2015 Eğitim

Transkript

2015 Eğitim
1989
Türk Dili ve Edebiyatı Zümresi Yayını
Yıl: 2015 -Sayı: 13
HER ŞEY ŞİİRDİR
Her şey şiirdir, uğultusu rüzgarın
Bir ırmağa usulcacık yağan kar
Her gece okunan bir dua çocuklukta
Gökyüzünde bölük bölük turnalar
Her şey şiirdir, sevinç ve kader
Dünyada olmak duygusu...
Kıyıda, ıssız kayalarda
Kendi başına ışıldayan su
Her şey şiirdir, şimdi, şu anda
Ak kağıt üstünde dolanan elim
Karşıki avluda salınan söğüt
Yandaki odada uyuyan bebeğim
Her şey şiirdir, çağrısı aşkın
Bahar toprağından yükselen tütsü
Umut ve acı, başlayan ve biten,
Yağmurun ve akıp giden hayatın türküsü
Her şey şiirdir ve bir gün belki
İlk aşkım, ilk göz ağrım şiir
Koynunda ona yazdığım mektuplar
Bir yerlerden çıkıp gelecektir...
Ataol Behramoğlu
– İçindekiler –
Çan Demeden Çanakkale- Suzan Nur Sungur
3
Dil-Kültür İlişkisi İnkar Edilemez- Özgü Gümüştekin
4
Kültürün Yankısını Dil Duyar- Başak Ceyhan
Kadamba Ormanı- Su Ergül
5
Paranın Efendisi Anarşist Banker- Yeşim Kumbaracı
6
ODTÜ GELİŞTİRME VAKFI
EĞİTİM HİZMETLERİ A.Ş
Bir Beyaz- Şebnem Türe
7
Adına Sahibi
Deniz Keskin
Kurucu Temsilcisi
Keşkeler...- Pelin Demir
8
IŞIYAN SAYFALAR
Ankara Okulları
Genel Müdürü
Dr.Nevzat Adil
Okul Müdürü
Sema Aydın Keykan
Seçici Kurul
A. Tuğba Ataoğlu
Basın Yayın ve Medya Kulübü
Dizgi
Anıl Berk Bozkurt
Grafik, Tasarım
Anıl Berk Bozkurt
Baskı
Elma Teknik Basım Matbaacılık
Tel: 312.229 92 65
Fax: 312 231 67 06
elma@elmateknikbasım.com.tr
Bu dergi 2140 sayılı
Tebliğler Dergisi’nde belirlenen
Esaslara göre hazırlanmıştır.
Yusuf Demirkol’la Röportaj- Uğuray Varlı
9-10
Kanada- Can Soygür
11-12
Egemen Ünal’la Röportaj- Merve Çetiner
13-14
Modern, Yeşil ve Mutlu: Den Haag- Umay Eren
Ertekin
15-16
Biz- Emine Aybala Deniz
17-18
Kutadgu Bilig’de Bir ‘‘Değer’’ Olsaydım...
Lütfen Sakin Olunuz-Defne Akşit
Yağmurdan Kaçanlardan mısın?- Şebnem Türe
19
20-21
22-23
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
ÇAN DEMEDEN ÇANAKKALE
Umut, her zaman vardır ve her daim olacaktır. Aslında umut, herkes için farklı anlamda olabilir
çünkü sihirli bir sözcüktür, nefes almak kadar önemlidir. Nefes almak... Bomba ve mermi seslerinin
gök gürültülerine karıştığı o anda, iki sıra öndeki dostunun soğuktan çatlamış dudakları arasından
çıkan tiz çığlık sesini duyan bir askerin yere düşen mermileri toplayıp, ateş almayan tüfeğine
koymaya çalışırken duyduğu o ölüm fermanı anında almaya çalıştığı o nefes kadar önemlidir işte.
Umutlarımızın bile aynı olduğu o andır işte. Düşmanın kanının fark etmeden bizlere karıştığı o kan
lekeli gömlekleri bulup yavuklusuna yetiştirmeye çalışan köylü kadının günlerce aradığı hazinesidir
işte o umut. 19 Şubat 1915 Seddülbahir ve Kumkale’nin bombalanması ile başlamıştır savaş.
Batırdığı gemiyi göremeden diğer geminin attığı topla şehit olan, üstüne yağmur mu kurşun mu
yağdığını önemsemeyip hiçbir itiraz etmeden birinci sipere geçen ve yerine geçtiği askerin bıraktığı
cılız boşluğa bakarken can veren o şanlı Türk askeridir bu destanı dünyaya tanıtan. Askerimizin
cesur kanını tadan o topraklar sahiplenmemizi istemiştir bu vatanı. Evlatlarının şehit haberini
bekleyen, varını yoğunu milletine adamış o yüce yürekli insanların sesidir bu ülke. Savaşa gitmesin
diye
kendi canını vermeye razı olan sevdiklerinin gözyaşlarıdır, titreyen çocuğunun üstünü örtecek bir
battaniye bulamayan yokluk içindeki annenin yüreğinin sızısıdır bu ülke. Millettir bu ülke. Toprağı
Mehmetçiklerden oluşan, onların kanıyla ve
ailelerinin yaşıyla sulanan, hep yukarda ama
toprağının rengiyle dalgalanan bayrağıyla
hep yaşayacak olan o asil ulustur işte Türkler.
Yavuklusu Ayşe’ye yazdığı mektubu bir İngiliz
askeri tarafından ölü bedeninde bulunan
Mustafa’dır.
Bu ulus, en çok madalya alan askerlerden
oluştuğu için en kahraman alay olarak kabul
edilen 57. Alay’ın askerleridir. Bu efsane Alay,
Yarbay Mustafa Kemal ve Binbaşı Hüseyin Avni
Bey tarafından eğitilmiştir. 57. Alay, 25 Nisan
1915 sabahı düşman çıkartmasının haberini
alan Mustafa Kemal’in komutasında, 3000 subay ve askeri ile, kendisinden çok daha kalabalık
düşman gücüne karşı Conkbayırı’na doğru hareket etmiş ancak buradaki çatışmalarda askerinin
yaklaşık üçte ikisini kaybetmiştir. Sonrasında çeşitli cephelerde çatışmalara katılmaya devam eden
57. Alay’ın asker sayısı 260’a kadar düşmüş, kalan askerler de esir alınmıştır. Şunu da bilmenizi
isterim ki dünyanın en kahraman alayı olarak anılan 57. Alay’ın kahraman Mehmetçikleri anısına
Türk Ordusu’nda 57. Alay bulunmamaktadır.
Bu vatan “Ben size taarruzu emretmiyorum, Ölmeyi emrediyorum!” diyen komutanın ve ölmeden
mezara giren Mehmetçiklerin vatanıdır.
Ve bu savaş her iki taraftan yaklaşık 250.000 insanın dünyada ölümü, yüreklerde yaşamasıdır.
Sonuçta, düşmanı Anafarta’dan indiren, kahraman, akıllı ve asla pes etmemeyi bize öğreten
kumandanımız Mustafa Kemal Atatürk ve O’nun cesur Mehmetçikleridir bize umudumuzu veren.
O’dur milli şuurumuzu yaratan ve O’dur Çanakkale’deki en büyük ve asil kahraman. Çanları
çaldırmadan Çanakkale’yi kazanan.
Suzan Nur SUNGUR
9-B
3
Dil-Kültür İlişkisi
İnkar Edilemez
Her kültürde olduğu gibi, Türk kültüründe de yaşanılan
hadiselerin, bazı deneyimlemelerin sonucuna bağlı
olarak bir sonraki nesillere öğüt verme amacı ile
söylenmiş, kalıplaşmış, ardından da konuşma ve
yazı diline kabul edilmiş bazı sözler vardır. Bunlara
atasözü ve deyimler denir. Daha önce de değindiğim
gibi, deyim ve atasözleri dilimize yaşanmış olaylardan
çıkarılan bazı sonuçların aktarılması amacı ile
girmiştir.
Benzer deneyimler, birden fazla yörede
yaşanabilir ancak etkisini dile farklı gösterir ve
farklı yansıtılırlar. Örnek olarak bir atasözünün eş
veya zıt anlamlısının olması gösterilebilir. Bu, bir
olayın yaşanılan bölge ve o bölgedeki kültürün
etkisiyle dile farklı girdiğini gösterir. Mesela, demir
işlemeciliğinin yapıldığı bir yörede; ‘İşleyen demir,
pas tutmaz.’ atasözü ortaya çıkarken, dere kenarı
olan bir yörede yine aynı anlamda olan ‘Akan su
yosun tutmaz.’ atasözü ortaya çıkmış olabilir. Yine
aynı şekilde; dağlık, ayı görülen bir bölgede ‘Ahlatın
iyisini ayılar yer.’ ortaya çıkarken, hayvancılık yapılan
bir bölgede, ‘ Keçinin uyuzu, çeşmenin gözünden
su içer.’ atasözü ortaya çıkmış olabilir. Bundan farklı
olarak, zıt anlamda da kültürün etkisi vardır. Örnek
vermek gerekirse; ‘ Davul bile dengi dengine çalar.’
atasözünde insanların kendileri ile eşit nitelikte olan
insanları hak ettiği anlatılmakta. Dikkat ettiğimiz
zaman davulun çıkardığı sesin ‘dengi dengi’ olduğunu
anlayabiliriz. Yani, bu atasözünün de davul ile ilgili
olayların yaşandığı, örneğin düğün veya eğlence
olan bir yerde, kullanılmış olabileceği çıkarımında
bulunuyoruz.
Sonuç olarak; Yaşanılan coğrafyanın, bazı örf
ve adetlerin de etkilerini içerisinde barındıran kültür,
dilde ve dil içerisinde kullanılan bazı kalıplaşmış
sözlerde çok büyük ve inkâr edilemez bir rol oynar.
Özgü GÜMÜŞTEKİN
9-G
4
Sözlü Kültürümüzün
En Güzel Örnekleri
Manilerden Seçmeler
Kaybolmadan bilememiş
İnsan sevdiklerinden değerini
Zannedermiş yanımdadır
Kayıp bir düş misali
Uçar gidermiş gibi
Damla Çivici 10-G
Gönlümde uçar güller
Gözlerimde menekşeler
Hiç ağlamasam bile
Sana kavuşmak ister.
Doruk Gerçel 10-F
Gemi gelir açıktan
Balık yenmez kılçıktan
Ben beklerim yarimi
Yarim gelmez uzaktan.
Korcan Küçüköztaş 10-A
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
Kültürün Yankısını Kadamba Ormanı
Dil Duyar
Dil toplumun bir ürünüdür ve dilin sınırlarını kültür
belirler. Belirlenen bu dil, kültüre yansır. Örneğin “Aç it
fırın yakar.” atasözünde insan köpekle özdeşleştirilmiştir.
Geçmişte köpeklerin değer görmediklerini ve aç
bırakıldıklarını, bunun sonucunda da vahşileştiklerini
görebiliyoruz. Hayvanlara sevgi ve saygının o zamanlarda
baskı olmayıp ilgi görmediklerini anlayabiliyoruz. O
dönemde köpeğin insana benzetilmesi de insana
hayvan muamelesi yapıldığını, alt sınıftan insanların
umursanmadığını ve onlara insan gibi davranılmadığını
çıkarabiliyoruz bu atasözünden. Ayrıca fırın sözcüğü
de burada “otorite sahibi olan yer ve kişiler” anlamını
taşımaktadır. Sonuç olarak insanların açlıktan köpekler
gibi vahşileştiklerini, ve çeşitli isyan hareketlerine ön ayak
oldukları görülebiliyor. Açlığın ve yoksulluğun getirdiği
hırs ve öfkeyle insanlar kendilerini yöneten hükümet veya
krallıklara karşı geliyor ve çeşitli isyan hareketlerinde
bulunuyorlar. Fransız İhtilali, İrlanda Büyük kıtlığı(1984)
ve Mısır Ekmek İsyanı (1977) gibi direnişler açlık
yüzünden ortaya çıkmış ve otorite kaynaklarına büyük
zarar vermişlerdir. Bu atasözü bu tip milletler tarafından
oluşturulmuş olabilir. Diyebiliriz ki dil bir ayna görevi görüp
kültürü yansıttığı su götürmez bir gerçektir.
“Keskin sirke küpüne zarar.” atasözünde ise
keskin kelimesi öfkeli anlamında kullanılmıştır. Sirke ile
insan soyutlanmıştır. Fazla asitli sirke kendi kabına zara
verdiği gibi aşırı öfkeli insan da kendi bedenini zedeler,
yıpratır. (Ayrıca öfkenin karaciğere ve kalbe zarar
verdiği kanıtlanmış bir gerçektir. ) Öfkeli insanın sirkenin
kullanılması ve yapılma yöntemlerinin(fermentasyonmayalanma) bilindiği ve önemli bir yerinin olduğunu
gözlenebilir. Son olarak da sirkenin topraktan yapılma
küplerde saklanması o dönemde seramik sanatının
mevcut ve aktif olduğunu gösterir.
“Uyuz olmayan kaşınmaz.” atasözünün uyuzluk vakasının
çok görüldüğü bir dönem ve coğrafyada oluştuğu ve
belirtilerinin neler olduğunu anlayabiliyoruz.
“Yuva yıkan onmaz.” Bu atasözü ile aile ortamına önem
veren bir toplum ve coğrafyadan çıkmıştır. Ailenin önemi,
öncelikli ve yapıcı olduğunu çıkarabiliriz bu atasözünden.
Sonuç olarak diyebiliriz ki dil kültürü hem kurar hem de
geliştirir. Ayrıca kültür hangi alanda eğilim gösterirse dil
de o yönden zenginleşir.
Başak CEYHAN 9-G
Kadamba Ormanı’nın insanları meraklı
gözlerle Tanrıça Dunga’nın her zamanki gibi
kaplanının üstünde birden fazla elinde birbirinden
farklı silahlarıyla ormanın etrafında gezmeye
başlamasını bekliyordu. Kadamba topluluğunun
kuruluşundan beri Tanrıça Dunga bu şekilde onları
korumuş ve onlara iyinin kötü üzerindeki zaferini
tattırmıştı.İnsanlarıyla her zaman ilgilenir; onların
sorunlarını dinlerdi. Oysa ki bugün ortalıklarda
görünmüyordu.Saatler geçtikçe insanların içini bir
panik dalgası sarıyor, geceyi nasıl geçireceklerini
düşünüyorlardı. Hava karardıktan sonra Kadamba
Ormanı’nın çevresinde tehliklerin dolaştığını
biliyorlardı, ancak kötülük Tanrıçası Dunga’nın
yıllardır istediği tahtına geçmeye çalıştığından
bihaberlerdi.Kadamba sakinleri korkuyla evlerine
çekilirkenTanrıça Dunga ormanın en derin
noktasında; insanların gitmeye korktuğu bir noktada
yüksek bir kulenin içerisinde Kali’ye direnmeye
çalışıyor ve her bir direnişte başarısız oluyordu.
Aylar yıllar geçmiş, Tanrıça’dan hala haber
alamayan halk perişan olmuştu. Geceleri ormanın
vahşi varlıkları şehri yerle bir ediyor, gündüzleri
ise büyük kum fırtınaları oluyordu. Kadınlar bir
araya gelip örtülerine sarılıyor, başlarındaki değerli
taşları tutarak Tanrı Brahman’a yalvarıyorlardı.
Kum fırtınası diner gibi olduğunda ise kadın, çocuk
demeden şehirlerini tekrar kurmaya çalışıyorlardı.
Küçük bir pencereden halkının bu sefaletle
boğuşmasını izlemeye mahkum bırakılan Dunga
ise sinirinde köpürüyor ama yine başarısız oluyordu.
Kendisinin bir şey yapamayacağını anlayan tanrıça
sonunda halkına iki kızını gönderdi; Saraswati ve
Lakşmi Tanrıça’ya olan benzerlikleri sayesinde
halkın kısa sürede güvenini kazandı. Bir yandan
şehri yeniden inşa ederken, bir yandan da kum
fırtınalarını durduruyorlardı. Bilgi, müzik ve sanatın
tanrıçası Saraswati halkı bu üç kutsal nitelikle
tanıştırdı ve halkın huzura kavuşmasını sağladı.
Lakşmi ise zenginliği ve güzelliği yayarak onları
uzun bir süre çektikleri sefaletten kurtardı. Halk
eski mutluluğuna kavuştuktan sonra tanrıçaları
Dunga’yı aramaya başladı. Dünya ruhu Brahman’a
adaklar adayarak korkularını bastırdılar ve ormanın
karanlık noktalarında Dunga’yı aradılar.Bu azim ve
sevgiyi sezen Tanrı Şiva onları kuleye götürdü ve
halk Kali’yi etkisiz hale getirdi. Tanrıça Dunga eskisi
gibi halkıyla ilgilenirken, Kali Ganj Nehrinin en derin
noktasında bir kafeste sonsuzluğu bekledi.
Su ERGÜL 10-B
5
Peki nasıl yaratılabilir tüm kurgularından arınmış bir toplum? “İdeal” tanımına uyan bu topluma ulaşma
sürecinde özgürlüğü zedelemeden toplumsal kurguları yok etmek mümkün müdür? Bu süreçte yeni bir
zorbalık türünün baş gösterdiğini, anarşizmin hâkim
olduğu bir dünya yaratmaya çalışırken anarşizmin
ilkelerinden ödün verildiğinden de söz etmeyi es
geçmiyor anarşist genç:
“Samimi insanlardan oluşan küçük bir grup, eğitimli
ve özellikle özgürlük için çalışmak amacıyla birleşmiş
bir grup, aylar sonunda somut ve olumlu tek bir
şey yaratabilmişti: aynı grubun içindeki zorbalık…
Üstelik bu zorbalık, zorbalığı yıkmak ve özgürlük
yaratmaktan başka hedefi olmayan içten insanlar
arasında uygulanıyordu… Bir yerde bir yanlış vardı.”
Fakat ortaya çıkan bu yeni zorbalık türünün fark
edilmesinden sonra, yolun sonu pek de parlak
gözükmüyordu aydınlık fikirli gencimiz için. Kimi
zaman anarşizmin kendisinden kuşku duyuran
bu zorlu yolda, “Kişi özgürlüğe ancak tek başına
çalışarak ulaşabilir.” yargısına varıyor en sonunda.
Bu çözüm önerisiyle, oluşabilecek her türlü zorbalığın
oluşumunu engellediğini varsaysa da, tepkileri
üzerine çekmeyi başarıyor. Kendisine göre hatasız ve
mükemmel çözümünün diğer anarşistler tarafından
kabul edilmediğini anlayınca, kendisini onlardan
ayıran şeyin ne olduğundan şöyle söz ediyor:
“Hepsi karşı çıktı…Bunun üzerine karşımdakilerin
birer eşek, birer ödlek olduğunu anladım…Aniden
maskeleri düşmüştü. Bu zavallılar köle olmak için
doğmuşlardı. Elbette anarşist olmak istiyorlardı ama
başkalarına zarar vererek. Elbette özgürlük istiyorlardı ama bir tepside sunulması ve kralın verdiği
unvan gibi kendilerine verilmesi koşuluyla!”
Aldığı tepkilerden sonra, artık genç anarşist özgürlük yolunda tek başınadır. Fakat yalnızca kendi
gücüyle anarşizmi tüm dünyaya yaymak kulağa pek de inandırıcı gelmez. Bunun üzerine oyun sırası
artık anarşisttedir ve “bu tek kişilik savaştan nasıl galip çıkabilir?” sorusu akıllarda belirir. Tek kişinin
katılımıyla tüm toplumsal kurguları ve adaletsizlikleri “yok etmek” pek tabii olanaksızdır. Bunu sadece
toplumsal bir devrim gerçekleştirebilir. Birey, bu kurguları yok ederek değil, ancak ve ancak güçsüz
kılarak savaşı kazanabilir. İşte burada, anarşist genç, “banker” kimliğini ortaya çıkarır. O dönemin en
etkili toplumsal kurgusuna, paraya boyun eğdirerek, onun gücünü hissetmeyecek kadar zengin olarak
kendini özgürleştirir.
Özgün ve ikna edici anlatımıyla Pessoa, okuyucuyu “Anarşist Banker” ile tanıştırarak bankerliğin
gerçekleştirilebilecek tek anarşist eylem olduğunu kanıtlıyor tüm roman boyunca. Kurguladığı
anarşist karakterin paranın efendisi olma serüveninde, toplumsal sınıfları ve yarattığı adaletsizlikleri
sorgulayarak, 100 yıl sonrasının dahi sorunlarına ışık tutmayı başarıyor.
Yeşim KUMBARACI 11-E
6
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
Şiirler
Bir Beyaz
Işığın tüm renklerini al
Şişmiş bir yüzdeki mor pişmanlığı
Oradan oraya koşuşturan endişelerin
Soluk bir nefeste hapsedilmiş sarısını
Ve gencecik yanaklardaki
Gencecik heyecanların pembesini al
Bir af uğruna debelenenlerin
Kuytularda avuç uzatanların
Görmezden gelen
Yüksek topuklarına vurarak
geçenlerin
Aynalarda kendini arayanların
Bulanların, bulamayanların
Ruhunu bin bir ezgiyle boyayan
Yahut yalnız ekmeğe koşanların
Bambaşka gözlerle baktığı
Aynı ufuk çizgisinin
Engin mavisini al
Bir tapınak kapısında bırakılmış
tahta ayakkabının turuncusunu
Yaşlı gözler altında serilmiş
bir seccadenin kadifemsi yeşilini
Veya tüm yorgun kadehlerde
Bitmeyen sarhoşluğumuzun kızılını
al.
Parça parça dünyaya yansıyan
Bire dair
Bireye dair
Tüm renklerini , al ve birleştir ışığın
Mor
Sarı
Pembe
Mavi
Turuncu
Yeşil
Kırmızı
BEYAZ.
Şebnem TÜRE 10-F
7
Zamanla savaş, geriye dönme isteği, vicdan azabı… ‘Geçmiş’ sözcüğünü duymak istememek,
duymaktan, bu sözcükte saklı olanlardan korkmak, her adımımızda ayağımıza batan cam kırıkları…
Geriye her dönüp baktığımızda buruk kalpler, yüzümüze çarpan rüzgarın getirdiği düş kırıklıkları
belki de… ‘Keşke’ sözcüğünü cümlelerden eksik etmemek, yaşamları onunla biçimlendirmek,
geçmişte yaptıklarımız ve yapamadıklarımız yüzünden nefes alamamak, şimdiyi yaşayamamak…
İşte aslında bütün bunlar ‘pişmanlık’.
‘Hayat, hata yapmaktır.’ der bir düşünür. Evet, hayat hata yapmaktan ibarettir, çünkü yanlışla
doğruyu ayırt etmenin, gerçekten, hissederek, anlayarak yaşamanın tek yolu budur. İşte bu
doğrultuda da bugün var, yarın yoksak, neye yarar geçmişin karanlık, ışıksız, ıssız bir boşluğunda
sıkışıp kalmak, neye yarar gerçekten söylemek istediğimizde, sözcükleri sandıklara hapsedip,
üzerlerine kilit vurmak, neye yarar sadece yanlış anlayacaklarından korktuğumuz için duygularımızı
açıkça ifade edememek?
Peki insanların takvimlerle, saatlerle savaşı bir gün son bulacak mı, insan zamanın aktığını
kabullenip, geçmişten veya gelecekten sıyrılıp bugününü benimseyebilecek, onu kendi hayat
gerçeklikleriyle, yaşantılarıyla şekillendirebilecek mi dersiniz? Hiç durmadan akan ve hiç kurumayan
bu nehri durdurmanın imkansız olduğunu anlayabilecekler mi? Bir kez olsun gözleri arkalarında
kalmadan, kendilerinden emin, ‘pişmanlık’ kavramının olmadığı bir yerde dünden bugüne, bugünden
yarına geçebilecek, bir defalığına bile olsa akreple yelkovanı zorla iteklemeden, ‘keşke’ leri bir yaşam
biçimi olarak görmeden, vicdan azabı çekmeden hayatı yaşayabilecekler mi?
Zaman saatler içinden yürüdüğünde, keşkeler bir ucundan tutar elimizi ve yüreğimiz burkulur, bir
düğüm olur adeta, ne kadar uğraşsak da çözemeyiz bu düğümü, ulaşamayız kalbimizin derinliklerine,
gün gelir ağladığımız günlere ağlarız. Hayatta unutamayacağımız en büyük pişmanlık, -kimse
geçmişini satın alabilecek kadar zengin olmadığından- ‘Pişman olurum.’ diye yapmadıklarımızdır
aslında. Dolayısıyla da hayatta asıl önemli olan; hala yaşıyorken, asla geç olmadığına inanmak.
Pelin DEMİR 9-A
8
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
Merhaba, öncelikle kendinizi biraz tanıtır
mısınız?
Ben Yusuf Demirkol.Zakkum grubunun
solisti ve gitaristiyim.3 Ocak 1980,İstanbul
doğumluyum.Ankara Üniversitesi İletişim
Fakültesi mezunuyum.Aynı bölümde yüksek
lisansımı yaptım.1999’dan beri Ankara’da
yaşıyorum.Ankara’ya geldiğim sene müzik
grubum olan Zakkum’u kurarak hem okul hem
müzik hayatımı başlatmış oldum.Hayatımda
çocukluğumdan beri hep müzik vardı zaten.
Benim asıl merak ettiğim Türkiye’deki
müzik piyasası.Şu
dönemde tamamen
reklama dayalı
olduğu için insanlar
çok fazla sesiyle
ön plana çıkamıyor.
Siz bu konuda ne
düünüyorsunuz?
Ben açıkçası o
tür şeylerin çok
geçici olduğunu
düşünüyorum.
İyi şarkı, iyi söz
bir şekilde kitlesini
buluyor, çünkü
tamamen fiziksel
bir reklam olayına
girdiğinizde iş bir yerde tıkanıyor.Üretemiyorsan
ve en önemlisi insanların duygularına
dokunamıyorsan bir yerde kalıyorsun.Bence
çok üretmek ve çok konser yapmak çok önemli
müzik dünyası için.Türkiye’de de kitlelere
ulaştıkça kendini anlatabiliyorsun.
Şu an grubunuzla kaliteli müzik
yapıyorsunuz fakat bazı sanatçılar özel
hayatlarıyla daha ön plana çıkmayı tercih
ediyorlar.Siz bu “sanatçılar” hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Ben müziğimle ön plana çıkmayı seviyorum.
Zaten çok fazla televizyon programlarına da
çıkmıyorum.Beyaz Show’u seviyoruz ve vıcık
vıcık konuşmaları sevmiyoruz.Bu açıdan
müziğimle ön plana çıkmak istiyorum.Müzik
dünyasındaysanız bence fiziğinizle ya da özel
yaşantınızla değil de sanatınızla ön plana
çıkmak daha güzel bir sonuç olur.
Şu an Türkiye’de müzik dünyasına adım
atmak daha zor çünkü çok fazla rakip var.
Siz böyle bir düşüncesi olanlara ne tavsiye
edersiniz?
Çalışkan olmak ve orijinal olmak çok önemli.
Bizim mesela şuan yayınlamadığımız onlarca
şarkımız var.Bu işte gerçekten doğal olup ve
sürekli üreterek bir yerlere gelebilirsiniz.Nasıl
ki insanlar sabah 8 akşam 5 çalışıyorsa bu işte
de sürekli çalışmalı ve üretmelisiniz.Sürekli
dinlemeli ve yazmalısınız.Kendinize has bir
tarzınız olmalı.
Sizce
bireysel
çalışmak
mı
daha kolay müzik
dünyasında
yoksa
grupla
olmanın daha mı
büyük avantajı
var?
Ben açıkçası
bireysel çok az
çalıştım.Şöyle bir
yanı var ki bireysel
olduğunuzda
her şeyi kendiniz
üstleniyorsunuz.
Fakat grupla olduğunuzda ufak yardımlaşmalar
işinizi kolaylaştırıyor, tek dezavantajı ise maddi
açıdan tabii ki.Bireysel çalışmayla ilgili de en
yakın arkadaşım Cem Adrian’dan biliyorum.O
da hayatından gayet mutlu ve çok fazla sıkıntı
çekmiyor bireysellik konusunda.
Sürekli
üretmenin
önemli
olduğunu
vurguladınız.Fakat müzik kaynağı da sınırsız
ve sizce bu meslek bu açıdan daha mı riskli?
Kaynak bitmez.Bu dünyada aşk ve insan
oldukça, problem oldukça kaynak bitmez.Tabii ki
yaşadıkça sürekli problem olacaktır ve bu açıdan
kaynak sonsuzdur.Ayrıca her şarkının kendine
has bir tarzı var.Yani 5 tane aşk şarkısını yan
yana koyarsın ama hepsi de farklı bir öyküyü
anlatır.
9
Biz genç kitle olarak yabancı müziğe çok
fazla eğilim gösteriyoruz.Sizce bu yanlış bir
şey mi?
Yanlış değil, çok doğal.Ben de müziğe ilk
başladığımda David Bowie,Radiohead, Placebo
ve Queen en çok dinlediklerimdendi.Bu tür
isimler bizim grubumuzu besleyen isimlerdi.
Zaten ilk müziğe başladığımızda ismimiz
yabancıydı ancak daha sonra Türkçe müziğe
yönelince Zakkum olarak adımızı değiştirdik.
Fakat kesinlikle yabancı müzik dinlerken de
sözlerini anlayıp keyif alabiliyorsanız kesinlikle
dinlemelisiniz.
Tabii bir de yabancı şarkıları seslendiren Türk
sanatçıları dinlerken tuhaf hissediyorum.
Yabancı şarkıların hitap ettiği bir dönemde
sanatçılar da kitlelere göre davranmaya
çalışıyorlar.Acaba siz şarkılarınızı yazarken
kitleye yönelik olarak mı düşünüyorsunuz
yoksa sizin hoşunuza gitmesi daha mı
önemli?
Aslında ikisi de var. Popüler müzikte öne çıkan
aranjörler ve birde yorumculara şarkı sözü
verenler var.Bu nedenle besteciden çok yorumcu
olarak var olabiliyorsunuz.Tabii bayanlar daha
avantajlı çünkü dişiliklerini kullanarak kitleleri
arkalarından sürükleyebiliyorlar.Ancak böyle
isimleri ben dinlemeyi de onlarla ilgili konuşmayı
da çok sevmiyorum.Zakkum grubu olarak söz ve
besteyi kendimiz yapıyoruz ve bizim kulağımıza
hoş geleni değerlendirip o şekilde beğeniye
sunuyoruz.Ancak burada tabii ki kitlelerin
tercihleri de çok önemli.
Bu grubu ilk oluşturduğunuzda bu kadar
yükselebileceğini düşünüyor muydunuz?
Ben inanıyordum.Çünkü ben egosu yüksek
bir adamım ama hem mütevazı hem de egosu
yüksek biri olarak kendimi eğitmem gerekti.
Örneğin ben bir televizyon programına çıktığımda
milleti eğlendirmeyi ve laubali davranışlardan
hoşlanmıyorum.Bu benim tarzım değil.Bu
yüzden bu tarz programlardan uzak durmaya
çalışıyorum.Toparlayacak olursam da çalışmayı
sevdiğim ve mesaj vermeyi sevdiğim için
evet düşünüyordum.Sadece müzik üretmekle
değil rengini de belli etmek lazım.Gezi Parkı
olayı,Özgecan Aslan gibi olaylar yaşanırken
“hiçbir şeye karışmayacağım” diyemezsiniz.
Örneğin biz ”Gökyüzünde” parçamızı her
konserde Gezi olaylarında, Soma’da ve kadın
cinayetlerinde kaybettiğimiz her insanı anmak
için söylüyoruz.Hele ki Gezi Parkı olayından
sonra artık kimse politik olamaz.Bu nedenle
belli bir duruşumuz ve tarzımız olduğu için, evet
bugünkü geldiğimiz yere gelebileceğimizi tahmin
ediyordum.
Son sorum bu müzik dünyasına girmek
isteyenlerle ilgili.Sadece yorumcu olarak
nereye kadar gelinebilir, sizin bizlere
tavsiyeniz bu konuda neler olabilir?
Yorumcu olmak da yetenek işi.Bir şarkının
iyi yorumlanması çok önemli.Fakat şu var ki
sahnede sizin sözlerinizle var olmalısınız.Bu
yüzden de üretmek lazım.Örneğin Sıla kendi
bestesini yapıp kendi yazıyor ve onun bu yüzden
bir tarzı var.Ben ise söz yazamıyorum ama beste
yapıyorum.Söz yazarken de söyleyemeyeceğim
sözler oluyor ve bu da tarzla ilgili.Ama genellikle
bazı sanatçılar şirketlerin proje isimleri oluyorlar.
Yönlendirilen ve tarz oluşturulan isimler ekiplerin
ürünü oluyor.Soruya gelecek olursak,yorumcu
olmak çok kıymetli, bu açıdan da tarzını bulmalı
ve şarkı sözlerini gördüğünde hissettireceği
duyguyu bulup ona göre seçmelisin.Her önüne
konanı okumaktansa o şarkıda sana uygun
bir şeyler çıkarıp ona göre iyi olduğun tarzı
bulmalısın .
Uğuray VARLI 11-H
10
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
KANADA
Uçağım on bir saatin ardından Toronto Pearson Havaalanı’na
inerken, daha önce hiç olmadığım kadar heyecanlıydım. Öyle ya,
ilk defa tek başıma bu kadar uzağa seyahat ediyordum. Ankara’dan
Toronto’ya İstanbul aktarmalı giderek bir günü yolda geçirdikten
sonra yorgundum, fakat bir ay Kanada’da kalıp hem İngilizce
kursuna gidecek olmam, hem de daha önce hiç görmediğim yerleri
görecek olmam yorgunluğumu hissettirmiyordu bile. Beni ve başka
uçuşlarla dünyanın dört bir köşesinden gelen yaşıtlarımı aldıktan
sonra kalacağımız yere, Toronto Üniversitesine yola koyulduk.
Yazımın geriye kalan kısmında Kanada’nın Ontario Eyaleti’nde
(çoğunlukla Toronto’da) görülmesi gerekenleri tüm izlenimlerimle
anlatacağım.
U of T
Dört hafta boyunca konaklayıp dil kurslarını alacağımız Toronto Üniversitesi, diğer bir deyişle U of T
(“University of Toronto”nun kısaltılmışı), dünyadaki en iyi üniversitelerden biri kabul edilmektedir. Kampüsü,
eğitim ve yurt amaçlı pek çok binasıyla büyük bir yerleşkedir. (Örneğin aşağıdaki bina benim ders aldığım
binadır.) Bir ay boyunca gezip göreceğimiz yerlerle burası arasında gidip geldik.
Kanada’da geçirdiğim sürenin yarısı burada geçti dersem yanlış
olmaz herhalde. Girdiğimiz İngilizce dersleri dışında ilginç ve
eğlenceli aktiviteler de yaptığımız U of T, kendi başına gezilip
görülmesi gereken bir yer. Üniversite’nin ayrı ayrı bölümlerini gezip
kitap dükkânından da hediyelik eşya veya pek çok konuya dair
ders kitabı alabilirsiniz.
Casa Loma
Toronto’da bulunan Casa Loma Kalesi, şehirdeki önemli tarihî
mekânlardan biridir. 1900’lü yılların başında dönemin zengin
yatırımcılarından Henry Pellatt’ın Avrupa’daki kaleleri çok beğendiği için dönemin parasıyla 3 milyon 500
bin dolara yaptırdığı şato, Avrupa mimarisinin izlerini taşımaktadır. Yaşam alanları dışında seraları ve gizli
tünelleriyle görülmeye değer bir yapı...
Casa Loma’yı gezerken yaşadığım şaşkınlık hissini aynen yaşayacağınızdan eminim. Öyle ki, gizli
tünellerden şatonun pek çok ayrı kısmına çıkmanız mümkün.
Benim tavsiyemse, kaybolmamaya bakın...
Royal Ontario Museum
Kanadalıların “ROM” diye kısalttıkları “Ontario Kraliyet
Müzesi”, Kuzey Amerika’nın en büyük müzelerinden
olup “sanat-arkeoloji-bilim” üçlüsünü bir arada
barındıran kıtadaki tek müzedir. Her turistin ilgisini
çekecek en az bir bölümün olduğu müze, Toronto’ya
gelen herkesin uğraması gereken bir yer.
Burası, belki de Kanada tatilim sırasında beni en çok
büyüleyen yer. Gezmek için neredeyse bir gününüzü
elden çıkarmanız gerekir ama buna değer.
CNE Tower
Şehrin her tarafından görünebilmesi, bu kuleyi meşhur eden
özelliklerinden biri. Ziyaret edenlerin asansörlerle kulenin tepesine
kadar çıkıp harika bir Toronto manzarasıyla karşılaşmaları, bu
kuleye akınına yol açar. Kulenin toplam yüksekliği 553 metre olup,
ziyarete açık en yüksek yeri SkyPod ise 447 metreyle dünyadaki en yüksek gözlem güvertesidir.
Kuleyi ilk gördüğüm andan beri zaten gitmek istiyordum. Yukarı çıktığımdaysa harika manzarasıyla Toronto
önümdeydi. Ayrıca kulede bulunan büyük cam panelin de sözünü etmemek olmaz: Yanındaki bilgilendirme
tabelasına göre tonlarca ağırlığı taşıyabilecek olan panel, metrelerce aşağıya bakıyor, böylece ne kadar
yüksekte olduğunuza dair bir fikir veriyordu (Aşağıdaki resme bakın.). Bu tabelaya güvenen insanlarsa
panelin üstünde duruyor, yürüyor, hatta üstüne yatıyordu. Ben de denedim tabii fakat her ne kadar güvenli
olsa da aşağıya bakınca korkmamak elde değil. Eğer ek ücret ödeyip bir üst kata, SkyPod’a çıkarsanız o
şahane Toronto manzarasını “tam anlamıyla” görüyorsunuz .
11
Riley’s Aquarium of Canada
Her yaştan ziyaretçinin ilgisini çekebilecek bir diğer yer ise, CNE Kulesi’nin
hemen yanı başında bulunan bu akvaryum. Çocuklar kadar yetişkinlere de hitap
eden bu mekânda her türlü su canlısını bulmak mümkün.
Akvaryumu gezmek epeyce bir süre alıyor ama ömrünüzde tekrar görmeniz
mümkün olmayan ender türler dahil pek çok balığı ve su omurgasızlarını
görüyorsunuz. Akvaryumun en etkileyici yeri, büyük akvaryumlardan birinin
içinden geçen o tünel.
Fort York
Amerikalılar ile Kanadalılar arasında gerçekleşen 1812 Savaşı sırasında Kanadalılara ait bir bölgedir. ABD’den gelecek
olan olası saldırılara karşı jeostratejik konumu önemli olan bu yer, günümüzde ziyarete açıktır.
Bizlere cepheyi, savaş yıllarının kıyafetlerini giymiş görevliler gezdirdi. Savaşın tarihini ve bu cephenin savaştaki önemini
anlattıktan sonra bizim için ufak bir gösteri yaparak, o dönemin “musket”lerinden birini mermisiz, sadece barutunu koyarak
ateşlediler. Gösteriden sonra elinde tüfek olan başka bir görevliden, tüfekle poz vermek için izin istedim. Fotoğrafımı
da çekildikten sonra (aşağıdaki fotoğraf...) bize, dönemin üniformalarının ve silahlarının bulunduğu karargahtan bozma
ufak müzeyi gezdirdiler.
Ontario Parlamento Binası
Eyaletin halen buradan yönetildiği bu bina Toronto’da bulunur. Tarihî bir geçmişi
olan bu yapı, turist ziyaretlerine de belli zamanlarda açıktır. Burası, politikaya ilgi
besleyen her turistin mutlaka uğraması gereken bir yer bence.
Eaton Centre
Toronto’nun en büyüklerinden ve belki de en meşhur alışveriş merkezi olan Eaton’da yok yok.
Adını Kanadalı bir mağaza zinciri olan Eaton’dan alan AVM için turistik niteliği de var dense
yanlış olmaz.
Bir ay boyunca bizi buraya üç veya dört kere getirmişlerdir ve her defasında da tekrar tekrar
gezmekten sıkılmamışımdır. AVM’nin içerisinde her türlü mağazayı bulmak mümkün.
Art Gallery of Ontario
Sanat severlerin vazgeçilmezi olan mekânlardan biri de elbette Ontario Sanat Galerisi’dir.
Resimlerden heykellere, maketlerden tarihî eserlere kadar türlü türlü sanat eserleri vardır.
Eğer benim gibi bir sanatseverseniz bir öğleden sonrası bu müzeyi gezmek için size yetmeyebilir. Pek çok akıma ait
eserleri incelerken sanatın önemini tekrar tekrar anımsıyorsunuz.
Niagara Şelaleleri
ABD ve Kanada sınırının doğusunda bulunan şelale, dünyanın en meşhur
şelalelerindendir. Elektrik üretiminde de muazzam bir etkisi olan şelalelerin asıl
kazancı turistiktir. Dünyanın dört bir yanından bir sürü insan onu görmek için
gelir. Tepeden izlenebileceği gibi feribotlarla yakınına da yaklaşılabilir. Şelalenin
Kanada’ya ve ABD’ye ait olan tarafları vardır.
Şelalelere gitmek için sabah yola koyulduk. Güneye doğru yaklaşık dört saatlik
bir yolculuktan sonra şelalelerin olduğu yerleşim bölgesine vardık. Hepimiz çok
heyecanlıydık; dünyaca ünlü ve sözü edilen Niagara Şelaleleri’ni sonunda kendi
gözlerimizle görebilecektik. Uzaktan o manzaraya ve sese doyduktan sonra
daha yakından görebilmemiz için bizi feribota götürdüler. Oradaki görevlilerden
yağmurluklarımızı aldıktan sonra feribota bindik. Yağmurlukların ne işe yaradığını
ise, şelalelerin yakınından geçtiğimiz anda sırılsıklam olup anladık.
Toronto Islands
Şehir stresinden uzaklaşmak isteyen Torontolular kadar turistlerin de ilgi odağı olan Toronto Adaları, Ontario Gölü’nde,
Toronto’nun hemen güneyinde bulunur. Bu adalar, çok yeni oluşumludur: 19. yüzyılda bir seller ve fırtınalar silsilesiyle
ayrılmadan önce Toronto’ya bağlı halde bir yarımadaydılar. Özellikler Merkez Ada’da (Centre Island) bir yürüyüşe çıkmak
veya bisiklet kiralamak yapılması gerekenlerdendir.
Bizi bu adalara, Toronto tatilimin son gününde getirdiler. Kanada’da göreceğim son yer olan bu adalarda doyasıya dolaştım
ve bisikletle yaz güneşinin altında saatlerce turladım durdum. Öğleden sonra Kanada’daki son fotoğrafımı orada tanıştığım
arkadaşlarımdan birine çektirdim ve akşama doğru üniversiteye geri döndük.
Kanada’da kaldığım bir ay gibi kısa bir sürede gördüğüm eşsiz, birbirinden güzel yerleri gezerken kendime yeni bir şeyler
kattığımı hissettim. Kanada’dan Türkiye’ye dönerken ufak bir macera da yaşadım: Uçaktaki bir aksaklık nedeniyle Torontoİstanbul yolunun yarısında Londra’daki Heatrow Havaalanı’na indik. Günübirlik bir İngiltere ziyaretiyle geçen seneki İngiltere
tatilimi artık tamamladığımı düşünerek Londra’dan İstanbul’a yola koyulduk. Oradan da Ankara’ya...
Can SOYGÜR 11-B
12
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
EGEMEN ÜNAL Ankara’nın en sevilen, sayılan ve en çok örnek alınan başarılı rock davulcularındandır.
1992 yılında Orkun Aldemir ve Ercüneyt Özdemir ile Metropolis’i kurdular. Metropolis’le iki albüm ve bir
single çıkardılar. Birçok yerde konser verdiler ve festivallere katıldılar. Bunun
yanında Egemen Ünal’ın John Doe adlı bir cover grubu daha var. İstanbul Agop
Zilleri Egemen Ünal’ın sponsorluğunu yapıyor.
Bunlarla birlikte Egemen Ünal , Ankara Sanat Kültür Dergisi’nde yedi yıldır
sanat eleştirmenliği yapıyor.
Abisi (Utku Ünal ) ile bir davul okulları var.
Egemen Ünal’ın , Egefen adlı bir yayınevi de bulunmakta.
Birçok dershanede çalışmış. Şu an okulumuzda fizik öğretmenliği yapıyor.
Neden bateriyi seçtiniz? Başka müzik aleti çalmayı biliyor musunuz? Ailenizde başka
müzisyen var mı?
Ailemde başka müzisyen var. Babam ; kemanist , piyanist. Müzik öğretmeni kendisi. Bize müzik biraz ondan
geçiyor yetenek olarak. Ağabeyim de zaten ünlü bir davulcudur. Birçok sanatçıyla çalmışlığı var. 100’e yakın
albümde çaldı. Bulutsuzluk Özlemi grubu ile 10 yıl , Moğollarla 4 yıl çaldı. Çeşitli sanatçılarla çalıyor şuan.
Bize biraz babadan geliyor. Aslında ben önceleri gitar çalmayı istiyordum. Bir tane mandolinim vardı. Onunla
böyle takılıyordum kendimce ama daha sonraları biraz da ağabeyime özenerek davula eğilimim oldu. İyi
gidince de devam etti.
Çoğu insan duygularını çeşitli uğraşlarla ifade
ediyor. Siz de bateri çalarken duygularınızı
dışa vuruyor musunuz? Çalarken neler
hissediyorsunuz?
Valla onun için gelip izlemen lazım . Ama çalarken tabi değişik
yöntemler vardır. Bazı davulcular güler, bazıları tavana
bakar. Genelde bende sabit bir noktaya bakıyorum veya
çok güzel şeyler hissedersem gözümü kapatarak çalıyorum.
Yani albüm grubu konserinde ayrı şey hissediyorum , barda
çalarken ayrı şey hissediyorum. Çok yorgunsam bir şey
Metropolis adlı bir müzik grubunuz var. Peki grup üyeleriyle nasıl tanıştınız? Nasıl grup
kurma kararı aldınız?
Valla aslında benim ilk sahneye çıkışım 10.sınıfta bir metal konseriydi. Bununla birlikte başladı müzik hayatım.
Sonra müzik yarışmalarına çıktım. Hayalim hep ODTÜ’ye girip bir grup kurmaktı. ODTÜ’ye girdim ama maalesef
Metropolis’ten kimse ODTÜ’den değil. Ben Almanca Anadolu Lisesiydim o yüzden de biraz ODTÜ’yü istiyordum
İngilizce öğreneyim diye. Hem de ODTÜ’nün sosyal ortamından... Solistimiz Siyasal’ın Radyo Televizyon mezunu
Ankara Üniversitesi , bass gitaristimiz Hacettepe Seramik mezunu ve dolayısıyla seramikçi . Şu anki gitaristimiz
- ki biz zaman içerisinde en az 15-16 gitarist değiştirdik – TRT’de montaj kısmında çalışıyor. Ben Ercü’yü , solist
olanı , lise yıllarından tanıyordum . İşte kendimi çok iyi hatırlıyorum ODTÜ’de bir konsere çıkmıştım , bir grup
kurmuştum . Aynı akşam, hatta tarihi net hatırlıyorum , 17 Mart 1992 , Ercü’yü izlemeye gittim ben. O da bir barda
gitar çalıp söylüyordu. Ondan sonra onunla bir şeyler yapmaya karar verdik. Ben bir-iki arkadaşımı getirdim. O
bass gitaristimizi , Orkun’u getirdi. Kurtuluş Lisesi’nde o zaman o. Öyle bir grup kurduk. İşte böyle kuruldu grup,
Ercü’yle bizim eski arkadaşlığımızdan gelen bir durumla.
13
Zaten küçüklükte çıkmışsınız konserlere. Peki grupla ilk konserinizi nerde yaptınız ve ordaki
ortam , dinleyiciler nasıldı?
Valla işte ekibi kurduktan sonra bizim ilk konserimiz Siyasal’ın İnek Bayramı’na denk geldi. 1992’de İnek Bayramı’nda
çaldık. Fakat ortam böyle bir acayipti. Biz de işte Nirvana falan çalıyorduk o zamanlar. Mayıs ayı olması lazım. Ama o
zamanlar adımız Metropolis değildi.
O yaz biz Fethiye’ye çalmaya gittik. –önce Marmaris’e gittik sonra Fethiye’ye transfer olduk – Ankara’ya tekrar
döndüğümüzde o sezon adımızın Metropolis olmasına karar verdik.
Bu yolda kimler sizi destekledi ve yardımcı oldu?
Valla bu yolda kimse bizi desteklemedi. Gerçekten söyleyeyim. Özellikle hani babam müziğin çok zor taraflarını gördüğü
için hiçbir zaman istemedi bizim müzikle uğraşmamızı. E abim zaten ölecek kıskançlığından. Git gitar çal falan diyordu
bana. Niye davul çalıyorsun, diyordu. Hatta birçok köstek bile yemişizdir. Biz çok underground bir gruptuk. Gerçekten
tarihimize bak Nirvana’yı ilk canlı çalmış grup olabiliriz. Rage Against The Machine’i kesin ilk canlı çalmış grubuz da
Soundgarden , Faith No More ‘u falan. Çünkü 93’te biz bunları sahnede çalıyorduk ve o zamanki mekanlar hep blues
müzik yapıyordu ve bu ne biçim müzik falan diyorlardı bize. O yüzden de çoğu kitle tarafından yadırgandık ama zaman
içinde yurtdışına gidip bir döndük herkes bizim repertuarları çalıyordu. O yüzden de çok fazla köstek gördük ama şöyle
bir durum oldu; nerde çalsak full çektiği için acayip rağbet görüyorduk. Zaten onun sonucunda yurtdışına gittik. O yüzden
de hiç kimse önümüzü kesemedi.
Avusturya’dan teklif almışsınız ve dört yıl boyunca
orda kalmışsınız. Bu dört yıllık süreç sizin için nasıl
bir maceraydı biraz bahseder misiniz?
Hatta beş buçuk yıl. Evimizi kapatıp geri dönmemizle birlikte yedi
yıl neredeyse. 95 yılının sonunda gittik , evimizi kapattığımızda
2002 idi. Ordaki en net fark , bundan 20 yıl önceden bahsediyorum
insanların kalitesi ve müziğe bakış açıları bence. Hani mekanların da
bakış açıları. Gerçekten çok müziği bilen bir kitle. Zaten Avusturya
klasik müzik dalında patlama yapmış bir yer. Bir Türk grubu olarak
yaşamak zordu orda. Çünkü çok milliyetçi bir ülke Avusturya.
Gerçekten zor. Ülkelerinde yabancı istemiyorlar. Sen istenilmeyen
bir yerde yaşamaya çalışıyorsun ve bunu müzik yaparak yapmaya
çalışıyorsun. Bir mühendis olarak gitsen işin daha kolay ama bir müzisyen olarak orda çalmak çok zor. Yani şu an
Türkiye’den bir grup gitsin , en ünlüsünden bahsediyorum , Avusturya’da ya da başka bir ülkede 5 yıl müzik yaparak
yaşasın , gelsin . Yaşayamazlar yani çok zor. Hani benim Almanca bilmem bunda etkili. Bir de bizim grubun neredeyse
400 tane şarkısı vardı. Biz oldies de çalıyorduk , pop da çalıyorduk, alternatif rock çalıyorduk . O yüzden de geniş bir
alana hitap edebildiğimiz için birçok değişik organizasyonda çalıyorduk. Benim orda en iyi niteliğim Türkiye’den 10-20 yıl
ileride olmalarıydı . Yani orda Türkiye’ye tepeden bakmak güzel bir duyguydu. Ordaki tecrübelerim de ne yapsan parayla
alınamayacak şeyler. O yüzden çok büyük ve çok önemli bir tecrübeydi.
Türkiye’de müzik sektörüne gereken değerin verildiğini düşünüyor musunuz?
Kesinlikle düşünmüyorum. Çünkü müzik sektöründe söz sahibi olanların zaten müzikten anladığını da düşünmüyorum.
O yüzden hani bu mekanlar için de geçerli. Yani müziği bilmeyen bir sürü mongolun acayip acayip mekanları var. Yani
çalmak problem. Ortada müzik diye bir şey yok. Hani sadece güzel bacak , güzel kaş. Müzik adına bir şey yok. Hep
başka şeyler adına bir şeyler var. O yüzden de yani zor. Dünyada da bu belki biraz böyle ama Türkiye’de müzik adına
hiçbir şey yok bence. Hani var tabi , olanları var ama istisnalar kaideyi bozmaz. Zaten onlar da hakettikleri değeri
görmüyorlar. Yani iyi müzik yapan idealist olmaya çalışan gruplar hep para kazanmamaya ve kendi kendine bir şeyler
yapmaya mahkum durumdalar şu an.
Kendinizi sanatçı olarak nitelendiriyor musunuz? Bir sanatçının kriterleri neler olmalı?
Kendimi sanatçı olarak nitelendirmeliyim herhalde. 3200 kere canlı çalmışlığım var yaklaşık olarak ve 5-6 ülkede 3200
çok ciddi bir rakam . 3600 olsa 10 yıl boyunca hiç durmadan sahnede çalmış oluyorum. Provadan bahsetmiyorum .
Verdiğim konser adedi. Birçok sanatçıdan daha çok çalmışlığım vardır. Bir sanatçı ne olmalı ? Bir kere doğal olmalı.
Kesinlikle içinden geldiği gibi müzik yapabilmeli ve duygularını özgürce ifade edebilmeli ama bu da zor bence Türkiye’de.
Çünkü ona değer verilmiyor. Ama sanatçı bundan vazgeçmemeli. Para kazanma uğruna ideallerinden vazgeçmemeli
diye düşünüyorum. Bizim asıl amacımız para kazanmak değil. Bizim asıl amacımız insanlarda bir iz bırakmak olmalı. O
yüzden de ben birinci albümümüz için iz bıraktığımızı kesinlikle söylerim. Çünkü birçok şuan ünlü olmuş arkadaşımız
var. Onlar da hep televizyon röportajlarında bunu söylediler . Albümlerinde bize teşekkür ettiler. O yüzden de o bile bize
yeter . Halen bugün böyle bazı baş davulculardan bana mesajlar geliyor . “Biz sizin şarkılarınızı” ya da “Ben senin abi
şarkılarını dinleyerek büyüdüm.”diyorlar. Hani sanatçı iz bırakmalı ve özgür olmalı.
Merve ÇETİNER 11-D
14
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
Modern, Yeşil ve Mutlu: Den Haag
Hayatımın toplam dört yılını geçirdiğim Hollanda’daki Den Haag - ya da “Lahey”- şehri
benim hâlâ sıkça özlediğim, özlem ile düşündüğüm bir yer. Den Haag’da geçirdiğim
zamanın beni bir insan olarak da etkilediğini, beni ben yapan şeylerden biri olduğunu
dünüyorum; Den Haag’ın bende bir iz bıraktığı kesin. Bu nedenle bu şehir ve o şehirdeki
hayatı anlatmak istiyorum.
Den
Haag
hakkında
kısaca
bilgi vermek gerekirse, bu şehir
-Amsterdam Hollanda’nın başkenti
olduğu hâlde- hükûmetin ve hükûmet
kurumlarının bulunduğu bir şehir.
2011 yılında 500,000 kişinin yaşadığı
bu şehir, aynı zamanda uzun bir
tarihe sahip. En erken yerleşim izleri
bu bölgede M.Ö. 3000 yıllarına kadar
"Het Plain" Meydanı geriye gidiyor. İkinci yüzyılda ise
Roma İmparatorluğu egemenliğinde
küçük bir kale ve yerleşim olmasına rağmen, bugünkü
Den Haag olacak şehir, 1230 yılında Hollandalı bir
kontun bölgeye kendi kalesini inşa etmesiyle kurulmaya
başlamış. Zamanla büyüyen yerleşim, 15. yüzyılda
birkaç bin kişilik boyuta ulaşmış. Yüzyıllar içinde büyüyen
şehir zamanla bugünkü boyutuna ulaşarak Hollanda’nın
üçüncü en büyük şehri olmuş.
Den Haag deyince aklıma ilk olarak karakteristik binaları
Bir Den Haag Sokağı geliyor diyebilirim. Tarihî yapılar Den Haag’da her zaman
koruma altında olduğundan, özellikle şehir merkezindeki
mimari stil, yüzyıllar boyuncakinin aynısı; birbirine bitişik,
en fazla birkaç katlı evler, kiremit binalar, dar sokaklar... Bu yönü her zaman çok hoşuma
gitmiştir Den Haag’ın; tarihin içinde yaşamanın insanın kültürel anlayışına büyük katkısı
olduğunu düşünüyorum. Ancak Hollanda, elbette çok gelişmiş bir ülke aynı zamanda,
o yüzden Den Haag her yönden yaşamaya
elverişli, modern ve yüksek standardlı bir
kent. Kanallar ve her yerde bulabileceğiniz
parkları ile birlikte çok estetik bir şehir
olduğu da kesin. Evimizin yanında, örneğin,
köpeğimizi yürütmeye gittiğimiz sadece bir
orman olarak anlatılabilecek bir park vardı.
Hoge V
eluwe P
arkı Şehrin her yerinde, merkezî kısımlarda bile,
Türkiye’de hiç göremeyeceğiniz türde doğal
ortamlar vardı. Doğa ile uyum içinde olan
yanı Den Haag’ın önemli bır niteliği olduğundan, şehrin içinde olmayan ama geziye
gidilebilecek bir doğal yaşam parkından bahsedebilirim: “Hoge Veluwe Doğal Parkı”. 1935
yılında kurulmuş, 55 kilometre kareyi kaplayan bu dev alanı ilk gördüğümde ne kadar
etkilendiğimi hatırlıyorum. İçinde yüzlerce geyik, yaban domuzu gibi hayvanlar doğal
ortamda yaşıyor ve ayrıca bır sanat müzesi bile var. Gelişmiş bir ülke olan Hollanda’nın
doğasına da ne kadar sahip çıktığına gerçekten iyi bir örnek.
15
Bahsettiğim gibi, Den Haag aynı zamanda her anlamıyla modern,
işleyen ve yaşayan da bir şehir. Buradaki yaşam tarzından
bahsetmek gerekirse, gerçekten rahat, mutlu ve külterel açıdan
zengin olduğunu söyleyebilirim. Tarihine ve kültürüne sahip çıkan
bir şehir olarak Den Haag, müzelerle dolu. “Mauritshuis” adında
dünyaca ünlü sanat eserleri içeren bir müzden tutun, “Corpus”
adında dev bir insan vücüdu şeklinde olan bir anatomi müzesi
bile var. Benim sevdiğim müzelerden biri de “Escher Müzesi”.
Adından anlaşıldığı gibi, “Escher” adında, çoğumuzun duymuş
Escher Müzesi olduğu Hollandalı bir ressamın eserlerini içeriyor. Bu müze hem
içerik açısından modern, yeni, teknolojik ilgi çekici aktivitelerle
dolu hem de tarihî bir yönü de var. Müzenin kendisi eskiden
kraliyete ait olan “saray” olarak adlandırılan büyük bir binanın içine
kurulmuş. Den Haag’a gidecek biri için kesinlikle tavsiye edilecek
bir yer. Kültürel anlamda zenginliğini ve modernliğini anlatmak için
Den Haag’daki “Merkez Kütüphane” kesinlike iyi bir örnek. Şehrin
tarihî merkezinde olan bu bina aslında çok yeni ve de dışarıdan
bilim kurgu filmlerinden çıkmış gibi görünüyor. 1995 yılında açılmış
bu devasa bina 16 000 metre kareyi kapsıyor ve de 6 katlı. Şehrin
imkânları açısından zenginliğinin kesinlikle çok iyi bir örneği.
Merkez K
ütüphane Bağlantılı diğer küçük kütüphaneler ile birlikte 3.3 milyon kitap
her yıl kullanılıyor. Farklı dillere ait büyük bölümleri de var. Kişisel
fikrimi belirtmem gerekirse de görmek, gezmek ve kaynaklarını kullanmak için çok tavsiye ettiğim bir yer. Burada bahsedemeyiğim kadar çok başka yönleri de
var elbette Den Haag’ın. Yaşam tarzı rahat, mutlu ve
her yönden gelişmiş (trafiğin yavaş olmasına rağmen).
Eğitim sistemi oturmuş, okullarının imkânları geniş ve
modern, şehrin ayrıca sinemları, dükkanları, restoran ve
kafelerinin hepsi görülmeye değer; bir tek yemeklerinin
Türkiye’yi özlettiğini söyleyebilirim. Hollandalılar genel
olarak hem çeşit hem de miktar bakımından çok yemeyen
Sahil insanlar.Burada değinmek istediğim son bir nokta var,
o da Den Haag şehrinin genel atmosferi ve insanları.
Nüfusunun yarısı yabancı olan Den Haag şehrinde çokkültürlülük, içinde yaşamaya başladığınızda fark edeceğiniz ilk önemli şeylerden biri. Bu şehirde
Türkler ve Faslılar başta olmak üzere farklı, uzak kültürlere mensup birçok göçmen var. Bu
durumda Hollanda’da yaşarken veya gezerken insanların kendilerini çok yabancı hissetmediğini
söyleyebilirim. Höşgörülü olma da Den Haag ve tüm Hollanda’da en önemli özelliklerden biri;
yabancı göçmenlerin yaptıkları bazı şeyler bu durumu değiştirmeye başlasa bile. Onun dışında
insanlar ilkeli, rahat, mutlu ve çok açık görüşlü. Yaşlı kesim fazla olsa da şehrin aktif bir gençliği
ve genç kültürü de var. Şehrin mutlu ve rahat bir şehir olduğu, sokaktaki insanların birbirlerine
gülümseyerek “günaydın” demesinden anlaşılabiliyor.
Sonuç olarak, Avrupa seyahatine çıkacak herkese Hollanda’yı ve Den Haag ‘ı gezmesini, bu güzel
şehri görmesini öneriyorum. Çok özlediğim bu şehri ben de bir gün tekrar görmeyi umuyorum.
16
Umay Eren ERTEKİN 11-B
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
Biz inşa ederiz.
Hayatımızı güçlü temelleri olan, görkemli ve yüksek binalar olarak inşa etmeye çalışırız.
Binamızın her katında farklı değerleri yaşatırız. Temeline kendimizi koyarız mesela, sonra
ailemizi ve dostlarımızı, yaşam amacımızı, tutkularımızı, kariyerimizi…
Ama bir gün aniden bir deprem olur ve bin bir zahmetle inşa ettiğimiz binamızı yerle bir eder.
Molozlarla, harap dünyamızla ve dumanla baş başa kalırız. Bütün emeğimiz gözlerimizin önünde
bir ‘hiç’ olmuştur ve bu durumda yapılabilecek tek bir şey vardır: Binamızı tekrar inşa etmek. Bir
öncekinin zayıflıklarından ders alarak, malzeme seçimi konusunda daha titiz davranarak, her
depremde sallanmayacak, daha sağlam, daha dayanıklı bir bina.
Biz hayal ederiz.
Çok küçükken başlar bu hayaller. Kimimiz uçmayı hayal ederiz, kimimiz yüzmeyi. Kimimiz mutlu
bir aile kurmayı düşler, kimimiz ise dünya turuna çıkmayı. Bazıları bir hayalin peşinden yıllarca
sürüklenir, bazıları ise bunları kısa zamanda gerçekleştirebilecek kadar şanslıdır.
Ama nedense, biz büyüdükçe hayallerimiz küçülür. Her istediğimizi elde edemeyeceğimize
inandırılırız. Hayal gücümüze sınırlar çizer ve bu sınırları aşmayı kendimize yasaklarız. Çünkü
‘gerçekçi’ hayaller kurmamız öğütlenir bize. Kimse bir gerçeğin, gerçek olmadan önce bir hayal
olduğunu düşünmez.
Hayallerinin küçüldüğünü fark ettiğin an durup düşün. Hayal dünyan, istediğin her şeyi
yapabildiğin ve istediğin her şeye sahip olabildiğin tek yerdir. Hayalini kurduğun şey ne kadar
imkansız gibi gözükürse gözüksün ondan asla vazgeçme. Ne zaman gerçeğe olabileceğini asla
bilemezsin.
Biz özleriz.
Yazın portakalı özleriz mesela, kışın ise karpuzu. Evdeyken seyahat etmeyi özleriz, seyahat
ederken ise evimizi. Küçükken bir an önce büyümek isteriz, büyüdüğümüzdeyse çocukluğumuzun
özlemini çekeriz. Uzun süre yanı başımızda olan bir insanın değerini ancak kaybedince anlarız,
o benzersiz insandan geriye yalnızca güzel anılar ve ona olan özlemimiz kalır.
Ancak özledikçe olgunlaşırız, çünkü özlem beraberinde sorgulamayı da getirir. Bir şeylerin
kıymetini zamanında bilmeyi öğreniriz özlem duydukça.
Biz severiz.
Kiminin hayatına sevgi yön verir, kimi sevmeyi sonradan öğrenir. Sevmekle başlarız dünyayı
öğrenmeye, sevdikçe içimize yeni pencereler açarız. Kimi zaman kırılırız, güvenimiz sarsılır,
o özel insan bizi, bizim onu sevdiğimiz kadar sevmez bazen. O zaman küseriz sevgiye, aşka.
Güvenmeyiz kimseye ve uzun süre almayız kimseyi kalbimize. Bize sonsuzluk kadar uzun
gelen süre boyunca kendimizle baş başa kalır, dinleniriz. Sonra, bir de bakarız ki bu tecrübeleri
yaşamak bizi olgunlaştırmış, olaylara başka açılardan bakmamızı sağlamıştır. Böylece, gerçek
sevgiyle karşılaştığımızda onu daha iyi tanırız.
17
Biz öğreniriz.
Hayatın kendisi asla tamamen öğrenemeyeceğimiz sonsuz bir gizemdir. Mesela, elimizi
yakan bir şeyin ‘sıcak’ olduğunu öğreniriz. Kedilerin yumuşak olduğunu, kuşların uçtuğunu,
annemizin bizi her halimizle ve her koşulda sevdiğini öğreniriz. Kimseye fazla bağlanmamamız
gerektiğini, her insanın hata yapabildiğini ve herkesin ikinci bir şansı hak ettiğini öğreniriz.
Sonra en acı şekilde ölümün geri dönüşü olmadığını öğreniriz, kaybettiklerimizin ardından
yolumuza devam etmeyi öğreniriz. Düşmeyi öğrendiğimiz gibi
kalkmayı da öğreniriz çok geçmeden.
Biz seçeriz.
Çalabileceğimiz onca müzik aleti varken kemanı seçeriz mesela.
Her gün sıcacık yatağımızı terk etmeyebileceğimiz halde
erkenden kalkıp işimizin başına geçmeyi seçeriz. Tanıdığımız
yüzlerce insan arasından arkadaşlarımızı seçeriz. Önce hayatta
ne yapmak istediğimizi, sonra da mesleğimizi seçeriz. Aile
kurmayı seçer bazıları, bazıları kimselere bağlanmak istemez,
yalnız devam eder yoluna. Hayatımız, seçimlerimizden oluşan,
dalları hikayelerimizin sonuna kadar uzanan bilge bir ağaç gibidir.
Hepimiz birer hikayeyiz.
Dünyanın her tarafında nefes alan hikayeler olması sizi de büyülemiyor mu? Her
attığımız adım hikayemize yepyeni bir sayfa ekliyor, insanlar giriyor hikayelerimize, insanlar
çıkıyor hikayelerimizden. Söylediğimiz tek bir sözcük bile bütün hikayenin seyrini değiştiriyor.
Bazen bazı hikayeler karşılaşıp yeni bir hikaye yazmaya başlıyorlar, bazıları da tam tersine
ayrılıp başka insanlarla, başka yer ve zamanlarda devam ediyorlar hikayelerine. İnşa
ediyoruz, hayal ediyoruz, özlüyoruz, seviyoruz, öğreniyoruz, seçimler yapıyoruz. Bu döngü,
artık hikayemize yeni bir sayfa ekleyemeyeceğimiz güne kadar sürüyor. Böylece hikayemiz
ansızın, sanki hiç başlamamış gibi bitiyor. Çok geçmeden unutuluyor.
Ve hikayelerimizin ne zaman unutulacağını asla bilemiyoruz. Ya da belki asla unutulmayacağını.
Unutulmaz hikayeler yazabilmemiz dileğiyle.
Emine Aybala DENİZ 10-C
18
MAYIS 2015 , IŞIYAN SAYFALAR
Kutadgu Bilig’de Bir ‘‘Değer’’ Olsaydım...
Kutadgu Bilig’de mutlu bir devlet ve toplum yapısı için önemsenen değerler (adalet,
bireylerin mutluluğu, akıl, bilim ve kanaatkâr olma) birer somut kişi olarak alegorik düzeyde
anlatılmıştır.
Sen, kişilik özelliklerin, dünyaya bakışın vb. ile bu kitaba bir “değer” olarak girseydin
yukarıdakiler dışında hangi değeri temsil ederdin?
Kerem Aydın-Özgürlük, saygı
Melis Bayram-Bağımsızlık
Derya Şahin-Özgürlük
Çağlar Işık-Bilim
Barış Korkmaz-Eşitlik
Ahmet Yiğit koca-Kurnazlık
Ali Murat-Saygı, Hoşgörü
Ezgi İçli-Paylaşımcılık
Beyza bekman-Neşe
Selin Şahin-Öfke
İlayda Yıldırım-Gurur
Arça ılıcak-Yalnızlık
Eda Su Başaran-Muhteşemlik
Göksu Çelik-Sabır, sakinlik
Baver Uçar-Adalet
Barış Turan-Sakinlik
19
​​
“Penceremde
Öykü Var” 2015 Özgür Pencere Çocuk ve Genç
Kalem Öykü Yarışması’nda Defne Akşit ‘‘Lütfen Sakin Olunuz’’
adlı öyküsüyle birinci oldu. Aynı yarışmada Şebnem Türe
‘‘Kediler ve Kelimeler’’ adlı öyküsüyle juri özel ödülüne değer
görüldü.
“Azrail, danışmaya lütfen. Azrail, danışmaya lütfen.”
Gözlerimi açtım.
Yanımda oturan adam başını kaşımak için kolunu kaldırınca dirseği omzuma çarptı.
Bana döndü, kibarca özür diledikten sonra yerine yerleşip “Cehennemin Yedi Katı: Dante
Asansör Sistemleri” adlı bir broşürü okumaya devam etti.
Etrafıma bakındım. Bulunduğum yer bir doktorun bekleme odasına benziyordu.
Duvarlar yumuşak bir şeftali rengine boyanmıştı, yerler de karoydu. Önümdeki alçak
sehpanın üzeri bekleyenleri eğlendirmek için konulmuş tarihi geçmiş dergilerle doluydu. Bir
yerlerden klasik müzik sesi geliyordu.
Başımı yavaşça sola çevirdim, boyun kaslarım uzun zamandır kullanılmamış gibi
ağrıyordu. Üzerinde büyük, kırmızı harflerle DANIŞMA yazan bir masanın arkasında oturan
orta yaşlı kadın bir rapor doldurmakla meşguldü. Çene hizasına gelen, küçük pembe
tokalarla geriye tutturulmuş kıvırcık saçları vardı ve burnunun ucunda duran yarım ay
şeklindeki okuma gözlüğü bebek mavisiydi. Onu izlediğimi fark edince başını kaldırıp bana
baktı ve gülümsedi.
“Hoşgeldin canım. Kendini nasıl hissediyorsun?”
“Beton yutmuş gibi,” diye cevap verdim bir elimle karnıma dokunup yüzümü
buruşturarak.
Kadın bilmiş bilmiş başını salladı. “Ben de öyle düşünmüştüm. Merak etme hayatım,
yeni gelenlerde hep aynı şikayet olur. Bir fincan yeşil çay ister misin?”
“Aynı fikirdeyim,” dedim ne dediğine hiç dikkat etmeden. “Niçin buradayım acaba?”
Kadın kalemiyle masasının solundaki bir kapıyı işaret etti. “Doktor Bey seni az sonra
görecek. Şu anda başka bir hastayla ilgileniyor.”
Gözlerim biraz bulanık görüyordu. Kapıya şöyle bir bakış attım ve kadına dönüp
daha fazla soru sormak için ağzımı açtım.”Ne-“
Durdum. Beynim az önce gördüklerimi algılamıştı.Görüşüm berraklaştı. Yavaşça
tekrar kapıya döndüm. Üzerine asılı kocaman bir tabelada büyük harflerle LÜTFEN SAKİN
OLUNUZ yazıyordu.
Ağzım açık kaldı. “Lütfen sakin olunuz mu? Tam olarak ne doktoruyla görüşeceğim
ben?”
“Eğer panikleyecek gibiysen hayatım,” dedi kadın son sorumu duymazdan gelerek,
“Sana bir fincan yeşil çay ikram edebilirim. Seni yatıştırır.”
“Yeşil çay? Hayır, yeşil çay istemiyorum. Yeşil çaydan nefret ederim.” Biraz kaba
konuşmuştum ama bana sakin kalmamı söyleyen bir tabelaya bakmak sinirlerimi hoplatmıştı.
“Söylesenize, bu tabela tam olarak kaç kişi üzerinde etkili oldu?”
Kadın üzüntüyle iç geçirdi. “Çok az. İnsanlar nedense söylenenin tersini yapıyor.”
“Gerçekten mi?” dedim gözlerimi koca koca açarak. “O zaman neden tabelayı
indirmiyorsunuz?”
“Patronun isteği. Bu tabela yüzünden bir yılda yeşil çaya ayırdığımız bütçe,
cehennemin dördüncü katını ısıtmak için ayırdığımızdan fazla. Tam bir fiyasko, eğer bana
sorarsan.”
20
MAYIS 2015 , Işıyan Sayfalar
“Bence de,” dedim zayıf bir sesle ve daha fazla soru sormamaya karar verdim. Başım
zonklamaya başlamıştı.
O anda doktorun kapısı kendi kendine açıldı. “Sıradaki!” dedi gür bir ses.Kadın bana
gülümsedi. Ayağa kalkıp derin bir nefes aldım.
“Lütfen oturun,” dedi doktor ben kapıyı arkamdan kaparken. Oturdum ve etrafıma
bakındım. Oda tavandan masaya kadar bembeyazdı ve hiç penceresi yoktu. Sinirlerim
kopma noktasına gelmişti artık.
Doktor, “Yeşil çay ister misiniz?” diye sorunca da koptu.
“Hayır, yeşil çay istemiyorum!” dedim bağırarak. “Burada neler oluyor? Neredeyim?
Siz kimsiniz? Benim bir doktora ihtiyacım yok, son derece sağlıklıyım!”
Doktor yorgun yorgun gülümsedi. “O konuda,” dedi masasının altından bir ayna
çıkarırken, “Bir fikir ayrılığı içindeyiz.” Aynayı bana uzattı.
Aynayı elinden kaptım. Bu insanların derdi neydi? Dik dik karşımdaki doktora baktım.
Başıyla aynayı işaret etti. Kızgınlık ve şaşkınlık arasında gidip gelerek aynayı yüz hizasına
kaldırdım.
Ayna elimden düşüp parçalandı.
Dehşetle çığlık atarak sandalyemden fırladım. Ellerim bileklerime gitti ve çılgınca nabzımı
aradım. Tık yoktu. Dizlerim üzerine yere çöktüm ve titreyen ellerimle aynanın kırık bir
parçasını alıp yüzüme tuttum. Beti benzim atmış, yüzümden tüm kan çekilmişti, o yüzden
alnımın ortasındaki kurşun deliği iyice belirgindi.
“Burası hastaların öbür hayata geçmeden önce kontrole geldikleri ve kataloglandıkları
bir tesistir,” dedi doktor alçak sesle. “Ahiret Polikliniği’ne hoşgeldiniz. Katilinizin öldüğü anda
yargılanacağına dair güvence veriyoruz. Sizce bize onun tarif edebilir misiniz?”
Uzaklardan bir yerden, hayal meyal, danışmada oturan kadının sesini duydum.
“Yeşil çay? Sinirleri yatıştırır.”
Defne AKŞİT
21
YAĞMURDAN KAÇANLARDAN MISIN?
Akşam saat beş suları zamansız bir istifa sonrası işinden dönüyordu. Bir elinde deri dikdörtgen
iş çantası, diğerinde hızını iyice arttıran yağmur damlalarıyla giderek daha zor taşıdığını düşündüğü gri
bir şemsiye… Kısa kıvırcık saçları şemsiyenin koruması altında ıslanmasa da kırpılmamış bir koyun
misali kabarmış, tel tel ayrılarak tüm yüzünü çerçevelemişti. Üzerinde bu kumral saçlarla uyumlu sarı
bir yelek vardı. Bahar ayları geldi mi mutlulukla giydiği, üzerine yakıştırdığı sımsıcak bir yelekti bu.
Oysa bugün o bile ısıtmıyordu onu. Kafasında binlerce soru ve düşüncenin yarattığı hırçın dalgalarda
ruhunun boğulduğunu hissediyor; kendini kalabalıklarda tamamen kaybetmek yahut bomboş bir
sokakta yeniden bulmak istiyordu. Sonunda yine herkesten ayrı, olabildiğine özgür ama yapayalnızdı
işte. Geleceği onu heyecanlandırdığı kadar ürkütüyordu da. Buradan sonra ne yapacağını, ne için
savaşacağını bilmiyordu, hem iki ay önce ayrıldıkları kocası da yanında olmayacaktı artık. Bugün bir
risk daha almış, yeni bir hayatın eşiğine basmıştı. Her şeye rağmen, insani değerlerin öğütüldüğü,
çalışanlara onları kumanda eden patronları tarafından makine gözüyle bakıldığı iş yerinde; üzerlerinde
oynanan oyunların farkına varmayanlardan olmadığı için gururluydu. Zaten hayatı boyunca uygun
adım yürümelere ayak uyduramamış, onun adımları hep biraz çarpık olmuştu. Çekip gitmeler nasıl da
ona göreydi.
Başıboş yürüdüğü saatler boyu, evi dahil ona tanıdık gelebilecek her yerden bir hayli uzaklaşmıştı.
Şimdiyse zaten o tenha eve dönmek istemiyor, hala bir işi olan insanların iş çıkış saatleri geldikçe
giderek kalabalıklaşan caddeler, onu kendine çekiyordu... Bir an içinde bulunduğu caddeyi ara
sokağa taşıyan bir yol ayrımında durup çevresinde koşuşturan yüzlerce insana baktı. Çoğu en az
şekilde ıslanarak evine gitmeye çalışıyor olmalıydı. Belki de evde bir bekleyenleri, kapıda karşılayarak
“Zatürre olacaksın!” endişesine kapılanları vardı; onlara kavuşmak içindi bu koşuşturmaları. Ne olurdu
onun da bir arayanı olsaydı şimdi; yetişmeye çalıştığı bir yer, tek başına yürümesini gerektirmeyen bir
yol üzerinde.
Durup düşündüğü birkaç saniye içerisinde saçlarının ıslanmaması için başının üstünde kalınca
bir kitap taşıyan (belki de dershaneye gidiyordu) genç kız, telefonla konuşan takım elbiseli adam ve daha
niceleri geçerken vücutlarını hızla yan çevirerek ona teğet geçtiler. Birbiriyle kesişmeyen dünyalarına
inat omuzları nasıl da birbirine çarpıyordu kalabalık cadde insanlarının. Kimisi yağan yağmura öfkeyle
bakıyor; evde bıraktığı şemsiyesine, yanından hızla geçerek elbisesini kirleten arabaya yahut akan
makyajına lanet ediyordu. Hepsi de aynı rüzgar içerisinde savrulan kuru yapraklar gibiydiler. Her
şeyleri yolunda olsun veya olmasın, hayatlarının süratli düzenine ayak uydurmak için durmadan ama
durmadan koşuyor, yeri geliyor dengelerini kaybediyorlardı. Su birikintilerine basmamaya çalışarak,
çocukluklarında bıraktıkları bir sek sek oyununu hatırlar gibi…
Hem ne çok şey unutuyordu insanlar. Köşelerde avuç uzatan dilenciler yahut ilkbahar
yağmurlarıyla tomurcuklanmış ağaçlar bir unutuşun çarşafında adeta görünmezdiler.
Tüm bu düşünceler içerisinde yürüyordu ki, giderek artan bir müzik sesini fark ederek irkildi. Ses
sanki kendi içinden geliyor, yüreğindeki tüm boşlukları doldurarak onu tamamlıyordu. Uzun zamandır
kendini bu denli iyi hissetmediğini düşündü o anda. Gölge gibi sürüklediği adımlarını hızlandırarak
kulaklarına dolan o sesi, merakla takip etti.
İşte oradaydı: caddenin ortasında şık giyimli yaşlı kadın, altında bir kuyumcu olan apartmanın çıkması
altında keman çalıyordu. Yağmurlu bir günde sanat yapmak, diye düşündü. Hem de kendisini durup
dinleyebilecek insanların ne denli az olacağını bile bile! Gerçekten bir çılgınlık mıydı bu? Öyleyse bile
bu küçük çılgınlıkta hayata dair sorgulanmaya değer ne kadar da çok şey vardı.
22
MAYIS 2015 , Işıyan Sayfalar
Öylece durup kemancının yayı araya yağ sürülmüşçesine teller üzerinde kaydırışını, bunu
yaparken yüzünde oluşan huşu ifadesini seyretti. Kadın ritmik bir Çigan melodisi çalıyor, gözleri
kapalı halde dizleri üzerinde salınarak, büyük bir ciddiyet ve neşeyi aynı anda sergiliyordu. Onun
orada durup kendisini dinlediğini sezmiş olacak, daha bir istek ve heyecan içerisinde savuruyordu
bileğini . O an bir kez daha çevresindeki insanlara, belki birkaç dakika önce imrenerek baktığı çiftlere,
işten dönüp evine gidenlere baktı. Hemen hemen hiç biri kemancıyı fark etmemiş, çoğu sesin
geldiği yere doğru şemsiyelerinin yahut şapkalarının arasından göz ucuyla öylesine bir bakarak
yürüyüp geçmişti. Bir an için durup yağmur damlalarının notalarla olan dansını izleyemeyecek
kadar meşguldüler. Bunu sorguladığında, kendisini yağmurdan kaçmanın paniği içerisinde olmayıp
bir kemancının sıradan bir günde yaratabileceği eşsiz değişikliği ıskalamadığı için son derece
şanslı görüyordu. Bu duygular içerisinde aldığı ani bir kararla şemsiyesini ve içi bir daha açıp
bakmak istemediğinden emin olduğu dosyalarla dolu çantasını yere bıraktı. Kollarını iki yana açtı,
başını yüzüne çarpan damlalara aldırmadan kararlılıkla yukarı kaldırdı ve uzun zamandır ihtiyaç
duyduğu derin bir nefes aldı. Sağanağın altında öylece durup müziğin onu bir yağmur damlası
kadar hafifletmesine izin verdi. Tüm sıkıntılarının, içinde kendi kendini tüketen pişmanlıklarının
yıkandığını, notalarla birlikte havalanarak göğün engin mavisine karıştığını hissediyordu. Yüzüne
yapışmış ıslak bukleler ve giderek yeleğinden derinlere emilerek ruhuna kadar ulaşan yağmur
suyu onu uyandırmış, sanki yeniden küçük, saf bir çocuk yapmıştı. Kemancının çaldığı melodilerin
ritmine uyarak, iki ayağı üzerinde zıplar halde kendi etrafında döndü , döndü…. Artık yeniden
biliyordu ki umut doluydu bu dünya. Güzeldi. Arada bir soluklanıp onun sanatsallığını seyretmeye,
sakinleşmeye, yaşamak üzerine ne varsa sevmeye ve evet çıldırmaya, coşkularını gizlemeden
çıldırasıya sevmeye ve gülmeye değerdi.
O esnada oradan geçenler bu berbat havada sırılsıklam dans eden kadının kahkahalarından
ürküp, o “deliyi” kendi halinde bırakmaya karar verdiler.
Şebnem TÜRE
23
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ZÜMRESİ
2015-2016 EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI KİTAP LİSTESİ
HAZIRLIK SINIFLARI
1. Aziz Nesin, Adamı Zorla Deli Ederler (Adam Yay.)
2. John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar (Remzi Kitabevi)
3. William Golding, Sineklerin Tanrısı (İş Bankası Yay.)
4. Edebiyat günü yazarı
9.SINIFLAR
Türk Edebiyatı dersi için:
1. Sabahattin Ali, Değirmen (Yapı Kredi Yay.)
2. Stefan Zweig, Satranç (Can Yay.)
3. Muazzez İlmiye Çığ, Gılgameş (Kaynak Yay.)
4. Herman Hesse, Sidharta, (Can Yay.)
5. Edebiyat günü yazarı
10.SINIFLAR
Türk Edebiyatı dersi için:
1. Yaşar Kemal, İnce Memet (1.cilt-Yapı Kredi Yay.)
2. Gül İrepoğlu, Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde (Doğan Kitap)
3. Ahmet Midhat, Felatun Beyle Rakım Efendi (Bordo Siyah Yay.)
4. Edebiyat günü yazarı
Dil ve Anlatım dersi için:
1.Haldun Taner, Fazilet Eczanesi (D&R Yayınevi)
2.Buket Uzuner, İki Yeşil Su Samuru (Everest Yayınları)
2.Tahsin Yücel, Kumru ile Kumru (Can Yayınları)
11.SINIFLAR
Türk Edebiyatı dersi için:
1.Ahmet Midhat, Felatun Beyle Rakım Efendi (Bordo Siyah Yay.)
2.Reşat Nuri Güntekin, Acımak (İnkılap Kitabevi)
4. Edebiyat günü yazarı
Dil ve Anlatım dersi için:
1.Emin Özdemir, Anadilin Toprağında (Dünya Kitapları Yayınevi)
2.Gündüz Vassaf, Medeniyet, Kültür, Sanat (İletişim Yayınları)
Seçmeli Türk Edebiyatı dersi için:
1.Refik Halit Karay, Memleket Hikayeleri (İnkılap Kitabevi)
2.Sophokles, Antigone (Mitos Boyut Yayınları)
Not: Hazırlık sınıflarına ve 9.sınıflara, Yazım Kılavuzu ve Türkçe Sözlük.
Öğrenci, aynı rakamla ve (*) işaretiyle gösterilmiş kitapların sadece birinden sorumludur.
24
11. Edebiyat Günü
YAZARLARI
Oya Baydar
Achim Wagner
Mehmet Saçlıoğlu
Mahir Ünsal Eriş
Atilla Şenkon
Hakan Bıçakcı
Mustafa Çifçi
Ercüment Cengiz
Yekta Kopan
Ercan Kesal