Türkiye Büyük Millet Meclisi 95 yaşında...16
Transkript
Türkiye Büyük Millet Meclisi 95 yaşında...16
Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Nisan 2015 Sayı: 24 Ayl ı k sürel i yay ı n Türkiye Büyük Millet Meclisi 95 yaşında...16 TBMM Başkanı Cemil Çiçek, milletvekilleri ve akademisyenlerin değerlendirmeleriyle 100. yılında 1915 Olayları...20 Dünya mirası bir doğa harikası Kapadokya...80 ISSN 2147-6616 9 772147 661000 24 Parlamento TPB Hakimiyet Milletindir Nisan 2015 Sayı: 24 Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL Yerel süreli yayın ISSN 2147-6616 Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Eren Safi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet Editör Songül Baş Yazı İşleri Çağla Taşkın Gökçe Doru İrem Coşkunseven Nehir Öztürk Nil Özben Pınar Ünsal Zeynep Yiğit Katkıda Bulunanlar Dr. Ahmet Tetik Hakan Arslanbenzer Tasarım Evrim Uluçay Sinan Günçiner Genel Koordinatör İsmail Demir TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKAN Nevzat PAKDİL Kahramanmaraş Milletvekili YAYIN KURULU Yahya AKMAN Şanlıurfa Milletvekili Cahit BAĞCI Çorum Milletvekili Kadir Ramazan COŞKUN Genel Sekreter 19. Dönem İstanbul Milletvekili İlknur İNCEÖZ Aksaray Milletvekili Alpaslan KAVAKLIOĞLU Niğde Milletvekili Nuri USLU Genel Sekreter Yardımcısı 23. Dönem Uşak Milletvekili Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz. YAPIM Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82 www.buyukharf.com.tr BASKI Özel Matbaası Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6 İvedik/Ostim/ANKARA Basım Tarihi: 03.04.2015 T: 0312 395 06 08 NISAN 2015 İÇİNDEKİLER 20 1915 OLAYLARI 100. YILINDA TARIHÎ ARKA PLANI VE BUGÜNÜ ILE 74 Siyaset para kazanma, Musa Demirci: şöhret sahibi olma değil, hizmet etme yeridir 86 Bugün Türk siyasetinden Hakan Tartan: beklenen şey yenileşme ve sevgi dilinin egemen olmasıdır 22 CEMIL ÇIÇEK: TBMM BAŞKANI Birinci Dünya Savaşı’nın en uzun yılı 1915 94 Bilimsel ve siyasal Özer Gürbüz: araştırma, eğitime katkı ve üyeler arasında dayanışmaya büyük önem veriyoruz 16 102 106 TBMM 95 YAŞINDA SÖZÜNÜ SAZIYLA GÜÇLENDIREN OZAN: ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF TÜRKIYE-İSPANYA PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI AFIF DEMIRKIRAN ILE SÖYLEŞI 4 BAŞKAN’IN MESAJI 5 BIRLIK’TEN 8 HABERLER 14 DÜNYADAN 78 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE MART 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR 98 TARIH SAHNESI 110 ERBAY KÜCET: ÇOCUKLUK MANTIĞIN UYKUSUDUR 112 KITAP 114 MÜZIK 115 FILM 116 VEKILLER NE OKUYOR / NE IZLIYOR 118 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI 119 MHP ADANA MILLETVEKILI SEYFETTIN YILMAZ ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI 120 UNUTMAYACAĞIZ 68 BÜYÜK OKYANUS’TA SIYASETIN KALBI YENI ZELANDA PARLAMENTOSU 80 DÜNYA MIRASI BIR DOĞA HARIKASI KAPADOKYA 90 MEMDUH ŞEVKET IKI DEĞIL, IKI BIN HÜVIYETLI ESENDAL BAŞKAN’IN MESAJI MECLISIMIZ 95 YAŞINDA T ürkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 95. yılındayız. Meclisimizin 95 yılı, dünyanın bu coğrafyasında yaşanmış bir başarı öyküsüdür ve bazı sayfalarında dünya tarihinin benzersiz olaylarına tanık olunur. Birinci Meclis, dünya tarihinde millî mücadelesini demokratik ilkeler çerçevesinde yönetmeyi başarabilen ilk ve tek örnektir. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının ardından Anadolu’da gerçekleştirilen kongrelerle demokrasi kültürü yeşermiş, pek çok farklı görüşün temsil edildiği Meclisimizde savaşlar dahi demokratik ilkelerle yönetilmiştir. Vatanımızın işgal altında olduğu bir dönemde saatler boyu süren müzakerelerle sevk ve idare edilen devletimizin kurucu iradesini temsil eden bu Meclis, hiç şüphesiz demokrasi tarihimizin parlak bir sayfasını oluşturmuştur. Küreselleşen bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Şunu ifade etmek gerekir ki yaşanılan dünyanın dışına çıkmak elimizde değildir. Kendi içimize kapanarak yaşamamız da mümkün olmadığına göre bize düşen, küreselleşen bu dünyada kadim ve büyük bir medeniyetin çocukları olarak diğer milletlere söyleyecek söze sahip olmaktır. Geçmiş medeniyetimizde de olduğu gibi insanlık alemine söyleyeceğimiz sözler, katkıda bulunacağımız konular bugün gelişen ortam içinde de bizde mevcuttur. Bilim ve düşünce adamlarımızın, akademisyen ve yazarlarımızın bu hususta dünya medeniyetine katkılarda bulunacağına canı gönülden inanıyorum. Türkiyemizin eski Türkiye olmadığını, dışarıdan referans alan bir ülke değil; siyaset, bilim, sanat, spor, eğitim, düşünce, kültür ve yayın alanlarında kendisinden referans alınan ülke konumunda olduğunu da belirtmek isterim. Yeni bir medeniyeti beraber inşa etme gayretimizin oluşması için demokrasimizin taçlanması, Cumhuriyetimizin daha da demokratikleşmesi hepimizin arzu ettiği bir konudur. 21. yüzyıl dünya milletleri içerisinde siyaseten, ilmen, fikren, teknik olarak söyleyeceklerimiz bulunmaktadır. Bu hususta kendimize güvenmeliyiz. Millî Mücadele’nin Gazi Meclisi 1920’de Mustafa Kemal Paşa önderliğinde kurulduğunda, hiçbir şeyden korkmadan bu başarıyı gerçekleştirmiştir. Şimdi Cumhuriyetimizi daha da yüceltmek, taçlandırmak hepimizin görevidir. 24. Dönem’de TBMM çatısı altında görev ifa eden milletvekillerimizin ülkemiz ve milletimizin ihtiyaç duyduğu önemli tasarı ve teklifleri yasalaştırarak vedaya hazırlandıkları bu günlerde milletimizin kararına saygılı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şekilleneceği günlere de uzak sayılmayız. Bu amacı gerçekleştirecek yegâne vasıta sandıktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne istikamet çizmek, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerini tayin etmek için sandık dışındaki her yol, her yöntem gayrimeşrudur. Türkiye’de sandığın yolu, seçmek ve seçilmek isteyen herkes için açıktır. Demokrasinin insanların ortak eseri olan normlara ve kurumlara dayandığı bilinciyle, başta toplumun kültürü olmak üzere siyasal hak ve özgürlüklerin devamı, kamu yönetiminin saydamlığı, laiklik ilkesinin gerçek anlamda hayata geçirilmesi, barış, hoşgörü, diyalog ve uzlaşma içeren demokrasi kültürünün toplumda yerleşmiş olması temennilerimle, 95. yılımızın hayırlı olması dileklerimle saygılar sunuyorum. 4 Nevzat Pakdil Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı, Kahramanmaraş Milletvekili GAZI MECLIS, HIÇBIR ŞEYDEN KORKMADAN BAŞARILARA IMZA ATMIŞTIR. ŞIMDI CUMHURIYETIMIZI DAHA DA YÜCELTMEK, TAÇLANDIRMAK HEPIMIZIN GÖREVIDIR. BİRLİK’TEN TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ŞUBELERINDE YENI YÖNETIMLER BELIRLENDI TÜRK Parlamenterler Birliği’nin (TPB) İstanbul, İzmir ve Bursa şubelerinde olağan genel kurul toplantıları yapıldı. Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen toplantılarda yeni şube yönetimleri belirlendi. Türk Parlamenterler Birliği İstanbul Şubesi’nin Olağan Genel Kurulu 28 Mart 2015 tarihinde Filizi Köşk’te yapıldı. Huzurlu bir ortam içinde geçen toplantıda genel olarak parlamenterlerin sorunları dile getirildi ve bu sorunların çözümü için neler yapılması gerektiği ifade edildi. TPB Genel Sekreteri Kadir Ramazan Coşkun, genel kurulda gündeme gelen konular ve Türk Parlamenterler Birliği’nin çalışmaları hakkında bilgi verdi. Tek listenin olduğu seçim sonucunda TPB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu şu şekilde oluşturuldu: Orhan Demirtaş (Başkan), B. Yaşar Öztürk (2. Başkan), Dr. Azmi Ateş (Şube Sekreter Üyesi), Muammer Alıcı (Şube Saymanı), Hayrettin Elmas (Üye), A. Doğan Öztunç (Üye), Resul Tosun (Üye), Prof. Dr. İ. Mete Doğruer (Üye), Yusuf Pamuk (Üye). Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi’nin Olağan Genel Kurulu 27 Mart 2015 tarihinde yapıldı. Birlik binasında gerçekleşen genel kurul toplantısındaki seçim sonucunda TPB İzmir Şubesi Yönetim Kurulu şu şekilde oluşturuldu: Metin Öney (Başkan), Erdal Karademir (Başkan Yardımcısı), Türkan Miçooğulları (Sekreter Üye), Rahmi Sezgin (Sayman Üye), Suat Çağlayan (Üye), Göksel Kalaycıoğlu (Üye), Erol Yeşilpınar (Üye), Ali Aşkın Toktaş (Üye), Muharrem Toprak (Üye). Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi’nin Olağan Genel Kurulu 13 Mart 2015 tarihinde yapıldı. Seçim sonucunda Yönetim Kurulu şu şekilde oluşturuldu: Niyazi Pakyürek (Başkan), Hayati Korkmaz (2. Başkan), Ali Osman Sali (Sekreter), Faruk Ambarcıoğlu (Sayman), Yahya Şimşek (Üye), Mustafa Dündar (Üye), Kemal Demirel (Üye), Şevket Orhan (Üye), Zafer Hıdıroğlu (Üye). 5 TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN NEZAKET ZIYARETLERI TÜRK Parlamenterler Birliği (TPB), yeni yönetimin göreve başladığı Eğitimciler Birliği Sendikası’na (Eğitim-Bir-Sen) nezaket ziyaretinde bulundu. TPB Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Genel Başkan Yardımcısı ve Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Yönetim Kurulu Üyesi ve Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu ile TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet’in yer aldığı Türk Parlamenterler Birliği heyeti, Eğitim-BirSen Genel Başkanı Ali Yalçın ve yönetim kurulu üyelerine yeni görevlerinde başarı diledi. Ziyaret sırasında Nevzat Pakdil güncel siyasi gelişmelerle ilgili düşüncelerini aktarırken, sendikal faaliyetler de konuşuldu. Türk Parlamenterler Birliği, bir başka nezaket ziyaretini Türkiye Maden İşçileri Sendikası’na gerçekleştirdi. Genel Başkan Nevzat Pakdil ve TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet, Türkiye Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Nurettin Akçul’u ziyaret etti. Görüşmede başta Soma olmak üzere maden işçilerinin sorunları ve güncel ekonomik konular ele alındı. SIYASETÇILER HAT SERGISINDE BULUŞTU HAT sanatçısı Sadi Demirci, ikinci kişisel sergisiyle Ankaralı sanatseverlerin karşısına çıktı. Serginin açılışını Tarım ve Köyişleri eski Bakanı Musa Demirci, 21. Dönem Kocaeli Milletvekili Mehmet Batuk, 20. Dönem Kırşehir Milletvekili Cafer Güneş ve TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet yaptı. Beğeniyle izlenen sergideki hatların zemin ebrularında Haluk Şeker’in imzası yer aldı. 6 BIRLIK’TEN 7 HABERLER TÜRKIYE’YI “ENERJI DAĞITIM MERKEZI”NE DÖNÜŞTÜRECEK TANAP’IN TEMELI ATILDI “TANAP’ın alternatifi yok” Temel atma töreninde bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin bir enerji dağıtım merkezine dönüştürülmesinin planlandığını dile getirerek, “Bu proje başka hiçbir projenin alternatifi olmadığı gibi bu projeye alternatif başka bir proje de yoktur. Bu bakımdan gerçekten özgün bir proje olan Güney Gaz Koridoru’nu bütün etaplarıyla tamamen hayata geçirdiğimizde Avrupa ile Hazar Bölgesi arasında güçlü bir bağ oluşturmuş olacağız” dedi. Erdoğan, projenin doğal TRANS Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) temel atma töreni gerçekleştirildi. Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şah Deniz 2 Gaz Sahası ve Hazar Denizi’nin güneyindeki diğer sahalarda üretilen doğalgazın Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya taşınmasını öngören ve 20 ili kapsayan TANAP için 13 Mart’ta Ortaklar Anlaşması imza töreni düzenlenmişti. Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) ve BP arasındaki imza törenine katılan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız projenin önemine dikkat çekerek, “Projeyi göstermelik değil fonksiyonel olarak da çevreye, faunaya zarar vermeden gerçekleştireceğiz. Batı standartlarının hemen hemen hepsi uygulanacak” diye konuşmuştu. 17 Mart’ta Kars’ın Selim ilçesindeki temel atma törenine ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Gürcistan Cumhurbaşkanı Giorgi Margvelaşvili, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ve Enerji Birliğinden Sorumlu AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Maros Sefcovic katıldı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile Azerbaycan ve Gürcistan millî marşlarının çalınmasıyla başlayan törende daha sonra üç ülke cumhurbaşkanları bir butona basarak hatta ilk boruyu indirdi. 8 kaynakların alternatif kullanımı konusunda da örnek teşkil edeceğine inancının tam olduğunu belirtti. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ise törende yaptığı konuşmada TANAP’ın mevcut siyasi irade sayesinde geliştirilebildiğini kaydetti ve projenin önemini “Türkiye, Hazar bölgesindeki petrolün Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattıyla, yine aynı bölgedeki doğalgazın Bakü-Tiflis-Erzurum hattıyla beraber Türkiye’ye gelmesine ve yurt dışı piyasalarına açılmasına vesile oldu. Güney Gaz Koridoru’nun da en önemli parçalarından bir tanesi TANAP’tır” sözleriyle ifade etti. İÇ GÜVENLIK PAKETI YASALAŞTI Yasada, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde “havai fişek, molotof ve benzeri el yapımı patlayıcılar, demir bilye ve sapan” bulundurulması yasak maddeler kapsamına dahil edildi. Yasa dışı örgüt ve topluluklara ait amblem veya işaret taşınması, bu amblem veya işaretlerin olduğu giysilerin giyilmesi ile kimlik gizleme amacıyla yüzün kapatılması da suç sayılacak. “İç Güvenlik Paketi” gözaltına alınan kişilerin en geç 48 saat, toplu halde işlenen suçlarda ise 4 gün içerisinde hakim karşısına çıkarılmasını öngörüyor. Ayrıca, gerekli durumlarda vali, faillerin bulunabilmesi için kolluk amir ve memurlarına emir verebilecek. TBMM Başkanvekili Sadık Yakut başkanlığında toplanan TBMM Genel Kurulu, kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nı görüşerek yasalaştırdı. İlk metinden 63 maddenin çıkarılmasından sonra 69 madde halinde 199 kabul ve 32 ret oyuyla yasalaşan tasarıya göre, elle dıştan kontrol hariç kişinin üstü ve eşyası ile aracının dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranması, İçişleri Bakanlığı’nca belirlenecek esaslar dahilinde mülki amirin görevlendireceği kolluk amirinin yazılı, acele hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü emriyle yapılabilecek. Kolluk amirinin kararı 24 saat içinde görevli hakimin onayına sunulacak. Bu kapsamda yapılacak aramalarda kişiye arama gerekçesini de içeren belge verilecek. Polis, başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri, fiilleri ayrı bir suç oluşturmadığı takdirde, kişinin can güvenliğinin sağlanması bakımından koruma altına alabilecek veya olay yerinden uzaklaştırabilecek. Polis sadece “müşteki, mağdur ve tanıkların istemesi halinde” evde veya işyerinde ifadelerini alabilecek. Ayrıca polis, kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara, kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde silah kullanabilecek. Yasalaşan tasarı, polisin yasa dışı toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin dağıtılmasında gerekli hallerde boyalı su kullanmasını da öngörüyor. Hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Emniyet Genel Müdürü veya İstihbarat Dairesi Başkanı’nın yazılı emriyle, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin tespit edilip, dinlenip, sinyal bilgileri değerlendirilirken; gecikmesinde sakınca bulunan hallerde verilen yazılı emir, artık 24 saat yerine 48 saat içinde yetkili ve görevli hakimin onayına sunulacak. Faaliyetler yılda en az bir kez denetlenecek Yasa, kanuna aykırı ve keyfi uygulamalara yol açılmaması için denetim de getiriyor. Faaliyetlerin denetimi; sıralı kurum amirleri, mülki idare amirleri, Jandarma Genel Komutanlığı ve ilgili bakanlığın teftiş elemanlarınca yılda en az bir defa yapılacak. Bu faaliyetler Başbakanlık Teftiş Kurulu’nca da denetlenebilecek. Denetimlerin sonuçları rapor halinde TBMM Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu’na sunulacak. Yasanın dikkat çeken düzenlemelerinden biri de “bonzai” olarak bilinen sentetik kannabinoidler ve benzer uyuşturucu maddelerle ilgili. Yasaya göre, bu maddelerin imal edilmesi ve satılması, eskiye oranla daha ağır yaptırıma tabi olacak. Bu maddelerin okul, yurt, hastane, kışla, ibadethane gibi binaların 200 metre yakınında ele geçirilmesi durumunda ise verilecek ceza yarı oranda artacak. Yasada aynı zamanda polis memurlarının rütbe ve terfileri, jandarma yetki alan ve görevleri, Türk Silahlı Kuvvetleri ile Sahil Güvenlik Komutanlığı personeliyle de ilgili maddeler yer alıyor. 9 “KADINA YÖNELIK ŞIDDETE DUR DIYELIM” KAMPANYASI AILE ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, “Kadına Yönelik Şiddete Dur Diyelim” kampanyası başlattı. Proje için “Dur Diyelim” başlıklı bir internet sitesi hazırlandı. Sitede birçok ismin kadına yönelik şiddetle ilgili mesajlarını içeren kısa videolara yer verildi. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Kırıkkale Milletvekili Beşir Atalay, AK Parti Genel Başkan Yardım- cıları Yasin Aktay ve Süleyman Soylu, AK Parti Şanlıurfa Milletvekilleri Zeynep Karahan Uslu ve Mehmet Kasım Gülpınar, AK Parti Adana Milletvekili Fatoş Gürkan, AK Parti Diyarbakır Milletvekilleri Mehmet Galip Ensarioğlu ve Cuma İçten, AK Parti Gaziantep Milletvekilleri Halil Mazıcıoğlu, Mehmet Sarı, Mehmet Erdoğan ve Abdullah Nejat Koçer, AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, AK Parti Erzurum Milletvekili Cengiz Yavilioğlu, AK Parti Bursa Milletvekili Tülin Erkal Kara, AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah İşler, AK Parti Malatya Milletvekili Öznur Çalık, AK Parti Kocaeli Milletvekili Azize Sibel Gönül, CHP İzmir Milletvekili Hülya Güven, CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri, MHP Kahramanmaraş Milletvekili Mesut Dedeoğlu ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Dr. Sare Davutoğlu’nun mesajı da sitede yer alıyor. “Kadına yönelik şiddete ortak olmayacağız, seyirci kalmayacağız, üzerimize düşen görevi yapmak üzere kararlıyız, biz de varız” sloganıyla yola çıkan “Kadına Yönelik Şiddete Dur Diyelim” kampanyasına Türkan Şoray, Hale Soygazi, Halil Ergün, Işın Karaca, Burcu Kara, Suzan Kardeş, Deniz Türkali ve Coşkun Sabah gibi sanatçılar da destek verdi. MECLIS’TE IŞARET DILI EĞITIMI VERILDI TBMM Başkanlığı İdari Teşkilatı, 2015 faaliyetleri kapsamında iki haftalık işaret dili eğitimi düzenledi. Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı’nda görevli Dilek Öztürk ve Strateji Geliştirme Başkanlığı’nda görevli Pelin Kobal, Meclis’in işitme engelli ziyaret- 10 HABERLER çileriyle daha sağlıklı iletişim kurulabilmesi amacıyla Koruma Dairesi Başkanlığı, Milletvekili Hizmetleri Başkanlığı ile Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı personeline eğitim verdi. TBMM İdare Amiri ve Çorum Milletvekili Salim Uslu, AK Parti Ankara Milletvekili Tülay Selamoğlu ve MHP Ankara Milletvekili Özcan Yeniçeri’nin de katıldığı eğitimde engelli vatandaşlara yönelik faaliyetlerin önemine dikkat çekildi. Salim Uslu işaret dilinin kolay öğrenilebildiğini ifade ederek, “Önümüzdeki dönemde milletvekillerimizin de işaret dilini öğrenmesi için kursların devam etmesi gerekir” dedi. TBMM, uzun süredir “Engelsiz Meclis” projesi kapsamında önemli faaliyetlere imza atıyor. İlk olma özelliği taşıyan birçok uygulamanın hayata geçirildiği proje kapsamında TBMM’nin internet sitesinde görme engelli vatandaşlar için özel bir bölüm açılması, bazı Meclis yayınlarının sesli kitap olarak internet üzerinden erişime sunulması, TBMM yerleşkesi ve binalarının engelli erişimi için yeniden düzenlenmesi, engelli ziyaretçilere personel ve araç desteği sağlanması gibi pek çok önemli adım atıldı. 76. TÜRKIYE-AB KARMA PARLAMENTO KOMISYONU TOPLANTISI TBMM Tören Salonu, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu 76. Toplantısı’na evsahipliği yaptı. 19-20 Mart günlerinde gerçekleşen toplantıda TBMM Başkanı Cemil Çiçek , Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır ile Komisyon Eş Başkanı ve AK Parti Siirt Milletvekili Afif Demirkıran konuşma yaptı. Toplantının ana başlıkları arasında Türkiye ile AB’nin dış politika ve ticaret konularındaki işbirliğinin güçlendirilmesi, Türkiye-AB müzakerelerindeki güncel durum, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi ile mücadele yer aldı. Cemil Çiçek konuşmasında Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin geçici bir heves olmadığını, üyelik yolunda ilerlenebilmesi için iki tarafın da atması gereken adımlar olduğunu belirterek, “Biz kendi üzerimize düşen eksiklikleri giderelim, ama AB’nin de kendi eksikliklerini gözden geçirmesine ihtiyaç var” dedi. Benzer şekilde, Volkan Bozkır da Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki kararlılığının altını çizerek Türkiye-AB ilişkilerinde dönüm noktası olan 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nın üzerinden geçen 52 yılda önemli gelişmeler yaşandığını ifade etti. Bu gelişmelerin Türkiye’nin karar ve sabrının göstergesi olduğunu kaydeden Bozkır, ikili ilişkiler konusunda da “Bu ilişkiyi sürdürmek Türkiye’yi insan hakları, demokrasi, temel hak ve özgürlüklerde, çevre, gıda güvenliği, sosyal haklar gibi başlıkları içeren tüm konularda AB seviyesine getirmek arzusudur” dedi. Afif Demirkıran ise AB üyeliğinin sadece bir dış politika hedefi olmadığına değindiği konuşmasında halkın huzur ve refahının artırılmasının, ekonomik ve sosyal durumunun iyileştirilmesinin, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları konularında daha üst seviyede bir ülke olmasının amaçlandığının altını çizdi. Demirkıran konuşmasında ayrıca “Fasıllar açılsın ya da açılmasın, biz kararlı bir şekilde AB hedefindeki çalışmalarımızı yapmaktayız ve yapmaya devam edeceğiz” ifadelerine yer verdi. Müzakere sürecinin olması gerekenden yavaş ilerlediğine de dikkat çeken Demirkıran, özellikle enerji konularındaki aksaklıklara gönderme yaparak “AB’nin bir irade göstermesi ve Türkiye’nin önündeki engelleri kaldırması gerekiyor” dedi. Komisyonun bir diğer Eş Başkanı Manolis Kefalogiannis de toplantıda gündeme gelen konuların Türkiye’nin ilerlemesi için olumlu anlam taşıdığını belirtti. AP’nin çağrısına da değinildi Toplantının bir diğer önemli konu başlığı da Avrupa Parlamentosu’nda (AP) 1915 Olayları’yla ilgili yaşanan gelişmelerdi. AP’nin yaptığı “soykırımı tanıma” çağrısını hatırlatan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bu girişimin tek taraflılığına dikkat çekerek, “Bu tür tarafgir adımlar Türk-Ermeni dostluğuna hizmet etmemekte, aksine Türkler ile Ermenilerin ortak geleceklerini birlikte inşa edebilmelerini sekteye uğratmaktadır” dedi. 11 PARLAMENTOLARARASI BIRLIK 132. GENEL KURULU PARLAMENTOLARARASI Birlik (PAB) 132. Genel Kurulu, 28 Mart1 Nisan günleri arasında Vietnam’ın başkenti Hanoi’de gerçekleştirildi. Ana gündemini sürdürülebilir kalkınma konusunun oluşturduğu Genel Kurul’da katılımcı ülkelere yoksullukla mücadele ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri için yol haritaları sunuldu. PAB Genel Kurulu’na AK Parti Çorum Milletvekili Murat Yıldırım, AK Parti Kahramanmaraş Milletvekilleri Sevde Beyazıt Kaçar ve Mehmet Sağlam, AK Parti Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu, CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter, CHP Kocaeli Milletvekili Hurşit Güneş, MHP Isparta Milletvekili Süleyman Nevzat Korkmaz, TBMM Genel Sekreteri İrfan Neziroğlu, Dış İlişkiler Protokol Başkanlığı Yasama Uzman Yardımcısı İsa Yusuf Karaağaç ile Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı’nda görevli Elif Esra Önal katıldı. Heyete Türkiye’nin Vietnam Büyükelçisi Ahmet Arif Oktay eşlik etti. PAB Genel Kurulu’nda Türkiye adına bir konuşma yapan Murat Yıldırım, sürdürülebilir kalkınmanın zaman ve sabır gerektirdiğini ve bunun için mevcut düzenin güçlendirilmesinin son derece önemli olduğunu vurgulayarak, “Türkiye, eşitliğin ve sürdürülebilir kalkınmanın insan merkezli bir yaklaşımla olacağına inanmaktadır. Yoksullukla savaşmak ve herkes için onurlu bir yaşam kalitesi temin etmek bizim öncelikli görevimiz olmalıdır” dedi. 2015 senesinde farklı kalkınma modelleri üzerinde çalışılacağını da belirten Yıldırım, bölgesel ve küresel barış ortamının da kalkınma hedeflerinin yerine getirilmesi için son derece önemli olduğunun altını çizdi. MILLETVEKILI SEÇILME YAŞINI 18’E INDIREN KANUN TEKLIFI KOMISYON’DAN GEÇTI BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, AK Parti Grup Başkanvekilleri ve 210 milletvekilinin imzasını taşıyan ve milletvekili seçilme yaşında değişiklik yapılmasını öngören Anayasa maddesi değişikliğine ilişkin kanun teklifi TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülüp kabul edildi. Milletvekili seçilme yaşının 25’ten 18’e indirilmesinin yanı sıra milletvekilliği seçilme prosedürünü düzenleyen Anayasa maddesindeki askerlikle ilgili ibare de değiştirildi. Bu değişikliklere göre, 18 yaşını dolduran her genç, erkekler için askerlik hizmetini tamamlamış olma şartı gözetilmeden milletvekili adayı olabilecek. Konuyla ilgili değerlendirmede bulunan Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Türkiye’de yüzdesi oldukça yüksek olan genç nüfusun bu haktan faydalanabilmesinin önemli olduğunu ifade ederken, AK Parti Grup Başkanvekili Ahmet Aydın, teklifin kabul edilmesinin gençler adına önemli bir yasal düzenleme ve demokratik adım olduğunu belirtti. 12 HABERLER TBMM ILE BEZMIÂLEM VAKIF ÜNIVERSITESI ARASINDA SAĞLIK PROTOKOLÜ TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi ile Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi arasında Sağlık Hizmeti Alım Protokolü imzalandı. Protokol, milletvekilleri ve bakmakla yükümlü oldukları kişilere Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi tarafından kaliteli, erişilebilir ve tıp biliminin genel kabul gören kurallarına uygun ayakta ve yatarak tedavi hizmetinin sunulmasını, muayene ve diğer tedavilerin öğretim üyeleri gözetiminde sağlanmasını, ileri tetkik ve tahlillerin en kısa sürede yapılmasını, yatarak tedavilerde gerekli nekahat ortamının sağlanmasına yönelik otelcilik hizmetlerinin sunulmasını ve bu hizmetlere ödenecek bedellere ilişkin usullerin düzenlenmesini içeriyor. Sağlık Hizmeti Alım Protokolü, TBMM Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Yasin Yıldız ile Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Saffet Tüzgen tarafından imzalandı. “SGK GÖNÜLLÜLERI” TOPLUM YARARINA FAALIYETLER GERÇEKLEŞTIRIYOR SOSYAL Güvenlik Kurumu (SGK) çalışanı bir grup memur, toplumun acılarını paylaşarak azaltmak, sevinçlerini paylaşarak çoğaltmak, hayatın gerçekleri ile yüzleşebilen sorumlu bireyler olarak toplumsal duyarlılığı artırmak amacıyla önemli bir projeyi hayata geçirdi. “SGK Gönüllüleri” adını verdikleri ve gönüllülük esasına dayalı olarak oluşturdukları sivil toplum girişimiyle toplum yararına faaliyetler gerçekleştiren grup, devlet koruması altındaki kimsesiz çocuklardan gazilere, şehit ailelerinden huzurevindeki yaşlılara, lösemili çocuklardan köy okullarındaki öğrencilere kadar her kesime ve her konuya duyarlılık göstererek çeşitli etkinlikler düzenliyor. SGK yöneticileri ve çalışma arkadaşlarından büyük destek gördüklerini belirten SGK Gönüllüleri, amaçlarını “toplumsal barış ve kaynaşmaya katkıda bulunmak, kamu kurumlarının halkla yakınlaşmasını sağlamak, yöneticisinden çalışanına herkesi ortak bir paylaşım zemininde buluşturmak, kurum çalışanlarının kaynaşmasını sağlamak, toplumsal yardımlaşma duygularını pekiştirmek, ortak hassasiyetleri vurgulayarak mutlulukları ve hüzünleri paylaşmak” olarak özetliyor ve ekliyor: “Acılara ve sevinçlere ortak olabilmek, dertlere çare, sorunlara çözüm bulabilmek amacıyla etkinliklerimizi sürdüreceğiz.” 13 DÜNYADAN AP SÖZDE SOYKIRIMIN TANINMASINI ISTEDI AVRUPA Parlamentosu (AP), Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlere “Ermeni soykırımı”nı tanımaları için çağrı yaptı. 12 Mart günü AP’de görüşülen ve oy çokluğuyla kabul edilen “Dünyada İnsan Haklarının Durumu ve AB’nin Bu Konudaki Politikası” başlıklı raporun karar metninde sözde Ermeni soykırımının hukuki olarak tanınması çağrısı yapıldı. Ayrıca AB ülkeleri ve kurumlarından “soykırım”ın tanınması için katkıda bulunmaları da talep edildi. 4 Mart günü AP’nin en büyük parti gruplarından Avrupa Halk Partisi (EPP) de “Ermeni Soykırımı, Türkiye’nin Sorumluluğu ve Avrupa Değerleri” başlıklı bir karar almış, metinde “Ermeni soykırımı, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Jön Türk hükümeti tarafından yapılmıştır” ifadesine yer verilmiş ve Türkiye’ye “tarihle yüzleşip Ermeni soykırımını tanıma” çağrısı yapılmıştı. Dışişleri’nden açıklama AP’nin sözde soykırımı tanıma çağrısının ardından bir açıklama yapan Dışişleri Bakanlığı, AP’nin tek yanlı tutumunu eleştirerek raporda yer 14 alan ifadeleri kınadı. Bakanlık Sözcüsü Tanju Bilgiç, rapordaki ifadelerin tarihî ve hukuki temeli olmadığını söyleyerek “Rapor, Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm imparatorluk halkı için trajik olan bir dönemini, seçici bir adalet duygusu ve tek taraflı bir yaklaşımla yorumlamaktadır” dedi. AP’nin yaptığı çağrının Türkiye’nin attığı olumlu adımları da görmezden geldiğini belirten Tanju Bilgiç, yayımlanan rapor hakkında “Türkiye-AB ilişkilerine zarar verdiği gibi, Türkler ile Ermenilerin geleceklerini birlikte inşa edebilmelerini de zorlaştırmaktadır” yorumunda bulundu. Bilgiç, buna rağmen Türkiye’nin her zaman olduğu gibi üzerine düşeni yapmaya kararlılıkla devam edeceğini vurgulayarak, “Türkiye, önyargılı ve tarafgir müdahalelere rağmen, Türkler ve Ermenilerin ortak tarihlerini birbirleriyle adil ve açık görüşlülükle diyalog halinde ele almaları için üzerine düşeni yapmaya ve tarihe tek taraflı bakışın, evrensel değerler ve uluslararası hukuk hilafına tescil ettirilmesine yönelik girişimlerin karşısında durmaya devam edecektir” dedi. “SOYKIRIM” TASARISI AMERIKAN KONGRESI’NE SUNULDU ABD Temsilciler Meclisi Ermeni Dostluk Grubu Eşbaşkanları Cumhuriyetçi Parti üyesi Robert Dold ve Demokrat Parti üyesi Frank Pallone öncülüğündeki grup, Amerikan Kongresi’ne “Ermeni soykırımı”nın tanınması için bir yasa tasarısı sundu. Bu girişimden önce birçok vekile mektup gönderilerek tasarıya destek vermeleri istendi. Yasa tasarısında ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan 2013 tarihinde yaptığı bir konuşmadaki “Uluslar geçmişin acı verici unsurlarını kabullenip dikkate alarak güçlenir” sözlerine atıfta bulunularak kendisinden “Ermeni soykırımı”nı tanıması istendi. Metinde ayrıca Türkiye’nin “Ermeni soykırımının inkarına yönelik kampanyalarını artırdığı” ve “Türkiye’deki soykırımı tanıyan bir grup insan üzerinde baskı kurduğu” iddiaları da yer aldı. İSRAIL’DE SEÇIMLER YAPILDI İSRAIL’DE 17 Mart günü yapılan genel seçimlerden mevcut Başbakan Binyamin Netanyahu’nun Likud Partisi galip çıktı. Katılım oranının %70 civarında olduğu seçimlerde Likud %23,40’lık oy oranıyla 30, Isaac Herzog ve Tzipi Livni önderliğindeki Siyonist Birlik %18,67’lik oy oranıyla 24 ve Ayman Odeh’in başında olduğu Birleşik Arap Listesi %10,54’lük oy oranıyla 13 sandalyeye sahip oldu. İsrail Parlamentosu’nda toplam 120 sandalye bulunuyor. Binyamin Netanyahu seçim sonrası yaptığı açıklamada “Likud için büyük bir zafer” yorumunda bulunarak bir koalisyon hükümetinin kurulması için çalışmalara başladı. SINGAPUR’UN KURUCU BAŞBAKANI VEFAT ETTI SINGAPUR’UN kurucu başbakanı Lee Kuan Yew, 23 Mart günü hayatını kaybetti. 91 yaşında hayata gözlerini yuman Lee Kuan Yew, 31 sene boyunca başbakanlık görevini yürütmüş ve 1990 senesinde yeni bir lider seçilmesi için gönüllü olarak görevini bırakmıştı. Singapur’u Malezya Federasyonu’ndan çıkararak bağımsızlığına kavuşturan Lee Kuan Yew’in cenaze töreninde birçok dünya lideri bir araya geldi. Törene aralarında Japonya Başbakanı Şinzo Abe, Avustralya Başbakanı Tony Abbott, Kamboçya Başbakanı Hun Sen, Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun Hye, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Çin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Li Yuanchao’nun da bulunduğu isimlerin yanı sıra 170 yabancı temsilci katıldı. Lee Kuan Yew, bir süredir zatürree tedavisi görüyordu. 15 TBMM 95 YAŞINDA MILLÎ DIRENIŞ VE IRADENIN EN ÖNEMLI TEMSILCISI MECLIS, BAĞIMSIZLIK GAYESIYLE YOLA ÇIKANLARIN, HÜRRIYETI HER ŞEYIN ÜSTÜNDE TUTANLARIN ESERI... BU ESER TAM 95 SENEDIR DIMDIK AYAKTA DURUYOR. ÇAĞLA TAŞKIN 16 T arihçiler boşuna “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” demiyor 20. yüzyıla… Giderek çökmekte olan mali, siyasi, idari, askerî sisteme bir çözüm bulunamaması, bu çözümsüzlüğün sebep olduğu buhranlar… Avrupalı güçlerin ortaya attığı ve esasen sömürgeciliğe bir vasıta olması amaçlanan “Şark Meselesi”nin uluslararası bir konu haline dönüşmesi veya dönüştürülmesi… Bitmek bilmeyen savaşlar ve toprak kayıpları, bu kayıpların sebep olduğu göçler, göçlerle birlikte gelen toplumsal çatışma ve huzursuzluk, halihazırda son derece yoğun olan bağımsızlık hareketlerinin imparatorluğun hem topraklarını hem de bekasını tehdit etmesi… Bu en uzun yüzyıldan biraz öncesi de hayli karanlık Osmanlı için. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, veya 93 Harbi var bir kere. Cihan imparatorluğunda yalnızca toprak ve can kaybına neden olmamış 93 Harbi, aynı zamanda Osmanlı’nın içinde bulunduğu çıkmazı iyice aşikar kılmış, yabancı güçlerin suistimaline daha da açık hale getirmiş Avrupa’nın “hasta adam”ını. 20. yüzyılın hemen başında ise Osmanlı’nın Balkanlar’daki varlığını yerlebir eden, elinde neredeyse hiç toprak bırakmayan Balkan Savaşları vermiş o en uzun yüzyılın sinyallerini. Fakat ne 93 Harbi ne Balkan Savaşları ne de onlardan önceki sayısız muharebe... Hiçbiri hazırlayamamış Osmanlı’yı Cihan Harbi’ne. Dünya tarihini değiştiren, küresel dengeleri altüst eden, askerî teknolojinin de, bununla orantılı olarak can kaybının da daha önce görülmemiş boyutlara ulaştığı Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’ya en uzun yüzyılı yaşatan esas unsur olmuş. Üstelik savaşın Osmanlı’nın yenilgisiyle sonlanması da kaosun hızını kesmemiş. Zira savaşın bitişini ağır “barış” antlaşmaları, işgaller izlemiş. Bu umutsuz durumda tek bir şey Türk milletini içinde bulunduğu buhrandan çıkarmaya kabil olabilmiş; inanç. Bağımsızlığın kazanılacağına, yurdun işgalcilerden temizleneceğine, tek çıkış yolunun hürriyet olduğuna duyulan inanç… Misak-ı Millî’de ifade edildiği gibi, “Bütünüyle bağımsızlığa ve özgürlüğe kavuşmamız ana ilkesi, varlık ve geleceğimizin temelidir” deyip sabretmiş, direnmiş Türk halkı. Bu temelin sağlamlığı yolunda gösterilen iradenin en önemli nişanesi ise Meclis olmuş elbette… 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tarihimizin ilk parlamento denemesi olmadığı görülür. Türk siyasi tarihinde bir de Meclis-i Mebusan vardır bahsedilmesi gereken. 1876 tarihli Kanun-i Esasi’den sonra kurulan Meclis-i Mebusan’ın Mart 1877’den Nisan 1920’ye uzanan inişli çıkışlı yolculuğu, imparatorluğun yaşamakta olduğu zorluklardan nasibini alır. Reform yapma, halkın sesine kulak verme niyetiyle gösterilen çaba kimi zaman savaş koşullarının olumsuz yansıması nedeniyle, kimi zaman iktidar değişimlerinden dolayı sık sık sekteye uğrar. Bir açılıp bir feshedilen parlamento, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyiden iyiye tehlikede bulur kendini. İşgal kuvvetlerinin Osmanlı’nın yenilgisinden sonra ülkeye adeta yerleşmesi, bu yetmezmiş gibi mahkemeler kurup burada bir nevi kendi çalıp kendi oynaması, Osmanlı’yı tuhaf bir gösteriyle yargılayıp cezalandırması, hatta aralarında devlet adamlarının da olduğu yüzden fazla kişiyi Malta’ya sürgün etmesi ve Meclis-i Mebusan’ın basılması parlamentoyu işlev göremez hale getirir. Tüm bu gelişmeler neticesinde Meclis-i Mebusan 11 Nisan 1920 günü kapanmak zorunda kalır. Fakat Meclis-i Mebusan’ın kapatılması, Türk milleti için istiklal ve istikbal yolunda aşılması gereken engellerden biridir sadece. Zira Millî Mücadele çoktan başlamış, direniş ruhu toplumun hemen bütün kesimlerine sirayet etmiştir. Türk milletinin bu zorlu mücadelede bir de büyük şansı vardır: Mustafa Kemal. Ulusal bağımsızlık yoluna baş koymuş, bu mücadelenin içinde hep parlamış ve ileride daha da parlayacak olan Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla birlikte İstanbul’da yeniden bir parlamento kurulması fikrine yanaşmaz, zaten uzun süredir meclisi işgalin odak noktası İstanbul’dan kısmen daha güvenli olan Anadolu’ya taşıma fikri vardır zihninde. Kısa zaman önce de 17 YAKLAŞIK 400 MEBUS, YALNIZCA TÜRK SIYASI TARIHI IÇIN DÖNÜM NOKTASI OLACAK BIR OLAYA IŞTIRAK ETMEK ÜZERE DEĞIL, VATANIN KADERINI YENIDEN YAZMAK IÇIN ANKARA’DA TOPLANIR. bir beyanname yayımlayarak İstanbul dışında olağanüstü yetkilere sahip bir meclis kurulması tasarısını ortaya koymuştur. Bu beyanname her ilde seçimler yapılmasını öngörür ve şu cümleyle sonlanır: “Seçilen mebuslar acilen Ankara’ya hareket edeceklerdir.” Yeni meclisin mevkii de böylece ilk defa resmî olarak kağıda dökülmüş olur. Mustafa Kemal’in beyannamesiyle seçilen vekillerin yanı sıra kapatılan Meclis-i Mebusan vekillerinin de Ankara’da açılacak meclise gitmeleri kararlaştırılır. Son Meclis-i Mebusan Başkanı Celalettin Arif Bey, eski vekillere telgraf göndererek Ankara’ya gelmelerini salık verir. Böylece yaklaşık 400 mebus, yalnızca Türk siyasi tarihi için dönüm noktası olacak bir olaya iştirak etmek üzere değil, vatanın kaderini yeniden yazmak için Ankara’da toplanır. Millî Mücadele’nin siyasi otoritesini sembolize edecek parlamento için, inşasına 1915 senesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin isteğiyle başlanan bina seçilir. Bu binanın Ankara taşı olarak da bilinen 18 andezit dış duvarları, “Bu yurdun ufkuna çökmüş siyah bulut yığını uzunca bir geceden sonra hep tebah oldu. Uyan uyan, ebedi günlerin var ey millet! Ağaran yere bak, müjdeler sabah oldu” hat yazılı toplantı salonu, Ankaralı bir marangozun hediyesi olan başkanlık kürsüsü, sedef kakmalı rahlelerin bulunduğu mescidi 4 sene boyunca bir milletin varoluş mücadelesinin en meşakkatli aşamalarına da, bu mücadeleyle elde edilen büyük zaferin resmî ilanına da tanıklık edecektir. Mebuslar ve bina hazır olunca geriye nihai bir tarih belirlemek kalır. Meclisin 23 Nisan günü açılmasına karar verilir. Buna göre, bir Cuma gününe denk gelen bu tarihte önce sabah Hacı Bayram Camii önünde toplanılacak, Cuma namazının ardından camiden yeni meclis binasına yapılacak yürüyüşe dualar ve Kur’an tilaveti eşlik edecektir. Tam da planlandığı şekilde açılan mecliste kürsüye ilk çıkan, yaşça en büyük vekil olan Sinop Mebusu Şerif Bey olur. Şerif Bey, milletin tam bağımsızlık konusundaki kararlılığını MECLIS IÇIN SEÇILEN BINA BIR MILLETIN VAROLUŞ MÜCADELESININ EN MEŞAKKATLI AŞAMALARINA DA, BU MÜCADELEYLE ELDE EDILEN BÜYÜK ZAFERIN RESMÎ ILANINA DA TANIKLIK EDECEKTIR. vurgular, konuşmasını “Bu yüce Meclis’in reisi sıfatıyla ve Allah’ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde, geleceğini bizzat düzenleyerek ve bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisi’ni açıyorum” sözleriyle bitirir. Ardından söz alan Mustafa Kemal ise Meclis’in olağanüstü koşullarda açıldığının, bu yüzden de olağanüstü yetkilere sahip olmasının kaçınılmaz olduğunun altını çizer, “Yüce Meclisimiz bildiğiniz gibi olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını kurtararak buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur” der. Bir gün sonrasının Meclis Başkanı, 23 Nisan gününün Ankara Mebusu Mustafa Kemal’in sözünü ettiği vekiller arasında Adana Mebusu Doktor Eşref Bey de vardır, Ankara Mebusu Müftü Hacı Atıf Efendi de, Burdur Mebusu ve geleceğin İstiklâl Marşı yazarı Mehmet Âkif Bey de, Dersim Mebusu aşiret reisi Mustafa Ağa da. Erzincan’dan Şeyh Hacı Fevzi Efendi de gelmiştir milletin mebusu olmaya, iradesini hem temsil edip hem göstermeye, Isparta’dan Balkan Savaşı’nı da, Büyük Harbi de görmüş Tahir Efendi de. 23 Nisan’ın dev bir buhranın içinden yükselen coşkusunu paylaşanlar arasında Mardinli banka müdürü Necip Bey de bulunur, Mersinli Korgeneral Fahrettin Paşa da, İngilizlerin Malta’ya sürgüne gönderdiği isimlerden Sivas Mebusu Vasıf Bey de. Hepsinin ortak gayesi kendi vatanlarında bağımsız yaşamak, milletin bir dış gücün “himaye”sini kabul etmek zorunda kalmadan, sürekli işgal tehlikesiyle karşı karşıya olmayan topraklarda, kendi topraklarında yaşamasını sağlamaktır. Mustafa Kemal’in Meclis’in ikinci oturumunun ikinci celsesinde ifade ettiği gibi Millet istiklalinden vazgeçmiyor ve geçmeyecek esası benimsenmiştir. Birinci Meclis, Kurucu Meclis, Kuva-yi Milliye Meclisi, Meclis-i Âli, Gazi Meclis gibi isimlerle anılan meclis, resmî olarak Büyük Millet Meclisi adını alır. Bu isim belki de ona en yakışanıdır, çünkü öncelikli amaç millet için canla başla çalışmak, millete yeniden bağımsızlığını kazandırmak, bir ulusu yeniden ayağa kaldırmaktır. Meclis bu yüzden olağanüstü yetkilerle donatılır. Yasama, yürütme ve kısa bir süre sonra yargı yetkileri tek elde toplanır; Meclis’in üzerinde bir irade tanınmaması elzemdir, zira Meclis, adı üstünde, vatanın istikbalini çizecek olan milletindir ve “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Millî Mücadele’nin en somut adımlarından olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, kuruluşunun hemen ardından hızla icraata başlar. Hükümet kurulur, Bakanlar Kurulu belirlenir, anayasanın kabulü, saltanatın kaldırılması, Ankara’nın başkent oluşu, gibi birçok önemli karar Birinci Meclis çatısı altında alınır. Artık Türk halkının millî mücadelesine bir cephe daha eklenmiştir. Bu cephede çarpışmalar sözle olur, dökülen kan değil de terdir belki, ama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gayretleri halkın çabalarıyla birleşince istiklal de yakındır. Zira mabedinin göğsüne namahrem elinin değmesine razı olmayan Türk insanı, muhtaç olduğu kudreti damarlarındaki asil kanda bulmuştur. Meclis, Türk halkının bağımsızlık ülküsüne yönelen kudretinin en sağlam ifadesi olmuş, hem Millî Mücadele’nin hem de Türk siyasi hayatının çehresini değiştirmiştir. 19 100. YILINDA TARIHÎ ARKA PLANI VE BUGÜNÜ ILE 1915 OLAYLARI 20 1915 OLAYLARI’NIN 100’ÜNCÜ YILINDA TÜRK-ERMENI ILIŞKILERININ TARIHÎ ARKA PLANINI VE BUGÜNÜNÜ ÇEŞITLI VECHELERIYLE TBMM BAŞKANI CEMIL ÇIÇEK, MILLETVEKILLERI VE AKADEMISYENLER TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI. 21 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN EN UZUN YILI 1915 CEMIL ÇIÇEK TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI BAŞKANI 2 ERMENILERIN 2005 YILINDA ÖNERDIĞIMIZ ORTAK TARIH KOMISYONU KURULMASI TEKLIFIMIZE OLUMLU YAKLAŞMALARINI, TARIHE YÖNELIK BU IHTILAFIN IKI HALK ARASINDA DIYALOG VE UZLAŞIYLA ÇÖZÜME KAVUŞTURULMASINI TEMENNI EDIYORUM. 22 015 yılı, ülkemiz açısından Birinci Dünya Savaşı’nın en uzun yılı olarak nitelendirebileceğimiz 1915 yılında yaşanan birçok gelişmenin yüzüncü yılına tekabül etmektedir. Nitekim 18 Mart 2015 tarihinde, İtilaf Devletleri deniz unsurlarının Çanakkale Boğazı’nı geçmek üzere topyekün saldırısına sahne olan ve milletimiz bakımından yakın dönem tarihimizin en şanlı muharebelerinden biri konumunda bulunan Çanakkale Deniz Muharebesi’nin 100’üncü yıldönümünü idrak ettik. Vatan için bir an dahi tereddüt etmeden canlarını feda eden şehitlerimize ithaf ettiğimiz bu anlamlı günde, o dönemde sergilenen fedakarlıkları bir kez daha yad etme imkanı bulduk. Yine 1915 yılı, 24 Nisan tarihinde başlayan ve on binlerce şehit verdiğimiz Çanakkale Kara Muharebeleri’nin yüzüncü yılına da tekabül etmektedir. Bu anlamlı tarih vesilesiyle ülkemiz, yurt dışından çok sayıda devlet adamının katılımıyla uluslararası bir anma töreni düzenleyerek, tüm katılımcılarla birlikte dünya kamuoyuna, tarihten düşmanlık değil, dostluk devşirdiğimiz mesajını verecektir. Keza bu yıl, Sarıkamış Harekatı’nın yüzüncü yılının da anıldığı bir yıldır. Bu kapsamda, 5 Ocak 2015 tarihinde, zorlu kış şartlarında elim bir şekilde kaybettiğimiz şehitlerimizi rahmet, minnet ve hüzünle andık. Kısacası 1915 yılı, tüm cephelerde Devlet-i Aliye’nin en fazla kayıp verdiği yıl olması itibarıyla, ülkemiz açısından özel bir önem taşımaktadır. 2015 yılı aynı zamanda, Ermenilerin tüm dünyada ülkemize yönelik haksız kampanyalarına alet ettikleri, 1915 tehcirinin veya diğer bir ifadeyle 1915 Olayları’nın da 100’üncü yıldönümüne denk gelmektedir. Oysa, Ermenilerin iddia ettiklerinin aksine 1915 yılı, sadece Ermenilerin değil, toprakları geniş bir coğrafyaya uzanmış bir imparatorluğun tarih sahnesinden çekilişinin neden olduğu ve başta Müslümanlar ve Türkler olmak üzere, hangi din, dil ve etnik kökenden olursa olsun tüm insanların büyük acılar çektikleri hadiselerle doludur. Yarım yüzyıldır yaşanan acıların zirveye ulaştığı yıl Kısacası 1915 yılı, Osmanlı’nın elli yıllık çöküş döneminin zirveye ulaştığı bir yıldır. Bu öyle zor ve elim bir süreçtir ki, İmparatorluğun iki can damarından biri konumunda olan Balkanlar’daki topraklar kaybedilmiş, burada yaşayan Türk ve Müslüman ahali, yurt dışında yürütülen tarih çalışmalarına maalesef çok da fazla konu olmayan büyük kıyım ve sürgünlere maruz bırakılmıştır. Bu süreçte milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, canını kurtarabilenler tüm mal ve mülklerini bırakarak yurtlarını terk etmiş ve Anadolu’ya sığınmışlardır. Tüm bu acı ve ıstırap, milletimizin muhayyilesinde 93 Savaşı olarak yer edinmiş olan ve hemen hemen her vilayet ve şehre muhacirler olarak bilinen toplulukların yerleşmesine neden olan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın devamında yaşanmıştır. Bilahare, bu süreç 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan Savaşları’yla devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye çöküş noktasına geldiği bu savaşlar neticesinde Balkanlar’daki son topraklar da elden çıkmış, Türk ve Müslüman ahaliye bir kez daha sürgün yolu görünmüştür. İşte acının hayatın bir parçası haline geldiği böyle bir dönemde 1915 yılı, Balkanlar’daki tüm unsurların, ancak en çok da Müslüman ve Türk ahalinin yarım yüzyıldır çektiği sıkıntıların benzerinin Anadolu’da da yaşandığı yıl olmuştur. 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı karşıya olduğu tablo oldukça vahimdir. Düşman, içinde bulunduğu zor şartların bilinciyle, İmparatorluğun kalbi olan İstanbul’u doğrudan gözüne kestirmiş, Rus Ordusu Sarıkamış’taki üstünlüğünün verdiği güvenle Doğu vilayetlerine saldırmış, bu durumu fırsat bilen bazı unsurlar isyan ederek Van şehrimizde büyük bir Müslüman katliamına girişmiş, diğer bölgelerde yaşanan küçük çaplı isyanlar ise büyük hareketlenmeler yaşanacağı endişesini doruk noktaya taşımıştır. Tehcir: Ağır şartlarda alınan zor bir karar Türk milletinin anavatan olarak kabul ettiği Balkanlar ve Kafkasya’nın kaybedildiği, Anadolu’nun da elden gitmekte olduğu, kısacası nefsi müdafaa ruhuyla hareket edilen bir ortamda, Üçüncü ve Dördüncü Orduların arkasında, cephe gerisinde bulunan bazı vatandaşlarımızın, askerî gerekçelerle cepheden uzak yerlere intikal ettirilmesi kararı alınmıştır. Tehcirin savaşın zorlu şartları nedeniyle, insan hak ve hürriyetlerine yakışır bir şekilde ve olması gereken koşullarda gerçekleşmediği, ayrıca maddi imkansızlıklar ve bazı başıbozukların saldırıları nedeniyle çok sayıda masum insanın hayatını kaybettiği bir vakadır. Bu hususun en başından itibaren koşulsuz ve şartsız ortaya konması gerekir. Bazı yöneticilerin öngörüsüzlüğü, bazılarının ise ihmali nedeniyle çok sayıda masum insanın öldüğü veya öldürüldüğü yadsınamaz bir gerçekliktir. Yaşanan acıları inkar etmek mümkün değildir. Ancak, meydana gelen ölümlerde hatası ve ihmali bulunan insanlar, o günün koşulları altında yargılanmış ve idam dahil çeşitli cezalara da çarptırılmışlardır. Günümüze yansıyan yönü itibarıyla da biz, o dönemde herkesin büyük acılar yaşadığını yadsımıyoruz. Ancak, madalyonun diğer yüzünün de bilinmesi ve hatırlanması gerektiğini düşünüyoruz. Bugün hemen her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ailesinin bir tarafı Kırım’dan, Balkanlar’dan, Girit’ten, Revan’dan, kısacası ülkemize mücavir olan tüm bölgelerden göç edenlerden oluşmaktadır. İmparatorluğun dağılma sürecinde yaşanan sürgün ve acılar nesilden nesile aktarılmış, türkülere ve ağıtlara konu olmuştur. O dönemde yaşananlara ilişkin olarak tekil değil, çoğul bir hafıza mevcuttur. Bu yönüyle, o dönemde Türklerin yaşadıkları acıyı en iyi Ermeniler, Ermenilerin yaşadıkları acıyı da en iyi Türkler bilecek durumdadır demek mümkündür. O dönemde yaşanan acı hepimizin, tüm unsurlarıyla bu milletin ortak acısıdır. O dönemde, Anadolu’yu kasıp kavuran ve tüm ocaklara düşen ateş aynı ateştir. Tehcir kararını “soykırım” olarak nitelendirmek tarihimize haksızlıktır Hal böyleyken, bu yaşanan acıları, haksız bir şekilde “soykırım” olarak nitelendirmek, maksatlı bir yaklaşım değilse en hafif deyimiyle bir haksızlıktır. Yaklaşık bin yıldır, barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşamış bu iki halk, karşılaştıkları ilk zamanlardan bu yana kader birliği etmişlerdir. Anadolu’nun hamurunda farklı olanı tüm farklılıklarıyla kabul etme ve bunları zenginlik bilme, toplumun her unsurunda da var olan güzel bir haslettir. Bu yönüyle bizim topraklarımızda, tek tipleştirmeye yönelik düşünceler hiçbir zaman kabul görmemiş, bu işlere yeltenenler de girişimlerinde başarılı olamamışlardır. 23 Hukuki bir kavram olan “soykırım” kavramında “yok etme kastı” özel unsuru teşkil etmektedir. Türk milleti, “millet-i sadıka” olarak adlandırdığı ve tarihî süreç içerisinde yol ve kader arkadaşı bildiği Ermeni halkının bir kısmının Birinci Dünya Savaşı’nın zor koşulları altında, üstelik tüm unsurların bekasını da tehlikeye düşüren bazı maceralara yeltenmesine gönül koymuş, bunu önlemek için bazı tedbirler almıştır. Ancak, bunu “bir milleti topyekün ortadan kaldırma” olarak takdim etmek insafsızlıktır. Tarihin hangi devrinde olursa olsun, Türkler güçlü oldukları zaman dilimlerinde dahi, Ermenilere karşı böyle bir his içinde olmamışlardır. Bugün de, yaşanan tüm acılara rağmen Ermenilere karşı bir nefret hissi mevcut değildir. Yurt dışı ziyaretlerimde konuyu muhataplarıma anlatmaktayım Ancak beni derinden üzen husus, böylesi hassas bir mevzuda herkesin gelişigüzel bir şekilde konuşmasıdır. Elbette, gelişen teknolojik imkanlar nedeniyle bilginin tedavül hızı aklın sınırlarını zorlar halde artmıştır. Ancak, bu konuda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanların sayısı ezici çoğunluktadır. TBMM Başkanı olarak, yurt dışına yaptığım ziyaretlerde, yabancı muhataplarımızın bu konuda çok fazla bilgi sahibi olmadıklarını ilk elden müşahede ediyorum. Bugüne kadar gerçekleştirdiğim ziyaretlerde, hassas olan bu mevzuda, çok azının bilgi sahibi olduğunu gördüm. Yakın dönemde, çok sayıda ülkeyi ziyaret ettim. Ziyaretlerimi planlarken, 1915 Olayları konusunu muhataplarımıza nasıl daha iyi 24 anlatabileceğimizi de göz önünde bulundurdum. 2015 sürecinde Gürcistan, Avustralya, Fransa, Kanada, Rusya, Çek Cumhuriyeti, ABD gibi ülkelere gerçekleştirdiğim ziyaretlerde muhataplarıma bu konuyu detaylı şekilde izah ettim. Muhataplarımla görüşmelerimde, konunun parlamentolara taşınarak siyasallaştırılmasının kimseye faydasının olmadığına vurgu yaptım. Çözüm yolunun Türkler ve Ermenilerin bir araya gelerek bu meseleyi önyargılardan uzak, yapıcı bir biçimde ele almalarından geçtiğini anlattım, anlatmaya da devam edeceğim. Keza ülkemize gelen muhataplarımızı da bu konuda bilgilendirmekte, onlardan tarafsız bir tutum içerisinde olmalarını beklediğimizi vurgulamaktayım. Bu konuda, son dönemde tarafımızdan atılan adımların, meseleye yönelik insani duruşumuzun daha iyi anlaşılması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kapsamda, Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakan olduğu dönemde 23 Nisan 2014 tarihinde yayımladığı ve o dönemde Ermeniler dahil hayatını kaybeden herkesin hayatta olan yakınlarına taziye dileklerini ilettiği mesaj önemli bir mihenk taşıdır. Bu mesajla, bizim bu konuya yaklaşımımız açıkça ortaya konmuştur. Bu meselenin insani bir mesele olduğu, siyasi hesaplara malzeme edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Ermenilerin, tarafımızdan uzatılan bu ele karşılık vermesini, 2005 yılında önerdiğimiz ortak tarih komisyonu kurulması teklifimize olumlu yaklaşmalarını, tarihe yönelik bu ihtilafın iki halk arasında diyalog ve uzlaşıyla çözüme kavuşturulmasını temenni ediyorum. SEVK VE İSKÂNIN 100. YILINDA TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ “SOYKIRIMA UĞRAYAN MILLET” DÜŞÜNCESI ÖZELLIKLE DIASPORA ERMENILERI IÇIN BIR VAROLUŞ SEBEBI HALINE GELMIŞTIR. OYSA YAŞANAN OLAYLAR TARIH BILIMI IŞIĞINDA INCELENDIĞINDE SOYKIRIM IDDIALARININ BILIMSELLIK VE TARAFSIZLIKLA HIÇBIR ILGISI BULUNMAMAKTADIR. PROF. DR. HALUK SELVI 25 B irinci Dünya Savaşı gelişmelerinin 100. yılını yaşadığımız şu günlerde Ermenistan ve Ermeni diasporası, dünya kamuoyunun desteğini alarak yüz yıl önce ulaşamadığı hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır. Ermenilerin geçen birkaç yıl içinde yaptıkları çalışmalarını hatırlamak bile amaçlarının boyutunu göstermeye yeter. Bu çalışmalarla Ermeniler hem devlet olarak hem de uluslararası örgütleri ile 1915’te yaşananların soykırım olduğunu Türkiye’ye tanıtmaya çalışıyorlar, taleplerini her geçen gün artırıyorlar. 5 Temmuz 2013’te Erivan’da Ermenistan, Karabağ ve Diaspora hukukçularının katıldığı “İkinci Tüm Ermeni Hukukçular Forumu” düzenlenmiş, “Ermeni soykırımı” ile ilgili yasal sorunlar ele alınmıştır. Forumun açılış konuşmasını yapan Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, hukukçuların “soykırımın” uluslararasında tanınmasına teorik ve pratik katkıda bulunmalarının önemine değinerek, “Ermeni soykırımının uluslararasında tanınması, kınanması ve sonuçlarının ortadan kaldırılması her zaman için gerekli olacaktır. Ermeni Devleti var oldukça bu tarihî gerçeği reddetmek ve unutturmak için tüm çabalar başarısız olmaya mahkumdur. Bu insanlığa karşı en büyük suçtur, her şeyden önce ve ilk olarak bizzat Türkiye tarafından tanınmalı ve kınanmalıdır” demiştir. 2010 yılında Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokollerin başarısızlığa uğramasından beri Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Türkiye’ye yönelttiği eleştirilerin dozunu artırmış ve yaklaşık dört yıl önce Ermeni soykırım iddialarının 100. yılına hazırlanmak için bir Devlet Koordinasyon Komitesi kurdurmuştur. Türkiye’nin soykırım iddialarını tanımasını ve kınamasını isteyen Sarkisyan, tanıma ve kınamanın da ötesine geçilerek “soykırımın sonuçlarının ortadan kaldırılması” üzerinde ısrarla durmuştur. “Soykırımın sonuçlarının ortadan kaldırılması” ifadesiyle kastedilen şey, tehcire uğramış Ermenilerin torunlarına tazminat ödenmesi, kiliselerinki de dahil, güya el konan Ermeni mallarının iade edilmesi ve Türkiye’den Ermenistan’a toprak verilmesidir. Bu sebeplerle geçtiğimiz günlerde Sarkisyan tarafından 2010 protokollerinin rafa kaldırıldığı dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri senatosuna getirilen bir soykırım yasa tasarısı için uygun ortam beklenmekte olup muhtemelen 24 Nisan 2015 tarihinde sahneye konulacaktır. Avrupa Parlamentosu 14 Mart 2015 tarihinde üyelerine çağrıda bulunarak 1915 Olayları’nın soykırım olarak tanınmasını istemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından kınanan bu karar, AB yolunda Türkiye’nin aşması gereken daha çok netameli konu olduğunu da göstermektedir. 26 Osmanlı Devleti Ermenilere herhangi bir kısıtlamada bulunmamıştı Ermenistan gibi, belki de ondan daha fazla diasporada yaşayan Ermeniler için de soykırım kavramı ve ondan doğan iddialar her geçen gün üzerinde daha sık durulacak bir konu olmaktadır. Ekonomik bunalım içinde yaşayan Ermenistan Ermenileri açısından 1915 Olayları gündelik hayata çok hakim değil, fakat dünyanın dört bir tarafına dağılmış, ekonomik durumu iyi olan, en azından herhangi bir sıkıntı içinde bulunmayan Ermeniler için soykırım bir varoluş sebebi. Bunun inkarı ve belleklerden silinmesi Ermenilerin yaşadıkları toplum içinde erimelerine ve zamanla yok olmalarına sebep olacak bir olgu. Fransa’daki Diaspora Ermeni hareketlerinin liderlerinden, milletvekili Patrick Deveciyan, atalarının öldürülmelerine inanmanın kendileri için ne kadar hayati bir önem taşıdığını şu şekilde ifade etmektedir: “Ben ne zaman torunuma baksam onun yaşındaki çocukların bir zamanlar sadece Ermeni olduğu için öldüğünü düşünüyorum. Bu her gün yaşanması imkansız bir acıdır. Bu Yahudilerin yaşadığı travma gibi, çok büyük bir travmadır. Ben bir yüz yıl daha halımın altında kadavralarla yaşamak istemiyorum.” Diaspora Ermenileri için bir varoluş sebebi haline gelen “soykırıma uğrayan millet” düşüncesi vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturmaktadır. Oysa yaşanan olaylar tarih bilimi ışığında incelendiğinde hiç de öyle gözükmemektedir. Osmanlı Devleti idaresinde refah içinde yaşayan Ermenilerin durumlarında XVII. TANZIMAT VE ISLAHAT FERMANLARIYLA ERMENILER OSMANLI IDARESI IÇERISINDEKI BAZI IDARI DÜZENLEMELERE TABI TUTULDULAR. 1863 YILINDA ERMENI MILLET MECLISI KURULDU. yüzyıldan XIX. yüzyılın ortalarına kadar süren iki yüz yıl içinde önemli değişiklikler meydana geldi; kiliseler inşa edildi, mevcut kiliseler yenilendi, Ermeni Kilisesi, Hıristiyanlığı Ermeni milliyetçiliğinin oluşması yönünde kullandı. XVII. yüzyıl seyahatnamelerinde de kaydedildiği gibi Ermeniler savaşçı bir toplum değildiler. Doğu Anadolu’da ve Kafkasya’da ticaretle meşgul olan bir topluluktular ve Osmanlı Devleti bunlara herhangi bir kısıtlamada bulunmamıştı. Dinî durumları çok zayıftı, bu sebeple Katolik seyyahlar seyahatnamelerinde, “Ermeniler din değiştirmeye zorlandıklarında sorunsuz bir şekilde Katolik olurlar” diye yazmışlardı.1 Ermenilerin bu dinî durumu hem Katolikler ve Ortodokslar hem de Protestanlar tarafından iyi bir şekilde kullanıldı. Katolikliğin hamisi Fransa, Ortodoksluğun hamisi Rusya, Protestanlığın hamisi de İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’ydi. XIX. yüzyıla gelindiğinde Ermeniler Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesine dağılmış durumda refah içinde yaşamaktaydılar ve misyonerlerle Avrupalı siyasetçilerin kıskacı altındaydılar.2 Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla Ermeniler Osmanlı idaresi içerisindeki bazı idari düzenlemelere tabi tutuldular. 1863 yılında Ermeni Millet Meclisi kuruldu. Meclisin fermanda belirtilen görevi “Ermenilerin idare-i emval ve umur-ı diniyyeleri” ile ilgilenmekti. Fakat meclis zamanla Ermeni Millî Meclisi mahiyetini almış ve bu mecliste politika görüşülmeye başlamıştı. İngiltere bu meclisi Ermenistan’ın muhtariyeti için bir vasıta saymıştı. Patrik Nerses Efendi de Padişah’a müracaat ederek Ermenistan hakkında ıslahat yapılmasını istiyordu.3 İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, Mıgırdıç Kırımyan ve Horen Narbey 1878 Berlin Konferansı’nda Ermeni milletinin isteklerini dile getirdiler, böylece siyasi bir otoritenin boşluğu kilise tarafından dolduruldu.4 Berlin Anlaşması’ndan sonra, iste- 1 Jack Lewis Vartoogian, The Image of Armenia in Europen Travel Account of the Seventeenth Century, Colombia University Ph-D.,1974, s. 216-217 ve 245. Vartan Artinian, The Armenian Constitutional System in the Ottoman Empire (1839-1863), İstanbul, 1971, s. 3-4. 3 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, (BOA.), Yıldız Esas Evrakı (YEE), 91/42. 4 Hagop A. Çakmakçiyan, Armenian Cristhology and Evangelization of Islam, Leiden, 1965, s. 97-98 ve102-103 2 27 diklerini elde edememenin verdiği acı ile bir yazısında Kırımyan, Van Ermenilerine şöyle hitap ediyordu: “… Bu doğanın kanunu, eğer koyun gibi olursanız, savaşmak için bir boğanın boynuzlarına sahip değilseniz, silahlanmamışsanız sürekli boğazlanırsınız. Arzu ettiğiniz, hayalini kurduğunuz özgürlüğü kan akıtmadan kazanacağınızı mı düşünüyorsunuz?”5 Bu tahriklerden sonra Van’da halk arasında bir kaynaşma başlamıştı. İstanbul’da yayımlanan Ermeni gazeteleri bile Kırımyan’ın bu ihtilalci fikirlerinden rahatsızlık duyuyorlardı. Ermeni tarihyazımı içerisinde, Ermeni liderlerinin ve komitecilerin yaptığı mücadeleler hep kahramanlık olarak, buna karşı gelen siyasi birlik içerisindeki devlet sahibi Türk yönetimi ise hep gaddar ve acımasız gösterilmiştir. Bu dönemdeki çalışmalarda propaganda önemli bir yer tutmaktadır. Yapılan propagandanın amacı, hitap ettiği çevrede Ermeni meselesi hakkında umumi bir kanaat meydana getirmek ve insanları bu kanaate göre hareket edebilecek bir hale sokmaktır. Ermenilerin Avrupa ve Amerika’da bu ortamı hazır bulduklarını söylemek mümkündür. Çünkü Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri kamuoyu, XIX. yüzyılın başından itibaren Osmanlı Devleti’nde meydana gelen olayları, Rumların, Sırp ve Bulgarların mücadelelerini zaten Hıristiyanlık ruhu ile ele almışlardı. Doğuda bir anavatandan yoksun olan Ermeniler nüfusun ancak yüzde on beşini teşkil ettikleri bölgelerde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı ve tezlerinin en zayıf noktası bir vatan kavramından yoksun olmalarıydı. Ancak XIX. yüzyılın sert rüzgarları onları bağımsız anavatan girdabı içine çekecekti. Anadolu şehirlerini kana bulayan eylemler 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sonunda imzalanan Berlin Anlaşması’nda, Ermeniler hakkında Osmanlı Devleti’nin reform yapmayı kabul ettiği belirtiliyordu. Sul- tan II. Abdülhamid, büyük devletlerin tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet (Ermenistan) kurmak suretiyle Anadolu’yu parçalamak için hazırladıkları oyunların farkındaydı. Sultan devletlere herhangi bir müdahale fırsatı vermemek için Doğu Anadolu’da fevkalade tedbirler aldı. Erzurum’da örfi idare ilan edilerek Ermenilerin güvenliğini sağlamak üzere buraya iki tabur gönderildi, reform uygulaması ise geçici olarak askıya alındı, devlet ihalelerine Ermenilerin girmesini önleyecek tedbirler aldırdı.6 Ermeniler bu durum karşısında faaliyetlerini artırmaya ve Avrupalı devletlerin dikkatlerini çekmeye çalıştılar, bunu Anadolu’da çıkaracakları karışıklıklarla sağlayabileceklerini düşündüler. Bu faaliyetleri kurdukları Hınçak (1887) ve Taşnak (1890) ihtilal örgütleri vasıtasıyla gerçekleştirdiler. Sosyalizmi kendilerine hareket noktası olarak alan bu silahlı terör örgütleri 1890-1897 yılları arasında bütün Anadolu şehirlerini kana bulayan eylemler gerçekleştirdiler.7 Bu faaliyetlerde İngiliz, Rus ajan ve konsoloslarının çalışmaları da etkili oluyordu. İngiliz Başbakanı Gladstone, Amerika’da James Bryce ve Yunanistan idarecileri Hınçakları kışkırtarak, “Ermeniler imtiyazlar istiyorlarsa böyle olamaz, onlar bir büyük olay çıkarmalılar, bazıları asılmalı, bazıları kesilmeli, İslamlarla tutuşmalı ki biz de o vakit işin içine girip bunların muratlarını yerine getirmeye çalışalım” 8 diyorlardı. “Bir düzine silah sevk edecek çete, bir düzine programdan daha etkilidir” şeklinde düşünen Taşnak Komitesi, Sultan II. Abdülhamid’in muhalifleri Jön Türklerle birleşerek onun tahttan indirilmesinde etkin bir rol üstlendi. Ancak meşruti bir idareden ve anayasalı bir düzenden Ermenilerin beklentileri farklı farklıydı. Silahı bırakmayan Ermeniler, anayasal düzene geçen Ermeni Akdamar Kilisesi 5 Rubai Peroomian, “The Heritage of Van Provincial Literarture”, Armenian Van/Vaspuragan, Edited By Richard Hovannisian, California, 2000, s. 149 Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, İstanbul, 1999, s. 395. 7 Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, s. 108-109. 8 Ankara Valisi Abidin Paşa’dan Mabeyne 30 Ocak 1893 tarihli yazı, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, c. 11, Belge No: 118. 6 28 “BÜYÜK GÜÇLER”IN OSMANLI DEVLETI’NE MÜDAHALESI ERMENILERLE TÜRKLERI BIR KEZ DAHA KARŞI KARŞIYA GETIRMIŞTI. ANCAK YAŞANAN BU GELIŞMELERIN HIÇBIRI CIHAN HARBI’NDEKI KADAR KÖTÜ DEĞILDI. parlamenterleri “davayı satan insanlar” olarak nitelendirmişler, eylemlerine devam etmişlerdi. İstedikleri şey, Türklerle bir arada yaşamak değil bağımsız bir Ermenistan kurabilmekti. Komiteciler ve Avrupa’da Ermeni katliamı söyleminden geçinen Ermeni komiteleri ve liderleri anayasal dönüşüm sürecine katkı sağlamadıkları gibi ellerinden geldiği kadar bu süreci baltaladılar, Avrupa basınında meşrutiyeti ve Jön Türkleri karalayan yazılar yayımladılar. Türk düşmanı komiteler ve onların destekçileri amaçlarına ulaşmak için farklı yollar izlemeye başlayacaklardı. Balkan Savaşları’nda bu Ermeni komiteleri çete reisleri Antranik idaresinde Bulgar ordusu içinde Osmanlı ordusuna karşı savaştılar. Bulgar çarı Ferdinand kendi ülkesinde Filibe’de askerî okullarda eğittiği Ermenileri bu savaşta kullanmış ve komutanları Antranik’e üstün başarı madalyası vermişti. Antranik Malkara, Edirne ve Tekirdağ’da yüzlerce Türk köyünü yakarak binlerce insanı katletti. Balkan Savaşları ile bu coğrafyadaki hedeflerine ulaşmış olan Rusya ve İngiltere Doğu Anadolu politikalarını hemen Balkan Savaşları’ndan sonra uygulamaya koydular. Osmanlı Devleti’ne Doğu Anadolu reformunu kabul ettirerek 1914 Ocak ayında iki valiyi Erzurum ve Diyarbakır’a gönderdiler. Westenek ve Hoffman doğuda bütün Osmanlı valilerine ve komutanlarına emirler vererek Ermenilerin sosyal ve siyasal durumlarını geliştireceklerdi. Bu çalışmalar ba- 29 ABD BÜYÜKELÇISI MORGENTHAU’NUN ANILARI, İNGILTERE TARAFINDAN INŞA EDILEN MAVI KITAP, BU KAYNAKLARA DAYANILARAK YAZILAN KITAPLAR BÜYÜK AVRUPA DEVLETLERININ DOĞU POLITIKALARININ BIR PARÇASIYDI. ğımsız Ermenistan’ın kurulması anlamına geliyordu. Meşrutiyet yoluna beraber çıkan İttihat ve Terakki Fırkası ile Taşnaksütyun Cemiyeti’nin yolları bu siyasi gelişme ile tamamen ayrıldı. “Büyük Güçler”in Osmanlı Devleti’ne müdahalesi Ermenilerle Türkleri bir kez daha karşı karşıya getirmişti. Ancak yaşanan bu gelişmelerin hiçbirisi Cihan Harbi’ndeki kadar kötü değildi. Savaş başlayınca seferberlikle yükümlü olan Ermenilerin bir kısmı Rusya’ya kaçarak Rus ordusu içinde görev almaya başladı. Rusya, İngiltere, Fransa ve hatta savaşta tarafsız olduğu zamanlarda bile ABD, Osmanlı Devleti içinde yaşayan Hıristiyan unsuru kendi emperyalist politikaları için bir kalkan yapıp Hıristiyanlık için, ezilen dindaşları için savaştıklarını açıkladılar. 1915 Mayıs’ında Van’ın işgali ve Rus ordusuna ortak Ermenilerin bu bölgede yaptıkları katliamlar, Çanakkale Muharebeleri sırasında cephe gerisinde yaşanan olaylar Ermenilerin sevk ve iskânı sonucunu doğurmuş, o günün şartlarında Ermenilerin sevki başarıyla uygulanmıştır. Bilimsellik ve tarafsızlıkla hiçbir ilgisi olmayan iddialar Anadolu’nun hemen hemen bütün şehirlerinde meydana gelen olaylar ABD de dahil olmak üzere Batı kamuoyu tarafından Ermenilerin Müslüman Türkler tarafından katli şeklinde duyurulmuş, böylece yüz yıl önce Türklere ve İslam’a karşı Avrupa’da başlatılmış olan karalama kampanyası daha da şiddetlendirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da ABD Büyükelçisi Morgenthau’nun anıları, yine bu savaş sırasında İngiltere tarafından inşa edilen Mavi Kitap, bu kaynaklara dayanılarak yazılan kitaplar büyük Avrupa devletlerinin Doğu politikalarının bir parçasıydı ve gerçeklerin saptırılarak Hıristiyan dünyaya anlatılmasından ibaretti. Böylece kendi kamuoylarını savaşa Türk düşmanlığı ile teşvik eden devletler soykırım anlayışını da inşa etmiş oluyorlardı. Bugün açıkça görüyoruz ki bu çalışmalar ve propagandalar başarıyla uygulanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısına çıkarılmaktadır. Lozan görüşmelerini başarıyla yürüten Türk heyeti anlaşma maddelerine “Ermenilere ana yurt kavramının” konulmasının önüne geçerek Doğu Anadolu’nun Türkiye Cumhuriyeti sınırları 30 içinde kalmasını sağlamış, azınlık statüsünde Ermenilerin devletleri içinde bütün vatandaşlarla aynı hukuki haklara sahip olarak yaşayabileceğini kaydettirmiştir. Bütün bunlara rağmen haksız ve taraflı propagandalar sonunda Türklerden istenen şey, yapılan ve kesin delillerle ispatlanan (!) soykırımın bir an önce kabul edilmesidir. Tarihi inşa için kullanılan malzemelerin çok sağlam olmamasına rağmen insanları aldatmaya yönelik bu yaklaşımların bilimsellik ve tarafsızlıkla hiçbir ilgisi olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla Türkler hiç yapmadıkları bir şeyle suçlanmakta ve bunu kabule zorlanmaktadırlar. Türkler, tarafsız ve özgür kamuoyu ve bilimsel anlayışa sahip olduklarını her defasında ifade eden Avrupa ve ABD kamuoyundan, bahsedilen vasıfların gerçekleştirilmesini ve tarihin bir bilim olarak yeniden ele alınmasını istemektedirler. Bugünkü tehditlerin ve çalışmaların, 1890 yılında Avrupa’yı Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtan Ermeni komitecilerinkinden hiçbir farkı olmadığı gibi o günün Avrupa politikacılarının da bugünkülerden hiçbir farkı olmadığı görülmektedir. Siyasallaşmış olan bir iddia karşısında tek çıkar yol, insanlara doğruları korkmadan ve çekinmeden anlatmaktan geçmektedir. Ancak gerçek çözüm yolu “güçlü ve vazgeçilmez” bir Türkiye Cumhuriyeti’nden geçmektedir. Türkiye siyasi, iktisadi ve askerî yönden güçlü olduğu oranda bu propagandalar etkisiz hale gelecektir. Ancak hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacaktır. PROF. DR. SADI ÇAYCI: 1915 OLAYLARI’NIN TEK TARAFLI IDDIALARLA VE SOYKIRIM OLARAK NITELENDIRILMESI YANLIŞTIR SÖYLEŞI: PINAR ÜNSAL 1915 OLAYLARI VE SÖZDE SOYKIRIM IDDIALARININ HUKUKI BOYUTUNU KONUŞTUĞUMUZ PROF. DR. SADI ÇAYCI, “1915 OLAYLARI TARIHÎ AÇIDAN ELBETTE ÖNEMLI BIR KONUDUR, FAKAT BUGÜN YÜRÜRLÜKTE OLAN HUKUK KAPSAMINDA INCELENEBILIR BIR KONU DEĞILDIR. ÇÜNKÜ INSANI VEYA BILIMSEL OLMAKTAN ÇOK, SIYASI VE TICARI BIR FAALIYET HALINE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ DURUMDADIR” DIYOR. 31 “Soykırım”, 1915 Olayları söz konusu olduğunda çokça kullanılan bir kavram. Bu kavramın, hukuki boyutta ne anlama geldiğini açıklayarak söyleşimize başlayalım… Soykırım kavramını değerlendirebilmek için, silahlı bir çatışma, katliam, insanlığa karşı suçlar ve soykırım kavramlarını, bu kavramlar arasındaki farkları bilmek gerekir. Tarihin bütün dönemlerinde katliamlar var olmuştur ve bu katliamların insanlığa verdiği dersler vardır. Bunların hepsi de toplum vicdanını derinden etkileyen, vahim, trajik olaylardır. Bu eylemleri işleyenlere karşı ne yapılabilir, ne yapılmalıdır diye düşünüldüğünde, akla önce hukuki yaptırımlar gelir. Ancak bir bireyi, işlediği bir eylem nedeniyle cezalandırabilmek için, suçun işlendiği tarihte yürürlükte olan bir ceza kanunu hükmü bulunmalıdır. Şu halde ilk tespit şöyle yapılabilir: Eğer hukuk bağlamında tartışıyorsak, ilk bilmemiz gereken, 1915’lerde “soykırım suçu” diye bir kavramın henüz hukuk alanına girmemiş olduğudur. II. Dünya Savaşı döneminde dahi, Yahudilere yönelik eylemler bağlamında, hukuk açısından henüz soykırım değil, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kovuşturma konusu olmuştur. Soykırım kavramını literatüre ilk defa teklif eden kişi Raphael Lemkin’dir. Onun bu konuda yazdığı eser uluslararası düzeyde, Birleşmiş Milletler (BM) içinde uzun uzun tartışılmış, görüşülmüştür. Soykırım kavramını uluslararası hukuk çerçevesinde düzenleyen metin ise, BM Genel Kurulu’nda 1948’de kabul edilen, 1951’de yürürlüğe giren, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’dir. Bu Sözleşmenin 2. Maddesi’nde, soykırım suçunun temel tanımı var: “Irkçı kin ve nefretin en üst derecesi olmak üzere, ulusal, ırksal veya dinsel bir grubun üyelerini, sadece o grubun üyesi oldukları için yok etmek.” 1998’de de, uluslararası ceza hukuku çalışmaları çerçevesinde, Milletlerarası Ceza Divanı (MCD) kuruldu, 2002’de faaliyete geçti. Şu anda soykırım, MCD’yi kuran Roma Statüsünde de tanımlanmış, bu ceza mahkemesinin yargı yetkisi kapsamında olan bir suçtur. Hukuken 1948’de kullanılmaya başlamış bir ifadenin 1915 Olayları’yla ilişkilendirilmesinin nedeni ne olabilir? Böyle bir konuyu tartışmaya başladığınız zaman ortaya çıkan ilk sorun, zaman bakımından uygulanacak hukuk sorunudur. 1948 ve sonrası yürürlüğe giren bir hukuk kavramını, bir ceza kuralını onun öncesine uzatmanız, etkili kılmanız mümkün değil. Dolayısıyla bugün 1915 Olayları’yla ilgili yapılan tartışmaların tümü, hukukla ilgisi olmayan, tümüyle siyasi ve hukuk dışı başka neden ve gerekçelere dayalı, benim zaman zaman “siyasi futbol” olarak adlandırdığım bir olguyu ifade eder. Ermenistan’ın bu konudaki stratejisi şudur: Madem ki hukuk alanında yapılabilecek bir şey yok, o halde siyasi bir 32 uyuşmazlık çıkarılmalıdır. Tarihte çoğu örnekte görüldüğü gibi, yine Batılı güçlerin desteğiyle, Türkiye üzerine baskı kurulmalıdır. Böylece bir noktada Türkiye pes edecek, masaya oturacak ve sorumluluğunu kabul edecektir. Bu mümkün olmazsa bile, bu süreçte Türkiye’den başka pek çok konuda tavizler elde edilebilir. Böyle düşünüyorlar. Başka ülkelerde de Türkiye ile ilgili buna benzer düşünceler var o halde… Ben yabancı parlamentolarda, üniversite veya siyasi forumlarda yapılan değerlendirmeleri öncelikle ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alırım. İsteyen istediğini düşünebilir, söyleyebilir. Ha, örneğin Fransa, bir adım ileri gitti, bir kanun çıkararak 1915 Olayları’nı soykırım olarak tanıdı. Bu kanun, Fransa ülkesinde geçerli. Bir hukukçu olarak şunu söyleyebilirim: Böyle kanun olmaz. Kanun, içeriğine katılmasak bile bir suç tanımlayabilir ve müeyyidesini belirtebilirdi. Burada ise bir kural yok, bir tespit var. Tarih ve tarihî bir olayın nitelendirilmesi, yargı kararı ile değil, bir kanunla yapılıyor. Buna elbette Fransa’daki tarihçi ve akademisyenler de dahil, pek çok kişi karşı çıkmıştır. Çünkü tarih, mahkemeler veya parlamentolar eliyle yazılan bir şey değildir. Parlamento tarih hakkında hüküm veremez. Yargısal faaliyette de bulunamaz. İsviçre’de de soykırımın inkarıyla ilgili mevzuat var. Ancak bu kurallar, Doğu Perinçek–İsviçre davasında olduğu gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde yer alan, ifade özgürlüğünün kısıtlanamayacağı ilkesine ters düşüyor. Dolayısıyla bundan yaklaşık bir yıl önce Perinçek’le ilgili verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı, Ermenistan ve onu destekleyen çevreler için büyük bir yenilgi olmuştur. Hukukun üstünlüğü ilkesi önemlidir. Çok önemli bir karardır ve olması gereken budur. 1915 Olayları’yla ilgili olarak Türkiye aleyhine açılan davalar konusunda ne düşünüyorsunuz? Günümüzde insan hakları hukukunun ulaştığı boyut dikkate alınırsa, herhangi bir kişinin, herhangi bir konuda, meşru hukuk organları önünde iddia ve taleplerde bulunma, davacı olma hakkı vardır. Bu önlenemez. Bu hak 1915 Olayları temelinde ele alındığında; bir kişi, bir şekilde mağdur olduğunu düşünüyorsa, benim şurada malım-mülküm vardı, hukuka aykırı el konuldu; dedem hukukla bağdaşmayan bir şekilde vatandaşlıktan çıkarıldı; parama el konuldu gibi şikayetleri varsa, elbette yargı yolu açıktır. Hukuktan, adaletten korkmamak lazım. Hukuk kavramları, hukukun genel ilkeleri, genel yöntemleri, adalet duygusu, insanlığın ortak değerleridir. Bunları reddetmek demek, gün gelip de o kurallara ihtiyaç olduğunda yararlanılamayacağı anlamına gelir. “BIR DEVLETIN HUKUKI SORUMLULUĞU BOYUTU DA DAHIL OLMAK ÜZERE, SOYKIRIM IDDIALARI KONUSUNDA ASIL YETKILI MAHKEME, MILLETLERARASI ADALET DIVANI’DIR.” Ancak, 1915 Olayları’yla bir şekilde ilgili konularda açılan davalar stratejiktir. Bu davalar Türkiye’ye karşı açılan davalar değildir. Hukukta obiter dictum diye bir kavram var. Dava konusu edilemeyen bir olayla ilgili başka yan konuları mahkeme önüne götürürsünüz; esasla ilgisi olmasa bile, bir şekilde mahkeme önünde o gönlünüzdeki olayları da tartışmak istersiniz. Bu bir taktiktir, stratejidir. Kişisel tatmin sağlar. Karşı tarafın bilgisiz olduğu ölçüde, onlar üzerinde, başka alanlarda olumsuz etkileri bile olabilir. Asıl konuya dönersek, bir devletin hukuki sorumluluğu boyutu da dahil olmak üzere, soykırım iddiaları konusunda asıl yetkili mahkeme, Milletlerarası Adalet Divanı’dır. Hukuki anlamda soykırım ve buna dayalı talebi olan bir devlet varsa bu Divan’a, hem de tek yanlı olarak başvuruda bulunabilir. Oysa böyle bir şey söz konusu değildir, zira söz konusu olan hukuki bir uyuşmazlık değildir. 1915 Olayları’yla ilgili açılan söz konusu davalarda, Türkiye’nin adil bir yargılanmaya tabi tutulacağına inanıyor musunuz? Milletlerarası hukuka göre, bir devletin egemen sıfatıyla yaptığı eylemler ve işlemler, bir başka devletin mahkemesinin yargı yetkisine konu olamaz. Bu, “egemen bağışıklığı” kavramı olarak bilinir. Bu husus saklı kalmak kaydıyla, şu söylenebilir: Batı kültüründe, Batı eğitim sistemiyle yetişen bütün nesiller, kendi millî eğitim sistemlerinin içeriği dolayısıyla, 1915’te Ermenilere karşı Osmanlı Devleti tarafından bir soykırım yapıldığı kabulüyle eğitilmiş insanlardan oluşuyor. Yargıçları dahil. Diyelim ki hukuk alanında gidilecek bir yol var ve Türkiye bir mahkeme önüne götürüldü. Türkiye’nin tarafsız, dürüst ve adil bir yargılamaya muhatap olabileceğini söylemek mümkün değil. Şahsen ben bir hukukçu olarak bunu söyleyemiyorum. 1915 Olayları’yla ilgili geniş araştırmalara dayanan konular, iddiaları gündeme getirenler tarafından tartışılmaktan neden kaçınılıyor? Genellikle bu konular tartışılırken, en iyi niyetlerle bile tartışılsa, bir fikir birliği olmadığı için konuşmalar sağır diyaloğuna dönüşüyor, bir sonuç alınamıyor. 1915 Olayları’nı konuşurken öncelikle hangi bağlamda tartışılacağı belirlenmelidir; hukuk mu, siyaset mi, tarih mi? Örneğin ben bu konunun tarih araştırmalarıyla desteklenmesi taraftarıyım. Konu, tarihî açıdan bütün boyutlarıyla incelensin, bulgulara saygı duyulsun. Ancak mağdur olduğunu iddia eden taraf bunu onaylamıyor. Bulguların hukuksal yöntemlere saygı gösterilerek tartışılmasını da onaylamıyor. Çünkü, kurgusal bir duruşma ortamında bile, örneğin davacı taraftan bir iddia ve talep geldiği zaman, davalı taraftan da karşı iddia ve talep gelmesi mümkün. Tüm iddiaların araştırılması ve gerçeklerin kanıtlarla saptanabilmesi ön koşul. Bu gerçek, soykırım iddiacılarını memnun etmiyor. Bu engel aşılamadıkça, sağırlar diyaloğu sürüp gidecektir. Türkiye, 1915 Olaylarıyla ilgili olarak aleyhine açılan davalarda nasıl bir tablonun içinde yer alacak sizce? Türkiye’nin hukuk açısından korkulacak bir durumu yoktur. Tekrar belirteyim: 1915 Olayları’nın tek taraflı iddialarla ve soykırım olarak nitelendirilmesi yanlıştır. 1915 Olayları, tarihî bağlamda elbette önem taşıyan bir konudur. Fakat bugün yürürlükte olan hukuk kapsamında incelenebilir bir konu değildir. Tümüyle, insani veya hukuki bir konu olmaktan çok, siyasi ve hatta ticari bir faaliyet haline dönüştürülmüş durumdadır. Pek çok kişinin geçim kaynağının 1915 Olayları’yla ilgili iddia ve tartışmalar olduğu unutulmamalıdır. 33 ERMENİ SEVKİYATI SIRASINDA YAŞANAN SUİSTİMALLER VE 1915-16 YARGILAMALARI ERMENILERIN SEVK VE ISKÂNI SIRASINDA ALINAN TEDBIRLERE VE YARGILAMALARA BAKTIĞIMIZDA OSMANLI MERKEZÎ YÖNETIMININ ERMENILERIN CAN VE MAL GÜVENLIKLERININ SAĞLANMASI KONUSUNDA GEREKLI BÜTÜN TEDBIRLERI ALDIĞINI, TAŞRADA KANUN DIŞI DAVRANAN VE SUISTIMALI GÖRÜLEN DEVLET GÖREVLILERI ILE ÇETECILIK YAPAN VATANDAŞLARI CEZALANDIRDIĞINI GÖRMEKTEYIZ. PROF. DR. YUSUF SARINAY 34 O smanlı hükümeti savaşın olumsuz şartları içinde Ermeni sevkiyatını yürütürken kafilelerin güvenliklerinin sağlanması konusunda büyük gayret sarf etmiştir. Başta Meclis-i Vükela’da alınan sevk ve iskân kararı olmak üzere, Dâhiliye Nezareti tarafından taşra yöneticilerine gönderilen talimatlarda Ermenilerin can ve mal güvenliği üzerinde önemle durulmuş, gerekli tedbirlerin alınması ve Ermenilere kötü muamelede bulunan jandarma ve memurların derhal azledilerek Divan-ı Harplere teslim edilmesi vurgulanmıştır.1 Ermeni sevkiyatı sırasında Erzurum-Erzincan arasında 500 kişilik bir kafilenin Kürtlerin saldırısına uğrayarak katledilmesinin haber alınması üzerine Dâhiliye Nezareti’nden Erzurum, Elazığ ve Bitlis vilayetlerine 14 Haziran 1915 tarihinde gönderilen bir talimatta Ermenilerin sevkleri esnasında yollarda muhafaza edilmeleri, hiçbir zaman ahalinin işe karıştırılmaması ve mukateleye (karşılıklı çatışma) meydan verilmemesi, bu amaçla sevk güzergâhlarında tedbir alınması ve Ermenilere karşı katl ve gaspa cüret edeceklerin şiddetle cezalandırılması emredilmiştir.2 26 Haziran 1915 tarihinde Elazığ vilayetine gönderilen talimatta Ermeni kafilelerine Dersim eşkıyası tarafından saldırıldığı belirtilmiş, bu saldırıların önlenmesi ve kafilelerin emniyet içinde sevklerinin sağlanması hususunda derhal tedbir alınması emredilmiştir.3 28 Ağustos 1915 tarihinde Trabzon vilayetine gönderilen talimatta Ermenilere karşı gasp ve yağmada bulunanların şiddetle cezalandırılması 4, 29 Ağustos 1915 tarihinde Ankara vilayetine gönderilen talimatta ise sevk olunsun olunmasın Ermenilerin her türlü tecavüzden korunmaları ve güvenliğin sağlanamadığı mahallerde sevkiyatın ertelenmesi, Ermenilere herhangi bir saldırı olursa ilgili memurların Divan-ı Harplere verilmesi emredilmiştir.5 Bazı bölgelerde Ermeni kafilelerinin mallarının gasp edildiği, saldırılara maruz kaldığı ve mahalli yöneticilerin görevlerini suistimal ettiğinin haber alınması üzerine6 hükümet, olayları önlemek amacıyla daha radikal tedbirler almaya başlamıştır. Bu konuda hükümet Ermeni sevkiyatının yapıldığı vilayetlere gönderdiği talimatta muhafızsız hiçbir kafilenin yola çıkarılmamasını, muhafız sayılarının artırılmasını ve Ermeni kafilelerine saldırıda bulunanların yakalanarak cezalandırılmasını emretmiştir. Bu çerçevede Tokat Jandarma Komutanı’na soruşturma açılmış, Aziziye Kaymakamı Hamid Bey’in Ermeni sevki sırasında usulsüz hareketlerinden dolayı görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmesine karar verilmiş, Tenos Kaymakamı azledilmiştir. 7 Urfa bölgesinde kafilelere refakat eden jandarmalar ihmalleri sebebiyle Divan-ı Harbe sevk edilmişlerdir.8 Urfa’dan Resulayn ve Nusaybin yoluyla sevke tabi tutulan Ermenilere tecavüzlerin önlenmesi amacıyla yol güzergâhı değiştirilmiştir.9 18 Eylül 1915 tarihinde Konya vilayetine gönderilen şifrede, Karaman istasyonunda bir jandarmanın Ermeni göçmenleri kırbaçladığının haber alındığı belirtilmiş, böyle davranan jandarma ile bu duruma müsamaha gösterenler hakkında tahkikat yapılması ve şiddetle cezalandırılması emredilmiştir.10 1 BOA. Meclis-i Vükela Mazbatası, Nr. 198/24; BOA, DH, ŞFR. Nr. 54/9; 54/156, 54/162; 55/292 2 BOA. DH. ŞFR. Nr. 54/9, 54/10 3 BOA. DH. ŞFR. Nr. 54/162 4 BOA. DH. ŞFR. Nr. 55/266 5 BOA. DH. ŞFR. Nr. 55/290 6 Halep-Meskene’de gasp için yapılan saldırılarda 2000 Ermeni’nin öldürüldüğü, Diyarbakır’dan Zor’a, Suruç’tan Halep’e sevk edilenlerden de 2000 kişinin soyuldukları konusunda bkz. Halaçoğlu, a.g.e., s. 59–60 7 BOA. DH. ŞFR. Nr. 57/105; 57/116 8 BOA. DH. ŞFR. Nr. 57/309 9 BOA. DH. ŞFR. Nr. 57/277 10 BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/64 35 ERMENILERIN SEVK VE ISKÂNI SIRASINDA ISTENMEYEN BAZI OLAYLARIN CEREYAN ETMESI VE BIR KISIM GÖREVLILERIN HÜKÜMETIN KARARLARINA AYKIRI DAVRANIŞLARDA BULUNMALARI ÜZERINE HÜKÜMET ÜLKE ÇAPINDA DURUMU INCELEMEK VE SORUMLULARI CEZALANDIRMAK ÜZERE HAREKETE GEÇMIŞTIR. Yukarıda belirtildiği gibi, Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında istenmeyen bazı olayların cereyan etmesi ve bir kısım görevlilerin hükümetin kararlarına aykırı davranışlarda bulunmaları üzerine, hükümet ülke çapında durumu incelemek ve sorumluları cezalandırmak üzere harekete geçmiştir. Bu amaçla Talât Paşa’nın 28 Eylül 1915 tarihli tezkiresi üzerine, Meclis-i Vükela 30 Eylül 1915 tarihinde soruşturma komisyonları kurulması kararı almıştır. Bu kararda Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında ahaliden bazıları ile bir kısım memurların suistimalleri ve kanuna aykırı hareketlerinin olduğunun anlaşıldığı, bu sebeple bunları yerinde incelemek ve suçlu görünenleri Divan-ı Harplere sevk etmek amacıyla Hüdavendigar, Ankara vilayetleri ile İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde livalarına Temyiz Mahkemesi Reisi Hulusi Bey’in başkanlığında Şuray-ı Devlet azasından Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galip Beyefendilerden; Adana, Halep ve Suriye vilayetleri ile Maraş, Urfa ve Zor livalarına İstinaf Mahkemesi Reisi Asım Bey’in başkanlığında İzmir Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve Ankara Vilayeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden; Erzurum, Trabzon, Sivas, Mamuretü’l aziz, Diyarbakır ve Bitlis vilayeti ile Canik livasına Bitlis eski Valisi Mahzar Bey’in başkanlığında İstanbul Bidayet Müdde-i Umumisi Nihad ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Beylerden üç heyet oluşturulduğu belirtilmektedir.11 Olayları önleme konusunda çok hassas davranan hükümet henüz Meclis-i Adliye Nezareti 11 BOA Meclis-i Vükela Mazbatası Nr. 199/35; Seyyid Haşim Bey’in hastalığı sebebiyle daha sonra yerine Şuray-ı Devlet azası İsmail Hakkı Bey tayin edilmiştir. BOA. DH. ŞHR. Nr. 58/38; Talat Paşa’nın Anıları, Yay. Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul, 1994, s. 83’te dört heyet oluşturulduğu belirtilmektedir. 36 SORUŞTURMA KOMISYONLARININ VERDIKLERI RAPORLARA DAYANARAK GÖREVINI KÖTÜYE KULLANAN BIRÇOK GÖREVLI AZLEDILMIŞ, YARGILANMAK ÜZERE DIVAN-I HARPLERE SEVK EDILMIŞTIR. BU MAHKEMELER, KOMISYONLARIN RAPORLARINA DAYANARAK YARGILAMADA BULUNMUŞLARDIR. Vükela kararı çıkmadan muhtemel heyet üyelerine hazırlıklı olmaları konusunda önceden bilgi de vermiştir.12 Bu soruşturma heyetlerine verilen talimatta jandarma, polis, amirler ve memurlar hakkında soruşturma yapılması ve yapılacak soruşturma sonucuna göre suçlu bulunan ve görevlerini suistimal edenlerin Divan-ı Harplere sevk edilmeleri emredilmiştir.13 Osmanlı Devleti’nde “Divan-ı Harbi Örfi Mahkemeleri” olarak bilinen bu mahkemeler, sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde devletin iç ve dış güvenliğini ihlal edecek bütün suçlar ile isyan, ihtilal, çetecilik faaliyetleri, savaş sırasında hükümetin yayımla- mış olduğu her türlü kanun, emir ve talimat hükümlerine aykırı davrananları yargılamıştır.14 Ermenilerin sevk ve iskâna tabi tutulduğu bütün bölgelerde incelemeler yapan bu soruşturma komisyonlarının verdikleri raporlara dayanarak görevini kötüye kullanan birçok görevli azledilmiş; yargılanmak üzere Divan-ı Harplere sevk edilmiştir. Bu mahkemeler, Mütareke döneminde İtilaf Devletleri’nin baskısı sonucu kurulan mahkemelerden farklı olarak yukarıda belirtilen komisyonların raporlarına dayanarak yargılamada bulunmuşlardır. Dâhiliye Nezareti’nden Hariciye Nezareti’ne gönderilen 19 Şubat 12 Bu konuda Ankara Vilayeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Bey ile Bitlis eski Valisi Mahzar Bey’e önceden yazı yazılmıştır. Bkz. BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/179; 56/186 13 BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/267 14 Geniş bilgi için bkz. Osman Köksal, Tarihsel Süreci İçinde Bir Özel Yargı Organı Olarak Divan-ı Harb-i Örfiler (1877–1922), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi) Ankara, 1996. 37 DIVAN-I HARPLERDE YARGILANMAK ÜZERE TUTUKLANAN 1673 KIŞININ IÇINDE ASKER, POLIS VE TEŞKILAT-I MAHSUSA ELEMANI SAYISI 528 KIŞIDIR. BUNLARIN ARASINDA BINBAŞI, YÜZBAŞI, ÜSTEĞMEN, TEĞMEN, JANDARMA BÖLÜK KOMUTANI, POLIS KOMISERI VE POLIS GIBI RÜTBELI KIŞILER BULUNMAKTADIR. 1916, 12 Mart 1916 ve 22 Mayıs 1916 tarihli gizli yazıların ekinde yer alan listelere göre Divan-ı Harplerde yargılananların vilayetlere göre dağılımı şu şekildedir: 15 Amasya: 2, Ankara: 148, Bitlis: 29, Canik: 89, Diyarbakır: 70, Eskişehir: 29, Halep: 56, Hüdavendigar: 21, İzmit: 28, Kayseri: 146, Konya: 16, Mamuretülaziz: 249, Niğde: 8, Sivas: 579, Suriye: 27, Urfa: 170, Genel Toplam: 1673. Divan-ı Harplerde yargılanmak üzere tutuklanan 1673 kişinin içinde asker, polis ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanı sayısı 528 kişidir. Bunların arasında binbaşı, yüzbaşı, üsteğmen, teğmen, jandarma bölük komutanı, polis komiseri ve polis gibi rütbeli kişiler bulunmaktadır. Ayrıca sıhhiye müdürü, tahsildar, kaymakam, belediye reisi, nahiye müdürü, kâtip, sevk memuru, mal müdürü, tapu memuru, muhtar, telgraf müdürü, nüfus memuru, başkâtip ve Emval-i Metruke Komisyonu reisi gibi 170 kamu görevlisi de yargılanmıştır. Diğer taraftan Ermeni sevkiyatı sırasında gasp ve saldırı olaylarına kalkışan çete mensubu ve halktan da 975 kişi yargılanmak üzere Divan-ı Harplere sevk edilmiştir. Divan-ı Harplere sevk edilen bu kişiler adam öldürme, yargılama, Ermenilerin mallarına zarar verme, çalma, zorla para ve eşya alma, rüşvet, yağma ve yankesicilik, Ermeni kızlarıyla izinsiz evlilik ve vazifeyi suistimal suçlarından yargılanmışlardır. 1916 yılı ortalarına kadar Divan-ı Harpler15 BOA. (Harici Siyasi) HR. SYS. Nr. 2882/29. Gürün bu sayıyı 1397 olarak vermektedir. Gürün, a.g.e., s. 221–222 38 ADAM ÖLDÜRME, YARGILAMA, ERMENILERIN MALLARINA ZARAR VERME, ÇALMA, ZORLA PARA VE EŞYA ALMA, RÜŞVET, YAĞMA VE YANKESICILIK, ERMENI KIZLARIYLA IZINSIZ EVLILIK VE VAZIFEYI SUISTIMAL SUÇLARINDAN YARGILANAN KIŞILERDEN 67’SI IDAM CEZASINA ÇARPTIRILMIŞTIR. de yapılan yargılamaların sonucu verilen cezalar ve mahkemelerin safahatı şöyledir: 67 kişi: İdam cezası, 524 kişi: Hapis cezası, 68 kişi: Kürek, para, kalebent, pranga ve sürgün cezası, 227 kişi: Berat ve yargılama reddi, 109 kişi: Mahkeme devam etmekte ve inceleme aşamasında, 4 kişi: Velisine teslim, 674 kişi: Hakkında henüz bir işlem yapılmayanlar. Yukarıdaki rakamları değerlendirdiğimizde yargılaması devam eden veya henüz hakkında bir işlem tesis edilmeyenler arasında da çeşitli cezalara çarptırılanların sayısının daha da artması muhtemeldir. Dâhiliye Nezareti’nden Konya vilayetine gönderilen talimatta, idam cezasına çarptırılanlardan Sirozlu Ahmed ve arkadaşı Halil’in Ermenileri katl ve eşyalarını gasp suçlarından 4. Ordu Divan-ı Harbinde yargılanmak üzere Konya’ya sevk edildiği belirtilmiş, firara meydan verilmemesi ve Cemal Paşa’dan talep olana kadar Konya’da hapsedilmeleri emredilmiş,16 daha sonra Suriye Divan-ı Harbinde idama mahkum edilen bu kişiler17 Şam’da asılmışlardır.18 Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında alınan tedbirlere ve yargılamalara baktığımızda Osmanlı merkezî yönetiminin Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin sağlanması konusunda gerekli bütün tedbirleri aldığını, taşrada kanun dışı davranan ve suistimali görülen devlet görevlileri ile çetecilik yapan vatandaşları cezalandırdığını görmekteyiz. Yok etme veya katliam yapma amacında olan bir yönetimin can güvenliği, suç işleyen veya ihmali görülen kamu görevlilerinin görevlerinden alınmaları ve cezalandırılmaları konularında bu kadar hassas davranması mümkün müdür? 16 BOA. DH. ŞFR. Nr. 55 A/177 17 BOA. HR. SYS. Nr. 2882/29-25 18 Ali Fuad Erden, Suriye Hatıraları, Yayına Haz: Alpay Kabacalı, İstanbul, 2003, s. 269 39 PROF. DR. SEYIT SERTÇELIK: ERMENILERIN “MILLET-I SADIKA” VASFI 1828-1829 OSMANLI-RUSYA SAVAŞI’NDA SONA ERMIŞTIR SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ AK PARTI ANKARA MILLETVEKILI PROF. DR. SEYIT SERTÇELIK, 1828-29 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA DOĞUBAYAZIT IŞGAL EDILDIĞINDE BÖLGEDE YAŞAYAN ERMENILERIN BININ ÜZERINDE SIVIL MÜSLÜMANI KATLETTIĞINI BELIRTEREK, “BU TARIH ITIBARIYLA ERMENILERI ‘MILLET-I SADIKA’ OLARAK ADLANDIRMAK DOĞRU DEĞILDIR” DIYOR. 40 1915 Olayları’nı konuşurken elbette 24 Nisan 1915 tarihine değinmek gerekiyor, ama meseleyi kavrayabilmek için çok daha gerilere gitmekte fayda var. Sekiz yıl Rus arşivlerinde yaptığınız araştırmalara da dayanarak konunun tarihî arka planına ilişkin bilgi verebilir misiniz? Ermeni sorununun ortaya çıkış süreci 1678 yılına kadar uzanıyor. Bu tarihte İran’da yaşayan Ermeniler, Vatikan’a bir elçilik heyeti gönderiyorlar; İran’da İslam boyunduruğu altında bulunduklarını belirterek burada bir Hıristiyan Ermeni devleti kurmak istediklerini ve bu konuda yardım talep ettiklerini bildiriyorlar. Ancak o dönemde Batılılar Ermenilerin bu isteğine sıcak bakmıyor. Bunun üzerine heyet bu kez Rusya’ya giderek Rus Çarı I. Petro’ya cazip tekliflerde bulunuyor. Şayet Rusya, İran üzerine bir sefer yaparsa Ermenilerin bütün imkanlarıyla Rus ordusuna destek vereceğini söylüyorlar. 1722 yılına gelindiğinde I. Petro, Kafkasya üzerine bir sefere çıkıyor. Hazar kıyılarını ele geçiren Rus Çarı, ordusunun karşı karşıya kaldığı gıda yetersizliğinden dolayı ani bir kararla ülkesine geri dönüyor. Bu gelişme, Rus ordusuyla birlikte İran’a karşı savaşmak üzere ellerinde silahlarla bekleyen on binlerce Ermeni’ye hayal kırıklığı yaşatıyor. 1826-1828 İran-Rusya Savaşı, Ermeniler için yeni bir fırsat oluyor ve Rus ordusunun kazanması için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Neticede savaşın galibi Rusya olurken, 40 bin Ermeni de ilk kez güney İran’dan günümüzdeki Dağlık Karabağ’a göç ediyor. Burada bir parantez açmak istiyorum; Ermenice kaynaklara baktığımız zaman 1800’lü yıllarda bugünkü Ermenistan topraklarında yüzde 85-90 oranında Müslüman Türk nüfus yaşadığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde bu bölgeye, Çarlık Rusyası’nın Hıristiyan bir tampon bölge yaratma çabalarının sonucu olarak, İran’dan ve Osmanlı topraklarından Ermeniler göç ettiriliyor. Böylece bölgede bir Ermenistan devleti kurulmasının altyapısı hazırlanırken, Osmanlı Devleti ile Orta Asya’daki Türkler arasındaki doğal iletişim yollarının kesilmesi amaçlanıyor. İran’la yaptığı savaşta Ermenilerden büyük destek gören Çarlık Rusyası, benzer bir yardımı Osmanlı Devleti’ne karşı da alabileceğini düşünüyor ve 1828-29 OsmanlıRus Savaşı patlak veriyor. Bu savaş sırasında Doğubayazıt işgal edildiğinde, bölgede yaşayan Ermeniler, binin üzerinde sivil Müslümanı katletmişlerdir. Bir başka ifadeyle, Osmanlı Devleti’nde Ermeniler tarafından “ilk kitlesel Müslüman kanı” akıtılmıştır. Böylece, bu tarihe kadar “millet-i sadıka” olarak tanınan Ermenilerin bu vasıfları sona ermiştir. Osmanlı Devleti bu olayı savaş esnasında ortaya çıkan bir yol kazası olarak değerlendirmiş, Ermeni vatandaşlarını affetme yoluna gitmiştir. Ancak kendilerinden öç alınacağını düşünen 90 bin Ermeni, yaşamış oldukları Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’dan günümüzdeki Ermenistan merkezli topraklara göç etmişlerdir. Osmanlı Devleti onları vazgeçirmeye çalışsa da bu konuda başarılı olunamamıştır. Ermeniler tarafından ilk kitlesel kanın dökülmesi, Müslümanlar ve bölgede yaşayan Ermeniler arasında hem şüphe hem de güvensizliği ortaya çıkarmasından dolayı son derece önemlidir. Az önce ifade ettiğim gibi, bu tarih itibarıyla Ermenileri “millet-i sadıka” olarak adlandırmak doğru değildir. Ermenilerin Rusya’ya desteği 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da görülüyor… Evet. “93 Harbi” olarak adlandırdığımız 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da Ermenilerin Rus ordusunun kazanması için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını görüyoruz. Bu tarihlerde yine Anadolu’dan çok sayıda Ermeni Rusya’nın elinde bulunan topraklara göç etmiştir. Savaşın akabinde imzalanan Berlin Antlaşması ise Ermeni meselesinin 1878 yılında uluslararası bir sorun olarak ortaya çıkması bakımından önem taşımaktadır. Bu tarihten sonraki süreçte Ermenilerin Doğu Anadolu’da önce özerk, daha sonra bağımsız bir Ermenistan kurma amacıyla harekete geçtiklerini görüyoruz. İsyanlar, suikastlar, katliamlar derken Birinci Dünya Savaşı’na geliniyor… Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Ermeni ileri gelenlerince kaçırılmaması gereken tarihî bir fırsat olarak görülmüştür. Bilindiği gibi o tarihte Osmanlı Devleti birçok cephede savaşmaktadır. Ermeniler ise bir taraftan Kafkasya cephesinde Osmanlı ordusuna karşı savaşmış, diğer taraftan ülkede çıkardıkları isyanlarla cephe gerisini tehlikeye düşürmüşlerdir. Kafkasya cephesinde Rusların silahlandırdığı çoğu Osmanlı uyruklu yaklaşık 10 bin Ermeni, gönüllü birlikler bünyesinde Osmanlı ordusuna karşı mücadele etmiştir. Prof. Dr. Seyit Sertçelik’in Rus ve Ermeni Kaynakları Işığında Ermeni Sorunu Ortaya Çıkış Süreci 1678-1914 isimli yeni kitabı Srt Yayınları’ndan çıktı. Kitap, gün yüzüne çıkmamış Rus arşiv belgeleri ve Ermeni kaynaklarıyla konunun bilinmeyen yönlerini ortaya koyuyor. Sertçelik’in 1915-1923 dönemine ışık tutacak 500 sayfalık konuyla ilgili ikinci kitabı ise basım aşamasında bulunuyor. 41 “ERMENI KAYIPLARININ TAMAMI YAKLAŞIK 150 BINDIR, ANCAK RUS ISTIHBARATÇILARININ IFADE ETTIĞI GIBI, BU SAYIYA BIR SIFIR ILAVE EDILMEK SURETIYLE 1,5 MILYON ERMENI’NIN ÖLDÜRÜLDÜĞÜ ILERI SÜRÜLMEKTEDIR.” Bu birliklerin dışında Rus ordusunda savaşan Ermenilerin sayısı bazı yabancı kaynaklarca 150 bin, bazılarınca 300 bin olarak verilmektedir. Çarlık orduları ile işbirliği yapan Ermeniler, Van’ın Rus ordusunun eline geçmesini sağlamakla kalmamış, on binlerce Müslümanı da katletmişlerdir. Osmanlı Hükümeti, Ermeni patriğini, mebuslarını ve ileri gelenlerini uyarmış, ancak herhangi bir sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine 24 Nisan 1915 tarihinde Ermeni komitaları kapatılmış, 235 kişi Osmanlı Devleti aleyhine yıkıcı faaliyette bulunmak suçundan tutuklanarak Çankırı ve Ayaş cezaevlerine gönderilmiştir. Ermenilerin “soykırım günü” diye adlandırdıkları 24 Nisan 1915 tarihi, komitaların kapatıldığı ve tutuklamaların yapıldığı tarihtir. Sevk ve İskân Kanunu 27 Mayıs 1915’te çıkarılıyor. Kanunun uygulandığı dönemdeki Ermeni nüfusla ve hayatını kaybedenlerle ilgili farklı rakamlar öne sürülüyor. Arşivlerde yer alan rakamlarla ilgili bilgi verebilir misiniz? 42 O dönemde Anadolu’da yaşayan Hıristiyan nüfusla ilgili en sağlıklı bilgi Rus kaynaklarında mevcuttur. Çünkü 1850’li yıllardan itibaren İstanbul ve Anadolu’yu ele geçirme planları yapan Rusya, Anadolu’da görevli istihbaratçıları ve bürokratları sayesinde son derece sağlıklı rakamlara ulaşmaktaydı. Rus ordusu Anadolu’ya geldiğinde bir sürprizle karşılaşmak istemediğinden rakamların abartılmaması gerekiyordu. Rus belgelerine göre 1914 yılında Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısı 1 milyon 300 bindir. Bu gerçeğe rağmen 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü ileri sürülmektedir. Savaştan önce Anadolu’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ermeni’ye ne olduğu sorusunun yanıtını yine belgelere dayanarak vermek mümkündür. Rusya Kafkas Cephesi Mültecileri Yerleştirme Komisyonu verilerine göre Türkiye’den Rus topraklarına geçen Ermenilerin sayısı 337 bindir. Rusya’da yayımlanan Ermeni Belleteni dergisinin 26 Şubat 1917 tarihli sayısında Rus topraklarına geçen Ermenilerin sayısının 360 bin olduğu belirtilmektedir. Rusya’ya savaştan önce gidenler ile İran’a geçenler de dikkate alındığında bu sayı 500 bin kişiye ulaşmaktadır. Tehcire uğratılanların sayısı ise 450 bin ile 500 bin arasında değişmektedir. Sonraki yıllarda bu Ermenilerin büyük çoğunluğu yabancı ülkelere göç etmişlerdir. Savaş döneminde Anadolu’da 300 bin Ermeni yaşamaya devam etmiştir. Ermeni kayıplarının büyük bir bölümünü cephede Osmanlı ordusuna karşı kurşun atarken kurşun yiyen Ermeni askerleri oluşturmuştur. Bu durumda bir soykırımdan söz etmek mümkün müdür? Açlık, bulaşıcı hastalıklar ve soğuk iklim şartları nedeniyle ölenlerin sayısı da on binlercedir. Sadece Kafkasya’daki Rus topraklarında olumsuz koşullardan dolayı 40 bin Ermeni hayatını kaybetmiştir. Bazı aşiretlerin saldırıları sonucunda öldürülenlerin sayısı ise 10 binler ile ifade edilebilir. Ermeni kayıplarının tamamı yaklaşık 150 bindir, ancak Rus istihbaratçılarının ifade ettiği gibi, bu sayıya bir sıfır ilave edilmek suretiyle 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü ileri sürülmektedir. Asılsız Ermeni iddialarını sürekli gündemde tutanlar, Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinin gelişmesine engel olmak suretiyle aslında Ermeni halkına zarar vermektedirler. Tarihî sorunları kaşımakla ülkeler arasında dostluk ve barış inşa edilemez. FARUK LOĞOĞLU: 2015 YILININ IKI ÜLKE ARASINDA DIYALOG VE UZLAŞI SAĞLANMASI YOLUNDA BIR FIRSAT PENCERESI AÇABILECEĞINI DÜŞÜNÜYORUZ SÖYLEŞI: ZEYNEP YIĞIT CHP ADANA MILLETVEKILI FARUK LOĞOĞLU, “AMERIKAN KONGRESI’NDEN SOYKIRIM IDDIALARINI KABUL EDEN BIR KARAR ÇIKARSA VEYA ABD BAŞKANI BARACK OBAMA 24 NISAN’DA ‘BÜYÜK FELAKET’ YERINE SOYKIRIM IFADESINI KULLANIRSA ERMENI DIASPORASININ BUGÜNE KADAR SIYASI PLANDA KALAN MÜCADELESI HUKUKI BOYUTA DA TAŞINIR” DIYOR. 43 “TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI ÖNCÜ BIR ROL OYNAYARAK 2005’TEKINE BENZER BIR DEKLARASYON YAYIMLAYABILIR. AYRICA TÜRK VE ERMENI PARLAMENTERLERIN BIR ARAYA GELECEĞI BIR TOPLANTI GERÇEKLEŞTIRILEBILIR.” Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1915 Olayları’nı nasıl değerlendiriyor? 2015 yılının iki ülke ilişkileri açısından bir fırsat yaratabilmesi için neler yapılabilir? Öncelikle şu gerçeğe vurgu yapmak lazım; Türkler ve Ermeniler arasındaki ilişkiler sadece 1915 Olayları ile değerlendirilemez. İki ulus arasındaki ilişkiler çok daha gerilere gidiyor; dayanışmalarla, ortaklıklarla, hatta evliliklerle dolu güzel bir birliktelik söz konusu. 1915 Olayları, Türkler ve Ermenilerin uzun, ortak ve genellikle olumlu tarihlerinin sadece bir bölümü. Bu gerçeği göz ardı etmemek gerekiyor. 1915 Olayları ile ilgili olarak tarafların söylemleri de, öyküleri de birbirine tamamen ters bir değerlendirme ortaya koyuyor. Ermeniler “Soykırım oldu” derken biz “Hayır, olmadı” diyoruz. İki taraf da kendi görüşünü güçlendirmek amacıyla belgelere, araştırmacılara, tarihçilere atıf yapıyor. Dolayısıyla 1915 Olayları konusundaki önemli bir nokta, ortak belgelere ve araştırmalara dayalı bir söylemin bulunmaması. Bir başka önemli gerçek ise bu iddialar konusunda hukuki boyutta alınmış kararların hepsinin Türklerin lehine olması, yani böyle bir suçu işlemedikleri yönünde sonuçlar ortaya çıkması; bunu İngilizlerin yürüttüğü soruşturmalarda da görüyoruz. Bundan daha da önemlisi bu konuda yetkili bir uluslararası mahkeme tarafından alınmış bir karar olmamasıdır. Dolayısıyla bilimsel seviyede ortak bir görüş bulunmadığı gibi hukuki planda alınmış bir karar da yoktur. Cumhuriyet Halk Partisi olarak konunun Türk ve Ermeni uluslarını ortak bir öyküye götürebilecek bir yaklaşımla ele alınmasını istiyoruz. Tabii bugüne kadar bunun değişik ifade biçimleri oldu; konuyu tarihçilere bırakalım gibi. İster tarihçi, ister diplomat, asker veya siyasetçi olsun, esas itibarıyla yapılması gereken, taraflar arasında bir diyalog sürecinin olmasıdır. Bu defalarca denendi aslında; 2009’da Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokollerde olduğu gibi. Bugüne kadarki girişimleri çöpe atmamak lazım, bunların hepsi ortak bir noktada buluşabilmek için önemli birer basamaktır. Cumhuriyet Halk Partisi olarak 2015 yılının taraflar arasında bir diyaloğa, uzlaşıya giden yolda bir fırsat penceresi açabileceğini düşünüyoruz. Tabii bunun gerçekleşmesi için iki tarafın da iradesi lazım. Hatırlanacağı gibi 13 Nisan 2005 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bir deklarasyon yayımlamış ve “Türkiye ile Ermenistan’ın kendi tarihçilerinden oluşacak ortak bir komisyon kurmalarını, ulusal arşivlerini kısıtlamaya tabi tutmadan araştırmaya açmalarını, ilgili diğer ülkelerdeki arşivlerde de sürdürülecek bu araştırmaların sonuçlarının dünya kamuoyuna açıklanmasını” önermişti. Türkiye Büyük Millet Meclisi bugün de öncü bir rol oynayarak 2005’tekine benzer bir deklarasyon yayımlayabilir. Ayrıca Türk ve Ermeni parlamenterlerin bir araya geleceği bir toplantı gerçekleştirilebilir. Hatta bu toplantıya Amerika Birleşik Devletleri, Fransa gibi ülkelerdeki Ermeni kökenli parlamenterler de davet edilebilir. Ermeni iddialarını savunan görüşleri duymaktan gocunmamak lazım; duymak, kabullenmek değil. Nasıl ki Doğu Perinçek davasında ifade özgürlüğüne vurgu yapıyoruz, bu konuda da açık olmamız lazım. Çünkü Türkiye olarak soykırım iddiaları karşısında güçlüyüz, kendimize güveniyoruz, tarihî gerçekler ve belgeler de bizim görüşümüzü destekliyor. 44 Hal böyle olmakla birlikte özellikle Ermeni diasporası soykırım iddialarını sürekli gündemde tutuyor. 1915 Olayları’nın 100. yılı olması dolayısıyla 2015’e de ayrı bir önem atfedilmeye çalışılıyor. Bu noktada ülkemizin 2015 yılına yönelik hazırlıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğrusu, Türkiye’nin 2015 yılı için hazırlıklarının yetersiz olduğunu düşünüyorum, hatta bunların ne olduğu dahi bilinmiyor. Öte yandan, soykırım iddialarıyla ilgili olarak Türkiye bugüne kadar hep bir savunma refleksi göstermiştir; soykırım olmamıştır, bu iddiaları kabul etmiyoruz gibi. Tamam, kabul etmeyelim, ama karşı tarafa veya üçüncü çevrelere bir şey anlatmak da bu yöntemle mümkün değil. Biz savunmada kalırken Ermeni diasporası özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Fransa gibi ülkelerde var gücüyle ve değişik yöntemlerle bu konuyu gündemde tutuyor. Yayınlar, filmler hazırlıyorlar, çeşitli ülke parlamentolarından soykırım iddialarını destekleyecek kararlar çıkarmak için yoğun bir faaliyet yürütüyorlar. 2015 yılında taşlar Ermeniler lehine “ERMENI DIASPORASI ÇEŞITLI FAALIYETLER YÜRÜTEREK ÜLKE PARLAMENTOLARINI, DÜŞÜNCE KURULUŞLARINI, MEDYAYI ETKILEMEYE UĞRAŞIYOR VE SOYKIRIM IDDIASINI KABUL EDEN BIR HAVUZ OLUŞTURMAYA ÇALIŞIYOR.” dizilmiş görünüyor. Bu gelişmenin önemli bir nedeni de Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, kadın-erkek eşitliği gibi konularda ciddi sıkıntıların yaşandığı bir ülke olmasıdır. Bu durum, Ermeni iddiaları gibi konuların piyasaya daha kolay sürülmesini sağlıyor. Bilindiği gibi 20-25 ülkenin parlamentosundan ve pek çok yerel yönetimden Ermeni iddialarını destekleyen kararlar çıktı. Tabii alınan bu kararlar ve dikilen soykırım anıtları haklı olarak tepkimizi çekiyor, ama buna rağmen Ermeni diasporası siyasi mücadelesini giderek yaygınlaştırıyor. Bu noktada şuna dikkat çekmek gerekiyor; Ermeni diasporasının siyasi mücadelesinde esas kilit unsur eksik, çünkü Amerikan Kongresi’nden soykırım iddialarını destekleyen bir karar çıkmadı, ABD Başkanı da bu yönde bir açıklamada bulunmadı. 2015 yılı Ermenilerin bu konuya var güçleriyle eğilecekleri bir yıl olacak. Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukuk gibi alanlarda yaşadığı sorunlar; TürkAmerikan ilişkilerindeki sıkıntılar; Ermeni, Kıbrıs Rum ve Yunan lobilerinin Türkiye’ye karşı mücadeleleri, Yahudi lobisinin de artık yanımızda olmaması gibi konuları alt alta dizdiğimizde bu yıl Amerikan Kongresi’nden bir karar çıkma ihtimali güçlü görünüyor. Kesin olarak çıkar demiyorum, ama böyle bir olasılığı da göz ardı etmemek gerekiyor. Bugüne kadar Kongre’den bir soykırım kararı çıkmaması ise ulusal çıkarlara ters düşeceği endişesinden kaynaklanıyor. ABD Kongresi’nden bir soykırım kararı çıkması ne anlama geliyor? Ermeni diasporası çeşitli faaliyetler yürüterek ülke parlamentolarını, düşünce kuruluşlarını, medyayı etkilemeye uğraşıyor ve soykırım iddiasını kabul eden bir havuz oluş- turmaya çalışıyor. Bir başka ifadeyle mücadelesini siyasi planda sürdürüyor. Amerikan Kongresi’nden soykırım iddialarını kabul eden bir karar çıkarsa veya ABD Başkanı Barack Obama 24 Nisan’da “Büyük Felaket” yerine soykırım ifadesini kullanırsa Ermeni diasporasının bugüne kadar siyasi planda kalan mücadelesi hukuki boyuta da taşınmış olacak. Şöyle ki, Ermeniler Amerikan mahkemelerinde Türkiye aleyhine davalar açıyorlar ve tazminat gibi çeşitli taleplerde bulunuyorlar. Amerikan yargıçları konunun siyasi boyutunu dikkate alıyor ve ülke çıkarlarını gözeterek Amerikan Kongresi’nin veya ABD Başkanı’nın Ermeni iddialarıyla ilgili kararlarına, açıklamalarına bakıyor. Şimdiye kadar Kongre veya Başkanlık’tan soykırım iddiaları ile ilgili siyasi bir yönlendirme olmadığı için mahkemeler genellikle bu davaları reddetti. Eğer Kongre’den soykırım iddialarını kabul eden bir karar çıkarsa veya ABD Başkanı Barack Obama ilk seçim kampanyası döneminde açık bir şekilde kullandığı soykırım ifadesini 24 Nisan’da tekrar ederse Ermenilerin Türkiye aleyhine açtığı davalar kabul edilmeye başlayacak. Davaların sonucu Ermeniler lehine mi olur, bu tabii belli değil, ama eğer öyle olursa Türkiye tazminat kararlarıyla ve bunların getireceği sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. Bu konuda Türkiye’de maalesef yeterince duyarlılık olduğunu sanmıyorum. Daha önce ifade ettiğim gibi 2015 yılı için yapılan hazırlıkları da yeterli bulmuyorum. Muhtemelen birkaç kitap basımı, belgesel çalışması, konferans gibi faaliyetler gerçekleştirilecektir, ama bu arada Ermeniler, özellikle de Ermeni diasporası epey mesafe katetmiş olacaktır. 45 ERMENİ TEHCİRİ SOYKIRIM MI? PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU KAYSERI MILLETVEKILI MHP GRUP BAŞKANVEKILI S SOYKIRIM SUÇLAMASI YAPILIRKEN, TARIHE MÂL OLMUŞ OLAYLAR, TARIH METODOLOJISININ OLAĞAN KURALLARI GÖZ ARDI EDILMEDEN ARAŞTIRILMALI VE BU ARAŞTIRMALAR IŞIĞINDA BIR SONUÇ ORTAYA KONULMALIDIR. oykırım, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde aşağıdaki şekilde tanımlanmıştır: 1- Ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun, toptan veya bir bölümünü yok etme niyetiyle, bir grubun üyelerini öldürmek, 2- Bir grubun üyelerine bedensel-ruhsal ağır zarar vermek, 3- Bir grubun hayatının fiziki çöküşünü sağlayacak ortamı hazırlamak, 4- Bir grubun çocuk sahibi olmasını engellemek, 5- Bir grubun çocuklarının zorla bir başka gruba verilmesini sağlamak. Osmanlı Devleti’nin Ermenileri bulundukları yerden ihraç (sevk ve iskân) kararının ve bu kararın uygulamasının, yukarıda tanımı yapılan “soykırım”a uyup uymadığını değerlendirmek gerekmektedir. Bunun için her şeyden önce Osmanlı Devleti tarafından yayımlanan talimatnamelerdeki maddeleri iyi tahlil etmek birinci derecede önemlidir. Zira o tarihlerde söz konusu bile olmayan “soykırım” tabirini bilmemelerine ve böyle bir suçlamayla karşılaşmamalarına rağmen, en azından talimatnamelerdeki maddeler, dikkatli gözlerden kaçmayacak bir biçimde, nakledilenlerin usulü çerçevesinde sevk ve iskânını sağlayacak nitelikte olduğunu göstermektedir. Nitekim Osmanlı Devleti, Batılı ülkelerin Ermenilerin topluca katledilecekleri iddialarına karşı daha o tarihte, yani 27 Mayıs 1915’te yayımladığı bir bildiriyle, Ermenilerin nakli kararının asayiş sebebiyle alındığını ve Ermenilerin tümünün sevk edilmemesinin devletin imha niyetinde olmadığını gösterdiğini ilân etmiştir.1 1915’teki iskân uygulamaları ve bu uygulamalar sırasında meydana gelen olaylar, yukarıdaki “Soykırım Sözleşmesi” maddelerine göre bir soykırım olarak adlandırılabilir mi? Bu sorunun cevabını vermek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı toplu imha hareketiyle, Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı “sevk ve iskânı” ve bu uygulama sırasında meydana gelen ölümleri ve kafilelerin karşı karşıya kaldığı çeşitli durumları karşılaştırmak ve buna göre bir değerlendirme yapmak daha isabetli olacaktır. Öte yandan Almanya’nın Yahudileri toplama kamplarına nakletmedeki hedefi ile Osmanlı Devleti’nin Ermenileri Suriye’ye sevk ve iskân etmesindeki hedefi bu bakımdan büyük önem taşımaktadır. Osmanlı Devleti Ermenilere nasıl bir uygulama yapmıştır?: 1- Her şeyden önce Osmanlı Ermenilerinin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin göz önünde tutulması gerekmektedir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Ermeniler başta İngiltere, Rusya ve Fransa’nın desteğinde 1 BOA, DH. ŞFR., No. 53/4. 46 teşkilâtlanmışlar ve kurdukları örgütlerle Birinci Dünya Savaşı’na kadar isyan, bombalama, adam öldürme, suikast girişimlerinde bulunmuşlardır. Savaşın başlamasıyla birlikte ise İtilaf Devletleri’yle işbirliğine gitmişlerdir. Bunun en somut örneği, Ermeni Millî Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri Bakanı M. Gout’ya gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli mektupta yer almaktadır. Burada Boghos Nubar, İtilaf Devletleri’nin hedeflerine sarsılmaz bir şekilde inanmış kişiler olarak, Ermenilerin İtilaf Devletleri’nin tarafında resmen savaştığını bildirdikten başka, Fransız ordusunun yarısına yakınını Ermenilerin oluşturduğunu, İngilizlerin ve Rusların da ordularında Ermeni gönüllülerin başarıda büyük payı olduğunu bildiriyor. 2- Savaşın başlangıcında ve bütün savaş boyunca, Osmanlı Ermenileri ileri gelenlerinin düşmanla işbirliği yaptıkları, onlara yardım için içeride isyanlar çıkardıkları, telgraf tellerini kestikleri, tren yollarına sabotajlar düzenledikleri, o devletlerin arşivlerinde yer alıyor. 3- Osmanlı Devleti, bütün bu gelişmelere karşılık Nazilerin uygulamalarının aksine, topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü sürgün etmemiş, savaşın olağanüstü şartlarından ve güvenlik gerekçesiyle, isyan eden, “düşman ülkelerle” anlaşan ve tehdit unsuru olan belli bir coğrafyadakileri “geçici” olarak nakletmiştir. Nakilde, Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı harekette bulunmayan ve bu tür gruplarla işbirliği yapmayan Katolik ve Protestanlar ile yaşlı, kadın ve çocuklardan büyük bir grup (300 ila 500 bin arasında) yerlerinde bırakılmıştır. Özellikle İstanbul, Edirne, Aydın, İzmir, Antalya ve Kastamonu gibi şehirlerdeki, komite üyesi olanlar hariç Ermeniler sevk edilmemiştir.2 4- Anadolu’daki tüm Ermeni nüfus Suriye’ye sevk edilmemiş, daha az zararlı telakki edilenler kendi kasaba ve köylerine yakın beldelere yerleştirilmiştir. 5- Nakledilenler yine Osmanlı sınırları içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş, göçe tabi tutulanlara, Nazilerin evlere baskın yaparak sorgusuz-sualsiz toplama kamplarına sevk etmeleri yerine, göç hazırlığı yapmaları için bir hafta ila 15 gün arasında süre verilmiştir. 6- Göçen Ermenilerin tüm ihtiyaçlarının (yiyecek, sağlık, bilet temini, seyahat sırasında duyacakları diğer ihtiyaçları vs.) “Muhacirin tahsisatı”ndan karşılanması kararlaştırılmış, savaş dolayısıyla yer yer aksamalar görülmesine rağmen, istekte bulunan vilâyetlere bütçeden ek ödenek çıkarılmış3, bir şehir ve kasabada yaşayan Ermenilerin tümü sürgüne gönderilmemiş, hastalar, yetimler, Katolik ve Protestan mezhebi mensuplarıyla zanaat sahipleri ve orduda görev yapanlar zorunlu göç kapsamı dışında tutulmuştur. 7- Ermenilerin sevki sırasında (1915), Osmanlı ordusunda silah altında bulunan çok sayıda Ermeni asker sevk edilmeyerek geri hizmete alınmış, 24 Temmuz 1917 tarihi itibarıyla bunlardan 522’si, hâlâ ordu komutanlarının tercümanlığında ve pek çoğu da kritik addedilecek bölüklerde görevde tutulmuştur.4 8- Göçe tabi tutulanlara, Nazilerin toplama kamplarının aksine, gittikleri yerlerde devlet tarafından evler yapılması, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate elverişli yerlere yerleştirilmeleri, sanat erbabına alet-edevat ve sermaye verilmesi gibi ihtiyaçları, imkânların elverdiği ölçüde karşılanmaya çalışılmış, göçmenlerin geldikleri vilâyetlerin belirlenerek nüfus kayıtlarının çıkarılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. 9- Nazi kamplarının aksine, hasta göçmenler için yollarda ve kamplarda hastahaneler kurulmuş, göçmenlerin sağlık sorunları ile ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin yanı sıra çeşitli ülkelerin sağlık ekiplerine de yollarda ve kamplarda görev yapmaları için izin verilmiştir. Hatta çoğu kamplarda Ermeniler de görev yapmıştır. 10- Kimsesiz çocuklar ve yetimler, yolun meşakkatinden etkilenmemeleri için yetimhanelere ve bazı zengin ailelerin yanına yerleştirilmişler, bu yetimhanelerin yönetimi 1917’den itibaren misyonerlere bırakılmış, 1918’de geri dönüş izninin verilmesinden sonra yine misyonerlerin gözetiminde ailelerine ve yakın akrabalarına teslim edilmişlerdir.5 11- Aşiretlerin ve sivil halkın saldırısına karşı kafilelerin korunması için jandarmalar görevlendirilmiş, suistimalde bulunan görevlilere işten el çektirilerek divan-ı harbe sevk edilmiş ve cezalandırılmışlardır. Bu şekilde olmak üzere 1915 yılında mahkemeye sevk edilenlerin sayısı 1673’tür. 1916 yılında mahkeme sonuçlarına göre, bunlardan 47 kişi idama, 48 kişi kürek ve kalebent, 524 kişi hapis cezalarına çarptırılmıştır. Yani suçlular devlet tarafından cezalandırılmıştır. 12- Zorunlu göçten kurtulmak için Müslümanlığı kabul ettiğini 2 Bunlardan Kütahya’dan Ermenilerin nakledilmemesi, devlet emirlerine rağmen valinin kendi iradesiyle tehciri uygulamamasına bağlanmaktadır. Halbuki Osmanlı belgelerinde, Kütahya’dan Ermenilerin sevk edileceklerine dair merkezden gönderilen bir emre rastlanmamaktadır (Bkz. Osmanlı Belgelerinde Ermeniler 1915-192), Devlet Arşivleri yay., Ankara 1995). 3 Bkz. BOA, İrade Meclis-i Mahsus, Sıra no. 2271, Genel no. 184, Hususi 19, 27 N 1333; İrade Meclis-i Mahsus, Sıra no. 2301, Genel no. 215, Hususi 21, 28 L 1333; İrade Meclis-i Mahsus, Sıra no. 419, Genel no. 2864, Hususi 12, 12 R 1333. 4 Bkz. Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, 1914-1918, II, s. 65-72, Belge 368-372. 5 Bkz. Bâb-ı Âli, DH, Aşâir ve Muhâcirin Müdiriyesi İskân Şubesi, Husûsi: 35502’den naklen Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, 1915-1920, Devlet Arşivleri yay., Ankara 1995, s. 224-225, Belge 564. 47 söyleyenler de göç ettirilmiş, bu şekilde din değiştirenlere savaş sonrasında çıkarılan bir yasa ile, istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri bildirilmiştir. 13- Savaş, kuraklık, çekirge istilâsı, seferberlikten dolayı iş yapabilecek hemen bütün erkeklerin silah altına alınması gibi nedenlerle tarladaki zirai ürünün kaldırılamaması ve neticede meydana gelen yiyecek sıkıntısı ve bunun sonucu bulaşıcı hastalıkların yayılması pek çok göçmenin ölümüne yol açmış, bunun üzerine başta Amerika olmak üzere çeşitli devletlere mensup yardım kuruluşları ve Kızılhaç’ın yardımlarına izin verilmiştir. 14- Savaşın sona ermesiyle birlikte, devlet tarafından çıkarılan “geri dönüş kanunu” ile göçmenlerin evlerine dönmeleri sağlanmış, Ermeni Patrikhanesi’nin tespitlerine göre Sevr öncesinde, tehcir kapsamı dışında kalanlarla evlerine geri dönenlerin miktarı 644.900 olarak tespit edilmiştir. Dönüş sırasında göçmenlerin tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmış, evlerine muhacir yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilerek kendilerine iade edilmiş, dönenlerin eşyaları teslim edilmiş, dönüşten sonra yirmi gün müddetle iâşeleri temin edilerek, vergi borçları ertelenmiş veya affedilmiştir.6 ABD’nin Halep Konsolosu Jackson’ın, zorunlu göçün henüz sona erdiği 3 Şubat 1916 tarihinde Büyükelçi Morgenthau’ya gönderdiği raporunda, Suriye’ye 500 bin Ermeni göçmenin ulaşmış olduğu ve bunların yerleştirildikleri yerlere dair verilen bilgi, aslında Suriye’ye ulaştığı belirlenen bu sayı ile Kafkasya’ya kendiliğinden göçtüğü kaydedilen nüfus göz önüne alındığında, duyumlara dayanarak bir milyon Ermeni’nin göç sırasında öldüğü veya öldürüldüğü yönündeki bütün iddiaları yalanlamaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin, muhtaç göçmenlere yardım için oluşturulan yabancı yardım kuruluşlarına Ermenilerin iskân edildikleri kampların kapılarını açması, dolayısıyla sadece Suriye’de 486 bin kişiye yardım edilmesine izin vermesi, Ermenileri imha niyetinde olmadığını gösteriyor. Buna bağlı olarak, göç bölgelerindeki Ermenilerin tümü yerine belli bir kesiminin zorunlu göç kapsamına alınması, diğerlerinin evlerinde bırakılması, “etnik temizlik” veya “soykırım” iddialarını tümüyle ortadan kaldırıyor. Nitekim özellikle ülkenin İstanbul, İzmir, Aydın, Bursa, Kütahya, Edirne gibi şehirlerinde, terör mensupları dışında kalanların zorunlu göç kapsamı dışında kalması, sürgünün Ermenilerin Ermeni oldukları için yapıldığı iddiasını da çürütüyor. Ayrıca göç uygulamalarında, “Soykırım Sözleşmesi”nde ifade edildiği biçimde, “topluca imha edilmeye yönelik” bir art niyet olup olmadığını, göç edeceklere hazırlanmaları için süre verilmesi gösteriyor. Hele hele göçe tabi tutulanların, gittikleri yerlerde, geldikleri şehirler de kaydedilmek suretiyle, nüfus defterlerinin düzenlenmesi talimatının verilmesi, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate uygun bölgelere yerleştirilmeleri ve toprak tahsisi, sanat erbabına alet-edevat ve sermaye verilmesi sürgünün imha düşüncesiyle yapılmadığını ortaya koyuyor. Özellikle, talimatnamelere aykırı davranan, kafilelerin güvenliğine dikkat etmeyen ve suistimalde bulunan görevlilerin, bizzat Talât Paşa’nın imzasını taşıyan telgraflarla derhal işine son verilmesi ve divan-ı harbe sevk edilmeleri, münferit hadiselerin de üzerine gidildiğini, suçlu bulunanların cezalandırıldığını gösteriyor. Savaşın sona ermesi ve güvenlik sorunlarının ortadan kalkmasının ardından göçmenlerin geri dönmelerine izin verilmesi, yetimhanelerde veya zengin aileler yanında bulunan Ermeni çocukların da misyoner kuruluşlar gözetiminde ailelerine teslim edilmesi, sevk ve iskânın güvenlik gerekçesiyle yapıldığını ortaya koyuyor. Ermeni iddiaları dayanaktan yoksun Yukarıda işaret edilenler uygulamaların, çeşitli nedenlerle meydana gelen ölümlere rağmen, “Soykırım Sözleşmesi”nde tanımını bulan şartları taşımadığını, Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladıklarıyla da hiçbir benzerlik göstermediğini ortaya koyuyor. Bu durumda, 1915’te cereyan eden olayların neden soykırım olarak tanımlandığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Yine, 1944 tarihinde kullanılmaya başlayan bir kelimenin, neden 1915’e indirgendiği de cevaplanmalıdır. Kaldı ki, soykırım olduğunu iddia edenlerin, bugüne kadar “soykırım”ı ispat edecek ciddi bir belge veya bulgu sunamamalarını da dikkate almamız gerekiyor. Şinasi Orel ve Süreyya Yüce tarafından sahte oldukları ispat edilmiş olan Talât Paşa’ya ait olduğu iddia edilen telgrafların hangi nedenle ortaya atıldığını da sorgulamamız gerekiyor.7 Zira sonradan hazırlandığı tespit edilen bu telgraflar üzerinde yapılan incelemede, bu türden telgraflarda olması gereken Osmanlı bürokrasisinin mutat işlem kayıtlarının bulunmadığı, telgrafın gönderildiği iddia edilen valinin, o tarihte o vilâyette valilik yapmadığı, her Osmanlı belgesinin en üstünde yer alan besmelenin olması gerekenden farklı bir biçimde yazıldığı ve en önemlisi de Talât Paşa’nın imzasının sahte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Oysa ki Talât Paşa’nın bizzat imzasını 6 Bunlar için bkz. BOA, Şûrâ-yı Devlet, nr. 39380; Bâb-ı Âli, DH., Aşâir ve Muhâcirin Müdiriyesi İskân Şubesi, Umûmi: 36066’dan naklen Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s. 232-233, Belge 572; Aşâir ve Muhâcirin Müdiriyesi İskân Şubesi, Husûsi: 35552’den naklen Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s. 225-226, Belge 565. 7 Bkz. Ermenilerce Talât Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, TTK yay., Ankara 1983. 48 taşıyan gerçek şifre telgraflarda, hangi Ermenilerin sevk ve iskâna tabi tutulacağı, yolculukları esnasında can ve mallarının korunması ile ilgili tebliğler yer almaktadır. Bu telgraflar, ayrıca Ermenilerin göç ettirilmesiyle ilgili son derece gizliliği olan ve ilgili resmî makamca belirlenen ve sadece onlarca bilinen harfler ve kelimelere karşılık olan rakamların yer aldığı orijinal belgeler olup, bu kadar gizlilik içinde gönderilen belgelerin hiçbirinde imha veya onu ima eder nitelikte bir ifadenin bulunmadığı, aksine koruma hususunda talimat ve tedbirlerin yer aldığı dikkati çekiyor.8 Yukarıda tespit edilen hususlar bir şekilde Ermeni iddialarının dayanaktan yoksun olduğunu ortaya koyuyor. Soykırım iddiasında bulunanların en önemli tutarsızlıklarından biri de, öldürüldüğünü iddia ettikleri Ermenilerin sayısının 1915’ten itibaren sürekli farklı rakamlarla ifade edilmesi ve yükseltilmesidir. 600 binlerden başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona, hatta bazı kimseler tarafından iki milyona çıkarılmıştır. Halbuki, o tarihlerde yabancı devletlerce yapılan nüfus araştırmalarında, Osmanlı Devleti’nde yaşadığı iddia edilen Ermenilerin toplam nüfusu ortalama 1,5 milyon olarak gösterilmekte, hatta Ermeni Patrikhanesi bile 1.915.000 rakamını vermektedir.9 Nitekim pek çok kesim tarafından güvenilir bulunan Patrik Malachia Ormanian’ın tespitlerinde de Ermeni nüfusu 1.895.400 olarak gösteriliyor.10 Keza katliamı savunan Dr. Johannes Lepsius da Ermeni nüfusunun 1.845.450 olduğunu yazıyor. Bu durumda ancak 300-400 bin Osmanlı Ermenisi’nin hayatta kalması gerekirdi. Oysa ki, 1919 yılı itibarıyla, Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere rağmen, Amerikan arşiv belgelerinde ve Ermeni Patrikhanesi’nce, diğer ülkelere göçenler hariç, sadece Anadolu’da yaşayanlar ve evlerine geri dönenler 644.900 olarak verilmekte, İstanbul İngiliz Büyükelçiliği ise 1922 yılı itibarıyla bütün dünyadaki Osmanlı Ermenilerinin sayısını 1.200.000 olarak göstermektedir. Bu rapora göre dünyaya dağılmış Ermenilerden 817.873’ü Türkiye’den göç edenlerdir. Ayrıca 95 bin Ermeni kadın ve çocuk Müslüman olmuştur ve bu rakamlara dahil değildir. Keza aynı raporda Türkiye’de de Ermeni kimliği altında 281.000 Ermeni yaşamaktadır. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia edenlere şu soru sorulabilir: Katledildiği iddia edilen Ermeni sayısı 1,5 milyon ise 1.200.000 Osmanlı Ermenisi nasıl olup da hayatta kalmıştır? Keza, hastalığa bağlı olmaksızın bu denli yüksek sayıda Ermeni öldürül- müşse, bu Ermenilere ait toplu mezarların olması gerekmez mi? Bu durumda, en az 3.000 ila 5.000 arasında toplu mezar olurdu ki, Anadolu’nun her yerinden toplu mezar çıkması kaçınılmazdı. Mesela Nazi Almanyası’nda katledilen Yahudiler gizlenebilmiş midir? Dolayısıyla varsayalım ki, Anadolu’dakiler gizleniyor. Bu durumda Türkiye dışında bulunan Suriye’de kamplarda öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerin toplu mezarları neden tespit edilmiyor ve niçin dünya kamuoyuna sunulmuyor? Aslında bütün bu soruların tek bir cevabının olduğu ortaya çıkıyor. 1915’te meydana gelen olaylar, Ermeni diasporası tarafından siyasi nitelik verilerek çarpıtılıyor ve tamamen abartılı bir propaganda malzemesi şeklinde sunuluyor. Bu durumda Osmanlı Devleti tarafından organize edilen sistemli bir katliamın yaşanmadığı, buna karşılık göçün meşakkatinden ve hastalıklardan birçok Ermeni’nin hayatını kaybettiği sonucu çıkıyor. Bilim ve gerçekler, siyasi tercihe kurban ediliyor Bazı kimseler tarafından, ölenlerin miktarından çok asıl olanın, Ermenilerin hükümet tarafından organize bir biçimde öldürülüp öldürülmediğinin sorgulanması gerektiğidir. Bu gibi kimselerle aynı düşünceyi paylaşmakla birlikte, abartılmış rakamlarla ölüler üzerinden propaganda yapılmasının da ortaya çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenledir ki, Ermenilere ait verilen ölüm sayılarının tutarsızlığını ortaya koymamız büyük önem taşıyor. Zira sayılarla oynayan ve tartışmasız “soykırım” iddiasıyla ölüler üzerinden siyaset yapan ve rant elde etmeye çalışanların da tesbiti gerekiyor. Bu nedenledir ki, tarihî belgeler ışığında konunun tartışılması teklifleri sürekli olarak reddediliyor ve bilimsel çalışmalar yaparak çözüm yolları aranması yerine, aynı fikri savunanların kendi aralarında yaptıkları toplantılarla konu daha da kemikleşiyor ve dogma haline getiriliyor. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de, propaganda çarkı acımasızca dönmeye devam ediyor, bilim ve gerçekler, siyasi tercihe kurban ediliyor. Mesela “soykırım” olduğunu iddia edenlerin en baş kaynaklarından olan o tarihte Intelligence Bureau’da görevli Arnold J. Toynbee’nin Blue Book adlı eserinin 660. sahifesinde 1916 itibarıyla hayatta olan Ermeniler 1.150.000 kişi olarak verilirken, kayıpların sayısı ise 450 ila 800 bin arasında gösterilmekte ve ortalama olarak da 600 bin Ermeni’nin hayatını kaybettiği yazılmaktadır. Bu durumda günümüzde 1,5 milyona çıkarılan rakamlara ne demek gerekir? 8 Bkz. 8 Haziran 1915 tarihli Canik Mutasarrıflığına gönderilen telgraf (Bâb-ı Âli, Sıra no. 859). 9 Raymond H. Kévorkian et Paul Paboudjian, Les Arméniens dans L’Empire Ottoman à la veille du génocide, (Paris, 1992), Chapter IV’ten aktaran: Justin McCarthy, Population History of the Middle East and Balkans, (İstanbul, ISIS Press, 2002), s. 293. 10 Bkz. US ARCHIVES NARA, Inquiry Report No. 90. s. 56. 49 Şayet tarihte meydana gelmiş her toplu ölüm olayı “soykırım” olarak nitelendirilecek olursa, hiçbir devletin ve toplumun böyle bir vebalin altından kalkmasının mümkün olmadığı muhakkaktır. Mesela 1914-15’te başta Erivan olmak üzere Kafkaslar’dan sürgün edilen Türk ve Müslüman muhacirler de aynı tanımın içinde telakki edilmek durumundadır. Yine 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1912’de meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında 5,5 milyon insanın Balkanlar’dan Anadolu’ya sürgün edildiği ve bu sürgün sırasında milyonlarcasının gerek katledilme ve gerekse hastalıklardan yollarda ölümlerinin de “soykırım” olarak kabul edilmesi gerekir. Keza pek geriye gitmeden, 1992 yılında Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş sırasında Hocalı’da meydana gelen olaylar, yani Ermeni güçlerince kadın, yaşlı ve çocuk ayırt edilmeksizin 613 kişinin katledilmesi ve bu savaş sırasında bölgede yaşayanların sürgün edilmeleri -ki halen bir milyondan fazla Karabağlı zor şartlar altında sürgünde yaşamaktadır-, 1948 “Soykırım Sözleşmesi” kapsamına doğrudan giren ve Ermenileri savaş suçlusu durumuna düşüren bir nitelik taşımaktadır. Buna benzer olmak üzere 1960-63 ve 1974’te Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklerine karşı Rumların gerçekleştirdikleri katliamları da aynı kategori içinde değerlendirmek gerekir. Keza Fransa’nın önce Cezayir’de 1,5 milyon Cezayirliyi, 1994 yılında ise 800 bin Ruandalıyı katletmesini; İngiltere’nin 1788-1938 tarihleri arasında Avustralya’daki yerleşik halk Aborjinleri sistematik biçimde yok edişini; Norveç’in 1920-30 arasında etnik grup Tater kızlarını kısırlaştırmasını; İsviçre Hükümeti’nin 1926-1973 arasında Çingene çocuklarını ailelerinden zorla alıp asimile etmesini soykırım olarak nitelendirmek kaçınılmazdır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Dolayısıyla, daha önce de belirttiğimiz gibi, soykırım suçlaması yapılırken, Bosna’da veya Hocalı’da olduğu gibi, herkesin gözü önünde meydana gelenler dışında, tarihe mâl olmuş olaylar, tarih metodolojisinin olağan kuralları göz ardı edilmeden araştırılmalı ve bu araştırmalar ışığında bir sonuç ortaya konulmalıdır. Böyle bir araştırma sonucu elde edilecek verilerin, yine de hukuki açıdan herkesi bağlayıcı bir nitelik taşıması beklenemez. Zira olayların olduğu tarihte yaşanmaması, doğru teşhiste de yanılmalara sebep olacak ve subjektif bir değerlendirmeyle yetinilecektir. SONUÇ Uzun yıllar Ermeni diasporasının yürüttüğü etkili propaganda nedeniyle bugün dünyada geniş bir kitle Ermeni soykırımı iddialarını benimsemektedir. Türkiye’de yapılan araştırmalar ve buna bağlı olarak sürdürülen bilgilendirme çalışmaları, gerek 50 aydın kesim, gerekse kamuoyunda olması gereken bir düzeyde değildir. Özellikle Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye tarih vermesiyle başlayan baskılar, Ermeni soykırım iddialarını Türkiye’nin gündemine taşımış ve Türk Tarih Kurumu’nun gerçekleştirdiği yabancı arşivlerdeki araştırmaların sonuçları, belli bir ölçüde, iddiaların geçersizliği konusunda somut delillerin kamuoyuna sunulmasını sağlamıştır. Buna karşılık dünya kamuoyunun, yıllardır sürdürülen Ermeni diasporasının propagandası sonucunda, “soykırım yapıldığını” kabul etmesi ve hatta bazı ülkelerin tarih ders kitaplarına soykırımın girmiş olması, gelecekte daha geniş bir kitlenin Türkiye’yi suçlayanların yanında yer almasına yol açacaktır. Ermenilerle bilimsel alanda kurulmak istenen diyalog da, özellikle Ermenilerin böyle bir tartışmayı kabul etmemesi nedeniyle gerçekleşememekte, durum her geçen gün daha da içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Mesela 2004 yılında merkezi Viyana’da bulunan Viyana Ermeni Türk Platformu’nun her iki ülke bilim adamlarını bir araya getirme teşebbüsü, Temmuz 2004’te 100’er belge değişimi gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, Ermeni tarafının, muhtemelen Türk tarafınca verilen dosyanın Ermeni iddialarını çürütecek nitelikte olması dolayısıyla, toplantıdan son anda vazgeçmesi üzerine başarısızlıkla neticelenmiştir. Keza aynı şekilde, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde her iki ülke tarihçileri tarafından konunun araştırılması teklifi de Ermenilerce reddedilmiştir. Bu durum göstermektedir ki Ermeniler, bilimsel platformda sorunun tartışılmasını, ellerinde iddialarını kanıtlayabilecek delilleri olmadığı için kabul etmemektedirler. Bu durumda yeni yöntemler belirlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Yaptığımız araştırmalarda, yukarıda da bir kısmı açıklandığı gibi Osmanlı yönetiminin, günümüzdeki tabiriyle soykırım olarak kabul edilebilecek bir uygulamasının olmadığı görülmektedir. Esasen tehcirin, hukuken 1948 öncesini kapsamamasının ötesinde, bu tarihte esas anlamını bulan Yahudi soykırımıyla da hiçbir benzer yanı bulunmadığı birçok otorite tarafından ifade edilmektedir. Ayrıca soykırım iddiasını ileri sürenlerin, soykırım ana sözleşmesinde yer alan şartların temel hükümlerinin ihlal edildiğini öne sürebilecekleri bir belgeleri de yoktur. Zaten bugüne kadar böyle bir belgenin yayımlanmaması ve herhangi bir mahkemece “soykırım” kararının alınmamış olması bunu göstermektedir. Buna karşılık Osmanlı Arşivi’nce yayımlanan belgelerde, asıl Türklerin katliama uğradıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durum, yabancı arşivlerdeki nüfus istatistikleri ile de teyit edilmektedir. Bu istatistiklerdeki 1914 nüfusu ile 1919 sonrası nüfusu karşılaştırıldığında, Türkler veya Müslümanların dünya savaşı dolayısıyla büyük bir nüfus azalmasıyla karşılaştığı, buna karşılık, başka ülkelere göç edenler de dikkate alındığında, aynı derecede Ermeni kaybı olmadığı görülüyor. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiaları, bu nüfus istatistikleriyle gülünç hale gelmektedir. Zira hemen bütün istatistikler Ermenilerin Osmanlı Devleti’ndeki toplam nüfusunu ortalama 1,5 milyon civarında tespit etmektedir. Boston’daki Taşnak arşivi başta olmak üzere, Kudüs ve Erivan’daki Arşivlerin açılması için çağrı yapılmalıdır karşı yürüttükleri politikalarda Ermenileri kendi çıkarlarına nasıl Bütün bunlara karşılık şurası muhakkaktır ki, bu türden siyasallaştırılmış konularda bilimsel çalışmalar tek başına konunun çözümünde yeterli değildir. Siyasi otoritenin, bilimsel çalışmalar sonucu elde edilen verileri değerlendirmesi ve bunları uluslararası arenada kullanması birinci derece önem taşımaktadır. Zira Ermeni soykırımı iddiaları yukarıda da ifade edildiği gibi siyasi bir niteliğe sokularak dogma haline getirilmiş ve propaganda yöntemiyle çeşitli ülkelerde, doğrudan olmasa bile, dolaylı şekilde kabul görmüştür. Hatta o denli ileri gidilmiştir ki, Fransa ve İsviçre başta olmak üzere kimi Avrupa ülkeleri, Avrupa’yı Avrupa yapan demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi değerleri göz ardı ederek, bugün bilim adamlarının “soykırım olmamıştır” ifadelerini suç kabul etmektedir. Buna rağmen konunun çözümü, bilimsel araştırmalarda yatmaktadır. Bu nedenle bilimsel araştırmalar sonucu elde edilen veriler ışığında siyasi otoriteler, bu konuda yeni yöntemler ve siyaset belirleyeceklerdir. Bu açıdan bakılacak olursa, nasıl bir yöntemle konunun üstüne gitmek yararlı olabilir? Her şeyden önce soykırım kararı alan ülkelerin parlamentolarına, TBMM tarafından, böyle bir kararı hangi belgeye dayanarak ve hangi mahkeme kararı sonucu aldıkları sorulmalıdır. Ayrıca, bilhassa, olayların 1915’te, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce meydana geldiği ve Lozan’da çözümlendiği, dolayısıyla iddialarla ilgili isteniyorsa ciddi ve tarafsız bir komisyon oluşturularak ilgili arşivlerde yeniden araştırma yapılabileceği, bu konuda Türkiye’nin üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getireceği dünya kamuoyuna duyurulmalıdır. Aksi davranışların ve alınan kararların, haksız olarak, Türk toplumunu karalamaktan öte bir yere gidemeyeceği de ifade edilmelidir. Öte yandan Fransa, İngiltere, Rusya, Ermenistan ve ABD gibi konuyla ilgisi bulunan taraf ülke tarihçileri, Türk tarihçilerle birlikte veya ayrı ayrı araştırmalar yapmaları konusunda teşvik edilmeli ve hatta bunun için burs verilmelidir. Şüphesiz bu yolla gerçekleştirilecek araştırmaların yabancı dillerde yayımlanması, dünya kamuoyunun dikkatini çekecektir. Öte yandan Ermeni komitelerine ait arşivlerin açılması için (mesela 1915 dönemine ait arşivler) özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ne dünya kamuoyu önünde çağrı yapılmalıdır. Zira arşivlerin açılması, başta Fransa ve Rusya olmak üzere, pek çok devletin Ermeni sorunundaki vebalini, onlarla gizli anlaşmalarını, yönlendirmelerini, silah yardımlarını ve hatta Osmanlı Devleti’ne alet ettiklerini ortaya çıkaracak; komitelerin isyan ve katliamlarla ilgili plan ve faaliyetlerine de açıklık kazandıracaktır. Bu arşivlerden muhtemelen, tehcir sırasında kaçırılmış veya öldürülmüş sanılmasına rağmen rüşvet karşılığı Anadolu’nun çetin coğrafi alanlarında saklanan veya bir yolunu bularak yurt dışına kaçan Ermenilerle ilgili bilgiye de ulaşılacaktır. Yukarıda belirttiğimiz biçimde, “soykırım”ı kabul eden parlamentolara yapılacak teklifler, o ülkelerde yaşayan insanlar üzerinde şüphesiz olumlu sonuçlar doğuracaktır. Türkiye’nin iyi niyetle yapacağı bu teklifin reddedilmesi, Batılıların tarihleriyle yüzleşmek isteyip istemedikleri sorusunu akla getirecektir. Böyle bir durumda, konunun artık Türkiye’nin gündeminden çıktığını ve bundan böyle hiçbir şekilde bu tür iddialara muhatap olmayacağını açıklama fırsatı verecektir. Teklifin kabul edilmesi durumunda, bugüne kadar çeşitli parlamentolarca onaylanmış “soykırım” suçlamaları, dolaylı olarak reddedilmiş olacaktır. Araştırmalardan çıkacak sonuç, Birinci Dünya Savaşı sırasında, her iki toplumun, savaş ortamı içinde birbirlerini katlettikleri, devlet tarafından planlanmış bir katliamın olmadığı, hukuki anlamda olayların soykırım olarak tanımlanamayacağı, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Osmanlı Devleti topraklarında da 1914-18 arasında bütün toplum katmanlarının trajik olaylar yaşadığı, dolayısıyla savaş sırasında bütün dünya halklarının başına gelenlerin Ermenilerin, Türk ve Müslümanların da başına geldiği, her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği, bu kayıplardan üzüntü duymamanın mümkün olmadığıdır. Türk-Ermeni ihtilâfındaki tarihî gerçek en yalın şekilde Howard M. Sachar’ın 1969’da yayımladığı The Emergence of the Middle East: 1914-1924 (Ortadoğu’nun Doğuşu) adlı kitabında yer verdiği aşağıdaki cümlede anlam bulmaktadır: “Bütün o savaş yıllarında hiç kimsenin, Ermenilerin bile, Türkler kadar kanı akmamıştır. Artık savaş yılları sona ermiştir”.11 11 Howard M. Sachar, The Emergence of the Middle East, 1914-1924, Alfred A. Knopf, New York, 1969, s. 453. Ayr.Bkz. Sürgün ve Göç, s. 49. 51 DOÇ. DR. FERUDUN ATA: TEHCIR YARGILAMALARINDA TARAFSIZ DAVRANILMAMIŞ, SIYASI DIREKTIFLER DOĞRULTUSUNDA KARAR VERILMIŞTIR SÖYLEŞI: İREM COŞKUNSEVEN BIRINCI DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA IŞGAL ALTINDAKI İSTANBUL’DA YAPILAN TEHCIR YARGILAMALARININ SOYKIRIM IDDIALARINA DAYANAK GÖSTERILEMEYECEĞINI BELIRTEN DOÇ. DR. FERUDUN ATA, “SAĞLIKLI VE OBJEKTIF BIR YARGILAMANIN YAPILMADIĞINI, MAHKEME HEYETININ ALMIŞ OLDUĞU SIYASI DIREKTIFLER DOĞRULTUSUNDA ÇALIŞTIĞINI GÖRÜYORUZ” DIYOR. 52 1918 yılında Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi kurularak İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleri, siviller ve bazı idareciler yargılanıyor. İdam kararının da çıktığı bu mahkemelerin kuruluş sürecinde neler yaşanmıştır? 1918 yılı Birinci Dünya Savaşı’nın son yılıdır. Artık her iki blok da savaşı bitirme arzusundadır ve Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan mütarekeyle savaş dışı kalır. 13 Kasım’da İtilaf Devletleri İstanbul’a asker çıkarır. İstanbul’a gelir gelmez İtilaf Devletleri’nin hükümetten istemiş oldukları en önemli hususların başında İttihat ve Terakki yetkililerinin ve onların iddiasıyla Ermenileri öldürenlerin bir an evvel en ağır bir biçimde cezalandırılması gelir. Bu kapsamda Kasım ayının sonlarında tehcir dolayısıyla yapılmış olan bazı eylemlerin aktörlerini soruşturma ve tutuklama yetkisine sahip araştırma komisyonları kurulur. Bu komisyonların yetki alanı yalnızca İstanbul’u değil, Ermeni meselesine müdahil olan herkesi, Anadolu’dakileri de kapsar. Fakat komisyon başkanı Mazhar Bey bu konunun çok geniş olduğunu, kendilerinin İstanbul dışındaki yerlere çok fazla gidemeyeceğini düşündüğünden ilave komisyonlar kurulur. Bu sırada İttihat ve Terakki mensuplarının hangi mahkemelerde yargılanacağı sorusu gündeme gelir. Normal mahkemelerde yargılanacak olurlarsa bunun yıllar süreceği şeklinde tartışmalar yaşanır. Bu tartışmalar yaşanadursun İstanbul’da örfi idarenin ve sıkıyönetimin bir sonucu olarak 16 Aralık 1918 tarihinde Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi kurulur. Mahkemeden acil kararlar çıkmayınca İtilaf Devletleri hem Tevfik Paşa Hükümeti hem de Padişah Vahdettin üzerinde baskı uyguluyor. Tevfik Paşa’nın istifası ve Damat Ferit Paşa’nın sadrazam olmasıyla sonuçlanan bu süreçten bahsedebilir misiniz? 5 Şubat 1919 tarihinde Yozgat Tehciri Davası’yla başlayan ilk yargılamalar, Sadrazam Tevfik Paşa dönemine denk gelir. Bu dönemde yaklaşık 20 duruşma yapılır. Fakat bu duruşmalardan hemen sonuç alınamayınca sabırsızlanan İtilaf Devletleri, hükümeti ve Padişah Vahdettin’i sıkıntıya sokar. Hükümetin ataleti sebebiyle eleştiri alan baskı altındaki Padişah, kabahati hükümette, Tevfik Paşa’da bulur. İlk günlerde gözetilmeye çalışılan bazı hukuki haklar, şahitler, mahkemenin bazı teknik prosedürleri gibi hususlar davanın uzamasına yol açar. Tabii bir de işin Hürriyet ve İtilaf Partisi yönü var; kamuoyu yönü var. İttihat ve Terakki savaş öncesindeki ve savaş içerisindeki uygulamalarıyla birçok yanlışı da beraberinde getirmiş; ülkeyi savaşa sokmuş; savaştan mağlup çıkılmış; yokluklar, kıtlıklar, birtakım yanlışlar kamuoyunun bu ekibe karşı ciddi bir kızgınlık beslemesine sebep olmuştur. O yüzden kamuoyunun neredeyse bütünü İttihat ve Terakki’nin ceza almasını ister. Ancak basının büyük bir kısmı İttihat ve Terakki’nin ceza almasını istemekle birlikte bu mahkemenin sadece Ermeni Tehciri davası çerçevesi veya bu minval üzerinde yürümesinden rahatsız olur. Çünkü Ermenilerin onca yıllık katliam olayları, savaş içerisindeki işbirlikleri meydandayken bu sorgulamanın dışında tutulup yalnızca İttihat ve Terakkicilerin sorgulanıyor olması yavaş yavaş kamuoyunda bir ayrışmaya yol açar. Hükümet bu işin yanlışlığı ve gelecekte milletin izah edemeyeceği noktalara yöneleceği konusunda uyarılır. Bu tartışma yaşanırken Hürriyet ve İtilaf mensubu olan kişiler, geçmişin vermiş olduğu bir duygu ile İttihat ve Terakkicilerin ceza almasını istemekte, şahit dinlemek ve mahkemede usulle uğraşmak gibi işleri fuzuli görmektedir. Tabii aynı günlerde Damat Ferit Paşa iktidara hazırlanır. Sürekli İngilizlerle görüşmeler yapar ve iktidara getirildiği takdirde İttihat ve Terakkicilere çok ağır cezalar vereceğini vadeder. Tevfik Paşa baskılar sonucunda Mart ayında istifa eder; Damat Ferit Paşa sadrazam olur ve bundan sonra Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi’nin de, yargılamaların da şekli ve yönü değişir. Mahkemede idam kararlarının alınması sürecinde neler yaşanıyor? Damat Ferit Paşa iş başına gelir gelmez mahkeme heyetini değiştirir. Tevfik Paşa zamanında kurulan mahkemenin bir kısmı sivil, bir kısmı askerlerden oluşuyorken Damat Ferit Paşa Hükümeti zamanındaki heyet tümüyle askerlerden meydana gelir. Hiçbir hukuk bilgisine ve nosyonuna sahip olmayan kişiler bu mahkemede hakim heyeti sıfatıyla görev alır. Ayrıca kararların temyiz edilmesi gibi hususlar da kaldırılır. Böylece mahkemenin şekli, tabiri caizse komediye dönüşür. Damat Ferit Paşa göreve geldiğinde İttihat ve Terakki mensuplarına karşı en ağır cezaların verileceğinden kimsenin şüphesi olmasın diye Hürriyet ve İtilaf mensuplarına olduğu gibi İtilaf Devletleri’ne de garanti verir ve Tevfik Paşa zamanında başlamış olan Yozgat Tehciri Davası kaldığı yerden devam eder. Mart ayında başlayan mahkeme Nisan ayına doğru tamamlanır. Damat Ferit Paşa’nın vermiş olduğu söz çerçevesinde ve mahkeme üzerinde kurmuş olduğu baskının da etkisiyle 10 Nisan 1919 tarihinde Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey idam edilir ve böylece ilk siyasi kurban maalesef verilmiş olur. Mahkemelerin seyrini belirleyen etmenler neler olmuştur? Mahkemelerin hukuki boyutunu Ermeni soykırımı iddiaları temelinde değerlendirebilir misiniz? Mahkemelerin seyrini belirleyen dört etmen soruşturma komisyonları, iddianameler, şahitler ve mahkeme heyetinin yargılamalardaki tutumudur. Şahitlere baktığımız zaman burada büyük bir 53 “BU MAHKEME SONUÇLARININ, ALINAN IDAM KARARLARININ SÖZDE ERMENI SOYKIRIMI IÇIN KANIT TEŞKIL ETTIĞINI ÖNE SÜRENLER YA BELGELERI TAHRIF ETTIKLERI IÇIN YA DA BELGELERIN BIR KISMINI ALIP BIR KISMINI KULLANDIKLARI IÇIN BÖYLE BIR KANAATE VARMAYA ÇALIŞMAKTADIRLAR.” kısmı Ermeni olan 25’e yakın şahit dinlendiğini görüyoruz. İfade veren şahitlerin hiçbirisi Yozgat’ta ne olduğunu görmemiştir. Bunlar İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğu’nda mahkemede şahitlik edeceklerin bilgilendirilmesi amacıyla Rum ve Ermenilerden oluşturulan komisyonların aktarmış olduğu bilgiler çerçevesinde ifade vermiştir. Öyle ki şahitler 4 yıl önceki olayları her ayrıntısıyla anlatır. Mahkeme heyeti şahitlere ifadelerin ezberletildiğine ve hatta parayla yalancı şahitlik yapıldığına kanaat getirir. Ancak kendilerine verilen emir bu yönde olduğundan, hükümet ve İtilaf Devletleri’nin baskısıyla idam kararı verirken bile tereddüt etmemişlerdir. Aynı uygulama Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey için de geçerli olmuştur. Onun yargılanması Nemrut Mustafa’nın başkan olduğu Damat Ferit Paşa’nın ikinci dönemine kalır. Nemrut Mustafa ve mahkeme heyeti, Nusret Bey’i idam edebilmek için basın aracılığıyla şahit toplar. Hatta Nusret Bey aleyhinde ifadesi olan varsa, mahkemeye başvursun diye ilanla şahit aramak zorunda kalır. Ve sonuçta Nusret Bey maalesef idam edilir. Bu dönemde toplam seksen iki kişi yargılanmış, bunlardan sadece üçü vicahen yapılan yargılama sonucu idam edilmiştir. Yaklaşık 12 kişi gıyaben idam edilir; yargılananların geri kalanı ise hapis cezası almış veya beraat etmiştir. 54 Şimdi Divân-ı Harb-i Örfî’lerin bütününe baktığımız zaman şahitlerin ifadeleri bakımından sağlıklı ve objektif bir yargılamanın yapılmadığını; mahkeme heyetinin almış olduğu siyasi direktifler doğrultusunda çalıştığını; İttihat ve Terakki karşıtlarının, düşmanlarının siyasi kin ve intikam duygusuyla hareket etmiş olduğunu görüyoruz. O dönemde Refi Cevat, Refik Halit, Sait Molla gibi kişiler intikam duygusuyla yazılar yazmışlar, tabiri caizse hükümete yol göstermişlerdir. Soruşturma komisyonları yalancı şahitler veya belgelerle iddianamenin temelini oluşturmuşlar. Böylece bu mahkeme adaletin değil, hukuksuzluğun, cinayetin sembolü haline gelmiş ve kesinlikle bağımsız ve tarafsız bir yargılama yapmamıştır. Ve yakın tarihimizde bir kara leke olarak kalmıştır. Bu mahkeme sonuçlarının, alınan idam kararlarının sözde Ermeni soykırımı için kanıt teşkil ettiğini öne sürenler ya belgeleri tahrif ettikleri için ya da belgelerin bir kısmını alıp bir kısmını kullandıkları için böyle bir kanaate varmaya çalışmaktadırlar; gerek idam gerekse hapis cezalarını bu sözde soykırımın hukuki bir sonucuymuş gibi göstermeye uğraşmaktadırlar. Oysa bu mahkeme tarafsız çalışmamıştır. Bu yargılamaları tamamen ülkenin bağımsızlığının kaybedilmemesi için dönemin hükümetleri, padişah ve İtilaf Devletleri’nin baskıları sonucunda verilen tavizler olarak görmek gerekir. EMEKLI BÜYÜKELÇI DR. BILÂL N. ŞIMŞIR: MALTA’DA NE BIR MAHKEME VEYA SORGU BULUNUYOR, NE DE ORAYA SAVCI UĞRUYOR. SÜRGÜNDEKILER ISE SUÇLARINI BILMEK ISTIYOR SÖYLEŞI: GÖKÇE DORU MALTA SÜRGÜNLERI ILE ILGILI GÖRÜŞLERINI ALDIĞIMIZ EMEKLI BÜYÜKELÇI DR. BILÂL N. ŞIMŞIR, SÜRGÜNE GÖNDERILENLERE ÜÇ TÜR SUÇ IZAFE EDILDIĞINI BELIRTEREK, “BUNLARDAN BIR TANESI SIYASI SUÇLAR, SAVAŞ SUÇLULARI KASTEDILIYOR BURADA; DIĞERI SÜRGÜN, YAĞMA VE KIRIM SUÇLARI, BURADA ERMENILER SÖZ KONUSU EDILIYOR; SONUNCUSU ISE İNGILIZ SAVAŞ ESIRLERINE KÖTÜ DAVRANMA SUÇU” DIYOR. 55 Malta Sürgünleri’nin nasıl başladığı konusunda bilgi verir misiniz? Sürgün edilenlere bir açıklama yapılmıyor mu? Mondros Mütarekesi’nin ardından bir donanma, koca bir düşman donanması, Çanakkale Boğazı’ndan girip İstanbul’a geliyor. 16 Mart 1920’de İstanbul resmen ve bütünüyle işgal ediliyor. Bu arada Türkiye’nin kalburüstü kişilerini, yani askerlerini, yazarlarını, gazetecilerini toplayıp Malta Adası’na sürüyorlar. Hepsini birden değil, peyderpey sürüyorlar iki yıl boyunca. Ve suçlarının ne olduğunu da söylemiyorlar. Sürgün edilenler Malta valisine mektuplar yazıyor, bizim suçumuz nedir diye. Yüz kırk kişi falan, ki bunların içinde Hüseyin Rauf Bey, Şükrü Kaya, Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler de var, çoğu Cumhuriyet dönemine büyük katkısı olmuş kişiler. Osmanlı Devleti Dünya Savaşı’nı kaybediyor, ancak ülkede bir uyanış başlıyor. İngilizler Anadolu’daki kıpırdanmaya destek verecek kişileri ezme niyetinde. İstanbul’daki Meclis’e bir baskın düzenlemeyi düşünüyorlar. Atatürk bunu hissediyor ve İstanbul’a gizli bir telgraf çekiyor. Fakat İstanbul’da İngiltere’nin demokrasinin beşiği olduğu ve İngilizlerin parlamentoya saygı gösterecekleri yönünde bir düşünce var. Bir de Rauf Bey Ankara’ya kaçmaya razı değil. Aslında meydan okuyor İngilizlere; gelsinler bakalım, buradayız diyor. İngilizler tutuklayıp götürüyor bunları Malta’ya, Meclis kapanıyor. Son Osmanlı Meclisi de böylece bitiyor. Tutuklananların çoğu İstanbul’dan; ama Kars tarafında, Gürcistan sınırı tarafında tutuklananlar da var. Malta’da ne bir mahkeme veya sorgu bulunuyor, ne de oraya savcı uğruyor. Sürgündekiler ise suçlarını bilmek istiyor. İngiliz Başsavcılığı sürgün suçlularını üç sınıfa ayırıyor, fakat İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sanık olanlar Başsavcılığın yetkisine giriyor. Bu konuyla ilgili bir iddianame hazırlıyor. Diğer suçlular hakkında delil toplama ve iddianame hazırlama görevi onları tutuklayan Yüksek Komiserlik’e bırakılıyor. Ancak Yüksek Komiserlik aradan uzun bir süre geçmesine rağmen bir ilerleme kaydetmiyor. Sürgün edilenlere de suçlarıyla ilgili bir bilgi verilmediği için hızlıca bir iddianame hazırlanıyor. Bu iddianameyle insan suçlanamayacağını görmek için hukukçu olmaya gerek yok. İngilizler sürgünlerle ilgili hangi bahaneleri öne sürüyor? Sürgüne gönderilenlere üç türlü suç izafe ediliyor. Bir tanesi siyasi suçlar, savaş suçluları kastediliyor burada; diğeri sürgün, yağma ve kırım suçları, burada Ermeniler söz konusu ediliyor; sonuncusu ise İngiliz savaş esirlerine kötü davranma suçu. Savaş sırasında İngilizler esir alınmış, Anadolu’ya yürütülmüş, niye araçla gönderilmemiş, niye altlarına otomobil verilmemiş? Kötü davranma dedikleri şey bu. İngilizler Dünya Savaşı’nı iki yıl tahmin etmişler. O iki yılda da daha çok sömürge askerlerini kullanacaklarını düşünmüşler. Fakat Türklerin savaşa girmesi onların süre hesabını bozmuş. Savaşın uzama nedeni ve doğurduğu sonuçlarıyla ilgili olarak Türkleri sorumlu tutuyorlar. Diyorlar ki savaşa girmeyi niye kabul ettiniz? Bizim yüzümüzden hem ekonomileri bozulmuş, hem ilk iki yılda sömürge askerini tükettikleri için sonraki iki yılda safkan İngilizler ölmüş. Bu konular Malta Sürgünleri’nin siyasi suçlar diye tabir ettiğim kısmına giriyor. Tüm bu olaylardan Türkleri sorumlu tutmalarının pek çok alanda da etkisi görülüyor... İngilizler Türklere çok kızgın. Punch adındaki mizah dergilerinde yer alan bir karikatürü incelemiştim. Derginin kapak karikatürü, bir nevi baş makale oluyor ve kolektif bir düşünceyle oluşturuluyor. Her hafta dergiyi hazırlayanlar toplanıyor ve kapağa hangi karikatürün çizileceğini konuşuyorlar. Dergide Osmanlı Devleti’nin savaşa girişiyle ilgili şöyle bir karikatür yer alıyordu: Koca bir Alman topu var, bunun mermisi de büyük ve bu mermi Türkiye’yi ifade ediyor. Alman Kaiser (imparator) mermiyi topa sürerken ona “Senin vazifen patlamaktır” diyor. Mermi soruyor “Her şey olup bittikten sonra ben ne olacağım?” diye. “Sen tuzla buz olacaksın.” Bu var İngilizlerin kafasında. Türkiye’nin yok olacağı, biteceği. Hınçlarını önce Malta Sürgünleri’yle alıyorlar. 56 İddianamelerde ne tür suçlamalar yer alıyor? Sürgüne gönderilenlerden Şükrü Kaya için olanı söyleyeyim. Şükrü Kaya 1913-1914 yıllarında Mülkiye Müfettişi’ydi; yani sivildi. 1914-1915 yıl- “İNGILIZLER DÜNYA SAVAŞI’NI IKI YIL TAHMIN ETMIŞLER. O IKI YILDA DA DAHA ÇOK SÖMÜRGE ASKERLERINI KULLANACAKLARINI DÜŞÜNMÜŞLER. FAKAT TÜRKLERIN SAVAŞA GIRMESI ONLARIN SÜRE HESABINI BOZMUŞ. SAVAŞIN UZAMA NEDENI VE DOĞURDUĞU SONUÇLARIYLA ILGILI OLARAK TÜRKLERI SORUMLU TUTUYORLAR.” liği kalmıyor bu topraklarda. Ama Amerika öyle değil, 1917 yılının belli bir dönemine kadar Amerika’nın elçiliği ve konsoloslukları açık. Bu da şu anlama geliyor; Amerikan misyoner teşkilatı iş başında. Sadece Anadolu’da değil Osmanlı toprağı olan her yerde faaliyet yürütüyorlar. Mesela o yıllarda Lübnan da Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası ve orada Amerikan okulu var. Malta Sürgünleri’nin veya Ermeni Olayları adı altında anılan diğer konuların aydınlatılmasında bu arşivlerden yararlanılabildi mi? larında Halep ve Adana vilayetlerinde göçmen işleriyle görevlendirildi. Tehcir sırasında da Ermenilerin yerleştirilmesi vazifesindeydi. Sürgün planlarını Adana ve Halep’te kendisi yaptı. Halep Valisi Bekir Sami Bey’i görevinden attırdı, çünkü vali sürgün konusunda isteksizdi. Şükrü Kaya’nın tek suçu budur. Bir Ermeni öldürdü, kestirdi, Ermenilere katliam yaptırdı gibi bir şey yok ortada. Sait Halim Paşa başka bir örnek. Eski Sadrazam Halim Paşa 11 Nisan 1911 günü kendisini ziyarete gelen Ermeni patriğine şöyle demiş: “Siz Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’ndan sizi ayırmaları için İtilaf Devletleri’ne yanaştınız. Tüm bu olayların nedeni budur.” Bu cümle bir adamı itham etmeye değecek bir cümle midir? Sürgüne gönderilenlere yapılan suçlamaların hepsi bu tarz eften püften şeyler. Peki, bu suçlamaları haklı ya da haksız kılacak deliller bulunmuyor mu? Amerikalıların arşivlerinde kim bilir ne deliller var. Çünkü onlar I. Dünya Savaşı’na geç giriyor. Biz Kasım 1914’te giriyoruz. Dolayısıyla İngilizlerle ilişkilerimiz kesiliyor, İngiliz Konsolosluğu kapanıyor, büyükelçi de ülkesine dönüyor. İngiltere’nin resmî bir temsilci- Özel izin alıyorlar Washington’dan. Malta Sürgünleri, Ermeni tehciri, sözde Ermeni katliamıyla ilgili araştırmalar yapmak istediklerini söylüyorlar. Osmanlıları, Türkleri yargılamak için belge aramak amaçları. Amerikalılar, arşivi incelemek isteyen bu ülkeleri nereden aldıklarını söylememeleri konusunda uyarıyor. Yani kendini bu durumu savunamayacak bir duruma düşürmek istemiyor. Neticede Türkleri suçlayacak bir delil bulunamıyor. Olaylar yatıştıktan sonra Malta Sürgünleri muzdaripleri ne oldu? Türkler, Ermeni soykırımı iddialarından 1921 yılında aklanmıştır. Malta’ya sürgün edilenler serbest bırakılıp ülkeye geri getirilmiştir. Yalnız Sait Halim Paşa Roma’da kaldı, onu da Ermeniler vurdu. Talat Paşa Berlin’de, Cemal Paşa ve iki yaveri Tiflis’te Ermeniler tarafından vuruldu. 57 ermenisorunu.gen.tr EREN SAFI e rmenisorunu.gen.tr’yi yeniden organize ederek yayına hazırlarken birkaç şeye özellikle dikkat ettik. Öncelikle tarafların görüşlerini olabildiğince berrak ve doğrudan ortaya koymaya çalıştık. İnternette bu ve benzeri konularda yayın yapan sitelerden ayrılmak amacıyla içeriği oluştururken son derece titiz ve çeşitliliğe alabildiğine geniş bir yer ayıracak biçimde hazırlık yaptık. Seçtiğimiz kısa videolarda bu çabanın seçik bir şekilde izlenebileceğini sanıyorum. Bir ideolojik sınıflandırmaya tabi tutmakta zorlandığımız görüşleri de yine ana fikri öne çıkarabilecek kesitlerini sunarak yayımlamaya başladık. Yani özellikle varmayı amaçladığımız ilk nokta şu ki bu site, ziyaret eden izleyiciler için sahada hangi görüşler temsil ediliyor ve bu görüşlerin savunduğu temel argümanlar neler, görebilecekleri bir ‘medium’ olsun. Ermeni meselesinin serüvenini Türklerle Ermenilerin ilk karşılaşmalarından günümüze kadar olan geniş safahati içinde bu sitede bulabileceksiniz. Her bölümün girişinde ana hatları ortaya koyan bir kısa not eşliğinde alanlarında uzman akademisyenlerin görüşlerini doğrudan kendilerinden dinleyebilirsiniz. Siteyi yayına açmak için içeriğin tamamını oluşturmayı ve videoların tümünü yüklemeyi beklemedik. Bir fikir verebilecek kadar içeriğin hazır olduğunu düşündüğümüz bu aşamada ermenisorunu.gen.tr’yi güncellenmiş versiyonu ile yayına açıyoruz. Her gün gerek yeni videoların yüklenmesi gerekse arşivlerden enstitü ve vakıflara, belgelerden güncel gelişmelere kadar sayısız verinin istifadenize sunulması hızla devam edecek. Bu yüzden bir süre, sitemizi ziyaret ettiğinizde ana sayfanın solunda yer alan konu başlıklarına tıklayarak içeriklerine göz atmanızı tavsiye ederiz. Bu adımda gördüğünüz hataları, içerik ile ilgili, tasarım veya yazılım ile ilgili problemleri bizimle paylaşırsanız çok memnun olacağımızı belirtelim. Tashih bitmez biliyoruz. Tashih bitmez! Cağaloğlu yayıncılarının meşhur sözüdür. Sahih, musahhih, tashih kelimeleri yaşıyorken bu lafı duyardık. O gözlüklerinin üzerinden bakan, huysuz, titiz ve kollarında eski filmlerde rastlamaya alışık olduğumuz katip kolluğu görsek yadırgamayacağımız son musahhihlere biz de ucundan yetiştik. Onlardan hâlâ hayatta olanlar ya içi acıyarak bugünün yayın dünyasını hayretle seyrediyor ya da başka işlerle ilgileniyorlardır ki bu adına hâlâ yayıncılık denen son sürat hengamenin içinde dibe vurmuş kaliteye şahit olmasınlar. Tashih bitmez. Eskiden bitsin ya da en az hasarla atlatılsın diye bir çaba vardı. Şimdi onun yerine hemen bir sonraki aşamanın telaşı var. Hele de söz konusu internet yayıncılığı ise. Ayrı yazılan “de”ler gibi twitter şakalarını bir kenara koyacak olursak internette içerik çerçevesi, metin kalitesi, dil, anlam veya bütünlük gibi meseleler tali konu başlıkları arasında bile kendine yer bulamıyor. Bunu değiştirmeye belki gücümüz yetmez ama azaltmayı deneyebiliriz. Bu konuyu her açıdan daha temiz bir dille tartışmayı, yayın yapmayı başarabilirsek bakarsınız yeni ve daha ferah bir zemine taşınmanın da adımını atmış oluruz. Kavga ettiğimiz değil konuştuğumuz, slogan attığımız değil fikirlerimizi söylediğimiz, birbirimizi öldürmeyi değil yaşatmayı düşündüğümüz bir zemine. İyi okumalar… 58 TARIHÎ VESIKALAR ERMENILERIN ASKERÎ GEREKLILIKTEN DOLAYI SEVK EDILMELERI SIRASINDA DEVLET MEMURLARI VE HALKTAN BIR KISMININ KANUN DIŞI UYGULAMALARININ VE SUISTIMALLERININ GÖRÜLMESI ÜZERINE YERINDE SORUŞTURMA GERÇEKLEŞTIRMEK VE SORUMLULARI DIVAN-I HARPLERE GÖNDERMEK IÇIN ÜÇ AYRI HEYET OLUŞTURULMASIYLA ILGILI VESIKALAR. Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti Umûmî: 14177 Husûsî: 27 Mahremâne Huzur-ı Âlî-i Cenâb-ı Sadâret-penâhî'ye Ma‘rûz-ı çâker-i kemîneleridir Görülen lüzûm-ı askerî ve inzibâtî üzerine mahâll-i malumeye sevkleri takarrür etmiş olan Ermenilerin esnâ-yı sevklerinde bazı memûrîn ile ahali tarafından suistimâl ve hilâf-ı kanun muamelât vuku‘a geldiği anlaşılarak mahallerinde tahkîkât icrasıyla mütecâsirlerini Divan-ı Harblere tevdî‘ eylemek üzere Hüdâvendigâr, Ankara Vilâyetleriyle İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde Livâlarına Mahkeme-i Temyiz Reisi Hulusi Bey’in riyâsetinde olarak Şûrâ-yı Devlet azâsından Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galib Beylerden ve Adana, Haleb, Suriye Vilâyetleriyle Maraş, Urfa, Zor Livâlarına Mahkeme-i İstînâf Reis-i Evveli Asım Bey riyâsetinde olmak üzere İzmit Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve Ankara Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden ve Erzurum, Trabzon, Sivas, Mamuretülaziz, Diyarbakır, Bitlis vilâyâtıyla, Canik Livâsı'na Bitlis Vali-i Sâbıkı Mazhar Bey’in riyâsetinde İstanbul Bidâyet Müdde-i Umumîsi Nihat Bey ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Bey’den mürekkeb olmak üzere üç heyetin izâmı şifâhen arz olunduğu vechile münasib görülmüş ve mûmâileyhimin bir an evvel hareketleri mukarrer bulunmuş olduğundan masârıf-ı yevmiyeleri için muktezî mebâliğin emsâli gibi masârıf-ı gayr-ı melhûze tertîbinden tesviyesi menût-ı müsaade-i sâmiye-i fehîmâneleridir. Ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyü’l emrindir. Fî 19 Zilkade sene 333 ve fî 15 Eylül sene331 / 28 Eylül 1915 Dahiliye Nâzırı Talât Kaynak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA); Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO), 328229/1 59 Dâire-i Sadâret Umûr-ı Mühimme Kalemi Evrak Numrosu: 318 Tarih: 21 Zilkade sene 333/17 Eylül sene 331/30 Eylül 1915 Mahremâne Dâhiliye, Harbiye, Adliye Nezâreti ve Mâliye Nezâreti ve Şûrâ-yı Devlet Riyâseti Vekâlet-i Celîlelerine 15 Eylül 331 tarihli ve 27 hususî numaralı tezkire-i aliyyelerine cevabdır. Görülen lüzûm-ı askerî ve inzibâtî üzerine mahâll-i malumeye sevkleri takarrür etmiş olan Ermenilerin esnâ-yı sevklerinde mahallerince hilâf-ı kanun muamelât ve suistimâlât vuku‘a geldiği anlaşıldığından tahkîkât-ı lâzıme icrâsı ile mütecâsirlerini Divan-ı Harblere tevdî‘ eylemek üzere Hüdâvendigâr, Ankara Vilâyetleri İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde Livâlarına Mahkeme-i Temyiz Reisi Hulusi Bey'in riyâsetinde Şûrâ-yı Devlet azâsından Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galib Beylerden 1 ve Adana ve Haleb ve Suriye Vilâyetleriyle Maraş, Urfa, Zor Livâlarına Mahkeme-i İstînâf Reis-i Evveli Asım Bey'in riyâsetinde İzmit Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve Ankara Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden ve Erzurum ve Trabzon ve Sivas ve Mamuretülaziz, Diyarbakır ve Bitlis Vilâyâtı ile Canik Livâsı’na Bitlis Vali-i Sâbıkı Mazhar Bey’in riyâsetinde İstanbul Bidâyet Müdde-i Umumisi Nihat Bey ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Bey'den mürekkeb üç heyetin izâmı ve mûmâileyhime mukaddema Rum mesâilini tahkîke giden heyet azâsına verilen yevmiyeler nisbetinde yevmiye i‘tâsı ve mezkûr tahkîk heyetlerine birer kâtib terfîkı ile bunlara harcırah ve kırkar kuruş yevmiye verilmesi ve yevmiyeler için muktezî mebâliğin ale’l-emsal masârıf-ı gayr-i melhûze tertîbinden tesviyesi2 Meclisi Vükelâca münasib görülmüş ve devâir-i müte‘allikaya teblîgât icra kılınmış olmakla nezâret-i celîlelerince de ifa-yı muktezâsı siyâkında. 1 Şûrâya: mürekkeben bir hey’etin i‘zâmı Dahiliye Nezâret-i Celîlesi'nden vuku bulan iş‘âr üzerine 2 Dahiliye ve Şûrâdan mâadâsına: Dahiliye Nezâret-i Celîlesi'nden vuku bulan iş‘âr üzerine Kaynak: BOA; BEO, 328229/2 60 Bâb-ı Âlî Dâhiliye Nezâreti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti Şifre Mahrem Konya Vilâyeti'ne Ermenileri katl ve eşyalarını gasb etmiş olan Sirozlu Ahmed ve refîki Halil bugün berây-ı muhakeme Dördüncü Ordu Divân-ı Harbi'ne sevk olunmak üzere Konya'ya sevk edilmişdir. Firarlarına katiyyen meydan verilmemesi ve Cemal Paşa’dan taleb ü iş‘âr vuku‘una değin Konya’da mahbûs bulundurulmaları. Fî 27 Ağustos sene 1331 / 9 Eylül 1915 Nâzır Kaynak: BOA; Dahiliye Nezareti, Şifre Kalemi, 55 A/177 61 YRD. DOÇ. DR. FIKRETTIN YAVUZ: OSMANLI BANKASI BASKININDA AMAÇ, BÜYÜK BIR OLAY YARATARAK BATILI DEVLETLERIN MÜDAHALE ETMESINI SAĞLAMAKTI RÖPORTAJ: ÇAĞLA TAŞKIN TARIHÇILERIN TÜRK-ERMENI ILIŞKILERIYLE ILGILI ÖNEMLE ÜZERINDE DURDUĞU KONULAR ARASINDA OSMANLI BANKASI BASKINI VE SONUÇLARI DA YER ALIYOR. YRD. DOÇ. DR. FIKRETTIN YAVUZ, BASKININ TEK BAŞINA BIR OLAY OLARAK DEĞIL, SIYASI VE SOSYAL KOŞULLARIN HAZIRLADIĞI BÜTÜNÜN BIR PARÇASI ŞEKLINDE DEĞERLENDIRILMESI GEREKTIĞINI SÖYLÜYOR. YAVUZ, BATILI DEVLETLERIN SÜRECE ETKISINE DE AYRICA DIKKAT ÇEKIYOR. 62 O smanlı Bankası’nın İstanbul’daki merkez şubesi 26 Ağustos 1896 günü Ermeni Devrimci Federasyonu (Daşnaksütyun) üyesi 26 kişi tarafından basıldı. El bombaları, dinamitler ve silahlar eşliğinde, çalışanların çoğunluğunu İngiliz ve Fransız vatandaşlarının oluşturduğu bankaya giren kişiler, düzenlenen baskından önce Batılı devletlere taleplerine ilişkin bir mesaj yolladı. Bu mesajda sıralanan talepler arasında Ermeni halkı için reformlar yapılması, hapishanedeki Ermenilerin serbest bırakılması gibi başlıklar vardı. Baskın esnasında işgalcilerden dokuzu hayatını kaybederken geriye kalan Karekin Pastırmacıyan önderliğindeki grup, Batılı devletlerin İstanbul’daki elçiliklerinin müdahalesi sonucu serbest kalıp yurt dışına gönderildi. İşgalciler hiçbir hukuki yaptırıma tabi tutulmadı. Yrd. Doç. Dr. Fikrettin Yavuz, baskın olayını anlayabilmek için dönemin siyasi ve ideolojik bağlamının bütün unsurlarıyla analiz edilmesi gerektiğini ifade ediyor. Yavuz’a göre Osmanlı Bankası baskınını zamanın diğer gelişmelerinden bağımsız değerlendirmek veya tek bir olay olarak ele almak doğru değil. Fikrettin Yavuz, baskına giden yolda Ermeni cemaatinin yıllar içerisindeki dönüşümünün bilinmesi gerektiğine dikkat çekerek sevk ve iskân kararının anlaşılabilmesi için de konuya bu şekilde yaklaşılmasının önemini şu sözlerle ifade ediyor: “Olayların tarihî arka planını da bilmek gerekiyor ki tehciri anlayalım. Türkiye’de tehcir denilince sanki 1915’te tek bir olay gerçekleşmiş gibi algılanıyor. Aslında meselenin yaklaşık yüz yıllık geçmişi var. Tehcir olayına gelene kadar Ermeni cemaati içerisinde nasıl bir dönüşüm yaşandı, bunu bilmek gerekiyor. Burada birkaç aşamadan söz edebiliriz. Birincisi, özellikle Tanzimat Fermanı sonrası süreçte ortaya çıkan Ermeni milliyetçi kimliğinin oluşumu. Bu süreçte bilhassa Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan fikirlerden etkilenerek bağımsız olmak isteyen bir cemaat gelişti ve bir süre sonra bunun için tek yolun Batılı devletlerin yardımı ve müdahalesi olduğunu fark etti. Ermeni milliyetçi kimliğinin oluşumundan sonra bir diplomatik teşebbüsler döneminden bahsedebiliriz. Ayrıca, Ermeni Kilisesi’nin de bu süreçte çok önemli bir rolü olduğunu biliyoruz.” Fikrettin Yavuz, Ermeni milliyetçi kimliğinin nasıl bir ideoloji çerçevesinde şekillendiğini ise “Doğu Anadolu bölgesinde tarihî olarak kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri bir bölgeyi önce özerk, sonra bağımsız hale getirmek istiyorlardı” sözleriyle ifade ediyor. Yavuz’a göre bu dönemin önemli aktörlerinden biri de İstanbul Ermeni patrikliği de yapmış olan Mıgırdıç Kırımyan. Kırımyan’ın rolünü şu sözlerle aktarıyor Yavuz: “Mıgırdıç Kırımyan, Berlin Antlaşması’na katıldıktan sonra İstanbul’a döndü ve bir konuşma yaptı. Konuşmasında tıpkı Bulgar ve Yunanlar gibi Ermenilerin de isyan etmesi gerektiğini, kan dökmesi gerektiğini aktardı. ‘Eğer bağımsız olmak istiyorsanız siz de silahlanın’, söylediği şey buydu.” Bu noktadan sonra çeşitli Ermeni komitelerinin kuruluşu ile imparatorluk çapında isyan hareketlerinin hız kazandığını söyleyen Fikrettin Yavuz, 26 Ağustos 1896 tarihli Osmanlı Bankası baskınının da bu silsile içerisinde değerlendirilmesinin doğru olacağını belirtiyor. Konuyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma yürütmüş olan akademisyen, “dışa bağımlı” olarak tanımladığı Ermeni Taşnak Komitesi’nce gerçekleştirilen baskının İsviçre’nin Cenevre kentinde planlandığına dair belgeler olduğuna işaret ediyor ve planın etrafında şekillendiği ana hedefi şu sözlerle anlatıyor: “Zeytun Olayları’nın intikamını almak amacıyla çizilen hedefler arasında İstanbul’la ilgili olarak şu vardı: Burada gerçekleştirilecek ve Batılı devletlerin Ermeni sorununa müdahalesini sağlayacak büyük bir olay yaratmak. “ “17 komitacıdan hiçbiri ceza almadan yurt dışına gidiyor” Baskının önemli aktörlerinden Karekin Pastırmacıyan ve Haik Tiryakiyan’ın İstanbul’a bu amaçla geldiklerini ve baskınla birlikte İstanbul’un çeşitli yerlerinde bir dizi olay gerçekleştiğini belirten Yavuz, Batılı devletlerin müdahalesinin “sağlama alınmak” istenmesini ise “Olay yapılmadan bir gün önce büyük devletlerin İstanbul’daki elçiliklerine beyannameler göndererek büyük bir olay gerçekleştirecekleri izlenimi veriyorlar” sözleriyle ifade ediyor. Yavuz, bu beyannamede Ermenilerin bekledikleri reformların gerçekleşmediğinden, hapisteki siyaseten suçlu Ermenilerin serbest bırakılma taleplerinden bahsettiklerini de sözlerine ekliyor. Fikrettin Yavuz, 26 Ermeni komitacının gerçekleştirdiği Osmanlı Bankası baskınını ve sonrasını şöyle aktarıyor: “26 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası, Taşnak Komitesi’ne mensup kişiler tarafından basılıyor. Sırtlarında para çuvalları taşıyor görünümündeki 26 kişilik grup saat 13:00 civarında içeri giriyor ve bankadaki yaklaşık 150 kişiyi rehin alıyor; bu insanların çoğu yabancı. Çünkü Osmanlı Bankası aslında İngiliz ve Fransızların elinde olan bir banka. Seçilme nedeni de bu. Banka binası muhkem bir yapı, askerin ve polisin yaklaşması mümkün olmuyor, çünkü komitacılar pencerelerden her tarafa tabanca ile ateş edip bomba atıyor. Nihayet içeride müzakereci bir heyet hazırlanıyor. Müzakereler sonucunda sağ kalan 17 komitacıdan hiçbiri ceza almadan yurt dışına gidiyor.” Yavuz, komitacıların ceza almamasını ise “Özellikle 1890 ile 1896 yılları arasındaki hemen her olayda, organize edenlerin 63 “BASKININ LIDERLERINDEN KAREKIN PASTIRMACIYAN, YURT DIŞINDAN GETIRILEN BOMBALARIN BIR HAFTA IÇERISINDE NASIL DAĞITILDIĞINI, NASIL TAŞINDIĞINI HATIRALARINDA DETAYLI BIR ŞEKILDE ANLATIR.” tamamı yabancı devlet temsilci ve elçilerinin müdahalesi sonucunda yargılanmadan yurt dışına gitmişlerdir. Olaylara bakarsanız İngilizlerin, Rusların, Fransızların elçilik mensuplarının konuya dahil olduğunu görürsünüz. Burada da durum aynıdır” sözleriyle değerlendiriyor. “Banka baskını, yalnızca Galata’daki Osmanlı Bankası’nın basılması gibi algılanmamalı. Plan gereği eşzamanlı olarak İstanbul’un çok farklı bölgelerinde olaylar başlatılması hedefleniyordu” diyen Fikrettin Yavuz, öncelikli amacı Batılı devletlerin müdahalesini sağlamak olan bu planın hazırlık aşamasına dair bilgileri de baskının öne çıkan isimlerinden Karekin Pastırmacıyan’ın yazdıklarından hareketle aktarıyor: “Baskın liderlerinden Karekin Pastırmacıyan’ın hatıralarında olayın nasıl gerçekleştiği detaylı bir şekilde var. Yurt dışından getirilen bombaların bir hafta içerisinde nasıl dağıtıldığını, nasıl taşındığını Pastırmacıyan’ın kendisi anlatır. Organize bir şekilde bir hafta boyunca yirmili yaşlarda gençlerle birlikte bütün bombaları dağıtıyorlar; İngiliz Postanesi’ni kullanıyorlar, Galata’daki İngiliz okulunda saklanıyorlar. Bunu nasıl gerçekleştiriyorlar? Genelde yabancı devletlerin kuruluşlarında çalışan Ermeni hademeler vasıtasıyla.” sayısı önyargılı bir yaklaşımın sonucu. “Organize ve geniş kapsamlı bir plan olarak değerlendirilmeli” emirler verildiğini görüyoruz.” Osmanlı Bankası baskınının da dahil olduğu olayların son derece organize ve geniş kapsamlı bir plan olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Yavuz, İstanbul’un farklı yerlerindeki bombalamalarla ilgili olarak, “Komitacılar İstanbul’un özellikle Avrupa yakasındaki hemen her yerde olay çıkarıyorlar. Özellikle işyerlerine, büyük hanlara gizlenen Ermeniler, askerlerin üzerine bomba atıyor, biraz da halkı kışkırtmak adına bunu yapıyor. Çünkü bu komitacıların bir taktiği, halkı kışkırtarak bir refleks verilmesini de istiyorlar” diyor. Yavuz’a göre olayların bilançosu ise Batılı literatürdeki abartılı rakamlardan çok uzak ve telaffuz edilen 20-30 bin “Osmanlı arşiv belgelerindeki resmî sayı bin üç yüz küsur” diyen Yavuz, Batılı kaynaklardaki bir başka hatalı yaklaşımı da şöyle açıklıyor: “Banka baskını bahane edilerek İstanbul’da adeta bir ‘Ermeni avı’na çıkıldığına, özellikle hiçbir tedbir alınmadığına dair iddialar var. Halbuki olayın hemen ertesinde Seraskerlik makamına, Zaptiye Nezareti’ne, karakollara telgraflar çekildiği arşiv belgeleriyle sabittir. Olayların hemen araştırılması, askerî kollukların oluşturulması yönünde Osmanlı Bankası baskını faillerinin Batılı literatürde “masum gençler” olarak gösterildiğinden ve Ermeni cemaati için de birer “kahraman” olduklarından bahseden Fikrettin Yavuz, bu komitacıların herhangi bir ceza almadan yurt dışına gittiklerini ve hayatlarını idame ettirdiklerini vurgulayarak, “1908’de Karekin Pastırmacıyan’ın milletvekili olduğunu görüyoruz. 1914 sonrasında da Rus ordusundaki gönüllü birliklerin başına geçiyor. Hatta Pastırmacıyan’ın Talat Paşa’yı, Cemal Paşa’yı, Sait Halim Paşa’yı katleden Nemesis Örgütü’nün de kurucusu olduğu özellikle Ermeni kaynaklarında belirtilir. Pastırmacıyan’ın hayat hikayesine baktığınızda Ermeni meselesinin de çizgisini görebilirsiniz. Meseleyi algılayabilmek için biraz da komitacıların hayatına bakmak lazım” diyor. 64 YRD. DOÇ. DR. ZEYNEP İSKEFIYELI: MERZIFON OLAYLARI’NDA ERMENI MESELESININ ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERININ TAMAMI GÖRÜLEBILIR RÖPORTAJ: PINAR ÜNSAL 1915 OLAYLARI’NA GIDEN SÜREÇTE MERZIFON OLAYLARI’NI VE SONRASINDA TOPLANAN ANKARA MAHKEMESI’NI DEĞERLENDIREN YRD. DOÇ. DR. ZEYNEP İSKEFIYELI, “OSMANLI KENDI TOPRAKLARINDA MEYDANA GELEN BIR ISYANDA KENDI HÜR MAHKEMELERINDE ALDIĞI KARARI BILE UYGULAYAMAYACAK BIR POZISYONA ILK DEFA DÜŞTÜ” DIYOR. 65 E rmeni milleti, Osmanlı Devleti tarafından “tebaa-i sadıka” olarak adlandırılıyordu; öyle ki devletin önemli kademelerinde dahi Ermeniler görevler alabiliyorlardı. Gün geldi ülkede çıkan çeşitli isyanların kışkırtıcısı, birtakım huzursuzlukların baş aktörü olmaya başladılar. Ermeniler, tebaa-i sadıka değil, bir “mesele”ydi artık. Hatta 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra uluslararası alanda bir “Ermeni meselesi” söz konusu olacak, en az yüz yıl boyunca çözüme kavuşturulamayacaktı. Ermeni meselesini tehcirin yaşandığı yılla sınırlandırmamak, 1800’lerin sonunu da işin içine katmak gerekiyor, zira 1915’ten önce büyüklü-küçüklü onlarca Ermeni olayı meydana geldi. Bunlardan biri de 1893 yılında Merzifon’da yaşananlar. Merzifon Olayları’nı sorduğumuz Yrd. Doç. Dr. Zeynep İskefiyeli, bir iç sorun olan bu olayla ilgili sorumluların yargılanma sürecinde İngiliz Hükümeti’nin müdahalesiyle karşılaşıldığını söyleyerek “Merzifon Olayları sonucunda toplanan Ankara Mahkemesi bir anda Avrupalı devletlerin, özellikle İngiltere’nin ilgi odağı olarak bir bildiri asma davasının önüne geçti ve bu olayın baş sorumlularından Karabet Tomayan’ın davası haline geldi” diyor. Davayla ilgili sorular yönelttiğimiz Zeynep İskefiyeli, evvela Ermeni meselesinin ortaya çıkış nedenleri üzerinde duruyor. Bunların arasında “fikrî hazırlık safhası” diye nitelendirdiği misyonerlik faaliyetleri, “diplomatik teşebbüsler çağı” dediği kilise ve din adamlarının ön plana çıktığı süreç, tehcire kadar olan ve sonrasında da devam eden, komitelerin ve komitecilik faaliyetlerinin ön planda yer aldığı “Ermeni isyanları”nı sıralıyor. Merzifon Olayları’nda hem misyonerlik faaliyetlerinin, hem kilisenin etkilerinin, hem de isyanın aynı anda görülebileceğini söyleyen İskefiyeli, neden Merzifon’un seçildiğine dair şunları söylüyor: “Karadeniz sahiline ve Orta Anadolu’ya giden yolların kesişme noktasında yer alan Merzifon, bugün Amasya’ya bağlı küçük bir ilçe konumunda olmasına rağmen, aslında tarihî süreç içinde önemli uygarlık merkezlerinden biriydi. Bölge, kıyıdan iç kesimlere geçişin elverişli olduğu ve denizle ulaşım imkanlarının kolayca sağlanabildiği bir yer olarak Anadolu’nun içlerine yayılmak isteyen misyonerler tarafından da bir merkez olarak özellikle seçildi. Burası misyonerler için adeta Anadolu’nun kapısı konumundaydı. İstanbul’da kurulan ve daha sonra Merzifon’a taşınan ruhban okulunun doğal bir sonucu olan Anadolu Koleji’ni de burada kurdular. Anadolu Koleji Ermenilerin okuduğu, misyonerlerin onları kendi faaliyetlerine yönelik eğitebilecekleri bir yer haline geldi.” Bu okulda eğitmenlik yapan Karabet Tomayan adlı kişi üzerinde özellikle durmak gerekiyor. Zira bu kişi Merzifon Olayları’nın da baş aktörü. Amerikalı misyonerlerin Merzifon’a gelerek burada bir istasyon kurdukları yıllarda doğan Tomayan, zeki ve istikbal vadeden bir kişi olduğu için dinî eğitim almak üzere rahipler tarafından Lübnan’a götürülüyor. Geri döndüğünde tüm ailesinin Protestan olduğunu görüyor ve kendisi de bu mezhebi benimsiyor. Bir süre sonra Lozan’a giderek Protestan bir üniversitede din eğitimi alan, burada profesörlüğe kadar yükselen Tomayan, Merzifon’a dönerek Anadolu Koleji’nde eğitmen olarak işe başlıyor. Anadolu Koleji ve Karabet Tomayan’ın Merzifon Olayları’yla ilişkisini sorduğumuz İskefiyeli, “5-6 Ocak 1893 tarihinde Merzifon Anadolu Koleji ve Karabet 66 Tomayan’ın ismi daha çok gündeme geliyor. Bu dönemde Ankara ve Sivas vilayetlerine bağlı olan Yozgat, Tokat, Çorum, Merzifon, Amasya çevresinde büyük bir olay meydana geliyor. İnsanlar uyandıklarında camilerin, kiliselerin kapılarına, evlerin, hükümet binalarının duvarlarına yapıştırılmış bildiriler buluyorlar. Sanki bir Müslüman’ın ağzından yazılmış gibi olan bu bildiriler Osmanlı yönetimini eleştirerek insanları isyana teşvik edecek ifadeler içeriyordu. Ermenilerin, Müslümanlar tarafından yazılmış izlenimi vererek, Osmanlı yönetimini kötüleyen bu bildirileri dağıtmalarındaki amaç, Müslüman halkı tahrik ederek devlete karşı ayaklandırmaktı. Ancak hiçbir Müslüman isyan etmedi. Bildiri asma olayı üzerine başlatılan tahkikatların sonucunda bütün gözler Merzifon Anadolu Koleji’ne çevrildi. Çünkü bildiriler bir taş matbaada basılmıştı. O dönemde Merzifon Anadolu Koleji’nde bulunan, skolastil denen bir matbaa usulü vardı ve tutuklanan Tomayan’ın evrakları arasından çıkan Osmanlıca programın yazısı ile baskısının da bununla tamamen örtüştüğü tespit edildi. Böylece bildirilerin Tomayan ve Kayayan tarafından okulun matbaasında basıldığı ispatlanıyordu” diyor ve şunları ekliyor: “Bu ilanların Merzifon, Yozgat, Sivas, Kayseri ve diğer köy ve kasabalarda oldukça geniş bir bölgede aynı günde dağıtılması, hareketin çok daha önceden planlandığını, hazırlıkların yapıldığını ortaya çıkarıyordu. Bildirilerin asılması için seçilen gün de son derece manidardı. 6 Ocak, Ermeni Kilisesi tarafından Hz. İsa’nın kutlu doğum günü olarak kabul edilen bir gündü. Bildirilere Müslümanlar tarafından asılmış izlenimi veren Ermeniler bu suretle Müslümanların da ayaklanmasını temin etmek istiyorlardı. Çıkacak olan karışıklıklardan istifade edecek olan Ermeniler de bunun üzerine her yerde harekete geçerek isyan edecekler ve Müslümanlar da buna karşılık verdiklerinde, olaylar ‘Kutsal Noel gününde Müslümanlar Ermenileri katlediyor’ şeklinde propaganda malzemesi edilecekti.” “Osmanlı Hükümeti’nin elinde sorumluları cezalandırmak için yeterince neden ve kanıt vardı” Bu olayın ardından pek çok tutuklama meydana geliyor, Tomayan ve Kayayan da tutuklananlar arasında yer alıyor. Bölge mahkemesi olması nedeniyle tutukluların Ankara’ya sevk edildiğini, ancak konunun Ermenilerin bildiri asma olayından çıkıp bir Karabet Tomayan davası haline geldiğini söyleyen İskefiyeli, bunun Karabet Tomayan’ın eşi Lucy Tomayan’ın İngiliz kamuoyunu Ermeniler lehine etkilemesiyle yakından ilgili olduğunu belirtiyor. Çıkan olaylarla ilgili sorumluları cezalandırmak için elinde yeterince neden ve kanıt olan Osmanlı Hükümeti, kararını tartıştıracak herhangi bir olumsuz düşünceye fırsat vermemek için yabancı devletlerin de ilgi odağı olan bu mahkemeyi fazlasıyla önemsiyor. Mahkeme öncesiyle ilgili olarak “Osmanlı Devleti mahkemenin büyük bir titizlik içerisinde gerçekleştirilmesini, herhangi bir eleştiriye mahal vermemek adına hassasiyetle yürütülmesini istiyor. Bunun için mahkeme heyeti içerisinde Rum ve Ermenilerden de vekillerin bulunmasını sağlıyor. Sanıkların avukatları yine bu suretle temin ediliyor. Üstelik hükümet, sadece olaylara karıştığı tespit edilenler ile komiteye mensup oldukları belirlenen elebaşların Ankara’ya nakledilmelerini ve yargılanmalarını sağlamak amacıyla Nisan 1893 başında bir genel af ilan etti. Böylece olayların elebaşısı olarak mahkeme edilmek üzere 59 Ermeni tutuklu olarak kaldı” diyen Zeynep İskefiyeli mahkeme sırasında yaşananları ise şu cümlelerle özetliyor: “Ankara Mahkemesi olmadan önce mevcut bütün deliller Osmanlı Hükümeti’nin elini kuvvetlendirecek cinsten. Çünkü yapılan aramalarda Ermenilerin evlerinde Hınçakyan Cemiyeti’ne ait nizamnameler, bu cemiyetin belgeleri, kasa defterleri, isim listeleri, Hınçak gazetelerine ait kupürler, basılan bildiriler gibi yaklaşık bine yakın evrak tespit ediliyor. Olaylara karışan kişilerin verdiği ilk ifadelerde de bunları hep kabul ettiklerini görüyoruz. Ama Ankara’daki mahkeme sırasında bu ifadelerini değiştiriyorlar. Yabancı devletlerin bu olayı önemsemesi ve konuya el atmasıyla beraber tutuklular da yapılan bütün suçlamaları reddediyorlar.” Avrupalı devletlerin yakından izlediği, konsoloslukları vasıtasıyla gün gün rapor ettiği mahkemede Tomayan ve Kayayan da masum olduklarını, olaylara hiç karışmadıklarını, bildirilerden haberdar olmadıklarını söylüyorlar. İskefiyeli bu konuyla ilgili şunları dile getiriyor: “Osmanlı Devleti’nin elinde bu öğretmenlerin Merzifon Olayları’na karıştığıyla ilgili önemli belgeler var. Tahkikatlar ve aramalar sonucunda elde edilmiş bu belgeler şüpheye asla mahal vermeyecek cinsten. Deliller, Osmanlı Devleti ve Hükümeti aleyhine kurulmuş olan bir cemiyetin varlığını, teşkilat yapısını ve faaliyetlerini gözler önüne sermesi bakımından önemliydi. Buna rağmen Osmanlı Hükümeti delillerin yetersiz olduğu iddialarına maruz kalmaktan kurtulamayacaktı.” 20 Mayıs 1893 tarihinde başlayan ve yaklaşık bir ay süren Ankara İstinaf Mahkemesi’nde 59 sanığın davası görülmüştü. Buna göre 17 kişi idam cezasına, 6 kişi 15’er yıl, 8 kişi 10’ar yıl, 10 kişi 7’şer yıl kalebentliğe mahkum edilmişti. Para cezasına çarptırılanlar ile beraat edenler de mevcuttu. Merzifon Anadolu Koleji’nin iki öğretmeni de idama mahkum edilenler arasındaydı. Bu sonuçları yabancı devletlerin nasıl karşıladığını sorduğumuz Zeynep İskefiyeli, Avrupalı devletlerin ilgisinin orada bir kamuoyu oluşturması nedeniyle Karabet Tomayan üzerinde yoğunlaştığını ve onunla ilgili verilecek kararın merakla beklendiğini, özellikle İngiltere’nin sonuçlar karşısında hiç memnun olmadığını, bu karardan sonra müdahalesinin başladığını ifade ediyor. İskefiyeli, Osmanlı’yı neredeyse savaşın eşiğine getiren mahkeme kararıyla ilgili son olarak şunları söylüyor: “İngiltere karara karşı koymakta gecikmedi. İki öğretmene karşılık iki gemi, anında Osmanlı sularına doğru hareket etmeye başladı ve İngiltere Osmanlı Devleti’nin geri adım atmaması durumunda çeşitli tehditlerde bulundu. İngiltere Hükümeti’nin bu istek ve teklifleri, devletler hukukuna tamamen aykırı idi. Ancak bu dönemde yabancı devletlerin taleplerinin yerine getirilmesini diplomatik yollarla temin edemediklerinde Osmanlı sularına savaş gemisi göndermeleri uygulamaktan çekinmedikleri bir metottu. Osmanlı Hükümeti ise bu baskılara dayanamayarak bir açıklama yaptı. Açıklamada İngiltere Hükümeti’ni ve İngiliz kamuoyunu kırmamak için, ancak diğerlerine örnek olmaması, bir istisna sayılması, hür ve bağımsız Osmanlı Devleti’nin hukukuna sonradan müdahale edilmemesi şartıyla Tomayan ve Kayayan isimli iki suçlunun bir daha geri dönmemek üzere Osmanlı ülkesi dışına sürülmelerine Padişah tarafından izin verildiği duyuruluyordu. Osmanlı Devleti, kendi topraklarında meydana gelen bir isyanda kendi hür mahkemelerinde aldığı bir kararı bile uygulayamayacak bir pozisyona düşmüştü. Bu olaylardan cesaret alan Ermeniler, bağımsız Ermenistan hayallerini gerçekleştirebilmek ümidiyle daha büyük isyan ve eylemleri planlamakta, üstelik bunları Osmanlı başkentinde ve Anadolu’nun diğer şehirlerinde uygulamaya koymakta gecikmeyeceklerdi.” 67 BÜYÜK OKYANUS’TA SIYASETIN KALBI YENİ ZELANDA PARLAMENTOSU 68 DÜNYA PARLAMENTOLARI BIR ADA ÜLKESI OLAN YENI ZELANDA, 13. YÜZYILDA POLINEZYA’DAN GELEREK BURADA YERLEŞIM KURAN MAORILER TARAFINDAN AOTEAROA (UZUN BEYAZ BULUT ÜLKESI) OLARAK ADLANDIRILIYOR. BU ÜLKENIN TAM ORTASINDA YÜKSELEN VE ÇOK FARKLI ÜSLUPLARI BIR ARADA BULUNDURAN PARLAMENTO KOMPLEKSI, YENI ZELANDA’NIN KÜLTÜREL MIRASLARINDAN BIRI KABUL EDILIYOR. İREM COŞKUNSEVEN 69 K uzey Yarım Küre’de mart ayında ağaçlar tomurcuklanıp doğa uzun süren kış uykusundan uyanırken Yeni Zelanda, kehribardan sarıya, kahverengiden kızıla sonbaharın her tonuna bürünmüş yapraklarla kaplanıyor. Kuzey ve Güney Adaları olmak üzere iki büyük ada ve irili ufaklı adacıklardan meydana gelen ülke, haziran ve temmuz aylarında dorukları bembeyaz bir pelerin giyen Güney Alpleri’ne, hâlâ aktif olan yanardağlara, fiyortların arasında kalmış göllere ve bu doğa harikasından faydalanacak kadar şanslı 4,5 milyon kişiye yuva oluyor. Dünyanın bir ucu denilebilecek kadar uzakta, etrafı balina ve yunusların dans ettiği denizlerle çevrili bu diyar, insanoğlunun dikkatini kısmen daha geç çektiği için flora ve fauna bakımından gözlerden uzakta büyüyor, gelişiyor. Daha sonra gök ve yeryüzünün çocukları olduklarına inanan Polinezyalılar, 1200-1300’lü yıllarda Büyük Okyanus’taki bu adaya göç etmeye başlıyor yavaş yavaş. Geleneklerini ve mitlerini beraberinde getiren, zengin bir sözlü kültüre sahip bu göçmenler, Maori olarak adlandırılıyor ve adanın nimetlerinden faydalanan, toprağını eken, hayvanlarını ehlileştiren, hatta efsanelere göre balinaları bile süren ilk insanlar, adanın yerlileri oluyor. 70 DÜNYA PARLAMENTOLARI Lakin yeni yerler keşfetme arzusuyla dolup taşan Avrupalılar, bu saklı hazineyi bulmakta gecikmiyor. Hollandalı bir kaşif olan Abel Tasman 1642 yılında adaya adım atan ilk Avrupalı oluyor. Kendilerine adaya özgü kanatsız bir kuş olan ve daha sonra ülkenin millî sembolü haline gelen kiwi adını veren Maoriler topraklarına Aotearoa, yani Uzun Beyaz Bulut Ülkesi adını verirken Hollandalı kartograflar buraya Hollanda’da adalardan oluşan bir il olan Zeeland’a ithafen Nova Zeeland diyor. Ve böylece Yeni Zelanda doğuyor. İngiliz kaşif James Cook, Yeni Zelanda’nın haritadaki konumunu tespit edene kadar bu ülke Avrupalılar için gizemini korumaya devam ediyor. Kaşifin peşinden birçok İngiliz, balinaları ve fokları avlamak, ticaret yapmak için adaya akın ediyor. Hal böyleyken adaya adımını atan ilk Avrupalı millet Hollandalılar olsa da Yeni Zelanda 1840 yılında İngilizler ve Maori şefleri arasında imzalanan bir antlaşmayla İngiliz kolonisi haline geliyor. Auckland’den Wellington’a parlamento binasının yolculuğu Yeni Zelanda’nın siyasi tarihi işte bu dönemlerde başlıyor. Sömürge hükümeti dönemi olarak adlandırılan 1840-1854 yılları ÜLKENIN ESKI BAŞBAKANLARI JOHN BALLANCE VE RICHARD JOHN SEDDON’IN HEYKELLERI PARLAMENTO KOMPLEKSININ DIŞINDA YER ALIR. BU IKI HEYKEL TURISTLERIN BÜYÜK ILGISINI ÇEKMEKTEDIR. arasında ülke, Kraliçe Victoria’yı temsil eden valiler tarafından yönetiliyor. Fakat kendi yönetimlerinde söz sahibi olmak isteyen ada sakinlerinin talepleri doğrultusunda 1852 yılında çıkarılan Yeni Zelanda Anayasa Kanunu, ülkede ilk seçimlerin yapılmasının önünü açıyor. 1854 yılında, ateşlenen silahlarla yapılan kutlamaların ardından ilk parlamenterler yemin ediyor ve Yeni Zelanda’nın ilk parlamentosu Auckland’de çok geniş olmayan bir binada hizmet vermeye başlıyor. En temel özelliklerden bile yoksun olan bu bina, halk tarafından bina-baraka arası bir yapı anlamına gelen “shedifice” olarak adlandırılıyor. 1853 yılında gerçekleştirilen ilk seçimlerde toprak sahibi Avrupalılar oy kullanırken çok az sayıda Maori’ye bu hak tanınıyor. Britanya tarafından atanan vali de yetkilerinden feragat etmek istemediğinden parlamento içinde problemler baş göstermeye başlıyor. 1856 yılında parlamentodaki çoğunluk ile ilk hükümet kurulduğunda bu sorun çözüme ulaştırılıyor. Parlamentonun kendi içindeki problemler çözüme kavuşturulurken Yeni Zelanda’nın güneyinde yaşayan parlamenterlerin Auckland’e gelmesi neredeyse iki ayı bulduğundan ve binanın fiziki şartlarının yetersizliğinden parlamento binası 1865 yılında merkezî bir şehir olan günümüz başkenti Wellington’a taşınıyor. Binada meydana gelen değişiklikler beraberinde yasal düzenlemeleri de getiriyor ve birçok Maori’ye oy kullanma hakkı tanınıyor. Mimari düzenlemeleri 1890’larda yapılan bina halk kutlamaları ve törenleri için kullanılan bir yer haline geliyor. Ancak 1907 yılında sabaha karşı meydana gelen Büyük Yangın, kütüphane hariç parlamento binasının tamamını küle çeviriyor. 1911 yılında dönemin Başbakanı Joseph Ward, yüzü binadan yana bir türlü gülmeyen parlamento için bir tasarım yarışması başlatıyor. Yarışmaya katılan 33 projeden mimar John Campbell’in tasarımı birinci seçiliyor. Aynı mimarın bir diğer tasarımı ise yarışmada dördüncü oluyor ve sonuçta iki tasarımın birleşiminden meydana gelen bir bina inşa edilmesine karar veriliyor. 1914’te yapılmaya başlanan bina, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, işgücü ve materyal bakımından yaşanan sıkıntılar gibi nedenlerden ötürü bir türlü tamamlanamıyor. Geçici olarak Vali Konağı’nda görevlerini icra eden parlamenterler 1918 yılında Parliament House (Ana Parlamento Binası) olarak adlandırılan yeni binaya geçiyor ve Neo-klasik tarz- 71 YENI ZELANDA’NIN GÜNEYINDE YAŞAYAN PARLAMENTERLERIN AUCKLAND’E GELMESI NEREDEYSE IKI AYI BULDUĞUNDAN PARLAMENTO BINASI 1865 YILINDA WELLINGTON’A TAŞINIYOR. BINADAKI DEĞIŞIKLIKLER BERABERINDE YASAL DÜZENLEMELERI DE GETIRIYOR VE BIRÇOK MAORI’YE OY KULLANMA HAKKI TANINIYOR. daki birinci kısım 1922 yılında tamamlanırken ikinci kısmın inşası tamamen iptal ediliyor. Parlamento binasının yeni yüzü İnşasına bir türlü başlanmadığı için sonunda iptal edilen ikinci kısma tahsis edilen alan, 1969 yılında yeniden değerlendiriliyor. Esasen İskoç mimar Basil Spence’in dizaynından yola çıkarak geliştirilen ve şeklinden ötürü halk arasında “Beehive” yani Arı Kovanı olarak anılan bina, 1969 ile 1979 arasında tamamlanıyor 72 DÜNYA PARLAMENTOLARI ve yürütme işlevi gören Executive Wing olarak hizmet vermeye başlıyor. Resmî açılışı bizzat Kraliçe II. Elizabeth tarafından yapılan bina, yükseldikçe çevresi daralan çember şeklindeki katlardan meydana geliyor. Giriş salonu mermer yer döşemelerinden ve duvarları paslanmaz çelik tellerden meydana gelen binanın yemek salonunu John Drawbridge’in ülkenin gökyüzünü betimleyen resimleri süslüyor. Binanın altına inşa edilen bir tünel, Arı Kovanı’nı parlamento kompleksinin diğer yapıları ile bağlıyor. PARLAMENTO KOMPLEKSI PARLIAMENT HOUSE VE EXECUTIVE WING DIŞINDA IKI YAPIYA DAHA EVSAHIPLIĞI YAPIYOR. BUNLARDAN BIRI KÜTÜPHANE BINASI, DIĞERI ISE PARLAMENTO ÜYELERI VE PERSONELININ OFISLERININ YER ALDIĞI BOWEN HOUSE. meyvesini alan Kate Sheppard’ın büstü bulunuyor. Üyelerin tartışma oturumlarını gerçekleştirdiği salonun üst balkonları basın mensupları ve halk için tasarlanmış. Genellikle ahşap süslemelerin ağır bastığı bu balkonda yer alan bronzdan yeşil çelenkler, 1993 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasının yüzüncü yılı anısına yapılmış. Binanın orta kısmında yer alan ve camlarla kaplı tavanı sayesinde ülkenin parlak mavi gökyüzünü içeri taşıyan Galleria, Malcolm Harrison tarafından ülkenin farklı gruplarını, karayı, denizi ve gökyüzünü betimleyen ögeler ile dekore edilmiş. Maori Komitesi’ne ayrılan odaların duvarları ise yerlilerin köklü kültürüne ayna tutan ahşap oymalar ve betimlemeler ile süslenmiş. Parlamento kompleksinin dışında yer alan iki heykel, turistlerin en çok dikkatini çeken ögelerdir ve bol bol fotoğraflanır. 1990’lı yıllarda restore edilen ve Neogotik bir üsluba sahip olan kütüphane binasının önünde 1891 ile 1893 yılları arasında başbakanlık yapmış olan John Bugünkü parlamento kompleksi Parliament House ve Executive Wing dışında iki yapıya daha evsahipliği yapıyor. Kompleksin en eski yapısı olma özelliği taşıyan kütüphane binası, parlamentonun talihsiz geçmişinden ötürü yangına karşı dayanıklı olacak şekilde inşa edilmiş. Duvar işçiliğinden örnekler taşıyan bu Neo-gotik bina, Yeni Zelanda’nın kültürel miraslarından biri olarak kabul ediliyor. Bowen House adı verilen kompleksin son ve dördüncü yapısında ise parlamento üyeleri ve personelinin ofisleri yer alıyor. Parliament House’un girişi parlamento üyeleri ve ziyaretçilerin ayak sesleriyle çınlayan mermer karolar ve sütunlardan meydana geliyor. Girişte kadınların seçme-seçilme hakkına sahip olması için uğraş veren ve 1893 yılında öncülüğünü yaptığı mücadelenin Ballance’ın mermer heykeli yer alırken ana parlamento binasının önünde Ballance’ın halefi olarak 1906 yılına kadar görevini icra eden Richard John Seddon’ın bronz heykeli bulunur. Yeni Zelanda’nın parlamento binası, başından geçen talihsizliklere rağmen ülkenin sembol komplekslerinden biri olmayı başarıyor. 73 MUSA DEMIRCI: SIYASET PARA KAZANMA, ŞÖHRET SAHIBI OLMA DEĞIL, HIZMET ETME YERIDIR RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ TARIM VE KÖYIŞLERI ESKI BAKANI MUSA DEMIRCI, REFAHYOL HÜKÜMETI DÖNEMINDE ÜLKEDE OLUŞAN HUZUR ORTAMININ IÇTE VE DIŞTA BAZI GRUPLARI RAHATSIZ ETTIĞINI SAVUNARAK, “HÜKÜMETI YIPRATMAK AMACIYLA FEVKALADE YANLIŞ IŞLER YAPILDI. İDDIA EDIYORUM, 28 ŞUBAT SÜRECINDE KOPARILAN ONCA KIYAMETE RAĞMEN, REFAHYOL HÜKÜMETI DÖNEMINDE ÜLKENIN GELDIĞI NOKTAYA HENÜZ ULAŞILABILMIŞ DEĞIL” DIYOR. 74 RÖPORTAJ Ç ağlar boyu onlarca uygarlığa evsahipliği yapmış Anadolu, bire bin veren bereketli topraklar bahşetmiş insanoğluna. “Güneşin Bahçesi”nde filizlenmiş çiçeklerin en güzeli, sebze-meyvenin en lezzetlisi... Anadolu insanı tarladaki buğdayına da, ağıldaki kınalı kuzusuna da gözü gibi bakmış. Onun emeği, alınteri, hünerli eli ve bilgisi sayesinde tarım ve hayvancılık ülke ekonomisinin lokomotif sektörlerinden biri haline gelmiş. Günümüzde Ege’den Doğu Anadolu’ya, Karadeniz’den Marmara’ya yedi bölge, dört mevsimde tarım ve hayvancılık ülkemiz için büyük değer taşımaya devam ediyor. Bu alanların yıllar içinde gelişip çeşitlenmesinde sektöre yönelik politikalar üreten siyasetçilerin de önemli payı bulunuyor. Bu siyasetçiler arasında Tarım ve Köyişleri eski Bakanı Musa Demirci de yer alıyor. REFAHYOL Hükümeti döneminde bakanlık yapan Demirci ile siyaset yaşamını ve ülke gündemindeki konuları konuştuk. Musa Demirci’nin hayat yolculuğu 1942 yılında Sivas’ın Hafik ilçesinin Hanzar (Çukurbelen) köyünde başlıyor. İlkokul, ortaokul ve liseyi memleketinde okuduktan sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde eğitim görüyor. Doğduğu toprakların geçim kaynağı olması dolayısıyla tarım ve hayvancılığı çocukluk yıllarında öğrenmeye başlayan Demirci, ziraat yüksek mühendisi olduktan sonra bilgi ve birikimini sadece Sivas’ta değil, Türkiye’nin çeşitli illerinde üstlendiği görevlerde ortaya koyuyor. Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde başlayan meslek yaşamında Kahramanmaraş Teknik Ziraat Müdürü, Erzurum Ziraat Başmüdürü, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Ziraat İşleri Genel Müdür Muavini, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı Aydın İli Tarım İl Müdürü gibi görevler üstlenen Musa Demirci’nin hayatında 1991 yılının önemli bir yeri bulunuyor. “1991 seçimleri öncesinde Refah Partisi’nden milletvekili adaylığı teklifi aldım. Ailemde siyasetle yakından ilgilenenler vardı, mesela ağabeyim Demokrat Parti’nin gençlik kollarında görev yapmıştı, bilahare Anavatan Partisi’nde siyasete devam etmişti. Yine dayılarım siyasete uzak değillerdi. Ben gençlik yıllarımda öğrenci derneklerinde çalışmıştım, Sivas derneklerinde yer almıştım, ama bir siyasi parti çatısı altında görev yapmamıştım. 1991 yılında Refah Partisi’nden milletvekili adaylığı teklifi gelince bir süre düşünmek istedim, çünkü mesleğimi çok severek yapıyordum. İşimi bırakıp siyasete girmeye karar vermem kolay olmadı, hatta milletvekili adaylığı için başvurunun sona ermesine çok kısa bir zaman kala istifa ettim ve böylece siyasete girdim” diyen Musa Demirci, 1991-2002 yılları arasında üç dönem milletvekilliği yapıyor. Tecrübeli siyasetçi Meclis’e geldiğinde tarım ve hayvancılık konularından uzak kalmamak amacıyla Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda yer alıyor. Musa Demirci’nin Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak görev yaptığı 54. Hükümet ise 28 Haziran 1996 tarihinde kuruluyor. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu REFAHYOL Hükümeti döneminde tarım ve hayvancılık alanındaki çalışmaları konuştuğumuz Demirci, “Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak yaklaşık bir yıl görev yaptım. Bakanlık dönemimdeki çalışmalarım sırasında en büyük avantajım, o güne kadar mesleğimin hemen her kademesinde çalışma fırsatı bulmam ve ülkemizin farklı bölgelerinde görev yapmam dolayısıyla tarım ve hayvancılığımız konusunda bilgi ve tecrübe sahibi olmamdı. Bu bakımdan bakanlık görevimi yürütürken zorluk çekmedim. O dönemde ülkemiz için önemli birtakım işler yaptığımı tahmin ediyorum” diyor. Tarım ve hayvancılık sektörünün ülke kalkınması, gıda arz ve güvenliği, istihdam gibi konulardaki önemine işaret eden tecrübeli siyasetçi, “ya kuraklık yaşanırsa” endişesiyle uykularının kaçtığı günler olduğunu, ama sorunsuz bir şekilde bakanlık dönemini tamamlamaktan dolayı memnuniyet duyduğunu ifade ediyor. “Bakanlıktaki ilk işim canlı hayvan ve et ithalatını durdurmak oldu” Musa Demirci bakanlıktaki ilk icraatını ise şöyle anlatıyor: “O dönemde canlı hayvan ve et ithalatı vardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamış bu ithalatın daha ne zamana kadar devam edeceğini kendi kendime çok sormuştum. Bakanlık görevini üstlenmenin ikinci veya üçüncü gününde canlı hayvan ve et ithalatını durdurdum. Çünkü dışarıdan et ithal etmekle ülke nüfusunun gıda ihtiyacını karşılayamazsınız; kendiniz üretime önem 75 “BIR ATASÖZÜ VAR, TAŞIMA SUYLA DEĞIRMEN DÖNMEZ DIYE. DEVAMLI BORÇ ALARAK ÜLKEYI BIR YERE GÖTÜRMENIZ MÜMKÜN DEĞIL. HÜKÜMETIMIZ DÖNEMINDE ILK OLARAK DENK BÜTÇE YAPILDI, 10’AR MILYAR DOLARLIK ÜÇ AYRI YERLI KAYNAK PAKETI HAZIRLANDI.” tiğinin iyi düşünülmesi lazım. ‘Devlet tekeli olmamalı, müteşebbis vatandaşlar devletin yerini almalı’ dendiğinde kulağa hoş geliyor, ama neticede bir bakıyorsunuz fabrikalar, depolar, tuzlalar gitmiş, 200 bin ton civarındaki tütün üretiminiz 30 bin tonlara düşmüş, önemli bir tarım kültürünüz yok olmaya yüz tutmuş, devlet yerine ülkenizde uluslararası bir şirket tekel olmuş. IMF’nin dayattığı bu yasaların çıkarıldığı dönemde mücadelemizi verdik, gerekli uyarıları yaptık, ama maalesef netice değişmedi. Bu noktada şunu da ifade etmek istiyorum, bugün ülkemizde devlet bünyesindeki şeker fabrikalarının iyileştirilerek üretime devam etmeleri önem taşıyor. İstihdam bakımından da milyonlarca insanımızı ilgilendiren bu konuyla ilgili gerekli hassasiyetin gösterileceğini düşünüyorum.” “REFAHYOL Hükümeti döneminde ülkedeki huzur ortamından rahatsızlık duyanlar oldu” vermeli, üretimi geliştirmelisiniz. Biz bu yönde çalışmalar yaptık. Canlı hayvan ve et ithalatını durdurup gerekli tedbirleri aldığımızda üretim artmaya, çiftçilerimizin yüzü gülmeye başladı. Bu durumun hakikaten Türkiye’nin ekonomisine ve hayvancılığına çok büyük katkıları oldu. Şimdi çeşitli illerimize gittiğimde çiftçilerimiz REFAHYOL Hükümeti döneminde alınan kararları, yapılan işleri methederek anlatıyorlar. Bu da bana memnuniyet veriyor. Bugünkü iktidar döneminde bitkisel üretimin bazı kesimlerinde önemli artışlar görülüyor, bundan memnuniyet duyuyorum, ama maalesef aynı atağın hayvancılıkta yapılamamış olmasından dolayı üzüldüğümü ifade etmek istiyorum.” Musa Demirci, tarım ve hayvancılık politikalarından söz açılınca 2001 yılında 57. Hükümet döneminde çıkarılan yasalarla ilgili değerlendirmelerde bulunarak şu görüşleri ifade ediyor: “Hatırlanacağı gibi o dönemde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olan Kemal Derviş, ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ adı verilen bir program açıkladı. 15 günde 15 yasa çıkarılması gerektiğini ifade eden Kemal Derviş’in ele aldığı ilk konular Tütün Yasası ve Şeker Yasası oldu. Bu yasalarla Türkiye’nin ne kazandığının, ne kaybet- 76 RÖPORTAJ REFAHYOL Hükümeti dönemi 28 Şubat süreciyle birlikte anılıyor. Musa Demirci, Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak geçirdiği o günleri sorduğumuzda şu değerlendirmeleri yapıyor: “REFAHYOL Hükümeti güvenoyu aldıktan sonra hızla çalışmalara başladık. Bir hükümetin evvela yapması lazım gelen şey, insanların huzurunu artırmak, onlara rahat bir nefes aldırmaktır. Bunu yapabilmeniz için de ekonomik yönden kuvvetli olmanız lazımdır. Bir atasözü var, taşıma suyla değirmen dönmez diye. Devamlı borç alarak ülkeyi bir yere götürmeniz mümkün değil. Hükümetimiz döneminde ilk olarak denk bütçe yapıldı. 10’ar milyar dolarlık üç ayrı yerli kaynak paketi hazırlandı. Havuz sisteminde fevkalade para birikti, memur, emekli, işçi, dul ve yetim gibi toplumun çeşitli kesimlerinin maaşına yüzde 100’lerden yüzde 300’lere ulaşan oranlarda zam yapıldı. İnsanlar rahat etti ve ülkede bir huzur ortamı oluştu. Sonra bir baktık ki içte ve dışta bu durumdan rahatsızlık duyanlar oldu, Türkiye’nin iyiye gitmesini istemeyen gruplar harekete geçti. Mesela Amerika’da ‘Türkiye, Başbakan Erbakan hükümetine teslim edilmemeli’ diye toplantılar yapıldı. Uyguladığımız millî politikalar başarılı oldukça hükümeti yıpratmaya dönük gayretler içine girildi. Sermayenin sadece rantiyeci dediğimiz bir grubun elinde olmaması gerektiğini, Anadolu’ya yayılması lazım geldiğini “EMEKLILIK PSIKOLOJISI IÇINE HIÇ GIRMEDIM. MILLETVEKILLIĞI DÖNEMIMDE OLDUĞU GIBI, TELEFONLA ARAYANLARLA VEYA OFISIMDE ZIYARET EDENLERLE ILGILENIR, ELIMDEN GELDIĞINCE DERTLERINE DERMAN OLMAYA ÇALIŞIRIM.” yeridir” diye yanıtlıyor. Tecrübeli siyasetçi, son dönemde Meclis’te yaşanan kavgalara da değinerek bu tür görüntülere sebebiyet verilmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Demirci, “Meclis’te fikir tartışması yaşanması doğaldır, ama bunun kavgaya dönüşmesine fırsat verilmemelidir” diyor. “Çözüm sürecini birlik ve beraberliğimiz için önemli bir fırsat olarak görüyorum” söylediğimizde bir baktık ‘yeşil sermaye’ lafını türettiler. Anadolu’nun insanı kabiliyetsiz mi ki sermaye sadece İstanbul’da olsun? Tabii ki hayır. Biz bu konuya büyük önem verdik. Bugün görüyorsunuz, Ankara’dan Konya’ya, Gaziantep’ten Kahramanmaraş’a, Diyarbakır’dan Kayseri’ye Anadolu’nun dört bir yanındaki sanayi kuruluşları üretiyor, ihracat yapıyor. İddia ediyorum, 28 Şubat sürecinde koparılan onca kıyamete rağmen, REFAHYOL Hükümeti’nin on bir aylık döneminde ülkenin geldiği noktaya henüz ulaşılabilmiş değil. Fevkalade yanlış işlerin yapıldığı 28 Şubat sürecinde REFAHYOL Hükümeti gitti de ne oldu? 20’ye yakın banka battı, insanlar maddi sıkıntı içine düştü, başörtülü kızlarımız üniversiteden atıldı…” Musa Demirci, siyaset hayatıyla ilgili unutamadığı anılarını sorduğumuzda merhum Necmettin Erbakan’ı rahmetle anarak, “Her millî görüşçünün unutamadığı bir lideri vardır; Necmettin Erbakan. Kendisi gerek yetişmemizde gerekse çalışma hayatımızda bize çok iyi bir örnek olmuştur; çalışkanlığı, titizliği, hoşgörüsü ve hiçbir şeyi ihmal etmemesiyle. Bir gün bile sesini yükselterek konuştuğunu duymadım. En kızdığı zamanlarda bile nezaketini korurdu. Onunla yaşadığımız hatıralar her şeyin üzerindedir” diyor. 1991-2002 yılları arasında TBMM çatısı altında yer alan Musa Demirci, “Sizce siyaset yaparken en çok nelere dikkat edilmeli?” sorusunu, “Siyasete girmek isteyen gençlere şunu tavsiye ediyorum: Aklınızda sadece ve sadece ülkeye, millete hizmet etmek olmalı. Siyasete girdiğinde para kazanacağını, şöhret sahibi olacağını düşünenler varsa bu işten vazgeçmelidirler. Çünkü siyaset para kazanma, şöhret sahibi olma değil, hizmet etme Röportaj sırasında Musa Demirci’ye ülke gündemindeki konulara ilişkin değerlendirmelerini de soruyoruz. Tecrübeli siyasetçi çözüm sürecinde atılan adımları olumlu bulduğunu belirterek şunları söylüyor: “İnsanlar mutlu olduklarında kendi dillerinde sevinemezler mi, üzüldüklerinde kendi dillerinde ağlayamazlar mı? Bunun ne sakıncası var? Yasaklar, baskılarla bir yere varılabilir mi? Bugüne kadar kırk bin insanımız öldü. Şimdi birlik ve beraberliğimiz için önemli bir fırsat var önümüzde. Elbette yaraların sarılması kolay değil, ama biz zamanla bu yaraları tedavi edeceğiz. Yaralar kabuklanıp atılacak ve inşallah her şey çok daha güzel olacak.” Musa Demirci 13 yıldır TBMM çatısı altında yer almıyor. Zamanını nasıl geçirdiğini sorduğumuzda “Emeklilik psikolojisi içine hiç girmedim. Hafta sonları dışında her gün takım elbisemi giyer, kravatımı takar, ofisime gelirim. Hiç boş durmam. Milletvekilliği dönemimde olduğu gibi, telefonla arayanlarla veya ofisimde ziyaret edenlerle ilgilenir, elimden geldiğince dertlerine derman olmaya çalışırım” diye konuşuyor. 77 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE MART 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR Kanun Numarası Kabul Tarihi 6633 19/03/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Askeri Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6634 20/03/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Gümrük Konularında İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6635 20/03/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Bilim ve Eğitim Alanlarında İşbirliğine Yönelik Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 6636 20/03/2015 Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi Sekretaryası Arasında Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi Sekretaryasına Dair Evsahibi Ülke Anlaşmasına Ek Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun 78 Başlığı Türk Parlamenterler Birliği’nden Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2015 yılında yıllık 120 TL’dir. Bankalar tarafından müşterilerine Uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir. Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir. Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir. Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur. TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr Fax Hattı: 0312 420 66 24 Sayın Üyelerimiz her konuda bize ulaşabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği Ankara Konukevi: Ankara Hotel Pino Bayraktar Mahallesi Vedat Dalokay Caddesi Bayraklı Sokak No: 35 GOP/ANKARA Tel: 0312 446 36 86 Türk Parlamenterler Birliği TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 DÜNYA MIRASI BIR DOĞA HARIKASI KAPADOKYA GÖKÇE DORU 80 KÜLTÜR VARLIKLARI DOĞAL FELAKETLER DÜNYADA PEK AZ BENZERI OLAN, GÖRENLERI KENDINE HAYRAN BIRAKAN BIR GÖRÜNÜM KAZANDIRMIŞ KAPADOKYA’YA. PERSLERIN DEYIMIYLE “GÜZEL ATLAR ÜLKESI”, PERIBACALARINDAN VADILERINE, YER ALTI ŞEHIRLERINDEN HER DUVARI ADETA BIR SANAT ESERI OLAN KILISELERINE KADAR DÜNYANIN EN ETKILEYICI COĞRAFYALARINDAN BIRI OLMA ÖZELLIĞI TAŞIYOR. M agma, dünyanın çekirdeğinden yeryüzüne ulaşmak istediğinde bir felaketler dizisi getiriyor beraberinde. O akışkan ateş, ne bir canlı bırakıyor çıktığı yerde ne de griden başka bir renk. Yer şekilleriyle dünyayı kendine hayran bırakan Kapadokya’da 60 milyon yıl önce patladığı tahmin edilen dağlar ise belki o dönemde bir felakete sebep oluyor, ancak bölgeye dünyanın çok az yerinde görülen yer şekillerini bahşediyor sonrasında. Erciyes, Hasan, Melendiz, Göllüdağ adlı yanardağların patlamasıyla bölgeye yayılan lavlar, tüf tabakasından oluşan yüksek bir plato oluşturuyor. Rüzgar, yağmur gibi doğa koşullarının etkisiyle peribacası adı verilen coğrafi oluşumlar zaman içinde ev, kilise, sığınak gibi işlevleri yerine getiriyor. Kapadokya’yı özel kılan peribacaları, bölgede Paleolitik Çağ’dan itibaren yerleşim görülmesini de sağlıyor. Neolitik, Kalkolitik, Bakır Çağı gibi çok eski dönemlerden Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’ya uzanan, binlerce yılı kapsayan süreçte Kapadokya her zaman insanların mekanı oluyor. Milattan önceki yüzyıllarda Hititler, Frigler, Lidyalılar, Karyalılar Kapadokya bölgesine hakim olmuş, Persler ise burada Kapadokya Krallığı’nı kurmuş. Milattan sonra bölge Roma İmparatorluğu hakimiyetine girmiş ve Hıristiyan tebaa burada yüzyıllarca yaşamış. Bölgenin Hıris- tiyanlığın adeta merkezi haline gelmesinde insanlardan uzak yaşamayı, yalnızca ibadet etmeyi mümkün kılan yer şekillerinin de etkisi bulunuyor. Hıristiyanların mübadeleye kadar yaşadığı Kapadokya’nın dünyaca meşhur olmasında Hıristiyanlık’ta önemli addedilen bazı azizlerin burada doğup büyümesinin de büyük etkisi görülüyor. Şaşırtıcı, gizemli yer altı şehirleri Kapadokya’nın eşsiz güzelliklerinin oluşmasına çağlar boyu orada yaşayan insanların da yardımı olmuş. Kayaları oluşturan tüf malzemenin kolay oyulabilmesi, yaşayanların bu kayaları kendi ihtiyaçları gereğince şekillendirmesi çok sayıda kaya ev ve yer altı şehrinin oluşmasını sağlamış. Bu nedenle, Kayseri-NevşehirNiğde üçgeninde yer alan bölge yalnızca doğal güzelliğiyle kendine hayran bırakan bir yer değil, çağlar boyunca yerleşim alanı olarak kullanılması nedeniyle arkeolojik önemi de bulunan bir merkez haline gelmiş. Sayıları iki yüzü geçen yer altı şehirleri, bölgede arkeolojik değere haiz en önemli yapılardan olma özelliği taşıyor. Yumuşak tüfün oyulmasıyla oluşturulmuş şehirlerin çoğu zaman girişi dışarıdan fark edilmiyor, turistik olanlar rehberler tarafından yönlendirilerek gezilebiliyor. Bazıları çok katlı olabilen, 81 ortalama beş bin civarında kişinin yaşadığı tahmin edilen şehirlerin, yumuşak taşlar oyularak oluşturulmasına rağmen binlerce yıldır ayakta durabilmesi taşın jeolojik özelliğine bağlanıyor. Kolayca yontulan kaya, havayla temas ettikten bir süre sonra okside oluyor, sert bir forma dönüşüyor. Yer altı şehirlerinde odaları birbirine bağlayan kanalların dar ve alçak inşa edilme nedeninin, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı önlem almak olduğu tahmin ediliyor. Şehir sakinlerinin alıştığı bu formla düşmanın hareketleri kısıtlanabiliyor. Ayrıca kanallarda 2-3 metre derinliğinde tuzaklar da bulunuyor. 82 KÜLTÜR VARLIKLARI Ahır, mutfak ve şırahanelerin daha üst katlarda inşa edildiği yer altı şehirlerinin yaşamayı mümkün kılan havalandırma sistemleri, tehlike anında koridoru tıkamaya yarayan mekanizmaları, yalnızca şehir sakinlerinin yararlandığı kestirme yolları nedeniyle büyük oranda sığınak olarak kullanıldığı tahmin ediliyor. Kapadokya’da bulunan en önemli yer altı şehirlerinden biri Derinkuyu. 1960’lı yıllarda turizme kazandırılan şehrin yaklaşık 20 katlı olduğu düşünülmekteyse de ancak 8 katı temizlenerek ziyaretçilere açılmış. 100 bin kişilik bir insan topluluğunu barındırabileceği tahmin edilen Derinkuyu Yer Altı Şehri, üstün PAŞABAĞ’DA OLUŞUMUNUN BÜTÜN EVRELERINDE PERIBACALARI GÖRÜLEBILIYOR. BÖLGEDE OLUŞUMUN BAŞLANGICINDA, OLUŞUM HALINDE, OLUŞUMUNU TAMAMLAMIŞ VE OLGUNLAŞIP BOZULMUŞ, YANI TEPELERI DÜŞMÜŞ PERIBACALARI YER ALIYOR. teknolojik havalandırma sistemleri, yapılması o dönemin koşullarında mümkün görünmeyen mimari unsurları gibi nedenlerle bölgede şehrin insan yapımı olmadığına dair çeşitli efsanelere konu oluyor. Kapadokya denince akla gelen, bölgenin imajının oluşmasında en büyük paya sahip olan yapılar ise peribacaları. Ürgüp-Avanos-Uçhisar üçgenindeki vadilerde fazla sayıda bulunan peribacalarının, Hitit ve Frig mitolojilerinde dahi adı geçiyor. Onlara göre peribacalarını volkan tanrıları oluşturmuş, yağmur ve rüzgar tanrıları yumuşak ve sihirli elleriyle biçimlendirmiş. 17. yüzyılın Fransız gezgini Paul Lucas’ın “Kızılırmak yakınlarında, piramit biçiminde binlerce garip ev” diye nitelendirdiği peribacaları, Zelve Vadisi’nde en ihtişamlı halleriyle yer alıyor. Vadiye gelmeden hemen önce Paşabağ’da oluşumunun bütün evrelerinde peribacaları görülebiliyor. Bölgede oluşumun başlangıcında, oluşum halinde, oluşumunu tamamlamış ve olgunlaşıp bozulmuş, yani tepeleri düşmüş peribacaları yer alıyor. Bölgede dikkat çekici diğer unsurlardan biri de badlans veya kırgıbayır olarak adlandırılan yer şekilleri. Kurak bölgelere 83 PERIBACALARINA YAKLAŞIK BIR SAAT UZAKLIKTA BULUNAN IHLARA VADISI, KAPADOKYA’NIN EN ÇOK ZIYARET EDILEN YERLERINDEN BIRI OLMA ÖZELLIĞI TAŞIYOR. HASANDAĞI’NIN SOĞUYAN LAVLARINI MELENDIZ ÇAYININ AŞINDIRMASI SONUCU MEYDANA GELMIŞ BU VADININ YÜKSEKLIĞI ZAMAN ZAMAN YÜZ METREYI GEÇIYOR. özgü bir topografik unsur olan badlans, “az eğimli yamaçlarda bulunan tüfler üzerindeki aşınmalar” şeklinde tanımlanıyor. MÖ 1. yüzyıla tarihlenen Çeç tümülüsü, bütün Göreme Vadisi’nin görülebildiği Uçhisar Kalesi, ormanlık arazi olmadığı halde millî park ilan edilmiş Göreme Millî Parkı, Kızlar ve Erkekler Manastırı, Tokalı Kilise ve Karanlık Kilise bölgenin diğer turistik yapıları olarak sıralanıyor. Çağların tanığı Ihlara Peribacalarına yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan Ihlara Vadisi, Kapadokya’nın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri olma özelliği taşıyor. Hasandağı’nın soğuyan lavlarını Melendiz çayının aşındırması sonucu meydana gelmiş bu derin vadinin yüksekliği zaman zaman yüz metreyi geçiyor. Bölgenin uzun yüzyıllar Hıristiyanlığın merkezi olması nedeniyle Ihlara Vadisi’nde de kayalara oyulmuş pek çok kilise yer alıyor. Bunlardan biri Bizans dönemine tarihlenmiş Ağaçaltı Kilisesi’dir. Kilise, İkonoklazm akımından öncesine tarihlendiği için duvarlarında çok sayıda resim bulunuyor. “Ziyaret”, “Doğum”, “Üç Müneccimin Tapınması”, “Meryem’in Ölümü” adındaki duvar resimlerinden en çok beğenilen ve turistler tarafından en çok ilgi göreni ise kilisenin kubbesinde yer alan “İsa’nın Göğe Yükselişi”dir. Ihlara Vadisi’nin kuzey duvarında yer alan Yılanlı Kilise 9. yüzyılın sonlarına tarihleniyor. Bir duvarında yılanların saldırısına uğramış dört günahkar kadının resmedilmesi nedeniyle kiliseye bu ismin verildiği tahmin ediliyor. Keşiş mezarlarını da içeren Yılanlı Kilise’nin tavanı ve duvarları tamamen freskolarla bezeli. Mikail ve Cebrail tasvirlerinin yer aldığı kilise Ihlara Vadisi’nin turistler tarafından en çok ziyaret edilen yapısı olma özelliği taşıyor. 84 KÜLTÜR VARLIKLARI VADIDE YER ALAN EVLER DE, YÜZYILLAR ÖNCESINE TARIHLENMESELER BILE, BÖLGENIN EN KIYMETLI YAPILARINDANDIR. EĞIMLI YAMAÇLAR ÜZERINE KURULMUŞ YERLEŞIM YERLERINDE BULUNAN BU EVLER BÖLGENIN JEOLOJIK YAPISI ILE UYUMLU ÖZGÜN MIMARI UNSURLAR IÇERIR. Vadide yer alan ve bölgenin önemli yapılarından biri olan Kırkdamaltı Kilisesi 13. yüzyıl sonlarına tarihleniyor. Kilisede yer alan bir kitabede Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud ve Bizans İmparatoru II. Andronikos Paleologos’un adları geçiyor. Kilisedeki tasvirlerden biri Hz. Meryem ve Vaftizci Yahya’nın mahşer gününde, günahkar insanlar adına Hz. İsa’dan af dileme sahnesi, yani Deesis’tir. Diğer sahneler “İsa Çarmıhta”, “İsa’nın Göğe Yükselişi”, “Meryem’in Ölümü”, “St. George’a Adak” adlı tasvirleri ve aziz betimlemelerini içeriyor. Ihlara Vadisi’nin en çok ziyaret edilen yapıları şüphesiz ki her biri bir sanat eseri niteliğindeki freskoları içeren kiliselerdir. Ancak vadi duvarlarına oyulmuş ve Hıristiyanlığın doğuşundan çok daha önceki yüzyıllara tarihlenen mağaralar da oldukça ilgi çekicidir. Kaya düşmeleri nedeniyle ağız kısımları kapanan bazı mağaralar bölgeyi daha gizemli kılar. Vadide yer alan evler de, yüzyıllar öncesine tarihlenmeseler bile, bölgenin en kıymetli yapılarındandır. Eğimli yamaçlar üzerine kurulmuş yerleşim yerlerinde bulunan bu evler bölgenin jeolojik yapısı ile uyumlu özgün mimari unsurlar içerir. 1800’lerin sonu, 1900’lerin başına tarihlenen evler, daha önce de mesken olarak kullanılan mağaraların üzerine kesme taşlar döşenerek oluşturulmuştur. Çoğu koruma altına alınan evlerde kireçtaşı ve ahşap da kullanılmıştır. İnsanların Ihlara Vadisi’nde bulunan kayaların kolay oyulabilme özelliğini kullanarak yaptıkları barınaklar, bölgenin en gizemli şekilleri olan yer altı mağaralarını oluşturur. Yerin altında, birbiriyle bağlantısı olan yüzlerce kanal içeren mağaralar, bölgenin keşfedilmeyi ve turizme açılmayı bekleyen onlarca unsurundan biridir. Kayaya oyulmuş iki adet bezirhane ve içinde bezir yağı elde etmek için kullanılan ilkel mekanizma; kaba yontulmuş taşlardan inşa edilmiş yunak; Osmanlı dönemine ait bir köprü; Selçuklu dönemi yapılarından olan, sekizgen inşa edilmiş Yavuz Sultan Türbesi ile dört taş kemerli Baydı Hatun Türbesi, Ihlara Vadisi’nde yer alan nispeten daha yakın yüzyıllara tarihlenen yapılardır. Bir doğa harikasına insan elinin değmesi, onun yaratıcılığı, zevki ve sabrıyla şekillenmesi Kapadokya’yı dünyanın en değerli destinasyonlarından yapıyor. 2005 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dahil edilen bölgenin bir diğer özelliği, şaşırtıcı yer şekilleri, doğal güzellikleri ve turizme hizmet eden, semayı rengarenk boyayan balonlarıyla dünyada en çok fotoğraflanan yerlerden biri olması. 85 HAKAN TARTAN: BUGÜN TÜRK SIYASETINDEN BEKLENEN ŞEY YENILEŞME VE SEVGI DILININ EGEMEN OLMASIDIR SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ GENÇ YAŞTA ATILDIĞI SIYASET HAYATINDA MILLETVEKILI, BAKAN VE BELEDIYE BAŞKANI OLARAK ÖNEMLI ÇALIŞMALARDA BULUNAN HAKAN TARTAN, “HIZMETI ÇALIŞMA FELSEFENIZIN ANA UNSURU YAPARSANIZ BAŞARILI OLURSUNUZ” DIYOR. SIYASETTE UZLAŞMA KÜLTÜRÜNÜN ÖNEMINE IŞARET EDEN TARTAN, “HALK GERGINLIĞI SEVMIYOR” YORUMUNU YAPIYOR. 86 SÖYLEŞI H akan Tartan, bir koltuğa birçok karpuz sığdırabilmiş kişilerden biri. Gazeteci, şair, yazar, siyaset bilimci, akademisyen, 56. Cumhuriyet Hükümeti’nin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, 2009-2014 yılları arasında İzmir Konak Belediye Başkanı… Siyasetin genç ve renkli yüzleri arasındaki Hakan Tartan, bu ayki söyleşi sayfalarımıza konuk oluyor. 1995 ve 1999 seçimlerinin ardından iki dönem TBMM çatısı altında yer alan deneyimli siyasetçi, “Bugün Türk siyasetinden beklenen şey yenileşme ve bununla birlikte sevgi dilinin egemen olması” diyor. Siyasete girmeye nasıl karar verdiniz? Gazetecilik aslında siyasetle iç içe bir meslek. Siyasetin özü halka hizmetse, gazeteciliğin de öyle. O nedenle ben zaten siyasetin hep içindeydim. Bir dönemler Türk siyasetine yön veren çok değerli isimlerle birlikte çalışma, siyaset yapma, dostluk yaşama şansı buldum. Sayın Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Erdal İnönü, İsmail Cem, Aydın Güven Gürkan, Deniz Baykal, Fehmi Işıklar, Güneş Gürseler, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan, Recai Kutan, Bülent Arınç, Mehmet Ağar, Hüsamettin Özkan bu isimlerden bazıları. Bu kadar değerli insanlarla dost olunca onlardan çok şey öğreniyorsunuz. Büyük devlet adamı Sayın Bülent Ecevit siyasete girme önerisi yapınca bu benim için bir onur oldu. gelişmeleri de zaman zaman Sayın Ecevit’e aktarma şansı buluyordum. Bu süreç, siyaset yolculuğum adına önemli bir adımdı. Nitekim 1995 seçimlerinde İzmir milletvekili oldum. Ancak ilk siyasete girişim 1992’de Sayın Deniz Baykal önderliğinde yeni CHP’nin kuruluşu ile gerçekleşti. O zamanki hedef, CHP ile tüm sosyal demokratları birleştirmekti. Bugün hâlâ en büyük özlem bu. Türk siyasetinde hemen her alanda hizmet verdiniz. Sizce en önemli görev hangisiydi? Bütün görevler çok önemli ve onurlu. Çünkü hepsinin temelinde halka hizmet olgusu var. Hizmeti çalışma felsefenizin ana unsuru yaparsanız başarılı olursunuz. Ben hep öyle yaptım. Halkla iç içe oldum, sorunlarını belirledim, beklentilerini öğrendim ve o yolda adımlar attım. Bize verilen görevler, halka ve Hakk’a hizmet yolunda en önemli şans. Bunu ne kadar iyi değerlendirirsek o kadar mutlu oluyoruz elbette. Ve görevdeki başarı, mutlu ve huzurlu kıldığınız insanların sayısı ile doğru orantılı. Bütün görevlerim keyifliydi, onurluydu. Hepsinde iz bırakan çalışmalar yaptığıma inanıyorum. Belediye başkanlığı mı, milletvekilliği mi, bakanlık mı daha zor? Hepsinin kendine özgü zorlukları var elbette. Ancak doğru hedefler belirler, doğru insanlarla çalışıp doğru kararlar alırsanız başarı gelir. Ben böyle çalıştım. Milletvekili olarak milleti temsil etmek, kent adına alınan kararlarda öncü olmak, insanlara yeni hizmetler götürmek elbette çok önemli. İdare Amiri olarak TBMM’nin yenilenmesi ve değişimi anlamında önemli kararlara imza attık. Bakan olarak ise daha uygulayıcı bir rolünüz oluyor. Birçok hizmeti toplumsal katkı anlamında direkt olarak halka yansıtıyorsunuz. Örneğin o dönemde emekli maaşları sorundu. Maaş çekiminde sıralar oluyordu. Ben emekli maaşı ödeme günlerini çoğaltarak bir ölçüde rahatlama yaratmıştım. Yine Bulgaristan’dan gelen kardeşlerimizin hem sosyal güvenlik hem de emeklilik işlemleri sorundu. Onu karşılıklı anlaşma ile çözdük. Allah nasip etti, Bulgaristan göçmeni kar- Ailenizde siyasetle ilgilenenler var mıydı? Sanatçı bir ailenin çocuğuyum. Daha çok devlet hizmeti yapan bir kuşağın devamıyım. Ailede ilk siyasetçi benim. Siyaset yolculuğunuzun kilometre taşı olarak gördüğünüz olaylar neler? Ankara’da gazetecilik yaptığım günlerde Sayın Bülent Ecevit’le yakın bir dostluk kurduk. Hemen her gün telefonlaşıyor, sık sık buluşuyor ve Türkiye üzerine değerlendirmeler yapıyorduk. Toplumsal bazı 87 “MILYONLARA IMZA ATAN, 24 SAAT ÇALIŞAN BAŞKANLAR GÖREVDEN AYRILDIKTAN SONRA HIÇBIR HAKKA SAHIP DEĞIL. TBMM’DEKI ARKADAŞLARIMDAN ISTEĞIM, BELEDIYE BAŞKANLARININ ÖZLÜK HAKLARININ IYILEŞTIRILMESI, SOSYAL VE HUKUKI GÜVENCELERININ SAĞLANMASI.” deşlerimize ilk maaşlarını ödeme onurunu yaşadım. Oradaki çalışmaları emeklilikte geçerli oldu. Bu çok önemli bir beklentiydi. İşçilerimiz için ilk defa check-up uygulaması yaptık. Çocuk işçiliğin önlenmesi çalışmaları, yeni hastaneler, sosyal güvenlik reformunun hazırlıkları hep onur duyduğum çalışmalar. Belediye başkanlığı ise gerçekten hem çok onurlu hem de çok zor. Çünkü zaman ve mekan yok. Her an, her yerde görevdesiniz. Ancak halkın birçok isteğini de anında karşılayabiliyorsunuz. TBMM’deki arkadaşlarımdan isteğim, her iki görevde de bulunmuş bir insan olarak belediye başkanlarının özlük haklarının iyileştirilmesi, sosyal ve hukuki güvencelerinin sağlanması. Milyonlara imza atan, 24 saat çalışan başkanlar görevden ayrıldıktan sonra hiçbir hakka sahip değil. Bu konuda ciddi atılımlar gerekir. Size göre siyasetin olmazsa olmazları neler? Elbette doğrudan, haktan ve halktan yana olmak. Siyaseti halkla arasında uçurum bulunan bir kurum olmaktan çıkarıp gerçek anlamda halka hizmetin merkezi haline getirmek. Bunun için de sık sık halkla birlikte olmak, onların sorunlarıyla ilgilenmek, çözüm yollarını araştırmak. Milletvekilliği veya bakanlık döneminizden bir anıyı paylaşabilir misiniz? Yeni bakan olmuştum. Daha ikinci haftasıydı galiba. İzmir’e geldim, yoğun bir programdan sonra eve geçtim. Arkadaşlar telefon etti, “Hakan Kordon’dayız, seni de bekliyoruz” diye. Onları kıramadım. Ben mütevazı yaşayan bir insanım. Spor bir kıyafet giydim, eve bir taksi çağırdım ve Kordon’un yolunu tuttum. Tabii taksici beni tanıdı. Sohbet ederek Kordon’a geldik. Şoförün beni indireceği yerde buzlu badem satan bir esnaf vardı. Taksici park yeri için esnafa seslendi; “Biraz çekil kenara, Sayın Bakan’ı getirdim” dedi. Taksi parasını ödedim, araçtan indim. O arada buzlu bademci de ışıklı arabasını biraz kenara çekti. Taksi şoförüne “Hani bakan?” diye sordu. Beni spor kıyafetle görünce, hele bir de çok genç olunca herhalde yakıştıramamıştı. Taksi şoförü “İşte indi ya” diye cevap verdi. Buzlu bademci ne dese beğenirsiniz: “Bırak ya, böyle bakan mı olur!” Bu benim için hoş bir anıdır. Çok şatafatlı, her saatte makam arabası ve korumalarla dolaşan bir bakan furyası içinde ben farklı bir çizgi oluşturmaya çalışmıştım. Başardım mı, başaramadım mı, elbette bilemem. Ama toplumun bakış açısı anlamında bu yaşadığım hoş bir anıdır. Bugün siyasete dışarıdan nasıl bakıyorsunuz? Benim görev yaptığım parlamentolarda daha çok koalisyonlar vardı. Siyaset ve hizmet zordu. Türkiye her geçen gün daha iyiye 88 SÖYLEŞI “PARLAMENTODA YER ALSAM ILK EL ATACAĞIM KONU TOPLUMDAKI ŞIDDETIN AZALTILMASI OLURDU. ÖZELLIKLE KADINA ŞIDDET KONUSUNDAKI HABERLER HEPIMIZI ÜZÜYOR, HATTA ÜRKÜTÜYOR. ASLINDA KÜÇÜK BAZI YASAL ÖNLEM VE DÜZENLEMELERLE BU IŞ BIR ÖLÇÜDE DIZGINLENIR.” gidiyor. Sorunlar yine var ve hep olacak. Geçmişin belirgin sıkıntı ve sorunları yine geçerli. Eksikler yok mu? Var. Ama iyi işler de yapılıyor. Her zamankinden çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç var. Siyasette de maalesef biraz fazla tartışma ve gerginlik egemen. Bir saptama yapayım; halk bunu sevmiyor. Sadece gerginlik üzerinden siyaset yapanlar, her aka kara diyenler hiçbir zaman başarılı olamıyor. Önemli olan uzlaşma kültürü içinde siyasetin iniş ve çıkışlarını yaşamak, Türkiye için projeler üretmek. Lafla ne hükümet ne partiler değişiyor. Değiştirecek tek güç halk. Ona inanmak ve onun istekleri doğrultusunda siyaset yapmak gerekir. Galiba siyasetin şimdilerde biraz daha fazla sevgi diline ihtiyacı var. Göreceksiniz bu dili kullananlar kazanacak. Parlamentoda yer alsanız ilk el atacağınız konu ne olurdu? Toplumdaki şiddetin azaltılması. Bu konuda gerekli hazırlıkların yapılması. Parlamentonun yasal altyapıyı hazırlaması. Özellikle kadına şiddet konusundaki haberler hepimizi üzüyor, hatta ürkütüyor. Bu konuda etkin olurdum. Aslında küçük bazı yasal önlem ve düzenlemelerle bu iş bir ölçüde dizginlenir. Ortadan kalkması için de eğitim altyapısının buna göre hazırlanması şart. Biraz zaman alır, ama her şey bir ilk adımla başlar. Şimdi neler yapıyorsunuz? O kadar aktif bir süreçten sonra… Türkiye’yi dolaşıyorum, birçok yerde seminer ve konferanslarım var. Akademisyen kimliğimle gençlere yine deneyim ve bilgilerimi aktarmaya çalışıyorum. Bu toplumun bize kattıklarını ben de gençlerimize aktarma uğraşındayım. Elbette yazar ve şair olarak elim boş durmuyor. Yeni kitaplar, yeni şiirler, yeni derlemeler… Hepsinde tek bir hedefim var: Toplumun geleceğinin daha aydınlık, Türkiye’nin daha güçlü olması için geçmişin değerlerine doğru uzanabilmek. Ben Türkiye’nin geleceğinin daha iyi olacağını düşünüyorum. Ekonomik altyapımız geliştikçe, sorunlar ortadan kalktıkça dünya ülkeleri arasındaki önemimiz de artıyor. Bu anlamda Avrupa Birliği’nin dünyada da ciddi bir sorun haline gelen İslamofobi konusunda Türkiye’yi neden önemli bir şans ve fırsat olarak görmediğini de anlamakta zorluk çekiyorum. Demokratik ve laik yapısı, gelişen ekonomisi, genç nüfusu ile Türkiye aslında AB’nin en iyi işbirliği yapacağı, bazı sorunları en kolay aşabileceği bir ülke. Ancak maalesef dinsel takıntı ve ayrımları bir türlü bir kenara bırakamıyorlar. Bu çok yanlış. Bundan sonra Dr. Hakan Tartan’ı neler bekliyor? Her şeyin hayırlısı. Benim bir tek sevdam var; o da Türkiye. Ülkem, insanlarım iyi olsun, huzur ve güvenlik içinde olsun, bana yeter. Ben her zaman olduğu gibi yüreğimin götürdüğü yere gitmeye devam edeceğim. 4’ü şiir alanında olmak üzere 10 kitabınız bulunuyor. Söyleşimizin sonunda yeni bir şiirinizi paylaşır mısınız? Tabii. Geçen yıl babamı kaybettim. Benim için yeri doldurulamaz bir insan. Ona yazdığım bir şiir var. “Artık Babam Yok” isimli bu şiiri sizinle paylaşayım: Artık babam yok / Kolum yok, kanadım yok / Yaşamın sihirli değneği / Gözlerimin feri / Karanlığı aydınlatan Diojen fenerim yok / Yağmurun arsızlığı / Baş ağrımın densizliği / Çiçeklerin kuruluğu / Suların susuzluğu bu yüzden / Artık babam yok / Rakının tadı / Kadının adı yok / Yüreklerde direniş ruhu / Masalarda Shakespeare, lonescu / Tartışmalarda başkaldırı, özgürlük, sevgi yok / Yapay gülüşmeler / Kaçak buluşmalar / İnsanı alçaltan sözcükler / Yalanları halka halka dizmeler bu yüzden / Artık babam yok / Meydan Larousse / 10 bin roman, hikaye, şiir / Ayaklı kütüphanem / Her telefonda, her buluşmada / 40 yıllık kahve hatırşinaslığı yok / Limanların yalnızlığı / Sohbetlerin tatsızlığı / Umudun kırılganlığı / Benim darmadağınıklığım bu yüzden / Artık babam yok / Ses yok / Renk yok / Koku yok / El ele tutuşan sevgilerin gökkuşağı yok / Ağrı’nın, Toros’un kırılganlığı / Çipuranın, levreğin, barbunun solgunluğu / Sevginin, hoşgörünün dalgınlığı / Annemin ağlayan kalbi / Benim kötüye isyanım bu yüzden / Artık babam yok / Tat yok / Tuz yok / Ben / Ben yokum demesem de / Artık yarım yok / Kalbim, böbreklerim yerinde olsa da / Ruhum / Canım / Sevgim ve sevincim yok / Artık babam yok / Hiçbir şeyin / Hiçbir şeyin eski tadı yok. 89 İKI DEĞIL, IKI BIN HÜVIYETLI MEMDUH ŞEVKET ESENDAL 90 “HAYAT NE TATLI ŞEY” DIYE DÜŞÜNDÜ. İNSANIN ÖMRÜ OLMALI DA YAŞAMALI... KALEMINDEN DÖKÜLEN BU SATIRLARLA ESENDAL, YAŞAMAYA NE KADAR TUTKUN OLDUĞUNU ÖZETLIYORDU ASLINDA. BIR ANDA KENDINI IÇINDE BULDUĞU SIYASETTEN GÖNÜLDEN BAĞLI OLDUĞU EDEBIYATA KADAR UĞRAŞTIĞI HER ALANDA KIMLIĞININ FARKLI BIR YÜZÜNÜ ORTAYA ÇIKARARAK ILKLERE IMZA ATIYORDU. İREM COŞKUNSEVEN V arlıklı bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak 1883’te Çorlu’da doğduğu anlatılır Memduh Şevket Esendal’ın. Eğitimine dair kesin bir bilgiye rastlanmaz. Kimi kaynaklar İstanbul’da, kimileri Çorlu’da okuduğunu, kimileri de başladığı hiçbir okulu bitiremediğini anlatır. Esendal konuya ilişkin Sunullah Arısoy’a verdiği bir röportajda şöyle der: “Efendim, bizim Kadri Efendi adında bir hocamız vardı. Ayağı topal bir adam... Hani siz duymuşsunuzdur ya, eti senin kemiği benim diye, hakikattir o... Çocuklar öyle teslim edilirdi mektebe. Bu Kadri Efendi de, çocukların etini alıp kemiğini bırakan cinsinden bir adamdı. Bir gün, sebebini bilmiyorum, bir çocuğu dövdü. Çok fena dövdü ama... Bizim evde dayak yoktu. Dayağı ilk defa görüyordum. Bıraktım mektebi...” Sadece bu kısacık anekdot bile onun yanlışa nasıl katlanamadığını, ne kadar hisli ve insancıl bir kişiliği olduğunu anlatmaya yetiyor aslında. Memduh Şevket Esendal’ın siyasi kimliği İttihat ve Terakki ile 1906 yılında başlar. Bu öyle bilinçli, önceden planlanmış bir atılım değildir esasen. Parti içinde Küçük Efendi olarak anılan Kara Kemal’in teşvikiyle kendini bir anda siyasetin içinde bulur. O aslında “büyük adam” olmanın, şöhret ve gücün peşinde değildir. Her zaman mütevazı, hiçbir zaman kendini yüceltmeyen Esendal, siyasete girişini şöyle anlatır: “Bir gün beni aldılar, İttihat ve Terakki’nin Karaköy’deki merkezine götürdüler ve yemin ettirdiler. Kendimi partinin, politikanın içinde buldum. Benim hiçbir niyetim, hazırlığım yoktu. Oradan çıktım, korkudan dizlerim titriyor; herkes beni biliyor tanıyor, şimdi yakalayacaklar diye. Eve gelinceye kadar ne çektiğimi ben bilirim.” Kısa sürede parti içinde kabul gören Esendal, Cemiyet’in İstanbul Merkez Heyeti üyeliği ve esnaf odaları mümessilliği gibi çeşitli görevler icra eder. Ancak I. Dünya Savaşı’nın ardından partinin dağıtılmasıyla birlikte İtalya’ya kaçmak zorunda kalır. Memuriyet hayatı ise Atatürk’ün çağrısı üzerine Millî Mücadele’ye katılmak amacıyla Ankara’ya gelmesiyle başlayacaktır. Memduh Şevket Esendal Ankara’ya geldiğinde civar köylerden birinde Mustafa Kemal’den emir bekler. Bir gün, kendi deyişiyle kareli bakkal kağıdına kurşun kalemle yazılmış bir mektup alır. Mektupta Mustafa Kemal, “Bakü için benden avamdan yetişmiş bir temsilci istediler. Aklıma sen geldin. Görüşmek üzere. Ankara’ya bekliyorum” der. Böylece meclis açıldıktan sonra kurulan hükümetin ilk resmî memuru olarak Azerbaycan’a gönderilen Esendal, Bakü yolculuğuna başlamış olur. Buradaki memuriyeti süresince bir yandan Türk savaş esirlerinin yurdumuza dönmesi konusunda çalışmalar yürütürken diğer yandan Azerbaycan’ın Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş denemelerini yakından gözlemleyerek ileride Türkiye’de yapılacak olan harf devrimine katkı sağlar. Bakü’den döndükten sonra İstanbul’daki Kabataş ve Galatasaray liselerinde tarih öğretmenliği yapar bir dönem. 1925 yılına gelindiğinde ise bu kez İran’ın başkenti Tahran’a orta elçi olarak gönderilir. İran macerası Esendal’ın kişisel gelişimine, gözlem yeteneklerine ve yaşanmışlıklarına katkı sağlasa da dönemin koşulları nedeniyle talihsizlikler peşini bırakmaz. Türkiye ile İran arasındaki sorunları gerekçe göstererek Tahran Büyükelçiliği’ndeki görevinden 1930 yılında istifa eder. 91 MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN SIYASI VE EDEBI KIMLIĞININ DIŞINDA DIPLOMAT, RESSAM, HÜMANIST GIBI HER BIRI BIRBIRINDEN DEĞERLI BIRÇOK YÜZÜ VARDI. Memduh Şevket Esendal, 1931 yılında Elazığ mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girer. 1933 yılında Kabil’deki Afganistan Büyükelçiliği’ne atanır. 8 yıl boyunca görevini ifa ettikten sonra 1941 yılında kendi isteğiyle memuriyetten ayrılır. 1941-1950 yılları arasında Bilecik milletvekili seçilen Esendal, 1942-1945 yılları arasında CHP Genel Sekreteri olarak görev yapar. 1952 yılında vefat etmesinden yalnızca 2 yıl öncesine kadar siyasi hayatını sürdürür. Yerli Çehov Kendisi de Türk Edebiyatı’nın en büyük öykücülerinden biri olan Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal için, “İki hüviyeti mi vardı? Belki de. Her sanatkâr gibi onun da iki değil, iki bin hüviyeti vardı belki” demiştir. Esendal’ın siyasi ve edebi kimliğinin dışında diplomat, ressam, hümanist gibi her biri birbirinden değerli birçok yüzü vardı. Edebi yüzü bile kendi içinde birçok katmandan mey- 92 dana geliyordu. İnsanlara yaşama sevinci aşılayan öyküleriyle ön plana çıkan edip Esendal’ın öykücülük serüveni de kendi içinde iki bölüme ayrılıyordu. Kendini hiçbir zaman bir edebiyatçı olarak görmeyen tevazu sahibi Memduh Şevket Esendal aslında öykücülüğe çok erken başlamıştır. Nitekim ilk öyküsü “Veysel Çavuş” 1908 yılında Tanin gazetesinde yayımlanır. Öykücülüğü iki ana bölümde incelenebilecek olan yazar, ilk dönemde Türk hikaye geleneğini yansıtan, betimlemelere yer veren, eleştirel bir anlatıcının ağzından mesaj ileten eserler kaleme alır. Belirli bir akıma bağlı kalmayan çeşitli konuları işleyen bu eserlerde sıradan insanların hayatları irdelenir. Sonraki dönemde benimseyeceği optimistik bir bakış açısı yerine hikayelerinde belirgin bir şekilde karamsarlık hakimdir. Her ne kadar düzenli bir öğretim hayatı olmasa da Esendal, sefaret göreviyle gittiği yerlerde kendini geliştirir. Bakü’ye yolu EDEBIYATTAN, ÖZELLIKLE DE ÖYKÜ OKUMAKTAN SON DERECE ZEVK ALDIĞINI IFADE EDEN MEMDUH ŞEVKET ESENDAL, ÇOCUKLARINA MIRAS KALMASI AMACIYLA ÖYKÜLER YAZAR. düştüğünde burada Rusça öğrenmeye başlar ve ileride etkisinde kalacağı dünyaca ünlü öykücü Çehov ile tanışması bu döneme rastlar. Tahran’da bulunduğu süre boyunca da Farsça bildiğinden ötürü yeni ve farklı bir edebiyatı tanıma fırsatı bulur. Böylece göreve gittiği her ülkede birikiminin üstüne yeni katlar inşa ederek zenginleşir, olgunlaşır. Öykücülüğünün ikinci döneminde karamsar bakış açısından vazgeçerek insanlara neşe, coşku, yaşama sevinci katmayı hedefleyen eserler üretir. Öykülerinde Çehov’un etkisi o kadar barizdir ki “Yerli Çehov” olarak bile anılır. Kendisi Arap alfabesinin yürürlükte olduğu bir dönemde doğsa da Latin alfabesine geçildikten sonra asla eski alfabeyi kullanmaz. Dilde sadeleşmeye önem verir. Öykülerini diyaloglar üzerinden sade, akıcı bir dille yazar. Hayattan belirli kesitler sunan durum hikayeciliğine kucak açar. Neden bu kadar sade bir üslup benimsediği sorusuna edebiyattan anlamadığı, bu alanda marifetli olmadığı için böyle yazdığı yanıtını verecek kadar alçakgönüllüdür. Yazılarında kendi adı yerine İstemenoğlu, M.Oğulcuk, Mustafa Yalınkat, M.Ş.E gibi farklı müstearlar kullanır. Adının baş harflerinden midir, geniş omuzlu olmasından mıdır ya da öyküleriyle tıpkı bir meşe ağacı gibi kök salmasından mıdır bilinmez, edebi çevrelerde “Meşe” olarak anılır. Eserlerinde kendi adını kullanmaması eleştirilere yol açar. Orhan Veli onun için, “Sanatı küçümsüyor, bu yüzden gerçek adını kullanmak istemiyor” der. Esendal ise kendisine yapılan eleştirilere oldukça samimi bir yanıt verir: “Aslında ben, politikada eskittiğim adımı çok sevdiğim sanatta kullanmak istemiyorum.” Hayatı boyunca Ülkü, Meslek, Halk, Türk Dili, Ulus gibi gazete ve dergilerde yazıları yayımlanan Esendal’ın en bilinen öyküleri “Otlakçı”, “Hava Parası”, “Kelepir”, “Mutlu Bir Son”, “Bir Kucak Çiçek” olsa da hayatı boyunca iki yüzden fazla öykü yazmıştır. Anı, mektup ve roman türünde de eserler veren Esendal’ın Türk Edebiyatı’na yaptığı en önemli katkılardan biri Ayaşlı ile Kiracıları’dır. Padişahlıktan cumhuriyete henüz geçen bir ülkede yaşanan toplumsal değişiklikleri kendi süzgecinden geçirerek yansıttığı bu roman, 1942 yılında düzenlenen CHP Roman Yarışması’nda ödül almıştır. Edebiyattan, özellikle de öykü okumaktan son derece zevk aldığını ifade eden Memduh Şevket Esendal, çocuklarına miras kalması amacıyla öyküler yazar. Yazılarını ilk okuyanlar da, eleştirenler de çocuklarıdır. İlk öykülerinde gözlemlenen karamsarlığı bırakıp umut yüklü temalar işlemesine ilişkin, “Ben, insanlara yaşamak için kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım. İnsanları yuğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmam. Zaten tam bir refah içinde, huzur içinde yaşamıyoruz. Bir de karanlık, kötü şeylerden bahsederlerse bize, onları okursak… Bu insanları bir havana koyup ezmeye benzer. Halbuki insanların içlerinde bir umut olmalı. Yaşama umudu, neşe vermeli insanlara okudukları...” der. Hem siyasi, hem edebi, hem de sanatsal kimlikleri olan Esendal, Türk öykücülüğüne yeni bir boyut kazandırırken siyasi hayatını yurt içi ve yurt dışı başarılarıyla taçlandırmıştır. 93 ÖZER GÜRBÜZ: BILIMSEL VE SIYASAL ARAŞTIRMA, EĞITIME KATKI VE ÜYELER ARASINDA DAYANIŞMAYA BÜYÜK ÖNEM VERIYORUZ SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: NEHIR ÖZTÜRK 17. VE 18. DÖNEM SINOP MILLETVEKILI ÖZER GÜRBÜZ’ÜN BAŞKANLIĞINI ÜSTLENDIĞI TÜRK PARLAMENTERLERI DAYANIŞMA BILIMSEL VE SIYASAL ARAŞTIRMALAR VAKFI (TÜPAV) ÖNEMLI FAALIYETLERE IMZA ATIYOR. GÜRBÜZ, “DEĞERLI ÜYELERIMIZIN BILGI VE BIRIKIMLERI SAYESINDE SIVIL TOPLUM ÖRGÜTLERI ILE MECLISIMIZ ARASINDA KÖPRÜ GÖREVI GÖRMEYI PLANLIYORUZ. ŞU ANDA BU ÇALIŞMANIN ALTYAPI HAZIRLIKLARINI YAPIYORUZ” DIYOR. 94 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA Söyleşimizin başında Türk Parlamenterleri Dayanışma Bilimsel ve Siyasal Araştırmalar Vakfı’nın (TÜPAV) kuruluşuna ilişkin bilgi verebilir misiniz? TÜPAV 1996 Aralık ayında kurucu başkanı Zeki Çeliker başkanlığında 26 Mütevelli Heyet üyesi ile kurulmuş, gördüğü ilgi neticesinde 1998 yılı içinde Kurucular Kurulu üyelerinin sayısı 212’ye ulaşmıştır. 30 Mart 2013 tarihinde yapılan Mütevelli Heyet toplantısında 35 yeni üye Vakfa katılmıştır. Haziran 2003’te Nevzat Tandoğan Caddesi’nde satın aldığı adrese taşınan TÜPAV, halen faaliyetlerini Vakıf merkezi olarak burada sürdürmektedir. TÜPAV hangi amaçlar doğrultusunda ne tür faaliyetler yürütüyor? Vakfımız kuruluş amaçları arasında belirtildiği üzere çok partili, laik ve demokratik parlamenter sistem, yasama organının görev ve yetkileri, ekonomi, dış politika, çevre gibi konularda bilimsel araştırmalar yapmayı görev olarak üstlenmiştir. Bu amaca uygun olarak Şubat 2012 tarihinden itibaren bir seri konferans ve sunum düzenlenmiştir. Bu çerçevede Sayın Erol Tuncer “Başkanlık Sistemi Tartışmaları”, “Seçim Sistemleri” ve “2014 Yerel Seçimlerinin Değerlendirilmesi”, Sayın Ali Naili Erdem “Balkan Bozgunu” ve “Şiir Üstüne”, Sayın Prof. Dr. Ali Bozer “Müzakerelerin Başlamasından Sonra AB ile İlişkilerimizin Seyri”, Sayın Ertuğrul Mat “Çok Kutuplu Dünya ve Türkiye”, Sayın Dr. Kemal Aydın “21. Yüzyılda Aktif ve Sağlıklı Yaşlanma” başlıklı konferans ve sunumlar gerçekleştirmiştir. 10 Nisan 2015 tarihinde ise Sayın Uluç Gürkan “Malta Yargılaması” ile ilgili bir sunum yapacaktır. Konferans ve sunumlara ait dokümanlar çoğaltılarak üyelerimize ulaştırılmaktadır. Ayrıca toplantı ve sunumların kalıcılığını sağlamak, bunları yarınlara ulaştırmak için raporlar TÜPAV Yayınları olarak kitaplaştırılmıştır. Üyelerimizin adreslerine ve ilgili kütüphanelere gönderilecektir. Vakfımızın önemli amaçlarından biri de eğitime katkıdır. Geçen yıl bir değerli üyemizin desteğiyle üç öğrencinin eğitimine katkıda bulunmuştuk. Bu yıl yedi öğrenciye eğitim bursu vermekteyiz. Bir başka değerli üyemizin isteği üzerine Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği’nden isimlerini aldığımız beş şehit ve gazi çocuğunun eğitimlerine katkıda bulunmaktayız. Kaybettiğimiz yakınlarımız için yapabileceğimiz en büyük hayrın, onlar adına öğrencilerimize eğitim yardımında bulunmak olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda katkı sağlamak isteyen üyelerimizin yapacakları yardımlar, doğrudan öğrencilere intikal ettirilmektedir. Eğer üyelerimiz yardımları için öğrenci ismi verirlerse bu çocuklarımıza ulaşılmaktadır. İsim belirtilmediği takdirde eğitim yardımları yönetimimizce belirlenmekte, ihtiyaç sahibi başarılı öğrencilere intikal ettirilerek hayır sahibi üyelerimize bilgi verilmektedir. Eğitim alanındaki bir diğer faaliyetimiz ise “Kitap Toplama ve Dağıtım Kampanyası”dır. Evlerimizdeki kitaplarımızı öğrencilerimizle buluşturmak ve çocuklarımızın her gün biraz daha azalmakta olan okuma alışkanlıklarını artırabilmek için başlattığımız kampanya çerçevesinde 2013 yılında Şırnak’ın Cizre ilçesindeki Beşiktaş İlköğretim Okulu kütüphanesine yaklaşık 300 kitap, 2014 yılında ise Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Akdam, Bağtepe, Akçalıuşağı, Kızıllar, Tepecikören köylerinin okullarına yaklaşık 800 kitap gönderilmiştir. Vakıf merkezimizde, siyasilerimizin çeşitli tarihlerde yazdıkları anı ve düşüncelerini yansıtan kitaplardan oluşan “Siyasi Hatırat Kütüphanesi” kurulmuştur. Kitaplarımızın listeleri, öğrencilerin yararlanabilmeleri için ilgili fakülte birimlerine gönderilecektir. Seyahat ve geziler renkli faaliyetleriniz arasında yer alıyor… Evet. Üyelerimizin istekleri doğrultusunda seyahat ve geziler düzenliyoruz. Kasım 2012 tarihinde yapılan Sinop gezisinin ardından Yavru Vatan Kıbrıs, Balkan ülkeleri, Mardin ve Çanakkale’ye gidildi. Gezilerimize katılan üye ve dostlarımızın memnuniyetleri bizler için ayrı bir güç kaynağı olmaktadır. Vakfımız adına Ocak 2012 tarihinde faaliyete geçirdiğimiz SMS Servis Hizmeti (cep telefonu kısa mesaj) üyelerimizle haberleşmeyi sağlamaktadır. Buna ilaveten 2014 Mart ayından itibaren oluşturulan Türk Parlamenterleri Vakfı Facebook sayfamız hizmetini 95 “SOSYAL TESIS VE YAŞLILIKTA BAKIM ÜNITESI ÇALIŞMALARI BU KONULARDA SON DERECE DUYARLI OLAN TBMM BAŞKANIMIZ SAYIN CEMIL ÇIÇEK VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ILE BIRLIKTE SÜRDÜRÜLMEKTEDIR.” sürdürmektedir. Vakfımız tarafından gerçekleştirilmiş konferans, panel, toplantı ve sunumlara ait dokümanlar, gezilerimiz, etkinliklerimiz, vefat duyurularımız, ziyaretlerimiz, vakıfla ilgili diğer haberler ve üyelerimizin paylaşımları Facebook sayfamızda yayımlanmaktadır. Sosyal Tesis ve Yaşlılıkta Bakım Ünitesi çalışmaları ise bu konularda son derece duyarlı olan TBMM Başkanımız Sayın Cemil Çiçek ve Türk Parlamenterler Birliği ile birlikte sürdürülmektedir. Vakfımızın kuruluş amacına uygun olarak üyeler arasındaki dayanışmaya son derece önem verilmekte, özellikle sağlık durumları takip edilmektedir. Vefat halinde SMS ile duyuru yapılmakta, ailelerin acıları paylaşılmaktadır. Vefat eden üyelerimiz için 13 Ocak 2013 tarihinde ailelerinin de katılımıyla Vakıf merkezimizde bir anma toplantısı yapılmıştır. TÜPAV’ın önümüzdeki dönemde hayata geçirmeyi planladığı yeni projeler var mı? Evet. Üyelerimizin sahip olduğu bilgi ve birikim sayesinde çeşitli alanlardaki sivil toplum örgütleri ile Meclisimiz arasında bir köprü görevi görmeyi planlıyoruz. TBMM İçtüzüğü’nün 30. Maddesi’nde komisyonların fikir almak üzere uzmanları çağırabileceği belirtiliyor. Şoförlerle ilgili bir yasal düzenlemenin Meclis’e geldiğini düşünelim. Şoförlerin sivil toplum örgütleriyle kuracağımız temas neticesinde onlara yasal düzenleme çalışmasıyla ilgili görüş ve önerilerini komisyonlarda ve diğer aşamalarda nasıl ifade edebilecekleri konusunda yol göstermeyi, yardımcı olmayı istiyoruz. Bu çalışmanın çeşitli toplum kesimlerinin kendilerini ilgilendiren yasal düzenlemelere yönelik düşüncelerini en doğru yol ve yöntemle milletvekillerine aktarmalarını sağlayacağını düşünüyoruz. Şu anda bu önemli hizmetin altyapı hazırlıklarını yapıyoruz. Vakfımızda çeşitli komisyonlar kurarak sivil toplum örgütleriyle temasa geçecek ve çalışmamızdan kendilerini haberdar edeceğiz. Bu çalışma siyaset kurumu ile sivil toplum örgütleri arasındaki iletişime de katkı sağlayacak gibi görünüyor… Elbette. Şu anda siyaset kurumu ile sivil toplum örgütleri arasındaki temaslar, fikir alışverişleri istenen düzeyde değil. Yapmayı planladığımız çalışmanın bu konuya da katkısı olacağını düşünüyoruz. Bildiğiniz gibi içinde bulunduğumuz çağda her gün yeni gelişmeler meydana geliyor. Bu hızlı gelişim ve değişimler neticesinde toplumların da yeni ihtiyaçları ortaya çıkıyor. Çağın gerektirdiği ihtiyaçlara uygun çalışmalar ve hazırlıklar yapılması gerekiyor. Bunun için de günlük politikalar dışında, daha soğukkanlı, ortak aklı yakalayabilen, birikimli, deneyimli, önyargısız, tarafsızlığı tartışılmaz toplumsal ve bilimsel kurumların görüş ve düşüncelerine ihtiyaç duyuluyor. Bu noktada sivil toplum örgütleri büyük önem taşıyor. Türk Parlamenterler Birliği ve TÜPAV gibi çok önemli işlevler üstlenmiş kuruluşların deneyim, görüş ve düşüncelerinin günlük politik çalışmalarla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. 96 SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA Türk Parlamenterler Birliği’nden Sağlık protokolü imzalanan hastanelerdeki TBMM Hattı Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi: Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi : Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (Pendik Devlet Hastanesi): 0312 202 44 91 0312 305 32 62-63 0312 508 30 03 0232 390 41 06 0242 249 65 91 0342 360 95 05 0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212 0212 414 22 27 0212 414 34 54 0332 224 49 70 0462 377 54 22 0332 223 79 79 0312 291 27 01 0272 246 33 36 0212 453 18 58 0216 625 47 16 Sağlık Hattı: Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için 0312 420 0 112 ve 0312 420 72 24 numaralı telefonu arayabilirsiniz. Türk Parlamenterler Birliği TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24 Türk Parlamenterler Birliği Ziraat Bankası TBMM Şubesi IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001 97 6 Nisan 1920 - Anadolu Ajansı (AA) kuruldu. Ajans, TBMM’nin çıkardığı ilk yasaları duyurdu, Millî Mücadele’nin her aşaması ile Cumhuriyet devrimlerine tanıklık etti. 4 Nisan 1953 - Dumlupınar denizaltısı Çanakkale Boğazı’nda İsveç gemisi ile çarpıştı ve 81 Türk denizci hayatını kaybetti. Şehitlerin anısına 4 Nisan, Deniz Şehitlerini Anma Günü ilan edildi. 1 Nisan 1926 - TBMM’de NISAN Zafer Bayramı’nın ilanına dair dört maddelik kanunun ilk maddesinde “İstiklâl Muharebatı’nda zaferi katiyi temin eden 30 Ağustos Başkumandan Muharebesi günü, Cumhuriyet ordu ve donanmasının zafer bayramıdır” ifadesi yer aldı. 1 4 4 Nisan 1949 - Herhangi bir dış güçten gelebilecek saldırılara karşı ortak savunma yapmak amacıyla Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kuruldu. Türkiye bu askerî ittifaka 1952 yılında katıldı. 6 8 6 Nisan 1896 - İlk modern olimpiyat oyunları Atina’da başladı. 8 Nisan 1923 - Mustafa Kemal Atatürk, egemenliğin millete ait olduğunu temel ilke kabul eden bir bildiri yayımladı. Dokuz Umde adı verilen ve bir seçim bildirgesi niteliğindeki metin dokuz adet ilke içeriyordu. 98 23 Nisan 1929 - Türk milletinin egemenliğinin timsali TBMM’nin açıldığı gün olan 23 Nisan, Çocuk Bayramı olarak da ilk kez kutlanmaya başladı. 25 Nisan 1953 - İnsanın kalıtsal özelliklerini ebeveynden çocuğa taşıyan DNA molekülünün yapısı açıklandı. Bu keşfin 50. yılı olan 2003’ten itibaren 25 Nisan, DNA Günü olarak kutlanmaya başladı. 23 Nisan 1920 - Ulusal egemenliğin ve bağımsızlığın temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. 17 23 25 26 17 Nisan 1954 - Çanakkale 30 30 Nisan 1916 - I. Dünya Savaşları’nda hayatını kaybeden yüz binlerce Mehmetçik anısına Çanakkale Şehitleri Anıtı’nın temeli atıldı. Anıt, 21 Ağustos 1960 tarihinde açıldı. Savaşı sırasında enerji kullanımından tasarruf etmek isteyen Almanya, yaz saati uygulamasına geçen ilk devlet oldu. 26 Nisan 1986 - Ukrayna’nın Çernobil kentinde meydana gelen nükleer kaza sonucu atmosfere büyük miktarda radyoaktif madde salındı. Milyonlarca insana tesir eden kazadan Türkiye de etkilendi. 99 30 NISAN 1916 BIR SAATE KARŞILIK DAHA ÇOK GÜNEŞ YAZ SAATI UYGULAMASI PINAR ÜNSAL Y eni Zelanda’daki Te Papa Tongarewa adlı müzede büyük bir böcek koleksiyonu bulunuyor. Güveler, kelebekler, ağustos böcekleri, wetalar, çekirgeler, eşek arıları, sinekler… Hayvanlar aleminin en kalabalık sınıfına dair pek çok yayına kaynak olmuş, birçok entomoloğu yeni türler keşfetmek üzere heveslendirmiş bu koleksiyon 19. yüzyılda George Vernon Hudson tarafından hazırlanmış. Görüldüğü an kısa süreli bir korku yaratan; üzerine basmak, tepesine bir cisimle vurmak veya bir kimyasalla zehirlemek suretiyle öldürülmek istenen bu canlılar, bugün dünyanın milyonlarca kilowatt saat enerji tasarrufu sağlamasındaki en büyük etkenlerden biri aslında. Zira gün ışığından daha çok yararlanılmasını sağlamak üzere yaz saati uygulamasını öneren kişi George Vernon Hudson. Araştırıcı, bu fikri böcek toplamak için yeterli zaman bulamaması ve gün batımından önceki son saatlerin böcek araştırmaları için çok önemli olması nedeniyle sunuyor. Hudson’dan yüzyıllar önce, adı yaz saati uygulaması olmasa da, antik uygarlıklar gün ışığından daha çok faydalanabilmek için çeşitli yöntemler geliştirmiş. Hava kararınca bir aydınlanma sisteminin olmaması, tüm işlerin gündüz yapılması zorunluluğu bu uygu- 100 lamaların kısa zamanda yayılmasına fırsat vermiş. Ancak gelişen teknolojiyle birlikte güneşin değeri çok çabuk unutulmuş. Gün ışığının aslında ne kadar önemli olduğunu fark eden meşhur isimlerden biri de Benjamin Franklin. Bir mum imalatçısının oğlu da olsa, Amerika Birleşik Devletleri Fransa Bakanlığı yaptığı yıllarda mum israfının önlenmesi için çalışmalar gerçekleştiriyor. Mumun karneye bağlanması, insanların erken kalkarak gün ışığından daha çok faydalanmasını sağlamak için top ateşiyle beraber şehrin uyandırılması, panjurlu evlerden vergi alınması gibi fikirler öne sürüyor. Franklin, zaman konusunda kesin sınırların olmaması gerektiğini, ışıktan faydalanmaya göre zamanla oynanabileceğini söylüyor. 1895 yılında George Vernon Hudson, Christchurch şehrini bir hayli heyecanlandıran, beklenenden fazla ilgi uyandıran bir öneri sunuyor; “Yalnızca iki saatlik bir değişimle güneşten daha çok faydalanılabilir.” Önerinin fazla ilgi görmesi hemen uygulamaya konulacağı anlamı taşımıyor. Hatta Hudson’ın yaz saati uygulamasının mucidi olarak anılması bile on yıllar sonra oluyor. Gerçekten yararlı mı? İlkbahar başlangıcında saatlerin bir saat ileri, sonbaharda ise bir saat geri alınmasının dünyada büyük bir enerji tasarrufu sağladığı söyleniyor. YAZ SAATI UYGULAMASININ GERÇEKTEN YARARLI OLUP OLMADIĞI 1900’LERIN SONUNDAN BERI TARTIŞMA KONUSU. ENERJIDEN ANLAMLI BIR TASARRUF EDILIP EDILMEDIĞI BIR YANA, BU UYGULAMANIN ASLINDA KÖTÜ NIYETLI KIMSELERCE YAYGINLAŞTIRILMAYA ÇALIŞILDIĞINI DÜŞÜNENLER DE ÇOK. Aslında istatistikler de bunu gösteriyor. Ancak uygulamanın mucizevi bir etki yarattığı yıllar oldukça geride kalmış. Zira 20. yüzyılın başlarında elektrik daha çok aydınlanma için kullanılıyorken günümüzde harcanan elektriğin az bir kısmı aydınlanmaya gidiyor. İş makinelerinin çoğalması, ısınmanın da elektrikle sağlanması gibi durumlar uygulamanın önemini yitirmesine sebep olmuş. Şu da var ki yaz saati uygulaması trafik kazalarını önemli ölçüde azaltmış, suç oranlarının düşmesini sağlamış, güneşin UV ışığından daha çok faydalanılması nedeniyle vücutta D vitamini sentezini artırmış, günün uzun olması insanları spor yapmaya teşvik ettiği için sağlığa önemli katkılar sunmuş ve Avrupa ülkelerinde gece eğlencelerinden elde edilen geliri yükseltmiş. Yaz saati uygulamasının en büyük etkileri ise I. Dünya Savaşı sırasında görülmüş. Ülkelerin savaş ve savaşın getirdiği hastalıklarla mücadele sırasında bozulan ekonomilerine can veren uygulamayı hayata geçiren ilk ülke 30 Nisan 1916’da Almanya olmuş. 21 Mayıs 1916’da ise İngiltere onu takip etmiş. Türkiye, 1 Temmuz 1940 tarihinde yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararıyla yaz saati uygulamasını resmen başlatmış. 1947 yılında hayata geçirilen, 1952-1963 ile 1965-1972 yılları arasında uygulanmayan yaz saati, 1972’den beri kesintisiz devam ediyor. Yaz saati uygulamasının gerçekten yararlı olup olmadığı 1900’lerin sonundan beri tartışma konusu. Enerjiden anlamlı bir tasarruf edilip edilmediği bir yana, bu uygulamanın aslında kötü niyetli kimseler tarafından dünyada yaygınlaştırılmaya çalışıldığını düşünenler de çok. Bazı Avrupalı devletler bunun spor ve turizm gibi gün uzunluğuna bağlı iş sahiplerini zengin edecek bir oyun olduğunu öne sürerken, birtakım Müslüman ülkeler şeytan işi olduğunu söylüyormuş. “Püritanizm’in kemikli ve mavi parmaklı eli, insanları erken yatırıp erken kaldırarak onları kendilerine rağmen sağlıklı, zengin ve akıllı yapmaya çalışıyor” gibi süslü cümlelerle uygulamayı kötüleyenler de var, “milyonlarca insanın sağlık ve mutluluk alanlarında sahip olduğu fırsatları artırdığı”nı düşünenler de. Yaz saati uygulamasını zamanın akışına müdahale etmek olarak algılamamalı. Çünkü zamanı eşit aralıklara bölmek de aslında yapay bir eylem. Ülkeler kendileri için yararsız buldukları takdirde uygulamayı kaldırabilir. Ne de olsa bir günü 23 saat yaşamak uğruna zamanı bir saat ileri almak, yazın gelişini müjdeleyen tek emare değil. 101 SÖZÜNÜ SAZIYLA GÜÇLENDIREN OZAN ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF 102 DÜŞÜN FELSEFESINI PIR SULTAN’DAN, MÜLAYIMLIĞINI ÂŞIK VEYSEL’DEN ALDIĞINI SÖYLEYEN MAHZUNI, YALNIZCA MÜZIK YAPMAZ, SÖZÜNÜ SAZIYLA GÜÇLENDIRIP YANLIŞ OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜ HER ŞEYE KARŞI DURUR. BAŞI MAHKEMELERDEN KURTULMAYAN ÂŞIK MAHZUNI, BUNA RAĞMEN YÜZLERCE UNUTULMAZ HALK TÜRKÜSÜNE IMZA ATAR. GÖKÇE DORU “ şık” olmak kolay değil. “Âşık olmak” gibi bu da bir gönül meselesi zira; hem edebiyata hem de sanata âşık olacaksın. Bir de toplum seni örnek gösterecek, herkesin yüreğine muhatap eserler üreteceksin, kalp kırmayacaksın, halkı ezen, gücüne giden neyse ona karşı duracaksın… Kökü ta 13. yüzyıla uzanan şair-çalgıcılar gibi. Dünyanın en büyük kıtasından Anadolu’ya, oradan da Balkanlar ve Avrupa’ya yayılan âşıklar, bu halk sanatını da yanlarında taşıyorlar. Ne büyük şanstır ki Erzurumlu Emrahlar, Âşık Veyseller, Mahzuni Şerifler Anadolu coğrafyasında filizlenip devleşiyor. Yoksulluğu, acıyı, gelenekleri, gençliği, işçi sorunlarını, yöneticileri, töreleri, yani çağın meseleleri neyse o konuları eserlerinde cesurca işleyen ozanların bir ortak noktaları halkın sesi olmaksa, diğeri korkusuzluk. Zulüm ve adaletsizliğe boyun eğmediği, boyun eğmeyenlerin sesi olduğu için arkasına on binleri, belki de yüz binleri almış bir ozan; Mahzuni gibi hayat kavgasının dostlukla, barışla, kardeşlikle, insanlıkla güzel olduğunu düşünen biri, elbette hakkında en acımasız kararları vermiş mahkemelerden bile daha güçlü. Sade ve anlaşılır bir dilde eserler üreten, şiirlerinde deyim ve atasözü gibi halk söylemlerine yer veren, sazı muhalif, sözü keskin âşıklar içinde Mahzuni Şerif’i ayrı bir yere koymalı. Dokuz köyden kovulmuş Mahzuni’nin, belki birilerinin tavuğuna kışt demesi, belki de şiirlerinde kullandığı “zevzek” ve “yuh” gibi sözcükleri bazı kişilerin üzerine alınması nedeniyle başı davalardan, demir parmaklıklardan, mahkemelerden kurtulmuyor. 103 ASKERÎ OKULDAN ATILMASININ ARDINDAN KÖYÜNE DÖNEN MAHZUNI, ORADA UĞURLANDIĞI GIBI KARŞILANMAZ. BU TUTUM KARŞISINDA ŞEHRE GITME KARARI ALAN OZAN, BIR AYRILIŞIN ESERI OLARAK NITELENDIRDIĞI “IŞTE GIDIYORUM ÇEŞM-I SIYAHIM” ADLI TÜRKÜSÜNÜ BIR DAHA DÖNMEMEK ÜZERE AYRILDIĞI KÖYÜNE YAZAR. Önünde dağlar sıralansa da... Yanık sesli halk ozanları Âşık Meftuni ve Âşık Mahrumi gibi Âşık Mahzuni de Kahramanmaraşlıdır. Doğup büyüdüğü Berçenek Köyü’nde okul olmadığı için komşu köye gönderilir. Aslında o köyde de okul yoktur, ancak Hacı Lütfü Efendi’nin Kuran kursu vardır en azından. Mahzuni eski yazı da olsa, yazı yazmayı öğrenmek ister. Berçenek’e ilkokul açılınca eğitimine ailesinin yanında başlar. Sazla tanışıktır, ancak eline hiç almamıştır. Köyde sakinliği ile bilinen, az ve öz konuşan, köylünün çok sevdiği cura ve saz ustası Âşık Fezâlî, namı diğer Pehlül Baba, Mahzuni’nin amcası ve saz ustasıdır. Fezâlî’nin eğittiği Mahzuni, sazı eline alınca ömür boyu yanından ayırmayacağı 104 bir aşkla ona bağlanır. Düşün felsefesini Pir Sultan’dan, mülayimliğini Âşık Veysel’den aldığını söyleyen Mahzuni’nin amacı yalnızca müzik yapmak değil, sözünü sazıyla güçlendirip yanlış olduğunu düşündüğü her şeye karşı durmaktır. Bunu “Geçmişteki ozanları bir bir inceledim. Kendime yol gösterici, eylem kılavuzu olarak seçtiğim ozan Pir Sultan Abdal oldu. Ses olarak da etkilendiğim Davut Sularî’dir. Toprak çocuğuyuz, toprağa karşı büyük özlemimiz vardır. Bunu da en iyi dile getiren Veysel Baba idi. Belirli bir derecede onun da etkisinde kaldım. Davut Sularî’den esinlendiğim sese, Âşık Veysel mülayimliğini kattım. Düşün felsefemi de yukarıda belirttiğim gibi Pir Sultan Abdal’dan aldım. Ve şunu anladım; o güne kadar halk ozanlığı sürekli olarak istismar edilmişti. Halk şiir geleneği, gül, bülbül, çiçek edebiyatı ile uyutma perhizi olarak kullanılmıştı. İlk amacım bugüne kadar süregelen bu kalıpları kırıp, yıkmak oldu” diyerek ifade eder. Âşık Mahzuni’nin hayatı boyunca yollarını ezberlediği mahkeme salonlarına ilk çıkışı henüz 11 yaşındayken olur. Nedeni kazara bir traktörün devrilmesine sebebiyet vermesidir. Bu olay yüzünden jandarma başçavuşundan tokat yemiş ve o gün mesleğini seçmiştir. Kendi deyimiyle başçavuşun yıldızlı mıldızlı kıyafeti o kadar hoşuna gider ki, Mahzuni Şerif bir anda asker olmaya karar verir. Önce Mersin, ardından Ankara’da bir askerî okula devam eden Mahzuni, okul muaşeretine aykırı hareketlerinden dolayı atılır. Bu aykırı hareketler muhtemelen Mahzuni’nin okuduğu kitaplardır ya da yazıp kitaplarının arasına sakladığı şiirler düzene karşı bulunmuştur. Mahzuni’nin köyüne dönmekten başka çaresi yoktur. Belki de “Toprağa karışmış fakirin teri / Ağlamak bilir mi beylerin dili” diye eleştirdiği düzenin bir parçası olacaktır. Yine de okuldan atıldığı için içinde bir huzur vardır. O günleri anlatırken “Bir gönül adamı, bir tarikat gönüllüsü, bir felsefe dervişi asker olamazdı zaten” der ve ekler: “Oradan ayrılırken başka bir onurla asker olacağımı biliyordum. Silah yerine saz, disiplin yerine çiçek kucaklayacağımı biliyordum.” Berçenek, Mahzuni’yi uğurladığı gibi karşılamaz. Askerî okuldan atılmak köylüye göre olağanüstü ayıp bir durumdur. Köylünün davranışı Mahzuni’nin oradan ayrılmaya karar vermesiyle sonuçlanır. Bir ayrılışın eseri olarak nitelendirdiği “İşte Gidiyorum Çeşm-i Siyahım” adlı şarkısını bir daha dönmemek üzere ayrıldığı köyüne yazar. Ah şu memleket meseleleri Dadaloğlu, Pir Sultan, Hacı Bektaş gibi halk için mücadele vermiş kişileri kendine pir belleyen Mahzuni Şerif için müzik artık daha önemlidir, zira ekmek kapısı olmuştur. Zamanla “halkçılık” duygusu da ağır basan Mahzuni, düzene karşı şiirler yazar ve birtakım siyasi faaliyetlere girişir. Sürekli gözlenmesi, kendi deyimiyle “mahalle bekçisinin bile kulağından tutup karakola götürmesi”, her konser çıkışı gözaltına alınması ve hapishane günleri de bundan sonra başlar. Nemli, karanlık, soğuk, bazen işkence dolu hapishane odaları Mahzuni’nin hayatına acı yerine kardeşlikler katacak, Yılmaz Güney gibi, onu susturmak yerine dilini daha da sivri kılacaktır. Çoğunlukla şarkı sözleri nedeniyle yargılanan Âşık, “Köşkün sarayın yıkılsın / Erim erim eriyesin / Umudun suya dökülsün / Erim erim eriyesin” sözlerine sahip şarkı yüzünden de zorlu bir yargılama dönemi geçirir. Şarkıyı dönemin başbakanı Nihat Erim’e yazdığı düşünüldüğü için yargılanan Mahzuni, Erim’in “Bir halk ozanı Başbakan’ı sevmek mecburiyetinde değildir” sözlerine ve şikayetçi olmamasına rağmen yaklaşık 11 ay hapis yatar. Âşık Mahzuni Şerif, muhalif bunca eylemine rağmen 1980 döneminde gözaltına alınmayan, soruşturma geçirmeyen, hapse atılmayan halkın sesi birkaç sanatçıdan biridir. Dönemi “Boşa döğüşmeyin bizim yiğitler / Sizi vurduranlar vurulmuyor ki” diyerek eleştirdiği halde tutuklanmama nedeni sonraları, askerî okulda okumasından ötürü Evren Paşa’yla tanışıklığına bağlanacaktır. Mozart’ın bestelerini halk müziğine uymayan yapısı nedeniyle eleştiren, “Yedi kültürümüzü Michael Jackson” sözüne sahip eseriyle Türkiye’de yabancı müziğin yükselişini tehlikeli bulan, özellikle ülkeyi yönetenleri şiirlerinde yeren Mahzuni şüphesiz ki dizelerinde Hz. Ali’ye ve Hz. Muhammed’e aşkını, Köroğlu’na hayranlığını, Nazım Hikmet’e özlemini, Âşık Veysel’e minnettarlığını, Fatih Sultan Mehmed’e övgülerini de dile getiriyordu. Onun gönlünde yeri başka olan ise her zaman hasret olduğu, “Çağın beklediği mavi müjde” olarak nitelendirdiği, izini Dolmabahçe’de aradığı, “bir daha dönmez mi bu yola giden” diyerek ölümünü sorguladığı biriydi; sarı saçlı, mavi gözlü… 105 TÜRKIYE-İSPANYA PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI AFIF DEMIRKIRAN: TÜRKIYE ILE İSPANYA ARASINDAKI ÜST DÜZEY ILIŞKILERIN EN GÜZEL ÖRNEĞI MEDENIYETLER İTTIFAKI PROJESI’DIR SÖYLEŞI: NEHIR ÖZTÜRK DOSTLUK GRUPLARININ ÜLKELER ARASINDAKI DIYALOG, ANLAYIŞ VE DAYANIŞMANIN GELIŞMESINE ÖNEMLI KATKILAR SAĞLADIĞINI IFADE EDEN AFIF DEMIRKIRAN, “DOSTLUK GRUBU BAŞKANLIĞIM DÖNEMINDE, ÖZELLIKLE IKILI TICARETIMIZIN VE KARŞILIKLI YATIRIMLARIMIZIN DAHA DA ARTIRILMASI YÖNÜNDE ORTAK GAYRETLERIN YOĞUNLAŞTIRILMASI ÜZERINDE DURDUM” DIYOR. 106 DOSTLUK GRUPLARI Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun başkanlığını ne zamandır yürütüyorsunuz? TBMM çatısı altında kurulan Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun başkanlığına ilk olarak 2008 yılında TBMM’nin 23. Dönemi için seçildim ve bu görevi Haziran 2011’de gerçekleşen genel seçimlere kadar sürdürdüm. Genel seçimler sonrasında oluşan yeni parlamentoda, 24. Dönem için parlamentolararası dostluk grupları yeniden oluştu. 20 Aralık 2011 tarihinde Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığı’na tekrar seçildim ve yaklaşık iki dönemdir bu grubun faaliyetlerini yürütmekteyim. Dostluk Grubu’nun faaliyetleri iki ülke arasındaki ilişkilere ne gibi katkılar sağlıyor? Yürütülen faaliyetler iki ülke parlamentoları arasındaki karşılıklı diyaloğun yanı sıra parlamenter diplomasisi ile ülkeler arasındaki karşılıklı anlayış ve dayanışmanın gelişmesine ve önyargıların giderilmesine önemli katkılar sağlamaktadır. İspanya Parlamentosu’nda da Türkiye Dostluk Grubu bulunuyor mu? İspanya Parlamentosu’nda daha önce İspanya-Türkiye Parlamentolararası Dostluk Grubu bulunmaktaydı. Ancak bugün faaliyet gösteren bir Türkiye Dostluk Grubu yok maalesef. Doğrusu İspanya Parlamentosu’nda böyle bir Dostluk Grubu’nun yeniden tesis edilmesini çok arzu ederdim. Ancak ekonomik krize bağlı olarak alınan tasarruf önlemleri nedeniyle İspanya Parlamentosu’nda dostluk grupları oluşturulmamıştır. Dostluk Grubu veya iki ülke heyetleri olarak karşılıklı ziyaretler söz konusu mu? İspanya ile çeşitli düzeylerde karşılıklı ziyaretlerimiz gerçekleşmektedir. En son 15-19 Mart 2015 tarihleri arasında İspanya Senato Başkanı Pio Garcia Escudero ülkemize resmî bir ziyarette bulundu. Yine başkanlığım döneminde 2009 yılında İspanya Parlamentosu Başkan Yardımcısı ve İspanya-Türkiye Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı Bayan Ana Maria Pastor ve beraberindeki heyet ülkemize ziyaret gerçekleştirdi. 10-14 Mart 2010 tarihleri arasında da Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı olarak beraberimdeki parlamento heyeti ile İspanya’ya bir ziyaret gerçekleştirdik. Komisyon düzeyinde karşılıklı ziyaretler çerçevesinde ise TBMM Meclis Araştırma Komisyonu Başkanvekili başkanlığındaki bir heyet, 2011 yılında spor kulüplerinin sorunları ile sporda şiddet sorununun araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla İspanya’ya inceleme ziyaretinde bulundu. TBMM Çevre Komisyonu Başkanı ve beraberindeki heyet, 2010 yılında İspanya’ya resmî bir ziyaret gerçekleştirdi. Avrupa Birliği’nin İspanya Dönem Başkanlığında İspanya-Türkiye başlıklı seminer, 13-15 Nisan 2010 tarihleri arasında Madrid’de düzenlendi ve AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış anılan seminere katıldı. İspanya AB İşlerinden Sorumlu Genel Sekreteri Miguel Angel Navarro ve İngiltere AB İşlerinden Sorumlu Genel Sekreteri Shan Morgan, 14 Şubat 2008 tarihinde AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış ve Dışişleri Komisyonu Başkanı Murat Mercan’a bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye ile İspanya arasındaki ilişkiler hangi düzeyde ve daha çok hangi alanlarda yürütülüyor? Bu ilişkilerin geliştirilmesi ve sürdürülmesi bölge siyaseti bakımından nasıl bir önem taşıyor? Türkiye ile İspanya arasındaki ilişkiler en üst düzeyde gerçekleşmektedir. Buna en güzel örnek olarak 2004 yılında, o dönemde Başbakanlık görevini yürüten Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve İspanya Başbakanı Sayın Luis Rodriguez Zapatero’nun başlattığı Medeniyetler İttifakı Projesi verilebilir. İspanya ile ortak girişimlerimizle oluşturulan Medeniyetler İttifakı’nın temeli hoşgörü, çoğulculuk, diyalog ve farklılıklara saygıdır. Medeniyetler İttifakı içindeki lider rolüyle önemli bir konum ve sorumluluğa sahip bulunan Türkiye ve İspanya, barış kültürünü güçlendirme ve karşılıklı saygı atmosferini oluşturma amacına yönelik çalışmalarını kararlı bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir. Son dönemlerde Avrupa’da artan yabancı karşıtlığı, İslamofobi ve hoşgörüsüzlük ile din ve mezhep temeline dayandırılmaya çalışılan terörizm ve bazı ülkelerdeki ihtilaf ve çatışmalar, Medeniyetler İttifakı’nın mesajlarının yaygınlaştırılması için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle 107 “2016 YILINDA AZERBAYCAN’DA DÜZENLENECEK OLAN YEDINCI KÜRESEL FORUM, GIRIŞIMIN ULUSLARARASI GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜN ARTIRILMASINA IMKAN SAĞLAYACAKTIR. BAKÜ FORUMU, MEDENIYETLER İTTIFAKI’NA BÖLGEDE YENI BIR IVME KAZANDIRMA YÖNÜNDE ÖNEMLI KATKIDA BULUNACAKTIR.” İttifak’a içinde bulunduğumuz dönemde daha çok sahip çıkmak gerekmektedir. Medeniyetler İttifakı’nın hedeflerine ulaşabilmesi için, İspanya ile birlikte hazırlıklarını sürdürdüğümüz ikinci BM karar tasarısının neticelendirilmesi konusunda yoğun çaba sarf etmemiz gerektiğine inanıyorum. 2016 yılında Azerbaycan’da düzenlenecek olan Yedinci Küresel Forum, girişimin uluslararası görünürlüğünün artırılmasına imkan sağlayacaktır. Bakü Forumu, Medeniyetler İttifakı’na bölgede yeni bir ivme kazandırma yönünde önemli katkıda bulunacaktır. Dostluk Grubu Başkanlığınız döneminde gerçekleştirilen çalışmalar, özellikle üzerinde durduğunuz konular neler oldu? Dostluk Grubu Başkanlığım döneminde, parlamentolar arası ikili ilişkilerin önemli ölçüde geliştirilmesi ve özellikle ikili ticaretimizin ve karşılıklı yatırımlarımızın daha da artırılması yönünde ortak gayretlerin yoğunlaştırılması üzerinde durdum. TBMM çatısı altında aynı zamanda Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanlığı görevini yürütmem vesilesi ile 108 DOSTLUK GRUPLARI İspanya’nın AB üyeliğimize desteğinin sürmesinin büyük önem taşıdığına vurgu yaptım. Buna ek olarak, AB ve ABD arasında görüşmeleri devam eden Transatlantik Yatırım Ortaklığı (TTIP) müzakerelerine Türkiye’nin de uygun şekilde dahil edilmesinin Türkiye açısından önemli olduğunu vurgulayarak, bu konuda AB’nin ve üye ülkelerin desteğini beklediğimizi ifade ettim. Türkiye-AB müzakere süreci kapsamında Vize Serbestisi Diyaloğu sürecinden bahsederek, AB’nin Vize Serbestisi Diyaloğu sürecini adil, dengeli ve sonuç odaklı bir yaklaşımla ele almasını beklediğimizi, bu süreçte İspanya’nın desteğini almanın ülkemiz için önem taşıdığını vurguladım. Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun yakın zamanda gerçekleştirmeyi planladığı faaliyetlere ilişkin bilgi verebilir misiniz? Bildiğiniz üzere, Türkiye’de Haziran ayında genel seçimler gerçekleşecektir. Genel seçimlerin ardından oluşacak yeni TBMM’de Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun faaliyetlerine devam edilmesi planlanmaktadır. ÇOCUKLUK MANTIĞIN UYKUSUDUR GÜLMEK, ALLAH’IN SADECE INSANLARA BAHŞETTIĞI BIR KABILIYETTIR. ÜNLÜ ALMAN DÜŞÜNÜR GOETHE DE “KENDI KENDISI ILE EĞLENMESINI BILMEYEN INSAN, OLGUN INSAN DEĞILDIR” DIYEREK GÜLME VE EĞLENMENIN ÖNEMINI VURGULAMAKTADIR. ERBAY KÜCET B iz millet olarak öyle her şeye gülen insanlar değiliz. Gülerken bile düşünmesini severiz; başkalarının bize gülmesinden, başkalarının yanında gülünç duruma düşmekten nefret ederiz. Oysa kendiyle dalga geçmeye cesareti olmayanların başkalarının tuhaflıklarıyla dalga geçmeye de hakları yoktur. Çocukluk insanın doğumundan 15-16 yaşına kadar süren oldukça uzun bir zaman dilimini kapsar. Çocuk bu döneminde sorumsuzluğun vermiş olduğu rahatlıktan ötürü güler ve oynar. O dönemde hayatı toz pembe görür. Sıkıntıları önemsemez, hayat neşelidir. Çocuk, yetişkinin küçük bir örneği değil, kendine özgü sıfatları olan bir varlıktır. Onun hayalgücü çok fazladır. Bu dönemde edebiyattan da bir oyun tadı almak ister. Onun içindir ki çocuklar için yazılan kitaplarda eğlendirmek ve eğitmek, faydalı ve zevkli olmak daima birliktedir. Ancak çocuk edebiyatımızda ne yazık ki nükteyi, ince alayı bir üslup ve anlatım içerisinde veren örnekler sınırlıdır. Çocuklar Nasrettin Hoca’yı çok severler. Hiç görmedikleri halde hayal dünyalarında beyaz sakalı ve tonton tipi ile Nasrettin Hoca yaşar. Çünkü hemen her çocuk hocamızın fıkralarından birkaçını bilir. Nasrettin Hoca’yı çok seven çocuklar anne ve babalarından, yakınlarından bu fıkraları dinleye dinleye büyürler. Kimi zaman güler, kimi zaman da ders alırlar. Çocukların küçük dünyalarına yeni kapılar açan Nasrettin Hoca fıkralarının öğüt verici olduğunun da altını çizmek gerekir. 110 Çocuk eğitiminde mizahın yararının tartışılamayacağı gerçektir. Bir konuyu çocuğa anlatırken onun adapte olmasının sağlanması ve konunun hafızasında yer etmesi için mizahın etkisi fazladır. Fakat bu mizah ölçülü olmalıdır. Mizahta ölçüyü kaçırırsak fayda yerine zararını da görebiliriz. Bu konuda eğitimcilerin bir başka belirlemesi ise seviyesi ve miktarı tam ayarlanamayan mizahın öğretici olmadığı, hatta çocuğu tembelleştirdiği yönündedir. Çağımızda görselliğin cazibesine kapılmış olan çocuklarımızın gelenekten kaynaklanan eserlerle kuşatılarak, çağımızın çocuklarımızca yakalanmasına yardımcı olabilecek tarzın geliştirilmesi gerekmektedir. İşte burada karşımıza mizah kavramı çıkmaktadır ki mizahı iyi kullanarak çocuklarımıza iyiyi, güzeli, doğruyu ve inanç değerlerimizi eğlendirerek aktarma imkanımız olabilir. Kitaplara yönelen çocuklar, başkalarının gözlemlerinden, deneyimlerinden, düşüncelerinden yararlanırlar. Bu nedenle çocukların sağlıklı zihinsel ve ruhsal bir gelişme içerisinde okuyabilecekleri kitaplarda da birtakım niteliklerin aranması zorunludur. Bu açıdan önce çocukların hangi çeşit ve hangi kalitedeki eserlere karşı ilgi duyduklarına dikkat etmek gerekir. Şayet bana bir çocuk kitaplığı kur deselerdi işe masal kitapları ile başlardım. Çünkü masallarda çelişki vardır. Çelişkinin olduğu yerde de mizah vardır. Çocuklar her dönemde gülmek, neşelenmek ister. Çocukların bu ihtiyaçlarını da fıkralar karşılayabilir. Çocuklar için eser veren sanatçıların hem yazar, hem ruhbilimci, hem beğenisi olan bir çizer, hem de basımcı gibi düşünmek zorunda olmaları ve çalışmalarını ona göre düzenlemeleri gerekmektedir. Çocuklar için hazırlanan eserlerde sanat değerinin bulunması kadar, çocuk psikolojisinin ilkelerine de ihtiyaç vardır. Atalay Yörükoğlu bu konuda “Çocuklar için yazmak yüreklilik işidir. Yetişkinleri söz boğuntusuna getirebilirsiniz, ama çocukları getiremezsiniz, okumaz atarlar öyle yapıtı. Açık olacaksınız, düşünceleriniz duru olacak, kavramlarınız seçik olacak, diliniz anlaşılır olacak çocuklar için yazarken” diyor. Gerçekten de çocuklar için yazan ve çizenlerin işi zordur. Çünkü İngiliz şairi Wordsworth “Çocuk insanın babasıdır” derken, Rousseau da “Çocukluk mantığın uykusudur” sözüyle bir gerçeğin altını çizmektedir. Çocuk, kendisine sunulan eserdeki kişilerin, kahramanların çocuk veya büyük olmasına önem vermeden onların davranışlarını inceler veya örnek alır. Onun içindir ki çocuklar için yazılan eserlerde mizahın dozunun iyi ayarlanması mecburidir. Ufak bir yanlışlık çocuğun hayal dünyasında büyüyeceği gibi ileriki hayatında da derin yaralara yol açabilir. Yani salt güldürebilmek amacıyla yanlış bilgileri çocuklara vermek doğru değildir. Çocuk kitabında eğlendirmek ön planda olmalıdır. Yazar eğlendirirken çocuklara bilgi yığını vermekten de kaçınmalıdır. Ziya Gökalp bu konuda “Bir çocuk hangi kitapları anlar ve zevk alırsa onu okuyabilir. Anlamadığı, hoşlanmadığı kitapları zorla okutursanız kitaptan nefret eder” diyerek çocuklar için yazılanların okutulması için gerekli ilkelerden bahsetmektedir. Cumhuriyet döneminde birçok gazete çocuklar için özel ilaveler yayımlamış, bu ilavelerde daha çok eğlendirici yazılara ve karikatürlere ağırlık verilmiştir. Çünkü çocuklar bu türlerden hoşlanmaktadır. Çocuk dergilerinde de fıkraların, gülmece yazılarının, karikatürlü bulmacaların ve çizgi romanların bulunduğu sayfalar daha fazladır ve daha çok okunmaktadır. Bu gerçek ortadayken, çocukların mizaha olan tutkusu aşikarken, çocukları mizahtan uzak düşünmemiz mümkün değildir. Çocuklara bilgi aktarımının mizahi türle daha kolay olduğuna inanarak, çocuk edebiyatı ile uğraş verenlerin eserlerinde gülmeceyi ön plana çıkarmalarının yararlı olacağını yineleyerek yazımı noktalıyorum. 111 GÖRÜŞLERIMIZ ALI COŞKUN İŞ DÜNYASI VAKFI YAYINLARI ANKARA, 2015 203 S. Siyaset ve iş dünyasının duayen isimlerinden Ali Coşkun’un özellikle ekonomik konularda kaleme aldığı yazılar Görüşlerimiz’de bir araya geliyor. Kitapta tarihî gerçekler ışığında değerlendirmeler yapılırken bugünün sorunlarına da deva olacak fikirler beyan ediliyor. Çok yönlü kişiliğiyle edebiyat alanında da eserler veren Ali Coşkun’un Gönül Dilinden Yalın Ayak Şiirler isimli kitabı ise ikinci baskısıyla okurla buluşuyor. İSMIGÜL NECATI KANTER MESERRET YAYINLARI İSTANBUL, 2015 186 S. Yazar Necati Kanter, Bizim Şehrin Divaneleri’nin ardından İsmiGül’le ikinci kez kitapseverlerin karşısında. Yarım Kalan Tebessüm, Sessiz Hayal İklimi, Hüzün Yağdı Dağlara, Gülüşün Yüreğime Damladı, Yoluna Düştü Yolum, Ölüm Kanatlarımın Altında gibi şiirsel başlıklara sahip yirmi hikayenin yer aldığı İsmiGül, Elazığlı yazarın düşler dünyasında yolculuğa çıkarıyor okurları. ATEŞ ISLAĞI NAZIM PAYAM TÜRK EDEBIYATI VAKFI YAYINLARI İSTANBUL, 2014 96 S. İşleyen neydi içimde, dışımda ne / Sabırsız, kirli eskiler toplayan / Bu sonrası, bir de öncesi vardı / Kaç kez sınadı bahçemi zaman… Şeyh Galib’e ithaf edilmiş dizelerin de yer aldığı Ateş Islağı, Nazım Payam’ın imzasını taşıyor. Geçtiğimiz yıl Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülü’nü Ses ve Yaz isimli eseriyle alan Payam’ın Sonrası Güldür Açar ve Ben Kendimi Dağ Bilirim isimli şiir kitapları da bulunuyor. 112 DÜNDE KALAN SÖZLER SABAHATTIN ÇAKMAKOĞLU KÜLTÜR AJANS YAYINLARI ANKARA, 2014 506 S. İçişleri ve Millî Savunma eski Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun önemli görevler üstlendiği dönemlerde yaptığı konuşmaları, muhtelif yayın organlarında yayımlanmış yazıları ve anılarının yer aldığı Dünde Kalan Sözler, bugünün olaylarına da ışık tutacak nitelikte görüş ve değerlendirmeler içeriyor. Kitap, Türkiye’nin siyaset tarihine tecrübeli isimlerin anı ve değerlendirmeleri çerçevesinde ışık tutan siyasi hatırat türüne de örnek teşkil ediyor. YENI TÜRKIYE YOLUNDA DÜZCE PROF. DR. CELAL ERBAY PASIFIK YAYINLARI İSTANBUL, 2014 299 S. TBMM 23. Dönem Düzce Milletvekili Prof. Dr. Celal Erbay, Yeni Türkiye Yolunda Düzce’yi Tanıma, Düzceliyi Anlama ve Onlara Hizmet Aşkımız... ile okurların karşısında. Erbay, gazetede yayımlanmış köşe yazılarını derlediği kitapta tarihinden kültürüne, ekonomisinden coğrafyasına çeşitli yönleriyle Düzce’yi konu ediniyor. Yazar, kaleme aldığı satırlarda şehre duyduğu sevgiyi ve hizmet aşkını da ortaya koyuyor. TARIHI BAŞKA OKUMAK TURHAN UTKU ATAÇ YAYINLARI İSTANBUL, 2015 492 S. TBMM 15. Dönem’de milletvekilliği yapmış inşaat mühendisi Turhan Utku, Tarihi Başka Okumak adlı inceleme-araştırma kitabında okurları Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor. Tarihî bilgilere yeni belgeler ışığında farklı yorumlar getiren yazar, okurlarına yararlandığı kaynakları sunmayı da ihmal etmiyor. Bir sohbet havası içinde kaleme alınmış kitap, Tarihi Başka Okumak isteyenleri bekliyor. 113 THE FOURTH LIGHT NIYAZ DOKUZ SEKIZ MÜZIK İranlı Azam Ali, Loga Ramin Torkian ile Habib Meftah Boushehri’den oluşan ve 2005 senesinde dünya müzik piyasasına iddialı bir giriş yapan Niyaz’ın yeni albümü “The Fourth Light”, gruba yine büyük başarı getireceğe benziyor. Yerel ezgilerle elektronik müziği harmanlayarak ilginç bir tarz ortaya koyan grubun beşinci albümünde toplam dokuz parça yer alıyor. Türkiye’de ciddi bir hayran kitlesi olan Niyaz, önceki albümlerinde Türkçe şarkılar seslendirmiş ve ülkemizde de sahne almıştı. MIHRÎNAĞMELER GÜZIN DEĞIŞMEZ, AHMET HAKKI TURABI ORIGAMI YAPIM “Mihrînağmeler” albümü, 15. yüzyılda yaşamış şair Mihrî Hatun’un eserlerinin bestelenmesiyle hazırlandı. Sanat yönetmenliğini Dr. Ayşe Başak Harmancı’nın üstlendiği on bir parçalık albümde eserleri İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’ndan Güzin Değişmez ile Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi seslendirdi. Albümün hazırlık sürecine Mihrî Hatun’un Amasyalı olmasından ötürü Amasya Belediyesi de destek verdi. LIVE IN DUBLIN LEONARD COHEN SONY MÜZIK Müzik hayatına neredeyse altmış senedir aktif olarak devam eden ve birçok unutulmaz bestenin altında imzası bulunan Kanadalı sanatçı Leonard Cohen’in 2013 senesinde İrlanda’da verdiği konserin kayıtları albüm haline getirildi. 3 CD ile yüksek çözünürlüklü bir DVD’den oluşan “Live in Dublin”de, sanatçının “Dance Me to the End of Love”, “Hallelujah” ve “Suzanne” gibi klasiklerinin yanı sıra daha yeni parçaları yer alıyor. 114 BIZIM HIKAYE YÖNETMEN: YASIN USLU SENARYO: YASIN USLU, SEDA ALTAYLI TURGUTLU OYUNCULAR: CANSEL ELÇIN, SERA TOKDEMIR, HALUK PIYES, NAZ ELMAS, İBRAHIM KENDIRCI, ÇIĞDEM BATUR, ŞEBNEM DILLIGIL, AHMET MEKIN YAPIM: 2015, TÜRKIYE TÜR: DRAM “Bizim Hikaye”, 12 Eylül 1980 darbesi döneminde düşünce ve inançları nedeniyle hapis yatan babasının iade-i itibarının peşine düşen bir adamın mücadelesini anlatıyor. Çekimleri İstanbul’un yanı sıra Sinop, Trabzon ve Rize’de gerçekleştirilen film için üç senelik bir ön hazırlık yapıldı. İsmail Bey (Cansel Elçin) ailesiyle mutlu ve huzurlu bir hayat sürdürürken 12 Eylül darbesinin patlak vermesiyle kendisini aniden bir hükümlü olarak bulur. Gönül verdiği değerler nedeniyle yalnızca suçlu duruma düşmeyen, onuru da kırılan İsmail Bey’in yıllar sürecek iade-i itibar mücadelesini ise oğlu Ahmet (Haluk Piyes) üstlenecektir. Müziklerinde ünlü sanatçı Mustafa Ceceli’nin imzasının olduğu “Bizim Hikaye”, 12 Eylül döneminin acılarını birçok farklı açıdan ele alarak izleyiciye duygusal anlar yaşatıyor. THE GUNMAN YÖNETMEN: PIERRE MOREL SENARYO: PETE TRAVIS OYUNCULAR: SEAN PENN, JAVIER BARDEM, IDRIS ELBA, RAY WINSTONE, JASMINE TRINCA YAPIM: 2015, FRANSA-İSPANYA-İNGILTERE TÜR: AKSIYON, DRAM, GERILIM Jean-Patrick Manchette’in The Prone Gunman isimli romanından uyarlanan ve yönetmeni Fransız Pierre Morel’in dördüncü uzun metrajlı filmi olan “The Gunman” eski ajan Jim Terrier’ın (Sean Penn) geçmişinden kurtulup yeni bir yola girme çabasını anlatıyor. Geçmişte Kongo Maden Bakanı’na düzenlenen suikasta karıştığı iddiasından bir türlü kurtulamayan Terrier, yeni girdiği işinde de yaşadıklarının gölgesinden ve peşindekilerden kurtulamaz ve çareyi Barcelona’ya, sevgilisinin yanına gitmekte bulur. Fakat bu da Terrier için çözüm olmayacak, işler hiç beklemediği şekilde karışacaktır. 115 NE OKUYOR NE IZLIYOR ABDULLAH ÇALIŞKAN - AK PARTI KIRŞEHIR MILLETVEKILI Daha çok yakın siyasi tarihle ilgili kitaplar okuyorum. Ülkemizde ve dünyada yaşanmış önemli siyasi olayları konu alan hatırat kitapları da ilgimi çekiyor. En son Sabri Uzun’un İn isimli kitabını okudum. Sinemada gerçek hayat hikayelerini konu edinen filmleri izlemeyi tercih ediyorum. Tarihî filmler de hoşuma gidiyor. En son “Bizim Hikaye” isimli filmi izledim. Türk Halk Müziği ve Tasavvuf Müziği dinliyorum. Büyük sanatçı Neşet Ertaş’ın benim için ayrı bir yeri bulunuyor. NURETTIN DEMIR - CHP MUĞLA MILLETVEKILI Genellikle siyaset, ekonomi ve sağlıkla ilgili kitapları tercih ediyorum. Şu sıralar ön seçim yoğunluğu dolayısıyla yarım bırakmak zorunda kaldığım birkaç kitabı okuyorum. Klasik müzik ve Türk Halk Müziği dinliyorum. Zülfü Livaneli, Ahmet Günday ve Makbule Kaya beğenerek dinlediğim sanatçılar arasında yer alıyor. Bu arada geleneksel Teke Yöresi Altın Sipsi Yarışması’nı düzenleyen ekibin öncülüğünü yapmanın mutluluğunu yaşadığımı da ifade etmek istiyorum. NURSEL AYDOĞAN - HDP DIYARBAKIR MILLETVEKILI En son Müslüm Yücel’in Abdullah Öcalan-Amara’dan İmralı’ya isimli kitabını okudum. Yakın zamanda sinemaya gitme fırsatı bulamadım. Türk Sanat Müziği, Türk Hafif Müziği ve her dilden etnik müzik dinlemeyi tercih ediyorum. 116 ÖMER SELVI - AK PARTI NIĞDE MILLETVEKILI Genellikle tarih, siyaset ve sağlık kitaplarını tercih ediyorum. Şu sıralar Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Türklerin Tarihi-Orta Asya’nın Bozkırlarından Avrupa’nın Kapılarına isimli kitabını okuyorum. Sinemada en son “Bizim Hikaye”yi seyrettim. Yakın zamanda izlemeyi planladığım filmlerin ilk sırasında ise “Son Mektup” yer alıyor. Türk Sanat Müziği, pop müzik ve yabancı müzik başta olmak üzere çeşitli müzik türlerini beğeniyle dinliyorum. HASAN ÖREN - CHP MANISA MILLETVEKILI Başta roman olmak üzere edebiyat eserlerini okumayı tercih ediyorum. Sinemaya pek sık gidemiyorum. Film izlemek için fırsat bulduğumda daha çok aksiyon ve drama türündeki yapımlara öncelik veriyorum. Müzikteki tercihimin ilk sırasında ise Türk Sanat Müziği yer alıyor. AHMET ERDAL FERALAN - AK PARTI NEVŞEHIR MILLETVEKILI Son dönemde Taha Akyol’un Ama Hangi Atatürk, İskender Pala’nın Şah ve Sultan, Nihat Ergün’ün Adım Adım Siyaset isimli kitaplarını okudum. Meclis’teki ve seçim bölgemizdeki yoğun çalışmalarımız dolayısıyla sinemaya gitmeye pek fırsat bulamıyorum. Müzik konusundaki tercihimin ilk sırasında ise Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği yer alıyor. 117 SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ @ibrayhan Issız ve yorucu dorukları sevenlerin kanatları olmalıdır. Özgürlük doruklardadır. @ilknur_denizli Zor diyorsun. Zor olacak ki imtihan olsun... 118 @halideincekara Bürokrasi, üniversite, basın ve sivil toplumun başarılı, şahsiyetli, yetenekli ve zeki kişilere ihtiyacı olduğunu göz ardı etmeyelim. @sabahatakkiraz 100. yılında Çanakkale Meydan Muharebesi şehitleri, Mustafa Kemal ve arkada kalan şehit ailelerinin önünde eğiliyorum. @LutfuTurkkan Allah kimseye taşıyamayacağı kadar büyük yük vermesin… @oktayvural @mustafabalbay @omerrcelik Bugün Ankara’da Rize Günleri’ndeydik. Tulumuyla, atmacasıyla Rize’yi yaşadık… Karşıyaka İlçe Başkanımız Mustafa Özuslu ile partimizi iktidara taşıma maratonunun yeni bir evresindeyiz. “100. Yılında Dünya Savaşının Belgeleri” konulu Dünya Arşiv Yöneticileri Kongre ve Sergisi’ne katıldık. Seyfettin YILMAZ @seyfettinyilmaz TBMM MHP Adana Milletvekili Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz? Yaklaşık 5 yıldır kullanıyorum. Kitlelerle sağlıklı iletişim adına hesaplarımı bizzat yönetmeye özen gösteriyorum. Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir şekilde kullanması ne bakımdan önemli? Günümüzde sosyal medya hayatın etkin bir parçası haline geldi. Sosyal medyayı hem halkın taleplerini ve beklentilerini görmek hem de etkili iletişim için mühim bir yöntem olarak görüyorum. Meclis çalışmalarımızı, Meclis’te görüşülen konuları bizzat sosyal medyadan paylaşıyorum. Muhalefet partisi milletvekili olduğum için malumunuz havuz medyası dediğimiz medya bizlerin çalışmalarını basına çıkarmıyor. Bu yüzden etkin çalışmadığımız yönünde bir algı oluşuyor, toplumu bilgilendirecek eleştirilerim görmezden geliniyor. Bu çıkmazla mücadele edebilmek için sosyal medyayı daha sık kullanıyoruz, etkisini de görüyoruz seçim bölgemizde. gündemi takip ediyorum. Hemen olumlu ya da olumsuz bir habere yorum yapmıyorum. Birçok siyasi bazen doğru olmayan bir konuda yorumda bulunabiliyor, hatta konuyu ciddiye alarak basın açıklaması yapabiliyor. Bu yüzden biz de dikkatli davranmaya çalışıyoruz. Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu? Sosyal paylaşım siteleri üzerinden, belki de öylesine gönderilmiş düğün davetlerine fırsat buldukça katılırım. Bu, düğün sahiplerini oldukça şaşırtıyor. Hem şaşkınlık yaşıyorlar hem de çok mutlu oluyorlar. Bazen de seçim bölgem olan Adana’nın merkezinde ya da ilçelerinde gezerken sosyal medyada paylaşımlarım oluyor. Takipçilerim de bu paylaşımın altına önemsemeyeceğimi düşünerek “Vekilim bizim köye ya da mahallemize uğra, şu kahvedeyiz” gibi şeyler yazıyorlar. Çıkıp gidiyoruz yanlarına, şaşkınlık içinde kalıyorlar. Sonrasında hoş bir sohbet başlıyor, dertlerini dinliyoruz. Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı olduğunu düşünüyor musunuz? Tabii bilgileri süzerek dikkate almak gerekiyor. Sosyal medyanın kirli bilgiyi süratle yayması gibi bir yönü de var. Hakkınızdaki en ufak olumsuz bir laf bir anda Edirne’den Kars’a, Rize’den Antalya’ya kitlelere yayılıyor. Benim başıma gelmedi, ama bazı arkadaşlarımız bunu yaşadı. Bazen de adınıza sahte hesaplar açılıyor ve oradan paylaşımlarda bulunuluyor. Mahkemeye müracaat etmeye vaktiniz yoksa ileti hızlıca kullanıcılara ulaşıyor. Zamanında müracaat etseniz, bu hesap benim değil deseniz, hem işleyişin yavaş olması hem de karşınızda sizin görüşünüzde olmayan bir yetkilinin bulunabilmesi gibi sebeplerle sahte hesabı kapatmak haftalar sürebiliyor. Dediğim gibi, bilgileri süzerek sosyal medyada 119 UNUTMAYACAĞIZ Firuz Çilingiroğlu Adalet eski Bakanı Firuz Çilingiroğlu, 1924 Erçiş doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitiminin ardından askerliğini Ankara ve Erzurum’da askerî hakim olarak yapan Çilingiroğlu, Ardahan Hakimliği, Ardahan Cumhuriyet Savcılığı, Tekman Sulh Hakimliği, Çivril Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı, Adalet Müfettişliği, Zeytinburnu Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Hakimliği, Yargıtay Birinci Başkanvekilliği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevlerinde bulundu. Firuz Çilingiroğlu’nun cenazesi 18 Mart 2015 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi. Lütfi Evliyaoğlu 13. Dönem Malatya Milletvekili Lütfi Evliyaoğlu, 1925 Malatya doğumludur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gören Evliyaoğlu, serbest avukat olarak çalıştı. Lütfü Evliyaoğlu’nun cenazesi 21 Mart 2015 tarihinde Malatya Şehir Mezarlığı Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa veridli. MART AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ. 120