir programdı hakikaten. Bilgimizi belki hatırlattı, zamanla unuttuklarımızı, zamanla yeni bilgiler kattı bize. Zengin, içerikli, donanımlı bir program oldu. Devamı güzeldi. Yerimiz güzeldi. Her şeyiyle mükemmeldi diyebilirim. Teşekkür ediyorum. -Biz de Akademiye devam edenlerdeniz. Oraya devam etmek gerçekten güzeldi. İnşallah temenni ediyorum ki, insanlar ömür boyu ilim irfanla uğraşır. Bunun değerini bilerek yaşar. Elbette ki işi erbabından uzmanından dinlemek çok önemli. Bu da güzel bir şey. İnsanlara, kadınlara dönüşümü çok güzel. Geri bildirimi çok güzel. Biz fayda sağladığımıza inanıyoruz. İnşallah herkes, faydalı işler yapmak isteyenlerin bu işlerden geri kalmaması gerekiyor diye düşünüyoruz. Biz teşekkür ederiz. -Öncelikle böyle bir programı hazırlayan ve sunan Kadınlar Akademisi adına tüm ekip arkadaşlarınıza, İlçe Başkanımıza, Kadınlar Kolu Başkanlarımıza, özellikle Başkanıma, Saygıdeğer eşine çok çok teşekkürlerimi bildiriyorum. Çok güzel bir çalışmaydı. Bütün çalışmalara katıldık hepsine. İlçemiz için gelecekte böyle programların hazırlanmasını talep ediyorum. Çok güzeldi çünkü. Eğitici programlar aldık. Şu an ne söyleyeceğimi bilemiyorum ama çok güzeldi. Ve aldığım eğitimleri kendi ekip arkadaşlarım, aile dostlarım, yakın arkadaşlarımın hepsiyle paylaştım. Özellikle bir kaç program beni çok etkiledi. Gülsen Ataseven Hanımefendi'nin söylediği bir cümle benim için çok önemliydi; “Bu tür şeylerden biz mi sorumluyuz?” cümlesi benim için çok hassas ve çok ince bir düşünceydi. Ve ben ona saygılarımı bildiriyorum. Özellikle değerli ellerinden öpüyorum. Şule Yüksel Şenler Hanımefendiye saygılarımı bildiriyorum. Figen Es Prof. Doktorumuz devamlı takip ettiğim, izlediğim bir program. Çok güzeldi benim için. Ve bu konuların ileriki dönemde, hatta şöyle söyleyeceğim; biraz ileri gidilecek ama Üniversite aşamasında olursa çok mutlu olacağım. Teşekkür ediyorum. Sunucu - Abdullah Arıdoru Bu güzel günde bizlerle birlikte olmayı tercih eden İlçemizin büyükleri; 149 Kadınlar Akademisi Değerli Kaymakamımız Erdal Çakır beyefendi bizlerle birlikte, Sayın Kaymakamım hoş geldiniz. İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Mustafa Yılmaz Hocamız bizlerle birlikte, Sevgili İlçe Müftümüz Sayın Hasan Hüsnü Sula Hocamız da şu an bizlerle birlikte. Sözü hiç şüphesiz bu kürsülerin en usta isimlerinden olan bir isme bırakacağız ama öncesinde Şehitlerimize, Gazilerimize, M. Kemal Atatürk başta olmak üzere, tüm değerlerimiz için saygı duruşuyla programımızı başlatacağız. İstiklal Marşı okuyarak başlatacağız programı. Bunun için de bütün misafirlerimizi, tüm hanımefendileri, beyefendileri saygı duruşu ve İstiklal Marşımız için buyurun lütfen. ........................................................................................ SAYGI DURUŞU - İSTİKLAL MARŞI .......................................................................................... Bugün mutlu günümüz, sevinç günümüz ama öncesinde ilk yardım konusunu dinleyeceğiz. Bunun için de sözü daha fazla uzatmadan Ben İstanbul Üniversitemizin Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sayın Recep Güloğlu hocamızı alkışlarınızla kürsüye davet ediyorum. Hocam Lütfeder misiniz? Prof. Dr. Recep Güloğlu İstanbul Üniversitesi Rektör Yrd. Değerli hocalarım, kıymetli misafirler, kıymetli hanımefendiler, kıymetli çocuklar, hepiniz üniversitemize hoş geldiniz, şeref verdiniz. Bu kadar öğretim üyesinin karşısında konuşmak benim için zor. Konuşmaya çalışacağım merak etmeyin. Sizleri de sıkmayacağım, yine merak etmeyin. Bizler için kutsalların en kutsalı olan ilk emir; “OKU”. Dolayısıyla okuma yoluna çıkmış olan her insan o yolda bizim için, biz hocalar için kutsaldır, mübarektir, öğrenciler bizim 150 Kadınlar Akademisi vazgeçilmez en önemli değerlerimizdir. Kendi konumla ilgili sizlere çok kısa hayat boyu unutmayacağınız ama mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir kaç öneride bulunup sonra izin isteyeceğim. Kaza nedir? Kaza; ben geliyorum demeyen, telefon açmayan, haber vermeyen, kapınızı çalmayan, aniden, birden bire karşınıza çıkan, ama başınıza bela olan bir olaydır. Her yerde, her an, her şekilde olabilir. Olmaması en büyük dileğimizdir. Hepimiz ama en fazla çocuklar, en fazla yaşlılar, en fazla kadınlar daha çok kazaya uğrayabilirler. Çünkü çocuklar, şöyle bir soru sorsam size; Biz doktorlar insan hayatını, bebeklik, çocukluk, orta yaş, yaşlılık diye ayırırız. Bunun hangisi idealdir? Eğer bizim devam eden bu yolculuğumuz devam etmeseydi, bir yerde durabilseydi Arapça “faraza” diyorlar, olması mümkün değil ama olabilseydi, hangisinde durmak isterdiniz? Hangisi mutludur, tatlıdır? Bebeklik mi, çocukluk mu? Gençlik mi? Yaşlılık mı diye bir düşündüğünüz zaman, her biriniz farklı dönemler sunabilirsiniz bana ama uygulama yapıldığı zaman çocukluğun daha tatlı mutlu olduğunu söyleriz. Ben buna da katılmıyorum. En mutlu hayat anne karnıdır. Dedikodu yok, fitne yok, kaza yok, mikrop yok, Ama orası çok tatlı ben kalacağım diyemezsiniz. Oradan devam etmek, doğmak, dünyaya gelmek, dünyaya geldikten sonra ta ahirete doğru devam etmek zorundayız. Çocuklar bu dünyaya geldikten sonra o dünyayı tanımak isterler. Tanımak için de her yere müdahale ederler ve tehlikeye uğrayacaklarını bilemezler ve başlarına bir takım olaylar gelebilir. Bizim için, biz doktorlar için önemli olan kazaya uğrasın ondan sonra biz tedavi edelim. Bu marifet değil. Bizim hedefimiz ve idealimiz; herhangi bir kaza başımıza gelmeden onu önlemek, bizim için ve sizin için daha akıllıcadır, 151 Kadınlar Akademisi daha kolaydır, daha doğrudur. Bir iş yaparken başınıza olumsuz bir şey geleceğini düşünmeli ve gerekli tedbirleri almalıyız. Nasıl alırız? Örneğin bir yerde bıçak, makas gibi bir şeyler varsa, biz onları kapalı bir yerde tutarsak, eğer bir tuvaletin, klozetin kapağına, bebek olan bir yerde gidip kafasını suyun içerisine sokabileceği yaralanabileceği bir yerden kapatırsak anne resimde gördüğünüz gibi, orta resimdeki gibi uyumaya başlayabilir ama uyuduktan sonra alt resimdeki gibi kendisinin tahmin etmediği tehlikeli bir duruma gelebilir. Dolayısıyla bizim mutlaka ve mutlaka bir takım önlemler almamız lazım. Biz, evde herhangi bir ilaç varsa, kullanmadığımız miadı geçmiş, onu kaldırırsak, temizlik malzemelerini saklarsak, bir hatıramı anlatayım; küçücük bir bebek olan bir evde temizlikçi hanım kezzabı bir bardağa koyuyor, masanın üzerine koymuş, biraz sonra gelip temizlik yapacak. Küçük çocuk, kapı çalındığında kapıyı açmaya giden temizlikçi hanımdan sonra çocuk gelip o bardaktaki kezzabı çok az içiyor. Tabii çocuğun ağzı yanınca koşarak gidip annesini öbür odadan çağırıyor, ağzını ve bardağı gösteriyor. Benim ağzımı bu yaktı diye. Annesi de o bardağın içindekini merak edip tekrar anne de içiyor. Dolayısıyla evinize lütfen temizlik malzemelerini sokarken son derece tedbirli, akıllı, mantıklı, kilitli, yüksekte, rastgele insanların ulaşamayacağı bir yerde tutmanız gerekir. Resimde bir çiçek görüyorsunuz. Bu çiçek, Türkiye'de de dünyada da en güzel ama en ucuz süs bitkisidir. Çok ucuzdur, gerçekten de güzeldir. Şimdi baksak sizin evinizde de vardır. Ama yendiği zaman o insana çok şiddetli bir şekilde toksitle etki yapar ve hayati tehlike oluşturabilir. Bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Bu gördüğünüz resimdeki çiçek, son derece yenilirse çok tehlikeli olabilen bir çiçektir. Evde hepimiz, her yaş grubu yanabiliriz. Çocuklar, yaşlılar, gençler. Yanmamak için bizim önlem almamız lazım. Birinci en önemlisi bu. Ama yanarsak da orayı su ile yıkayarak, hatta bir hekime gitmemiz gerekiyor. Evde elektrikle çarpılmamak için ampul değiştirirken sigortayı kapatmamız ve elektrikçi çağırmamız, bu işi kendimizin yapmaması gerekiyor. Silah çok önemli. Türkiye'nin bazı bölgelerinde bu bir moda. Maalesef ve maalesef silah tutkusu var, seviyorlar silah kullanmayı. Silah aslında dünyada olmamalı, evde olmamalı, caddede olmamalı, dükkânda olmamalı, bazı ülkelerin polisleri de silahsız biliyorsunuz. Ama herhangi bir yerde silah varsa onu mutlaka kapalı, yüksek, kilitli, çocuğun erişemeyeceği bir yerde tutmanız gerekiyor. Aksi takdirde hastanede biz bir takım tatsız olaylarla uğraşabiliyoruz. Resimde gördüğünüz gibi eğer biz otomobilde çocuğumuzu kapalı bir alana alıyorsak, merdiven olan evde önlem alıyorsak, eğer çocuk yüzme bilmiyorsa, onun boğulmamasını sağlayacak bir takım tedbirler alıyorsak o zaman dikkatli 152 Kadınlar Akademisi hareket ediyoruz demektir. Hatta çocuğu beslerken bile özel kendi sandalyesinde beslememiz, çocuklar resimde gördüğünüz o boncuk bilye şeklindeki oyuncaklara sizden daha çabuk ulaşır, sizden daha hızlı onları burunlarına kulaklarına, ağızlarına alırlar ve bir takım sıkıntılı durumlarla karşılaşabilirler. Çocuğunuza oyuncak alırken küçük parçalı değil, büyük parçalı, yumuşak, ona zarar vermeyecek, keskin uçlu olmayan oyuncakları almanız gerekiyor. Bir iç mimar gelip evinizi son derece güzel döşer ve size güzel bir perde, o perdenin etrafına da perdeyi kullanacak bir ip koydurur. Ama çocuk siz evde olmadığınız zamanda, başınızı öbür tarafa çevirdiğinizde o ipi boynuna dolar ve saniyeler içerisinde, dakikalar içerisinde çok ciddi bir şekilde tehlikeye ulaşabilir. Evimizdeki soba gibi, fırın gibi sıcak cisimlerden, sıcak yiyecek ve içeceklerden çocukları kontrollü tutmanız gerekiyor. Sobalar üzerine koyacağınız tencereyi, tavayı çocuğun erişemeyeceği şekilde daha arkadaki ocağa ve sapını çocuğun erişemeyeceği bir yere, eğer imkânınız varsa evinizi yaptırırken prizi aşağıya değil de daha yukarıya, eğer siz kiracıysanız yaptırmanız zor, mutlaka priz kapatıcı, çocuğun içerisine tel vs. sokamayacağı bir şey koymanız gerekiyor. Karanlık bir oda bizi kaydırıp düşürebilir merdivenlerde dikkat etmemiz gerekiyor. Ben bunu yazarken yanlış yazmışım. Ortadaki yaptıkları hata, “yatakta sigara içmeyin” bu yanlış, esrar, eroin, kokain bir kişiyi öldürür ama sigara toplumu öldürür. Sigaranın hiçbir kitapta, hiçbir defterde, hiçbir mantıkta, hiçbir tıpta, hiçbir ekonomik duruşta, hiçbir durumda cevaz verilebilir bir tarafı olduğuna inanmayan, her konuda müsamahakar ama sigara konusunda radikal olan bir kişiyim. Onun için sigara kullanmayın, sigara içmeyin, içenin yanında durmayın, evinize sokmayın diyorum. Düzeltin onu. Bizim ülkemizde bir kültür var; Banyo, tuvalet gibi yerlerde kapıyı içeriden kilitliyoruz. Kendi kültürümüz bu. Bunu şöyle yapalım; içeride bayılırsa bir kişi ona ulaşabilmemiz lazım ilk yardım için. Onun için de, ya içeriden dışarıdan açılır kapanır sistem, ya da, yarım saat oradayım, 15 dakika oradayım diye evdekilere haber verip kapıyı kilitlemeden kullanmayı öneriyorum. Aksi takdirde içeride bir problem olursa biz o kişilere ulaşmakta zorlanıyoruz. Hiçbir kazayla karşılaşmamak isteriz ama karşılaşırsak, lütfen panik yapmadan 112 Ambulansı aramayı çocuklarımıza öğretmemiz lazım. Çocuğumuza yüz on iki diye öğretirsek yanlış anlar, dolayısıyla bunu öğretirken “(1) Bir, (1) Bir, (2) İki,” diye, yardım için “Bir, Bir, Sıfır” diye öğretmemiz gerekiyor. Cebimizde mutlaka bir sağlık dosyamızı taşımamız, kan grubumuzu, şeker hastası, tansiyon hastası, şu hastası, bu hastası, kalp pilim var vs. diye. Evimizde, iş yerimizde, odamızda küçük bir ecza dolabı bulunması gerekiyor. Şu anda olduğu gibi ilk yardım derslerini kurslarda öğrenmemiz gerekiyor. Dünyadaki bazı ülkelerde herkes bu kursu mecburen alıyor ve ülkede bir alarm verildiği zaman 2 saat 153 Kadınlar Akademisi içerisinde herkes bu şekilde afete hazır hale gelebiliyor. Biz alışmadığımız bir ses duyarsak, alışmadığımız bir koku duyarsak, alışmadığımız bir davranış görürsek, o insanda ciddi bir ilk yardıma ihtiyaç olduğunu hemen anlamamız gerekiyor. Bir de bir yerimiz yanarsa, orta resimde gördüğümüz gibi hemen akan çeşme suyuyla yıkamamız yeterlidir. Buz koymayın. Bir de yanıkta çok yapılan hatalar var. Yanığa zeytinyağı sürüyorlar, zeytinyağını yemekte kullanın, yanığa diş macunu sürüyorlar, diş macunuyla dişlerinizi fırçalayın ama bu yetmez, diş ipi de kullanın vs. Bu konuda bu gibi şeylerin yanıkla bir ilgisi yok. Yanık için yapmanız gereken yanık ilacı sürersiniz, doktora gidersiniz, eczaneye gidersiniz. Elektrikle oynamamanızı önermiştim. Bunu geçiyorum. Bu resim güzel bir resim. Bu çocuğa elektrik çarpmış, anne gidip dokunursa anneyi de çarpar. Dolayısıyla ancak elektrik geçirmeyen bir plastik, bir tahta gibi bir cisimle çocuğu elektrikten ayırdıktan sonra ilk yardım yapması, eğer nefes almıyorsa ağızdan ağza suni nefes, kalbi çalışmıyorsa da kalp masajı yapması bildiğiniz gibi gerekir. Bunun kursunu almanızı hepinize öneriyorum. Bir yere elinizi, ayağınızı bir yerinizi çarparsanız deri altı kanama olur orası morarır. Bu 10 gün kadar sürer, daha sonra sararır ve geçer. Bu durumlarda lütfen ağrı kesici alın, buz koyabilirsiniz, bir poşete buz koyup koyabilirsiniz. Eğer parmağınızı kapılara sıkıştırdıysanız dayanılmaz ağrı olur, çok şiddetli ağrı olur. Güçlü bir kaç tane ağrı kesici almanız gerekiyor. Bu durumda parmağınızı aşağı koymayın, yukarı da koymayın, kalp seviyesinde tutarsanız daha doğru bir yaklaşım olur. Yaralanma durumlarında mikrop öldürücüleri kullanabilirsiniz. Ben size bunları öneriyorum. Çok kuvvetli bir darbe alırsanız, bu taraftaki omuz çıkmış gördüğünüz gibi, kaymamanız gerekiyor, düşmemeniz gerekiyor. Eğer temizlik yapıldıysa merdivende, şurada burada söylemeniz gerekiyor, temizlik yapıldı, ıslaktır, kaymayın, düşmeyin vs. şeklinde bilgilendirmeniz gerekir insanları. Kafanıza bir şey düşmüşse veya bir şey çarpmışsa bulantınız, kusmanız, göz kararmanız, baş dönmeniz varsa mutlaka ve mutlaka acile gitmeniz gerekiyor. Eğer bir tarafınıza bıçak, çivi, demir parçası gibi sivri bir cisim saplanmışsa siz onu çekmeyin, hastaneye götürün, onu hastanede bizim çekmemiz gerekir. Baygın bir insan görürsek derhal 112'yi (Bir, Bir, İki) arayarak ilk yardım isteyin, başkalarından destek isteyin, orayı açarak havalandırın. Eğer şofbenden, ocaktan bir kaçak var mıdır diye kibritinizi, çakmağınızı çakıp kontrol edecekseniz önce vasiyetnamenizi yazmanız gerekir. Yoksa orası havaya uçar. Onun için o gibi işleri yapmamanız gerekir. Çocuklar çok çok küçük bir şeyle boğulabilirler, bu durumda biz şöyle bir resmi görürsek, boğulan bir insan, resimdeki gibi şöyle bir insan görürsek, Türkiye'de yaklaşım farklı, yurt dışında farklı. Biz Türkiye'de sırtına vuruyoruz çok şiddetli darbelerle sırtına vuruyoruz. Doğru bir yaklaşımdır. O tıkacı dışarı atmak içindir. Ama yurt 154 Kadınlar Akademisi dışındaki yaklaşımda şöyle yapıyorlar. Karnına vuruyorlar, Bebekse karnına hafif basabilirsiniz ama büyükse daha düşük dozda vurmanız gerekir. Eğer o kişi yerde yatıyorsa ağzında bir tıkaç varsa onu çıkarmanız lazım. Kusuyorsa da başını yan çevirmeniz gerekiyor o insanların. Lütfen büyük lokma yutmayın, büyük söz söylemeyin, diye hatırınızda kalsın. Yemek yerken yavaş yavaş, tadını alarak, çiğneyerek yememiz gerekir. Hızlı yemememiz gerekir. Burada bir önerim var. Ben İstanbul Tıp Fakültesi'nde 40 senedir Çapa'da acilde çalışıyorum. Bu işleri çok iyi bilen bir insanım. Lütfen başınızı şöyle kapatırken toplu iğneyi ağzımıza almayalım. Çünkü farkında olmadan onu yutabiliriz. Ağzımıza hiçbir zaman hiçbir yabancı cisim alınmamalı. Bunu özellikle vurguluyorum. Yüzme bilmiyorsanız lütfen havuza, denize, göle ya girmeyin, ya da kendi önlemlerinizi alarak, cankurtaranla, yelekle vesaire girmeniz gerekir. Böcekler sokarsa mutlaka hastaneye gitmemiz, ağrı kesici almamız gerekir. Alttaki resim güzel bir resimdir. Eğer böcek sokarken böceği öbür elimizle çekersek, öbür elimizi de sokar. Onun için kredi kartı gibi bizi rahatsız etmeyecek herhangi bir şeyle itebiliriz ve orayı bol suyla yıkamamız gerekiyor. Eğer bir köpek ısırmışsa mutlaka hastaneye gitmek, kuduz aşısı yapmak lazım. Evinizde olabilen bütün zararlı maddeleri lütfen ve lütfen yüksekte, kapalı bir dolapta, çocukların erişemeyeceği bir yerde ve üzerinde neyse o, eğer kimyasal bir madde ise onu başka şişeye koymayın. Bir meşrubat şişesine onu koymayın. Buna dikkat etmeniz gerekir. Arabanızın egzozuyla kapalı tünellerde bulunmayın. Eğer kıra, dağa, bayıra, köye gidecekseniz uzun pantolon giyin ki, bazı bitkiler bizi çizer ve onların zararlı maddeleri vücudumuza geçebilir. Bizim için çocuklar çok önemli, geleceğimiz, gençler çok önemli, gençlere sevgi vermemiz lazım. Eğer bir çocuğu adam yerine koymuyorsak, eğer bir Japonya'da yaşıyorsanız, Kore'de yaşıyorsanız, gözünün içine bakarsanız ona hakaret edersiniz. Ama bizim ülkemizde yaşıyorsanız, gözünün içine bakmazsanız, ona değer vermezseniz, ona sevgi vermezseniz çocuk gider o sevgiyi dışarıda arar. Ve eline bir enjektör alıp, bir mektup yazıp, ondan sonra bir takım işlemler yapar. Biz bu tablolarla karşılaşmamak için çocuklarımıza gençlerimize sevgi vermemiz lazım, ilgi vermemiz lazım, onları adam yerine koyup dinlememiz gerekiyor. Bu çok önemli. Böyle bir durumla karşılaşmak istemiyoruz ama eğer herhangi bir ilaç içmiş, bir madde içmiş bir insanla karşılaşırsak, panik yapmadan, 114 (Bir, Bir, Dört) numaralı telefonu arıyoruz. Şunu içti diye söylersek, o bize ne yapmamız gerektiğini söyler. Kusturmanız mı gerekiyor, kusturmamanız mı gerekiyor, yoğurt vermeniz mi gerekiyor, vermemeniz mi gerekiyor, ne yapacağımızı o bize söyler, sadece bizim 114 nolu telefonu aramamız ve şu maddeyi içti, başında şöyle boş bir ilaç kutusu bulduk demeniz yeterlidir. Bu telefon 24 saat ücretsiz olarak hizmet vermektedir. En güzeli, çocukları hiçbir zaman hiçbir yerde yalnız bırakmamanızı 155 Kadınlar Akademisi öneriyorum. Ben hepinize sağlık diliyorum, afiyet diliyorum, huzur diliyorum, saadet diliyorum. Sunucu Ortamdaki kimin alkışladığını, kimin alkışlayamadığını göremiyoruz ama o yüzden ışıkları yakabilir miyiz arkadaşlar? Teşekkür ederim. İstanbul Üniversitemiz Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Sayın Recep Güloğlu hocama kuvvetli alkışlarımızla teşekkür ediyoruz. Aile en önemli yapı taşı hiç şüphesiz toplumumuzun ve Bağcılar Belediyesi olarak da aileye değer vermenin, ailenin bireylerine ilişkin özel projeler uygulamanın verdiği sorumlulukla zannediyorum az sonra sizlere hitap edecek Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı ki, sizlerin ifadesiyle “Bizim Başkanımız” Sayın Lokman Çağırıcı'ya da bu dakika itibariyle alkışlarımızla teşekkür etmenin vaktidir. Birkaç dakika içerisinde hocalarımızdan bir kaç isimle sizlerle birlikte olacağız. Mekanımıza girdikleri bilgisini aldım. Telgraf gönderen misafirlerimiz var onları paylaşıyorum. “Kadınlar Akademisi sertifika törenine nazik davetiniz için çok teşekkür ederim. Programın başarılı geçmesini temenni eder, bütün konuklarınızı sevgi ve saygıyla selamlarım” Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Sayın Nabi Avcı. İstanbul Valimiz Sayın Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız Dr. Sayın Kadir Topbaş, Ak Parti İstanbul İl Başkanı Sayın Aziz Babuşçu telgraf mesajlarıyla gönüllerinin burada bulunduklarını ifade ediyorlar. Biz kendilerine çok teşekkür ediyoruz. An itibariyle biz kendilerini aynı zamanda Akademinin öğretim üyeleri olarak tanıyoruz. Daha ziyade akademiye devam eden hanımefendiler biliyorlar ama her iki isim de farklı yönleriyle değişik alanlarda başarılara imza atmanın ve başarılara nasıl imza atılır örneği üzerinde durmanın sorumluluğuyla buradalar. Ve kendilerine bu yönleriyle ilgili de teşekkür ederek takdim edeceğim. Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcımız Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan Hanımefendi, efendim hoş geldiniz. Ak Parti MKYK Üyesi, Prof. Dr. aynı zamanda Akademimizin öğretim üyelerinden Sayın Edibe Sözen, hocam hoş geldiniz. Bağcılar Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı, başkanım hoş geldiniz. Bağcılar Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın İsmet Öztürk, efendim hoş geldiniz. Değerli misafirlerimiz az önce de ifade etmiştim; Yıllar önce öğrencilerini buraya gönderen anneler bugün kendileri burada ve farklı bir huzuru, farklı bir mutluluğu yaşıyorlar. Anneler bilirse herkes bilir. Anneler öğrenirse herkes öğrenir. Anneler okursa herkes okur, düşüncelerinden de hareketle, annelere, kadınlara 156 Kadınlar Akademisi pozitif ayrımcılık uygulayan, çocuklara, gençlere, evlenenlere pozitif ayrımcılık uygulayarak, yıllardır yapılan yanlışlıkları da telafi etmek sorumluluğuyla daha fazla onların yanında bulunacağız ve daha fazla onlara yardımcı olacağız diyen bir isim, sizin ifadenizle “Bizim Başkanımız” Sayın Lokman Çağırıcı, alkışlarınızla efendim. Buyurun Sayın Başkanım. Lokman Çağırıcı Bağcılar Belediye Başkanı Sayın Bakanım, çok kıymetli milletvekilim, Kaymakamım, Milli Eğitim Müdürümüz, Ak Parti Bağcılar İlçe Başkanımız, Müftümüz, Kadın Kolu, Gençlik Kolu, velhasıl Hanımefendiler, birazcık da beyefendiler, Öğretim Üyelerimiz, hocalarımız, rektörlerimiz hepinizi saygı, muhabbet ve hürmetle selamlıyorum. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Önce insan diyerek yola çıktığımız belediyecilik serüveninde insan odaklı çalışmanın hep heyecanını yaşadık. İstanbul ki, dünyada eşi ve benzeri olmayan, içerisinden deniz geçen tek şehir olan, evliyalar şehri, üç medeniyete ev sahipliği yapmış, Peygamber Efendimizin hadisine mazhar olmuş bir şehirde, Bağcılar da bu şehrin 752.000 nüfusuyla en büyük ilçesi. Rabbim bizlere de böyle bir ilçeye hizmet etmeyi bahşetmiş. Hamdediyor ve şükrediyoruz. Bağcılar, yöresel anlamda çok farklı etnik grupların yerleştiği bir yer. 1924'te mübadeleyle Selanik'ten gelen hemşerilerimizle kurulmaya başlamış, daha sonra Bulgaristan başta olmak üzere tüm Balkan coğrafyasından göç almış, hatta 14 yıl yolculuktan sonra 18.000 kişiyle yola çıkan Kazakistan'daki kardeşlerimizin 14 yıl yolculuktan sonra ulaştığı Türkiye'deki bir kısmının da yerleştiği bir ilçe Bağcılar. 81 vilayetin de tamamından göç almış. Ve Bağcılar yerleşim yeri itibariyle de yoksul ve mağdur insanların yerleştiği bir yerleşim merkezi olmuş. Bu açıdan, gerek yoksulluktan, gerekse terörden, gerekse yurt dışındaki zulümlerden kaçarak yerleşen bir topluluk. Bağcılar'da insan odaklı çalışmayı yaparken de herkesin fikir ve düşüncelerine de önem vermeye gayret ettik. Sosyal meclisler oluşturduk. Başta Çocuk Meclisi olmak üzere, Gençlik Meclisi, İzci Meclisi, Çevre Meclisi, Kadın Meclisi. Belediye Meclis Üyesi sayısı kadar sayıya sahip olan bu meclislerimizin en aktiflerinden bir tanesi de Bağcılar Belediyesi Kadınlar Meclisimiz. Birçok projede ülkemizde, belediyeler nezdinde özellikle uygulama çıkış noktası itibariyle ilklerin yaşandığı bir yer oldu Bağcılar. Kurucu Belediye Başkanımız Feyzullah Kıyıklık Beyefendiyle ki, bu vesileyle şükranlarımı sunuyorum, 8 yıl Belediye Başkan Yardımcılığı yaptığımız dönemde hayata geçirdiğimiz meclisler de Türkiye'de bir öncü olduk. Hatta Kent Konseyi çalışmalarında Bağcılar Belediyemizin 3 ayda bir kurum ve kuruluş temsilcileriyle yapmış olduğu istişare toplantıları da, daha sonra 157 Kadınlar Akademisi ülkemizde “Kent Konseyi” adı altında uygulanmaya başlandı. Kadınlar Meclisimiz birçok projeye imza atarken, o projelerin en anlamlılarından bir tanesi de Kadınlar Akademisi projesiydi. Bildiğiniz gibi Sayın Bakanım ilk dersi de Zat-ı Âliniz vermişti. Ve bu programa Kadın ve Aile Bakanımız da beraber katılacaktı Aşkın Hanım, bakanımız inşallah bir sonraki programımızda gelmek üzere vaadiyle, başka bir programından dolayı katılamadı. Bunu da buradan aynı zamanda duyurmuş olayım. İnşallah Engelliler Sarayımızda 17 Mayıs'ta Dünya Uluslararası Yemek Yarışması, engelliler arasında, 6 ülkeden engellilerin katılacağı bir yemek yarışmasını da inşallah 17 Mayıs'ta hep birlikte başarılı bir şekilde gerçekleştirmeyi Rabbim bizlere nasip eder. Bir yıl önce başladı Kadınlar Akademisi ve bu süreç içerisinde her ay, farklı, dalında uzman akademisyenlerimiz, rektörlerimiz, siyasetçilerimiz, bakanlarımız katıldılar. Bu bizim için çok anlamlıydı. Bağcılar'da “Mutlu Yuva - Huzurlu Toplum” diye başlatmış olduğumuz projenin, aslında aynı zamanda bir neticesini ifade ediyordu. Projemiz, Kadın-Aile Kültür ve Sanat Merkezi ile kurumsallaşmıştı Bağcılar Meydan'da. Bu projemiz de çok güzel bir şekilde, burada yaş sınırı olmayan, üniversite çağında, 7'den 70'e değil belki ama Üniversite eğitimine başlama çağından yukarı sınırı şu anda ben de bilmiyorum, en kıdemli, tecrübeli akademi öğrencimiz kaç yaşında. Kaç yaşında en kıdemlisi? Gülseren Abla yine sen misin? Çünkü Sayın Bakanım, Gülseren Abla bizim tüm projelerimize bizzat katılarak belgesini aldı. Öyle zannediyorum ki, evi bir müze halinde. Ben de ziyarete gittiğimde gördüm evini. Ve onun şahsında tüm katılımcıları da yaşa bakmaksızın, “yaşlı” kelimesini hiç kullanmayız, “tecrübeli”. Çünkü onların heyecanı birçok noktada bizlere örnek oluyor. Katılımcıları tebrik ediyorum. Projemizin uygulanmasında başta partnerimiz İstanbul Üniversitesi olmak üzere ki, bugün aramızda olacaktı ama yurt dışında olduğu için aramızda olamadı. Rektör Yardımcımız aramızda. Prof. Dr. Yunus Söylet hocamızın şahsında tüm üniversite camiamızı tebrik ediyorum ve teşekkür ediyorum. Yine diğer çalışmalarında olduğu gibi ki, Bağcılar'ı bir gemiye benzetirsek, Bağcılar halkı 250.000 oy vererek son seçimlerde yine bu geminin kaptanlığını bize tevdi etti. Her zaman olduğu gibi yine şükranlarımı arz ediyorum. Bu geminin çarkçısı, yamakçısı ve diğer görevlileri de var. Yine tabii ki Bağcılar'ın 1. gemi kaptanı Sayın Kaymakamımız öncelikle, onu ifade edeyim. Ben belediyenin gemi 158 Kadınlar Akademisi kaptanıyım. Mesai arkadaşlarımız, Başkan Yardımcılarımız, müdürlerimiz ve Kadın Meclisimiz, Kadınlar Kolumuz olmak üzere Bağcılar'daki projelerdeki emektarlarımız başta Sayın Kaymakamımızın şahsında, Milli Eğitim, Müftülüğümüz, Emniyet ve tüm kurum ve kuruluşları da tebrik ediyorum, kutluyorum. Kendilerine teşekkür ediyorum. İnşallah daha güzel projelerde buluşmak ümidiyle, Sayın Bakanımızın şahsında tüm katılımcılara teşekkür ediyor, saygı, hürmet ve muhabbetle selamlarken bu pazar Anneler Günü olduğunu da arkadaşlar not olarak getirdi. Yani unuttuğumu zannetmeyin benim. Anneler günü olduğunu biliyordum ama arkadaşlar da hatırlattı. Bu vesileyle de Anneler gününüzü şimdiden tebrik ediyorum. Sayın Bakanım arkadaşlarım bir not getirdi, tabii bu gibi yerlerde acaba ne not getirildi diye izleyiciler merak ederler, ben de dedim ki, Anneler Günü notu getirildi. Çünkü Anneler gününün bu pazar günü olduğunu biliyoruz. Çok güzel bir proje hazırladık arkadaşlarımızla. Buradan da onu duyurmuş olayım. İnşallah Pazar günü Bağcılar Meydan'da bir call-center şeklinde bir sistem kuruyoruz. Orada kartpostallarımız var. İsteyen herkes annesini ücretsiz olarak telefonla dünyanın neresinde olursa olsun arayabilecek. Ve oradan kartpostalı alacak, annesinin anneler gününü tebrik etmek için yazacak ve posta adreslerine, posta masrafları da belediyemiz tarafından karşılanarak gönderilecek. Anneler gününü de inşallah bu şekilde icra etmiş olacağız. Hepinizi saygı, hürmet ve muhabbetle selamlıyorum. Sunucu Evet, sizlerin ifadesiyle, “Bizim Başkanımız” Sayın Lokman Çağırıcı'ya çok teşekkür ediyoruz. Başkanımız Akademide öğretim üyesi olarak Akademi mezunları olacak olan hanımefendilere ders veren öğretim üyelerine teşekkür plaketi takdim edecek. Ben tabii ki bu teşekkür plaketini Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcımız Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan hanımefendiyle başlatmak istiyorum. Sayın Bakanım lütfeder misiniz efendim? Buyurun lütfen. Sayın Bakanım müsaade ederseniz, bir kızımız böyle bir mektup göndermiş. Kalp resimler de yapmış, ilkokul çağında. “Sevgili Başkanım, ben Hoca Ahmet Yesevi'de okuyorum. Ben de okulumuza tablet gelmesini istiyorum. Çantalarımız çok ağır oluyor. Bir de aşağıya imzanızı istiyorum. Ben 4-B'de okuyorum.” Oraya da ismini yazmış. Lokman Çağırıcı'nın da imzasını ok işaretiyle koymuş. Lokman Çağırıcı Belediye Başkanı Buradan tabii biliyorsunuz Tablet önce Başbakanımızın hediyesiydi öğrencilerimize. Önce liselerde dağıtılmaya başlandı. Bu kızımız 4-B'ye gittiğine 159 Kadınlar Akademisi göre en azından bu sene de yetişmese bile seneye orta-1 derken çok kısa zamanda da tablete kavuşmuş olacak. Bir de biz Belediye Başkanı olduğumuzda 7 yıl önce Bağcılar'da yapmış olduğumuz ilk proje; 3.500 sınıfa bilgisayar ve projeksiyon almak idi Bağcılar Belediyesi olarak, 7 yıl önce. Ondan alıştıkları için bizden şahsımdan değil bu tableti anladığım kadarıyla, Başbakanımızın dağıttığı tableti soruyordu. Bunu da böylelikle arz etmiş oldum Sayın Bakanım. O zaman ben buraya imzamı atarken siz de yanına atarsanız imzanızı memnun olurum. Evet, bu kızımıza başarılar diliyoruz. Rabbim o kızımızın şahsında tüm kızlarımıza ve tüm çocuklarımıza zihin açıklığı versin ve annelerine babalarına acısını göstermesin. Doç. Dr. Aşkın Asan Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yrd. Değerli milletvekilim, Sayın Belediye Başkanım, değerli hazirûn, değerli hocalarım, değerli öğrenciler, Bağcılar Belediyesi Kadın Meclisi tarafından organize edilen Kadınlar Akademisi mezuniyet töreninde sizlerle birlikte olmaktan dolayı gerçekten çok büyük heyecan duyuyorum. Biliyorsunuz ilk dersinizi ben vermiştim ve karşılığında da bir belge aldım. O da ayrıca beni çok çok heyecanlandırdı. Bakanımın da sizlere selamı var. Bugün burada olmak için gerçekten büyük bir çaba harcadı ama aniden çıkan farklı bir programı nedeniyle kendisi gelemedi. Size çok çok selamlarını iletti. Ben belediye başkanına çok teşekkür ediyorum. Çünkü; sizlerle beni buluşturdu. Minnettarım. Sizdeki bu enerji bizlere daha çok çalışma azmi veriyor. O nedenden dolayı çok teşekkürler. İlk dersi ben vermiştim. Birlikte olmuştuk, biliyorsunuz. Ve bugün buradayım. Şimdi başkanım dedi ki; “başka bir müjdem de var,” aslında ben onu programın sonuna doğru söyleyecektim. Öyle bir heyecan verdi ki, onun için hemen söylemek istiyorum. Geçenlerde kendisini de ziyaret ettik. Seçildi. Bir kez daha hayırlı olsun dedik. Bağcılar halkı gerçekten güzel bir karar verdi. Başkanım büyük projeleri, güzel yaptığı işlerle halkın gönlüne girmiş gerçekten. Böylece kendisi bir kez daha seçildi, hem tebrik ettik, hem de dedik ki; sayın başkanım, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak, “Kadın Konukevi” yapmanızı sizden rica ediyoruz. Biliyorsunuz bir de kanun var. Kanun şunu diyor, Belediyeler Kanunu'nda; Eğer bir bölgenin, bir yerin nüfusu 100.000'den fazlaysa, bu yerel yönetimin, belediyenin de Kadın Konukevi yapma mecburiyetini getirdi Ak Parti Hükümetleri ve başkanım da gönülden razı. Sağolsun, dedi ki ; “Bana güzel bir proje verin ki, Türkiye'de en iyisini ben yapayım ve en değerlisini, yani oraya gelen çaresiz kadınlar buradan çıkarken de, kendi ayakları üzerinde durabilsinler” dedi. Proje üzerinde çalışıyoruz. İnşallah burada, Bağcılar'da bir kadın Konukevi açılacaktır. Tabii isteriz ki, kadınlarımız evlerinde 160 Kadınlar Akademisi rahat, evlerinde, ailelerinde huzurlu yaşasınlar ama bazen öyle durumlar ortaya çıkıyor ki, bu dünyanın her tarafında kaçınılmaz durumlardan bir tanesi, sadece o aileden değil, farklı nedenlerden dolayı kadının korunması önem arz ediyor. Bu gibi yerlerde hükümetin her zaman, devletin her zaman, yerel yönetimlerin, belediyelerin her zaman nüfusun en dezavantajlı olan grubunun yanında durmaları gerekiyor. O yüzden siz böyle bir belediye başkanına sahip olduğunuz için çok şanslısınız. Çok teşekkür ediyorum sayın başkanımıza. Tabii biliyorsunuz birçok çalışmalar yapıldı Ak Parti döneminde. Adeta kadınlar için ikinci bir devrim yaşanmakta. Bu fazla dile getirilmiyor. Ancak, biz bunları özellikle yurt dışında anlattığımızda çok büyük takdir alıyoruz. Hem kanunlarda yapmış olduğumuz değişiklikler, hem uygulamada koymuş olduğumuz esaslar Türkiye'de kadının önünü açmış, yaşamını daha kolaylaştırmıştır. Hiçbir şey anlatmasak, hani o yollar, köprüler, ekonomideki gelişmeler, tarım alanında yapılan yatırımlar. Onları anlatmasak, sadece kadınla ilgili yapmış olduklarımızı anlatsak onlar bile bizim için gerçekten yeter bir takdir noktası olarak da önümüzde durmakta. Şimdi kadınla ilgili değerli kardeşlerim diyorum ya ikinci devrim. Tamam da ne, hangi alanlarda? Diyeceksiniz. Bakın sağlık alanında çok büyük değişiklikler yapıldı. Çok büyük çalışmalar yapıldı. Anne ölüm hızları ve çocuk ölüm hızları düşürüldü. Bu, uluslararası yapılan çalışma ve raporlarda da yer aldı. Türkiye anne ölüm hızlarını ve çocuk ölüm hızlarını en fazla düşüren ülkelerden biri. Bu nasıl oldu? Bu, dikkatli, doğru uygulanan sağlık politikaları sebebiyle oldu. Düşünün bir ücra köy ve orada sağlık hizmetine erişim çok zor. Oralarla ilgili bile birçok çalışmalar, düzenlemeler, helikopterlerle halkımıza, insanlara, özellikle kadınlara hızlı ulaşım sağlandı. Şartlı nakit desteği diye bir program var. Mesela, anneye 161 Kadınlar Akademisi denildi ki; 0-6 yaş çocuğu olan anne eğer fakirse, sen çocuğunu 6 ayda bir getir hastaneye ben sana para vereceğim, destek vereceğim ve bunu getirip götürmeyle ilgili finansal bir problem varsa orada ben sana destek olacağım. Şimdi bu sadece sağlıkta değil, ayrıca eğitimde de hamleler ve birçok gelişmeler yaşandı. Hatırlarsınız, kadının adı yok, kız çocukları okuyamazdı bir zamanlar, hatırlıyor musunuz o zamanları? İşte bir sürü kampanyalar yapıldı. “Haydi kızlar okula” kampanyalarından tut, “Baba beni okula gönder” ve bununla ilgili demin bahsetmiş olduğum, eğer fakir bir aile ise, çocuğunu okula gönderiyorsa devlet finansal destek sağlıyor, para veriyor. Kız çocuğu için daha çok destek veriyor. Erkek çocuğu için destek veriyor okulda kalması şartıyla. Ve biz bu yolla ilköğretimde 6 sene zorunlu eğitimde %100 okullaşmayı sağladık. Hem kızlarda, hem erkeklerde. Daha önce kızlar okula bile gönderilmezdi. Şimdi gönderdiği zaman aile ekonomik olarak bir destek de alabiliyor. Bunların hepsinin çok çok olumlu etkileri oluyor. Bir baktık ki, ilköğretimde problemi hallettik, peki, orta öğretimde, lisede, hani ilkokul bitti hadi evinde otur diyor aileler, özellikle kız çocuklarına. Bu sefer dedik ki, ya biz bu zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaralım. Çünkü; Liseyi bitirdikten sonra önü açılıyor, üniversiteye devam ediyor. Özellikle kız çocukları. Şimdi, bizim yaşadığımız yerlerde babalarımız bizi çok uzaklara üniversitelere göndermezlerdi. Şimdi her ilde üniversite var. Bu özellikle kız çocuklarının üniversiteye gitme oranlarını artırmış oldu. Eğitimde %100 okullaşma ve özellikle yaşam boyu eğitim denilen bir nokta var ki, bugün burada sizlerle birlikte bunun örneğini de yaşıyoruz, hep beraber yaşıyoruz. Yaşı ne olursa olsun, 69 olsun, 79 olsun, ne olursa olsun 7'den 70'e kadar, (Beşikten mezara kadar) ilim öğrenmek zaten farz, dinimiz bunu bize emrediyor. O zaman okulları, oraya erişimi kolaylaştıralım, henüz zamanımız var. Belediyelerimiz burada programlar açıyorlar. Niçin bunlara halkımız katılmasın, eğitim almasın? Daha çok öğrenmesin? Çünkü öğrenmek tamamen sizin dünyanızı değiştirmiştir emin olun. Yani şu üzerinize giydiğiniz cübbeler de onun bir simgesi. Değişimin simgesi, daha çok şey biliyorsunuz. Buraya geldiğinizden çok çok daha farklı bir insan olarak karşımızdasınız. Bu cübbeyi de hak ettiniz, biraz sonra inşallah diplomalarınızı alacaksınız. Bu çok çok önemli bir nokta. Şimdi bakın kardeşlerim, bir proje daha başlattık. Dedik ki, yahu zamanında okuyamadı, değil mi? Okul çok uzaktı, ya aile izin vermedi gidemedik, ya fakirdik eğitim imkânlarına erişemedik, özellikle kadınlar bu alanda çok çok büyük dezavantajlarla karşı karşıya kaldılar. Dedik ki, madem böyle, gelin kadınlara ikinci bir şans verelim, yaşı ne olursa olsun, isterse 70, biz bunlara ortaokul bitirme, lise bitirme imkânını sağlayalım. Şimdi bu projenin himayesini de kim yapıyor biliyor musunuz? Başbakanımızın değerli eşleri Sayın Emine Erdoğan. Bu projenin ismine de Gönül Elçileri dedik. Şu anda Türkiye'de 81 ilde, her köyde 162 Kadınlar Akademisi ve kasabada, Kaymakamlarımızın eşleri vasıtasıyla, kadınlara gidip anlatıyoruz, diyoruz ki; Yahu sen zamanında okuyamadın ama iş işten geçmedi, mekanizma var, sistem var, okullar var, öğretmenler var, kitaplar var, eskisi gibi değil ki, internet var, her şey var, o zaman niçin okumayasın? Niçin o diplomayı almayasın, niçin ortaokul mezunu olmayasın? Niye liseyi bitirmeyesin? Benim yaşım ilerledi, ben iyi öğrenemem, kafam almaz. Bu da bize söylenen, ben bunu birinci dersimde de söylemiştim hatırlarsanız, bizde söylenen en büyük yalanlardan bir tanesi de budur. Bizim milletimize söylendi bu yalan. Çünkü yaş ne kadar ilerlerse insan o kadar daha iyi öğrenir. Bunu siz burada yaşadınız. Çocuklar niye hızlı öğreniyor? Çünkü korkmuyorlar. Korkuyu daha öğretmemişiz onlara. Daha sonra öğrenecekler zamanla. Korkmadıkları için daha aktifler. Açıyorlar bütün kanalları. Biz yetişkinler, yaşımız ne olursa olsun, isterse 90, daha kolay öğrenebiliriz ama korkmamak şartıyla. İşte biz bu projeyle bütün olanakları anlatıyoruz, korkmayın, gelin kaydolun, liseyi de bitirin, ortaokulu da, nerede yarım kaldıysanız. Ben okuma yazma bilmiyorum, öğren, devam et. Bütün bu dediklerimiz arkadaşlar 10 senede bitiveriyor. 10 sene dediğin gözünü kapatıyorsun açıyorsun birden bire geçiveriyor. Zamanında fırsatı kaçırdık diye her şeyi kaçırmış sayılmıyoruz. Şartlar var, hükümetimiz yanımızda, özellikle kadınların yanında. Hangi sıkıntıyla karşılaşıyorlarsa derhal yanlarında ve o problemleri aşmada hemen bütün mekanizmayı devreye sokuyorlar. Şimdi bir başka sorunumuz daha var; o da kadın istihdamı. O da Türkiye'de biraz az tabii. Türkiye ortamında çok çok sıkıntı yapan çalışmamıza neden oluyor. Şimdi biz diyoruz ki, mademki biz Türkiye olarak dünyanın en büyük 16. ekonomilerinden biriyiz şu anda. Ekonomimiz çok büyüyor. Ama 10. olmak istiyoruz. 2023 hedefimizde en büyük 10. ekonomi olmak, zengin ülke olmak, işte kadınların da mutlaka istihdama katılması gerekiyor. İsteyenlere, istemeyenlere bir zorlama yok tabii. Ama isteyen okuyayım da bir de bir iş yapayım bunun karşılığında diyenler için de bit sürü fırsatları ve imkânları oluşturduk. Hem Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, hem Çalışma Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı bu işte bir araya geldi ve bütün güçlerini sizler için birleştirdi. Tabii en büyük gücümüz de biliyorsunuz belediyelerimiz. Belediyelerimiz destek vermezse biz maalesef çok başarılı olamıyoruz. Bağcılar o yüzden çok şanslı. Sizleri anlayan, sizin yanınızda bir belediye başkanınız var. Biz Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak kendisinden çok memnunuz. Engellilerle ilgili açmış olduğu tesisler mükemmel. Her yerde konuşuyoruz ve gösteriyoruz, herkese gösteriyoruz ve diğer belediyelere de örnek olarak gösteriyoruz. Gidin bakın nasıl yapmış, siz de öyle yapın diyoruz. Biz kadınlarla ilgili yapmış olduğu çalışmalar da gerçekten çok büyük takdire şayan ve biz kendisini takdir ediyoruz. Devam eder inşallah. Kendisinden de Allah razı olsun. Bu projeye emek veren herkesten, 163 Kadınlar Akademisi Kaymakamımızdan, İl Milli Eğitim Müdürümüzden, diğer tüm bileşenlerden, bütün destek olan, projeye destek olan ekip arkadaşlarından, hepinizden Allah razı olsun, hepsine çok teşekkür ediyoruz sizlerin adına. Çok heyecanlıyım. İnşallah biraz sonra sertifikalarımızı alacağız. Ama benim dediğim diğer projeyi de unutmayın; Gönül Elçileri. Halk Eğitimlere gidip başvurduğunuzda sizlerin ortaokul, lise ve devamını sağlayıcı her türlü mekanizması var. Biz bunu yaptığımızda ne gördük biliyor musunuz? Mesela bizim Ankara'daki projede 17 tane kadın üniversite kazandı. Maşallah hiç de bıkmadan devam ediyorlar. Zaten biz millet olarak çok zeki bir milletiz, çok zekiyiz gerçekten. Kadınlar olarak daha da zekiyiz. Yeter ki belediye başkanımız gibi değerli kişiler bizlere yol açsınlar, yol göstersinler. Ben hepinizi saygıyla selamlıyorum ve hepinize teşekkür ediyorum. Hayırlı uğurlu olsun diyorum. Sunucu Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcımız Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan Hanımefendiye çok teşekkür ediyoruz. Akademimizde öğretim üyesi olarak ders veren isimleri sizlerle paylaşıyorum değerli misafirlerimiz; Başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcımız, Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan Hanımefendi, Ak Parti MKYK Üyesi Doç. Dr. Edibe Sözen, Doç. Dr. Nejla İşmen Gazioğlu, Şule Yüksel Şenler, Nazım Özdemir, Dr. Zehra Taşkesenlioğlu, Avukat Bergüzar Sönmez, Dr. Figen Barlas Es, Sayın Nazife Şişman, Dr. Sayın Gülsen Ataseven, Prof. Dr. Sayın Sevgi Kurtulmuş, Prof. Dr. Sayın Yıldırım Üçkol, Dr. Sayın İhsan Aktaş, Prof. Dr. Sayın Yunus Söylet, Sayın Demet Tezcan, Sayın Saniye Öztürk ve az önce eğitimine katıldığımız İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sayın Recep Güloğlu. Kendilerine alkışlarınızla teşekkür ediyoruz. Ve isimlerini okuduğum burada bulunan hocalarımızı sahneye davet ediyorum efendim. Alkışlarınızla lütfen. Plaket takdimi için Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı'yı davet ediyorum. Lokman Çağırıcı Belediye Başkanı Sayın Bakanım, projeden üniversiteyi kazananlar olduğunu söyledi. Çok mutlu oldum. Buradan da mutlaka bunlar çıkacak. Ama bir hatırlatmayı müsaade ederseniz burada tekrar etmek istiyorum. Bağcılar'da geçmişte Sayın Emine Erdoğan Hanımefendinin ve Başbakanımızın himayeleriyle başlatmış olduğumuz okuma yazma kursu vardı. 2 yıl içerisinde 20.000 kadın okuma yazma öğrendi. Sayıyı tam net bilmiyorum ama o okuma yazma öğrenenlerden de üniversiteye başlayanlar var arz ederim. 164 Kadınlar Akademisi Sunucu Mazeret ifade ettikleri için aramıza katılamayan öğretim üyelerimize ve Akademimize gelerek ders veren tüm misafirlerimize de ayrıca teşekkür ediyorum. Sayın Kaymakamımızı, Ak Parti İlçe Başkanımız, İlçe Milli Eğitim Müdürümüzü, Müftümüzü toplu fotoğraf için sahneye davet ediyorum buyurun efendim. Kaymakamımız Erdal Çakır, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Mustafa Yılmaz, İlçe Müftümüz Sayın Hasan Hüsnü Sula, Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın İsmet Öztürk, Kadın Kolları Başkanımız Sayın Fatma Kıratlı, Kadınlar Meclisi Başkanımız Sayın Sümeyra Doğan, Başkanımızın kıymetli eşi Sayın Emine Çağırıcı Hanımefendi, kuvvetli alkışlarınızla istirham ediyorum. Teşekkür ediyorum. Misafirlerimiz sahneden ayrılmadan hani her sınıfın en yaşlısı, en çalışkanı, özür diliyorum en yaşlısı yoktur, her sınıfın en yaşlısı yoktur ama en tecrübesizi de yoktur, akademimizdeki en tecrübeli ismi ben sahneye davet ediyorum; Gülseren Malkoç. Mezuniyet Belgesini Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı takdim ediyor. Bütün misafirlerimiz alkışlıyorlar tabii. En genç, Sayın Kader Açıkgöz, alkışlarınızla, belgelerini Sayın Bakanımız takdim ediyorlar. Lokman Çağırıcı Belediye Başkanı Yaş:17 alkış, 17 yaşta herhalde lise bitiriliyordu, bu kızımız akademiyi bitirdi Sayın Bakanım. 17-18 yaş lise bitiriliyor, kızımız akademiyi bitirmiş, bir de alkışlarsanız, ama alkışlamayabilirsiniz, alkışlamazsanız da size kimse kızmaz alkışlamayabilirsiniz ama kızımız 17 yaşında. 165 Kadınlar Akademisi Sunucu En devamlı katılan; Sayın Zahide Erol ve Sayın Emine Doygun alkışlarınızla, Sayın Edibe Sözen Hanımefendi takdim ederler mi acaba? En çalışkan, Sayın Halise Kavas ve Ayten Çetinkaya alkışlarınızla, Sayın Kaymakamımız, lütfederseniz siz takdim buyurun lütfen. En dikkatli, Sayın Semra Aytaç, Sayın İlknur Eriz ve Sayın Leyla Bilici alkışlarınızla, İlçe Başkanımız takdim ediyorlar. Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın İsmet Öztürk. En çok sorgulayan, soru sormaktan vazgeçmeyen, Sayın Nejla Uçak ve Sayın Aysel Çoğal, İlçe Müftümüz Sayın Hasan Hüsnü Sula Hocamız takdim edecekler. En hareketlisi, Akademinin en hareketli isimleri, Sayın Gülsüm Korkmaz, Sayın Selma Güney, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Mustafa Yılmaz hocamız takdim edecekler. Akademinin en uslu isimleri; Sayın Selma Aksakal, Sayın Çiğdem Özben, Sayın Aslı Güldamar. Sayın Bakanımız takdim ederler mi acaba? Hem çalışıp hem derslere devam eden; Sayın Şükran İzmirli, Sayın Pınar Erdoğdu alkışlarınızla. Sayın Edibe Sözen Hanımefendiye istirham ediyoruz. Çocukları olduğu halde devam eden isimler; alkışlarımız Sayın Dilek Altuntaş, ve Sayın Nurten Genç Acar için. Başkanımız takdim ediyorlar. Geleceğin öğrencilerini de bugünden getirdik buraya. En sorumluluk sahibi ve akademiye en çok emek veren, Sayın Özlem Sevinç, Sayın Zülfiye Harmanşa, Sayın Sabiha Şen, Sayın Yasemin Urhan, Sayın Semra Türkdoğan ve Sayın Makbule Topçu, Sayın Leyla Kılıç alkışlarınızla. Ak Parti Kadın Kolları Başkanı Sayın Fatma Kıratlı ve Emine Çağırıcı Hanımefendi lütfen. Şu an sahnede bulunan isimlerle birlikte bir fotoğraf alalım. Biz şimdi Akademiye devam eden bütün öğrencilerimizi buraya davet ediyoruz, yavaş yavaş tabii. Herkes, basın mensubu arkadaşlarımız da hazır, keplerimizi hazırlıyoruz ve üç deyince keplerimizi fırlatıyoruz. Herkes keplerini hazırlıyor, Annelerimiz, hanımefendiler, Sayın hanım kardeşlerimiz, İstanbul Üniversitesi bugün bir başka güzelliğe şahitlik ediyor, Bağcılar Belediyesi Kadınlar Akademisi ilk mezunlarını veriyor. Kep fırlatma için hazır! bir, iki, üç! .............................................. Hanımefendiler herkese Akademinin yolu açık, sizlerle iftihar ediyoruz. Çok çok teşekkür ediyoruz. 166 Kadınlar Akademisi 167
Benzer belgeler
tıklayın. - Doğan Kitap
şimdiyi ve günümüzü yaşıyoruz. Öyleyse, bu belediyeler eliyle olacak, STK'lar
eliyle, vakıflar, dernekler eliyle olacak, bizim özel gayretlerimiz eliyle olacak
ama mutlaka yapılacak. İşte bu anlamd...