15 - Dergi Bursa
Transkript
15 - Dergi Bursa
www.dergibursa.com.tr Yıl:3 - Sayı:15 - Haziran / Temmuz 2013 - Fiyat›: ¨ 7 G E Z İ - F O T O Ğ R A F - K Ü L T Ü R - S A N A T BURSA’DAN TARİHİ AYDINLATAN İZLER SÖĞÜT - ULUDAĞ YÜRÜYÜŞ YOLU NAZIM’IN BURSA’DAKİ İZLERİ EVLİYA ÇELEBİ YOLU İZ BIRAKAN KARELER SHERLOCK HOLMES TÜRK KAHVESİ PINK FLOYD ALAÇATI MADRİD PELE İZ 1 arka plan Yıl: 3 Sayı: 15 / Haziran - Temmuz 2013 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) [email protected] Koordinatör Emine Korku [email protected] Fotoğraf Demet Argun Güngör, Engin Çakır, Özgür Çakır, Sezai Evans Grafik Tasarım Photo Graphica Creative [email protected] Yayıncı / Yapımcı / Yönetim Yazı İşleri Ferhan Petek [email protected] Reklam İletişim Asya Sılacı [email protected] T. (0224) 233 87 11 Çorbada Tuzu Olanlar Ahmet Yılmaz, Celil Sezer, Dilek Kopuz, Emine Civanoğlu, Gökay Mutlu, Güney Özkılınç, Özgür Çakır, Özlem Şenkoyuncu, Salih Mutlu, Serkan Duru, Psk. Ayşegül Alkış, Doç. Dr. Necmi Karul, Uz. Dr. Murat Küçüktaş, Uz. Dr. Mustafa Ercan, Uz. Dr. Ferda Firdin 2 Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 www.photographica.com.tr Baskı Dağıtım Dijital Yayıncılık www.dergibursa.com.tr www.furkanofset.com.tr www.seckurye.com.tr Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. 3 plan plan tek karede bursa Bursa’nın ufak tefek izleri 8 bursa dokusu İz peşinde doğa yürüyüşü 18 foto öykü Söğüt’ten Bursa’ya Osmanlı’nın izinden – Gökay Mutlu 20 bursa dokusu Tarihi aydınlatan izler 28 detaylı bakış Tarihi izlerden Bursa panoraması 38 sağlık Uzman yazıları ile sağlık konuları 40 eğitimin psikolojisi Travma izlerine yaklaşımlar - Ayşegül Alkış 48 d. armağansın Dünyaya “iz” bırakın - Serkan Duru 50 serbest yazı Mavi okyanus ile iz bırakmak - Özlem Şenkoyuncu 52 detay 40 yıl izi kalır - Türk Kahvesi 54 kitabi Kokudan daha kalıcı bir iz var mı? - Emine Civanoğlu 60 detaylı bakış Evliya Çelebi’nin izinde 62 bursa dokusu Nazım’ın Bursa’daki izleri – Güney Özkılınç 64 armoni Müzikte felsefenin iz düşümü – Pink Floyd 72 film şeridi Hayali efsanenin gerçek izleri – Sherlock Holmes 78 evrensel sanat Çağdaş sanatın ilk izleri - Goya 82 fotoğrafa yazı Sana – Celil Sezer 86 odak noktası İz bırakan 16 kare 92 yakın plan Gölün üzerinde iz bırakan her şeye 104 mekân kâşifi Serinliği rüzgardan, sıcaklığı Alaçatı’dan – Kapari Otel 106 gezi-yorum Rüzgârın izinde, etekleri taş dolu bir Egeli - Alaçatı 108 uzaktaki yakın “Madrid entrar y salir” - Özgür Çakır 122 teknoloji İzle, bul ve tıkla 138 bilgi hapı Zaman kazandıran izler - QR Code / Parmak izsizler g.zaman kipinde Dizi gider izi kalır 144 hayat hikayesi Futbolun ayak izi - Pele 150 www.dergibursa.com.tr 4 140 5 editör notu “İz” yazının ta kendisi “Söz uçar, yazı kalır” diyen eskiler haklıydı. Evrene iz bırakmak isteyen insanoğlu bunu “yazarak” başardı. İzi silinenlerin izini sürenler neyin peşinden gitti? İzinden yürünen insanlar neyi keşfetmişti? Üzerime düşmez ama “izin” verin açıklayayım çünkü diyeceklerim(iz) var. Anlaşılacağı üzere elinizdeki bu derginin teması “iz” kavramı üzerine. Dolayısıyla izine düştüğümüz birçok konu da oldu. İzi belirsiz olanlarla ilgilenmek yerine şehrin izlerinin peşine düştük. Ele aldığımız tüm konuların ortak noktasında geçmişten geleceğe bazı ayak izleri bulduk. Neredeyse bir kriminolog gibi iz sürdük. Parmak izinden, kahve telvesine kadar bize elle tutulur ya da gözle görülür sonuçlar “bırakan” bazı iz düşümleri aradık. İzine uyduğumuz ve değer verdiğimiz konuları sizinle paylaştık. Tespitim ise bu yazının başlığı oldu. Okuduğunuz bu satırlar dahi, bizden bir iz kalacak şu andan itibaren. Bu yüzden yazıyoruz zaten. Evrene iz bırakıyoruz. Doğada hayatta kalabilmenin yolu diğer canlıların izine düşmekten geçer. İzini kaybedip ortadan kaybolan hiçbir canlı doğada var sayılmaz. Bir şeyin geçtiği veya daha önce bulunduğu yere hiçbir iz bırakmaması ne teknik olarak 6 ne de felsefi olarak mümkün değil. Mutlaka bir belirti ya da nişan, diğer bir ifade ile alamet kalır geriye. Emareleri takip ederek bir şeyler öğrenebiliriz. Yaptığımız her şey ile başka bir şeye dokunup geriye mutlaka bir eser bırakırız. Bunun en güzel kanıtı, işte dedim ya bu yazının ta kendisi. Hatta daha ufku açık bir bakış açısıyla yazının kendisi insanlık tarihinin en önemli dönemeci ve ilk bilgi devrimi sayılabilir. Bu işin devrimcisi, çivi yazısıyla toprakdaşımız Sümerlerdi. Eski Mısır hakkındaki bilgilerinizi hatırlayın, – mutlaka bir yerlerde ‘yazıyordu’ ve siz okumuştunuz- Papirüs diye bir şey vardı. Bitki yapraklarına yazılan yazılar, taşlara ve sıkıştırılmış topraklara yani tabletlere –tabi bugünkü anlamıyla değil- kazılarak günümüze dek kaldı. Yazı, kulaktan kulağa yöntemine göre daha güvenilir ve uzun ömürlüydü. Yine birilerinin yazdığı ve bir yerlerden okuduğumuz yazıları hatırlayın şimdi de. Mısırlılardan bayrağı devralan Çinliler mürekkebi ve kağıdı bulduğunda, olup bitenler iyiden iyiye kalıcı hale geldi. Tabi matbaanın icadını anmadan geçmek de olmaz. Neler okudunuz, neler yazılmadı ki bugüne kadar? Dil kavramı bile farklı boyutlar kazandı yazıyla birlikte. Kullanım talimatlarından tutun da destanlara kadar her şey yazıldı, çizildi... (Sanıyorum bu tabir çivi yazısını literatürümüze sokan Sümerlerden beri kullanılıyor.) Sonuç olarak size bir dergi dolusu “iz” bulduk. Adım adım takip eder okursunuz artık. İz sürmede çok iyi olduğunuzu yakinen biliyorum. Diyeceğim o ki, “iz” yazının da yazanın da, okuyup anlayanın da ta kendisi. Keyifli okumalar. Twitter@editornotu akır Ç n i g n E 7 tek karede bursa Barışın Bursa’daki -iziMudanya Mütareke Evi Müzesi’nin önündeki barışın simgesi güvercin heykelinden yakın plan bir fotoğraf... Bu heykel Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi evde barışın hala nefes aldığını kanıtlar gibi her gün konuklarını selamlıyor... Mudanya, Bursa - 18.04.2010 8 9 tek karede bursa Yapay gölün doğal izleri Bursalıların su ihtiyacını karşılamak amacıyla Nilüfer Çayı üzerine kurulan Doğancı Barajı, çevresindeki piknik alanları ve kır lokantaları ile sosyal ihtiyaca da hitap ediyor. Yapay gölün oluşturduğu doğal izler, bölgeyi ziyarete gelenlere seyre değer bir görsellik sunuyor. Doğancı Barajı, Bursa – 22.10.2012 10 11 tek karede bursa Bana bir şimşek çak, izi kalsın …bana bir şimşek çak içim içime sığmıyor artık vahim bir çağrışımdan daha vahimine atlamaktayım bana bir şimşek çak belki fena halde yanılmaktayım… Atilla İlhan 12 Mudanya açıkları, Bursa - 18.08.2006 13 tek karede bursa Rüzgârın -izi- Rüzgârın izinde gitsek biz de, suya dokunsak önce, salkım söğüt gölgesinde dinlensek. Sonra essek, geçsek. Kavuşur muyuz o hep peşinde koştuğumuz özgürlüğümüze? Gölyazı, Bursa - 09.08.2009 14 15 tek karede bursa Günün ilk izleri Hasret Denize dönmek istiyorum! Mavi aynasında suların Boy verip görünmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider. Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder. Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter. Ve mademki bir gün ölüm mukadder Ben sularda batan bir ışık gibi Sularda sönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Nazım Hikmet Mudanya Yıldız Tepe’de Gündoğumu, Bursa - 01.06.2010 16 17 bursa dokusu İz peşinde doğa yürüyüşü Fotoğraflar: Demet Argun Güngör Yazla birlikte hepimize göz kırpan doğa etkinlikleri, şehrin stresli yaşamından bunalanlara ilaç olurken; çevresi ve özellikle de Uludağ’ın varlığı ile Bursa, özgürlük ve macera tutkunu Bursalıları doğaya çağırıyor. Özel bir yeteneğe bağlı olmadan, her yaştan sağlıklı insanın yapabileceği doğa yürüyüşleri; iz peşinde bir serüvene adım atacakları bekliyor. Bir kelebeğin peşine takılıp saatlerce yürümek ya da yerde gördüğünüz ayak izlerinden, o yoldan sizden önce hangi canlının geçmiş olduğunu tahmin etmek... Hiçbir araç kullanmadan, sadece yürüyerek uzun yollar aşmanın zorluğu, şehir hayatının yarattığı hantallığı üzerinizden atana kadar tahammül sınırlarınızı zorlayabilir. Ama önceden belirlenen bir rota ile 18 doğadaki izleri takip ederek geçtiğiniz yollarda gördükleriniz ve yürüyüşün sonunda yaşayacağınız, bir hedefe ulaşmanın verdiği zafer duygusu ile tüm yorgunluğunuzu unutabilirsiniz. İnsanın gizeme olan ilgisi, doğaya duyduğu özlem ve daha sportif bir yaşam ihtiyacı zamanla daha fazla bastırılamaz hale gelince, zaten bir bütün olan doğa ve insanın bir araya gelmesi için farklı seçeneklerin üretilmesine sebep oluyor. Tabi ki belli kuralları ve uzmanlık gerektiren durumları var ama bu bilgileri uzmanından alacağınız eğitimle edinebiliyor, olmazsa olmaz bazı eksikleri tamamladıktan sonra kendi oluşturduğunuz bir grup ile de yola çıkabiliyorsunuz. Doğada yapılan bu iz sürme etkinliği, konforlu olmadığı gibi aksine ciddi zorluklar içeriyor olması nedeniyle bir eğlence turu olarak kabul edilmiyor. İnsanın doğa ile uyum içinde yürüyüş yapması amacını da taşıyan doğa yürüyüşleri, sadece hedefe varmak için yapılan bir yarış gibi görüldüğünde taşıdığı ruhu kaybediyor ve sadece yorucu bir etkinliğe dönüşüyor. Yalnız ruhun değil bedenin de yararlandığı bu spor, doğa sevgisini arttıran tempolu yürüyüşler içeren özelliği ile uzun yıllar yapılabiliyor. 1 saatlik bir doğa yürüyüşü ile ortalama 500 kalori yakacağını öğrenen çoğunluğun da tercih ettiği doğa yürüyüşleri, turizm acentelerinin sunduğu tur paketleri ya da bu amaçla kurulan kulüplerle bağlantıya geçilerek yapılabiliyor. Kampçılık deneyimi olan, rotayı bilen uzman kişilerin rehberliğindeki bu yürüyüş; kasları güçlendiriyor ve endorfin salgılanmasını sağlayarak stresi azaltıyor. Unutulmaması gereken detaylar arasında, bazı malzemeler ve bilinmesi gereken bazı püf noktaları bulunuyor. Yürüyüşünüzü daha kolay hale getirip, her adımın tadını çıkarabilmenizi kolaylaştıracak bazı eşyalara ihtiyacınız oluyor. Bunlar arasında en önemli iki tanesi diğer malzemeleri koyabileceğiniz dayanıklı bir sırt çantası ve bileğinizi saran, tabanı toprak zeminde kaymayan yürüyüş ayakkabıları. Sırt çantanızın içinde asgari ihtiyaçlarınızın olması gerekiyor. Doğada her şey ihtiyaç duyulabileceği muhakkak ancak en önemlilerinin hemen ulaşabileceğiniz yerde olması doğadaki keyfinizin sürekliliğini sağlıyor. Yağmurluk, el feneri, sağlam bir matara, pusula, şapka gibi eşyalar, günübirlik bir doğa yürüyüşünde ihtiyaç duyacağınız malzemeler. Malzemelerin gerekliliği çıkacağınız doğa yürüyüşünün mevsimine ve türüne göre de değişkenlik gösteriyor. Yapacağınız doğa yürüyüşünde, önceden belirlediğiniz rotaya göre hareket edebilir ya da bir izi takip ederek yeni yerler keşfedebilirsiniz. Doğanın sınırsızlığında yaşayabildiğiniz özgürlüğün tadını çıkarmakla birlikte rehberiniz ve yürüyüş ekibinizden çok da uzaklaşmamanız gerekiyor ki doğa maceranız kabusa dönüşmesin. Gideceğiniz yer ile ilgili önceden araştırma yaparak o yer hakkında bilgi edinebilirsiniz. En sık kullanılan rotalardan birini seçebilir ya da kendi tercihinize göre oluşturacağınız rotaların izinden gidebilirsiniz. İşte Bursalı doğaseverler tarafından en çok tercih edilen doğa yürüyüşü rotalarından bazıları; 1 - Oteller Bölgesi - Cennetkaya 2 - Oteller Bölgesi - Sarıalan - Çobankaya 3 - Oteller Bölgesi - Softaboğan Şelalesi 4 - Oteller Bölgesi - Hanlar Bölgesi Bağlı Köyü 5 - Volfram - Madenler Bölgesi - Göller Yöresi 6 - Cumalıkızık - Kanlı Gölet Şelalesi 7 - Madenler Bölgesi - Göller Yöresi 8 - Soğukpınar Köyü - Ketenlik Yaylası Aras Şelalesi 9 - Bakacak Mevkii - Cumalıkızık 10 - Keles - Kocayayla - Kendir Yayla Alaçam Yaylası 11 - Keles - Gölet - Kocayayla 12 - Teferrüç - Beşevler Mahallesi – Erikliyayla - Abıhayat - Kadıyayla 13 - Maksem - Süleymaniye Köyü 14 - Teferrüç - Beşevler Mahallesi Gölgeli Kaynak 15 - Maksem - Kadıyayla 16 - Kadıyayla – Tonozyayla - Sarıalan 19 foto öykü Kilimligöl ve Uludağ Tepe 20 Yazı ve fotoğraflar: Gökay Mutlu Söğüt’ten Bursa’ya: Osmanlı’nın izinden Söğüt’ten Bursa’ya gelirken geçen yedi günün notlarından oluşan bu öykü, macera dolu bir doğa rotasından izlenimleri anlatıyor. Gökay Mutlu’nun aldığı bu notlar hem doğadan, hem Osmanlı’nın geçmişinden hem de Bursa’nın kırsalından detaylar saklıyor. Osmanlı Beyliği’nin izini sürmek ve Kayı Boyu’nun göç yolunu takip etmek için, sabah ekibimizle birlikte Söğüt’e ulaşıyoruz. Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat Ertuğrul Gazi’ye Söğüt’ü kışlak, Domaniç’i yaylak olarak vermiş. Ertuğrul Gazi (1281 - 1282) yaşamını yitirince yerine oğlu Osman Bey aşiretin başına geçmiş ve yeğeninin Ermeni Beli’ndeki savaşta ölümü üzerine, İnegöl’e yakın Kolaca Kalesi’ni ele geçirmiş. Osman Gazi Bizans kuvvetleri ile çarpışarak batıda topraklarını Bursa’ya kadar genişletmiş ve ölmeden önce yerine Orhan Gazi geçmiş... Söğüt’te Ertuğrul Gazi ve alplerin mezarlarını ziyaret ettikten sonra, Kayı Aşireti’nin göç yolu olan yürüyüşümüzün başlangıcı; Bozüyük, Dodurga üzerinden Camiliyayla 21 foto öykü Söğüt’teki Ertuğrul Gazi Türbesi Köyü’ne ulaşıyoruz. İlk yazılı kaynaklar Kayı Aşireti’nin göç yolarını Bilecik, Yarhisar ve İnegöl gösterir. Kayı Aşireti’nin en güçlü kolu olan Karakeçili Aşireti ise yayla güzergâhlarının da ilk konaklama yeri olarak Söğüt ile Bozüyük arasındaki düzlük, sonra İnönü (İnönü Şehitliği’nin bulunduğu yer) ardından Kocakonak, daha sonra Devlez, Harami Dere ve en sonunda Mızık Çamı. Yedi yurtta konaklanan yerlere Yörükler “yurt” der, Domaniç’e ulaşırlarmış. Yaz boyunca da Domaniç’in yaylaları Kazmut, Eğridere, Bileylik, Karagöl, Karabatak, Kızılsaray, Kocayayla, Üçtepeler yaylakları olurmuş. Camiliyayla Köyü 93 Harbi sırasında topraklarını terk eden Bulgaristan göçmenleri tarafından kurulmuş ve bugünlerde köy terk edilmiş durumda. 22 Camiliyayla Köyü Köyün güneyindeki toprak yollar çam ağaçları arasından Kütahya Domaniç’e bağlı köylere gidiyor. Köye 500 metre kala yürüyüş için son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Bugünkü kamp yerimiz 3 saat uzaklıktaki Kömürsu Yaylası. Bu yıl yağmurlar uzun bir süre yağdığından çayırlar hala yeşilliğini koruyor. Buradaki tepeler Uludağ sıralarının bozkırla buluştuğu son tepeler.. Sarıçam ve köknar ağaçlarıyla kaplı. Ertuğrul Gazi’ye yaylak olarak verilen bu bölge Kayı Aşireti’nin uçlarıydı ve muhtemelen Bizans ile ilk karşılaşmaları da buradaki vadi ve tepelerde oldu. Camiliyayla’nın doğusundaki Kale Tepe, önümüzdeki Kızılsaray, kamp yapacağımız Kömürsu Yaylası; Ertuğrul Gazi’nin ve Osman Gazi’nin efsane ve gerçekler arasında dolanan hikâyeler ile dolu. Buralara yolu düşenlere anlatılıp durulur. Yarım saat sonra Sofular Yaylası’na ulaşıyoruz. GPS kayıtlarından sonra orman yolundan batımızda kalan Kömürsu Yaylası’na doğru yükseliyoruz. Sırtın sağından ayrılıp yükselen yol terk edilmiş yangın kulesine gidiyor. Kuleden Camiliyayla Köyü, güneydoğudaki Türkmen Dağları, Mezitler’in çıkışındaki İnegölBozüyük yolu ve doğuda bozkırın uçsuz bucaksız toprakları gözünüzün önüne seriliyor. Sırtı aştıktan sonra güneyden kuzeye doğru uzanan Kömürsu Yaylası’na ulaşıyoruz. Kamp yerimiz yaylanın ortasında, batıya doğru sokulan vadinin içinde. İkinci Gün: Güneşin ısıttığı yaylada gece düşen çiğ sabah sis olarak yükselirken bizlerde yavaş yavaş çadırlarımızdan çıkmaya başladık Kömürsu Yaylası ve kahvaltımızı yaptık. Herkes hazır olunca kamp yerinin kuzeyindeki orman yolundan yürüyüşümüz başladı. Bir saat sonra Yirce Dağı’nın en yüksek yeri önümüzdeydi ve çeşmeyi geçtikten sonra yükselmeye başladık. Doruk noktası ilk çıktığımız yerin kuzeyindeydi ve beş dakika sonra Üç Tepeler’in en yüksek noktasına ulaştık. Dağın zirvesi çevresine göre bir ada gibi yükseliyordu ve her yön farklı bir orman kuşağını barındırıyordu. Geldiğimiz yön ve doğusu köknar ağaçları arasındaki ardıçlıklarıyla Uludağ’a benzerken, güneybatısı sararmaya yüz tutmuş çayırı ve çam ağaçlarıyla Ege Bölgesi’nin karakterini sergiliyordu. Gideceğimiz kuzeybatı ve kuzey yönü ise kayın ormanlarının egemenliği altındaydı. Ertuğrul Gazi’nin, aşiretiyle yaylalara göç ederken “Bu yayla duman Domaniç Dağları içinde, Duman İçi Yaylaları bizim yurdumuzdur’’ dediği Duman İçi adının zamanla Domaniç halini aldığı söylenir. Zirveden sonra, önce Domuzkertiği Yaylası, oradan Karabatak Yaylası’na ve akşamüzeri 2. gün kamp yerimiz olan Domaniç Safa Köyü’nün yaylasına ulaşıyoruz. Osman Bey Karacahisar Tekfuru ile işbirliği yapan İnegöl Tekfuru ile ikinci kez tekrar savaşır ve savaşın yapıldığı Domaniç Beli’nde kardeşi Saru Yatu yaşamını yitirir. Üçüncü Gün: Kamp yerimizden Safa Köyü’nün taş döşeli yoluna çıkıyoruz. Köy buraya 2 km uzaklıkta, Domaniç Dağı’nın güneye bakan yüzünde. Yüzümüzü batıya dönerek 10 dakika sonra Domaniç Kocayayla’ya ulaşıyoruz. Domaniç Orman İşletmesi’ne bağlı odun depoları ve karayollarının bakım binaları var. Kütahya’nın Domaniç ilçesi buraya 10 km uzaklıkta ve Kuzey Ege’ye bağlantı yolu buradan geçiyor. Kocayayla eski zamanlardan bugüne dek tek geçiş yolu olarak önemini korumuştur. Domaniç Beli de denilen bu geçidin bir başı Domaniç’in doğusundaki Çukurca Köyü, diğer başı ise İnegöl’ bağlı Mizal (Gündüzlü köy) Köyü’dür. Orman depolarının içindeki yoldan batıya doğru ilerleyişimizi sürdürüyoruz. Kayın ağaçları, bir asrı geçen ömürleriyle güneşin yakıcı ısısından korumak için üzerimize kol kanat oluyorlar. Bir süre sonra buz gibi çeşmenin başında duruyoruz. Aslında buralarda çeşme olabilecek bir kaynak yok ama bir süre sonra gerçeği öğreniyoruz. Çeşmenin biraz ilerisinden gelen orta yaşın üzerinde bir bey çeşmenin 23 foto öykü suyunu buraya 1 km uzaklıktaki kaynaktan getirdiği ve çocukluğunun buralarda geçtiğini belirtti. İsminin Kerim olduğunu öğreniyoruz. Eskiden buraların Yörüklerin yaylak olarak kullandıkları, her ağacın altından kuzuların meleşmeleri, köpeklerin havlamaları duyulduğunu, dağ taş insan dolu olduğunu, hayvanların otları bitince başka yaylalara geçildiğini özlemle anlattı: “Kışlamız Balıkesir’di. Ama şimdi buralar ölü. Kazmut Yayla’da da artık Yörükler çıkmıyor. Ben de orada bir hafta kalıp çadırımı kuruyordum, şimdi sadece pikniğe geliyoruz.” Yolumuz uzun olduğundan vedalaşarak ayrıldık. Yol boyu ilerlerken 15 dakika sonra bir çeşme başında Allıkaya Tepesi 24 tekrar mola veriyoruz. Moladan sonra toprak yol yavaş yavaş yükselmeye başladı ve 30 dakika sonra Kazmut Yayla’ya ulaştık. Önceki gelişimizde her zaman burada sürüleriyle Yörükler bulunurdu ama bu defa yaylaya sessizlik çökmüştü. Kayı Aşireti’nin son Yörükleri de burayı terk etmişti. Kazmut Yayla’dan 2 saat sonra Domaniç Dağları’nın en yüksek noktası Darı Tepe’ye ve oradan Bileylik Yayla’ya geçiyoruz. Yörüklerin söylenceleri Osman Gazi’nin çocukluğunun buralarda geçtiği ve Osman Gazi’nin ninesi Hayme Ana vefat edince buraya yedi saat uzaklıktaki Çarşamba Köyü’ne defnedilmiş. Yaylanın kuzeyindeki vadi Oylat Deresi ve Aynalıgöl, Uludağ buraya beş saat uzaklıkta. Güneşin batmasına yarım saat kala Eğridere Yaylası’na ulaşıyoruz. Yaylaya girerken solda Yörüklerin kilim desenleriyle süslü çeşmeden su kaplarımızı dolduruyoruz. Yayla, kayın ormanlarının ortasında irili küçüklü derelerin birleşip, yeşil çimenlerle çiçeklerle bezeli, çan seslerinin kuş seslerine karıştığı, köpeklerin usul usul sizi seyreylediği, sürüleriyle dost olan, sırdaş olan Yörüklerin, yaylalar arasında gezintilerine tanıklık ettik. Çarşamba’nın yaylası Kıransorkun kamp yerimize yarım saat uzaklıkta. Yayla günümüzde Ortaca Köyü’nün yaylası. Burası muhtemelen kışın Söğüt’te kışladıkları, baharla birlikte Domaniç’in yaylaklarına yayılan Osmanlı Beyliği’ni kuran Kayı Boyu’nun en uçtaki yaylaklarıydı. Yaylanın batısındaki vadide Hayme Ana’nın ebedi istirahatgâhının bulunduğu köy ile aynı isimi taşıyan “Dere Çarşamba” olarak anılıyor. Dördüncü Gün: Sabah kalktığımızda kayın ormanlarının nemi çadırlarımızı üzerine düşmüştü. Eğridere Yaylası’ndaki köprüsünün üzerinden kuzeye ilerlediğimizde sol tarafta derenin güçlü kolunu boyunca giden yoldan ilerliyoruz. Hafifçe yükselen yolumuz bir süre sonra düzleşti. Çimenlerin arasından akan dere sesiz bir şekilde akıyor. Kuzeye giden yolu soldan gelen dere yatağında terk ediyoruz. Amacımız ormanı keserek Aynalıgöl, Uludağ Alp Kıran yoluna çıkmak. Yarım saat sonra yola çıktık ve oradan Bozkulak Yaylası’na ulaştık. Batıya doğru yükselen Allıkaya yoluna giriyoruz. Yol sırtın üstünde ve sağımız ve solumuz kayın ormanları. Ormandan sonra alpin çayırlar başladı, ilk mola yerimiz Sarıçayır. Burası Kütahya ve Bursa’nın sınırı. 2052 metrelik Allıkaya’nın zirvesine Sarıçayır’dan 40 dakikada çıkmıştık. Zirveden Büyükoluk’a ve orman sınırının kenarından kamp yerimiz Akçat Yaylası’na ulaşıyoruz. Beşinci Gün: Kamp yerimizden Sorgun Köyü’nün yaylası Kaynarca’ya geçiyoruz. Yarım saat sonra Keles’e bağlı Karabel Odun Deposu’na ulaşıyoruz Burası Domaniç Kocayayla’dan sonra batıya doğru dağları aşan önemli bir geçit yeri ve yol asfaltlandığında Keles-İnegöl arasında ulaşımın daha da artacağı kesin. Uzun bir moladan sonra bir süre Keles’e giden yolda ilerleyip, sağımızdaki orman yoluna giriyoruz ve yükselmeye başlıyoruz. Hafif tempoda iki saat içinde Tepel Tepe’ye ulaşıyoruz. Burası Uludağ’ın en doğudaki uzantısı. Grup fotoğrafı aldıktan sonra sırt hatlarından ilerleyişimizi sürdürüyoruz. Sağımızdaki yayla Paşaçayırı, kadife gibi çimenler orman sınırına kadar uzanıyor. Kırkpınar Yaylası Paşaçayırı’nın doğusunda ve orman içinde fakat buradan görülmüyor. Bugün iki yayla da hemen hemen terk edilmiş durumda. Her iki yayla da İnegöl’ün kuzeyindeki köyler Kilimligöl, Uludağ 25 foto öykü Buzlugöl, Uludağ tarafından yaylak olarak kullanılmış ve Osman Gazi’nin alplerinden Turgut Alp bölgeyi fethettikten sonra Kayı Boyu’nun ilk yerleştiği yerler. Kamp yerimiz iri granit taş bloklarının önünde ve Tepel’den 50 dakika sonra kamp yerimize ulaşıyoruz. Altıncı Gün: Artık yola çıkma zamanı, iri granit kayalar ve ardıç ağaçlarının arasından sırt hattını takip ediyoruz. İrili ufaklı granit kayaların arasında bir saat ilerledikten sonra Avtaşı’na ulaşıyoruz. Uludağ artık önümüzde. Avtaşı’ndan 10 dakikada Koca Boğazova’daki çeşmenin başına iniyoruz. Çeşmenin başından Çavuşdüzü, Küçükdüz, Eğrikar sırtlarından Uludağ’ın ana kütlesi üzerindeki Karagöl Yayla’ya 26 Kilimligöl, Uludağ ulaşıyoruz. Kamp yerimiz 1 saat uzaklıktaki Aynalı Göl. Erikli düz geçitinden dağın kuzeyindeki moren setleri üzerinden son kamp yerimiz Aynalı Göl’e ulaşıyoruz. Yedinci Gün: İbrahim ağabey, 40 yıldır yaylaklar ve kışlası arasında sürüleriyle yolculuk ediyor. Kayı Aşireti koca bir imparatorluk olurken yaylaları emanet ettiği İbrahim ağabey artık yaylasında sürüleriyle tek başına. Hikâyesi, geniş ve uçsuz bucaksız otlaklarda başlamıştı. Yaylak ve kışlaklar arasında yıldızlar kadar çok boylar uzun yolculuklarına çıkmışlardı. Her yeni gün güneş batana kadar ilerlediler ve gökyüzünün altı evleriydi. Rüzgar gibi atlarıyla ilerlerlerken Pers, Urartu, Sümer, Hitit, Frigya, Bitinya, Roma, zamanın önünde diz çökmüştü. Osman (Otman, Atman) uçlarda rüzgar gibi eserken bozkırın önünde yükselen dağlar boyların yaktığı ateşlerle şenlendi. Kayı Boyu’nun dağları emanet ettiği İbrahim ağabeyi Aynalı Göl’de bırakıyoruz, bugün dağlarla biz de vedalaşıyoruz. Dağlar 700 yıl boyunca yürük boylarına sunduğu cömertliği, bizlerden de esirgemedi. Artık zirvedeyiz. Nazif ağabey, Korkut ağabey, Mithat, Bekir, İlhan, Taner ve ben. Son bir görevimiz kalmıştı. Söğüt’te babası Ertuğrul Bey ve annesi Halime Hanım’dan emanet aldığımız sevgilerini Osman Bey’e iletmek…. Censiyan Çiçeği (Gentiana lutea L.) Gelincik Çiçeği ( Papaver pilosum) Ayı Mantarı (Boletus edulis) Obrizya Çiçeği (Aubrietea olympica) Keten Çiçeği (Linum olympicum Boiss) Şakayık, Ayı Gülü ( Paeonia officinalis) 27 bursa dokusu Tarihi aydınlatan izler Bursa’daki ilk uygarlıklardan izler barındıran Akçalar Beldesi, bölgede kurulan Arkeopark ile ziyaretçilerini 8500 yıllık bir zaman yolculuğuna çıkarmaya hazırlanıyor. Beldede yapılan kazılar sonucu keşfedilen Aktopraklık Höyüğü’ndeki buluntular, geçirdiği restorasyondan sonra kapılarını yeniden açan Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Bursa Kalesi içindeki kazı çalışmaları da Hisar Arkeoparkı olarak son bulacak. Bursa’da yaşamın ilk izleri - Arkeopark Bursa’daki tarihi ve kültürel miraslara sahip çıkarak gelecek nesillere aktarma konusundaki çalışmalar aralıksız sürüyor. Yaklaşık 10 yıldır belirli aralıklarla devam eden arkeolojik araştırmalar ile 8500 yıl öncesinde Bursa’da kurulan ilk yerleşim yerlerinden kalıntılara ulaşıldı. Uluabat Gölü’nün yakınlarında yer alan Arkeopark projesinin, tarihin gizemli kapısını aralarken, bölgenin turizminin gelişmesi açısından da etkili olması bekleniyor. Aslına uygun olmasına özen 28 gösterilerek yapılan canlandırmalar ile yaşam formları oluşturulan bölgede, sosyal alanlar, organik pazar ve Roma Dönemi zeytinyağı atölyesinin yapılması da planlanıyor. Arkeopark ile 8500 yıl öncesine ait ilk medeniyetlere ev sahipliği yapan Bursa’nın, tüm insanlığın geçmişini aydınlatacak tarihi mirası ortaya çıkarılıyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi ve İstanbul Üniversitesi desteği ile çalışmalara devam edilen bölge halka açılıyor. Park alanı içinde Taş Devri ve Bakır Devri’ne ait yerleşim alanları ve Eski Kızılelma Köyü’nden getirilen ahşap evler bulunuyor. Alanda Tunç Çağı’na da ait bazı buluntuların varlığından bahsediliyor ama bölgede çalışma yapan uzmanlar, bir sonraki yerleşim döneminin Geç Roma-Erken Bizans döneminde olduğunu belirtiyor. Bölgedeki bulguları değerlendiren İstanbul Üniversitesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Necmi Karul, kazılarda elde edilen en önemli bulgulardan birinin, yerleşim merkezinin ortasında, kurban edilmiş olduğu tahmin edilen, elleri arkadan bağlanmış 2 yetişkin ve 3 çocuk iskeleti olduğunu söylüyor. Bu bulguların hiyerarşik bir yapıyı çağrıştıran yerleşme düzeninin merkezinde olmaları açısından da dikkat çekici olduğunu vurgulayan Karul, merkezde buldukları yapıların da, aynı alanı paylaşan ancak farklı statülere sahip bireylerin varlığının ispatı olduğunu açıklıyor. Kazı ekibi içinde yer alan Viyana Arkeolojik Enstitüsü’nden uzmanların, bu yerleşim alanı içinde bir çiftlik yapısı tespit ettiğini belirten Karul, bölgede yer alan Roma çiftliğinde zeytinyağı üretildiğine dair bulgular elde ettiklerinin de bilgisini veriyor. Karul’a göre, burada bulunan yerleşim bölgesinin hendek ile çevrelenmiş oluşu organize bir iş gücünün olduğu kadar nüfus artışının hesaplandığını ya da sınırlandırıldığını 29 bursa dokusu düşündürüyor. Ancak her koşulda hendeğin, toplumun ortak kabulünün bir ürünü olduğunu ya da bir otoriteyi yansıttığı sonucuna ulaşılıyor. Kimi uzmanlar hendeklerin düşman ya da vahşi hayvanlardan korunmak için yapıldığını söylüyor. Ancak bugüne kadar Aktopraklık’ta bu tarz bir çatışmayı ispat edecek verilere 30 rastlanmamış olması ve hendek içinde bulunan gömüler, yerleşmenin farklı amaçlar ile çevrelendiğini düşündürüyor. Öte yandan, eş zamanlı kullanılmış olduğu tahmin edilen farklı hendekler bulunmuş olması bu dönemde bir anlamda mahalleler şeklinde örgütlenmiş bir yerleşim düzeninin olduğunu da akla getiriyor. Merkezdeki ortak kullanım alanında bulunan büyük fırınların ise, ortaklık içeren ekonomik faaliyetlerde bulunulduğuna işaret ettiği söyleniyor. Arkeopark bölgesinin Anadolu’dan Batı’ya göç eden çiftçi topluluklarının son yerleşim yeri olduğunu da belirten Karul ayrıca projenin bu haliyle; üniversite, belediye, devlet kurumları ve yerel halkın işbirliği içerisinde ürettiği arkeoloji merkezli bir proje olarak da örnek oluşturduğunun altını çiziyor. Japonya’dan Amerika’ya kadar 12 üniversiteyle işbirliği yapılarak yürütüleceğini söylediği kazıların ortalama 10-15 yıl daha sürebileceğinin haberini veriyor. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ise, Arkeopark’ın, Yeşil Bursa’ya yakışır, Leed sertifikalı, çevreci bir yapı olacağını belirtiyor. Altepe, “Kültür Bakanlığı, Büyükşehir Belediyesi ve İstanbul Üniversitesi işbirliği ile Türkiye’nin ilk Arkeopark’ı oluşacak. Buranın çevresi çok önemli yerleşimlerle örülü. Ayvaini Mağarası’ndan Gölyazı’ya kadar pek çok değerli nokta var. İleride bunlar arasında bir bağ da kuracağız.” diyerek Bursa’nın keşfedilmemiş değerlerinin izinin sürüldüğüne dikkat çekiyor. 31 bursa dokusu 32 33 bursa dokusu 34 Arkeoloji Müzesi Bursa’daki arkeolojik zenginliğin bir diğer hazinesi olan Bursa Arkeoloji Müzesi de, bu yıl Müzeler Haftası’nın ilk gününde yeniden ziyarete açıldı. Aktopraklık Höyüğü’nden çıkarılan bulguların da sergilendiği müze, yaklaşık 4 yıldır restorasyon sebebi ile kapalıydı. 1904 yılında Bursa Erkek Lisesi (o zamanki adıyla Bursa İdadi-i Mülkisi) binasında açılan ve daha sonra Yeşil Medrese’ye taşınan müze 1972 yılında Kültürpark’ta hizmete açıldığından bugüne, ilk kez kapsamlı bir onarımdan geçtiğini belirten Bursa Arkeoloji Müzesi Müdürü Enver Sağır, günümüzün yeni müzecilik anlayışına göre büyük bir ihtiyaç duyulduğu anlaşılarak, restorasyondan sonra teşhir-tanzim yenilemesinin de yapıldığını ve müzedeki eserlerin, bu yeni anlayışa göre eğitim ve bilgi esası üzerine düzenlendiğinin altını çiziyor. Müzede sergilenen önemli eserler arasında, Yortan kültürüne ait pişmiş toprak mezar buluntuları, Antandros Nekropolü’nden kap ve süs eşyaları, Karacabey’in Şükraniye köyünde bulunan ve dünyadaki üç örnekten biri 35 bursa dokusu olan Greko-Pers mezar steli, Roma dönemine ait taş eserler, Zeus ve Herakles tasvirleri, Kybele heykelleri, Athena ve Apollon’un bronz büstleri yer alıyor. 17 bine yakın sikkenin de sergilendiği müze ayrıca Bithynia ve Mysia’da bulunmuş olan eserleri barındırıyor. Bursa’nın medeniyetler tarihinden izler barındıran müzenin açık ve kapalı alanlarında, bünyesindeki 25 binden fazla eserin yaklaşık 2 bin tanesi sergileniyor. Müzede, restorasyon öncesi 3000 yıllık tarihin kanıtları sergilenirken, Arkeopark projesi dahilinde yapılan kazılar sonucu ulaşılan eserlerin de eklenmesi ile 8500 yıl öncesine de ışık tutuyor. Türkiye’nin ilk arkeolojik müzelerinden biri olması özelliğini de taşıyan müzenin, 36 yenilenmiş haliyle eskisinden daha fazla ilgi görmesi bekleniyor. Bursa’nın derinlerine doğru Hisar Arkeoparkı Hisar bölgesi de arkeolojik bir çalışmaya sahne oluyor. Kurulacak Arkeopark ile kentin binlerce yıllık tarihi, hem gün yüzüne çıkacak hem de turizmin hizmetine sunulacak. Mollagürani Mahallesi Dolaplı Sokak’ta kurulacak olan Hisar Arkeoparkı, Tarihi Hisar Bölgesi gibi medeniyetlere beşiklik etmiş bir bölgenin geçmişini aydınlatacak. Bursa’nın en eski yerleşim alanı olan bölge hakkında konuşan Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar, “Büyükşehir Belediyesi surları yeniliyor. Biz de bu bölgede özel projelerle tarihi mirasa sahip çıkıyoruz. Dolaplı Sokak’ta ortaya çıkan Roma dönemine ait çeşitli kalıntılar, mozaik, su kanalı ve kanalizasyon izlerine rastlanmasının ardından burası 1. Bölge sit alanı olarak belirlendi. Hisar Arkeopark’ı için kamulaştırma çalışmalarını sürdürüyoruz. Tarihi mirasa sahip çıkma çalışmalarımız kapsamında Hisar Bölgesi’ne özel bir önem gösteriyoruz. Eski Bursa olarak bilinen ve ilk yerleşimin olduğu Hisar Bölgesi’ndeki tarihi eserleri ayağa kaldırmak için çalışıyoruz” diyor. Kamulaştırma çalışmalarının tamamlanmasının ardından Hisar Arkeopark’ı için hazırlanan proje doğrultusunda bölgede çalışmalar hızla bitirilecek. 37 detaylı bakış Tarihi izlerden Bursa panoraması “Panorama Bursa 1326” adlı tam panoramik müze ile beylikten imparatorluğa geçiş süreci, üç boyutlu olarak resmedilecek. Dünyanın ikinci tam panoramik müzesi özelliğine de sahip olan projenin ana teması Bursa’nın fetih günü olarak belirlendi. 360 derece dönüş açısı bulunan ve referans noktası Saltanat Kapı olan müzede, Bursa’nın fethinin gerçekleştiği gün tasvir edilecek. Müze anlayışına farklı bir boyut getireceği söylenen Panorama Bursa 1326 projesi, dönemin ünlü isimlerine ait sözler ve bal mumu heykellerle de renklendirilecek. Canlandırmalarda 38 Osmanlı’nın beylikten imparatorluğa uzanan tarihinde önemli rol oynayan, imparatorluğun ilk başkenti Bursa’da, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkmak ve bu değerleri gelecek nesillere taşımak için yapılan çalışmalara bir yenisi daha ekleniyor. 16 adet tablonun kullanılacağı müze Eski Bursa olarak da bilinen Hisar bölgesine yakın mevkide olacak. İstanbul’daki Fetih 1453 Panoramik Müze’den sonra dünyada ikinci tam panoramik müzenin Panorama Bursa 1326 olacağını ifade eden Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar, klasik panoramalarda kullanılan doğal ya da suni olarak üstten verilen ışığın aksine, tam panoramik müzelerde ışığın aşağıdan verildiğini belirtiyor. Bu şekilde, kubbesel yapıda olan tam panorama müzelerinde, panoramik resmin hiçbir yönden sınırlanmadan, bir bütün olarak ziyaretçiye, uçsuz bucaksız bir gök kubbe altında olduğu duygusunu verdiğini söylüyor. Müzenin eğitime sağlayacağı katkının yanında şehrin turizmini de olumlu yönde etkilemesi bekleniyor. Şehre gelen turistlerin ilgi odağı olacağı düşünülen müze, Bursalıların da yaşadıkları şehri ve tarihini daha yakından tanımalarını sağlayacak. 6 Nisan 1326 tarihinin canlandırılacağı panoramik müzede kullanılacak figürler ile, o dönem insanlarının ekonomik ve sosyal hayatının yansıtılması sağlanacak. Müzede resmedilecek yerler arasında Cilimboz Deresi, Pınarbaşı suyu, Gökdere de bulunuyor. 39 genel sağlık Uz.Dr. Murat Küçüktaş Doruk Sağlık Grubu İz (skar) tedavisi Günlük hayatımızda yaşadığımız olaylar, etkileşimler ve ruhsal gelgitler psikolojimizi nasıl olumsuz etkilerse ve istenmeyen ön yargılara yol açarsa, deride oluşan çeşitli travmalar ve yaralanmalarda derimizde “iz” olarak adlandırdığımız bozukluğa yol açar. Tıbbi açıdan kelime anlamı olarak bakıldığında derinin bütünlüğünü bozan şekil bozukluğuna iz (skar) denir. Derimizde herhangi bir yaralanma olduğunda yara iyileşmesi olarak adlandırdığımız süreç işlemeye başlar. Yara iyileşmesinde ilk olarak bölgeye kan hücreleri toplanır. Kan hücreleri yarayı geçici olarak bir kan pıhtısı şeklinde sararak kapatırlar. İkinci aşamada enflamatuar (yangısal) hücreler bölgeye gelir ve çeşitli büyüme faktörleri salgılanır. Son aşamada ise kollajen dediğimiz deriye elastikiyetini ve sertliğini veren maddeyi salgılayan hücreler yara yerinde toplanır. Bu aşama ortalama 6 ay ile 2 yıl arasında sürer. İz gelişiminde bu son basamak son derece önemlidir. Bu basamakta aşırı kollajen üretimi olursa deriden kabarık (hipertrofik) 40 skar dokusu gelişmesine sebep olur. Bazı yaralanmalarda ise deri kaybı olur ve deriden çökük (atrofik) skar dokusu gelişir. Bizim rutinde en sık karşılaştığımız iz sebepleri; akne (sivilce), suçiçeği, yanık, bıçaklanma veya künt travma, kimyasal yanık ve cerrahi operasyonlardır. İnsan ruhunda oluşan izlerin tedavisi son derece zor iken, deride oluşan izlerin tedavisi görece daha kolaydır. Günümüzde modern ve estetik tıbbın ilerlemesiyle oluşan bu izleri yok etmek için çok çeşitli tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Bunlar arasında en yaygın ve etkili olanları dermabrazyon, ablatif lazerler, kimyasal peeling ve dermaroller tedavileridir. Ayrıca son günlerde adından sıkça söz ettiren total yüz nakli de kullanılan bir diğer tedavi seçeneğidir. Hastalar açısından tedavi yöntemlerinin çokluğu bazen kafa karıştırıcı olabilmektedir. Burada önemli olan hangi ize hangi tedavinin kullanılacağına doğru karar vermektir. Tedavinin etkinliği kullanılan yönteme ve uygulayan hekimin tecrübesine bağlı olarak değişir. İz tedavisi zaman ve sabır isteyen bir tedavi şeklidir. İyi bir sonucu elde etmek için ortalama 2 ile 6 ay arasında bir zaman gerekir. Hepinize “iz”siz bir hayat ve sağlıklı günler dilerim. 41 genel sağlık 11 soruda endoskopi Endoskopi nedir? Genel olarak içi boş organların incelenmesidir. Endoskopinin çeşitleri nelerdir? Mide endoskopisine gastroskopi, kalın barsak endoskopisine ise kolonoskopi denir. Mide endoskopisi hangi durumlarda yapılmalıdır ? Kolonoskopi hangi durumlarda yapılmalıdır ? Yutma güçlüğünde, reflü hastalığı şüphesinde, yemek borusu ve mide kanseri şüphesinde, sık veya şiddetli kusma ya da karın ağrılarında, hazımsızlık sorunlarında ve mide kanaması mevcudiyetinde endoskopi yapılmalıdır. Makattan kanama olduğunda, Büyük abdest alışkanlığında değişiklik olduğunda , 3 haftadan uzun süren ishallerde, Kansızlığın sebebini açıklamak için , Hastalar işlem için nasıl uyutulur ? Anne-Baba gibi birinci derece akrabalarda kalın barsak kanseri mevcut ise , Hastanın damar yolu açılır ve buradan uyutucu bir ilaç damar içine verilir. Karın ağrısı ile beraber kilo kaybı varsa... Endoskopi işlemi nasıl yapılır ? Kolonoskopi işlemi nasıl yapılır ? Mide hastalıkları için yapılan endoskopide işlemden 12 saat öncesinden itibaren hastanın hiçbir şey yiyip içmemesi gerekir. Kolonoskopide ise hastanın müshil denilen şuruplarla hazırlanması gerekir. Aç olarak gelen hasta, sol tarafına yatırılır. Hastanın dişleri arasına ağızlık yerleştirilir. Açılan damar yolundan uyutucu bir ilaç verilir. Daha sonra gastroskop ile yemek borusu, mide ve on iki parmak barsağı ekranda izlenir. Çok özel durumlarda gerekirse mideden biyopsi alınabilir. İki gün önceden sıvı gıdalarla beslenen hasta, işlemden bir gün önce musil şuruplarını içerek barsak temizliğini sağlar. Aç olarak gelen hasta sol tarafına yatırılarak damar yolu açılır ve buradan uyutucu ilaç yapılır. Kolonoskop ile makattan girilerek kalın barsak kamera ile gözlenir. Gerekirse barsaklardan biyopsi alınır. Endoskopik işlemler hasta için zor mudur ? Endoskopi’de boğaz bölgesinde herhangi bir tahriş olur mu? İşlemler hastalar uyutularak yapıldığı için endoskopi veya kolonoskopide hastalar hiçbir şey hissetmezler. Uyutularak yapılan işlemlerde böyle bir şey kesinlikle mümkün değildir. Endoskopik incelemeler ne kadar sürer? Endoskopi 4 –5 dk., kolonoskopi ise 10-15 dk sürer. Endoskopiye hastalar nasıl hazırlanır ? 42 Uz.Dr. Mustafa Ercan Anadolu Hastanesi Sağlıklı bir yaşam dilerim... 43 genel sağlık Uz.Dr. Ferda Firdin Biyofiz Tıp Merkezi Ağrılara hilterapi çözümü Özellikle kas iskelet sistemine ait eklem zorlanmaları ve travmalarına bağlı ağrıların ve semptomların tedavisinde etkili bir lazer cihazı olan Hilterapi; diğer klasik lazerlerden farklı olarak, daha derin dokulara inerken ve daha derin alanda güvenli ve hastaya zarar vermeden başta ağrı olmak üzere, şişlik, hareket zorluğu gibi semptomları hızlı bir şekilde ortadan kaldırabiliyor. Kısa sürede, uzun vadeli biyo uyarıcı, ağrı kesici ve iltihap sökücü bu teknoloji; özellikle fibromiyalji kaynaklı ağrılarda yüksek başarı grafiğine sahip. Uzun süreli hasar görmüş eklem, kas ve kıkırdak patolojilerinde, kireçlenme vakalarında çok etkili olduğu yine bilimsel yayınlarla gösteriliyor. Karpal tunel sendromu (bilekte sinir sıkışması ) gibi sinir hasarlarında ameliyata eşdeğer sonuçlar verebiliyor. Tedavi literatürüne 2002’de giren ve kısa sürede FDA onayı alan Hilterapi, özellikle derin doku patolojilerinde etkili olması nedeniyle spor yaralanmaları için ideal bir tedavi yöntemi... Hilterapi ile tedavi; bursitis, synovitis, kapsulitis, epikondilit, tendinit ve tenosynovit rahatsızlıklarında bilimsel yayınlara göre %93 başarı oranına sahip. • Dokular yeniden canlanır. • Anti-ödem ve anti-inflamatuar etkisiyle ödem ve kronikleşmiş iltihabı giderir. • Vazodilatasyon etkisiyle dokuyu 44 derinlemesine ısıtarak dokuda ağrı oluşturan toksinlerin ( damarların genişlemesiyle ) hızlı bir şekilde temizlenmesine olanak sağlar. • Bel-boyun ağrıları (fıtık,kireçlenme), sırt ağrıları, diz ağrıları (menisküs yırtığı, kireçlenme), cerrahi sonrası geçmeyen her türlü kas-iskelet sistemi ağrıları, epikondilit (tenisçi dirseği), topuk dikeni, fibromiyajlı (kas romatizması) , lokalize kas ağrıları, eklem zorlanmaları- burkulmalar, omuzun kas sıkışması ve kas yırtıkları ve daha pek çok kas-iskelet sistemine bağlı olduğu kanıtlanmış ağrılarda etkindir. • Hiçbir yan etkisinin olmaması, ağrısız olması avantajlarından sadece biridir. • Etkisi uzun sürelidir. Hilterapi ile özellikle romatizmal ağrılar, kas iskelet sisteminin en çok görülen kas yaralanmaları, kireçlenme ve semptomlarda hemen iyileşmeyi sağlayan bu cihaz, İtalya başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde en çok tercih edilen yöntem... Başta diz kireçlenmesi olmak üzere pek çok romatizmal ağrıda güvenle kullanılabiliyor. Bel ve boyun fıtıkları, iş ve güç kaybına neden olan, çok ağrılı rahatsızlıklardır. Hilterapi, ödem çözücü, enflamasyon giderici ve doku onarımı sağlayan etkileri ile bel ve boyun fıtıklarını temelden tedavi özelliğine sahip olduğu, bilimsel çevrelerce ifade ediliyor. Benzersiz özelliği ile diğer tedavi yöntemlerinden çok daha fazla avantaj sunan Hilterapi ile; • Derin kaynaklı ağrılar tedavi edilebilir. (6 cm derinliğe kadar etki eder) • Diğer tedavi yöntemlerine cevap vermeyen dokuları yeniden canlandırmak ve tedavi etmek mümkündür. • İlk uygulandığı andan itibaren ağrının hafifletilmesi ve çok daha kısa sürede fonksiyonların eski haline dönmesi mümkündür. 45 ayak sağlığı Dilek Kopuz Tırnak mantarı tedavisi Yaz aylarının gelmesiyle birlikte ayak sağlığımız daha fazla tehdit altında. Özellikle ortak kullanım alanlarında tehlike oluşturan ve ayağımızın başına gelebilecek en kötü şeylerden bir tanesi olan tırnak mantarları için biraz dikkat kurtarıcı olabilir. 46 Ayak bakımlarında en fazla karşılaşılan sorunlardan biri de tırnak mantarı... Bir tırnakta kalınlaşma, renginde sararma, yeşil ya da kahverengi görüntü var ise veya tırnak plağında pul pul dökülmeler oluyorsa, mantar olma olasılığı fazladır. Bu tür görüntüler oluştuğunda, zaman kaybetmeden mantar kültür analizi yaptırmanızda yarar vardır. Ayağımızı sert bir cisme çarptığımızda oluşan travma sonucu tırnak kenarının kırılıp biraz da olsa tırnak yatağından kalkmasıyla mantarın usulca tırnağa geçerek orada yuvalanması kolaylaşmış olur. Bir mantarın tırnak yüzüne geçip kendini göstermesi zaman aldığı gibi tırnağı terk etmesi de zaman alır. Mantarlar oldukça bulaşıcı, mikroskobik ve çok küçük mikroorganizmalar... Sıcak, nemli ve havasız alanlar mantarların üremesi için ideal ortam oluşturuyor. Bulundukları alanlar genelde; banyolar, havuzlar, saunalar, plajlardaki kumlar, otel odaları, ortak kullanılan eşyalar...(terlik, ayakkabı, ayak havlusu vb.) Tırnağınızda mantar var ise ve mantar tedavisi oluyorsanız, gün içerisinde giymiş olduğunuz ayakkabınızı çıkardıktan sonra içerisine bir antifungal içerikli mantar spreyi sıkıp ertesi gün bir başka ayakkabı ve temiz çorap giymeyi tercih edin. Banyodan sonra ayaklarınızı ve parmak aralarınızın iyice kurulanması, gerekirse fön makinesi tutulması tavsiye edilir. Bazı mantarlar tırnaklarda kalınlaşma oluşturduğundan iç tırnak yatağına doğru yönelmesiyle yumuşak dokuya baskı yaparak tırnak batması olayına sebebiyet verir. Böyle bir durumda şeker hastaları diğer kişilere nazaran daha fazla risk taşırlar. Yaz aylarının gelmesiyle açık ayakkabılar ve terlikler giyileceğinden mantarlı tırnakların görüntüsü sorun teşkil edecektir. Artık ayak bakım merkezlerinde sizi rahatsız eden görüntüye sahip tırnaklarınızı estetik bir görünüm kazandırmak da mümkün... Sağlıklı günler dilerim. 47 eğitimin psikolojisi 48 Travma izlerine yaklaşımlar Hayatımızda iz bırakan olayların başında travmalar gelir. Travmanın anlamı, bireyin beklemediği bir anda, baş etmekte zorlanacağı ya da baş edemeyeceği bir durumla karşı karşıya kalmasıdır. Doğal afetlerden, cinsel tacize, trafik kazasından kanlı bir kavgaya şahit olmaya, eve hırsız girmesinden fiziksel şiddete maruz kalmaya kadar birçok olay bu durum içinde anılabilir. Yetişkinler kadar, hatta onlardan daha fazla bu durumdan etkilenen tabi ki çocuklardır. Erken yaşta bir travmaya maruz kalmak çocuğun psikolojik, sosyal, fiziksel ve akademik gelişimini etkileyebilir. Bu aşamada çocuğun varolan sosyal desteği, kendi ruhsal yapısı ve alabileceği profesyonel destek önemlidir. Çocukların travmada ilk destekleri çevrelerindeki ebeveynleridir. Burada anne-babanın tepkisi, olaya yaklaşımları, çözüm arayışı, bu arayış içinde çocuğa verilen yere dikkat edilmelidir. Tabi ki bir yetişkin için de baş etmesi zor olan travma, yanında bir çocuk varken daha zorlaşmaktadır. Aslında anne-babadan ilk beklenen şey dürüst olmalarıdır. Eve geldiklerinde kapıyı açık, evin içini dağınık gören bir ailede annenin, babanın birden çığlık atması, bayılması ya da aşırı sakin bir şekilde bir şey yokmuş gibi davranması iki uçta görebileceğimiz tepkilerdir. En uygunu “sanırım biri eve girmiş, hemen polise haber verelim, sen de bizi anneannende, babaannende bekleyebilirsin” gibi bir cümledir. O an bunu yapmak zor olsa da, çocuğu sonrasında aydınlatmak gerekebilir. “Evet ben biraz fazla korktum, ama şimdi her şey yolunda” gibi bir cümle de o anki uç tepkiyi çocuğun zihninde düzenlemesine yardımcı olur. “Çocuktur, geçer, alışır” cümlesi çocuk için baş etmekte en zorlanacağı cümledir. Her ne kadar olayları tam anlayamasa da çocuk neler hissettiğini fark edebilir. Depremin neden olduğunu bilemeyebilir, anne-babası kadar iyi açıklayamayabilir ama en az onlar kadar korkabilir. Burada üzerinde ilk çalışılması gereken duygulardır. Anne-baba olarak “evet ben de çok korktum ama şimdi daha iyiyim, üzülmekte haklısın, hepimiz üzüldük” gibi cümleler çocuğa anlaşıldığını hissettirir. Bir diğer alanda travmadan sonra çocuğun kendisine ve çevreye dönük oluşturduğu düşüncelerdir. Örneğin bir taciz durumunda “ben suçluyum o yüzden böyle oldu”, deprem durumunda “ben yaramazlık yaptım, benim yüzümden oldu”, annebaba kavgasında “ödevimi yapmadım, benim yüzümden” gibi cümleleri sık sık duymaktayız. Bu nedenle bu düşüncelere ulaşmak bizim için çok önemli. Duygu ve düşüncelerin ardından tabi ki çocuğun davranışsal tepkileri gözlenir, yalnız kalma isteği ya da hiç yalnız kalamama, yoğun ağlama, iştah kaybı, aşırı uyuma-uyumama, öfkeli hareketler, dikkatinin bozulması, anne-babaya aşırı bağlanma vb. Hemen her çocuğun tepkisi farklıdır ve iyi gözlenmelidir. Travma öncesinde çocuğun baş etme becerileri bu dönemde önem kazanır. Travmadan önce kendini iyi ifade edebilen, sorunlarına çözüm arayan, Psk. Ayşegül Alkış çevresinden yardım talep edebilen bir çocuk travmada bu becerilerini kullanabilir. Ya da bu taleplerini kullanmadığında travmadan yoğun etkilendiği anlaşılabilir. Becerileri daha yoksun, içe kapanık çocuklar ise daha fazla zorlanabilir, çevreye duygu ve düşüncelerini anlatamayabilirler. Bu nedenle her bir davranışsal tepkide travma durumu taranmalıdır. Travma ile çocuk açısından baş etmede ilk yapılması gerekenler, ebeveyn desteği, okul ve rehber öğretmenin bilgilendirilmesi, destekleyici bir akran grubu ve alınacak profesyonel psikolojik-psikiyatrik destektir. Psikiyatrik tarama ile yapılacak psikolojik tarama sonrasında uygun medikal ve terapötik destek başlanabilir. Psikolojik destekte öne çıkan çalışmalar arasında oyun terapisi ve sanat terapisi gelmektedir. Bu çalışmalar sayesinde çocuk travmayı anlayabilir, o anı çözümleyebilir ve ruhsal yapısını düzenleyebilir. Sanat ya da oyun terapisi sayesinde çocuklar duygularını fark edebilir, uygun yolla ifade edebilir ve baş etme becerilerini semboller kullanarak arttırabilirler. Oyun ve sanatla yaralar sarılmış, ruhumuz dinlenmiş olur. Travmasız bir hayat dileğiyle… 49 dünyaya armağansın Yazı: Serkan Duru Kendi kapısının önünü süpüren adam Dünyaya “iz” bırakın Çetin Altan, iki çeşit insan vardır diyor bir sözünde. “Ansiklopedilere giren insan ve toprağa giren insan.” Gerçekten milyonlarca, milyarlarca insan gelip geçmiştir günümüze kadar. Çok azı ansiklopedilere girmeyi başarmıştır. Ansiklopediye girenler, işlerinde ısrar edenler ve vazgeçmeyenler... Ve biz onları birebir tanımasak bile yaşam hikâyelerini biliyoruz ve anıyoruz. Zamanı geldiğinde hepimiz bu dünyadaki görevimizi tamamlayıp göç edeceğiz. Fakat “iz bırakmak” gerekiyor... "Küçük bir çivi değil miydi ki koca bir ulusun kaderini değiştiren? Çivi düştüğünden nal düştü. Nal düştüğünden at gidemedi. At gidemediğinden mesajcı haberi ulaştıramadı ve savaş kaybedildi." Küçük bir kız çocuğu tebessüm etti yoldan geçen hüzünlü yabancıya. Bu küçük tebessüm yabancının kendini 50 daha iyi hissetmesini sağladı. Bu iyi his sayesinde, yakın geçmişte kendisine yardım eden yakın bir dostuna teşekkür etmediğini hatırladı ve hemen bir teşekkür notu yazıp gönderdi. Arkadaşı bu teşekkür notundan o kadar etkilendi ve keyiflendi ki her öğlen yemek yediği restorandaki garson kıza yüklüce bahşiş bıraktı. İlk kez bu kadar bol bahşiş alan garson kız işten çıkarken, bahşişin bir kısmıyla köşedeki yaşlı dilenci adamın şapkasına para bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar olmuştu ki... İki gündür boğazından lokma geçmemişti ve karnını ilk kez bu kadar iyi doyuruyordu. Karnını bu kadar çok doyurduktan sonra ıslık çalarak, bir apartmanın bodrumundaki tek göz odasının yolunu tuttu. Öyle sevinçliydi ki, bir saçak altında titreyen küçük köpek yavrusunu görünce kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar mutluluktan koşturdu. Sabah karşı apartmanı dumanlar sarmıştı ve bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir dilenen adam uyandı. Sonra da tüm apartman halkı uyanıverdi. Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp dışarı çıkardılar. Dumandan boğulmayan yavrular zamanla büyüyüp yazar, doktor, mühendis, öğretmen, bakan vb. görevler alarak diğer insanların kaderleri üzerinde de etkide bulundular. Bütün bunları küçük bir tebessümün yaratmıştı. "İnsan gittiği yolda izler bulmalı, kendisi de geçerken izler bırakmalı..." 51 serbest yazı Mavi Okyanus ile iz bırakmak Özlem Şenkoyuncu İş hayatı artık birbirinden farklı rekabet stratejileriyle, yeni yönetim modelleriyle, esnek organizasyon şemaları ile Y Kuşağı hatta Z kuşağı ile çok daha karmaşık. Farklı olmak, ön plana çıkmak, liderlik yapmak için artık iş hayatındaki geleneksel kurallar geçerli değil. Bu kuralları ise çoğu zaman patron belirlemiyor. Çünkü kuralları artık müşteriler ve toplum belirliyor. Oyunu kurallarına göre oynarsanız kazanıyor, oyuna yeni kurallar koyabiliyorsanız da liderliğe oynayabiliyorsunuz. İş hayatında son dönemlerde sıkça konuşulan ve üzerine çeşitli eğitimler düzenlenen konulardan biri de farklılaşmak, sektörde farklılaşarak iz birakmak üzerine... En çok konuşulan stratejilerden biri de “Mavi Okyanus Stratejisi...” W. Chan Kim ve Renee Mauborgne’un “Blue Ocean Strategy” adlı kitabı ile iş dünyasında dillendirilmeye başlayan bu Mavi Okyanus stratejisi girişimcilerin yeni gözdesi. Peki nedir bu mavi okyanus, okyanus dediğin zaten mavi değil midir? Başka renkte okyanus da mı var? Pazarda birçok oyuncunun olduğu, bu sebeple pastanın gittikçe daralarak kıyasıya rekabetin yaşandığı, karların gittikçe düştüğü pazar “kırmızı okyanus” olarak adlandırılıyor. Herhalde buradaki köpek balığı gibi “dişe diş, kana kan, intikam” edalarıyla yanıp tutuşan rakiplerin birbirini parçalaması sebebiyle kanlarıyla 52 kirlenmiş okyanus olduğu için kırmızı okyanus olarak adlandırılmış. Mavi okyanus ise sizin yeni keşfettiğiniz henüz kimsenin bu suları bilmediği ve yüzmediği bir okyanus. Burada pazarı siz kendiniz oluşturuyorsunuz, rakip yok, rekabet yok masmavi sularda ilk zamanlarda siz tek başına yüzerken pazarın kurallarını ve fiyat politikasını da tek başına oluşturuyorsunuz. Tabi zamanla sizin de okyanusunuz başka oyuncular tarafından keşfediliyor, rakipler artmaya piyasanın kuralları değişmeye başlıyor, rekabet arttıkça da okyanus kızarmaya başlıyor. Kırmızı okyanustan çıkmak isteyenler ise kendi mavi okyanusunu yeniden yaratmak zorunda. Mavi okyanusa en çok verilen örnek firmalar arasında Amazon, Starbucks, T-Box, Ipad, Ipod shuffle gibi kendi alanında yeni uygulamalar yapan benzerlerinden farklılaşan firmalar gösterilebilir. Firmalar için kırmızı okyanusa girmek kolay, ayakta kalmak zor. Mavi okyanus için ise para kazanacak yeni bir fikir bulmak bunu hayata geçirmek zorken, bu okyanusta rakip olmadığı için kalmak çok daha kolay. Kırmızı okyanusta birbirinin benzeri aynı işi yapan birçok firma arasında farklılaşmak öne çıkmak bir o kadar zorken, mavi okyanusta kendi farklılığınızla yarattığınız pazarda lider olmak ise bir o kadar kolay. Eğer iş hayatında ister kurum olarak, ister kişi olarak “iz bırakmak” istiyorsak; çevremizi iyi analiz edip nasıl farklılaşabileceğimiz üzerine kafa yormalı... Farklılaşmak için zaman, gerekiyorsa da para harcayarak kendi mavi okyanusumuzu yaratmayı başarmalıyız. Aksi taktirde sürüdeki binlerce koyundan biri olmaya devam ederiz. 53 detay Türk Kahvesi 40 yıl izi kalır Fincanına kırk yıl hatır sığdıran, telvesinde umut taşıyan, sohbetin en lezzetli bahanesi Türk kahvesi... Yüzyıllardır keyfi sürülen Türk kahvesi, yalnızca bize özgü pişirme ve servis yöntemi ile adını topraklarımızdan alan, UNESCO Dünya Kültür Varlıkları adayı bir Türk geleneği… Hazırlayan: Ferhan Petek Reşat Oyal Kültürparkı - 15.05.2012 Yoğun bir günün sonunda, iş çıkışı soluğu Koza Han’da alıp, orada bulunan asırlık fincan koleksiyonu eşliğinde bol köpüklü bir Türk kahvesi ile yorgunluk atmanın ya da güneşli bir hafta sonu Yeşil’e doğru yapılan yürüyüşün sonunda, Türk kahvesini yudumlayarak, şehrin kuşbakışı manzarasını izlemenin keyfini en iyi Bursalılar bilir. Bir fincanın sakladığı 40 yıl hatırı ikiye katlar Bursa. Şehrin tarihi, kahvenin tarihi ile buluşur, ilk yudumda keyif başlar, ruh dinlenir, zihin tazelenir. 54 Akşamüstü, 600 yıllık İnkaya Çınarı’nın gölgesinde veya Tophane’de saat kulesinin altında yaparsınız keyfinizi. Belki deniz manzarasını tercih edersiniz. Mudanya niyetiyle yola çıkar, Tirilye Çamlı Kahve’de bulursunuz kendinizi. Sadece düşünür, dinlenir, ya da dost sohbetlerine bahane edersiniz Türk kahvesini. “Netten check-in yapıp sanal ehl-i keyiflerin arasına girmek bana yetmez” diyenlerdenseniz, hızla akıp giden hayatın günlük telaşları arasında, bir fincan Türk kahvesi için, her zaman ayıracak vaktiniz vardır. Bir fincan kahve olsam… Eskiler “En iyi kahve bakır cezvede sabırla, ağır ağır pişirilen kahvedir.” derler. Kahve yapılırken kullanılan su ne kadar soğuksa, tiryakilerince makbul kabul edilen köpüğü o kadar bol olur. Köpüğün kalınlığı kahvenin sıcaklığını da korur. Türk kahvesinin yanında ikram edilen suyu, kahveden sonra değil önce içmeli ki su, ağızdaki diğer tüm tatları temizleyip Türk kahvesinin damakta bırakacağı ize zemin hazırlayabilsin. İsteyen orta şekerli isteyen az şekerli içer ama tiryakilerinin iyi bildiği gibi Türk kahvesinin asıl tadına varabilmek için “acı kahve” tanımına uyması gerek. Damak tadına göre sütlü bile içilebilecek kadar keyfinize kalmış Türk kahvesini tatlandırmak için ne ekleyecekseniz, cezvesinde pişerken ekleyeceksiniz. Tabi kahve “yandan çarklı” olmayacaksa. Fincanın kenarında yandan çarklı olarak ikram edilen kesme şekerin zamanla lokum, çikolata gibi tatlı ikramlara dönüşmesiyle tek başına bir gelenek olan Türk kahvesinin, bize özgü diğer geleneklerde de başrol oynamaya başladığı söylenir. Bayram ziyaretlerinde ikram edilen geleneksel Türk tatlılarının ve Türk lokumunun yanında ya da kız isteme törenlerinin başköşesinde Türk kahvesi. Bugün bile gelin adayının görücülere pişireceği kahvenin lezzetini, köpüğünü, kıvamını, onun ne kadar maharetli olduğunun ifadesi olarak kabul ederiz. Damat adayının ise ona ve ailesine eşi için nelere katlanabileceğini, gelinin ikram ettiği tuzlu kahveyi içerek ispatlamasını bekleriz. Türk kahvemizin bir özelliği de dünyadaki tek “telvesi ile ikram edilen” kahve oluşu. Kahveyi içtikten sonra telvesini dibinde bırakırız ki, fincanda kalan izler bize gelecekten haberler verebilsin. Türklere özgü bir kehanet yöntemi olan kahve falı, dibe çöken telvenin oluşturduğu şekillerin doğru yorumlanmasıdır. Tabağına kapatılıp, bazen üzerine yüzük konarak bazen de sohbete dalındığı için bir köşede unutulan fincanlar soğuduğunda, ortamda kim fal bakıyorsa onun önüne dizilir. İşin ehli kişi, kahveyi içenin hali neyse falını fincanından okur, gördüğü şekilleri yorumlayarak ona gelecekten haberler verir. Zaten kahveyi içen kişi, daha ilk yudumunu almadan kafasına koymuştur fal baktırmayı. İçerken hep fincanın aynı yerinden içmiştir. Dileğini tutmuş, tutarken de çoktan kapatmış olduğu fincanını başı üzerinde 3 kez çevirmiştir. At şeklinde muratlar, kuş kılığında haberler, balık gibi görünen kısmetler çıkan fincan, hayırlar getirsin diye fal bitince tabağa açık olarak konur ve hemen yıkanır. Geleceğe olan merakımız fala inanmasak da falsız kalmayışımızın nedeni olsa gerek. Günümüzde ticarete dönüştürülmüş olan fal da aslında umudun bahanesidir. Fal bakanın söylediği umut dolu sözler, geleceğe dair olumlu temenniler telve bahane edilerek dile getirilir. “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane...” Ticari anlamda kahve çekirdeği üretemeyen bir ülke olabiliriz. Ama dünyanın en ince öğütülen ve kaynatılarak pişirilen tek kahvesi, dünyada bizim adımızla tanınıyor. Kendinden önce gelen kokusu, köpüğü, kıvamı, Osmanlı saraylarından evlerimize uzanan yolculuğu ile keyfin simgesi olarak da anılan Türk 55 detay kahvesi, Arabica adı verilen kahve çekirdeklerinin kömür ateşinde yavaş yavaş pişirilmesiyle hazırlanıyor. Ağır yemeklerin yorduğu mideler, zorlu yaşam şartlarının yüklendiği bünyeler Türk kahvesi ile dinleniyor. Hem tadına hem adına yaraşacak şekilde pişirildiği gibi ağır ağır içilebilsin, daha geç soğuyup keyfi katlansın diye, kendine has ince fincanlarda servis ediliyor. Ehl-i keyiflere göre, kahvenin ilk yudumunu höpürdeterek içmek ve ardından bir “oh” çekmek ise usulden. Osmanlı kahvehane kültüründen gelen bu sohbet daveti, günümüzde şekil değiştirse de, iki çift laf etmenin, koyu sohbetlere dalmanın akla ilk gelen bahanesi; Türk kahvesi. Türk kahvesinin bahanesi olarak da kahvaltı yani eski adıyla “kahve-altı” kabul ediliyor. “Aç karnına kahve içilmez” inancını destekleyen atasözü ise durumu özetliyor: “Kahve içmeden önce atıştıracak bir şeyin yoksa kaftanından bir düğme kopar da onu ye.” Esat Uluumay Koleksiyonu 56 Binlerce öpücükten daha tatlı, üzüm şarabından daha yumuşak… Yüz yıllardır keçilerin keşfi olarak kabul edilmişliği var kahvenin. Zamanı, mekânı, isimleri değişse de genel olarak anlatılan hikâyesinin özü şöyle: “Genç bir çoban, sıcak havada uyuşukluk içinde otlayan keçilerinin, bir ağacın meyvelerinden yedikten sonra hareketlenmeye başladıklarını hatta neredeyse dans ettiklerini fark etmiş. Bu mucizeye inanamamış ve meyvelerden kendi de denemiş. Bir süre sonra enerjisi artmış, kalp atışları hızlanmış.” Hakkında anlatılan efsanelere göre; önceleri çiğnenerek, kırılarak, daha sonra yağ ile karıştırılarak denenen kahvenin suyla tanışması tamamen tesadüf. Günümüze kadar şekilden şekle girerek kullanılan “kahve” adı, dervişlerin sabah namazına kalktıkları zaman uykularını açmak için içtikleri bu sıvıya kullanım amacına uygun olarak “uyandıran, dinçleştiren” anlamında “kahveh” demelerinden gelir. 16. yüzyıla kadar şarap yapımında bile kullanılan kahvenin Habeşistan’dan Yemen’e gelişi de bu yüzyılda oldu. Kanuni Sultan Süleyman döneminin Yemen Valisi Özdemir Paşa Yemen’de içtiği bu tada hayran olup onu İstanbul’a gönderince Osmanlı macerası başladı kahvenin. Önceleri sadece üst düzey yöneticiler ile saray mensupları arasında tüketilen bu gizemli içecek kısa süre içinde halk tarafından da sevildi. “Kara altın” ya da “Müslüman şarabı” ismiyle tanınan kahve özel bir yöntem ile pişirilerek “Türk kahvesi” adını aldı. Osmanlı saraylarına “kahveci başı” rütbesinin eklenmesine neden olan kahve, bir dönem “cezve kahvesi” olarak da bilinirdi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulur, el değirmenlerinde çekilip dibeklerde dövülür, kömür ateşi üzerine konan cezvelerde pişirilirdi. Komşulara, misafirlere kulpsuz özel fincanlarda ikram edilirdi ve insanların sosyal yaşamının merkezindeydi. Şu anda kullanıldığı amacından çok daha farklı olarak gerçek adı ile “kıraathane” gerçek anlamı ile okuma evlerinin ilki İstanbul Tahtakale’de açıldı. Şiir ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı, kitapların okunduğu, “memleket” meselelerinin konuşulduğu, oyunların oynandığı kahvehaneler Türk kahvesinin sosyal yaşama etkisinin kanıtıydı. Kahvenin birçok derde deva, hastalara şifa olduğu söylentileri yayıldıkça kahveye olan ilgi daha da arttı. Dönemin şeyhülislamı bağımlılık yarattığını düşündüğü bu içeceğin kavrulup tüketilmesi nedeniyle haram olduğunu öne sürerek yasaklanmasına sebep oldu. O güne kadar açılan tüm kahvehaneler kapatıldıysa da 3. Murat döneminde, halkın yasak nedeniyle gizli gizli de olsa tüketmekten vazgeçmediği kahve yayınlanan bir fetva ile yeniden serbestçe içilir hale geldi. Kahvehaneler arttıkça kahvenin adı ülke dışına taşmaya başladı. İstanbul’a gelen Avrupalı gezgin yazar ve şairler bu kahveden bahseder, Venedikli tüccarlar Anadolu’dan Avrupa’ya kahve götürürdü. Viyana kuşatmasından sonra (1683) Osmanlı ordularının şehri terk ederken geride bıraktığı çuvallar dolusu kahve çekirdeğinin bu tadın tüm dünyaya yayılmasında başlangıç kabul edildiği söylenir. Osmanlıları ve kültürlerini iyi tanıyan bir ajan savaşta geçen emeklerinin karşılığı olarak bu çuvalları istedi. Çünkü çuvalların içinde sanılanın aksine deve yemi değil kahve olduğunu biliyordu. Yine 17. yüzyılda, 4. Mehmet’in Fransa Kralı 14. Louis’e gönderdiği elçi hediye olarak kahve getirmişti. Bu içeceği Fransızlara “sihirli içecek” adıyla tanıtan Osmanlı sefirinin, Hoşsohbet Nüktedan Süleyman Ağa olduğu söylenir.19. yüzyıl sonlarına kadar Türk kahvesi çiğ çekirdek olarak satıldı, evlerde hazırlandı. Bu durum Mehmet Efendi’nin, çiğ kahveyi kavurup öğüterek müşterilerine hazır halde satmaya başlamasına kadar sürdü. Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler? Taze elden taze pişmiş taze kahve tazeler Türk kahvesinin keyfi kadar yararları da saymakla bitmiyor. Sağlık uzmanlarının önerilerine göre günde iki fincan Türk kahvesi faydalı. Ancak her şey gibi Türk kahvesi de önerilenden fazla miktarda tüketildiğinde soruna dönüşüyor; kalp, tansiyon ve mide hastalıklarına yol açabiliyor. Diğer yandan baş ağrılarına, karaciğer rahatsızlıklarına ve kolesterole iyi geliyor. Konsantrasyonu arttırıyor. Yüksek tansiyonu önlüyor. Kahveyi içtikten sonra telvesini yüzüne maske olarak uygulayanlar, cildi temizlediğini, tazelediğini de söylüyor. Nefesi açıyor, kemikleri güçlendiriyor. Yemek üzerine içildiğinde sindirimi kolaylaştırıyor. Düşünme potansiyelini arttırıyor ve bedene zindelik veriyor. Hafızaya güç veriyor ve rehaveti alıyor. Şimdiki zamandaysa amaç bu geleneğimize sahip çıkmak, Türk kahvemizin adını korumak ve tadını dünyaya kendi adıyla yaymak. Türk kahvesi kültürünün, Türk olmanın sosyal gereği olduğunu savunan TKKAD’nin (Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği) projeleri ve güncel faaliyetleri sitesinden takip edilebiliyor. Ayrıca yapılan çalışmalar arasında ünlü isimlerin de içinde olduğu, “Türk kahvesi içiyorum, kahveme sahip çıkıyorum” kampanyası var. Gizem Şalcıgil White ve ekibi “gezici kahve evi projesi” kapsamında Amerikalılara Türk kahvesini tattırmakla kalmıyor, kahvenin kültürünü ve tarihini de anlatıyor. UNESCO Dünya Kültür Varlıkları envanterine aday gösterilen Türk kahvesinin aynı zamanda Türk Patent Enstitüsü aracılığı ile 2012 yılının Mart ayında “Coğrafi İşaret” başvurusu da yapıldı. Resmi gazetede yayınlanan bu tarihten itibaren 6 ay içinde bir itiraz almazsa, Türk kahvemizin coğrafi işareti korunmuş olacak. Yani belirli bir coğrafyadan kaynaklanarak belirgin nitelikleriyle ün kazanmış “gerçek üreticileri” adına kayıt altına alınacak. Kahveden bu kadar bahsettikten sonra, kendinize reddedemeyeceğiniz bir teklif yapıp kahve içmek isteyebilirsiniz. Bunun için ya usulüne göre bir kahve yapıp keyfiyle içer ya da Bursalı olmanın avantajını kullanarak, Tarihi Koza Han’da bol köpüklü bir fincan Türk kahvesi ile günün tadını çıkarabilirsiniz. Esat Uluumay Koleksiyonu 57 kitap önerileri 58 Agatha Christie Gece Gelen Ölüm Anne-Laure Bondoux Katilin gözyaşları Dan Brown Kayıp Sembol Direnç Köse Yüzünün yarısında gün izleri Turgenyev Babalar ve oğullar Frank M. Ahearn İz Bırakmadan Atilla Dorsay Sinema ve unutulmayanlar Sir Arthur Conan Doyle Sherlock Holmes Seçme Hikayeler Steig Larsson Ejderha Dövmeli Kız Stella M. Trevez Ben 50 Yaşındayım Oglum 59 Bursa Kitaplığı Evliya Çelebi Yolu 59 kitabi Parfümün dansı / Tom Robins Emine Civanoğlu Kokudan daha kalıcı bir iz var mı “Aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı özgün ve yeri doldurulamaz biri yapmasıdır. Aşkla mantığın farkı da şudur: Aşkın gözünde bir kurbağa pekala prens olabilir. Oysa mantıkçının analizinde, aşığın, önce o kurbağanın prens olduğunu kanıtlaması gerekir ki bu girişim nice tutkunun parıltısını körletmeye yeter. Mantık, aşkı sınırlar. Descartes’in hiç evlenmemesinin nedeni buydu belki de. Descartes mantık çağının mimarıdır. 1628 yılında Paris’ten, aşıklar kentinden, sırf orada kafası dağılıyor diye kaçmıştır. Gidip Hollanda’ya yerleşmiştir. 1649’un sonlarında Stockholm’e davet edilmiş, Kraliçe Christina’ya felsefe dersleri vermesi istenmiş, Decartes bunu hemen kabul etmiştir. Belki ücret dolgundu. Bir nedeni vardı mutlaka. Kraliçe Christina bu dersleri yatağına uzanmış olarak dinlerdi. Çoğu zaman çıplak olurdu.” Geçmişten bazı anların hafızamızda kokuları ile işaretlenmiş olmaları şaşkınlık yaratıcıdır. O anı tamamen unuttuğumuzu sandığımız halde bir gün bir sokaktan geçerken ya da sıcak bir rüzgarı demli bir çay gibi içerken o anın kokusu bizi yeniden ele geçirir ve ‘hatırlarız’. Kokunun hatırlatmadaki kabiliyeti, sıradan bir günü hayatımızın 60 en önemli gününe çevirecek türdendir. Kokunun bir insana ya da bir hayvana yapabilecekleri kadar yaptırabilecekleri de bir insanın ya da bir hayvanın daha önce asla tecrübe etmediği kadar inanılmaz şeyler olabilir. Sadece bir kokunun peşinden giderek çözülmüş kim bilir ne faili meçhul cinayetler, ortaya çıkarılmış ne gerçekler, tarihin sayfalarına kazınmış ne acayip olaylar vardır. Kokunun bıraktığı izin nelere neden olabileceğine dair kafa yormalar sonucu yaratılmış hikayelerin filmleri festivallerde dünyanın ödülünü kazanmış, basit gibi görünen bir koku izi yüzünden kuvvetle muhtemel yeryüzü akla durgunluk verecek pek çok olaya sahne olmuştur. Bir erkek ceketinin üzerinde bir kaçamaktan kalma görünmez bir koku izi yüzünden tanrı bilir ki kaç aşk can çekişerek ölüp gitmiştir. Tom Robbins, akıl oyunları oynatmaya, bu oyunların içinde okuruna bazen dehşet verici, bazen de tadına doyulmaz cennet bahçelerindeymiş gibi lezzet verici maceralar yaşatmaya bayılan bir yazar. Kendisi, insanın yani senin, benim, evdekilerin, sokakta az önce yanından geçerken halini düşündüğün delikanlının geçmekte olduğu hayati bir sınavın orta yerinde, hepimize birden hayatın kendisini düşündürtüyor. Neyin içinde olduğumuzu, neyin peşinde olduğumuzu… Parfümün Dansı, bizi mantıkla ve mantıksızlıkla, içgüdülerle, akıl ve akılsızlıkla, zelve ve zevksizlikle, şehvetle ve kokuşmuş bir ruhsuzlukla aynı anda tanıştırıyor. Tavşan devam ediyordu: “Koku, ölmekte olan bir insanı en son terk eden duyudur. Görme, duyma ve hatta dokunma gittikten sonra, ölmek üzere olanlar koku duyularına tutunurlar. Böyle olması, biz parfümcülerin çalışma alanının ne kadar önemli olduğunu anlatmıyor mu? Koku, en eski anılarımız için bir kanaldır. Beri yandan gelecek yaşamımıza da bizimle birlikte girebilir. Bu arada da insanı keyiflendirir, hayal gücünü körükler, düşünceleri biçimlendirir, davranışı değiştirir. Geçmişle en güçlü bağımız, geleceğe olan yolculuğumuzda en sadık yol arkadaşımızdır. Tarihöncesi, tarih, sonraki yaşam, hep onun alanıdır. Koku pekala ebediyetin simgesi olabilir. Bildiğiniz tarihin aslında başka türlü yazılmasına ramak kalmış ama tam o sırada bir şeyler olmuş da tencere devrilmekten kurtulmuş gibi bir yeri de var ve yazar da öyle tahmin ediyor ki biz o yeri ne duyduk, ne gördük. Parfümün Dansı’nda çıkacağımız yolculuk bizi işte tam da o yere götürüyor. Eminim o yere vardığında ne yapacağını bilen birisi henüz çıkmamıştır. Bu kitapta yeni arkadaşlar edineceksiniz. Arkadaş dediğiniz her zaman iyi olmaz, kötü ve buna rağmen bizim asla vazgeçemediğimiz arkadaşlarımız da vardır. Bay Mantıksız, Bay İçgüdü, Bay Hayvani Sır, Bay Çingece, Bay Koku, Bay Aydedeye Havlayan, Bay Şaşırtıp Kaçan, Bay Mastürbasyon, Bay İnatçı Güç, Bay Küstahlık… Ortaçağ, tarihin beline, biradan şişmiş bir göbek gibi asılmış duruyordu. Onu yok etmek için aerobik danslarına, sıkı perhizlere başvurmanın da zamanı geçmişti. Tarih bundan böyle sonuna kadar 48 numara don giymek zorunda kalacaktı. O koca midenin ta dibinde, koyu renk, sirkemsi sıvılar arasında, bin yıllık bir yürek yangınının alevlerinden önemli simalar çıkıyor ama sonunda onlar da sindiriliyor, göbeğin içindeki bulamaca karışıyorlardı. Clovis, Charlemagne, 1. Otto, Fatih William, Viking Kralı Rurik, Papa Leo, Gutenberg ve tabaklar dolusu ünlü generaller, krallar, düşünürler, papalar fermante oluyor, eriyordu. Bizim minik çiftimiz Alobar’la Kurda, sindirilmez olduklarını kanıtlıyordu. Balinaların midesini bulandıran sert ahtapot gagalarının esmeramber kusturması gibi. Evet, ahtapot gagaları gibiydi bizim çift. Ya da maraskin kirazları gibi. Pan, gerçek dünyada pek de arkadaşlık edeceğimiz türden birisi değil ama kitaptaki yenidünyada onunla bir mağaradaki büyülü havuzda yüzmek, kitabı okuduğunuz süre boyunca size o kadar da garip gelmeyecek. İşin zor kısmı kitap bitince. Kitap bittiği andan itibaren bu dünya size yetmeyecek. İnsan New Orleans’a adımını attığı dakikada ıslak, koyu renk bir şey hemen üzerine atlar, azma zamanı gelmiş bataklık köpeği gibi bela olur başına. New Orleans’ın bu etkisinden kurtulmanın tek yolu, onu yemektir. Bu kitaptaki yolculuğun en ilginç kişisi olan keçi ayaklı, zevk ve bereket tanrısı 61 detaylı bakış Evliya Çelebi’nin izinde 2009 yılı sonbaharında 6 arkadaş düştüler yola. Evliya Çelebi’nin silinmeyen izlerini takip ederek, onun rotasına sadık kalarak ilerlediler. Seyahatname’sindeki Hac yolunu adım adım izlediler. Evliya Çelebi rehberliğindeki seyahatlerini kitaplaştırıp Bursa’nın soyut mirasında yer alan Evliya Çelebi güzergâhına kılavuz yaptılar. Evliya Çelebi’nin geçtiği yollar bıraktığı izler artık pusulalarla değil tabelalarla takip edilebilir hale geldi. 62 Evliya Çelebi, geleceği parlak bir genç, iyi eğitimli bir beyefendiydi ama yapmak istedikleri ona layık görülenlerden farklıydı. Küçük yaşlarda başlayan, yeni insanlar tanıyıp yeni yerler görme arzusunu hayata geçireceği bir fırsat kolluyordu. “Şefaat” yerine yanlışlıkla “seyahat” dediği rüyasının ertesi günü yollara düştü. İlk yolculuğunu 1640 yılında “sudan ibaret” diye tanımladığı Bursa’ya yaptı. Dönemin şair ve yazarlarının alışılmış edebi ifadeleri ve ağdalı cümlelerine karşılık, yazdığı 10 ciltlik Seyahatname’sinde gittiği yerleri, tanıdığı insanları, yaşadığı olayları kendi üslubunda, halk dilinde deyimler kullanarak anlattı. Evliya Çelebi’nin yolu, 1671 yılında çıktığı Hac yolculuğunda da Bursa’dan geçti. Osmanlı tarihçileri onun Hac yolunda bıraktığı bu izleri takip ederek, ilk turu at üzerinde tamamladılar. Evliya Çelebi’nin 400 yaşına girdiği ve UNESCO tarafından Evliya Çelebi Yılı olarak kabul edilen 2011’de ise “Evliya Çelebi Yolu” adlı kitap yayın haline getirildi. Yolu yürüyerek, at ya da bisikletle geçmek isteyenlere rehber olan kitap, UNESCO Türkiye Milli Komitesi'nce “The Evliya Celebi Way” adıyla İngilizce olarak da yayınlandı. Araştırmanın öncüsü olan Dr. Caroline Finkel ve ekibi, tüm Osmanlıların en büyüğü olarak bahsettiği Evliya Çelebi’nin geçtiği yolları canlandırarak geçmişin daha iyi anlaşılabileceğine inanıyorlar. Onun izini takip ederek seyahat etmenin, bir süreliğine de olsa bambaşka ve daha sakin bir dünyayı ziyaret edebilme fırsatı vereceğini söylüyorlar. taşıyor. Yalova'nın Hersek Köyü’nden başlayan yolculuk 40 gün at sırtında 7 gün de yaya olarak devam etti. Atlarla İznik, Yenişehir ve Kütahya’nın içinden Bursa, İnegöl, Afyonkarahisar ve Uşak’ın yakınlarından geçtiler. Osmanlı hamamları ve kaplıcalarına gittiler. Zamanında Evliya Çelebi’nin de katıldığını bildikleri Rahvan at yarışlarını ve Seyahatname’sinde, oynarken birkaç dişini kırdığını anlattığı cirit oyunlarını izlediler. Köylere yakın yerlerde kamplar kurarak, köy yaşamını daha iyi anlatan kimsenin olmayacağını düşündükleri köylülerle sohbet ettiler. Yolculuk boyunca karşılarına çıkan insanların ikramlarından ve ilgilerinden son derece memnun olan ekip, bu projenin rota üzerindeki köylere, kasabalara maddi getiri de sağlamasını umuyor. Bursa Araştırma Merkezi, Büyükşehir Belediyesi ve Trafik Şube Müdürlüğü katkılarıyla, güzergâha üzerine turistlere kolaylık sağlayan yönlendirme tabelaları koyuldu. Tarihe ışık tutan, kültürel bağları güçlendiren ve turizme katkı sağlayan proje ve ardından gelen kitap, ekibin yolculuk boyunca yaşadıklarını da içeriyor. Bu çalışma sayesinde artık Evliya Çelebi’nin yolculuğundan kalan tek iz Seyahatname’sinde anlattığı kadarıyla kalmıyor. Daha önce 1995 yılında düşünülen ama uygulamaya geçemeyen projedeki atların temini ve rehberlik görevini Ercihan Dilari üstlendi. Ekibin başka bir üyesi olan Kate Clow ise Türkiye’nin ünlü yürüyüş parkurlarından Likya Yolu’nun kâşifi olarak tanınıyor. Aslına sadık kalınarak takip edilen rotanın, Evliya Çelebinin ilk Hac yolculuğuna ait olması ayrıca önem 63 bursa dokusu Nazım’ın Bursa’daki izleri 1933’te üçüncü kez kovuşturmaya uğrayan Nâzım Hikmet, 18 Mart 1933 sabahı bazı kişilerle birlikte gözaltına alınır. Gözaltı önlemi, 7. Sorgu Yargıçlığı’nda ifadesi alındıktan sonra aynı gün tutuklamaya çevrilir ve Sultanahmet Cezaevi’ne konur… Sorgu yargıçlığının yetkisizlik bildirmesi üzerine, 31 Mayıs 1933’te Bursa Cezaevi’ne nakledilir. Hazırlayan: Güney Özkılınç O, Bursa’da iz bırakacağı yılların başlangıcı olan 1933 yazının ilk gününde, eğitim yıllarının bir bölümü Bursa Amerikan Kız Koleji’nde geçen Piraye’ye mektup yazar. Hapishane penceresinden görünen Bursa’yı, Piraye’nin çocukluk yıllarına gönderme yaparak satırlarına taşır: Hatçem, Sağ salim Bursa’ya ulaştık. Rahatımız iyicedir. Mahkemenin ne zaman başlayacağı daha belli değil. Bu da tabii… Çünkü buraya geleli daha 24 saat bile olmadı. Aramıza dağlar, 64 denizler girdikten sonra hasret ve göreceklik bir kat değil kat kat arttı. Tez kavuşsak derim. Sen de öyle dersin, bilirim. Ama bakalım hadisat ne der? Hapishane penceresinden, yığın yığın yeşillikler arkasında Bursa’nın beyazlıkları ve keşişin dumanlara karışan etekleri görünüyor. Ben seni düşünüyorum. Senin çocukluğun bu yeşillikler arasında, bu kocaman, karlı dağın yamacında geçmiş. Ne tuhaf şey değil mi? Senin bu en güzel günlerinin geçtiği bu gök altında benim şimdi, bir türlü bitmek, tükenmek bilmeyen saatlarım uzayıp gidiyor… Haziran 1, 1933 (Nâzım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar-1, s. 12) Nâzım’da iz bırakan Bursa; “kaplıcalar, türbeler, ipek fabrikaları ve kocaman bir çınar”dan ibarettir… … Demirlerden seyrettiğim bu şehir kaplıcalar türbeler ipek fabrikaları ve kocaman bir çınardır. Ve sahici insanları benim insanlarım nasıl da perişan … (Nâzım Hikmet, Yatar Bursa Kalesinde, s. 175) Kelepçelerle Ağır Ceza’da Usta şairimiz, Bursa’ya getirilişinden yaklaşık üç ay sonra 1933 Ağustosu’nun yirmi yedisinde mahkemeye çıkarılır. Heykel’deki Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nin önü (şu anki Bursa Kent Müzesi) ana baba günüdür. Toplam yirmi beş mahkûm, jandarma gözetiminde ve ikişerli kelepçeli olarak Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’ne girerler. Nâzım, bir başka şairle N. Vahdeti Çakırhan’la aynı kelepçeyi paylaşacaktır... (…) pazar günü, bu kez Akşam Gazetesi’nin muhabiri olarak Bursa’ya gelen Nâzım Hikmet, sergiyi izlemeyi, haberini yapmayı, arkadaşlık ve gazetecilik görevi olarak görür. Vapurla Yalova’ya; oradan da otobüsle Bursa’ya gelir. Bugünün Bursa’sında hâlâ işlevsel olan Tayyare Kültür Merkezi’nin sergi salonu, hıncahınç doludur. Nâzım Hikmet, arkadaşını öper, kutlar. Karikatürleri tek tek inceler, sergiye gelenlerle sohbet eder, yapılan konuşmaları dinler, notlar alır ve aynı gün İstanbul’a döner… Bu yolculuk; Nâzım Hikmet’in Bursa’ya kelepçesiz gelip kelepçesiz gittiği son yolculuktur… Bir kış günü başlayan ikinci hapislik Beş aralık bin dokuz yüz kırk. O yıllarda nüfusu yüz bin olan şehrin uzağındaki Bursa Cezaevi, koğuşlarını bir okula dönüştürecek mahpusunu, demir parmaklıkları ardına almak üzeredir… Nâzım, Bursa Cezaevi’ne getirildiği yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle sürdüğü, ülkemizde tek parti yönetiminin sürüp gittiği yıllardır. … Bursa’da kaldığı süre içerisinde, cezaevindeki mahkûmlarla öğrencileriymiş gibi ilgilenen Nâzım Hikmet, o yıllardaki yirmi dört saatini Nâzım Hikmet’in bir yılı geçen ilk Bursa hapisliği, 1934 yılı Ağustos ayında çıkarılan afla son bulur. Ancak o, sonraki hapisliğinden çok çok kısa sayılabilecek bu ilk hapisliğinde bile Bursa’da, tarihe geçecek bir iz bırakan Nâzım Hikmet, Türkiye’nin ilk köy filmi olarak sinema tarihimizde yerini alan “Bataklı Damın Kızı Aysel” filminin senaryosunu, Bursa hapisliği döneminde yazacaktır. Günümüzde Nilüfer ilçesine bağlı bir mahalle olan Çalı’nın çekimlere ev sahipliği yaptığı bu film, dönemin ünlü birçok isminin anılarında da yerini alır. İlk opera sanatçımız Semiha Berksoy, Çalı’daki film setine uğramış; ardından Bursa Cezaevi’nde Nâzım’ı ziyarete gitmiştir. … O sıralarda Nâzım hapse girmişti. Bursa Hapishanesinde yatıyordu. Cahide Sonku, Bursa yakınlarında Bataklı Damın Kızı Aysel filmi için gidecekti. Filmi Muhsin Ertuğrul yönetiyordu. Ben de rica ettim. ‘Sizin filmin setinde bulunmak istiyorum.’ dedim. Filmi Bursa yakınlarında çekiyorlardı… (Sana Tütün ve Tespih Yolluyorum, Füsun Özbilgen, s. 53, 1985.) Kelepçesiz yolculuk 1936 yılının Mayıs ayında Cemal Nadir, memleketi Bursa’da karikatür sergisi açmaya karar verir. Mayıs ayının bir 65 bursa dokusu şöyle anlatır: “… Belki sizi ilgilendirir diye, normal yirmi dört saatimi yazıyorum: Sabah yedi yataktan kalkmak, yedi kırk beş radyoyu dinlemek, sekiz buçuktan on ikiye kadar Tolstoy’un Harp ve Sulh romanını tercüme. İkiden dörde kadar dokuma atölyesinde çalışmak. Dörtten yediye kadar, adını henüz koyamadığım ve bir türlü bitmeyen kitabıma çalışmak. Yedide radyoyu dinlemek… Sekizden on bire kadar, küçüklü büyüklü şiir yazmak. On birden on ikiye kadar kitap okumak. Yemekleri ne zaman yediğim malûm. Bu şartlar içinde bazen günlerin yirmi dört saatten ibaret olduğuna içerliyorum.” (Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar, s. 26) 66 Yüzümde Nâzım izi Nâzım’ın cezaevindeki yaşamı bunlarla sınırlı değildir. O, günümüzün ünlü Bursalı ressamı İbrahim Balaban ve roman yazarı Orhan Kemal başta olmak üzere birçok mahkûmun belleğinde silinmez izler bırakmıştır. Fidyekızık’tan Eyüp Gültekin; Hacıali (Mustafakemalpaşa)’dan Yakup Yıldırım; Müşküleli Başaran ve Fevzi Kavuk; Karasıl (Yenişehir)’dan Yusuf İzzet Demirboğa (Yenişehir)’dan Celil Kumarslan, Güneykestane (İnegöl) Sarı Çerkez Seyfettin (Durmaz), Güneybudaklar’dan Mehmet Öydeş, Gürle’den Mehmet Gülmez, Yenikeöy (Orhangazi)’den Ramis Salman, Hasan Süsay; Kıranışıklar (Keles)’dan Ahmet Atak; Çepni (Mudanya)’dan Halil Cengiz… O yılların Bursa’daki önemli doktoru Neşati Üster, gazeteci İsmet Bozdağ, Bursa Kız Lisesi öğretmenleri Fakihe Odman ve Nebahat Sütunç, Bursa’nın Hâkim Annesi Mürüvvet Yener, Başgardiyan Hasan Basri Acar, kâtip Mehmet Ali Bey, Savci Şinası Beken, Cezaevi Müdürü Hasan Tahsin Akıncı… Bursa’nın misafir odasındaki şair Kaplıcalarıyla ünlü Çekirge için Bursa’nın misafir odası denmiştir. Göğe uzanan ve gölgesinde rüzgârların dinlendiği çınarlar… Bahçelerinde şirin mi şirin havuzlarla kaplıcalı, adları birbirinden anlamlı birbirinden güzel oteller; Hüsnügüzel, Huyugüzel, Boyugüzel, Gönlüferah, Ferahfeza, Büyük Yıldız, Hayat, Ada Palas, Servinaz… 67 bursa dokusu Bursa’da bir otel var İçinde bir güzel var Gözlerimin önünde Uzun beyaz bir el var (Nâzım Hikmet, Yatar Bursa Kalesinde, s. 80) Nâzım ile Piraye’nin tanığı, Çekirge’nin nazlı güzeli Servinaz... Hüsnügüzel Çay Bahçesi’nin bitişiğinde, günümüzde hizmet vermeyi sürdüren bu otelin 1940’lı yıllardaki muhasebe işlerini, yirmi yaşlarında tıp hayalleri kuran ”Kâtip” lakaplı Galip Uzunca yürütmektedir. Misafirlerine eşsiz Bursa seyri sunan, kimi zaman dile gelip bizlerle sırlarını paylaşan Servinaz’da Nâzım, Piraye ve Mehmet Fuat’ın çektirdiği fotoğrafları incelediğimizde, otelin havuzu, bahçesi ve odalarının pek değişmediğini görürüz. Vedat konuşuyor: ‘-Hiçbir yere benzemez Bursa hamamları. 68 Hele ‘Ferahfeza’. Bahçe içinde bir otel. Müşteriler temiz. Vizite üç papel. ... (Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları, s. 21) (…) Nâzım Hikmet Bursa’dan 1950 yılında, 8 Nisan’ı 9’una bağlayan gece yarısı saat: 3.30 sularında ayrılır. Yanında iki sivil polisle önce kara yoluyla Yalova’ya, oradan saat: 6.30 vapuruyla Kartal’a… 1950 yılının yaz aylarında serbest bırakılan ve o ana kadar on üç yılını hapislerde geçiren “Şair Baba” dışarıda da on üç yıl yaşayacaktır… Bursalıların armağanı Bu yıl 111. doğum yılını kutladığımız ve ölümünün 50. yılında sevgiyle andığımız usta ozanımıza, ülkemizin dört bir yanında ve Bursa’da yer açılıyor. Nilüfer Belediyesi, Türkiye’nin ilk ve tek şiir kütüphanesinin bulunduğu kültür evine onun adını verdi. Nâzım adına diktiği Beşevler Mahallesi’ndeki çınarlığı, bir büstle taçlandırdı. Önümüzdeki aylarda Misiköy’de açılacak Nâzım Hikmet Anı Evi’yle bir belgelik oluşturulması amaçlanıyor. (…) Nâzım’la ilgili çalan her telefon, tarifi güç duygular uyandırır bende... Hangi anı? Hangi öykü? Hangi paragrafı İnsan Manzaraları’nın? Bizi Nâzım’ın izlerine daha bir yaklaştıran… Kaynaklar: Hikmet, Nâzım “Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar” Cem Yayınevi, 2. Basım, Aralık, 1993. Hikmet, Nâzım “Memleketimden İnsan Manzaraları” Yapı Kredi Yayınları, 12. Basım, Aralık, 2006. Hikmet, Nâzım “Piraye’ye Mektuplar -1” Adam Yayınları, 2. Basım, Ocak, 2002. Hikmet, Nâzım “Yatar Bursa Kalesinde” Adam Yayınları, 16. Basım, Ekim, 1998. Özbilgen, Füsun, “Sana Tütün ve Tespih Yolluyorum” Broy Yayınları, İkinci Basım, 1985. 69 albüm önerileri 70 Aydilge Yalnızlıkla Yaptım Özlem Tekin Kargalar Şebnem Ferah Od Sertab Erener Sade Zımba Karamsar Olmamak Lazım Pinhani Canlı Yayın Can Gox Yalnızım Ben Celia Cruz Regalo Del Alma Zaz On Ira Israel Kamakawiwoole(IZ) Wonderfull World Pink Floyd The Wall 71 armoni Müzikte felsefenin iz düşümü Birçok kişi onları “tüm zamanların en iyi grubu” diye niteledi. Konserleri dünyanın iki ucundaki insanları bir araya getirdi. 70'lerde yaşanılan Rock müzik patlamasının en büyük halkalarından birisiydiler. Pink Floyd, müziğe iz bırakmış felsefi bir dinamo gibiydi… 72 Pink Floyd Hazırlayan: Sezai Evans Her albümünde ayrı bir tat alırsınız Pink Floyd’u dinlerken. Çoğu kişi gibi gözlerinizi kapatarak dinlersiniz. Sadece müzik altyapılarına saygı duymaz, şarkı sözlerine eğildiğinizde hayran olmadan duramazsınız. 18 albümünün neden dünya çapında yaklaşık 150 milyon sattığını kolayca anlayabilirsiniz. Pink Floyd sadece şarkı sözleri ve müzikalitesi ile değil klipleri, sahne performansları ve fan kulüpleri ile birçok kişinin hayatında izler bırakmış felsefik bakış açılarıyla müzik dünyasının bambaşka bir yerine konumlanmıştır. Belgeseli çekilmiş tabir yerindeyse (ki yerinde) müzik dünyasına damgasını vurmuş bir müzik ekolüdür. Konserini izledikten sonra müzikle uğraşan diğer tüm insanların başka bir klasmanda olduğunu düşündürten kısaca farklı bir kulvarda müzik yapan bir gruptur. Hatta sevenleri arasında Pink Floyd edebiyatı dahi oluşmuştur. Progressive Rock’ın öncüsü olarak bilinen Pink Floyd, 1964 yılında Syd Barrett (gitar), Roger Waters (bas gitar), Nick Mason (Davul) ve Rick Wright (Keyboard) tarafından kuruldu. 1965’lerde ise ismini o dönemin iki Blues ustası olan Pink Anderson ve Floyd Council’den alarak vücuda geldi. Kısa sürede müzisyenlerinin çalgılarla olan diyaloğu ve özel becerileri ile müzikte, şarkı sözleri ile felsefede öne çıkan grup giderek popülerleşti. Bu ilginin nedeni ise Pink Floyd üyelerinin hiçbiri diğerlerinin gerisinde kalmaması ya da onları gerisinde bırakmamış olmasıydı. İlk dönemlerinde daha küçük bir kitleye seslenen grup kullandıkları görsel efektler ve sahne performansları ile kısa denilebilecek bir sürede ulusal kitleye sahip oldu. Psychedelic Rock ve Caz müziğin altyapısını değerlendiren Pink Floyd, belli bir süre sonra kendi tarzını iyice oturtmayı başardı. Ekol denmesinin sebebi de bu sebepten ötürü oldu Pink Floyd’a… Pink Floyd kendi müzik tarzını efsaneleşerek yaşıyordu zaten… 73 armoni 1966'da ilk kez bir müzik şirketiyle anlaşan Pink Floyd, 1967'de Arnold Layne single'ı ile albüm dünyasına ilk adımı attı. İlk albümleri The Piper at the Gates of Dawn, İngiltere’de büyük bir başarı sağladı fakat aynı başarı Amerika’da gelmedi. Fakat o dönemde Jimi Hendrix ile turne yapıp kendisini tanıttı. Değişime ulaşmak için müziği kullanan Pink Floyd, durağanlığı ortadan kaldırmak için müzik yapıyordu. İlk bakışta anlamsız, garip gelen, dinledikçe haz veren besteleriyle müziğin bugünlere gelmesinde tam bir öncülük yaptı. Kısaca Rock müziğe cesaret ve hız kazandırdı. Müzikteki en son devrimlerden birini yaşatmakla kalmadı, bilinen değerleri farklı bakışıyla bütünleştirerek sanatta erişilemez yerlerden birine kendi ismini koydu. Syd Barrett gruptan ayrıldıktan sonra birçok uzun deneysel şarkı, film müziği ve stüdyo çalışmaları yaptılar. Vokallık ise grup üyeleri arasında değişiyordu. 74 Waters, Gilmour ve Wright üçlüsü bu görevi üstlenenlerdi. 69’da çıkan Ummagummay hem dinleyiciler hem de eleştirmenler tarafından çok beğenilmişti. 70'de o dönemin en çok satan albümü Atom Heart Mother yayınlandı. Grup albümün ilk şarkısını 23 dakikalık bir beste olan "Atom Heart Mother"ı orkestra ile birlikte kaydetmişti. Albümü beğenmemiş olsalar bile deneyselliği ve farklı ses efektleriyle Pink Floyd ile bütünleşecek elementlerin bulunduğu ilk albüm olmuştu. Floyd albümün başarısıyla ilk Amerika turnelerine çıkmıştı. 71'de Relics ve içinde "Echoes" parçasıyla dikkat çeken Meddle yayınlandı. 72'de Obscured By Clouds ile "La Vallee" adlı filmin müziği çıktı ortaya… Free Four şarkısı Amerika'da hit oldu. Meddle'a göre daha sadeydi. 73’te hem albüm kapağıyla hem de yarattığı etkiyle efsaneleşen Dark Side Of The Moon adlı albüm çıktı. 40 milyondan fazla satan albüm, dünyanın en çok satan Rock albümü oldu... Aynı yıl Money şarkısına yapılan single bir numaraya yerleşti. İlk albümlerden toplama olan A Nice Pair, Pompeii Konseri gibi materyallerin yayınlanmasına neden oldu. Bu toplamalar Pink Floyd'un ilk dönemlerini yeni dinleyicilere aktardı. 75'te Wish You Were Here piyasaya sürüldü. Albümde yer alan Shine On You Crazy Diamond ve Wish You Were Here Barrett'ın anısına yapılıyordu. Kalan şarkılar ise müzik endüstrisine karşı bir tutum içeriyordu. 77’de yine bir Harvest yapımı olan Animals piyasadaydı. Çeşitli kişilik yapılarının birer hayvan olarak sembolize edildiği albüm büyük ilgi gördü. Albüm turnesinde albüm kapağında da kullandıkları domuz da konserlere çıkıyordu. 79 yılında piyasaya çıkan The Wall Pink Floyd'un bir diğer önemli albümü oldu. "Pink" adındaki karakterin doğumundan itibaren olan süreç, savaş, babaya duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma gibi konular işlenen albümün aynı ismi taşıyan filmi de yapıldı. 83'te, The Wall'dan artan parçalar ile yapılan The Final Cut, aynı zamanda grubun içerisinde olduğu krizi de gözler önüne serdi. Grup içerisinde bazı tartışmalar kendisini göstermişti. Bir süre sonra Roger Waters ile David Gilmour arasındaki anlaşmazlık sonucu Roger Waters grubu dağıttığını açıkladı. Fakat David Gilmour Pink Floyd ismiyle devam etmek istedi ve davayı kazandı. 83'ten sonra 94'e kadar grup elemanlarının solo albümleri yayınlandı. 87 yılında Roger Waters olmadan yapılan A Momentary Lapse of Reason piyasaya çıktı. Pink Floyd adı altında sadece David Gilmour ve Nick Mason çalmış, Rick Wright ise albümde çalan diğer sanatçılar arasında gösterilmişti. Grup 92'deki La Carrera Panamericana filmi için Dark Side of the Moon’dan bu yana ilk kez beraber beste yaptı. 94'te David Gilmour, Wright ve Mason The Division Bell albümünü yayınladı. Aynı yıl içinde Pulse adlı konser albümü çıktı. 95'te ise "Marooned" ile tek Grammy ödüllerini kazandılar. 2000'de “Is There Anybody Out There? The Wall Live 1980-81” konser albümü ve 2001'de Best of Echoes yayınlandı. 2003'te Dark Side of the Moon yeniden piyasadaydı. 2004'te ise Nick Mason "Inside Out" isimli Pink Floyd kitabını kaleme aldı. 2005'te “İngiltere Hall of Fame”e girmeye hak kazanan Pink Floyd, tekrar tekrar dinlenebilen yapısıyla, anlatım zenginliği ve derin anlamları ile aşılamayacak birçok başarının altına imza attı. Pink Floyd Roger Waters ile “The Wall” turnesi kapsamında 7 yıl aradan sonra 3 Ağustos 2013’te İstanbul Teknik Üniversitesi Ayazağa Kampüsü’ndeki stadyumda konser veriyor olacak. Sosyal, politik ve bireysel anlamda kitleleri etki altında bırakan ve aylarca liste başı olan The Wall albümünün müzik tarihinin en önemli albümlerinden biri olarak kabul edilmesinin sebebini dileyen herkes canlı izleyebilir. Avrupalı organizatörler tarafından uluslararası müzik konferansınca 2012 yılının en iyi turu seçilen The Wall bugüne kadar Güney Amerika'da 15 açık stat konseri ile Şili, Brezilya ve Arjantin'de 750 bin kişiye ulaştı. Roger Waters’ın Buenos Aires River Plate Stadı’ndaki 9 konserinin biletleri de günler öncesinden tükendi. Amerika, Kanada ve Meksika'da gerçekleşen 42 konseri ile turnenin ikinci ayağında da başarı devam etti. Waters, ''The Wall'' turnesi kapsamında şimdiye kadar 192 konser verdi, bilet satışından 380 milyon dolar elde etti ve 28 ülkede 3,3 milyon kişiye ulaştı. Turnenin Avrupa konserleri temmuz ayında Belçika'da başlayacak. ''The Wall'' turnesi, gelecek yıl eylül ayında Fransa'da sona erecek. Pink Floyd ismi tıpkı geçmişteki gibi tüm dünyayı peşinden sürüklüyor. Anlaşılan o ki Pink Floyd, tanıştığı daha birçok kişinin müzik dünyasını “derinden” değiştirecek… 75 film önerileri 76 Koku- Bir Katilin Hikâyesi Tom Tykwer - 2007 Fransa, İspanya Gerilim Vampir Avcisi Abraham Lincoln Timur Bekmambetov 2012 - ABD Fantastik, Gerilim, Korku Vidocq Pitof 2001 - Fransa Fantastik, Gerilim, Polisiye Alice in Wonderland Tim Burton 2010 - ABD 3D, Aile, Fantastik, Macera Pembe Panter Shawn Levy 2006 - ABD Macera, Komedi, Suç Gizli Pencere David Koepp 2004 - ABD Gerilim Aşkın İzleri Terrence Malick 2012 - ABD Dram, Romantik Hitchcock Sacha Gervasi 2012 - ABD Biyografi, Dram Müfettis Gadget David Kellogg 1999 - ABD Bilim Kurgu,Komedi, Macera Sherlock Holmes Guy Ritchie 2009 - ABD, Avustralya, İngiltere Macera, Suç Sherlock Holmes 2 (Gölge Oyunları) Guy Ritchie 2011 - ABD, İngiltere Macera, Suç 77 film şeridi Sherlock Holmes Hayali efsanenin gerçek izleri Ömrü iz peşinde geçen Sherlock Holmes kendini “danışman dedektif” olarak tanımlamıştı ve ele aldığı tüm davaları çözmesiyle ün kazanmıştı. Hayat hikâyesi, ev adresi, kişisel özellikleri vardı ama gerçek biri değil sadece “hayali” bir karakterdi. Hazırlayan: Ferhan Petek Piposu, iki yandan gölgelikli şapkası ile bir örnek kumaştan pelerinli pardösüsü ve büyüteci ona has eşyalar olmaktan çıkıp dedektifliğin simgesi haline geldi. Şimdiki teknolojinin hayal bile edilemediği yıllarda, bir ayak izinden katili tarif eder, bulduğu mürekkep izinin hangi model daktilodan çıktığını söylerdi. İşinin başkalarının bilmediğini bilmek olduğunu savunur, ilgilenebileceği bir dava olmadığı zaman bunalıma girerdi. Bugüne kadar Watson’a ait tanımlamalar ve yaratıcısı Arthur Conan Doyle tarafından kaleme alınan 4 kitabı, 56 kısa öyküsü ile onu o kadar iyi tanıyoruz ki çoğu zaman aslında var olmayan bir hayal ürünü olduğunu unutuyoruz. Ya da unutmak istiyoruz. Çünkü “böyle bir zekâ yazılabiliyorsa birileri bu zekâya sahip demektir” diye düşünmeden duramıyoruz. Bu yüzden onu kanlı canlı bir insan olarak kabul ettik ve yazarının 20.yüzyılın başlarında onu emekliye ayırmasını, 1.Dünya Savaşı döneminde de eceliyle ölmesini hazmettik. Ama bu asla bir son olmadı. Olamazdı çünkü Doyle istemeden de olsa bir dedektif tiplemesi değil ölümsüz bir kahraman yaratmıştı. 78 "Renksiz hayat çilesinin içinden kızıl bir cinayet ipliği geçer..." Holmes ve Watson’un hikâyesi Türkçeye “Kızıl Soruşturma” olarak çevrilen orijinal adı “A study in scarlet” olan öyküde başladı. Aslında bir doktor olan Arthur Conan Doyle o yıllarda mesleğine yeni başlamıştı ve çok başarılı olduğu söylenemezdi. Hasta beklerken kaleme aldığı bu hikâye 1887 yılında “Beeton's Christmas Annual" dergisinde yayınlandı. Doyle’un Holmes’u yazarken üniversitedeki profesörlerinden Joseph Bell’in gözlem yeteneği ve Amerikan gotik edebiyat öncülerinden olan Edgar Allan Poe’nun polisiye öykülerindeki ana karakteri C.Auguste Dupin karakterinden etkilendiği söylenir. Doyle, sadece beyinden oluştuğunu düşündürecek bir karakteri yaratırken yanına onun hikâyelerini okuyacak insanları temsil edecek “normal” bir insan da düşünmüş ve Watson’u aynı zamanda anlatıcı yapmıştı. Böylece yazar tamamen aradan çekildi, okurları her hikâyede farklı bir olayın içinde kendilerini Watson ve Holmes’un yanında buldu. Okurlarının içinde yaşamak istedikleri, gerçek kabul etmeyi tercih ettikleri hayal dünyasının kapılarını açan bu ilk hikâyede Holmes’un kendi hakkında yaptığı gözlem sonucu korku ve hayranlığı bir arada yaşayan Watson, dostundan öğrendiklerini uygulayarak ya da yanlışlıkla da olsa olayların çözülmesinde rol oynadı. “Kanunun diğer tarafında yer alsaydım, en başarılı suçlu ben olurdum” Holmes kendine yapılan kahraman yakıştırmasını asla kabul etmez sadece dünyada tek olduğuna inanırdı. Aslında bohem bir züppe, bağımlı bir egoist olduğunu söyleyenler de vardı ama o delilik sınırında bile olsa, dehası kabul edilmiş bir efsaneydi. Teklif edilen davaları, getireceği şöhrete ya da paraya göre değil kendi zevkine göre seçerdi. Scotland Yard Müfettişi Lestrade’in Holmes’un çözdüğü davalardaki başarıları kendine aitmiş gibi göstermesine de bu sebeple aldırmazdı. Ondan yardım isteyen müşterilerine evet demeden önce gözlem yapar, yöntemlerini müşteri adaylarının üzerinde uygulayarak vardığı sonuçlardan memnun ve tatmin olmazsa davayı çözmeyi kabul etmezdi. Bazı davaları ona getiren, kendinden daha zeki olduğunu düşündüğü ağabeyi Mycroft’a akıl danıştığı zamanlar olurdu. Mesafeli ilişkilerine rağmen onu severdi. Kendine has, alışılmışın dışında yöntemleri ile suçluyu yakalamayı ya da suçun nasıl işlendiğini çözmeyi şahsi bir zevk haline getirmişti. Ona göre mesele ipucu toplamak değil, eldeki ipuçlarını doğru şekilde bir araya getirmekti. Holmes insan beynini tavan arasına benzetir, içine koyulanların özenle seçilmesi gerektiğine inanırdı. Ona göre, bilinçli olarak kontrol edilmeyen bir zihin gereksizliklerle dolu bir yığından ibaretti. Her şeyin bir nedene bağlı olduğuna inanan Holmes elindeki dava ne kadar doğaüstü gibi görünse ve çevresindekilerin de buna inanmasına neden olsa da bilimsel gerçeğin peşinden ayrılmaz doğruya ulaşırdı. Neredeyse her kadın için sadece zekâsıyla bile olsa ideal erkek profiline uyan dedektif, hayatına duyguları ve kadınları almamaya kararlıydı. Bu yüzden “A scandal in Bohemia” adlı hikâyede tanıştığı Irene Adler’e olan zaafı hiç itiraf edilmeyen bir aşk olarak kullanmayı tercih etmediği kalbinde saklı kaldı. Belki de Holmes’un hikâyelerini ölümsüz kılan bir sebep de her ana karakterin yanında olması gerektiğine inanılan kadın karakterin Holmes’un hayatında süreklilik göstermemesiydi. Belki de, Doyle Holmes’ten kurtulmak istediği zaman onu Reichenbach Şelalesi’nden ezeli düşmanı Moriarty ile birlikte düşürerek öldürmek yerine Adler ile evlendirseydi ondan tamamen kurtulabilirdi. Doyle’un asıl mesleği olan doktorluk, yarattığı karakterin gördüğü ilgi sonucu yeni hikâyeler için taleplerin artmasıyla tamamen gölgede kalmıştı. Bundan rahatsızlık duyan yazarın yayınevlerini vazgeçirmek için çok yüksek fiyatlar istediği buna rağmen onları vazgeçiremediği de söylenir. Sadece Holmes’un yaratıcısı olarak kalmak istemediğine karar veren Doyle, 1893 yılında yayınlanan “the final problem” adlı hikâyede Holmes’u öldürüp ondan kurtulduğunu düşündü. Yanıldığını hiç yaşamamış bir adamın ölümüne yas tutan hayranları, evinin önünde Holmes’u onlara geri vermesi için eylem yapan okurları görünce anladı. Ve istemeden de olsa “The return of Sherlock Holmes” kitabında yer alan “The empty house” hikâyesiyle başına dert olan kahramanını yeniden hayata döndürdü. Hiç yaşamayan bir adamın ölümsüzlüğüne sebep oldu. Holmes’un şu anda müze olarak ziyaretçi kabul eden evine mektup gönderen hayranlar vardı. Londra’nın simgesi haline gelen Holmes’un heykeli bile dikildi. Maceralarının geçtiği yerlere tabelalar, plaketler konuldu. Holmes, cesaretin, zekânın, yeteneğin sembolü olarak kabul edildi. Etkisi bugün bile süren bir fenomen oldu ama hakkındaki şüpheler her zaman geçerliliğini korudu. Holmes gerçek hayatta yaşıyor olabilir miydi? Dr. Watson belki de bir deliydi ve olmayan bir adamı, kendi uydurduğu hikâyelerle anlatıyordu. Yazarı olan Doyle aslında Holmes’un ta kendi miydi? Bu dahi kendiydi de deli olduğunu düşünmelerinden korktuğu için hayali bir karakterin arkasına mı gizlendi? Bugüne kadar yaratılmış ve gerçekte yaşamış en ünlü suçlularla karşı karşıya gelip onları alt eden Holmes aslında bir suçlu muydu? Döneminin polis teşkilatına örnek olan dedektifin izinden gidildiği, yöntemleri uygulandığı halde aynı dönemde yaşayan ve günümüzde bile izi sürülen ünlü seri katil Karın deşen Jack’in yakalanmamış olması Holmes’un gerçek olmadığının bir kanıtı mıydı? Yoksa Holmes’un aslında Jack olduğunun ispatı mı? Holmes diye biri olmadığına, onu Doyle yazdığına göre, Jack aslında Doyle muydu? Doyle’un hayali karakteri yıllarca zannedilenin aksine polis teşkilatına yol göstermiyor aksine onlarla alay mı ediyordu? “Boyu bir sekseni geçiyordu, öyle ki, eğildiğinde bile uzun boylu görünüyordu. Zekâ pırıltıları okunan gözleri, etkileyiciydi. Şahin gagasına benzeyen ince burnu, tüm yüz görünüşüne atiklik ve karalılık ifadesi veriyor, çıkık ve sivri çenesi de bir adamın kararlılığına işaret ediyordu." Yol ve ev arkadaşı, yardımcısı, hayattaki tek ve en iyi dostu Dr.Watson böyle tanımlıyordu ünlü dedektifi Sherlock Holmes’u. Bugüne kadar bunlar ve benzeri şüpheler ya yaratılan karakterin ve 79 film şeridi 6 Ocak 1854 yılında Londra’da doğdu. Baker Sokağı 221B şimdi müze olan evinin adresiydi. Keman çalar, eskrim yapardı. Boks ve Uzak Doğu dövüşlerinde de uzmandı ama çok gerekmedikçe tercih etmezdi. Bohem yaşardı, bipolar (iki uçlu duygudurum bozukluğu) özellikleri taşırdı. 80 maceralarının gerçekten insanları düşünmeye, zihni doğru kontrol etmeye yaradığına ya da sadece insanoğlunun şüpheciliğine işaretti. Öyle ya da böyle Holmes sevildi. İnsanlar onun gibi düşünmek ya da onun yanında olmak istedi. Yoksa hiç yaşamamış bir adam yüz küsur yıl boyunca nasıl bu kadar güncel kalabilir, tarihte beyaz perdeye en çok uyarlanmış karakter olarak Guinness rekorlar kitabına nasıl girebilirdi ki? Watson’la tanışmalarını çocukluk yıllarına dayandıran Genç Sherlock Holmes dâhil 200 civarı filmi çekilen Holmes dizi sektörüne de girdi. Guy Ritchie’nin farklı yorumuyla, aslına sadık kalan yapımda Sherlock Holmes bu kez Robert Downey Jr. oldu. Tanıdığımız, bedeninden çok beynini çalştıran Sherlock halinden farklı olarak bol aksiyonla bize sunuldu. Karakterin son uyarlamalarından biri olan Sherlock isimli dizide, Doyle’un fiziksel Holmes tanımına birebir uyan Benedict Cumberbatch’in canlandırdığı karakter günümüz Londra’sına uyarlandı. İnsanlar dizide Holmes’un hikâyelerini Watson’un blogundan takip etmeye başladı. Geliştirdiği iz sürme yöntemlerini web sitesi üzerinden insanlarla paylaşan bu teknolojik Holmes ilk bakışta tuhaf görünse de kısa zamanda çok sevildi. Sadece uyarlamaları ya da zaman yolculukları dışında karakterden esinlenen işler de var. Dr. House, yapımcılarının da itiraz etmediği gibi Holmes’ten yola çıkılarak yaratılan bir karakter. Elemantary adlı dizi ise tanıtımıyla kendini gayet net olarak ifade ediyor: New Sherlock, New Watson, New York. Watson bu kez bir kadın ve olaylar Londra’da değil New York’ta geçiyor. Yaratılışından 100 yıl sonra bile nimetlerinden faydalanan kaç hayali kahraman vardır? Kendinden sonraki karakterlere ilham olmuş, hatta birçoğunun var olmasının nedeni Sherlock. Maceralarından bazıları Pc, PS, XBox oyunlarıyla karşımıza çıktı. Doyle’dan sonra onu yazanlar, hikâyelerini devam ettirerek okuruyla buluşturanlar oldu. Polisiye romanlara ilgi duyan 2. Abdülhamit’in Sherlock Holmes’u sevgisi nedeniyle yayınları Osmanlıca olarak da basıldı. Hatta 1907 yılında Sir Arthur Conan Doyle ve eşini sarayında misafir ettiği, ona Mecidiye Nişanı verdiği de söyleniyor. Onun adına kurulmuş en köklü hayran birliği olduğu bilinen Baker Street Irregulars üyelerinin de söylediği gibi, belki de Doyle ünlü ve hastalarından başını kaldıramayan bir doktor olsaydı Holmes’u hiç tanımayacaktık. Tek tük gelen hastalarını beklerken can sıkıntısını gidermek için hikâyeler yazmaya başlayan Doyle, yarattığı karakter ile tüm dünyayı doğru düşünmeye, aklın gücünü kullanmaya teşvik etmiş oldu. Ve muhtemelen dünya dönmeye devam ettikçe hatırlanacak bir efsanenin hala merak edilen gizemini sadece o biliyordu. Sherlock’tan... * Apaçık bir gerçek kadar yakalaması zor bir şey yoktur. * Yalnızca bir aptal önüne gelen bilgiyi kapar, böylece ona faydası dokunabilecek bilgiler kalabalıklaşır ya da birçok bilgi birbirine girer ve o bilgiye ihtiyacı oldu mu güçlükler yaşar. Ama becerikli usta bir kimse, zihnine ya da çatısına bir şeyler alırken son derece dikkatlidir. * Benim adım Sherlock Holmes, benim işim başkalarının bilmediklerini bilmektir. * İyi bir gözlemci tek bir ipucuna ulaştığında sadece olanları değil, ileride olabilecekleri de görmelidir. * Bir şeyi saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır. * Dünyanın güneş etrafında döndüğünü bilmek işime yaramıyorsa, neden bu bilgiyi kafamda tutayım ki? * Eğitim hiçbir zaman sona ermez, Watson. Eğitim, en esaslı derslerin sonda yer aldığı bir süreçtir. * Çözülmesi en zor suçlar, nedensiz işlenenlerdir. * İmkânsız olanı elediğinde, her ne kadar olasılık dışı gibi görünse de, elinde kalan gerçektir. * Hayat, insan aklının düşünebileceğinden çok daha gariptir. İnsan, gerçekte sıradan denen şeyleri çoğu zaman hayal bile edemez. Eğer şu pencereden el ele uçup, bu büyük şehrin üzerinde dolaşarak çatıları hafifçe kaldırıp aşağıda olan garipliklere, sıra dışı tesadüflere, planlara, niyetlere ve nesilden nesle süren olaylar zincirine bakabilseydik, aslında doğası gereği sıradan ve önceden tahmin edilebilir olan insan ürünü eserlerinin hepsi, yararsız ve donuk bir hal alırdı. 81 evrensel sanat Goya Çağdaş sanatın ilk izleri Bir matbaacı olan Goya, özellikle portre çalışmalarda yakaladığı başarıyla herkesi büyüledi. İspanyol ressam yaptığı tasarımlarla sanat dünyasını arkasından sürükledi. Bunlar birçok kişiye göre çağdaş sanata ilk adımlardı… Hazırlayan: Sezai Evans 82 Gerçek ismi Francisco José de Goya y Lucientes (30 Mart 1746 – 16 Nisan 1828) fakat herkes onu Goya ismiyle tanıdı. Ondan sonraki birçok önemli ressam tarzına da etki etti. Özellikle resim sanatının iki önemli ismi olan Claude Monet ve Pablo Picasso, Goya'nın stilini benimsedi. Bugün Goya'nın eserlerinin büyük bir bölümü Madrid'de Museo del Prado'da sergileniyor. Fakat eserlerinin dehası tüm dünya tarafından konuşuluyor. Çünkü Goya’nın özellikle konu edindiği temalar ve uyguladığı teknikler hem çağının hem de diğer ressamların üzerinde bir noktadaydı… İspanyol ressamlar arasında bahsi geçen Triumvira’lardan bir tanesi Goya. Triumvira kelimesi “büyük ressamlar” olarak ifade edilebilir. Diğer iki büyük ressam da El Greco ve Diego Velázquez kabul edilir. Birçok kişiye göre Goya bir dahiydi. Sanatını asrının çok ötelerine taşımayı başardı. Aragon bölgesinin küçük bir kasabasında dünyaya geldi. Babası 83 evrensel sanat resim ve oymacılıkla hayatını kazanırdı, annesi ise Aragonlu küçük soylu bir aileden geliyordu. 14 yaşlarındayken yerel bir sanatçı olan José Luzan’ın yanına çırak olarak verildi ve burada dört sene asistanlık yaptı. 18 yaşına girmeden Madrid’e gitti ve orada bir başka Aragon’lu ressam Francisco Bayeu’nın dikkatini çekmeyi başardı. Daha sonra kız kardeşini eş olarak aldığı Bayeu ile aralarındaki etkileşim Goya’nın erken sanatı üzerinde büyük tesire yol açtığı gibi, kendisine kimi sanat toplantılarına katılma ve yeni bir çevre edinme şansı sağladı. Rococo ekolünün baskın olduğu bu sanatsal ortamdan sonra, 1771 senesinde İtalya’ya gitti ve yaklaşık bir yıl kadar kaldı. Bu arada Parma Akademisi’nin 84 düzenlediği yarışmayı kazanarak şöhretini arttırdı. İspanya’ya dönüşünde artık ünlü ve bilinen bir ressamdı. Bazı manastırların fresko çalışmalarından sonra, artık kendisinden bir asır evvel yaşamış Velazquez’den bu yana en muhteşem eserleri yaratacak sanatsal olgunluğuna ulaşmıştı Goya. 1786’da, kırk yaşında iken Kral III. Charles’ın emrine girdi ve bir süre sonra imparatorluğun baş ressamı unvanını taşımaya başladı. Güney İspanya’ya gezmeye gittiği 1792 senesi Goya’nın hayatında bir dönüm noktasıydı. Bu yolculuk sırasında ardı ardına geçirdiği ciddi hastalıklar işitme duyusunu tümüyle kaybetmesine yol açtı ve içine düştüğü derin karamsarlık hissi eserlerinde işlediği konulara da yansıdı. Yaşadığı bunalımların şiddetiyle ruhu kavrulurken, güzel bir dul olan Alba Düşesi ile yaşadığı aşkın ortaya çıkmasının yarattığı skandal ve ardından Napoleon komutasındaki Fransız askerlerinin İspanya’yı işgal etmesi sonucu yeni ruhsal sarsıntılar geçirdi. Bir vatansever olarak Fransız askerlerinin İspanyol vatandaşlarına yaşattığı zulüm ve acıları bizzat gözlemleyerek daha da karanlık bir karaktere büründü ve bunu özellikle küçük çizim serileriyle kâğıda döktü. 1815 yılında Goya kendisini toplum hayatından hemen hemen soyutlamış gibiydi, artık yalnızca arkadaşları ve kendisi için resim yapıyordu. Dört sene sonra, takvimler 1819’u gösterdiğinde 72 yaşındaki Goya tekrar çok ağır bir hastalığın pençesine düştü. Çeyrek asırdır kulakları işitmiyordu, Napoleon savaşlarının zor ve ıstırap dolu dönemini görmüş, ardından İspanya’da yaşanan kargaşa ve iç mücadelelerin tam ortasında yaşamıştı. Toplumdan ve tüm insanlardan kaçmak, herkesten ve her şeyden olabildiğince uzak yaşamak için yaşamında radikal bir değişikliğe gitti: Uzun zamandır birlikte olduğu Leocadia Weiss ile beraber Madrid’in dışındaki kırsal bir bölgede, sade, dikdörtgen biçimli iki katlı basit bir eve yerleşti. Ev başka insanlar tarafından çoktan beridir "Quinta del sordo", yani “Sağır Adamın Köy Evi” olarak adlandırılıyordu, çünkü evin Goya’dan önceki sahibi de sağırdı. Burada yaşamanı sürdürmeye başlaması Goya üzerinde asla iyileştirici bir tesir yapmadı. Goya "Quinta del sordo"nun alçı duvarlarını o güne dek yaratılan en rahatsız edici, en yoğun, en dehşetli resimlerle süslemeye başladı. “Kara Tablolar” olarak anılan bu eserler Goya’nın sanatında eriştiği doruk noktalarıdır. Siyah, gri ve kahverenginin ağırlıklı kullanıldığı bu karanlık eserlerin hiçbirisine isim vermedi, zaten evinin duvarlarına yaptığı bu resimler herhangi bir ticari amaç güdemezdi. Kara Tablolar’ın isimleri, daha sonra kimi sanat tarihçileri tarafından belirlendi. Ölümünden çok sonra, 19. yüzyılın sonlarında “Sağır Adamın Köy Evi”nin duvarları yetkililerce sökülerek Madrid’deki del Prado Müzesi’ne götürüldü ve bu resimler plasterlerle özel bir teknik uygulanarak tuvallere geçirildi. 1824 senesinde sağlık sorunlarını bahane ederek Kral VII. Charles’dan aldığı izinle Fransa’ya, Bordeaux’ya yerleşti, iki sene sonra kısa bir ziyaret için uğradığı Madrid’te İmparatorun baş ressamı unvanını bıraktığı bildirdi. 16 Nisan 1828 tarihinde Bordeaux’da hayata veda eden Francisco de Goya, geride beş yüze yakın yağlı boya tablo ve fresko, üç yüz kadar litografi ve yüzlerce çizim bıraktı. Ürettiği her detay resim sanatı açısından bir şanstı… 85 fotoğrafa yazı Sana Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi. Celil Sezer Doğrusu adın derin bir öfkeyle birlikte geliyor aklıma. Karar vermen gerektiğinde, dizlerini karnına çekip, kanepede saatlerce hareketsiz kaldığını hatırladıkça duyduğum anlamsız merhamete, ne demeli, yine de hayatımızı heba ettiğin için hissettiğim kızgınlık duygusu karışıyor. Bana güvendiğin için ne kadar mutlu hissettiysem kendimi, canımı yaktığını gördüğüm zamanlarda da o kadar 86 kanadım. Biliyor musun, benim canımı asıl acıtan, canım yansın diye vurduğun kılıç darbeleri değil de, kılıcını karşımda kaldırmış olmandı. Biz bir trene beraber binmeye karar verdiğimizde, aslında ikimiz de başka yolların yolcusuyduk. Herkes kendi bildiği yolu adımlarken, dudaklarına hiç de yabancı olmayan yine kendi şarkısını mırıldanıyordu. Sonra bir şey oldu, aniden ve bugün dönüp o günlere baktığımda, nedensiz ve sebep aramaksızın öylece, kendiliğinden olduğunu gördüğüm, bir şey oldu. Durduk birden ikimiz de. Ben sana geldim, yanına yaklaşıp elimle bir treni gösterdim, gülümseyerek "binelim mi" diye sordum, sen de çok içten ve mutlulukla -ki o anı asla unutmayacağım "binelim" dedin. Bindik. Dudaklarımızdaki şarkılara ara verip, ikimizin de bildiği bir başka şarkıyı mırıldanmaya başladık. O şarkıya sarıldık, o, bizi hep bir arada tutacak sandık önceleri, halbuki yalnızca beraber olanlar aynı şarkıyı mırıldanabilirmiş; biz o zamanlar bilemedik. Önce uzun bir süre aynı trende seyahat etmenin sarhoşluğu yetti bize; ne rayı görebildik, ne vagonu, ne de bizden bilet isteyenleri. Biletimiz olup olmadığından bile emin değildik üstelik; yanımızdan geçen köyler, dalları göğe uzanan ağaçlar, bir görünüp bir kaybolan küçük göller, kasabalar, otlayan hayvanlar ve gece bastırdığında bize göz kırptığına yemin ettiğimiz yıldızlar yetiyordu gönlümüzün kamaşmasına, başka bir şey aramadık. Duyduğumuz seslerin, gördüğümüz eşyaların ve konuştuğumuz kişilerin, içimizdeki aynı dünyaya dokunduğunu fark ettiğimizde, kendiliğinden bir dil bile yarattık kendimize. Mesela sen etrafın kalabalık olduğu bir anda, gözlerimi bir anlığına yakalayıp, "bak, bir kiraz düştü" diyordun, ben de anlayışla başımı sallıyor ve "burada da bir kiraz düştü" diye gülümseyerek cevaplıyordum seni. Sen bana, beni sevdiğini söylemenin bir yolunu hep buluyordun, ben de hep anlıyordum seni. Kirazlar o günlerde, düştükçe düşüyordu. Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi. Doğrusu adın derin bir öfkeyle birlikte geliyor aklıma. Sen, bana kahvaltı hazırlamak için mutfak tezgahının önünde dururken sana baktığımda gördüğüm o harika manzaraya, ne zaman ve tam olarak neden başladığını bilmediğim kararlı bir nefret karışıyor. Aklımdan geçenin nefret, kalbimden geçenin aşk olup olmadığından, nefretin kalbimden, aşkın aklımdan geçiyor olup olmadığından emin olamadığım gibi şüpheye düşüyorum. Ve şimdi adını keskin bir şüpheyle anıyorum. Hatıralarımda sana dair bir mehtap gibi parlayan tüm ışıklar, gönlümün güllerini solduran zalim bir kasırga gibi patlıyor burada. Kendi içime doğru karışığım şimdi. Biz o trende giderken sahi ne oldu orada? Dört yanımızla içimizin her tarafını dolduran ışık ne ara sönmeye karar verdi? Tam olarak ne zaman, biz aynı şarkıyı eş zamanlı mırıldanırken, ben bir nota geriye düştüm de; ve sen hangi sıra iki nota öne savruldun? Ritmimizi kaybetmemiz bizden mi kaynaklıydı sence, rayların bozukluğundan savrulan trenden mi? Her geçtiğimiz kasabanın bizi kurduğumuz hayaldeki geleceğe 87 fotoğrafa yazı doğru biraz daha yaklaştırdığını düşünürken, başladığımız noktanın da gerisine düştüğümüzü biz tam olarak ne zaman fark ettik? Bazen olmuyor, değil mi? Bize göz kırptığını sandığımız yıldızlar bile el ele tutuşup gündüze aktı da, biz bir trenin aynı vagonu içinde tutamadık ellerimizi. Biz oturduğumuz yerden dünyanın bütün kirazlarını düşürdüğümüze inanırken, "bıçkı yemiş dal gibi" ayrı düştüğümüzü göremedik. Ve tüm bunlar için oturup anlamaya da çalışmadık olanları. Ya birbirimize karşı bizim bile göremediğimiz bir öfke karışmış zaten yüzüyordu kanımızda, ya da biz ahmaklığımızdan boğulup gittik yanımızdan geçen göllerden birinin kıyısında. 88 Aradan zaman geçti, tren dur durak bilmeden devam ederken, biz atlayıp ayrılmanın da, oturup sil baştan başlamanın da imkansız olduğunu fark ettiğimizde, çaresizlik içinde garip bir telaşa düştük. Korku aklın ve sağduyunun katiliydi, biz aklımızı pek erken gömdük. Geride bize kalan tüm endişeler, tedirginlikler ve aldanışlarla, korkunun bize sunduğu tüm baygın kokuları içimize çektik; dahası elimize yüzümüze de bu kokudan sürüp, birbirimize bonkörce dokunduk. Bizi gönüllerimizin cennetine götürdüğünü düşündüğümüz trenin, bir anda lunaparklardaki korku tünellerine girdiğini sandık. Kendimizi kızgın başlı canavarlar, tüyleri ürperten sesler ve su içinde kalmış keskin virajlarla dolu o tünelde hissettikçe, birbirimizi de düşman gibi görmeye başladık. Işığın ya da işte karanlığın oyununa geldik. Çok bakarsak biter sandığımız yüzlerimizi görmemek için yüzümüzü çevirdik birbirimizden. Oldu ya, o tünelde bile bir anlığına neşeyle attığımız kahkahalar, karanlık duvarlardan iğrenç aksi-sadalar olarak geri döndü kulaklarımıza. Biz birbirimizden korkmaya başladık. Şimdi, o trenden ineli çok zaman geçtiğinden olsa gerek, böylesine sakin ve akli-selim yaptığım tüm tahlilleri o günlerde yapmak, o sıra bana da, sana göründüğü gibi gece yarısı odamıza girmiş gulyabanilerle dost olmak kadar uzak görünüyordu. Ve ama yine de, tüm bu sükunetime rağmen, aklımı ve gönlümü iki elimin arasına alıp bir an seslerini dinlesem, karisi sen olan hınç dolu bir şiir duyuyorum. O tünele biz bilmeden girdik derken, sesini daha az işittiğim bir "ama önce o korkup yüz çevirdi senden" diyen bir başka ses duyuyorum. Tren hızlanmıştı, atlayamazdık, oturup düşünemezdik de diyen kendime rağmen, bir başka ben, bu hale gelmemiz şu vakitte yaptığı şundandı diye fısıldıyor kulağıma. Ve bunlardan hangisini aklımın, hangisini kalbimin söylediğinden emin bile değilim üstelik. İçinde çırpınıp duruyorum bir şelalenin. Yüzüm gözüm su içinde kalıyor, çaresizliğimden nefret ediyorum; nefessiz kaldığımda gökyüzünden bir ışık kırılıp geliyor suyun yüzeyine, ışığı görüyorum, tamam diyorum, birazdan nefes alıp çıkacağım buradan, ümide düşerken tam, bir şey beni aşağıya çekiyor. Ben kendimden sıyrılamıyorum; tenim bana dar geliyor, bir fermuarı olmalı bu bedenin diyorum, bir çıkış yolu bulmalıyım. Bir vakit sonra, şelalenin kenarında ıslak bir kahverengi kayanın üstünde, dizlerimi kendime çekip hızlı hızlı soluk alırken buluyorum kendimi. Tamam diyorum, her şey olması gerektiği gibi oldu, suçlu yoktu, o tren nedensizce hızlandı, yıldızlar zaten gündüze akar ve kaybolurdu, kirazlar düşmezdi ki yere, dallar hep kirazla dolu olurdu. Kendimi, aklımın aydınlığında yıkıyorum sonra. Daha iyi bir adam olarak sokağa çıkıyorum. Bir gece önce böylesine kıvrandığımı kimse görmüyor. Kimse bilmiyor duyduğum sesleri, gördüğüm korkuları bilmiyor; ve tabi ki senden başka. Uğradığım felakete sen de uğradığından, benim hangi felakete uğradığımı tabi ki, bir tek sen biliyorsun bu dünyada. Biz seninle birbirine çok uzak iki şehirde, aynı gecelerde aynı şelalenin suyunda boğulup, kenarındaki aynı kayada nefeslenip hayata dönüyoruz. Şimdi en nihayetinde vardığım yerde, içimi kaderin ışığıyla yıkarken, kendime 89 fotoğrafa yazı şöyle fısıldıyorum: Kavganın kazananı yokmuş, kalp kırmamak gerekmiş. Ringe çıkan kaybedermiş; velev ki dövüşmeseymiş, hiç yenmeseymiş de kaybedermiş. Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi. Bir gün içinde defalarca aynı suda boğulup kurtuluşu seni suçlamakta bulsam da, kendime gelip o kayaya her çıktığımda, uzağa doğru bakıp anlayışla gülümseyerek, kendi kendime "burada da bir kiraz düştü" diye cevaplıyorum seni. Ve biliyor musun, tüm bunlardan sonra gülüyorum bu halime. Kirazlar düşmez, yıldızlar da el ele tutuşmaz doğrusu ya, trenler o kadar hızlı da gitmez zaten. Bakma sen bana, ben içime doğru çaresizim, içime doğru kızgın. O trene bindiğim için kızıyorum kendime, ikimiz 90 de farklı şarkılar mırıldanırken, ne diye sana aynı şarkıyı mırıldanalım dediğim için ve dahi işte ben bir yolculuğa seninle çıktığım için. Her şeyin ve hiçbir şeyin başında "biz" hiç olamadık. Şimdi ben tüm bu garip yolculuktan sonra, kendimi akordeon çalan bir çingenenin elinde plastik bardak, dinleyenlerden para toplayan çocuğu kadar her şeyden habersiz hissettiğimde, ikimiz için de bir gün kirazların yeniden düşeceğine inanıyorum. Bu yalnızca bir daha birbirimiz için olmayacak; bir başka yüzle, o korku tüneline hiç girmeden güvenle yolculuk edeceğiz, ve o gün, bizim bu kısa ve zorlu süren yolculuğumuzun sonundaki acı manzaraya inat, kirazların gerçekten de düşebileceğine tekrar inanacağız. Karışığım ben. Adın bir kirazla birlikte geliyor aklıma. Sen bana o mutfak tezgahının önünde kahvaltı hazırlarken birden yüzünü dönüyorsun ve ben elinde bir kase kirazla buluyorum seni. Bölüşüyoruz onu, iki farklı kase yapıyoruz; ve yolumuza, taa en başta bizim olan kendi şarkılarımızla devam ediyoruz. Elimizde kirazlar, dudağımızda şarkılarımız, bizi trene davet edenleri, ama bu sefer daha dikkatle bakarak, bekliyoruz. Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi. Ve daha fazla yazamayacağım. Helaldir benden yana ne varsa. 91 odak noktası İz bırakan 16 kare Fotoğraf makinesinin ruhları çaldığına ve tutsak ettiğine inanan Kızılderililer hariç, unutulmaz anların gelecek yıllara taşınması her insanı mutlu eder. Ama bazı anlar bir kişiye, bir aileye, bir grup arkadaşa değil; bir ülkeye hatta dünyaya iz bırakır. Fotoğraflar işte bu yüzden geçmişin en dürüst şahitleri olur. Ne görürlerse bize de onu gösterirler. Zaman eskise de anlar kalır, fotoğrafçılar bıraktıkları kareleri ile ölümsüzleşirler. İşte tarihe geçmiş karelerden bazıları: Steve McCurry’in mülteci kampında çektiği bu fotoğrafla, 12 yaşındaki Sharbat Gula, Afgan Savaşı’nın ve mültecilerin tüm dünyaya yayılan simgesi olmuştu. National Geographic dergisinin 1985 Haziran sayısında kapak olarak kullanıldı. National Geographic ekibi, yıllar sonra Gula’nın peşine düşerek ona ulaşmayı başardı ve 2002 Nisan sayısında son halinin fotoğrafı yayınlandı. 92 1936 yılında Dorothea Lange’nin çektiği ve sosyal belgesel alanında büyük başarı sağlayan ünlü kare, 32 yaşındaki genç bir annenin, “büyük bunalım” günlerindeki çaresizliğini ve umutsuzluğunu simgeliyor. Fotoğraf, göçmen annenin kucağındaki bebeği, kendine sığınan iki çocuğu, düşünceli hali ve genç yaşına rağmen yüzündeki yorgunluğun ifadesi kırışıklıklar ile derin anlamlar taşıyor. 93 odak noktası 1989 yılında Pekin’de yaşanan Tiananmen Meydanı olayları sırasında Jeff Widener tarafından çekilen fotoğraf, dört tankı tek başına durdurmaya çalışan bir vatandaşı gösteriyor. Fotoğraftaki kişi, kimliği belirlenemediği için, bu kareyle “meşhul isyancı” ya da “tank adam” isimleriyle cesaretin bir simgesi olarak hatırlanıyor. Fotoğrafçısının hasta olduğu döneme denk geldiği için netliğin yakalanamadığı da söyleniyor. Pulitzer ödüllü bu karede Sudan’da açlıktan ölmek üzereyken sürünerek 1 km uzaklıktaki gıda kampına gitmeye çalışan bir çocuk ve onu yemek için başında bekleyen bir akbaba var. Çekildiği dönemde yardım örgütlerine büyük miktarda maddi kaynak sağladığı belirtilen fotoğraf “Afrika’da açlığın simgesi” olarak kabul ediliyor. Kevin Carter’ın fotoğrafı çektikten 3 ay sonra intihar etmesinin de bu fotoğrafla ilgili olduğu düşünülüyor. Pablo Bartholomew tarafından çekilen bu fotoğraf, 1984 yılında gerçekleşen ve Bhopal felaketinin sonuçlarından biridir. Hindistan'da Union Carbide adlı böcek ilacı üreten bir ABD fabrikasından sızan zehirli gazlar, çok sayıda kişinin ölmesine ya da sakat kalmasına neden olmuştu. Felakette ölen bir çocuğun bu fotoğrafı sanayi facialarının simgesi haline geldi. 94 95 odak noktası La Coubre patlamasında ölenler için düzenlenen cenaze töreninde çekilen bu fotoğraf çekildikten 7 yıl sonra yayınlandı ve 20.yüzyılın sembolü haline geldi. Korda, 2000 yılında Che’nin, ticari nesnelerin reklâm aracı olarak kullanmasına izin vermeyeceğini belirterek, fotoğrafı kullanan bir içki firmasına dava açtı. Davadan kazandığı 50.000 doları Küba sağlık sistemine bağışladı. Salvador Dali’nin o dönemde “asılı kalma” üzerine yaptığı çalışmalarla uygun olarak Halsman tarafından çekilen fotoğrafın en büyük özelliği, “canlı çekim” yoluyla üretilmiş olması. Asistanların fırlattığı eşyalar, Dali’nin Halsman tarafından zıplarken havada yakalanması ile çekilen fotoğrafta yapılan en önemli değişiklik çekim sırasında boş olan şövaleye Dali’nin ikinci bir tablosunu eklemek olmuş. 96 96 97 odak noktası Fotoğrafçısına Pulitzer ödülü kazandıran bu kare Vietnam savaşında yanlışlıkla bombalanan bir köyde çekildi. Ut, fotoğrafı çektikten sonra kendinden yardım isteyen küçük kızı hastaneye götürdü ve kurtarılmasını sağladı. Adı Kim olan küçük kızın bulunduğu fotoğraf Vietnam savaşının simgesi oldu. Kendi ise 1994 yılından beri UNESCO iyi niyet elçisi göreviyle savaş kurbanı çocuklara hizmet veriyor. Fotoğrafta Budist rahip Thich Quang Duc’un Vietnam Hükümeti’nin din adamlarına eziyet etmesini kendini yakarak protesto ederken görülüyor. Browne’a ödül getiren bu kare, tarihte yapılmış en büyük ve en sessiz eylemlerden biri olarak da biliniyor. Olaya şahit olanların anlattıklarına göre, Budist rahip sessizce yere oturmuş, iki öğrencisinin yardımı ile kendini yakmış. Yanerken de hiç ses çıkarmamış ve kıpırdamamış. Etrafındaki hiç kimse ona yardım etmemiş. Bir infaza şahit olan fotoğrafçı Eddie Adams 1968 yılında çektiği bu fotoğrafı ile Pulitzer ödülü kazandı. Fotoğrafta, yakalanan bir Viet-Cong (Vietnam Halk Ordusu) gerillasının, Albay Loan tarafından öldürülme anı görülüyor. Vietnam dendiğinde akla ilk gelen kare olarak anılan fotoğraf hızla dünyaya yayıldı ve savaş karşıtı gösterilerin artmasına sebep oldu. 98 99 odak noktası Bu dünyanın en ünlü öpücüğü ve aynı zamanda 2. Dünya savaşının bittiğinin ifadesi. Savaş sonrası ülkesine dönen bir denizci aniden gördüğü bir hemşireyi, ulusal bir sevincin biraz da alkolün etkisi ile kucaklayıp öpünce yıllarca konuşulacak bu an yaşanmış oluyor. Geçtiğimiz yıllarda çiftin öpüştüğü Times Square Meydanı’na, bu öpüşmenin 8 metrelik heykeli de dikildi. 20'nci yüzyılın en unutulmaz karelerinden biri olarak kabul edilen bu fotoğraf 20 Eylül 1932'de New York'taki Rockefeller Merkezi gökdeleninin inşasında çekildi. İşçilerin öğlen yemeği yediği anı gösteren fotoğraf, geçtiğimiz yıllarda kurgu olduğu iddiası ortaya atılsa da ilgisini koruyor. 69.katta çelik kiriş üzerinde yemek yerken fotoğraflanan işçilerin, tüm araştırmalara rağmen kimlikleri bulunamadı. Neredeyse Einstein ile bütünleşen bu kare, aslında görüldüğü kadar değildi. Einstein 72 yaşındayken çekilen fotoğraf, bir parti dönüşünde peşini bırakmayan fotoğrafçılara poz vermekten yorulup isyan ettiği andı. Einstein, eşi ve Dr. Frank Aydelotte ile birlikte bir arabanın arka koltuğunda otururken çekilen bu fotoğrafının, yıllar sonra açık arttırmada 74.324 dolara satılarak en pahalı anı olacağını tahmin bile edemezdi. 100 101 odak noktası Gandhi’nin çıkrık başında kitap okurken çekilen bu fotoğrafı ünlü fotoğrafçı Margaret Bourke White’a ait. 1948 yılında Ganhdi’nin suikaste uğramasından birkaç saat önce onunla röportaj da yapan White, bu fotoğrafıyla uzun yıllar “Gandhi’yi fotoğraflayan kadın” olarak bilindi. Hindistan’ın özgürlük mücadelesini yakından takip eden fotoğrafçının bu karesi daha sonra Gandhi için yapılan bir filmde de kullanıldı. 1950 yılında Kuzey Carolina’da çekilen bu fotoğraf bölgedeki ırkçılığı net olarak ifade ediyor. Genelde siyah-beyaz fotoğrafları ve ironik kareleri ile tanınan fotoğrafçı Elliott Erwitt bu kare ile dönemin renk ayrımına dikkat çekiyor. İki çeşme arasındaki farka dikkat çekerek ırkçılığın kültleşmiş simgesi haline gelen fotoğraf bir insanlık ayıbının altını çizmiş oluyor. 2.Dünya Savaşı’nın son günlerinde Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombasının atıldıktan birkaç dakika içinde oluşturduğu mantar şeklindeki bulut. 6 Ağustos 1945 yılında ilk olarak Hiroşima’ya atılan bombadan 3 gün sonra Nagasaki de bombalandı. Tek seferde 70 bin kişiyi öldüren bomba yıllar sonra da etkilerini göstermeye devam ederek yaklaşık 140 bin kişinin ölümüne neden oldu. 102 103 yakın plan O Yolda Geliyor sandığım gidiyor çıktı. Başlıyor umduğum bitiyor çıktı, Üstüne üstüne gittim, ne gidiş Altına altına iniyor çıktı. Gözümde bir ışık, çağırıyordu, Beşikte bir çocuk, bağırıyordu, Öyle bir düğündü, çan çalıyordu, Gel çanı sandım git çalıyor çıktı. Uyu büyü dendi, düşüme gittim, Haydi işe dendi, işime gittim, Yaşa dendi, yaşıma gittim, Yendiğim sandığım, yeniyor çıktı. Kimler yoktu bizim kervanda, Birer indi hepsi bir handa, Savurduk sap saman biz bu harmanda, Bir gidiş yoluydu, dönüyor çıktı. Bozguna benziyor, saklasam olmaz, Eskiye yeniden başlasam olmaz, Yakıştırsam olmaz, yazmasam olmaz, Maviye boyadım, baktım mor çıktı. Sapsarı saclarım vardı, aklaştı, Anılar üst üste bindi yükleşti, Bir büyük oyunun sonu yaklaştı, Tüm yanan ışıklar sönüyor çıktı. Özdemir Asaf Fotoğraf: Celil Sezer Çıldır Gölü, Ardahan 104 104 Gölün üzerinde iz bırakan her şeye 105 105 mekan kaşifi Serinliği rüzgardan, sıcaklığı Alaçatı’dan... Rüzgarıyla tüm dünyaya nam salmış olan Alaçatı’daki Kapari Otel, özellikle evlenecek çiftlere sunduğu imkanlar ve butik organizasyonlar için oluşturduğu seçeneklerle dikkat çekiyor. Denize nazır, serin, içten ve “lezzetli” bir tatil arayanlar için Kapari, adının anlamı kadar özel bir mekan... Adını doğa dostu ve mucizesi kapariden alan otel; estetik dekorasyonu, özenli hizmet anlayışı ve lokasyonu ile Alaçatı’daki oteller arasında öne çıkıyor. Geniş bahçesi ve huzurlu ortamıyla da şehir yaşamının stresinden uzaklaşmayı vaat ediyor. Diğer bir deyişle gerçek anlamda dinlenme imkânı sunuyor. Hem meşhur Alaçatı plajına yakın olması hem de bahçesindeki havuz keyfiyle tatilinize ayrı bir keyif katacak bir mekan profili sergiliyor. İsterseniz elinizde kitabınız 106 havuz kenarında dinlenebilir, isterseniz saunanın zevkine varabilir ya da insanı kendine tutsak eden Alaçatı Plajı’na kendinizi bırakabilirsiniz. Eğer siz de sörf tutkunu iseniz ya da sörfe yeni başlamayı düşünüyorsanız doğru yerdesiniz. Çünkü Alaçatı Kapari Otel sörf okullarına çok yakın ve misafirlerine özel ücretli eğitim imkânı sunuyor. Kendine özgü dekorasyonu, hepsi birbirinden farklı 3 standart, 6 bahçe Deluxe, 3 Teras Deluxe, 4 Junior Suite, 4 Family Suite ve 2 adet Dublex Suite odası bulunan otelde mobilyalar da doğal materyallerden imal edilmiş. İster düz verandalı giriş katı odalarında ister üst katta teraslı odalarında kalın, unutulmaz bir tatil fırsatı sunuyor. Kapari Otel’de, dünyaca ünlü benzersiz mutfaklardan seçilmiş çok özel lezzetler ve her türlü damak zevkine uygun menüler ile konuklara unutulmaz lezzet şölenleri sunuluyor. Yapmanız gereken * Bu bir reklam - haberdir. tek şey karar verip, diğer detayları otele bırakmak… Alaçatı Kapari Otel; şehrin stresinden uzak ama tüm profesyonel olanakları sunan tam donanımlı iki toplantı salonuyla butik toplantılar için de uygun bir mekan. Barkovizyon cihazı, projeksiyon perde, flipchart ve headtable gibi ihtiyaçlar için tüm ekipmanlar ücretsiz olarak sunuluyor. Alaçatı manzarasına kendinizi kaptırabileceğiniz romantik bir davet düşleyenler için ise; 80 kişi kapasiteli Yelken Restoran’da ya da muhteşem günbatımına tanıklık edilebilecek 250 kişi kapasiteli havuzlu bahçede hafızalara iz bırakmak da mümkün. Düğün organizasyonu ya da balayı gecesi Kapari Otel evlenecek çiftlere unutulmaz anlar yaşatmak için deneyimli personeli ve özel menü seçenekleri ile masal gibi bir düğün gecesi sunuyor. Her davetin ayrı bir mutfak hüneri, servis ustalığı ve üstün hizmet anlayışı gerektirdiğine inanan ve misafir memnuniyetini ön planda tutan Kapari Otel; sıra dışı menülerden müzik organizasyonuna, çevre düzenlemesinden masa süslemesine kadar tüm ihtiyaçları geniş bir yelpazede cevaplıyor. 50 kişiden 250 kişiye kadar davetlilerin ağırlanabildiği otelde, her bütçeye hitap eden kokteyl ve ziyafet menüleri de bulunuyor. Düğün organizasyonları ya da balayı çiftleri için dikkat çeken bazı detaylar: * Düğün gecesine özel gelin ve damat için özel dekorasyonu ile ücretsiz Balayı Süiti ve geç çıkış imkânı * Balayı gecesi süitinize şarap servisi, pasta, meyve sepeti, çiçek aranjman * Konaklama süresince Wellness Center’dan ücretsiz faydalanma olanağı * Ertesi sabah odaya zengin kahvaltı servisi * Düğün pastası ve gösteriş pasta * Düğünlerde masa dekorasyonu, müzik ve fotoğrafçılık hizmeti * Otelin eşsiz manzaralı bahçesinde özel fotoğraf çekimi * Konuklara özel fiyatlarla düğün günü konaklama imkânı 8024 Sokak No. 4 Alaçatı Marina Mevkii Alaçatı-Çeşme-İZMİR Tel:232-7160674 / 0-232-7160624 www.kapariotel.com [email protected] 107 gezi-yorum Alaçatı Tarihi, kültürü, mimarisi, denizi, rüzgar sörfü, yöresel lezzetleri, zeytin ağaçları, lavanta tarlaları, koruma altına alınmış sakız ağaçları, yel değirmenleri ve birbirinden “Egeli” insanları ile bir bütünü oluşturan Alaçatı; “Kırsal Rönesans”, “bisiklet dostu Alaçatı”, “lezzetin son durağı” gibi sloganlar eşliğinde artık Türkiye’nin turizm abidelerinden bir tanesi... Alaçatı’nın yolu, bunun ötesinde bir “Provance” ve ya “Tosakana” olmaya gidiyor. 108 Rüzgarın izinde, etekleri taş dolu bir Egeli Alaçatı insanının yegane kaygısı; şehrin karmaşasından, gürültüsünden, endişeli ortamlarından sıyrılmak ve dostlarına, anneannelerinin evinin huzurunu, tadını, kokusunu hissettirebilmek... Hikayesi olan insanların yaşadığı bu beldeden kendi hikayeleriyle ayrılmalarını sağlamak... Biraz da tadı damaklarında kalacak Ege Mutfağı’nın eşliğinde “eğlenmelerini” sağlamak. İzmir’i tüm yurt seviyor desek çok da haksızlık etmeyiz herhalde. Çünkü Yazı: Engin Çakır Fotoğraflar: Engin Çakır, Salih Mutlu etrafı cennet bahçeleriyle dolu bir şehirdir İzmir. Son dönemin en popüler tatil noktalarından biri olan Alaçatı’yı sevmemek ise elde değil denebilir kolayca. En az komşusu Urla kadar doğanın içerisinde, bağlı olduğu Çeşme kadar hareketli, İzmir’in insanı 109 gezi-yorum tebessüm ettiren içtenliği kadar sıcak bir yer Alaçatı. İzmir – Çeşme arasında, Çeşme Yarımadası’nın en dar noktasında, 6 kilometrelik Ilıca ve Alaçatı Limanı arasında, doğusunda Kocadağ ve Batı’ya uzantısı olan bir sırt üzerine kurulu, bol taşlı Alaçatı. Batıda Ege Denizi ve Çeşme, doğuda Uzunkuyu Ormanları ile Urla’ya sırtını dayamış Alaçatı. Deniz seviyesinden 16 metre yukarıda olsa da bitmek bilmeyen rüzgarı sayesinde her daim deniz kıyısında hissettiren sokakların 110 sahibi. Yaz ortasında bile nemi düşük, serin. Alaçatı güneyindeki Yumru Koyu’nun batısında, genişlikleri 150 metreyi geçmeyen koylar ve deniz yönündeki çıkıntılar oluşturarak koylara ayıran burunlardan oluşuyor. Alaçatı’nın kuzeyinde yer alan ve dünyanın en güzel plajlarından birine sahip Ilıca, adını termal kaynaklardan alıyor. Denizin ortasında bile 50 santigrat derecelik sıcaklıkta kaynaklar bulunuyor. Alaçatı’nın korunaklı koyları ile meşhur limanı arasında oldukça farklı sıcaklıklara rastlayabiliyorsunuz. Yazın poyrazın, kışın lodosun hakimiyetinde yılda ortalama 330 gün rüzgarlı bir yerden bahsediyoruz. Elbette ki bu özelliği dünya sörfçülerinin dikkatinden kaçmamış olacak ki şu an dünyanın en önemli rüzgar sörfü ve kite sörf merkezlerinden birisi Alaçatı. Genel olarak Akdeniz ikliminde sıcak bir yerleşim noktası olması ve kuzeyden esen rüzgarlara 111 gezi-yorum 112 113 gezi-yorum açık olması bu özelliği perçinlemiş durumda. Her yıl Ağustos ayında Dünya Rüzgar Sörfü Şampiyonası ile zirveye ulaşan sörf heyecanı Alaçatı’nın ruhunun en önemli parçası. Alaçatı’da yaşananları iki grupta toplamak mümkün. Burada bulabilecekleriniz ve bulamayacaklarınız... Mesela kentsel SİT alanı olması sebebiyle geleneksel mimariye uygun olmayan, taş harici çok katlı yeni binalar bulamazsınız. Çünkü kent merkezi içerisinde yeni yapılaşma tamamen yasak. Yaşları 120 ile 150 114 yılı bulan taş evler diğer bölgelere nazaran iyi korunmuş. Aslında bu koruma bilinçli yapılmamış. 1920’lerde Yunanistan ile yapılan mübadele sonrası çoğunlukla Balkanlar’dan gelen Türk nüfusu kendine kazanç getirecek ürün yetiştirmekte zorlanmış. Bunun neticesinde ortaya çıkan fakirlik yüzünden de eski evleri yıkıp yenilerini yapamamışlar. Son 15 yılda da dışarıdan gelen “yeni Alaçatılılar” korumacı turizm anlayışıyla Alaçatı’nın sadece binalarına değil, kültürüne, sosyal dokusuna ve huzuruna da sahip çıkmışlar. Alaçatı diğer turizm merkezlerindeki şehirleşme ve dolayısıyla oluşan kimlik kaybının sonuçlarını gören ve bundan ders alan, aynı yanlışları yapmayan bir belde... Yeni açılan mimari bölgeler de Alaçatı mimari kimliğine uygun bir şekilde yapılaşıyor. Döner-ekmek, kokoreç, sucuk gibi yiyecekler seviyorsanız, bu yemekleri bulamayabilirsiniz ama üzülmeyin Alaçatı çok daha fazlasına sahip. Ortalığı yoğun koku ve görüntü kirliliğine bürüyen yiyeceklerin birçoğu yasaklanmış. Alaçatı’da bulamayacaklarınız listesinde plastik 115 gezi-yorum sandalyeler, masalar, renk cümbüşü çirkin şemsiyeler de var. Üstelik tatillerin huzurunu “rahatsız” eden yüksek sesli müzik yayınları yapan bar ve diskolar da yok. Endişe etmeyin, Alaçatı gerçekten de daha fazlasına sahip. Alaçatı’nın ana aksı üzerinde kurulu olan kafe-barlar zaten geç saatlere kadar oturabileceğiniz, gelip geçeni izlerken sohbet edip, güzel 116 müzikler dinleyebileceğiniz ve size “evimdeyim” hissiyatını yaşatacak bir nitelikte. Alaçatı’da bulabilecekleriniz klasik bir tatil beldesinden daha farklı bir görüntü çiziyor. Bir asrı devirmiş taş evlerde konaklamak bu lüksün ilk ve en belirgin özelliği. Hiç tereddüt etmeden söylenebilecek cümle ise Türkiye’nin en nitelikli butik otelleri ve restoranlarına sahip olduğu gerçeği... Konaklama ücretleri ve restoran faturaları Türkiye standartlarının üzerinde seyretse de buna değer olduğunu söylememek haksızlık olmayacaktır. Alaçatı’yı farklı kılan bir diğer özelliği de klasik müziğin notalarından geçiyor. Arnavut kaldırımlı sokak aralarında, kulağınıza rüzgarla taşınan keman ya da arp sesleri, Alaçatı’nın kimliğini farklı bir ruha taşıyor. Sadece klasik müzik değil sanatın her dalından incelikler taşıyan belde büyük bir sanat galerisi hüviyeti de taşıyor. Tabelalar bile birer sanat eseri. Belediye ve Alaçatı Koruma Derneği tüm tabelaları güzel sanatlar öğrencilerine yaptırmış. Su sporları merkezleri, turkuvaz mavisi denizi, altın sarısı kumlardan plajları ve içten insanları ile konuklarına tevazu gösteren Alaçatı’nın ekonomisini de elbette ki turizm sırtlıyor. Özellikle yat limanı ve çevresi hızla gelişen beldede; astronomik fiyatlarla alıcı bulan evler, oteller ve tesisler her geçen gün artıyor. Port Alaçatı Türkiye’nin en seçkin bölgelerinden birisi oldu bile. Kuzeyi yazlık, güneyi turizm, batısı ise tarım bölgesi olan Alaçatı, 100’e yakın rüzgar gülü sayesinde Türkiye’de rüzgar gücüyle enerji üretimi yapan ilk yer. Türkiye’nin ilk rüzgar enerjisi santrali de burada bulunuyor. Zaten rüzgar türbinleri ve değirmenleri beldenin simgeleri arasında. Kim bilir hayat dolu enerjisini buradan alıyor, doğadan aldığı ilhamı insanlarına yansıyordur. 117 gezi-yorum Taş değirmenler yörenin en eski yapılarından. Merkezin tepe noktalarına konumlandırılmış, yan yana duran dört taş değirmen var. Özgün ve şirin duran bu değirmenler Alaçatı ile ilgili tüm ürünlerin üzerinde motif oluyor. Alaçatı’daki tüm evler değirmenleri gibi ağırlıkla taştan yapılmış. 150 yılı bulan geçmişleriyle bu evler kısaca “Egeli” diye tarif edilebilir. Mavi ağırlıklı dekorasyonları, cumbaları, kapıları, pencereleri, merdivenleri ve mimari yapıları kendine özgü bir görüntü veriyor. 19.yy ortalarında Hacı Memiş’in çalışmaları ile civardaki bataklık bölge kurtarılarak yerleşime açılmış. Buraya yerleşen Rumlar yörenin imarında önemli rol oynamışlar. Rum mimarisinin etkisindeki evler yöreye özgü kimlikler ve ince bir taş işçiliği zevkini de taşıyor. 118 Daha çok cumbalı ve iki katlı evler. Alt kat duvarları daha kalın yapılmış. Evlerde çimento yerine kullanılan harç, evlerin yazın serin, kışın sıcak olmasını sağlıyor. Evlerdeki bu iklimlendirmeyi Alaçatı taşı sağlıyor. Hafir ve gevşek yapısı izolasyon kabiliyeti yaratıyor. Elbette 40-50 santimetrelik duvar kalınlıkları da bu konuda etki sahibi. Eskiden tütün deposu ve ahır olarak kullanılan alt katlar şimdi çeşit çeşit dükkan, kafe ve restoran barındırıyor. Daha önce yaşam alanı olarak kullanılan üst katlar ise otel odalarına dönüşmüş durumda. Bu Ege beldesini mimarisi ve turizm ögeleri kadar özel kılan bir başka yanı da farklı mutfakları ve lezzetleri bir arada barındırıyor olması. Alaçatı gurmeler ve farklı tatlar arayışındakiler için bir lezzet cenneti. Yöre otları ve “Ege Denizi” ile renk kazanmış yöresel yemekleri ile dikkat çeken Alaçatı tabir yerindeyse tadı damağınızda kalacak lezzetin ta kendisi. Alaçatı restoranlarında adını belki de sadece Alaçatı’da duyabileceğiniz yerel lezzetler ile dünya mutfağının pek çok örneğini bir arada bulabiliyorsunuz. Menülerine bakınca; Paçanga böreğinden, pesto soslu levreğe, enfes zeytinyağlı ev yemeklerinden, et soslarıyla sunulan dana pirzola ve bonfilelere, Ege mezeleri, ot salataları, ev makarnaları, kekre (gelincik şerbeti), buğday salatası, Mereng tatlısı, mantolu tavuk, çiğ sardalya, Lonk, ahtapot, midye ızgara, kiremitte köfte, kuru fasulyeye ve fırında beyaz peynir vs. derken çok özel bir harman görüyorsunuz... Özellikle köy kahvaltıları ve kaliteli restoranlarındaki Ege mutfağı örnekleri tadı damağınızdan bir daha hiç gitmeyecek nitelikte... Dünyada sadece bu bölgede yetişen hurma zeytini aklınızda yer etmeye değecek kadar lezzetli. Balkan ve Girit mutfakları, kabak çiçeği dolması, şırası, reçelleri, sakızlı muhallebisi ve kurabiyesi, gözlemesi, ev yapımı limonataları, lorlu kurabiyeler, adaçayı, İzmir kumrusu ve damla sakızlı dondurması size eşlik eden lezzetlerden sadece birkaçı... Gitmeden damlasakızı kokan bu beldede bir de damla sakızlı Türk kahvesi içmeyi de unutmamak gerekiyor. Tabi taze süt ve meyvelerden yapılmış karadutlu ve limonlu dondurmayı da aklınızın bir kenarına not edin. Alaçatı’yı tam anlamıyla yaşamak istiyorum diyorsanız, yazlık kıyafetleriyle turistlerin uğrak mekanı olmuş, rengarenk Cumartesi Pazarı’nı, Antika Pazarı’nı ve el işi ürünlerin satıldığı tezgahları da mutlaka ziyaret edin. Dostlarınızı mutlu edebilecek küçük hediyeler ve çok özel tatlar bulmanız olası... Alaçatı’nın tarihi ise Arkarik döneme dek uzanıyor. Antik Çağ’da Agrilia ismiyle anılan belde, Batı Anadolu tarihindeki İonya’nın tam merkezinde yer alıyor. Heredot İonia hakkında şöyle yazar: “İonlar kentlerini bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzü altında ve en güzel iklimde kurmuşlardır. Ne daha kuzeydeki bölgeler, ne de daha güneyde kalanlar İonia ile bir tutulabilir, hatta ne doğusu, ne batısı; kimisi soğuk ve ıslak, kimisi sıcak ve kurak olur” Osmanlı tarihinde ise yaya (piyade) ve müsellem (süvari) köyü olarak biliniyor. Adını Alacaat Aşireti’nden almış. 1830’larda bölgede ayanlık yapan ve bugün bir mahalleye ismini vermiş olan Hacı Memiş Ağa’nın çağrısıyla bölgeye gelen Rumlar bağlarda, zeytinliklerde görev almaya başlamışlar. O dönemki ismiyle “Alaca At” Köyü’nde sıtma yaygınlaşınca, bataklığı kurutmak üzere Alaçatı Limanı’na bir kanal(Azmak Deresi) açılmış. İstanbul’a mektup yazılarak, Girit ve Sakız gibi yakın adalardan Rumların getirilmesi sağlanmış. Sonrasında Rumlardan bazıları Alaçatı’ya yerleşmeye karar vermiş ve “icar” yoluyla veya kimsenin işlemeye uğraşmadığı arazilerde çalışmaya başlamışlar ve önemli miktarda ticari canlılık sağlamışlar. Kanal inşasına gelen Rum işçilere imar edip işlemeleri 119 gezi-yorum koşuluyla toprak verilmiş. Böylece denizden birkaç kilometre içerideki köy daha da gelişmiş. Balanbaka’daki taş ocağından çıkan beyaz ve kolay işlenebilen taşlar kullanılarak bugünkü Alaçatı’yı oluşturan taş evlerin büyük kısmı vücuda getirilmiş. Alaca At demeye dilleri dönmeyen Rumlar köye “Alatzata” demişler. Zaman içinde devşirilen bu kelime “Alaçatı” oluvermiş... 1812 Balkan Savaşı’nda Balkanlardan kaçan göçmenlerin Alaçatı’ya gelmesiyle Rumlar beldeden ayrılmaya başlamış. 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan mübadele anlaşması ile Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderilmiş. Nüfus değişimi ile birlikte tütün dikimi, kavun yetiştiriciliği ve hayvancılık yapılır olmuş. Rumlar gitmeden önce; şarap için üzüm bağları, incir, zeytin, badem vs yetiştirmişler ve Alaçatı’yı İtalya ve Fransa’ya kadar ihracat yapan bir beldeye dönüştürmüşler. Gelen mübadiller ise Müslüman ve farklı bir iklimden gelmiş. Tarımla hayvancılıkla uğraşsalar da ancak geçinebilmişler. Ta ki 90’lı yıllar ile birlikte dünya sörfçüleri Alaçatı’yı keşfedene kadar. Şu anda en önemli geçim kaynağı turizm. 120 Alaçatı’da korumacı turizm hareketinin öncüsü ve yörenin ilk oteli Taş Otel’in sahibesi Zeynep Öziş, “Alaçatı’nın huzuru ve kendi kimliğiyle yaşamasını sağlamak için tanıtım ve gelişimi için sağladığımızdan çok daha fazla enerji harcıyoruz” diyor. Alaçatı’daki ev ve otel sayıları yılda ortalama % 13 artıyor. 2001’de 1 otel varken, 2012’de 200 otel, bu yıl ise ortalama 40 otel daha açılıyor... Alaçatı’nın gelişimini varın siz hesap edin! Plajı, beachclub’ları ile ünlü Ayayorgi Koyu, Çiftlikköy’de bulunan kumları ile meşhur Pırlanta Plajı ve Altınkum Plajı, Sakızlıkoy, W Koyu olarak da bilinen Tekke Koyu Plajı, Çeşme’nin Boğazı olarak anılan ve Kocakarı Plajı’nın sahibi Dalyanköy ile turkuvaz mavisi denizi ile Piyade Koyu. Kesin olan şu ki Yarımada boyunca herkes kendi zevkine uygun bir plaj bulabilir. Bu kadar geniş bir yelpazeyi başka bir yerde bulmak hayli zor. Yaz aylarında trafiğe kapanan Alaçatı’nın en eski eserleri; 1952 yılında cami olan Pazaryeri Cami (Ayios Konstantinos Kilisesi – 1874), Hacı Memiş Cami (ibadete açılış tarihi tam olarak belli değil) ve dört taş değirmen... Buğday öğütülen bu değirmenler 60’lı yıllarda inşaa edilmiş ve çoğu yıkılmış... Alaçatılıların ve misafirlerinin denizle buluştuğu başlıca bölgeler ise şöyle; sörf merkezi olan liman mevki, denizin içinde kaynayan sıcak termal suları ile Ilıca, dünyanın en güzel plajlarından biri olan ve Alaçatı’ya 3 kilometre mesafedeki Ilıca Plajı, Boyalık Koyu, Paşa Limanı Plajı, 38 derece sıcaklığında 50’den fazla mineral içeren termal şifne, mavi bayrak ödüllü tertemiz Çark Etrafını zeytinliklerin, bağların, sakız ağaçlarının, dutlukların ve badem ağaçlarının süslediği Alaçatı; Begonvillerle sarılı dar sokakların, Arnavut kaldırımı taşların, kalın taş duvarların, zarafet kokan süslerin, cumbaların, kırmızı alaturka kiremitlerin, kırma çatıların, küçük avluların, tenekelere gömülü fesleğenlerin, sardunyaların, karanfillerin, kayısı çiçeklerinin, bahçelerdeki limon ağaçlarının, Ege’nin, iğde ağaçlarının ve lavanta kokularının arasında renkli bir davetiye gibi. Davete icap etmek ise size kalmış... 121 uzaktaki yakın “Madrid entrar y salir” Özgür Çakır “Herkes Madrid’e gelir ve gider” diyor bu deyim İspanyol dilinde. Herkes bir gün mutlaka Madrid’i tadacağına göre yola koyulmanın zamanıdır diyerek Dergi Bursa’nın bu sayısında rotamızı İspanya’nın ve aynı isimle anılan Madrid Özerk Bölgesi’nin başkentine çeviriyoruz. İspanyolca ile giriş biraz da sizi motive etmek için. Madrid’de ülkenin diğer kentlerinde de olduğu gibi İngilizce ile iletişim kurmakta zorlanabilirsiniz. Bu yüzden yola çıkmadan dil kartları ya da küçük bir sözlük edinip temel cümlelere çalışmak ve bu güzel dile biraz aşina olmakta fayda var. Por favor! 122 İber Yarımadası’nın ve dolayısıyla İspanya’nın kabaca tam ortasında yer alan Madrid 4 milyonu aşan nüfusuyla İstanbul, Londra, Berlin ve Paris'ten sonra Avrupa'nın en en kalabalık beşinci şehri. Dillere pelesenk olmuş anlatımla “Barcelona İstanbul ise Madrid Ankara’dır” diyenlere kulak asmayın çünkü cıvıl cıvıl, hareketli, 24 saat canlılığını yitirmeyen ve ziyaretçisine beklentilerinden fazlasını veren bu şehir yeşilliği, inanılmaz zenginlikteki müzeleri, parkları, çok iyi organize olmuş şehir planı, tarihi, kozmopolit yapısı ve gece hayatıyla başkent olması dışında kardeş şehri Ankara ile aynı paydaya konulamayacak kadar cazibeli bir dünya şehri. Tıpkı İstanbul gibi Avrupa’nın önemli aktarma noktalarından biri olan Madrid’e -doğal olarak THY de dahil olmak üzere- birçok havayolunun haftanın her günü karşılıklı seferleri mevcut. Yine de bilet fiyatları seyahatinizi önceden planlamazsanız oldukça yüksek. Bu yüzden uzun vadeli bir plan yapmanızı öneririm. İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan 123 uzaktaki yakın yaklaşık 4 saat süren uçuşun ardından yüzölçümü bakımından Avrupa’nın önde gelen havaalanlarından biri olan Aeropuerto de Barajas’a ulaşacaksınız. Havaalanından şehir merkezine ulaşım metro yoluyla sağlanabiliyor. Rahatına düşkün olanlar ve şehre adaptasyonunu erkenden sağlamak isteyenler yer üstünü tercih edip üzerinde “Libre” yazan beyaz taksilerden birini çevirerek konaklayacakları mekana doğru yola koyulabilirler. Madrid günlerini kolaylaştırmak isteyenlere önerim kalacak yer planlaması yaparken yıldızına değil şehrin kalbinin attığı 124 mihenk noktası Puerta del Sol ve Plaza Mayor civarında bir yere yakın tercih yapmaları olacak. Bavulları atıp fotoğraf makinelerini boynunuza geçirdiğinize göre, en rahat pabuçlarınızı da ayağınıza geçirip yola koyulmanın vaktidir. Madrid çok büyük bir şehir olsa da hem oldukça düz arazi yapısı hem de gezilip görülecek yerlerin birbirine olan yakınlığıyla rahatlıkla tabanvay marifetiyle gezilebilecek bir şehir. Dileyenler diğer büyük Avrupa metropollerinde olduğu gibi gelişmiş olan ve şehri bir güzel saran metro ağının konforunu da tercih edebilirler pek tabi. Yine de her zamanki gibi bir şehri tanımanın yolu “yollarını arşınlamaktan geçer” diyerek tabanlara kuvvet diyor ve Madrid’i yürüyerek keşfe davet ediyorum. Başlangıç noktamız elbetteki şehrin ve İspanya’nın “sıfır noktası” Puerta del Sol yani Güneş Kapısı. Bugün bir meydan olan, 15. yy’ dan kalma Puerta del Sol, Madrid'i saran eski surların kapılarından biriymiş aslında. Doğuda bulunması nedeniyle, güneşin doğuşundan esinlenerek "Güneş Kapısı" ismini almış. Madrid'in simgesi olan ve belediye arması ile Atlethico Madrid amblemine yerleşiveren “El Oso y Madroño” yani ayı ve çilek ağacı heykeli de bu meydanda. Bodur bir yemiş ağacını silkeleyen bu ayı ne anlatır ve şehir için neden böyle bir sembol seçilmiş bilemem ama bildiğim bu heykele dokunan birinin Madrid’e tekrar geleceğine inanılıyor olması. Dokunun ki aklınız kalmasın... Heykelde değil, şehirde geçireceğiniz birkaç güne sığdıramayacaklarınızda... Meydanda Fransızlar tarafından yapılan tarihi bir postane var. Önündeki zemine monte edilen “sıfır noktası” levhası ve binanın üstüne sonradan eklenen saat kulesi de oldukça itibarlı Madrileño’ların gözünde. 1962 yılından itibaren her yılbaşı gecesinde bu kulede çalınan 12 tane çan sesi ile yeni yıla giriliyormuş. Yılbaşında bu meydanın nasıl kalabalık ve canlı olabileceğini hayal etmek hiç de zor değil. Bu arada bir İspanyol inanışına göre bu çan çaldığı süre boyunca 12 adet üzüm tanesini yemeyi başarırsanız, o yılın güzel geçeceğini ve dileklerinizin gerçekleşeceğini garantilemiş oluyorsunuz. Yılbaşı planlarını yapmaya şimdiden başlayacaklara duyurulur. Puerta del Sol'de sonlanan ve İstiklal’i andıran kalabalık caddelere doğru meyletmeye başlayabiliriz. Mayor meydanına giden Calle Mayor; alışveriş yapabileceğiniz işlek bir cadde olan Calle del Arenal; Desigual, H&M, Zara, Mango, Bershka gibi ünlü mağazaların olduğu Calle de Preciados; binaların üzerine atlıların tünediği ve Teatro Alcazar'a ulaşan Calle de Alcala sizi çağıracak. Telaşa gerek yok çünkü bu caddelerin hepsini ister istemez birkaç defa turlayacak, her ara sokakta yeni birşey keşfedecek, cadde ve sokak tabelalarında resmedilen tarihi hikayelerinin peşine düşecek ve dönüp dolaşıp merkezdeki Puerta del Sol’e yolunuzu mutlaka düşüreceksiniz. Calle Arenal’de atlamamanız gereken, enerji depolayacağınız bir duraktan bahsetmeliyim. San Gines Kilisesi’nin hemen arkasında, çok eskiden beri bu işi yapan ve aynı adı taşıyan, başka da şubesi olmayan bir Churros tatlıcısı var (Tıpkı İstiklal’deki İnci Pastanesi gibi diyeceğim bahtı benzemesin.) Az şerbetli ve uzun bir tulumba tatlısı olarak tarif edebileceğim bir İspanyol klasiği olan Churros'un tadı “Chocolateria San Gines”te öyle kıvamında ve çıtır çıtır ki, sıcak çikolata ile birleştiğinde enfes oluyor. Duvarları eski fotoğraflarla süslü açık mutfaklı tarihi mekanda mutlaka karşılaşacağınız kalabalık gözünüzü korkutmasın ve Churros’u tatmadan kersinlikle dönmeyin. Batı yönündeki Calle Mayor sizi Plaza Mayor’a yani Büyük Meydan’a götürecek. 17.yy’da krallığa prestij sağlayacak bir pazar yeri, hadi biraz daha havalı olsun, alışveriş merkezi olarak inşa edilmiş. Nitekim meydanın ortasında 3.Felipe'nin at üzerinde bir heykeli de mevcut. Plaza Mayor kare bir avlu etrafında düzenlenmiş 136 binadan oluşuyor. Meydanın en önemli binaları, üzeri resimlerle süslenmiş olan "La Casa de la Panaderia" (fırın evi) ve meydanın diğer binaları gibi kızıl renkli olan "La Casa de la Carniceria" (kasap evi.) Biri kuzeyde biri güneyde olmak üzere karşı karşıya bu iki ev. Zamanında La Casa de la Panaderia’nın giriş katında bulunan fırını halktan ticaret erbabları işletebiliyormuş. Birinci katı da kralların özel kullanımı için ayrılmış. Krallar diledikleri zaman buraya gelirler, dinlenir hatta misafir ağırlarlarmış unlu mamüller eşliğinde. La Casa de la Carniceria ise adından da anlaşılacağı gibi vakt-i zamanında mezbaha olarak kullanılıyormuş. Şimdilerde ise Belediye Meclis Binası. Plaza Mayor yıllar içerisinde çeşitli amaçlar için kullanılmış ve değişik isimler almış. Dört köşesi binalarla çevrili, 9 kapılı, 129 metre uzunluğunda ve 94 metre genişliğinde bu devasa meydana son olarak isabetli bir seçimle Plaza Mayor adı verilmiş. İlk zamanlar pazar yeri olan bu bu açık avluda çevresinde yer alan 437 balkondan da seyredilen boğa güreşi gibi geleneksel oyunların yanı sıra kraliyet ailesinin ait düğün törenleri yapılmaktaymış. Daha sonraları Engizisyon Mahkemeleri’nin din karşıtı olduğu için ölüme mahkum ettiği 125 uzaktaki yakın 126 kişilerin halka açık infazları bu meydana yapılmaya başlanmış. Sonrasında futbol maçları... Günümüzde ise meydan tiyatro gösterileri, konserler, oyunlar ve bilumum kutlamalara ev sahipliği yapıyor. Birbirinden ilginç eski dükkanlar, şık restoranlar, kafeler, Tapas barları ve sanat galerileri ile Madrid'in ruhunu yansıtıyor. Günün her saati hareketli olan meydanda özellikle akşam oturup birşeyler içmek ve Madrid’e karışmak lazım. Plaza Mayor yakınlarında uğramadan geçmenin sonrasında büyük hayıflanmaya sebep olacağı bir yer var: Mercado de San Miguel. Barselona'daki La Boqueria'nın ufak çaplı kopyası olan dört bir yanı camla kaplı bir pazar. İçerisinde irili ufaklı bir dolu kafe-restoran, manav ve şarküteri var. Farklı dükkanlardan bir şeyler alıp,ortadaki masalardan birine geçerek karma bir ziyafet çekebilirsiniz. Hatta kaldığınız mekan için başta Tapas’lar ve Sangria alışverişi yapıp İspanyolların bünyeyi zorlayan yemek saatlerine uymak zorunda kalmadan bütçenizi de gözetebilirsiniz. Tercih sizin. Puerto del Sol ve Plaza Mayor’u merkeze koyduğunuzda kuzey yönünde Palacio Real yani Kraliyet Sarayı, güneyde ise Madrid’i çok özel kılan müzeler ve meşhur şehir parkı Paque Del Buen Retiro yani Güzel Emeklilik Parkı yer alıyor. Eğer tavsiyeme uyarak ünlü İspanyol mezeleri olan Tapas’lar eşliğinde güzel bir akşam geçirdiyseniz ve henüz Madrid gecelerine akmadıysanız ertesi sabah için Parque Del Retiro iyi bir başlangıç noktası olabilir. Retiro Parkı, Puerta de la Alcala’yı yani Alcala Kapısı’nı geçtikten sonra sağ kolda yer alıyor. 12 hektarlık büyük bir alan üzerine kurulu park 17.yüzyılda Retiro Sarayı'nın bir bölümü olarak düzenlenmiş. İspanya iç savaşı sırasında tarihi yapıları oldukça hasar görmüş olsa da parkın düzenlemesi, çeşmeler, havuzlar, anıt ve heykeller görülmeye ve havası içinize çekmeye değer. Parkın içerisinde pedallı kayıklarla gezebileceğiniz göletler, müzeye dönüştürülen Crystal Palace ve bol oksijen var. Sabah saatlerinde yoğunlaşan koşuya ve yürüyüşe çıkmış olan Madrileño sayısı sizi şaşırtmasın. Onların da Real Madrid’i ve Club Atletico Madrid’i filan var ama spor kültürleri televizyon karşısı ya da stadlarla sınırlı değil. Darısı başımıza. Şehrin en önemli değeri sayılan ve barındırdıklarıyla dünyanın en önde gelen müzelerinden olan üç müzesi Museo Thyssen, Museo del Prado ve 127 uzaktaki yakın Museo Reina Sofia aynı bölgede ve Retiro Parkı’nın komşuluğunda yer alıyor. Parkın Alfonso XII Caddesi’ne bakan kapısından çıkarsanız yürüyerek en ünlüleri olan Museo del Prado'ya ulaşacaksınız. 18. yüzyılda neo-klasik uslupta inşa edilen binada VII.Ferdinant ve karısının girişimleriyle oluşan kolleksiyona ait yaklaşık 300 adet parça ile kurulan müze bugün 7000 civarında eserle dünyanın en önemli Avrupa sanatı koleksiyonlarından birine sahip. Bu koleksiyonların en önde gelenleri Goya ve Velázquez’in çalışmalarının büyük kısmı ile Tiziano, Tintoretto, Rubens, Durero, Rafael, Rembrant, Caravaggio, El Greco ve El Bosco’nun önemli işleri. Hakkını vererek gezmek isteyen sanatseverleri 128 geçiyorum, “hiç işim olmaz” diyen birinin bile sıkılmadan saatlerce vakit geçirebileceği zenginlikte bir sanat mabedi Prado Müzesi. Sanatın altın üçgeni olarak adlandırılan bu üçlünün ikinci ayağı ise Museo Thyssen-Bornemisza. Prado Müzesi’nin köşesindeki Fuente de Neptuno yani Neptün Çeşmesi’nin diğer çaprazında yer alan, Thyssen Ailesi’nin mülkiyetindeki bu müze dışarıdan görece mütevazı bir görünümü olsa da İngiltere Kraliyet Koleksiyonu’ndan sonra dünyadaki ikinci büyük özel koleksiyona ev sahipliği yapıyor. 14. ve 15.yy İtalyan ve Alman ressamlara ait eserlerin yanı sıra en ünlü Rönesans ressamlarının işleri, empresyonistler, postempresyonistler ve Kübizm akımının temsilcileri arz-ı endam ediyor. Van Gogh, Renoir, Monet, Rembrant, Caravaggio ve Picasso’nun belki de farkında olmadan hafızalarınızda yer eden önemli eserlerini dünya gözüyle görmek için ziyaret etmekte fayda var. Üçgenin son ayağı ise Prado’nun diğer çaprazında Atocha Tren İstasyonu komşuluğunda, Paseo del Prado’nun sonunda yer alan Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofia, kısaca Kraliçe Sofya Müzesi. 18.yy’a ait eski bir hastane binası olan müze dikkat çekici bir mimari güzelliği olan rekonstruksiyon çalışması ile cam ve çeliklerle desteklenmiş bir şekilde dışardan da son derece çekici bir 129 uzaktaki yakın mekan. Koleksiyon büyük ölçüde 20.yy İspanyol eserlerinden oluşuyor. En ünlüsü de şüphesiz Picasso'nun Guernica'sı olmak üzere. Kimilerine göre modern sanatın en iyisi sayılan ve İspanyol Hükümeti’nin siparişi ile Pablo Picasso tarafından 1937'de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası'na ait 28 bombardıman uçağının İspanya'daki Guernica şehrini bombalamasını anlatan, 7,76 m eninde ve 3,49 m yüksekliğindeki anıtsal tablo zamanla ününe ün kattıkça savaşın yarattığı trajedilerin anımsatıcısı, savaş karşıtı ve barış yanlısı düşüncelerin sembolü haline gelmiş. Kurşun geçirmez bir cam içinde sergilenen bu resime verilen önem ve duyulan saygı İspanyolların tarihleriyle hesaplaşması ve aynı zamanda da sanata bakışlarını 130 da yansıtıyor. “Madrid dönüşü Guernica’yı gördün mü?” sorularına cevabınız “evet” olsun ve hiç olmazsa Guernica’yı görmek için altın üçgenin son ayağını da mutlaka ziyaret edin. Müze çıkışından geldiğiniz yöne doğru devam edince Plaza de Cibeles'e varacaksınız. Meydanın ortasında Tanrılar Kralı Jüpiter'in annesi Tanrıça Cibeles'in heykeli var. Heykelin baktığı yöne doğru devam ederseniz şehrin ana caddesi Gran Via'ya çıkarsınız. Gran Via'ya akşam saatlerinde gitmekte yarar var. Çeşitli markaların mağazaları, sıra sıra tiyatrolar ve sinemalar caddeyi ışıl ışıl yapıyor. Hemen her tiyatronun önünde bir kalabalık göreceksiniz, bu da Madrileño’ların kültüre ve sanata verdiği önemin bir diğer belgesi niteliğinde. Her ne kadar geceleri cadde kalabalık olsa da bizim İstiklal Caddesi’nin kalabalığıyla kıyaslanmayacağını söylemeliyim. Restoran önerisi vermek gerekirse Vips’i tercih edebilirsiniz. Merkezi konumdaki üç şubesinden biri Gran Via üzerinde. Daha hareketli bir ortam ve Tapas bar arayanlar için doğru adres ise yine Gran Via üzerindeki Quilombo. Madrid 23:00'den sonra yaşamaya başlayan bir kent; dolayısıyla gece boyunca yenilen Tapas’lar ister istemez sabah kahvaltısına pek gerek bırakmıyor. Yani gece geç saatte bol yiyeceksiniz ve sabah hiç iştahınız olmayacak. Zaten acıkmasanız iyi olur çünkü sabah kahvaltısı burada bir öğün olarak telakki edilmiyor; dolayısıyla sabahları yiyecek sunan pek fazla yer de bulamıyorsunuz. Belki, kahve ve tost dışında sadece omlet... Madrid, Avrupa'nın en hareketli gece hayatına sahip şehirlerden biri demek yanlış olmaz. Bir haftasonu klasiği olarak eğlence cuma akşamı başlar ve pazartesi sabaha kadar farklı mekanları dolaşarak devam eder. Bar ve diskolarda saat 02:00 gibi eğlence doruğa ulaşır ve genellikle sabah 06:00'ya kadar sürer. Gece kulüplerinin bazılarında blue jean ve benzeri spor kıyafetlerle giriş yasak. Pop, rock ve caz türü müzik yapan mekanlar oldukça fazla. Gelen turist yoğunluğuna göre popüler bilindik şarkılar çalınsa da ağırlık İspanyol müziğinde... Alternatif arayışında olanlar bir akşamı flamenkoya ayırabilirler. Öne çıkanları Café de Chinitas, Las Carboneras, Casa Patas ve Corral de la Morreria olmak üzere bazı restoran, müzikevleri, gece kulüpleri ve barlar belli gün ve saatlerde flamenko gösterileri düzenleniyor. Flamenkonun anavatanı Endülüs’ten biraz uzağa düştüğünden orjinal flamenko kültürü yerine turistik atraksiyonlarla yetinmeniz gerekse de doğru bir tercihle tatmin edici bir flamenko gösterisi izleme şansınız olabilir. Gezmelere ve eğlenceye doyamayanlar klasik müzik, tiyatro ve sinema gösterilerinin yanı sıra Atletico Madrid veya Real Madrid’in mabedlerinde La Liga heyecanı yaşayabilirler. “Yok o da kesmez” diyenler bir İspanyol klasiğine şahit olmak üzere arenanın bulunduğu Las Ventas’a kırabilirler dümeni. Barcelona gibi bazı İspanyol kentlerinin aksine boğa güreşlerinin serbest olduğu yerlerden biri de Madrid. Sonu hüzünlü, kanlı ve kaybedeni belli olsa da İspanyol kültürünün geleneksel bir unsuru olan boğa güreşlerini izleme şansı yakalayabilirler. Kansız bir seyahat isteyenler arenanın hemen yanındaki ücretsiz olarak gezebileceğiniz Boğa Güreşi Müzesi Museo Taurino'ya uğrayarak da mevzuyu kapatabilirler pek tabi. Ertesi sabah kahvaltıda ise adresimiz Madrid’in tarihi kafesi Gijon. Madrid’deki El Café Gijón tarihe ya da tarihi yazanlara tanıklık eden kafelerin son örneklerinden. Dünyaca ünlü aydınların buluşma noktasının müdavimleri arasında kimler yokmuş ki: Ünlü Amerikalı yazarlar Ernest Hemingway ve Truman Capote, Hollywood’un ilk süperstarlarından Ava Gardner, sürrealist ressam Salvador Dalí, İspanyol şair ve edebiyatçı Federico Garcia Lorca... Pek iştah açıcı olmasa da Dali’nin burada resmettiği sinekleri yakalayıp elinde öldürdüğü de anlatılan hikâyeler arasında. İstanbul için Markiz Pastanesi, Paris 131 uzaktaki yakın için Café de Flore, Viyana için Café Central ya da Roma için Café Greco ne ise, Café Gijon da Madrid için o. İspanyolca ile imtihanınız burda da devam edecek ama birkaç günün sonunda “Una Portilla Española, Café con Leche ya da Agua sin Gas” demeyi kaptığınızı umuyor ve cümlenin sonunu “Por favor”la bitirmeniz gerektiğini hatırlatıyorum. Kahvaltıdan sonra Kristof Kolomb’a adanmış olan Plaza Colon’a doğru yürüyünüz. Bu meydandan sola dönünce Madrid‘in en renkli bölgelerinden birine ulaşacaksınız: Chueca. Burası Madrid’in Cihangir’i. Oyuncular ve sanatçıların yoğunlukla yaşadığı bohem bir bölge. Güzel butikler, renkli evler, sanat galerileri, kafeler ve barlar ile aynı zamanda hareketli ve hayat dolu bir bölge ve seveceğinizin garantisini verebilirim. Akşam eğlencesi için ideal 132 semtlerden biri de Cheuca. Cheuca’dan çıkıp şehri kuzey güney aksında kat eden büyük cadde Gran Via’yı takip ederseniz başlıcaları Edificio Metrópolis, Edificio Telefónica, Edificio Carrion ve Edificio España olmak üzere şehrin önemli sembolleri haline gelmiş olan tarihi binaları sırayla görebilir ve yolun sonundaki Plaza de España Meydanı’nda Plaza de España'da Cervantes ile yel değirmenlerine savaş açan ünlü karakterleri Don Kişot ve Sanço’ya selam verebilirsiniz. Aşağıya doğru devam ettiğinizde Palacio Real'i (Kraliyet Sarayı’nı) göreceksiniz. Boylu boyunca uzanan yapının 130 metrelik cephesi ve sayısız balkon ve penceresiyle şaşalı bir havası var. Günümüzde Kraliyet Ailesi’nin kullanmadığı saray müzeye dönüştürülmüş. Dileyenler sarayı gezebilirler ama benim önerim La Latina Bölgesi olacak. Latina Bölgesi ve Puerta de Toledo yani Toledo Kapısı yönünde ilerlerken üzerinden geçeceğiniz viyadük ise ilginç bir üne sahip. Depresyona giren Madridleño’ların soluğu aldığı ve intihar girişimlerinin sıklığı ile bilinen köprünün iki kenarı da intihar etmeye engel olacak şekilde şeffaf bir plastik ile kapatılmış durumda. Bir klasiğe imza atmayarak sağ salim köprüyü geçeceğinizi umuyor ve sizi viyadüğün hemen ilerisindeki hayat dolu La Latina Bölgesi’ne davet ediyorum. La latina Bölgesi’nde bulunan Calle de Cava Baja Sokağı’nı bulup, birbirinden güzel Tapas barlarından birine dalınız. Bu bölgedeki Tapas barlar daha az turistik ve yerel halkın tercihi olan mekanlar. Madrid seyahatinizin son gününde rotamızı şehir dışına çeviriyoruz. Assoslistler en son sahneye çıkar, “tatlı da yemeğin üstüne yenir” diyerek sizi Toledo’ya davet ediyorum. Ne yapın edin seyahatinizin en az bir gününü bu masal şehrine ayırın. Unesco tarafından bir başka örneği olmayacak şekilde tamamı açık hava müzesi olarak ilan edilerek Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren bu şehire gitmemek Madrid’i eksik görmek anlamına gelir çünkü. İçinde bir botanik bahçesi barındırmasıyla benzerlerinden ayrılan Atocha Tren İstasyonu’ndan hızlı tren ile Toledo’ya varmanız sadece 35 dakika sürecek. Toledo’da trenden indiğiniz andan itibaren tarihin kokusunu alacaksınız. 1920 yılında yapılan tren istasyonu dış görünüşü ve içerisindeki çini döşemeleri ile Endülüs mimarisi izlerini taşıyor. “Doğu kültürünü Avrupa’ya tanıtmış şehir” sözleriyle nitelenen Toledo, Ortaçağ’dan kalma mimarisini günümüzde halen koruyabilmiş, üç büyük dinin izlerini taşıyan yüksek bir tepeye kurulu harika bir şehir. Kastilya Krallığı’nın başkenti olarak 12. ve 16.yy arasında da görkemli bir dönem geçirmiş olan şehrin tarihi binaları içinde en dikkat çekeni Toledo Katedrali. İspanya’nın en büyük 3.katedrali olan bu yapıda çok sayıda şapel var. Ayrıca Velasquez, Rubens, Goya ve El Greco gibi ünlü ressamların tabloları da bu katedralin duvarlarını süslüyor. İspanya’nın en ünlü ressamlarından biri olan El Greco uzun yıllar Toledo’da yaşamış. Girit’te doğan, bir süre İtalya’da yaşayan ve Yunan köklerinden dolayı “El Greco” yani “Yunan” adını alan ressamın eserleri “El Greco’nun Evi’” isimli müzede sergileniyor. Toledo; Don Kişot ve kılıçlarıyla da ünlü aynı zamanda. Şehri “İspanya’nın Şanı” olarak tanımlayan Don Kişot’un maceraları bu çevrede geçiyor hep, sevgilisi Dulcinea’nın kasabası olan El Toboso da Toledo’da bulunuyor. Gelelim kılıç mevzusuna, bu güzel şehir çelik işçiliği ile de meşhur. Ortaçağ kılıçları, zırhları, hançerleri ve Toledo bıçakları satın alabileceğiniz bir dolu hediyelik eşya dükkanı bulacaksınız. Uçakta sorun yaşamamak için o kılıcı bırakın ve güzel bir Don Kişot magneti alın hediye olarak. Fazla oyalanmadan meydandaki meşhur pastaneyi bulun ve Marzipanlar’ın tadına bakın. Sonra da ilk bulduğunuz aralıktan sokaklara dalın ve kaybolun. Turist olmanın tadını çıkarın. Üç kişinin yan yana yürümekte zorlanacağı daracık sokaklarda arnavut kaldırımlı yokuşlar, tarihi binalar, balkonlardan taşan çiçekler ve şehrin “meşhuru” kapıların peşine takılın. Dönüş saati geldiğinde tadı damağınızda kalacak belki ve hayıflanacaksınız Toledo’ya ayırdığınız zamanın kısalığına. Neyse ki Puerta del Sol’de El Oso’ya dokunmuştunuz değil mi? 133 uzaktaki yakın Madrid’den instagram kareleri 134 135 web önerileri www.cinairoman.com www.22dakika.org www.cokokuyancokgezen.com www.seyahatperest.com 136 www.yuruyoruz.com www.ruzgarinizinde.com www.yesilpedal.org 137 teknoloji Ahmet Yılmaz Bilgisayar Programcısı İzle, bul ve tıkla Sevenleri bilir; Agatha Christie, polisiye roman denildiği zaman ilk akla gelen İngiliz yazardır. Romanlarında işlediği gizem ve yine yazar tarafından yaratılan bu gizemi çözen karakterler, okuyucuların uykularını sabahın ilk ışıklarına dek erteleyebilecek çekiciliktedir. Edebiyatta “macera ve gizem” kitap severlere kitabı okutma açısında önemli bir olgu iken aynı durum oyun sektöründe de geçerlidir. Hele ki içine gizemin, iz sürmenin bulaştığı bir macera oyunu, tadından yenmeyip yarına bırakılan güzel bir yemek kıvamına dönüşebilir. Doksanların sonuna doğru, şimdilerde “Point'n Click Adventure” diye adlandırdığımız, tam olarak yarına bırakılan güzel bir yemek diyebileceğim, arkası yarın tarzında ve zamanla kullanıcıları tarafından ufak birer efsaneye dönüşecek oyunlar giriş yaptı. Durum karışıktı lakin sonuca giden yol basitti; bul ve tıkla. O yıllarda henüz bilgisayar oyunlarının büyülü havasını yeni yeni solumaya başlayan oyun severlerin bazıları, bu oyunlar sayesinde yavaş yavaş geliştirdikleri kırık İngilizceleri ile oynamaya çalıştıkları bu türü çok sevdiler. Zaten eğer tutkulu bir oyun severseniz bu oyun türünü sevmemeniz imkânsızdı. Bu oyunlar, oynayana büyülü bir dünya sunuyordu. Oynayanlar bazen büyük bir hazine adasında altın dolu sandığı arayan 138 bir gezgin, bazen evlerin çatılarında dolaşan akrobat bir hırsız, bazen seri cinayetleri birer birer çözerek katili yakalayan orta yaşlı bir dedektif, bazen ise ufacık bir odaya kilitlenmiş ve o odadan çıkmak için doğru objeleri bulması gereken yakışıklı bir maceraperest oluyordu. “İz sürme” bu oyunların olmazsa olmazıydı. Mouse yardımıyla tıklanan bir objenin vereceği yeni bir ipucu, kullanıcısına heyecan vermenin yanı sıra, oynayanı bir sonraki bölüme götürüyordu. Yeni bölüme geçmenin verdiği hazzın yanında, diğer oyun türlerindekinin aksine oyunun sonuna doğru yaklaşmanın verdiği mutluluk yerine mutsuzluk da beraberinde geliyordu. Bu oyunlarda görsellik aranan bir özellikti ama asıl önemli olan, oyun severin iz sürme becerisini ortaya çıkaracak olan kurgu, bölümlerin zorluğu, içerisinde barındıran bilmecelerin oyun sever tarafından ne kadar zamanda çözülebileceği gibi etkenlerdi. Bu türün yegâne temsilcileri olan; Grim Fandango, The Longest Journey, Gabriel Knight, Broken Sword, Riven gibi oyunlar hala sevenlerinin gönlünde taht kuran oyunlar listesinin başında gelir. Eğer siz de bir oyunda sizi bir sonraki bölümlere sürükleyecek bir gizem arıyorsanız, sevgili Google’nin arama kısmına “Point'n Click Adventure” yazıp oyun alemin tozlanmış top listelerinin tepesinde yer alanlardan bazıları ile başlayabilirsiniz. Keyifli oyunlar... 139 ? bilgi hapı QR Şifrelenmiş bir görsel olan QR kod, sosyalliğin internet üzerinden yaşandığı bu dönemde, tam bir sosyal medya pazarlama aracı olarak kullanılabiliyor. Daha fazla vakit kaybetmeden, mobil teknolojinin getirdiği yeniliklerden faydalanıp kendini bu uygulamaya adapte eden firmalar kazançlı çıkacak gibi görünüyor. Özellikle son 2 yıldır, okuduğumuz dergilerde, gazetelerde hatta sokaklardaki ilanlarda, kitaplarda gördüğümüz küçücük bir kare içine sıkıştırılmış birkaç şekilsiz iz etrafımızı sardı. “Quick Response Kod” ya da Türkçesi ile “hızlı yanıt kodu” olan QR Kod, karekod olarak da biliniyor. 1994 yılında, Japonya’da, Toyota'nın bir yan kuruluşu olan Denso Wave tarafından geliştirilen yeni nesil iki boyutlu bu barkod cinsi, ülkemizde yeni yeni kullanılıyor olsa da, kısa süre içinde yaygınlaşacağı kesin gibi görünüyor. Tüm mobil cihazlarda kullanıcıya birçok avantajı var. İçeriğinde bir internet sitesi, metin, fotoğraf barındırabilmesi ile hayatımıza ilk girdiğinde SMS ne ise QR kod da aynı ilgiye sahip olmak üzere. Japonya’da fazlasıyla yaygın olarak kullanılan QR kod, basit ve az maliyetli kullanımı sayesinde, barkod kullanımını bireysel hale getiriyor. Onu klasik barkodlama sisteminden ayıran 140 Zaman kazandıran izler Zamanın değeri fark edilip, daha çok zamana ihtiyaç duyuldukça üretim arttı. Teknoloji küçücük ve incecik kutuların içine sıkıştırılıp cebimize kadar girdi. Her gün bir yeni icat duyar hale geldik. Bunların içinde günlük hayatımıza en çabuk yerleşenler ise, en kolay kullanılanlar. Çünkü zaman, zamandan kazanma zamanı. bir özelliği de, her yönden okunabilir olması. Tek yapmanız gereken, eğer telefonunuzda yoksa QR kod okuyucu uygulamasını ücretsiz servislerden yararlanarak cihazınıza indirmek. Bu taramanın size tek maliyeti, kod okunduktan sonra açılacak olan siteye ulaşmak için gerekli data aktarım ücreti. Kullanıldığı firmaya ya da ürüne göre yaratıcı tasarımlara sahip olan kod, genel olarak beyaz fon üzerine siyah şekillerden oluşuyor. Bu küçük kutuya, mobil cihazınızın kamerasını yaklaştırıyor ve tarıyorsunuz. Bazı bankalar tarafından ödeme sistemi olarak da kullanılan QR kod, kendiniz için oluşturup kartvizitlerinize bile ekleyebileceğiniz bir uygulama. Kendi QR kodunuzu oluşturabilmek için ücretsiz yararlanabileceğiniz siteleri internette kolayca bulabilirsiniz. Bu sitelerde QR kodun içinde olmasını istediğiniz (web adresi, metin, telefon numarası vs.) bilgileri sitedeki gerekli yerlere yazıp “QR kod oluştur” butonuna tıklıyorsunuz. Ve istediğiniz bilgileri içeren tamamen size ait bir QR kod elde etmiş oluyorsunuz. İlk olarak otomotiv sektöründe kullanılan QR kod, ünlü markalar tarafından özel kampanyalar ile tüketiciye sunuluyor. Karekod ile yapabilecekleriniz sadece hayal gücünüz ile sınırlı. Ünlü firmaların türlü şekilde kullandığı QR kod ile siz de kişisel tanıtımınızı yapabilirsiniz. QR Kod şeklinde bir dövme yaptırabilir, davetiyelere koyabilir, kartvizitinize ekleyeceğiniz QR kodun içeriğine web siteniz, facebook sayfanızı ya da twitter hesabınızı şifreleyebilirsiniz. Sokak tabelalarında kullanılarak, Google Maps’a ulaşıp bir adrese bağlanmak için de kullanabilen bu koddan, eczaneler, kitapevleri, turizm acenteleri hatta şarap üreticileri bile yararlanabiliyor. Kullanırken dikkat etmeniz gereken birkaç detay var. Örneğin, en iyi sonuca ulaşabilmek için, kodu olabildiği kadar iyi aydınlatılmış bir ortamda kullanın. Taratacağınız cihazı koda tam ortalayın. Cihazı tarama anında mümkün olduğu kadar sabit tutun. Artık bütün kişisel bilgileriniz, firma geçmişiniz, ürünleriniz, kitaplarınız, tarifleriniz, kısacası istediğiniz her şey ve en iyisi de kazanmak istediğiniz tüm zaman, küçücük bir kutunun içinde duran birkaç parça izden ibaret. 141 bilgi hapı Parmak izsizler Kaşınızı gözünüzü, boyunuzu posunuzu hatta huyunuzu suyunuzu ailenizden alabilirsiniz. Ama parmak iziniz siz daha dünyaya gelmeden asla değişmeyecek olan size özel şeklini alır. Parmak uçlarımızda taşıdığımız bu kişisel mührü, kimlik tespitinden güvenlik sistemlerine kadar birçok alanda kullanmak mümkün. Tabi eğer parmak iziniz varsa... Tek yumurta ikizlerinde bile farklılık taşıyan ve bu özelliği ile gizemini koruyan parmak izi parmaklarımızdaki kabartmalı çizgilerden, papillerden oluşur. Vücut sıvılarının dışarı çıkabildiği gözenekler parmakların sürekli nemli kalmasına neden olur. Böylece dokunduklarımızdan geriye, emniyet güçlerinin takip ederek kesin sonuçlara ulaşmasını sağlayan biyolojik imzalar kalır. 1800’lü yıllardan itibaren en güvenilir yöntemlerden biri kabul edilen parmak izi suçluların tespitinde önemli rol oynar. Ayrıca imza atamayan kişilerin kurtarıcısı olan parmak izi bankaların müşterilerine sunduğu bir hizmet haline de geldi. Parmak uçlarınızı bilgisayarınızı açmak ya da banka hesabınızda işlem yapmak 142 için kullanabilir kendi güvenliğinizi teknolojinin nimetlerinden yararlanan parmaklarınızla sağlayabilirsiniz. 2007 yılında yaşanan bir istisna her insanın parmak izi olduğu konusundaki genellemeyi çürüttü. İsviçreli bir kadının hava alanında parmak izi alınması gerekti. Ancak bu mümkün olmadı çünkü kadının parmak izi yoktu. Bu durum ona hava alanında zor anlar yaşattı ama bilimsel bir araştırmanın da nedeni oldu. İsrail’deki Tel Aviv Üniversitesi ve İsviçre’deki Basel Üniversitesi hastanesinden bilim adamları konuyu araştırınca aynı durumda olan 5 aile daha ortaya çıktı. Ailelerden birinin 3 kuşağını da inceleyen bilim adamları “SMARCAD1” isimli gende mutasyon olduğu gerçeğine ulaştı. “Adermatoglifia” adı verilen bu durum bir tür genetik hastalık olarak kabul edildi. İnsandaki parmak izini oluşturan gen olan SMARCAD1 genini mutasyona uğratıp kişinin parmak izsiz doğmasına neden olduğu anlaşıldı. Yıllar önce başlayan bir araştırma parmak izi olmayan insanların varlığını ortaya çıkarırken yaşanan olay tarihte izini bıraktı. Uzun yıllardan beri yapılan araştırmalarda parmak izinin insan vücuduna yararları henüz netleşmedi ama ortaya çıkan bu parmak izsizliği araştırmasından sonra yokluğunun kişiye ölümcül bir zararı olmadığı sonucuna ulaşıldı. 143 geçmiş zaman kipinde Dizi gider izi kalır Geçmiş zamanın bizde bıraktığı izlere ihtiyaç duyarız bazen. Yaşayıp bitirmiş olduğumuzu, geride bıraktığımızı düşünsek bile... Geriye dönüp bakmak isteriz. Bir ses, bir koku, bir şarkı, anlık bir görüntü bizi geçmişin çok özlediğimiz ve dönüp orada kalmak istediğimiz bir parçasına götürür. Ya da belki iz bırakmış bir dizi… Hazırlayan: Ferhan Petek Televizyon izlemenin, dizi takip etmenin daha keyifli olduğu yıllar… Tek kanal olmasına rağmen -TRT’nin kendi içindeki çoksesliliği ile- her yaşa, her zevke hitap eden, belki şimdiki teknolojiye kıyasla daha amatör ama samimi programlar… Oynadığı yıllarda, o yılları doya doya yaşamış herkeste yer etmiş diziler… Şimdiki gibi dizi olsun, süre doldursun diye değil; özenerek hazırlanan, seyircisine değer veren ve bunu hissettiren diziler. Hem kendilerinden sonraki yıllarda yapılan dizilerin çoğuna ilham kaynağı olan, hem de izlendiği dönemin çocuklarına rol modeli seçebileceği karakterleri barındıran diziler… 144 Önce ithal yapımlar, Brezilya dizileri vardı. TRT’nin arkası yarın kuşaklarının başlangıcı sayılan Köle Isaura oldu. Esas kız ve esas oğlanın bir türlü kavuşamadığı pembe diziler, o yılların saf aşklarını, masum ilişkilerini anlatırlardı. Veronica Castro, Thalia, Grecia Colmanares, Natalia Oreiro gibi isimlerin canlandırdığı karakterle bütünleşen diziler; aşk, entrika, ihanet, kıskançlık, ihtiras dolu bölümleriyle kadınların tercihi olurdu. Haftalık olarak yayınlanan Kökler dizisini bilenler, onu hala Kunta Kinte deyince hatırlar. Dallas, Bonanza, Hayat Ağacı, Yalan Rüzgârı, Cesur ve Güzel, ev kadınları için vazgeçilmezdi. Henüz okul çağına gelmemiş çocuklar için ise, bir an önce bitmesini istediği sıkıcı amcalar ve teyzelerden ibaret dizilerdi. Çünkü pembe dizi saatleri bittiğinde, heyecanla bekledikleri çizgi dizi saati başlıyor demekti. Dev bir balon içinde Clementine ile zaman yolculuklarına çıkmaktan daha iyi ne olabilirdi ki? Ya da hangi çocuk, hayvanlarla konuşan Kızılderili Yakari’nin yerinde olmayı hayal etmezdi? Sevindiğini “Ya ba da ba du” diye bağırarak belli eden, uzay çağını Jetgiller’den öğrenen çocuklar, her şeyden önce hayal edebiliyordu. Heidi ile dağlarda dolaşır, yeterince uslu bir çocuk olursa Şirinler’i görmeyi hak edeceğine inanırdı. Daltonlar ile eğlenir ama daima Red Kit’in tarafını tutardı. Şimdinin büyükleri, bulduğu bir tahta parçasını kılıç farz ederek onu “gölgelerin gücü adına” diye gökyüzüne kaldıran erkek çocukları; büyüyünce saçlarını aynı “Beverly Hills çizgi filmindeki kızlar gibi” uzatmayı hayal eden kız çocuklarıydı. O yılların genç kızlarının âşık olduğu, delikanlılarının ise özendiği Michael Knight ve yapay zekâlı otomobili Kitt’in bıraktığı izler ise hala sıcak. Yayınlandıktan yıllar sonra(2008) filminin çekilmiş olması ve şu anda bile onunla tanıştığımız kanalda, TRT’de tekrarlarının ilgiyle izleniyor olması da kanıtı. Karakterinin adını taşıyan dizide yükseklik korkusu olan ve şiddete karşı duran Mc Gyver ile silah değil akıl ve bilgi kullanarak düşmanların nasıl etkisiz hale getirildiğine şahit olurduk. Mc Gyver, tek başına çalışan bir adamın öyküsüydü ama aynı yıllarda ekip işleri de ilgi çekiyordu. Suçsuz yere yargılanan 4 kişinin hapisten kaçıp paralı asker olarak çalışmaya başlaması ile oluşan A Takımı’nın asla bir B Planı yoktu. Dizi, yayınlandığı yıllar boyunca insanları ekrana bağlamış ve hafızalarında izler bırakmıştı. Takım, aklın, yeteneğin, fiziksel gücün ve görselliğin temsilcisi olan farklı üyelerin bir araya gelmesi ile bir bütün oluşturuyordu. İthal diziler devam ederken, yerli yapım üretimler de başladı. TRT’nin ilk olarak 1968 yılında yayınına 145 geçmiş zaman kipinde başlamasından 7 yıl sonra çekilen Aşk-ı Memnu, Türkiye’nin ilk yerli dizisi oldu. Onu “Çalıkuşu” takip etti. Tekrar bölümlerinin bile ilgi gördüğü “Kaynanalar” dizisi de, ekranda ve izleyicilerinin anılarında iz bırakan yapımlardandı. Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü’yü dizideki karakterleri ile özdeşleştirdiğimiz Kuruntu Ailesi de uzun soluklu TRT dizilerindendi. Türkiye’deki dizi sektörünün temel taşlarından sayılan Bizimkiler, dizinin tüm karakterlerinin evde, okulda, sokakta karşılaşılabilecek insanlardan oluşu ile dikkat çekiyordu. Kısa sürede kabul edildi ve sürdüğü 13 yıl boyunca takip edildi. 80’li yılları geride bırakırken, tek kanal kavramı da ortadan kalkıyordu çünkü Türkiye’de “özel kanal” dönemi başlamıştı. İthal dizilerin yanında yerli üretim dizilerin de artma zamanı gelmişti. Hem konusu hem de dizi müziği ile hafızalarda iz bırakan Süper Baba, 3 çocuklu boşanmış bir adamın hem kendi hem de çocukları için verdiği hayat mücadelesini anlatırken, seyirciyi çizdiği samimi tablonun içine çekiyordu. Diziyle “Süper Baba” olarak akıllarda kalan Şevket Altuğ’un bir dönem ayrılmaz ikili olduğu eski rol arkadaşı Perran Kutman da, Perihan Abla olarak hatırlanmaya devam ediyor. 90’ların en sevilen dizi yüzlerinden olan Kutman, Kızlar Yurdu, Şehnaz Tango, Hayat Bilgisi gibi hem uzun yıllar devam eden hem de unutulmayan 146 yapımlara bıraktığı izler ile hafızalardaki yerini koruyor. Mahallenin Muhtarları, Şaşıfelek Çıkmazı, Yeditepe İstanbul gibi, aile komşuluk ve dostluk ilişkilerini anlatan diziler, daha sonra yerini başka türlere bıraktı. Hande Ataizi ve Cem Davran’ın başrollerini paylaştığı “Ruhsar”, Türkiye’de fantastik türün başlangıcı oldu. Aynı yıllarda yayınlanan Çılgın Bediş, Yonca Evcimik ile bütünleşen bir komedi gençlik türüydü. Daha sonra müzisyenlerin başrollerde olduğu dizilerin dönemi başladı. Emrah’tan İbrahim Erkal’a; Muazzez Ersoy’dan Ebru Gündeş’e neredeyse her sanatçının bir dizisi vardı. İlk yerli entrika dizilerinden olan Kara Melek ile kötülerin tarafında olma noktasına gelen seyirci, Zehirli Çiçek, Örümcek gibi dizilerle “Mankenden oyuncu olur mu?” tartışmasını başlatan yapımlar ile tanıştı. Yabancı dizilerin etkisi devam ederken, 90’lı yılların bize getirdiği Alf, Türkiye’de yayınlandığı dönem boyunca her yaştan insanı ekrana bağlayan bir diziydi. Uzay gemisi Amerika’da bir evin bahçesine düşen bir uzaylı artık o evin bir bireyi olarak yaşamaya başlamıştı. Evin kedisi Şanslı dâhil ailedeki herkesin yaşamını değiştiren Alf, aslında sadece çapkın, yaramaz ve yaşlı bir uzaylıydı. Müşfik Kenter’in sesiyle benimsenen bu yaratığın maceraları, pazar sabahlarının vazgeçilmezi olmuştu. Oynadığı yılların favorisi olan bir dizi de, Türkiye’de “Mavi Ay” olarak bilinen Moonlighting oldu. Beklenmedik bir şekilde Mavi Ay Dedektiflik Bürosu’na ortak olan Maddie ve Dedektif David’in kavgasız bir gün geçiremedikleri ortaklıkları altında, aslında tutkulu bir aşk besleniyordu. David karakterini Alev Sezer’in seslendirmesi ile daha da içimize sindirmiş ve sevmiştik. Cosby ailesi ve Altın Kızlar yan komşumuz gibiydi. Üniversiteli Charles o yıllarda her ev sahibinin hayalini kurduğu bir kiracıydı. “Muhteşem ikili” adıyla yayınlanan dizi seyircisi için “Kuzen Larry” olarak kaldı. Patron’un kim olduğu, yayınlandığı 8 yıl boyunca belli olmamıştı. Dizinin 11 yıl sonra aynı isimle yapılan Türkiye uyarlamasında başrolleri Cem Davran ve Janset üstlenmişti. 90’lı yıllara izini bırakmış bir dizi de Türkiye’de “Bizim Ev” adıyla yayınlanan Full House oldu. Karısı öldükten sonra çocuklarını erkek kardeşi ve kayın biraderi ile büyütmek zorunda kalan bir adamın hikâyesi olarak başlayan dizi, ailenin önemini en eğlenceli şekilde anlatıyordu. Olsen ikizlerini bebek yaşta kamerayla tanıştıran Bizim Ev, o dönemin genç kızlarını kendine hayran bırakan Jesse Dayı’nın çocuklarını okul çağına getirene kadar devam etti. İdeal aile hayatı kavramını alt üst eden dizi Evli ve Çocuklu, orijinal adı ile Married with Children, bu özelliğine rağmen kısa sürede benimsendi ve 147 geçmiş zaman kipinde 10 yıldan fazla sürdü. İşinden nefret eden bir aile babasının anneliği pek benimseyememiş karısı ve sorumsuz çocuklarından oluşan aile, aile bağlarına ve komşu ilişkilerine önem verilen Türkiye gibi bir ülke de bile kısa sürede izleyici bulmakla kalmadı Ege Aydan ve Yıldız Kaplan gibi yerli oyuncular ile uyarlamaları bile yapıldı. Friends, Türkiye’de Sıkı Dostlar ismi ile 90’lı yılların sonunda parça parça yayınlandı ve sadece 10 yıl gibi uzun bir süre boyunca devam etmiş olması ile değil, dostluğa ve kan bağı olmadan da aile olunabileceği konusunda getirdiği bakış açısıyla da fark yaratmıştı. Birbirinden farklı karakterlere sahip 3 erkek ve 3 kadının 20’li yaşlarda başlayan hikâyeleri, çoluk çocuğa karışmalarına kadar devam etmişti. 2000’li yılların başlarında Türkiye’de dizi sektörü kaliteli yapımlar üretmeye devam ediyordu. Hafızalara kazınan İkinci Bahar dizisi, Gaziantepli kebap ustası Ali Haydar ile iki çocuklu dul bir kadın olan Hanım’ın hayat mücadelesini anlatıyordu. Dizi iki büyük sinema ustasını bir araya getirmekle kalmamış sektöre yeni yetenekler de 148 kazandırmıştı. Aynı dönemin popüler isimlerinden Kenan İmirzalıoğlu’nu Politik-Aksiyon türünün ilklerinden olan Deli Yürek sayesinde tanımıştık. Daha sonra "Bu bir derin devlet ve mafya dizisidir" sloganıyla hayatımıza giren Kurtlar Vadisi, bugün de aynı gününde ve aynı ilgiyle izleniyor. Vurdulu kırdılı yapımların ardından dönem dizisi furyası başlamıştı. Bu türün başlangıç noktası ve en iyi örneği olan “Çemberimde Gül Oya” ile 80’li yıllara döndük. O yılları bilmeyenlerin bile ilgisini çeken dizi, kendi türünde birçok benzerine de ilham oldu. Özcan Deniz’in oyunculuğa adım atarak, modern ağa profilini başarıyla çizdiği Asmalı Konak, uzun süre devam ettikten sonra finalini sinema filmi ile yaparak bir ilke imza atmıştı. Asmalı Konak gibi turizme destek olan bir dizi daha vardı: Kınalı Kar. Kınalı Kar Bursa’nın 700 yıllık vakıf köyü Cumalıkızık’ın ta kendisiydi. Köy ağasının asi kızı Nazar ile köye öğretmen olarak atanan Ali’nin aşkına tanık olan mekânlar, bugün bile ziyaret ediliyor. 90’lı yıllarda 4 arkadaşın çocukluktan yetişkinliğe paylaştıkları hayatın hikâyesi Dawson Creek’in Türkiye uyarlaması Kavak Yelleri, yayınlandığı 5 yıl boyunca ilgiyle izlendi. Türünün en güzel örneklerinden olan Tatlı Hayat dizisi Türkan Şoray’ı ilk kez bir durum komedisi ile karşımıza çıkardı. Ona, bu türün ülkemizdeki ilklerinden kabul edilen Gülşen Abi dizisinden sonra Haluk Bilginer eşlik ediyordu. Aşkları ve çocukları dışında hiçbir ortak noktası bulunmayan Haluk ile Meltem’in “çocuklar duymadan” boşanma çabaları ise aralıklı olarak 10 yıl sürdü. Seyirci anketlerinde, son on yılın dizileri arasında ilk onda yer alan Yaprak Dökümü, Bir İstanbul Masalı, Avrupa Yakası, Ezel gibi henüz çok eskimemiş diziler de iz bırakanlar arasında. Teknolojisinin yetmediği ama samimiyetinin beyaz camdan evlere, ailelere ulaşabildiği o yapımlar yok artık. Sadece izleri var. Ne bu diziler saymakla biter, ne de izleri silmekle geçer. Her geri dönmek istediğiniz zaman bunun mümkün olmadığını bilirsiniz belki. Kalan izleri takip etmek, en azından anmak iyi gelir. 149 hayat hikayesi Futbolun ayak izi Dünya futbolu için “çok derin bir anlam” içeren “Edson Arantes do Nascimento”, Pele’nin gerçek ismiydi. Pele, topa vurduğu ilk şuttan beri futbol denince akla gelen ilk isim oldu. Çok konuşuldu, gittiği her yerde ilgi odağı oldu. 6 kez bir maçta 5’er gol kaydetti. 30 maçta da 4’er gol attı. “Siyah İnci” tam 92 maçta ise hat-trick yaptı. Pele Hazırlayan: Engin Çakır Futbol yıldızlarına defile yapılsa, ilk sırada yer alacak isim şüphesiz ki Pele olurdu. Futbol oynadığı yılların üzerinden uzun seneler geçse de dünya futbolunun tartışılmaz en iyisiydi Pele. Onu izlemek için savaşa ara verildi, hakem oyundan attığında olay çıkmaması için maça geri çağrıldı. Göz kamaştıran futbol becerileriyle tüm dünyayı fethetti. Bir başka futbol yıldızı Alman futbol adamı Franz Beckenbauer bile şöyle tanımlıyordu onu, “O, futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusudur…” Pele yani nam-ı diğer futbol incisinin hikâyesi, Brezilya’nın küçük köylerinden birinde başladı. O zamanki takma ismi Dico olan Pele, bir gün diğer çocuklar tarafından “Peli” diye çağrılmaya başlandı. Kendisi Portekizcede bir anlamı olmayan yeni takma isminin 150 nereden geldiğini bilmiyordu ve beğenmedi de... Uzun süre diğer çocuklarla bu konuda kavga etti ve bunun kendisine yapılan bir hakaret olabileceğini düşündü. O yıllarda belki de bu ismin kendisi ile uzun yıllar yaşayacağını ve isminin önüne geçeceğini düşünmemişti. Anlamsız bu isim tarih içinde kendisine çok derin bir anlam yarattı ve “Pele” oldu. Futbol denince akla gelen ilk isim, Brezilyalı küçük çocukların bulduğu bu anlamsız kelime oldu. Sene 1958’di… İnsanlar Dünya Kupası’nı ilk kez televizyonlardan izliyordu. Siyah-beyaz netsiz ekranlarda, net olan tek bir şey vardı. 17 yaşında cılız genç bir “tecrübeli” ağabeyleri arasında çalımlarla geziyordu. 58 Dünya Kupası bittiğinde Pele ismi, sadece mahalle çocuklarının değil tüm dünyanın dilindeydi. 60’lı ve 70’li yıllar Pele’nin dünyayı gezdiği yıllar oldu. Kulübü Santos ve Brezilya Milli Takımı Pele ile birlikte başarıdan başarıya koşuyordu. Pele 22 yıllık futbolculuk yaşamında 1.281 gol kaydetti. İsminin namı öylesine geniş kitlelere yayıldı ki, onu görmeyenler dahi hakkında çok şey biliyordu. Büyük bir hayran kitlesi olmuştu. Nereye gitse peşinde binlerce insanı da sürüklüyordu. Takımlarının tüm maçlarında Pele seyircileri tribünlerdeki yerini alıyordu. 16 yaşında Santos’ta A takıma alınmış olan Pele, 17’sinde Dünya Kupası’nı kaldırdıktan sonra ünü giderek arttı. Pele 1940’da oldukça fakir bir bölge olan Tres Coracoes kasabasında doğdu. Babası yerel ama profesyonel bir futbolcuydu. Ayrıca bir maçta kafasıyla 5 gol attığı da kayıtlarda yer alan bir yetenekti. İlk olarak Bauru Athletic Club’te oynayan Pele, Dünya Kupası’nda oynamış, eski bir yıldız Valdemar de Brito tarafından fark edildi. Santos’a geçti. Santos, Pele’li kadrosuyla Brezilya devlerinden biri oldu. Santos’taki ilk tam sezonunda gol kralı olurken, 32 gol kaydetti. Kısa süre sonra 58 Dünya Kupası kadrosundaydı. İsveç’teki turnuvada çeyrek finalde 1 gol atan, yarı finalde de hat-trick yapan Pele, finalde iki gol kaydederken kendisini bir anda takım arkadaşlarının omuzlarında buldu. Ülkesinin kazandığı ilk Jules Rimet Kupası’nı havaya kaldırdı. Brezilyalı yazar Nelson Rodrigues Pele için “Kral” kelimesini kullandı. Gazeteci Joao Luiz de Albuquerque Pele’yi anlatırken, “O tünelin ucundaki ışıktı. Bütün fakirler, ‘Hey bu adam yaptı, başardı, ben de başarabilirim’ dedi. O Brezilya’nın tamamını arkasında sürüklemeyi başardı” ifadelerini kullandı. Pele’ye kontrat teklifleri yağıyordu. İtalyan Inter milyonlarca doları Pele için hazırladığını açıkladı. Pele gidecek sanılıyordu. Ama Pele kaldı ve Brezilya Başkanı Janio Quadros da Pele’yi “Ulusal Hazine” olarak ilan etti. Yeniden yapılanan Santos uluslararası arenada “Futbolun Harlemi” adıyla anılmaya başladı. Dünyanın en çok kazanan futbolcusu oldu. Yıllık geliri 150.000 doları geçiyordu. 1960’larda Santos ile önemli başarılar kazanan Pele, 1962 ve 1966 Dünya Kupaları’nda zor anlar yaşadı. 62’de sakatlıklarla boğuşan Pele Meksika’yı 2-0 yendikleri maçta golünü attı, bir de asist yaptı ama Çekoslovakya maçında sakatlandı. Amrildo ve Garrincha’nın performansları ile Brezilya ikinci kez Dünya Kupası’nın kazanmayı başardı. Pele 1966 Dünya Kupası’nda yeniden sahne aldı ama Brezilya’nın peş peşe üçüncü Dünya Kupası’nı kazanma hayali Pele’nin sakatlığına takıldı. Pele üç Dünya Kupası’nda da gol kaydeden ilk isim oldu. Brezilya o sene 3 maçından 2’sini kaybederek halay kırıklığı yaşadı. Meksika’daki 1970 Dünya Kupası ise Pele ve Brezilya için farklı bir hikâye oldu. Pele’nin yetenekleri zaman zaman sorgulanırken, “Bir Dünya Kupası’nda da tekme yemeden devam edebilmek istiyorum. O zaman beni sorgulayabilirsiniz” açıklamasını yaptı. Pele o turnuvada da tekmeler almaya devam etti ama “Futbolun Kralı” 3 haftalık turnuvada, 4 gol kaydetti ve 6 asist yaptı. Brezilya final maçında İtalya’yı 4-1 yenerken Pele’nin kaydettiği ilk gol ülkesinin Dünya Kupası’ndaki 100. golü oldu. Pele üç Dünya Kupası kazanmış ilk isim olurken, Brezilya da Jules Rimet Kupası’nın tamamıyla sahibi olmayı başardı. 1974’te “Siyah İnci” lakaplı futbolcu Santos ile son maçına çıktı. Futbolu bırakmayı planlayan Pele yaptığı kötü bir iş anlaşmasından dolayı 1 milyon dolarlık bir borca girdi ve bir süre 151 hayat hikayesi daha sahada kalmaya karar verdi. Avrupa’nın devleri yine atağa geçtiler ama o Kuzey Amerika Ligi’ni tercih etti ve Amerika’ya futbolu sevdirmek için 2.8 milyon dolarlık bir anlaşma ile New York Cosmos’a transfer oldu. O’nun bu lige gelmesiyle taraftar sayısında 75 ile 77 yılları arasında yaklaşık %80’lik bir artış oldu. Pele bu ligdeki son maçını 1977’de Cosmos’u lig şampiyonluğuna taşıyarak yaptı. Pele emekli olduktan sonra da futbol elçisi olarak yaşadı. Yayınlara katıldı, köşe yazıları yazdı, Coca Cola, Master Card ve Viagra’nın projelerinde yer aldı. Hatta 1994’te Brezilya’nın Spor Bakanı olarak politikaya dahi karıştı. Futbolu bırakalı 36 yıl olmasına rağmen attığı her adımda, caddeler tıkanıyor ve sokaklar “Kral”a yetmiyor, ya da katıldığı bir yayın istisnasız bir şekilde reyting rekorlarını kırıyor. Futbolun Kralı hafızalara da kendi kısa tarihine de sığmıyor. Sahalar onu özlüyor, gözler onu arıyor… 152 Kısa Kısa… Maracana Stadyumu’nun girişine asıldı. * 1959’da Pele kendi rekorunu kırarak * Pele, Santos’u iki kez 1962 ve bir sezonda 129 gol kaydetti. 1963’te FIFA Kıtalararası Kulüpler Şampiyonası’na taşıdı. 1962’deki finalde Portekiz ekibi Benfica’yı 5-2 yenerken Pele, hat-trick yaptı. * Öylesine bir etki bıraktı ki, Nijerya’da sadece onun futbolunu izleyebilmek için Biafra ile yapılan savaşa iki günlük ateşkes ilan edildi. * 1969’da Kolombiya’da yapılan konuşabilmek için Pele’yi havaalanında üç saat bekledi. maçta Pele hakemle girdiği tartışmanın ardından oyundan atıldı. Ancak Pele oyuna hemen geri alındı çünkü polis olayların çıkmasından korkmuştu. * 1970’lerde yapılan bir ankette * 1994-98 yıllarında Brezilya Spor * İran Şahı sadece 2 dakika Pele’nin adı Avrupa’nın en çok tanınan markaları listesinde Coca Cola’nın ardından ikinci sırada yer aldı. * 5 Mart 1961’de Pele “Gollerin Golü’nü” kaydetti, topu kendi ceza sahasında alan “Siyah İnci” bütün Fluminense takımını tek tek çalımladı ve golünü kaydetti. Bu golün anısına verilen plaket Pele’yi onurlandırmak amacıyla Rio de Janeiro’daki tarihi Bakanlığı’nı üstlenen Pele, Pele Kuralı’nı hayata geçirmeye çalıştı ve Brezilyalı oyuncuların haklarını koruyan bu yasa 2001’de yürürlüğe girdi. * Uluslararası Olimpiyat Komitesi 1999’da, hiçbir Olimpiyat’ta yer almamış Pele’yi “Yüzyılın Atleti”, Fransa’nın ünlü spor dergisi L'Equipe ise Pele’yi “Yüzyılın Spor adamı” seçti.
Benzer belgeler
Pera-Blätter Orient-Institut Istanbul
Söğüt’ten Bursa’ya gelirken geçen yedi günün notlarından oluşan bu öykü, macera dolu bir doğa
rotasından izlenimleri anlatıyor. Gökay Mutlu’nun aldığı bu notlar hem doğadan, hem Osmanlı’nın