İlgili dosyayı indirmek için tıklayın
Transkript
İlgili dosyayı indirmek için tıklayın
İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi MAKALE 183 Zaven Biberyan’ın ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ Adlı Romanında Varlık Vergisi Kanunu ve Devrimsiz Gündelik Hayatlar Hülya Göğerçin Toker1 ÖZ Bu çalışmada Zaven Biberyan’ın “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romanında Varlık Vergisi Kanununun gündelik yaşama olan etkileri incelenmiştir. Çalışma niteliksel bir analizle, siyaset dışı sayılan gündelik yaşamın, alınan siyasi kararlardan nasıl doğrudan etkilendiğini ortaya koymaktadır. Varlık Vergisi Kanununun ilanının ardından, kanundan doğrudan etkilenen azınlıkların insanlarla ve nesnelerle olan ilişkisi yani gündelik yaşamı tamamen değişmiştir. Çalışma ayrıca, toplumun amacını tatmin olarak ifade eden ve bireyler gündelik hayatlarını sürdüremez hale geldiğinde devrimin başlayacağını söyleyen Lefebvre’nin aksine, söz konusu roman bağlamında bakıldığında devrimin imkansızlığını da göstermektedir. Anahtar Kelimeler Zaven Biberyan, Varlık Vergisi Kanunu, gündelik hayat Everyday Lıfe Wıthout Revolutıon ın Zaven Biberyan’s Novel: My Father Dıd not Go to Aşkale ABSTRACT This article was designed to study the effects of Wealth Tax Law to everyday life in Zaven Biberyan’s novel, “My Father Did Not Go To Aşkale”. The study reveals that how everyday life that is generally regarding as out-politcs, influences directly from the political decisions. It seems that in the aftermath of the political decision, relation of the minorities that effected directly by the law, with both people and objects, say their everyday life, have entirely changed. On the other hand, in contrast to Lefebvre that explains the aim of the society as satisfaction and the revolution as a concequence that comes into being when individuals could not be able to continue their everyday life, study tries to indicate that revolution also could be impossible, especially as it seen clearly in the context of the Biberyan’s novel. Keywords: Zaven Biberyan, Wealth Tax Law, everyday life 1 Araştırma Görevlisi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Kuram ve Araştırma Dergisi 184 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker Giriş Gündelik olan farkedilemeyecek kadar sıradandır. Dağınık ve belirsiz sıradanlıklardan oluşan bir döngünün söz konusu olduğu gündelik hayatta bu döngünün farkedilip sıradanlıkların ortaya çıkarılması toplumların ve bireyin anlaşılmasında önem taşımaktadır. Gündelik hayatın izini edebiyat üzerinden sürmek, yaşamda sıkışıp kalmış bireye tekrar ses verecek ve eserin yazarının duyuşunu olduğu kadar bir dönemin dikkat edilmeden geçilmiş ayrıntılarını da gösterecektir. Edebiyat 19. yüzyıldan bu yana, toplumun anlaşılmasında bir referans noktası olarak kabul edilmektedir. Stael ve Taine, edebiyatı toplumun diğer kurumlarından farklı görmeyerek ilk sosyolojik edebiyat kuramlarını geliştirmiş; her coğrafyanın ve tarihsel dönemin kendine özgü anlatım biçimlerine sahip olup edebiyatın bunları ortaya koyduğunu söylemişlerdir (Parla, 2001: 36-37). Lucien Goldman da bir edebiyat eserinin, ortaya konulduğu dönemden bağımsız düşünülemeyeceğini belirtir. Egemen ideoloji nasıl ki bireylerin düşünüş ve yaşam biçimlerini belirliyorsa edebi metinler de döneminin, ortaya konulduğu zaman ve mekanın egemen ideolojisi ile şekillenir (Parla, 2001: 39). Lefebvre, “Gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini büyük bir özenle incelemek gerekir.” demektedir. Çünkü gündelik hayatın edebiyat alanına girmesi demek düşünce ve bilincin de alanına girmiş olması demektir (1998: 8). Böyle bir bakış açısıyla baktığımızda, bir roman, öykü ya da şiirin, ait olduğu zamanın ve mekanın gündelik yaşamına, insanların birbirleriyle ve nesnelerle olan ilişkisine yönelik anlatacağı çok şey vardır. Bu çalışmada “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romandan hareketle, İkinci Dünya Savaşının ekonomik, sosyal ve siyasal etkilerinin son derece şiddetli hissedildiği bir döneminde gündelik hayatın analiz edilmesi amaçlanmıştır. Savaş ekonomisinin yansımalarının yaşandığı Türkiye’de, ekonomik darboğaza bir çözüm olması düşüncesi ile yürürlüğe koyulan ve uygulama sürecinde en çok azınlıkları hedef aldığı ortaya çıkan bir siyasi kararın, Varlık Vergisi Kanununun, Ermeni bir aile özelinde, azınlıkların yaşamlarını ne ölçüde değiştirdiğinin incelenmesi önemli bulunmuştur. Söz konusu roman, Tarhanyan ailesini anlatmaktadır. Tarhanyan ailesinin yaşamı, aile içi ilişkileri ve aile bireylerinin kişilikleri ödenen vergi nedeniyle büyük değişiklik yaşamış; Tarhanyan ailesinin gündelik yaşamı yeni bir biçim almıştır. Adı geçen kanunun etkilerini, bu kanundan doğrudan etkilenen bir yazarın kaleminden okumak, kanunun azınlıkların gündelik yaşamında yarattığı kimileri için olumlu kimileri için de olumsuz olan yeni durumu ortaya koyacaktır. Roman kökten değişip dönüşmekte olan bir yaşamı yani gündelik yaşamı anlatmaktadır. Yeni olan yaşanmaktadır. Ancak yeni, henüz bir sıradanlık döngüsü haline gelmemiştir. Romanın her sayfası, eski sıradanlıkların sürekli zihinlerde ve sözlerde olduğunu göstermektedir. Biberyan’ın İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 185 romanı, beraberinde toplumun çeşitli kesimlerini “yabancılaşma” ile (her seferinde yeniden) tanıştıran Varlık Vergisi Kanununun yani siyasetin, siyaset dışı sayılan gündelik yaşama olan etkisini ve dolayısıyla gündelik yaşamın siyaset dışı olmadığını açıkça ortaya koyan bir örnek olması açısından önem taşımaktadır. Yöntem Gündelik hayat araştırması roman, gazete, biyografi gibi farklı kaynaklara bakılarak yapılmalıdır. Böyle bir araştırma, sıradanlık içinde yaşayan ve alınan büyük kararlardan etkilenen küçük insanların sistemle olan ilişkisini, direniş yollarını ortaya koyacaktır. Niteliksel tasarım karakteri taşıyan bu çalışmada, dönemi betimleyici dökümler yapılmış, açıklayıcı bir analizle de 12 Kasım 1942 ile 15 Mart 1944 tarihleri arasında yürürlükte kalan Varlık Vergisi Kanunu ile gündelik hayat arasındaki ilişkiler araştırılarak ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu kanun ile ilgili olarak yazılmış akademik kaynaklar ile anı kitapları incelenmiş, dönemin günlük gazetelerinden Ulus ve Cumhuriyet gazeteleri veri kaynağı olarak kullanılmış, Henri Lefebvre ve Michel De Certeau’nun gündelik hayat kuramları çerçevesinde, insanların birbirleriyle, nesnelerle, iş ve boş zaman ile olan ilişkileri analiz edilmiş; niteliksel sonuçlar ve anlamlar çıkarılmıştır. Analiz ve değerlendirme Zaven Biberyan ve “Babam Aşkale’ye Gitmedi” Herkül Millas’a göre Türk edebiyatının yazarları, Osmanlı ya da Türkiye halkına Türkçe olarak seslenen yazarlardır. Bu yazarların Osmanlı oluşu ya da farklı etnik ya da dinsel gruplara bağlı oluşu herhangi bir ayrım yaratmaz, Türkçe yazdıkları sürece hepsi Türk edebiyatının yazarıdır (Millas, 2000: 213). Aynı bakış açısıyla, ancak Türkçe seslenmiş olmak şartı aramadan; bu topraklarda doğan, yaşayan, çabalayan, seven, acı çeken, mutlu olan, alınan siyasi kararlardan herkes kadar ve bazen herkesten çok etkilenen, en çaresiz anında bu toprakları terkedip sonra da ilk fırsatta geri dönen, bu topraklarda ölen ve gömülen; Zaven Biberyan’ı “Türk edebiyatının yazarı” olarak görmekteyiz. Çalışmaya konu olan “Babam Aşkale’ye Gitmedi” adlı romana Biberyan, “Mırçünneru Verçaluysı” (Karıncaların Günbatımı) adını vermiştir ve roman 1970 yılında İstanbul’da Ermenice olarak yayınlanan Jamanak gazetesinde 294 gün boyunca tefrika halinde yayınlanmıştır. “Mırçünneru Verçaluysı” Biberyan’ın ölümünden birkaç hafta önce, 1984 yılında, kitap olarak basılmıştır. “Mırçünneru Verçaluysı” adının “Babam Aşkale’ye Gitmedi” haline getirilip, kitabın Türkçe’ye çevrilmesi “Salkım Hanımın Taneleri” adlı filme gösterilen tepki ile birlikte, Varlık Vergisi Kanununun gündeme geldiği 1990’ların sonuna denk düşmektedir. Kuram ve Araştırma Dergisi 186 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker Zaven Biberyan, 1956 yılında Ermenice yazdığı “Lıgırdadzı” (Sürtük) adlı romanını 1966 yılında kendisi “Yalnızlar” adı ile Türkçe’ye çevirmiştir. “Karıncaların Günbatımı”nı da Ermenice yazmış ancak Türkçe’ye çevirmemiştir. Ermenice’yi tercih etmesi, Ermeni toplumuna ulaşmak dışında bir çabasının olmadığını düşündürtebilir. Yazarın, 1960’ların özgürlükçü ortamında “Lıgırdadzı”yı Türkçe’ye çevirerek hem Türk hem de Ermeni toplumuna seslenmiş olması; ancak “Karıncaların Günbatımı”nın kitap olarak basıldığı 1980’li yıllarda Türkçe’yi seçmemiş olması, Ermeni toplumunun içine kapanmış olduğunu gösterebileceği gibi bir başka askeri darbenin ardından gelen dönemin siyasi ortamı hakkında da bilgi vermektedir. Ermeni bir yazar olmak hem de “solcu” bir Ermeni olmak, ömrünün sonlarına doğru Zaven Biberyan için de bir kapanmanın söz konusu olduğunu gösterebilir. Bu nedenle, Aras Yayınlarının kitabı Türkçe yayınlaması ve Biberyan’ın “saklamaları”na rağmen onu gün ışığına çıkarması önemlidir. Varlık Vergisi Kanunu ve Tarhanyan ailesinin değişen gündelik yaşamı Zaven Biberyan’ın romanı, başından sonuna kadar bir yabancılaşma olan yanlızlığı ve yalnızlık duygusunu anlatmaktadır. Roman bir yabancılaşma eleştirisidir. İnsan ancak çalışarak birşeyler ürettiği ve bu ürettiklerinin bilincinde olduğu sürece kendisini gerçekleştirebilir. Romandaki bireyler ise kendilerinin farkında olduğu ya da olmadığı bir biçimde nesnelere, eşyalara dönüşmüşlerdir. Biberyan, sosyo-ekonomik statüleri gerileten, üretim-bölüşüm ilişkilerinde bireylerin payına düşen oranı azaltan ve bu nedenle yabancılaşmaya yol açan Varlık Vergisi Kanununun bir aileyi nasıl yalnızlaştırdığını anlatmaktadır. Yabancılaşma söz konusu olduğunda temel sorun olarak karşımıza, yabancılaşmanın bilinmemesi çıkmaktadır. Ancak Biberyan, yazdığı roman ile yabancılaşmayı, bireylerin yalnızlaşmasını ve bu yalnızlaşma nedeniyle de gündelik yaşamın kişiler ve toplum için daha önemli olan değerler yerine nasıl da kişisel çıkarlarla biçimlendiğini gözler önüne sermektedir. “Babam Aşkale’ye Gitmedi”nin kahramanlarını, Türkiye’nin azınlıklarını yeni bir yalnızlığa sürükleyen Varlık Vergisi Kanunu, İkinci Dünya Savaşının sıkıntılı koşullarının ülkedeki milliyetçiliği ve daha çok ırkçılığı harekete geçirmesinin ardından gündeme gelmiş bir kanundur. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı yıllarınca savaş dışı kalmak için büyük mücadele vermiş ve savaş dışı kalmayı başarmışsa da savaşın ve özellikle savaş ekonomisinin ülkeye yansıması karşısında ağır bedeller ödenmiştir. Her an savaşa girme zorunluluğu ile karşı karşıya kalınabileceği olasılığına karşın, bazı görüşlere göre yaklaşık bir milyon kişi (Tokgöz, 1999: s.99; Kafaoğlu, 2002: 74), bazı görüşlere göre de bir buçuk milyon kişi (Zürcher, 1998: 289) silah altına alınmıştır. İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 187 Söz konusu romanın kahramanı olan Baret Tarhanyan, askere alınan bu bir milyon kişiden biridir. Baret, evine üç buçuk yıl süren Nafıa askerliğinin2 ardından 1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı devam ederken döner. Döndüğünde ise hiçbir şey ve hiçkimse bıraktığı gibi değildir. Zaven Biberyan romanı boyunca sadece anlatıyormuş gibidir. Ayrıntılar üzerinde, nedenler ve sonuçlar üzerinde fazlaca durmadan Baret’i, Arus’u, Hilda’yı, Diran’ı, Suren’i..., onların değişen yaşamlarını, duygu ve düşüncelerini, ilişkilerini anlatıyor gibidir. Yaşanmakta olanın “neden”i üzerine nadiren vurgu vardır. Bu nadir vurgular arasında Nafıa askerliğine yönelik olan vurgu, Baret’in çocukluk aşkı Alis ile sinemada karşılaşmasının ardından dillendirilmeyen bir isyan olarak gelir: İstanbul’dan ayrıldığında on dokuz yaşındaydı. Son güne kadar, anası tarafından bebek gibi bakılmıştı Tam ‘birşeyler’ yapma çağını ise kurt köpeklerinin ulumasını dinleyerek dağlarda geçirmişti. Hayatının en güzel günlerini kaybetmek ne demek diye, gelip ona sorsalardı ya! Kimse bunu sormayı akıl edemiyordu. Alis mi akıl edecekti? (Biberyan, 1998: 51)3∗ Baret’teki değişimin nedeni, asker olarak geçirdiği üç buçuk yıl ise, döndüğünde bıraktıklarını eskisi gibi bulamayışının nedeni de “Varlık Vergisi”dir. Varlık Vergisi, Biberyan’ın romanı boyunca Varlık diye geçer, sanki öylesine bir kelime gibi. Varlık’ın da altı çizilmez romanda. Bu nedenle de okuyucunun romanın akışına kendisini kaptırıp, anlatılanların Varlık Vergisinden kaynaklanan sonuçlar olduğunu gözden kaçırması çok da olasıdır. Baret’in babası Aşkale’ye gitmemiştir... Erzurum’a bağlı ve Kop Geçidi eteğinde bulunan bir kasaba olan Aşkale, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ilan edilen Varlık Vergisi’ni ödemeyen mükelleflerin, taşınır ve taşınmaz mallarının haczedilmesinin ardından gönderildikleri çalışma kampının olduğu yerdir. İstanbul’da yayınlanmakta olan Cumhuriyet gazetesinden, ilk kafile ile Aşkale’ye gönderilenlerin Yerman’lar, Kesimidis’ler, Fındıklıyan’lar, Kazez’ler, Benardato’lar, Barkyan’lar, Franko’lar, İstavridis’ler... olduğunu öğreniyoruz (Cumhuriyet, 28.1.1943). Aşkale’ye gönderilen vergi mükellefleri, İran-Trabzon yolunda kar temizleyecekler, Erzurum-Sivas yolunda taş kırıp toprak kazacaklardı (Ulus, 6.4.1943). Bu amaçla Aşkale’ye 1.229’u İstanbul’daki azınlıklardan olmak üzere 1.400 mükellef gönderilmiştir. Varlık Vergisi Kanunu4, 12 Kasım 1942’de yürürlüğe konmuş ve 15 Mart 1944 tarihine kadar 16 ay yürürlükte kalmıştır. “Varlık”, bazı kesimlerce azınlık düşmanlığı olarak görülerek ırkçı bir uygulama olarak nitelendirilen (Yetkin, 1992: 252; Aktar, 2 “Bayındırlık Bakanlığı anlamındaki Nafıa Vekaleti’nin kısaltılmış hali olarak sıkça kullanılan bu sözcük, İkinci Dünya Savaşı sırasında özel bir anlam da kazanmıştır. Askere çağrılan gayrimüslim vatandaşların bir bölümü demiryolu ve havaalanı yapımı işlerine verilirken, büyük çoğunluğu da yol yapımı, taş kırma gibi işlerde çalıştırılmak üzere, özel kahverengi elbise giydirilip Nafıa hizmetine verilmiş, kendileri de “Nafıa askeri” olarak adlandırılmıştır.” Biberyan, 1998, s. 13’e yayınevi tarafından eklenen dipnot. 3 ∗ 4 Kanun ve uygulandığı süreç hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akar, 1999; Aktar, 2000; Kafaoğlu, 2002; Koçak, 1996; Ökte, 1951. İtalik ve tırnak işaretleri romana aittir. Kuram ve Araştırma Dergisi 188 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker 2000: 136; Nadi, 1964: 178-179), bazı kesimlerce sonuna kadar savunulan (Uran, 1959: 252) ve kentlerin “savaş zengini” yüksek kazanç sahiplerini vergilendirmeyi amaçlayan bir kanundur. “Varlık” yürürlüğe girmeden önce basın sıklıkla ülkede ihtiyaç duyulan malların piyasada bulunmayışı, bulunanlarınsa alınamayacak kadar pahalı oluşu üzerinde durmuş; ülke ekonomisinin içinde bulunduğu durumdan tüccarları sorumlu tutmuş ve onları ahlaksızlıkla suçladığı gibi sürekli olarak da hedef göstermiştir. Gazetelerde 1942 yılı Kasım ayına gelene kadar ülkedeki pahalılığa çare olacak yasal düzenlemeler beklentisini görmek münkündür. Böyle yazılardan birinde Kemal Zeki Gencosman “...milli bünye sağlamdır. Bu kollar, bacaklar, kısaca bozukluğa uğramış bu ihmali kabil parçalar, kanunun sert bıçağı altından kaçamıyorlar ve kaçamayacaklardır.” (Ulus, 1.11.1942) demektedir. Pahalılığa neden olanlar, karaborsacılar “ihmali kabil parçalar”dır. Bu anlayış “milli bünye”yi sağlam kabul ettiğine göre, aynı anlayış için bu sağlam yapıda sorun çıkaranlar ya zaten o yapıya dahil olmayanlardır ya da daha önce sağlam oldukları halde bozulmuş olanlardır ki her iki durumda da bu parçaları yok saymak ya da yok etmek mümkündür. “Varlık”, önce CHP grup toplantılarında gizli oturumda görüşülmüş ve ele alınan konular ile yapılan konuşmalar hakkında dışarıya bilgi sızdırılmamış; zaman zaman basına yapılan açıklamalar ise kısa ya da önemsiz açıklamalar şeklinde olmuştur (Akandere, 1998: 130). Döneme ait anıların yer aldığı kitaplarda “Varlık”ın görüşüldüğü gizli oturumda dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz” (Barutçu, 1977: 263) ve “Varlık Vergisi ihtilal kokan bir kanundur.” (Us, 1966: 554) dediği belirtilmektedir. İkinci Dünya Savaşı yılları Türkiye’de, az gelirli vatandaşlar vatanı canlarıyla korurken geliri çok olanların da vatanı mallarıyla koruması gerektiği fikrinin genel kabul gördüğü yıllardır. Tüm vatandaşların vatanın korunmasında birleşmesi beklenirken, vatanı silahla korumakta olanların yeri daha ayrıcalıklı ve özel kabul edilmiş, gerçek vatan savunmasının da aslında bu olduğu fikri daima var olmuştur. Genel kabul gören anlayışa göre “Her Türk asker doğar” ve tarihsel olarak Türk milletinin en belirgin özelliği “iyi asker” ve “asker millet” olmasıdır. Türk Tarih Tezi ile ileri sürülen bu fikirde etnisist milliyetçilik anlayışının etkisi ağır basmaktadır çünkü askerlik, savaşçılık Türk kültürünün özünde olduğu kabul edilen “değer”lerdir (Altınay ve Bora, 2002: 142-143). Vatanın kutsallığı, vatan savunmasına fiili olarak katılanlara da neredeyse aynı ölçüde kutsiyet atfeder. Bu nedenle, askerlik-vatandaşlık arasındaki ilişkide “en kutsal vazife” olan askerlik yoluyla birinci sınıf vatandaşlık erkeklere bahşedilmiştir.”(145). Dönemde askeri okullara öğrenci ve personel alımında “T.C. tebaasından” ve “Türk olmak” koşullarının ikisi de aranmıştır (145). “T.C. tebaası” ifadesi Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi kapsamaktadır. Bunun içinde Türkçe konuşan ve konuşmayan, müslüman olan ve olmayan tüm İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 189 unsurlar mevcuttur. Ancak böylesine kapsayıcı bir ifadeye “Türk olmak” ifadesinin de eklenmiş olması bu kapsayıcılığı daraltma/sınırlandırma anlayışının göstergesidir ve ilk akla gelen de bu daraltma/sınırlamanın gayrimüslim vatandaşları yani azınlıkları dışarda bırakmak amacı taşıdığıdır. Fakat Lozan Antlaşması’nın 37.-44. maddelerindeki azınlık hükümlerinde yer alan gayrimüslim-müslüman ayrımının (Oran, 2001: 152-165) burada biçim değiştirerek gayrimüslim-Türk ayrımına dönüşmesinde laiklik ilkesinin belirleyici rolü olduğu düşünülebilir. Bu durumda Türkiye’nin birinci sınıf vatandaşları “gayrimüslim olmayan Türk erkekler”dir. Nitekim, “sağlam olan milli bünyenin ihmali kabil parçaları” ile birinci sınıf vatandaş olarak kabul edilmeyenlerin kimler olduğu, kısa bir süre sonra servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve fevkalade kazançları üzerinden bir defaya mahsus olmak üzere yürürlüğe giren “Varlık”ın uygulandığı süreçte yaşanan keyfilikler ile netleşecektir. Bu süreçte komisyonlar oluşturulmuş ve komisyonlar vergi mükelleflerini M (müslüman), E (ecnebi), D (Dönme) ve G (gayrimüslim) olmak üzere gruplara ayırarak vergi miktarlarını gösteren cetvelleri illerde çeşitli yerlere asarak ilan etmiştir. Bu cetvellere göre M ve E grubu toplam matrahın 1/8’ini, D grubu 1/4’ünü, G grubu da 1/2’sini ödeyecekti. (Ökte, 1951: 86-92) Rıdvan Akar da, G grubunda yer alan mükelleflerin toplam mükellef sayısı içindeki oranının % 87 olduğunu ve tüm ülkede tahakkuk edilen 349.483.419 liralık verginin yaklaşık 290 milyon liralık kısmının G grubundaki mükelleflere düştüğünü yazmaktadır (1999: 87 ). Baret’in babası, G grubundaki 54.377 mükelleften biridir. Baret’in babası Diran Tarhanyan, Varlık Vergisi borcunu ödemiş ve Aşkale’ye gitmemiştir. Borcunu ödeyebilmek için neyi var neyi yoksa elden çıkarmıştır. Diran Tarhanyan kalp hastası olduğunu, yaşayacağı günlerin sayısının az olduğunu, giderse kalbinin buna dayanamayacağını bilmektedir. Ama bunu sadece o bilmektedir. Yaşanmakta olanın “neden”ine yönelik nadir vurgulardan biri de yine isyan ile, yine dillendirilmeden Aşkale’ye gitmeyen babadan, bu gitmeyiş üzerine gelir: ...Belki de herkes, bütün tanıdıkları, bütün dünya kendi hakkında aynı şeyleri düşünüyordu. Ailesini, çocuklarını düşünmeyen bencilin biri! Gerçekten de ailesini, çocuklarını düşünmemek kötü bir şey miydi? Niçin önce ailesini düşünmek zorundaydı? Kim koymuştu böyle bir kuralı? Niçin ailesi onu düşünmesindi? Niçin Arus karşısındakinin zayıf noktasını bulmuş bir insanın sömürücülüğü ile her şeyi durmadan yüzüne vuruyordu? Aileni düşünmedin. Onların rahatını, sosyal durumunu, keyfini düşünmek, onların mutluluğu için kendini feda etmek zorundaydın. Ülkesi için kendini feda eden bir asker gibi. Neden feda eder insan kendini? Neden feda olmalıydın? Niçin feda olan asker hep sen olmalıydın? (Biberyan, 1998: 58-59). Ömer Türkeş, Ermeni yazarların romanlarının ve öykülerinin, sanılanın aksine kin ve düşmanlıktan beslenmediğini, onların ortak noktalarının sahip çıkarak, tarihlerine, sevdiklerine, acılarına “benim” diyerek ve elbette ki ortak bir bellek yaratma arzusu ile yazmaları olduğunu söyler: Sadece anlatırlar. Anlattıkları birgün ansızın değişen kaderleri, parçalanmış aileleridir. Oraya buraya savrulan çocukları, artık kaybolmuş kültürleri, hayata tutunmaya Kuram ve Araştırma Dergisi 190 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker çalışan sıradan köylüleri, kendileriyle birlikte o toprakları paylaşan diğerlerini, ortak dertleri, ortak sevinçleri, kısacası geçmişte cereyan etmiş olayların bireyin hayatına yaptığı etkileri anlatırlar. Ermeni edebiyatı, değiştirilmesinin mümkün olmadığını bilen, ama acıların dindirilmesinin, hatta daha iyi bir başka durumun mümkün olabileceği umudunu barındıran bir bilinci yansıtır (Türkeş, 2001: 120). Zaven Biberyan da diğer Ermeni yazarlar gibi yazmış ve nedenler ile sonuçları sessizce anlatmıştır. Nedenlere vurgu yapmadan, altını çizmeden; sonuçlardaki dehşetin peşine düşmeden, kelimelerinden kin ve düşmanlık akıtmadan sadece ve aslında sessizce anlatmıştır. Bir başka önemli noktaya daha dikkat çeker Türkeş: Varlık Vergisi, İkinci Dünya Savaşı’nın siyasal, düşünsel ve ruhsal atmosferinin Türkiye’deki üzücü bir tezahürüydü şüphesiz. Ama bu kabul edilemez uygulamanın Cumhuriyet tarihinin kara bir deliğine dönüşmesi, unutmak ve unutturulmak istenmesi, sonuçları, yani “öteki”ni yok sayan bir zihniyetin süreğenleşmesi açısından daha önemli görünüyor. Resmi tarihin, tarihin resmisini sevenlerin ve siyaset erbaplarının 1940’lı yılları bir bellek yitimi ile nakletmeleri alıştığımız, kabul etmesek bile anladığımız bir ideolojik duruş; ne var ki, toplumların vicdanı, halkların ya da tarih dışı bırakılanların vakanüvisti olması gereken edebiyatın bu dönemlere ilişkin sessizliğini anlamak biraz zor. Doğrudan Varlık Vergisi meselesine duyulan bir uzaklık değil kastettiğim: İkinci Dünya Savaşı’na doğrudan katılmamış olsalar bile savaşın etkilerini yokluk, açlık, yaygınlaşan karaborsacılık, uzayıp giden kuyruklar gibi toplumsal sorunlar olarak yakından hissetmişti bu coğrafyada yaşayan insanlar. Neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan karaborsa ekonomisinin ve karneli hayatın bir efsane olarak toplumsal bilincimize kazındığı o karanlık dönem, tarihçilerin, toplumbilimcilerin ve edebiyatçıların -gerek o yıllarda gerek sonrasında verdikleri- ürünlerine yeterince yansımadı (2002: 204-205). Zaven Biberyan’ın romanında da “yokluk, açlık, yaygınlaşan karaborsacılık, uzayıp giden kuyruklar gibi toplumsal sorunlar” yoktur. Olan, “Nafıa” ile “birgün ansızın değişen kaderi” kendi kaderi, “Varlık” ile “birgün ansızın değişen kaderi” ailesinin ve yine kendisinin kaderi, Suren’in yine “Varlık” ile ama bu sefer başka biçimde değişen kaderidir. Olan, değişen/çöken/dağılan gündelik hayat, değişen/çöken/dağılan ilişkilerdir. Babam Aşkale’ye Gitmedi’de gündelik hayat ve ilişkiler Gündelik hayat dediğimiz “maddi kültür” olarak da adlandırabileceğimiz “beslenmedir, giyinmedir, eşyadır, evdir, barınmadır, komşuluktur ve çevredir.” “Ekonomik, psikolojik veya sosyolojik” olan gündelik hayat “özel yöntemler ve yollarla kavranması gereken özel nesneler ve alanlardır”. “Tarih ya da ekonomi-politik gibi bir bilim dalının gündelik hayatın incelenmesinde katkıda bulunması” (Lefebvre, 1998: 28) da son derece olağan ve gereklidir. Gündelik hayat hem işte hem boş zamandadır, hem aile yaşamının içinde hem de dışındadır. Yani gündelik hayat işte, aile ile özel yaşamda ve boş zaman etkinlikle- İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 191 rindedir. Bu şekilde gündelik hayatın birliği bütünlüğü oluşur ve oluşunca da somut bireyi ortaya çıkarır (Lefebvre, 2002: 228). Lefebvre’nin bu yaklaşımına karşın de Certeau bireylerin ilişkilerini önplana çıkaran bir yaklaşım içindedir. Ve de Certeau’nun yaklaşımı yaşam pratikleri üzerinden işler (1988: xi). Biberyan, Babam Aşkale’ye Gitmedi’de “Varlık”tan sonra menkul ve gayrımenkullerini kaybetmiş bir aile reisinin, kaybettiklerini yeniden elde etmek için çaba harcamamasına ailenin kadınlarının gösterdiği tepkiyi anlatır. Diran Tarhanyan, “Varlık” ilan edildikten kısa bir süre sonra kendisine çıkarılan vergi borcunun tamamını ödemek için elindeki herşeyi satmış; Diran’ın sattıklarından elde ettikleri borcunu kapatmaya yetmediği için evine haciz gelmiş ve eşyalarına da bu şekilde el konulmuştur. Diran bu sayede Aşkale’ye gitmekten kurtulmuş/Aşkale’ye gitmemek için bu yolu seçmiştir. Çünkü “çalışma kampı” ya da “toplama kampı” olarak adlandırılan Aşkale, bu dönemde özellikle azınlıklar için Nazi toplama kamplarını çağrıştıran bir etkiye sahip olmuştur. Varlık Vergisi’nin özellikle gayrimüslim vatandaşlara katı ve tavizsiz bir şekilde uygulanması, vergi borçlarını ödemek isteyenlerin özel mülklerinin çok büyük bir kısmını değerinden çok düşük fiyatlarla elden çıkarmak zorunda kalmalarına neden olmuştur. Bir tarafta “en dürüst, vatansever, yumuşak veya ürkmüş vatandaşlar” (Clark, 1984-1985: 34) vergilerini büyük bir yoksulluk pahasına öderken diğer tarafta da sembolik bir miktar yatırıp sonra da gelişmeleri bekleyen ve böylece maddi kayba uğramayan ya da çok az bir maddi kayıp ile kurtulan vatandaşlar yer almıştır. Resmi kanallarla ifade edilmemiş olsa da kanunun ilan edilmesinde önemli bir amaç olan “ticareti Türkleştirme” amacına, özellikle gayrimüslim azınlığın yoğun bir şekilde ticari faaliyette bulunduğu İstanbul’da mal varlıklarını kaybedip piyasadan çekilmeleri sonucunda büyük ölçüde ulaşılmıştır. (Akar, 1999: 144-145) İstanbul bu dönemde Anadolu’dan yoğun göç almış, İstanbul’da olup da daha önce ticaretle hiç uğraşmamış olanlar da bu alana yönelmiştir. Biberyan’ın Suren karakteri “Varlık”tan sonra ve “Varlık” sayesinde zenginleşenlerdendir. “İşini bilene” “Varlık”ın bile engel olamadığının göstergesi olan Suren, anne Arus tarafından bu nedenle sürekli örnek gösterilir. Aslında daha çok Arus’un kendisinin, vaktiyle “adam yerine” koymadığı, evine geldiğinde rahatsızlık duyduğu, çocuklarının çocukları ile vakit geçirmesine izin vermediği bu uzak akrabası, “Varlık”tan sonra ticarete atılmış; önce Aşkale’ye gönderilen bir arkadaşının mallarına el koyarak, ardından savaş ekonomisinin çalkantılı döneminde para kazanmanın ideal yolu olan karaborsaya başvurarak, Arus’un gözlerini kamaştıran bir zenginliğe ve yaşam tarzına kavuşmuştur. Bir zamanların “isteyen” Suren’i şimdi kendisinden “istenen” Suren’dir. Diran’ın çok sıkıştığında borç istediği, belli belirsiz, kendisine yediremeden oğlu Baret için iş istediği... Suren’in zenginliği Tarhanyanlar’ın iki erkeğinin gözlerini kamaştırmaktan uzaktır oysa. Diran, onun dükkanına gittiğinde Suren’in seyyar satıcıdan paket yaptırıp “eve götür de çocuklar yesin” diye eline tutuşturduğu iki kilo kiraz, Diran’ı dönüş yolu Kuram ve Araştırma Dergisi 192 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker boyunca ağlatır: ‘Bu hale düştüğü’ için kirazı almak zorunda mıydı? Mevkiini kaybetti diye gururunu da mı kaybetmeliydi? Onurunu da mı? İnsan olarak kendisine biçtiği değeri de mi? Tam da şimdi kibirlenmek istiyordu? Şimdi, tam yapamadığı an. Oysa evvelce her şeyi yapmaya imkanı varken yapmamıştı, yapmak istememişti, yapmayı sevmemişti. Nefret duydu. Suren’in hep bugünü beklediğini anladı. Onun için önemli olan gururunu göstermek değildi. Gururunu gösterebilecek durumda olmaktı (Biberyan, 1998: 61). Baret, Suren’in yanına gittiğinde ısrarla yedirilen yemekte de “lokmalar Baret’in boğazına diziliyor, taş gibi inip midesine oturuyordu. Midesi bulanıyordu.” (Biberyan, 1998: 69). Veblen’in dediği gibi maddi varlık beraberinde onuru getiriyor ya da giderken götürüyordu. Ve bu adil olmayan bir ilişki (Veblen, 2005: 33) olmasının yanı sıra, insanların maddi varlıklarına göre değerlendirildiği bir süreç olması nedeniyle de haksız bir karşılaştırmaydı (2005: 38). Suren’in Diran ve Baret Tarhanyan’ın saygısını kazanmak ve koruyabilmek için yalnızca servete ya da güce sahip olması yetmiyordu. Servetini ya da gücünü kanıtlaması gerekiyordu; çünkü saygı ancak kanıt varsa gösterilirdi (2005: 40). Lefebvre, gündelik hayatın bütün sıradanlığı içinde tekrarlardan oluştuğunu söylemektedir. “İşteki ve iş dışındaki tavırlar, mekanik hareketler (eller ve vücudun hareketleri, aynı zamanda parçaların ve tertibatların hareketleri, rotasyon veya gidişgelişler) saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar; çizgisel tekrarlar ve döngüsel tekrarlar, doğal zaman ve akılcı zaman, vs.” (Lefebvre, 2002: 25). Arus ve kızı Hilda’nın Diran’dan ümidi kesmişliği, onun eve para getirmeyeceğine inanmışlığı Diran’la kavgalarla, hakaretlerle sürüp giderken ümitle Baret’in iş bulması beklenmektedir. Ancak Baret’in “iş”le olan ilişkisi sorunludur. Baret’in kafası karışıktır. Aynı anda hem para hem de özgürlük istemektedir. Parası olmadığı için çalışmak zorunda olması kapana kısılmışlık hissi vermektedir. İsteksizdir “iş”e. Neden çalışmak zorunda olduğunu sorgular sıklıkla, ailesi ile bu sorgulamalarını paylaşmasa da. Paylaştığı Dırtad amcası olur: Amcası bu sorgulamayı hayranlık ve ilgi ile karşıladıktan sonra “Dikkat et, bizim toplum filozofları sevmez, karıncaları sever” der ve ekler: “Özgür olmayı kolay mı sanıyorsun? Hayatına karışma hakkını başkasına vermemek için özgürlüğünü feda etmek zorundasın. Özgürlük bile, bedeli özgürlükle ödenerek korunur.” (Biberyan, 1998: 83). Baret eşiktedir. “Gündelik hayatta, hayat[ını] çifte bir anlamda (varlığını sürdürmemek veya varlığını sürdürmek, sadece varlığını sürdürmek veya dolu dolu yaşamak) kazan[acak] ya da kazanma[yacaktır]. Gündelik hayatta, şimdi ve burada zevk alınır veya acı çekilir.” (Lefebvre, 2002: 25). Baret’te, çok istemesine karşın zevkten eser yoktur. Arus ve Hilda, Baret’i çalışmaya zorlamak için evde yiyecek olmadığını, ihtiyaçları alacak para olmadığını söylemeye başlarlar... İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 193 Ağzına bir lokma koymadan dışarı çıkmıştı. İki gündür, akşamdan akşama iki lokma bir şey yiyordu. Mümkün olsa onu da yemeyecekti. Emin değildi, acaba ana kız kendisine duyurmak için mi bu ümitsiz tabloyu çizmişti? Şeytan içine girmişti bir kere. ‘Bu adam’ın artık gündelik ekmeği bile düşünmediği yollu şikayetlerini yüksek sesle söylemek için, kendisinin Suren’in teklif ettiği işi reddetmesini mi beklemişlerdi? Evde aç kalıyordu. Kahvaltılık bir şey yoktu. Bir çeşit yemek zar zor pişmekteydi. Hilda’ya da yeni iş çıkmamış...Ne yapacakmışız? Bunun sonu nereye varacakmış?...İki gündür öğlenleri simitle geçiştiriyordu. Sürekli açlık hissediyordu. Eski elbiselerinden birini satmaya karar vermişti; ama Suren’e evet deme fikrine karşı koyuyordu. Bunu, açlıktan ve evdekilerin suçlayıcı bakışlarından bile dayanılmaz buluyordu.” (Biberyan, 1998: 96). Arus ve Hilda’nın hazırladığı sofralar lüks ve bolluktan uzak sofralardır. Baret askerden döndüğünde Tarhanyanlar’ın kutlama yemeği, annesinin aldığı bir parça pirzola ile babasının da akşam yemeği için getirdiği balık olmuştur. Kutlama yemeğinde eski günlerden kalan tek şey Baret için çıkarılan bir tek gümüş çataldır. Kırmızı ve beyaz ete bir gümüş çatal eşlik eder eski günlerin anısını yaşatırcasına. Mükellef bir kahvaltı da sütün, zeytin ve peynirin bir arada olabildiği bir kahvaltıdır. Kahve ve şeker neredeyse adı bile unutulan tüketim maddeleri olmuştur. Dırtad amca, Baret kendisini ilk ziyaret ettiğinde “Senle karşılıklı bir güzel...Az kalsın kahve içelim diyecektim. Çoktan unuttuk. Birer çay içelim, pekmezle. Biz burada şeker yerine pekmez kullanıyoruz, biliyor musun?” sözleriyle anlatır durumu. İçine dahil olunmamış bir savaşın ağır ekonomik koşulları kendisini ülkenin her yanında yokluk ve yoksulluk olarak göstermektedir. Faik Ahmet Barutçu “Açlık ıstırabı giderek genişlemekteydi. Pirinç, yağ, et gibi ana maddeleri bulmakta güçlük çeken kentlerimiz eksik değildi. İstanbul gibi en önemli bir merkez yiyecek sıkıntısına düşmüştü.” (1977: 250) sözleri ile anlatır ülkede yaşanan koşulları. Diğer yandan Suren gibi misafirlerine kolaylıkla kahve ikram edebilenler de vardır: “Bir kahve söyle bize. Biri sade olsun. Yine sade içiyorsun, değil mi Müsü Diran” (Biberyan, 1998: 55). Suren’in Baret’in karnını doyurma zevkini elinden alan, Baret’e eskiden çalıştığı uluslararası şirkette iş bulan amca Dırtad olur. Baret “okumuş” olması işe yarayacağı için mutludur. Kendisini ve babasını “çok kitap okumakla” suçlayan, kitap okumanın, okur-yazarlığın karın doyurmayacağını ısrarla vurgulayan Suren dayısının karşısında şimdi daha güçlüdür. Kendisine iş bulan amcası olduğu için, Suren’e karşı kendisini daha da güçlü hissetmektedir. Baret’in iş hayatına başlamasıyla, biz de romanda son derece sınırlı sayıda olan Türk karakterlerden ilki ile karşılaşıyoruz. Baret’in masa arkadaşı ve yine Baret’in ilk gördüğü andan itibaren gülmeyi unutmuş bir insan olduğuna karar verdiği Necla Hanım. Necla Hanım’ın romandaki tek yeri “Burada hızlı çalışmak doğru değildir.”, “Sonra bin türlü iş yüklerler. Ağır çalışıp hep meşgul görünün.”, “Daha yenisiniz, anlarsınız.” (Biberyan, 1998: 108) cümleleri ve bu cümlelere uygun olan kendi tavırlarıdır. Necla Hanım, de Certeau’nun “la perruque” adını verdiği hileyi uygulayan ve bunu öneren bir çalışandır. Necla Hanım, işvereni için çalışıyormuş gibi gözükerek kendi işini yapmakta ya da işleri yavaşlatarak daha az çalışmanın yolunu bulmaktadır. Kuram ve Araştırma Dergisi 194 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker De Certeau “la perruque”un “işten kaytarmak olmadığını, çünkü işçinin resmi olarak işinin başında olduğunu” söyler (De Certeau, 1988: 25). Baret’in çok ve “hızlı” çalıştığı, severek yaptığı bir işi vardır. İş yaşamının anlatıldığı sayfalar boyunca ne kadar iyi Fransızca, Osmanlıca bildiği ortaya dökülür. Cümle kuruşları, kelimeleri, düzeltmeleri hatasızdır. O kadar hatasızdır ki şefinin önerisi ile bir üst serviste çalışmaya başlar. İşe başlamasının ardından da “boş zaman” düşüncesinin varlığı ve bu zamanlarda neler yapabileceğini düşünmesi, iş arkadaşı Tonietta’dan hoşlanması, parasızlık nedeniyle Tonietta’dan vazgeçmesi gelir. Çalışmaya başlayarak emek piyasasında bir pozisyon elde edilir. Bu pozisyona bağlı olarak da birey genel olarak, aktif ekonomik hayat devam ederken harcama ile ilgili kendi kararlarını verebilmekte, tüketim seçenekleri geliştirmekte ve bazı alışkanlıklar kazanmaktadır. Bu süreç ekonomik sosyalleşmenin de en önemli evresidir (Webley, Burgoyne vd., 2001: 44). Ancak Baret için burada farklı bir durum söz konusudur. Çünkü sadece ekonomik bir pozisyon elde etmiş olmak ekonomik sosyalleşmenin gerçekleşeceği anlamına gelmediği gibi, ne kazanılan para tüm bu sayılanları sağlayabilecek miktardadır ne de nasıl harcanacağına tek kişi karar verecektir: Diyelim ki ‘evet’ dedi. Sonra? Her akşam birlikte çıkarsınız, sonra? Her akşam Baylan, her akşam sinema, pazarları plaj...Aylığın bir hafta dayanmaz. Evine davet edebilir misin? Hikaye mi anlatacaksın? Biz zamanında şöyleydik, böyleydik mi diyeceksin! Yoksa Ada’ya götürüp, bunu görüyor musun, zamanında bu bizim evdi mi diyeceksin?...Gömleği ıslanmaya başlamıştı. Kız ter kokusunu duyacak, ondan tiksinecekti. Bu havada terlememek imkansızdı. Bari hafif bir yazlık ceketi olsaydı. Arada bir denize girmek yeter miydi yazın?...Peki ya hamam? Her gün gidebilir miydi? Zamanı olsa bile bütçesi elvermezdi. Evde bir duş bile yoktu! (Biberyan, 1998: 136). Ardından her akşam meyhanelere gitmeler, genelevlerin bulunduğu “Abanoz Sokak” ile tanışmalar gelir...Bunlar parasızlık nedeniyle Tonietta’dan vazgeçen Baret’in “boş zaman” etkinlikleri olarak karşımıza çıkar. Babasına karşı annesinin ve ablasının düşündüklerini paylaşmaya, içten içe onlara hak vermeye başlar Baret de. Onlardan tek farkı parasını babasından saklamaması, onun için birşeyler yapmak istemesidir: Daha ilk lokmasındayken, Diran bir gölge gibi mutfağa girdi. Arus’un parça parça olmuş eski terliklerini ağır ağır sürüyerek yürüyordu. Ceketini omzuna almıştı. Altında uzun bir don vardı. ‘Anamın hakkı var, bir pijama almıyor, kaç paralık şey ki? Paran var derler diye korkuyor’ Ben alayım demiş, Diran kabul etmeyince, o da ısrar etmemişti; ama yılbaşında bir pijama hediye etmeyi aklına koymuştu. Babasının bu döküntü görünüşünden dolayı morali daha da bozuldu. Neredeydi o eski Müsü Diran, fötr şapka, eldivenler... (Biberyan, 1998: 146). Babam Aşkale’ye Gitmedi’nin her sayfasından “Neredeydi o eski günler” cümlesi çıkar ortaya. Diran ve Baret dışındaki karakterlerde daha çok yeme-içme ve giyim ile eşyalardaki değişiklikler bağlamındadır bu eskiyi arayış. Baret ise ilişkilerdeki eski özeni, saygıyı, sevgiyi, sıcaklığı da arar sıklıkla. Yoksulluğun en net göründüğü noktalardır yeme-içme ve giyim-kuşam. Bunlardaki yoksulluk da aile ilişkilerine İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 195 yansımaktadır. Tüketim maddelerinde yaşanan yoksulluktan en çok ailenin kadınları muzdarip olurken, erkekler daha çok aile ilişkilerindeki güzel duyguların yoksunluğunu hissetmektedirler. Tarhanyan ailesinin ilişkileri şeyleşmiş, ilişkiler tıpkı metaların değişim değeri gibi değişim değeri kazanmıştır. Yani erkekler ancak evin eksikliklerini giderdiklerinde güleryüz görebileceklerdir. Çünkü yabancılaşmış bilinçler herşeyi nesneleştirmektedir. Aile ilişkilerinin en çok gerginleştiği anlarda, iletişim kuramaz hale geldiklerinde Baret’in eli sürekli artık olmayan, “Varlık” ile gelen hacizde el koyulan radyonun düğmesine gitmekte, Diran saatlerce gazete okur gibi yapmaktadır. Baret, artık olmayan bir radyonun olmayan düğmesine gayri ihtiyarı elini uzatırken duymak istemediği seslerin yerine başka sesler, özellikle de müzik gibi eğlendirici, huzur verici sesler koymaya çalışırken, Diran gazete okumakta olduğunu, yani söylenenleri dinlemediğini göstermeye çalışarak huzursuz edici tüm hakaretlerin, söylenmelerin, bağırmaların bitmesini istemektedir. Bireylerarası, yüzyüze iletişimin koptuğu her an ya da iletişime dahil olunmak istenmeyen her an kitle iletişim araçlarından medet umulmaktadır. Moretti edebiyat ürünlerinde kıyafetin, bir tür statüye (toplumsal, coğrafi, gençyaşlı vs.) işaret ettiğinde, kişiye fiziksel olarak bile sıyrılamayacağı bir yer, yaş, meslek ve konum yüklediğinde analiz için bir ipucu değeri taşıdığını söylemektedir. Kıyafet bu şekilde sabitlemekte, bağlayıp ele vermekte ve kategorize etmektedir. Yaptığı bir başka şey de zamanda sabitlemeyi içermesidir. Yani zaman, yetki alanına giren herşeyin değişmezliğini öngörüp buyurmaktadır. Yine Moretti’ye göre moda söz konusu olduğunda farklı bir durum ortaya çıkmaktadır. Moda olan kıyafet, bir edebiyat eserinde ipucu olmaktan çok bir totolojik göstergedir. Bu nedenle modaya uygun nesneyi “tasvir” etmeye çalışmak da boşunadır. Burada esas önemli olan moda olup olmadığını saptamaktır. Çünkü moda, zamanın kendisinden başka bir şey değildir. Kişinin modayı takip etmesi demek zamana ayak uydurmak için çabalaması demektir (Moretti, 2006: 141-142). Baret ve ailesi, bu bağlamda zamana ayak uyduramamaktadır. Baret, askerden döndüğünde üzerindeki beş yıllık takım elbiseyle dönemin bobstil modasını takip etmekten çok uzaktır. Amerikalı oyuncu Robert Taylor’ın Bob olarak kısaltılan adından gelen bobstil modası, 1940’lı yıllarda özellikle genç erkeklerin tercih ettiği omuzları sarkık uzun ceketler, kısa ve dar paçalı pantolonların altından beyaz ya da parlak renkli çorapların göründüğü, kalın tabanlı spor ayakkabının tercih edildiği, yüksek yakalı gömleklerin üzerine küçük düğümlü uzun kravatın takıldığı bir giyim biçimidir. Güneş gözlüğü ile tamamlanan bu modada alına bir parça da perçem düşürülmektedir (Biberyan, 1998: 393; Cantek, 2001: 59). Baret, en çok da karşı cins sözkonusu olduğunda modaya uygun giyinemediği için kendisini gülünç bulup, kendisinden utanmaktadır. Bir işi olduğunda da önce bir takım elbise diktirmek için terziye gidecektir. Bu hazırlık daha çok the dansant içindir. Bu müzikli, danslı, eğlenceli toplantı gençlerin katıldığı, birbirini gördüğü, yeni Kuram ve Araştırma Dergisi 196 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker ilişkilerin de başlamasına vesile olan bir toplantıdır. Baret, eski günleri hatırlatıcı bir biçimde terziye elbise diktirirken, Hilda da gece gündüz uğraşıp, the dansant elbisesini dikmekte, yakasını boncuklarla işlemektedir; bir yandan da hala kendilerini “adam yerine koyanların” varlığı sayesinde, the dansant’a “davet edilmiş” olmanın gururunu ve mutluluğunu yaşamaktadır. Giyimlerinde modadan uzak, zamanda sabitlenmiş insanlardır hepsi de. Ev içinde lime lime olmuş terliklerle, yamalı ve kirli giysilerle dolaşılmaktadır. Kıyafetlerde misafir geldiğinde değişiklik olmakta; Arus böyle durumlarda ipek çorap, temiz elbise, terlik yerine de ayakkabı giymekte, saçlarını tarayıp başının üzerine taç şeklini verdiği bir bant takmaktadır. Yalnız bu değişiklikte eksik kalan yüzdeki pudradır. Yüzde pudranın olmayışı geçmişe dönülemeyeceğinin simgesidir. Evdeki eşyalar zamanın, kendi yetki alanına giren herşeyin değişmezliğini öngörüp buyurmakta olduğunun göstergesidir. Bir zamanların harika acem halılarının yerine sıradan halılar gelmiş; tahta sandalyeler kullanılır olmuş; eski demir karyolanın gıcırtıları, tüllerin değiştirilememesi, misafir için yatak ve yedek temiz pijama olmayışı, çarşafların yaması ayrı birer kavga vesilesi haline gelmiştir. Çarşaflar kirli ve tahtakuruları nedeniyle kanlıdır. Geceleri rahat uyku yüzü göstermeyen tahtakuruları gün boyu yaşanan, bir türlü alışılamayan, değişmesi için çabalanmayan, insanları içten içe yiyen maddi ve manevi her türlü yoksunluk ve yoksulluğun vücut bulmuş bir biçimde gecelere de yansımasıdır. Ve bu yoksulluk nedeniyle Hilda’yı evlendiremediklerini sık sık dillendirir Arus. Ev görücü kabul edecek durumda değildir, hele hele bir nişanlıyı bir tek gece bile olsa misafir edebilecek durum hiç yoktur. Hilda’nın bir terzi yanında, eskiden kendileri için kat kat elbiseler diktirdikleri bir terzinin yanında çalışmaya başladığı da eve para vermekten iyice vazgeçeceği korkusuyla babadan saklanırken; çok daha büyük korku ile, Hilda’nın çalışıyor olduğunun duyulması korkusuyla, saklanmaktadır. Çünkü “sınıf ayrımında en göze çarpan özellik belli işlerin belli bir sınıfa özgü olmasıdır.” (Veblen, 2005: 19) ve “her günkü geçim derdiyle doğrudan ilgili olan işler, alt sınıfın üstlendiği işlerdir” (2005: 20). Sınıflarının artık değişmiş olduğunu kabullenemeyen Arus ve Hilda, alt sınıfa özgü olan ama kendilerinin de aynısını yapmakta oldukları işleri, paylaştıkları yaşam biçimini saklamaktadırlar. Bu, durumun değişeceği ümidini taşıdıklarını ya da en azından içinde oldukları durumu kabullenmeyi reddettiklerini göstermektedir. Eskinin fötr şapkalı, eldivenli Müsü Diran’ı uzun zamandır yoktur artık. Diran, ömrünün son yıllarını -Müsü Diran’ın parasız kalması bir türlü kabul edilemediği için belki de- parası olduğu halde ailesi için harcamamakla, savaşın yarattığı fırsatları kullanıp eski varlıklı hale dönüş yapmak için çabalamamakla suçlanarak, bir yandan ailesinden gizlediği hastalığı için uğraşarak geçirir. Zayıf kalbinin aldığı sondan bir önceki ağır darbe, belki de Amerika’nın Japonya’ya attığı atom bombalarının haberidir. Oğlu ile sohbet eder “son”a en yakın olduğu anda: İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 197 Bizim zamanımızda kolejde bir hocamız vardı. Mr. Hooks derlerdi, Protestan vaiziydi. Bize tüm dünyadaki değerlerin, hep beraber, bir insanın tırnağı kadar bile değerli olmadığını söylerdi. Kitabı Mukaddes’ten alıntılar yaparken araya Bağımsızlık Bildirgesi’nden bölümler katardı. Jefferson’un, Tom Paine’in, Franklin’in, Lincoln’ün sözleriyle yetiştik biz. Öleceğimi bilirdim de, Amerika’nın böyle bir şey yapacağı aklıma gelmezdi. Nasıl yaptı, neden yaptı? Savaşın sonuna gelmişken (Biberyan, 1998: 153). Aynı günün akşamında Diran, belki de son darbeyi Arus’un, parası olduğu halde sakladığı, ailesi için harcamadığı yönündeki suçlamasını yüzüne haykırması ile alır. Amerika’nın atom bombası atarak milyonları öldürmesini anlayamadığı, kabullenemediği şaşkınlığın aynısı ile karşılar bu durumu da: “Ben mi, param var da saklıyorum, yok diyorum ha! Ben mi...” (Biberyan, 1998: 155). Gürültüyü duyup yanlarına gelen oğluna titrek bir sesle “Duyuyor musun, param varmış, kasten vermiyormuşum! Ben...Dediklerini duyuyor musun?” (Biberyan, 1998: 155) der isyan, şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde. Bir sonraki gün sokakta çamurun içine düşüp orada yığılıp kalan Diran, etraftakilerin yardımıyla eve getirildikten sonra yaşama gözlerini açmaz bir daha. Diran’ın ölümünün ardından eve gelenlerin kalabalığı dağıldığında Arus, Diran’ın ölümünü ve sonrasını, işten gelip evdeki kalabalıkla karşılaşan Baret’e ayrıntıları ile anlatırken yine aynı yerden konuşmaktadır: “O odaya çıkacaklar, o yatak, o yırtık çarşaflar... Rezil olacağız... Tüm mahallede konuşulacağız.”, “Siyah çorap yok...İnsanlar gelecek, rezil olacağız... Evi öyle bırakıp dışarı çıkamayız... Neyse ki Zımaro, siyah neyi varsa toplayıp gelmiş... Sağolsun...”, “Neyse ki kahve vardı evde.” (Biberyan, 1998: 163), “Bu şapka giyilir mi? Modası geçmiş ama üstüne tül gelince belli olmaz.”, “Bak, ne kadar ters oldu! Bir ay sonra olsaydı bir manto giyerdim, her şey kapanırdı... Şunun eteğini uzatabilir misin?”... (164) “Muhteşem bir cenaze olmalı”, “Koca Müsü Diran öyle mi kaldırılır!” diyen Suren, tüm cenaze işlemlerini kendisi yapar. Cenaze töreninin Kadıköy kilisesinde değil Beyoğlu bölgesindeki Ermeni kiliselerinin merkezi olan Yerrortutyun kilisesinde yapılmasına karar verir. İstanbul’da yayınlanan Ermenice günlük gazeteler öğleden sonra piyasaya çıkan akşam gazeteleri olduğu için, cenaze ilanı tören düzenlenene kadar iki gün boyunca ve çift sütunda yayınlanabilsin diye hemen gazeteler aranır. Diran, piyasada sevilen tanınmış biri olduğu için Türkçe gazetelere de ilan verilir. Arus daha sonra günlerce cenaze törenini, tabutun “harikalığını”, gelen çelenklerin sayısını, cenaze töreninin bütün ayrıntıları ile gazetede yer alışını, törene kaç kişinin katıldığını, gelenlerin nasıl giyindiğini, ne kadar bağış yapıldığını... konuşacaktır. Çünkü gündelik olanda, “her şey hesabedilir. Çünkü, orada her şey sayılır: para, dakikalar. Her şey metreyle, kilogramla, kaloriyle ölçülür. Sadece nesneler değil, aynı zamanda yaşayanlar ve düşünenler de...Ve bu arada insanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler. İyi ya da kötü yaşarlar” (Lefebvre, 2002: 31). Romanda sıklıkla üzerinde durulan meta fetişizmi, mücevherler söz konusu olduğunda daha net ortaya çıkmaktadır. İnsanlardan daha değerli görülen mücevherler, Kuram ve Araştırma Dergisi 198 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker bir kader gibi Tarhanyan ailesinin erkeklerinin eşlerinden, ailelerinden kaçmalarının nedeni olarak ortaya çıkar “Babam Aşkale’ye Gitmedi”nin büyük olaylarının aralarında. Kadınlar, Tarhanyan erkeklerinden mücevherlerini saklamakta, zor günlerde ortaya çıkarıp satmamaktadırlar. Israrla saklanan bu mücevherler erkeklerin yaşamlarında hep bir kırılma noktasıdır ve kaçışlara oradan güç alarak başlarlar. Dırtad amca yıllar önce işinden atıldığında karısı ile olan ilişkisini bitiren mücevherler olmuş, ardından da boşanmalar, yıllarca farklı farklı yerlerde dolaşıp durmalar gelmiştir: Beni şirketten attıklarında bu benim için bir şey ifade etmedi...Tekrar sıfırdan başlamak için hemen aklımdan hazırlıklara başladım; ama bir de bizimkine sor... Cenaze evine döndü evimiz. Korkusu neydi anlamıyordum... Sonradan anladım; karım bir gün bana, eğer paraya ihtiyacım olursa halıları satmamamı söyledi. Ben de halıları istemediğimi, mücevherlerini satacağımı söyledim. Çok ciddiye aldı. O zaman beni hiç tanımamış olduğunu anladım. Hangi kadın kocasını tanır ki? O mücevherleri ben vermiştim. ‘Biliyorum, gözün onlarda zaten’ dedi. Gözlerinde gördüm, o gün nefret etti benden. O lafı söylediğinde anladım ki aramızda her şey bitmişti (Biberyan, 1998: 87). Baret’in kaçışının ilk nedeni de babasının ölümünden sonra, annesinin ‘Varlık’tan kaçırdığı, kaç parça olduğu belli olmayan mücevherlerden birkaç parçayı satıp evi değiştirme, eşya ve yeni giyecekler alma planları yaptığında oluşur. Ardından, ne zaman olduğu belli olmayan bir “aldatma”dan bahsettiklerinde, o belirsiz zamanda “Diran’ın, çocuklarının hakkını bir başkasına yedirdiğini” söylediklerinde. Baret bunu duyduğunda, yaşamlarının neden babası annesini aldattığında değil de “Varlık”tan sonra parasız kaldıklarında değiştiğini sorgulamaya başlar. Baret’in düşüncelerinin yerli yerine oturması, kafasındaki karışıklığın gitmesi, annesinin atmaya hazırlandığı kağıtlara atmadan önce Baret’in bakmasını istemesinden sonradır. Kalem kalem en ufak harcamaların not edilişini, bütçeye alınmış bir borçla giren en küçük miktarın yazılışını, askerde kendisine gönderilen paraların kaydının tutuluşunu, sağlık harcamalarını, kalbi için aldığı ilaçların fiyatlarını, “Oğlumu götürdüler” cümlesini, “Baret döndü” cümlesini, “peynir, çay, şeker” harcamalarının tek tek kayıt altına alınışını görüp annesinin “eve şeker bile almıyor” gibi çeşit çeşit cümlelerini hatırladıktan sonradır. Babasının doktoruna gidip, uzun yıllardır “kalp hastası” olduğunu ve ilaçla yaşadığını öğrendikten, doktorun “Aşkale’ye gitseydi ölürdü” cümlesinden ve ilaçla yaşayan babasının hesap defterlerinde uzun zamandır ilaca para ayrılmayıp şekere, çaya, ete, sebzeye, tereyağı ve zeytine... harcama yapıldığını hatırladıktan sonradır (Biberyan, 1998: 169-195). Baret, yabancılaşmaya karşı bireysel bir isyan olarak her şeyi bırakıp gitmeyi seçer. Bilinmeze doğru gidip yaşanmaz yerlerde barınıp, çok ağır koşullarda ve çok çalışıp karnını zor doyurabildiği bir yaşama gider. “Eşlerinin zor zamanlarında mücevherlerini onlara vermeyen” kadınları da beraberinde taşır bu yaşama. Bu taşıyış Lula ile karşılaştığında da zihnindedir. Kaldığı pansiyonun yatalak sahibinin kızı olan Lula ile yaşadığı ilişki boyunca sık sık “Kocan bir gün ihtiyaç duysa, ona mücevherlerini verir misin?” diye sorar. Lula kimi zaman kendisi gibi yoksul bir insanın mücevher alacak parası olan bir kocası olamayacağı cevabını verir; kimi zaman da “Veririm tabi, İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 199 kocam değil mi, neden vermeyeyim ki?” der. Lula’nin cevapları tatmin etmez Baret’i, çünkü artık kadınların, kocaları için bile olsa mücevherlerinden vazgeçmeyeceğine inanmıştır. Baret yaşamaktadır. Öylesine, sadece, yaşamakta; ne plan yapmakta, ne hayal kurmakta, çokça içmekte ve yaşamak için nefes alıp vermektedir. Lula’nın hamile kalışı bu sessiz yaşayışı değiştirmez. Lula, Baret’in eski yaşamını, hikayesini bilmese de kendisininkinden farklı olarak yaşamının bir döneminde varlıklı bir hayat sürdüğünü hissetmekte ve belki de hala öyle olduğu düşüncesiyle kendisiyle hiçbir zaman evlenmeyeceğine inanmaktadır. Lula’nın hamileliğinin ilk ayları bekleyiş içinde geçer. Ne bebekten kurtulmak ne de anne olmak yönünde bir karar verebilmektedir. Karnı büyüdüğünde her şeyin anlaşılacağından ve bu nedenle bir daha asla evlenemeyeceğinden korkan Lula bu süreci tam bir kabus içinde geçirir. Baret ise sadece beklemektedir. Bir gerilim içinde beklemektedir ikisi de, sanki sonsuza kadar bekleyebilirlermiş gibi. Bu gerilim nedeniyle zaman bazen çok hızlı bazen de çok yavaş geçiyor gibi gelmektedir. Moretti, bu gerilim retoriğinin, insanları zamanın hızlı ya da yavaş ama bir şekilde akmakta olduğu gerçeğini bir şekilde kabullenmek, hazmetmek zorunda bıraktığını söyler. Ancak Baret’in bu gerçeği kabullenmek ister bir hali yoktur. Çünkü aslında Baret’in herhangi bir hali yoktur: kabullenmek ya da kabullenmemek, çaba sarfetmek ya da bırakıp kaçmak, hiçbiri yoktur. Lula zamanın akmakta olduğu gerçeğini kabullendiği için kendi kendine, ilaç içip çocuğunu düşürerek ondan kurtulma yolunu seçer. Ancak seçtiği yolu tamamlaması, ilaçtan zehirlenip ölmesi nedeniyle mümkün olmaz. “Şok anında yoğunlaşıp patlayan bir zaman” vardır artık (Moretti, 2006: 147). Hem Lula için, ki onun ölümü ile sonuçlanır, hem de Baret için. Baret’in Lula’nın bu nedenle ölüm haberini alıp yine kaçması ama bu sefer “güneydoğuda bir yerlere” kaçması ve yaklaşık 10 yıl boyunca İstanbul’a dönmemesi zamanın yoğunlaşıp patlamasından sonraya denk gelir. Baret’in tekrar İstanbul’a dönüşü Dırtad Amca’sının ölümü ile birlikte Ada’daki evin kendisine kaldığı haberini alışından sonradır. İstanbul’a döner, evi istemediğini avukata bildirir. Annesi ile ablasının oturduğu evi bulup yanlarına gider. Arus, kızını kendisine şekerleme ve çikolata almıyor diye suçlayan bir yaşlı, Hilda evlenememiş; komşularının çocuklarına anne ve babalarından çok daha fazla yakınlık göstererek, yaşlılara çocuklarından ve torunlarından daha çok hizmet edip hürmet göstererek onların sevgisini “çalmaya” çalışan orta yaşlı bir kadındır artık. Arus paha biçilmez bir değer taşıdığına inandığı, kendisine bir zamanlar yaşadığı hayatı hatırlatan ve o hayatla arasındaki tek bağ olan tüyleri, tül, saten ve dantel parçalarını bu sefer kocasının değilse de kızının satacağı korkusuyla saklamakta, şekerleme ve çikolataları sakladığı yerleri de unutmaktadır. Baret, eve döndüğü bir akşam annesini yatağında gözleri yarı açık, çenesi sarkık ve ağzının kenarından birkaç damla beyaz köpük akar halde bulduğunda, onu öylece bırakıp yine çekip gitmeyi seçer... Kuram ve Araştırma Dergisi 200 İLETİŞİM HülyaGöğerçinToker Sonuç Lefebvre’e göre toplumun amacı tatmindir. Bilinen, tasarlanan tüm ihtiyaçlar ya tatmin edilmektedir ya da bir gün edilecektir. Bu ihtiyaçlar karşılanabiliyorsa, bu karşılanma anında süratli bir şekilde doygunluk da gerçekleşir. Doygunluk gerçekleştiğinde birey tekrar tahrik edilir ve tekrar tatmin için ihtiyaçların karşılanması, tekrar doygunluk, tekrar tahrik...İhtiyaçlar kışkırtılan tahrik ve tatmin arasında salınım halindedirler (Lefebvre, 1998: 83-84). Lefebvre, kısaca gündelik hayatın bir denge yeri olduğunu, insanlar gündelik hayatlarını yaşayabildiği sürece eski ilişkilerin yeniden oluştuğunu söyler. Ama diğer yandan bu yerde yani gündelik hayatta tehdit edici dengesizlikler de ortaya çıkabilmektedir. Dengesizlik ortaya çıkıp da insanlar gündelik hayatlarını sürdüremez hale geldiğinde ise devrim başlar (1998: 39). Zaven Biberyan, Varlık Vergisi Kanununun ardından gündelik yaşamda ortaya çıkan değişiklikleri aynı zamanda bir yabancılaşma öyküsü olarak anlatmaktadır. Babam Aşkale’ye Gitmedi, büyük bir bölümü ile “tatmin edilemeyen ihtiyaçlar” üzerinden şekillenmektedir. Küçük küçük doygunlukların yaşandığı bir ailede karşılanamayan ihtiyaçlar karşılanma olasılığı olmaksızın bir dağ yığını gibi beklerken, amacına ulaşamamış bir toplum söz konusudur. “Varlık” nedeniyle Tarhanyan ailesi ve Tarhanyanlar gibi bir süreç yaşamış pek çok azınlık ailesi, diğer yandan “Varlık”ın hedef almadığı ama İkinci Dünya Savaşının etkisiyle benzer, aynı ve belki daha ağır koşulları yaşamış olan memur, işçi, köylü aileleri; tatminin gerçekleşmediği bir toplumun varlığı, “devrim” karşısına “uyum sağlama”yı yerleştirmemize ve yabancılaşma varolduğu sürece devrimin imkansızlığını düşünmemize yol açmaktadır. Çünkü gündelik hayat sürdürülemez hale geldiğinde sürdürülebilir bir başka gündelik hayat halini çoktan almıştır. KAYNAKÇA Akandere, O. (1998). Milli Şef Dönemi, İstanbul: İz. Akar, R. (1999). Aşkale Yolcuları, İstanbul: Belge. Aktar, A. (2000). Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İstanbul: İletişim. Altınay, A. G. ve Bora, T. (2002). “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Milliyetçilik, 4: 140-153. Barutçu, F. A. (1977). Siyasi Anılar (1939-1954), İstanbul: Milliyet. Biberyan, Z. (1998). Babam Aşkale’ye Gitmedi, İstanbul: Aras. Cantek, L. (2001). “Cumhuriyet Türkiye’sinde Modernliğin Tekinsiz Suretleri Kadınlar, Gençler ve Bobstil”. Birikim. 146: 56-63. Clark, E. C. (1984/1985), “Türk Varlık Vergisine Yeniden Bakış”. Yapıt (Toplumsal Araştırmalar Dergisi). 8, İnönü Özel Sayısı. De Certeau, Michel (1988). The Practice of Everyday Life, Berkeley: California University Press. Gencosman, K. Z. (1942). “Korkutucu Ölçüde Ahlak Buhranımız Yoktur”. Ulus, 1 Kasım. İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi ZavenBiberyan’ın‘BabamAşkale’yeGitmedi’adlıromanında... 201 Kafaoğlu, A. B. (2002). Varlık Vergisi Gerçeği, İstanbul: Kaynak. Koçak, C. (1996). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), İstanbul: İletişim. Lefebvre, H. (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat, İstanbul: Metis. --------------- (2002). “Work and Leisure in Everyday Life”. The Everyday Life Reader, New York: Routledge. Millas, H. (2000). Türk Romanı ve “Öteki”, İstanbul: Sabancı Üniversitesi. Moretti, F. (2005). Mucizevi Göstergeler, İstanbul: Metis. Nadi, N. (1964). Perde Aralığından, İstanbul: Cumhuriyet. Oran, B. (2001). Küreselleşme ve Azınlıklar, Ankara: İmaj. Ökte, M. F. (1951). Varlık Vergisi Faciası, İstanbul: Nebioğlu. Parla, J. (2001). Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim. Tokgöz, E. (1999). Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914-1999), Ankara: İmaj. Türkeş, Ö. (2001). “Kıyım Romanları”. Birikim. 214: 113-120. ------------- (2002). “Romana Yazılan Tarih”. Toplum ve Bilim. 91: 166-212. Uran, H. (1959). Hatıralarım, Ankara: Ayyıldız. Us, A. (1966). 1930-1950 (Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve Demokrasi Rejimine Giriş Devri Hatıraları, İstanbul: Doğruluk. Veblen, T. (2005). Aylak Sınıfın Teorisi, İstanbul: Babil Yayınları. Webley, P., Burgoyne C. B. vd. (2001). The Economic Psychology of Everyday Life, New York: Routledge. Yetkin, Ç. (1992). Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler, İstanbul: Afa. Zürcher, E. J. (1998). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul: İletişim. Cumhuriyet Ulus
Benzer belgeler
Layout 13x19.5
1921’de ‹stanbul Kad›köy’de do¤du. Kad›köy AramyanUncuyan ve Dibar G›rtaran (Sultanyan) Ermeni ilkokullar›,
Saint Joseph Lisesi ve ‹stanbul Ticari ‹limler Akademisi’nde ö¤renim gördü.
1941’de Yirmi...