Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
H Ha; Haa; Ha.... ha; Ha, ha, ha : Ne? Ne dedin?; İster öyle ister böyle; Oo, aklıma gelmişken söyleyeyim; ne dediniz efendim? (Alay edercesine) Ya gördün mü? Bağlamında; (Arzuyla) Neredeyse “Adamların bu malzemeyi eve taşımaları tam bir saat sürdü, bütün bu zaman boyunca Usta, kollarını göğsünde çaprazlayıp öylece durdu; yaşlı, kurnaz bir baykuş gibi sırıtıyordu hem de. Aesop’la ben ağzımız bir karış açık, seyrediyorduk; biraz sonra Usta bizi yanına çağırdı, ikimizin de omzunu tuttu. ‘Sioux Ananın yemeklerinin yanında bunlar hiç kalır,’ dedi, ‘ama yine de lapa yemekten iyidir, ha çocuklar? Bıçak kemiğe dayanınca insanın kime güvenebileceğini bilmesi gerekir.’ ” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:51) “Maksimov defteri geri alıyor. ‘Genç adam gördüğü manzaraya daha fazla dayanamıyor. Gizlendiği yerden çıkıp müdahale ediyor.’ Sonra yüksek sesle okumaya başlıyor: ‘Karamzin’ - Çiftlik sahibinin adı bu. Genç adama dönüp ‘kimsin sen’ diye tısladı. ‘Burada işin ne?’ Sonra yırtık pırtık gri üniformanın ve kırık pranganın farkına vardı. ‘Ha, şunlardan biri!’ diye bağırdı. ‘Şimdi senin hesabını görürüm!’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:49) “Irmak Öyle coşkun akıyordu ki Irmak Ha kavuştumdu Ha kavuşacaktım sana ben” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:158) “İÇİM ACIYOR BAHÇEYE ---------------------------------baba anneye diyor ki: ‘lanet olsun balığa da kuşa da ben öldükten sonra bahçe ha olmuş ha olmamış neye yarar emeklilik maaşım bana yeter” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:95-6) “Şvayk, ‘Bana sorarsanız,’ dedi, ‘ha er olmuşsun, ha erbaş. Ama rütbesi sökülenleri o saat ateş hattının en ön saflarına sürdüklerini biliyorum.’ Rahip, yattığı yerde dönendi. ‘Kıçında pireler uçuşuyor,’ dedi Şvayk. ‘Kalıbımı basarım, rüyasında çilingir sofrasında oturuyordur şimdi.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:324) “Aşk yüzünden yaşlı başlı adamların bile başları belaya girdi. Ha, şu doğa gereği olan ve bundan dolayı Tanrı’nın isteğine uygun bulunan aşk yüzünden.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:80) “Jindrette birdenbire sesini yükseltti: ‘Ha, sahi! Aklıma geldi. Bu havada, o, arabayla gelecektir. Feneri yak da al, aşağı in. Aşağıda, kapının arkasında durursun..... kapıyı hemen açarsın, o yukarı çıkarken merdivene, koridoro ışık tutarsın, buraya girerken de, sen çabucak yine aşağıya inip, arabacının parasını verir, arabayı savarsın.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:329) “Cemal’in içindeki donuk kayıtsızlık, onun Meryem kadar büyük heyecan duymasını engellese de bir yandan İstanbul’u gözlüyor, bir yandan da biraz kıskançlık ve iç burkuntusuyla ağabeyi Yakup’u düşünüyordu. Demek bu güzel şehirde yaşıyordu ha. Çoluğunu çocuğunu alıp İstanbul’a göç ettiğinden beri memleketi hiç dönmemesi bu yüzdendi işte.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:191) “Telefonu kaparken eli titredi, heyecanı onu güçsüz bırakmıştı. Gözleri bir meleğinkiler gibi parlıyordu, yüzü yücelmiş, tüm dünyevi artıklardan arınmıştı, saf ve kutsaldı. ‘Dışarda randevu veriyorsun ha?’ eniştesi taş attı. ‘Bunun ne demek olduğunu bilirsin. Sonunda karakola düşeceksin.’ ” (J. London, “Martin Eden”, sa:122) “ARGAN - Rezil! Üstelik bir de... TOINETTE - Ah! ARGAN - Olur şey değil! Demek azarlayıp hıncımı da almamalıyım, ha? TOINETTE - İstediğiniz kadar azarlayın, vız gelir.” (Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18) “ZOR GEÇİT Sen şu evvelce de yazdım: Siyah gömleğinle, ince Olmuyor ki ha deyince Hayat bütün bütün zalim.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:17) “Haha! Usul usul sokuluyorsun Böylesi geceyarısında?.. Ne istiyorsun? Konuş! Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni, Ha! Çok yaklaştın yanıma!” (F. Nietzsche, “Dionysos Dityrambosları”, sa:69) “köy sokakları, kuru yağmur dereleri, ve haa ayrılırdı bin parçaya biri bağırsa: Kim var orada? Çıplak tepeler, sönmüş bir volkan, taş ve o denli görkemin Altında nefes nefese bir ses, ve kuraklık, tozun tadı.” (O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi”, sa:21?) “KENDİNE YETERLİK ----------------------------- Geride kaldı geçirdiğimiz gece, zevkleri ve o zevklerin korkusu. O bitmek umudu olmayan hüzün de geride kaldı. Çamlar, güneş, pencereler - işte oradalar. Ağaçların altında iki iskemle. Niçin iki? Haa evet, biri oturmak, biri de bacaklarını uzatmak için.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:59) “Aletler, doktorlar ve parmağını dudaklarına götürmüş güler yüzlü hemşire bir hastane odasında olduğunu gösteriyordu. Sonra kendisini izleyen Sergio’ya döndü, sanki çocuğu o an fark etmiş gibi bir adım geri sıçradı. -Bu ben miyim? diye sordu. -Büyükannem, diye yadsıdı Sergio. -Ha, tamam, diye homurdandı hayalet. Bakmaya devam etti, sonra yeniden Sergio’yla konuştu. -Onun için en iyisi bu, eminim.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:12) “ ‘Ama nasıl da farklı ve ne kadar yoğun... Her durumda: Siz bize kendi imgenizi vermeyi denemek mi istemiyorsunuz, yoksa böyle bir şey içinizden mi gelmiyor?’ ‘İçimden gelmiyor, ama istiyorum.’ ‘Ha, demek istiyorsunuz... Çok iyi. Göreceğiz.’ ” (L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:127-8) “Efendim? Bir oyun okuyordum. Bu, sanat yönetmeni olarak görevimdi. Getto’daki yaşantıyla ilgili bir oyun için yarışma düzenlemiştik. Ha? Tabii, tabii. Pek çok oyun almıştık. Herkes kaleme sarılmıştı.” (J. Sobol, “Getto”, sa:15) “Octave pek saydığı babasının, bir çeşit tutku ile sevdiği annesinin bu isteklerini anlar anlamaz, topçu subayı olma tasarısından vazgeçti. Bir alayda birkaç yıl geçirmek istemişti; sonra ilk savaşa dek istifasını verecekti. Bu savaşa ha teğmen olarak katılmıştı, ha albay olarak; umursadığı yoktu.” (Stendhal, “Armance”, sa:15) “DALGA <1955> Bulutu kestiler bulut üç parça Kanım yere aktı bulut üç parça İki gemiciynen Van Gogh’dan aşırılmış Bir kadının yüzü ha ha ha.” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:19) “Harlov birdenbire Slötkin’e bağırdı: -Ateş etsene, yalancı pehlivan. Ne diye yalnızca nişan alıyorsun? Yoksa yasayı mı düşündün? Harlov, her sözünü tarta tarta, yasa maddesini söyledi: ‘Bağış alan kimse bağışlayananın yaşamına kastederse, bağışlayan bütün bağışını geri alabilir...’ Ha, ha, ha! Korkma yasacı herif, hiçbir şeyi isteyecek değilim... Her şeyimi kendim yok edeceğim. Yallah!” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:95) “Çok geçmeden Kızılsaç da tırmanıp Chicao’nun <Çiko> yanına oturdu, yeni bir mısır yaprağı sigarası yaktı.. ‘Allah kahretsin! Çoktan içerde olabilirdik. Şimdi işin yoksa sabaha kadar bekle dur.’ ‘Ne fark eder, ha bugün, ha yarın!’ ‘Elbette, sana göre hava hoş, Joaninha nasıl olsa bekliyor seni. Ya ben? Bende şans nanay.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:10) “Nihayet, Françoise bir mum yaktı. Tam o sırada kır bekçisinin karısı Bécu kadın içeri girdi. Problemi, seziş yeteneğiyle anlamış, bir haberi, kasabanın bir ucundan öbür ucuna bir dakika içinde taşıyan o gizli kuvvetle kavramıştı. -Ne o? Nesi var zavallı adamcağızın?... Ha! Anladım, kan tutmuş, çabuk, bir iskemleye oturtun.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:144) Ha babam, de babam (çalışma) : Gece gündüz, aralıksız (çalışma) “ ‘Satıla satıla mera mı kaldı? Habire satıyoruz!. Bir uçtan da, bu yetmiyormuş gibi, bir kısım açıkgöz komşular, ha babam de babam, ucundan kıyısından kapıp kapıp tarla yapıyorlar.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:85) “Tek başına mı? Yok canım! Bu bir gecelik sıkıntı… Ertesi gün, saat yedide, Napoli karşımda! Napoli, eşsiz şehir, ‘onu görmeli, sonra ölmeli’ denildiğini işittiğim büyük kent. Ölmedim ama, aklım da başımda kalmadı. İki gündür, tabanları yağlamış, ha babam koşuyordum her yere. Müzelere, Vezüv’e, Pompei’ye, bahçelere, gezilere anıtlara, bir elimde bir dilim ekmek, öbür elimde saatim, hepsini birer lokmada yutuyorum.” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:84) “MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Bir yılın sonunda ya iflas bayrağını çekerler ya da işi başkalarına devrederler..... Dişinden tırnağından artırdığını kor sermaye diye. İki üç yıl da ha babam, de babam çalışır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61) Habar; Habar vermek : Haber; Haber vermek “Haceli köpürdü: ‘Bin ulan şu kağnıya, geçmişi boklu! Köpek eniği gibi venileyip durma benim karşımda! Yoğsam itaat etmiyon mu? Etmiyonsa habar ver. Habar ver de bi takikenin içinde görüvereyim hesabını...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105) Habe, Habe kaymak : (ROMAN) Yemek; Yemek yemek (Argo) “Kız daha ağzını açmadan Etem atıldı: -Yo, yo, yo!.. Düşmez onun şanına ki, otursun beyzadelerin yanında sofraya... O duracak şinci <şimdi> ayakta sofra bitesiye kadar... Ha, bulaşalım <başlayalım> biz habe kaymaya o dikizlesin <gözlesin> bizi ayak üstü!..” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:33) habeas corpus : (LAT.,HUK.,KOLL.) <habe’as kor’pus> : ‘Vücudunuza sahip olabilirsiniz!’ – Tutuklanıldığında, serbest kalabilmeniz için derhal mahkeme açmayı garantileyen yasa, İngiltere’de, 1679’da, Kral II. Chares tarafından çıkarılmıştı. = -Kelimesi kelimesine latince : ‘You may have the body’ : a writ of personal freedom exercised when a prisoner post bail and hearing in court (İNG.) Habeat Librarius et registrum omnium librorum ordinatum secundum facultates et auctores, reponeatque eos separatim et ordinate cum signaturis per scripturam applicatis (LAT:).) <Habeat libraryus et registrum et ordinate kum sinyaturis per skripturam aplikatis!> : Her kütüphaneci, tüm kitapların konulara ve yazarlara göre düzenlenmiş bir katoloğuna sahip olmalıdır ve onları ayrı ve yazılı işaretlere göre düzenlenmiş olarak saklamalıdır “ ‘Olağanüstü yapıtlar. Ama nasıl bir sıraya göre kaydedilmiş bu kitaplar?’ Benim bilmediğim, ama kuşkusuz Malachi’nin bildiği bir kitapta okudu: ‘Habeat Librarius et registrum omnium librorum ordinatum secundum facultates et auctores, reponeatque eos separatim et ordinate cum signaturis per scripturam applicatis’ . Nasıl oluyor da her kitabın yerini biliyorsunuz?” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:96) habeant! habeant! : (LAT.) <habent! Habent!> : Hepsi sizin olsun! Habemus pontficem : (LAT.) <habe’mus pontf’isem!> : Yeni Papa seçildi (Yeni Papa’ya sahibiz) Haberci : Ehil dilinde: Azrail “Bir arkadaşım vardı: Mahfe <deve üstü kulübe> yoldaşım, oda arkadaşımdı gurbette. O gün, her zaman yaptığı gibi, kapımdan girerek şakalaştı benimle. Ben cevap vermedim, ibadetten başımı kaldırmadım. O zaman, dostum bana dargın dargın bakarak şöyle dedi: ‘Şimdi vakit varken, konuş kardeşim Tatlı tatlı söyle de, dinleyelim... Nasıl olsa yarın Haberci gelir: Sen istemesen de, sesin kesilir.’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:27) Haber uçurma : Haber gönderme, haber verme (Argo) “-Alacak demek? -Öyle olsun... Alacak işi... Peki... Demek, sen mahpusa düşünce herif borcunu inkardan geldi. Vay kavanoz dipli dünya vay! Neden bize bir haber uçurmadın? Bak işte, buna içerledim. İnsan bir haber uçurmaz mı?” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:92) Habire, ha bire : Durmadan, ardı ardına “YALNIZLIĞIN GİZLENDİĞİ KARANLIK Cıyaklıyor yavru kedi, ufacık karanlıkta; yalnızlığın gizlendiği yerde. dövünüp duruyor ha bire yumuşak öfkesiyle yoksulluğunun.” (Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06) “DANS Yağmurun melodisi beni yaşamın dans pistine sürüklüyor. Baş döndürücü valsta ha bire dönüyorum sonsuzluk önsezisiyle. Daire içinde dönüyorum, dönüyor, dönüyorum ve damlaların ritmi doyumsuz özümü çıldırtıyor.” (Bojana Apostolova<d.1945>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.03.06) “ *** -------------------------------Acı düdük kötülüğü atıyor duman duman ha bire gökyüzüne. tüm tren garlarına yağmur yağıyor ve tüm gerçek erkeklerin üstüne.” (Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.09.08) “ ‘Satıla satıla mera mı kaldı? Habire satıyoruz!. Bir uçtan da, bu yetmiyormuş gibi, bir kısım açıkgöz komşular, ha babam de babam, ucundan kıyısından kapıp kapıp tarla yapıyorlar.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:85) “Saçma inançlara pabuç bırakacak bir insan olmadığım halde korkudan ne arkama, ne de iki yana bakabiliyor, habire yürüyordum.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:54) “DOKUZ TÜR SUSKUNLUK Dırdır ederim ha bire şiddetli fiziksel ağrılardan. Üstlenirim katılığın sır vermezliğini. Çaresini bulurum tükenmiş solukla soluksuz, yaralı Kalp-krizlerinin. Bırakırım bekleme odası suskunluğunda gövedemi.” (Finuala Dowling<d.1962>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.07.06) “The Best Western Oteli bir sıra incecik ağaçlar yuvarlak bir lamba gecede içilen son sigara kriket oynayan çocuklar karşısında bir ağacın, biri dayanmış balkona, ha bire konuşuyor cep telefonuyla.” (Alan Finlay <d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06) “Homais habire konuşuyor, orada bulunanlara bu kuruluşun gelecekteki önemini anlatıyor, döşemelerin sağlamlığını, duvarların kalınlığını tahmin ediyor: ‘Ah! ne diye yanımda bir metre getirmedim sanki, Binet de kendi işleri için yararlanırdı bundan,’ diye yazıklanıyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:113) “Derken, sıra pis pis bahis tutuşmalarına geldi. Kafalarını şarap küplerine daldırıp susamış hecindeveleri gibi durmadan, ha bire içiyorlardı. Dev gibi bir Lusitanyalı, her kolunda bir adam taşıyarak, masaları dolaşıyor, bir yandan da burun deliklerinden ateşler çıkarıyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:16) “İhtiyar gülümsedi. ‘Sayın bayım,’ dedi. ‘Sanki kendisine iyilik yapılan sizmişsiniz de iyiliği yapan benmişim gib bir manzara ortaya çıkıyor. Siz bu kadar dostça davranıyorsunuz, bense habire bundan kaçınıyorum. Nazik ziyaretiniz evim için bir şeref olacaktır.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:25) “Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Babası, dalkavukluk okulundan birinci çıkmıştı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199) “Balta girmemiş orman annemsi bir karanlığa bürünmüştü; ilkel dünyanın batağından yokoluşan ve yaradılışın kokusu yükseliyordu. Yılanlar ve timsahlar yerlerde sürünüyor, yaratıklar ırmağı kıyısız bir haznenin içine habire akıp dökülüyordu. ‘Yine resim yapacağım!’ dedi Klingsor. ‘Yarından tezi yok kolları sıvayacağım. Ama artık bu evlerin, bu insanların ve ağaçların değil, timsahların ve deniz yıldızlarının, canavarların ve erguvan rengi yılanların resmini yapacağım..... yıldız olma özlemiyle yanıp tutuşan ne varsa, doğumla, çürüyüp kokuşmayla, Tanrıyla ve ölümle ne dolup taşan varsa.’ ” (H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:177-8) “Varılmak istenen bütün amaçlara varılmış olsaydı, benim yaşamımda yine de hiçbir şey değişmeyecekti. Kolum kanadım kırık, sandalyeye bırakıyordum kendimi; kitapları, kağıtları önümden itip uzaklaştırıyor, düşüncelere dalıyor, habire düşünüp duruyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:90) “Folklor <2004> --------Yazgı. Kör talih? Ne kadar büyüğüz acep? Büyükler habire küçülmekteler Ve unutulmaktalar birilerince hep... Dünyaya yeniden gelirsek eğer... Oysa biliyoruz dirilişin boş olduğunu... Gömütlükler bitevi Balkanlarla dolu...” (Fehim Hüseyinov<d.1954>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.12.04) “PARSA Şimdi vinçler boşaltıyor Yarı insan, yarı toprak olanları Ve zafer marşları çalınıyor habire.” (Cahit Irgat<1916-1971>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:417) “Bu kurumun tüysüz üyeleri arasında arkadaşlarından daha yaşlı bir öğrenci, otuz yaşlarında, çok uzun boylu, çok zayıf, bıyıklı, gülünç tavırlı ve peygamber yüzlü, Haralambo adında bir ‘babalık’ vardı. Kenarda durur, güreşleri devamlı bir dikkatle seyreder, habire sigara içerdi. Bizim Perulu <spor hocası> ona tahammül edemez, hayli içerler ve ‘öğrenme’ sırası ona gelince, melez, adamcağızın kemiklerini kırardı.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:92) “Sabahın saat dördünde uyanın, beşinde uyanın, çıkın Diyarbakır sokaklarına; üstleri başları yırtık, sararmış yüzlü, çoğu ihtiyar bir bölük kadın göreceksiniz. Ellerinde süpürgeler, başlarında da bir belediye memuru. Habire süpürüyorlar. Ortalık toz duman içinde.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:7) “Gece Işıkları yakmayı geciktiriyorum akşam karanlığı çökerken Fakat ha bire geliyor o karanlık bütün ağırlığıyla kainatın” (Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05) “Sırtımda bir üşüme duydum. Bayan Renard habire yineliyordu: ‘Sen adam değilsin, sen adam değilsin. Damarlarında piliç kanı var.’ ” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:32) “KITTEL - Ayırın! Kurular ile yaşları. Hepsini ayırın! Haydi! İş başına! (İnsanlar iki kümeye ayrılır. Bir kısmı çamaşırları ayıklarken, ötekiler elbise yığınına katmak üzere kamyondan habire yeni parçalar getirirler. Sahnede bu insanların telaşla oraya buraya koşuştuğu görülür.” (J. Sobol, “Getto”, sa:17) “Gruşka ablasının arkasından yetişemiyor: -Çok yoruldum, diye bağırıyordu. Olguşka ise habire Mişka’ya sesleniyor, bir sağa bir sola koşturarak her yeri arıyordu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:113) “DELİ PAVLETA İLE ONUN GENÇ KARISI <Penço Slavevkov’a> <Bulutların Gölgeleri Peşinde’den> Henüz çekip bağlamadan doru atı bir yere delidolu bir yabancı yumruklayıp habire Bir avlunun kapısını, coşkuyla geldi dile: ‘Ey Aglika, hadi uyan, kapıyı aç acele!’ Kim o? -‘Korkma, güzel gelin, İstanbul’dan gelmişim, sana senin Pavleta’ndan çok selam getirmişim.’ ” (Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 17.08.06) Ha biri, ha öteki : Ya o, ya öteki; Ölümlerden ölüm beğen; Kırk katır mı kırk satır mı “İKSİON - Bu gece bir başka rüya daha gördüm. Sen de vardın, Nephele. Kentaurlarla savaşıyorduk. Bir tanrıçanın, hangisi bilmiyorum, oğlu olan bir oğlum vardı... BULUT - Yazgın belirlenmiş. Ceza görmeksizin, gözlerini dikemezsin bir tanrıçaya. İKSİON - Dorukların hakimi meşe tanrıçasına mı? BULUT - Ha biri, ha öteki, İksion, fark etmez. Ama korkma, sonunda dek seninle kalacağım.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:14-5) Habis : Kötü huylu (kimse; kanser doğalı ur) “ ‘Efendim bu elektrik işi için Parti başkanı ile Belediye reisi zatıalinizi el altından bakanlığa şikayet etmişler...’ ‘Eyy?’ ‘Köylülere baskı yapılıyor, zorla para toplanıyor diye... Ah beyefendi, siz o Hacı Yakup denilen iblisi bilmezsiniz. Ne habis, ne melun heriftir o...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42) (L’) habitude est une seconde nature : (FR.,DAVR,HUK.) <L’abi’tüd e t‘ün sö’kond natür> = Alışkanlık, ikincil bir doğallık getirebilir size = Habit becomes second nature (İNG.) Habsburg Hanedanlığı : (AVUSTU.. MYTH.) : Avusturya Arşidükü, Alman kralı ve kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Maximilian <1459-1519>, evlilik yoluyla Felemenk’i, antlaşmalar ve askeri baskıyla Macaristan ve Bohemya’yı, oğlu Philip’in <sonradan Kastilya Kralı I. Felipe> evliliğiyle de İspanya tahtını ele geçirerek Habsburg’ların Avrupa’ya egemen olmasını sağlamıştır. ........... Osmanlı İmparatorluğuna paralel, Avrupada hükümranlığını dört yüz yıla yakın sürdürmüş monarşi. Çok karmaşık bir Habsburg İmparatorluk soyu (14931740) yanında , Habsburg’ların İspanya bölümü de tarihlerinde, Macaristan, Bohemya, İngiltere, Felemenk, Bavyera, Saksonya ve yerel toplumların birbirleriyle ittifak yaptıkları, başkaldırdıkları <Otuz yıl savaşları, 1618-1648> ile oldukça sarsılmasına karşın, en son döneme şöyle girdi: İspanya’da II. Carlos’un ölümü ve hiç erkek veliaht bırakmaması dolayısıyla, Avusturya Habsburgları’nın son varisi VI. Karl, birliğin topraklarının parçalanmasını önlemek amacıyla, 1713’de bir ‘Veraset Yasası=Pragmatische Sanktion’ fermanını çıkartarak, erkek adayın var olamadığı hallerde, kadın kraliçe!nin tahta geçmesini sağlanmasını hemn hemen tüm Avrupaya kabulettirdi. Buna bağlı olarak, VI. Karl’ın, 1740’ta, ardında erkek veliaht bırakmayarak ölümünden sonra tahta kızı MARIA THERESA çıktı Buna karşıt olarak, Prusya kralı II. FRIEDRICH, Silezya’yı istila etti. Maria Theresa, yalnızca İngiltre ve Felemenk’in desteğini sağlayabildi. Ama, Avusturya Veraset Savaşları başlamış oldu: 1740-48. ‘Aix-la-Chapelle anlaşması’ (1748) ile Silezya’nın büyük bir kısmını, İtalya’da Lombardiya’nın bir bölümü, Parma ve Piacenza düklüklerini yitirdi. Tüm bunlara karşın, Lorraine dükü (1729-35) ve Toscana grandükü (1737-65) olan kocası Franz STEPHAN, 1745’de, I. FRANZ adıyla ‘Kutsal Roma-German İmparatoru’ seçildi. Böylece, Maria THERESA ve I. FRANZ’ın soyundan gelenler, HABSBURG hanedanın devamı olan Habsburg-LORRAIN hanedanını oluşturdular. 19. y.y.’ın sonlarına doğru Habsburg’lar, muhtelif olaylarla, bütünlüğünün sarsılmasına yol açan olaylarla karşılaştılar: Fransızların Meksika İmparatoru ilan ettiği (1864) Franz JOSEPH’in kardeşi MAXIMILIAN’ın 1867’de Meksika’da kurşuna dizilerek öldürülmesi; veliaht Prens RUDOLPH’un 1889’da sevgilisiyle birlikte intihar etmesi; Franz JOSEPH’in karısı Bavyera Düşesi ELIZABETH’in 1898’de bir SUİKAST sonucu öldürülmesi başlıca sayılabilir. Tüm bunlara ek olarak, Avusturya-Macaristan’ın, 1978’denberi işgal altında tuttuğu Bosna ve Hersek’i 1908’de resmen ilhak etmesi (Osmanlıların durumuyla ilgili!) Sırbistan ve Rusya’nın tepkisini çekti. İlişikiler gerginleşti. En nihayet, Macaristan veliahtı Arşidük FRANZ FERDINAND’ın 1914 Haziran’ında Bosna-Hersek’e yaptığı bir ziyarette, başkent SARAJEVO (Saraybosna)’da bir sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, malum, daha büyük devletlerin daha geniş ittifaklar yapmasına (İHTİLAF ve İTTİHAT) ve dünya haritasının, özellikle Orta Avrupa ve Balkanlar, Osmanlı İmp.’nun sınır çizgilerinde çok önemli değişiklikler yaratan I. DÜNYA SAVAŞI’nın patlamasına yol açtı. “Avusturya Arşidükü, Akman Kralı ve Kutsal roma-Germen İmparatoru I. Maximilian (M.S. 14591519), evlilik yoluyla Felemenk’i, antlaşmalar ve askeri baskıyla Macaristan ve Bohemya’yı, oğlu Philipp’in <sonradan Kastilya Kralı I. Felipe> evliliğiyle de İspanya tahtını ele geçirerek Habsburgların Avrupa’ya egemen olmasını sağlamıştır.” “1765-1790 arasında, Kutsal Roma-Germen İmparatoru olan II. Joseph <M.S. 1741-1790>, Avusturya Habsburglarının topraklarını önce annesi Maria Theresa ile birlikte, sonraları tek başına yönetmiştir. Bir ‘aydın despot’ olarak yönetsel, yasal, ekonomik ve dinsel reformlar yapmış, ama fazla başarılı olamamıştır.” “1835’ten tahtı terk ettiği 1848’e kadar Avusturya tahtında oturan I. Ferdinand <M.S. 1793-1875> ‘Müşfik Ferdinand’ lakabıyla anılır. Ferdinand’ın geri zekalı ve sar’alı olmasına karşın tahtın verasetine ilişkin ilkeleri korumakta kararlı olan babası Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Franz, onun varisliği konusunda diretmiş; Ferdinand 1830’da Macaristan Kralı olarak, 1835’te de Avusturya İmparatoru olarak taç giymiştir.” “Öğrencilerine kompozisyon ödevi verirken, (Çek Öğr. Dub) konuları mutlaka Habsburg’lardan seçerdi. İmparator Maximillian , İmparator II. Joseph, Müşfik Ferdinand, küçük sınıflardaki öğrencilerin yüreğine korku salardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:70) “İmparator Franz Joseph, elindeki dürbünle hareket halindeki tüm birlikleri izlerken hem gurulanıyor hem de hüzünleniyordu. Onlara sahip olduğu için gurur fakat yavaş yavaş yitirmeye başladığı için de hüzün duyuyordu. Ordusunun parçalandığını, kocaman imparatorluğunu oluşturan değişik halk topluluklarına geçtiğini artık biliyordu. Onun gözünde Habsburg sülalesinin kocaman, altın güneşi batmaya, parçalanmaya, çok sayıda küçük güneşçikler ve bağımsız yıldızlar, bağımsız uluslar doğurmaya hazırlanıyordu.” (Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:281) Hacamat, Hacamat şişeleri : Tıbbın daha modernleşmediği devirlerde, hatta benim çocukluğumda (İ.E.) ateşli ya da intani <enfeksiyöz> hastalıklarda (Zatürree-Pnömoni), zehirlenmelerde (Böcek, yılan sokması), evde, eli yatkın olarak sırtıma, kolumuza bıçakla çizgiler çizerek vantuz işini yaparak boynuz, bardak ya da çay kupalarıyla, hatta şişe ile kan çekme işi Bk.: Sırtına şişe çekmek “Kıvırcık anlatırken gözlerini kocaman açıyor, ‘Yaklaşacağını bile düşünemedim, Boa, aklım o kadar başka yerlerde ki. Jaguar’ın cesetlerle, Şair’le ilgili söylediklerini düşünüyordum, sonra baktım doğrudan bize yaklaşıyor Boa, dimdik de bakıyor,’ diyordu. Bana baksana kancık, senin dilin niçin hep böyle sıcak? Çocukken annemin sırtıma yapıştırdığı hacamat şişelerini hatırlatıyor bana.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:318) Hacat, Hacatlarında çıbanlar çıksın : Kıç, abdest yapılan yer; ‘Kıç’larında çıban olsun’ istemiyle söylenen bir ilenç “Irazca’ya, Bayram’a, Haçça’ya kızıyordu. Anlıyordu ki duydukları gerçektir. Böyle bir şeyin aslı vardır. Fakat Irazca’ya açık açık diyemiyordu: ‘Elleri gırılsın. Hacatlarında çıbanlar çıksın. Çıbanlarına gurt atsın. Amadımıza böyle edenler yedi milletin içinde irezil olsunlar. Enselerine yıldırımlar düşsün. İmansuz Guransız gitsinler. Allahın onlara verdiği can, yedirip içirdiği nimet, soludukları soluk, gördükleri güneş, külliyen haram olsun.’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:71) Haccac (Yusuf oğlu, ‘zalim’) : (ARAP MYTH.): Emevilerden Abdülmelik’in meşhur veziri. Irak ve Hicaz valisi olmuş, Mekke hatta Kabe’yi yakıp yıkmıştır. Binlerce insanı hunharca öldürdüğü için ‘zalim’ lakabıyla anılır “Bağdat’ta duası geçer olduğu söylenen bir derviş vardı. Bir gün, Yusuf oğlu Haccac, ki çok zalimdi, dervişi yanına çağırıp: ‘Bana hayır dua et!’ dedi. Derviş de: ‘Tanrım,’ dedi, ‘al şunun canını!’ Haccac: ‘Bu ne biçim dua?’ diye öfkelenince, derviş cevap verdi: ‘Hem senin için, hem Müslümanlar için en hayırlı dua budur!’ ‘Ey halkı inciten güç sahibi Sanma bu pazarın sözmez ateşi! Nene gerek senin dünyayı tutmak? Zulmedeceksen, öl git, daha iyi!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:52-3) Hacet; Hacete gitmek; Hacet görmek, olmak : Büyük abdest; büyük abdest gereksinimini gidermek; Lüzum hasıl olmak; Gereksinim, her hangi bir iş, yardım için gereksinimi olmak “Hafta sonu dolayısıyla evin kızı izinli olduğundan, tuvalet, Hasan’ın kullanımından sonra temizlenmemişti. Büyük abi de tesadüfen hacet görmek için içeri girdiğinde yine küplere binmiş, fakat akabinde sinsi bir gülüşle, ‘Ulan kürdo... Ben bugün senin hakkından geleceğim!’’ demişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:170-1) “Elini pantolon cebine soktu, tomarla çıkardığı paralardan bir kısmını Akyazılı’nın avucuna sıkıştırırken: -Ağlama, dedi. Bir ayağım burada. Ne hacetin olursa bana, doğrudan doğruya bana bildir. İşlerim dolayısıyla belki sık sık uğrayamam. Fakat, bacanağım burada, ona söyle, bana haber yollar o!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:185) “Ali Osman Reis, ustası Kara Yani Reisin türlü hünerlerini, ıncığını cıncığını anlattıktan sonra ayağa kalktı: ‘Poyraz Musa kardaş, hoş gelip safalar getirmişsin… Bir hacetin olursa başımız üstüne. Adan sana kutlu, mutlu olsun.’ ‘Sağ ol Osman Reis. Gene beklerim.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:168) “İnce Memed: ‘Kamer Ana,’ dedi, ‘pilava hacet yok şu gece yarısı. Hazırda ne varsa...’ ‘Ben sana şahinim acından ölüyor demedim mi? Şu tarhanayı ısıtsana.’ Ocaktaki tencereyi gösterdi. Kamer Ana hemen saçayağını koydu, tencereyi ateşe vurdu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:22) “-... Ben şimdicik buna yirmi lira vereyim. Murat Bey oğlumuz, hacetinin yirmi liralığını görsün! Gerisine Allah Kerim!..” -Yirmi lira hacet görmüyor ki, Halim Efendi... Bize bir iyilik edecekseniz, en az otuz beş lirayı gözden çıkarmalısınız!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:234) Hacet istemek : İstekte bulunmak, arzusunu belirtmek, sevgi ve şefkat dileği “Tevfik’in çocuk ruhu, cücenin çarpık ve zavallı, çaresiz vücudu, hacet isteyen, sevgi bekleyen iki zavallı kimsesiz... Rabia ikisine birden sahip çıktı.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:89) Hacı : (DİN) : Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük dinin peygamber ya da azizlerini, kutsal sayılan bazı mekanları ya da (Jerusalem, Roma, Medine) gömütlerini ziyaret eden kişi Bk.: Hac yolculuğu “San Tiago, İber Yarımadası’nda, bir çobanın bir gece bir tarlanın üstünde parlak bir yıldız gördüğü yere gömülmüştü. Söylenceye göre, yalnızca San Tiago değil, Hz. İsa’nın ölümünden sonra Bakire Meryem de oraya gitmiş, İncil’in müjdesini taşıyarak insanlara din değiştirmeyi öğütlemişti. Gel zaman git zaman Compostella -yıldız tarlası- adı verilen bu yerde kurulan Hıristiyan dünyasının dört bir yanından insanlar ziyaret etmeye başlamışlardı. Hacı denen bu insanların simgesi denizkabuğuydu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:27-8) Hacıağa : Rasgele bol para sarfeden, sonradan engin olmuş, kültürsüz kimse (İkinci Dünya Savaşı sıralarında türemiş bir Argo) “ANTONIO - Hayır.. Hayır.. Olamaz.. Ben.. Benim arabam o.. Bütün bu hikayede ben de suç ortağı oluyorum, öyle mi? Belki de çetenin başı. Bir teröristtim belki de! Bir daha yabancılara yardım edersem ne olayım! Sen kalk, hacıağanın birini kurtar, hem de masasındaki havyar eksilmesin diye binlerce işçiyi yakan bir herifi.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:13) “Beş yıl, bütün çılgınlıklariyle, sonradan görmüşlüğün en kaba, zevksiz, gülünç sahneleriyle bu hayat böyle sürdü... Son aylarda idi, Nebile bir delikanlıya gönül verdi; fakat nişanı bu sefer erkek tarafı bozmuştu. Çünkü hacıağanın, birçokları gibi ancak sermayesini kurtarıp memleket yolunu tutacağını öğrenmeyen kalmamıştı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:180) “Bizler kaybetmekte olduğumuz mallarımızı, mülklerimizi, ayrıcalık ve rahatlıklarımızıı Batılaşmış olduğumuz için hak ediyorsak pek çok manevi konuda şoförler ve aşçılar gibi düşünen ve askeri darbe kışkırtıcılığı yapan bazı solcuların ‘hacıağa’ dediği bu kişilerin zenginliği nasıl açıklanacaktı?” (O. Pamuk, “İstanbul, sa:175) Haciz, Haciz koymak : Mukaveleyle anlaşma yapıp da herhangi bir ödeme zamanında yapılmazsa, iş dünyasında, resmi makamların, birinin malına mülküne koydukları ambargo “Homais şaşkınlıkla geriledi. Kadın da üç basamak merdiveni inip onun kulağına fısıldadı: ‘Nasıl? Haberiniz yok mu?’ dedi. ‘Bu hafta haciz koyacaklar. Lheureux <Lörö> satıyor dükkanı. Senetleri üst üste dayayıp adamın canına okudu.’….. Hancı kadın da işin içyüzünü anlatmaya başladı. Olayı Guillaumin’in uşağı Theodore’dan öğrenmişti. Tellier’yi hiç sevmemekle beraber, yine de de haczi koyduran L’Heureux’yü ayıplıyordu: İçinden pazarlıklı, alçak bir herifti bu Lheureux.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:149) Hack’lemek : Son birkaç yıldır, birtakım Bilgisayar ve Internet kurtlarının, global ekonomiyi etkileyebileck derinlikte kahraman olmak gayretiyle büyük şirketlerin, bankalraın hatta bazı devlertlerin sırlarını -banka işlemleri, mali programları ve planlarını internet oyunları ile okuyarak (daha doğrusu çalarak) enternasyonal alanlara yayma işlemi; Gizli vesikaları internet yoluyla çalmak “Alice işe girdiği gün, Paul’la Linda, telefonla konuşurken duyacağı tıkırdılardan rahatsız olmamasını söylediler. PEN (Bk!) < Poets and Publishers, essayists and editors kurumu>’in telefonları dinleniyordu, ayrıca hem ABD, hem de Çin hükümetleri PEN Bilgisayarlarını hack’lemişlerdi.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:208) Hac yolculuğu : Herhangi bir dine mensup bir kimsenin, o dinin kabul ettiği Hac merkezlerini ziyaret ederek ‘Hacı’ olma işlemi. Bu bir Musevi için Kudüs, bir Hıristiyan için Roma ve bir Müslüman için Kabe-Medine olabilir. “Hac, İslam’ın beş şartından biridir. Haccın ‘farz’ oluşu kitap <Kuran>, sünnet <Peygamberin ‘yapabilirsen yap’ dediği> ve icma <değişik şeyleri düzenlemek için bir araya getirme; insan, fakih <din bilimcisi) icma <düzelecek şeyleri, bir araya gelip mümin’de ‘doğrı’yu geliştirmek için bilgi edinmesi> ile sabittir. Hac, kendilerine farz olan Müslümanların, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için, hac fiillerini, hac günlerinde ve belli mekanlarda <yerlerde>, usulüne uygun olarak yerine getirmeleridir. Hac, yılda bir defa dünya Müslümanlarını bir araya getirir. Ülkeleri, dilleri ve renkleri ayrı olan Müslümanların, aynı amaç için bir araya gelmeleri, hep birlikte Allah’a yönelmeleri, ibadet edip O’ndan af ve bağış dilemeleri ruhları arındırır, İslam kardeşliğini güçlendirir. ‘Hac şunlara farzdır <şart’tır> : Müslüman, aklı başında, erginlik çağına gelmiş, hür, asli ihtiyaçtan başka hacca gidip dönünceye kadar kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerinin geçimlerini sağlayacak kadar bir maddi güce sahip olan, sağlığı elverişli olanlara farz’dır. ‘Hac’cın ‘farz’ları nelerdir : 1) İhram’a girmek <Hacıların giydiği dikişsiz elbise; Arapların büründükleri büyük yün çarşaf; Yere ya da sedire serilen yün yaygı>; 2) Arafat’ta vakfe <Duraklamak, hacıların bir yerde durmalarıyla yapılan hareket> yapmak, 3) Kabe’yi tavaf etmek (etrafında dolaşmak> ‘Medine-i Münevvere’ye giden kimse, Peygamberimizin kabrini ve mescidini ziyaret etmeye niyetlenmelidir. Yolda sık sık salat ve selam okunmalı, Medine-i Münevvere’ ye girerken de Tanrı’ya, ‘gireceğim yere dürüstlükle girmemi ve dürüstlükle çıkmamaı sağla’ diye ‘İsra’ (:80 ) ayet-i kerimesini okumalıdır. ‘Mescidi- Nebi’ye girince iki rekat namaz kılmalı, varsa, bilinen anılar hatırlanmalıdır. ‘Daha sonra, Kabr-i Şerif ziyaret edilmeli, kabrin 2-3 metre uzağında, edep ve huşu içinde durmalı, o şanı yüce Peygamberin nurlu bakışlarının kendisine yöneldiğini, selamını alacağını, dualarını işiteceğini düşünerek; “Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketi senin olsun ey Allah elçisi! Selam sana ey Efendim, ey Allah’ın resulü! ‘Sana selam olsun ey Allah dostur!’ diyerek onu selamlamalıdır... . ‘Ziyaretçi, Medine ziyareti günlerinde beş vakit namazını Mescid-i Nebi’ <Peygamberin Mescidi>de kılmalı; boş vakitlerini ‘kaza namazı’ kılarak, Kur’an okuyarak, tövbe,istiğfar ve dua ederek değerlendirmelidir. Medine-i Münevvere’den ayrılma zamanı gelince, mescide girip iki rekat namaz kılmalı, son ziyaretini yapmalı, dua ederek ayrılmalıdır.’ ” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:265-269) “.... (Goldmund’un yeni tanıştığı) bu arkadaş, bir hac yolculuğuna çıkmıştı, Roma’ya gidiyordu; sırtında cüppe, başında hacı şapkasıyla genç biriydi, adı Robert idi ve Konstanz Gölü kıyısında bir kentten gelmekteydi. Bir zanaatkar babanın oğlu olup, Ermiş Gallus rahiplerinden ders görmüş, daha çocukken Roma’ya bir hac yolculuğu yapmayı aklına koymuş, hep bu düşünceye gönül verip kafasında yaşatmış onu ve şimdi karşısına çıkan ilk fırsattan yararlanarak gerçekleştirmeye koyulmuştu.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:235) Haç; Haça gerilme; Haça tapmak, Haç işareti yapmak; Kutsal haç: Hıristiyan dininin, Hz. İsa’nın -haç şeklindeki çarmıha gerilmesi nedeniyle- temsilcisi; çapraz metal ya da ahşap, genellikle boyna takılan nesne “HAÇA GERİLME - I. Bu büyük anı yüceltti melekler korosu, Ve ateş, yedi kat göğü yalayıp yuttu. Baba’ya dedi ki: ‘Niçin bıraktın beni!’ Ana’ya döndü: ‘Sakın benim için ağlama’...” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:88) “Tanımlamaya Prelüd’ler - XI Mistisism, ama vermeyin bize sözler, melekler, ama vermeyin bize düşlemler kiliseler, ama vermeyin bize amentüler, ne ölü tanrılar asılsın haçların üstünde bir dükkanda, ne de tesbih taneleri, ne de dualar, ne de iman, ne de günah, ne de kefaret: ve ama, izin verin inanmamamıza, izin verin inanmamamıza.” (Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02) “Yağmur yağdı, toprağın ememediği sular hendekleri doldurdu. Büyük ırmaklarla birleşince şahane nehre <Arno nehri> doğru öyle şiddetle boşandı ki onu hiçbir şey durduramadı. Kabaran Archiano soğuktan kaskatı kesilmiş cesedimi nehrin denize kavuştuğu hizada buldu, onu Arno’ya sürükledi ve acıya yenildiğim sırada, göğsümün üzerinde kollarımla yapmış olduğum haçı çözdü.” ..... “ON DÖRDÜNCÜ ŞİİR: Kıyamet gününden sonra Cennetteki ruhların durumlarının ne olacağına dair Süleyman peygamberin yaptığı açıklamayı dinledikten sonra Beatrice ile Dante Merih Gök’üne çıkarlar. Dante, gökün öteki katlarında olduğu gibi buraya da farkında olmadan yükselmiştir. Savaşarak din uğrunda canlarını vermiş olanların ruhları, parıl parıl yanan bir haç yapacak şekilde dizilmişlerdir. (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:40-1; Cilt:III, ‘Cennet’, sa:105) “Her zamanki gibi uzun, siyah bir palto giymiş, geniş kenarlı şapkasını yüzüne iyice indirmişti. Kör gözü lacivert bir çukur, diğer gözünde ise tozdan sarı bir parıltı vardı. Bana doğru baktı ve gülerken ulur gibi bir ses çıkardı. Sarhoş olduğunu düşündüm. ‘Melun!’ diyerek bana sövdü. ‘Sefil!’ ‘Jesus, Maria y José!’ diye bağırmak cesaretini bularak baş parmağımı işaret parmağımın üstüne koyup haç işareti yaptım ve kötülüğü uzaklaştırmak için onun yüzüne doğru tuttum.” (Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:223) “FENERLER --------------Rembrand, yalnız bir büyük haçla süslenen, Fısıltılar dolu, soğuk sayrılarevi, Gözyaşlı dualar taşar süprüntülerden, Birdenbire gelip geçer bir kış alevi.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37) “ELEJİ <1870> -------öfkeli halk gösteriyor gizlice, kaputlu safını seçkin türlerin, güdülen cüppeli bakar körlerce. Halk gösteriyor, kan revan içinde kızıl ter suluyor mezar taşını; saplanmış bir haç var canlı etinde kemirilmiş kemikleri küf yiyor karayılan emmişse de naşını yerli ve yabancı hala emiyor.” (Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.02.06) “Limana bakan taraftaki panjurları sıkı sıkıya kapatılmış olan evin serin ve hüzünlü loşluğu, dışarıdaki yakıcı güneşin ve lokantalardan gelen kahkahaların tınısıyla tam bir tezat oluşturuyordu. ‘Yine geldi bu gürültücü turistler!’ diye mırıldandı Maria aksi aksi. Oturmakta olduğu koltuktan yavaşça doğrulup, ucunda küçücük bir haç olan tesbihine uzandı.” (Pelin Böke, “Mübadele Öyküleri-Dua”, sa:95) “Gül Haçlılar öğretisine göre, tarikat ‘eskilerin ezoterik <içrekçilik, batınilik> gerçekleri üzerine kurulmuştur.’ Manevi dünyaya ışık tutan bu gerçeklerin, ‘sıradan insanlardan saklı tutulması’ gerekiyordu. Yıllar içinde kardeşliğin sembolü süslü bir haçın üstündeki gonca güle dönüşmüş olsa da, ilk başta sade bir haçın üstündeki noktalı bir çemberdi, yani en basit haç betimlemesinin üstündeki en basit gül betimlemesiydi.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:340) “...Bu şekilde düzen içindeyiz biz... Adalet masumluktan, birisi haç üzerinde, birisi öteki duvar dolabında olmak üzere, kesin biçimde ayrı olduğundan, ben inançlara göre çalışmakta özgürüm. Onca sıkıntı ve çelişkilerden sonra edindiğim o güç cezaevi yargıçlığı mesleğimi vicdan rahatlığıyla yürütebilirim ve madem ki gidiyorsunuz, bu mesleğin ne olduğunu artık size söylemenin zamanı geldi.” (A. Camus, “Düşüş”, sa:88) “... Hıristiyanlar da birinci binyılda üç yolu kutsal sayıyorlardı. Bu yolları aşanların kutsandığına ve günahlarının bağışlandığına inanılılıyordu. Birinci yol, Aziz Petrus’un Roma’daki mezarına giden yoldu; bu yolda gidenlere Gezginler deniyordu ve bunlar haçı, simgeleri kabul ediyorlardı.”..... “Birden, sanki sihirli bir el değdi, sis tümden kalktı. Ve karşımda, dağın doruğında bir haç belirdi...... İçimde dua etmek için karşı konulmaz bir istek belirdi. Tricastela’ya dolambaçlı bir yoldan gitmek zorunda kalacağımı bile bile, doruğa tırmanıp haçın dibinde dua etmeye karar verdim..... Birden bütün o sınavlar, dövüşler, dersler ve hac yolculuğundan bitkin düşmüş olduğumu fark ettim. Midemde korkunç bir ağrı hissettim, ağrı boğazıma kadar yükseldi, kupkuru hıçkırıklara dönüştü. Kuzuyla haçın görüntüsü karşısında sarsılmış, orada kalakalmıştım. Bu haçı yerinden kaldırıp dikmem gerekmiyordu; karşımda, bir başına ve olanca görkemiyle, zamana ve hava koşullarının etkilerine direnerek öyle duruyordu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:27;208-10) “ST. PETERSBURG, JUNI 1997 ------------------------Orda burda parlak soğan kubbeler altında tek tük insanlar ölmüş yatıyor, alkol ya da din içinde. Siyah giysili bir teyze dizleri üstüne çökmüş başını vuruyor yola sımsıkı tutarken ellerinde bir haçı. Merkez Komitesinin yerine mi geçti Tanrı?” (Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03) “GECEYDİ GÜN Havalanıverdi ırmağın dibine Abanoz taşlar altın demir teller ve kolsuz haç. Her şey hiçbir şey. Aşkla nefret ediyorum ondan herkesler gibi. Ölü tutam tutam boşluk çekiyordu ciğerlerine.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:30) “BALKANİADA -------------------Haç, hilal, çarmıha geriliş Balkan sabahlarının bulanık tarih girdaplarına ışık saçan yabası.” (Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.12.02) “GUADALQUİVİR KIYISINDA ÖĞLE SONRASI Oysa mutluluk... Yere bir haç yap: Burada mutluydum. Hiçbir nedeni yoktu, mutluluk için sebep gerekmez. Guadalquivir kıyısında öğleden sonra, köprü güneşle dolu, kendi kendine havayla dans ediyorsun bayram da değil.” (Hilde Domin<1909-2006>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.06.09) “ ‘Bu papazlar arasında Halkedon’lu Zosimos diye biri vardı. Çok zayıf yüzünden etkilendim, yakut gibi parlayan gözleri hiç durmadan fıldır fıldır dönüyor ve kocaman kara sakalını ve upuzun saçlarını aydınlatıyordu. Konuştuğu zaman, sanki yüzünden iki karış uzakta kanamakta olan İsa’nın üzerinde öldüğü haçla söyleşir gibiydi.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:224) “ ‘Evet, sanırım eğleneceğiz,’ dedi üstadım, büyük bir neşeyle. Ubertino ona beliirsiz bir gülümseyişle baktı. ‘Siz İngilizler’in ne zaman ciddi konuştuklarını hiç anlamıyorum. Böylesine ciddi bir konuda eğlenecek bir şey göremiyorum ben. Tarikatın varlığı tehlikede, senin tarikatının, yüreğimin derinliklerinde, hala benim de tarikatımın........... Ah, Efendimiz, kilise kimlerin eline kaldı.’ Başını sunağa doğru çevirdi. ‘Orospu’ya dönmüş, sıcakta gevşeyen bir yılan gibi kösnü içinde kıvranoyor! Haç’ın ‘lignum vitae’si <LAT. ‘linyum vite= yaşam odunu> nasıl odunsa, öyle odundan yapılmış olan, Beytlehem’deki ahırın çıplak arılığından, altın ve taş şenliğine! Bak, şuraya bak; kapıyı gördün! İmgelerin kendini beğenmişliğinden kurtuluş yoktur! Deccal’in günleri yakındır; korkuyorum, William!’ ---------------------------------------“Ubertino gibi söylence olmuş bir kişiyle beni üstadım tanıştırmış, yaşlı adam, sıcak, neredeyse ateşli eliyle yanağımı okşamıştı..... Paris’te okumasına karşın, tanrıbilimsel kuramlardan çekilerek, kendisinin, tövbekar Magdalena’nın kimliğine girdiğini kurduğu sıralarda, daha gençliğinden başlayarak, onu yakıp tüketmiş olan gizemsel ateşi anlıyordum; sonra onun, kendisine gizemsel yaşamın zenginliklerini ve haça tapmayı öğreten Foligno’luu Ermiş Angela ile kurduğu yoğun ilişkileri ve üstlerinin vaazlarının ateşliliğinden kaygıya kapılarak onu Verna’ya çekilmeye zorlamalarının nedenini anlıyordum.” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:81;87-8) “EĞER <İmparatoru Olmayan Ülke - 1976> ------Eğer dünya sonsuz bir kışla ise Ey sinekler, ey fareler, ey mezar kazıcılar, zafer sizindir Siz itaat ve pişmanlık silahını kazandınız Sevgilinizin göğsü sayısız haçla bezenecek” “Eizo Hanada<d.1929>-İnan Öner; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.05.04) “Emma ona bakarak omuzlarını silkiyordu. Ne diye sanki, geceleri kitapların üzerine kapanıp sessiz sessiz, harıl harıl çalışan bir kocası yoktu? Hiç değilse böyleleri, altmış yaşlarına ulaşıp romatizmadan kıvranmaya başlayınca kötü dikilmiş siyah giysilerinin yakasında haç biçimi bir nişan taşırlardı.” (G. Flaubert, “Madam Flaubert”, sa:69-70) “Kilisenin çevresini mezarlık, evin çevresini ise bir bahçe çevreliyor. Kilisenin kulesinde çan sesleri duyuluyor. Rahibin bacasından da mavi duman yükseliyor. Ölülerin bahçesinde beyaz çiçekler açmış. Rahibin bahçesinde zerzevat yetişiyor. Mezarlıkta haçlar, bahçede bir heykel, dinlenen bir geyik ve bir mantar var.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:52) “MUİN BESİSSO’YA AĞIT Şairler uzakta ölür, yalnız Kalbinde ve gözlerinde Filistin Kanayıp çiçeklenir ömür boyu Haç çizilir sürülmeden terk edilen talan tarlada Ve kavim göğün dokuzuncu katında terk edilir” (Salım Jabran<d.1938>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04) “ ‘Hey be dedeciğim, hey!’ dedi. ‘Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan korkmaz adam, Ayios-Tafos’a <Kutsal Mezar: Hz. İsa’nın gömülü olduğu yer> gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı kimbilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir adam olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana Ayios-Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekar olan dedem ise: ‘Nasıl getirmem, sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile şarap de getiriver gayri.’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:215) “Kasayı açarken telaşlı hareketlerim yavaşladı. Gerdanlığı törensel bir havayla, sarılı olduğu bordo kadifeden çıkardım. Kadifenin içinde duran küçük haç da elimdeydi. Onu kasaya bıraktım. Gerdanlığın üzerindeki elmas ve yakutlar güneş gibi parıldıyordu. Sonra aynanın önünde onu boynuma takıp seyrettim.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:65) “ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ ----------------------------------------Geleceğin çocukları için zincirler döğen Bir milyon marangoz Haçsız tabutlar çakan Ve sadece bir yas kalabalığı Baloya az kala düğmelerini çözen, Diyorum, güvercini aşağılayan o adam konuşmalıdır” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:70) “Bunca yıldır tanıdıkları salona, yabancı bir mekana girer gibi girdiler. Salonu bir kez tavaf ettikten sonra yemliğin içinde yatan ve haç işareti yapıyormuş izlenimini veren balmumundan yapılmış bebek İsa’nın önünden birer birer geçtiler ve masaların üstündeki armağanlara bir göz attıktan sonra herkes kendisine ayrılmış yere gidip sessizce beklemeye başladı.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:470) “Vadideki Ağaç 1. ------------------Tıpkı haç gibi durur öyle çırılçıplak toprağa mıhlanmış insan gibidir sanırsın karşında gülen ölüdür bir toprak ağız ve bir taş gövde” (Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05) “Portakal Ağacı “YAŞAM ----------Baston, astım, göğüs güm güm, saç baş harap, kalp nafile, bir oturak, bir de albüm, huzurevi ve sair. Mirasçılar bulut bulut ve bir çukur en son çare haç ve çiçek, bir de tabut” (Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.03.07) “ORTA BOHEMYA MANZARASI -------------------------------------------Yeni ormanın ta üstünde parlıyor kilise kulesinden kızıl altın renkli haç ladinlerin arasından yükseliyor korucu evi;ve hepsinin üstünde bir taç gibi gökkubbe, duru ve mavi” (Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.06.03) “Kilise tamamen çıplak kalınca, <Aziz Antonio>, bu kez Aziz Antonio’nun heykelinin yanına varmış, davranmış heykeli soymaya, halesi ve haçını kaybeden zavallı aziz, eğer cezanın pek abartılı olduğunu düşünen rahipler yetişmeseymiş yardıma, elindeki Bebek İsa’dan da olacakmış. Öfkeden çılgına dönen rahip ikna olmuş en azından Bebek İsa’yı azizin kucağında bırakmaya.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:19) “Vitraylar, payanda kemerleri, kabartmalı kapılar, koro şarkıları, tahta ya da taş haçlar, manzum Derin Düşünceler ya da şiirsel Uyumlar; evet bütün bu Sanat ve Edebiyat ürünleri, doğrudan doğruya Tanrısal-olana götürüyordu bizi. Doğa güzelliklerini bunlara eklemek de işin cabasıydı. Aynı soluk, Tanrının eserlerini ve insanın yaptığı eserleri şekillendiriyordu; aynı gökkuşağı, çağlayanların köpüğünde parıldıyor, Flaubert’in satırları arasında yansıyor, Rembrandt’ın ışık-gölge üslubu yapıtlarında yanıp sönüyordu; Yüce Ruhtu bu.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45) “GÖLGE VE HAÇ 1 ----------------------Ben gölgesiz yaşarım... haçsız Bu gölge mutluluğumu çalar Gölgesiyle kim yaşar ve haça doğru yürürse, yolun sınunda Hüznünü asar, gözlerindeki rimel parlamadan” (Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.22.07) “Kötü Düşler ---------------- Rüzgar dikenleri savururken ovada birdenbire dehşet içinde duraksadığı o küflü gömütlüğün ortasına; eğri büğrü haçların altında belleğimizin dinlendiği; gizli bir delikten ölüm akıtan o yere, azgın namluların narin geleceğimize göz diktiği o yere gideceğim.” (Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07) “ACİLEN ----------Yazgısına terk edemem Darfur’u bırakamam onu haç ve hilal canavarının elinde. Uzat kendini Darfur’a doğru, ey Deniz söndür alevini haç ve hilalin söndür terörün öfkeli dillerini haç ve hilal yamyamını boğuver.” (E. Egya Sule<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.07.09) “Dağlarda ya da kırlarda gezerken rastladığım terk edilmiş köy kiliselerine girdiğimde gerçekten benzersiz bir heyecana kapılırdım. Hele bir tanesini hiç unutmam: Soluk duvarları, çıplak bir mihrabı, arkada asılı tahtadan basit bir haç vardı. Ansızın, kırık pencereden içeriye serçeler doluştu ve gagalarıyla samanlarla duvardaki ‘İsa’nın Çarmıha Yürüyüşü’ kabartmasının üzerine yapmaya başladıkları yuvalarını tamamladılar.” (S. Tamaro, “Daha çok ateş, daha çok rüzgar”, sa:60) “Odası serindi, ama sıcaktan patlayacak gibi oluyordu o. Pencerenin iki kanadını da açıp, önündeki masanın üzerine oturdu. Karla örtülü bir damın ötesinde zincir oymalı bir haç, onun üstünde de sarımtrak ışıklı Capelle yıldızıyla Arabacı takın yıldızı üçgeni görünüyordu..... soğuk havayı gene ciğerlerine doldurmak, bu sessiz, ama onun için büyük anlamı olan görkemli haçı, ta yukarılaraki parlak sarı yıldızı seyretmek için pencerenin önündeki masanın üzerine oturdu gene.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:764) “ANA’YA YÖNELİK DUA Mezarıma gel, haç üzerindeki adımı sıvazla, gezdirerek nazik parmaklarını, bir iki dakika düşün - nedir seni var eden ve ben dirileceğim, ruhen ve bedenen, sağ olacağım bir iki dakika, belki günlerce kısacası, beni düşündüğün sürece.” (Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07) “ ‘Müdüre bak. Vay be, amma da gülünç. Kalıp gibi her şeyi, tepeden tırnağa kapkara, pırıl pırıl her şeyi, parkta bir heykel gibi. Yeleğinin, gergin, davul gibi yeleğinin yanında, bir haç asılı.’ ” ........... “ ‘İşte bunu seviyorum, usulca sallanarak, ama kendiliğinden bir güçle Dr. Crane’in kürsüye çıkışını, pirinçten yapılma kartalın sırtına yayılmış, İncil’den dersi okuyuşunu. Sevinçle doluyor içim; yüreğimi kabartıyor gösterişli gövdesi, yetkisi. Kıvrık kıvrım dönen toz bulutları seriyor benim ürkek, alçakça bulandırılmış bilincime - nasıl dans etmiştik yılbaşı ağacının çevresinde, beni unutmuşlardı paketler verirken birbirlerine, şişman kadın ‘Bu küçüğün armağanı yok’ demişti, ağacın tepesinden bana parlak bir İngiliz bayrağı vermişti, ben öfkeden ağlamıştım, acınarak anımsandığım için. Şimdi Crane’in yetkisi, onun haçı yatıştırıyor hepsini, altımdaki toprağı duyuyorum...’ ” (V. Woolf, “Dalgalar”, sa:25;26) “ ‘Bir de şemsiye ayarlamak tabii,’ dedi ağabeyi. Lucy kızardı. İnancına yine taş atmıştı ağabeyi. O ‘dua’dan söz ederken, ‘şemsiye’yi yapıştırıvermişti. Haçını gizledi azıcık parmaklarıyla. Sindi, pustu; gelgelelim bir dakika sonra neşeyle haykırdı: ‘Bakın geliyorlar, bizimkiler-canlarım benim!’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27) Haçan : Ne zaman ki, vakta ki, ne vakit, bir bakarsın; Hangi (ROMAN dilinde) (Argo) “Yükseklerde şahin gibi süzülür Enginlerde turna gibi düzülür Haçan dostu ansam gönlüm üzülür Şimdi döndüm düzen tutmaz tele ben” (Dadaloğlu-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:571) “Allah eksik etmesin, gündüzler, çoluk çocuk gailesi var. Haçan bu vakit olur, çocuklar uyurlar, bir kasvettir basar beni. Yalnızlık bir Allahü Teala’ya mahsustur öyle değil mi hemşireceğim?” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:151) “Ensesi, yanları kahve renkli saçlarla örtülü ve ön tarafı uzunca perçemli olduğu halde tepesi ustura ile kazınmış başına elle vurarak: -Bacamız yok ta ona sebep tütmez! Haçan olsaydı buracıkta bir baca, sen görürdün nasıl tüterdi dumanım o zaman!... -Arkadaşa dönerek- Yine huylandı damarcıklarım bu avşam <akşam>... Ah, şinci <şimdi> olsaydı birazıcık piriz de, kaysaydık ona şuracıkta tatlı tatlı? Hani ya, getirmedin mi bu avşam kemançeni <keman> birlikte?...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:24-5) Haç çıkarmak : Hz. İsa ya da Meryem’den yardım istendiğinde cepteki ya da boyundaki haç’ın (sanem) ele alınması ve birlikte dua edilmesi Bk.: Istavroz çıkarmak “Çingene için her rüya, özellikle vakti yakın hamile kadın rüyası mutlak bir anlam ifade eder. Mutlak çıkar. -Rüyamda beyaz sarıklı, koskocaman birini görüyorum. -Tövbe estağfurullah. Rakım ve Penbe yakalarına tükürdüler, kapıda duran aşçı kadın haç çıkardı.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:442) “Babam ilk kez dönüp mutfak kapısına baktı. Işıkta birbirine sarılmış iki siluet, annemle Ultima duruyordu. Babam sonra dönüp Narciso’ya baktı. Eski arkadaşına güveniyordu. ‘Saygı göstereceğim,’ dedi babam kısaca. Haç çıkardım. Ultima’nın kutsal haçın oradan geçeceğine hiç şüphem yoktu..... ‘Saygı göstereceğim’ diye geveledi. Başka şansı yoktu.” (R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:160-1) “Ama bunda pek alışılmadık bir şey yoktu, yemek vagonundaki garsonu kandırıp birkaç şişe viski getirtmemde de alışılmadık bir şey yoktu; alışılmadık olan, bizden bilet parası alan biletçilerin yetenekleriydi; aynı anda dört işi birden görüyordu: haç çıkarıyordu (dua edilirken), gazete okuyordu, sigara içiyor ve para topluyordu, bütün bunları aynı zamanda yapıyordu hem de.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:145) “Bu sırada yerde yatan rahip de kalkmış, katırına binmiş, hayli uzaktan, korku içinde, olup biteni izleyen arkadaşının yanına gitmişti. Bir araya gelir gelmez, oyalanmadan, katırlarını sürdüler, artlarından atlı kovalıyormuşcasına kaçıp gittiler; bir yandan da, ara vermeden haç çıkarıyorlardı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53) “Rahip, ‘... Öteki kasabalarda yağmur yağar, hasat iyi olursa, bizim ambarlar da dolar. Komşu kasabalarda olmamış bir şey burada da olmaz. Onun için bu hikaye tümüyle uydurma.’ Bar sahibi, ‘Hiçbir şey olmadı, çünkü laneti sakladık,’ dedi. ‘İyi, o zaman gözümüzle görelim,’ diye karşılık verdi Petrus. Rahip gülerek böyle konuşmanın doğru olmadığını söyledi, bar sahibi haç çıkardı, ama ikisi de yerinden kımıldamadı.” (P. Coelho, “Hac”, sa:81) “Daha yakından, evin alt tarafındaki yoldan gelen kaba ayak sesleri vardı. Renkli iş elbisesi giymiş, köye gitmekte olan bir adam esneyerek oradan geçiyordu, ışığa hamdederek, Fonvisin ona seslendi, Rumanedes’in ölüm haberini Christ’e götürmesini söyledi. Konuşurken gülümsediğini ve kollarını öne uzattığını fark etti, soğuk havayı yutuyor, yorgun ve kirli gövdesini temizliyordu. Adam haç çıkardı, elindeki küreği bırakarak yanaklarından süzülen yaşlarla papaz çağırmak ve haberi ulaştırmak için koşmaya başladı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290-1) “Acı olsa da, bir senyörün önce ondan kendisini korumasını istemesi, sonra onu kollayacağını söyleyerek onu ölüme yollaması adama normal geldi. Ama Baudolino kılıcını sallıyordu, şüphesiz gözlerini dört açarak onu korumak içindi bu, ama senyörlerin sağı solu belli olmazdı. Casus haç çıkartıp, tünele girdi. Yaklaşık yirmi dakika sonra geri döndüğünde, nefes nefese, Baudolino’nun gayet iyi bildiği şeyleri anlatmaya başladı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:195) “Başrahip’i kilisede, büyük sunağın önünde bulduk. Gizli bir yerden birkaç kutsal kap, vaftiz çanağı, kutsal tabaklar, kutsal ekmek ve sabah ayini sırasında görmediğim bir haç çıkarmış olan çömezlerin çalışmasını izliyordu.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:206) “Öteki taraftan, köyeden de gelenler vardı; yangının karşısında toplanıyorlar, hayretten ağızları açık, uzaktan, hiçbir şey yapmadan seyrediyorlardı, sadece haç çıkarıyorlardı.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:136) “Tören, ertesi sabah yapılacaktı ve Mas’a tüm kasaba katılacaktı... Ruhani görevini Tanrının gözünde başarıyla yapacağından emin, elinin kenarıyla son gözyaşı dizilerini de sildi, haç çıkardı, saygıyla eğildi ve arkasını dönüp gitti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:100) “GEZGİN <Gümüş Çağ Rus Şiiri> ----------Kendini nu yola vurup Yuvarlandı uzaklara, Ayaklarına haç çıkarıp, Gömerek hüznü mezara.” (Sergey Gorodetskiy<1884-1967>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.04.04) “<Jean Valjean> birdenbire ayağa kalktı. Bu yeniden güçlenmeler, genellikle can çekişmenin işaretidir. Güvenli adımlarla duvara kadar yürüdü. Kendisine yardım etmek isteyen Marius’la doktoru engelledi. Duvarda asılı küçük bakır haçı aldı. Sağlıklı bir insanın bütün rahatlığıyla gelip yerine oturdu, haçı masanın üstüne koyarken yüksek sesle: ‘İşte, şehitlerin en büyüğüne bakın!’ dedi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:438) “Kuzularını dikenli ovaya otlatmaya götüren çobanlarla İbrail’e sebze götüren bostancılar, onu görünce, haç çıkarıyorlar: -Şeytan çarpmış! diyerek ardından tükürüyorlardı. ‘Evet, öyleyim!’.. diye düşünüyordu Adrien, bunları işitince.” (P. Istrati, “Mihail”, sa:180) “O gün de, akşama dek, her adımını eskisi gibi atmış, her işini eskisi gibi yapmıştı. Ama, bir gün öncesine göre bir değişiklik vardı davranışında. Attığı her adımı, yaptığı her hareketi, kutsal resimler karşısında haç çıkarışını, değişikliğin ışığında görmeğe çalışıyordu. Kutsal resimlere bakarken, bunların kutsal sayılmadığını düşünmeğe çalışıyordu. Haç çıkarırken, resmin ötesinde bir varlığı, resimdeki biçimlerden ayrı, onlardan kurtulmuş olarak düşünmeğe çalışıyordu.” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:33) “Duydukları, cehennemin derinliklerinden çıkıp gelen, sonsuza dek lanetlenmişlerin Tanrıya yakarış sesiydi sanki! Çanlar saat biri vurduğunda, ne hancının kendine gelmesine, ne de toplanan insanların öfkeye kapılmasına fırsat kalmadan sesleri birden kesiliverdi. Alınlarından çenelerine, göğüslerine akan iri ter tanelerini mendilleriyle sildile. Paltolarını çıkarıp yere döşemenin üzerine serdiler ve yatıp derin bir uykuya daldılar. Saatlerdir yaşadıkları iç gerilimin tutsağı olmuşlardı sonunda. Bitkindiler. Hancı onların derin uykuya daldıklarını görünce, rahatlamış bir halde haç çıkardı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Kutsal Cecilie ya da Müziğin Gücü”, sa:129) “Genç kız ansızın çocuğun dudaklarını dudaklarına bastırdığını hissetti. ‘Aman Yarabbi! Aman Yarabbi!’ Çocuğu itip zor bela kollarından kurtuldu. Sendeliyerek kendini odadan dışarı attı. Habire ağzını siliyor, haç çıkartıp duruyordu. Derin bir soluk almazsa yüreği öfkeden çatlayacaktı sanki.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:136) “Rahibe yeniden diz çöktü. O dua ederken, ölmek üzere olan genç kız zaman zaman haç çıkarıyordu. Gece iyice karardı. Rahibeler ellerinde ışıkla döndüklerinde, Praskovi artık yaşamıyordu. Sağ eli göğsünün üzerinde kalmıştı; parmaklarının durumundan, son nefesini haç çıkarırken verdiği anlaşılıyordu.” (X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:76) “Titizlikle, sanki bir kaşık ilaç tutuyormuş gibi hoşnutsuzlukla, baş ve işaret parmağı ile kavramıştı ekmeği. Gözü, bir güve tırtılı gibi, gıcırtılar eşliğinde iki büklüm diz çöktüğü yerden doğrulmaya çalışan Bayan Mayfill’in üzerindeydi. Kadın öyle ayrıntılı haç çıkarıyordu ki, ceketinin önünde bir dizi kurbağa işlemesi çiziyor olduğu sanılabilirdi.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:16) “Ben seni yitirirsem kaybım aşkımın karı Ve onu yitirirsem dostumun kazancı var; İkisi birleşti de ben yitirdim onları, Gönlümü almak için bana haç çıkardılar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:42, sa:125) “Ayağında lastikler, içeri giren köylü kadın, -Baba, dedi, Finogen katran istiyor. -Böyle işte efendim! Dedi. Uzun uzun haç çıkardı, Levin’e teşekkür edip çıktı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:619) “Bizden birkaç gün sonra Moskova’ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor, kupanın pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu: -‘İsa sizi korusun... Haydi sür...’ Yakof ve arabacılar (kendi arabalarımızla gidiyorduk) şapkaları ellerinde haç çıkardılar: ‘Haydi uğurlar olsun... Deh deh...’ ” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:11) “Ancak yaşam sanki ona ağır bir yük gibi... O ne kadar bunun farkında olmasa da. Bunu anlamak için onu bir Rus kilisesinde, bir kenara çekilip, duvara karşı düşüncelere dalmış ve uzun süre böylece, sessiz, dudakları acı içinde kısılmış görmeniz yeterli olacaktır; sonra hemen kendine gelir ve belli belirsiz haçını çıkartıp, duasını eder.” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:267) “ ‘Şimdi ikişer sıra ikişer sıra olmuş yürüyoruz,’ dedi Louis; ‘düzenli, hep birlikte dua odasına. Kutsal yapıya girerken çöken alacakaranlığı seviyorum... Sırayla giriyoruz, oturuyoruz. Farklılıklarımızı bir yana bırakıyoruz içeri girerken..... Şimdi Crane’in yetkisi, onun haçı yapıştırıyor hepsini, altımdaki toprağı duyuyorum; merkezdeki katılığın çevresine dolanıncaya dek dernlere inen köklerimi.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:26) “ ‘Bölük pörçük, kılık kırtık hurda parçalar,’ diye mırıldandı, anısı silikleşen oyundan aklında kalanları. Lucy, tam ağzını açmış ona bir şey söyleyecekti, bir yandan boynundaki haçı usulca okşuyordu, ki erkekler içeri girdiler. Her zamanki küçük kuş cıvıltılarıyla karşıladı onları. Ayaklarını toplayarak yer açmaya çalıştı. Aslına bakılırsa, bol bol yer vardı, ayrıca koltuklar kocamandı.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:186) Haçın suya atılması = Théophany : (DİN,KOLL.) <Teo’fani> : Tanrı’nın insana görünmesi; Ortodoks Kilisesinde, Hz. İsa’nın Vaftizine simge olarak h a ç ı n s u y a a t ı l m a s ı Haddi hesabı olmamak; Hadsiz hesapsız : Çok sayıda, sınırsız, sonsuz “Bir psikiyatriste içini döken insanlar, bir papazla günah çıkartırkenden daha rahat konuşuyorlardı, çünkü hekimler onlara Cehennem ateşinden söz etmiyorlardı. Uzun yıllar ruh hekimi olarak çalışmış olan Dr. İgor’un işittiği öykülerin haddi hesabı yoktu.” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:141) “Fahrettin, padişah Baha Veled’e Erzincan’a dönmesi için tam bir ciddiyetle hadsiz hesapsız yalvarmalarda bulundu. Fakat mümkün olmadı. Buyurdu ki, eğer beni istiyor ve benim aşıkımsanız, benim için bu şehirde bir medrese yaptırırsınız; böylece burada bir müddet kalmak mümkün olur.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:21) “Kentte olup biten skandallardan haberi vardı. Bu arsız ve açıkgöz oğlanın çevirdiği dolapların haddi hesabı yoktu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:114) “Yine de, gökteki minik kuşlara karşı nişancılığım her zaman fiyasko sonuçlanmış olsa bile, Almonda’daki kurbağalar konusunda hiç de öyle olmaz, hem isabetli hem de acımasız olan sapanımla onları kırıp geçirirdim. Doğrusu çocuklardaki acımasızlığın haddi hesabı yok (büyüklerininkinin de sınırsız olmasının en büyük nedeni bu zaten): Dalgalanan balçığın üzerine güzelce oturup aynı zamanda hem güzel havanın, hem de aşağıdan gelen serinliğin tadını çıkararak güneşlenen o masum kurbağaların bana ne zararı vardı ki?” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:48) “-Aaa! Öyle şey olur mu? Hem ben de kocaya varmak istemiyordum. Uzatmayalım, gittikçe büyüdüm, on sekiz yaşına geldim. Beni istiyenlerin haddi hesabı yoktu.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:344) Haddinden fazla : Gerektiğinden çok daha fazla, yakından “-Kızmayın perder, dedi Yaban. Ne dediğimi biliyor muyum ben? Ben günahkarın biriyim, tamam. Ama siz Don Anzelmo’yu zerre kadar tanımıyorsunuz. -Haddinden fazla tanıyorum onu, diye mırıldandı peder Garcia. Sen doğmadan daha önce tanıyordum ben onu.” (M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:512) Haddine düşmemek; Haddini bildirmek, bilmek : Sınırını bildirmek, gereken cezayı vermek, dersini vermek; Sınırını bilmek “Küçüktü çocuk. Kien’in boyuysa, ortanın çok üstündeydi. Çocuğun üzerinden kitapları rahatça görebiliyordu. Yine de ondan, biraz daha saygu beklemek hakkıydı. Çocuğa haddini bildirmeden önce, onu iyice görebilmek için yana çekildi. Gözlerini kitapların başlıklarına dikmişti çocuk.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:28) “Paşa, soran bakışlarını yüzüne dikince Çerviakov: -Efendimiz, dün buyurduğunuz gibi kesinlikle sizinle alay etmek gibi bir niyetim yoktu, diye mırıldandı. Aksırırken üstünüzü berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Sizinle alay etmek ne haddime?” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23) “Yüzünden derin bir saygı okunuyordu ama vakur, yaltaklanmayan bir ifadesi vardı. Gelen misafirlerle eşitliğini düşünmediği için selamlaşmadı, küçük bir memur haliyle haddini bilerek sessizce durdu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:51) “Barosch’un fikrince, ‘köylülerle görüşmeyi aklına koymuş olabilir ama, uygulaması biraz güççe... Çünkü...’ Konuşurken kendi çökük göğsüne büyük bir azametle vuruyordu: ‘Çünkü bizlerle konuşmasına izin vermeyiz.’ Gazinocu: ‘Hem’ dedi, ‘son zamanlarda pek fazla ileri gidiyor.’ O ana kadar susmuş olan Anton: ‘Yani ne gibi?’ diye sordu. Gazinocu da hemen yanıtı yapıştırdı: ‘Ona haddini bildirmenin sırası.’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:192-3) “Bir Amerikan vatandaşıyla bile konuşup tanışmak fırsatı varken ona haddini bildirmekten geri kalmamalıydım. Görülecek haldeydi doğrusu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:228) “Bu senin yaptığın yiğitlik mi? Yüreğime dert oldu. Şimdi döneyim diyorum, yakınlardadırlar nasıl olsa, onlara hadlerini bildireyim. Efe güldü: ‘Yeme kendini kardaş, şimdi onların icabına bakarız. Hele sen dinlen, yemek ye.’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:10) “Sonra kendi kendime güldüm. Sen inansan ne olur, inanmasan ne olur be kızım, dedim. Haddini bil! Bodrum yolunda Nazi’leri, Nietzsche’yi, Auschwitz’deki cüceleri düşünsen de, sonuçta işinden atılmış, bütün Türkiye’nin gözünde adı orospuya çıkmış dul bir kadınsın. Ama bunları düşünmek bile keyfimi bozmadı. İçimde yeni bir başlangıç, yeni bir hayat, yeni bir mücadele azmi belirmişti. Maya’dan bir Maya daha doğuyordu.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:430) “ ‘-Her biri kendisini doğma büyüme Limalı sanıyor, dedi çavuş. Ama bunlara pek aldırmayın Don Adrian. Yalnız size karşı olur da saygısız davranırlarsa, bana söyleyin. Ben onlara hadlerini bildiririm.’ ” (M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:165) “Ülke nihayet huzura kavuşmuştu, gelgelelim sükunet Hükümdar’ın mizacına tersti. Son seferberlikten yeni dönmüş, Surat’taki ne oldum delisine haddini bildirmiş, bununla beraber uzun yürüyüş ve savaş günleri boyunca askeri meseleler kadar felsefi ve dinsel muammalara da kafa patlatmıştı.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:42) “...hani şu Aziz Clara’nın kız kardeşlerinden olan Agnes’in...1211’lerde Aziz Francisco halen dünyayı dolaşmakta iken gerçekleşen o olay, hırsızlık değildi aslında, belki öyle de denebilir, çünkü hırsızlar Agnes’i dağa kaldıracaktı ve belki de böylece onu efendimizden çalmış olacaklardı. Hırsız olduğu yere mıhlanmış kalmıştı. Sanki Tanrı’nın görünmeyen eli ya da cehennemin dibinden kopup gelen şeytanın pençesi ona haddini bildirmiş gibi bir sonraki sabaha değin öylece kaldı orada, ancak o zaman bölgenin yerlileri onu bulup kiliseye, sunağın önüne kadar taşıdı, öyle ya tek bir mucize iyileştirebilirdi ve anlatması garip geliyor ama, o an Aziz Antonio’nun heykeli buram buram terlemeye başladı..... Mucize, terleyen bir ağaç heykelinden ve azizin terine bulanmış havluyla yüzü silinen hırsızın iyileşmesinden ibaretti. Bu yapılır yapılmaz hırsız ayağa kalktı. Artık iyileşmişti, ve tövbe etti.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:16-7) “HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan. Ele güne üstünlük taslamam. Tanırsın beni a canım, öyle herze yer miyim?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94) “KLEOPATRA (Kaş çatarak.) - Siz gülün bakalım, gülün. Ama yakında ayağınızı denk alacaksınız. Ben de Sezar gibi kendime hizmet ettirmesini öğreneceğim. CHARMIAN - Koca kargaburun! (Gene gülerler.) KLEOPATRA (İsyanla.) - Susun! Charmian, küçük bir Mısırlı şaşkın gibi saçmalama. Ftatatita kraliçe olsa size nasıl haddinizi bildirirdi?” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:115) “Bir tek sözcükle bütün bu insanları korkutabilirdim. Ama, hanımları ürkütme tehlikesini göze almadan onlara hadlerini nasıl bildirebilirdim? Çünkü Markiz daha sonra bana yüzlerce kez söylediği gibi, kendini bir parça yüreklendirmek amacıyla o sıralarda manastırda bulunan görümcesi Gina del Dongo’yu yanına getirtmişti.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21) “Biz dükkandan çıkarken herif hala söyleniyor: -Ben size haddinizi bildiririm ama, neyse! deyip duruyordu.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:173) Hades; Hades’i Boylamak : (YUN. MYTH.) : Eski Grek mitolojisi’nde yeraltı-ölüler tanrısı, tanrıların titan’ları yenmesinden sonra ganimet olarak ölüler ülkesini aldı. Bundan dolayı halk inancında cehennem tanrısı Pluto ile karıştırılır; Yeraltına gitmek, ölmek, cehennemin yolunu tutmak “Kızlığını mı esirgiyorsun? Neye yarar! Boyladığın zaman Hades’i, ne aşık bulacaksın orada, ne maşuk! Yaşam denen şu toprakta yatıyor Aşk’ın sunduğu bütün sevinç. Ama Akheron’da, sevgili bakire, yatacağız tozlar, küllerle koyun koyuna.” (Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:57) “İLKBAHAR Can verir orman kenarında. Kısık sesle; İnler Hades Kapısı’nda gölgesi çoktan. Marulla örülmüş çelenk uçtu başından, Düştü ağı otu ve devedikenine.” (Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09) Hadi, Eh hadi, Hadi hadi; Hadi ama; Hadi bakalım, Hadi ya : Haydi, bir işe başlamayı hızlandırmak için kullanılan bir ünlem; hafifseme; Şakayı bırak, doğruyu söyle; Öteki yaptıkların bir tarafa... Bk.: Haydi “Öteki erkek sarhoş olmuş: -Yahu ne oldu; bana da anlatın canım. Sinemaya geç kalacağız. Hadi bana da anlatın canım, diyordu. O günkü eğlencenin şerefine hep birlikte içtiler.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:98) “Saatte bir on beş dakika mola vermeden çalışmaya imkan yoktur. Bir liraya bu iş görülmez, görülmez ama, zamanlar kötü birader. Ben Karahisarlı’yım. Dalgıçlıktan tut ta tersaneye kadar girmediğim deniz kapısı kalmadı. Hepsinden biraz çakarım. -Hadi çocuklar!” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:11) “Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi..... Görgüsüz oluyorlar bunlar, çok görgüsüz. Başka birşey değil. Köyden, taşradan geliyorlar. Satıp savıp altlarına bir araba uyduruyorlar. Ceplerine de bir ehliyet. Hadi bakalım adam soymaya.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36) “DURMA ORDA -------------------Soluk soluğa seslendim: ‘Tüm bunlar geçici Bir eğlence; bırakırsan ölürüm.’ Gülümsedi, sonra, rahat, çıldırtıcı ‘Hadi, dedi, durma orda, üşüyeceksin.’ ” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:19) “ ‘-Kuzum sana ne oluyor bu akşam,’ dedi. ‘Giderayak konuşulacak şeyler mi bunlar, kapı önünde? Bir boş vaktinde gel.’ ‘-Yarın akşam uğrarım gene,’ dedim. ‘Ama bunları konuşmak için değil. Her zamanki gibi. Hadi Allahaısmarladık.’ Konuyu uzatmadığına pişmandı belki. ‘-Güle güle,’ dedi.” (M. Cevdet Anday<d.1915>, “isa’nın güncesi”, sa:55) “SOKRATES - Söylediğimi işitmedin mi? Su ile dolu bulutlar birbirinin üzerine düşüp, ağırlıkları yüzünden bu çatırdamayı hasıl ediyorlar, d.yorum. STREPSİADES - Hadi, sen de, buna inanmak olur mu?” (Aristophanes, “Bulutlar”, sa:45) “Mangalın başında kabukları yarılmış, kızarmış kestaneler diziliydi. Bir kıvılcım sıçradı. Canı pek istemiyordu amaa kabuklarını soydurup biraz alsa belki... Kestaneci bağırdı: -Ne dikildin orda ulan; yol üstünde maşatlık taşı gibi. Bas git hadi!” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:106) “Şimdi herkes kolayca anlayabilir Carlos’un Nucingen Baronu’nun tutulduğu sevdayı öğrenince niçin acı bir sevinç duyduğunu. Kendisi gibi acar bir kimsenin şu zavallı Esther’den neler elde edebileceğini bir tek düşünce içinde kavrayıvermişti. ‘Hadi, hadi!’ dedi, ‘Şeytan koruyor papazını.’ ” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:116) “O zaman bir an için dalar, gözlerinden belli belirsiz bir bulut geçer, söylenmesi gerekenleri ertelemek ister gibi sözü değiştirirdi. ‘Hadi şimdi giyin,’ dedi, ‘seni götürmek istediğim yerler var, yarında buradan gidiyoruz, birkaç gün kayboluyorum, kimse nerde olduğumu bilmiyor, kimseye telefon bile etmem gerekmiyor...’ ” (K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:317) “Bayram da nazlanmadan: Ekinler orak benim Yakınlar ırak benim Yıl oldu yar gelmedi İçime merak benim ’i söylüyor, bağırıyordu. Sonra: ‘Hadi bir de sen söyle.’ diye Ahmet’e takılıyordu.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:70) “ ‘... Biraz lögat <lugat> bilmesi gereğir. Halbuysam Durana domuzluktan başka bir şey bilmez! Evet, ben de fazla lögat bilmem, bilsem bile zarfedemem, emme, kafam çalışır. Hökümetin verdiği gararı gabul ederekten, evladımı daha gün doğmadan okula salarım. Derim ki, hadi gızım. Öğretmenine hörmet et. Derslerine gayret et...’ ” (F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:7) “MEYHANE Ozan André Chénier’yi İkiye böldüğünden beri giyotin Kurum satıyorsa meydanlarında Paris’in Ozan kardeş hadi hop Sen de uzat boynunu Eş dost akraba beklemesin” (Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:484) “ ‘Git artık,’ dedim Wolf’a, ‘git.’ ‘Üzüldüm,’ dedi ‘şey... ben...’ Gözlerinden hala kibar adamlara inandığı anlaşılıyordu; ‘Hadi hadi, iyi işte,’dedim ‘artık düşünme bunu, git hadi.’ ” ..... “Kadının gözlerini göremiyordum, ama rabamıza baktığını anlıyordum; başkalarının hayatını düzene sokmak isteyen kadınların sahip olduğu gözlerle bakıyordu. ‘Senin eve gidelim,’ dedi Hegwig, ‘hadi... bizi burada tanıyacak diye ödüm patlıyor, bir eline düştük mü bütün akşam evde oturur, olağanüstü bir çay içeriz...” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:67;104) “Tek kelime söylemeksizin oturma odasına doğru geriledim. Arkamdan geldi ve ‘Bana neden öyle hayalet görmüş gibi bakıyorsun, yavrum?’ dedi. ‘İstersen konuşmaya başlamadan önce bir fişekleyeyim seni!’ Bu arada çantamın yanına gelmiştim; aklımdan, hadi fişekleyelim bakalım, diye geçirerek tabancayı çıkardım ve derhal ateş ettim.” (H. Böll, “Kataharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:124) “Az önce hüzünlüyken, subay şimdi sinirlenmişti. ‘Allons,’ dedi, ‘Je dois m’en aller.’ <Fr.: Hadi, dedi, gitmem gerekiyor.> Ve askerce selam verdi. ‘Adieu Monsieur... Quel est votre nom?’ <Hoşça kalın bayım... Adınız ne?>” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:226-7) “VEBA - Hadi bakayım, kıpırdayın azıcık. İşler çok ağır yürüyor bu kentte, bura halkı hiç çalışkan değil canım. Aylaklığı seviyorlar belli.” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:52) “ ‘Sen ilk tanıdığım adamla aynı kişi değilsin.’ ‘Hayır, değilim. Umarım Esther buna sevinir.’ ‘Ya sen?’ ‘Elbette.’ ‘O zaman tek önemli olan da bu. Hadi bir şeyler yiyelim. Fırtına yavaşlayıncaya kadar bekleyelim ve sonra yola çıkalım.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:303) “Manson, bavulunu arabaya yükledi; sonra içeri girerek atın hareketini bekledi. Thomas da yerine atlanmış, dizginleri ele almış ve ata seslenmişti: -Hadi evladım!” (A.J. Cronin, “Citadel”, sa:8) “Konyaklı çayımız bitince annelerimiz ile babalarımız bizi baş başa bıraktılar. Babam ayrılırken: -Hadi, oğlum, göreyim seni! dedi. -Ben de arkasından şöyle fısıldadım: -Onu sevmediğim halde sevdiğimi nasıl söyleyebilirim?” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:48) “NİNA - Hayatınız çok güzel sizin. TRİGORİN - Fakat nedir güzel olan benim hayatımda? (Saatine bakar.) Gidip yazmam gerek şimdi. Özür dilerim, zamanım yok... (Güler.) Derler ya hani, tam can alıcı noktama dokundunuz... Heyecanlanmaya, biraz da kızmaya başladım. Fakat, konuşalım hadi.” (A. Çehov, “Martı”, sa:56) “Ağzı Büyük Olan Kargayla sincap Buluştular ceviz ağacında Hadi yarışalım dediler Kim daha çok ceviz yiyecek” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:18) “Rehber, sadece kendisinin bildiği bir nedenden ötürü suskundu. Yüzü ciddi ve düşünceliydi. Elinde bir kibrit çöpü, dişlerini karıştırmakla meşguldü. Ne sesle ilgili bir yorumda bulunmaya kalkmıştı ne de açıklamaya yeltenmişti. Sonunda Bayan Truman’la göz göze gelince kaşlarını kaldırarak elini göğsüne götürdü ve istavroz çıkardı. Campion yola devam edip etmemekte tereddütlüydü. ‘Hadi dönelim,’ dedi, ‘bu kadarı yetti bana. Hem eski eserleri ne zaman göreceğiz?’ Ne zaman gerçekten.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 176) “ ‘Hadi, hadi,’ dedi William, ‘Brunellus’u aradığınız açık; Başrahip’in sevgili atını; ahırınızın en iyi dörtnal koşan atı; beş kadem (ayak) yüksekliğinde, donu kara, gür kuyruklu, küçük, yuvarlak toynaklı, ama dörtnalı oldukça iyi.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:45) “Bihruz Bey’in yüreği, bu karar üzerine bir az rahatlayarak o gün saat ona kadar yatak odasında kaldıktan sonra, dadı kalfanın: -Beyim! İyisin maşallah! Giyinip de azıcık hava almaya çıksan olmaz mı? Hava güzel, sokaklar adam almıyor... Gezer eğlenirsin, hadi beyim hazırlan! yollu yüreklendirmesi üzerine giyindi.” (R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:301) “İki yüzyıllık başka bir bekleyiş süresinden sonra, yine Ömer’in yumuşak, fakat güvenceli sesi kulaklarımın dibinde çınladı: ‘İyi misin Walter? Hadi, kalkalım, fakat ihtiyaten, iki ayrı cepheden yürüyelim!’ ” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:131) “Etrafta boz bulanık bir hava vardı ve karnım da acıkmıştı. Ablam Nisa ağzı açık, esnemeye başlamıştı bile. ‘Hadi sana bir çikolata alayım!’ dedi beybam, ‘Eve gidip yemek yiyinceye kadar zaman alacak!’ Bu onun bana verebileceği en yüksek düzeyde bir ödüldü. Mahkemede herhalde ödevimi iyi yapmıştım.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:11) “İlk olarak Hamilkar’ın iyi muamelelerini anlattılar. Barbarlar bunları hor görmekle birlikte kıskanarak dinliyorlardı. Sonra, ilk sitemleri duyar duymaz, korkaklar öfkelendiler. Uzaktan onlara kendi kılıçlarını, zırhlarını gösteriyor, küfürler savurarak, ‘Gelin de alın bunları hadi!’ diyorlardı. Barbarlar yerlerden taş toplamaya başlayınca hepsi kaçtılar.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:271-2) “DELİ - Hadi hadi, alçak gönüllü olmayı bırakalım. Siz onun dansçı arkadaşı için biraz ağır şakalar yapıyordunuz, demiryolcu da hakarete uğradığını düşünüp gücendi! Öyle değil mi? S. KOMİSER - Şey, tahminimce tam tamına böyle oldu.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:53) “ ‘Ben suya yansıyan bu hayalde budalalıktan, kötülükten ve gösterişten başka bir şey görmüyorum,’ dedi. ‘Hadi, hadi dostum, kalplerin sırrını gören Tanrı, onlarda başka şey görmesini de bilecektir,’ diyerek sözünü kesti rahip.” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:90) “Hadi hadi! Kesin olarak anlamışlardı durumlarını, Baraglioul’un konuşma sanatı bu işte hiç birşey değiştirmezdi. Belki zaman? Kutsal yerlerin öğüdü...” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:3) “Ağır başlı Çurka, Viyahir’e: ‘Hadi bize gel, annem sana okumayı öğretir,’ dedi. Aradan çok zaman geçmedi. Viyahir, burnu havada, sokak tabelalarını sökmeye başlamıştı.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:243) “KOTRLY - Nasıl gidiyor senin işler? FOUTSKA - Hangi işler? (LORENCOVA, KOTRLY ve NEWIRTH, birbirine bakıp bıyık altından gülerler. Kısa bir duraklama.) LORENCOVA - Şu özel çalışmaların, canım. FOUTSKA - Sen neden sözediyorsun anlamadım? (LORENCOVA, KOTRLY ve NEUWIRTH birbirlerine bakıp gülümserler. Kısa bir duraklama.) NEUWIRTH - Hadi, hadi anlamazdan gelme. Bacak kadar çocuklar bile biliyor bunu.” (V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:27) “ ‘Vız gelir, bana ne!’ diye hıçkırdı Ferguson. ‘Ama yine de korkunç bir şey bu.’ Catherine avutmaya çalışıyordu onu: ‘Hadi hadi, Fergy. Utanıyorum bak ama. Ağlama artık, Fergy. Ağlama sevgili Fergy.’ ” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:222) “Adrian yüzünü buruşturdu: -Hadi Pamfil neyse ne ama, Kosta… kalleş. Azılı kumarbaz. Yalancı. Sonra da ilk sosyalist hareketine katılmış diye kurumundan geçilmez. ‘Sosyal demokrasinin ya da Erfurt Programı’nın esaslarını bilir misin?’ Kendisi gibi bu esaslardan ya da bu programdan habersiz olanların yanında yerli yersiz hep aynı şeyi sorar. Hayır hoşlanmıyorum o heriften.” (P. Istrati, “uşak”, sa:70-1) “Solumda Yum Gözlerini -------------------------------utanmaz gerçekliğe. giydirilmiş gözyaşlarımızdan. daha da gerçek. gökyüzünden yağan çekirge sürülerinden. gülün düşlenmesinden kışın donmuş gözüne doğru gezinmene bak. gezinmene bak. hadi solumda yum gözlerini” (Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.10.07) “ÇİFTLİK <5 Eylül 1839> -----------‘Kırılma bana sakın Hadi dön kulübene; Yarın, dostum, seninle Dolaşırız bütün gün birlikte.’ ‘Şiddetli esiyor rüzgar... Ve karanlık basacak gece! İyisi mi burada uyuyayım, Nehrin kenarinda, sabaha kadar.’ ” (Aleksey Vasilyeviç Koltsov<1809-1842>-Mehmet B. Perinçek; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.06.05) “ ‘Büyük Hanım, bırak n’olursun bu inadı! Biz de evladın sayılırız senin. Hadi kalk, bizim eve gidelim.’ Yaşlı kadın inatçı bir ifadeyle hayır diyordu...... ‘Beni çocukluğumdanberi beri bilirsin, kurban olayım, evim hemen şuracıkta biliyorsun; hadi gel gidelim,’ diye üsteliyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9) “Geniş geniş gülerek ‘Nasılsın abla?’ diye sordu. ‘İyiyim. Hadi ne söyleyeceksen söyle. Acelem var. Rektör beye evrak götüreceğim.’ ‘Hah, ben de onu söyleyecektim.’ ‘Neyi?’ ‘Senin rektör beye nazın geçer... Benim bir amcaoğlum var, Hüseyin. Hani diyorum, rektör beye söylesen de ona bir hademelik, çaycılık falan ayarlasa.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:41) “ ‘Ne oluyor sana?’ dedi Alberto. Arkalarda bir köşeye sıkışmıştı ‘Sen burada mıydın?’ Ne yapalım. Cumartesi günü Altın Ayaklar’a gittim. Sana asılsın diye para ödemişsin ona.’ ‘Hadi ya!’ dedi Jaguar. ‘Ben bedava asılırdım.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:124) “VALERE - Demek istediğim şu ki o benim babamdır. ANSELME - O mu? VALERE - Evet. ANSELME - Hadi efendim, ne münasebet! Daha kolay yutturabileceğiniz başka bir masal uydurun, bu sahte isimle yakanızı kurtarmayı aklınızdan çıkarın.” (Moliere, “Cimri”, sa:127) “ ‘Siz gelmeden, biz Arhan’la bir anlaşma yaptık,’ dedi Sinan. ‘Tuğde ile o ilgilenecek, seninle de ben! Hadi şimdi içeri geçelim. Söylediğim gibi poyraz çıktı. Sinsi sinsi içinize işler, hastalanmanızı istemem. Hem seninle konuşacak ne çok şeyimiz birikmiş Nermin.’ ” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:442) “ÖLÜ ÇİZGİ ---------------Sokaklar seslenir, akpak, temiz: -Hadi gel, avunursun! Bütün sokaklardan iğrenirsiniz, Avunmak şöyle dursun.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:32) “SETH - Şu lanet olası zenci aşçı da her zaman odun taşımak için beni zorlar durur! Ben onun esiriyim sanki! İşte onlara özgürlük vermenin ödülü! (Sonra daha canlı.) Hadi, gelin ahbaplar. Size şeftali korusunu göstereyim, sonra da benim limonluğa gideriz.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:23) “..., nefretlik sese karşı kulaklarını kapatmaya çalışmasına sebep oldu. Ama bitkinliği ile mücadele etti; her zamanki gibi kendini ikinci tekil şahısta keskin sözlerle payladı. Hadi ama, Dorothy, hemen kalk! Kestirmek yok! Lütfen!” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:7) “/Hadi oku...’ / ‘Saygıdeğer evladım, bırak ağlasın bu ihtiyar adam biraz. Bırak son kere karımı, kızımı düşüneyim.’ / ‘Zulmettiğin genç kızları düşün. Biri sinir krizi geçirdi, dört tanesi üçüncü sınıfta okuldan atıldı, biri intihar etti, okul kapısında tir tir titremekten hepsi ateşlenip yatağa düştü, hepsinin hayatı kaydı.’ ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:50) “Salladığım tekmeden kenara sıçrayarak kurtuldu Oreste. Hepimiz kulak kesilip dinledik. O köpek yine uluyordu, ağustosböcekleriyse ürkmüşlerdi, susuyorlardı. Ses yoktu. Oreste çığlığını yinelemek için ağzını açtı. Pieretto, ‘Hadi,’ dedi.” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:13) “Kutsal bir azim ve öfkeyle tutuşan yaşlı rahip Aziz Antonio’ya dönmüş ve başlamış sövmeye sanki Aziz Antonio görevini ihmal ederken suçüstü yakalanmış bir hizmetçiymiş gibi. ‘Bir de aziz olacaksın, aziz, kendi gümüşünü koru, bırak diğerleri gözünün önünde yürütülsün, hadi bakalım, bunun hesabını vereceksin, ben de senin nen var nen yok toparlamazsam.’ Bu acı sözlerle yaşlı rahip kiliseye girmiş ve kiliseyi boşaltmaya başlamış, sadece gümüşleri çıkartmamış dışarı, örtüleri ve diğer eşyaları da.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:19) “I. PERDE, I. SAHNE LENI (Gülmekten kırılarak.) - Otuz üç yaşında hala hazır ola mı geçiyorsun? (Bıkkın.) Otur hadi, otur! JOHANNA - Ne o? Vakit tamam mı?” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:11) “I. PERDE, I. SAHNE “SLY - İnan olsun tepelerim! MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani. SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa.7) “PERDE I, SAHNE I RODERIGO - Hadi, hadi yazıklar olsun! Kesem kendi kesenmiş gibi elindeyken, bunu bil de söyleme, doğrusu fenama gitti. IAGO - Sen beni dinlemiyorsun ki. Eğer böyle bi iş olacağı hayalimden bile geçtiyse kahrolayım.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:3) “GRATIANO Eh hadi öyle olsun: kitaba el basıp da Nerissacığın yanıt vereceği ilk sorgu: Bugün akşama kadar bekleyecek mi, yoksa, Sabahın ikisinde yatacak mı Nerissa?” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Venedik Taciri”, sa:182) “SLENDER - Bir babam vardı benim bayan Anne. Bilseniz ama ne güzel şakaları vardır babamın. Amcam anlatsın size. Allasen amca, anlatsanız bayan Anne’a o öyküyü. Hani babam bir kümesten iki kaz aşırmış da; hadi amcacığım.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:88-9) “YÜZBAŞI (Çabukça.) - Siz iki yedek, alay komutunu güney barakalarına uçurun. Burada bir nöbetçi kalsın. Ötekiler benimle gelsin. Hadi çabuk olun.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:96) “Slim: -Bunu yapmaya mecburdun George, dedi. Yemin ederim ki mecburdun. Hadi beraber gidelim. Slim, George’u kolundan tutarak patikanun başladığı yere götürdü ve oradan yukarıya, şoseye doğru çıkarmaya başladı.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:182) “KIZ - Hadi, söyle söyleyeceğini! AVUKAT - Peki. Bak, ben bir eve girince ilk önce perdelerin duruşuna bakarım. (Pencereye gider, perdeleri düzeltir.) İp gibi ya da paçavra gibi duruyorsa, çok kalmam orrada. Sonra iskemlelere bir göz atarım... Mumlar çarpık çurpuk duruyorsa, o evde düzen yoktur!” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:42) “HÜR HAMAMLAR DENİZİ -------------------------------------Kadın kısmı n’apar Güzin onu yapacak Bacağını azıcık yukarı çekti Süleyman yutar mı kaçın kurrası Bu sefer biraz aşağıdan öptü Hadi bakalım” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”,<1957>-50 yaşında-, sa:47) “... O zaman babam sağa doğru eğildi, -Bir yandan Bay Sommer’in yanı başında ilerlerken- arabanın sağ kapısını açıp bağıırdı: ‘Ee, hadi binsenize artık, Allah aşkına! Bakın, sırılsıklam olmuşsunuz. Bu yaptığınıza ölüme meydan okumaktır derler!’ ” (P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32) “Anna pusulayı okuduktan sonra derin bir iç çekti. Tuvalet masasının üzerindeki şişeleri, fırçaları yerleştirmekte olan Annuşka’ya: -Bırak, istemez bırak, dedi. Sen git hadi, hemen giyinip geliyorum. İstemez bir şey.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:549) “Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar Akulina Teyze’den ayrılarak kendi yollarına koyuldular. Bir fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka: -Hadi, biraz oturalım, yorgınluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:113) “Semyon biraz daha yaklaştı. Ve işte o anda birdenbire kendisine gelir gibi oldu adam, başını çevirdi, gözlerini aralayıp kunduracıya baktı. İşte bu bakışla sevdirdi ona kendisini. Elindeki keçe çizmeleri yere fırlattı Semyon, kemerini çözdü, kuşağını çizmelerin üzerine koydu, kaftanını çıkardı. ‘Fazla lafa gerek yok!’ dedi adama. ‘Giyin hadi! Hadi bakalım!’ ” (L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:21) “Hadi aile adlarına ehemmiyet vermemiş, ama yavrusu için yüreği titreyen babasını da mı hiç düşünmemişti? Amcanın göğsünü dolduran iftihar hissinden haberdar olmayan hala, bu derin teessüflerini telefonda bir bir sıralayınca, amca ipleri eline almasının zamanı geldiğini anladı.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69) “Uzun zamandan beri Martn Petroviç’in evini nasıl kurduğunu, nasıl çekip çevirdiğini öğrenmeyi merak ediyordum. Bir kez onu atla Yeskovo’ya (yurtluğu ordaydı) götürmeyi önerdim. Martin Petroviç, ‘Bak sen,’ dedi, “krallığımı görmek istiyorsun ha! Hadi gel, sana bahçeyi de, evi de, ambarları da göstereyim. Gösterecek epey şeyim var hani!’ Yola çıktık.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21-2) “DELİ PAVLETA İLE ONUN GENÇ KARISI <Penço Slavevkov’a> <Bulutların Gölgeleri Peşinde’den> Henüz çekip bağlamadan doru atı bir yere delidolu bir yabancı yumruklayıp habire Bir avlunun kapısınıııııııııı, coşkuyla geldi dile: ‘Ey Aglika, hadi uyan, kapıyı aç acele!’ Kim o? -‘Korkma, güzel gelin, İstanbul’dan gelmişim, sana senin Pavleta’ndan çok selam getirmişim.’ ” (Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 17.08.06) Hadi bilemedin : Tahminen, ortalama, öyle değilse böyle “Özetle, her şey olması gerektiği gibi oldu. Ahali tümüyle gidince, talihsiz baba içinde garip bir rahatlık duydu. Yarı kapalı tuttuğu gözlerini açtı ve uslamlamaya başladı. Olay, bir hafta, hadi bilemedin bir ay içinde unutulacaktı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:100) “-... Daha ne kadar yaşarım? On beş, yirmi, hadi bilemedin otuz yıl daha. İçimden şöyle diyorum: otuz yıl sonra hükumet adamları belki braz daha becerikli olur ama hepsi de, gene bugünkü kadar namuslu kalır.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:4) “Bugün ise daha altı yaşına gelmeden (çocuklar) her şeyi biliyorlar..... Ama benim küçüklüğümde, biz hiçbir şey bilmezdik. Öğretmen, hadi bilemedin, en çok şöyle birşeyler söylerdi: ‘Günün birinde Tanrının canı sıkılmış, oyalanmak için dünyayı yoktan var etmiş, bu iş tam altı gününü almış, her gün her şeyi yaratmış, yedinci gün de Pazar günüymüş, o zaman oturup dinlenmiş.’ ” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:13) “Asıl hesabı eline kağıt kalem alınca yapabilirdi. ‘On bin ruble bile vermem ben korunun sahibine, ağaçsız boşlukları göz önüne alırsak yedi bine iner. Ölçme memuruna yüz, hadi bilemedin yüz elli ruble rüşvet verdim mi, yüz elli dönümünü ağaçsız saydırmak işten değil. Peşin üç bin ruble genç ağanın yelkenleri suya indirmesine yeter de artar bile.’ ” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56-7) Hadi canım : Yok canım, iş öyle değil bağlamında bir ünlem Bk.: Hadi oradan “Walker, yaşam koşullarını Born’la tartışmayı istemiyor, havadan sudan konularla zaman kaybetmek istemiyor. Soruyu duymazdan gelerek, ‘Biliyor musun, hiç unutmadım,’ diyor. ‘Sürekli onu düşünüyorum.’ ‘Neyi düşünüyorsun?’ ‘O çocuğa yaptığını.’ ‘Ben ona bir şey yapmadım.’ ‘Hadi canım. Bıçağı bir kez sapladım, hepsi o.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:143) “Hadi canım,’ diye soruyordum kendi kendime, ‘bir kılıcı bulmak için bütün gemileri yakan biri bu kadar ciddiye alınır mı?’ Bulamayacak olsam hayatım ne değişecekti ki?” (P. Coelho, “Hac”, sa:204) “ ‘Hadi canım sen de, Baudolino,’ dedi Niketas, ‘hepinizin bu tür soytarılığı ciddiye aldığını söyleyemezsin.’ ‘Yalnızca biz değil, biraz sonra göreceğin gibi, İmparator da ciddiye aldı.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:201) “ ‘-Hayır!’ diye Herodias karşılık verdi. ‘Yahudiler çobansız edemezler, onlarda bir yurt kuracak güç yok! Néhémias!tan beri beslenen umutlarla halkı coşturan Yahya’ya gelince, en iyi siyaset onu ortadan kaldırmaktır.’ Tetrarque’a göre acele etmek gereksizdi. Yahya’dan mı tehlike gelecekti? Haydi canım sen de! Buna kargalar bile gülerdi.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:95) “-... Bak şimdi aklıma geldi. Onu önceki gün özgür bırakmam gerekti. Yance Goodloe’yu öldürmekten aldığı otuz günü doldurdu. Ama bir iki gün ek Rufe’a vız gelir, dedi. -Hadi canım, köyünüzde de böyle kötü birinin bulunabileceğine inanmam doğrusu...” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:47) “LENI - Titreme öyle! (Kabaca ve şiddetle.) Geberecek! Evet, bir köpek gibi geberecek! Sen de pekala biliyorsun Werner. Kanıtı apaçık ortada: Johanna’ya her şeyi anlatmışsın. JOHANNA - Hayır Leni, yanılıyorsunuz. LENI - Hadi canım! O sizden sır saklamaz.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:15) “...annem ve Matmazel Moutet, Bach’ın dört el parçalarını çalıyorlardı; ben de, mavi müslin elbisemle, saçımda yıldızlar ve sırtımda kanatlarla bir davetliden ötekisine gidiyor ve sepetimin içindeki mandalinalardan sunuyordum ve ‘Gerçekten bir melek bu!’ diye bağrıştıklarını duyuyordum. Hadi canım, bunlar o kadar da kötü insanlar değil! Biz kurban edilmiş Alsace’ımızın intikamını almaktan vazgeçmiyoruz kuşkusuz.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:30) “-Kaç gündür ağzına bir şey koymuyor kızcağız, zayıfladı, bu yetmiyormuş gibi sen de saçma sapan düşüncelerinle üzüyorsun onu. Hadi git artık, hadi canım.” (L. Tolstoy, “Anna Karenia”, Cilt:III-IV, sa:23) “Praskovya Fiyodorovna: -Hadi canım sen de büyütüyorsun! diyordu. -Ne büyütmesi? Sen farkında değilsin. Bakışlarından ölüp gittiği belli adamın. Gözlerinin iyice feri kaçmış. Nesi var kocanın?” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:64) “Kulağını uzatıp Adele’in koridordaki ağır ayak seslerini dinliyordu. Octave şaşkındı: -Onunla da mı yatıyorsunuz yoksa? Trublot bu kez yadsıma yüreksizliğini gösterdi: -Bu pasaklıyla mı?Hadi canım! Beni kim sanıyorsunuz?” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:113) Hadi neyse : Öyle olsaydı ‘eh, kabul ederim’ derdim; kabul “Sanata, resme kıymet veren zengin bir toplumda olmak, hadi neyse. Ama Avrupa’da bile Van gogh ile Gauguin’in biraz çatlak olduğunu zaten herkes bilir.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:338) Hadi or(a)dan : Yoook, söylediğin doğru değil; inanmıyorum sana (Argo) “ ‘Dedem şapka devriminde bir de kadın astırmış galiba babaanne, öyle mi?’ sorusuna sinirlenir, ‘Hadi oradan koca kafa’ diye terslenirdi.” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:136-7) “Köylüler onları tanıyordu, önce hekim olarak, sonra eski eşya, sonra taş ararken görmüşlerdi. ‘Hadi ordan, sahtekarlar! Bize üstünlük taslamaya kalkmayın diye yanıtlıyorlardı. Kanıları sarsıldı, çünkü serçeler bostanları temizliyorlardı ama lirazları da yutuyorlardı..... Kuşku duymadıkları bir şey varsa, o da tarıma zararlı olduklarına göre her türlü av hayvanını yok etmek gerektiğiydi.” (G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:286-7) “Aaa, bu gülen Hayriye değil mi? Döndü mü bumlar mahkemeden? Ne çabuk böyle? Hangisi? Uv had uv. Hayriye mi haklı? Hadi ordan. Bu evde hepiniz Hayriye’nın yardakçısı zaten. Hadii.. Yanşalak karı. Vara gülsün, yoğa gülsün.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:8) “OPHELIA - Efendimiz, son zamanlarda, bana sevgisini gösteren birçok tekliflerde bulundu. POLONIUS - Sevgi mi?Hadi oradan! Böyle tehlikeli durumlara hiç düşmemiş, toy kızlar gibi laf ediyorsun . O teklif dediğin şeylere inanıyor musun?” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:29) Hadis : (MÜSL.) Hz. Peygamberin sözü, emri ya da yaptığı iş “Bir hadisinde şöyle buyurur: ‘Perişan, günahkar bir kul, kabul edilir umuduyla, tövbe elini Yüce Tanrı’nın dergahına kaldırdığında, Tanrı ona bakmaz, kul yeniden yalvarır. O yine kabul etmezse, kul bir daha yalvarır, yakarır. İşte o zaman Yüce Tanrı şöyle der: ‘Ben kulumdan utandım gerçekten, meleklerim... Çünkü onun benden başka Rabb’i yok. Duasını kabul edip dileğini verdim. Ben, kulun bunca yalvarıp yakarmasınıdan utanırım. ‘Ne büyüktür Tanrı’nın yaptıkları: Günahı kul işler, utanan Tanrı!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:21-2) “Bir hadisinde şöyle buyurur: ‘Perişan, günahkar bir kul, kabul edilir umuduyla, tövbe elini Yüce Tanrı’nın dergahına kaldırdığında, Tanrı ona bakmaz, kul yeniden yalvarır. O yine kabul etmezse, kul bir daha yalvarır, yakarır. İşte o zaman Yüce Tanrı şöyle der: ‘Ben kulumdan utandım gerçekten, meleklerim... Çünkü onun benden başka Rabb’i yok. Duasını kabul edip dileğini dileğini verdim. Ben, kulun bunca yalvarıp yakarmasınıdan utanırım. ‘Ne büyüktür Tanrı’nın yaptıkları: Günahı kul işler, utanan Tanrı!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:21-2) Hadi sen de : Sen kim oluyorsun, yok canım dediğin gibi değil “AMEDEE - Tabii, yaşam var onların önünde... Belki bu ötekiler kadar kötü değildir. Yaşarken kötü bir kimse değildi, herhalde... MADELEINE - Hadi sen de! Bunların hepsi birbirine benzer. Durmadan büyüyor diyorum sana. Çevreye mantarlar saçıyor. Bu da kötülük değilse, pes!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:58) Hadisene : Çabuk olsana! “Sophie’nin detektife bağlanması sonsuza dek sürecek gibiydi. ‘Hadisene!’ Hattın, başka bir numaraya aktarılıyormuş gibi bipleyip cızırdadığını duyabiliyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:402) Hafakanlar basmak, boğmak : Son derece sinirlenmek, asabı bozulmak “Poçeçuyev: -Meğer adam dokuz canlıymış, dedi. Çektiği işkenceleri gördükçe beni hafakanlar bastı, ama adam bana mısın demediği gibi, Fedya iblisine teşekkür üstüne teşekkür ediyor, üstelik Moskova’ya, yanında götürmeye kalkıyor. Böylesi bir şey görülmüş değil!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:131) “Tepenin sırtında diz çöktüm, uzandım yere, sonra yine fırlayıp kalktım, göğüs geçirdim, ayaklarımla yeri dövdüm, şapkamı kaldırıp attım havaya, yüzümü otlara gömdüm, ağaçların gövdelerini sarsıp silktim, ağladım, güldüm, hıçkırdım, kudurmuş gibi davrandım, mutluluk içinde yüzdüm, hafakanlar bastı birden, ölecek gibi oldum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:60) “ ‘ Beğendiniz mi bana yaptığınız işi?’ dedi. ‘Beni son yeminimi bozmaya zorladınız; cezasını çekeceğim; günahı kalırsa boynunuza olsun! Evinize geldim, çünkü, gelmeseydim beni hafakanlar boğacaktı.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:121) “İskoçyalı madenci, bir kez tanışınca insana hafakan bastıran bir adamdı. Pek çok işsiz gibi, o da gazete okumaya gereğinden çok vakit ayırıyordu. Başınızdan savmazsanız, Sarı Tehlike (Doğu Asya Ülkelerinden gelebilecek...) gibi, sandık cinayetleri, yıldız falı ya da dinle bilimin çatışması gibi konularda saatlerce söylev çekebilirdi.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:25) “MANGAN -... İçim çürüktür, çürük. Yeter artık! Babanız yaşlı gözlerle, gülümseyerek, elimi öpecekmiş gibi yaklaşmıyor mu bana, hafakanlar basıyor.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:62) “... Güllü karının suratı asıldıkça asılıyor. Borç aramaktan dönüşlerimde Meliha Hanım’ı evde bulamamaya başladım. Geç vakit geliyor, ‘Hafakanlar bastı da biraz dolaştım,’ diyor. Telefonda anlayamadığım konuşmalar oluyor. Bir keresinde ben açtım, bir erkek sesi ‘Yanlış’ dedi kapattı.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:257) “Charles’ı hafakanlar boğuyordu, bir takım lanet hareketleri yaparak, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. -Bekliyorum, gelsin, kapı dışarı atacağım, orospu, alçak!... Hiçbirini zaptedemiyoruz (zapt-ı rapt altında Hepsini gebe bırakıyorlar. Altı ay geçti miydi, tamam, namuslu bir aile içinde, karnı burnunda, oturmalarına olanak kalmıyor...” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:250) tutamıyoruz=koruyamıyoruz). Hafız : Kur’anı Kerimi ezberlemiş kimse; Dindar, muhafazakar kişi “Bu söze her zaman gülen Fayrap sonra çıkıştı: -Açılın ulan!... Açılın puşlavatlar!.. Yol verin!.. Kamil beye göz kırptı: ‘Daldın iyice Hafız! Ayıp salladın şimdicik... Hele karnın iyicene acıksın da bizim kümese öyle yeşillen!..” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32) Hafif : Şen, şakrak, yüzeysel; Sosyal ahlak kurallarının sınırında yaşayan (genellikle kadın) “ ‘Dip dibeydiniz hanımefendiyle,’ diyor annesi, ‘hoş kadın, öyle değil mi?’ ‘Öyledir herhalde.’ Annesi bir an düşünüyor. ‘Ama grup olarak, sence de biraz...’ ‘Hafif mi diyeceksin?’ Başını sallar.” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:16) “Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9) Hafife almak : Herhangi bir işe ya da rakibine gerekli önemi vermemek, onun duyarlılığını ka’le almamak “Homeros’a bakılırsa, Sisyphos ölümlülerin en bilgesi, en uyanığıydı. Başka bir söylentiye göre de haydutluğa eğilim gösteriyordu. Ben bunda çelişki görmüyorum. Ruhlar ülkesinin yararsız işçisi olmasına yol açan nedenleri konusunda kanılar farklı. İlkin tanrıları biraz hafife alması başına kakılıyor.” (A. Camus, “Sisyphos Söyleni”, sa:127) “Hegemonyanın taşıdığı riskler gerçektir. Hatta buna ‘riskler’ deyip geçmek işi hafife almak olur. Batı uygarlığının yüzyıllardan beri diğer bütün uygarlıklara, kendilerini Hıristiyan Batı tarafından gitgide bir kenara itilmiş ve yeniden biçimlendirilmiş demesek de, derinden etkilenmiş bir halde bulan Asya’daki, Afrika’daki, Kolomb öncesi Amerika’daki ve Doğu Avrupa’daki uygarlıklara göre ayrıcalıklı bir statü elde ettiğinden hiç kuşku yok.” “A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:96) “(Şeytan) o pehlivana işte böyle yaptı. Ey geri kalanlar, (sakın) onu hafife almayın. O hasetçi, anamızın babamızın tacını, ziynetini el çabukluğuyla kaptı. Onları orada çıplak, rezil ve perişan bıraktı da Adem, yıllarca höykürerek ağladı.” (Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:246) “Zira herkes dergisinin adını fevkalade gösterişli ve iddialı koymaya çalıştığı için bu isim pek küçük görüldü. Hafife alındı.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:18) “Dilediği gücü Rabden doğrudan doğruya isteyemeyen İsa, kendince bir seçim yapmaya kaar verdi, en makul görüneni seçecekti, öyle çok belirgin bir güç olmasına gerek yoktu, yine de ne türden bir güce ulaşırsa ulaşsın, ondan fayda sağlayacakların gözünden kaçmayacaktı bu, aslında dünyanın da gözünden kaçmayacaktı, böyle bir şey Rabbin adını da yüceltecekti, ki bu sonuncusu her şeyden daha önemlidir. Fakat İsa bir karara varamıyordu, Tanrı’nın onu hafife almasından korkuyordu...” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:299) “Ama öteki gruptakiler bambaşkaydı. Gerçek insanlardı bunlar, Bütün arkadaşlarıyla beraber Vronski de bu gruptandı. Bunlar için en önemli olan yakışıklılık, güzellik, kibarlıktı. Soylu, cesur, neşeliydiler. Kişinin tutkularına kendini yüzü kızarmadan bırakmasının, geri kalan her şeyi hafife alınmasının gerektiğine inanılırdı.” . (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:221) “Mr. Browning onu elinin tersiyle şöyle bir itip konuşmaya devam etti. Ne o ne de Miss Barrett saldırısını dikkate değer bulmamışlardı. İyice afallayan, şaşkınlaşan, iyice süngüsü düşen Flush, hırs ve hayal kırıklığından soluk soluğa, gerisin geriye yastıklarının üzerine çöktü. Ama Miss Barrett’i hafife almıştı. Miss Barrett, Mr. Browning gittiğinde onu yanına çağırdı ve şimdiye kadar aldığı en ağır cezayı verdi.” (V.Woolf, “Flush”, sa:56) Hafif hafif : Usulca, hafiften “Bebekle iki yaşındaki ablası bir çamaşır sepetine yerleştirildiler, üstleri örtüldü, anneleriyle babalasrı sessizce iki bavulun arasına girdiler, birbirlerine sokuldular ve erkeğin ince beyaz eli bir yağmurluğu çadır gibi her ikisinin üstüne çekti. Sessizlik; yalnızca bavulların kilitleri hareket halindeki geminin ritmine uyarak hafif hafif tıkırdıyorlardı.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:13) Hafif kadın, kız : Hemen herkesle flört eden, cinselliğini serbestçe kullanan kadın Bk.: Hafifmeşrep “Bir gün seni yetiştiren kimslerin gerçek annen baban olmadıklarını öğrenmişsen belki öz anneni serüven peşinde koşan hafif bir kadın olarak düşünmüşsündür.” (S. Tamaro, “Tek Söz İçin”, sa:68) “Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9) Hafiflik etmek : Gülmek, eğlenmek, bir az laübaliliğe kaçmak “Kızlar, biraz hafiflik edecek, bir parça fazla gülüp söyleyecek olurlarsa, kaş, göz işaretlerine başlardı. Eski alemler bir yerden Abdülvehhap Bey’in kulağına çalınacak diye ödü kopuyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:107) Hafifmeşreplik : Davranışı içinde bulunduğu çevrenin ahlak kurallarına uymamak; saygısızlık, laübalilik “Luisa Porto’nun Kayboluşu 1. -----------------------------------Zavallı dul annesi hiç yitirmiyor umudunu, unutmayın ki Luisa pek ender inerdi şehre, onun için en iyisi mahalleden başlamalı işe, (annesini saymazsak) en yakın arkadaşı Terzi Rosita Santana, hafifmeşrep kızın biri, sorunu aydınlatmaya pek hayır gelmez ondana, ‘Bilmem ki! Bilmem ki!’ den başka bir söz çıkmaz ağzından. Tuhaf mı tuhaf bir kız, işin gerçeği.” (Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.08.05) “Zaten yazı İbranice’ydi. Hahahm özür dilemeye çalıştı, bunun Hıristiyanların haklı olarak nefret ettikleri bir kitap olduğunu, İsa’nın hafifmeşrep bir kadın ile Pantera adlı paralı bir askerin çocuğu olduğunu anlatan, kötü ün yapmış Toledot Yeşu olduğunu söyledi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:137) “Hayatı kötüleyenlerden değilim. Acı da çekersiniz, haz da duyarsınız; aldığınız keyif ne kadar kısa sürerse sürsün hatırladığınız bu olur. Beni sıkmadıkları veya bilgiçlik taslamadıkları sürece filozofları severim. Kadınları da severim, şişman ve hafifmeşreplerse hele. Her zaman şişman bir metresim olsun istemişimdir, fakat hiç bulamadım. Benimle dalga geçercesine, hep hamile olmuşlardır.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:12) “Anthime onun iğneyi çekişine bakıyor, ‘hamuru iyi,’ diye düşünüyordu. ‘Beni aldatabilecek bir yosmayla da evlenebilirdim, elimi ayağımı bağlayacak bir hafifmeşreple, kafamı patlatacak, beni çileden çıkaracak bir gevezeyle, baldızım gibi alınganın biriyle de evlenebilirdim.’ ” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:9) “Vali beni bütün şehirde aratıyormuş, yemeğe davetli olduğum halde gitmemiştim. Konsolos, yemek yemiş ya da yememiş olayım, daveti unutmuş veya kasten atlatmış olayım, her ne olursa olsun, hemen oraya gitmemi rica ediyormuş. Yaptığım hafifmeşrepliğin birdenbire ben de farkına vardım.” ..... “... onu evlenmeye aday bir kadın olarak görmeye başladığımdan beri, artık gözümde sıradan bir kız olmaktan çıkmıştı. Kendisine karşı olan hislerimin böyle gayesiz bir şekle girmesiyle, ona karşı davranışım da daha serbest bir hal almıştı. Artık hafif meşrep delikanlılık çağımı çoktan aştığım için, bu bana güç gelmiyordu.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:196; Cilt:III, sa:129) “Barış, öngörülmemiş, öngörülmek de istenmemiş bir biçimde değiştirmişti şehri. İnsanlarının iyi huyları ve ışığının berraklığı nedeniyle hem kendi sakinleri hem de yabancılar için öylesine makbul olan bu şehirde, hafifmeşrep bir sürü kadın, sonradan Abello Yolu, şimdi de Kolomb Bulvarı olan o zamanki Ancha Sokağı’ndaki eski meyhaneleri işi çılgınlığa vardıracak kadar neşelendirmişlerdi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:16) “-Mrs. Scarlett, Miss Pitty sizi ilgilendirmeyen bir konuya ilişkin bir soru sorduğunuzu işitirse pekmemnun olmaz. Bu kent, ciğeri beş para etmeyenlerle o kadar doldu ki, onlarla ilgilenmeye değmez. -Bak sen! Scarlett, herhelde kötü bir kadın olacak diye düşündü. Bugüne kadar kötü bir kadına rastlamamıştı. Bu hafif meşrep kadın kalabalığın içinde gözden kaybolana kadar ona baktı.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:200) “Gautier’in (ya da İstanbul’a geldikten hemen sonra bunu yapmaya başlayan Batılı gezginlerin) padişahın haremindeki kadınları düşlemesini ve kendi yanındaki İtalyan kadına padişahın bir göz atmasıyla övünmesini Tanpınar ‘hafifmeşrep’ bulur, ama bu yüzden de Gautier’ye kızmamamız gerektiğini söyler: çünkü ‘harem mevcuttu’.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:221) “Vanina, prensle uzun uzadıya konuştu. Prens, gençlerin en yakışıklısıydı ve en güzel atlara sahipti. Fakat, çok zeki olduğu bilinmekle birlikte, öyle hafifmeşrep yaradılışlı tanınmıştı ki hükümet kendisinden asla kuşkulanmıyordu.” (Stendhal, “İtalyan Hikayeleri”, Cilt:1, sa:163) “Böyle bir açık-arttırmaya, Gluck ve Haendel, Metastasio ve Hasse gibi kişiler kadar ruhlarla temas kuran kimseler ve hafif-meşrep kadınlar, hava fişekçileri, büyük avcı-başılar, Libretto’cular ve bale hocaları da girebiliyorlar..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:20) Hafif tertip : Az, azıcık “AÇLIK GREVİNİN BEŞİNCİ GÜNÜNDE <Mayıs 1950> Kardeşlerim, demek istediklerimi doğru dürüst diyemiyorsam kusura bakmayın kardeşlerim, azıcık sarhoş gibiyim, birazcık dönüyor kafam, rakıdan değil açlıktan hafif tertip” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:25) Hafiye : Detektif, gizli polis; takipçi “Küçük Betina: ‘Eğer hafiyeler sesimi tanısalardı, eve döndüğümde gözümün yaşına bakmaksızın beni hançerlerlerdi, kim bilir, belki zavallı hanımcığımı da birlikte öldürürlerdi,’ dedi.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:265) Hafta sekiz (ben dokuz) : Haftanın her günü “-Nerde böyle hüzünlenmek o zaman; İçip içip ağlamak. Uzaklara dalıp şarkı söylemek; Hafta sekiz ben eğlentide;” (M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:50) Ha gayret : Zor bir durumda bulunan bir kişiye gayret verip çaba göstermesi için söylenen söz “ ‘Hastaydınız, evet, sonra anlatırım. Ama artık biliciniz yerine geldi. Ha gayret. Ben Doktor Gratarolo. Bağışlayın, ama size bir kaç soru sormam gerek. Kaç parmağımı gösteriyorum size?’ ” (U. Eco, “Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi”, sa:11) Hagiografi sanatı : Aziz çalışmaları “Langdon, ... kiliseyi <Venedik’te San Geremia Kilisesi> gösterdi. Kilisenin yan tarafındaki yazıdan azizenin ismini okuyarak, ‘Âzize Lucia,’ dedi. ‘Körlerin kemikleri.’ Azie Lucia buraya gömülmüş. Bazen hagiografi sanatı dersi veririm, Hıristiyan azizlerin resmedildiği bir sanattır. Ve birden Azize Lucia’nın körlerin koruyucu azizi olduğu aklıma geldi.’ Maurizio yardım etmeye hevesli bir ifadeyle, ‘Si, Azize Lucia’ diye lafa atladı. ‘Körlerin azizi! Hikayeyi biliyor musunuz? Hayır mı?’ Motor seslerini bastırmak için bağırarak konuşmaya başladı. ‘Lucia o kadar güzelmiş ki, bütün erkekler onu arzuluyormuş. Bu yüzden, Tanrı için temiz olmak ve bekaretini korumak adına kendi gözlerini çıkarmış.’ Sierra inler gibi, ‘Ne bağlılık,’ diye söylendi.” (D. Brown, “Cehennnem”, sa:374) Hah : Bak işte öyle “ ‘Elbette,’ diyordu Baudolino, ‘Friedrich’e senin gibi ipten kazıktan kurtulmuş biri yerine Gradal’i götürebilseydim...’ ‘Neden götüremeyesin,’ diyordu Zosimos. ‘Uygun çanağı bulman yeterli...’ ‘Hah, şimdi de çanak oldu. O çanağın içine sokarım şimdi seni! Ben senin gibi bir sahtekar mıyım ulan!’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:284) “Kapının önündeki oğlan, şimdi daha hızlı vuruyor. Hah, kapı açıldı işte. İhtiyar bir köylü kadın, değneğine dayana dayana, iki büklüm yürüyor. İhtiyar kadın koku almak ister gibi çevresine bakınıyor.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:46) “ ‘... Bu caddenin ucunda Dikmen diye bir yer vardır, o kadar pitoresktir ki... Bir başka gün de göle gideriz. Ördek avına...’ Genç kadın dişi bir gülüşle: ‘Hah, bir bu eksikti...’ dedi. ‘Bu gidişle siz onu yavaş yavaş savaş meydanlarına doğru sürükleyeceksiniz.’ ” ..... “ ‘Hah şöyle, hah böyle... bravo!’ diyordu ve yetenekli bir öğrenci yetiştirmek üzere olmaktan mutlu, gülümsüyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:62;56) “JONES - Ah, Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?... Tanrım, karanlık burası... Nerede ay? Yarabbi, bu gecenin sonu hiç gelmeyecek mi? (Seslerden el yordamı ile ve ihtiyatlı ihtiyatlı ilerlemekte olduğu anlaşılır.) Hah... Burası açıklık bir yer galiba... Uzanıp dinlenmeliyim... O zenciler yakalansınlar beni, vız gelir...” (E. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55) “Cam, bir taraftan yumurtasını soyuyor, bir taraftan da, ‘Hah işte bu doğru, tam böyle,’ diye düşünüyordu.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:329) Ha ... ha ... : Bu sefer sen, diğer sefer başkası, kim olursa olsun, herhangi biri; Neredeyse “… ha düştü ha düşecek, sallanıp duran duvarları var gücümle tutuyormuşum gibi; çok ağır giysileri, paltoları omuzlarımızın üzerinden fırlatıp atarken de yaptım aynı hareketi. Defalarca, soluğum kesilmiş bir durumdayken, biraz hava almak için pencereleri açarken yaptım bu hareketi, sonra, umutsuz, öyle kalakaldım.” (A. Gide, “Batak”, sa :116) “JACQUES USTA - Haklısınız. Bırakın da onunla görüşeyim, siz burada durun. (Sahnenin öbür ucunda Cléante’ın yanına gider.) CLEANTE - Pekala! Mademki bu işte seni hakem yaptı, ben de oyun bozanlık etmeyeceğim; ha sen, ha bir başkası.” (Moliere, “Cimri”, sa:106) Ha hindide kılçık... : Hindide nasıl kılçık yoksa, bu dediğinden de birşey çıkmaz “Saint Pierre defterini eline aldı ve gözlüklerini takarak: -Hele bir bakalım. Cucugnan’dı değil mi? Cu... Cu... Cucugnan... Bakın, Mösyö Martin’ciğim, sayfa bomboş. Tek bir kul bile yok... Ha hindide kılçık, ha cennette Cucugnanlı...” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:83) Hakçası (bu) : Doğrusu (bu) “Güzellikle soyluluk, servet, akıl hep sende - Bunlardan biri, ya da hepsi, ondan da fazla. Hakçası bu: başına taç oldu onlar; ben de Bu eşsiz hazineye katılıyorum aşkla.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:37, sa:115) Hak dini : İslam dini “Penbe, piyanistin arkasından dilini çıkardı: -Deli gavur. Boğaz olunca insan doktor çağırır mıymış? -Rakım azarladı: -Ama iyi gavur. İnşallah hak dininde can versin.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:247) Hak getire : Tanrı vermemiş, yok, bir rezalet “ ‘Evet ya, öyle,’ diyordu doktor, yerinde oturamıyor, tozlukları içinde hep dik ve mağrur, bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu, ‘Her gün yaklaşık on kişi ölüyordu. Sıcaklar erken gelmişti, barakalarda pişiyorlardı. Sağlık önlemlerine gelince, hak getire. Kısacası, her gün yaklaşık on kişi ölmekteydi.’ ” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:149) “Alan boştu adeta. Öbür başında, bizden birkaç yüz metre uzaklıkta bir grup insan dikiliyordu. Ama deve falan hak getire.” (E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7) “Bütün yiyecekleri, biraz küflü ekmekle yaban soğanından başka bir şey değildir. Et, şarap hak getire.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:77) “- O kadaaar! -Battı balık yan gider.. -Esrarım yok, afyonum yok... -Bıçak tabanca dersen... -Hak getire.. Onu efeler, ağalar, dayılar düşünsün!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:66) Hakir : (ARAP.) : Küçük, aşağı, önemsiz “Hakirlikte yediğin şu yemek eksik olsun! Tenceren dolu ama, yitip gitmiş onurun! Ekmeğin arttı ama, onurun da eksildi, İstemek zilletinden, yoksulluk daha iyi!..’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:136) Hakkından gelmek : Üstesinden gelmek, icabına bakmak; öldürmek; bitirmek, yenmek “Sanırım korkmam, başıma başka belaların da gelme olasılığına karşı uyanık olmam gerekirdi, ancak tasalanmayla zaman harcamıyordum. Cape Cod, bütün bunları düşündürmeyecek kadar dingin bir yerdi, dayımın hakkından bir kez geldiğime göre bunu bir kez daha başarabileceğime güveniyordum, ama ölümden kıl payı kurtulduğumu unutuyordum.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:147) “Mrs. St. MAUGHAM - Maalesef hayır. Maitland’ı yetiştiriyor ama, Maitland ona artık yaklaşmak istemiyor. Fakat ben bunun hakkından geleceğim. Bahçe işlerinde öyle iyi ki. (Tekrar zil çalar.) MADRIGAL - Maitland mı? Mrs. St. MAUGHAM - Hayır, Pinkbell. Şimdi penceresinden idare ediyor. Bahçecilik, bütün kahyaların hayalidir. Neyse, referanstan bahsediyorduk. Sizin için kim salık verecek? (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:21) “Yapılacak bir sürü iş var ama, bakıp, ben hepsinin hakkından geleceğim, bir seyredin.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:88) “Hafta sonu dolayısıyla evin kızı izinli olduğundan, tuvalet, Hasan’ın kullanımından sonra temizlenmemişti. Büyük abi de tesadüfen hacet görmek için içeri girdiğinde yine küplere binmiş, fakat akabinde sinsi bir gülüşle, ‘Ulan kürdo... Ben bugün senin hakkından geleceğim!’’ demişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:170-1) “MEGARA (Gazap-Kin Perisi.) -... Ben bütün bunların hakkından gelmesini bilirim. Tam vaktinde etrafa uğursuzluk saçmak için, sadık dostum Asmodi’yi buraya getirir ve şu insan milletini çifter çifter mahvederim.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:31) “Güneş biraz daha yükselince, ihtiyar adam balığın yorulmadığını fark etti. Bir tek güzel belirti vardı. Oltanın suya girişinden anlaşıldığına göre, daha üstlerde yüzüyordu şimdi. Mutlaka sıçrayacak demek değildi bu. Ama sıçrayabilirdi de. ‘Bir sıçrasa,’ dedi ihtiyar adam, ‘Hakkından gelecek kadar ipim var.’ ” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:44) “AMEDEE - (Dipteki pencerenin önüne gelmiştir; ölünün ayaklarını pencerenin pervazına koyar, soluklanmak için durur, alnının terini siler.) Uf! MADELEINE - Uf! AMEDEE - Daha da bitmedi. Ama, hakkından geleceğiz.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:114) “-Keşke alsalar da ben de gitsem, dedim. Bu sözü, o kadar candan söyledim ki, önümde Mehmet Ali ile gidecek olanların gözleri parladı. İçlerinden biri: -Evvel Allah, biz düşmanın hakkından geliriz ama, silahımız, cephanemiz yok, diyorlar, dedi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:54-55) “ ‘Gelirdi köye, bozardı nişanı, verirdi kızı Memed’e.’ ‘Bir silah geçirse eline...’ ‘Memed hakkından gelir onun.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:90) “WALTER - Utanmaz! Nasıl cesaret ediyorsun? VEIT - Sus diyorum sana! ADAM - Dur hele hayvan! Ben senin hakkından gelirim!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:87) “ ‘İyi, iyi, iyi - yercücesinin ekmeği Birinin hakkından gelmiş ve ikincisini sıraya koymuş olan Kuşkusuz üçüncüsünün de canına kıyar.’ ” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:108) “Belki de, Tuğde’nin hakkından bu oğlan gelir, ya da bunun gibi bir başkası... Bu tür kadınların ilgisini çeken, kendilerinden daha zayıf erkekler değil, tersine tam ‘dişlerine göre’ bulduklarını, kendilerinden daha inatçı, daha aksi, daha buyurgan olan böyleleridir.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:106) “BULUT - Bilyorsun yasayı. Yazgın, sınır... İKSİON - Benim yazgım avucumun içinde, Nephele. Ne değişti? Bu yeni efendiler zevk olsun diye bir taşı fırlatmamı engelleyebilir mi? Ya da ovaya inip, bir düşmanın hakkından gelmemi? Bezginlikten ve ölümden daha mı korkunç onlar?” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:11-2) “Vladimir başını öne eğdi. Adamlar bahtsız efendilerinin çevresinde toplandılar. Onun elini öpüyor: -Sen bizim babamızsın, senden başka efendi istemeyiz! Efendimiz, emret mahkemenin hakkından gelelim. Ölürüz de teslim olmayız, diye bağırıyorlardı.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:41) “EVANS -... Allah korkusu işin içine girdi mi, o zaman dinler Şura Ya. Yoksa kargaşalık çıkmış, oralı olmaz... Ya... Hele bir iyi düşünüp taşının. SHALLAW - Ah, ah! Allah canımı alsın ki kılıç temizlerdi bunu, genç olsydım eğer. EVANS - Kılıç yerine, arkadaşlarınız hakkından gelsin, daha iyi. Ha sonra, kafamda tasarladığım şey var, belki hayırlıdır. Anne Page var, bay George Page’in kızı... çiçeği burnunda taze... çitlenbik gibi..” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:10) “Timsahların kökü kurumak üzereydi. Avcılar bu hayvan türünün hakkından gelmek üzereydiler. Büyükleri, ancak yitik göllerde kalmıştı. Piraracu, güneşte dizi dizi kurumuş şeritler oluşturuyordu. Dev susamuru tüfek ya da ağla yasağa rağmen çok para ediyordu. Her şey için durum böyleydi, çünkü Brezilya’nın kökünü gerçekten kurutmak istiyorlardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:206) Hakkını helal etmek, etmemek : Emek vermiş birinin Tanrı huzurunda haklarını helal etmek, bir alacağı vereceği olmadığını beyan etmek (Ayrılırken, veda ederken, askere giderken ya da öldükten sonra, musalla taşında iken Hoca cemaata haklarını helal edip etmediklerini sorar; söylenir); Aile içinde, örneğini kız, büyüklerinin onaylamadığı (din, karakter, kazanç, yaş vb.nedenlerden dolayı) ebevynler tarafından, kararından vazgeçmesi için bu şekilde tehdit edilir “Genç kızın onunla evlenmeye razı olacağı gün, ünlü bir ad taşıdığını ona bildirmek, kendisi için büyük bir zevk olacaktı. Ama birdenbire Tunus’a çağrıldı. Annesi umarsız bir hastalığa tutulmuş olduğundan, oğlunu ölmeden önce kucaklamak ve hakkını helal etmek istiyordu.” (F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:45) “Bir gün babam Sultan Veled hazretleri, son derece hastalanmış yatağa düşmüştü. Bütün dostlar onun hayatından ümidi kesmişlerdi. Annem Fatma Hanım bir gece babamın baş ucunda başını önüne eğip oturmuş için için inliyordu. Babam gözlerini açıp: ‘Fatma Hatun, hakkını bana helal et ve üzülme, ben gidiyorum. Göçmek zamanıdır.’ dedi. Annem: ‘Hayır, hayır, göçmek sizden uzak olsun. Siz gitmeyecek ve çok iyi olacaksınız ve bundan sonra iyi hayat geçireceksiniz. Ben sizden önce öleceğim ve siz mübarek elinizle beni mezara koyacaksınız.’ Yedi gün sonra babam tamamen iyileşti.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:227) “Onları, ben küçük sığırtmacın ölüsü başında affettim. Ve bu umumi facia anında hepsine, hatta Salih Ağa’ya bile hakkımı helal ediyorum.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:181) “Eh, ne olur, ne olmaz, bu kadar zaman var, zatınızla ahbaplığımız; belki sizin bilmeyerek kırmışımdır hatırcığınızı, belki sizin bilmeyerek incitmişimdir yüreciğinizi... Saklasın mevlam, cümbür cemaat hepimizi ama, ne olur, ya ne olmaz, yarın sabah ben çekersem cavlağı bu deli dünyadan, artık eksik hakkınızı helal edersiniz gayri!..” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:197) “Düşünüyorlar, taşınıyorlar, başlarını yere eğiyorlar: ‘Fehmi’nin hiç birimize borcu yoktu,’ diyorlar. ‘İnsan halidir bu borcu olmaz olur mu?’ Köşeden bir balıkçı ıkına sıkına: ‘Bana,’ diyor, ‘elli lira borcu vardı.’ ‘Al! Hakkını helal et oğluma.’ ‘Helal olsun.’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:179) “Yordamlaya savrula köyün ortasındaki kavağa varabildiler sonunda. Kavağın altında gene kırmızı boyalı bir tulumba vardı. Yusuf oraya varınca kendini tozların içine attı, tıtreyerek debelenmeye, yuvarlanmaya başladı. ‘Hakkınızı helal edin kardaşlar, ben ölüyorum kardaşlar...’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:75) “Ayağa kalktı, bomboş kalmış, ıpıssız köye şöyle bir göz gezdirdi. Bakışları geldi Seyranın üzerinde durdu. Sonra gene Koca Osmana yürüdü, vardı onun elini yeniden tuttu iki eli arasına aldı, okşadı öptü. Ağlamsı, boğuk bir ses de: ‘Hakkını helal et Osman Emmi,’ dedi.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:423-4) “Ve iki günü aşın süredir üzerinde oturmakta olduğu bavuldan kalktı. Önce tehlikeli bir biçimde sendeledi, düşecek gibi oldu, sonra herkesin şahit olduğu bir gayretle dimdik durmayı başardı. Vakur bir tavırla, kendisine yardım etmek istemiş olan esnafa, ‘Hepinize teşekkür ederim komşularım. Hakkınızı helal edin,’ dedi. ‘Allahaısmarladık.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:26) “Tekrar elini tuttum. Söze gerek yoktu. İçtenlikle paylaşıyordum acısını..... Babaannem sanki bütün gücünü toplayıp devam ediyordu. Sesi biraz daha canlı çıkmaya başladı: ‘O vahşileri, yani eşkıyaları... nedense hiçbir zaman asıl suçlu olarak görmedim. Belki de hiç tanımadığım için, sadece büyüdükten sonra duyduğum için. Asıl suçlu olarak hep, o tehcir kararını çıkaranları gördüm. Enver Paşa ve arkadaşları. Onları hiç affetmedim. Onlara olan nefretim hiç azalmadı. Bir de Müslümandılar! Kul hakkı her şeyden önemli derlerdi. İnşallah onların inandığı gibidir. Ölüyorum işte. İnşallah öbür dünyada sorarlar bana. Ben de haykırırım: Hakkımı helal etmiyorum!’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:93) “Güneş ışını hala çırpınan balıkların üstüne düşüyordu. Pantuflacının gözleri yaşla doldu, arkadaşına dönerek: ‘Hoşçakal Bay Sovaj,’ dedi, ‘hakkını helal et!’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:67) “Lakin kadın nine hanımın da şekil ve görünüşünü zihinde bulmalıdır. Kendisi zanneder ki eski güzelliğin mihrabı hala çehresinde kalmıştır. Hem de bu zannın haksız olduğunu kanıtlamaya kalkışmamalı! Sonra iş fenadır ha! O saat hakkını helal etmez. Emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmeye kalkışır. Hem de nasıl ya? Bir memesinden emdiğimiz süt kan olarak bir burun deliğinden ve diğer memesinden emdiğimiz de irin olarak diğerinden...” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:27) “... Ahmet Rasim, getirilen kişinin yanlış olduğunu anlayınca Abdülhamit’in başmabeyincisinin kendisine ‘Otur bakalım, sen benim evladımsın,’ dediğini, masanın gözünü çekip, eliyle gel işareti yapıp, beş lira verdiğini, ‘Hakkını helal et. Kimseye söyleme!’ diye ekleyerek kendisini gönderdiğini ..... anlatır.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:130) “BABA - Doktorun dediğine inanıyor musun? ANNE - Ona da inanıyorum.. ama en çok içimden gelen sese inanıyorum. BABA (Üzgün.) - Desene iş ciddi?... Aklın da hep çocuklarda senin! ANNE - Olmaz mı ya, onlar benim yaşamım, ömrümün varı, hem derdim, hem umarım... BABA - Christine, bana hakkını helal et! ANNE - O nasıl söz? Sen bana helal et, sevgilim!” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:16) “... Süleyman Bey’e bakarsan Serbest Parti’yi Gazi Paşa açtırmış, dostunu düşmanını anlamak için... Böyle şey olur mu, beyim? -Bilmem. Her kafadan bir ses çıkıyor! Siz Serbest Partiden miydiniz? -Yok! Ben rahmetli babamdan öğütlüyümdür. ‘Siyasete karışmayacaksın, hakkımı helal etmem’ derdi...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:315-6) Hakkını teslim etmek : Hakkını vermek, doğrulamak Bk.: Hakkını vermek “Tam kapıyı kapatacağı sırada Murks yanına geldi ve omzunu sıvazladı. ‘Hakkını teslim etmeliyim Nashe,’ dedi. ‘Sende şeytan tüyü var.’ ” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:179) Hakkını vermek : Hakkını teslim etmek, takdir etmek “Mavi’nin hakkını verelim, o olup bitenleri biraz garip buluyor. Ama şu noktada, kuşkuları olduğunu söylemek biraz ileri gitmek olur. Gene de, Beyaz’da bazı şeylerin dikkatini çekmemesi mümkün değil. Kara sakalı mesela, sonra aşırı kalın kaşları.” (P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:8) “Robert’ta hayran olduğum bir özellik de onu herhangi biri gibi konuşmayışı ve davranmayışıdır. Böyle olduğu halde onda kendini beğenmişlik ve yapmacık hareketlerden eser yok. Onun duruşunu, giyim kuşamını, konuşmalarını, davranışlarını hakkını vererek anlatacak sözcükleri uzun bir süre aradım...” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:17) Hakkını yemek : Hile hurda ile, ya da konumunu kullanarak, kasten, başkasının alın teriyle hakettiği kazancın bir kısmını kendi cebine atmak “ ‘Ama nasıl bir beddua edildiğini öğrenemedin.’ ‘Aynı dönemde birileri sana da beddua etmiş. Sen öğrenebildin mi?’ ‘Evet, öğrendim. Üstelik seni temin ederim benimki seninkinden çok daha çetrefilli bir meseleydi. Sen ömründe bir kez ödleklik etmişsin, bense kim bilir kaç kişinin hakkını yemişim. Ama sonunda selamete erdim.’ ” (P. Coelho, “Elif”, sa:23) Hakkı ödenmek : Emeği ödenmek, parası verilmek “Açığa vurmaktan hiç de çekinmediği bir neşeyle hemen gereğini düşündü ve bütün yapılacak işleri vakit geçirmedennn uztalıkla bizzat konuşup düzenledi; araba boşaltıldı ve hakkı ödenerek arabacıya yol verildi.” (E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:43) Haklamak : Üstesinden gelmek; öldürmek; işini bitirmek “Geçen gece olan oldu. Veya akşamüstü başladı. Uykusuz olduğum için akşamüstü dört gibi yatağa girdim ve uyandığımda veya odamı düşlediğimde karanlıktı ve battaniye boğazıma sarılmışt, beklenen anın bu olduğuna karar vermişti. Bu işin gizlisi saklısı yoktu artık! Beni haklamaya kararlıydı ve güçlüydü, veya ben güçsüzdüm....” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:41) “-E, Klim, sizin buralar nasıl yerler? Tehlikeli mi? Kötü olaylar oluyor mu? -Tanrıya şükür, olmuyor. Hem kim yapacak kötü şeyleri? -Eh, olay çıkmaması iyi... Ben gene de ne olur ne olmaz, yanıma üç tabanca aldım, diyerek bir yalan kıvırdı. Çok iyi bilirsin, tabanca bu, şakaya gelmez. On haydut çıksa karşına, tümünü haklarsın...” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:134) “NORA - Evet, öyle yapacağım. Ama gel de sana aldığım şeyleri göstereyim. Hem ne ucuz şeyler aldım! Bak bu elbiseyi İvar’a aldım - bu da kılıcı. Bu borazanla at, Bob’un. Bu bebekle yatağı da Emi’nin. Çok sade bir şey amma, nasıl olsa çabuk haklar.” (H. Ibsen, “NORA - Bir Bebek Evi”, sa:8) “Memed: ‘Durdu Ağam, öldü mü ola Recep Çavuş? Bir yanına varsak...’ Durdu: ‘Dur hele,’ dedi. ‘Herif haklayacak bizi. Dur hele!’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:157) “ANNE -... Tabanca ya da bıçak gibi ufacık bir şey, kalkıp boğa gibi bir adamı haklasın! Olacak şey mi bu? Hangi insafa sığar?” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:6) “HORNE - Bence… vakit çok dar. Konuşmak fayda vermez. (Usulca kulağına koymaya çalışarak.) Eğer ellerinden gelseydi bizi çoktan haklarlardı. JIMMY, istekle. - Haklayıvereyim şunları kaptanım. Söyleyemesinler.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:27) “LEM (Sükunetle) : Getiriyorlar şimdi. (Askerler Jones’un gevşek bir halde sarkan vücudunu taşıyarak ormandan çıkarlar..... Smithers onun omuzu üzerinden sarkar - Sesinde korku, saygı ve hayranlık ifadesi.) Haklamışlar seni, evladım Jonsey... Ringa balığı kadar cansızsın...)” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:66) “ ‘Dr. Manning,’ dedi Fields yirmi dakika sonra, Longfellow’un kilimine bakarak. Galvinlerin evinden çıktıktan sonra Nicholas Rey’i bulmuşlardı. Rey onları bir polis arabasıyla Craigle Konağı’na getirmişti. ‘En başından beri en büyük düşmanımızdı. Niye Teal onu daha önce haklamadı ki?’ ” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:411) “Ölümü hiç düşünmemiştim, çünkü böyle bir fırsat olmamıştı, ama şimdi olanak vardı ve bunu düşünmek dururken neden başka şeyler yapmalıydı. Tom konuşmaya başladı: -Sen herifleri hakladın mı, diye sordu bana. Yanıt vermedim.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:18) “Hiç umudum kalmazsa başlarım çıldırmayaVe delirirsem acı söylerim seni haklar. Öyle kahpeleşti ki şer kumkuması dünya, Çılgın müfterilere kanar çılgın kulaklar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:140, sa:321) Hak vermek : Birini haklı bulmak, onun görüş açısını onaylamak “Terzi, hayran kalmıştı. Yalnız fiyatı çok yüksek buldu. Biçimi moderndi; Fischerle’ye buna uygun bir de palto almasını önerdi. ‘İnsan dünyaya bir kez gelir!’ dedi. Fischerle hak verdi adama. Pabuçlarının sarısıyla, şapkasının siyah rengini bağdaştıran bir rengi, parlak maviyi seçti. ‘Ayrıca gömleğim de aynı tonda!’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:398) ^^ Hala : Henüz, şimdiye ya da söz konusu zamana dek, şimdi de geçerli “İşten dönmem bir azap, hep birinin yanına takılmak.. En iyisi onlarla yüzyüze gelmek. Sormak. Ayten.. Ayten’le hiç yüzleşmedin ama.. Hala bilmezsin, neden... Saldırganlar, gerçekten de çıkıp geldiklerinde, bir de ne göreyim! Çocuk bunlar.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler - II” ‘Dar Odanın Karanlığı’, sa:21-2) “TUTULMA. YANSIMALAR -----------------------------------sanki tesadüfen keşfettiğim Ezekiel’in gazabı gibi, ‘yaşam’ ve ‘evet’ dedi bize ‘kanın hala damarlarında akarken yaşa’ ancak böylece yaklaşabilirsin bana-” (P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:21) “Mavi, Siyah’ın kendisiyle aynı yaşta olduğunu tahmin ediyor, üç aşağı beş yukarı. Yani, yirmili yaşların sonuyla otuzlu yaşların başı. Siyah’ın yüzünü hoş buluyor, insanın her gün gördüğü binlerce yüzden hiçbir farkı yok. Bu mavi için hayal kırıklığı oluyor, çünkü hala gizli gizli Siyah’ın bir deli olduğunu bulup çıkarmayı istiyor.” (P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11) “Bunca saygıya layık yapıda insan yetiştiren ve yedi istiladan sonra bile hala barışçı yartılışları yadsınamayan o saf ve soylu Cermen çocuklarının bir örneğiydi. Bu yabancı, saf saf gülüyor, dikkatli dikkatli dinliyor ve Champagne şarabını, Johannisberg’in açık renk şarapları denli severmişçesine kana kana içiyordu.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:55) “... hiçbir şeyi anlamayan ama iyi huylu olduğunu da teslim etmemiz gereken İrlandalı Neil O’Connor. ‘Bir şey unutmuş olmalı,’ dedim. ‘Ne ki?’ ‘Belki niçin karaya çıkacağını unutmuştur.’ ‘Saçma sapan konuşma.’ Hala oradaydı, hareketsiz, bir ayağı ikinci basamakta, bir ayağı üçüncü basamakta.” (A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:49) “YENİDEN, HÜZÜNLE... -----------------------Sevgilim! Sevgilim! Geceyürüyor, Dünyayürüyor ordularla. Kitaplarla ve matbaacıçıraklarıyla. İçimdebir dağ çeşmesi akıyor... Sabah oldu oluyor anındaeski, külüstür, kömüryüklü sarı bir kamyonla yanında durmuştuk, ormanbattaniyeliydi hala.” (Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:333) “ayna aynada, dallar çıkıyordu başımdan, sırtımdan yapraklarıyla sapasağlam kalbimi yokladım tarihin kara kanları kurumamıştı hala yoğun bulutlar arsından sıyrılmaya çalışıyordu güneş” (Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05) “AÇIK DENİZ Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum. ----------------Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı. Bir gün dedim ki ‘istemem artık ne yer ne yar’! Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar; Gittim o son diyara ki serhaddididr yerin, Hala dilimdedir tuzu engin denizlerin!” (Y. Kemal Beyatlı<1884-1958>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:76) “Ne var ki, gizli bir yanım hala sihirli çemberlere, doğaüstü formüllere, tütsülere, kutsal mürekkebe özlem duyuyordu. Petrus’un ‘atalara saygı’ diye nitelediği tören, benim için eski, unutulmuş derslerle yoğun, sağlıklı bir karşılaşma olmuştu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:198) “Proje ilerlemiyor. Bölük pörçük şeylerden başka bir şey oluşmuyor. İlk bölümün ilk repliklerini hala yazıya dökememiş. İlk notalar bir tülü yerine oturamıyor. Kimi zaman, bir yılı aşkın süredir hayalet gibi peşini bırakmayan öykü kahramanlarının silinip gideceklerinden korkuyor.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:164) “Hala beklemem mi gerekir yeniden doğan bir yakmalığı, Anka kuşunun bile kurtulamayacağı kadar canlı. Yoksa, kazaya uğramış bir insan olarak, geçen gemilere doğru Nedensiz yere bu kitabın sayfalarını mı koparmalıyım?” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:110) “Ev, kakmalı ve oymalı panellerin süslediği modası geçmiş dekorasyonu, hala yepyeni görünümlü merdivenleri ve oymalı maun parmaklıkları olan üst balkonuyla gerçekten tarihi bir değer taşımaktaydı. Gece olduğu zaman gizemli ışık oyunlarının oymalı tahta paneller üzerinde oluşturduğu gölgecikler bir zamanlar bu ağaçlara can veren su birikintilerinin üzerindeki dalgacıkların geçmişten geleceğe yansıması gibiydi.” (Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15) “BEN ÖLÜNCE ^^ Ben ölünce, hala yolda olacak ışınlarım ... ulaşmak için sana. Gülümseyip kabul edeceğiz, başımızı eğerek kaval kemiklerimle flüt çalıyorken maymunlar av denemeleri yapıyorken vahşi yavrular, kafatasımla ufacık yaratıklar sığınıyorken kemiklerime diğerleri kutluyorken sevişmeyi, ürüyorken iskeletimde kemikleşmiş okurlar tartışıyorken şiirin geleceğini.” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) ^^ “ ‘Darley.’ Ellerimi hala aynı sevecenlikle tutarak, gözlerrinde yaşlarla beni bir kıyıya sürükleyip deniz kıyısındaki taş sıralardan birine çuval gibi çöktü. Pombal’ın üzerinde çok şık bir tenue (Fr.:giysi) vardı. Kolalı manşetleri gevrek gevrek takırdıyordu.’ ” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:40-1) ^^ “Hala aynı yatakta yatıyorlardı, ama burada da John’un uzak durması Alice’in özlemini çektiği hoş sahneleri yaşamasına engel oluyordu. Onunla sevişmeye bile yeltenmemişti. Oysa etkileyici bir sahne planlamıştı Alice. ‘Bana dokunma,’ diyecekti kararlı boğuk bir sesle, ‘neler yaşadığımı anlayamıyor musun?’ ” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:57) ^^ “Tepelerde sular hala kaynakların kıyılarından taşıyor, taşları yalıyor, sel yataklarındaki kayaların üstünden atlıyordu. Hala kardan korkan çobanlar koyun postu paltolarının içinde uyulamaktaydılar. İstanbul’un kubbeleri ve minareleri üstünde çoktan parlamış olan güneş yakında onların üstünde de parlayacaktı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290) “Dışarıda olağandışı bir şey görülmüyordu, uzun ve sessiz bir bekleyişin ardından Methuen, girişi kapatan çalı çırpıyı mimkün olduğu kadar sessizce kenara iterek, büyük ağacın siyah gölgesiyle kararttığı kayaya doğru süründü. Tepenin etekleri dingin gökyüzünün altında hala masumca uyuyordu.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:98) “Athenaios iki yıl önce küçük bir felç geçirmiş, bir omzu yarı felçli kalmıştı; ama Niko’nun beyaz saçları altmışını geçmiş yaşını ele verse de, o hala eskisi gibi esmer tenli, sağlam yapılı, hala kemikleri çıkmış bir Herkül’dü, ağzında tek beyaz dişi bile eksik değiildi. Kadınlar bizim konuşup gülüşmelerimizi seyrediyor, zamana meydan okuyuşumuzdan belli belirsiz bir haz alıyorlardı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369) “Hala toprağın üstünde yükselen bazı mezarlardan ötürü mezarlığın yeri belliydi yalnızca. Tek yaşam belirtisi olarak, yükseklerde uçan bazı alıcı kuşlar, şahmaranlar gibi taşların arasında akan ya da duvarların üstünde sürünen kertenkele ve yılanları avlıyorlardı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:688) “ ‘Adınız ne peki?’ ‘Bir dakika, dilimin ucunda.’ Her şey böyle başladı. ‘Sanki derin bir uykudan uyanmıştım, ama hala sütümsü bir grilikte sallanıyordum. Ya da henüz uyanmamış, rüya görüyordum.” (U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:9) “Farama giysilerini giymeye başladı, ama hala uykuluydu ve elleri titrediği için zorlanıyordu. ‘Birdenbire hava soğudu,’ dedi gardiyanın gözlerini özür dilercesine araştırırken. ‘Sana söylememem gerekiyordu,’ diye fısıldadı beriki, ‘ama araba bekliyor. Acele et...’ ” (M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:73) “Gözümü açtığımda saat sabahın onu idi. Başım kazan gibi olmuştu. Aa, ben hala Alaşehir’de, göçmen mahallesindeki evimizde ve yer yatağında idim. Okul başlayacaktı ve ben, Balıkesir yolunda olmalıydım. Dehşetle yerimden fırladım.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:83) “Matho, ‘Çocuk muyum ben?’ dedi. ‘Sanıyor musun ki kadınların yüzlerini görünce, şarkılarını dinleyince hala yumuşuyorum? Drepanum’da elimizde bir sürü kadın vardı; ahırlarımızı süpürürlerdi. Hücumların ortasında, yıkılmakta olan tavanlar arasında, mancınık henüz titrerken sahip oldum onlara ben!.. Ama bu başka, Spendius, bu başka!’ ” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:46) “YERYÜZÜ AYETLERİ -----------------------------belki hala sönük gözlerinde, donukluğun derinlerinde su sesindeki saflığa inanmak isteyen yarı canlı, kırık dökük bir şey cansız bir kımıldanış” (Furuğ-Ferruhzad-<İ.Ö.610-580>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:80) “Biçare Akayiy Akakiyeviç hakkındaki endişeleri öyle baş edilemez hale geldi ki, bir hafta sonra dayanamayıp yanında çalışan memurlardan birini adamcağızın ne durumda olduğunu, hala yardımına ihtiyacı olup olmadığını öğrenmesi için çalıştığı daireye göndermeye karar verdi. Akakiy Akakiyeviç’in beklenmedik bir şekilde ateşler içinde sayıklayarak ruhunu teslim ettiği haberini alınca, kendini çok kötü hissetti...” (N.V. Gogol, “Palto”, sa:66) “Çılgın çocuk ---------------Çılgın çocuk artık feryat etmiyor Fakat hala yıldızsız gecelerde yalnızken Bir çığlıkla uıyandım karanlıkta. Çığlık çocuğun değildi. Kendimindiyki.” (Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “ ‘Dediğin gibi hala güçlüysen bütün balıklar vız gelir sana.’ ‘Belki de sandığım kadar güçlü değilimdir.’ dedi ihtiyar adam. ‘Ama bu işin hilelerini bilirim; üstelik inatçıyımdır da.’ ‘En iyisi, sen yat şimdi, sabahleyin dipdiri kalkarsın. Ben bunları Terrace’a götürürüm.’ ” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:20) “ ‘... zavallı Otto’cuğumun sadece idarecilerin bir ihmaline kurban gidip gitmemiş bulunduğunu aydınlatacaktır. Bununla öğretmeni demek istiyorum. MA. İçin böyle bir şey düşünmek asla aklıma gelmez. Justitia fundamentum regnorum (LAT.: Adalet saltanatın temelidir.) Öğretmenler arasında sıkı bir eleme yapılması muhakkak lazım, daha hala hükumet aleyhtarları kum gibi kaynıyor.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:98) “O yaz’ın bu denli dersiz topsuz bir maceraya yol açacağını elbette bilemezdim. Hoş, bilseydim de, kapılıp gittiğim gençlik aylaklığına yine bağlanacak, yine yenik düşecektim. Yarattığı korkunç acıları, ektiği zehirli tohumları hala eşsiz buluyorum, asla pişman olmadım. Besbelli ruhum daha önce yaralanmıştı.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11) “DÜRÜST İNSAN Üzgünsün şimdi hey, Wheely anlatabilirsin ama bebeğim sensin hala o yavru kuş ufacık sığınağında kalbimin” (Ingrid Jonker <1933-1965> - İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.12.06) “MUZAFFER HALK Askerler savaştan dönüyorlardı. Ülkenin demiryolları Gece gündüz taşıyordu onları. Gömlekleri toz içindeydi Ve hala tuz içindeydi terden, Bu sonsuz bahar günleri.” (Leonid Martinov<1905-1980>, “modern rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:135) “BABA EVİNDE GENÇLİK ZAMANI Büyüdüm. Masallar bana çiçek açtırmıyor. Çoktan beri kendime ‘Siz’ diyorum. Yalnız ara sıra hala, tenha günlerimde, Çocukluğum gizlice ziyaretime geliyor.” (Mascha Kaleko<1907-1975>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08) “Hala damlıyor tuzlu deniz perçemlerinden, Lysidike, sen mutsuz kız, boğulan deniz kazasında, çalkalanmaya başlayınca deniz, üürküp düştün boş kayıktan. Yazıyor şimdi mezarında senin ve yurdun Kyme’nin adı; oysa dalgalar yıkıyor kemiklerini soğuk kumsalda...” (Ksenokritos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:29) “Balıklar naylonlarda hala canlı ama sohbete dalmış yolcular bunun farkında değil. Avurtları çökük adam, omzuna yaslanmış olan kadına bir şeyler anlatıyor.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:7) “Uzun hastalığım süresinde yaşamaya giden yolu öğrenmiştim. Düşlerin yararlı olduğunu biliyor, onları göklere çıkarıyordum. Hala da aynı türden yazılar yazmaktayım, temiz, canlı, iyimser ve yaşama yönelmiş yazılar. Oysa eleştirmeciler bende olağanüstü bir canlılık bulunduğunu ve kendilerine savaş açtığım kuruntular ve aldanışlar tarafından aldatıldığımı ısrarla söyler dururlar.” (J. London, “İntihar”, sa:200-1) “AYAĞI KARINCALI --------------------------Ama kuşkusuz sürekli bir aşkı Aklımın ucuna bile getirmemiştim, Çünkü hala, evli değilim, diyordu Kocasına bunu bunu yapıp da Yürüdüğümüzde ırmağa doğru.” (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:68) “Aile reisine saygının bir ifadesi olarak hepsi de onun kahkahalarına katıldı. Kızlık soyadı ‘Duschamps’ olan Bayan Antoinette Buddenbrook, tıpkı kocası gibi kıkır kıkır gülüyordu. İriyarı bir bayandı, gür beyaz saçlarının bukleleri kulaklarının üzerinden aşağıya doğru dökülmüştü, üzerinde sadelik ve alçakgönüllülüğü simgeleyen siyah ve açık gri çizgili bir elbise vardı, kucağındaki küçük torba çantayı sıkı sıkı tutan beyaz elleri hala çok güzeldi.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:10) “Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101) “Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2) “İTİRAF III Anam, Ben topaç çevirirken sokakta, Benim güzel oğlum Paşa olacak derdi... Halbuki ben hala Topaç çeviriyorum sokakta.” (Rüştü Onur<1920-1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:530) “ ‘Burada yiyecek birşey bulamazsınıız. Hayır, burada bulamazsınız,’ dedi. ‘Hay allah kahretsin! Yani bu koca yerde tek bir bar yok mu diyorsunuz? Ta Farnham Common’dan yürüdük buraya kadar.’ Şişko burnunu çekti, düşünür gibi yaptı, gözleri hala oltasının şamandırasındaydı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:150) “ORPHEUS - Nasıl olduğunu anlatayım. Gölgeler ormanı arasından patikayı çıkıyorduk. Kokytos, Styks, kayık, yakınmalar çoktan uzakta kalmıştı. Yapraklarda göğün belli belirsiz ışığı görülüyordu. Arkamda adamların hışırtısını duyuyordum. Ama ben hala aşağıdaydım ve üzerimdeki o ürperti sürüyordu.” (C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:95) “Kern, saatinin fosforlu kadranına baktı. Beşe geliyordu. Ama oda hala karanlıktı. Ve bu karanlıkta öteki iki yatağın örtüleri belli belirsiz göze çarpmaktaydı. Duvarın yanında yatan Polonyalı horluyordu.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:17) “SESSİZLİĞİN SESİ Gece. Hiç ses yok. Yalnız kükremesi boşluğun ve saydam belirsiz ayın ışığı hala bir biçim almadan duran ve o kadını inciten.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-ayraçlar II”, sa:117) “Ve acı, çok acı bir ses. Bir ses ki, şu tahta bölme gibi önüne çıkan her maddeyi bir tül kadar inceltip delik deşik ederken açtığı ince boşluklardan içeriye, cevheri örselenmeden, elenmiş bir halde giriyor. Rüyadakinin tıpkısı. Bir ses ki yapışkan ve sürekli. Hala ayni şiddettle haykırıyor. Bir ses ki unutulmaz.” (P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:8) “Ancak rahibin ölümlü bedeninin kalıntıları hiç de öyle çürüyebilecek gibi değildi. Bu kalıntılar tam üç gün boyunca Efendimiz’in Anası’na adanmış o kiliseyi doldurdu, burada rahip son yolculuğu öncesi ziyarete sunulmuşltu. Çünkü güzel kokular yayınlıyordu. Vücut kasları kaskatı olmalıydı belki ama, aksine onunkiler gayet yumuşaktı sanki hala hayattaymış gibi.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:15) “...seçimler ertelenmiş olsaydı; hiç olmazsa onları radyo ya da televizyonla uyarma nezaketi gösterilebilirdi, ki bu kurumlar, bu tür bilgilendirmeler için hala işe yarıyordu. Sekreter, Rüzgarın çarptığı bir kapının ne büyük bir gümbürtü çıkardığını herkes bilir, oysa biz öyle bir ses duymadık, dedi.” (J. Saramago, “Görmek”, sa:14) “Bir Akşam Sohbeti -----------------------Ama geceleyin kalktığımda bir bardak su içmek için o hala kapıdadır, duvardan pencereye uzanan ince bir çizgiye gözlerini dikmiş, bakmaktadır,” (Peter Semoliç<d.1967>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.01.08) “Sınır-Adam Ağacın saatı bozulmuş göstermiyor zamanı artık. Etraftaki çimler sessizce ağlaşıyorlar gölgeleri için. Serçelerse hala serçe kentini görüyorlar rüyalarında.” (Saşo Serafimov<d.1953>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 12.06.08) “Benim borcum için o dosttan oldun davacı, Ben kötüye kullanıp yitirmiş oldum onu. Ben dostumu yitirdim; hem o sendedir, hem ben, Kurtulamadım ben hala, o borcu ödemişken.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:134, sa:309) “Vintarovci 48 On ya da yirmi yıl içinde ölecek olmanı Nasıl anlayabilirim? Bedenin kurudu çoktan, Ama vereceği hala öyle çok ki ellerinin.” (Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08) “Serpuhovski Vronski’nin devlete hizmet etmesi meselesine çoktan boş vermişti, ama eskisi gibi seviyordu onu hala, şimdi de yakın ilgi gösteriyordu ona.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:212) “Yemek, diğerleri gibi alışılmış ve sıkıcı türdendi. Müzik oldukça erken bir saatte başladı. Ah, o akşamın bütün ayrıntıları, hatta önemsiz olayları bile, nasıl da hala aklımda!” (L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:111) “Bana kendi kadehinden su ikram etti; sonra ne yaparsam yapayım saraydan kovulmam için dolap çevirmeyeceklerini, çünkü (Danimarka kraliçesi ünvanım olmasa da) kralın karısı olduğumu ve beni hala deliler gibi sevdiğini herkese göstermek için omzumu, yüzümü öpüp bana övgüler yağdırdı.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:21) “Evet, onları yeniden gördüm. Anna Martinovna’ya pek doğal bir durumda rasladım. Annemin ölümünden sonra, on beş yıldır ayak basmadığım köyümde oturuyordum. O zaman hala unutulmamış bir ,yavaşlıkla yapılan ortak çiftlik topraklarının pay edilmesi işinde bir yargıya varmak üzere birkaç komşuyla birlikte dul Anna Slötkin’in evine gitmek için çağrıldım.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:102-3) “HASTA GEYİK Hasta geyik saklanmış güçsüz yaprakların arkasında. Yatıyor sanki yaşamıyor, ayakları dimdik gerildi -sonra gövdesi, halen sağır ve kör, aniden seğiriyor: Bir komut geldi, bir duyu hala nöbette.” (Halldis Moren Vesaas<1907-1995>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.12.02) “Ağaç, 1588 yılı içinde onu ilk gördüğü günden bu yana büyümüş, daha gürbüzleşmiş, daha bir dallanıp budaklanmıştı, ama hala altın çağını yaşıyordu. Küçük, keskin tırtıllı yaprakları hala dallarının üstünde olanca gürlükleriyle titreşiyorlardı. Kendini yere atıp altında bir omurgadan çıkan kaburgalar gibi sağa sola uzanan ağacın kemiklerini duyumsadı. Dünyanın sırtına bindiğini düşünmek hoşuna giderdi.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:210) “İhtiyar sustu, sıkıntılı bir sessizlik oldu. Hissesini parça parça rehine koyup aldığı parayı içkiye veren o zamana kadar anasına babasına hala bir metelik ödememiş olan Jésus-Christ’ye bu gönderme, ciğerparesi haydut oğlunu her zaman korumaya hazır anneyi üzüyordu. (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:184) Hal ahval : Durum, vaziyet, halihazırda olup bitenler “TARLADA <Bulutların Gölgeleri Peşinde’den> --------------Tarlana çabuk git, yitirme zaman; sabanı zorluyorsa taş gibi toprak öküzlere darıl... Uzaklaşarak sis çekilip, güneş göründüğü an biraz olsun dur, çok derin bir ah hal ahval budur; Dah...” (Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 17.08.06) Halay çekme : Grup halinde el ele, kol kola, omuz omuza; saz, davul zurna refakatinde sergilenen bir Türk halk oyunu “KIZILIRMAK KIYILARI Kardaş, senin dediklerin yok, Halay çekilen toprak bu toprak değil. Çık hele Anadoluya, Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri, O kadar uızak değil!” (F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:345) “CAN DENİZİ İÇKİSİ <1382> ---------------------------Yapıştın sen gözlerime tıpkı göz ağrısı gibi Yeter! Çevir bu sayfayı! Yoksa kalem düşer elden Dağdan belirse bir sancak, ya şahtandır ya ordudan Kim bir halay çekerse bil, medet bulur bir kimseden” (Mevlana ‘Celaleddini Rumi’<1207-1273>-İsa Nurazer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.05.07) “Ve gidip geliyor Ayakları hep birden çiçeklerle çevrili bir aşk sunağının başında halay çekerken yumuşak çimenleri ezen incecik ayakları gibi Giritli kızların” (Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:38) Halayık : Saraylarda, Bey’lerin evinde -özellikle Doğu’da-, oğullarının küçük yaştan bakımı için sürekli hizmetine verilen kız köle, hizmetçi “Kıtlık yıllarından birinde kendisini David’e halayık olarak almışlardı. Şakayık o zamanlar kendisinin bu evde bir köle olduğunu bilmezdi. Şimdi biliyordu. David’in ondan iki yaş küçük olmasına karşın, onunla dertleşmeye o kadar alışmıştı ki bundan bir türlü vazgeçemiyordu. İki çocuk arasındaki bağın büyük yaşta da devam edebileceğini sanmak aptallık olurdu; hele bunlardan biri efendi, diğeri halayık olursa.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:11) Halbuki : İşin aslı astarı, işin doğrusu “İTİRAF III Anam, Ben topaç çevirirken sokakta, Benim güzel oğlum Paşa olacak derdi... Halbuki ben hala Topaç çeviriyorum sokakta.” (Rüştü Onur<1920-1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:530) Halbuysam : Halbuki, işin aslı “Durana: ‘Ağzına tükürdüğümün gavatı!..’ diye yerlere tükürüyordu. Karılar anlamadan bakıyorlardı. Böyle tükürmeye başladı mı, birkaç gün yüzü gülmezdi. Bir tatlı yemek yenmezdi evde...” ..... “İkide bir, ‘Ağzına tükürdüğümün gavatı’ diye sövüyordu giderken. ‘Adamım diye gezer köyün içinde! Halbuysam, adamlık kim o kim? Böyle deyyusları bir de köyün başına geçirirler! Ağzına tükürdüğümün gavatları!..’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:16-7) Hal çaresi bulmak : Çözüm bulmak “Birçok yerlerde iyice kabarmış olan suları aşmak mecburiyetinde kaldık. Salso nehri kıyısında beyhude yere bir köprü ararken, garip bir hal çaresiyle karşılaştık.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:163) Halden anlamak : Bir kimsenin durumunu sezip ona uygun davranmak “ ‘Ama ben artık sevinmeyi, hoşnut olmayı unuttum. Bunu sizden başka birine söylersem, ağız yaptığımı sanır. Ancak siz halden anlarsınız. Şurada şöyle bir çevrenize bakın; her yan ne denli boş ve ıssız. Kendini bulunmaz bir Hint kumaşı sanan Johanna içeri girdiğinde, tüylerimin diken diken olduğunu duyumsuyorum.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:130 “Adam coşkulu bir aceleyle, gövdesi dimdik, yalnızca dizlerini yumuşak hareketlerle bükerek yürüyordu. Daniel: ‘Sen korse giymişsin, ahbap,’ diye düşündü. Elli yaşlarında bir adamdı, yaşamın yoğurduğu yüzünde halden anlar bir ifade vardı, sinekkaydı tıraş olmuştu, beyaz saçlarının altında şeftali yumuşaklığındaki derisi pespembe görünüyordu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:135) Haldur huldur : Alelacele, gümbür gümbür. “Kayalar, yollar, ekinler, tarlalar, kamışlıklar gecenin ortasında kıpkırmızı oldular. Kıpkırmızı bir kan seli haldur huldur boşandı Anavarza kayalığından.” (Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:92) Hale : Ayın çevresindeki soluk ışık dairesi; hala (Araplarda teyze); Kürek, üvendire; Pamuk dövme (M.N. Özön) “YERYÜZÜ AFETLERİ ---------------------------sanki devrimler, renkler, görüntüler tersten yansıyordu aynaların gözlerine ve alçak soytarıların başları üzerinde ve fahişelerin arsız yüzlerinde tutuşup yanan bir şemşiye gibi kutsal bir hale ışıldıyordu.” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79) Halel getirmek : Zarar, ziyan getirmek; olumsuz etkilemek “İtiraf etmeliyim ki, sizi Balbec’te ilk gördüğümde, çehrenizi açıkça sevimsiz bulmuştum.’ Bunun ardından, Aimé’yle, M. de Charlus’un çok sevdiği, ölü bir arkadaşı arasındaki -baronun ancak ikinci gün farkettiği- benzerlik üzerine yorumlar geliyordu. ‘O zaman, mesleğinize hiç halel getirmeden, neşesiyle bana dertlerimi unutturan dostumun yaptığı gibi, benimle iskambil oynayabileceğinizi ve bu şekilde bana, onun ölü olmadığı yanılgısını yaşatabileceğinizi düşündüm bir an.’ ” (M. Proust, “Sodom ve Gomarra”, sa:403) Hal(l)eluya : Elhamdülillah, Tanrıya şükür (Eski İbranice’den); Argo’da “Tüm bu kepazeliği sanki Tanrı’nın vergisi olarak kabullenmek zorundayız sanki!” gibi alaycı bir yorum taşır “Bütün bunlar benim Kore Savaşı’na niye ve nasıl girdiğimi açıklayan ön bilgiler. Savaş çıkar çıkmaz kolej eğitimini geride bıraktığım gibi, Marin bölümüne yazıldım. Ne zafer. Haleluya.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:121) “DELİ - Bakın, sokaktaki adam için bu rezaletlerin ortadan kalkması çok da önemli değil... Onun için ihbarlar olsun, skandallar ortaya çıksun, onlara da konuşacak bir sebep olsun. Bunun adı gerçek özgürlük oluyor. Bu da dünyalara bedel, halleluya!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:83) Halen : Halihazırda, şimdiki zamanda “ŞEHİR KELEBEĞİ Beton şehrin içinde halen beyaz bir kelebek yaşıyor. İnsan kalabalığı ve arabaların bulanık akıntısı üstünde kanatlarısanki beyaz bayrak titreşiyor. Savaş kaybedildi.” (Fedya Filkova<d.1950>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.08.02) Hale yola koymak : İşi yoluna, düzene koymak “İnsanın sadece aşkla özgürleşebileceğini, kimsenin bir başka varlığa sahip olamayacağını düşünmesine rağmen, için için gizli intikam arzuları besliyordu hala; Brezilya’ya yapacağı muhteşem dönüşü fırsat bilerek gerçekleştirebilirdi bunları. Çiftliğini hale yola koyduktan sonra kente gidecek, en iyi arkadaşının uğruna kendisini terkeden çocuğun çalıştığı bankaya uğrayıp sıkı bir miktar para yatıracaktı.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:89) Halhal : (ARAP & HİNT MYTH.) : Arap ve Hint kültüründe, genellikle kadınların ayak bileklerine taktıkları gümüş ya da altın halka “ABİKU Boşuna biçim verir senin halhalların Ayaklarımdaki tılsımlı dairelere Abiku’yum ben, ilk şeyleri isteyen, Yinelenen zamanım. (Wole Soyınka<d.1934>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) Hal hatır sormak : Bir kimseyi hastalık, ayrılık, bayramda vb. durumlarda ziyaret etmek; Kendisini uzunca zaman görmediğiniz birine, sırf dostluk namına, kendisi ve ailesinin durumunu sormak “Vivian, ülkeye daha yeni adım atmış yabancı bir kadın olmasına rağmen Maria’ya hiçbir sıcaklık göstermeden onu tepeden tırnağa süzmekle yetindi. Sonra, halini hatırını sormak yerine dosdoğru konuya girdi.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:41) “Ben büyük hanımın yanına seğirttiğimde, herkes onu elini öpmüş, hal hatır sorulmuş ve bağ evinden içeri girilmişti. Basık tavanlı ama geniş bir yer. Sağda hazır bir cibinlik, oraya buraya gelişigüzel serpiştirilmiş bir iki işlemeli yastık, odundan bir eşya sandığı, oldukça geniş bir etajer üstünde elle kahve çekme makinesi, cezve ve iki fincan, iki idare lambası ve bir lüks.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:71) “Keşke olsaydı. Orada olsaydı elbette bir şeyler derdim. Ama Roma’da olduğu için orada değildi. Orada olsaydı, en azından hal hatır sorardım.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:56) “Birgün oradaydım, oğlanın odasında, ayakta çıplak, o da orada ayakta çıplak, birbirimize hal hatır soruyorduk. ‘Nasılsın? İyiyim, sen?’. Kapı ardına kadar açıldı ve içeri kocam girdi, giyinik…” (D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:31) “Çocuğun ense köküne elimin tersi ile bir yapıştırdım. Vay canına vay, sen misin bunu yapıştıran? Öteki çocuklar hep birden yaygaraya başlayıp bana hücuma kalkışmasınlar mı? Bereket versin oradaki köy kahvesinden yetişen bir kaç delikanlı bu haşarıları darmadağın ettiler, sonra beni alıp kahveye oturttular, kahve ısmarladılar, hal hatır sordular.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89) “Sonra patronun odasına aldı onları: -Şekerim bak sana teyzemle ahbabını tanıtayım! Birbirlerine tanıttı. El sıkıştılar, hal hatır sordular.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:234) “Kahveyi buldum. On kadar adam oturmuş, sohbet ediyorlardı. Selam verdim. Yer gösterdiler. Hal hatır sordular. Oradan buradan konuştuk.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:135) “Bütün bu hikayelerin, hal hatır sormanın ve misafirliğin ortasında bir yerde, annem yanlış bir şey yapıyor muyuz diye bizi hala gözünün ucuyla denetlerken...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:184) “Televizyon programı bittikten, alet kapatıldıktan, hal hatır sorduktan sonraki sessizlikte, karı koca soran gözlerle baktıkları için Galip hemen hikayesine girdi: Savunmasını üzerine aldığı bir üniversite öğrencisi, işlemediği bir siyasi cinayetten suçlanıyorlardı.” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:74) “TEFECİ - Senin de günün aydın olsun, Tranio. Nerede bizim para? TRANIO - Sen de yırtıcı hayvanlara benziyormuşsun be! bu ne yabanilik böyle! hal hatır sormadan hemen atıveriyorsun cırnağını!” (Terentius, “Hortlak”, sa:40) Hali : Boş, ıssız “Kaşıkadası’na geçiyorduk. Hepimizin içinde bir Robenson havası esiyordu: Gemi batmıştı. Bir sal parçasının üstünde idik. Hali bir adaya çıkacaktık. Bir kulübe yapacaktık...” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Kaşıkadası’nda”, sa:23) Hali duman olmak : Maddi durumu çok kötü bir durumda olmak; birisinin hayatını tehdit yolunda da kullanılır “ ‘Döşeklere serilsin de yıllarca canını vermesin. Nerdeyse salgıncılar da görünür. Bakalım onları nasıl savacağız. Gelen yıl halimiz duman anlaşılan... Çoluk çocuk komşu köylere dağılıp yanaşmalık, sığırtmaçlık etmekten başka çare yok...’ ” “O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:155) “Jean Valjean ona elini uzattı. Fauchelevent köylülere özgü bir tavırla onun elini sıktı. ‘Tamam, dostum, her şey yolunda gidecek.’ ‘Umarım bir aksilik çıkmaz. Yoksa halimiz dumandır.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:389) “O gece eve döner dönmez de yaptığım işi söyleyince babam küplere binmişti, çabuk, şimdiden tezi yok götürüp geri vereceksin, demişti de anam engel olmuştu..... oğlunun bir hırsız olduğunu düşünmüyorum ama bu yaptığına da hırsızlık derim, diyordu babam, hemen götürüp verecek yoksa hali duman, demişti, ağlıyordum, ağlıyordum...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:92) “Top sesleri geliyordu doğudan, batıdan, yandan yöreden. Bu korkunç bir maceraydı. Osmanlı orduları Güneyden, batıdan, Rus orduları kuzeyden geliyordu. Şehre her an biraz daha yaklaşıyorlardı. Her iki ordu da şehre <Van> aynı anda girebilirlerdi. Şehir halkı, Müslüman Kürtler, Türkler, Hıristiyan Ermenilerdi. Rus ordusu girse Müslümanların, Osmanlı orduları girse Ermenilerin hali dumandı. İkisi birden girseler, şehir ayakaltı olacak, taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayacaktı. Bu bir dünya savaşıydı. Sorumlusu da insanlıktı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:154-5) “Daha çok çok şeyler gördüler, başlarından inanılmaz serencam geçti. İki gün de aç kaldılar. Aşık Ali olmasa halleri dumandı. Köylere gidip saz çaldı, ekmek topladı.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:43) “... Beş! Beş tekerin arasında debelenen herif, aklını partiye taktı mı hali dumandır. Bende nüfus yedi... Kaynana yatalak... Baldızı evlendireceğiz. Üç çocuğun büyüğü on, en küçüğü üç yaşında...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:316) Hali hal olmamak : Bedensel olarak bitik, yitik, dermansız olmak “Babamızın hali hal değil... Bir deri bir kemik kalır. İkinci yıl gene koşulur sabana. Gücü yetmez fıkaranın. Kan tere batar. Arkasında, sabanın kulpunda da Havva Anamız. Ardından ah vah eder. Gene sürerler ekerler... Ekerler ama, Babamız bu sefer yarı ölü, bitmiş, kendine zor gelir.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:115) Hali iyi (eyi) olmak : Hali vakti yerinde, varlıklı olmak “ ‘Bak, gözel söyledin. Madem halin eyi değil, bırak hali eyi olan alsın. Emme sen buna da razı olmuyorsun.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:91) Halil İbrahim bereketi olsun : Türk-Müslüman kültüründe, yemek yendikten sonra misafirin söylediği kutsal sözlar “Kamer ana vede yenecek ne varsa birer ikişer sofraya taşıyordu, tereyağı, şeker, peynir, ceviziçi, elma, erik, dut kuruları... Memed sonunda: ‘Çok şükür, çok şükür, sofranıza Halil İbrahim bereketi,’ dedi.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:23) Halim selim : Yumuşak, iyi huylu, geçinmesi kolay “Beş yaşındaydım, ona annemin terliklerini getirmiştim. İşte şimdi yine taburesinin gerisinde, duvarda haç asılı. Haçın yanında, ellerinde üç ayaklı bir kunduracı demiri, ermişlerden kır sakallı, halim selim bir ihtiyar.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:16) “Beklenmeden misafirin yüzü pek halim selim görünmemekle beraber her halde uyarlığı, duruma göre karşısındakine faydalı olmaya yatkınlığı kolayca anlaşılıyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:222) “Dimi’nin kulübesinde fazla yer yoktu. Biçare köylü, genç yaşında, şimdiden kalabalık bir aile sahibi olmuştu, ama halim selim bir kadın olan ablası, odanın bir köşesiyle yetiniyordu.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:5) “Kudret Yanardağ olmasa bir başkası, bir başkası olmasa daha bir başkası. Oysa dünya’da Kudret Yanardağ’lardan çok daha halim selim, akılları şeytanlığa ermeyen ayak takımı vardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:160-1) Haline şükretmek : Olumsuz koşullarda bulunmasına karşın, durumu kabullenip Tanrıya duacı olmak “Kıtlık yıllarından birinde kendisini David’e halayık olarak almışlardı. Şakayık o zamanlar kendisinin bu evde bir köle olduğunu bilmezdi. Şimdi biliyordu. David’in ondan iki yaş küçük olmasına karşın, onunla dertleşmeye o kadar alışmıştı ki bundan bir türlü vazgeçemiyordu. İki çocuk arasındaki bağın büyük yaşta da devam edebileceğini sanmak aptallık olurdu; hele bunlardan biri efendi, diğeri halayık olursa. Ama, Şakayık halinden yüksünlük göstermiyordu, böyle bir eve düştüğü için haline şükrediyordu.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:11) Halin harap : Eğer benim dediğimi dinlemezsen sonun kötü olur bağlamında bir ihtar; durumun kötü “DELİ - Rica ederim. Diğer yandan bilindiği gibi, bazı durumlarda sakıncalar da doğurabilir. Birisi bir anarşiste gidip, ‘Durumun kötü, demiryollarındaki amirlerine senin anarşist olduğunu söylediğimde halin harap... O saat kapı önüne koyarlar seni... İşten kovulursun!’ Bu düşkırıklığı demektir...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:32) Hali nice olmak : Başına ne işler gelmek, çok güçlüklerle karşılaşmak “Ya Henriette Cécile’i kandırır da, elinden almak isteği erkeğin beş para etmez biri olduğuna onu inandırırsa nice olurdu haliniz? Zaten iş ona varacağa benziyordu, tehlike henüz başlıyordu, belli belirsiz bir gölge gibiydi henüz tehlike, ama ikisi birarada oldukça büyüyecek, önlenemez, karşı konulamaz hale gelecekti.” (Michel Butor, “Değişme”, sa:182) “ ‘Allah ağamızı başımızdan eksik etmesin Hakim efendi,’ dedi. ‘Gün olur ağamız bütün köyün borcunu da öder. Bizleri korumasa halimiz nice olurdu.’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:21-2) Halini takınmak : Belirli bir ruh haletini <duyumunu>, vücut lisanıyla ifade etmek “Bayan Truman adamın yanına oturdu, en ciddi halini takınarak sordu: ‘Sence güzel miyim? Güzel miyim diyorum?’ Kocası karısının omzunu kayıtsızca sıvazlayarak dönüp gaztesini okumaya devam etti. ‘Evet,’ dedi belli belirsiz. ‘Elbette.’ Bayan Truman çalımla ayağa kalktı. ‘Bana yalan söylemek zorunda değilsin, değilsin,’ diyerek güvertenin yolunu tuttu. Campion ile Graecen tuvalin başında sigaralarını tüttürüyorlardı.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:149) Halis; Halis muhlis : Saf, öz, katıksız “Kutuyu açarak, kripteksin üstündeki harflere baktı. ‘Hak ettiğini ispatlamak.’ Bunda büyükbabasının parmağının olduğunu hissedebiliyordu. Kilit taşı, sadece uygun kişinin izleyebileceği bir haritadır. Halis muhlis büyükbabanın işi gibiydi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:241) “Daha ilk sözcüklerden anladılar ki konuştukları Rumcanın halis Atina ağzı olmaktan uzaktı. Adrian, Doğululara has ataklıkla, ‘Galiba Romanyalısınız?’ dedi. Karşısındaki gülümsedi, yüzünün çizgileri değişti ve çok daha dostça bir havaya büründü: ‘Evet Romanyalıyım...’ ” (P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12) “İngiliz Ahmet Bey’in çocukları böyle miydiler rica ederim? Kendisi Hıristiyandan dönme halis muhlis Avrupalı olduğu halde bile, hatırlarsınız, evinde o ne vakar <ağırbaşlılık>, ne temkin <ölçülülük, kontrollü>, ne kapalılıktı!..” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:35) “Bu akşam, annem de, ilk defa olarak bana fazla surat etti. Zavallı anneciğim, artık onun halis muhlis çingene olduğunu iyice anladı. Galiba Nazlı da, ben sokakta iken onun biraz canını sıkmış olmalı ki, annem bu akşam yemeğe bile gelmedi.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:144) Hali tavrı : Görünüş ve davranışı “ ‘Yaa! Nereden anladın bunu?..’ ‘Vallahi, insan böyle şeyleri nasıl anlar bilemiyorum. Belki şu nişanlanmadan, belki halinden tavrından...’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:196) Hali vakti yerinde olmak : Zengin, varlıklı olmak; kimseye muhtaç olmamak Bk.: Hallice olmak; Vakti hali yerinde olmak “-Öyle ise nedir? dedim. Derdin ne Fıtnat?.. -Anamı babamı göreceğim geldi. Karım, vakti hali yerinde. İstanbullu babasını görmeye gideli tam bir sene oldu. Dönmedi.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:15) Ailenin hali vakti yerinde ama bir elleri yağda bir elleri balda denilecek kadar değil, zenginlerin standartlarına göre zengin sayılmazlar; baban senin temel ihtiyaçlarını karşılayacak harçlığı verecek kadar cömert olsa da, almak istediğin kitaplarla plaklar, görmek istediğin filmler, içmek istediğin sigaralar için daha çok para gerekiyor.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:78) “On yıl önce sokaklarda çalışmaya başladığımımdan beri fark ettiğim en büyük değişim buydu. Sokaklar, olduğundan daha rekabetçiydi. Yardım Derneği çalışanları çoğunlukla aşırı hevesli gençlerden oluşuyordu.. İşleri hali vakti yerinde bölge sakinleri ve turistlerin yakasına yapışıp, yardım dernekleri ile ilgili laf kalabalıklarını dinlemelerini sağlamaktı.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:175) “Günün birinde, apansız bir şey oldu: bizim sevimli Marcela, amcasının ve köydekilerin karşı koyuşlarına rağmen, çoban kılığına girip kendi sürüsünü gütmeye başladı. İnsan içine çıkıp da güzelliği gözler önüne serilir serilmez, asil beylerden tutun da hali vakti yerinde çiftçilere kadar, sayısız genç çoban, kendilerini beğendirmek için kızın ardına takıldı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:73) “Bizansta yalnızca hali vakti yerinde ailelerin çocukları için, küçük yaşlardan itibaren dilbilgisi öğrenilen ve başkalarının acılarını hafifletmeyi öğreten kitapların ve klasik kültürün başyapıtlarının okunduğu okullar vardı; on bir yaşından sonra şiir ve retorik (söz söyleme sanatı) öğrenilir, Antikçağ yazarlarının edebi örneklerine uygun yazılar yazılırdı.” ..... “Haçlılar, sokaklarda ve meydanlarda daha kolay hareket ettiklerinden, hali vakti yerinde kentli avını artırmışlar ve hala sıcak olan yıkıntılar arasında, ilk talan sırasında gözden kaçan son ganimetleri aramak için ayakta kalan çok az şeyi de yıkıyorlardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:75;133) “Ahaliden bana aşık olanlar da var. Bunlardan birini sana takdim edeyim: İsmi aklımda kalmadı. Sadece sonunda bir ‘Allah’ vardı... Abdullah, Nurullah filan gibi bir şey... Elli beş altmış yaşlarında, hali vakti yerinde bir ihtiyar...” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:22) “Hatice Hanım’a dedim ki: -Anlatışına göre, ailesinin hali, vakti pek fena değil, niçin bu çocuğa bakmıyorlar? İhtiyar kadın kaşlarını çattı: -O kadar baktıklarına şükür, başkası olsa sokağa atardı.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:193) “Hırsız, çabucak pencereden içeri atlayıp, bir süre çevresini kolladı. Sanatına saygısı olan bir hırsız, telaş etmeden işe koyulur, bir şeye elini atmadan önce bulunduğu yeri tanır. Hali vakti yerinde birinin özel eviydi bu..” (O. Henry, “viski soda”, sa:12) “MADAM BORKMAN -... kızcağız belki ilerde bir şey yapar, hayatını kazanır. Görüyorsun ya, herhalde babasının yaptığından çok daha fazlasını ona Erhart yaptı. ELLA BENTHEIM - Babasının… hali vakti pek yerinde olmasa gerek.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:23) “Ama iyilik örneği olmak pek de bir işe yaramıyor, yeryüzünde yalnız nankörler yaşamasa bile, fenalık, onu mahvetmek için, yüz erdemliye karşılık tek bir kötünün eline muhtaçtır. Bu el, kafama inmeye hazır, karanlıkta beni gözlüyordu. Hal ve vaktimin yerinde olmasını affedemezdi.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:10) “Kadınlar kalın bir çuval gibi. Erol sonradan sorup öğreniyor ki, bu kadınlar bir tane değil, iki üç tane değil, beş, altı, yedi fistanı üstüste giyiyorlar. Hali vakti yerinde olanlar fistan adedini on ikiye kadar çıkarıyorlar.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:109) “İlyas Çavuş, gençliğinde, bu dağlarda geyik avcılığıyla epeyce ünlenmişti. Gözünün gördüğü her geyiği nerede olursa olsun indirmiş, sonra asker olmuş, dokuz yıl kurşun sallamıştı. Orduda da keskin nişancılığıyla ünlenmişti. Hali vakti de yerindeydi. Koyun, at, namlı boğalar yetiştiriyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:545) “Olga Yenge, ‘iyi bir talip’ tarafından yemeğe götürüldüğünü anlattı. Aile ile uzaktan ilişkisi de olan doktor Guillermo Osores’ti bu. Elli yaşlarında, gayet kibar ve havalı, hali vakti yerinde, yakınlarda dul kalmış bir adamdı.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:148-9) “Yumuşak kıvrımları, yuvarlak çizgileriyle gemi lombozlarını, güverteleri hatırlatan dolaba, büyük yatağa bakıyordu. ‘Vatandaşım... Hali vakti yerinde, sağlıklı biriyim. Şikayetçi de olacağım yok. Ciddi ciddi yaşayacağım!’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:148) “Senin anlayacağın, bankada ne tür bir çalışmanın geçer akçe olduğunu öğrenmiştim. Fakat bizim serviste bankanın güpegündüz dalga geçen ve hiç kimseyi sallamayan bir memuruna hayret etmekten kendimi alamıyordum. Giyinişinden hali vakti yerinde, hatta zengince bir genç olduğuna şüphe yoktu.” (C. Sıtkı Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147) “Tübingen’de geçirdiği son iki yıl küçük bir arkadaş grubuna katılır Hesse; ‘petit cénacle’ <küçük çevre> isimli grupta kendisinden başka hukuk öğrenimi yapan üç kişi daha vardır. Bunlardan biri ‘yetenekli, hali vakti yerinde, beri yandan seyrek rastlanır alçakgönüllülük ve sevimlilik sergileyen’ Ludwig Finckh’tir.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:51) “Bunlar, o ülkelerde toprağın basit bir kazma ile kazılıp külçe külçe altın çıkarabildiğini söyleyen Kolomb’a öyle inanmışlardı ki, içlerinde hali vakti yerinde olanlar, bu değerli madeni, bu değerli madeni, büyük parçalar halinde hemen alıp götürebilmek için yanlarına uşaklar ve katırlar alıyorlar.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:12) Haliyle : Doğal olarak, ister istemez, o koşullar altında “Erken yatıp evden dışarı adımımı atmayınca insan haliyle sağlıklı oluyor. Anam olacak o pis cadaloz bile öldüğünde yetmiş dört yaşındaydı. Üstelik de hasta olduğu için değil, fakat açlıktan kuyruğu titretti. Yaşlılığını düşünerek birkaç kuruş ayırmak hiçbir zaman aklına gelmemişti. Eline geçeni har vurup harman savurdu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:86) “Kardeşlerim derslerinde dağ keçileri gibiydiler. Bir konudan öteki konuya sıçrayıp dururlardı. Bense hiçbir şeyi ihmal etmezdim; bir tek kelimeyi eksik bırakırsam, işe baştan başlamak zorunda kalırdım. Bu yüzden de hiçbir zaman derslerimi yetiştiremiyor, sıkışıyordum. Daha eski öğrendiklerimi iyice bellemeden, yeni şeyler öğrenmem gerekiyordu. Ben de haliyle yerimde sayıyordum.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:35) Hal-kal : Japonlar’da küçük bir şiir türü “Dostum, gözünü çiçek açmış badem ağacına dikti; sanki kutsal ve mucizevi bir tasvire taparmış gibi istavroz çıkardı ve bir süre sessiz durdu. Sonra da yavaş yavaş: -Dudaklarımın ucuna bir şarkı geliyor, dedi; küçük bir şarkı, bir hal-kal! Tekrar ağaca baktı: -Badem ağacına dedim ki: ‘Hemşire, Allah için benimle konuş!’ Ve badem ağacı çiçek açtı...’ ” (Nikos Kazancakis, “El Greco-Ya Mektuplar”, sa:225) Hal kalmamak : Yorulmak, bitap düşmek “Bcaklarım titreye titreye ayağa kalktım. İlk iş olarak, ‘eşşek’ adlı anamın burcu burcu çiçek kokan memelerine dadandım. Birkaç kez acemi acemi çekiştirebildim. Anam beni emzirmek için ötemi-berimi dişleriyle kaşıyordu. Ama, bende hal kalmamıştı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:87) Halka takmak : Nişanlanmak, evlenmek, birbirine bağlanmak “Artık sinirleri geçmişti. Gülüyordu. ‘İşte ben sizi bu akşamdan birbirinize veriyorum!’ dedi ve Resan’la Suad’ın ellerini birleştirdi. -Fakat bir halka olsun takamıyorsunuz Suad. Bu senin deliliğin.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:106) Halk edilmek : Yaratılmak “İSA YAŞI Başkasını görmedim ben, bunca tez halk edilmişyama yama üstüne, dikişler milim milim. Meleklerin öz evladı, şeytanca emzirilmiş, aklı bunca karışık başka insan görmedim.” (Boris Hristov<1875-1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) Halk otobüsleri gibi : 1940’lı, 50’li yıllarda, bugünkü modern düzeyinin çok gerisinde, ağız ağıza dolu, yolun her noktasından müşteri toplayan, sık sık lastiği patlayan, köhne ama emektar otobüslerin insan benzetmesi “... Bir kazaya belaya uğramadan doğduğumu düşüneyim, peki sonra? Aylarsa salıncakta, kucakta sağa sola çarpıla çarpıla halk otobüslerine döneceğim. Üstelik derdimden de anlamayacaklar.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7) Hallaç pamuğu gibi atılmak, atmak : Darmadağınık olmak; Ortalığı silip süpürmek “Bu veriler telsizle, topçu birliklerimize iletildi. Bir saatlik bir zaman içinde, bir gece evvel ölümle birlikte gezinti yaptığımız yerler, bu kez, mortarların çıkardığı kulakları sağır edici gümbürtülerle, hallaç pamuğu gibi atıldılar.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:134) “Abdülvahap Bey için bu kasabada çok kötü şeyler söylüyorlar. Adamcağızı hallaç pamuğu gibi atıyorlar. İtin götüne sokup çıkarıyorlar. Yok, o, kendisine üç tane çiftlik, beş tane saray gibi ev almış. İstanbulda Boğaziçinde her çocuğuna bir yalı yaptırmış. Yalan efendim yalan. Külliyen yalan. O, herkesi ev sahibi yaptı da kendisine bir kulübecik bile almadı. Bu yörelerde, adalarda, yaylalarda, Rumlardan ne kadar ev, ne kadar zeytinlik, ne kadar bağ bahçe, ne kadar tarla kalmışsa hepsini fakir fıkara göçmenlere dağıttı.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:47) “ ‘Gündoğumundan günbatımına, parlak güneşin çıplak ağaçlar ardına kavuştuğu ana kadar ormanları, vadileri, fundalıkları hallaç pamuğu gibi attılar, ama kurdun izine rastlayamadılar.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:72) Hallenmek : Bir kimseye istek duyduğunu belirtmek, pas vermek; durum değiştirme; sağlığını kazanmak “-Elmaları popona sürtüyorsun, sonra da yiyorsun. -Temizlensin diye yapıyorum. -Şu kadına bak, dedi Boris. Geçerken bir hallendi ki görme!” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:235) Halleri, vakitleri yerinde olmak : Kazançları, geçimleri, sosyal klasları yeterli olmak “Eczacı da söze karışmıştı: ‘Zaten bizim buıralarda doktorluk pek o kadar zor bir iş değildir,’ diyordu. ‘Yollarımızın durumu araba kullanılmasına elverişlidir çünkü. Çiftçilerin halleri vakitleri yerinde olduğundan, oldukça iyi para da verirler..... bronşit, safra kesesi hastalıkları falan bir yana, hatta bir zaman sıtma nöbetleri görüldüğü de olur..... aslında önemli olaylar yoktur. Özel bazı şeylerle karşılaşılmaz.’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:90) “CLEANTE - Gizlice öğrendiğime göre halleri vakitleri pek yerinde değilmiş, kıt kanaat geçindikleri halde gene de gelirleri bütün gereksinimlerini karşılamaktan uzakmış. Düşün kardeşim; sevdiği bir kimsenin durumunu düzeltmek; temiz bir ailenin gösterişsiz giderlerine el altından ufak tefek yardımda bulunmak ne büyük bir mutluluk olur.” (Moliere, “Cimri”, sa:37) Halletmek : Çözmek; Hakkından gelmek, öldürmek; Cinsel ilişkide bulunmak (Argo) “ ‘Neyiniz var sizin?’ diye bağırdım onlara. ‘Saçımıza ve gözümüze sıçmalarından bıktık! Bu kuşu halledip dama fırlatacağız ki diğerlerine anlatsın. Bu orospu çocuklarının şakaları yok!’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:49) “Valerie bir gün yatak çarşaflarını simsiyah görünce onu kapı dışarı etti; meğerse kömürcüyü de hallediyormuş. İkinci kattaki yazarın tatile giderken burada bıraktığı arabacı da aboneymiş. Ama ne oldu biliyor musunuz? Hepsi belsoğukluğuna yakalandılar.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:28) Hallice (olmak) : Varlıklı (olmak), zengince, konforlu; Güzel görünümlü, donanımlı kadın “NECMETTİN - Onun için milyoneriniz Elazığ’daki otelde dün gece tahtakuruların hücumuna uğrayıp, sabaha karşı avaz avaz bağırarak koridora fırladığı zaman bayağı yüreğim yağ bağladı..... Mamafih tahtakurularının kafaları da almamış olacak ki, benim odada benim odada bir tane yokken onun odasında kaynamışlar. AYŞE - Arasaydınız belki daha hallice bir otel bulabilirdiniz.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:69) “PENCEREDE KADINLAR İlkin bir sarışın açtı pencereyi Sonra bir hallicesi bir dillicesi Daha sonra güldü kaçtı Kadınların en incesi Derken sıra esmere geldi Bir etlicesi bir sütlücesi” (Salah Birsel<1919-1999>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:482) “Şehremini, ‘Kılıcından yakut düşmüş, gözleri gitmiş, artık altınlığı da kalmamış, adeta dilenciden biraz hallice.’ dediler. Belediye azası da, ‘Ya, dilenciden biraz hallice.’ dediler.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:20) Halli mallı : Varsıl, hali vakti yerinde olmak “Madem annesi ölmüş, karısı ayrılmak için dilekçe vermiş, karşısına ‘Baldız’ gibi ama halli mallı üstelik ilik ilik şehvet bir kadın çıkmıştı, bu ‘Bacanak’ın ne diye ağzının kokusunu çekecekti?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:83) Hal olmak : Güçlüklerle karşılaşmak, zorluk çekmek, emek sarfetmek; dert, sıkıntı “Mitya köpürdü. -Giymem başkasının elbisesini! diye haykırdı. Benimkini verin! -Olmaz! -Verin diyorum! Kalganov da elbisesi de yerin dibine batsın. Mitya’yı yatıştırıncaya kadar hal oldular.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:204) Halsiz düşmek : Zayıf, mecalsiz hissetmek, yorgun olmak “Sabaha karşı halsiz düştüm ve nihayet uyku beni sardı. Geç uyandım ve hala mahçup bir halde ve nasıl bir tavır takınacağımı bilmeksizin yemek vaktinde ortaya çıktım.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:208) Halt; Halt becermek, becerememek; Halt etmek; Halt işlemek; Halt karıştırmak : Kötü bir şey, suç, kabahat; (Kötü) birşeyler yapmak; Ortalığı karıştırmak, bir hata etmek; Bir işin üstesinden gelememek; yersiz olarak cinsel ilişkide bulunmak “-Önce şu külhanbey ağızlarını bırak, diyeceksin. Çünkü ben ‘senin ağzından söylüyorum’ diyecektin, Türkçe’yi radyo ağzı gibi istersem konuşurum. Ama sen öyle konuşamazsın. Sesinin fotoğrafı öyle çıkmaz. (Geçen akşam öyle bir halt da karıştırmıştın ya, hani.)” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:11) “-Sıtmaya rakı bire birdir. Sana bir kadeh de kininli konyak vereyim... Yürü. Bugün seni bırakmam. -Gelemem, ağam. -Katip, ben sensiz idemem bu akşam, muhakkak gelmelisin. Kıymetimi bilmezsin. Senin için dört çuval öğüttürdüm. Dört okka da kelle şeker ayırttım. Halt etme artık!” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:27) “Bir cıgara molası esnasında sarışın amele, yardımcısı Salih’e: -Bana bak ulan, dedi, numaracı! Beni eşek yerine alma. Namusum hakkı için, bir kafam kızarsa, atarım denize seni. -Bir halt edemezsin, diye söylendi Salih.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:13) “GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ -------------------------------------okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi karı muhabbetlerinde mi her allahın günü carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken” (Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:623) “Gil arabayı Belediye’ye sürdü, binaya girince doğruca Belediye Başkanı’nın ofisine gittik. Elli beş,elli altı yaşlarında, şişmanlamaya yüz tutmuş, götü göbeği yerinde, dazlak kafalı Hugh Addonizio masasında oturuyordu. Savaş kahramanı olmuş, altı devre senatörlük yapmış, ikinci kez belediye başkanı seçilmiş olan bu koca adam ne yapacağını bilmez bir durumda hüngür hüngür ağlıyordu. Başını kaldırıp Gil’e bakarak, Ne yapacağım ben? dedi. Ne halt edeceğim?” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:78) “İşler hiç te istediği gibi gitmemişti. Bir karar vermek zorundaydı. Vazgeçip havaalanına geri mi dönecekti? ‘Bir ulusal güvenlik meselesi.’ Alçak sesle sövdü. Öyleyse ne halt etmeye göndermişlerdi ki bir öğretmeni?” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:171) “Pickering içini çekti. ‘Ben onunla buluşmanı öneririm. Ama hiçbir şekilde sorumluluk alma. Başkan, sana aklında ne halt olduğunu anlattıktan sonra beni ara. Eğer onun seninle siyasi bir beyzbol oyunu oynadığına kanaat getirirsen, inan bana, seni o kadar hızla geri çekerim ki, adam, ona neyin çarptığını bile anlamaz.’ ” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:30) “Onu bu halde görmekten ve bunları işitmekten afallayan hancı, ne halt edeceğini bilmeden ona bakıyor, yerden kaldırmak için gayret ediyordu; ama anladı ki ne yapsa yararsız, kendisinden isteneni yapacağına söz verdi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:22) “Neden sonra kendimi toparladığımda başıma ne işler açtığımı anlamaya başladım. Ben ne halt etmiştim? Hepsi şu dilimi tutmasını bilememektendi! Neredeyse ağlayacaktım. Arkasından bakıp ‘ne olur, geriye dön!’ diye bağırmak istedim ama kızın yerinde yeller esiyordu.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:34) “Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, asıl görülecek şeydi: -O senin erden dediğin karının maşallahı vardır! -Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur! -Seninki Filistin’de az mı fındık kırdı? -Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kimbilir ne haltlar etmiştir.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:18) “Karşısına getirilen Şvayk’a, ‘Demek, helaya gitmek istiyorsun?’ dedi dostça. Ama hemen ardından gözlerini Şvayk’a dikti: ‘Sakın bir numara çeviriyor olmayasın?’ ‘Yok, çavuşum,’ diye karşılık verdi Şvayk. ‘Büyük abdesimi yapacağım, o kadar.’ Çavuş, beylik tabancasını beline takarken, ‘Bir halt karıştırmayasın diye ben de geleceğim!’ dedi. ‘Çok kıyak tabancadır. Yedi mermi atar ve asla teklemez.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:272) “...Frengistan kasabalarından birtakım baldırı çıplak seyyahlar, ellerinde birer küçük kartelalarla <bazı kartel’lerde yapabilecekleri kaydedilmiş iş bulmakta kullanılan yazılı vesika!> on parasız buralara seyyahçılık yapmaya... Te <işte> babam da onlar gibi, o zaman Yemen’den gelmiş buryacak <buraya kadar> seyyahçılık yapmaya.. -Aferin babana, iyi halt etmiş!... -İyi, kötü... her ne ise, uzatmayalım kelamı <sözü>, gelmiş bunun burasına, yer bilmez, yurt bilmez... Yok cebinde bir tek metelikçiği. Ne yapsın?” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:160) “SEZAR - Ben büyülerle, efsunlarla mı durdurdum hepinizi? Düne kadar benimle ne kavgaları vardı ki, üstüme varmak için hayatlarını tehlikeye atsınlar? Ama bugün kahramanlarını öldürüp kafalarına fırlattık. Şimdi bu cinayet yuvasını dağıtmak için canını dişine taktı her Mısırlı. Evet, bizler caniyiz, başka bir halt değil.’ ” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:145) “Kargaburun atıldı: -Rica ederim, yine felsefe kırıntılarına başlama. Kopil kimbilir ne haltlar karıştırmıştır, yoksa kodeste işi ne? (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:48) “ROSA - İçinde ne olabilir ki? İKİZ - Garson içti, hem mask’ı ve tatlı bir yüzü vardı. ROSA - Bu doğru.. Peki ya mektuplar? Ne halt etmeyi düşünüyorsun?” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:66) “Üçüncü haberi getiren hizmetli kadını adeta hırpalayarak kovuyordum. Hayrullah Bey birdenbire hiddetlendi: -Ne halt var burada? Haydi ödevinin başına! Yorgun argın, az işim varmış gibi, bir de seninle mi uğraşmalı?” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:359) “Hey yaratılış hey! Yıpranmış, yaşlanmış bir adam artığını kaldırıp bu cennetin ortasına koyuyor da iyi halt ediyor sanki! ‘Çocuk olsaydım a’ dedim ve mademki beni kimse görmüyordu; kumların üstünde birkaç parende attım, çevreyi de candan kaynayan bir kahkahayla çınlattım...” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:35) “ ‘Ölmemiş onbaşım.’ ‘Ya ne halt ediyor?’ ‘Can çekişiyor.’ ‘Hay Allah, hay Allah. Ne yapalım biz şimdi...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:188) “ ‘... Ormanda gizlendikleri delikte elli kilodan fazla kümes ve av hayvanı kemiği, yığınla kiraz çekirdeği, tonla elma koçanı bulundu.’ Ne var ki, izcinin zavallı babasını avutmak mümkün olmadı. ‘Ne halt ettim ben!’ diye gözyaşı döküyordu. ‘Şerefim iki paralık oldu!’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:64) “Ya o işi yaparken aynı zamanda gün boyu kazandıkları altınları saydılar, ya da annem bizim genç uşakla bir haltlar karıştırdı.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:103) “-Orada bir gün yersiniz, içersiniz ama, sonra burada haftalarca açlıktan nefesiniz kokar! -Onu sen haltetmişsin! Bizim evimizde her gün iki üç tencere kaynar! -Sizin tencerelerin içinde her gün cinler top oynar!” (O.C. Kaygılı; “çingeneler”, sa:183) “Şehvar’ın başında dünya fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. Demek elinden kaçırdığı Anka kuşu şimdi böylesine parayla oynayan, yarın milletvekili olabilecek bir insan haline gelmişti ha? Ne yapmış, ah ne halt etmişti!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:231) “MARTIN KRUMM - O! Ben onu bile yapmıyorum. Babam da, dedem de orada öldü, daha ne isterim? Ailemden dolayı utanmam gerekmez. MICHEL STICH - Ama zavallılar senin yüzünden utanırlar. Seni gerçekten ve hakkıyla oğulları saymaları için, daha bir halt becermedin.” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:20) “Kollarını havaya kaldıran rahip: ‘Ben rahatımı tepip vatan sınırlarında cebelleşirken siz burada ne haltlar karıştırdınız? Bunun hesabını hepinizden teker teker soracağım.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:35-6) “Kısacası, ilk sayfayı açar açmaz, giriş aramış olduğunu ve onun da yukarıda tasvir ettiğim şekilde olacağının hatırına geldiğini iyi buldum ya. Şu derece zekamı beğendin ya? Öyle ise rica ederim beni ters halt eder bir adam sanma!” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:18-9) “GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim?” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2) “Necib, ‘Ya Hacer?’ dedi. -Hacer mi! Görürsün. O da kocasına bir yalı tutturacak... Sonra gülerek: Fakat Fatin... Vallahi onu boşar da öyle bir halt etmez...’ dedi.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:47) “Tangonun yakıcı müziği başlarının üstünden gelip geçiyordu; goşolar, tangoyu onlar için çalmıyordu sanki. Mathieu, ‘Buraya ne halt etmeye geldim?’ diye kendi kendine sordu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:172) “FRANTZ - Ya siz? Siz beni kabulleniyor musunuz? BABA - Hayır. FRANTZ (Derinden etkilenmiş durumda.) - Bir baba olarak bile. BABA - Birbaba olarak bile. FRANZ (Üzgün.) - O halde? Ne halt ediyoruz birlikte? (Baba yanıtlamaz. Derin bir sıkıntıyla.) Ah! Seni hiç görmemeliydim. Zaten işkillenmiştim! İşkillenmiştim!” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:341-2) “Pitteaux : ‘Bu Allahın belası ne halt karıştırdı acaba?’ diye düşündü. Birden şiddetli bir istek, bir anda yukarı fırlamak, kapıyı yumruklayıp: ‘Söyleyin, ne halt etti? Ben o işin içinde yokum!’ diye bağırmak isteği başını döndürdü.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:144) “Mathieu teğmenin traşsız olduğunu gördü. -Ne halt ediyorsunuz burada? Ha? Ne halt ediyorsunuz burada, söyler misiniz? Çıldırdınız mı siz? Ne halt etmeye geldiniz buraya?” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:47) “MANGAN, üstünlük taslayarak. - Allah Allah! Sizin ne üstünüze vazife? KAPTAN - Bu cümlemizin üstüne vazifedir. Böyle haltlar işlenince gökteki yıldızlar bile yerlerinden oynar.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:36) “Madam Rocard’ın yanından her geçişinde -bunca yıl sonra bile- içine kısa, sıcak mı sıcak bir kızgınlık dalgası kabarırdı: Ne halt etmeye gözetliyor beni gene? Ne diye denetimden geçiriliyorum gene? Niye bir kere olsun görmemezlik edip kendi bütünlüğümü bırakmıyor bana?” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:30) “Nuh Bey, önce Arif Beye, sonra Kamil Beye şaşkın şaşkın baktı: -Ne diyor allasen! Yahu benim çay içecek sıram mıdır? Bu paçavranın daha ne haltlar karıştırdığını bilmiyorsunuz da...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:187) “ ‘... Aman sakın Arif Ağa’nın kızına samanlıkta mamanlıkta vaktiyle bir hal olmasın? Oh, ne iyi, alnın terlemeyecek Ağa, senin işin tren gibi yürüyecek.’ ‘Halt ettin şimdicik... Muhtar Arif Ağa’nın ırzına dolanmak kimin haddi...’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:222) “Bu Selim Nuri Efendi’yi Saray mebusanından Hakkı Tarık ve Asım Beyler’in Vakit gazetesine yerleştirdiği için az biraz kuşkudadır. Selim Efendi’nin yeniyetme olmakla, bu Selbes Fırka işinde şaşırtıp bir halt etmesinden ürkmektedir.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:52) “Bereket versin gardiyan: -Adam sen de! Bu heriflerle kim uğraşacak? Zaten sabaha bir şey kalmadı. Ne halt ederlerse etsinler! dedi.”….. “Acaba yine Viyana göreneğine aykırı bir halt mı karıştırdık? diye kendi kendime düşünüyordum.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:166;182) Halt(ı) yemek : Hata yapmak, suç işlemek; uygunsuz, yakışıksız bir söz ya da avranışta bulunmak “... ve sonra hep aynı şey: ‘kimse benimle evlenmez. Boynum. Boynumu çeviremiyorum.’ Sürekli aynı şeyi yazıp duruyordu. ‘kimse benimle evlenmeyecek, kimse benimle evlenmeyecek, kimse benimle evlenmeyecek.’ Ben de sarhoş bir gecemde bir halt yedim: ‘tanrı aşkına, rahatla, ben evlenirim seninle!’ mektubu postalıp unuttum ama o unutmadı.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:125) “Fakat bu iblisçe öc her kayıba değerdi. Belki sonradan ömür boyunca pişman olurdum ama o anda ne bahasına olursa olsun bu haltı yemeliydim. (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:174) “Sonra fevkalade zekice bir şey söyleyeceğine işaret olmak üzere gözlerinden birini kırparak ekledi: -Mirat, yerinde olmayan bir halt yiyip, beni kızdırdığı zaman ben de ona, sen ne Mirat’sın ne Murat; ancak bir meretsin derim.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:156) “Moravya’nın bir köyünden, bahtsız bir kateşist olan Papaz Martinets, bölgesindeki rezil piskopos vekili yüzünden orduya katılmayı yeğlemişti. Tanrı’sına içtenlikle bağlı, dürüst bir dinadamı olan Martinets, piskopos vekilinin ağır ağır, ama dönüşü olmayan bir biçimde yoldan çıkışını hep yüreği sızlayarak anımsardı. Sabahlara kadar kırba gibi içen bu sapkının yediği haltları hiç unutmamıştı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:224) “Mme CORDIER - İstediği kadar özür dilesin, beni kötü duruma soktuya kafi! Adam bulmak kolay mı?... (Ségard’a dönerek.) Siz de benim gibi şaştınız bu işe değil mi? Arkadaşınızın yediği haltı gördünüz mü?” (Ch.Vildrac”, “Sonsuz Yolculuk”, sa:62) halytosis (LAT.) <helito’sis> : Kötü kokan nefes, (Lat.: halitus = nefes) Hamak : İki sabit ağaç, direk arasında gerilmiş bez ya da ağdan yapılmış; istirahat etmek, sallanmak, uyumak için yapılmış yatak ödevi de gören salıncak “Uyku, bedenlerin yorgunluğunu azaltıyordu; kısa sürede hepsi uyudular. Hamakların çevresinde soğuk hüküm sürmektedydi. Gökyüzündeki yıldızlar eğleniyorlardı sanki. Oyunları, gecenin ölü sessizliğini bozacak en ufak bir gürültü çıkarmaksızın.” (J.M. de Vasconcelos, “J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:64) Hamal camal : Niteliksiz, eğitimsiz, görgüsüz (İnsan) “ ‘Yetişecek zeki gençler hamal camal fikirli kaba saba adamların idareleri altında ezdirilirdi. Bugün, o zaman soygunculuğundan kalma iratlar, paralarla geçinenlerin mallarının haklı ve gerçek sahiplerinin kendileri olmadığını bilmelidirler.’ ” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:359) Hamama giren terler : Bir işe girişen, onun sorumluluğunu da yüklenir “Fakat bir saat boyunca sizi aramaktan bacaklarım yoruldu, onun için hemen bırakacağımı düşünmeyin, bunu beklemeyin benden. Hamama giren terlermiş, sizin kağıtsız aşağıya geldiğinize göre, izin kağıtsız bizimle de oturabilirsiniz.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:109) Hamam alayı : Eski İstanbul’da, özellikle içiçe yaşıyan Roman ve benzeri toplumlarda, düğün olmadan bir gün evvel, saz ve ouyuncuların gelinle birlikte hamama girip kutlama törenini yapmaları için biriken kalabalık, cümbür cemaat “Bugün işte Çarşamba olduğu için, gelin tarafı çalgılarla Eğrikapı’daki Hançerli hamama gidecek. Onun için, yüzden fazla kadın, çoluk çocuk, en şık elbiseleriyle kapıların önünde alayın kalkmasını bekliyorlar. İşte hamam alayının önünde çalacak çalgı takımı da, kadınlı erkekli, tam on bir kişi olarak <Gariptir. Batıdaki mahkeme jürisi gibi... İ.E.> Sulukule’den geldiler, Loncalılardan hiç bir çalgıcı bu alayın önünde çalmayacak, onlar, hamamda kendi aralarında çalıp söyleyeceklermiş............Arabacılar hamamının önünden geçen caddenin iki tarafındaki evlerin pencerelerinden, alayın üzerine çiçekler, lavantalar, kolonyalar serpiliyor, eller çırpılıyor. Biz, Reha Beyle birlikte, oranın en kibar kahvesinin önündeki peykelerin <kahve binasına bitişik ahşap sedir> üstüne çıkmış, bu hamam alayını seyrederken, yarın gece güvey girecek olan çok yakışıklı ve esmer güzel delikanlı yanımıza gelip, -Öpeyim bey baba, diye Reha Beyin ellerini öpüyor ve bana yerden kandilli bir temenna ederek elimi sıkıyor.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:201-2) Hamam alemleri : İstanbul Yangın Tulumbacılar Odalarının yangın dönüşü alemleri “Haseki Bostan Hamamı sahibi, Terlikçi Kadri Bey anlatıyor: Her yangın dönüşü muhakkak hamama gidilirdi. Yangın dönüşü bir tulumbacıyı ancak hamam paklar; yangında yorulmuş vücutları da ancak hamam dinlendirir. Gündüz yangını dönüşü ise, semtin hamamına alelade müşteri gibi gidilirdi. Yalnız, hamamcı tulumbacılardan sabun ve hamam parası almazdı. Gece yangını dönüşü ise hamam, tulumbacılara mahsus kapatılır, ve ta be-sabah <sabaha dek> türlü cünbüşle yıkanılırdı. Göbek taşında <Hamamın göbeğindeki büyük, yuvarlak, sıcak ‘halvet’ taşı> semailer, divanlar okunur, çığırtma <ağızdan üfürülen ve cılız, keskin bir ses çıkaran mızıka’ya benzer küçük ve basit bir musiki aleti> çalınır, oyun bilenler de oynardı.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:92) Hamamotu : Modern zamanların daha kolay ve sağlıklı olarak sunduğu ilaçlardan önceki çağlarda, kadınların mahrem yerlerindeki kılları çıkarmak için kullandıkları, suyla karıştırıp çamur yapıp uyguladıkları toz bir madde “Bacakları, aynen Şeker Baba’ya gittikleri gün gibi yanıyordu. Teyzesi kibriti bacaklarının arasına uzatıyordu ve orasında alevin sıcaklığını hissediyordu. Hem tekne de hamamotu kokmaya başlamıştı. Burnunun direğini kıracak bir kokuydu bu. ‘Kaç gündür tüylerini temizlememişsin, günah ki ne günah! Allah cehennemde yakacak seni.’ Acuze kadınlar orasını burasını elliyorlardı.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:395) Hamam rutubetinden peydahlanmak : Normal interkors yerine, erkeklerin mastürbasyon yaptığı hamam taşında tesadüfen oturan kadının hamile kalması “Marfa İgnatyevna ile dertleşen Grigori, ‘Sevmiyor bizi bu canavar, diyordu; kimseyi sevmez o.’ Sonra, birdenbire Smerdyakov’a dönerek, ‘İnsan mısın sen? İnsan mısın sen? İnsan değilsin, hamam rutubetinden peydahlanmışsın!…’ diye bağırdı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:190) Hamarat, hamarat hamarat, hamaratlık : Çalışkan, işgüzar; günlük ödevlerini huzur içinde yapmak “Kadınlar gölgeli iç odada hamarat hamarat masayı hazırlıyor, neşe içinde tavuk gıdaklaması gibi sesler çıkarıyor, yalnızca bizim kadehlerimizi doldurmak için işlerine ara veriyorlardı. Konuşma dönüp dolaşıp köy sorunlarına geldi, böylesine büyük bir yalıtılmışlık içinde yaşanan hayatların bildik ve çok eski sınır taşları. Niko’nun bir öğretmenlik kursu için Atina’ya gittiği doğruydu ama ötekiler Korfu kentinden topu topu on deniz mili güneydeki bir kentten daha uzak yere gitmemişlerdi.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:370) “Emily Dickinson <1951> İncecik. Küçücük. Her zaman zarif giyinmiş beyazlar içinde. Gezindi sekerek Genç kız gibi evin içinde. Tozları sildi ve çiçekleri suladı küçük hamarat ev hanım elleriyle. Ekmek pişirdi. Bahçede gezinmeye çıktı. dostlara ve akrabalara mektup yazdı.” (Inger Hagerup-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “Belki ölüm döşeğinde olur vakti, tıpkı senin Hamburg’lu gibi, orasını bilmem. Ölüm döşeğinde, o hamarat insan, bakarsın ilk kez vakit bulup boylu boyunda uzanır ve avare zihninden şöyle bir yol da yeşil Avcı Gracchus’u geçirir.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-‘Avcı Gracchus’ İle İlgili Fragman”, sa:298) “DÖNÜŞ ---------Yüklü asmaları taçlandırdığı çardaklarla süslü eski evlerde sürüyor mu yaşlıların varlığı hamarat kızlarla hep aynı yerde?” (Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.03.07) “Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyvererek yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu.” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:13) Hamasi edebiyat yapmak : Yiğitlik taslayan konuşmalar yapmak “Lenin, bu demir iradeli dava adamı, ötekiler gibi gözyaşları dökmedi, kadınların yaptığı gibi, olup bitenden habersiz Rus askerlerinin boynuna sarılıp onları kucaklamadı. Gazeteye, önce gazeteye, Pravda’sına sarıldı; acaba gazetesi, uluslararası görüşü yeterince yansıtabiliyor mu? Lenin, sinirlenerek gazeteyi eliyle buruşturuyor. Hayır, daha hala istediği gibi değil, daha hala hamasi edebiyat yapılıyor. Onun anlayışına uygun, gerçek bir devrim düşüncesinden daha çok uzaktalar.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:238) hamayle : (MYTH) muska Hamburg etkisi : (Hamburg effect) : Zayıflığın, kayıplardan öğrenilip giderilmesi gibi garip bir durum. Gelişim ve ilerleme de akla gelen soru şu: Eğer ileri dereceye ulaşmış kültürler yeterli derecede korumacı idiyseler, onlarda d e ğ i ş i m l e r ve g e l i ş i m l e r nasıl oluyor? Bazen y a r ı ş m a (competition), gelişin üzerine büyük etki yapar, s p o r’da olduğu gibi. İkinci Dünya Savaşında, “Hamburg Etkisi” (Hamburg Effect) denilen bir olay olmuştu. Müttefik kuvvetlerin bombalama etkisi arttıkça, Almanların askeri alandaki savunma yaratıcılıkları da o derece ilerlemişti. Bunun tersi de doğruydu. Böylece, ileri kültürler, büyük hamleler yapma p o t a n s i y e l i’ne sahiptirler, en büyük etkilerini yapacak zamanı beklerler. Hamdetmek, Hamdolsun : Teşekkür etmek, özellikle ‘Allaha şükürler olsun’ bağlamında bir sözcük “Daha yakından, evin alt tarafındaki yoldan gelen kaba ayak sesleri vardı. Renkli iş elbisesi giymiş, köye gitmekte olan bir adam esneyerek oradan geçiyordu, ışığa hamdederek, Fonvisin ona seslendi, Rumanedes’in ölüm haberini Christ’e götürmesini söyledi. Konuşurken gülümsediğini ve kollarını öne uzattığını fark etti, soğuk havayı yutuyor, yorgun ve kirli gövdesini temizliyordu. Adam haç çıkardı, elindeki küreği bırakarak yanaklarından süzülen yaşlarla papaz çağırmak ve haberi ulaştırmak için koşmaya başladı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290-1) “Rutubetlenir a! Etkisi? O da artacak... Doğal bir şey... Eee, sonra bu herif adama neler yapmaz? Ne sitemler etmez? Şimdi bile duruşu değişti. Kıskanç değilim, hamd olsun, ama ne yalan söyleyeyim, gönlüm de şu herifin böyle bir devlete ulaşmasını hiç istemiyor.” (R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23) “hanım dedi nazarlık vardır gömleğinin altında senin hem sana büyü yapmamışsa şükret hamdolsun iyisin maşallah dedi” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:26) “Paşa -... Sen kaç yaşındasın? ‘Otuz yedi! ‘Ben, sen kadarken, senden dört beş yaş büyükken vezirlik mertebesine, hamdolsun, erişmiştim. Ama o zaman başka zamandı. Şimdi insanların daha çok boğuşması, daha çok çalışması gerekiyor...” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:51) Hamfendi : Hanımefendi “Eli sertçe kalktı: -Deve deme bozulurum, gergedan! -Şakayı bırak, sana benim Dürdane’yi yapim, hı? İfakat Dürdane hanım, pardon hamfendi. -Yani senin altmışlığı? Ben hurdacı mıyım lan? -Değil misin ulan? Sen kendin hurdasın deyyus. Yaşın kaç?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:261) “İSMENE ----------Ta ki bir gün, Yeni bahçıvanımızın basamakları ikişer ikişer atlayarak çıktığını gördüm, ‘Ham’fendi, ham’fendi, karanfiller açtı,’ diye bağırıyordu soluk soluğa. Nerdeyse ağlayacaktı. Sular damlıyordu ıslak Saçlarından.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:184) Hamhalat : Kaba saba,incelikten uzak, görgüsüz kimse (Argo) “VAHŞİLERİN ŞARKISI - Ey süslü insanlar, cicili bicili şeyler mahşeri! Bu kaba saba, hamhalat mahluklar, yüksek bir hamleyle hızlı bir yürüyüşle gelip, karşınıza güçlü kuvvetli ve yetenekli olarak çıkıyorlar.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:49) “ADAM, kendi kendine - Vay, Eve’cik! Bak hele! O hamhalat herif, Rupercht de burada. Amanın bütün soy sop bir arada... Sakın kendimi kendimden davaya gelmesinler?” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:26) “Lucien çok kaygılandı. ‘Guigard kızmış olmalı!’ Başını salladı. ‘Beni çağırdığı yere bir Yahudiyi çağırmaya hakkı yoktur!’ diye kendi kendini kandırmaya çalıştı. Ama kızgınlığı sönmüştü, bir çeşit tedirginlikle Weill’in şaşkın yüzünü, uzanmış elini görüyordu yeniden. Kendini uzlaşmaya eğilimli buluyordu: ‘Pierrette benim hamhalatın biri olduğumu düşünüyordur herhalde. O eli sıkmalıydım.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:223) “Artık yazamıyorsam suçu bana yükleme! Karşında beliren yüz, baktığında aynana. Gölge düşürüyor da hamhalat sözlerime, Şiirimi körletip utanç veriyor bana.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:103, sa:247) Hamle : Atılım, atak, hücum jesti; Satrançta herhangi bir hareket “Böylece, herkes, dünya şampiyonunun kendisinden daha iyi oyuncu olduğunu kabul edecektir. Yoksa kambur ya da hatta kötürüm bir düzenbaz ansızın ortaya çıkıp, kendisinin daha iyi oynadığını söyleyerek böbürlenebilir. Kötürümün hamlelerini denetlemeyi aklına getirmeyebilir kimse. Ona kolayca inanma yeteneğine sahip kişilerdir bunlar, çünkü düzenbaz iyi bir yalancıdır.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:240) Hamlet : Aradan geçen beş yüzyıla yakın zaman, Shakespeare’i hala dünyanın en çok okunan erişilmez bir yazar ve özellikle H a m l e t’i, hala, psikotik’miydi yoksa basit bir nörotik, annesine ne kadar bağlıydı vb. Ophelia ile gerçekten bir aşk bağlantısı var mıydı, amcası hakkında gerçekten ne hissetmişti vb sorularla sorgulayan ve konu hakkında araştırmalara devam eden trend’e bizler de uyduk. Türkiyede ergin, Amerika’da tekrar ergin ve ek olarak ergen ve çocuk psikiyatri eğitimlerini alan, analist olan, Harvard dahil birçok üniversilerde profesör düzeyinde çalışmış, ders vermiş bir insan sıfatıyla ve tüm bunlara ek olarak, daha on beş yaşında iken Denizli Lisesi sahnelerinde, sınıf arkadaşım merhum Şükran Güngör ile birlikte Hamlet’te, Fortinbras’ı oynadıktan ve Türkiyeye döndükten sonra, İstanbul Belesiyesi Şehir Tiyatrolarında on yıl, Ayla ve Beklan Algan ile ‘konsültan dramaturg’ olarak ‘T.A.L.’de çalıştıktan sonra, aşağıdaki makalelerimi, çalışmalar ve analitik beyanlarımı herhalde hoş göreceksiniz HAMLET (Bu makalenin ilk kısmı, “FREUD ve Psikanalizin Temel İlkeleri” adlı kitabımdan -Assos Yayınları-, 7. baskı, 2013 İstanbul- alınmıştır.) Hiç şüphesiz, SHAKESPEARE’in Hamlet’i, Ödipus Karmaşası’nın doruğunu en dramatik bir şekilde ifade eden kahramandır. Hamlet, tüm gelmiş geçmiş dünya literatürünün (Dante ve Goethe dahil), en dikkati çeken kişiliğidir.Hz.İsa’dan, Napoleon’dan ve Shakespeare’in kendinden sonra en çok bahsedilen kişi Hamlet’tir. BRADBY’ye göre Hamlet, FREUD’un self-analizi’ne paralel, kişisel bir yaşantının dramatizasyonudur. Shakespeare’in 1585’de biricik oğlu H a m s e t’in baptizm’ini yaptırıp ‘Hamlet’i de babasının ölümünün hemen ardından yazdığını gözönüne alırsak, bu paralellikte belki bir gerçek payı görürüz. Oyuna analitik bir açıdan bakarsak görüriz ki, Hamlet çocukken annesinden çok ilgi görmüştü. Kraliçe de oğlunu çok severdi, fakat onun davranışında sansüel bir nitelik vardı. Claudius (Perde:4, sahne:7) konuşur: “Kraliçe annesi nerdeyse yalnız onun (Hamlet’in) bakışlarıyla yaşıyor..” Hamlet nihayet kendini bir az zorluka annesinden ayırabilir ve Ophelia ile niteliği pek belli olmayan bir aşka düşer. Ophelia, zaten Kraliçenin birçok niteliklerine sahiptir. Oyunda bir ara annesi onun yanına oturmasını sorunca, Hamlet hiddetle cevap verir: “Hayır, iyi anne, şu metal (senden) daha çekicidir!” ve Ophelia’nın ayaklarına uzanır. Hamlet’in babası ölüp de annesi ikinci kez, hem de amcasıyla evlenince, bu ‘incestual’ ilişki, Hamlet’in kendisinin represe edilmiş cinsel hislerini uyandırır. Bu hisler, sanki kendinden gelmiyorlarmış gibi bir ‘hayalet’e yansıtılır; hem Hristiyanlığın (superego) ve hem de Hamlet’in bilinçötesi’nin simgesi olan ‘hayalet’, şüphelerini söyler: tıpkı SOPHOCLES’in kahini gibi.. Ne de olsa, kendi hislerini de aksettirmesi (projection) nedeniyle, Şekspiryen stilde, herkes cezalandırılacaktır. Hamlet’in ‘kendi işini kendi yapmayışı’, yani elinde tüm nedenleri ve kudret olduğu halde amcasını öldürmeyişi, ciddi tartışmalara neden olmuştur. Evet, ‘hayalet’ gerçe- ği söylemişti, fakat ölüm emretmemişti. Hamlet ve Shakespeare, a b u l i k bir kişiliğe (abulia=zayıf iradeli olma, karar verememe) mi sahiptiler? Yoksa içinde yumuşak (kadınımsı) bir yapı mı vardı? (Her erkeğin içinde gerek genetik “kromozomal XY yapısı” ve gerekse tüm kadınlık alternatiflerini içeren bir kadın imajının mevcut olabileceğini savunan görüş). Kayda değer diğer eleştiriler: T.S.ELLIOT : “Hamlet..Shakespeare’in artistik bir zaafı..” MONTAIGNE : “Trajedi’nin seyri ve bitimi tamamen tesadüfi..” GOETHE : “..Aşırı duyarlılık..Kudretli bir insan, esrarlı bir inhibisyon ile engizisyon’a yakalanmış..(Goethe, büyük bir olasılıkla, aynı ‘hassas ruhu’, ‘Genç Werther’in Çektikleri’nde aksettirecektir) Otto RANK : “Hamlet: Phantasie-mensch..” (fantazi mahsulu insan) Dover WILSON : “Hamlet, bir illüzyon’dur ve bu illüzyon, Shakepeare’in kıyas kabul etmez drama tekniğinin bir zaafıdır..” TRENCH : ‘..Biz, Shakespeare’in yardımıyla bile Hamlet’i anlamakta güçlük çekiyoruz.. Kesinlikle Shakespeare’in kendisi Hamlet’i anlamakta güçlük çekmişti.. Hamlet, kendini anlamasını imkansız görmüştü.. İnsan, başkalarının kalbini ve hayattaki motiflerini daha iyi anlayabilmesine karşın, belki kendininkilerini anlamaktan acizdir. SCHÜCKING : “..Hamlet, melankoli nedeniyle bir paralizi geçirmektedir..” DOWDEN : “..Shakespeare, Timothy BRIGHT’ın çalışmasından (A Treatise of Melancholia) yararlanarak Hamlet’in melankolisini sahneye koymuştu (Gerçekte ondan bir iki satır almıştır ama, kopya değil. Kütüphanemizde adı geçen kitabın ‘re-print’i var ve ben inceledim). LAEHR : “..Hamlet’in melankolisi sahne olarak en presentable’dır; zira ‘ghost’- halüsinasyonlar Melankoli’de olur..” Son olarak, analitik kuramları kanıtlarcasına, Ödipal çocuğun ebeveynlerinin kendilerinin çözülmemiş Ödipal Karmaşalarından ıstırap çektiklerini not etmek isteriz. İşte piyesten başka bir parça: KRALİÇE (alarme olup Hamlet’e sorar) : Ne yapacaksın, beni de öldürecek misin? HAMLET : “Sevgili anne..Anne ve baba, adam ve kadındır..Adam ve kadın bir vücut, aynen benimle annem gibidir..” FREUD, H a m l e t hakkında “Mourning and Melancholia’sında (Collected Works, Vol.14, pp.:245-7) ondan, prensip itibariyle ‘yasını geciktirmiş’ biri olarak bahseder: “Şimdi, ‘yas tutma’ hakkında ne öğrendiysek, onu Melankoli’ye uygulayalım. Melankoli’de, sevilmiş bir nesne’nin kaybı söz konusudur. Bu, ‘ideal’ bir nitelik taşıyabilir, örneğin gerçekte ölmüş olmayıp sadece bir kayıptan ibaret olabilir. Bazı vak’alarda da kişi, kaybın ne olduğuna inanır, fakat net olarak “ne”olduğunu ayırdedemez. Hasta hatta ona melankoliye malolan kayıp nesne’sinin ‘kim’ olduğunu bilir ama, onunla “ne” kaybettiğini bilemez. Bu bakımdan Melankoli’nin, bilinç alanından çekilmiş bir nesne kaybı ile ilişkisi olabilir. Buna karşılık y a s t u t m a ’da ise, bilinçötesi bir kayıp yoktur. “Yas Tutma’da (mourning), kişi’nin inhibisyon’u ve yapması gerektiği işler konusunda ilgisini kaybetmesi, onun ego’sunun ‘yas tutma’ işlemiyle süregelmekte olan çalışmasının ürünüdür. Melankoli’de, “bilinmeyen kayıp”, aynı şekilde içsel (internal) bir çalışma yaratır ve ‘melankolik inhibisyon’ ile sonuçlanır. Fark şudur ki, melankoliğin inhibisyonu, onu neyin bu derece meşgul ettiği hususunda bizi şaşırtabilir, zira göze görünen bir ‘neden’ yoktur. Melankolik, ‘yas tutan’dan daha farklı bir tablo yaratmaktadır: kendine karşı güven son derece azalmış ve ego zayıflamıştır. Yas Tutma’da, fakirleşen ve içi boşalan dünya’dır, melankolide ise ego’dur. Melankolik kendini (ego’sunu) değersiz, boş, hiç birşey başaramayan, kudreti ve yeteneği olmayan ve dolayısıyla ‘cezalandırılması’ gereken bir varlık olarak sunar. O, kendi içinde olan bu ‘yeni’ değişikliğin farkında değildir, tersine, kendini bildi bileli böyle olduğuna inanır. “Gerek bilimsel ve gerekse tedavisel bakımlardan, ego’suna bu ithamlarda bulunan böyle bir hastayı ikna etmek mümkün değildir. Gerçekte de, onun kendine yönelik bazı değerlendirmelerini onaylamak zorundayız. O, gerçekten ilgisini ve sevme yeteneğini kaybetmiştir, başarılı değildir, ama tüm bunlar ‘ikincil’dir (secondary).‘Birincil’ (primary) neden yas tutma işlevsellik gösteren ve ego’ya musallat olan bir “içsel çalışma”nın (internal ork) ürünüdür. Esasında; egoistik, bağımsız olamamaktan acı çeken ve bu zayıflıklarını hayat boyunca saklamaya yetenmiş melankolik, bu ‘kendi-kritik’ (self-critic) ve ithamlarıyla,‘gerçek-kendi’ye (real-self) epeyce yaklaşmış demektir. Tabiatıyla bir insanın bu tür gerçeğebu kadar yakın gelmesi için ‘niye’ hasta olması gerektiği ayrı, fakat düşündürücü bir konudur. “Böylece, ‘kendi’ ve ‘diğerleri’ hakkında bu tür kanaatler veren bir kimse, gerçektenhasta sayılabilir, örneğin Hamlet..” FREUD’un tanı’sını kabul edersek, Hamlet, Melankoli’den ıstırap çekmektedir ve depresif mizacı (mood), onun hayata karşı davranışını, insanlarası ilişkilerini ve işlevsellik kapasitesini belirlemektedir. Freud’un da işaret ettiği gibi, y a s t u t m a ’nın patolojik olması ve o nedenle tedaviye gereksinim göstermesi şart değildir. Genellikle, kaybolmuş nesne’ye fazlasıyla yatırılmış libido (hypercathexis) zamanla geri çekilir ve ‘yaşama değer diğer nesneler’e yatırılır. Hamlet’in annesi ve üvey babası, onun yas tutma süresini aşamadığından, dengesini bulamayıp daha öncelerden kendini verdiği uğraşılara dönemeyişinden endişelidirler. Freud, pathologic ourning tutan kimsenin, ölen kimseye karşı duyduğu i k i l e m’den (ambivalence), özellikle ona karşı hissettiği ‘ölüm’ duygularından nedenlenen “kendini cezalandırma gayreti”nin oluştuğunu idia etti. Ek olarak, bu kimseler, belki de yakındıkları ölü kimsenin, bu bilinçötesi tılsımlı düşüncelerin etkisi ile öldüğüne inanırlar. Hamlet küçükken babası hakkında öyle hisler duymuş olabilir. Mamafih, Hamlet’in melankolisi’nin, onun çocukken babasına karşı beslemiş olabileceği öldürücü hislerden nedenlendiğini sanmıyoruz. Metni dikkatle okursak görürüz ki, Hamlet artık babasının ölümünden ziyade, annesinin alelacele amcasıyla evlendiğinden yakınmaktadır. İleri derecede deprese olan bir kimse kendini değersiz hisseder ve aynı zamanda birtakım ahlaki noksanlıkları olduğuna inanır. Hamlet, sürekli olarak kendini aşağılamakta ve benzeri nitelikleri, kendi çevresindeki insanlarda da sezmektedir. Freud, kayde değer bir içgörü ile şunu kaydetti: Eğer melankolik hastanın çok ve çeşitli hikayelerini dinlersek, onların çok şiddetli (violent) ve hastanın kendine uygulayamayacak bir nitelikte olduklarını görürüz. Yakın bir gözlem, onların, hastanın sevdiği (veya sevmek zorunda olduğu) bir kimseye uyduğunu kolayca ortaya çıkarır.” Dış nesneler’den çok kendini lanetleten deprese bir vak’anın anlaşılması bir az güç olup, olaya çeşitli yönlerden bakılabilir, örneğin önemli bir şahısla özdeşleşme ve hatta bağımlılık sözkonusu olabilir. O taktirde o kimsenin kaybı, ‘kendi’de (self) ve ‘kendi’ye karşı öz saygı’da (self-esteem) bir kayıp yaratır. “Kendi-değerini düşürme” (self-depreciation), kişinin bütünlüğüne model olmuş kimsenin kaybıyla bağdaşabilmek için yaratılmış bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma ile, yansıtılması gereken kınama içe alınmıştır (introjection) ve ‘kendi’nin (self) bir parçası haline gelmiştir; hasta, ”terkeden, o davranışında haklıdır, zira, benim gibi değersiz bir kişiyi kimse sevmez!” diye düşünür. H a m l e t de, annesinin davranması gerektiği ideal durumda davranmamasını, -bu, kendine ve hatta tüm insanlığa boş ve pespaye niteliğinden dolayı- beklemediğini kendi kendine söylemektedir. ‘Depresyon’ ve ‘entrojeksiyon’ mekanizmalarına karşın Hamlet, ‘pozitif bir anne imajı’nı korumak zorundadır. * * Şimdi de, büyük analist Ernest JONES’un “Hamlet and Oedipus” (Anchor Books, New York 1949) adlı eserinden bazı alıntılar sunacağız: “H a m l e t trajedyası ile sunulan “Hamlet” problemine iki yönden bakılabilir. İlki, oyun’un gelmiş geçmiş en belli başlı şaheser yapıtlarından biri olarak kabul görmesidir. O belki Shakespeare’in hayat hakkındaki kendi özel görüşlerini ve yaşam felsefesini tüm diğer eserlerinden çok daha kudretle ifade ettiği eserdir. BRADLEY, “Hamlet, hiç bir zaman yitirilmeyen ve tüm yaratıcı literatürün en ilginç siması olarak daima yaşıyacaktır!” der. Nasıl olmasın, dünyanın en büyük şairi (Belki Homeros’dan sonra. İ.E.), tüm yaratma kudretini Hamlet’in konuşmalarında görüntüledi. FIGGS, Hamlet’i “Shakespeare’in tümüyle kendini deklare etmesidir,” der. TAINE’e göre, “Hamlet, Shakespeare’in ta kendisidir. Shakespeare, tüm sanat galerileri içinde kendini en belirli bir şekilde portleledi.” İkinci nokta, Hamlet’in bir sahne eseri olarak son derece başarılı icra edilişidir. 1711’de Lord SHAFTESBURY, ondan, “İngiliz halkının kalbini fetheden sahneye konmuş en seçkin eser” olarak bahsetmişti. Bu sahne eserine karşı gösterilen tepki, yalnızca dram alanından gelmemektedir. Hamlet hakkında, Hz. İsa, Napoleon ve Shakespeare’in kendisi hariç, gelmiş geçmiş karakterlerden çok daha fazla şeyler yazılmıştır (Dünya klasmanındaüçüncülüğü Agatha Christie almaktadır. İ.E.) Drama’nın en merkezi gizemi, Hamlet’in, Babasının öldrülmesi olayı karşısında harekete geçmekteki gösterdiği t e r e d d ü t ’tür. Bu, “Modern Edebiyatın Sphinx”i olarak kabul ve münakaşa edilmiştir. (Antik Yunan Edebiyatı’nın Sphynx’i ve Oedipus Myth’ini yeri geldiği gerekçesiyle, sizlere, yine kendimin “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri” kitabımdan aldığım aşağıdaki bölümleri araya koyuyorum. Sophocles, “Oedipus Rex” oyununda yalnızca bahtsız bir kral ailesinin değil, bütün insanlığın ‘Kader ve Seçim’ ilkelerini ve özellikle ‘Nesillerin Devamı’ (succesion of generation) tema’sını da ele almıştır. Kıral Oedipus efsanesi’nin ana hatları şudur: Oedipus, Thebes kıralı Laius ve onun karısı Jocasta’nın oğludur. Daha doğmadan evvel bir kahin (oracle), kırala, bir erkek evladı olacağını ve bu çocuğun, büyüyünce onu öldürüp annesi ile evleneceği hususunda kehanette bulundu. Kıral da bunun üzerine, oğlu doğunca, onun ayaklarını delip ölsün diye çayırlara attı. Oedipus, bir çoban tarafından bulundu ve bakıldı, üstelik onu alıp Corinth’e getirdi. Yavrunun güzelliği orada kıraliyet sarayının dikkatini çekti ve Kıral Polybus ve eşi Kraliçe, çocuğu evlat edindi. Oedipus, Corinth’de büyür. Bir gün sarayda adamın biri onun ne olduğu bilinmeyen doğumu hakkında alaylı bir şey söyleyince buna üzülen Oedipus, babası Kıral Polybus’a baskı yapar, onun gerçeği söylemesini rica eder, fakat bir yanıt alamaz. Bunun üzerine Corinth’i terkederek Delphi Tapınağı’na gidip rahip ile görüşmek ister ve yola çıkar, mamafih hedefine hiçbir zaman ulaşamaz. Yolda, yanında beş refakatçı silahşörü olan yaşlı bir adam ile karşılaşır, bir yol sormak yüzünden (coming to cross-roads = bir ayrılık noktasına, yolların ayrışımına gelmek, buradan gelir) aralarında bir kavga çıkar ve Oedipus, yaşlı adamı ve dört refakatçısını öldürür. Tabiatıyla genç adam, öldürdüğü kimsenin, babası Kıral Laius olduğunu bilmez. Bu suretle, yaşlı kahinin birinci kerameti gerçekleşir. Nereye gittiğini bilmeksizin yoluna devam eden genç Oedipus, Thebes’e yaklaşır ve şehrin kapılarında yarısı aslan ve diğer yarısı kadın olan bir sfinks (sphynx) ile karşılaşır. Bu canavar, şehre dışardan gelenlere bir bilmece sorar, yanıtını alamayınca da hemen öldürürmüş (Sphynx, Eski Yunanca’da ‘sphyngein’ = bağlamak, sıkmak sözcüğünden gelir. Tabiatıyla, buradaki Sfinks, bir tür Soperego, toplumun gözle görülen ya da görülmeyen koruyucu jüri’si gibi, imtihan edici kudret simgesi olarak alınabilir). İnsan başlı, aslan gövdeli, kanatlı ve pençeli yaratık, genç adama sorar: “Ne çeşit yaratık ki, sabahları dört ayak üstünde yürür, öğlenleri iki ayak ve akşamları ise üç ayak üzerindedir?” “İnsan!” yanıtını verir Oedipus. “Zira, bebekliğinde elleri ve ayaklarıyla, gençliğinde yalnızca ayaklarıyla, yaşlılıkta ise baston ile yürür!” Yanıt doğru olduğundan Sfinks, kendiliğinden ölür (Bu, Musevilerin Bar Mitzvah, Müslümanların Sünnet ve ilkel kabilelerin genç üyelerini erginliğe kabul sınavına benzer bir ‘başlama, kabul” (initiation) törenine benzer). Bu mit’de (myth) S f i n k s bulmacası, bir ‘kehanet’ olarak yorumlanabilir. O zaman birçok kehanetler zaten bulmaca biçiminde sunulurdu. Böylece, Delphi’nin dini liderleri tarafından yasaklanan hisler, açıkça sergilenemezlerdi. Gerçekten de, Vatican Museum’daki M.Ö. 5. yüzyıla ait “Oedipus and Sphynx” tablosunda, Sfinks, korkutucu bir canavardan çok, bir kahin gibi betimlenmiştir. Sfinks’den kurtulan Thebes halkı, genç Oedipus’a en derin şükranlarını sunmak için, -Kıral’ın maiyetinden sağ kalan son askerin getirdiği acıklı haber üzerine- matem tutan, dul Kıraliçe’leri Jocasta’yı ona eş olarak sunarlar. Böylece, anne ve oğul evlenerek, yaşlı kahin’in ikinci kehanetini de gerçekleştirirler. Gerçek ilişkilerinin ne olduğunu bilmeyen Oedipus ve Jocasta, birlikte mutlu yıllar sürerler ve dört çocukları olur. Yıllar geçer, bir gün esrarengiz bir veba salgını Thebes’i kırar geçirir. Herkes, kırallığın, tanrıların bir gazabına uğradığını düşünür. Derde deva bulmak için, Oedipus, karısı (esasında annesi) Jacosta’nın erkek kardeşi Creon’u Delphi’ye, baş kahine “tanrılarla sulh yapmanın” yollarını öğrenmek için gönderir. Baş kahin, soru sorulunca, ilk kez Kıral Laius’un katilinin bulunması gerektiğini tavsiye eder. Creon, Thebes’e döner ve hikayeyi iletir. Jocasta eşine, eski yaşlı Kıral’ın dağda, ‘bilinmeyen bir insan tarafından öldürüldüğünü’ söyler. Oedipus, o katilin ‘kendisi olma’ olasılığından endişeyle bahseder. O anda saraya bir haberci gelerek Corynth’de Kıral Polybus ve Ana Kraliçe’nin öldüğünü haber verir. Oedipus, ayni haberciden, onların oğlu olmayıp bir çoban tarafından kurtarılıp yetiştirildiğini dehşetle öğrenir. Bu feci gerçek üzerine Jocasta kendini öldürür ve Oedipus, gözlerine mil çekerek kör olur. Bunu takiben de, Oedipus, yanında kızı Antigone olduğu halde, ama bir dilenci olarak memleketi dolaşır durur, en sonunda da Athens yakınlarında Colonus köyünde hayatının sonuna kadar yaşar. -Sophocles’in diğer eserlerinin: “Antigone”, ve “Oedipus Colonos’da” olduğunu hatırlatalım.- Dr.İ.E.” * * “Genel inanç, Shakespeare’in oyununu, hemencecik alınacak bir intikam ile bitirmek istemediği gibi, kasten de uzatmadığı yolundadır. Herhalde ‘ilkel’ bir intikam hissi, oynayan karakterlerin spiritüel varlıklarının bir süre hissedilmesinin engellenmesini gerektiriyordu. Sonuç, eninde sonunda nasıl olsa gelecekti, acele etmeye lüzum yoktu. MERCADE (1875), Hamlet ve diğer karakterleri şöyle niteliyor: H a m l e t , ‘gerçeği’ arayan bir ruh, C l a u d i u s , şeytan ve kötülüğün temsilcisi, O p h e l i a , ‘kilise’nin ta kendisi, P o l o n i u s , ‘mutlakiyetçilik’in - saltçılık’ın (absolutism) ve ‘gelenekçilik’in (tradition) sembolü, H a y a l (ghost) , Hıristiyanlığın ideal sesi, F o r t i n b r a s , özgürlük. Kuno FISHER, Hamlet’in, durum hakkında çok yoğun ve kudretli hayal gücü olması dolayısıyla, aksiyon’a zaman ve zemin bırakmadığını söylüyor. “Eğer bir ihtiras, sözcüklerle o denli ilerlere uzanıyorsa, o sözcüklerin aksiyon’a dönme olasılığı da o kadar azdır.” (Daha önceden belirtildiği gibi) Otto RANK’ da, Hamlet’i “Phantasie-mensh” (Hayal adamı) olarak isimlendirmişti. Ona göre de, Hamlet’in hayalindeki aksiyon’ları, onun gerçekte -eğer girişseydi- fiili olarak yapacaklarına hemen hemen eşdeğerdi. Bu arada Shakespeare’in kendisinin de aktörlük mesleğinden geldiğini ve bazen, sözlerin, akt’lar kadar değer kazanabileceklerini de hatırlattı. Hamlet’in, olaylar oluşuncaya kadar, daha önceden ‘normal’ gibi geliştiğini, ama babasının, zehirli bir yılan tarafından ısırılarak öldüğünün tersine, bir cinayete kurban gitmesiyle sonuçlanan ölümü gerçeği karşısında şoke olduğu söylenir. İnsan yapısının (özellikle Kıraliyet düzeyinde) idealizm’ine karşı vurulan bu darbe ile, yeni Kıral’ı öldürmekle hiçbir yere varamayacağının da farkındadır. (Kendini sonsuz suçlu hissettirecek) öyle bir aksiyon yerine, “tiyatral akt”ı yeğlemiş olabilir. COLERIDGE Okulu’nun düşünceleri de, Hamlet gibi yüksek zekalı ve kudretli bir insanın herhangi bir soru’yu basit ve direkt bir şekilde yanıtlayacağına, birden fazla olasılığı inceden inceye düşünmesinin de pek normal olabileceği yolundadır. Ne olursa olsun, has amcası Claudius’u öldürmesi için, ulusunun gözü önünde, onun işlediği cinayetin son derece korkunç ve sıradışı oluşunu mutlak kanıtlarla gözler önüne serebilmeliydi, yoksa tahtta gözü olup bu cinayeti kendisinin de işleyebileceği düşünülebilirdi. ULRICI Hipotezi de (1939), Hamlet’in, yüksek Hıristiyan etiği ve amcasını öldürmek zorunluğu arasında kaldığını vurgular. Von BERGER de (1890), Hamlet’in asaletini öne sürer, “O..., bu kokuşmuş, çürümüş dünya için son derece akıllı ve çok asildi..” * * “H a m l e t ’ in, “içsel bir çatışma” dan ıstırap çektiği ve bunun nedenine ulaşamayıp, alabileceği en şiddetli intikam ateşiyle yanarken hala aksiyon’a geçememesi, Sir James PAGET tarafından “histerik bir paralizi” olarak nitelendirilmiştir (Aboulia - Zayıf iradeli olmaktan daha önce bahsedilmişti). Analist’ler bunu kolayca açıklayabilirler: Bir insanın bilinçli olarak yapması gerekli olmasına karşın, eğer yapamıyorsa, bunda ‘içten gelen’ ve ‘yapılmaması’ gerektiğini savunan, bilmediği (ya da bilmek istemediği) bir ‘neden’ vardır. Babasının hayaleti Hamlet’e göründüğü zaman, o, bu hayalet’in babasının ‘gerçek hayaleti’ mi yoksa ‘şeytan’ın bir oyunu’ mu olduğu hususunda şüpheye düşmüştü. Bu şüphe, zaten, yukarda bahsettiğimiz ‘iç savunma’yı destekliyordu. Hamlet, klasik, derin bir Melankoli içindeydi: Dünyaya ve hayatın değerlerine karşı ümitsizdi ve ölüm’den nefret ediyordu. Kötü kötü rüyalar görmeye ve kendi kendini itham etmeye devam ediyordu. Tüm bunlara, yapması gerektiği ödevi ertelemesinden dolayı duyduğu pişmanlık ve yetersizlik de caba. Yeni Kıral (amca) Claudius’un iki büyük suçu var: Kıraliçe ile olan insest (incest) ve kendi öz kardeşi Kıral’ı öldürmek. Hamlet doğal olarak babasının intikamını almak ister, fakat FURNIVALL’in de işaret ettiği gibi, Hamlet’i yürekten sarsan, son derece şaşırtan, Kıraliçe’nin (annesinin) babasının asil anısına karşı işlediği ihanet ve insest olmuştu. Sorulan klasik soru şudur: Hamlet’in içsel-ruhsal problemleri çok evvellerdenberi mi mevcuttu ve bu vahim olay dolayısıyla daha da derinleşmişti; yoksa, olay sonucu, direkt olarak etkilenerek bu hale düşmüştü. T.S. ELIOT, zarif bir şekilde şöyle demişti: “Hamlet’in zihinsel hastalığı bir akıl hastalığından daha az, ama hasta numarası yapmaktan daha derindi.” Hamlet’in ruhsal rahatsızlığı konusunda, çeşitli psikiyatr’lar tarafından konulmuş çeşitli tanı’lar vardır: “Hystero-neurasthenic”, “melancholia”, “manic-depressive illness”, “depression on a cyclothymic basis” vb. Ama tanı her ne olursa olsun, Shakespeare’in genius’u, daha bu tanımların bilimsel olarak yapılmadığı o devirde, sanki zamanımızda da hissedilen tüm yaşam senfonisi’nin ıstırabını: insanoğlunun sürekli düş kırıklığı ve yetersizlik duygularını, Hamlet’in kişiliğinde ölümsüzleştirmişti. H a m l e t ’i n z i h n i n d e represe o l a n m a t e r y a l n e y d i ? Hiç şüphesiz, onun küçük yaşındanberi, annesinin sevgisine (kendinden daha fazla) mazhar olan babasını kıskanması ve onun, günün birinde, ‘ortadan kaybolması’ (arzulu düşünce = wishfull thinking) idi. (Hemen her çocuk bunu arzular, ama, büyüdükçe ve kendini çevre’ye yaydıkça, bu fantazi, günün birinde babası gibi olacağına ve annesi gibi biriyle evleneceğine dönüşür. Dr.İ.E.) Burada dönüp dolaşıyoruz ve yine Oedipus Karmaşası’nda karar kılıyoruz. Hamlet’in yazgısında onun bu çocukluk arzusu yerine gelmişti, ama ‘ortadan kaybolma’, aynı duyguları yaşamış ve affedilmez bir suç işlemiş amcası tarafından hunharca ifa edilmiş, üstelik annesi, babasına da (hem de kendine) ihanet etmişti. Sonuçta, kendisinin de, bir zamanlar arzuladığı, haz alabileceği bir bütünleşme, kan akıtılacak bir gerçeğe dönmüştü.” (Sigmund FREUD, hayatında en sevdiği edebi eserin “Karamazov Kardeşler” olduğunu söylermiş. Tabii bu, asillerin, saray hayatının çok daha altında, halk düzeyinde, kardeşler arası müsabakanın, aşkın, şehvetin, duyguların son derece şiddetli olarak, ve daha gerçekçil düzeylerde ifade edildiği Rus toplumunda oluşmuştu. Başka bir Oedipal şaheser. Ama bence, Hamlet, hala erişilemeyecek bir boyutta, tepede, Çoban Yıldızı gibi parlamaya devam ediyor. Dr.İ.E.) * * Son yılların yıldızı yeni yeni parlayan analistlerinden biri olan Theodore LIDZ, “Hamlet’in Düşmanı Hamlet’te Delilik ve Mit”(Hamlet’s Enemy; Madness and Myth in Hamlet) (Int.Univ.Press, New York, 1990, orig.1975 Basic Books) adlı eserinde, Hamlet’i alışılagelenin ötesinde ve üstünde, çok derin ve etraflı bir şekilde inceliyor. Hamlet konusunu hayatının son yirmi beş yılında ‘hobi’ haline getirmiş by çok değerli yazarın üstün değerdeki kitabından bazı önemli notları aktarmaya çalışacağım. Lidz, eserinin önsözünde; bir psikanalist’in tiyatro’ya karşı gösterdiği ilginin çok natürel olduğunu; zira, mit-yaratan (myth-maker) sahne eserleri yazarının (playwright) ve psikanalist’in yeterli derecede yaratıcı olduğundan bahsediyor. Mit’ler, insanlığın, doğa’nın akışını izlemek ya da onu kontrol etmek için yarattığı ritüel’lerden doğmuştur. Natürel olayları yorumlamaya ya da anlamaya çalışan mit’ler, insanlarda, ihtiras yaratan birçok çatışma’lara (conflict) da ortak olmuşlardır; ya da onlarla bağdaşmak zorunda kalmışlardır. Aynı şekilde, “yarı-tanrı”(demi-god) kahramanların insan olmaya izin verilmedikleri ya da insanların “tanrı-benzeri” olup ıstırap çekme yeteneklerini kullandıkları durumlarda da bu çatışmalarla sarman dolman olmuşlardır. D r a m a’ ya gelince, o, r i t ü e l’ in ve ona refakat eden m i t’ in direkt sonucudur. Drama yazarı da, sanki bir ‘süperego’ rolü oynamaktadır: tabu’ları yıkma sonucu oluşacak cezaları dinleyicilere sunar ve onları, trajik kahramanların yazgılarını yeğlemeleri dolayısıyla, yavan, hatta üzüntülü bir hayatı kabul etmeye zorlar. Hamlet karakterinin bir psikiyatrı kendine çekmesi gayet doğaldır; Shakespeare’, ruh hastalıklarına maruz kalmış birçok kişilikleri birçok eserlerinde sahnelemiştir (Kıral Lear, Lady Macbeth vb). Ama Hamlet’de tüm aksiyon, kahramanın dağınık ruh hali ve kadın kahramanın da akıl hastalığı üzerinde cereyan eder. Shakespeare, bilinçötesi alanına dalmakla, tüm mantıkdışı (irrational) sayılabilecek, anneye yönelik ‘insest’ dolu dürtülerle hareket eden, aşırı kızgın ya da ruh hastası kahramanları kolaylıkla seçebildi. Freud ve Jones’un yorumlarına ek olarak Gilbert Murray, yazdığı “Hamlet ve Orestes” adlı eseriyle ve daha sonraları Frederic Wertham, O r e s t e s hakkında yazılmış Eski Yunan trajedileri arasında bir paralel çizdiler. “Orestes Complex” de, birçok erkekler; sevgi verme yetileri olmayan anneleriyle kendi aralarında gelişen ‘nefret’in, “anneyi öldürme” (matricide) dürtü’süne varan bir şiddete yöneldiğini ifade etmişti. Mamafih, Hamlet’ten farklı olarak, Orestes’in Elektra adlı bir kızkardeşi vardır. Onun, babasına karşı olan kuvvetli bağları, Orestes’e annesini öldürtmüştü. (Bugün, klasik psikanaliz’de, erkeklerdeki Oedipal karmaşa’ya karşıt olarak, kızlarda bir Elektra kompleks’i olduğu genellikle kabul olunur. Dr.İ.E.) On yıl evvel ebediyete göç eden diğer bir önemli analist, Erik Erikson, Hamlet için şunu demişti: “Hamlet yalnızca, kendinin, etik anlayışının kabul edemeyeceği bir ‘akıl hastası intikamcı’ olarak, ‘negatif kişiliği’ konusunda başarılı olmuştur.” Psikanaliz’den öğrendiğimize göre, Hamlet’in de içinde bulunduğu Oedipal durum, bir “üçgenler” açmazıdır. Aile durumuna göre bu üçgen, Baba-anne-oğul; Baba-anne-kız; Kayınpeder-kayınvalde-gelin; Kayınpeder-kayınvalde-damat; Üvey baba-anne-oğul (Hamlet); Baba-üvey anne-kız vb. kombinasyonlarında olabilir. H a m l e t oyununda birbirleriyle etkileşimde bulunan birçok üçgenler şunlardır (Zaten birden fazla üçgenin içiçe oluşa bu esere şaheser damgasını vurdurtuyor): 1) HAMLET - MOTHER (Gertrude) - ÜVEY BABA (Kral-amca Claudius) Hamlet, hem annesiyle evlendiği için üveybabasını kıskanmakta ve hem de öldürülen kocası (babası) için anne kıraliçeyi suçlamaktadır. 2) ANNE (Gertrude) - BABA (Ölü Kıral HAMLET) - ÜVEY BABA (Kıral Claudius, Amca) İki kardeş arasındaki mücadele, aralarındaki çözülmemeiş Oedipus karmaşanın sonucudur. (Freud’un ‘Totem ve Tabu’sunda büyük abinin ilk kez babayı, sonra daha küçük kardeşin onu öldürmesi ve incest’in aynı aile-klan’da tabu’laşmanın başlaması; Adem’in oğlu Kabil’in Habil’i öldürmesi vb. Dr.İ.E.) KIRAL (CLAUDIUS) : Ah, suçum leşler gibi, kokusu göğü kaplıyor. Üstünde o ilk, o en eski laneti taşıyor. Kardeş kaatili! Azmettiğim kadar arzu da ettim, ama dua edemiyorum. Günahım, kararımdan ağır basıyor. İki işe birden bağlanmış adam gibi önce hangisine başlayacağımı kestiremeden duruyor, ikisini de ihmal ediyorum. Bu melun el, üstündeki kardeş kanıyla iki misli ağırlaşmışsa bile ne olur sanki? Rahim olan göklerde onu yıkayıp kar gibi beyaz edecek kadar rahmet yok mu? Perde ııı, sahne ıv HAYALET (Hamlet’e babasının hayaleti tekrar görünür) : Claudius’tan intikam al, ama annene zarar verme; yalnızca o ve onun savaşan ruhu arasına gir! Perde ııı, sahne ıv KRALİÇE : Ah, Hamlet, yüreğimi iki parça ettin. HAMLET : Fena tarafını çıkarıp atın; öbür yarısıyla daha temiz bir hayat sürün. Geceniz hayrolsun. Fakat amcamın yatağına girmeyin, faziletiniz yoksa bile varmış gibi görünün. Perde ıv, sahne ıv HAMLET : Onu bilen bir melek biliyorum. Ama hadi öyle olsun; İngiltere’ye! Hoşça kalın anneciğim (Kırala hitap etmektedir!) KIRAL : Ben, ben senin babanım, Hamlet! HAMLET : Annem: baba ile karı kocadır. Karı koca tek bir vücuttur. Onun için, annem. Haydi bakalım, İngiltere’ye! 3) HAMLET - POLONIUS (Sevgilisinin babası) - OPHELIA (Polonius’un kızı, Hamlet’in sevgilisi).. Oğlu’nun da etkisiyle, kızının Hamlet’le ilişkisini hazmedemeyen baba, zaten karısını kaybetmiştir, yalnızdır. Perde ı, sahne ııı POLONIUS : Efendimiz Hamlet’e gelince: şu kadarını hatırında tut ki, kendisi gençtir, bildiğini işlemek için senden serbesttir. Kısacası onun yeminlerine inanma, Ophelia. Çünkü onlar göründükleri gibi değildirler; daha iyi aldatmak için sofu kılığına girmiş aracılar, dinden dem vuran ahlaksızlardır. Diyeceğim şu: bundan böyle efendimiz Hamlet’le konuşup görüşerek tek bir dakika için bile kendine söz getirmene razı değilim, doğrusu bu. Sana söylüyorum, dikkat et, haydi bakalım. OPHELIA : Başüstüne, efendimiz. Perde ıı, sahne ı POLONIUS : Hadi, benimle gel. Gidip Kıralı bulacağım. Bu tam aşktan gelme çılgınlık.... Doğrusu üzüldüm. Yoksa, son zamanlarda kendisine ağır bir söz filan mı söyledin? OPHELIA : Hayır, iyi efendimiz. Ama, emrettiğiniz üzere, mektuplarını geri çevirdim; kendini de yanıma kabul etmedim. POLONIUS : Onu, bu çıldırtmıştır. Perde ııı, sahne ıv KIRALİÇE : Ne istiyorsun? Beni öldürmeyeceksin, değil mi? İmdat, aman imdat! POLONIUS, arkadan : Hey! İmdat! İmdat! İmdat! HAMLET, kılıcını çekerek : Ne! Bir fare ha. Geberdi, bir altına bahse girerim ki geberdi! (Kılıcını perdeye saplar.) POLONIUS, arkadan : Ay, vuruldum! (Düşer, ölür.) KIRALİÇE : Aman yarabbi, ne yaptın? HAMLET : Ne bileyim ben. Kıral mıydı? KIRALİÇE : Ah ne çılgın, ne kanlı iştir bu! HAMLET : Kanlı bir iş! Bir kıral öldürmek, sonra da bir kardeşine varmak kadar fena bir iş anneciğim. KIRALİÇE : Bir kıral öldürmek mi? HAMLET : Evet efendim, öyle dedim. Perde ıv, sahne vıı OPHELIA (babasının ölümünde sonra), şarkı söyler : Demek ki gelmeyecek? Demek ki gelmeyecek? Öldü, o gelmek nerde! Gidip uzan, öl sen de. Bir daha gelmeyecek. Sakalı süt beyazı, İpek gibi saçları, Gitti bir kere gitti, Boş göz yaşı bizimki, Tanrım ruhuna acı! Dini bütün olanların hepsinin ruhuna da Yarabbi. Tanrıya emanet olun. (Çıkar.) 4) HAMLET - OPHELIA (Sevgilisi) - LAERTES (Ophelia’nın erkek kardeşi) Burada, Laertes de babasıyla özdeşmektedir, Hamlet’e güvenmemesini söyler. Babasını kaybettikten sonra çıldıran kızkardeşinin mezarı başında Hamlet ile kavga eder. Babasını öldüren Hamlet’den intikam almaya yeminlidir: Tıpkı Hamlet’in, babasını öldüren Claudius’tan intikam almaya yeminli olduğu gibi.) Perde ı, sahne ııı LAERTES : Hamlet’in sana gösterdiği o geçici ilgiye gelince: bunu bir heves, bir delikanlılık ateşi; baharın ilk günlerinde gözüken, erken açıp geçen, tatlı fakat ömürsüz, kokusu bir anda uçan bir menekşe şey, fazla değil. OPHELIA : Fazla değil mi, o kadarcık mı? LAERTES : Daha fazla bir şey sanma. Çünkü büyümekte olan bir insanın sade kasları, gövdesi gelişmez; bu bina geliştikçe, onunla birlikte, zihnin ve ruhun içten içe çalışması da artar....... oy’u, başında bulunduğu insanların düşünce ve arzularyla sınırlanmıştır. Buna göre, seni sevdiğini söylediği zaman, bu konumda olan biri, sözünü ne kadar tutabilir diye düşünüp öyle inanmak akıl karı olur; o ise, Danimarka halkının dediğinden dışarı çıkamaz. Onun tatlı dillerine kulak verip her dediğine inanır, gönlünü kaptırırsan, yahut durmadan üstüne varmasına dayanamayıp iffet hazineni ona açarsan, şerefinden ne büyük şey kaybedeceğini düşün.” 5) HAMLET – CLAUDIUS (Kıral, Üvey Baba) – POLONIUS (Saray Nazırı, Laertes ve Ophelia’nın babası.) (Hamlet, Polonius’tan Ophelia’yı kıskanır; Hamlet, sanki amcası Kıral Claudius’u öldürür gibi Polonius’u öldürür ve şöyle der: Seni, olduğundan üstün sanmıştım. Yolun açık olsun! (I took thee for thy better. Take thy fortune. ) Aile içindeki bu karmaşık üçgenlere bir karmaşa daha getirebilmek için şunu da ekleyebiliriz ki, yirmi yıl kadar önce, öldürülen Kıral Hamlet, şimdi Norveç Prens’i olan Fortinbras’ın babasını (ki Polonius’un kardeşiydi.) legal sayılabilecek bir duello’da öldürmüştü. Bu sayfanın arkasına eklenen, ve 1840’larda Moritz Retzsch tarafından çizilen bir skeç, bu durumu açıkça sergilemektedir. Üçgen’lerin tariflerinden sonra küçük punto’larla yazılmış türkçe tiyatro örnekleri, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ‘Hamlet’ isimli Tiyatro Klasiğinin (No.1) 1995 basımından (Çev.: Orhan Burian) tarafımdan düzenlenmiştir.(Dr.İ.E.) Shakespeare’in Hamlet’i yazdığı anlarda otuz yaşında olduğu ve biricik oğlu Hamnet’in henüz 11 yaşında iken öldüğü bilinir. Kimbilir Shakespeare, belki de oğlunun imajını yeniden yaratıp, eğer her ikisi de sağ olsalardı ve kendisi yaşlansaydı, o zaman ne olabileceğini portrelemişti. Oğlunun ölümüyle oluşan ‘hayalet’, onun kendi ismini de telaffuz ederek kendi Oedipal duygularını ifade etmişti. Belki, Hamnet yaşasaydı, Prince Hamlet’in ikizi olurdu. H a m l e t ’ t e k i m i t (myth) Hamlet çalışmasında gözlemlediğimiz mit’in, insan davranışına nasıl uygulandığı ilginçtir. Drama da, mit’te olduğu gibi, orijinini ritüel’den alır ve klasik drama, hemen daima mit’le ilintidedirler. Büyük trajediler genellikle insanoğlunun başına gelmiş geçmiş ebedi ve esasta var olan ve ihtiraslarını kontrol edememekten nedenlenen problemlerden doğarlar. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, Freud ve Jones, analitik olarak, Hamlet’in problemlerini Oedipus’a, Gilbert Murray ve Frederic Wertham ise daha ziyade Orestes’e bağlamışlardı. Freud, kendisinin en derin ve içgörülü sunularından birini insan davranışına uygularken, bir mit’i, Sophocles’in trajedisine dönüştürdü. Böylelikle, bir mit’in benzerini (analogy) almakla, insanoğlunun bilinçötesinin motivasyon ve çatışmalarını (conflicts), ikilem ve şüpheleriyle (ambiguity), zıtlıklarıyla (contradiction), yoğunluklarıyla (condensation), yer değiştirmeleriyle (displacement) ve sembolleştirmeleriyle (symbolization) -aşağı uyukarı- betimledi. Psikanaliz, insanların bilinçlerine uzun, güç ve karmaşa yollarla iletebildikleri mit’leri başkalarına ‘nasıl’ taşıdıklarınını keşfetmekle kalmayıp, çeşitli hastalardan türlü türlü çeşitlerde mit’ler keşfederler. M i t ve k l a s i k t r a j e d i l e r , aile içi kuvvetler ve onların kişiler üzerine etkileriyle meşgul olduklarından; öyle ailelerin nasıl birbirleriyle etkilendikleri, ebeveynlerin iş-güçlerinin ve çocuklarının hayatlarının devamı ve ailenin yaşam ve kader çizgisi boyunca, -nedeni hemen farkedilmeyen- felaketlerin kuşaklardan kuşaklara, hatta yurtlarını değiştirseler bile, bir birey’de nasıl su yüzüne çıktıkları, psikiyatr’ı son derece ilgilendirir. Evet, sık olarak mit’te -ki drama’ya kristalize olmuştur- psikiyatrist, vak’anın materyaline paralel bulur. Bu materyal, çoğu kez, insanların yaşam durumlarının doğal sonuçları olan ve sonsuza dek yineleyen ögelerden yapılıdır. Bu tema’lar ve problemler üzerinde odaklanmakla, psikiyatrist, “varoluşçu”(existentialistic) ve “yapısalcı”(structuralist) yaklaşımlar keşfeder. Shakespeare’in dikkati, farklı kökenli çeşitli efsanelere ve mit’lere yönelmişti: Norse (İskandinavya’ya ait) ve Eski Yunan Mitolojisi; Roma Tarihi ve Ahdi Atik (Tevrat). Büyük bir olasılıkla, büyük şair, onların genel ve birbirlerine benzer ana tema’larnın farkına varmıştı. Bu tema’ları da, büyük bir cesaretle, kahramanlarının karakterlerinde canlandırdı. Şimdi; bizler Shakespeare’in özel hayatı ve duygusal problemleri konusunda pek çok şey bilmemekle beraber, Hamlet’i yazarken, kendi içsel dengesini (homeostasis) ciddi olarak tehdit eden bir ruh haleti yaşıyordu. Örneğin, August STRINDBERG’in, kendisinin ilk karısına karşı duyduğu paranoid kıskançlığını “Baba”yı (The Father) yazarak üstesinden geldiğini biliyoruz. Aynı şekilde, ancak “Rüya Oyunları”nı (Dream Plays) yazmak suretiyle kişisel hayat sorunlarını çözebildi. Eugene O’NEILL, kendisini son derece kötü etkilemiş olan ebeveynleriyle olan ezeli ve ebedi çatışmalarını, “Uzun Günün Yolculuğundan Gecenin İçine” (Long Day’s Journey into Night) siyle silebildi. Tennessee WILLIAMS, kendisinde sürekli suçluluk hisleri yaratmış olan psikotik kız kardeşinin etkisinden ancak, “Cam Hayvan Koleksiyonu” (The Glass Menagerie) ile kutulabildi. Onun hemen diğer tüm oyunları, yoğun olarak, kendi içsel, psikolojik problemlerini yansıtır. Bir o y u n’ un duygusal bir katarsis (emotional catharsis = ruhsal yatırım) yaratabilmesi ve kişisel dengeyi (homeostasis) yeniden düzenleyebilmesi, pek sık olarak, onun yaratmasıyla başlar. 16. yüzyılın sonuna yaklaşırken, Shakespeare’in oyun’ları, yeni bir nitelik kazanmaya başladı. Bu, daha ziyade, yazarın deprese mizacını ve kadınların bozduğu sadakat bağlantılarından nedenlenen düşkırıklıklarını akseder gibiydi. Eğer Shakespeare, Hamlet’i yazmakla kendi ruhsal yaşamının merkezi problemlerine dokunuyor idiyse, o zaman, artık tüm insanlara da merkezi bir konumda olan tema’lara ve çatışmalara da değinmiş oluyordu. * Epilog Ben, 1945’de, henüz 16 yaşındayken, Denizli Lisesi son sınıf öğrencisi olarak, edebiyat hocamız çok sayın Prof.Dr. Şükrü Elçin’in ki okul arkadaşım çok değerli Şükran Güngör’ü keşfedip toplumumuza kazandıran da odur- liderliğinde oynadığımız ‘Hamlet’de, -küçük de olsa- Fortinbras rolündeydim. Tiyatro’ya ilgim de o zamanlardan başlar. Aynı yıl, Reşat Nuri Güntekin’in “Gazeteci Düşmanı” adlı küçük bir piyesini Osmanlıca’dan çevirip başrolü oynamıştım. Seyirciler arasında bulunan bazı gözlemciler beni Ankara Devlet Konservatuvarına aktörlük eğitimine gitmemi önermişlerdi, ancak ben tıbbı ve müziği seçtim. Her neyse, ben, Hamlet’in böylece 57 yıldır hayranıyım. Psikiyatr ve analist oluşum, bilgime ve duygularıma çok daha derin ve farklı boyutlar kazandırdı. Bence, tüm dünyanın kabulendiği gibi, oyun’da merkez tema: Oedipus Karmaşası’dır. İster Nordic, ister Scotch ve isterse Antik Yunan ya da hangi kültürden oursa olsun, bu üniversal ruhsal olgu Adem zamanındanberi mevcuttu ve insanlığın var olduğu sürece varlığına devam edecek, ancak Shakespeare’in kendisinin de dediği gibi, yalnızca sahne ve oyuncular değişecek. Shakespeare, eserinin bir tarafında da dediği gibi, “Hamlet’in en büyük düşmanı kendi ruh hastalığıydı!” ki sayın Theodore Lidz bu tema üzerine koskoca ve pek derin bir eser yazmış. Shakespeare’in gerçeğe çok yakın bir analizini yapmaya ne benim kudretim yeter ve ne de o iş bu küçük bir makalenin yeridir. Fakat gerçek şudur ki, eğer mantık ve psikiyatri bilimlerini yanyana getirirsek, Lidz dahil, birçok büyüklerin ne gibi analiz hataları yaptıkları ve görüşlerinin bir az eksik kaldığını beraberce izleyebiliriz. Herşeyden önce, Hamlet bir psikotik, yani akıl hastası mıydı? Freud (kısmen) hariç, hemen hgerkes bu tanıdan yana. Neden? Zira kararsız, annesini-üvey babasını öldürmeyi planlıyor, birçok adam öldürüyor, ve en önemlisi h a ya l g ö r ü y o r : babasının hayaleti. Hamlet’in deprese olduğu muhakkak. Nasıl olmasın? Babası amcası tarafından öldürülmüş, annesi babasına, tahta, Danimarka halkına ve oğluna ihanet etmiş, ve genç prens kararsız. Bundan daha doğal ne olabilir? Psikiyatri’de, bir kimsenin “Psikotik - Akıl hastası” sayılabilmesi için, onun hemen daima g e r ç e k d ı ş ı (out of reality) yaşaması, oriyantasyon’unun bozuk olması, yani kendi kimliğini, nerede olduğunu, zaman ve mekan yanılgılarını sürekli yaşaması gerek. Muhakeme kusurları da caba. Hamlet, daima gerçeğin içindeydi. Hastalar hayal görürlerse, buna “hallucination” diyoruz. Şimdi, Allah rizası için, hayali ilk gören kimdi, Hamlet mi, yoksa şatodaki nöbetçiler: Bernardo, Marcellus, Horatio mu? Hamlet’e hayal hakkında ilk bilgi veren onlar değil mi? Psikiyatri tarihinde kim, hele usta bir doktor olarak ben bile, bir hastasında halüsinasyon yaratabilir ? Macbeth’ler de havada ‘kama’ görmüşlerdi, zira o işledikleri suçun kanıt aletiydi. Onlar da psikotik miydiler? Biz bu görüntülere: “Hallucinosis” diyoruz, yani bunlar, hastaların uydurdukları ve içeriğinde kayboldukları bilinçaltı-rüya gibi materyal değil, zihinlerini ve vicdanlarını sürkli işgal eden önemli konuların neredeyse gün-düşlemeleri gibi canlı bir şekilde yaşant olarak sergilenmesi. Hasta bunların içeriğinde hiçbir zaman kaybolmaz, bilincini kullanarak ‘içeri’ ve ‘dışarı’ trafiği kontrol eder, yoksa Hamlet’de olduğu gibi, hep birlikte, geceyarısı ‘Acaba hayalet gene gelecek mi?’ diye beklenmez. Hamlet kimleri öldürüdü ve neden? Bir psikotik, sözüm ona şizofrenik, ikilemli olduğu bir sevgi sembolünü örneğin anne ya da babasını bir tek bıçak darbesiyle vurup öldürebilir ve yanlarına oturup, sanki hiçbir şey olmamış gibi, ya gün düşlemelerine dalar ya da içeriğini kavrayamayacağı bir gazete veya dergi okur. Ne olduğu sorulduğunda da, “Bilmem, öldü galiba.”; “Onu kim öldürdü?”, “Bilmem, ben galiba.” gibi belirsiz yanıtlar verir. Hamlet, Polonius’u bilerek, planlayarak mı öldürdü? Hayır! Babasının hayaleti’nin tavsiyesi üzerine, annesinin odasına konuşmaya gittiğinde perde arkasındaki ‘fare- belki de hayatına kastedecek biri-, büyük olasılıkla meşru bir müdafaa (self-defense) için kılıcını çekti. Ophelia’nın mezarında Laertes ile karşılaştığında bir asil gibi davrandı ve sonunda duello’da meç’lerin ucuna zehiri kim sürdü? Asil Laertes bir muhakeme hatası yaptığı halde bile hasta biri değildi, çünkü yanlış bilgilendirilmişti. Kıral Claudius’u niçin öldürmesin, o da kendisine karşı kaç kez komplo yapmıştı? Değil babasını öldürme, basit sayılabilecek bir gönül hikayesi yüzünden kaç masum genç, günümüzde, aile meclisinde verilen karar üzerine, bizzat kendi öz ağabeyleri tarafından bıçak darbesiyle can vermiyorlar mı? O tür “sahiplenme”nin ardında Polonius’un Ophelia’ya hissettiği Oedipal duygudan farklı ne var? Özet, psikiyatrik olarak Hamlet deprese idi, nedenler malum, sevgilisinin ölümü de depresyonunu arttırmış olabilir, ama yine onun planlamasında önemli bir değişiklik yapmadı. Hamlet, depresyonun ‘ikilimli’ düşüncesini, ‘kararsızlığını’, ‘erteleme – procrastination’ olaylarını hep yaşadı. Eğer onun amcası, babasını gerçekten öldürüp de annesiyle evlenmeseydi ve o (ve bizler de) da kendi kulağıyla, kilisede amcasının diz çökmüş itirafını işitmeyip de tüm faciayı kendi zihninden uydurduğu bir hurafe gibi yaşasaydı, o zaman gerçek hasta olurdu. Deprese bir hastanın zaman zaman paranoid düşünceye sapması çok natürel bir olaydır, zira ‘geçici paranoya’lar, derin depresyon vak’alarında kişinin ego’suna yardımcı olabilmesi için bir savunma mekanizması olarak belirebilirler. Ancak o geçici sistemler sürekli kalır ve bir hayat biçimine dönerse o zaman o kişi psikotik’tir. Hamlet’in hangi düşüncesi yanlış ya da gerçek dışı bir uydurma idi? Literatüre bakarsak, Shakespeare’in Hamlet’i ne zaman ve hangi şartlarda yazdığı hakkında da bir konfüzyon var gibi. Büyük şair, tesbit edildiğine göre 1564’de doğdu. Sonradan gelişen küçük bir esnafın oğluydu; beş küçük kardeşi daha vardı ve daha 18 yaşındayken, ailesinin izni ve haberi olmadan başka bir yörede, üç çocuğu olduktan sonra erkettiği, kendinden yaşlı bir kadınla evlendi. Bu, özellikle o devirlerde, kendinden önce bir kardeşinin ölü doğumundan olası deprese olan annesi ve altı çocuk yapmakla işi arasında Bill’e pek çok vakit ayıramayan babasına karşı pek de alışılagelmiş bir tepki değildi. Tahmin edebiliriz ki genç William, “kendisini kanıtlama”, “babası gibi fallik bir adam olma” vb. dürtülerle doluydu. İlk kızından sonraki ikizlerden ‘Hannet’, ‘Hammet’, ya da ‘Hanset’ isimleriyle edebiyat tarihine geçen oğlu, bir epidemiden 11 yaşında ölüyor. O zaman Shakespeare 30’larında diyorlar. “Hamlet”in yazılış tarihi ise 1602’lerde yani, Shakespeare 38 yaşında. Arada, kendi kültür, bilgi ve görgüsünün çok üstünde eserler veren Shakespeare (Üniversite öğrencisiyken biz onun Bacon olduğuna inanırdık, her neyse!) o kadar uzun süre niye bu trajediyi yazmadı, bilmiyoruz. Ama, kendi oğlu ‘Hamnet’in bu eserin yazılmasıyla büyük bir ilintisi vardır sanırım. Bir tasavvur edin, herhalde yakından özdeştiği biricik oğlu, hayatının tam baharında, beklenmedik bir zamanda ölüyor. Öyle hassas bir baba ne hissedebilir? Ben olsam, şöyle hissederdim: “Tanrım, onu alacağına beni alsaydın, o daha hayatına doymamıştı.” Yani ölümlerde bir “değiş-tokuş” bahis konusu olabilir. Bu tema, oğlunun ‘öleceği’ yerde, babasını ‘öldürebileceği’ne, özellikle bir yazarın zihninde kolaylıkla deplasman’a uğrayabilir. Yazdığı -yaşadığı ve bildiği- Ödipal durum için bir şaheser yaratma fırsatı çıkmaz da ne olur; Lidz’de de buna benzer bir gönderme vardı ve yukarda paragrafı nasıl bitirmiştik: “Eğer Hamnet yaşasaydı, ancak Hamlet’in ikizi olabilirdi!” Shakespeare’in, bir zamanlar kendi babası için hissedebileceği Oedipal-patricide hisler, oğlunun ölümünde, “keşke o öleceğine ben ölseydim” ibaresi, “keşke o beni öldürseydi”ye kolaylıkla dönebilir; zira, o takdirde hem kendinin babasına karşı duyduğu ve hemde belki epidemide oğlunu kurtaramamanın verdiği yetersizlik ve suçluluk hislerini egale etmiş olurdu. Benzer bir analiz için, güzel sanatların başka bir dalından, resimden bir örnek yorum getireceğim. 1993 yılında, İngiltere’nin ‘onur üyesi’ olduğum “International Biographical Center”in St.John College-Cambridge şehrinde düzenlediği, bir hafta süreli, yıllık “Sanat ve İletişim” (Arts and Communication) sempozyumunda “Görsel Sanat Bölümü”ne “yönetici-chairman” olarak katılmıştım. Üyeler her daldan gelen meşhurlar ve herkes, en aşağı, Dünya Meşhurlar Ansiklopedisi ya da Müzesinde. Avustralyadan gelen ressamlar, Picasso’ya iki yıl onun laboratuvarında asistanlık etmiş bir Afdrikalı Prens (muhteşem kıyafeti ve maiyetiyle iştirak etmişti), gerek yağlı boya resim gösterileriyle ve gerekse sanatkar-yaratıcı’nın psikolojisi-depresyon-intihar-Ödipal Kompleks’in yaratıcılıktaki önemi gibi genellikle tartışılacak konularda sunular bulundular. Benim görevim, toplantıyı idarenin ötesinde, gereken psikoanalitik yorumları yapmaktı. Afrikalı Prens, Pablo Picasso ile olan ilişkileri ve onun sanat yorumunu yaptıktan sonra, bana büyük artistin 1925’de yarattığı “Studio with Plaster Head - Artist’s Sudio” (Plaster Başlı Stüdyo - Artist’in Stüdyosu) nu, eğer mümkünse, yorumlamamı rica etti. Benim yorumum şöyle olmuştu: “Hepimizin bildiği gibi bu, Picasso’nun bizzat kendi çalıştığı stüdyo. O zamanlar yaşı 44, ve çok sevdiği bir oğlu var: Paulo. Stüdyo’nun önemli parçası olan çalışma masasının üstünde koparılmış- ya da tamamlanmamış plaster bir kafa, elma (çok sevdiği meyve), masa örtüsü, üç köşeli bir gönye, kitap, iki parçalı bir kol parçası ve oğlu Paulo’nun ‘Oyuncak Tiyatrosu’ ve bir defne yaprağı (zafer ya da sanatsal, özellikle şiirsel yeti temsilcisi). Bana göre, Picasso oğluna şu mesajı veriyor: ‘Bak oğlum, hayat bir tiyatro, sen de benim gibi doğdun, büyüdün ve benim sevgimi paylaşıyorsun, ama yavaş yavaş (Oedipal çağa girmesi dolayısıyla) benimle müsabakaya girmek üzeresin (Çocuğun çok genç annesi var!) Ben seninle anneni paylaşamam, ve eğer sen bemimle bir müsabakaya-yarışmaya girmek istersen, o gönye ile senin kolunu keserim ve masamın üzerine atarım, haddini bil. (Neye kol? Belki artık mastürbasyon yapmaması için, ya da el sanatlarında onunla yarışmaması için?) Karşılık olarak belki sen de beni öldürebilirsin ve beni temsil eden o (plaster) başı, sen benden kesmiş olabilirsin, yahut beni temsil eden o baş, seni sonradan izleyebilir. Rembrandt’ın “Aristotles’in Homer’in büstüne bakışı”yla, dokuz çocuktan alttan ikinci olan o dehanın, daha yedi yaşındayken, aileden ayrılarak latince öğrenmek için Leiden Kolejine gönderilişinden esinlenerek, bir değirmenci olan babasına ve alelade el sanatları öğrenmiş kardeşlerine bir nazire olarak ‘kendisinin Homer kadar hayranlık gösterilecek bir kimse olduğunu’ anımsatacak duygularını ifade için, tabiatıyla Oedipal bir karmaşayı nasıl süblime ettiğini bazı analistler söyler. Yani her musabık babasını ya da oğlunu öldürse, dünyada sanatkar kalmazdı. Hiç şüphe yok ki, yukardaki psikanalitik görüşlerin ötesinde, sanat aleminde Picasso’nun o resmi, zamanının kendinden genç iki sürrealist ressamın: Giorgio de Chirico ve -geç olarak itiraf ettiği- Joan Miro’nun kendi üzerine etkisinin sonucu olduğunu kaydedilir. Bilindiği üzere Miro, 1920’de, gene böyle bir çalışma masası, kitap, çocuğa ait öteberi gibi gerçek tabloyla direkt olmayan materyali içeren “Oyuncaklı Natürmort” (Still Life with Toy) diye adlandırdığı bir tablo yapmıştı. Zamanının en çok eleştiri alan sanatçılarından biri olan Picasso’ya bu tür eleştiri ve analizler yapıldığında gülümser, omuz silker ve dermiş: “Ben kendi sanatımı yapıyorum, siz kendi hayallerinizi süslüyorsunuz, hepsi bu!” Son kritik edeceğim nokta, Theodore Lidz gibi bir üstada karşın, Freud-Jung-Joseph Campbell-Mircea Eliade-Margaret Mead-Malinowski gibi üstadlardan feyiz almış olan ben, yaşıyan kültürde ve tiyatro’da, “mit’in ritüel’i izlemesinden ziyade, mit’in, ritüeller halinde yinelendiğini, ve orijinal tema’nın (birçok obsesifkompülsif çatışmalarda olduğu gibi), her yenileme hareketiyle oriijinal günah-olay-legend-kahraman’ın yaşatıldığına inanıyorum. Oedipus Myth, Sophocles’in şaheserinden iki yüzyıl önce de Antik Yunan’da kulaktan kulağa, kuşaklardan kuşaklara geliyordu. Aynı mit, Orestes’de de oluşur; Kıral Claudius (Oedipus mit’inden oluşmuş) günahını, Lady Macbeth (benzer mit’den oluşmuş) günahını, el tıkama ritüel’i le tekrarlar ve bu yineleme kuşaklardan kuşaklara devam eder. Dolaysıyla da ‘orijinal günah’, her ritüel’de yeniden yaşanır: Geçmişte kudret sahibi olan ve fakat cezalandırılan bazı devlet büyüklerine, şairlere vb. yeniden itibar kazandırılma, anıt kabir yapma, mezarını taşıma vb. hareketlere girişimdeki taban psikolojide olduğu gibi. Ritüelleri, Lady Macbeth hakkındaki küçük çalışmamızdan sonra, daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.” Prof.Dr. İSMAİL ERSEVİM Konu: üzerine HAMLET’in kişiliği, bir “Trajik Kahraman” olup olmadığı ve bu karakterin evrensel çekiciliği Daha evvel bu konuda sunduğum daha geniş çaptaki bir çalışmaya ek olarak, Hamlet’in bir “trajik kahraman” olup olmadığı hakkında bazı görüşler bildirmek istiyorum. Hiç şüphe yok ki, Shakespeare, İncil’den sonra dünyanın en fazla okunan kaynağıdır ve onun Julius Caesar, Kral Lear, Lady Macbeth gibi epok yaratmış eserlerinin yanında H a m l e t , büyük işler başaran, ideal ya da örnek bir kahraman olmamasına karşın, hemen hemen en çok ilgi gösterilen ve hakkında en çok edebi yazılar yazılmış, tartışmalar yapılmış bir karakter olarak yaşamaya devam etmektedir. Neden? Neden bu kararsız, zaman zaman hasta olarak nitelendirilebilecek, hassas ruhlu prens, hala tüm sanat dünyasının odak noktası? Tiyatronun başlangıcındaberi, yazarlar, eserlerinin konu ya da kahramanlarını ya Mitoloji’den ya da Söylence’lerden seçmişlerdir. Mit’ler, asırlar boyu sürer gelir, insanüsütü ve olağan dışı nitelikleri vardır, hayran olunulurlar, ama ne taklid edilebilirler ve ne de özdeşilebilirler. İlah ya da yarı-ilah kişilikler, örneğin Dionysos, Prometheus, başka bir hayranlıkla izlenir; onlar, sonları belli olan, yazgısı önceden bilinen bir çizgi üzerinde yürürler. Söylence (Legend)’ler ise, insan düzeyinde ama olağanüstü bir şekilde oluşan olaylardır; ve bazı karakterler, “yazgılarına başkaldırarak eyleme girişirler ve öylece kahraman olurlar.” Örneğin, Kral Oedipus, bir yazgıyı trajik bir şekilde yaşar, -belki kendi gözlerini oyması onu bir yönden trajik kahraman addettirebilir, zira ‘kendinin makus talihine karşı’ bir eyleme kalkar- ama, durumun trajik olmasına karşın, bizim klasik anlamımızda trajik bir kahraman değildir, çünkü kalkıştığı eylem, babasını öldürmeyi engelleyemez; halbuki kızı Elektra, ağabeysinin gömülmesine yasal izin vermeyen amca Kralın emrine karşın, kendi hayatı bahasına, kardeşini gömmeyi seçer ve bu eylemiyle trajik bir kahraman olur. Goethe’nin “Faust”u nasıl kendinden iki asır evvel, Shakespeare zamanında, daha evvellerden süregelen bir söylenceyi (Dr. Faust isminde biri gerçekten yaşamış!) kullanan Christopher Marlowe’un “Doctor Faustus”unun temasını işlemişse, Shakespeare de, daha 13. yüzyıldanberi süregelenen başka bir AMLETH Öyküsünün (Norse ? Celtic orijinli?) temasını işlemiştir. Edebi kaynaklara göre, Saxo GRAMMATICUS, “Historia Danica” (Danimarka Tarihi) adlı eserinin 3. cildinde böyle bir söylenceden ilk bahseden yazardır. Bu menkıbe, 1514’de Latince’ye, 1558’de Hans SACKS tarfaından Almanca’ya, 1570’de de BELLAFAUST tarafından Fransızca’ya çevrilmiştir. Aynı konuyu ele alan ve Post-Rönesans Tiyatrosunun temsilcisi İspanya Tiyatrosu’da, aynı konuyu işleyen KYD’in “İspanya Trajedi”si, İspanya’da 1588’de; 1594’de de (Shakespeare 30 yaşındayken), İngiltere’de Newington Butts ve Lord Chamberlain tiyatrolarında oynanmıştır. Bu sahne eserinin İngilizceye 1608’de (Yani Hamlet’in yazılışından yedi ve sahneye konunuşundan altı yıl sonra) çevrilmesine karşın, Shakespeare’in bu efsanenin Almanca (ya da Latince) aslını okumamış ya da bahsedilen tiyatro eserlerinin sahnelenmesini görmemiş olması olanaksız gibidir. Birçok yazarlar, Shakespeare’in k i ş i s e l y a ş a m ı n ı n ve kişilik yapısının Hamlet’inkine benzer, yani prensipte Oedipal Karmaşa’yı ve ensest’i (Bir çok Grek tragedyalarında olduğu gibi!) temel alan bir yapıya benzediği konusunda fikir birliği içindedirler. Yani onun kendisi de bu “eternal triangle = ebedi ve ezeli üçgen”in dışında kalamamıştır. Birçok diğerleri gibi, arkadaşı ve mistres’i tarafından aldatıldığında, Hamlet’i yaratarak, olaylardan duyduğu aşırı tedirginlik, başarısızlık ve zaafın, ancak böyle bir kahraman yaratma ve ona aksettirme yoluyla üstesinden gelebilmiştir. Edebiyat tarihçileri, bilebildikleri kadar, Shakespeare’in daha çok küçük yaşlardan, soylu bir aileden gelen annesine çok düşkün olduğunu ve iyi Latince çalışmasına karşın, orta eğitimle yetinip üniversiteye bile gitmeden, daha on dokuz yaşına girmeden hemen hemen esrarengiz bir şekilde, ailesinden habersiz, evden uzaklaşarak gizlice evlendiğinden bahsederler. Kaldı ki evlendiği kız, Anne Hataway de, aynı şehirden, yani Stratford’ludur. Kişisel yaşamının (1564-1616) diğer azizlikleri, ilerde sanki Ophelia’ya nazire olacakmış gibi, akrabalarından Katherine Hamlet, Stratford’dan bir mil ötede Avon’da, 1679’un Aralığında (Shakespeare 14 yaşında iken) bir derede boğulmuştu. Yine onun bir akrabası -tesadüfen aynı isimde-, William Shakespeare, şair, Hamlet’i yazmadan (1601), aynı yerde, altı ay evvel boğulmuştu. 1595’de doğan yegane erkek oğlu -ikizlerin biri- HAMNET, 1596 da ölmüştü. 1601’in Eylül’ünde de Shakespeare’in babası ölmüştü. Şehir Meclisi Üyesi olan ve ticaretle uğraşan babasından, siyasetin entrikaları hakkında, belki de zaman zaman onu bir tip alarak, çok şeyler öğrenmiş olsa gerek. Ama, kendisinin varlığından bile şüphe edilen ve bir orta eğitim ile dünyayı fetheden, 1595’lerde tiyatro dünyasında sanatsal ve ticari bir epik yaratıncaya kadarki yedi sekiz yıllık hayatı gölgede ve belirsiz olan, mamafih doğum ve ölüm tarih ve yerleri belirli bu deha hakkında çok bilmediğimiz şeyler var. Zamanının s i y a s a l yaşamında, Shakespeare’in eski patronu “Earl of SOUTHAMPTON”, eserin yazıldığı tarihte hapishanede olup idamını bekliyordu. Kendine zarar verici, kararsız, atılgan ve değişken kişiliğiyle, edebiyat eleştiricileri onun Hamlet’e benzediğini söylerler. Onun yardım ettiği, yücelttiği yakın arkadaşı “Earl of ESSEX” de, 1601 Şubat’ında idam edilmişti. Ona sürekli karşı çıkmış devlet adamı BURLEIGH’nin, karakter itibariyle POLONIUS’a benzediği söylenir. Bu olaylar olup biterken, Shakespeare’in arkadaşı ve sevgilisi kendisini aldatmış; “Earl of LEICESTER” da, (CLAUDIUS gibi), daha evvelki Essex Earl’ünü öldürmüş ve onun widow’u ile evlenmişti. Büyük İngiliz Psikanalist’i Ernest JONES, Shakespeare’in kendisinin “Hamlet” ile özdeştiğini ve “Oyun içinde oyun oynadığı”nı yazar. Jones’a göre, Hamlet, annesine erotik ve ihtiras dolu hislerle bağlıdır. Babasının hayaleti (Perde 1, sahne 5), kendisinin Polonius tarafından nasıl öldürüldüğünü Hamlet’e bildirip onun intikamını almasını istediğinde, Hamlet’in yanıtı şudur: “Çabuk söyle bana da, düşünce ve sevginin hayali kadar hızlı kanatlarla intikamıma doğru uçayım!”. Perde 4, Sahne 7’de, CLAUDIUS gözlemler: “The Queen: his mother lives almost by his looks = Kraliçe, anne, neredeyse yalnızca oğlunun bakışlarıyla yaşıyor!” çok açık Oedipal bir ifadedir. Aynı yazara göre, Oedipal durumdan dolayı, Hamlet’in amcasını öldürememesi gerekiyordu. Bu nedenle Saray’da “Chapel”de onu dua ederken gördüğünde, “Öldürmemeli miyim?” (Not will I?) yerine, “Acaba, onu şimdi öldürebilir miyim?” gibi (Now might I do it?) yumuşak düşünür ve yapmaz. Başka bir yerde de amcasından, “O, my prophetic soul, my uncle! = Benim peygamberimsi ruhum, amcam!” diye bahseder. Yazara göre Claudius, Hamlet’in “diğer-kendi = self-other”sidir. HEINE, “Neue Gedichte”de, yaratıcı bir sanatçı-yazarın, yaratma süreciyle, hastalık-nöroz olarak nitelendirilebilecek dürtü sayesinde bu mutluluğa eriştiğini gayet veciz bir şekilde şöyle sunuyor: Krankheit is whol der letzte Grund Des ganzen Schöpfungdrangs gewesen; Erschaffend konnte ich genesen, Erschaffend wurde ich gesund. (Hastalığım nedeniyle bu dürtüyü, yaratıcı şevki keşfettim. Yarattıkça mutluluğa ulaştığımı yeniden buldum.) Hamlet’in nişanlısı Ophelia’ya duyduğu hislerin de sahici bir sevgi olup olmadığı, ya da niteliği de söz konusu olmuştur. Mamafih, Ophelia’ya “Siz anneme benziyorsunuz, onun gibi davranıyorsunuz!” gibi Oedipal bir söz sarfetmesine karşın, Anne kraliçe ve Ophelia’nın birlikte oldukları bir sahnede, annesinin yanında olmaktansa, “Bu metal’i (kıymetli bir meta?) seçiyorum!” demesi cidden ilginçtir. Perde 3, sahne 2’de Ophelia ile yalnız kaldıklarında, “Genç kızların bacakları arasında yatmak, doğrusu güzel bir fikir!” diyerek erkeklik arzusunu açıkça sergiler. Ophelia ise, “Efendimiz,” hitabıyla hep araya mesafe koyar. Bize göre Ophelia’da babasına aşıktı ve onun ölümüne intihar etti. Tüm bunlar, arada gerçek bir aşk bulunup bulunmadığı konusunda bizleri şüpheye düşürüyor. Psikanalist Ella SHARPE da, (Int.J. of Psychoana..1929 Vol.X, p.:272), “Şair, yani Shakespeare, Hamlet değil, eğer Hamlet’i yazmasaydı, o zaman olacağı kimseydi!” diye yazar. Gerçekten çarpıcı ve düşündürücü bir yorum. Benim kendi inancım da, herhangi bir yazarın, şu ya da bu eserinde, hiç olmazsa kendi arzu ve zaaflarını dolaylı ya da dolaysız bir şekilde, doğruya çok yakın ifade etmedikçe kendisini aşamayacağı yolundadır. Hamlet’in bir “Trajik Kahraman” olup olmadığna tekrar dönersek, belli ki, Hamlet’in içinde bulunduğu durum, “Trajik bir durum”du, ama, Hamlet, aktif olarak hiç şey yapmamıştı; Polonius’u –perde arkasında saklı bir casus – fare olarak, ve sonda, Kral Claudius’u, Laertes’in kendini öldürmek kastıyla hazırladığı zehirli kılıçla duello ettikten sonra, “zehiri vermek arzusuyla”, yarı istemli öldürmüştü (Yani Kralı kendisi öldürmüyor, kendini öldürmek kastıyla başkasının hazırladığı bir zehiri dolaylı bir şekilde sunuyor). Kendisini İngiltere’ye ölüme götüren iki arkadaşı: Rosencantz ve Guildenstern’i öldürtmesi, self-defans olarak alınabilir; yani Hamlet, prensip olarak istemli, kasıtlı, aktif hiç bir eyleme girmemişti. Dolayısyla da, trajik kahraman olamazdı. Herhalde Şair, bu şekilde modern drama’nın kahramanının bu Yeni Çağ’larda, Rönesans’ın son dönemlerinde, ‘yeni’ tarifini bu şekilde yapmak istemişti. Hiç şüphe yok ki, eğer hepimiz bu gerçek bir kahraman olmayan ‘kahraman’a bir çekim, bir hayranlık besliyorsak, belki de hepimizin içinde “Küçük bir Hamlet’in yattığı”ndan dolayıdır.” Derleyen: Prof.Dr. İsmail Ersevim Hammurabi yasaları : (TAR.) <Hamurabi> : Mezopotamya’nın Babil’in eğemenliği altında birleşme, yüz yıl süren bir mücadele sonunda ve hanedanın VI. Kralı ünlü Hammurabi (M.Ö. 1792-1750) zamanında gerçekleşti. Dünyada i l k olan yasalarla ticareti ve geliri kontrol altında tuttu, esir’lerin bile hakları tanındı. Kuzey’de, Kuzey Sümer’de,başta, görevlerine göre belirtilmiş, çeşitli ünvanları taşıyan S u k a l l u’lar : yöneticiler vardı. Bunlar, başta vergiler, ‘saray için çalışmalar ve orunun örgütlenişi için uğraşırlardı. Güney’de, Güney Sümer, Bakan S i n i d i n a m tarafından yönetiliyordu. Kral Rimsin’in kişisel mülklerine, sayısız sürülere tüm öteki görevlileri denetleyerek, idari ve mali hizmetleri karşılıyordu. H a m m u r a b i Yasası, bize Babil toplumundaki sosyal sınıflar ve zümre’ <sosyal klas> lerle onlar arasındaki hukuksal ilişkileri tanıtıyor. Y a s a, üç bölümden oluşuyor: G i r i ş, asıl m e t i n ve s o n u ç. Giriş, kralın tüm uyrukları için ‘adalet ve mutluluk’ getirildiğini ileri sürüp, tantanalı sözler söylüyor. Yasada 282 madde var; bunlardan 3’ü, üzerine kazıldığı taş levhanın bir kısmınınn yıpranmasından dolayı kaybolmuş durumda; birkaçı, başka yerlerde bulunan parçalara göre bütünleştirildi sonradan. Yasa’da ‘suçlar’, ‘aile’, ‘mülkiyet’, ‘miras’, ‘borç’lar ile hükümler, ‘ortakçılık’ hukuku ile ilgili bazı maddeler, son olarak da k ö l e l i k üzerindeki mülkiyet haklarının korunması kaygısı egemen. Bir köleyi çalmanın, ya da kaçmış bir köleyi saklamanın cezası ölümdür. Sonuç’ta, kral bir kez daha uyruklarının nasıl üzerine titrediğini söyleyip övünüyor, ve kendisini “h u k u k k r a l ı” diye adlandırıp, kanunlarının üzerine yazılı olduğu levhayı kırmaya cesaret edeceklere lanet okuyor.” (Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I: İlkçağ; sa:60-62) Hamuru iyi olmak : İyi karakterle yuğrulmuş bir kimse, dürüst, namuslu ve güvenilebilir “Anthime onun iğneyi çekişine bakıyor, ‘hamuru iyi,’ diye düşünüyordu. ‘Beni aldatabilecek bir yosmayla da evlenebilirdim, elimi ayağımı bağlayacak bir hafifmeşreple, kafamı patlatacak, beni çileden çıkaracak bir gevezeyle, baldızım gibi alınganın biriyle de evlenebilirdim.’ ” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:9) Hamur yutmuş (bir) sıpa gibi (budala budala bakmak) : Şaşkın şaşkın bakınmak “Delikanlı düşmanını hemen tanıyarak hamur yutmuş bir sıpa gibi budala budala bakakaldı ve bir an oradan sıvışmak istedi; ama kunduracı onu yakalamıştı. Hiçbir mengene, çeneleri arasına konan bir iş ağacını bizim kalfanın delikanlıyı tutan iki kol kıskacı kadar güçlü kıstıramazdı.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:120-1) Handiyse : Neredeyse, şimdilerde “Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı….. İmparatorun kendisi handiyse İsa yerine koymaya kalktığı duygusu da kalabalığın korku dolu yüreğinde. İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı. Yakılacaktı. Direnecekler, eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola getirmek için…” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:24) “BİRİCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE “CAMCI (Kendi kendine.) - Bu şatoyu hiç görmemiştim... Bir şatonun boy attığını da hiç görmüş değilim... (Tam bir inançla, kıza.) Evet, iki metre uzamış, ama gübrelemişler de ondan olacak... Hem iyice dikkat edersen, güneşe bakan kanadın filizlendiğini de görürsün. KIZ - Yazı yarıladığımıza göre handiyse çiçek açar, derim.” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:13) “Mesela, Rognes’de bir okul öğretmeni var, şu Lequeu denilen herif, sabandan kaçmış bir adam, handiyse ekip biçmekten dar kurtulduğu toprağa karşı kinden kuduran bir herif. Şimdi bu adam, öğrencilerine her gün yabani muamelesi, hödük muamelesi yaparsa, okuyup yazmış bir adam gibi onları hor görüp babalarının gübresine hakaret ederse, onlara, yaşadıkları hayatı nasıl sevdirir?” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:202) Haneberduş : Evi omuzunda serseri; yersiz yurtsuz kimse “Büyük şehrin her devirde serserileri, haneberduş’ları da eksik olmamıştır; ateş afeti karşısında şaşırmış halk arasına karışırlar, yanan evlerden, konaklardan esya talanına başlarlardı; İstanbul haneberduşları argosunda, yangının adı: Kızıl Bayram idi.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:14) Hanedan kişi : Soylu, soyu sopu belli “-Bizim Gülistan abla ile Büyük Şöhret’i de unutma ama bey baba! -A... Onlar unutulur mu hiç.. Fakat iki gözüm yavrum, onlar başka idi, bunlar başka.. Bu benim dediklerim kalantor, zengin, elleri açık, hanedan kişilerdi..... Onlar böyle, kupa arabaları ile tıpkı gerçek saraylılar gibi takmış takıştırmış, çakmış çakıştırmış; iki dirhem bir çekirdek Kağıthane, Göksü alemleri yapamazlardı. Lakin nedir ki, onların da meziyetleri <erdem>, marifetleri başka idi. Allah, nedense berikilere para, pul vermiş, o sizinkilere de ses vermişti.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:167-8) Haneye tecavüz etmek : Sahibinden izinsiz olarak birinin evine girme ya da girişimin suçunun yasal adı “ ‘dinle; haneye tecavüz ediyorsunuz, izniniz yok, avukatım bu şehrin en iyisidir...’ ‘avukat mı? avukatla ne işin var senin?’ ‘yıllardır kullanırım onu -asker kaçağı, teşhircilik, alkollü araç sürmek, çevreye rahatsızlık vermek, tecavüz ve dövme, kundaklama- ciddi şeyler hepsi. ‘kazandı mı bu davaları?’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Koca Götlü Annem”, sa:111) Haney oturtmak : Hane yapmak, ev inşa etmek (Anadolu lehçesi) “ ‘Bunda utanacak bir şey yok!’ dedi Kara Bayram. ‘Bir adam gelsin, senin evin önüne koca bir haney oturtsun. Üstelik kendi oturup keyfine baksın...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:89) Hangi, (ne) akla hizmet ediyor : Ne gibi bir düşünceyle böyle akıl izan almaz bir iş yapıyor “Yaşlı uşak öfkeli öfkeli: -Bunu da nereden çıkardınız? dedi. Peşimi bırakmayan köpeklerinizden söz ediyorum ben; ne akla hizmet ettiniz de bu iğrenç İngiliz buldoglarını getirdiniz buraya?” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:16) Hangi cehennemde ise; Hangi cehenneme gitti : Kızgınlıkla ‘nerelere’ kayboldu bağlamında söylenen bir söz “Her zaman olduğu gibi, periferiti’den biri, heyetin seçim için onayladığı aday olarak aralarından yükselmişti. Bu gece bu adam, Milano’dan Kardinal Aldo Baggia idi. Baggia’nın lekesiz görev süreci, konuşabildiği farklı lisanlar ve ruhani esasları iletebilme yeteneği onu diğerleri arasında açıkça öne çıkartıyordu. ‘İyi de hangi cehennemde bu adam,’ diye düşündü Mortati. (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:176) “EUGENIO - Nereye gitti? ÇIRAK - Bilmiyorum, sinyor. EUGENIO - Hay Allah kahretsin! Hangi cehenneme gitti acaba? (Oyun salonunun kapısına doğru.) Sinyor Kont, beni bekleyiniz, şimdi dönerim. (Gitmek için bir hareket yapar.) Bakalım şu Ridolfo şeytanını bulabilecek miyim?” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58-9) “Ay, ay, ay! Etem, son günlerde adeta bana kafa tutmaya başladı: -Sen görürsün, diyor; yarın, öbür gün bahar gelir, bizimkiler dönerler Büyükdere’den, şuradan buradan, Topçular’dan Vidos’a... Bulaşırlar bahar ve idrellez <Hıdrellez> eğlencelerine... O zaman da Nazlı da hangi cehennemde ise çıkar gelir, oradan bu yana... Gülizar da zati bu yaz daha kıyak şarkı, ninni söylemek için içer boyuna şinci <şimdi> yumurta, süt... Zati kafir kız, sevmez de artık eskisi gibi...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:170) Hangi çuvaldan ot yiyeceğini bilmeyen bir eşek gibi: (KOLLO.) veremeyen, iki cami arasında kalmış beynamaz Hangi seçeneği yapacağı hakkında karar “ ‘Yani karşıt iki güç arasında sıkışıp kaldım, hangi çuvaldan ot yiyeceğini bilmeyen bir eşek gibi. Marsilio olanaksız bir dönüşüm için saçmalayıp duruyor, ama Ludwig <İmp.> öncüllerden daha iyi değil; şimdilik yalnızca Ioannes <papa> gibi bir sefile karşı biricik kale olarak kalsa da. Belki de konuşmak zorunda kalacağım, eğer o zamanlara dek birbirlerini öldürmezlerse........ Biz böyle konuşurken kavga doruğuna ulaştı. Bernardo Gui’nin bir işareti üzerine okçular iki safın yumruk yumruğa girmesini önlemek için araya girdiler. Ama bir kalenin duvarlarının iki yanındaki kuşatanlarla kuşatılanlar birbirlerine aşalağılacağı sözler ve itirazlar yağdırıyorlardı; benim ülkemde bir tartışma sırasında olduğu gibi sırayla değil, Akdeniz usulünce, tıpkı kudurmuş bir denizin dalgaları gibi, birbirinin üstünden aşarak söylenen bu sözleri, kimin ağzından çıktığını artık ayırdedemediğim için buraya rastgele yazıyorum.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:395) Hangi deliğe girdiniz : Neredesiniz? Nereye kayboldunuz? bağlamında “ELIZABETH - Hey, hangi deliğe girdiniz hepiniz birden... Martha! Başlamamız gerekmiyor muydu?” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8) Hangi rüzgar (buralara) attı : Uzun zamandır ortalıkta görünmüyordunuz bağlamında “Cosimo, yolun kıyısındaki ağaç nöbetine geçmişti yine. Nal sesleri işitti. Toz bulutu kaldırarak bir hafif süvari brliği geliyordu. Yabancı üniformalar vardı sırtlarında. Ağır kalpaklarının altında sarışın, sakallı, basık, yeşil ve kısık gözlü garip yüzler seçiliyordu. Cosimo şapkasını çıkardı onlara. ‘Hangi rüzgar attı sizi, atlılar?’ ” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:224) “Madam Odile de falbalalar üzerinde uçarcasına beni karşılamaya gelirdi: ‘Mösyö Saint-Caliste! Hangi rüzgar attı sizi buraya? Söyleyiniz bana, nasıl yardımcı olabiliriz size? Bir kolonya mı? Bir vetivera esansı mı?” (I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12) “ ‘Amin!’ diye cevap verdi İsa pes br sesle. Yaşlı Zebedi elini göğsüne götürdü ve konuğu selamladı. ‘Hangi rüzgar attı seni evime Peder?’ dedi.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:410) “Eski güvendiğim, yedek uğrak yerim olan kardeşim Billy’yi otelde görmeye gittim. Eskiden de olduğu gibi, bana ilk hitabı, ‘Ha, ha, seni buralara hangi rüzgar attı?’ sözcüğü oldu.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:63) “Mathieu de gülümsedi: Buradan, üç beş basamak yukarıdan Sarah’nın yuvarlak hatlı, biraz pörsümüş, iyi niyetli yüzünü ve kimonosunun yakasından taşan yuvarlak ve büyük göğüslerini görüyordu. Acele adımlarla aşağı indi. Sarah : -Hangi rüzgar attı sizi buraya, diye sordu.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:41) “Rudin, odayı dalgın dalgın süzerken: -Evet, öyle diyorlar! dedi. Eee, yıllar geçiyor... Siz, hiç de değişmemişsiniz. Aleksandra’nın sağlığı nasıl.. eşinizin? -Teşekkür ederim, iyi, iyi... Hayır ola, sizi hangi rüzgar buralara attı?” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:85) Hangi suratla : Suratı asık, ağlamaklı, ya da tuvaletsiz, boyasız, yüzü gözü isli boyalı, karalı olunca bir misafdire çıkmamak için söylenilen söz; Mecazi olarak, hakkında kötü ya da yalan söyleyen kişinin diğer kimseyle yüzleşmesi gerektiğinde kişinin söylediği söz Bk.: Hangi, ne yüzle “O: -Haydi Feride, dedi. Haritalarını olduğu gibi bırak... Misafirini gör... Haritaları olduğu gibi bırakayım, ala... Fakat misafiri hangi suratla görmeye gideyim?..... Yüzümün, hele ağzımın hali felaketti. Yazı yazarken kalemi ağzıma soktuğum gibi, şimdi de fırçayı ağzıma sokmuştum. Dudaklarım yol yol sarı, kırmızı, mor boyalarla boyanmıştı.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:52) Hangi taş katıysa (sertse) başını ona (oraya) çalmak (çarpmak) : Öğüt dinlemeyen biri hakkında söylenen ilenç “-... Çünkü bu akşam kasa ile defter birbirini tutmadı, sen bize pösteki saydırırsın. İşine gelirse böyle... Gelmezse... İşte iki yüz elli bin liralık çek... Al git, hangi taş katıysa başını ona çal!’ deyip resti çektiler!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:192) Hanım : Evin hanımı, ev sahibesi; Kadınsı, kadınlık niteliklerini haiz kimse “Karşıda genç bir Mağripli tüccar kocaman bir sigara içiyordu. Sonra Maltalı bir gemici ve ak çarşaflar içinde yalnızca gözleri görünen dört beş Mağripli hanım. Hanımlar Abdülkadir Mezarlığı’ndan dönüyorlardı. Fakat bu iş keyiflerini kaçırmışa benzemiyordu. Çarşaflarının altında durmadan bir şeyler yiyor, fıkırdaşıp duruyorlardı.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76) “Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu olurlardı, kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et pazarını yönetirdi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:74) “Çünkü Félicité yılda yüz franga ev ve mutfak işlerini görüyor, dikiş dikiyor, çamaşır yıkıyor, ütü yapıyor; ata gem vurmasını, kümes hayvanlarını semirtmesini, yağ çıkartmasını biliyor ve üstelik, pek de hoş olmayan Hanımına bağlı kalıyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:5) “Zarif kemer, binanın ağırlığını ortaya çıkarıyor; genş basamaklar meraklı yolcuları içeriye davet ediyor. Çan kulesi -yukarıdaki haç- kiliseyi oluşturan büyük haç- içerideki büyük haç. Rahip kürsüde cehennem hakkında zırvalar saçıyor, hanımlar ise sıralara oturmuş modadan bahsediyorlar. Böylesini daha çok seviyorum.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:165) “KORİTTO Otur Metro. Ayağa kalkıp hanıma bir sandalye getir. her şeyi ben mi söyleyeceğim, seni sürtük! kendi başına bir şey yapamaz mısın sen? köle değil, sanki yatan bir kaya evde.” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33) “Sana kendimden ve sırrımdan söz ediyordum. Ama bir öyküyü anlatabilmek için en başından başlamak gerekir ve başı da benim gençliğimde, büyüdüğüm ve yaşamayı sürdürdüğüm o sıradışı yalnızlıkta yatıyor. Benim zamanımda zeka, evlilik amaçlandığında son derece olumsuz bir çeyiz sayılırdı; dönemin geleneklerine göre bir hanım durgun ve hoş bir işçi olmalıydı.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:90) “Lady R’ın kabul salonu dehanın huzuruna açılan ön oda olarak tanınıyordu. Orası hanımlarla beylerin duvarda bir girintide bulunan dehanın büstüne buhurdanlıklar sallamak, ilahiler okumak üzere toplandıkları yerdi. Bazen tanrının kendisi bir an varlığıyla onları onurlandırırdı. Kulları huzura kabul ettiren tek ölçüt zekaydı ve (Anlatılanlara bakılırsa) içeride zeka parıltıları taşımayan tek söz edilmezdi.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:132) Hanım abla : Hanım hanımcık, iyi karakterli bir hanım “HECTOR - Senin hemşire pek girişken bir hanım abla. Miss Dunn nerede? Mrs. HUSHABYE - Mangan’ın dediğine göre, biraz kestirmek için odasına çekilmiş. Addie artık seni Ellie ile görüştürmez. Avını gözüne kestirdi bir kere.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:48) Hanım anne : Üvey anne “LUCIETTA - Tanrım! Ne yapmışım, sanki? MARGHERITA - Kızım, sen hiç olmazsa, kocaya varacaksın; ya ben? Ölünceye kadar bu adamla kalacağım. LUCIETTA - Söylesenize, hanım anne, kocaya varacak mıyım?” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:17) Hanımefendi : Hanım’ın daha kibarcası; Evin en değerli sahibesi “Rabia’ya bu ani yumuşaklığın, hüznün babasıyla ilgisi varmış gibi geldi. Şimdiye kadar sormaya cesaret edemediği fakat küçük kafasını kurt gibi yiyen bir soruyu sordu: -Hanımefendi, babam ölürse, sahiden cehenneme gider mi?” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:35) “SATRANÇ OYUNCUSU ------------------------------En sonunda uykuya daldığında sonuncu kemanın melodisinde, huzursuz düşünde görür şemsiyeli bir hanımefendiyi çıkan ilk mermer satranç karesine siyah beyaz damalı bir meydanın.” (Charles Boyle<d.1951>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.12.05) “STEPAN - Yani... tek gerçek, sizi sevmiş olmam, ayrıca, yalan söylediğim de şüphesiz doğru..... En güçlü şey, yaşamak ve kandi yalanlarına inanmak. Ama, siz yanımdasınız şimdi. Bana da yardım edeceksiniz. (Dermansız kalır.) VARVARA - Kendinize gelin! Oh, yanıyor başı! Aleksi! (ALEKSİ girer.) ALEKSİ - Doktora haber yollandı, hanımefendi.” (A. Camus, “Ecinniler”, sa:162) “ ‘Benim uçmam nasıl olanaksızsa, bu cici kızların da, başka birilerinin de odama girmeleri öyle olanaksız. Eğer hanımefendi bana yine hak etmediğim bir bağışta bulunmak istiyorlarsa, bıraksınlar yalnız kalayım, kapımı da içerden kilitliyeyim; isteklerimle erdem arasına bir duvar çekmek zorundayım.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:667) “ROSEMOUND’A Hanımefendi, siz dünyayı saran Tüm güzelliklerin merkezi, mabedisiniz, Kristal görkemiyle ışıldarsınız her an, Ve birer yakut toptur yanaklarınız. Öyle de neşeli, öyle şensiniz ki, Bir şenlikte dans ederken gördüm de sizi, Merhem oldunuz gönül yarama, Bir merhabayı çok görseniz bile bana.” (Geoffrey Chauser <xıv. y.y.>-Eğe Üniv., İngiliz Dil & Ede. Bl., Nazmi Ağıl yönetiminde öğrenciler; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.03.05) “Petrus yerinden kalkıp, ‘Gidelim artık,’ diyerek çay fincanını bana uzattı. ‘Biraz çay iç, hanımefendi gitmemizi istiyor.’ Bir az duraksadımsa da fincanı aldım, sıcak çaydan içince biraz kendime geldim.” (P. Coelho, “Hac”, sa:83) “ ‘Dip dibeydiniz hanımefendiyle,’ diyor annesi, ‘hoş kadın, öyle değil mi?’ ‘Öyledir herhalde.’ Annesi bir an düşünüyor. ‘Ama grup olarak, sence de biraz...’ ‘Hafif mi diyeceksin?’ Başını sallar.” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:16) “ŞAMRAYEV -... Ya komik Çadin, Pavel Semyoniç Çadin, onun nerede olduğunu biliyor musunuz? Rasplyuyev rolünde onun gibisi yoktu. Sadovski’den bile üstündü, inanın hanımefendi. Kendisi acaba nerede şimdi?” (A. Çehov, “Martı”, sa:35) “Başrahibe, ‘Halinize bakın hele! Sizin kadar bedbaht biri görülmemiştir herhalde. Korkutuyorsunuz beni. Babanız beyefendi ya da anneniz hanımefendiyi mi kaybettiniz yoksa?’ diye sordu. İstediğim halde yabıt veremedim, kollarına atıldım. ‘Eh! Tanrı’ya şükür,’ dedi. Ben de, ‘Ne yazık ki, ne annem, ne de babam var benim, nefret edilen ve buraya diri diri gömülmek istenen mutsuz biriyim,’ diye bağırdım.” (D. Diderot, “Rahibe”, sa:23) “Sonsuz acılar, küçük düşürülmüşlük duyguları içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl istediğim de buydu. Gelip geçenlerin ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolaşır; adım başında ya bir generale ya da bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:74) “Lütfen, bir şeyler söyleyin bana, lütfen dokunun bana. Alnımda bir el hissettim. Çok şükür. Başka bir ses: ‘Hanımefendi kimi hastalar vardır ansızın uyanıp ellrini kollarını sallaya sallaya çıkar giderler.’ ” (U. Eco, “Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi”, sa:10-11) “Blanche Dubois’nın yabancılara güven duyduğunu itiraf etmesini dinlemiş, ama böylesine tatlı bir hanımefendinin nasıl olup da tımarhaneye kapatıldığını anlayabilmek için beynini patlatmış. Hamlet’in neden amcasına kızgın olduğunu asla anlayamamış, adamcağız çok iyi birine benzyormuş.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:105) “Bir kreple süslü bir şapkasını kapıda bıraktıktan sonra, masanın üzerine yeşil bir karton kutu koydu, sonra çok nazik bir edayla söze ‘Bugüne kadar hanımefendinin güvenini kazanmamış olduğu için’ sızlanmakla başladı: ‘Bizimki gibi yoksul bir dükkan, şık bir hanımı ilgilendirmez elbette,’ diyordu. Bu ‘şık’ sözcüğünü de üzerine basa basa söyledi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:115) “On iki yaşındaki kızı Alphonsine’i nereye yollayacağını bilemeyen Bayan Dusuel, ben bu gencecik hanımefendiye münasebetsiz bir şekilde ansızın görünüveririm korkusuyla, onu ikide bir çıkardığı odaya geri götürmüş.” (A. France, “Küçük Pierre”, sa:7-8) “Çimentonun dört kol gezmediği o dönemde, konakların mücevher kutusu gibi işlenmiş, hayranlıkla seyredilir pahalılığı, içinde yaşayanların değerine eşmiş. Annem rahmetli Perran Hanımefendi, ‘Yavrum Mesaadet,’ derdi, ‘dikkat et. Paşaların, beyzadelerin oturduğu yerlerde, konakların sırtı denize dönüktür, ön yüzleri poyraza açıktır. Çünkü lodos rahatsız edicidir ve poyrazın soğuğundan korkmak ancak kenar yerlerde yaşayanlar için caizdir.’ ” (Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:9) “-Neden kötüymüş gibi görünmek istiyorsunuz, Anthime enişte? Küçük kız aldanmıyor: bu dinsiz bilgin aslında duygulu. Öyleyse bu inatçı direnç meden? Bu sırada Adele kapıyı açıyor: -Hanımefendi küçük hanımı istiyor, diyor.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:15) “-Yalan söylemedikleri muhakkak değil mi? Nitekim biraz evvelki sözleriniz de onu kanıtlıyordu. -Küçük hanımefendi... Kerem buyurun... Daha demin bir çam devirdim... Onun sıkıntısı geçmeden kulunuzu bir ikinci gaf yapmak tehlikesiyle yüzyüze bırakmayın... Bu ince konuyu bırakalım.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:61) “ ‘Neden (pasaport) alabileceğime o kadar emindin? Ben kendi adıma hiç ummuyordum.’ ‘Çünkü,’ dedi Ruth, ‘sözünü geçirebilecek mevkideki bir Püriten hanımefendi, başı derde girmiş bir Püriten hanımefendinin derdinden anlar. Püriten hanımefendiler, öbür Püriten hanımefendilerin yalan söylemediğine inanmak zorundadırlar.’ ” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:79) “ ‘Hanımefendi, hüner koşturmakta değil, kafileyle beraber yürüyebilmektedir. Sizin bu yaptığınız şey bir binicilik hatasıdır. Eğer ben sizi yalnız bıraksaydım, at, sizi alıp istediği yere götürecekti. Zira, görüyorum ki, siz ona hükmedemiyorsunuz, o size hükmediyor.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:57) “Onu bu şekilde eskisinden daha farklı selamlıyordum artık, çünkü şimdi bir anlamda bizden daha üstün bir konumdaydı, babam ve üveyannem de ona karşı daha dikkatliydiler. Buna karşın o sanki hiçbir şey olmamış gibi babama hala ‘müdür bey’, ‘üveyanneme’ de ‘sayın hanımefendi’ diye hitap etmeye büyük önem veriyor ve elini öpmeyi de asla ihmal etmiyordu.” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:9) “Hanımefendi altmışında, altmış beşinde vardı. Şezlongumdan ona bakıyordum; modern bir yapının en üst katında, alabildiğine geniş camekanlarından Paris’in ayaklar altına serildiği bir jimnastik kulübünün yüzme havuzunun karşısındayım.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:11) “Rahip okuduğu duanın ardından dua kitabını kapattı. Anthony Walsh’ın naaşı yavaş yavaş mezara indi. Julia babasının sekreterine bir gül uzattı. Sekreter gülümseyerek gülü ona geri uzattı ve: ‘Önce siz, hanımefendi,’ dedi.” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:25) “Sonunda araba tamamen aşağı indi, yavaşça lastiklerinin üstüne oturdu. Rıza Usta ‘Buyurun hanımefendi’ diyerek arabanın kapısını açtı. İçerisini araştırmaya koyuldum. Ön koltukta da arka koltukta da keman görünmüyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:224) “Bu ev, adadaki diğer evler gibi bir-iki basit eşyayla döşenmemiş, neredeyse bir şehir evi gibi ‘dekore’ edilmişti. Çiçekli koltuklar, cilalı sehpalar, abajurlar, tablolar eve bambaşka bir hava vermişti. Başkan’ın hanımının kahve önerisini geri çevirdikten sonra Lara, ‘Hanımefendi,’ dedi, ‘siz pelikanların yavrularını nasıl beslediğini biliyor musunuz?’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:99) “Bir duş yapıp yürüyüşe çıksam oyalanırım biraz. Lungarno’nun oralar biraz esintili olabilir. Lungarno boyunca yürürsem, ışıldakların aydınlattığı kıyılardan, köprülerden, görkemli saraylardan geçip, gündüzleri saygıdeğer hanımefendilerle çocuklarının gezindiği, gecenin bu saatlerindeyse orospuların, eşcinsellerin ve uyuşturucu satıcılarının meskeni olan Cascine’ye uzanabilirim.” (M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:233) “Beni uzun boylu, etine dolgun, güzel bir kadın karşıladı. ‘Yoksa beni tanıyor musunuz?’ dedi. Mırıldandım: ‘Yoo... hanımefendi... tanımıyorum.’” (G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:291) “Yüz hatları yıllar içerisinde kocasının yüz hatlarına şaşılacak kadar benzemişti. Yalanızca gözlerinin biçimi ve canlı siyahlığı onun yarı Latin asıllı olduğunu belli ediyordu. Büyükbabası tarafından Fransız İsviçre’sinden bir aileden geliyordu ve doğma büyüme bir Hamburglu hanımefendiydi.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:10) “Harika vallahi! Oysa ben, eşşek gibi çalıştım ömür boyu hanımefendiciğim. Eşşek gibi. Ah ah ah, müdüroğlu müdür kocanız, sizi Avrupalarda gezdirdi. Ne güzel!” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104) “Miss Pittypat’ın yanında Melanie vardı. Scarlett onu tanıdı. Kendi kendine ‘yas elbiselerine bürünmüş ve daha hanımefendi görünmek için daima dik duran şakaklarındaki saçlarını yatırmış’ diye düşündü. Scarlett kalp biçimindeki güler yüzüyle kendisini karşılamaya hazırlanan bu ufak tefek yapılı hanımın, onun bütün zevkini kaçıracağı görüşündeydi.” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:203) “TERS ORANTI ------------------Göreceksin ki çıktıkça yükseğe Ulaştıkça zirveye İncelmeye başlayacak Alnındaki meslek damgası Alkışlanacaksın sen de Sen de sen de sen de -Ahh bilmezsiniz o ne hanımefendi sanatçıdır, Diye” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:98) “Nancy salon kapısına doğru davranınca sert bir tavırla ekledi. ‘Hayır, onu çağırmana gerek yok. Ona akşam yemeğinin kaçta olduğunu söyledim ve şimdi bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak. Dakik olmayı hemen öğrense, iyi olur. Aşağı indiğinde, mutfakta yalnızca ekmek yiyip süt içebilir...’ ‘Peki, hanımefendi.’ ” (E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:48) “General korkunç bir tavırla: -Seninle sonra hesaplaşacağım iki gözüm, dedi. Hanımefendi, siz de emir buyurun, bu dolandırıcının sandığını arasınlar. Sonra bana teslim edin onu. Ben ona dünyanın kaç bucak olduğunu öğretirim.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:64) “BURADA YATAR BİR HANIMEFENDİ Burada yatar güzelliğin ve yüksek düzeyin bir hanımefendisi, Soğuk algınlıklarından ve yüksek ateşten öldü o, yüksek ateşten ve soğuk algınlıklarından, Kocasınuın, halasının, üç yaşında bir çocuğun, Ve sayrılıklarına kibarca şaşan hekimlerin neşesi” (John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.05.04) “ ‘Elbette ki komiser benim, neden sizi bu kadar şaşırttı?’ ‘Yok beni şaşırtmadı, yani... şaşırttı... Yani en azından benim tanıdığım siz değildiniz. Son aylarda bir görev değişimi olmadıysa.’ ‘Hayır, hanımefendi,’ dedi kararlılıkla, ama biraz kafası karışmış, ‘iki yıldır buradayım.’ ” (R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:215) “Söz konusu olan kişi itibariyle tüm diğer vakalardan farklı olan ise son derece saygın bir ihtiyar olan ana kraliçeydi. O otuz bir aralık gününün yirmi üçüncü saatinin elli dokuzuncu dakikasında hiç kimse bu soylu hanımefendinin yaşamı için iddiaya girmez, böyle bir iddia uğruna ortaya yanık bir kibrit çöpü bile koymazdı.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:22) “Oldukça güzel olan genç bir ölü, yanlarından geçerken ihtiyar özür dilemek ister gibi ekledi: -Kulübümüzün size ve hanımefendiye her zaman açık olduğunu unutmayın. Beklemeden geçmekte olan bir genç, ölünün peşinden gitti.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:141) “TELEFON KONUŞMASI --------------------------------Fiyatı uygun görünüyordu evin, yeri Önemli değil. Kirayla geçindiğine Yemin ediyordu sahibi Özgüvenden başka Bir şey kalmamıştı bende. ‘Hanımefendi’, dedim, ‘Gevezeliği sevmem-Afrikalıyım’ --------------------------------Pipo yakılmıştı sanki. Hatalıydım Afrikalıyım demekle. ‘Ne kadar siyahsınız?’ Yanlış duymamıştım... ‘Teniniz açık mı? Kapkara mı yoksa?’ ” (Wole Soyınka<d.193 4>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) “Ailenin tüm dostları bu evlenmenin uygunsuz olduğunda karar kıldılar. Genç Vikont’un evleneceğini bir haftaya kalmadan herkes öğrendi, herkes de bunu ayıpladı. Hele evlendirilecek kızları olan kibar hanımefendiler küplere binmişlerdi.” (Stendhal, “Armance”, sa:242) “Oysa durumun gerektirdiği ciddiyetle yanıtlıyorum: iyidir, teşekkür ederim, bu sabah çok erken kalktı, doğru kumsala indi, kahvaltı bile etmedi. Vah zavallı hanımefendi, diye yanıtlıyor o hep İspanyolca, aç acına denize, olacak iş mi! Bir el çırpıyor, kocakarı koşa koşa geliyor.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29) “-Patronun burada değil mi? -Değil... -Nerde? -Ankara’da!.. -Allah Allah... Hanımefendi seni gerçekten sersemletmiş oğlu... Ağzından laf dirhemle çıkıyor.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:153) “Hanımefendi dairesinden çıkmıyor, kocası ise üç gündür evde kalmıyordu; çocuklar da kendi başlarına koşuşup duruyorlardı evin içinde.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:5) “Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:79) “Hanımefendi, dudaklarında ancak algılanabilen bir gülümsemeyle, ‘Eğitimle alıp veremediğiniz ne?’ diye sordu. ‘Eski günlerde olduğu gibi, gelin ile damadın birbirlerini ilk kez nikahta gördükleri usulle yapılan evlilik daha mı iyi?’ diye, birçok kadının yaptığı gibi, karşısındakinin sözlerine cevap vermek yerine, onun ileri sürmesini umduğu görüşlere peşinen cevap vererek, sözlerine devam etti.” (L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:11) “GENÇ VE GÜZEL OLDUĞUM GÜNLERDE ---------------------------------------------------------Sonra konuştu Venüs’ün oğlu, o gurur ve utku dolu çocuk, Ve şöyle dedi: ‘Güzel Hanımefendi, madem nazlısınız bu kadar, Yolayım ki kuş tüylerinizi, demeyin eskisi gibi, ‘Gidin, gidin başkasının peşinden koşun, Artık isteyip durmayın beni.’ ” (I. Elizabetha Regina<Tudor><1553-1603>-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.08.04) “Harlov annemin sözünü keserek: -Yooo hanımefendi, dedi, ona ders olsun! Karşısında kim olduğunu öğrenmeden bir daha insana sataşmaya kalkmasın. Daha genç, öğrenmesi gerek.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:15) “Luis da Bicuda kudurdu. Yumruğunu tezgaha indirip bardakları hoplattı. Bıçağını çekti ve kılını kıpırdatmaksızın kendisine bakan çocuğun karnına dayadı. ‘Seni küçük beyaz bok. Bir hanımefendiye böyle mi davranılır? Söylediğini geri al, yoksa bağırsaklarını deşerim.! ‘Öyleyse hodri meydan.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:36-7) “ ‘Elinden kurtulamadım. Beni kral soyundan gelme kişilere, unvan, nişan sahipli kişilere, gaga burunlu, kocaman taçlı, yaşını başını almış hanımefendilere götürüp tanıştırdı. Çok sevgili dostum, diye söz ediyordu benden.’ ” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:15) “ ‘Ama biz, Marie Rose’un kıç güvertesindeki delikanlılar bir denizci tarafından kurtarılmanın hazzı için kendini denize atan kadınlara ne derdik?’ dedi. ‘Onlara verdiğimiz bir ad vardı. Hah! Buldum..’ (Ancak bu sözcüğü atlamalıyız; hem son derece ayıptı hem de bir hanımefendinin ağzına hiç yakışmıyordu.)” (V. Woolf, “Orlando”, sa:107) Hanım evladı : Çıtkırıldım, ürkek, gereksiz düzeyde nazik, kurallara son derece uyumlu kimse “... iskelenin üstünde belediye doktorunun genç, şık karısıyla konuşurken babanın üstüne oturur, saçını parmağı ile tarar, dişini kibrit çöpü ile karıştırır, şık hanımların vapur beklediği salonda sonbaharda, inci gibi dişleriyle ayva ısırırken boğazında kalırsa çımacıya sırtını yumruklatırdı. -Kuvvetli vursana be Hurşit, amma da hanım evladı imişsin! derdi.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:14) “Ben Aesop’un, hanım evladı, asla kurallara karşı gelmeyen zararsız bir oyunbozan olduğunu düşünmüştüm hep, ama tarladaki kahkahalarını duyduktan sonra onun hakkındaki görüşüm değişti. O çarpık kemiklerde benim düşündüğümdden de fazla renk vardı..... Benim yaptığım, ona biraz eğlence yardımında bulunmaktı. Sivri dilim onun hoşuna gidiyor, küstahlığım ve yürekliliğim onu keyiflendiriyordu.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:36-7) “ ‘Demek ki bu çocuğun babası olarak ona bazı temel, iyi tavsiyelerde bulunup gitmesine ve hata yapmasına izin verirdim.’ ‘Eğer sormak istediğiniz buysa, peşinden gidip onu hanım evladı gibi büyütmezdim.’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:370) “Asker azığını aramızda paylaşabilir ya da her gün birimiz yiyebilirdik; kendisi nasıl olsa yemeyecekti. Öyle hanım evladıydı ki; koğuştaki kovaya sıçmamak için ertesi günkü havalandırmayı bekler, avludaki helaya yapardı kakasını. Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:119) Hanım gemisi : Turist hanımları ya da zenginleri eğlendiren gezinti gemileri “HORNE - Altın probleminden mi? Öyle adam değil. Gevşek, toy, elinden bayağı işler gelen bir kimse… hanım gemisi subayı… Bırak beni; onu kafese koyayım. Yakayı sıyırmanın vakti gelince iyi kötü bir yol bulurum.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:86) Hanım hanımcık (evinde oturmak) : Evcimen; Çıtı pıtı, modern ama gösterişsiz giyinmiş genç-orta yaşlı hanım; Gezmeye düşkün olmayıp evinde hanım hanım oturmak “Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını: -Belki de bu yosma, İspanya’dan döndükten sonra artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol’dan sonra, bir subay peydahladı.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19) “Otuz beş-kırk yaşlarında hafif tombulca, gri bluz ve mavi etek giymiş bir hanım hanımcık, Nişantaşı’nın göbeğinde gün batmak üzereyken birine böyle hitap ediyordu. Çok geçmeden laf attığı kimsenin ..... kişisel olarak merhabımız da olan, gerçek bir keman ustası olduğunu farkettim.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:137) “Şimdi bakıyorum da, ona azıcık aksi bir kadın havası veren büyün o iddialı hali dağıtıp gitmiş üzerinden; azıcık zorlamayla neredeyse, hanım hanımcık diyebileceğim bir kadın olmuş. Gerçi, bunu onun için söyleyebilmek, en başta ‘fizik’ engeline takılır. O, her ne kadar kabul etmese de, Joan Crawford’a çok benzer. Tabii, daha çok Joan Crawford’un, balık eti tabir edilen dolgunca bir Anadolu ‘versiyonu’ sayılabilir.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:149) “KAPTAN - İpten kazıktan kurtulmuş bir herif. Ama sonuna bakın. Efendiden bir adam olmuş bayağı. Hanım hanımcık bir kızı var. Şunun konuşmasına, kılık kıyafetine bakan papaz sanır keratayı.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:43) Hanım kız : Orta ve yüksek sınıf halkın görgülü kızı “BİR TEMMUZ GÜNÜNE BALAD -------------------------------------------Hoşça kal hanım kızım, uyuyan gülüm, hoşça kal, sen gidersin sevgiye, ben giderim ölüme. Gümüş çıngıraklar Takar burada öküzler. Bir çeşme olmuş akar Benim karayan yüreğim. (F. Garcia Lorca<1898-1936>, “aşk şiirleri”, sa:46) “... Aman ayaklarını öpeyim Şükran Hanım kızım! Kadifei turuncu müzehhep bohça... Fazladan üstü sırma yazı işlemeli olup... ‘Ulan Hacı Halim!’ derler! ‘Ulan teres, gözüne tavuk karası mı gerildi?’ derler..... Buradan bir yere gidemez bu... Elli kayme deseniz gidemez... Belki yetmiş kayme deseniz bile gidemez!” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:238-9) Hanım kuşağı Bk.: Ebemkuşağı Hani; Hanidir; Hani ya, Hani yok mu : Karşısındakine önceden bildiği bir şeyi anımsatmak; Uzun zamandır; Keşke, isterdim ki; Nerede kaldı, ne oldu; Yani; Hemen hemen “KELİMELER... KELİMELER... --------------------------------------Gözlerin önünde bir oyun, ardında bir oyun. Dışında ne varsa yeni, ne varsa gerçek. Yeni manzaralarla gelen yeni duygular Hani, eski kelimelerle olmasa İnsanın ömrünce devam edecek. Gözlerin önünde bir oyun, ardında bir oyun.” (Özdemir Asaf<1923-1981>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:9) “Bu başladığı tümceyi bitirmeden: -Hani İlkçağ sanatçılarının söyledikleri gibi; ölüler dünyasına gidip seni ta oralarda arayacağım, dedi. Venüs nerede yaşıyor acaba? Onu o denli aradık, ama güzelliklerine parça parça rastladık; işte hepsi bu... Kendisinde tanrılık olan o kusursuz, tam doğayı, yani ülküsel olanı bir an görebilmek için varımı yoğumu vermeye hazırım.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31) “SAİNT PİERRE’İN YADSIMASI ----------------------------------------Düşündün mü o güzel, parlak zamanları, Hani geldin de sonrasız sözü tutmaya Uysal bir eşekçiğe binmiş giderdin ya Çiçekler, dallar döşeli yollardan ağrı.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:233) “Koyun etinden ziyade, inek eti konulan çorba, hani neredeyse her akşam mideye indirilen soğanlı yahni, cumartesilerin yemeği olan domuzyağında kızartılmış yumurta, cumaların yemeği olan mercimek ve Pazar günleri fazladan sofrada bulunan bir güvercin yavrusu, gelirinin üç çeyreğini silip süpürüyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:11) “Ben gelip geçici biriydim o dünyada, orada bulunmak bana tanınmış bir ayrıcalıktı; hani kendini olağanüstü güzellikte bir konakta bulursun, orada nefis yemekler yersin, ama bu öylesine bir şölendir, konak bir başkasınındır.” (P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:18) “NİNA - Hayatınız çok güzel sizin. TRİGORİN - Fakat nedir güzel olan benim hayatımda? (Saatine bakar.) Gidip yazmam gerek şimdi. Özür dilerim, zamanım yok... (Güler.) Derler ya hani, tam can alıcı noktama dokundunuz... Heyecanlanmaya, biraz da kızmaya başladım. Fakat, konuşalım hadi.” (A. Çehov, “Martı”, sa:56) “Ama, sırta varır varmaz, farklı bir manzara gördü, sanki tüm çevrede, tepede ve diğer vadilerde, hava pırıl pırılmış da, yalnız önündeki ova yoğun bir sisle, hani şu ara sıra yolda karşına çıkan ve çevreni sarınca hiçbir şey göremediğin, sonra geldiği gibi giden gri yığınlarla kaplanmış gibiydi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:163) “Hani perhiz ayı falan da değildi ki, dinimiz içkiyi yasaklasın. Aylak bir adam oturup can sıkıntısından kafayı çekmişse, böyle yapmakta bence hiç günahı yoktur. Şimdi biz gider, uyurken baskın yapmanın ne demek olduğunu gösteririz onlara.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:12) “LUSI - Hani bana sevgi denen şey, varlığımızın temel nedenidir, demiştin. Yaşamımızın özü, kaynağı olduğunu anlatmıştın? LEOPOLD - Bu kadar ilkel bir biçimde söylediğimi sanmıyorum.” (V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:29) “İş bu kadarla da bitmez. Hani o konuşma mucizesi var ya... çok az şey bildiğimizi belki öbür hayvalardan daha iyi biliyoruz. Başka bir deyişle, gizemin ayırdındayız.” (V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:13) “ALTINCI MİMOS - KADIN KADINA METRO Söyle hangi Kerdon?.... Gri gözlü olan mı, Ama o, lirin mızrabını bile dikemez. Ötekiyse, Hermodoros’un kocaman evinin bitişiğinde yaşayan, hani anayoldan giderken. Bir zamanlar adamdı, ama yaşlanmış şimdi. Rahmetli Kylaithis’le çok sıkı fıkıydı, akrabaları ansın onu!” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35) “Hanidir burslu bir öğrenci olarak okuyan Knecht’in elit okullardan birine alınması öğretmenler kurulu, ama hepsinden çok müzik hocası tarafından iki üç kez üst makama salık verilmişse de, kendisinin durumdan hiç haberi olmamış, o güne kadar da elit sınıftan, hele yüksek eğitim kurulundan yetkililerle hiç karşılaşmamıştı.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:46) “Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor, yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:169) “Hiç de yeteneksiz olmadığı, özenli ve hatta becerikli olduğu halde, yine de anasını öfkelendiren, kendisini mahallenin gözünde küçük düşüren bir kayıtsızlık göstermekteydi, çünkü bizim oğlandan daha hayırlı olmayan bu ‘mahalle’, başkalarını çekiştirmekten çok hoşlanırdı. Adrien de, buna çanak tutmaktan geri durmazdı hani.” (P. Istrati, “Mihail”, sa:7) “Eh, böylesi görüş ve düşüncelerin sonucu da özgür ve başıboş bir yaşam sürmek oluyor. Hiç de öyle ahlaksızca değil hani, ben kendi yurdumdaki kadar bir ahlak temizliğine dolaşıp gezdiğim yerlerde asla rastlamadım; ama bir yaşam ki, şimdiki yasalardan hiç birine bağlı olmayıp, eski çağlardan bize ulaşmış buyruk ve uyarılara önem veriyor yalnız.” (F. Kafka, “Hikayeler-Şarkıcı Josephine ya da Fare Ulusu-Çin Seddinin İnşasında”, sa:142-3) “Hani adam, kutsal suyla yüzünü ıslatırken göz ucuyla bana bakıyor olabilirdi. Ama belki de beni daha önceden farkederek telaşa kapılmıştı, çünkü hiç beklenmedik bir anda fırlayıp çıktı kapıdan.”; “Eski yerinden alınarak Insbruck’a atanan bir subay çocuğu olduğunu, hanidir görmediği anne ve babasının yanına gittiğini öğreniyoruz kızın. Pilsen’de teknik bir büroda çalışıyormuş; tam gün; işten göz açamıyormuş, ama memnunmuş, hayattan şikayeti yokmuş.” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:10-İlk Uzun Tren Yolculuğu, sa:206) “Engelleyemediği ve belki de hiç kimseye anlatamayacağı bir sızı kapladı yüreğini. Müyesser Hanım bambaşka bir Çehov piyesinden fırlamış gibiydi. Sevil hani neredeyse bir ömür boyu duymuş ve hissetmişti saatin tik taklarını...” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:87) “İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların, mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya dökülüp Melquiades’in büyülü demirlerinin peşinden paldır-küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7) “En sonunda: ‘Buralarda yıkık duvarlar, kenarlı geniş kiremitler, oymalı taşlar gördünüz mü?’ diye sordum. -‘Valla, hiç dikkat etmedim böyle şeylere!’ dedi açıkça. Buna karşılık at konusunda bilgili olduğunu gösterdi. Benim atı eleştirdi; hani pek de güç bir iş değildi bu.. Sonra, ünlü Kordoba harasından gelen kendi atının soyunu-sopunu sayıp döktü.” (P. Mérimée, “Carmen”, sa:43) “Oturduğu bankın yer yer boyaları soyulmuş. Hani, nasıl adlandıracağını bilemediğin bazı ara renkler vardır, bununki de onlardan. Şimdi içeri çekip, polis zoruyla sorsalar, ‘Söyle bakalım kızım, ne renktir bu?’ diye, söyleyemezsin. Neler de düşünüyor! İnsan zihni ne tuhaf! Polisin burada, Diyarbakır’da sorduğu, sorabileceği sorular düşünüldüğünde ne kadar saçma şimdi bu aklından geçenler!” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:205) “ESKİDEN, ÇOK ESKİDEN 2 Hani erken inerdi karanlık, Hani yağmur yağardı inceden, Hani okuldan, işten dönerken, Hani ışıklar yanardı evlerde. ---------------------------------Hani herkes arkadaş, Hani oyunlar sürerken, Hani çerçeveler boş, Eskidendi, eskidendi, çok eskiden.” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:22) “GİZLİ SEVDA Hani bir sevgilin vardı Yedi sekiz sene önce, Dün yolda rasladım Sevindi beni görünce. Sokakta ayaküstü Konuştuk ordan burdan, Evlenmiş, çocukları olmuş Bir kız, bir oğlan.” (Behçet Necatigil<1916-1979>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:448-9) “Aslında suratım o kadar fena değildir. Hani şu kırmızı suratlardan; donuk sarı saçlar, çipil mavi gözler. Saçlarım ağarmadığı gibi dökülmedi de -Tanrıya şükür- ve olası şu yeni dişleri taktığımda gerçek yaşımdan -ki kırk beş yaşındayım- daha genç göstereceğim.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:7) “STYOPKA - O subay geldi efendim, hani o süvari alayındaki. Başka bir bayla birlikte bir arabadan indiler. İkisi de çakırkeyif bana sorarsanız. MADAM G. - Kurçayev. Ne istiyor acaba? GLUMOV - Ne isteyecek? Gene salaklığını göstermeye gelmiştir.” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:23) “Eski günlerde bile, hani deniz, orman der gibi, tepe denirdi. Akşamları kararan kentten oraya dönerdim ve tepe benim için yalnızca bir yer değil, nesnelerin bir görünüm bir biçimi, bir yaşama tarzıydı.” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:7) “GROTESK ------------Oysa aslında zıt anlamı değil mi onlar o göstermelik hani yıllardan sonra kullanılanlar tüm ilgisizliğimizi gizlemek için?” (Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.03.08) “ZAMANSIZ ---------------Hani şu baharsız baharları? Onu mu demek istiyorum? Hani şu bırakılmış, ıssız ev içlerini! Hani şu... Onu mu demek istiyorum? Bir dev çaldı Çocukluğumu!” (A. Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:21) “AYNA Öyle durgun, sıcak saatler vardır ya, Hani kararmış tahtalar, nikel, bakır Işır karanlık odalarda, kanarya Susar, kedi uyur, yazdır.” (Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:399) “ÖLÜMDEN SONRA -------------------------belli bir havası olan, hani tanrıların insanlarla alışverişlerinde kendilerini gizlemek için kullandıkları o garip kılıkları andıran, hani gündelik şeylerden gündelik bir dille konuşurken sonsuzluğun ya da ötelerin soluğu dedikleri esintiyle bir kıvrımı birden kabarıveren giysilere benzeyen. (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:149) “Aphrodite’ye Yakarış Ey tahtı ışıl ışıl ölümsüz Aphrodite Ulu Zeus’un düzenci kızı yalvarırım yüreğimi acılarla dağlama! Yardımıma gel gene, hani eskiden sesimi duyunca nasıl, çıkıp babanın sarayından kanat çırpan kuşların...” (Sappho-Ferruhzad-<1935-1967>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:55) “JOHANNA - Nedir o ? LENI - Kutsal Kitap. Aile toplantılarında kesinlikle bulundurulur. (Johanna hayretle bakar. Leni bezgin, ekler.) Hani… belki…yemin etmemiz gerekebilir diye….. Doğru. Ama kiliseye gidip Kutsal Kitaba el basarız. Daha öncede söylemişimdir; bu aile belki yaşama sevincini yitirdi ama güzel alışkanlıklarını hala koruyabiliyor.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:21) “PERDE I, SAHNE I FLAVIUS - Haydi eve, sizi tembel mahluklar, evinize; bayram günü mü bu? Bilmiyor musunuz ki işçi kısmı, mesleğinin nitelik göstergelerini takmadan iş gününde gezinemez. Söyle, sen necisin? -----------İKİNCİ VATANDAŞ - Doğrusu Efendim, hani iyi işçilikle kıyas edilince, ben sadece sözüm ona kapamacıyım. MARULLUS - Ama ne iş görürsün? Dosdoğru yanıt ver bana.” (W. Shakespeare, “Julius Caesar”, sa:3-4) “Seyredip haz duyar ya çökmüş bir baba hani Kabına sığamayan delifişek oğlandan, Ben de, kaderim yaman sakat edeli beni, Huzur duyarım senin erdeminden, vefandan.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Soneler”, no:37, sa:115) “CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye söylüyorum hani. Allahaısmarladık. HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres. Bittim.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122) “ADAM - Sağ olun! Bir dakika Kaptan. (Kaptan döner, Adam ona tatlılıkla sokulur.) Bilmem hatırlayacak mısınız? Aradan hayli zaman geçti. Hani, küçük kızınız bir mankafayla evlenmişti.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:39) “Köyün sulh yargıcı namuslu adam ana yerinden korkuyor, beni her işte haksız çıkardı. Hani kırların sessizliği, rahatı derler; işte o benim için bir cehennem oldu.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5-6) “Ezelden bu dünya fanidir fani Bu gün varlık yahu ya yarın hani Hak bize verdi akl-ü-izanı Aşka daim hizmet etmek içindir” (Hak: Tanrı; Akl-ü izan: Akıl ve aklı selim) (Summani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:532) “Uzun zamandan beri Martn Petroviç’in evini nasıl kurduğunu, nasıl çekip çevirdiğini öğrenmeyi merak ediyordum. Bir kez onu atla Yeskovo’ya (yurtluğu ordaydı) götürmeyi önerdim. Martin Petroviç, ‘Bak sen,’ dedi, “krallığımı görmek istiyorsun ha! Hadi gel, sana bahçeyi de, evi de, ambarları da göstereyim. Gösterecek epey şeyim var hani!’ Yola çıktık.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21-2) “Çuvallar açılıyor, boşalıyor, bükülmüş kenarları yaraların çevresini andırıyordu: ‘Hani ya papağan isteyen!’ ‘Hanımlar fal açayım, fal açayım!’ ‘Kar gibi yatak çarşaflarım var!’ ‘Kabak var kabak! Kabağa bakın kabağa! Kabağı sütle yiyin!’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:38) “Salına salına yürüyordu; hani hayvanat bahçesindeki develer ellerindeki parlak ambalajlardan birşeyler atıştıran, bitince de kağıtları parça parça edip yerlere atan kadınlı erkekli ahalinin iki yandan çevirdiği asfalt yol boyunca salına salına yürürler ya, aynen öyle.” (V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:105) Hanlar hanümanlar dağıtmak : Ocak söndürmek, yuva yıkmak “Eğer o tüy yere saplanmasaydı, öfkesini yenemeyen Köse çok hanlar, hanümanlar dağıtır, çok ocaklar söndürürdü.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:75) Hantal; Hantalca; Hantallaşmak : Görünüşü kaba ve davranışları yavaş, iri, yontulmamış; O hale gelmek “Rose önce müziğe, ardından resme merak sarıp ikisini de beceremeyince şiir ve öykü yazmaya yönelmiş, bunların bir kısmını da (hiç kuşkusuz babasının adı sayesinde) yayınlamayı başarmıştı; ama anlatımı ağdalı ve hantaldı, Miriam’ın metninde yer verdiği bir şiirinde geçen, çok beğendiğim, ‘Şu garip dünye yuvarlanıp giderken’ dizesi dışında yazdıkları en iyimser tanımla orta karar olmaktan öteye geçemezdi.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:47) “Birdenbire Therese’in sırıtışı, Kien’e bir şeyler anımsatır gibi oldu. Dantellerle süslü, göz kamaştırıcı beyazlıkta bir gömlek. Kitaplara vuran hantal bir kol. Savaş alanındaki ölüler gibi halının üstüne dağılmış kitaplar. Gömleği dikkatle katlayıp kefen gibi kitapların üstüne koyan yarı çıplak, yarı giyinik bir ucube.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:83) “... sanki ağzımı bir buz tabakası kaplamış. Onu çekip almak için elimi uzatıyorum: Elimin kalın bir eldivenin içinde olduğunu, parmaklarımın eldivenin içinde donduğunu, eldiveni yüzüme dokundurunca hiçbir şey hissetmediğimi fark ediyorum. Hantal hareketlerle çocukları iterek ilerliyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:71) “... kadın da ‘İsa dirildi’ diye karşılık vermeli ve yumurtalarını tokuşturmalılar. Boyanmış yumurtalarıyla daireler çizerek dans etmelerini, Matriyona’nın da onlara katılmasını, sırtında geceliğiyle uykulu gözlerle, mutluluk içinde bacaklarının arasında düşe kalka dolaşmasını istiyor; dördüncü kişinin hayaleti de, hantalca, kocaman ayaklarıyla, gülümseyerek aralarında dolaşmalı...” (J.M. Cotzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:79) “BOMBALI MEKTUP TERORİSTİ GENEL AF İSTİYOR --------------------------Sancı olur, boşluk olur Tam orada, yuıkarda Gümbürdeyen bir Afrika yazının ortasında Kıpırtısız, hantal bir ambarın tepesindeki Yazı olur: SNOWFLAKE. SNOWFLAKE” (Snowflake: kuşbaşı kar) (Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07) “Orangutanlardan farklı bir görünümüm yoktu. Rütbemin, aldığım madalyaların omuzlarımı, ğöğsümü süslemesine karşılık sivilceli, kıllı, ablak suratıma çirikin bir hayvana benziyordum. Sürekli nezle oluşumdan, içkiye düşkünlüğümden burnum patlıcan gibi şişti. Hantallıkta ayılardan geri kalmazdım.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:49) “SAATÇİYE MİSAFİRLİK Yüzlerce yelkovanın zaman öğüttüğü karşıdaki gizemli dükkanın yanından sokağı geçtim. Çizikli simalar ıskalanmış anlar hakkındaki tartışmalardan kopuyor ve girmemle beraber eleştirel tıklamaya başlıyorlar. Etajerli üç duvardan göz kırpıyorlar. İki çalar saat hantalca dakikaları atlıyorlar.” (Kristin Dimitrova<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, 16.11.06) “Adının Hildesheim’lı Malachi olduğunu öğrenmiş olduğumuz kütüphaneci yanımıza geldi. Yüzü bir hoşgeldiniz anlatımına bürünmeye çalışıyordu, ama öylesine kendine özgü bir yüz karşısında ürpermekten kendimi alamadım. Gövdesi uzun, aşırı derecede sıska olmasına karşın, kol ve bacakları iri ve hantaldı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:115) “Seviyordum, sevgili Okurum, aziz dostum! Ve sizin hantal bir düşüncesizlikle ‘yaşlı kadınlar’ diye adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların damgasını yemiş, seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik bıraktığı o yaratıkları, sakalsız varlığımın sen derin labirentinden arzu ediyordum.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17) “Tekrar dinlediler. Hantal, rasgele atılan adımların sesi yaklaşıyordu. Sanki yürüyen adam sırtında birini taşıyor, karanlıkta sendeliyor gibiydi.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:109) “Kocası gittikçe daha çok sinirine dokunmaya başlıyordu zaten. Yaşlandıkça tavırları da hantallaşıyordu; yemekten sonra sıra tatlıya geldi mi, oturup boş şişelerin mantarlarını kesmeye başlıyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:70) “Zırhlarını hiç çıkarmamış olan Lakodeimonlular hantal adımlarla zıplıyorlardı. Bazıları açık saçık hareketler yaparak kadınlar gibi yürüyordu. Başkaları, kupaların ortasında gladyatörler gibi dövüşmek için çırılçıplak soyunuyordu. Bir Yunanlı topluluğu, üzerinde su perilerinin resimleri görülen bir vazonun çevresinde raks ederken, bir Zenci tunç bir kalkanın üzerine bir öküz kemiğiyle vuruyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:17) “Bu kez ayna, bir başka utanç biçiminde ortaya çıkmıştı: bir beden eğitimi öğretmeni, hantal olduğu biçiminde aşağılayıcı bir yorum yaparak onu takımdan çıkarmıştı. Ve Deborah <rüyasında> başaşağı Kuyu’ya düşüvermişti. Üç gün boyunca, kendi ruhunun bile göremediği, kendi kulaklarının bile duyamadığı bir karabasan içinde yaşamıştı.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:67) “DANS HOCASI - Herkes nasıl da bacaklarını oynatıyor ve bu işi, gücü yettiği kadar başarıyor! Kambur hopluyor, hantal zıplıyor ve nasıl da bir manzara oluşturduğunu sormuyor.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:231) “ ‘Sen Kanal sokağına iniver,’ dedi polis. ‘Orada en hantal yük arabasına sürücü olmak için iş iste. O sokakta bir sürü kocakarı yol ortasında giderken yük arabalarının altında kalır, belki seninkini de onların arasında bulursun.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:21) “Üstlerine palanka çekilmiş hantal toprak tabyalarının ve kalın direklerle tutturulmuş nöbetçi kulelerinin gölgesi, başıboş bozkırı gırtlaklayıp yatırmış biçimsiz bir yumruğu, yahut da, içine Güney-Macaristan soylarının özgürlüğü yatırılmış kara bir tabutu andırıyor.” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:11) “MARTHE -... Odayı ışıklandırınca ne gördüm bilir misiniz Bay Yargıç, ne gördüm? Testiyi paramparça olmuş gördüm. Her parçası bir köşedeydi. Kız ellerini uğuşturuyor, şu hantal herif de, odanın ortasında, kudurmuş gibi tepinip duruyor...” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:37) “Sevgili dostum, acımasız öğretmenim, şimdi bu satırları okuyabilseydin nasıl bulurdun acaba? İşte belki de ilk kez senin istediğin gibi biçim denemeleri yapmadan yazıyorum, kimseye özenmiyorum, kaba saba da olsa, hantal da görünse, arada bir saçmalasam da, hiçbir yazın değeri taşımasa da kendim anlatıyorum hikayemi.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:27) “Güzel bir sabahtı. Yaz başlangıcına uygun o havanın kokusuyla sanki tüm kasları, hatta iç organları bile yumuşayıvermişt. Islak cadde ve yolun kenarlarında sıralı ağaçlardan yansıyan ışınlar, binanın içindeyken gecenin kalıntıları içersinde hantallaşan Bird’ün gözbebeklerine, keskin ve sert ok gibi saplanıyordu.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:38-9) “Annem gibi güzel kadınlar dışında, yetişkinleri öyle çok fazla sevdiğimi de söyleyemem. Çirkin, kıllı ve kabaydılar. Fazla hantal, fazla ağır ve fazla gerçekçiydiler.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:32) “Sonunda Kirila Petkoviç polis şefine sert bir tavırla: -Ee? Dedi. Sabahı burada edecek değilsin herhalde, benim evim meyhane değil! Eğer o Dubrovski’yse bile, sen bu hantallığınla Dubrovski mubrovski yakalayamazsın aslanım! Haydi yallah! Bir daha da gözünü dört aç.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:85) “Anlaşılan solumdaki dişetleri çürümekte olan kızdı; sağımda olanın ne olduğunu ise ancak bir süre sonra çıkarabildim. Bir yüzü ve iri, hantal bir eli olan koskoca, hareketsiz bir yığındı bu.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:87) “İSMENE ----------Aynı adamlar, yüzlerinde başka maskeler, heyecanlanıp sakinleşerek büyük odalara girdiler, büyük, kara kara yargıç masalarının başına oturdular; elleri hantal, doymak bilmeyen koca örümceklerdi; tomar tomar kağıtları açıp okudular, yazdılar, mühürlediler.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:198) “En öndeki kuzeyli elinde tırpanla buğdaylara yaklaşıyor, en öndeki güneyli onu kolundan yakalıyor, hantal hareketlerle birbirlerine vuruyorlar, kuvvetli, sert ve kaba, açlık açlığa karşı, sefalet sefalete karşı; ekmek, bize pahalıya patlıyorsun. Kraliyet taburu gelip kavga edenleri ayırdı, tek bir tarafı tuttu, güneylileri kılıç darbeleriyle dağıttı, sanki hayvanlarmış gibi.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:32) “PETRUCHIO -... Nerde önden yolladığım aptal kerata! GRUMIO - Burdim efendim; gene eskisi kadar budalayım. PETRUCHIO - Seni yabanın dangalak köylüsü, seni kahbenin piçi, seni hantal değirmen beygiri, sana bu alçak kerataları da alıp beni bahçede bekle demedim mi ben?” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84) “Gözlerinin iris tabakası maviyle açık yeşil arasında tuhaf bir renkteydi; sanki buzların arasına kilitlenip kalmış bir su yüzeyi hissi veriyordu. Bunlar suydu, ama aynı zamanda ateşti, en ufak bir temasta yanıyordu. Yüzü güzeldi, düzgün çizgileri vardı, açık renkliydi, onun yanında kendimi hantal, kaba hissediyordum.” (S. Tamarro, “Anima Mundi”, sa:58) “Bir yüzma havuzuna ya da kumsala gittiğimde, gözlerinde neşe olmayan, ışık saçmayan, zavallı ihtiyarcıklara benzeyen çocuklar görmek yüreğimi acıtıyor. Çoğu, pek çoğu, fazlasıyla beslenmiş, hantal olan bu çocuklar, hareket ederken utanç duyar gibiler.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:18) “Hizmetinde yalnız onu bıraktı; berrak suda yıkandıktan sonra büyük, boyalı bir sandık açtı, dağ eteğinde keçi çobanının tüylü keçilerine bakarken giydiği deri gömlekle kaba saba koyun postu yamçısını çıkardı. Onları giydi, eline de hantal çoban sopasını aldı..” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:93) “... ve gülümseyen ev sahibesinin bir baş işaretiyle uzun boylu, kızıla çalan sarı İskoç saçlı, çıkık kürek kemikli bir kız, kanapenin arkasından hantal bir hareketle öne çıkıp yassı parmaklı, uzun ve kemikli bir el uzattı.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:11) “Mrs. Swithin’e kendi aralarında ‘Çıtkırıldım’ dedikleri gibi Miss La Trobe’a da ‘Patroniçe’ adını takmışlardı. Sert hareketleri, kunt gövdesi, kalın ayak bilekleri, hantal pabuçları; gırtlaktan çıkan sesi - hepsinin ‘kafasını bozuyordu’. Ama işleri düştü mü ona koşuyorlardı. Birinin başı çekmesi gerek.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:60) “Ticaret adamından çok amatör ruhlu biri olan bir adamın yanında, modası geçmiş, hantal bir iş yerinde çalışmaktan hiç rahatsızlık hissetmez.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:60) “Buteau hantal yürüyüşüyle Rognes’a dönerken, o da kederlenmiş bir halde, la Borderie’ye doğru yola çıktı. Jean da, yalnız kalınca işini bitirdi, on metre aralıkla, yaba dolusu gübre dökmeye başladı.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:212) “... trajediyi bir kere, iki kere, üç kere art arda yazar ve sonra imha eder, içindeki her kelimeyi ezbere bilmektedir, öyle ki Wieland’ın yanında onu ezbere okuyabilir. Aylar boyu o hantal taşı tepeye çıkarır, sonra yine aşağıya yuvarlar.” (Mitoloji’deki ‘Sisyphus Söylenisi’ne gönderme!) (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:33) Hanüman : (FARS.) Mal, mülk, ev bark, aile ocağı “Kumandanın birden yüzü değişti, gene yumruğunu masaya vurdu: ‘Kendi toprağına mı?’ ‘Kendi toprağıma.’ ‘Kendi Yunanlı dostlarına mı, evler yakan, hanümanlar sürdüren dostlarına mı?’ Ağaefendi artık soğukkanlıydı. Gözleri, yüzü eski yumuşak, sevecen halini almıştı. ‘Evet kumandan, onlar komşularım, dostşarım. Onların dedeleriyle benim dedem, babam dövüştüler, birbirlerini kıyasıya öldürdüler. Harpler bitti, dost olduk.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:43) Hanya’dan Konya’ya; Hanya’nın Konya’nın kaç bucak olduğunu anlamak : Dünyanın bir yerinden diğerine; Dünyanın kaç bucak olduğuu anlamak “... çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:16) Ha öldü ha ölecek : Ölmek üzere olan bir canlı “MARTHE - Evet, doğru efendimiz. Kız, bunu yapar. Daha evvelki gün Bay Yargıç bizim eve bir beç tavuğu yolladı. Hayvancık ha öldü, ha ölecek. Evvelki sene de yine bir tavuğunu kızım dialtından kurtarmıştı.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:74) Hapı yutmak; Hapı yuttuğumuzun resmidir : Zora girmek, kaybetmek, ölmek, mahvolmak “Budalanın tekisin. Sen allahın belası, sefil bir budalasın. Biliyorum. Ama herkesten daha budala da değilim. Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım. Ama sen sıfırsın, Mavi. Daha ilk günden beri hapı yutmuşsun.” (P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72) “Dağ bu! Boş yere mi dağ demişler? Allah göstermesin, başımızdaki hökümet kötü bir hökümet olsa da, bu hariç dövletlerde gördüğünü yapmaya gitse, ve de bize dese ki: ‘Dağlara, tepelere ağaç dik!’ Tüm hapı yuttuk işte o zaman.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:195) “İlkin ortalık sessizdi, olup biten bir şey oktu. Hep böyle yaparlar, işin berbat tarafı da budur zaten. Yüzümün giderek ufaldığını hisseder gibiydim, yorgun ve açtım. O üzüntü-mutluluğunun son zerresi de silinip gitmişti üzerimden. Çünkü biliyordum ki, hapı yutmuştum artık.” (H. Böll, “Cüce ile Bebek-Üzgün Yüzüm”, sa:19) “Yamek vagonunda R.’yi buluyorum ve cevizlerini kıramayan ufacık sarışının karşısında yemeklerimizi yiyoruz. Havre’da büsbütün hapı yutmuş görünen küçük kadın yardımımı istiyor. Otobüs beklerken konuşuyoruz biraz.” (A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:14) “Kendine bir baksana, zavallı çocuk! Şu delik deşik mintanına, şu hapı yutmuş pantolonuna, şu açım diye haykıran sıska suratına bir baksana! Güzel uyaklar bulmak tutkusu, işte bak, seni ne duruma getirdi!” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:29) “KOMİSER - Peki, yargıç rolü oynayarak, dolandırıcılık yaptın mı, yapmadın mı? SANIK - Hayır. O zevki tadamadım..... Ama bir yargıç için asıl kariyer bu yaştan sonra başlar. Bantta veya dökümde çalışan bir işçi için, elli yaş bitti demektir. İşi yavaşlar, iş kazaları olur, çürüğe çıkar yani! Bir madenci elli yaşına geldi mi akciğerleri hapı yutar...” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:12) “SOLANGE - Sen daha alay et. Hanımefendi kaçmış. Hanımefendiyi elimizden uçurmuşuz Claire. Kaçmasına nasıl göz yumdun? Şimdi beyefendiyi görecek ve her şeyi anlayacak. Hapı yuttuk. CLAIRE - Üstüme varma. Gardenal’i ıhlamura boca ettim, ama içmedi. Kabahat bende mi?” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:62) “BAĞRIŞMA VE KARIŞIKLIK - Eyvah! Hepimiz hapı yuttuk!... Kaçabilen kaçsın!... Hey, arkamda duran: Geri çekil, geri çekil! Sanki sam esiyormuş gibi, yüzümde bir sıcaklık hissediyorum...” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:45) “RIDOLFO - Başka kiminle oynuyor? PANDOLFO - Yalnız onunla. Başbaşa oynuyorlar. RIDOLFO - Vah zavallı! Hapı yuttu desenize?” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:8) “ ‘Bre adam, bacakların sudan mı? Neye sağa sola kırıtıp kayıyorsun? Dümene yapışıp, sapın birini ikisini göbeğine sapla. Bacaklarını dik tut, yoksa hapı yuttuğumuzun resmidir!..’ ” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:163) “AMEDEE - (Bu sırada kolları sarkmış, aciz, ayakta durur; arada bir MADELEINE’e bakarak onu yatıştırmak için bir adım atacak gibi olur, vazgeçer; arada bir alnının terini silerek ölüyü seyreder; kendi kendine konuşur) Peki ama benim oyunlarım ne olacak, artık hiç yazı yazamayacağım... Hapı yuttuk...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:70-1) “Adamlar: -Merhaba Angel! diyorlar, dükkanın sıcak! -Hoş geldiniz, yolcular! Hava kötü ha? Ama içinden ilave ediyor: ‘Hapı yuttuk bu sesler katil sesi.’ ” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:12) “Üstünde yalnızca gömlek olan evli barklı bir adam kapısının önünden: -Hapı yuttun Miyu! diye seslendi ona.” (P. Istrati, “Nerrantsula” , sa:57) “ ‘Söyleyeceklerimi iyi dinle Filipus, ağzını da kimseye açayım deme yoksa hapı yutarsın! Şmdi ben çöle, manastıra gidiyorum. Keşişler bazı aletler yapmam için çağırdılar. Birkaç gün sonra yine burdan geçerim. Aramızdaki sözleri kafanda evir çevir. Dilini tut, kimseye bir şey çıtlatayım deme.’ ” ..... “ ‘Üç yaşlarında kadardım. Evde kimse yokken evinize girdim. Magdalena’nın elinden tuttum, soyunduk; yere yattık, çıplak ayak tabanlarımızı birbirine değdirdik. Ne büyük zevkti, ne zevkli günah! O anda işte Magdalena hapı yutmuştu, hapı yutmuştu, artık erkeksiz yaşıyamazdı...’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:135;168) “Sonunda, Kral Bors ve adamlarının savaşa katılma zamanı gelmişti. Esmer Kral, adamlarıyla birlikte saldırıya geçti. Onu ilk gören Orkney Kralı Lot oldu. ‘Eyvah!’ diye bağırdı Orkney Kralı, ‘şimdi hapı yuttuk işte. Arthur tanıdığım en güçlü savaşçılardan biri olan Kral Bors’tan yardım almış.’ ” (Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:19-20) “ ‘Saçma sapan sözler istemiyorum!’ diye sertçe sözünü kesti komutan. ‘Şimdi düşünmeye başlarsak hapı yuttuk demektir. Asker olmak, soru sormadan ölmek demektir. Hadi güle güle!’ ” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:164) “SETH - Ahbaplar, siz koruluğa doğru gidin. Ben de sizi orada bulurum..... Biliyor musun Vinnie, sana mükemmel bir havadisim var. Telgraftaki adam, General Lee’nin bu sefer hapı yuttuğunu söylüyor. Şimdi artık, havadisin resmi bir şekil almasını bekliyorlarmış. Babanın artık eve dönmesini bekleyebilirsin.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:25-6) “Moritz, ‘Dinleyin beni!’ diye karşılık verdi. ‘Bugüne kadar, cezalandırılmamı gerektirecek bir şey yapmadım, sınırlarınızı da henüz geçmiş değilim. Yoksa ben yokken, ikisini de bir tutma yasası mı çıktı?’ Kapıcı, ‘İkisi bir tutuluyor,’ dedi. Rosenthal, ‘Öyleyse hapı yuttum, diye düşündü. Burası bir ada olmalı, belki de Küba’dır, çok kimse gelsim istemiyorlardır.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:509) “Ben de, artık hangi amaçla olduğunu bilmiyorum ama belki bir filmde gördüğümdendir, mızrağın nasıl kullanıldığını göstermek için işaret sopasını mızrak tutar gibi kavrayarak, herhalde atından düşürmem gereken düşmanım olan karatahtaya doğru koştum. Uzaklığı iyi hesaplayamamışım, öyle bir çarptım ki sopa elimde üç parçaya ayrıldı. Bu marifetim kimileri tarafından alkışlarla karşılanmış, kimileri de yüzlerinde dünyanın her dilinde ‘hapı yuttun’ anlamına gelen o eşsiz ifadeyle bakarak susmuşlardı.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:76) “Daniel’in yüzü bembeyazdı. Kötü kötü gülerek: -Suratın bombok, dedi. -Ben de sana aynı şeyi söyleyecektim, dedi Mathieu. Hapı yutmuşuz ikimiz de.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:309) “Gomez alayla omuz silkti: -Şimdi hukuk sorunlarını bir yana bırak, dedi. Dövüşmek için bir neden mi arıyorsunuz siz? Söyliyeyim: Bir tek neden var aslında: Dövüşmezseniz, hapı yutarsınız kardeşim, ananızı ağlatırlar sizin.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:282) “CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye söylüyorum hani. Allahaısmarladık. HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres. Bittim.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122) “RANDALL - O nerede, doğruluk nerede? Sabahtan akşamakadar ortalığı velveleye verir. Siz de ayağınızı denk alın, sizin de başınıza bela olabilir, daha doğrusu sizi sevseydi hapı yutmuştunuz.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:110) “Ramiz Efendi, bir oturum dönüşü ellerini sevinçle uğuşturdu: -Herifler hapı yuttu. Kişiliklerini kainatın mihveri zannediyorlardı. Bu hal çoğunlukla namertlerde bulunan çarpık bir kasıntıdır.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:332) “TRANIO - Biz ikimiz de… PHILOLACHES - Eeee? ne olmuşuz ikimiz de? TRANIO - Ne olacağız? Hapı yuttuk! PHILOLACHES - Ne demek hapı yuttuk? TRANIO - Ne demek olacak? baban gelmiş.” (Terentius, “Hortlak”, sa:26) “Dolohof durdu. - Bak, ben sana iki kelimeyle düelloların sırrını açayım. Eğer hem düelloya gider, hem de vasiyetnameni yazar, anana babana içli mektuplar bırakırsan, eğer seni öldürebileceklerini düşünürsen, aptalın birisin ve mutlaka hapı yuttun demektir..” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:44) “FELLOWES (Latta’ya) - Otobüsün anahtarını aldınız mı? LATTA - Otobüs şöförü şimdi alacak, bayan. (Pis, titreyen ellerle bir sigara yakar.) SHANNON - Ha-ha-ha-ha. (Gülüşünün sarsıntısından sırtını veranda duvarına dayar.) LATTA - Hapı yutmuş bu adam. (Alnına dokunur.) (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:92) “Hourdequin, sert sert haykırdı: -Ah! Her şey hapı yutuyor! Evet, oğullarımız görecekler bunu, toprağın iflas ettiğini görecekler... Biliyor musunuz ki, vaktiyle, yıllarca tamah ettikleri bir parça toprağı satın almak için metelik metelik para biriktiren köylülerimiz, bugün İspanyol tahvilleri, Portekiz tahvilleri, hatta Meksika tahvilleri satın alıyorlar!” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201) Hapishane kaçkını : Hapisten kaçmış suçlu, hapishaneye yaraşır kimse “GLUMOV - Sizi budala yerine koyduğumu itiraf edeyim, Madam T. Ama bundan utanmıyorum. Maşenka’ya acıyorum sadece. Siz Tanrının günü budala yerine konulmaya teşnesiniz. Aslında zevk alıyorsunuz bundan.....Madam Manyefa kimi tanır, size kimi salık verebilir? Avucuna en fazla para sıkıştıranı tabii. Bir buluttan inerken gördüğü iyi ki bendim de, bir hapishane kaçkını değil. Yoksa onu da bağrınıza basardınız.” (A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:125-6) Hapishaneyi, hapsi boylamak : Bir suçtan dolayı hapishaneye yollanmaya hak kazanmak Bk.: Hapsi boylamak “Therese bu sözlere hiç gecikmeksizin karşılık vermişti. Hayır, o böyle şeyler yapabilecek bir kadın değildi. Ne kadar titizlikle işlenirse işlensin, cinayetin ortaya çıkması olanağı her zaman vardı. Bu durumda da yapan, derhal hapishaneyi boylardı. Öyle demir parmaklıkların ardına düşmek, dürüst bir kadın için yakışık almazdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:130) “KOMİSER - Şey, nasıl oldu da her seferinde bir numarayla paçayı kurtardın bilemem... Ama bu kez sicilini ben bozacağım haberin olsun!” SANIK - Şey, anlıyorum komiser. Temiz bir sicil bozmak herkersin ağzını sulandırır. KOMİSER - İyi sen espri yap... Bak, bu şikayet dilekçesinde kendini ruh doktoru diye tanıttığın yazıyor..... Sahte ünvanlarla itibar sağlamaya çalışmak, hapsi boylamak için yeterli bir neden, biliyor musun?” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:7) Hap kadar küçük : Herhalde Arapça ‘Habb’ = tomurcuk, küçük yuvarlak şey; ya da ‘Habbe’ = Tanecik <Örneğin, ‘habbeyi kubbe yapmak’> sözcüğünden gelme, bugün nadir de olsa, satın alınacak ama küçük diye beğenilmeyen arazi, ev, apartman vs. konularında kullanılan bir sözcük “Bir hafta sonu, Vecihi Hoca, sık sık yaptığı gibi bizleri Yeşilköy Havaalanına davet ediyor, İstanbul üzerinde şöyle bir tur atmak için.Ben başıma geleceği bildiğim için, o sıralarda hala evde olan Nisa’yı da yedeğime alıyorum ve hap kadar küçük, üstü açık, iki kişilik uçakla tur için Vecihi Hoca bana teklifi yaptığında, ben uçağa kadar yanımda gelmiş Nisa’yı onunla hemen tanıştırıp ablamı bu işe kakalıyorum. Hoca kıvançla kabul ediyor ve Nisa, göklerden elini sallıyor. Aferin ona...” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:239-40) Hapse atılmak, konmak, tıkılmak : Hapisaneye konmak, tutuklanmak “Başlangıçta, tahta kerevetin kapıya en yakın, tuvalete en uzak köşesine oturdu ve diğer tutukluları inceledi. Müthiş can sıkıcı ve iğrençtiler; daha sonra, baş ağrısı hafifleyince onları daha az ilgiyle gözlemledi. İnce uzun, üzgün görünümlü, beyaz saçlı bir profesyonel soyguncu vardı, hapse tıkılırsa şapa oturacağını, karısına ve çocuklarına ne olacağını düşünüyordu. ‘İçeri girmek üzere aylak aylak dolaşmak’tan tutuklanmıştı.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:208) Har; Harni : <Roman dilinde:> Eşek; Sıpa (Argo) “-Peki, sor bakalım?... -‘Grasni’ mi çok seversin, ‘har’mı çok seversin, yoksam <yoksa> ‘harni’ mi çok seversin? -Kız, bunlar ne demek, ben bilmiyorum ki... -Grasni demek, yaniya kısrak demek. ‘Har’ demek, yaniya eşek demek. ‘Harni’ demek de yaniya ki, sıpa demek. Süyle bakalım <söyle> şinci <şimdi> bana, zatın <sen, kendin> bunlardan hangisini seversin?... -Tabii, küçük ve çok şirin olduğu için ‘harni’yi severim.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:100) Harabe; Harabeye dönmek : Yıkılmaya yüz tutmuş bir bina, şehir, oluşum; Bu yitişe maruz kalmak “Surların üzerinde, erimiş kurşunların akarken bıraktığı geniş izler seçilmekteydi. Orada burada, yıkılmış bir tahta kule yanmaktaydı. Evler, harabeye dönmüş bir amfitiyatronun basamakları gibi hayal meyal görünüyordu. Koyu dumanlar yükseliyor, bunların arasında yuvarlanan kıvılcımlar kapkara gökyüzünde kaybolup gidiyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:318) Harac(ç); Haraca kesmek : Bedavadan, zorbalıkla alınmış para, meta; Zorbalıkla, çoğu kez kaba kuvvet ya da silah zoruyla bir bölgeden, periyodik olarak belirli bir irat sağlamak “Mevlana bir gün buyurdu ki: Akıllı insanlar o kadar zahmetler ve sonsuz sıkıntılar çektiler. İnsanlar faydalansın diye gümüş ve altını toprak ve taştan çıkardılar. Şimdi de bu alçaklar, kimse faydalanmasın diye bu gümüş ve altını toprağın altına gömmeğe çalışıyorlar. Sonunda bunlar, bu dünyadan çırılçıplak gidecekler. Altınlar ve gümüşler geride kalacak. Şiir: ‘Sonunda, işlerin tamam olmadan, ekmeğin tamamiyle pişmeden, kendin olgunlaşmadan bu dünyadan gideceksin. Sen, haraç olarak kum gibi altın toplasan da günün birinde yine öleceksin ve onlar senden artakalacaklar.’ ” “Derler ki, Umur Paşa, bir gece Çelebi hazretlerini rüyada gördü. Çelebi, ona şu beyti okuyup manalar saçıyordu: ‘Kim Cübbesinin kenarında bizim koruma beratımızı taşırsa, denizde ve karada nereye gitse kahraman olur ve saygı görür.’ İşte bu rüyadan sonra Umur Bey karar verip Sakız adasını fethetti. Orada o kadar sakız çıkardılar ki anlatılamaz. Sakız adasını harac kesip kendi mülkü haline getirdi.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:632 & Cilt:II, sa:345) “HABEBALD - Bu dürüstlüğün ne olduğunu herkes bilir. Bunun adı: Haraca kesmektir. Hepiniz aynı ayardansınız: ‘Ver bakalım!’ tabiri, mesleğinizin selamıdır. (Eilebeute’ye.) Haydi çek arabanı ve ne topladınsa hepsini al götür. Biz burada iyi karşılanan misafirler değiliz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:284) “Bu <Avrupa adlı> Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş. Kemal Paşa’nın ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım uygunsuz adamlar sarmış; bunlara ‘mahpus’ derlermiş. Herbiri ipten kazıktan kaçmış, kötü kişi imiş. Bütün memleketi haraca kesmişler. Vergiyi, aşarı alır, kendileri yerlermiş.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:121) “Kimi kentlerin halkı: ‘Türkler bizde yüz, iki yüz yıl oturdu, çok çile çektik!’ diye sızlanır; delidir bunlar. Beri yanda, söz gelimi Kecskemet gibi kentler de vardır, buralarda ne Türk oturmuştur, ne Labancz, ne de Kurucz. Öyleyken asıl çile çekenler bunlardır, çünkü savaşçı taraflardan birinin eğleştiği bir yerde yalnız onun sözü geçer, haracı o keser, ötekiler de onların semtine bile uğramazdı.” (K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:15) “Ama canım kuşların söylediği şarkılar, Elvan elvan çiçekler, burcu burcu, alaca, Bana bir yaz masalı anlattıramadılar, O soylu çiçekleri ben kesemem haraca.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:98, sa:237) Haraç mezat satmak : Vaktinde ödenemeyen ipotek parası için alacaklı kişi ya da makamın, ödeyemeyen kişinin evindeki tüm eşyaları bu borcun ödenmesi için ne fiyata olursa olsun açık satışa çıkarması “Emma çabuk çabuk sözlerini sürdürüyordu. ‘Kocam bütün servetini bir notere emanet etmişti, adam parayı alıp kaçtı. Hastalardan para gelmediği için sağdan soldan ödünç aldık. Zaten bize kalan mirasın dağıtım işi de sona ermiş değil; ileride paramız olacak. Ama, bugün için, üç bin frangımız yok diye eşyamızı haraç mezat satacaklar; şimdi, şu anda yapacaklar bunu. Ben de, senin dostluğuna güvenerek, kalkıp buraya geldim işte.’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:340) Harama uçkur açmak, çözmek : Elin erkeğiyle (ya da karısıyla, eş olmayan biriyle) cinsel ilişkide bulunmak “Fatma kaydı indi kollarının arasından. Bayram, ayaklarını açtı, düşmemek için. Fatma kaydı indi kollarının arasından. Çöktü. Belinden tutup çukura çöktü Bayram. Fatma çabuk çabuk yürüdü. Çukura uzandılar. ‘Tam boy siperi!’ diye düşündü Bayram. ‘İki kişilik. İki kişilik avcı boy siperinde harama uçkur çözüyoruz.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:124) “-Zamanında Nemrud’un kırk devesi orada taş kesilmiş bir sıra durur. On yaşında bir akşam oradan yalnız geçerken aha o develerden biri canlandı ve kovaladı beni: Bayıldım. Ağzım kilitlendi.”..... “Bir elini kadının oyluğunda gezdirirken, ‘uh anam, olmaz vallah’ diye bir sıçrayış sıçradı Fatma”..... “-Uh kölen olam. Sen efendisin. Acı bana. Hüseynim öldükten sonra harama uçkur çözmedim. Dokunma bana. Hüseynimin üstüne erkek istemem.” (P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:44-5) Haram : (MÜSL.) : Din açısından, bir mümin’den yapılmaması istenen ve beklenen iş ve davranışlar “Kesin olarak yapılmaması istenen iş ve davranışlardır. Haramdan sakınan sevap kazanır. Haram işleyen, günah işlemiş, Allah’a karşı gelmiş olur. Haram’ı helal sayan dinden çıkar: Alkollü içki içmek, zina etmek, kumar oynamak gibi... Haram’lar iki çeşittir: 1. Liaynihi Haram : Aslı ‘haram’ olanlar: Domuz eti yenilmesi, şarap içilmesi gibi: 2. Ligayrihi Haram : Aslı ‘helal’ olup, dış etkenler bakımından (elde ediliş şekli veya yolu gibi) haram olanlar: Çalıntı mal gibi.” (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:152) Haram etmek : Yaptığı yardım, iyilik, özverileri helal etmemek; bunları ‘Tanrıdan bul!’ bağlamında bir ilenç ve nefret hissiyle, yapılanları takdir etmeyen kişiye söylemek, tebliğ etmek “Irazca’ya, Bayram’a, Haçça’ya kızıyordu. Anlıyordu ki duydukları gerçektir. Böyle bir şeyin aslı vardır. Fakat Irazca’ya açık açık diyemiyordu: ‘Elleri gırılsın. Hacatlarında çıbanlar çıksın. Çıbanlarına gurt atsın. Amadımıza böyle edenler yedi milletin içinde irezil olsunlar. Enselerine yıldırımlar düşsün. İmansuz Guransız gitsinler. Allahın onlara verdiği can, yedirip içirdiği nimet, soludukları soluk, gördükleri güneş, külliyen haram olsun.’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:71) “Henüz bir Samanayken her şey güçtü, her şey zahmetli, hatta umarsız. Oysa şimdi her şey kolay. Kamala’nın bana verdiği öpme dersi kadar kolay her şey. Gereksindiğim tek şey, giysilerle para. Bunlar da ulaşılması kolay yakın hedefler, bir kimseye uykuyu haram edecek şeyler değil.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:73) “HARAM EDERİM ---------------------Haram ederim, Ziyan ederim, Çeker giderim geldiğim gibi Çeker giderim.” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:88) Harami : Yol kesen, haydut “Deveciye: ‘Beni burada bırak,’ dedim. Dayanamaz buna yörük deve de! Nasıl dayansın ki güçsüz piyade? Semiz adam zayıflayıncaya dek, Zayıf adam ölüp gider çöllerde. Deveci: ‘Bak, kardeş,’ dedi, ‘önümüzde Harem-i Şerif, ardımızda Harami! Yürürsen kurtuldun bil; öldün uyursan!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:97) Dayanamaz buna yörük deve de! Nasıl dayansın ki güçsüz piyade? Semiz adam zayıflayıncaya dek, Zayıf adam ölüp gider çöllerde. Deveci: ‘Bak, kardeş,’ dedi, ‘önümüzde Harem-i Şerif, ardımızda Harami! Yürürsen kurtuldun bil; öldün uyursan!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:97) Hararet basmak : Sıcaklamak, ateşi olmak, susamak “LİMONATACI - Limonatam buuuz! Askere, sivile limonata! Yok mu hararet basan! Otuz iki dişe trampet çaldırıyor! Yok mu ateşkesten yararlanmak isteyen? Limonatam şekerli!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:254) “Kaç saattir yol yürüdüğüm için oldukça yorulmuş ve susamıştım. Tuzlu peyniri yiyince büsbütün hararet bastı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:367) Hararetle (konuşmak) : Canlı, istekli ve samimi (konuşmak, öpmek) “Soğuk Ateş -------------soğuk ateş tutuşturarak saçlarımı yılan gözlerimi soğuk ateş bir alevleniş ah soğuk ateş hararetle öpüyor” (Barbara Korun<d.1963>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.08) “ ‘Bize yeni bir kütüphane yapacakmısşın Mr. Jennison?’ demişti Lowell. ‘Kendi aralarında senin departmanınla ilgili hararetle konuşuyorlardı. Çok kararlı görünüyorlardı. İşlerine burnumu sokmak istemem tabii ama...’ ” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:51) Haraza çıkarmak : Çıngar çıkarmak, gürültü patırdıylaı kavga yaratmak “İşte geldim nişanlımı almaya. Hiç haraza çıkarmadan ver benim sevdiğimi de gideyim.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:71) Harbi, harbiden : Doğru, yalansız; Doğru olarak, hilesiz hurdasız, açıkça (Argo) “ELIZABETH -... Yataktayken de gözetleyebilirsiniz onları, sevişirken... ve hatta ihtiyaçlarını giderirken...her şey kontrol altında! Gerçekten modern bir devlet: Röntgenci devlet!” MAMA, Teleskopu Marta’dan alır. - Aman Allahım gözlerime inanamıyorum. Yoksa bu gördüklerim harbiden mi?” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:49) “-... Benim lafım harbi. Gördü, beğendi. Hele duysa ki bir ucun paşa. Saray-ı hümayun’a dayanıyorsun, ohooo.. -Ne yapar? -Yakanı bırakmaz.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:69) Harcanan her meteliğin hesabı yapılmak : Fakirlik ya da cimrilikten her bir kuruşu saymak “Dış koşullar bakımından aile pek sade bir yaşam sürüyordu. Maddi nesnelere pek değer verilmemesine, en az gereksinimle yaşamanın üstesinden gelinmesine karşın, harcanan her meteliğin ister istemez hesabı yapılıyordu.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:17) Harcıalem : Geçerli, günlük, sıradan “Sonra bir başka tasarısı da vardı Baldini’nin, gözünün bebeği olan bir tasarısı, harcıalem mal olmasa da, herkesin satın alabileceği şeyler üreten bir yer olarak düşündüğü, Faubourg Saint-Antoine’daki fabrikanın bir tür karşı ucu olan bir proje: sınırlı sayıda, yüksek ve en yüksek düzeydeki müşteriler için kişisel parfümler yapmak...” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:105) “Harcıalem fikirler ileri sürülüyor, 89 yılında kurulan, medeni yasayla korunan, tarımı kalkındıracak olan küçük mülkiyet hakkından söz ediliyordu; herkes mal sahibi olacaktı, herkes zekasını ve kuvvetini, kendine ait toprak parçasını ekip biçmeye hasredecekti.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:203) Harcı olmak : Yetisi içinde olmak, yapabilmek “Sevişmek zenginlerin harcıymış İşsizlerin harcıymış. İki gönül bir olunca Samanlık seyranmış ama, İki çıplak da -olsa olsaBir hamama yaraşırmış.” (M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:67) Harcı olmamak : İktidar ya da yetisi içinde olmamak, ona özgü olmamak “ ‘Yalnızca bana içini dökmediğini söyledim. Böylesi genel itiraflar, bütün içindekileri dökmek, onun harcı değil. Söyledikleri hep düşünmeden, birdenbire içinden geldi; sonra bu hali yine geçiverdi.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:60) “MARLOW - Evlenemem….. evlenmeden önce yapılması gereken kurların bütün korkularını, sıkıntılarını geçirmek, o sırada halalar, büyük anneler, kuzenlar arasında bulunmak, en sonra da hanımefendiye damdan düşer gibi ‘Bana varır mısınız?’ sorusunu fırlatmak.. yok, yok.. gerçeği söylüyorum George, bu benim harcım değil.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:37) “MINNIE - Aman! ne güzel bir ev! SETH - Amos’a vadetmiştim ya, misafir geldiğinde etrafı gösteririm diye, işte. Mannon’ların yerlerine yakından bakmak herkesin harcı değildir. Onlar böyle şeyleri haklarına saldırı sayarlar.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yakışır”, sa:19) MAZZINI, kanapenin öbür ucuna oturur. - Yo. Para yapmak benim harcım değil. Para canlısı değilim, herhalde. Ama para gözlülükte Mangan’ın üstüne yoktur doğrusu. Derdi günü paradır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70) “Eğer birisi paralı değilse canayakın olmasının bir yararı yoktur. Aşk, zenginin ayrıcalığıdır; işsiz birinin harcı değildir. Yoksul adam pratik davranmalı ve hayal gücünden mahrum olmalıdır.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu-Model Milyoner”, sa:111) Harçlık almak : Çocuk ya da mazareti oluşu nedeniyle çalışamayan kimselerin diğerlerinden aldığı para “Kesede para yok ki İstanbul’un tadını çıkarsın. Enişteden alacağı beş on lira harçlık, Beyazıt kahvelerinde pineklemeye bile kafi gelmez. Meteliksiz İstanbul, İstanbul değildir.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:103) Hare, hareli : (FARS.): Kimi nesnede, canlı varlıklarda, göz ve benzeri şeylerde görünen parlak çizgiler; meneviş , menevişli kumaş; Sert taş, kaya “Derken, o gece bir dostun bahçesinde kalmamız gerekiyordu. Hoş ve neşeli bir yerdi burası: Birbirine karışan ağaçlar gönlümüzü çekiyordu. Toprağına kristaller dökmüşler, asmalarına ülker gerdanlığı <Bk.> asmışlardı sanki. Irmağının suyu tatlı bir çimen, Kuşlarının sesi güzel bir orman... Birinde rengarenk güller, laleler, Öbüründe türlü türlü meyveler... Gölgelerde dağların esintisi Hareli bir halı döşemiş gibi...” (Sa’di, Gülistan”, sa:28-9) Harem-i Şerif : (ARAP.): Kabe’nin çevresindeki alan “Deveciye: ‘Beni burada bırak,’ dedim Dayanamaz buna yörük deve de! Nasıl dayansın ki güçsüz piyade? Semiz adam zayıflayıncaya dek, Zayıf adam ölüp gider çöllerde. Deveci: ‘Bak, kardeş,’ dedi, ‘önümüzde Harem-i Şerif, ardımızda Harami! Yürürsen kurtuldun bil; öldün uyursan!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:97) Harem kurmak : Eşini-partnerini kaybettikten sonra evinde birçok kadınla alem yapmak “Fedor Pavloviç hiç vakit kaybetmeden evinde bir harem kurdu; içki alemleri yapıyor, boş zamanlarında ili bir baştan öbür başa dolaşıp gözyaşları içinde, sağa sola kendini terkeden Adelaida İnavovna’dan dert yanıyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:6) Haremlik : Eş, nikahlı karısı; Konağın ya da sarayın, eş’lere, cariye’lere, kadın ve çocuklar’a ayrılmış bölümü Bk.: Selamlık “Şube reisinin haremi sararmıştı. Genç kız anasının bir iki dakikalık kolunu bırakmasından doğan bir neşe içinde Hasan’la şakalaşıyordu.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:21) “-Beni gece haremde kadınların odasına girip saldıracak kadar adi, alçak bir adam mı sanıyorsun? -Benim ne sanışım para etmez. Ben sana gerçeği anlatıyorum. Eğer dün geceye kadar selamlıkta sana benzer Hasan adında bir delikanlı bulunduğundan haberim var idiyse iki gözüm su gibi önüme aksın. Tanrı’nın gazabına uğrayayım.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa:100) “Fakat, işte, her şey olup bitmişti. Selma Hanım, iki yıldan beri (......) Şirketi Meclisi İdare başkanı Emekli Albay Hakkı Bey’in haremidir (karısıdır) ve sabahın beşine kadar süren bir suvare’nin (Gece toplantısının) yorgunluğunu, işte şuracıkta, onun yanı başında dilendiriyordu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:96) “Sekine Hanım, büyük bir perişanlık içinde babasının yanına döndü. İhtiyar adam, hala hıçkırıyordu. Fakat bu hıçkırıklar, şimsi, daha aralıklı, daha düzenli bir duruma girmişti. En sonunda hekim geldi. Servet Bey’in haremi aklı başından gitmiş, hekimin üzerina atılıyor: ‘Aman doktor, kurtarınız.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:113) Harfi harfine; Harfiyen uymak, yapmak : Söylenileni ya da gereğini tümüyle, hiç eksiksiz yapmak; Kelimesi kelimesine, tamamı tamamına (Fr.: Mot-a-mot) “Paşa, elini başına götürerek resmi bir selam verdi: -Padişah’ın emirleri harfiyen yerine getirilecektir, dedikten sonra kapıya yürüdü. Bugün arkası adeta iki büklüm olmuş gibiydi, fakat kafa hala o büyüklük taslayan kafaydı.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:216) “Ey, Allahın buyruklarını harfi harfine getirseydiniz, dininize dört elle sarılmış olmanız ve Caesar’ın atına karşı koymamanız gereken insanlar! (Kilise mensupları!) Dizginleri elinize aldığınız vemahmuzlarla yola getiremediğiniz için bak, o hayvan nasıl huylandı?” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:47) “Şimdi o geceyi düşündüğümde, Ustanın bana doğru söylediğinden hala emin olamadığımı görüyorum. Dayımla ve yengemle konuşmuş olabilir, ama bütün bunları uydurmuş da olabilir. Onlarla görüşmüş olduğuna kuşkum yok -onları harfi harfine tanımlamıştı- ama Slim Dayımı iyi tanırım, bu işten üç-beş papel kopartmadan benim gitmeme izin vermiş olabileceğini sanmıyorum.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9) “Uyuşturucu Bağımlılığı ile Mücadele Merkezi’ndeki genç doktor reçetenin altına imzasını attı ve yüzünde sert bir ifadeyle bana doğru uzattı. ‘Unutma, bunu aldıktan en azından kırk sekiz saat sonra, yoksunluk sendromları tam olarak etkisini göstermeye başladığında bana gel,’ dedi, dimdik gözlerimin içine bakarak. ‘Zor olacak, ama eğer dediklerime harfiyen uymazsan daha da zorlaşır, tamam mı?’ ” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:179) “İkisi de hayvanlarına bindikten sonra, Don Quijote hancıyı çağırdı, kapının yanında çağırdı, kapının yanında, ağırbaşlı bir tavırla: ‘Beyefendi,’ dedi, ‘şatonuzda eşsiz bir konukseverlilikle, sayısız hizmetlerle ağırlandık; bu nedenle, hayatım boyunca minnet duyacağım. Bütün bunlara karşılık, size edilen bir hakaret varsa, söyleyin, hemen intikamınızı alıp borcumu ödeyeyim….. Düşünün bir, alınmamış bir intikamınız var mı; ondan sonra, bana söylemeniz yetişir: üyesi olduğum şövalyelik adına yemin ederim ki, kısa sürede, hem de harfiyen yerine getirilecek isteğiniz.’ ‘Sayın Şövalye, hiç kimseden alınacak intikamım yok; çünkü, bana sataşanların boyunun ölçüsünü almayı bilirim. Benim tek istediğim, hanımda geçirdiğiniz gecenin parasını ödemenizdir: yani, hayvanlarınız için ot ve arpa, sizin için de yemek ve yatak parası.’ ‘Ne! Han mı burası?’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:197) “Brezilya’dayken okuduğu bir kitapta, bir hazinenin peşinde koşan, bir sürü güçlükle karşılaşan ve tam da bu sayede istediğini elde eden bir çoban vardı; kendi durumu da harfi harfine böyleydi. Şimdi, gerçek yazgısıyla buluşmak üzere -modellik ve mankenlik yapmak- işten çıkarıldığına adı gibi emindi.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:49) “Mavriki Mavrikiyeviç bütün bunları harfi harfine yaptı; yalnız hep incognito olarak… Sadece eski ahpabı hancı Trifon Borisoviç’e sırrını birazcık çıtlar gibi oldu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:159) “Bu temelci harfi harfine yorum anlayışı eskilere uzanır; kilise babaları arasında bile harfi harfine yorumu savunanlar ile daha incelikli bir yorumbilgisini destekleyenler (sözgelimi, Aziz Augustinus) arasında tartışmalar olmuştur. Ama modern dünyada katı temelcilik olsa olsa Protestan olabilirdi, çünkü temelci olabilmek için, hakikatin Kutsal Kitap yorumundan çıktığını kabul etmek gerekir.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:98-9) “MÜDÜR - Hiç de iyi ilişkileri olmayan bir arkadaşı için bu kadar gücendi... Onun harfi harfine yaptığı açıklamaları unutmayın: Arkadaşının kafasına tuzluk fırlatmıştır.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:53) “PLUTUS - Biz yüksek bilinçli olalım ve oluşacak şeyleri, güvenle seyredelim. Zaten sen oldum bittim, en yüksek cesarete sahipsin. Şimdi öyle bir olay olacak ki, dünyaya gelmiş ve gelecek kuşakların hepsi, onu ısrarla reddecekler. Onun için sen bunu harfi harfine tutanaklarına al.” (J.W. von Goethe, “Fust”, Cilt:II, sa:51) “Ondan sonraki bütün günler, Jean Valjean’ı aynı saatte oraya sürükledi. Marius’un sözlerini harfi harfine kabul etmekten başka bir yol bulmaya gücü yetmediğinden, her gün geldi. Marius, işlerini, Jean Valjean geldiği satlerde evde bulunmayacak şekilde düzenledi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:380) “Kapalı pencerelerle oturuyorsun, oysa temiz hava sana çok iyi gelir. Hayır baba! Doktor getireceğim ve onun söylediklerine harfiyen uyacağız. Odaları değiştireceğiz.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:102) “Kel Mıstığı bırakıp candarmalara sertçe baktı: -Bundan böyle, isterse babanız, kardeşiniz olsun, üstlerinizden aldığınız emirleri harfi harfine uygulayın olmaz mı?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:15) “Müslüman ülkelerde dinin yaşanma biçimi, halkların içinde bulunduğu açmazı yansıtıyor; halbuki şu durumdan kurtulabilseler ve demokrasiye, modernliğe, laikliğe, birlikte yaşamaya, bilginin önceliğine, yaşamın övgüsüne uyan ayetleri yeniden bulabilseler, metinlere olan harfi harfine bağlılıkları daha yumuşak, daha sevecen, daha esnek olacak. Ama yalnızca kutsal metinlerin yeniden yorumlanmasıyla bir değişim olacağını ummak yanıltıcı olur. Bir kez daha yineleyeceğim için bağışlayın: Ne sorun ne de bunun çözümü kutsal metinlerdir.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:176) “İkisi de miyoptu; ayakta, karşı karşıya, birbirlerine çok yakın konuşuyorlardı. Yaşları aynı, boyları aynıydı ve iki kardeşe benziyorlardı: uzun boylu, zayıf, her şeyi harfi harfine, vesveseyle yapan insanların dar çerçeveli dikbaşlılığında iki insan.” (L. Pirandello, “Seçme Hikayeler-Siyah Atkı”, sa:13) “Yılın son gününün gece yarısına kadar kurallara harfiyen uyarak ölümü kabul eden kişiler vardı; son derece yalın bir şekilde, konun temeline inerek durumu, hayat bitti, şeklinde ifade edenler olsun, o son dakika geldiğinde durumuu, daha mütevazı ya da gösterişli, bin bir şekilde ifade edenler olsun, hepsi için bu böyleydi.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:12) “Okuyucunun hoşgörüsüne sunduğum bu çok gerçek öykünün yalınlığından, bazen aykırı görünen katılığından dolayı af dilemeye kalkışacak değilim; örneğin, Düşes de Palliano’nun, kuzeni Marcello Capecce’nin aşk ilanına verdiği yanıtı harfi harfine çeviriyorum.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:108) “Fabrice’in komplo kurmaya hiç mi hiç niyeti yoktu; Napoléon’u seviyordu, soylu kişi niteliğiyle de başkasından daha mutlu olmak amacıyla yaratıldığına inanıyor, bütün kentsoyluları gülünç buluyordu..... Romagnano’ nun biraz uzağında, ünlü mimar San Micheli’nin başyapıtlarından biri olan şahane bir konağa yerleşti. Ne var ki, bu güzelim yapıda otuz yıldan beri hiç kimsecikler oturmamıştı; öyle ki her odaya yağmur yağıyordu, hiçbir pencere kapanmıyordu. Orada işleri yöneten adamın atlarını alıp, bütün gün at sırtından inmiyordu. Hiç konuşmuyordu, düşünüyordu. Ultra bir aileden bir metres edinme öğüdü pek hoşuna gitti ve buna harfi harfine uydu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:113) “32 yaşındaki Pichegru, Ren ordusunun, 25 yaşındaki Hoche, da Moselle oordusunun komutanlığına atanırlar; Vendée’deki ayaklanmaya karşı Kléber ile Morceau gönderilirler. Geniş yetkilerle donanmış ‘sadık komiserler’, Komite ile ilişkide bulunacak ve emirlerini harfi harfine yerine getireceklerdir. 1793 Mart’ından başlayarak Robespierre bunu ister.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:77-8) “... en ufak bir sevgi duymaksızın, en küçük bir ateşli atılım olmaksızın, kafası ile aşık olan bu genç adam romantik bir metresi baştan çıkarmıştır; genç kız ise her şey olup bittikten hemen sonra, harfi harfine şöyle der içinden: ‘Ona bir şeyler söylemem gerek, bir kadının aşığı ile konuşması uygun olur.’ ” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:198) Har har solumak : Derinden derinden soluk almak “Toman ile Ağaligilin köpek, yan yana, ön ayaklarını karılara doğru uzatmışlar, dillerini de birer karış dışarı çıkarıp yatmışlar. Har har soluyorlardı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:18) Harıl harıl (aramak, çalışmak, işlemek, yanmak) : Var gücüyle, gürültüyle ve sesli olarak “Bana döndü. ‘Buz kestin orda, dedi, bu odaya gelsene !’ ‘ O oda sıcak mı mı ?’ diye sormuşum gibi ‘sıcak ya, dedi, bu oda ısındı’ ‘senden mi ?’ diye sormuşum gibi ‘benden ya, dedi’. Sobaya baktım. Harıl harıl yanıyordu. ” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yılan Uykusu”, sa:93) “Kien, evinden atılalı beri harıl harıl çalışmaktaydı. Sabahtan akşama dek ölçülü ve ısrarlı adımlarla kentte dolaşıyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:205) “Don Quijote, iki gün sonra yataktan çıktı, vakit yitirmeden kitaplarına bakmaya koştu; fakat onları bıraktığı odada bulamayınca, her tarafı harıl harıl araştırmaya başladı. Dönüp duruyor, kapının eski yerine geliyor, ifadesiz bakışlarla duvarı inceliyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:44) “Yorgun, gergin, ama acayip derecede kibirli bir görünüşü vardı. Oturma odası boştu. O sabah Mountolive’in Kahire’ye döndüğünü biliyordum. Biraz şaşırdım, çünkü mevsim geçmişti; ocakta harıl harıl yanan ateşi görünce ocağın önüne gidip sırtını kamburlaştırarak sanki üşüyormuş gibi ellerini sürterek, ısınmak için eğildi.” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:205) “Emma ona bakarak omuzlarını silkiyordu. Ne diye sanki, geceleri kitapların üzerine kapanıp sessiz sessiz, harıl harıl çalışan bir kocası yoktu? Hiç değilse böyleleri, altmış yaşlarına ulaşıp romatizmadan kıvranmaya başlayınca kötü dikilmiş siyah giysilerinin yakasında haç biçimi bir nişan taşırlardı.” (G. Flaubert, “Madam Flaubert”, sa:69-70) “Ovalarda topraklar sürülürdü harıl harıl. Akşam vakti sabah izleri tüterdi; yorgun atlar daha ağır bir görünüşe bürünürlerdi. Her akşam sarhoş ederdi beni, toprak kokusunu ilk onda duyuıyormuşum gibi sarhoş ederdi.” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:82) “Samanyolu bütün gecenin boylu boyunca savrulmuş, pırıldayan bir elmas toz. Ay kaynağından harıl harıl akan nur çağlayanı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:20) “Daha Morbio vadisindeki o gün, ortadan kaybolan Leo’yu harıl harıl arayıp dururken aramızdaki bazı önemli kişiler önemli, varlığı mutlaka zorunlu bir eşyanın kendi denklerinde bulunmadığını görmüş ve sonradan söz konusu eşyanın Leo’nun çantasında bulunmuş olabileceği anlaşılmıştı.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:33) “Manastırda vakit geçirmeden harıl harıl çalışmaya koyuldum; Latince, Tevrat ve İncil tarihi, botanik ve coğrafya öncelikli derslerdi.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:21) “ ‘Buna sevindim. Ben de öyle sanıyorum. Boş durmadım, harıl harıl çalıştım hep. Bazen düşünüyorum da, eskiden yalnızca bir amatörmüşüm gibi geliyor bana.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:29) “Tam bir saydamlık anı olmadığı ve bu yüzden de gerçekliği perdeleyen, onunla daha rahat yaşamamıza yarayan bir şey olduğu için, soğuk bir kış günü altı harıl harıl yanan bir çaydanlığın pencere camlarında biriktirdiği buğuya benzetelim bu hüznü.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:91) “Eski göksel kıvanç payımdan yakındığım yok: Bu sade havası kekre kırın harıl harıl işliyor acımasız kuşkuculuğumu.” (A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:57) “Ben İngilizlerin haklı olduklarını söylüyorum, dedi Pereira. Purosunu yakıp hesabı ödedi, sonra da çıkıp matbaaya gitmek üzere bir taksiye bindi. Vardığında, dizgiciyi harıl harıl çalışır buldu.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:161) “Son zamanlarda sıhhatini pek beğenmiyorum. Dikkat edin. Sevinçten yüreğine inebilir... Ortada görünmediğine bakılırsa, şimdi harıl harıl silahlı arkadaş arıyordur..” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:199) “... kızgın güneşin altında pırıl pırıl gözüken harman yerinde otlara ve samanlıktan yeni çıkarılmış samanlara, kah damın altına cıvıldaşarak girip, kapı boşluğunda kanat çırparak duraklayan beyaz göğüslü, başları alacalı kırlangıçlara, kah loş ve tozlu samanlıkta harıl harıl çalışan köylülere bakıyor, tuhaf şeyler düşünüyorlardı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:690) “Hesse, eve yazdığı mektuplarda oda arkadaşlarından biriyle bir gece yaptığı dövüşten olduğu gibi, manastırın yanıbaşındaki yaşlılar yurdunda çıkan yangının söndürülmesinde harıl harıl yardım ettiklerinden de söz açmaktan geri kalmaz, cerbezeli bir dille küçük eskizler kaleme alarak öğrenci arkadaşlarının bazılarının karakterlerini pek isabetli çizgilerle resmeder.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:33) “Gerçekten de, işte orada, şişmanlığını gizlemek için şöminenin gölgesine sığınmış, elinde bir punç kadehi, harıl harıl, bir süvarinin bile yüzünü kızartacak fıkralar anlatıyor.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:155) Harım : Sebze ya da meyve bahçesi; Tarla etrafına çekilmiş çit ya da kazılmış çukur “Sığır hergele toplanmış, kıra bayıra çekilmişti. Kadın kız, çoluk çocuk, millet harımlara dökülmüştü.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59) Harika : Olağanüstü, harikulade, hiç görülmemiş, mükemmel “Otobüsün sesi, ateş eden bir makineli tüfeğin sesine öylesine benziyordu ki, darbe oluyor sandık, ama Dublin’de darbeyi düşünen yoktu, kahvaltıyı düşünüyordu herkes, at yarışlarını ve dua etmeyi. Boğuk sesli otelci kadın bizi kahvaltıya çağırdı, harika bir çay koydu.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:134) “ ‘Belki,’ diye ekledi Baudolino, anasonlu içkiden etkilenmiş gibiydi, ‘bir gün Alessandria kuleleri ve kiliseleriyle, yeni Konstantinopolis, üçüncü Roma, evrenin harikası olur.’ ‘İnşallah,’ dedi Niketas, kupasını yukarı kaldırarak.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:253) “Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki, sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ Cézanne paletini kapıyor, bıçağıyla Mösyö’nün pis çamurunu delik deşik ediyor. Sonra bir an sessizliğin ardından, son derece harika bir biçimde dönüp, ‘Ah, nasıl da rahatladım!’ diyor.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170) “Tam o anda, önceki görüntünün garipliğini farkettim; iki serçe duvarın tepesine konmuştu. Onların neşeyle cıvıldaşmaları içime bir dinginlik getirdi. Ötekinin üstüne atlayan hep aynı kuştu. Ardarda tam on iki kez atladı. Gerçekten bir erkeklik miydi bu -bu durumda, harika bir şeydi- ya da yalnızca şaklabanlık mı?” (P. Istrati, “Mihail”, sa:177) “Harika vallahi! Oysa ben, eşşek gibi çalıştım ömür boyu hanımefendiciğim. Eşşek gibi. Ah ah ah, müdüroğlu müdür kocanız, sizi Avrupalarda gezdirdi. Ne güzel!” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104) “ ‘Taksi parasını paylaşmak fikrinin harika olduğunu biliyor musunuz?’ diye ekledi işbilir bir edayla. ‘Kılavuzlar, Hindistan’da taksilerin çok ucuz olduklarını yazıyorlar, aslında ateş pahası.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:95) “Pereira, onunla bir yaz günü tanışmış olduğunu iddia ediyor. Güneşli, esintili, harika bir yaz günüydü ve Lizbon ışıldıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla, Pereira yazı işlerindeydi ve ne yapacağını bilemiyordu.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:7) Harikulade : Muhteşem, mükemmel, hayran olunacak derecede, aliyülala “-Mardeau’lar nasıl? Onları üç gündür görmedim. -Marie ile kızı kestane soyuyorlardı. Ceviz çuvallarını bağlamaya yardım ettim. Biliyor musun bu yıl buğdaydan çok cevizden kazanacaklar... Harikulade... Breuilh’e sahip olunca ceviz ağacı dikeceğim...” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı-Mutluluk İçgüdüsü”, sa:264) Harmani : Pelerine benzer, tek parça, kukuletalı giysi “Sade kitaplardan teori bilirler, bunu ise harmanili devlet adamları da onun kadar ustalıkla becerir. Onun tüm askerliği, bir işgörmeden gevezelik etmektir.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:4) Harmani, harmaniye : Pelerin; tüm vücudu örten, kolsuz, kukuletalı bir üst giysisi “Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz. Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi.” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:20) “Hanuş Ustanın Saati _________________ Harmanilerinde yaldız Ve en aziz Piyer önde, Saatin içinden çıktı yorgun on iki havari ve kesesiyle de Karun ve inanç, ve şer zulüm. <Ve geldik ve gidiyoruz> Ve taştan bir yeniçeri aşağıda melül mahzun.” (N. Hikmet Ran; “Yeni Şiirler”, sa:52) Harmanlamak, Harman olmak : Benzer cinsleri karıştırmak; Uyuşturucu kullananların, maddeyi bulamadıklarında sergiledikleri ‘geri çekilme’ <withdrawal>arazı “... kiliseyi bu kadar kaygılandıran Magdanalı Meryem’in soylu olması değil, yine soylu bir kan taşıyan İsa ile birlikte olmasıydı. Bildiğin gibi Matta İncili’nde bize Mesih’in Davut Hanedanı’ndan geldiği söylenir. Aynı zamanda Kral Süleyman’ın -Yahudi Kralı- torunudur. İsa, güçlü Benjamin Hanedanı’ndan biriyle evlenerek iki soylu kanı birbirine harmanlamış oldu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:277) “Konuşulan Türkçe’nin hangi yoldan gelerek bu şiveye büründüğünü bulmak güçtür. Çünkü burada Leleg’ler, Helen’ler, Fenikeli’ler, Lidyalı’lar, Karyalı’lar, Frigyalı’lar, Selçuklu’lar ve Türk’lerle adamakılllı harman olmuştur.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:47) “HAVAALANINDA ÖFKE ---------------------------------Ama mutlaka, liste başı yapacağınız bir tane vardır, iş nefret etmeye gelince. İşgüzarlığın, iticiliğin, çileden çıkmanın, öfkenin ve kırgınlığın birlikte harmanlandığı.” (Kevin Ireland<d.1933>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.10.08) “Ertesi gün Moustafa elinde kocaman bir papatyayla gelip benden af diledi. Bunmun büyüklerin suçu olduğunda hemfikir olup barıştık. Moustafa’nın annesi bize bakıp, “Görsünler kardeşlerin nasıl güzel geçindiğini...’ dedi. Ablası da, ‘Onların gözlerine manda pislemiş........ anne, bir halt göremezler,’ dedi. Kastro’da yaşayıp Türkçe bilen tek aile onlarmış. Ben yanlarındayken iki dili harmanlayarak konuşuyorlar ve bu çok hoşuma gidiyor...” (Hakkı İnanç, “Mübadele Öyküleri-Dora’nın Kedisi”, sa:63) “Yeni müdür geldi geleli ceza evi ısrarla afyonun sokulmaması yüzünden, iki adem baba’nın ikisi de harmandı, yani esrar içemiyor, afyon atamıyor, dalgalarını bulamıyor, krize tutuluyorlardı ki, bunu da arada ceza evi revirinden uçlanabildikleri ‘Lavdanom’la (Lavdonom: İshallerde kullanılan, az miktarda morfin içeren damla) geçiştirmeye çalışıyorlardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:290) “Yüzleri gözleri, elleri ayakları, analarından doğalıberi yıkanmamışa benziyordu. -Bir çıkıntı atla abi! -Bir duman tosla da ciğerleri bayram edelim!.. -Harmanım, anam avradım olsun dünden beri... -Ayaklarını öpeyim bir cıgara yırtıl!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:83) Harname : Mahlası <Takma adı> Şeyhi olan, Kütahyalı Yusuf Sinaneddin (d.:?, ölümü: 1428)’in bizlerin eğitim yıllarından anılarımızda kalmış, ama Türkçe’sini 1990’da Amerika’dan döndükten sonra bulabildiğim ünlü hiciv şiiri. İran’da tasavvuf ve tıp eğitimi görmüş, dönüşte Ankara’da Hacı Bayram Veli’yi ziyaret edip ona bağlanmış, Şeyhi unvanını da o zaman almıştır. Kütahya’da bir aktar-ilaç dükkanı açarak eczacılığa başlamış; Hüsrev-üŞ irin aşk öyküsünü ve Harname’yi yazmıştır. 1940’larda da, çok spiritüel ve şakacı, alaycı bir kimse olan resim öğretmenimiz, biz sınıf-okul birincilerine, alay olsun diye: “Neden bu kadar –zalimane- çok çalışıyorsunuz?” diye sorduğunda, “Doktor olacağız da!” diyorduk; -Gerçekten ben doktor oldum, diğer arkadaşımız İ.T.Ü.’den Yüksek Mühendis çıktı; mazlum mazlum böyle söylerken, o gülümseyerek: ‘Doktor olmadan önce Şeyhi’nin Harnamesi’ni okuyun, ondan sonra olup olmamaya karar verin! diye nüktesini savurmuştu ama hiçbir yorum yapmamıştı. Hep merakımı mucip olmuştu, ama Türkçe’ye çevrilmiş kitap o zaman yoktu sanırım, Anadolu’da bulamamıştık. 1990’da Amerika’dan döndüğümde şiiri tesbit edebildim ve yalnızca bol bol güldüm, zira bizler biryerlere varabilmek için Harname’ye layık olacak bir çalışma yapmıştık. Ben de şimdi, emekli olarak, ‘hala binlerce sayfa tutan kitaplar-lügatlar’ yazdığımdan, bizler gibi -affedersinizinekleyen gençliğe, eğer varsa, şiiri okumalarını ve ‘yalnızca gülmelerini’ yeğlerim (Prof.Dr.İ.E.) Şeyhi’nin H A R N A M E’si : Bir eşek var idi zaif ü nizar Yük elinden katı şikeste vü zar “Bir eşek vardı, zayıf ve düşkün... (Çektiği) yük yüzünden (hırpalanmış), düşük ve inleyici..” Gah odunda vü gah suda idi. Dün ü gün kahr ile kısuda idi. “Kah odunda ve kah suda idi; gece gündüz kahırda, sıkıntıda idi.” Ol kadar çeker idi yükler ağır Ki teninde tü komamıştı yağır “O kadar ağır yükler çekerdi ki (derisindeki) yara(lar) teninde tüy bırakmamıştı.” Nice tü kalmamıştı et vü deri Yükler altında kane döndü deri “Tüy nerede? Eti, derisi bitmişti; yükler altında (dökülen teri, kana dönmüştü.” Arkasından alınca palanı Sanki it artuğıydı kalanı “Arkasından palanı alınınca geriye kalan sanki köpek artığıydı.” Bir gün ıssı eder himayet ana Yani kim gösterür inayet ana “Bir gün sahibi onu korur, yani ona bir iyilik göstermek ister.” Aldı palanını vü saldı ota Otlayurak biraz yüridi öte “Palanını aldı, (eşeği) ota saldı, (eşek) otlayarak biraz öteye yürüdü.” Gördi otlakda yürür öküzle Odlu gözler ü gerli göğüzler “Otlakta yürüyen öküzler(i) gördü; gözleri ateşli, göğüsleri gerili(ydi). Sömürüp öyle yerler otlağı Ki kılın çekicek damar yağı “Otlağı yiyip sömürürler(di) ki kıl(lar)ını çekince yağ (ları) damlardı.” Boynuzu ba’zısının ay gibi Kiminün halka halka yay gibi “Bazısının boynuzu ay gibi(ydi), kimisinin halka halka yay gibi(ydi).” Har-ı miskin eder iken seyran “Miskin eşek, bakıp gezinirken, sığırları görüp şaşa kaldı.” Kaldı görüb sığırları hayran Ne yular derdi ne gam-ı palan Ne yük altında haste vü nalan “Ne yular derdi, ne palan kaygısı; ne yük altında hastalanmak, inlemek.” Acebe kalur ü tefekkür eder Kendi ahvalini tasavvur eder “Hayrette kalır, düşünür, kendi yaşayışını gözünün önüne getirir.” Ki biriz bunlarunla hilkatde Elde ayakta şekl ü suretde “(Düşünür) ki: Biz, yaradılışta bunlarla biriz. Elde, ayakta, kılıkta aynıyız.” Bunların başlarına tac neden Bize bu fakr ü ihtiyac neden (Öyleyse) bunların başlarına taç ne için? Bize bu fakirlik, bu ihtiyaç neden?” Bizi ger arpa ok u yay etti Bunların boynuzın kim ay etti “Gerçi arpa bizi ok gibi (inceltip) yay gibi büktü; (fakat) bunların boynunu ay biçimine kim koydu?” --------Vezni: Fe i la tün / me fa i lün / fe i lün Fa i la tün / = = / fa u lün (Nihad Sami Banarlı, Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı, Lise 2, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1990) Harp harp vurmak : Küt küt çarpmak (Kalp) “... Oğlunu alıp teyzesini görmeye gitti. Irazca’nın yüreği harp harp vuruyordu.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:67) Harpy : (YUN. MYTH.) Yunan Mitolojisi’nde, yarı kuş, yarı kadın, her tür kötülüğü yapabilecek iğrenç canavarlar “Martin, fabrikalardaki kızların zayıf ve hastalıklı yüzlerini, Market’in güneyindeki aptalca sırıtan gürültücü kızları gördü. Orada, sığır kamplarındaki kadınlar, ‘Old Mexico’nun sigara içen kadınları vardı. Sırasıyla, tahta ayakkabıları üzerinde, yapmacık yürüyüşü, taşbebek gibi Japon kadınları; zarif görünüşlü, yozlaşmanın damgasını taşıyan Avrasyalılar, Güney Denizi Adaları’nın çiçekten taçlı kahverengi derili, dolgun bedenli kadınları doluşmuşlardı. Bütün bunlar garip ve korkunç bir karabasan sürüsü - Whitechapel kaldırımlarının pasaklı, çirkin, karmakarışık yaratıkları, genelevlerin içki küpü acuzeleri ve bütün bu uçsuz bucaksız cehennemlerin harpy’lerin devamı, iğrenç ağızlı, pasaklı, müthiş dişi görünüşleri altında denizcileri avlayan, limanların döküntüleri, insanlık çukurunun pis yapışkan köpüğü - tarafından ortadan silindi.” (J. London, “Martin Eden”, sa:10) Hart hart kaşınmak : Tırnaklarını derisine batıra batıra, derin derin kaşınmak “Bir uğultu halinde sivrisinekler, kara bir bulut gibi üstlerine geldi başlarına çokuştu. Giyitlerinden iğne gibi geçiriyorlardı. O yanına, bu yanına çırpındılar, olmadı, kovaladılar, olmadı. Sivrisineğin her konduğu yerde bir kabartı oluyordu. Kaşınmaya başladılar. Hart hart kaşınıyorlardı.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:32) “... yatağının öbür ucundan kalkıp gelen Yaman, ona dostça miyavladı, sonra da gidip kucağına, kocaman ellerinin arasına yerleşti. -Sen hiç de iyi alışkanlıklar edinmiyorsun... Ananias, hart hart kaşındı. Keyfi neredeyse kaçmış bir halde pencereye gitti...” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:16) Har vurup harman savurmak : Sanki yarın yokmuş gibi elindekini, avucundakini sarfetmek, yiyip bitirmek “ ‘İnsan, kendi canına, kendi malına da kıyabilir. İntihar edenler, malını mülkünü kumarda yiyenler, har vurup harman savuranlar, neşeli bir ömür sürecekleri yerde gözyaşı dökenler, ikinci dairede boş yere pişmanlık getirip dururlar.’ ” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:159) “Erken yatıp evden dışarı adımımı atmayınca insan haliyle sağlıklı oluyor. Anam olacak o pis cadaloz bile öldüğünde yetmiş dört yaşındaydı. Üstelik de hasta olduğu için değil, fakat açlıktan kuyruğu titretti. Yaşlılığını düşünerek birkaç kuruş ayırmak hiçbir zaman aklına gelmemişti. Eline geçeni har vurup harman savurdu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:86) “GAYEV - Kızkardeşim har vurup harman savurmak alışkanlığını bırakmamış hala. (Yaşa’ya.) Biraz ötede dur aslanım, leş gibi tütün kokuyorsun. YAŞA (Alaycı.) - Siz de, Leonid Andreyiç, nasıldıysanız öylece kalmışsınız.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:120) “Zaten ömrü boyunca sadece har vurup harman savurmaktan, miras yemekten bir şey yapmayan, paranın nasıl kazanıldığından habersiz olan Dmitri Fedoroviç gibilerin başına gelir bu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:8) “… ‘Ama çabuk olun! Lagardy yalnız bir temsil verecek; İngiltere’de çok yüksek ücretle bir iş bulmuş çünkü. Söylendiğine göre yaman adammış! Altınlar içinde yüzüyormuş. Üç metresiyle aşçısını da yanında götürüyormuş! Bu büyük sanatçıların hepsi ellerine geçeni har vurup harman savururlar; şöyle hayal gücünü az buçuk gıdıklayacak hovarda bir yaşantı sürdürmek isterler. Bençliklerinde bir yana biraz para ayırmayı akıl etmediklerinden, sonunda hastanede can verirler. Eh hadi, yemeğinizi afiyetle yiyin, yarın görüşürüz!’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:240) “İleride halklar, güneşin ışığından ve sıcaklığından yarar sağladıkları zaman, bize acıyacaklar, ışığını ve yakacaklarını nice zorluklarla toprağın derinliklerinden çıkaran, gelecek kuşakları düşünmeden kömürleri har vurup harman savuran bizlere. İnsan ne zaman gerçekten tutumlu olacak da kürenin bütün sıcak noktalarında uygunsuz ya da gereksiz sıcaklığı tutmasını, yönlendirmesini, başaracak?” (A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:152) “ARABACI ÇOCUK - Ben aşırı sarfediciliğin sembolüyüm, şiirin ta kendisiyim, kendi servetini har vurup harman savurduktan sonra, seni de eritip bitiren bir şairim. Aynı zamanda, ölçülemeyecek derecede zenginim de.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:38) “LUNARDO - Bugün bana böyle yapacak birini gösterebilirseniz, aşk olsun size. Doğrusunu söyleyelim, zamane çocukları har vurup harman savuruyorlar. SIMON - Haydi parayı savurmuşlar, neyse. Fakat asıl sorun şu ki kendilerini de berbat ediyorlar.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:63) “Yolculuğum sırasında Brenta ırmağının iki kıyısı boyunca sıralanan ve görkemleri oradaki zevk safa düşkünlüğünü yansıtan birçok villa gözüme çarptı. Bır zamanlar dedelerimizin gelirlerini toplamaya gittikleri o yerlere, şimdi har vurup harman savurmaya gidiliyor.” (C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:9) “Babamdan kalan mirastan söz açtım. ‘Bu miras hayli büyük olabilir,’ dedi. Miktarını söyledim, ‘Bu para hem çok, hem az,’ dedi. ‘Bir iş yapabilmek için çok, har vurup harman savurmak içinse az...’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:61) “Dileğinin gerçekleşmesiyle zengin olan bir ustayla evlenmişti ve görünüşe göre, karı-koca eğlenceye düşkünlükleri nedeniyle paralarını ömürleri boyunca har vurup harman savuracaklardı.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:127) “Veraguth da doğrulup kalkmıştı ayağa, ama sölpük, pörsümüş bir hali vardı. ‘Pekala, haklısın öyle olmak isitiyorsan,’ dedi yorgun. ‘Beni gözünde büyütmüşsün, asla sandığın kadar genç, sandığın kadar kolay kırılıp gücenen biri değilim. O kadar fazla dostum da yok, har vurup harman savurayım. Bir sen varsın..’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:64) “BRAND, annesine doğru bir adım ilerleyerek. - Ya benim gönlüm har vurup harman savurmak istiyorsa!… ANNE, sendeleyerek geri geri gider. - Sırtımı iki büklüm eden, saçlarımı ağartan bu uzun esir hayatının semeresini saçıp savurmak, öyle mi?” (H. Ibsen, “Brand”, sa:63) “Tabii kitaplarım biraz para getirmişti bana, elime geçtikçe onu bana başvuran dostlar ve yabancılarla paylaşıyordum. Her zaman yaptığım gibi davranıyordum, bana özgü bir şey de değildi bu. Özellikle doğuda, arkadaşlar arasında yardımlaşma ve yabancılara yardım etme olağan şeylerdir. O sayede geberip gitmekten kurtulabilmiştim. En yakın dostlarım bu tutumuma har vurup harman savurmak dediler. Şu mendebur parayı saklayıp ailesine harcamalıymış kişi.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:8) “En çok kendisi İstanbul’da har vurup harman savururken yarı aç, yarı tok Fakülteye devam ederek yakında doktor çıkacak olan komşu polisin kızı Hanife’ye rastlamaktan korkuyordu.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:182) “Koca Ahmet aldığı parayı har vurup harman savurmazdı. Zaten nereye harcasın? Dağ başı... Gezdiği bölgenin hastalarına ilaç, öküzsüzüne öküz, fıkarasına unluk alırdı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:68) “Gülümsüyordu; ben de ona cevap vermeden önce gülümsedim: ‘Aynı fikirdeyim, ama o bir müşteri, gerektiğinden fazla parası var. Her halukarda bu parayı har vurup harman savuracak, bence bize versin daha iyi.’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:212) “HARPAGON -... utanmıyor musun ananın babanın bunca alın teriyle biriktirdiği serveti har vurup harman savurmaktan? CLEANTE - Ya siz utanmıyor musunuz böyle dalavereli işlerle adınızı lekelemekten, para istif etmeye doymak bilmeyen hırsınızla, şerefi, namusu hiçe saymaktan..... HARPAGON - Defol, edepsiz, gözüm görmesin seni.” (Moliere, “Cimri”, sa:64) “Evleneceksin. Yoksa lanetlerim seni. Varımı yoğumu (Tanrı hakkı için!) satar savar, har vurur harman savurur, kıymık bırakmam sana!” (A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:174) “Masalsı bir operaya döndüm: Her varlığın bir mutluluk yazgısı var, bunu gördüm: Eylem yaşam değil de, kimi gücü, bir öfkeyi har vurup harman savurma biçimi. Aktöre güçsüz beynin ürünü.” (A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:137) “-Neyi anlatayım? -Başka işçilerle bizi. George: -Bizim gibi insanların kimi kimsesi olmaz. Bunlar biraz para yapar, sonra harvurup harman savurarak yerler. Bütün dünyada, kendilerine delik bir metelik kadar bile değer verecek kimseleri yoktur.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:176-7) “Bu görünüm garsonu yatıştırmış olacak ki, aklın ver somut gücün verdiği üstünlükle konta: -Yakışıksız davranışlarınızı elden bırakmak istemiyor idiyseniz, onlara ses çıkarmayan zavallı uşaklarınızı, yitirmemek için akıllı davransaydınız, paranızı har vurup harman savurmasaydınız…” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:88) “SAŞA - Ama bütün servetini karısına vermemiş miydi? ANNA PAVLOVNA - Nasıl vermesin, har vurup harman savuracağını biliyordu. SAŞA - Har vurup harman savurduğunu bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa kocasından, hele, Fedya gibi bir kocadan ayrılmamalıydı.” (L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:12) “Gustavo hep böyle olmuştu zaten. Zayıf karakterliydi. Son aylarda kendi mücevherleri bile değerlerinin yarısına satılmıştı. Yalnızca son zamanlarda durumu ailesinin gözleri önüne sermişti. Mahvolmuş durumdaydılar. Fabrika iflas etmişti. Hepsinin har vurup harman savurdukları para, geri gelmiyordu.” (J.M. de Vasconcelos,“Çıplak Sokak”, sa:82) “Bu adla tanıştırılıyor, bu adla selamlanıyor, bu lüks otele, mobilyalarıyla ve ışıklarıyla göz kamaştıran odaya, paranın har vurup harman savurulduğu bu yeni dünyaya ve onun baş döndürücü çılgınlığına nasıl hemen uyum sağlayıp alıştıysa, bu yeni ada da çok rahat alışıyor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:91) “Hiçbir baskı yoktu. Herkes dilediği gibi konuşabilir, düşünebilir, gülebilir, küfredebilirdi. İstiyen tek başına, istiyen başkalarıyla birlikte har vurup harman savurur, ya da tutumlu yaşardı, lüks ya da Bohem bir hayat yaşardı.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:161) , “Bu yetenekler herhangi bir yönde, bilimde, sanatta, diplomaside, iş alanında tam olarak gerçekleşebilseydi, olağanüstü sonuçlar çıkabilirdi ortaya. Ama Casanova, kendi isteğiyle, bu yetenekleri anlık şeyler için har vurup harman savurmuştur.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:35) “ ‘Ah sahi!’ Bunu unutmuştum. Fakat sorusu beni çekingenleştirmedi, tersine... Hediye edeceğim, vereceğim, har vurup harman savurabileceğim için pek sevindim.’ ” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:162) Has; İnsanların hası : İyi ve güzel nitelikler; Bunları sergileyen kimse Bk.: Özgü “ ‘Yaşam boktan bir şey, bunu biliyorum, yine de tek istediğim biraz daha yaşamak. Tanrı’nın unuttuğu şu dünyada birkaç yıl daha kalmak. Zarftaki sayfalara gelince, onları ne istersen yap. Sen arkadaşımsın, en iyi dostumsun, insanların hasısın, her konuda kararına güvenirim. -Adam-’ ” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:129) Hasat : Ekinleri tarladan biçip kaldırmak “Irmakağzı’nda, toprağın, insanı Tanrı’yla boy ölçüşmeye zorlamaktan başka amacı yoktur. Toprak, özsuyuyla dolu olarak kendini insana sunar, bütün terini uğrunda harcamaya iter, ama iş hasada gelince, görünmeyen bir el, sonucu vaadedici olduğu kadar tehdit edici bir şekilde tartar.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:7-8) Hasb(p)elkader : Tesadüfen, bir kaza-raslantı eseri “Kemal ağa araya girdi: -O yönü düşünmeyin başefendi... bende fazla yatak, yorgan var, idare ederim. -Kemal ağa, dedi. Başgardiyan, büyük çiftçilerimizdendir. Feleğin gadrine uğrayarak, buraya hasbelkader düşmüştür. Size, kafanıza göre iyi bir arkadaş olabilir.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:64) “Gallimard dahil olmak üzere birçok dünya yayınevinin kitaplarımı basmış olması bana bu sözü söyleme cesareti veriyor. Kendimden söz etmek kabalığına düşmek istemem ama bir şeyi belirtmek zorundayım. Eğer -hasbelkader- otuz dile çevrilmiş bir yazar olmasaydım, bu yargıyı dile getirmem güçleşirdi. Çünkü yazıya hemen kıskançlık vs. gibi bana çok yabancı olan başka anlamlar yüklenirdi.” (Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:103) Hasbi : Gönüllü; Aldırmayan bir tavırla, önem vermiyormuş gibi “Sordum: Teşrif Ankara’dan mı beyefendi? Ne bildin, dedi. Bilmeyecek ne var? O zamanki vali mürtekibin (irtikap eden, rüşvet alan) hırsızın ve kumarbazın teki. Fabrikatorları, tüccarları Kulübe cebri <zorla> toplar, pokere oturtur. Ütülürse hasbi geçer, üttü mü, Allah yarattı demez... Herkes şikayetçiydi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:223) Haset, Haset kumkuması : Marazi istek, dedikodu, çekememe; Dedikoducu, harislik ve kıskançlıktan kıvranan “Onun bizzat burada olmasını isterdim, o haset kumkuması herif, benim, hep olduğum gibi kalabilmem için, bir başkasının yapıtını berbat etmek gereği duymadığımı görmeliydi.” (E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:33) “Bu nedenle nice büyük monarşilerin Parma prensine haset edeceği bu adamın bilinen bir tek tutkusu vardı: Büyük kişilerde teklifsiz, içli dışlı konuşmalar ve maskaralıklar yaparak onların hoşuna gitmek. Büyük adamın onun söylediklerine ya da sadece kendisine gülmesi ya da Bayan Rassi konusunda insanı isyan ettirecek alaylar etmesi onun pek umurunda değildi. Yeter ki karşısındakileri güldürsün, onlar da kendisine karşı teklifsiz, senli benli davransınlar, artık o pek memnun olur, sevinçten etekleri zil çalardı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:291) Hasıl etmek : Toplamak, derlemek “ ‘... Ve de pirelendi mi çerçiliği filan şuraya bırakır da elindeki parayı kuyuların dibine sokuverir. Kafasını kessen iki kuruş hasıl edemezsin. İyisi mi? Biz elimizi çabuk tutalım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:126) Hasılı : Velhasıl, sözün kısası, özet, kıssadan hisse “Şaşırdım. Bahçedeki ağaca saklanmak için tırmandım. Ne azar, ne tehdit, hatta ne yalvarma beni aşağıya indiremiyordu..... Hasılı, o gece ortalık kararıncaya kadar, kuş gibi ağaç dalında tünedim.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:20) “Borcuna doğru ama, dul kocakarıların, saçı bitmemiş yetimlerin iki meteliğini fırsat düşürünce aşırması neyin nesi? Hasılı ‘eşkiya-vurguncu’ desen değil, ‘cami direği gibi doğru bir herif’ desen değil, Allahın bir hikmeti vesselam.” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:241) Hasım : Düşman, karşıt, muhalif “Bunun yerine, çatışmalar başlar başlamaz yerel ihtilaf <anlaşmazlık>, deyim yerindeyse, daha geniş çaplı ihtilaflarla iç içe geçti. Muradın hasımları silahlandılar, hızla gelişen bir siyasal harekete katıldılar ve bir gün, ülkeye hakim olan kaos ortamından faydalanıp, eski evi işgal ettiler.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:157) Hasıraltı edilmek, etmek : Örtbas edilmek- etmek, gizle(n)mek; kaale-hesaba alınmamak, ih mal edilmek, es geçilmek “ ‘... Bin kere söyledim, bin kez de söylerim: Pierre Cloucharde dünyayı, yaşadığı biçimiyle yazar. Belki bazı şehir rehberleri bunu şehirde masrafları sizin tarafınızdan karşılanan bir gece karşılığında hasır altı edebilir ama Montreal Times satılık değildir! Kabul etmiyorum!’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:95) “... yalnızca yazdıkları için kendilerine yazar sıfatı takılmış, ama gerçekte yazar olamamışlar arasındaki ayrımı sergiler. Canetti, bu konudaki ipuçlarını daha denemenin ilk satırlarında verir: ‘Bir süredir gücünü yitirmiş olan, kaçınılan ve hasıraltı edilen, kullanıldığında kullananı alay konusu yapan, içi küçülüp çirkinleşene dek boşaltılan, böylece de bir uyarıya dönüşen sözcüklerin arasına ‘yazar’ sözcüğü de katıldı.’ ” (A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:89) “Herşey İyonyalı’ların doğudan öteki toplumlarla beraber geldiklerini, onlarla karışarak, özel bir Anadolu ve İyon uygarlığı yarattıklarını gösterir. Batı, kendi yorumları için Herodot’ta <Herodotos> da bir dayanak bulur. Ama bu dayanağı bulurken çok önemli gerçekleri hasıraltı eder.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:35) “Sade kitaplardan teori bilirler, bunu ise harmanili devlet adamları da onun kadar ustalıkla becerir. Onun tüm askerliği, bir işgörmeden gevezelik etmektir. Yine de, efendim, o seçildi. Yararlılığımı Rodos’ta, Kıbrıs’ta, diğer Hıristiyan ve barbar topraklarında kumandana gösterdiğim halde, ben hasıraltı edildim.” (W. Shakespeare, “Othello”, sa:4) “Cinsiyet, dünyadan kaldırılamayacağına göre hiç değil burjuva moralinde yeri olmamalıydı. Bunun sonucu sessizce varılan anlaşmaya göre o can çekici ve karmakarışık şeyi ne okulda, ne ailede, ne de herkesin önünde açıklamalıydı; varlığını akla getirecek her şeyi hasıraltı etmeliydi.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:91) Hasır üzerinde bırakmak : Birinin malını mülkünü yitirerek onu çırçıplak hasır üzerinde bırakmak, soyup sovana çevirmek “Bir vakitler İstanbul’u tekmil soyan Nedime’yi, ahir ömründe bir soyan çıktı mı? Aferin! -Kamil Bey’e göz kırptı: -Kaç para eder ki yiyemedin tosunum! Yeseydin benden sana ananın ak sütü gibi helaldi. Nedime, nice mirasyedileri, paşaoğullarını hasır üzerinde, hamam külhanlarında bıraktı.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:239) Has..ktir : Defol buradan, git buradan, hay Allah kahretsin (Argo) Bk.: Hastir “Saks, ‘Kes artık,’ dedi. Sesi öfkeli, sertti ve Lillian’ı yere itmemek için kendini zor tuttu. ‘O çocuğa el sürmeyin demeyeceksin, duyuyor musun beni?’ Lillian da aynı şiddette öfkeyle yanıt verdi. ‘Has..ktir beyim. O benim çocuğum, canım ne isterse yaparım!’ ‘Onu dövmeyeceksin. Buna izin vermeyeceğim.’ ” (P. Auster, “Leviathan”, sa:182) “ALMANYA’DA İŞÇİ! H...İİTTTİR ETTİM HEPSİNİ. Şöyle bir bakıverdim tepeden. Yallah. BEN ÇALIŞIP HAYATINI KURTARMIŞ BİR KADINIM! DÜNYA VIZ GELİR BANA! (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104) “At bakıcısı konuştuğu zaman, gecenin perdesi yırtılıverdi adeta. Max Ophuls, kelimelerin ışığında bir yüz görmeye, en azından gördüğünü hayal etmeye başladı ve hayretler içinde karşısındaki adamı tanıdığını fark etti. Bekleyen adamın ilşk sözleri ‘Hass.ktir,’ demek oldu. ‘Seni tanıyorum, öyle değil mi? S.ktir.’ ” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:190-1) Hasislik : Pintilik, cimrilik, eli sıkılık “ ‘Hasislik, bizdeki bütün gerçek iyilik arzularını sözdürmüş, böylece yararlılık yapmaktan bizi alıkoymuştur. Adalet de, ellerimiz ayaklarımız sımsıkı bağlı bir halde bizi burada esir olarak tutuyor. Adaletli Tanrının dilediği kadar, bir yerde kıpırdayamadan yerde serili kalacağız.’ ” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:151) Haspa (Hasba), haspalık : Nazenin, kenar mahalle dilberi, kendini yüksek satanlara şaka yolla söylenen söz “Tan ortaya gelmişlerdi ki kalabalıktan birkaç ses işitildi. Bir kadın: -Ay rastıklı Ayşe’ye bak’ -Amanın hasbam! dedi bir diğeri. (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:21) “AKŞAM KARANLIĞI ---------------------------Doluyor masalar, ki zevk sunar kumarla, Yosmalar ve dostları üçkağıtçılarla, Ve amansız hırsızlar, dur-duraksız, yine Başlayacaklar az sonra mesleklerine, İşleri zorlamak kapıları, kasaları, Birkaç gün geçinip giydirmek haspaları.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:179) “ ‘Gız eşşek!’ dedi Irazca. ‘Gız sen benim huyuma ne eyi alıştın? Ben seni böyle görünce oğlumdan fazla seviyorum valla. Gelsinler, gelip görsünler! Gız benim bicecik gelinim, gız haspam!’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:76) “Bu düşünceler aklımdan bir saniyeden az zamanda şekillendi ve hemen o an bu iki meçhul kişiden kaçmak üzere, bu Napoli kalabalığının en yoğun noktasına doğru kendimi attım. Bir Madonna heykelinin oyuntusu önünde yanan bir lambadan başka bir şeyin aydınlatmadığı eğri büğrü bir patikaya girdim. İşte orada daha rahat düşününce, bu güzel kadının (eminim ki güzeldi haspa) benim hakkımda şükranla karşılamam gereken iyi niyetli bir düşünce dile getirdiği sonucuna vardım.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:34) “O gün arılar, dünyanın böylesi haspalığına, şenliğine, deliliğine, ışığına hiçbir diyecekleri yokmuş gibi, zilzurna sarhoş, aptal aptal uğulduyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:35) “Daha iki ay öncesine kadar bir çatı katında uslu uslu dikiş diken, kayış gibi yatağında günde beş saat uykuyla yetinen o haspa birdenbire bankacı metresi olmuş! Bu dönüşüm dün gece gerçekleşmiş. Kurban hatuna bu sabah rastladım, İşin korkunç yanı, en az dünkü kadar güzeldi yosma.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:432) “ ‘Balık hırsızları dediğiniz biz miyiz?’ Sonunda ağızlardan baklalar çıktı ve sıra övgülere geldi. Aman Tanrım, haspalar neler, ne oturaklı şeyler de biliyorlarmış!” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:33) “Şimdi efendim, işin esası şu: Bak şu çiçekli pencere var ya, alt kat, alt kat, ha, orada işte, Hayriye diye bir kadın oturuyor. Yaa pek meraklıdır hasbam çiçeğe. Her şeye meraklı ya, neyse günahı söyleyenlerin boynuna. Tabii, aman anacım, bir kötünün yedi mahalleye zararı dedikleri bu işte.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9) “-Hakları var efendim, yaş farkı... Pek aranmaz!.. -Tamam! Böyle dediler. Fazladan: ‘İki gönül bir olunca,’ dediler. Meğer haspanın da gönlü yok muymuş?” (K. Tahir, “Eski Şehrin Mahpusu”, sa:197) “ ‘-Bir de çöpçatanlık yapacakmış haspa! Nereden geldiği bilinmeyen bir sürü herifi evine doldurmuş! Ah, zorunlu olmasam gelir miyim? Biraz hava atmak için son evlendirdiği kızı gösteriyor. Ne örnek ama? Ayıbını örtmek için altı ay manastıra kapatılan kıza beyaz gelinlik giydirecekmiş!’ ” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:35) Hasret gidermek : Uzun zaman birbiriyle görüşmeyen arkadaş, dost, akraba vb.nin birlikte hoş vakit geçirmeleri “Onu bizzat, konaktan, altın başlı bastonuna çöke çöke inerek Arif Saim Bey karşıladı. Sarı Sultanoğlu onun geldiğini görünce bir delikanlı gibi attan atlayarak huzuruna vardı, kucaklaştılar. İki eski arkadaş, uzun uzun sarmaşarak hasret giderdiler.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:421) “... annem beni anneannem Josefa’ya emanet ederek gençlik arkadaşlarıyla hasret gidermeye koşar, onlara uygarlıkla ilgili olarak kendi deneyimlerini anlatır, hatta gururu ve utancı konuşmasına engel olmazsa, Lizbon gibi büyük bir metropolde erotik eğlencelerle doğru yoldan sapmış bir kocanın kötü muamelesini de bunların arasına katardı. Öyle tahmin ediyorum ki bu üzücü sahnelerin şaşkın ve korkmuş tanığı olduğumdan ben ömrümde asla bir kadına el kaldırmamışımdır:” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:44) Hassa alayı : Osmanlı İmparatorluğu devrinde, padişahı korumakla mükellef askeri birlik “Günün gazetesinden de şunu çıkarıyoruz: ‘Saat on ikiyi vurduğunda Büyükelçi her yanına paha biçilmez halılar asılmış orta balkonda belirdi. İmparatorluk Hassa alayından herbirinin boyu yüz seksen santimin üstünde altı Türk sağında ve solunda meşaleler tutuyorlardı. Görünmesiyle birlikte havai fişekler göğe yükseldiler ve halktan büyük bir nara koptu, Büyükelçi buna derin bir reveransla <yarı eğilmek> ve marifetleri arasında su gibi konuşmasını sayabileceğimiz Türk dilinde birkaç teşekkür sözcüğü söyleyerek karşılık verdi. Derken Sir Adrian Scrope, tepeden tırnağa İngiliz amiral aniformaları içinde öne çıktı; Büyükelçi bir dizinin üstüne çöktü; Amiral, En Yüksek Bath Nişanı gerdanlığını boynuna geçirdi, sonra Yıldızı göğsüne iliştirdi; bunun ardından diplomasiye mensup bir başka zat azametle ilerleyerek omuzlarına dükalık kaftanını koydu ve kızıl bir yastık üzerinde dükalık tacını sundu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:91) Hasta düşmek : Hasta olmak “Yoksulluk bile onda daha kolay katlanılır hale gelmişti. - çünkü bu yabancı onda, o ana akadar hiç tanımadığı bir duyguyu uyandırmıştı: aşktı bu duygu. Oğlu hasta düştüğünde, İlyas’ın kendi yanında kalması için, komşularının hepsine karşı mücadele etmişti.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa.:90) “Öz kardeşinin baba katili olduğuna dayanamazdı! Daha bir hafta önce bu yüzden hasta düştüğünün farkındaydım. Son günlerde bana her gelişinde arada bir abuk sabuk konuştuğu oluyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:319) “Az da olsa durumunun gerçekliğinden etkilenmemiş görünüyordu: dağların ortasında, dil bilmeden yalnız başına ve herhangi bir yardıma güvenemez halde hasta düşmüştü. İki üç haftadır ateşli olduğunu, Almora yakınında bir Bhutanlı’nın evinde ölüm döşeğinde yatmış, ama en ufak derecede korkmamış olduğunu söyledi.” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:192) “Annemi yakında gönderirsin, değil mi paşa baba?.. Vallahi bu kış onu senden ayıramazdım. Fakat hastalık, sağlık insan için... Ya hasta düşersem diyorum... Yalnız hasta olmak, hatta belki... söylemeye dilim varmıyor ama...” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:43) Hasta la vista : (İSP.,PSYCH.,SOSY.) <Asta la vista> : Yine karşılaşıncaya kadar... = Until we meet again (İNG.) Hastalık hastası : Kendini sürekli olarak hasta hissetmek, bunun için her şeyi kendine dert edinmek “DELİ - Elbette, şakanın da bir sırası vardır..... Siz anarşistlere, komünistlere, işçilere ve sendikacılara inanıyorsunuz... Hayır, gerçekte, onlar devrimci postuna bürünen depresyondaki yoksullar, hastalık hastaları, melankolikler, tarafınızdan şiddet görerek sorgulanmakta...” (D. Fo, bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:52) “Bu meşe duvarların arasına kapatılmış, belirsizlik içinde olmaktan usanmışlığın giderek kısır bir döngü içinde dolanıp durur hale getirdiği zincire vurulmuş ve artık hastalık hastası olmuş bir manastır başrahibi gibi, ortalıkta geziniyor, zaman zaman duraklıyor..... ve dalgın ya da dengesiz bir ruh durumunun diğer belirtilerinin yanı sıra kızarıyor, beti benzi atıyor, sakalını çekiştiriyordu.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:23) Hastalık kapmak : Genel anlamda, bir başkasından grip vb. bulaşıcı hastalık almak, daha özel anlamda, 1940 ve ‘50’lerde verem-tüberküloz, tarih boyunca, karşı cinsten cinsel-zührevi hastalıklar (belsoğukluğugonore ve frengi-sifiliz) ve bugünlerde AIDS bulaşmak “Kendine karşı acımasızdı şimdi; Kendini otuz yaşında öldürmeyeceğini, ikiyüzlü olduğunu, kötü bir şair, iyi bir sahtekar olduğunu, biraz, gelecek olan kadından hastalık kapmaktan korktuğunu düşünüyordu.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:275) Hastalık kumkuması : Her türlü hastalığı üzerinde toplama “Kasabamızdaki manastırda Staretz’liğin ne zaman, kiminle başladığını söyleyemem. Yalnız bizimkilerin üçüncü Staretz kuşağı olduğunu biliyorum. Staretz Zosima bunların sonuncularından biriydi. Ama o da hastalık kumkuması idi, yakında ölecekti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:34) Hasta tavuk gibi somurtmak : Özellikle Fransız köylülerinin (Ana toprak, Kanada) pek sık kullandıkları bir benzetim: “Tavuk dediğin gıt gıt gıdıklar” derler. “-Ağlama dedim! Mösyö Josserand, kızınıza söyleyin gözlerini harap etmesin. Hadi bırak, sil gözlerini. Şimdi karşında sana kur yapan bir bey olduğunu düşün. Gülümse ve yelpazeni düşür; bey onu yerden alırken elleriniz birbirine dokunsun. Öyle değil; hasta tavuk gibi somurtma. Başını geri at ki güzel boynun ortaya çıksın.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:49) Hastir : ‘Ha S..tir’in kısaltılmışı; defol (Argo) “Cemal, Ömer’in boynunu sarılı görünce güldü: ‘Doldur bakalım, Allahın avanağı! Geç de doldur.’ Ömer, eşeği içeri çekti: ‘Hastir ula!’ dedi. ‘Bir de sen bulaşsan da tanısaydın, enayi! Şimdi böyle, Allahın avanağı demesine ne var?’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:56) “Chartrukian Susan Fletcher’in tuvalete gittiğini görmüştü, bu yüzden onun da bir sorun olmayacağını biliyordu. Geriye kalan tek sorun Hale idi. Kriptografın kendisini izleyip izlemediğini merak ederek 3. bölüme doğru baktı. ‘Has..tir’ diye söylendi.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:199) “PATRON - (Eşikten, AMEDEE’ye.) Siz de amma matrak iş yapıyorsunuz ha!... Vay! Ama bu benim kiracım, yahu... Bay Amadéee bu.... Karınız nasıl? (Düdük sesleri duyulur.) Aynasızlar geliyor. AMEDEE - (Taş kesilip durur.) Hastir, polis!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:128) “ ‘N’oldu yahu, nedir?’, ‘N’olsun! Almanların donanmasını İngiliz önüne katmış, Çanakkale’ye kadar kovalamış... Biz, Alman’ın donanmasını Çanakkale’den içeri almışız. İngilize ‘Hastir’ demişiz.’ ‘Peki! Bundan ne çıkar?’, ‘Ne mi çıkar? Harb çıkar eşek, hayır çıkacak değil ya...’ ” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:133) “ ‘Rica ederim, rica ederim. Veli Reis Beyefendi beni yanlış anladınız. Size, sizin gibi bir kahramana bir yanlış harekette bulunabilir miyim hiç? ‘Hastir ulan, yabancı oğlu yalancık, g.t yalayan. Ben ne kahramanım ne bir b.k, ben de senin gibi bir asker kaçağıyım. Asker kaçağı olmasaydım, şimdi çölde kemiklerim bile çürümüştü.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294) Haşa, sümme haşa; Haşa huzurunuzdan : (ARAP.): Özü sözü belli, değerli bir devlet adamı ya da meslek sahibi bir otoritenin şu ya da bu şekilde itham edici sözlerini kat’i bir şekilde, saygılı olarak, yadsımak için kullanılan sözcük dizisi : Asla, asla ve asla; kat’iyen; Huzurunuzda bu gibi şeylerin konuşulması bile doğru değil, özür dilerim “ ‘Haşa efendim!’ ‘Haşan maşan başına çalınsın, iki yüzlü, bin yüzlü adam! Sen kim oluyorsun! Ben de bu adadan giderim. Bu Hacı Poyraz da senin gibi bir adamı adam sayıyor da, sana dost olmuş. Tuh onun kalıbına, tuh onuın madalyasına, tuh onun muskasına, tuh onun teknesine, tuh onun tabancasına. Adası da başını yesin, kendi de başını yesin. Ben de Hacı Poyrazı adam sanmıştım. Kendisi de adası da kendinin… O, adam değil, Hacı Remzi olmuş. Hacı Remzi gibi domuz taşağı, gübre solucanı olmuş…’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:294-5) “Ne cevap veren var, ne hal soran... Bir acayip iştir kardaşlar, bu hükümet işi. Bu kadar vatandaşını Torosun dağında bir eşkıyanın elinde bırakmış. Gönder bir alay asker, kesin kökünü şunların. Haşa, sümme haşa! Hükümetimize dil uzatmıyorum. Uzatamam efendim.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:373) “WALTER - Allah esirgesin! Sizinki tıpkı Sodom ve Gomorra gibi cayır cayır yanmıştı! LICHT - Daha doğrusu - Haşa huzurunuzdan efendimiz! - içine kedi yavrulamıştı!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:86) Haşarat : (ARAP.): Haşare, Haşere’nin çoğulu Bk.: Haşere Haşare : (ARAP.): İşe yaramaz böcek takımı; serseri çocuk ya da adam, Haşarı : Yaramaz, serseri, davranış bozukluğu gösteren çocuk Bk.: Haşere “Çocuğun ense köküne elimin tersi ile bir yapıştırdım. Vay canına vay, sen misin bunu yapıştıran? Öteki çocuklar hep birden yaygaraya başlayıp bana hücuma kalkışmasınlar mı? Bereket versin oradaki köy kahvesinden yetişen bir kaç delikanlı bu haşarıları darmadağın ettiler, sonra beni alıp kahveye oturttular, kahve ısmarladılar, hal hatır sordular.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89) Haşere : (ARAP.): Böcek: Karafatma, kene, kurt, sinek, tahtakurusu gibi; bazen çekirge, fare, kertenkele gibi küçük hayvanlar için de kullanılır; Komşuluğa, çevreye kötülük yapmaktan başka bir şey bilmeyen serseri çocuk, genç, çapulcu kitlesi “Yazın arka avlumuzda hep çöp bidonu kokusu ve bütün evlerde de haşere olurdu. Mutfaktaki ahşap duvar kaplamalarında karafatmalar, ocağın arkasında bir yerlerde çekirgeler dolaşır, dükkanda da ayrıca un kurtları mekan tutardı. O günlerde, annem gibi eviyle gurur duyan bir kadın için karafatma utanılacak bir şey değildi. Onlar da, dolap ya da oklova gibi mutfağın bir parçası sayılırdı. Ama bir de haşereler vardı, bitip tükenmeyen haşereler: Sinek.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:62-3) “...Ama dersini almalıydı şu yetkinlik budalası kerata! Şu gülünç seyir bitsin, öyle bir haşlayacaktı ki, geldiği zamanki gibi bir küçük sıfıra dönecek, sıvışacak delik arayacaktı. Haşarat! Bu zamanda hiç kimseye güvenip yaklaşmaya gelmiyordu aslında, bunun gibi gülünç haşarat kaynıyordu ortalık!” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:86) Haşhaşiler (Assasins) : (ARAP MYTH.) : Arapça’da: ‘Bekçiler, Sır Bekçileri’ anlamına gelir; ancak tarihte, M.S. XI. yy.’da Hasan Sabbah tarafından kurulmuş bir tarikatın üyelerinin, adam öldürme eylemlerini yapmadan önce haşhaş içtikleri gerçeğinden yazılı eserlerde ‘haşhaşiler’ ve ‘suikastçı’lar sözcükleri hep birbirlerine eşdeğer olarak geçer. <Klasik Fransızca’da ‘assassin’=cana kıyıcı, profesyonel kaatil, olarak geçer. Argo edebiyatında, çok yakışıklı birinin can alıcı bakışları o dilde ‘Des regards assassins = Öldürücü, iç ezici’ olarak dillendirilir. ‘Peçeli-Peçe ile kaplı güzellere” de ‘Mouche assassine-Öldürücü sinek’ diye lakırdı atılır. Güncel yaşamda bir yerde gerçekten bir katil-cinayet gözlemlenmişse, o kişi, imdat babında, ‘A L’assessin!-Yetişin, adam öldürüyorlar’ diye haykırır. İ.E.> “Haşhaşiler, İranlı şair Ömer Hayyam’ın okul arkadaşı olan Hasan bin Sabbah tarafından 11. yüzyılda kurulmuş, İslami bir gizli topluluktur. Adlarının öldürme eylemlerinden önce hashaş içtikleri gerçeğinden türetildiği söylenir. Hasan, para çalma cezasından kurtulmak için İran’dan Mısır’a kaçtı. Mısır’da, İbrani Kabala’sının sırlarıyla diğer kadim <eski> sırlarını öğrendi. ‘Büyük Kahire Locası’ ya da ‘Bilginin Eli’ adlı gizli bir topluluğun yapısını inceledikten sonra, ‘Haşhaşiler’i kurdu. Haşhaşilerin kimi zaman, Şam’da Kudüs Kralı Bldwin tarafından önderlik edilen 1129 saldırısı gibi, bazı askeri eylemlerde Tapınak Şövalyeleri’yle birlik oluşturdukları söylenmiştir. Haşhaşiler’in çalışma biçimi basitti: Düşmanlarını ve yollarına çıkan başka herhangi bir kişiyi öldürüyorlardı. Şiddete dayanan doğaları, Haşhaşilerin en kötü düşmanı oldu. Hasan, oğlu tarafından öldürüldü. Oğlu daha sonra kendi oğlunu öldürmeyi planladı, ama Hasan’ın torunu bu planı öğrendi ve kendisi öldürülmeden önce babasını öldürdü. En üst düzeyde bir boşlukla baş başa kalan Haşhaşiler, 1250 yılında bölgeyi ele geçiren Moğollarla sayıca boy ölçüşemediler ‘ve varlıkları silindi gitti ama efsaneleri kaldı.’ ” (Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:103-4) “1797 ile 1798 yılları arasında, Fransız Devrimi’ni açıklamak üzere, Abbé <papaz> Barruel, ‘Mémoires poor servir a l’histoire du Jacobinisme’ <me’muvar pur servir a l’istuvar dü Cakobinizm’> : Jakobinizm’in tarihçesinin (aydınlanmasına) hizmet için anılar (İ.E.)’ adlı anı kitabını yazmıştır; görünüşte taraihsek gerçekleri işleyen bu kitap, aslında kötü yazılmış bir roman gibi okunabilir’................ Barruel’in kitabında Yahudilerle ilgili herhangi bir gönderme yoktu. Ancak 1806’da Barruel, Simonini adlı birisinden bir mektup alır; mektupta Simonini ona Manikiz’min kurucusu Mani ile Dağın Yaşlısı’nın (( Hasan Sabbah (Hasan ibn al-Sabbah: Haşhaşiye tarikatının ‘Şeyül Cebel <Dağ’ın Şeyhi> olarak anılan kurucusu. 1124 yılında İran’da – Alamur Kalesinde Moğollar tarafından öldürüldü.)) da ‘H a ş h a ş i y e adlı gizli bir tarikatın büyük ustası ve T e m p l i e r tarikatının ilk üyelerinin kötü şöhretli bir müttefiği’ Yahudi olduklarını, m qa s o n’ların Yahudiler tarafından kurulduğunu ve Yahudilerin tüm gizli topluluklara sızdıklarını hatırlatıyordu.” (U. Eco., “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:151-2) Haşır (haşir) neşir olmak : Kendi ya da birlikte olduğu kişilerin işleriyle derinden ilgilenmek, katılmak “Ve bu günlerde, ellerimiz birleştiğnde içimizde yükselen coşku bize, vitrinlerde, çocuklarıyla haşır neşir olan işçilerde, saf ve buz gibi aralık ayı göğünün derinliklerinde oynaşan coşkuyla aynı gibi geliyordu.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:107) “Anna yatağın kenarına oturuyor, Fyodor Mihayloviç onun elini tutuyor. ‘Bir öneride bulunabilir miyim? Matriyoşa’nın Sergev Neçayev ve arkadaşlarıyla haşır neşir olmasının iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:253) “Jeffe Peters, para dolandırmak için Charleston’da, pilav pişirme yöntemleri kadar çeşitli dolaplar çevirmiştir. Bununla birlikte ben her şeyden çok ilk zamanlarda, köşe başlarında öksürük ilacı ve merhem sattığı sokak köşelerinde, halkla haşır neşir olarak kıtı kıtına kuru ekmekle geçindiği, son meteliğinin talihine yazı tura atarak yaşadığı günlerin öyküsünü dinlemeyi severim.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:83) “ ‘... Dans edemeyince mutsuz olmama ve yaşamın yüzeysel yönlerinde bu denli kendime güvenmeme şaşıyorsun; bense dostum senin evinde ruhla, sanatla ve düşünceyle haşır neşir olmana karşın, o denli anlamlı ve güzel şeyler arasında düş kırıklığı içinde olmanı anlamıyorum.’ ” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:123) “Araçlarını kullanıp işletmekte ustalaşınca, masasının başından ayrılmadan bilinmedik denizlere açılıp insan ayağı basmamış diyarlara gezmesine ve harika varlıklarla haşırneşir olmasına elveren yeni bir uzay kavramı oluşturdu.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)) “KIR ŞARKISI -----------------Tabiatle haşir neşir Kırlarda gece ikindi vakti Sakin, dinlenmiş, rahat Bir gün daha gitti.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:15) “Hayatın, sokakların ve eşyaların yoksulluğunu gecenin karanlığı sanki örtecek ve hepimiz ev içlerinde, odalarda, yataklarda soluk alıp verirken, İstanbul’un artık çok uzaklarda kalmış eski zenginliğinden, kaybolmuş yapılarından ve efsanelerinden yapılmış rüyalarla, hayallerle haşır neşir olacağız gibi hissederim.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:40-1) “Şimdi... Bana ne düşündüğünü tam olarak söylemeni istiyorum. Biliyor musun, kendilerinden başka bir düşünceleri olmayan ve prensip olarak bana hayranlık duyan bir alay çocukla haşır neşirim ben.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:123) “Bütün kitaplarındaki kahramanları gibi bir köşeye çekilip düşünerek, hayal kurarak, maddi manevi her çeşit gizli zaafları ve kusurları ile haşir neşir olarak, mağaraya kapanmış bir adamın yaşadığı türden bir hayat sürüyordu.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, sa:97-8) Haşır huşur sesler çıkarmak : Suya dalıp çıkarken, ya da paketleri, kolileri, ahşap eşya kitlelerini oynatırken çıkarılan gürültü “Hogarth’la oğlu çömelerek elleriyle tekneyi onlara doğru getirir umuduyla dalga yapmaya çalışıyorlar. Hogarth iç çekiyor. Çabaları boşa çıkacağa benziyor. Çocuk, ayakkabılarını çıkarmaya yeltense de onun ayaklarının ıslanmasından korkan babası, ayakkabıları ayağında suya girerek teknenin battığı yere doğru seğirtiyor haşır huşur sesler çıkararak. Kıyıya gelirken kahkahalar atıyor, bir yandan da sövüp sayıyor. Bayan Gregory ıslak ayaklarla eve girdi diye yine kızacak çünkü.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:91) Haşlamak : Azarlamak, fırça çekmek “Barones, bu tozu dumana katan fırtınadan, bütün cesaretine karşın, bir parçacık ürktü. Pavel’i adamakıllı haşladı ve her şeyin hatta borçluluğunu sunmanın bile bir sınırı olduğunu, kahyayı hemen çağırmayacak olursa, bağışlama işine de veda etmesi gerektiğini söyledi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:235) “Çoğu zaman sokağa çıkmamakta inat ediyor, derken boğulur gibi oluyor, pencereleri açıyor, sırtına ince giysiler geçiriyordu. Hizmetçisini iyice haşladığı zaman ona armağanlar veriyor ya da onu konu komşuya gezmeye gönderiyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:75) “Oğlu üst perdeden bir tavırla anaya: ‘Gülme anne,’ diyor, ‘Thelka’yı hatırlıyor musun?’ ‘Hangi Thelka’yı?’ ‘On beş yaşındaydı ve sen kızı gördüğün yerde haşlardın. Gece on bire kadar ütü yapmak zorundaydı, sabahın dört buçuğunda kalkması gerekirdi ve tıkınacak bir lokması yoktu. Sonunda kaçtı. Nasıl, hatırlıyor musun?’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:114) “İlk zamanlar komşuları yol iz bilemeyen, kendilerini böyle haşlayan veremli kadını pek kınamışlardı. Daha sonraları durum düzeldi. Kasırga patlar patlamaz konuklar bir bir sıvışıyorlardı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:129) “Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2) “Dünya öyle bir ayarlanmış ki, insan sohbet bile edemiyor, öbür yanda Alberto ve Angilberto söylenmeye başlıyor, uzayan ara yüzünden huzursuzlar, yakaında hava kararacak ve daha iki kutu dolusu kurşunları var, uşağı haşlayacakklar...” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:234) “...Ama dersini almalıydı şu yetkinlik budalası kerata! Şu gülünç seyir bitsin, öyle bir haşlayacaktı ki, geldiği zamanki gibi bir küçük sıfıra dönecek, sıvışacak delik arayacaktı. Haşarat! Bu zamanda hiç kimseye güvenip yaklaşmaya gelmiyordu aslında, bunun gibi gülünç haşarat kaynıyordu ortalık!” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:86) Haşlanmak : Sıcaktan kavrulmak; sıcak suyla derisi yanmak; azarlanmak “BUTLER -… Düşün bir kez… Bütün gün güneşin altında su olmayan yerde su bulacağız diye boş yere dolaşıyor; haşlanıp duruyorlar. Sen olsan çıldırmaz mısın? (Birden tuhaf bir gülüşle güler.) Sen buraya gelmeden az önce onların deli gibi bağırıp çağırdıklarını duymadın mı?” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:8) Haşmetlim : Krallara, hükümdarlara hitap şekli “Kul hitaplarının bir seli ‘Haşmetlim! Mübarek efendimiz! Rütbeli Majesteleri!!’ heyecanla çağıldar ve ezici bir nezaketle konuğu saygıyle düzelttiği sandalyeye götürür.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:251) Haşmetmeab : İmparator, kral, şah gibi hükümdarlar ya da benzeri yüksek düzey tiranlar için kullanılan tarihsel terim “ ‘Ben de sizinle hemfikirim,’ diye araya girdi Papaz. ‘O mahşerden korkar, bu yüzden de çenesini sıkı tutar, tek laf çıkmaz ağzından. Ben kefilim ona.’ ‘Peki ama size kim kefil olsun?’ diye sordu şövalye. ‘Mesleğim. Benim mesleğim her türlü sırrı saklamayı gerektiriyor çünkü.’ ‘Tamam,’ diye bağırdı Şövalye. ‘Bana kalırsa tek yol var. Haşmetmeab, tellal bağırtarak, bütün İspanyol gezgin şövalyelerini saraya çağırmalıdır. Bir düzine şövalye bile toplanmış olsa, bir bakarsınız aralarından biri çıkar, bir başına bütün Türk donanmasını mahveder, çil yavrusu gibi dağıtır.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:418-9) “SMITHERS (Büyük bir merakla.) - Ona söylemeyeyim mi? (Sonra alayla.) Ha.. şu Allahın belası Haşmetmeabı demek istiyorsun.. Nedir bu oyun? Niçin sıvışıyorsun? Galiba ufaktefek bir şeyler de arakladın. (Kadının sırtına kamçısı ile anlamlı anlamlı hafifçe vurur.)” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11) Hatem-i Tai : (ARAP. MYTH.) : TAY kabilesinden ünlü Arap reisi ve şairi. Yiğitliği ve cömertliği ile dillere destan olmuştu. Hazreti Muhammed döneminde yaşadı ve Hicret’ten önce öldü. “Hatem-i Tai’nin kendi yok, ama, İyiliği kalacak sonsuzluğa! Malın zekatını vermek gerekir: Budanan bir asma çok üzüm verir!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:128) Hatır belası : Hatır için, hatırın yüzü suyu hürmetine “Hastayı götürdüm. Van’ın o pis, toprak dam hastanesinde yatak yok. Zor, güç, hatır belası adamı ikinci sefer hastaneye kabul ettirebildik. Her yol ayrımında, her tepe başında bir ziyaret... Allah selamet versin.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:39) Hatır gönül dinlememek, tanımamak : Gözünün yaşına bakmamak, saygıya karşın doğru bildiğini yapmak “Kendisinin de gülümseyerek söylediği gibi, eski bir günahkar olduğundan, katı ahlakçılara özgü tutuculuktan tamamen uzaktı ve hatır gönül tanımaz, erdem erbabı gibi kaşlarını çatmadan ve oldukça yüksekten, aşağıdaki biçimde özetleyebileceğimiz bir doktrini öğretirdi.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:33) “KAPTAN -... gözlerinde bir şeyler okudum. Bence, hiç hatır gönül dinlemez, bozar bu işi. Beni dinlersen Batı Hint Adaları’ndan bir zenci kadın al. Çok iyi karı olurlar. Ben denemiştim gençliğimde. İki yıl gül gibi geçindik.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:37) Hatır hatır (kaşımak) : Sert sert, ses çıkararak (Kaşımak) “Adam sandalyeye çöktü; Karl’ın durumu, şimdi biraz ilgisini uyandırmışa benziyordu. ‘Ama bavul sanırım kaybolmuş sayılmaz henüz,’ dedi Karl. ‘Sanabilene ne mutlu,’ dedi adam; kara, kısa ve gür saçlarını hatır hatır kaşıdı.” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:7) Hatırı geçmek : Birine saygı göstermek, düşünce ve kişiliğine önem vermek, dost olmak “Çok geçmeden ikisi birbirine hatırı geçen eski birer dosttu sanki...” (O. Henry, “viski soda”, sa:99) Hatırı için : Dostluk namına, eski günlerin adına “Talha’ya taş atmasını nasıl bağışlayayım. Nasıl bağışlayayım değil, Sadun’un hatırı için bile olsa nasıl aldırmayayım (Sadun’un hatırı için diyebiliyorum onu gerçekten sevmiş olduğum için ama gene de düşünüyorum Sadun o sessiz kıpırtısız soğuk içten gülümseyişiyle bir hatır sözünü düşündürmeyecek kadar uzak dururdu).” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:115-6) Hatırını kırmamak : Dostluğa saygı göstermek, kuralları bozmamak, gönlünü kırmamak “COSTANZA - Rica ederim, biraz oturun, birer kahve içelim. GIACINTA - Rahatsız olmayın, çok teşekkür ederim. COSTANZA - Rahatsızlık da ne demek? İşte geldi. Ne olur biraz daha oturun. GIACINTA - Hatırınızı kırmayayım. (Otururlar.) ” (C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:96) “Leyla’ın eski neşe ve sıhhati yavaş yavaş yerine geldi. Fakat Ali Rıza Bey, ona hala bir hasta gözüyle baktığı için hatırını kıracak bir şey söylemeye bir türlü dili varmıyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:116) “Amcamların evine faytonla gitmeye can atıyorum. Babam kırmıyor hatırımı. Sonra başka bir hatıraya gidiyorum.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:58) “TEFECİ - Ya benim canım bağırmak istiyorsa? TRANIO, alayla yalvarır gibi - Etme kuzum, gençliğime acı da kırma benim hatırımı.” (Terentius, “Hortlak”, sa:41) Hatırı sayılır derecede, miktarda; Hatırını saymak, hatırı sayılmak : Ünü, zenginliği ya da iyi niyetliliği, dostluğu nedeniyle saygınlık gösterilme; Kayde değer “STREPSİADES - Söylediklerine göre, onlarda aynı zamanda iki muhakeme şekli, hem kuvvetlisi, hem de zayıfı varmış... Onun için benim hatırımı sayar da bu muhakeme tarzını, haksızını öğrenecek olursan, senin yüzünden girdiğim borçlardan, hiçbir kimseye, tek mangır ödemem.” (Aristophanes, “Bulutlar”, sa:27) “İçeri izinsiz girmek isteyen birinin, arkasında etinden hatırı sayılır bir miktar bırakmadan girmesini engelleyen ilkel bir güvenlik sistemiydi bu.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:205) “ ‘Cep telefonumu çıkardım, ne de olsa bu şehire hatırı sayılır sayıda arkadaşım vardı, fakat birisini aramak için geç bir saatti. Bunlardan birine girip bir içki ısmarlamayı düşündüm, nasılsa birileri beni tanıyacak ve ona katılmaya davet edecekti.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:232) “Adam zaten anlatmak için bahane arıyordu, sıraya oturdular. -Ben esas buralı değilim, buranın yakın kasabasından. Azbuçuk tarlamız, çiftliğimiz, çubuğumuz var. Kasabamızda da hatırımız sayılır az buçuk.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:52) “Bununla birlikte, çoğu bakımdan benim için çok değerli bir kişi olduğu ve saat on ikiden, öğle vaktinden önce daima en hızlı ve düzenli kişi olmanın yanısıra, kolay kolay benzeri bulunmayacak çalışmayla hatırı sayılır miktarda işin üstesinden geldiği için - bütün bu nedenlerden dolayı onun garipliklerini görmezden gelmeye istekliydim; ancak gene de arasıra hoşnutsuzluğumu dile getiriyordum.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:18) “Nazlı ne kadar güzel bir kadınsa, Turgay da o kadar çirkin bir adamdır. Turgay’ın irikıyım çirkinliği, alışmak için insandan zaman isteyen, hatırı sayılır çirkinliklerdendir.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:192) “Kız hala sana sırılsıklam aşık ama, Gilletti’den ödü patlıyor. Üç gün önce, sergilediğimiz son oyunda, Giletti kızı kesinlikle öldürmek istiyordu. Ona hatırı sayılır iki tokat patlattı, en kötüsü de, Marietta’nın mavi şalını yırttı. Eğer ona bir mavi şal armağan edersen, pek hoşuna gider, biz de onu piyangodan kazandığını söyleriz.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:209) “Seni hayta seni! Nerdeyse kendin de içeriye gireceksin’ diye suratıma hatırı sayılır bir tokat indirdi.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:226) “Prens İvan İvanoviç, geçen yüzyılın sonunda, soylu özyapısı, yakışıklılığı, olağanüstü gözüpekliği ve hatırı sayılan ünlü akrabalarının ve daha çok talihin yardımıyla henüz pek genç yaşta yüksek bir konum elde etmişti.” (L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:97) Hatırını kırmak : Gönlünü kırmak, incitmek “ ‘-Oh! Hoşafıma gitti. Gözüm görmesin. Getirir metirirsen, bak, hatırını kırarım. Kamil Bey’e kederle gülümsedi: ‘Buyursana misafir. Sen daha başlamadın mı? Gövdelemeye bak!.. Ne demişler, dayak gelirse toz ol, yemek gelirse yumul, demişler.’ ” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51) Hatırını sormak : Komşuluk, arkadaşlık borcu birbilerine nasıl olup olmadıkları hakkında hasbıhal yapmak “Görmeliydin kavgayı. Nerde o eski terbiyeler, komşu hatırları. Doğruu... E, nasılsınız komşum. Patırtıdan hatır bile soramadım.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9) Hatırı sayılır : Önemli, kayda değer “Aylık popüler bir bilim dergisini yönetmesi için Avrupalı bir basın grubu tarafından işe alınan Dolores, dergiyi haftalık çıkarma riskini göze almak istemişti. Davasını o kadar iyi savunmuştu ki, patronları onu desteklemiş ve emrine hatırı sayılır olanaklar vermişti.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:123) Hatim, Hatim indirmek, Hatmetmek; Devir hatmi : (ARAP.) : Baştan sonuna kadar okumak, Kuran-ı Kerim-i bitirmek, ölenlerin ardından kuran okumak; Ölen bir kişinin ardınan okunan hatim ve yapılan tören “Belki tuhaf bir tepki, hiç kuşkusuz utanılacak kadar ahmakça bir tepki ama duygularımı kontrol edemeyecek derecede üzülmüştüm; o yüzden mektubu altı-yedi kez daha, on on-iki kez daha, elimden bırakmak cesaretini bulmadan önce hatmedip her bir sözcüğü ezberleyene kadar bir daha, bir daha okudum.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:129) “Üç aylarda vaaz eder, ramazanda fitre, zekat toplar, cenazeye, ıskata, devir hatmine gider; yele, kulunca, baş ağrısına, iç sıkıntısına, havaleye okur, karnını doyurur, ev besler. İlk karısı bir kara çıraktı. Yoksulluktan öldü. Şimdi beyazını aldı.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:355-6) “Anlatırlar. Bir abit <köşede oturup kendi kendine zikreden sofu> gecede on batman <7,5 Kg.> yemek yer, şafak vaktine kadar da hatim indirerek namaz kılarmış. Bir gönül eri, bunu duyunca şöyle dedi: ‘Yarım ekmek yiyip de uyusaydı, daha çok sevap kazanırdı.’ İçini yemekle doldurmayasın Ki orada marifet nuru ışısın! Tıkındığın için burnuna kadar, Hikmet bakımından boş sayılırsın!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:105) Hatip (ARAP.): Camide cuma namazlarında hutbe okuyan <Arapça dua ve öğütler; Kız isteme ve dünürlülük; Kitapların başlarındaki süslü nesir>>, akıcı konuşma gücüne ve üslubuna sahip kişi “Çirkin sesli bir hatip vardı; sesini güzel sanır, haykırır dururdu. Uğursuz karganın çığlığı onun ezgilerindedir sanki! Ya da ‘En çirkin ses, eşeğin sesidir!’ ayeti <Kur’an, 31:19> onun için inmiş gibidir...’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:167) Hatta : Hem de, bile, dahi, üstelik “ONİKİNCİ ŞİİR , 7. DAİRE: SALDIRGANLAR (Soydaşlarına karşı zor kullananlar.) - Aşağıda sürüler halinde Kentauros’lar dolaşmaktadır. Bunlar Vergilius’la Dante’nin geldiğini görünce dururlar ve bir ara içlerinden birkaçı oklarıyla nişan almaya kalkışırlarsa da, Vergilius onları yatıştırmayı hatta yardımlarını bile sağlamayı başarır. Böylece bir Kentauros’un yanında ve korumasında, fokur fokur kaynayan kan nehrine varırlar.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, “Cehennem”, sa:164) “Özür dileyerek dışarı çıktım. Hatta özür dilemekle de kalmadım da başarılar diye bağırdım çıkarken. Kaba adamlardı anlaşılan, yiyecek gibi baktılar bana ve birbirlerine. Ben çıktıktan sonra içerde bir gürültüdür koptu. Bana ne, diye düşündüm, kozlarını pay etsinler. Asansöre yürüdüm. Apoletli kadın yoktu ortalıkta.” (M. Cevdet Anday, “isa’nın güncesi”, sa:99) “Odada bir sürü nesne var ve hepsinin üzerine kalın büyük harflerle tek sözcük yazan beyaz birer bant iliştirilmiş. Örneğin başucundaki sehpanın üzerindeki banda, MASA yazılmış. Lambanın üzerindeki banda LAMBA yazılmış. Hatta duvarda bile, ki ona tam olarak bir nesne bile denemez, DUVAR yazılı bir bant var.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:9) “Sevginin Bayrağı ----------------------Senin için ağladım Garip mekanlarda ağladım Dağılan su birikintilerinde ağladım Ateşlerin düştüğü yerde ağladım Ağladım, feryat eden bu çığlıkta Hatta yangından tutuşan bu sözcüklerde Hayatımıza dayanak olan...” (Hanan Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.03) “BÜTÜN DÜNYA ---------------------Bunun yanı sıra Ekvator’dan kahve, Çin’den çau, Kolombiya’dan bir tutam muz Ve Fildişi Sahili’nden minyatür bir fil, Japonya’dan sushi ve hatta yarım bir ıstakozPorto Rico kıyılarında balıkçıların tuttuğu...” (Anton Baev<D.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.04.06) “Tutuşan Ruh --------------Suyun üstünde rüzgar, her türlü bilmişlik, hatta bilgelik, hatta kargaşa. Ruh ateşi, ruh ışığı. Düş gücü süzülüyor, zaman içe dönüyor olduğunca hataları düzeltmek, sevdiğini sevmek için-” (Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07) “Uzunca bir dönem, Ernest’in uzak bir tanıdığı, Mösyö Antoine diye biri, başına hep koyu renkli bir melon şapka giyip boynuna da gömleğinin içinen kareli bir mendil bağlayan, Malta kökenli, pazarda balık satan, eli yüzü düzgün, ince uzun bir adam, düzenli olarak, akşamları yemekten önce eve gelmişti. Daha sonra, düşününce, Jacques önceleri dikkatini çekmeyen bir şeyi, annesinin azıcık daha şık giyindiğini, açık renk önlükler taktığını, hatta yanaklarında varla yok arası bir allık göründüğünü ayrımsamıştı.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:101-2) “Soraya’ya boş zamanlarında kendisiyle buluşup buluşmayacağını sormayı aklından geçirmişti. Onunla birlikte bir akşam, hatta bütün bir geceyi geçirmek isterdi. Ama ertesi sabahı değil. Soraya’yı böyle bir ‘Ertesi Sabah’la karşı karşıya bırakmayacak kadar iyi tanıyor kendini; buz gibi olacağı, suratını asacağı, yalnız kalmak için can atacağı bir sabahla...” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:9) “... en değerli varlığımız olan kişiliğimizi, benliğimizi korumaktır. Kimi insanlar bunun bizim için en değerli özelliğimiz olduğunu söylerler. Canı çektiği zaman isteğin akılla birleştiği de olur: aklı kötüye kullanmayıp ondan yeterince faydalanırsa, bu birleşme yararlı, hatta övülmeye değer sonuçlar verir.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:44) “ ‘Her şeyi itiraf edip geçmişin üzerine bir sünger çekmek. Bak, hatta ilk kez, sana geldiğim o ilk öğleden sonra var ya - anımsıyor musun? Bir defasında onun ne kadar önemli olduğunu söylemiştin.’ ” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:67) “Scaccabarozzi Devlere at yakalamayı öğretiyordu, ama oradaki atlar sadece Müneccim Krallar’ın atlarıydı, ve iki-üç talimden talimden sonra az kalsın hayvanlar ruhlarını Tanrı’ya teslim edecekti, onun için eşekler üzerine talime geçilmişti. Hatta böylesi daha iyi olmuştu, çünkü anırarak çifte atıyorlardı, enselerinden yakalamak dörtnala koşan bir atı yakalamaktan daha zordu, ve Devler artık bu sanatın ustası olmuştu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:429) “Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben Gün batar, kuşlar döner, dönmez bu yoldan beklnene En nihayet anladım yokmuş gören, hatta bilen Gün batar, kuşlar döner, dönmez bu yoldan beklenen.” (-Çok muhterem rahmetli hocam- Rahmi Duman’ın şarkısı; Beste: Nebiloğlu İsmail Hakkı Bey, Makam: Hüzzam; Türk Musikisi Güfteleri Hazinesi- <İst.Üniv.Türk Musi.Korosu saz arkadaşım çok sevgili tanburi >Sadun Aksüt, Cilt:1, sa:599) “Kitaplığı kuşatan suskunluk ve karanlığın nedenleri burada yatıyor dedim kendi kendime; burası bilgi dağarıdır; ama bu bilgiyi, ancak onun kim olursa olsun bir başkasına, hatta rahiplere bile ulaşmasını önleyebilirse, el değmemiş olarak koruyabilir.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:284) “Bazı babaların oğullarının yaptığı ödevler için benim gibi düşündüklerini sezerdim. Buna rağmen sadece birbirimize bakar, gülüşür ve havadan sudan söz ederdik. Babaların çoğu benden yaşlı, hatta bir tanesi pek yaşlıydı. İçlerinde en genç olanı, ancak iki hafta önce yirmi sekizine bastı. On yedi yaşındayken bir sanayicinin kızını baştan çıkarmıştı.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:17) “Bu hücreler, on beşinci yüzyılda burasını yaptırmış olan ve aynı zamanda Jean d’Arc’ın yakılmasını sağlayan Winchester Kardinali’nin eski Bicetre Şatosu’ndan geriye kalanlar. Bütün bunları, önceki gün hücremde beni görmeye gelen ve adeta hayvanat bahçesindeki bir hayvanı seyreder gibi uzaktan izleyen ‘meraklılar’dan işittim. Hatta gardiyan bu gözteriden yüz kuruş para almış.” (V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:48) “Başını salladı: -Sevdiğimi zannederdim eskiden. Şimdi bu da uzaklaştı. Hiçbir şey hissedemiyorum. Gönül serüvenindeki yalnızlık dolu çağsayış, sesinin tınısından yankıyan gurbet duygusu, itiraf edeyim, umurumda değildi. Hatta bu hikayeyi biraz rüküş buluyordum. Ben, yepyeni hayallere dalmıştım.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:80) “Ama aradan bir süre geçince, gözü bağlı olarak yattığı yerde yanağına değen soğuk ve ıslak zemini hissetti ve hala soluk alıp vermekte olduğunu anladı. Garip bir biçimde -yüzünün sol yanı hariç- bir ağrı sızı da hissetmiyordu. Hatta biraz önceki yoğun ve kurşun geçirmez sessizlikten sonra şimdi uzaktan gelen sesleri duyuyor, trafik homurtularını, uzak ezanları ayırt edebiliyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:223) “Böyle bir cennet nasıl anlatılır, hatta anlatma girişiminde bulunma cesareti nasıl gösterilir, bilemiyorum. Şimdi size bu küçük adanın çam ormanlarından, doğal bir akvaryum gibi olan masmavi ve saydam denizinden,..... beyaz hayaletler gibi sürekli uçan martılarımızdan söz etsem, biliyorum ki gözünüzde turistik bir kartpostal manzarası canlandırmaktan daha fazla bir iş yapmış olmayacağım.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:7) “Böylece Martin’in saatini ve paltosunu rehine bırakacak kadar yoksul olduğunu bilmek onu rahatsız etmedi. O hatta bunu, bunun er ya da geç onu harekete geçireceğine, ve yazılarını bırakmaya zorlayacağını inanarak, durumun ümitli bir yanı olarak değerlendirdi.” (J. London, “Martin Eden”, sa:247) “Sık sık artık geçmiş olan gelecekleri düşünüyorum. Hatta kimi zaman, dağımın patikalarında yaptığım günlük gezintilerim sırasında, düşlere dalıp, altmış yıl öncesine, Béatrice yüzyılının hemen öncesine dönüyorum ve benim de bir parçası olduğum sinir bozucu türün izleyebileceği yolları düşünmeye çalışıyorum.” (A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:166) “James’in vaadinde bir şart saklı olduğunu ona açıklamadım. Bununla birlikte hemen hemen emindim ki, arkadaşıum bu cümleyi söylediği anda kesin bir fikre sahipti ve hatta bu fikri keşfedecek kadar onu tanıyordu. İki ruhu ya da (onun dediği gibi) iki akışkan tayfını sıkı sıkıya karıştırmaya girişmiş olduğu deneydeki başarısızlığın onu derin bir surette ümitsizleştirdiğini görmüştüm.” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:90) “TENDA sana bakıyorum dağları hatırlatıyorsun görmediğim, kucaklamadığım dağları çünkü her birimiz gibisin sen heyecanlandırıyorsun kalbimi kilimanjaro’nun donuk sakinliğiyle ---------hepimiz gibisin çünkü sonsuzzsun bir nehir gibi hatta denizler çağırdığında bizi onaylar alıyorsun benim için” (Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.06.07) “Ev içinde kararları çoğu kez Esme alıyor, hatta bazen Engine’e danışma gereği duymuyordu. Engin’in güçlü tutkuları, ihtirasları yoktu. Hayatla yarışmıyordu. Karşısındakine sorun çıkarmayan sade bir iç dünyası vardı. Hayatı, insanları, olayları olduğu gibi kabul eden, sürprizlerin tadını çıkaran rahat bir insandı. Günübirlik yaşamayı seviyor, yetinmeyi biliyor, hemen her şeyin kendisine neşeli bir yanını bularak eğlenebiliyordu.” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:58) “EVİN HALLERİ --------------------Evin -den hali, uzaksınız Hatta içinde yaşarken Aşkların, ölümlerin omzunda Ayrılmak varken evden.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:30) “Akla gelebilecek her tür etkinlikte, hatta, diyelim otobüse binerken bile, otomatik olarak dirseklenen türden insanlardı. Hepsi, elbette, umutsuz bir parasızlık içindeydi. Comstock Dede sonunda parasını az çok eşit bir şekilde paylaştırmıştı, böylece hepsi de kırmızı tuğla evin satışından sonra aşağı yukarı beşer bin sterlin almıştı. Comstock Dede toprağın altına girer girmez, paralarını saçmaya başladılar.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:49-50) “Büyükelçinin yirmi dört yaşındaki kızı, birbirinin aynı, sıcak geceler boyunca rahat uyuyamadı. Uykusu sık sık bölünüyor ve sonunda dalıp gittiğinde bile bedeni nadiren huzur buluyor, görünmez prangalardan kurtulmaya çalışır gibi kıvranıp çırpınıyordu. Hatta kimi zaman, bilmediği bir dilde bağırıyordu. Bunu erkekler anlatmıştı ona, endişeyle.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13) “Yeni yıl girdikten sonra, hatta daha kesin bir dille ifade etmek gerekirse içinde bulunduğumuz bir ocak gününün sıfırıncı saatinden itibaren, tüm ülkede herhangi bir ölüm vakası kaydedilmediğine dair dedikodular dolaşmaya başladığında, akşamüzeri olmuştu bile. Dedikoduların temelinde ana kraliçenin kalan azıcık yaşamından vazgeçmemek için ortaya koyduğu şaşırtıcı direncin bulunduğu düşünülebilirdi.” (J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:12-3) “... çünkü tanımadığı birine telefon edip ruh ve bedenin dirilişi gibi çok hassas, hatta özel şeylerden söz etmek gibi kötü bir duruma düşürmüştü kendini. Pereira pişman oldu, diye iddia ediyor Pereira, az kalsın telefonu kapatıyordu, ama sonradan, nasıl olduysa devam etme gücünü kendinde buldu...” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:8) “AKŞAM Akşam nasıl çocuk olabilir? Her daim aşkın odasındayken Gündoğumundan önceki horozun ötüşü Hafiften yayılır. Hatta korkuyla yan yana olanlar bile uyanmadan Dudaklarım dudaklarında her daim hazırken” (Hasan Talib-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08) “İyi, siz Pausanias deyin ya da Ksanthippos hatta Leotykhidas; ben Aristides diyorum Atina’dan gelen en iyi adam; nefret ettiğinden beri Leto Themistokles’ten, o yalancıdan, o düzenbazdan.” (Timokreon, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:24) “Ama karısının çoktan beri bu ilişkinin farkında olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiç bir yanı kalmamış, saf, sadece temiz bir ev kadını olan karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa:8) “Yemek, diğerleri gibi alışılmış ve sıkıcı türdendi. Müzik oldukça erken bir saatte başladı. Ah, o akşamın bütün ayrıntıları, hatta önemsiz olayları bile, nasıl da hala aklımda!” (L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:111) “Bu şişlikler ve kırışıklıklar yüz hatlarını yayvanlaştırıyor, yüzünün kaba saba ve tazeliğini kaybetmiş bir görünüme bürünmesine neden oluyordu. Küçük ve ela gözleri, olağanüstü canlı, hatta küstahtı; bıyıkları çok kalındı ve uçları ısırılmış gibiydi. Çenesi, özellikle elmacık kemikleri aşırı sık, kara sakallarla kaplıydı, sakalları iki günlük olmalıydı ve bu subay 10 mayıs’ta bir şarapnel parçasıyla yaralandığından başı sargılıydı.” (L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:18) “Deli gibi alışveriş yapmak sayılmazsa, çok ölçülü, hatta sıkıcı bir hayat yaşıyordu. Herkesle mesafeliydi. O kadar mesafeliydi ki, ‘aysberg’ (buzdağı) diye adı çıkmıştı.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa70-1) “ÖBÜR ORMAN --------------------Görüyorum, ölümsüz örnekte, cezbedilmiş açıkça gövde ve baş üzerinden dümdüz büyüme düşü her ağaçta yaşar, hatta burada, güç ve sağlık düşü gibi bedenle hastalığım aman vermediği, öyle bir hedef ki bunların hiçbiri ulaşmayacak, fakat ulaşmaya yakınlaşma çabası aniden bana arzulattı ki hayat, benim hayatım, burada yaşanmalı.” (Halldis Moren Vesaas<1907-1995>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.12.02) “Özünün belki de içindeki geniş boşlukta olmadığını, belki kendisinin dışında ve hatta diğer insanlarla birlikte olduğunu söyleyerek sırf kendi zevkini düşünen içebakışını yansıtmaya çalıştım.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:43) “SEN -----Aynı şehirde yaşadık, yolculuk ettik, karşılaştık ve ayrıldık. Sen: ‘Hiçbir şey akıldan daha üstün değil, aklın aklı ise duygulardır’ dedin. Hatta: ‘Korkma. -dedin.Biz gençliğimizde boyun eğmedik de, yaşlılığımızda mı eğeceğiz. Yok öyle yağma.’ ” (Ekaterina Yosifova<d.1941>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.09.06) “Hourdequin, sert sert haykırdı: -Ah! Her şey hapı yutuyor! Evet, oğullarımız görecekler bunu, toprağın iflas ettiğini görecekler... Biliyor musunuz ki, vaktiyle, yıllarca tamah ettikleri bir parça toprağı satın almak için metelik metelik para biriktiren köylülerimiz, bugün İspanyol tahvilleri, Portekiz tahvilleri, hatta Meksika tahvilleri satın alıyorlar!” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201) “Ve böyle düşünürken hiçbir kötü niyetleri de yoktu; o sıcak ortamı, güzel puroları kıskanmıyorlardıı da, hatta onlara layık olduğumu bile düşünüyorlardı sevgili iyi arkadaşlarım. Ve hiç kuşkusuz, benim gidip kendimi ‘köklü’ aile tarafından ağırlatmamda -belki beni asıl üzen de buydu- hiçbir kötü niyet, art düşünce sezmiyorlardı. Onların görüşüne göre bir süvari subayının eşraftan birinin sofrasına oturması ancak o kişiyi onurlandırmak anlamına gelirdi.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:95-6) Hatun; Hatun kişi; Hatun kişi niyetine : Saygı değer hanım-bayan bir kişinin gıyabında kullanılan bir gönderme; Hanımefendi; Eş; Hükümdar ya da benzeri büyüklerin eşi; Paganlık devrinde, IX-X-XI. yy.larda, Müsümanlık ya da Hıristiyanlık gibi tek Tanrılı dinlerin daha hükümran olmadığı ana-erkil devirlerde, beldelerin, bozkırların hakimesi; Bir hanımın vefatında imamın kabristanda gömülmeden evvel cemaata sorduğu soru “Birdenbire avurtları birbirine çökmüş, uzun etekli, uzun boylu, diri memeli bir hatun askerin önüne çıktı. Asker: -Çekil, kadın! dedi.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:21) “... gerekli evrakları imzaladım ve duruşma için gün aldım. bir kez daha kısa etek ve topuklular ortaya çıkıverdi. ancak bu kez sıradan ve sade hatunu oynamadı. entelektüel kadını oynadı. kendini çok parlak bir şekilde savundu. beni, karısını başından savmak isteyen bir koca gibi gösterdi.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:158) “Kolya sert bir halle, -Nerelerde kaldın, hatun kişi? diye sordu. -Hatun kişiymiş… cücüğe bakın!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:18) “-Kanokok (Eski Macaristanda bir papazlık rütbesi) Marton sen misin? -Benim efendim, Valter. -Gece yarısı tek başına surun üstünde ne işlersin? -Bozkırda yanan atreşi seyrediyorum. -Orada seyredecek ne var ki? -Etrafına birtakım karaltılar çömelmiş, acep kimler ola? -Serseri paganlardır, Marton, Bozkır hatununun uşakları.” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:13) “Daha iki ay öncesine kadar bir çatı katında uslu uslu dikiş diken, kayış gibi yatağında günde beş saat uykuyla yetinen o haspa birdenbire bankacı metresi olmuş! Bu dönüşüm dün gece gerçekleşmiş. Kurban hatuna bu sabah rastladım, İşin korkunç yanı, en az dünkü kadar güzeldi yosma.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:432) “Bu gibi alemlerin bizim evde sık sık tekrarlanması için annemin yüzüne öyle gülüyor, ona öyle tatlı diller savuruyorum ki... Fakat annem de kaçın kur’ası? Hiç böyle şeylere yanaşmak istemiyor, boyuna bana çatıyor. Zavallı hatuncağız, bu Nevruz gecesinin ertesi günü bana demesin mi ki: -Haydi artık, bahar geldi, biz yine pılıyı pırtıyı buradan toplayıp eski yerimize, Topçular’a gidelim!’ ” (O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:180) “Nişancı: ‘Hayri Efendi, bu hatun bizim Sultan.’ ‘Hoş geldiniz,’ dedi Hayri Efendi, Nişancının Sultanı almak için köye gittiğini biliyordu. ‘Hoş bulduk ya, bu hatun nesi var nesi yoksa, köyde kalıp künyeleri gelmiş çocuklarını bekleyen dört kadına verdi. Evini, keçilerini de, tavuklarını, ceviz ağaçlarını da onlara verdi. İşte böyle ipipullah, sivri külah geldi buraya.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:213) “Alacakaranlık ------------------Bir pencereye yapışık bir şişko. Bir delikanlı bir hoş hatuna gider. Çizmelerini giyer gri bir palyaço Bağırır çocuk araba ve söver itler.” (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “İmamın, ‘Hatun kişi niyetine. Merhumeyi nasıl bilirdiniz?’ sorusuna canı gönülden, ‘İyi bilirdik!’ diye cevap verdiler.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:270) “Flaxman otuz sterlinden karısına söz etmeyi gerekli görmedi. Elbet o Paris gezisinde hayatının en güzel günlerini geçirdi. Şimdi, döneli üç ay olmasına karşın o günlerden söz ederken ağzının suları akıyordu. O günleri Gordon’a tatlı tatlı anlatmaktan vazgeçmemişti. Hatunun varlığından habersiz olduğu otuz papelle Paris’te on gün. Ne ala, ne ala! Ama ne yazık ki yerin kulağı vardı, Flaxman eve döndüğünde kendisini azar, bağrış çağrış bekliyordu.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:34) “HAPİSTEN ÇIKTIKTAN SONRA 2-Akşam gezintisi Hapisten çıkmışın, çıkar çıkmaz da gebe koymuşun karını, takmışın koluna geziyorsun akşamüstü mahallede. Karnı burnunda hatunun. Nazlı nazlı taşıyor mukaddes yükünü.” (N.Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:29) “Fabrice bir çeşit kahramanca azametle: ‘Annem kız kardeşlerime söyler ve bu hatun kişiler haberleri olmadan beni ele verirler!’ diye haykırdı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:45) “O sıra, bir İttihatçı’yı evden aldılar mı, bilen bilmeyen: ‘Herif yağlı ipe gitti,’ diyor. Bizim hatunun aklına da önce ip gelmiş, az kalsın yüreğine iniyormuş. Bereket Zeynep kızım tokatı yapıştırmış da kızın aklını başına devşirebilmiş.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283) “PORTRE Seveceğim hatun kişi Saçı siyah gözü siyah İlla ki Esmer olacak” (C. Sıtkı Tarancı, “Otuz Beş Yaş”, sa:212) “ ‘... Sonuçta hayvanlar bizim hatunun bahçesine girmişler, yeni diktiği sebzelerin hepsini ezmişler. Bir hengamedir kopmuş. Bizim hanım durur mu, tavukları sopayla kovalayıp bir güzel pataklamış; ben eve vardığımda iş çığrından çıkmıştı. Ben de balıklama daldım kavgaya. Sonunda karakola düştük.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:108) Hatur hutur : Biraz kibarlıktan ve nezaketten uzak, ağız dolusu yemek yemek “............................ Şimdi kazıyor kayalık yamacını dağın, kıtır kıtır yiyor ucuz incirleri, dişliyor arpa ekmeğini, kölelerin yemini. Yiyemiyor artık hatur hatur tavşanlarla keklikleri, susam serpemiyor gözlemeye bastıramıyor çiğ börekleri bal peteklerine.” (Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:67) “Soğuk bir sabah vakti, işlerin durgun olduğu bir sırada, Hindi sanki kağıt helvasıymışlar gibi takım halinde yutardı bu çörekleri ve kalemin gıcırtısı, hatur hutur yerken, ağzındaki gevrek parçacıkların çııtırdılarına karışırdı.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:24) Hava ağarmak : Gün ağarmak, sabah güneşin doğumu “ ‘Neler oluyor? Hava ağarmadı mı hala?’ ‘Hava ağaralı çok oldu. Bu yalnızca bir kum fırtınası, merak etme. Gözlerini korumak için kara gözlüğünü tak.......’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:300) Hava almak : Temiz hava almak için dolaşmak; eli boş dönmek; havasız kaba, ciğerlere hava girmek; bir bahis ya da yatırımda eline hiçbir şey geçmemek, bahsi kaybetmek “Girişteki masanın arkasına oturmuş pinekleyen görevliye eski mezun kartını çabucak gösterdikten sonra, kitabı raflardan bulup çıkardı, üçüncü kata döndü, sonra sigara içilen odalardan birindeki yeşil deri bir sandalyeye oturdu. Dışarıdaki ışıl ışıl mayıs sabahı onu çekiyor, bahçeye çıkıp amaçsızca dolaşıp hava almaya çağırıyordu.” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi-, sa:48) “Birkaç kez gittiği ve kentimizde din konusuna ilgi duymayanların bile büyük bir saygı gösterdiği, çok okumuş ve militan bir cizvit olan Rahip Paneloux’ydu bu. Onları bekledi. Yaşlı Michel’in gözleri parlıyordu ve soluğu ıslık ıslık çıkıyordu. Kendini iyi hissetmemiş ve hava almaya çıkmıştı.” (A. Camus, “Veba”, sa:21) “Ben zengin olayım, herkes fakir olsun. Ben şeker yiyeyim, kaymaklı süt içeyim- öbürleri hava alsın.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:122-3) “Bihruz Bey’in yüreği, bu karar üzerine bir az rahatlayarak o gün saat ona kadar yatak odasında kaldıktan sonra, dadı kalfanın: -Beyim! İyisin maşallah! Giyinip de azıcık hava almaya çıksan olmaz mı? Hava güzel, sokaklar adam almıyor... Gezer eğlenirsin, hadi beyim hazırlan! yollu yüreklendirmesi üzerine giyindi.” (R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:301) “ROSAURA - Durunuz, size bahşiş vereceğim. LELIO - Rica ederim, bu bana düşer. ÇIRAK, Lelio’ya - Çok teşekkür ederim, lütfunuzu bekliyorum. LELIO - Gidin şimdi, sonra görüşürüz. ÇIRAK - Anlaşıldı, hava alacağız. (Gider.) (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:47) “Allahtan olacak, sabahtan beri çalışan terzi matmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye hava almaya çıkmış. Yolun bir köşesinde onlarla karşılaşınca, ‘Geliyor’ diye boyunlarına sarıldım ve arkalarına saklandım.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:104-5) “Küçük Hanım etrafına bakındı ayrı ayrı yokladıktan sonra: -Sokak dar, kapanık, pencereler sık kafeslerle sıvama örtülü. Ev değil mezara benziyor. Büyük sözüme tövbe, ben burada oturamam. Ruhuma sıkıntılar basıyor. Haydi kalk dadı, beraber bir parça sokağa çıkalım. Seni arabaya bindireyim, hava alırsın, için açılır.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358) “Sesimi çıkarmadan yaşlı adamı izledim. Büyük amcamı mahkeme salonunda çalışıyor buldum. Beni görünce: -Biraz dışarı çıkıp hava aldığına iyi ettin, dedi, açıldın. O kadar çok şarap içme, daha pek gençsin, yakışık almaz.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:75) “KOMİSER - Hey, baylar, uğurlar ola! Durun bakalım, kuzum. Bizim zabıt masraflarını kim ödeyecek? HARPAGON - Zabıtlarınıza gereksinimimiz yok bizim. KOMİSER - Güzel. Ama ben zahmetime karşılık hava almak niyetinde değilim.” (Moliere, “Cimri”, sa:132) “Hüzün ve sıkıntıya kapılmadan yaşamanın bir ikinci yolu da, annemle sokaklara çıkmaktı. Çocukları parklara, bahçelere, hava alsınlar diye bir yerlere götürmek gibi bir alışkanlık olmadığı için, sokağa çıkarıldığım bu günlerin benim içim özel bir önemi olurdu.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:36) “Aylak insan, kıra, sağlık kazanmak ve hava almak üzere gelir. Sonra kölelerinin emeğiyle elde edilen kazancı harcamak üzere büyük kentlere döner.” (G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:18) “-Bugün? -Bugün çıktım, dedi. Canım biraz hava almak, iki insan yüzü görmek istedi. Gaité sokağına kadar yürüdüm, iyi geldi; sonra Andrée’ye gittim.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:9) “Kont’un öfkeden kudurmuş halini görüp keyiflenmek amacıyla, D., bu el ilanını bir yemek arasında verdirdi ona. Kont, ölü gibi sarardı, birkaç dakika öyle kaldıktan sonra: -Ben pek iyi değilim, hava almam gerek, diyerek çıktı gitti ve o akşam bir daha görülmedi.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:125) “ ‘Günaydın, Kızılsaç!’ Yanıt olarak bir homurtu duyuldu. ‘Nedir senin bu halin yahu?! ‘Hiç canım!’ ‘Görünüşe bakılırsa buluşamadın onunla?’ ‘Öyle.’ Kızılhaç çok dertli görünüyordu. Bütün gece bir kızın ardına düşmüş, sonunda hava almıştı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:27) “ ‘Çok yaramazlık yaptım, bir gün, Gloria da beni Dindinhalara yolladı. Edmundo dayı gazetesini okumak istiyor, ama gözlüğünü bulamıyordu. Oflaya puflaya her yanda arıyordu. Dindinha’ya sordu, hava aldı tabii. Birlikte evin altını üstüne getirdiler. Bunun üzerine gözlüğün yerini bildiğimi, bilye almak için bana yirmi beş kuruş verirlerse göstereceğimi söyledim..’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:17) “HIDOUX - Evet, varsayalım ki kasaya uğramadan yıkanmış olsaydım; üstüm başım da kokmasaydı, yahut sadece, M. Desbrosses pis kokulara aldırmayan bir insan olsaydı; ben de elli frank yerine hava alırdım. Servet denen şey...” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:9) Hava atmak : Kendini olduğundan daha yüksek sosyal ya da ekonomik konumda göstermek; abartmak, gösteriş yapmak Bk.: Hava basmak “Kadın, yan masadaki kızlara biraz hava atmaya karar veriyor. Sesi her zamankinden biraz yüksek çıkıyor. ‘Burada, Cannes’da, aslında herhangi başka bir bir festivalde, her yıl yeni aktrisler keşfedilirken, yine her yıl büyük aktrisler büyük roller alma şanslarını yitirirler, çünkü hala genç ve hala enerji dolu olsalar bile, bu endüstri onların yaşlandığı kanısındadır.” (P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:193) “ ‘Evet, haklısın şekerim’ diye Diana onayladı. ‘Ben kendimden bilirim. Olimpus dağından bizim ihtiyarlar gelip de bana eski Yunancada hava atmaya kalkışsa, söylediklerini Coney Island otobüs biletçisiyle beş sentlik yolcu arasındaki konuşmadan ayırd edemezdim.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:170) “ ‘Ne zaman tekrar denize gidiyor?’ ‘Günlük parası harcanınca sanırım,’ diye cevapladı. ‘Dün, San Francisco’ya bir gemiye bakmaya gitmişti. Ama şimdilik parası var ve anlaşacağı geminin türü konusunda titiz.’ ‘Hava atmak onun gibi bir güverte paçavrası için değil,’ Mr. Higginbotham homurdandı. ‘Titiz! O!’ ‘Gömülü hazine aramak için uzak, garip bir yere yelken açmaya hazırlanan bir yelkenliden sözediyordu, eğer parası bitse onunla giderdi.’ ” (J. London, “Martin Eden”, sa:40) “Onu barda buldum, önünde memleketinden bir bira duruyordu. Satın aldığım kutuyu gururla kendisine gösterip, ödediğim parayı söyledim. Becerikliliğimden ötürü beni kutladı, yolculuklardaki saf halinden yakındı, hesabı ödemeye kalktığında da, biraz hava atarak, bana bırakmasını rica ettim: -Siz bugün yeterince para harcadınız. Ceketimin düğmesini açtım. Bomboş. Cüzdanım kaybolmuştu.” (A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18) “..... ve kimse de İsa’dan, sağda solda gezinip, ‘Ben şu şu mucizeyi gerçekleştirdim,’ diye hava atmasını bekleyemeyeceğine, Mecdelli Meryem de başından beri bu işin içinde olduğundan, ‘O şu şu mucizeyi gerçekleşti,’ diye övünemeyeceğine, bu olay ana ile oğul arasında olduğundan ananın konuşmasına ihtimal verilemeyeceğine göre, bundan sonrası boş laf olur, kadeh dolduran konuklar da bu söze gönülden katılacaktır.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:311) “Bir ara kendimi, kütüphanemdeki psikiyatriyle ilgili olmayan bazı kitapları fark etmesini ümit ederken yakaladım: O’Neill’in oyunları, Dostoyevski. Tanrım ne büyük bir eziyet! Gülünç. Ben burada Ginny’ye hayatta kalma problemleriyle başetmesine yardımcı oluyorum ve yine de kendi küçük hava atmalarımın yükü altında eziliyorum.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:42) “ ‘-Bir de çöpçatanlık yapacakmış haspa! Nereden geldiği bilinmeyen bir sürü herifi evine doldurmuş! Ah, zorunlu olmasam gelir miyim? Biraz hava atmak için son evlendirdiği kızı gösteriyor. Ne örnek ama? Ayıbını örtmek için altı ay manastıra kapatılan kıza beyaz gelinlik giydirecekmiş!’ ” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:35) Hava basmak : Kendini ağardan satmak “Ama hali tavrı öyle hoştu ki, görsen kızın soylu soplu olduğunu hemencecik anlardın. Ama öyle hava filan basmıyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:136) “Belki de bu yüzden, orada geçirdiğim günler boyunca kendimi ağırdan sattım, biraz hava bastım.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:86) Hava cıva : Boş, önemsiz, değersiz, lafı güzaf “ ‘..... dürüstçe bir anlaşma değil mi? Sen bana şans tanıdın, şimdi ben senin iyiliğine karşılık verecek durumdayım. Bu dünyada sadakatin bir değeri olmalı, şansımı sağlayanın kim olduğunu unutacak değilim. Benim düşündüğüm yer, sıradan insanların gideceği hava cıva bir yer olmayacak. Ben, süslü püslü Altın Sahilinden söz ediyorum.’ ” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:213) “...bunu da bekliyorlardı daha, bu aylak beyefendiler, züppeler, fazladan bahşiş! – yoksa bir ‘Teşekkürler’ bile çıkmazdı ağızlarından, nerede kaldı ‘iyi günler’; bahşiş olmadı mı müşteri o andan itibaren havacıvaydı bunlar için, ayrılırken de artık yalnız küstah garson sırtlarıyla küstah garson kıçları görürdü, bir de arkadan pantolonlarının beline sıkıştırılmış, tıka basa dolu kasa cüzdanlarını...” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:70) “Ferdinand ayağa fırladı: ‘Hiçbir zaman kararlı değildim! Hiçbir zaman emin olmadım. Hepsi yalandı, korkumdan saklanmak içindi. O lafların sarhoşluğuna kapılmıştım. Fakat onlar sadece özgür olduğum sürece gerçekti; beni çağırdıkları zaman zayıf düşeceğimi daima biliyordum. Onlardan korktuğum için mi titrediğimi sanıyorsun? Benim içimde gerçek olmadıkları sürece onlar hiçbir şey değil; hepsi hava cıva, boş laf, bir hiç.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:150) Hava çalmak : Bilinen bir melodinin sergilenmesi “AŞK MASALI Nerde ne zaman bu hava çalınsa Hoş geldi geçmişteki güzel günler Nereye gidersen git günlük tasa Bırak biraz da şad olsun gönüller” (C. Sıtkı Tarancı, “Otuz Beş Yaş”, sa:114) Havadan gelmek; Havadan kazanmak : Havadan, bedavadan, beklenmedik bir anda ve şekilde “-Sana demiştim ahbap, bu kız kafadan! Gördün değil mi, güçbela kazandığı parayı nasıl harcıyor! Üstelik bende para olduğunu, bu paranın havadan geldiğini bilir…” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:54) “Zavallı annesi üzüntü içinde başını sallar dururdu. Bir gün, sanki kafasında bir şimşek çakmış gibi, kızına: ‘Bütün bunların şu uğursuz pabuçlardan geldiğine seninle bahse girerim’ dedi, ‘bu havadan gelme ikram beni başından beri hoşnut etmemişti. Kim bilir hangi sihirbaz onları oraya koymuş!’ ” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:78) “-Vah vah... Allah rahmet etsin!.. İyi adamdı. Yiğitliğine yiğitti, verimkarlığına verimkar... Mallarını hep ben satardım burda mütareke sıraları... Allah bin bereket versin, çok parasını aldım. ‘Parasını aldım’ dedimse, havadan değil haaa!... Alınteriyle...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162) Havadan sudan bahsetmek, konuşmak, lakırdı etmek, söz açmak : Pek de önemli olmayan hasbıhal, geyik muhabbeti yapmak “Walker, yaşam koşullarını Born’la tartışmayı istemiyor, havadan sudan konularla zaman kaybetmek istemiyor. Soruyu duymazdan gelerek, ‘Biliyor musun, hiç unutmadım,’ diyor. ‘Sürekli onu düşünüyorum.’ ‘Neyi düşünüyorsun?’ ‘O çocuğa yaptığını.’ ‘Ben ona bir şey yapmadım.’ ‘Hadi canım. Bıçağı bir kez sapladım, hepsi o.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:143) “Böylece Brick, kendisine dostça davranan sıska kızla havadan sudan konuşmaya çabalayarak dört çırpılmış yumurtasını sipariş ederken, bir taraftan da bu döküntü lokantada yumurtanın tanesi beş dolarsa, Tobak’ın verdiği paranın bu fiyatlarla fazla dayanmayacağını hesaplıyor.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:32) “Şimdi adını unutum, bana hep ‘tatlım’ der, her gidişimde yanıma gelip gevezelik etmeye bayılırdıhavadan sudan konuşurdu, ama sevecen ve içten tavrı beni rahatlatırdı.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:90) “Mrs. St. MAUGHAM , bitkin. - Yeter, Maitland! MAITLAND - Hayatını buradaki sayın Hakimin kararına teslim etmiş olmak... Beni affediniz efendim, gerçi siz de yemeğinizi diğer insanlar gibi yiyorsunuz... aynı şekilde havadan sudan bahsediyorsunuz ama... (Kapı açılırken keskin olarak döner.) Hastabakıcı geldi. Telaş içinde...” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:104) “Çaylarını yudumlarken bir süre havadan sudan konuştular, ama Kathlene ağabeyiyle ilgili bigi almak için sabırsızlanıyordu. ‘Ağabeyim neden sizi görmeye geliyordu?’ diye sordu. <Ve neden bana söylemedi?> Doğrusunu söylemek gerekirse, Peter hayatında pek çok trajedi yaşamış; genç yaştayken babasını kaybetmiş, ardından beş yıl arayla oğlunu ve annesini toprağa vermişti. Buna rağmen hayatla mücadele etmenin hep bir yolunu bulmuştu.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:110) “Irmağın suyundan içmedim, ama lokantanın yemeklerine bakılırsa Picaud’nun değerlendirmesi sekiz yüz yıl sonra bile doğruluğunu koruyordu. Enfes bir Rioja şarabı eşliğinde kuzu budu ve enginar göbeği yedik. Sofradan uzun süre kalkmadık, şarabımızı yudumlayarak havadan sudan konuştuk.” (P. Coelho, “Hac”, sa:76-7) “Onu en kötü zamanında, sırf yüzünü görmek ya da havadan sudan bir iki lakırdı etmek için çağırabilirdi. Kızmasa içi ferahlar, surat asınca Fedor Pavloviç’in de canı sıkılırdı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:141) “İki erkek havadan sudan konuştular, derken Baird tam anlamıyla kafasını dinlemek için uzaklara gitmek istediğini itiraf etti. Bu arada Alice’le bir kez karşılaşmış ve güzel bir kadın olduğunu düşünmüş olan Campion, ‘Karının resimleri nasıl gidiyor?’ diye sordu. Baird kaçamak bir karşılık verdi ve vedalaştılar.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61) “Bindikleri araba, Keith Caddesi’ndeki yeni yapının önünde durduğu zaman, havadan sudan bir sürü şey konuşmuşlardı. Innstetten eve girince, ‘O! İyi bir ev seçmişsin, Effi!’ dedi. ‘Artık köpekbalığı, timsah ve umarım hortlak da yok.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Vol.III, sa:11) “LELIO, gezinirken kendi kendine. - (Arlecchino da bir türlü gelmedi. Kim olduklarını öğrenemedik. Söze nereden başlamalı, bilemiyorum ki! Yeter artık bu pısırıklık. Havadan sudan açar, işe girişiriz.) (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:15) “Bazı babaların oğullarının yaptığı ödevler için benim gibi düşündüklerini sezerdim. Buna rağmen sadece birbirimize bakar, gülüşür ve havadan sudan söz ederdik. Babaların çoğu benden yaşlı, hatta bir tanesi pek yaşlıydı. İçlerinde en genç olanı, ancak iki hafta önce yirmi sekizine bastı. On yedi yaşındayken bir sanayicinin kızını baştan çıkarmıştı.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:17) “Orada Etem’le önce havadan sudan ve arkası sıra da öteki meselelerden bir saat kadar konuştuk. Fakat kafir herif, Nazım’ın yanında fazla açılmıyor; çingenelik mingenelik işlerini, Nazlı meselesini hep üstünkörü geçmeye çalışıyor ve ikide bir, ‘Bana misaade bu avşam, var işim birazcık, fazlaca!...’ diye kaçmaya davranıyordu.” (O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:121) “Törenden sonra sessizce dağılıp evlerimize gittik. Başkan’ın saldırı nöbeti dindiğine göre adadaki şiddet dönemi sona ermiş demekti. Her şey sessizliğe gömülmüş gibiydi. Görünüşte değişen bir şey olmamıştı, gündelik yaşam eskiden olduğu gibi devam ediyordu; insanlar yine birbirine selam veriyor, havadan sudan konuşuyordu ama adanın havasında, neredeyse elle tutulur bir değişiklik olmuştu. Eski neşeden, dostluktan, düşüncesiz, hesapsız kitapsız arkadaşlıktan eser kalmamıştı.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:131) “Adam kızının ona söz ettiği planı yemekte anlayışla karşılamış olduğu için, Edward onun ne konuşacağını kestiremiyordu. Ama ev sahibinin biraz sıkıntılı olduğunu fark etmişti. Adam, havadan sudan söz ederek, zaman kazanmaya çalışıyordu.” (S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:66) “Aldı mı beni bir sıkıntı, çöktü mü üstüme bir pısırıklık; ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. İlk önce havadan sudan söz açtım, sonunu getiremedim bir türlü.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:47) “... o zaman daha öz babamın da doktor olduğunu bilmiyordum. Havadan sudan konuşarak deniz kıyısına indik. Çok iyi anımsıyorum, kıştı. Ortalıkta kimseler yoktu.. Neyse, deniz kenarına kadar yürüdük, sonra o eğilip yerden bir taş aldı ve ileriye fırlattı..... O, yeden bir taş daha alıp bana verdi ve, ‘Bir de sen at bakalım,’ dedi.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:17) “<Lord Arthur> Saat yedi buçukta giyinip kulübe gitti. Surbiton orada bir grup genç adamla birlikteydi ve onlarla sofraya oturmak zorunda kaldı. Havadan sudan konuşmaları, boş şakaları onu ilgilendirmedi ve kahve servisi yapılır yapılmaz onlardan ayrıldı.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:50) “Talleyrand ile Fouché, 14 Aralık akşamı bir gece toplantısında buluşuyorlar. Yemekler yeniyor, havadan sudan konuşuluyor; hele Talleyrand pek keyifli görünüyor. Herkes onun çevresini sarıyor; güzel kadınlar, saygıdeğer kişiler, gençler ve herkes yanına sokuluyor, söyleşi ustasını can kulağıyla dinlemek için.” (S. Zweig, “Fouché”, sa:213) “Söyledim, söyledim... gevşek gevşek ve havadan sudan konuştum, konuştum... Hep bekledim, sözümü kesmesini bekledim.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:26) Hava hoş : Her şey yerli yerinde, bir şikayet yok Bk.: Bana göre, Benim için hava hoş “MEDVEDENKO - Sizin için hava hoş! Denizde kum, sizde para. DORN - Para mı? Otuz yıl gece gündüz, anamdan emdiğim süt burnumdan gelircesine çalıştıktan sonra, iki bin ruble artırabilmişim. Onu da geçenlerde yurt dışında harcadım. Şimdi meteliğim yok.” (A. Çehov, “Martı”, sa:80) Havai fişek : Memleket çapında törenlerde hatta lig maçı kazançlarında, önemli bir yıldönümünü ya da savaş zaferini anmalarda gece vakti göklere fırlatılan ve oradan dökülen renkli ışıkları saçan fişek “Günün gazetesinden de şunu çıkarıyoruz: ‘Saat on ikiyi vurduğunda Büyükelçi her yanına paha biçilmez halılar asılmış orta balkonda belirdi. İmparatorluk Hassa alayından herbirinin boyu yüz seksen santimin üstünde altı Türk sağında ve solunda meşaleler tutuyorlardı. Görünmesiyle birlikte havai fişekler göğe yükseldiler ve halktan büyük bir nara koptu, Büyükelçi buna derin bir reveransla <yarı eğilmek> ve marifetleri arasında su gibi konuşmasını sayabileceğimiz Türk dilinde birkaç teşekkür sözcüğü söyleyerek karşılık verdi. Derken Sir Adrian Scrope, tepeden tırnağa İngiliz amiral aniformaları içinde öne çıktı; Büyükelçi bir dizinin üstüne çöktü; Amiral, En Yüksek Bath Nişanı gerdanlığını boynuna geçirdi, sonra Yıldızı göğsüne iliştirdi; bunun ardından diplomasiye mensup bir başka zat azametle ilerleyerek omuzlarına dükalık kaftanını koydu ve kızıl bir yastık üzerinde dükalık tacını sundu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:91) Hava kararmak : Akşam olmak, güneş batmak “PETKO - Bu akşam bir kurt öldürdüm. DAVUD - Nasıl öldürdün? PETKO - Tüfekle. Öğleden sonra biraz kestiriyordum. Uyandığımda hava neredeyse kararmıştı. Kurdun gözlerini karanlıkta görebiliyordum. Tam gözlerinin ortasına nişan alıp onu vurdum.” (H. Boytchev, “Albay Kuş”, sa:10) Havalanmak; havalarda, havasında olmak : Herhangi bir üstün başarısından dolayı, yoksa, sanki varmış gibi böbürlenmek, atmak “Menendez havalardaydı. ‘Bütün bu insanları görüyor musunnuz, Emporio’ya ilk kez bu kadar kalabalık bir topluluk geliyor, bu bir başarı’. Su sürahisiyle bardağı ayarlamak ister gibi yapıp masama eğildi: ‘En arkaya bakın, biraz sağa, o Aranzas, kızı ve karısıyla birlikte’ ” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:59) Havale; Havale etmek : Göndermek, postalamak, sorumluluğu başkasına bırakma, yükleme “Demek ki toplum (sosyete) hem bir şeydir hem de hiçbir şey. Toplum, dünyanın en güçlü iksiridir ve toplum diye bir varlık kesinlikle yoktur. Bu tür acayip yaratıklarla ancak şairler ve romancılar başedebilirler; onların eserleri böyle bir şey-hiçbir şeylerle tıka basa doludur ve bu konuyu en iyi dileklerimizle onlara havale etmekten mutluluk duyarız.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:130) Havale; Havale geçirmek : Sara-Epilepsi atağı; Sara-Epilepsi nöbeti geçirmek, bilincini kaybetmek “Cin çarpmış bir kadını kollarından sürükleyerek yanına getirdiler. Kadın, Staretz’i görür görmez görür görmez, havale gelmiş gibi titremeye, manasız çığlıklar atarak hıçkırmaya başladı.” “Manastırcığınızın bana nelere mal olduğunu ben bilirim! Onun yüzünden az gözyaşı dökmedim. Havaleli karımı bana karşı kışkırtıyordunuz. Aforoz ederek yedi düvele kepaze çıkardınız beni.. Artık yeter Pederlerim, yeter..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:64;135) “Üç aylarda vaaz eder, ramazanda fitre, zekat toplar, cenazeye, ıskata, devir hatmine gider; yele, kulunca, baş ağrısına, iç sıkıntısına, havaleye okur, karnını doyurur, ev besler. İlk karısı bir kara çıraktı. Yoksulluktan öldü. Şimdi beyazını aldı.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:355-6) Havalı : Gözalıcı, çekici, albenisi olan; bir işi gereğince önemsemeyen, benimsemeyen; yüksekten atan “OLAĞANÜSTÜ MANDALİNALAR - 1 Abartılı davranış tuhaf bir yoludur göstermenin senfoniyi anladığının, ama öyle yaptı o,taşralı kadın, Marie Antoinette havalı tutarak gülümseyen başını kalçalarıyla aynı hizada.” (John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07) “ ‘Adı ne? Fotoğrafını çekebilir miyiz?’ diye sorup, onayı alır almaz işe giriştiler. ‘Adı Bob,’ dedim. ‘Bob ha? Havalıymış.’ Bir iki dakikalığına sohbet ettik. Bir tanesinin kedisi vardı, bana onun resmini gösterdi Birkaç dakika sonra kibarca izinlerini istedim, yoksa onu, ağızlarının suyu aka aka, saatlerce sevebilirlerdi.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:52) “Lucy onlara arkasını dönüyor, örtünüyor. Çocuk bir hamlede ayağa fırlıyor, yanlarından uzaklaşıyor. ‘Hepinizi geberteceğiz!’ diye bağırıyor. Dönüyor; kasıtlı olarak ekili patatesleri eziyor, sonra tel örgünün altından eğilerek geçip Petrus’un evine doğru gidiyor. Kolunu hala eliyle korusa da, yürüyüşü havalı.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:239) “Babam, birlikte durduklarında daha canlı, daha yakın görünürdü bana. Bu ayrım bence Perran Hanımefendinin sık sık kullandığı sözlerden geliyordu babamı anlatırken: ‘Azıcık taşra havalıdır. Oysa aldanmamak gerek.’ derdi. ‘Dürrüzadeler bilinir ki Osmanlı eskisidirler. Yani iki yüzyıla yakın bir aile kütüğüne sahiptirler.” (Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:0115-6) “Selstadt ve Audran ve ben. Ayak üzeri tabii hafif ve havalı herifçiklerle hoş beş edildi. Lotte’nin gözlerini aradım; ah, birinden öbürüne kayıyorlardı.” (J.W. Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:56) “Olga Yenge, ‘iyi bir talip’ tarafından yemeğe götürüldüğünü anlattı. Aile ile uzaktan ilişkisi de olan doktor Guillermo Osores’ti bu. Elli yaşlarında, gayet kibar ve havalı, hali vakti yerinde, yakınlarda dul kalmış bir adamdı.” (M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:148-9) “Otele yerleştikten sonra gittiği Yeşilyurt Lokantası’nda yeniden gördü onları. Yıpranmış, yorgun, ama hala yakışıklı ve havalı bir erkekle, onun hayat arkadaşı olduğu anlaşılan şişman ama hareketli bir kadın.” (O. Pamuk, “Kar”, sa:13) Havanda (su) dövmek : Yineleyip durmak “Terapist bir kadındı ve beş ay boyunca haftada iki kez ona gittim. Sırıtışımı yok etmeye çalışıyordu. Terapideki bütün amacımın onun benden hoşlanmasını sağlamak olduğuna ikna olmuştu. Seanslarda annem ve babamla olan ilişkimi havanda dövüp duruyordu. Bu ilişkim gülünç derecede sevgi dolu, açık ve ironikti.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:22) Hava parası : İlk kez, İkinci dünya savaşı sırasında, mesken kıtlığından dolayı adet olmaya başlayan, fakat gerçekte Evliya Çelebi zamanındanberi bilinen, değerli boş bina ya da dükkana, kiracı olabilmek için havadan verilen para “-... Eskiden derlerdi ki, bu kuş ‘Kazanca güvenme, uçar gider haaa öğüdüdür’ derlerdi. Evliya Çelebi zamanında bedestan altı yüz dolapmış... ‘Dolap’, yani dükkan... O zamanın ucuzluğunda, beher dolabın hava parası beş bin kuruşmuş da, can ilacı gibi, alıcısı hemen hazırmış.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:167) Havari : Hıristiyan dininde, Hz. İsa’nın İncil ve diğer yaşam değerlerini etraya yaymakla görevlendirdiği on iki dini temsilci; aziz; (Koll-.) Herhangi bir liderin önde gelen inanıcıları ve yardımcıları “Denize, gökyüzüne bakıp düşünceye daldım. Böyle sevmek, keseri almak, kesmek ve canı yanmak… Ama sakladım heyecanımı. Gülerek, ‘Kötü bir yol bu, Zorba,’ dedim. ‘Azizlerin hayatını anlatan bir kitaba göre, vaktiyle bir havari, bir kadını görüp baştan çıkmış ve bir balta kapıp…’ Ne söyleyeceğimi bilip sözümü kesti: ‘Elinin körü! Onu kesmek ha! Yok olasıca aptal! Yahu, o mübarek hiçbir zaman engel olmaz ki…’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:27) Havası değişmek; Havasını değiştirmek : Eskilerin ‘tebdil-i hava’ dedikleri şey; yer değiştirince daha iyi hisler duyma beklentisi; mizaçta oluşagelen ani değişiklikler, örneğin sevinç vs. elem “Innstetten: ‘Ee! Evet mi, hayır mı?’ diye sordu. ‘Elbette evet. Hiç olmazsa biraz havam değişir. Sonra, benim sevgili Giesbühler’imin daha ilk çağrısını hemen geri çeviremem ya.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:124-5) “O da bizimle beraber baklarda oturuyor, fısıldaşmalarımızı, katıla katıla gülmelerimizi dinliyor, gidip kızları uyandırma ya da tepelerde güneşin doğuşunu bekleme düşüncesiyle heyecanlanıyor, sonra bizim havamız değişince bocalıyor ve eve dönmeye karar veriyordu.” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:7) Havası esmek : Gibi duyumsamak “Kaşıkadası’na geçiyorduk. Hepimizin içinde bir Robenson havası esiyordu: Gemi batmıştı. Bir sal parçasının üstünde idik. Hali bir adaya çıkacaktık. Bir kulübe yapacaktık...” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Kaşıkadası’nda”, sa:23) Havasına, havaya girmek; Havasına sokmak, Havasını bulmak, vermek : Bulunduğu ortamdan hoşlanmak, rahat hissetmek, haz duymak “Sevgimin Bayrağı ----------------------Sözcüklerin güzelliğini nakşederim Işıldayan alnın üstüne Hüznün boyun eğişini unuturum Senin havanla, Şimdi geçmişin hikayeleri Bu anlattığının havasında yaşanır” (Hanan Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.03) “Bu Pablo denen adam aşkta biraz uykulu, şımarık ve edilgen biridir derdim kendi kendime, oysa Maria onun uyum sağlamasının pek kolay olmadığını, ama havaya girdiğinde bir boksör ya da usta bir binici denli sert, gergin ve atak, tam bir erkek olduğunu söyledi.” (H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:141) “Refik semaverin bir türlü ısınmayan sohbeti birdenbire ve istediği gibi fokurdatmaya başladığını anlayarak gülümsedi: ‘Demek öyle düşünüyorsun?’ dedi. Sonra Muhittin’i de bu havaya sokmak için: ‘Sen ne düşünüyorsun?’ diye sordu.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:127) “Muhtemelen aklınızdan geçmiş olan ve yüce bir duygunun anlaşılmasından çok bir hizmetkarın düzeyiyle bağdaşan saçma sapan varsayımların niteliği ne olursa olsun, hiç şüphe yok ki, sizden bir kitap istettiğimde, benim kim ve nasıl biri olduğumu bilmeden, yazmış olduğunuz cevabı göndermekle, kendinize önemli bir kişi havası verdiğinizi zannettiniz.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:403) “İKİNCİ PERDE, SAHNE BİR (FRANTZ, LENI) (Franz yırtık pırtık bir asker üniforması giymiştir. Yırtıkların altından yer yer teni görülür. Masada oturmaktadır..... Leni giysisinin üstüne bir önlük takmıştır, yüzü seyirciye dönük olarak odayı süpürmektedir. Franz konuşurken ifadesiz bir yüzle, acele etmeden, neredeyse uyur gibi, tam bir ev hanımı havasında, sakin sakin işini görür. Ara sıra Franz’a göz atar. Onu kolladığı ve sözlerinin bitmesini beklediği hissedilir.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:121) “ ‘Evet, her şey uygun. Ben şimdi havamı buldum. Daha önce birçok kez başlamış olduğum mektubu hemen yazabilirim. Şimdi girdim içeri; şapkamı, bastonumu attım; kağıdı düzeltme çabasına katlanmadan usuma <aklıma> ilk gelen şeyi yazıyorum. Ona, hiç duraksama ve silinti olmaksızın yazıldığını düşündürtmesi gereken çok güzel bir taslak olacak.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:59) Havasında olmak : Gibilerden, benzeri olmak; taslamak Bk.: Hava vermek “Kızılsaçlının kendisini fark etmediğini görünce, gizli bir şey söylüyor havalarında kulağına eğildi ve tümüyle ondan yana olduğunu açıkladı. Yirmi altı yıldır, üç çocuk babasıydı kendisi. Korkunç bir yumruk, onu kayar adım Therese’ye postaladı. Şapkası yere düştü.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:332) “Kendilerinin seçmediği ancak onlar için en iyisinin bu olduğuna inandırıldıkları bir yaşantının kölesi olanlar. Ve birbirinin aynı günler ve geceler geçirenler, ‘macera’ kelimesinin sadece kitaplarda geçen bir sözcük ya da daima açık duran televizyonda bir hayal olduğu günler ve geceler; ve ne zaman önlerinde yeni bir kapı açılsa, ‘İlgilenmiyorum. Havamda değilim.’ diyenler.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:24-5) “Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu olurlardı, kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et pazarını yönetirdi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:74) “Bir gün yürürken sağanak yağmura yakalanmıştık. Başlangıçta biraz oyun biraz da çocukça bir yiğitlik gösterisi olarak umursamaz havalarda, göğüs dışarıda, aynı şekilde yürümeye devam etmiştik. Ama birkaç saniye içinde sırılsıklam olmuştuk.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:35) “Mösyö Darbédat, siyah saç yığınının altındaki bu parlak ve yıpranmış yüzü bir an sıkıntıyla seyretti. ‘Kızda bir trajedi oyuncusu havası var,’ diye düşündü. ‘Kime benzediğini de tam tamına biliyorum. Orange’da Phédre’i Fransızca oynayan şu kadına, Romanyalıya.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53) “Bir süre sustum, çok önemli bir noktaya varmışım gibi, sonra da gizli bir şey söyler havasıyla, ‘Gerçekte iki tane kadın var,’ dedim. ‘Nihayet!’ diye vurguladı Christine. ‘Şimdi daha ilginç olmaya başlıyor.’ ‘Ne yazık ki hayır,’ dedim. ‘Çünkü onlar da çerçevenin dışındalar, hikayenin parçası değiller.’ ” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:102) Hava takınmak : Tavır koymak, davranmak “D.J.’nin gözüne bir kahvenin terasında, sonra tiyatroda, pek güzel sayılmayacak Danimarkalı bir kız ilişiyor. Ona yaklaşıyor, yanına oturuyor, birkaç dakika geçiyor, sonra birlikte kalkıyorlar. Onu izleyen kızın nasıl uysal bir hava takındığını görünce içim daralıyor. O anda bütün kadınlar böyle uysaldırlar.” (A. Camus, “Defterler 3”, sa:266-7) Hava vermek : O izlenimi, görüntüyü vermek “Uzun boylu, etli butlu, alımlıydı Madam. Hep kapalı duran bu evin karanlığından solgunlaşmış olan teni, üzerine kalın bir cila sürülmüşçesine parlıyordu. Delişmen, kıvırcık takma saçlarının altına dökülen ufak perçemi kendisine beden ölçülerinin olgunluğuyla bağdaşmayan genç bir hava veriyordu.” (G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi”, sa:34) Hava tebdili : Hava değişimi; Geçmişte, ya tüberküloz-verem gibi sağlık durumlarında bol oksijenli, temiz dağ havası gerektiğinde ya da ruh sıkıntısı-depresyon-aşk malüllüğü hallerinde, hatta askerlikte, ‘mekan (yer) değiştirmenin faydası vardır’ inancıyla sık kullanılan öğüt, doktor reçetelerinden biri “Dayım Rıza Bey’in (...)de büyük bir zeytinliği olduğunu bilirsin... Eskiden yılda iki üç ay oraya gider, hem işleriyle meşgul olur, hem de hava tebdili yapardı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ona bir çiftlik merakı geldi.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:13) Havaya bürünmek : Durumun gerektirdiği ruhsal atmosfere girmek “Cüce, melankolik bir havaya bürünmüştü, böyle anlarında daha şakacı oluyordu. Mahkemenin, en ince ayrıntılarına dek kendisine anlatılmasını istedi, hiçbir evrede herhangi bir karşı koymada bulunmadı. Kien’e bazı bedava, parasız, karşılıksız önerilerde bulundu. Kendisine yardım edecek bir akrabası falan yok muydu?” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:308) “Etkilendiğini şimdi gizlemeye çalışan, ama sahte kayıtsızlığına karşın, istemeye istemeye uzaklaşıyormuş gibi görünen baron, bir gidip bir geliyor, gözlerinin güzelliğini en çok ortaya çıkaracağını düşündüğü şekilde boşluğa bakıyor, kendini beğenmiş, aldırmaz, gülünç bir havaya bürünüyordu.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11) “Titreşim, garip bir biçimde, ‘Hayır’ der gibiydi, bu yetmez (Unutmayın ki burada insan ruhunun en karanlık dışavurumlarıyla uğraşıyoruz); dahası, bu boşluğun, bu anlaşılmaz ihmalkarlığın ne anlama geldiğini sorarmışçasına sorgulayıcı bir havaya bürünüyordu; o kadar ki, sonunda zavallı Orlando nedenini hiç anlamadan sol elinin yüzük parmağından fena halde utanır oldu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:158) Havaya savurmak : Kontrol etmeksizin sarfetmek, har vurup harman savurmak “Kahvaltıyla öğle yemeği arasında büyükbabamın haftalık yevmiyesinin üç katını havaya savuranlar, benim gibi yaşlı bir adamın aklını başından alıp oğlunun bürosunu it gibi koklamama yol açan bir koku bırakanlar ne biçim insanlar?” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15) Havaya uçurmak : Bomba, dinamit gibi bir patlatıcı kullanarak kişi ya da bir nesneyi fiziksel olarak havalara göndermek “Lord Arthur, böylece yeniden arkadaşlarının ve akrabalarının ilerisini gözden geçirdi ve dikkatli bir incelemeden sonra Chichester Başpapazı olan eniştesini havaya uçurmaya karar verdi.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:39) Havayı yumuşatmak : Toplumsal, siyasal ya da kişisel bir gerginlik durumunda ortalığı biraz ılıman kılmak “Friedrich Nietzsche’nin trajedisi bir melodramdır. Hayatının kısa sahnesine başka bir kahraman çıkarmamıştır bu melodram. Çığ gibi yuvarlanan perdelerde o yalnız güreşen, tek başına durur, yanına kimse gelmez, kimse yardımına koşmaz, ılımlı varlığıyla hiçbir kadın, gergin havayı yumuşatmaz.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:73) Havayla cıva : Hiç; Sıfır kere sıfır elde var sıfır; Bomboş “... Ne olursa olsun öğrenmeliydi. Haydi, ne duruyordu Kudretçiği? Neden söylemiyordu? Canı sıkılır diye mi? Hiç de bile. Ne kadar kötü olursa olsun söylesinlerdi. Yalnız ölüme çare yoktu. Üstyanı havayla cıvaydı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:159) Havı dökülmek : Genellikle koltuk, perde, masa örtüsü, giysi vb’nin yapımında kullanılan çuha, yün ya da kadife liflerinin dökülerek ‘eskimiş, yıpranmış’ görünümü vermeleri “Havı dökülmüş koltuğa oturup geniş ocağın önünde bacaklarını çaprazlayarak piposunu içerken, ev sahibinin kocaman kel kafasına ve kulaklarının arkasındaki kıvırcık gri saçlara bir kez daha şaşacaktı. Güzel kirpikli, neredeyse zeytin moru, yumuşak bakışlı gözler.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:268) Havlu atmak : Pes etmek, mağlubiyeti kabul etmek (Fena halde dövülen boksörün antrenörü maçı durdurmak için ring’e havlu atar) “Hiç kimse kımıldamadı. ‘Hepiniz delirdiniz mi?’ diye bağırdı Jabba. ‘Tankado’yu arayın! Ona havlu attığınızı söyleyin. Bana o kesme şifresini versin! ŞİMDİ!’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:378) “Her şey bir çatışmada bozguna uğrayacağından matematiksel olarak emin olması gereken, yine de bir an önce eyleme geçmek için elinden geleni ardına koymayan portekizli yüzbaşının ardı sırası kesilmeyen kışkırtmaları karşısında aniden havlu atmaya yeğdi.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:114) Havsalası almamak : Akıl mantığa sığmaz, inanılmaz “Hakkı Bey, öfkeden dudaklarını ısırmaya başladı: -‘Vay insafsız herif, vay...’ diye söyleniyordu. ‘Kadın dövmek, kadın dövmek... İşte bu hafsalamın alacağı bir şey değildir. İçimden ne gelir bilir misiniz? Şimdi bizim neferi çağırmak, bu adamı bir ağaca bağlatıp kalın bir sopa ile canını çıkarıncaya kadar pataklamak...’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:71) “Tosun Bey fena halde hiddetlendi. Dişlerini sıktı. Otağ-ı hümayun nasıl kaybolurdu? Bunu havsalası almıyordu. Padişah onca mukaddesti.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:98) Havva : Dini kitaplara göre, Tanrı’nın, balçıktan yarattığı Adem’in kaburgasından yarattığı ilk kadın. İrem (Cennet) bahçelerinde iken, şeytana’ uyarak, ‘yasak meyve’yi (elma) yediklerinden solayı, ceza olarak dünya’ya bırakılan çiftin kadını. “İncil’e göre, Tanrı, kendisini yarattıktan, cennetine yerleştirdikten sonra, Adem, deliksiz bir uykuya dalmış; bu sırada Tanrı, onun sol yanından aldığı bir kaburga kemiğiyle Havva’yı yaratmış. Adem uyanmış, Havva’yı görünce bağırmış: İşte bu nedenle insanoğlu anasını babasını bırakacak, kadınla erkek birleşip tekbeden olacaktır.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:256) “Soluğumu tutuyorum. Kim bu yürüyen? Yoksa, uzaktaki fırtına mı sadece? Havva ile Adem, neredesiniz? Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanmalıydınız; fakat bu aklınıza gelmiyor. Havva bir fotoğraf makinesi aşırıyor, Adem de makineyi kollayacağına, buna göz yumuyor.” (Ö. von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:86) Hay : Azarlama, şikayet ya da iyi dilek belirtisi: Bak şuna, bunu nasıl yaparsın? Nasıl olur? bağlamında bir ünlem “Ömer ‘Hay gidi miskin!’ diye koştu, hayvanın tam başından sımsıkı tuttu. Sıktı. Sonra yerden çekerek havada çevirdi, çevirdi. Kaz, iki misli uzayan boynunun ucuna asılı kocaman, iri yağlı vücuduyla fırıl fırıl dönüyordu. Birden Ömer’in avucu açıldı, kaz yayından kurtulan bir ok gibi fırlayarak gitti, şadırvanın mermer oluğuna hareketsiz cansız düştü.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Küs Ömer”, sa:93-4) “TOINETTE (Odaya girerken.) - Geliyorum. ARGAN - Hay rezil! Hay kaltak! TOINETTE (Başını bir yere çarpmış gibi yaparak.) - Hay aceleniz de çıksın! Ortalığı öyle gürültüye boğuyorsunuz ki yetişeyim derken başımı pencere kepenginin köşesine çarptım!..” (Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:17) “Lucien hiçbir şey söylemiyordu, çünkü söyleyecek şey bulamıyordu, ama kendisinin kabalık ettiğini anlıyordu. Guigard, başı öne eğik, ekledi: ‘Ee peki, bir patavatsızlık yüzünden...’ ‘Hay budala,’ dedi Lucien onun omzuna vurarak, ‘senin bilerek yapmadığını biliyorum.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:224) “LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar..... ağzının suyunu akıtacak bir sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8) “Hay Rey’ine, demek geldi Manolo’nun içinden, ama hiçbir şey söylemedi. Hay Rey’ine tabii, bir zamanlar hiç kuşkusuz Rey’di, Çingenelerin itibarı vardı, halkı özgürce Endülüs’ün yaylalarında dolaşırdı.” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:12) “Jean, bir felaket olacak korkusuyla: -İpi bıraksana! diye haykırdı. Kız dinlemiyor, soluk soluğa koşuyor, öfke ve dehşet dolu bir sesle sövüp sayıyordu: -La Coliche! Duracak mısın, la Coliche!... Hay, pis murdar hayvan!... Hay! Miskin cenabet!” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:7) Hay aksi şeytan : Sanki şeytan bana bunu yaptırttı, unutturdu “Kız çoktan çekilip gitmişti. Rakım tekrar iskemlesine oturduğu zaman artık sokakla ilgisi azalmıştı. Tevfik’i düşünüyordu. Acaba çıksa, kapıdan dinlese mi? Hay aksi şeytan, Sabit Ağabey geliyor... -Safa geldiniz, efendim. -Safa bulduk, Rabia.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:313) “LELIO - Nerede oturuyorsunuz? OTTAVIO - İşte bu otelde. LELIO - (Hay aksi şeytan!) Ben de o oteldeyim. Ama ben sizi dün de, dün gece de burada görmedim.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:38) “Yarımada, Yarımada değil, Peki ona ne demeliyiz, koptu ve otuz altıncıyla kırk üçüncü eylemler arasında dümdüz bir çizgide ilerliyor, Ne olmuş yani, Pek çok konuda iyi bir öğretmen olabilirsin, ama coğrafyan zayıf, Anlamıyorum, Asor Adaları’ının otuz yedinciyle kırkıncı eylemler arasında bulunduklarını anımsarsan hemen anlayacksın, Hay aksi şeytan, Evet Şeytan’ı çağır, Şeytan’ı çağır, Yarımada Adalara çarpmak üzere, Kesinlikle...” (J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:133-4) “İKİNCİ SOYTARI - ‘Duvarcıdan da, tersane işçisinden de, dülgerden de sağlam iş çıkaran kimdir?’ BİRİNCİ SOYTARI - Evet, bil bunu, yat aşağı. İKİNCİ SOYTARI - Dur, inan olsun bileceğim. BİRİNCİ SOYTARI - Hadi öyleyse. İKİNCİ SOYTARI - Hay aksi şeytan, bilemeyeceğim.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:160) Hayali : Karagöz oynatan kişi “Karagöz oynatan kişiye ‘hayali’, hayalinin yardımcısına ise ‘yardak’ adı verilir. Hayali sıfatı, bir usta yanında uzun yıllar yardaklık (yardımcılık, çıraklık) yapmış ve hakkıyla Karagöz-Hacivat oynatabilecek kıvama gelmiş kişilere ustası tarafından veriliyor.” (Ramazan Güntay, Akşam Gazetesi, 13 Eylül 2007) Hayal-i fener, Hayali fener gibi olmak: Keder ya da hastalıktan sararıp solmak, zayıflamak, erimek “-Bir yerlerde mi çalışırdı? -Yaa... ne yapsın? Bu şirreti başına musallat eden o. Oğlunun başına bela etmenin kefaretini ödemek için bir canlı gölge, bir hayal-i fener gibiydi...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:141) Hayal kırıklığı; Hayal kırıklığına uğramak : Düşkırıklığı, umduğunu bulamamaktan duyumlanan hüzün Bk.: Düşkırıklığı “Mavi, Siyah’ın kendisiyle aynı yaşta olduğunu tahmin ediyor, üç aşağı beş yukarı. Yani, yirmili yaşların sonuyla otuzlu yaşların başı. Siyah’ın yüzünü hoş buluyor, insanın her gün gördüğü binlerce yüzden hiçbir farkı yok. Bu mavi için hayal kırıklığı oluyor, çünkü hala gizli gizli Siyah’ın bir deli olduğunu bulup çıkarmayı istiyor.” (P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11) “İnsanın hayatta bir tek kez karşısına çıkabilecek büyük bir fırsatı yakalayacağını sanmış olmalı, ama onca çabadan sonra eline geçen yalnızca yirmi yedi bin Dolardı. Bu parayı dörde bölünce her birinin eline pek az bir şey geçecekti. Gerçekten az bir paraydı bu, onun uğrayacağı hayal kırıklığını düşündükçe seviniyordum. Slim’in nasıl da bozum olduğunu düşünmek yıllarca içimi ısttı.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:183) “Ama nedense Paris’teki eve vardığında büyükbabasını orada bulamamıştı. Hayal kırıklığına uğramıştı ama gelmesini beklemediğini biliyordu. Belki de Louvre’da çalışıyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:158) “Babaanneyi dinlemek Bir gün evinin yanındaki sabah pazarında bir kasabın bir tavuğu boğazlamasına tanık oldum. Tavuk çığlık atıyordu, olanların farkındaydı. Kasapsa aldırışsız devam ediyordu işine. Ondan sonra ağzıma tavuk koyamadım. Sen gülüyordun ama babaannem çok bozulmuştu: ‘Beni dinle,’ dedi, ‘Tanrı tavukları biz insanlar yesin diye yarattı.’ İkna olmadım. ‘Eskiden bir tencere dolusu soya soslu tavuk ayağını tek başına yerdin,’ dedi, hayal kırıklığına uğramıştı.” (Yu-Han Chao-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.20.08) “ ‘Özgürlükten bahsetmişken,’ dedi, bu yazarın bir polis memuruyla tartışmaya girmeyi reddetmesinden biraz da hayal kırıklığına uğramış olarak, ‘istediğiniz zaman gidebilirsiniz. Şimdi sizi tanıdım ya, artık kitabınızı okuyacağım. Biliyorum, sevmediğimi söyledim, ama gerçek şu ki aslında hiçbirini okumadım.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:22) “Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz mıydınız, St. Juan’ın <ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın> çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman, acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli Elkitabı hazırlamak gelmez diye merek ediyorum.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528) “Habrecht öğrencileri susturdu ve hepsini de tuhaf bir hayal kırıklığına uğratan sözlerine başiladı: ‘Keyfiniz çok yerinde, her halde. Ama neden bu keyif? Ne için? Bir başkasının yiyeceği kötek sizin hoşunuza mı gidiyor? Hele dikkat edin, sizler de acı duyacaksınız, her biriniz de bu acıyı duyacaksınız.’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:22) “Zira cinayet, haydutların gizlendiği mağaranın yakınında işlenmişti. Hem artık pusulanın bir rolü kalmamıştı. Birbirimizden ayrılırken B.’nin yüzünde bir hayal kırıklığı beliriyor. Demek, pusulanın bir rolü kalmamış artık, diye düşünüyorum. Fakat pusula olmasaydı, bu B. bana asla gelmezdi.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:137) “ ‘... unutmayınız ki Ayrıbölge’de çocuklar hala doğurulmaktadır, her ne kadar .ğrenç gelse de, gerçekten doğmaktadırlar...’ (Yüz kızartıcı bir konuya gönderme yaparak Lenina’yı utandırmayı umuyordu, fakat o yapay zekasıyla gülümsemekle yetinerek, ‘Öyle denmez,’ dedi. Hayal kırıklığına uğrayan Müdür yeniden başladı.)” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:143) “Tanrım, ne de yüreksiz bir adammışım! Tüm yıllar boyunca kendimin ve sistemin içindeki diğerlerinin hakları için mücadele vermiştim, şimdi kendimi ve diğerlerini hayal kırıklığına uğratıyordum.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:192) “Aslına bakarsanız biz o zamanlar bunların anlatılmasını da istemiyor ve adamızı bir sır gibi gizliyorduk. Çünkü giderek deliren dünyamızda böyle bir yerin varlığının bilinmesi pek işimize gelmiyordu. Nasıl olduysa rastlantılarla adayı bulmuş kırk sakin aileydik. Huzurluyduk, kimse kimsenin işine karışmıyordu. Onca yaralanmadan, hayal kırıklığından ve derin acıdan sonra adada edindiğimiz yeni dostları o kadar yürekten seviyordum ki, buraya ‘Son Ada’ adını takmıştım.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:8) “Generalisimo midesinde bir yanma hissetti, nedeni öfke değildi, hayal kırıklığı idi. Uzun yaşamında yediği kazıkları sızlanmakla zaman kaybetmemişti hiç ama BM’de her fırsatta lehinde oy veren ülkeye ABD’nin bu yaptıkları onu isyan ettiriyordu. Adaya ayak basan bütün Yankeeleri birer prens gibi karşılayıp onurlandırmak ne işe yaramıştı?” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:151) “İtiraz etme! Doğru olduğuunu biliyorsun ve ben de bunu seni seven bir kız kardeş olarak söylüyorum. Tanıdığım en kibirli ve aynı zamanda -bu defa daha da kuvvetli bir itiraz gelecek- en hoşgörüsüz varlıksın. Bir arkadaşın seni hayal kırıklığına mı uğrattı? Arkadaşlığını kesersin. Bir ülke mi seni hayal kırıklığına uğrattı? Senin ülken olmaktan çıkar. Kolay da, hayal kırıklığına uğradığın için, sonunda arkadaşsız ve vatansız kalacaksın.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:59) “İstanbul’un göbeğinde soyuldum. Kimliğim, kredi kartlarım, telefon defterim, param! Ve kartvizit! Onun kartviziti!..... Canımı sıkan şeyin çantanı çaldırmak değil, bir masumiyetin uğrattığı hayal kırıklığı ile o kartvizitin kaybı olduğunu anlıyorum.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:517) “Bana katılmayı reddeden güzel modelimin ise hüzne karşı bambaşka bir ilaç istemesi ilk öğrendiğimde beni hayal kırıklığına uğratmıştı. ‘Bugün moralim çok bozuk,’ demişti Taksim’de bir buluşmamızda...’ ” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:312) “Sokak kadınları -ki onlarla başa çıkmak olanaksızdı- ona hep edepli bir bey gibi davranırlar hala, otuz yaşında bile öğrenci olup olmadığını sorarlardı. Ve hepsi -Ernesta, Cate ve yarın da Marina-, sonunda onun boşvermişliğine kızıyor, hayal kırıklığına uğruyor ve onu bırakıyorlardı.” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:184) “Ayrıca, daha önce de gördüğümüz gibi, Aimé’nin, yeni adresini bir şekilde öğrenmiş olan M. de Charlus’ün arabasına gitmesine Saint-Loup engel olmuş ve böylece baron tekrar hayal kırıklığına uğramıştı.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:403) “Burada hayal kırıklıkları yüzünden acı çektiğimi sanma sakın, tam tersi. Bazen gerçeği bukmak için beklentilerden, zor olsa bile, nasıl çabucak vazgeçmeye hazır olduğuma şaşıyorum.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:100) “BELKİ BİR GÜN ---------------------Sadece gecede bir araya gelmiş yıldızlar, yorgun, bir kır eğlencesinden kamyonla dönen insanlar gibi, hayal kırıklığına uğramış, aç, hiçbiri türkü söylemeyen, terli avuçlarında ezik yaban çiçekleri.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-ayraçlar I”, sa:57) “ ‘Uyan,’ dedi Olga Volga..... ‘Uyan, Hindistan, lütfen. Annen burada bekliyor.’ Bu da mı rüyanın bir parçası, diye düşündü. Hayır, uyanmıştı, gümbür gümbür atan kalbi rüya olamazdı. Heyecanla olga’ya doğru döndü ve onun arkasında ve biraz sağında duran pantolkonlu, yetmiş yaşlarındaki kadını gördü; saçları, bir farenin rahatça içine saklanabileceği kırlaşmış, bakımsız bir saman yığınıydı. Hayal kırıklığının sert yumruğu Hindistan’a ağır bir darbe indirdi.” ” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:409) “Tapınakla valinin ikametgahı arasında pek bir mesafe yoktu, ama İsa oraya asla varamayacağını düşünüyordu; ıslıklar çalan, yuhalayan halk değildi bu düşüncesinin sebebi, tüm bunlar bir kralın bu acıması halinin yarattığı hayal kırıklığının göstergesiydi. İsa ölümle randevusuna geç kalmak istemiyordu, yoksa Tanrı bu yana bakıp şöyle diyebilirdi: Neler oluyor orada, ahdimize ihanet mi ediyorsun yoksa?” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:400) “Mösyö Darbédat gözlerini kaldırdı, kızının akıllı ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı: Eskiden o kadar anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk bir şeyler vardı. Eve her zaman çok güzeldi. Mösyö Darbédat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış olduğunu fark etti.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53) “Yolun iki yanında mantar meşeleri ve kestane ağaçları uzanıyordu, havayı geç açan katırtırnaklarının kokusu kaplamıştı. Ve birden gene asfalt kaplı geniş bir düzlük; bir yanı koca bir beton binayla kapanmış: Binanın üzerinde bir sürü çirkin, dar ve uzunca pencere. Durdum, hayal kırıklığına uğramış, öfkelenmiştim.” (L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:11) “Böyle uçucu yağı olmayan maddeler söz konusu olduğunda tabii hepten anlamsız kalıyordu damıtma yöntemi. Fizik okumuş olan biz bugünkü insanlar bunu hemen anlayıveririz. Oysa Grenouille için bu bilgi, hep hayal kırıklığı getiren denemelerden oluşan uzun bir zincirin, zahmetle elde edilmiş son halkasıydı.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:104) “Nabila, oğlunu seyrederken onun uykusunda bile aynı hüzünlü ifadeden sıyrılamadığını, alnının gergin, dudaklarının aşağı doğru kıvrık olduğunu fark etti. Küçücüktü, ama çoktan yorulmuş ve hayal kırıklığına uğramıştı. Ancak bir yaşlının olacağı gibi yorgun ve kırgın.” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:19) “Toplumsal ütopyalar bu yüzyılın trajik hayal kırıklıkları olmuştur: Temel yanılgı toplumun yapılarını değiştirerek, insanın da doğal olarak değiştirilebileceğini düşünmek olmuştur. Oysa, ben tam tersinin olması gerektiğini düşünüyorum.” (S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:14) “Augusto’nun en büyük hayali, kimsenin bilmediği bir böcek bulmak ve kendi adıyla bilim kitaplarına geçmekti. Bense adımın sürmesinin bambaşka bir yolla gerçekleşmesini, bir çocuğum olmasını istiyordum. Artık otuz yaşındaydım ve zamanın giderek daha hızlı kayıp gittiğini fark ediyordum. Bu konuda işler çok kötü gidiyordu. Oldukça hayal kırıklığına uğratıcı geçen ilk geceden sonra, fazla bir şey olmadı.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:99) “Öte yandan Varenka, hayatta yapayalnız kalmış, anasız, babasız, dostsuz Varenka; acı hayal kırıklığıyla, hiç bir şey istemeyen, hiç bir şeye üzülmeyen bu kız, Kiti için hayal ettiği kusursuz yaratığın ta kendisiydi.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:432) “Şüphesiz eğlenceli biriydi, kabul, ama çok hayal kırıklığına uğradım; adama zırhını sorunca, sadece güldü ve İngiltere ikliminin zırh kuşanmasına izin vermeyecek kadar soğuk olduğunu söyledi...” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:9) “Mr. Browning onu elinin tersiyle şöyle bir itip konuşmaya devam etti. Ne o ne de Miss Barrett saldırısını dikkate değer bulmamışlardı. İyice afallayan, şaşkınlaşan, iyice süngüsü düşen Flush, hırs ve hayal kırıklığından soluk soluğa, gerisin geriye yastıklarının üzerine çöktü” (V.Woolf, “Flush”, sa56) Hay Allah(ım) : Ah bilseydim, tuhaf, keşke; bazan yalnızca kızgınlık, pişmanlk ünlemi olarak; Yarabbi sen bilirsin, bu ne iştir “Biri sigorta ile ilgili olmadığını söyledi, başka bir şeydi, ben de vazgeçip, mumların yakılması sürerken, mutfağa gittim, kendime bir içki koymaya. Hay allah, Harvey ordaydı.”” (Ch. Bukoswki, “Büyük Zen Düğünü”, sa:12) “-Camps’ı tanıdın değil mi? -Camps mı? Uzun boylu, siyah bıyıklı mıı? -Hah, işte o! Demiryollarında makasçıydı. -Evet, tabii. -Eee, öldü mü? -Yaa ne sandın? -Şu fare hikayesinden sonra. -Hay Allah? Nesi vardı?” (A. Camus, “Veba”, sa:28) “FİRS (Cezveye bakar, kaygılı.) - Hanımefendi kahvaltılarını burada yapacaklar... (Beyaz eldivenlerini giyer.) Kahve hazır mı? (Dunyaşa’ya sertçe.) Hey! Hani bunun kreması? DUNYAŞA - Hay Allah! (Hızla çıkar.)” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:111) “-Tarascon! Tarascon! diye bağırdılar, inmek gerekiyordu. Hay Allahım! Kahramanın şapkası kapıda görünür görünmez zorlu bir haykırış garın camlı kemerlerini titretti: -Yaşa Tartarin! Yaşa Tartarin! Yaşa aslan avcısı!..” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartaren”, sa:136) “ ‘Hayatım,’ dedi annem, ‘saatı kurmayı unutmadın mı?’ ‘Hay Allah!’ diye haykırdı babam, aynı zamanda da sesinin tonunu alçaltmaya çalışıyordu, ‘Havva’dan bu yana hiçbir kadın böyle aptal bir soruyla erkeğin işini yarıda kesmiş midir?’ Gördüğünüz gibi baba, anne hakkında, okurun Sterne hakkında düşünmekte olduğu şeyi düşünür. Hiçbir yazar, ne kadar hınzır olursa olsun, okurunun tahminlerini bu derece boşa çıkarmış mıdır?’ ” (U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, sa:14) “Ha, hay Allah, nasıl oldu da unuttum? Başka bir ölüm olayını daha hatırladım. Yine ilkokul yıllarında idi. Bir gün, çok sevdiğim teyzemin kızı Şeyma, pencereden düşüp ölmüş ve ‘toprağın altına konmuştu.’ ” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:155) “Öğretmen işe çabucak başladı. Elindeki sopayı, suçlu oğlanın başı üstünde harikulade bir hızla dolaştırdı ve Pavel, öğretmenin bu hareketini, asıl cezanın bir başlangıcı sandı. Ama öğretmen, bu işe devam edecek yerde, birdenbire kendini tuttu ve şunları söyledi: ‘Hay Allahım, şimdi de gözlüğüm yere düşüyor. Kaldır şunu... Teşekkür etmeyi dersten sonraya bırak.’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:23) “ROSA - Ah, Lucia canım, afedersiniz... nasıl üzüldüm. Uzun süredir mi bekliyordun? LUCIA - Yarım saat kadar oldu.. ROSA - Hay allah.. bilseydim, elimi çabuk tutardım.” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:55) “Julius şaşırıveriyor, böylesine şefkatten uzak duyguların kendisine ne sağladığını söylemesini rica ediyor bacanağından. -Hay Allah! ailenizden biri hastalanır hastalanmaz hekim çağırmasını siz de bilirsiniz; ama hastanız iyileşti miydi, hekimin hiç bir rolü yoktur artık bu işte.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:17) “PANTALONE - Oğlum gelmiş mi? Nerede imiş? OTTAVIO - Amma yaptınız, Lelio işte karşınızda değil mi? LELIO, kendi kendine - Babammış, hay Allah, baltayı taşa vurduk. PANTALONE - Nasıl, sinyor kont, öyle mi?” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:59) “ ‘Ölmemiş onbaşım.’ ‘Ya ne halt ediyor?’ ‘Can çekişiyor.’ ‘Hay Allah, hay Allah. Ne yapalım biz şimdi...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:188) “Hay Allah, neydi o... Şeyi yahu, onbaşı ve çavuşların milliyetleri mi? Ha tabii, o da lazım... Ama önce şu yeni emirerini gönder bana...” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:424) “Haber yazarı homurdanarak: -‘Hay Allah! Brookly’ın bu taraflarında tek bir ineğe rastlamak mümkün değil! Halimiz harap.’ Diye bağırıyordu.” (O. Henry, “viski soda’, sa:220) “Bunun üzerine dedi ki: ‘Hay Allah! Hayat fışkıran bir kalbiniz, sanki mermerden oyulmuş bir kafanız var. Benim için devlet kuşu diyorsunuz; buna göre ne kadar mutlu olmalısınız.” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:11) “... evet, bir gece canım sıkılmıştı. Müşfik Talha’ya yarına deyip ayrılırken dayanamadım. Ne söylediğimi artık hatırlamıyorum ama bir şey söyledim, onu kıracak bir şey söyledim. Hay Allah, neydi...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:135) “Hay Allah. Bunca yıllık yaşamı boyunca işitmediği rezilce sözlerdi. Nasıl susturacaktı bunları?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:292) “LICHT - Üstelik de sol ayağı ha? ADAM - Sol mu? LICHT - Şuraya bastığınızı mı? ADAM - Öyle ya! LICHT - Hay Allah! Zaten günah yolunda güçbela yol alan ayak!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:4) “LISETTE - ... Bana hemen dün ilanı aşk etseydiniz, kabul edecektim. Ama düşünün bir kere, ne kadar büyük bir gözüpeklik etmiş olacaktım, ne haliniz vaktiniz, ne servetiniz, memleketiniz falan hakkında bir şey sormaya vakit bulabilecektim! CHRISTOPH - Hay Allah! Buna gerek var mıydı? Bu kadar telaş? Birden fazlasıyla evlenemezsiniz ki?” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:47) “Marki şaşkınlıkla yatağına oturmuştu ki, patlamalar yeniden duyuldu. ‘Hay Allah!’ diye bağıırdı. ‘Acaba bugün günlerden ne?’ Oturdukları ev, Divina Pastora kadınlar tımarhanesine bitişikti..... heyecana kapılan hastalar, portakal bahçesine bakan terasın kenarından sarkmışlar, her bir patlayışı alkışlarla kutluyorlardı.” (G.G. Marquez, “Aşk ve Öbür Cinler”, sa:15) “-... <Melanie> Benim çocuğumu senin almanı istiyorum. Bu sözü bana ver Scarlett. Eğer bir oğlum olursa onun Ashley gibi yetişmesini sağla. Eğer kız olursa onun sana benzemesini çok isterim. -Hay Allah! Hiç işin yok da bunları mı düşünüyorsun! diye Scarlett bağırarak ayağa kalktı. Ortada kaygı verici hiçbir şey kalmadı mı sanıyorsun? Her şeyi bırakıp kendi ölümünden mi bahsetmek gerek?” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:462) “ ‘Sigara alır mısınız?’ diye sorarsınız birine. ‘A, teşekkür ederim.’ Paketi açarsınız, sonra şaşkınlığınızı sergilersiniz. ‘Hay Allah! Sonuncu sigarammış. Paketimin dolu olduğuna yemin edebilirdim.’ ‘Son sigaranızı almamyayım. Siz benden buyrun,’ der öteki. ‘A, teşekkürler.’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:75) “Bellek oyunları oynamaya başlıyordu: denizlerin adları, dağlarınki, adalarınki. Gerçek coğrafya haritaları, Grönland, Cibuti, Cayena, Fernando de Noronha... Hay Allah: aklına yalnızca hapishaneye benzer yerlerin adları geliyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:142-3) “JİM : Şimdi hatırlıyorum... sen hep geç gelirdin. LAURA : Evet, benim için çok zordu, yukarı çıkmak. Ayağımda şu demirler vardı... çok ses çıkartıyorlardı. JİM : Ben hiç duymadım. LAURA : (Hatırlayınca yüzü buruşur) Benim için sanki şey gibiydi... gök gürlemesi! JİM : Hay Allah, ben hiç farkına varmamışım.” (T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:71) “Bu arada uzun kış ayları yaklaşmaktaydı. Parktaki tüm ağaçlar kırağı kaplıydı. Irmak miskin akıyordu. Bir gün yere kar düşmüşken ev ahşap kaplamalı karanlık odalarda gölgeler kıpırdaşır ve parkta erkek geyikler bağrışırlarken, casusların korkusundan hep yanında taşıdığı aynada, katillerin korkusundan hep açık bıraktığı kapının aralığından bir oğlanın -Orlando olmasın? -bir kızı - hay allah, kimdi bu utanmaz yosma? -öptüğünü gördü. Altın kabzalı kılıcını kaptığı gibi öfkeyle aynaya indirdi. Ayna tuz buz oldu; insanlar koşup geldiler; onu kaldırıp yeniden koltuğuna oturttular; ancak bundan sonra bir daha toparlanamadı ve son günlerinde insanoğlunun sadakatsizliğine söylenip durdu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:25-6) Hayal meyal : Sanki rüyadaymış gibi, güçlükle anımsayarak, bulanık bir görüntü gibi; tahminen “Küçük odanın tavan arası insan boyundan yüksek olmasına rağmen, insanı eğilmeye mecbur bırakan bir karanlık; kilise önlerinde, deniz kenarlarında, balık ağlarının arasında, sandalın içinde çıkmış sarı alamünit fotoğrafları hayal meyal fark ettirdi.” (S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hristopulos Gemisi”, sa:16) “Onu ne kadar çok sevdiğini, ne kadar güzel bulduğunu Gwyn’e söyleyeceğin, dilini onun ağzına sokarak aylardır hayal ettiğin biçimde öpeceğin ilk fırsattı bu. Soyunurken titriyordun, yatağa girip de ona sarıldığını hissettiğinde tepeden tırnağa tir tir titriyordun. Oda karanlıktı ama ablanın gözlerindeki parıltıyı, yüzünün çizgilerini, vücudunun siluetini hayal meyal seçebiliyordun....” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:93) “Şimdi o başı, cılız, çelimsiz bir vücudun üstüne koyun, bir balığın sırtı gibi karışık işlemeli, pırıl pırıl beyaz bir dantelayla sarın; siyah yeleği üzerine ağır bir köstek takın; merdivendeki loş ışığın bir kat daha gizemli bir renk verdiği bu adamı hayal meyal görmüş olursunuz.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13) “O önde, ben arkada ilerliyor, ikimiz de çocukları düşünüyorduk. Yetişip de onunla konuşmayı göze alamıyor, çevremi saran görüntüleri hayal meyal işitiyordum.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:164) “Tünelin dibinde kırmızıya çalan bir pus içinde önlerini kesen çelik bir duvar belirdi hayal meyal. Fontaine duvarın içindeki bir oyukta kalan şifre kutusuna yaklaşıp bir giriş kodu girdi.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:374) “Pencerenin dışında güneş batmıştı, ama Langdon yine de ufukta antik bir saatin kulesi gibi yükselen, dünyanın en büyük dikilitaşının ince siluet’ini hayal meyal görebiliyordu. Yüz yetmiş metrelik mermer dikilitaş, ulusun kalbinin attığı yeri işaret ediyordu. Geometrik bir planla düzenlenen sokaklar ve anıtlar bu kuleden dışa doğru uzanıyordu.” (D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:16) “Naomi’nin her sorduğuna haham hemen ilgiyle karşılık veriyordu. Gözleri insanların dış görünüşüne karşı kapalı olduğu için, onları acaba kendi duygularının, isteklerinin bulanık havasında hayal-meyal canlandırabiliyordu.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:183) “İşte Gevrey-Chambertin İstasyonu geçti. Koridorda ise, kompartımanların birinden çıkıp ötekine dalan garsonun beyaz ceketini görüyorsunuz; öbür yandaki pencereden, yeniden iri iri yağmur damlalarıyla, ağır ağır, kararsız, titrek titrek, kimi zaman yok olarak, karmakarışık eğri çizgi demetleri halinde süzülen damlacıklarla puslanan camın ardından, bir sütçü kamyonu, çizik çizik olmuş bir fon üzerinde daha koyu görünen, artık pek seçilemez olan birtakım çizgilerin arasından hayal meyal süzülüp gidiyor.” (Michel Butor, “Değişme”, sa:95-6) “Yaşanması zor bir yaşamı sürdürüyoruz. Eylemlerimizi her zaman olayların seyrine göre düzenlememiz olanaksız. (Ve hayal meyal gördüğüme inandığım yazgımın rengi, denetimimden çıkıyor.)” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:58) “Şimdi Galicia’yı <İspanya’da bir bölge> görüyor musun? Yeşil tepeler, çayırlar , sis ve denizle boğuşan kayalar var..... Galicia’lılar... bir yere ait olmayı, bir yer’den olmayı (severler). Bu çok mühimdir..... Ria’lardan söz ediyorum. Bizim ülkemizde büyük ırmaklar yoktur. Birkaç küçük nehir vardır yalnızca. Ama ülkemizin ria’ları vardır. Bunlar, genişliği uzunluğundan daha fazla olan deniz kollarıdır. Bunlar çok geniştir. Öteki kıyı hayal meyal seçilir. Tablomuzu bitirelim artık: İki yeşil tepe, arasında ortada deniz bulunan bir vadi, kırk kilometre ilerde yabanıl kayalar ve aşkından her gün ölen, ama gerçekten ölmeyen kıskanç bir deniz.” (Michel del Castillo, “Gitar”, sa:16-7) “SU ÇARKI -------------Demir çubuklar sıkıca tutulur; sözü ağzında geveler ağaç boyunda makaralar: Yeni gelişen büyük dallar çürük ve soyulmuş: Cansız demir, canlı dallar hayal meyal Ritmik kıyımda.” (Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09) “Müthiş bir bitkinlik içinde uykuya dalıyorum. Geniş ayı postunun kenarını kaldırıp yanıma sokulduğunu hayal meyal fark ediyorum. ‘Çocuklar geceleri üşür” - sersemlemiş halimle, onu koltukaltıma çekip uykuya dalarken bunu düşünüyorum.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:85) “ ‘Ama geride bazı şeyler bıraktı. Kağıtlar bıraktı, aklı başında herhangi bir işbirlikçinin bırakacağından çok fazlasını. Geride sorular da bıraktı. Örneğin: Neden canına kıydı? Şunu sorabilir miyim size: Siz neden onun canına kıydığını düşünüyorsunuz?’ Oda gözlerinin önünde bulanıyor. Müfettişin yüzü kocaman pembe bir balon gibi mayal meyal seçiliyor.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:45) “... ve dağ eteklerinin kapkara çöllerinde cılız koyunlar birer damla ot peşinde, boş yere koşuyorlardı. Bir tutam yeşillik, bir yığın çalılık göze çarpmamakta idi. Ortalığı kaplayan boşluk içinde hayal meyal beliren ağaçlar, dallı budaklı birer sopadan farksızdı.” (A.J. Cronin, “Citadel”, sa:7) “Bir takım garip gölgeler, bir şey bekliyormuş gibi yaya kaldırımına çömelmiş insanlar ve hastanelerle parkların parmaklıklarında olduğu gibi dizi dizi bisküi, portakal, elma sergileri, hayal meyal fark ediliyor. Ah ne güzel elmalar!” (A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Bir Kayıt Yazmanı”, Cilt:II, sa:15) “Gene de Fedor Pavloviç’e iki erkek çocuk doğurdu. İvan, evlendiklerinin senesinde, Aleksey üç yıl sonra dünyaya geldi. Annesi öldüğü zaman küçük Aleksey dördüne basmıştı. Tuhaftır ama, anasını hayal meyal olarak, ömrünün sonuna kadar hatırladığını iyice biliyorum.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:13) “Tüm İtalya’yı, yeni yerler ve yeni yüzler, hiç görmediğim giysiler, damaskolar (Şam ipeklileri), ankışlare, altın işlemeli harmaniler, kılıçlar, zırhlar görüyordum; gün geçtikçe taklit etmekte zorlandığım sesler işitiyordum. Yalnızca hayal meyal Friedrich’in Pavia’da İtalya krallarının demir tacımı almasını.....,İmparator’un Papa Hadrianus’la Sutri’de karşılaşmasını, Roma’daki taç giyme törenini anımsıyorum...’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:39-40) “Sekiz, dokuz yaşlarındaydım, sanırım. Hayal meyal hatırlıyorum, annemin annesi de ben üç, üç buçuk yaşlarında iken ölmüştü ve Cennete gittiğini söylemişlerdi. ‘Cennet neresi?’ diye gökyüzüne bakmış ve anneannemin, elinde çikolata, okyanuslar kadar derin mavi gözlerinde meleksi bir gülümseme ile bana koşacağını ummuştum.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:154) “Hayal meyal, sisler içinde oluşan tekil esinler, yavaş yavaş şekillenmekte ve birbirleriyle iletişim kurarak daha anlamlı ifadeler için aktive olmaktadırlar. Yaratıcı, sanki gün düşlemesinde.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:24) “Ağzında duyduğu buruklukla uyandı. Charles’ı hayal meyal gördü, yine gözlerini yumdu. Acı çekip çekmediğini anlamak için merakla kendini yokluyordu. Hayır! Hiçbir şey yoktu henüz. Saatin vuruşlarını, ateşin çıtırdısını, yatağın yanında ayakta duran Charles’ın soluk alışını duyuyordu. ‘Ölüm o kadar çok önemli bir şey değilmiş!’ diye düşünüyordu, ‘uykuya dalacağım, her şey bitmiş olacak!’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:345) “Surların üzerinde, erimiş kurşunların akarken bıraktığı geniş izler seçilmekteydi. Orada burada, yıkılmış bir tahta kule yanmaktaydı. Evler, harabeye dönmüş bir amfitiyatronun basamakları gibi hayal meyal görünüyordu. Koyu dumanlar yükseliyor, bunların arasında yuvarlanan kıvılcımlar kapkara gökyüzünde kaybolup gidiyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:318) “KOMİSER - Bakın konuşmanıza devam edeblir miyiz? BENZER - Evet devam edelim... Silahları... trafikleri, kime gerekli olduklarını hatırlayıp hatırlamadığımı soruyordunuz... Hayal meyal.. bir kelime hatırlıyorum: ‘Düzeni bozmak’ ama ben aynı fikirde değildim... Ama biri vardı... polis galiba...” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:43) “1. Perde -... İkinci perdenin arkasında ilk bakışta görülmeyen normal büyüklükte tekerlekli ahşap bir at gizlidir. Ayrıca aradan hayal meyal görünen bir şöminenin üzerinde bir ayna durmaktadır..” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:7) “Annemi ben, hayal meyal hatırlarım. Bazı terk edilmiş odalarda, toza toprağa bulanmış, çizgileri ve boyaları silinmiş eski resimler şeklinde belli belirsiz bir hayal.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:124) “İnsan birliğini ayıran ince, bir başkalık duvağı, duvarın ardında sezilen yüzün bir güzelliği, bir gülümsemesi vardır. Ben işte, o hayal meyal gördüğün güzelliğin ta kendisiyim!” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir çiçek”, sa:20) “Martı, ısıtıcı güneşi yeniden yaşamak, tatmak, suların çamur sarısından yavaş yavaş yeşile dönüşmesini seyretmek, günün birinde karpuzları, incirleri, üzümü yeniden görmek, uzaklarda, uzak zamanlarda, uzak yerlerde anlatılmış, hayal meyal anımsanan, olmayacak, inanılmayacak masallar gibi geliyor şimdi ona.” (B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:59) “Büyükdere’de konuştuğum birkaç çingene karısı gibi, buradaki birkaç kişiden de, kimi benim aradığım kadını hiç tanımıyor; kimi hayal meyal tanır gibi oluyor ve onlar da şimdi, onun, kimbilir, hangi Allahın kırında olduğunu ileriye sürüyorlardı.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:104) “Başını kaldırıp çevresine baktı. Dünya bayılmış gibiydi. Ölü gibi benzi atmış bir halde, mavimsi karanlıkta hayal meyal görünüyordu. İnsanların başları görünmez olmuştu, sadece kara delikler halindeki gözleri havayı deliyordu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:507) “Gözlerini zorla açabildi. Başını ağır ağır, korka korka kaldırdı, aşağılara baktı. Gün battı batacaktı. Gölgeleri öylesine uzamış. Aşağıda hayal meyal bir toprak dam gördü.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:13) “O gün sis, İstanbul’u beyaz bir bürümcük tülbentle sarıp sarmalamıştı. Hayal meyal seçilebilen tekneler, çırpınan denizin üstünde beşik gibi sallanıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:5) “Bu bilgiyi aldıktan sonra, hareket emrini verdim ve kasabanın ancaddesine girdik. Gecenin koyu karanlığı içinde, zorlukla seçliebilen çatısız duvarlar, sağda ve solda hayal meyal göze çarpıyordu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:164) “JONES - (Artık adamakıllı ileriye çıkmıştır. Karaltısı hayal meyal farkedilebilecek bir yerdedir. Pantalonu o derece yırtılmış ve kopmuştur ki, geriye kalan parçaların edep yerini örten bir bezden farkı kalmamıştır. Kendini boylu boyunca yüzükoyun yere atar. Sıfırı tüketmiş bir halde, nefes nefesedir. Kapalı yer ağır ağır aydınlanır gibidir.) (E. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:56) “Winston düşünde annesini gördü. Annesi ortadan kaybolduğu sıralarda ya on, ya da on bir yaşlarındaydı. Uzun boylu, etkileyici, ağır hareketleri olan, oldukça sessiz, sarışın bir kadındı, annesi..... Winston babasının ayakkabılarının ince taban köselelerini hiç unutmuyordu, gözlük taktığını hayal meyal anımsıyordu.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:31) “Böylece, ezber sırasında gözlerimiz aklımızı hiç dinlemeden sanki kendi zevkleri için dünyayı seyrederler. Karanlık kış sabahları, soğukta titreyerek şiir ezberlerken pencereden hayal meyal gözüken Boğaz’ın karanlığına bakardım.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:191) “Bu bunalımın ertesi günü, Laurent, Thérese!le son bir konuşma yaptığını biliyor ve onu gelişmelere boyun eğmiş gördüğünü de hayal meyal anımsıyordu.” (G. Sand, “Thérese ile Laurent”, Cilt:II, sa:12) Diğer yandan, epeyce uzakta, su üzerinde yükselen Lizbon, şehir surlarının arasına sıkışmış görünüyor. Kale manzaraya hakim, bu arada kilise kubbeleri ile çan kuleleri evlerin çatıları üzerinde yükselmekte, dam yığınları hayal meyal seçilebiliyor.” (J. Saramago, “Baltasar ile Blimunda,”, sa:38) “Okumayı kısa zamanda sökmüştüm. Martens Ferrao Sokağı’ndaki -yalnızca girişiyle her zaman karanlık olan merdivenlerini hayal meyal hatırlayabildiğim- ilkokulda almaya başladığım o özenli eğitim sayesinde, neredeyse hiçbir geçiş dönemi yaşamadan, bir gazetenin sayfalarında üst düzeylerdeki Portekiz dilini düzgün bir şekilde okuma aşamasına geçmiştim; ‘Haber Gazetesi’ adındaki bu gazeteyi babam hergün eve getirirdi, öyle sanıyorum ki iyi satış yapan gazetelerin dağıtıcısı, hatta belki kendisi de bir gazete bayii olan arkadaşı ona hediye ediyordu bu gazeteyi. Yoksa, bizim buna benzer lükslere harcayacak paramız olamayacağına göre, onu satın aldığını hiç sanmıyorum.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:52) “SEVİYORUM <1907> Akılsızca, yürekten seviyorum, Bilinçaltında sen varsın, hep sen. Nedenini hayal meyal biliyorum, Daha doğrusu, hiç bilmiyorum ben.” (İgor Severyanin<1887-1941>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.06.03) “Gece karanlıktı, derin bir sessizlik vardı; bir yaprak düşse işitilecekti. Elena, penceresine abanmış, belki de Giulio’yu düşündüğü sırada, bir gece kuşunun sessiz çarpan kanadı gibi bir şeyin, yavaşça, penceresi önünden geçtiğini hayal meyal gördü.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:31-2) “ ‘İşte yasemin! İşte alkol! İşte bergamot! İşte aselbent! Diye hırıldamasını sürdürdü çocuk; saydığı her isimle birlikte, şişelerin olduğu rafların olsa olsa hayal meyal seçebildiği karanlık odanın içinde başka bir noktayı gösteriyordu.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:79) “OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün. Delikanlı çağındaki cevher, Yalvarmak yakarmak nafile bugün, Gözünün yaşına bakmadan gider. ---------------------------Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız; Hatırası bile yabancı gelir. Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; Gittikçe artıyor yalnızlığımız” (C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:300) “Bütün oyun Rostof’un üstünde toplanmıştı. On altı bin ruble yerine Rostof’un hesabına, on bine kadar topladığı uzun bir sayı sütunu yazılmıştı ki şimdi artık bunun on beş bine kadar yükseldiğini hayal meyal kestiriyordu.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:103-4) “Başa çıkabileceğim (ve gerekli olduğunu sandığım) bütün bildiği bundan ibaretti. Seansın geri kalanını ancak hayal meyal anımsıyorum. Matthew’nun Thelma’yı daha çok soru sormaya teşvik ettiğini anımsıyorum. Sanki o da Thelma’nın ancak bilgi sayesinde kurtulabileceğini, yanılsamalarının gerçeğin ışığına dayanamayacağını hissediyor gibiydi. Ve sanırım kendi kurtuluşunu da ancak Thelma’nın kurtuluşu aracılığıyla gerçekleştirebileceğinin farkındaydı.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:67) “... Naumburg’lu küçük Protestan rahibin oğlu herhalde hayal meyal böyle hissetmiştir, böyle muazzam şeyleri yaşayan kimse değildir hiç, tam tersine henüz adı olmayan herhangi bir varlık, çok güçlü bir şey, insanlığın yeni bir azizi.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:141) “Rüzgar, zaman zaman Ren’den silah sesleri getiriyor; ilk çatışma başladı. Rouget uyanıyor. Daldığı derin uykudan güçlükle ayılıyor. Birşeylerin olduğunu, hayal meyal birşeyler yaptığını anımsıyor.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:93) Hay anasını : Şu işe bak, hayrettir yahu bağlamında “AZMİ EFENDİ (Yalnız, elindeki tesbihi minder üstüne atıp gücenmiş bir tavırla dizine vurarak.) : Hay anasını! Bu haber gerçek çıkarsa, herifin bana etmeyeceği kalmaz. Allah göstermeye! Eğer böyle bir şey olsa, gururundan, kibirinden yanına varılmaz. Yalnız kibirlense..... ama zenginleşecek, rutubetleşecek...” (R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23) Hayasız : Şerefsiz, namussuz , terbiyesiz, patavatsız “Oysa külüstür meyhanelerin pis masalarında bira döküntüleri ortasında ciddi konuları hayasızca alaya alarak dostlarını eğlendiren ve çoğunlukla da ürküten ben, kalbimin gizli bir köşesinde alay konusu yaptığım nesnelere saygıyla eğiliyor, ruhumun önünde, geçmişimin, annemin ve Tanrı’nın önünde ağlayarak dize geliyordum.” (H. Hesse, “Demian”, sa:98) “Scarlett onunla konuştuğu zamanlarda çoğunlukla olduğu gibi öfke dalgalarının kabardığını hissetti, ama onun terbiyesizce sarf ettiği sözlerine de gülmek istedi. -Bu kadar gülünç ve hayasız olmayın!” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:798) “GONERIL - Bu bir dolaptır Gloucester; döğüşme kurallarına göre, adı sanı bilinmeyen bir rakibin davetini kabul etmen gerekmezdi. Sen yenilmedin, aldattılar, tuzağa düşürdüler seni. ALBANY - Kapa ağzını, yoksa şu kağıtla tıkarım onu şirret, hayasız karı! Oku günahını oku! Yırtma! Yazıyı tanıdın, değil mi?” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:151) Hayat : Avlu, bir ya da birkaç yanı açık oda; Girişteki açık salon “Irazca’nın canı yeni geçmişti ki, horozlar başladı. Hemen kalktı. Hayattaki yatakların öbür ucuna dolanıp Bayram’ı sarsmaya başladı. Bayram kendinden geçmiş uyuyordu. Ağzı, çirkin biçimde açıktı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:90) “ ‘Birer birer alırsak olur. Neden olmasın? Sayvanın üstüne bir oda yapmaya ne var? Zor mu? Eğer sayvanın üstüne yapmazsak, hayatın ucuna yapalım küçük bir oda. Bak bir uçtan Ahmet de büyüyor. Her şeye aklı erer gayri onun.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:95) Hayata gözlerini yummak : Ölmek “Hermann Hesse, hem dedesinin, hem büyük dedesinin adını taşır. Her ne kadar Baltık bölgesinden gelen ve 1896’da 94 yaşındayken hayata gözlerini yuman dedesini şahsen görüp tanımamışsa da, her iki dedesi de Hesse üzerinde etkili olmuştur.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:9) Hayata pembe gözlükle bakmak : Gereğinden fazla optimistik, iyimser olmak “(...) Yaşadığımız günlere pembe bir gözlükle bakacak olursak, her şeyin alışılagelmiş seyrini sürdürdüğünü söyleyebilirim. Ağustos ayının bu kente getirdiği eşsiz görüntüleri yaşıyoruz şu sıralarda.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:22) Hayat arkadaşı : Eş “Sınır koruyucularından biri sırıtarak: -‘Bak şu kerataya’ dedi. ‘Bu tür kertenkeleye çok rastladım ama bunlardan birinin hayat arkadaşı olduğunu ilk defa görüyorum. Peki bu ufaklık seni başkalarından ayırt edebiliyor mu?’ ” (O. Henry, “viski soda’, sa:7) Hayat bulmak : Canlanmak; Yeni bir hayata başlamak; Dirilmek, kendine gelmek “İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA ----------------------------------------------------------------belki gerçek, o iki genç eldi, durmaksızın yağan kar altında gömülü o iki genç el ve gelecek yıl bahar, pencerenin ardındaki gökyüzüyle yatağa girdiği vakit o gökyüzünün teninde yeniden hayat bulduklarında çiçeğe duracaklar” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:107) Hayat dolu : Hayata değer veren, neşe ve uğraşı dolu, dört dörtlük yaşayan kimse “ ‘Mike O’bader’in de gencecik, güzel bir kızı vardı. Montopolis’e göre fazla canlı, hayat dolu bir kızdı bu. Bir gün bir başka kasabaya kaçtığını duyduk.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:94) Hayatı kararmak : Hayatı kaymak; Hayatının seyri değişmek, hep olumsuz şeylerle yüzyüze gelmek “Şunu itiraf etmeliyim ki, bana bu öyküyü yazdıran aslında o Allahın belası kız çocuğu oldu. Onu tanıdıktan sonra hayatım değişti. Aslında hayatım karardı demek daha doğru olur.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:14) Hayatı kaymak : Başına gelenlerden ötürü, eğitim ve yaşam bakımından olumsuz yönlerde sonuçlanmak “ ‘/Hadi oku...’ / ‘Saygıdeğer evladım, bırak ağlasın bu ihtiyar adam biraz. Bırak son kere karımı, kızımı düşüneyim.’ / ‘Zulmettiğin genç kızları düşün. Biri sinir krizi geçirdi, dört tanesi üçüncü sınıfta okuldan atıldı, biri intihar etti, okul kapısında tir tir titremekten hepsi ateşlenip yatağa düştü, hepsinin hayatı kaydı.’ ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:50) Hayatım; Hayatımın neşesi : Bir yakınlık ve sevgi ifade eden sözcük “Elodie aşığını yolcu ederken gece hayli ilerlemişti. Yavaş bir sesle, ‘Güle güle sevgilim... Babam neredeyse döner. Merdivenden inerken bir gürültü duyarsan hemen üst kata çık ve tehlike geçinceye kadar inme. Sokak kapısını açtırmak için üç kez kapıcı penceresine vur. Güle güle hayatım! Güle güle ruhum!’ dedi.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:318) “LEAR (Regan’a.) - Güzel ülkemizin şu üçte bir parçası da sonsuza kadar senin ve soyunun olsun. Bu da, Goneril’e bağışladığımız parça kadar engin, değerli, her çeşit haz ve eğlenceye uygun... (Küçük kızına.) Cordelia, hayatımın neşesi, Fransa bağlarının Burgonya otlaklarının sevgisini kendilerine çekmek için can attıkları küçücük yavrum, kardeşlerinden daha değerli bir parça elde etmek için ne diyeceksin? CORDELIA - Hiçbir şey, efendimiz.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:14) Hayatım pahasına : Hayatımı feda etmek gerekse bile “FAUST - Ah, kalbim nasıl kopacakmış gibi çarpıyor! Bütün benliğim yeni duygulara kavuşuyor. Kalbimin sana tamamiyle teslim olduğunu hissediyorum! Meydana çıkacaksın! Benim hayatım pahasına olsa da, gene meydana çıkacaksın!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:28) “Elimle arkamdaki duvara yaslanmaya çalışırken gözüm bakkal dükkanının kapısına ilişti. Barbara içerdeydi. Elinde bir mektup vardı. Yanı başındaki tezgahta ışık yanıyor, babası da tezgahın başında ayakta duruyordu. Bir şeyler konuşuyorlardı. Hayatım bahasına da olsa oraya gitmeliydim. Derdimi dökecek, derdime ortak olacak kimsem yoktu.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:53) “Kaptan gemisine lanet etti. Çatırdılarını ve iç çekişlerini duymazlıktan gelmeye çalıştı. Ölmek istemiyordu. O öfkeyle lostromoya bu gece sonuna yaklaştıkları hayatları pahasına taşıdıkları kargodaki ipleri çalmasını emretti.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:289) Hayatına mal olmak : Eyleminin karşılığını hayatı ile ödemek “BRAND - Ben geçeceğim, anladın mı?.. Geçmem gerek! KÖYLÜ - Mümkün değil! Bak: buz tabakası kopuyor; altı boş ve oyuktur. Geri dön. Hayatına mal olur!” (H. Ibsen, “Brand”, sa:8) Hayatını kazanmak : Yaşamını, geçimini temin etmek “MADAM BORKMAN -… kızcağız belki ilerde bir şey yapar, hayatını kazanır. Görüyorsun ya, herhalde babasının yaptığından çok daha fazlasını ona Erhart yaptı. ELLA BENTHEIM - Babasının… hali vakti pek yerinde olmasa gerek.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:23) Hayatı(nı) (kendine) zindan etmek : Bir takım yanlışlarla, üzüntüyle, hatalarla hayatını karartmak; bunu kasden yapmak “CLAIRE - İşi sonuna kadar götürmek hiç de kolay değildi. SOLANGE - Öyle mi sanıyorsunuz? Ben hayatı size zindan etmesini bilirim. Sonunda belki de vermezdim zehiri ama, o zehir için sizi yalvartabilirdim. Her ne türlü olursa olsun, hayatı size zehir ederdim.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:66-7) “Wick’deki polis karakolu küçücük bir yerdi. Orada hücrelerin olmasına karşın beni yemek odasında beklettiler. Inverness’den gelecek iki detektifi bekliyorduk. Robert’e her şeyin yolunda gideceğini, beni merak etmemesini ve eve dönmesini rica ettim. Orada oturup beklerken, son iki hafta içinde, Edinburgh’tan kaçışımdan başlayarak hayatı nasıl kendime zindan ettiğimi düşündüm. Herhalde oradan kaçmamalıydım.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:147) Hayatın tadını, zevkini çıkartmak : Yaşamdan zevk almak, mutluluk duymak, güzel anılar yaşamak “KAMİL - Seni seviyordum.. EMEL - Yalan.. Yalan.. Pısırık bir insansın sen.. O günleri hatırlıyorum. <Mülkiye Okulunun> Dışişleri (Hariciye) sınavını birincilikle kazandın. Ama gerisi fos. Senden sonrakilerin hepsi Avrupa’ya, Amerika’ya gittiler. Ben de bir an önce buradan uzaklaşmak, dünyayı görmek, hayatın tadını çıkarmak istiyordum..” (S. Engin, “Suçlu”, sa:77) “Şehrin bu kısımlarını az tanıyorum, fakat eminim ki, eski uygarlıklara ait hiçbir şehir Roma kadar kötü bir arazi üzerine kurulmuş değildir. Romalılar böylece başlarına her geleni çektikten sonra, sayfiyelerini dışta, eski ve harap kentlerin yerlerine kurmaya, yaşıyabilmek, hayatın tadını çıkarabilmek için ta oralara dek çekilmeye zorlanmışlar.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:243) “-Demek geziyorsun böyle? Çok güzel! Kendine şanslı bir kader seçmişsin şahinim! Zaten gerekli olan da budur. Gezip görecek, hayatın tadını çıkaracak, sonra da yatıp öleceksin... Gerisine kulak asma!” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:21-2) “Geleceğe ilişkin planlarını tartışmak için Ginny ile buluştum. Sürekli terapi istediği çok açıktı; ama artık gerçeği daha iyi kavrıyordu, korkunç kabusları azalmıştı, adı Karl olan bir erkekle birlikte yaşıyordu, küçük bir arkadaş grubu oluşturmuştu ve hala enerjisinin küçük bir parçasıyla hayatın tadını çıkarıyordu.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:18) Hayatı üzerine bahse girmek : Hayatını bir bahse koymak (Gerçekten ziyade daha çok bir arzunun ya da iddianın daha kuvvetli olarak ifade edilmesinde kullanılır) “ ‘Pavel, Tanrı’ya, ‘Beni seviyorsan kurtar,’ dedi. ‘Eğer oradaysan beni kurtar.’ Ama sessizlikten başka bir şey yoktu. Sonra, ‘Orada olduğunu biliyorum,’ dedi, ‘beni duyduğunu biliyorum. Hayatım üzerine bahse girerim ki beni kurtaracaksın.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:86) Hayatıyla ödemek : Ölmek “ ‘Daha beter şeylerin olması alnımıza yazılıymış. Evimizin yıldızı sönüverdi. Başına buyruk ve atak insan olan küçük kardeşim hafif süvari subayı idi. Çılgınca bir bahse tutuşmuş. Macaristan’da oluyor bu iş. Bahis gereğince at sürmekten kan ter içindeyken, tam teçhizat atıyla Tuna’yı geçiyor ve tabii bunu hayatıyla ödüyor.’ ” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:51) Hayat kadını : Orospu; Hayata gerçekçil olarak bakan, topluma uyan ve sosyallikten hoşlanan kadın “KAHRAMANLIK TANGOSU ------------------------------------Acı verir hatırlaması Çürük pavyon masası, köhne otel odası Çınlamıyor kulaklarında kaç zamandır Acıyla yıpranmış Dertle yaşlanmış Alkolle cilalanmış Hayat kadını kahkahası” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:105) “LADY UTTERWORD - Aklı başında bir kadın, hayat kadını. Her zaman en doğru hareketi yapmak, en uygun sözü söylemek zahmetine katlanın, gönlünüzle yaşayabilirsiniz. Adap erkan bilmeyen, sallapati bir kadın için bütün kapılar kapalıdır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:47) Hayat memat meselesi : Ölüm-kalım meselesi, son derecede ciddi “BENZER - Doğru söyledin! Elektrikli sandalyedeyim, yargısız bir infazcı görse, sevinçten çıldırır! Üç kez politik orgazm olur. Rosa, güçlü olmalısın. Bu neredeyse hayat memat meselesi.” (D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:73) “Bakışlarını bana dönük yüzlerden, gözleri göz çukurlarının karanlığında kaybolmuş bu nüfuz edilemez, duygusuz yüzlerden ayıramıyordum. Bu insanları avucumun içine almak, dikkatlerinin dağılmasına ve benden kopmalarına engel olmak, bir saniyeliğine bile olsa bu bakışların benden uzaklaşmasına engel olmak, benim için sanki hayat memat meselesiydi, sanki kaderim söz konusuydu.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:60-1) “ ‘Sevgilim,’ dedi, ‘çok iyi bir arkadaşımın başına büyük, çok büyük bir felaket gelmiş... Bana ihtiyacı olduğunu bildiriyor... Bir hayat memat meselesi için derhal gitmem gerekiyor...’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:129) “Benim ilgimi de bu çekmişti. Erkek çocuklar, sonuçta bunu masum bir oyun gibi ele alır ve ona göre davranırlarken, kız çocuklar bunu bir hayat memat meselesi haline getirmişlerdi; bu oyunu alabildiğine ciddiye alıyor, hatta hayatlarının fırsatını değerlendirir gibi davranıyorlardı. Üstelik bu kız çocuklarının yüzlerinden, yalnızca kendi gayretleri değil, onları bu programa sokan annelerinin gayretleri de okunuyordu. İhtiras dolu o anneleri tanıyordum; canavar ruhlu annelerdi onlar, kız katili kadınlardı.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:71) Hayda; Haydin de hayda : Bir şaşkınlık ünlemi, ‘bu danesi?’ ya da ‘bu da nereden çıktı?’ kabilinden; İnsan, özellikle de hayvan kitlelerini harekete getirmek için yapılan çağrı “KITTEL - Hey! Buraya gel! (CHAJA onun yanına gider. KITTEL onun sarındığı battaniyeyi işaret eder.) Çıkar onu!..... Dön bakayım! (Kızı inceler. Karnında bir şişkinlik keşfeder.) Hayda? Bu da ne? (Tabancasının namlusuyla karnını işaret eder.) Gebe misin? Yahudilerin gebe kalması yasak, haberin yok mu bundan?” (J. Sobol, “Getto”, sa:18-9) Haydan gelen huya gitmek; Haydan kazanıp huya sarfetmek : Havadan, kolaylıkla, bedavadan gelen şey, bir işe yaramadan aynı şekilde gider (Esasında bir atasözü olmakla beraber sözcük olarak da çokçana kullanılır) “Şunu söyleyeyim ki, ben güzel resimler çırpıştırarak kazanılan otuz bin franka kapılmış değilim.. Bilirim, haydan gelen huya gider.” (H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:69) “-Peki ama, bu adamlar (Düğünde para savuranlar>, bu kadar parayı nerede buluyorlar ki, düğünlerde böyle avuç avuç serpiyorlar? Reha Bey, gülüyor: -Nereden bulacaklar? Vükela, vüzera konaklarından, ekabir yalılarından, saraylardan... Bunlar, bu dediğim yerlere bir kına gecesine, bir sünnet düğününe gittiler miydi, o zaman paranın anasını ağlatırlar.” ............Gece kafalar dumanlanıp da herkes kendinden geçmeye başladı mıydı, yalı sahiplerinden olsun, misafirlerden olsun en aşağı otuz kırk lira bahşiş kaldırırlar. Ve senede her takım en aşağı böyle on düğüne ve kına gecesine gitse fena mı? Sonra, piyasada çalarlar, orta halli düğünlere giderler. -Desene ki, bunlar böyle haydan kazanıp huya sarfederler...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:205) “LISETTE - Bey’e çoktan verdim. Hizmet verdiğim bir kişiden armağan da alabilirim sandım. Ben de onu sizin kadar az tanıyordum. CHRISTOPH - Yani benim armağanın güme mi gitti? Haydan gelen huya gider!” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:61) Haydi; Ha(y)di bakalım, Haydi gel; Haydi git; Ha(y)di oradan : Şimdi, durma, hemen; Öyle şey olur mu, yok canım “Aşçılar, tencerenin yüzüne çıkmasını önlemek için eti yamaklarına tıpkı böyle çatallarla dibe ittirirler! Sevgili üstadım dedi ki: -Senin burada olduğunu görmesinler. Haydi git, bir kayanın arkasına gizlen. Bana ne kadar sövüp sayarlarsa saysınlar, sakın korkayım deme. İlk defa başıma gelmiyor bu işler.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:237) “Yorgun oldukları, susamış oldukları halde gözlerinde okumuşlardı bunu: ‘Bombok... bir şey bu,’ diyordu üsteğmenin bakışları, ‘Bombok... ama, ne gelir elimizden?’ Sonra, aşırı bir umursamazlık içinde, tüm belli başlı komutları aşağılayarak: ‘Haydi...’ diye seslenmişti.” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:9) “(Rahip) Tahmininde aldanmadığını anlayınca düke döndü ve gergin bir sesle: ‘Efendimiz, günün birinde, Don Quijote midir, Don Üşütük müdür nedir, işte o adamın, iyice delirmesi için hazırladığınız tuzaklara düşmeyecek kadar akla sahip olduğunu anlayacaklar sanırım,’ dedi. Sonra şövalye’ye döndü: ‘Size gelince sayın bay testi kafa, nereden çıkardığınız bu şövalye hikayesini, devlerle boğuşmanızı, haydutları bulup cezalandırmanız gerektiğini?’ dedi. ‘Dilerim cehennemin dibini boylarsınız. Evet sizinle böyle konuşulabilir sadece; hadi bakalım, hemen evinize dönün; çoluk çucuğunuzla ilgilenin, onları yetiştirin; malınız, mülkünüzle uğraşın, orda burda çöplenerek, herkesi de kendinize güldürerek sağda solda sürtmeyi bırakın. Bela mısın sen be?’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote, sa:598) “LOMOF - Kıvılcımlar... Sus... Neredeyim ben? ÇUBUKOF - Haydi hemen evleniverin... Allah müstahakınızı versin! Nataşa razı! (Lomof’la kızının elini birleştirir.) Ne derler ona, o, razı... Ne derler ona, haydi hayırlı olsun.” (A. Çehov, “Teklif”, sa:36) “... Niye bilmem, beybamızdan hiçbir yanıt verilmezdi. ‘O yok’ O, uzaklara gitti!’ Niye bilmem, beybamızdan hiç şikayetimiz olmadığı halde, yine de annemizi isterdik. ‘Ya hiç cevap vermezsek?’ diye sormuştum dün akşam. ‘O zaman Hakim Amca sizi başkasına verir. Ya da sizi bir yerlere kapar! Size kim bakıyor? Ben değil miyim? Haydi yat da uyu, yarın erkenden gideceğiz!’ ” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:5) “Nesip, hazırladığım yemiş kabuklarından bir avuç aldı. Bembeyaz kesilmş kısık dudaklarına götürdü. Şüphesiz yiyecekti. Zaten artık intikamım alınmış, kinim sönmüştü. Bir el hareketiyle: -At onları... Haydi, defol git! dedim.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:163) “Küçük Hanım etrafına bakındı, ayrı ayrı yokladıktan sonra: -Sokak dar, kapanık, pencereler sık kafeslerle sıvama örtülü. Ev değil mezara benziyor. Büyük sözüme tövbe, ben burada oturamam. Ruhuma sıkıntılar basıyor. Haydi kalk dadı, beraber bir parça sokağa çıkalım. Seni arabaya bindireyim, hava alırsın, için açılır.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358) “-‘Otur, Jimmy, söyle bana!’ dedi, ‘Niye yine kaçtın? Biliyorsun ki sen berbat bir çocuksun!’ Oho, hayatımda hiçbir kez, kimse benimle bu şekilde konuşmamıştı. Hemen, durumdan istifade etmeyi düşünerek, dimdik ayağa dikildim, pantolonomun kemerini çıkartıp yardımcı hemşireye uzattım. -‘Haydi, işi bitirelim de gidelim!’ ” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:30) “KEENEY, bir duruştan sonra. - Ey, kim konuşacak adınıza? JOE, bir kabadayı tavrı takınarak ileriye çıkar. - Ben. KENNEY, onu tepeden tırnağa kadar soğuk bir bakışla süzerek. - Sen ha? Peki. Haydi söyle ne söyleyeceksen, vakit geçirme.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:23) “BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE GLUMOV - Anne! Haydi şu mektupları yazıver, n’olursun. MADAM G: - Evde ağza konacak bir lokma yemek yok. GLUMOV - Sen benim dediklerimi yap hele, görürsün bak, nasıl tıka basa doyarız.” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:19) “Gecelikli adam sessizce kapıyı açtı: ‘Haydi!’ Polonyalı gargara yapar gibi, ‘Matka boska,’ diye bir şeyler mırıldandı. ‘Kapa gaganı. Bizi de ele verme!’ Adam kapıyı örttü. Kern’le birlikte dar ve pis koridor boyunca kayar gibi yürüdüler..... Aynı anda koluna bir darbe yedi. Karanlıkta birisi, ‘Kıpırdama! Eller yukarı!’ diye emretti.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:19) “ ‘Haydi, yut şunu, bu aptalca oyundan vazgeç, o çocuğa bakma, taklit etmeye de kalkma, o çocuk deli... çekilmez bir çocuk, delinin biri...’ -O yaşta bu sözleri biliyor muydun? -A tabii, evet, yeteri kadar duymuştum...” (N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:10) “Eve, sevimli sevimli güldü. Mösyö Darbédat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti. -Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53-4) “Hourdequin: -Haydi oradan efendim, dedi. Bir kere, küçük mülkiyet, 89’dan evvel de vardı, hem de, hemen hemen aynı geniş oranda.. Sonra da, toprağı parçalamak usulünün lehine de aleyhine de çok söylenecek şey var.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:203) Haydi haydi : Rahatlıkla, zorluk göstermeden “Peregrini’nin keskin gözleri, dükkanın loş köşelerini inceledi: -Bu dükkan hepinizi besler mi? -Besler... Hele Rabia sık iş bulursa haydi haydi besler. Fakat bu günlerde kızın boğazı ağrıyor. İki mevlit okudu, ilahi okumaya çağırdılar, gidemedi. Ne ilahi, ne de şarkı söyleyecek hali var. Dut yaprağı yemiş bülbül gibi...” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:230-1) “Gene sustular. Karşı karşıya, konuşmadan duruyorlardı ve her biri, barışmak için ilk davranışı öteli yapsın diye bekliyordu. Sonunda Kolnai konuştu: -Haydi, Allahaısmarladık. Barabaş sevinç ve heyecanla yanıtladı: -Haydi güle güle.” (F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:204) Haydi yallah : Tamam, hadi gidelim bağlamında “ ‘Ben,’ dedi gülerek, ‘sineklerle aşk yaptım, ördeklerle yatan bir deniz piyadesi tanıdım. Başlarını çekmeceye sokuyor, ayaklarından sıkıca tutuyordu ve haydi yallah!’ Bergere, dalgın dalgın Lucien’in kulağını sıktı ve sözünü bitirdi: ‘Ördek bu yüzden ölünce tabur da onu yiyordu.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:183) Haydut : Soyucu eşkiya, çapulcu, yasadışı suç işleyen, yasa tanımaz “Artık çavuş çileden çıkmıştı: ‘Haydut!’ diye haykırdı. ‘Sana son defa soruyorum: Nereye gidiyorsun?’ -‘Nedense konuşurken hep hırçın sözcükler seçiyorsunuz,’ dedi Gavroche. ‘Bundan sonra size süt emzirenlerin ağzınızı daha iyi silmeleri gerekecek sanırım.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:545) Hayhay : Pekala, başüstüne “Damalı’nın Muhtarı, bekçiyi çağırıp, ‘Bugün sana bir vazife var Ali Gede!’ dedi. ‘Üç Damlar’a gidip Durana’ya bir bildirim söyleyeceksin. Kendi yoksa avrat’ları evdedir, onlara söylesen de olur...’ ‘Hay hay, yaparım! dedi Ali Gede. Görünüre kuş muş yoktu daha. Görünürde değil, aklında da yoktu kuşlar.” (F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:5) “FOUSTKA - Kusura bakma, ben de bir fincan kahve istesem. MAGGIE - Hayhay efendim. FOUSTKA - Sağol!” (V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:27) “Sustular. Sonra şu söz duyuldu: -Bana bak, Barabaş; şimdi burada barışalım, hem de gerçekten ve bir daha küsmemek üzere. Birbirimize darılmanın anlamı yok. Barabaş heyecanla: -Hay hay, ben barışırım. Zaten buraya onun için geldik, dedi.” (F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:204) “Dönüşte Tremolen sordu: ‘Uykun var mı?’ ‘Yok.’ ‘O halde terasta biraz çene çalabiliriz.’ ‘Hayhay’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:110) Hayhuy; Hay-ı Huy : (FARS) Patırdı, gürültü, günlük yaşam; Boş, yetersiz çaba; Bir yerde herkesin bir anda eğlenmesi ya da konışması nedeniyle oluşan gürültü patırdı “HAKİM - Ben hükümlerimi kolay veremem. Ama bu dünyada onu arayacaksınız. Mrs. St. MAUGHAM - Maalesef hayır. (Kalkar, Pinkbell’i kuvvetle zihninden atar.) Senin şu haftanın hayhuyu geçince tekrar gelecek misin delikanlı?” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:105) “AKŞAM KARANLIĞI ---------------------------Kendine dön, ruhum, bu ağır satte sen, Tıkayıp kulağını bu hayhuya hepten. Hastaların bu demde artar acıları! Boğazlarını sıkar şom Gece; yazgıları Biter, yollanırlar genel çukura doğru.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:181) “Ottan damın çıkıntısını oluşturan verandanın altına oturdular; kadın onlara biraz kuru meyve ve bir güğüm su getirdi. Sessizlik içinde ve - dün geceden beri ilk kez - biraz olsun günlük hayhuya geri dönmüş olarak, önlerine konanları yediler.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:175) “Öte yandan, adamın son derece lüks, kuşkusuz çok müşterisi olan bir barda, bu hayhuyun ortasında işi neydi? Garson kız, Maria’nın aklından geçenleri okuyarak mırıldandı: ‘Çok ünlü bir sanatçıdır o.’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:93-4) “Başlangıçta, çocukların gelip gitmelerinden hoşlanmayan Bayan Snigireva, sonradan neşeli hayhuylarına iyice alışmış, anlattıkları onu da ilgilendirmeye başlamıştı. Sonunda onlarsız edemez oldu; çocuklar ayağı kesecek olsalar buna son derece üzülecekti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:47) “YEŞİL EVHAM -------------------yapamazdım, artık yapamazdım sokağın sesleri, kuşların sesi kadife topların kaybolma sesi konuşan çocukların hay huyu” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:82) “Ana vatanından koparılarak -bir döl yatağı sayılabilir insanoğlu için- ikinci kez dünyanın hayhuyuna terk edilen insan, üstelik bir anlamda her açıdan anadan doğma çıplak gibidir bu yeni konumuyla; işte bu yollanışın trajik ve komik öğelerini uzun süre birkaç kuşağı da kapsayacak denli derin yaşayacağı da bir gerçektir.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:27) “Burada muhakkak gruplardan birine katılmak, onların ihtiraslarını ve entrikaları için mücadele etmek, sanatkarları ve amatörleri övmek, rakipleri hiçe indirmek, büyüklerin ve zenginlerin her türlü isteklerine kafa sallamak lazım. İnsanı dünyasından bile vazgeçirebilecek olan bütün bu hayhuya ben neden katılayım? (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:223) “Yunancaymış, Latinceymiş, gramermiş, kompozisyonmuş, matematikmiş, ezbermiş, bütün bunlar, telaş ve tedirginlikler içinde geçen uzun bir yılın insana rahat yüzü göstermeyen bütün bu hayhuyu öğle saatinin insanın uykusunu getiren sıcaklığa gömülüp kaybolmuştu. Hans’ın biraz başı ağrımajtaydı, ama eskisi gibi şiddetli değildi ağrı, çünkü artık ırmak kenarlarında yine oturabiliyor, bendden dökülen suların köpürüp toz halinde etrafa saçılışını izliyor, gözlerini kırpıştırıp oltanın ipine bakabiliyor, yanıbaşındaki kovada ise tuttuğu balıklar yüzüp duruyordu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:39-40) “Ne var ki, bütün kasaba evimizin öünündeki çakıl taşlı alanda ve evin küçük bahçesinde dikilmiş, bir hay huy içinde bu görülmemiş olayı izlemişti.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:11) “İşte ben de yine söylüyorum. Senin o hiç durmadan hey hayhuy, hep rakı şarap, hep çalgı ahenk içinde geçen bu gidişin sonu berbat... Bak sana son sözüm, işte benim bir ayağım çukurda... Sonra sen, perişan, sefil kalırsın...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:259) “Karanlık kavuştu. Çamlar hışılamağa başladı. Dışarda bir patırdı, bir gürültü, bir hayuhuy gidiyordu. Koyunlar meleşiyor, eşekler anırıyor, atlar kişniyordu. Kadınların telaşlı sesleri birbirine karışıyordu. Hayuhuy biraz sonra durdu.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:53) “... at arabaları, biçerdöverler, cipler, pırıl pırıl son model ağa otomobilleri, öbek öbek, boyunlarını içeri çekmiş ırgatlar geçiyorlardı. Şimdiye dek Çukurovada görülmemiş bir gürültü dolduruyordu ortalığı. Bir hay ü huy sürüp gidiyordu.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:22) IX İstanbulda, Hapisanede, Hapisane Mukayyidi (Kayıtçısı; İlgili olan kimse; ilgileneni): -----------------------------------------------------------“ Esbabını <sebepler, nedenler -çoğul-> bilirim Mirim, Bu hay-ı huy, Bu hay-ı huy neden bu belde’ <diyar>de? Ey Fuzuli nerdesin? Nerdesin Galip Dede? Ey Nedim... İstanbul şehrinin yoktur menendi <eşi, benzeri> Ademin <insanoğlu’nun) canlar katar ab-u havası <su’yu ve hava’sı> canına, demiş, demiş şair Nedim efendi...” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:33) “Oturuma başkanlık eden Collot d’Herbois, gelişmeleri yönlendirirken, milletvekilleri Robespierre’e karşı haykırmaktadırlar: ‘Kahrolsun zalim!’. Robespierre, kendini savunmak için boş yere çırpınır durur; söz isteği reddedilir hep; gürültü-patırdı içinde, sert azarlama ve eleştirileri duyulur-duyulmaz haldedir. Özetle, bir hay huydur gider.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:105) “Henrique Foxtrott, koca bir kalıp buz getirmişti….. Müşteriler içkilerini buz gibi soğuk içebilmeliydiler… Daha sonra, kalabalığın hayhuyu sönmeye yüz tuttuğunda, Henrique üstünü değiştirecek, bembeyaz, kolalı bir üniforma giyecek, saçlarını kokulu yağla fırçalayacak, siyah şeritten boyunbağını takacak, ‘Evrim Yıldızı’ kulübünün dans salonuna doğru yola koyulacaktı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:47) “İnsanların hayhuyuna atıldım, yine. Daha hırslı, daha ateşli ve daha da istekli idim.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:151) Hayıf, hayıfını almak : Haksızlık, üzüntü; Uğradığı haksızlığın intikamını almak “<Hacı Eşkıya> Ölürüm de yüreğime dert olur...... Gün bugündür yavrum..... Şunların icabına bak gayrı. Yerde koma Hacı emminin ahını. Ben bugünü bekledim. Memedim adam olsun da hayfımı alsın diye.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:22) Hayıflanmak : Üzülmek, eseflenmek, pişmanlık duyumsamak “Yazı düzeltme konusunda öteden beri büyük bir ustaydı, yazdığı her harfin hesabını verebilirdi. Ama gene alt tarafı bir cinayet için, onca dilbilimsel titizlik gösterdiğine bayağı hayıflandı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:307) “Doğu Berlin’de genellikle sinemalar tenha olur. Fakat o gün o seansa liseli olduklarını tahmin ettiğim kızlı erkekli büyük bir genç kalabalığı gürültüyle doluşmuştu. Hallerinden filme gönüllü olarak gelmiş olmaktan çok öğretmenlerinin verdiği bir ev ödevini yerine getirmiş olmak için geldikleri belliydi; yer yer sessizliği bozan kıkırdaşmaları kesilmiyordu..... Film başlayalı epey bir zaman geçmişti. Ben, ‘Eyvah Almanların içinde kaldık işte, onlar zaten ne anlar böyle filmlerden’ diye hain hain hayıflanmaya başlamıştım ki film birden kesildi, salonda ışıklar yandı. Görevi gereği orada olmadıklarından emin olduğum genç iki Kızıl Ordu subayı ön sıralardan ayağa kalkarak Alman gençlerine ‘Anlayamadıkları şeylerle alay etmemeleri gerektiğini, eğer sıkılıyorlarsa sessizce salondan çıkabileceklerini’ söylediler. Bir an susuldu ve o susku filmin sonuna dek sürdü. Belki kötü bir genelleme olacak ama iki Almanya’da da gençler bana biraz fazla dışsal, sıradan yaşıyorlarmış gibi geldi.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:36-7) “Karl, ..... şemsiyesini aşağıda unuttuğunu hayretle fark etti. Hemen tanışına seslenip bir dakika bavuluna göz kulak olmasını rica etti. Ne var ki, buna pek sevinmemişti tanışı. Karl, dönüşte aynı yeri bulabilmek için çevresine bir göz gezdirip seğirtti. Aşağıdaki yolu pek kısaltan bir koridorun ilk kez kapatıldığını görüp hayıflandı.” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:5) “Beni buraya getiren işi, her şey bir yana, Prag’da da pek güzel yerine getirebilirdim, ama bunu doğduğum kentte uygulama fırsatı bana dayanılmaz derecede çekici geldi. Salt, basit ve gülünç bir iş söz konusu olduğu için. Böylece, alaycı bir biçimde buraya, geçmiş zaman üzerine yapmacıklı bir hayıflanma duygusunun etkisi altında gelmiş olma kuşkusundan beni kurtarmış oluyordu.” (M. Kundera, “Şaka”, sa:10) “George bir gün bir dükkandan sahte bir ‘çıban’ satın almıştı. O kadar da normale benziyordu ki. Gitti başhemşireye,ve bir medikal konsültasyon rica etti. Görevli hemşire ona şöyle bir baktı ve haykırdı: ‘Oo, George, sana hemen bakalım, çok kötüye benziyor!’ Derhal takım taklavat geldi: ilaçlı pamuk, böbrek şeklindeki çanak ve neşter. ‘Ah, oh, hayır, hayır!’ diye hayıflanıyordu George.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:131) “Ülkeye döndüğümdenberi hesaplaşmaya değil, Bğları yeniden örmeye gayret ediyorum. Zaten ne hesabı söz konusu olacak ki? On altı yaşındaki fikirlerini kırk yaşında değiştirmiş diye Nidal’i suçlayabilir miyim? O değişti, ben değiştim, ülke değişti, dünyamız da aynı değil. Dünün öncüleri geriye itildive artçı kuvvetleri en ön saflara kadar ilerledi. Buna hayıflanmaya devam edebilirim, ama artık şaşıramam. Ne de bu yüzden Bilal’in kardeşini suçlayabilirim. O, çağının nabzına uygun davranıyor, vakitsiz yürürlükten kalkmış başka bir çağa ait olan benim. Ama -iyimserliğimle ne kadar alay edilirse edilsin- benim haklı olduğuma ve insanlığın yolunu şaşırdığına inanıyorum.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:327) “Telaşlanarak sordu: ‘Denemek istediğin nedir?’ ‘Hiç,’ diye karşılık verdim, beni en çok üzen şeye hayıflanarak, neyi yapabileceğimi, neyi yapamayacağımı çok iyi biliyordum. Kadın hiç oralı olmayarak, bilgiçlerin her şeyi bildiklerini sandıklarını, ama aslında her şeyi bilmediklerini söyledi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10) “Hint bilginleri, bir gün, Büzürcmihr’in erdemleri üzerinde konuşuyorlardı. Ancak tek bir kusurunu bulmuşlardı: Bilge vezir çok yavaş konuşuyor, konuşurken durakladığı için dinleyenleri bir bıkkınlık alıyormuş... Sözünü bitirinceye dek insanları çok bekletiyormuş.. Bunu duyan Büzürcmihr şöyle dedi: ‘Ne söyleyeyim? diye düşünmek, niçin söyledim diye hayıflanmaktan iyidir!’ ‘Deneyimli, yaşlı, yetişkin insan Düşünmeli, sözüne başlamadan... Sen de, düşünmeden söze girişme, Zarar yok, geç olsun, iyi söyle... İyi düşün, sonra şıkar sesini, Azarlamasınlar, ‘kes!’ diye seni. İnsan, niçin daha üstün hayvandan? Çünkü insan konuşuyor da ondan...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:33) “ ‘Görevdir’ gözü kör olsun’ diye sanki hayıflanıyordu. Murat’ın kolunu tutup, ağız aradığını belli etmemeye çalışarak lafa karıştı: -Murat Bey, nereye götüreceksin Selim Bey’i.. Yorulmasın Rüstem Bey... Otomobili bekçi alsın gelsin!..” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:299) “Ne var ki sonraki saatlerde arada sırada uyanarak, arada sırada derin derin dalarak geçirdiğim sürede flamengo dansçısının <çocuk oyuncağı> bacaklarının arasını ve oraya sakladığım paralarımı düşünmeden edemedim. Düşündükçe, bunca parayı orada küflenmeye bırakmış olmama hayıflanıyordum ve bu hareketimin aptallıktan öte adaletsiz olduğunu amlıyordum, çünkü bu paraları ben dürüstçe, alnımın teriyle kazanmıştım.” (S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:57) “LADY U.K. (yatıştırırcasına) Ne demek istediğinizi anlıyorum Sir. Hem de nasıl. Ben de hayıflanıyorum sizin gibi elbette. Ama gençlik her şey değildir. Size bir sır vereyim, ben de yarı yolu aştım. İniş başladı. Geceleri sağa sola dönmeden deliksiz uyuyorum. Ateşli günler geride kaldı... Yine de Sir. Bana sorarsanız, vasiyet varsa, vaziyet kurtulur.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:126) Hayırdır inşallah : Bir olayın, genellikle beklenmedik oluşumların ya da kötü bir rüyanın yorumuna başlarken seçilen sözcükler “SEVDA : (Babasının sözünü dinlememiştir bile. Odanın içinde dolaşarak) Her şey darmadağınık; her şey. Ayşe! Bütün gün uyumuşsun. AYŞE : Ne uyuması, Küçükhanım? Sabahtan beri temizlik yapıyorum. SEVDA : Görülüyor Allah için. RIFKI : (ŞAZİMENT’e yavaşça) Bir şey anlayabildin mi Allah aşkına, Ne diyor? ŞAZİMENT : Bilmem ki. Hayırdır inşallah.” (S.K. Aksal, “Oyunlar-Tersine Dönen Şemsiye”, sa:306-7) “ ‘Hayırdır inşallah, hayırdır inşallah,’ diye söyleniyor, bu saatte de yine kendi derdini bırakıp bayılanlar, saçını başını yolanlarla uğraşmaya mecbur oluyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:94) “Bugün de neredeyse dalmak üzereyken, sokak kapısının biraz arayla, üç kez, üstelenerek çalınması, onu birden ürküttü. ‘Hayırdır inşallah’ diyerek yerinden kalktı; ama olduğu yerde durakladı.” (P. Heyse, “Andrea Delfin”, sa:22) “Koca koğuş hep bir ağızdan: -Hayırdır inşallah dedi. Bacanak ayrıca sordu: -Ürya mı gördün bacanak?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:166) “BİRİNCİ KADIN - Hayırdır inşallah? Hıı, hıı, eee? Bak yediği naneye. Eee? Hadi ordan. Bak görüyor musun. Aman komşum, aman komşum, sen sen ol, mahallenden dışarı adımını atma. Bana bak kızım, git söyle sen ona, ee? Hoşt köpek! Ben onun ağzının kaşığı değilim.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanmıyordu”, sa:9) Hayır dua etmek; Hayır duasını almak : Birinin ardından başarısı için Tanrıya dua etmek, iyi dileklerde bulunmak; Bir çocuğun baba ya da dedelerinden ilerde iyi, hayırlı bir adam olması için alması gereken dua “... söylemeye gerek hiç yok ki, ikimizin aileleri <de> seremoniye gelmemişlerdi ve dargın da değildik. Onun ailesinde çok sevdiği ve sevildiği yaşlı bir dedesi vardı, rahmetli neredeyse yatalaktı, onun elini öpüp hayır duasını almak boynumuzun borcuydu...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:79) “ ‘Bu kent Tanrı tarafından lanetlenmiştir,’ derdi ona babam. ‘Oradan geçerken, hızlı yürü, gözünü yerden kaldırma, aklında hep ölüm olsun; ya da göğe bak, aklında hep Tanrı olsun. Hayır duamı almak istiyorsan, Kefernahum’a her gidişinde, başka bir yoldan geç.’ Yosma kent, güneş altında gülüp duruyordu şimdi.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:89) “BARTLETT -… Ne kadar çabuk yola çıkabilirsem o kadar çabuk geri dönerim. O zaman, kendi gözlerinizle görünce çok sevineceksiniz. O zaman benim aleyhime dönecek yerde bana hayır dualar edeceksiniz. (Bir saniye duraklar, gamlı.) Ama şimdi… iş bitinceye kaar karışmamalısın… En uygun olan budur.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:75) “Kahyanın bu sözleri üzerine elim ayağım buz kesti. Ah göklerdeki babamız, şimdi Vanyuşam ne olacak diye düşündüm. Çaresiz, oğluma bir mektup yazarak anlattım durumu. Yanına on para katamadan sadece hayır duaları gönderdim ona.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:63) “POLONIUS - Hala burada mısın Laertes? Ayıp sana! Gemiye, haydi bakayım gemiye! Rüzgar yelkenlerini şişirmiş, herkes seni bekliyor. Haydi bakalım, hayır duamı aldın. Şu birkaç öğüdü de aklına koy..” (W. Shakespeare, “Hamlet”,sa:27) Hayır görmek : Yaşamı süresince başkalarına vermesine, yardım etmesine karşın kendi gereksinimi olduğunda o eski dostluklardan bir fayda-yardım görüp görmemek “Aramızdaki bütün anlaşmazlıklara karşın yeryüzünde, o benim tek dostumdu. Yarı yerinden bölünmüş yaşantısına yeni bir yön vermek için bana yardım eden tek adam o değil midir? Hangi fikir, sınıf ve meslek arkadaşımdan hayır gördüm? Hepsi kendi başının derdine düşmüştü.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:55) Hayır işlemek : Fakirlere, düşkünlere, yardıma muhtaç olanlara maddi ve manevi yardımda bulunmak “Bu Senyör Campireali çok namuslu bir adam olarak tanınmıştı, çok da hayır işlerdi, fakat hiç zeki değildi, bu nedenle, yavaş yavaş Roma’da oturmaktan vazgeçti, sonunda, bütün yılı, Albano’daki köşkünde geçirir oldu.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:27) Hayırlara tebdil olsun : Hayırlı olsun, hayırdır inşallah (özellikle rüyalar hakkında) “CUDANA - Düş gördüm. Kara bir düş. MUSTAFA - Hayırlara tebdil olsun. Hayırdır. Ne gördün ki bu kadar dara saldı seni?” (M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:61) Hayırlı yolculuklar : Yolculuğa çıkan birine iyi niyet dileği “YAKOV - Hayırlı yolculuklar! ŞAMRAYEV - Mektuplarınızı esirgemezseniz çok mutlu oluruz! Güle güle Boris Alekseyeviç!” (A. Çehov, “Martı”, sa:75) Hayır ola; Hayırlar, Hayırlı uğurlu olsun : İnşallah durum kötü değildir, ne haber bağlamında bir sorgulama Bk.: Hayrola “Hayır ola, sabah ola!” (Sabah olsun da bir kez, inşallah işler daha iyi olur!” -Anonim“KOMİSER - Yeni bir iş mi? Hayır ola? Biz ödevden kaçmayız. NECMETTİN - İstanbul’dan hareket edeceğimiz günden bir gün evvel tımarhaneden bir deli kaçmıştı ya?... KOMİSER - Evet, öyle birşey benim de kulağıma çalınmıştı. Hatırladım.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:98) “LOMOF - Kıvılcımlar... Sus... Neredeyim ben? ÇUBUKOF - Haydi hemen evleniverin... Allah müstahakınızı versin! Nataşa razı! (Lomof’la kızının elini birleştirir.) Ne derler ona, o, razı... Ne derler ona, haydi hayırlı olsun.” (A. Çehov, “Teklif”, sa:36) “Adam, ‘Hayırlı uğurlu olsun,’ dedi. ‘Bir şey daha söyleyelim. Süresi dolarsa uzatabiliriz. Tarihi silip değiştirmek çok basit bir iştir. Tek güçlük vizelerdir. Ne kadar geç vize yaptırırsanız o kadar iyi olur.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:125) “S. DROMIO - İşte istediğiniz altınlar, efendiciğim. Hayır ola, yeniler giyinmiş şu Adem bozmasından kurtuldunuz galiba? S. ANTIPHOLUS - Ne altını? Hangi Ademden bahsediyorsun?” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:67) “Rudin, odayı dalgın dalgın süzerken: -Evet, öyle diyorlar! dedi. Eee, yıllar geçiyor... Siz, hiç de değişmemişsiniz. Aleksandra’nın sağlığı nasıl.. eşinizin? -Teşekkür ederim, iyi, iyi... Hayır ola, sizi hangi rüzgar buralara attı?” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:85) Haylaz : Tembel, üşengen, sorumluluk ve yükümlülüğünü gerektiği gibi taşımayan “Papaz: ‘Ah bu haylazlar ah! Hiç adam olamayacklar!’ diye söylendi. O sırada, paramparça bir din bilgisi kitabına ayağı takıldı. Eğilip yerden alarak: ‘Hiçbir şeye saygı gösterdikleri yok bunların!’ diye homurdandı. Sonra, Bayan Bovary’yi görür görmez: ‘Bağışlayın, birden tanıyamadım da…’ dedi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:124-5) “Küçük iken adı ‘Yumurcak’tı, sonra ‘Afacan’, sırasıyla ‘Haylaz’, ‘Çapkın’, ‘Utanmaz’ oldu. Bu, onun için son rütbe değildi. Avnussalah eğitimde şiire yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraıını şöyle tepetaklak att: ‘Alçal ki yerin bu yer değildir.’ ” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23) “Üçüncü ders yılına girerken, hala alfabeden ileri geçememiştik. Bu sefer sıra müdüre geldiği için, bizi eline aşan o oldu. Karşılaştığımız değişiklikten nasıl şaşakaldığımızı asla unutamayacağım. Ne bağırma, ne tehdit! Sınıfın ortasında bir sıraya oturan B. Moisesku, biz bütün haylazları bir araya toplayarak, ‘Siz öğrenmek istemiyormuşsunuz, doğru mu?’ diye sordu.” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:10-1) “Portekizlinin koca suratı sanki daha da büyümüştü. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. -Seni haylaz seni!’ diye haykırdı. ‘Demek sendin ha? Böyle bir yumurcakta bu küstahlık?’ Beni yere bıraktı. Kulaklarımdan birini de koyuverdi ve koca koluyla gözdağı verdi.” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:98) Hayli (bir) zaman : Uzunca bir zaman süresi için “Moskovoya gitmem gerekiyor, bu yüzden sizden hayli bir zaman ayrılmak zorundayım; dedi birdenbire İvan. Bunu değiştirmek de elimde değil… -Moskova’ya mı, yarın mı?… Katerina İvanovna’nın yüzü allak bullak oldu. (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:49) Hayma : Dört direk dikilerek ve üstünü çarı çırpı ile örterek yapılmış gölgelik “Haymanın direğinde asılı olan bir torbadan kadın ayran çıkarıp özedi. Hepsi içtiler. Ayrılırken adam: ‘Eksik olmayın,’ dedi. ‘İnşallah iş bulursunuz.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:27 Hayra alamet olmamak : Kötü birşeyler olacağı konusunda belirti hissetmek “Egor’un kararlı, gözüpek yürüyüşü hayra alamet gibi gelmiyordu ona, köylülerin şaşkın suratlarının tepesinden yaptığı çağrı gibi. Adamlar Egor’un sözlerini duyduklarında uyanışları fazla ani olmuştu.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:138) “Memedin içine kurt düşmüştü. Bu da böyle konuşunca... ‘İyiler iyiler,’ diye geçiştirmesi hayra alamet değildi.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:228) “BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Sanki kara yas tutmaktalar. Erini taze yitirmiş yeni avratlar gibi başlarına kara çatkı çatıp gönül dindirmekteler. Köylünün fazla sükutu hayra alamet değildir Havvas Ağa’m.” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:41) Hayran hayran : Büyük bir beğeniyle, severekten, hoşlanaraktan “Onun için, çağrılılar, ilgi uyandırmasa bile bir öykü dinleyecekleri için hoşnut olarak, birden babacan Alman’a doğru döndüler. Bu tatlı bekleyişte, öyküyü anlatanın sesi, uyuşan duygularımıza her zaman çok tatlı gelir. Bizi gevşekliğe kavuşturur. Tıp meraklısı olduğum için, gülümseyişlerin neşelendirdiği, mum ışıklarının aydınlattığı ve çok lezzetli bir yemeğin kan, can verdiği yüzleri hayran hayran seyrediyordum.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:57) “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) Hayra alamet olmamak : Görünüşe göre pek de hayırlı olmayan, tehlikeli birşeyler olacağını sezdiren işaretler, seziler ya da ruh halleri “Böylece sessizce yolculuklarını sürdürüyor, ama her üçü de sanki hızlı hızlı yürümüş gibi soluyorlardı. Gözlerinin akında hiç de hayra alamet olmayan kırmızı damarcıklar beliriyordu. Hiç kuşkusuz, görünmeyeni görebilen bir adam, bu yolcuların üzerinde, uygunsuzluğun yolları üzerine düşen karanlık gölgesinden bir şeyler sezerdi.” (Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:53) “İçinden: ‘Bununla birlikte, bir tutuklunun adını taşıyarak savaşa katıldım, cebimde bir tutuklunun yol kağıdı vardı, üstelik üniforması da sırtımdaydı,’ diye geçirdi. ‘İşte gelecek için uğursuz bir şey: Rahip Blanés buna ne derdi acaba? Ya şu cezaevinde ölen bahtsız Boulot! Bütün bunlar hiç de hayra alamet değil; yazgı beni cezaevine sürükleyecek galiba.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:83) Hayra yormak, yormamak : Herhangi bir olayı ya da deneyimi iyi ya da kötü olarak değerlendirmek, yorumlamak “Yaş günümden önceki iki gelişini zaten hayra yormamıştım. Onu acele acele evden savmaya çalıştım, Rana gelmeden önce. Garip bir direnişi vardı ama.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:130) Hayretinden (Hayretten) küçük dilini yutmak : Son derece hayret etmek, donup kalmak “Mumların, rakkaseler gibi titreşen ışıltılarıyla aydınlanmış odadan içeri girince, evin diğer kısımlarından edindiğim izlenimlerin tam tersine öyle muhteşem bir manzara ile karşılaştım ki, hayretten küçük dilimi yutacaktım.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:81) Hayrı dokunmak : Yararı dokunmak, faydası olmak, sevaba girmek “Evet, muhakkak içtiği viskiden geldi başına gelenlerin hepsi. İçki içme kötüdür oğul... Ben yaşlı, hem de çok yaşlı bir adamım; bu yaşıma kadar da içkinin kimseye hayrı dokunduğunu görmedim.” (O. Henry, “viski soda”, sa:93) “Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel Petroviç getirilen eşyaları yarı fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz, parayı tıkır tıkır sayardı. Sonra bir şenliktir başlar; içki ısmarlamasaydı, bağırıp çağırmaydı derken, soygunu yapan delikanlının cebinde metelik kalmazdı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:51) Hayrını gör : İyi günlerde kullan, hayırlı olsun (Bazan alaylı, aşağılayıcı bir anlamda söylenir) “HECTOR, kendine yakışan bir Arap kostümüyle iskele kapısında görünmüştür. - Kaçan tutsak neden zincirlerini de birlikte götürsün? MANGAN - Haklısınız Mr. HUSHABYE. Pijamalarım sizin olsun, My Lady. Alın da hayrını görün.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:86) Hayrola : Hayırlar olsun, ne oldu? Ne var? İnşallah durum o kadar kötü değildir? Ne haber? “Hayır ola, sabah ola!” <Sabah olsun da bir kez, inşallah işler daha iyi olur! -Anonim-> “Bir kapı, birçok kapılar açılıyor sanki aşağıda, komşu evlerde. Bir kadın sesi, dadım mı, soruyor: ‘Hayrola, bekçi baba?’ Sonradan öğreniyorum ki, bekçi babaya yangının nerde olduğunu sormak olmaz, yakışık almaz. ‘Hayrola bekçi baba?’ diyeceksin. O da sopasını vurarak, hiçbir soru duymamış gibi, uzaklaşacak bağıra bağıra: ‘Yangın var...Üsküdar’da, Şemsipaşa Mahallesi’nde...’ ” (A. Erhat, Gülleyla’ya Anılar, sa:13) “Yaşamayı neşe ile karşılamaya başladığı günden beri yüzünün asık bulunuşu mutlaka esaslı bir nedene dayanırdı. Kadıbaba: ‘Hayrola?’ diye sormuştu. ‘Bugün ne işittim biliyor musun bey?’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:49) “Rey kendisine uzatılan uzun puroyu reddetti. ‘Hayrola? Yüzünden düşen bin parça?’ Peaslee tekrar uzattı. ‘Baksana, arkadaşlarla arkaya geçip biraz kağıt oynamayı düşünüyoruz. İki gecede bir oynarız.’ ” (M. Pearle, “Dante Kulübü”, sa:463) “S. DROMIO - İşte istediğiniz altınlar, efendiciğim. Hayır ola, yeniler giyinmiş şu Adem bozmasından kurtuldunuz galiba? S. ANTIPHOLUS - Ne altını? Hangi Ademden bahsediyorsun?” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:67) Hayta : Serseri güruhundan, işsiz güçsüz, başıboş, sorumsuz, çapkın (Argo) “İş bu kadarla kalsa hikaye de sona erecekti. Deminki komita, kendisi gibi üç dört haytayı toplayarak, kızcağızın çevresinde bir daire yaptılar. El çırpmaları, ayak tempoları, ıslıklar, bağırışlarla bir alay faslına geçildi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:20) “Gecenin boğucu sıcağında ikisi de ses çıkarmadan yürüyordu. Adrian, arkadaşını inceliyor ve bu cümleyi kafasında evirip çeviriyordu: ‘Dünyayı görmeye çıkmış! Oysa benim gibi haytanın teki olacak! Vay canına! Haytalar böyle, dünyayı görmeye çıkarlarmış demek!’ ” (P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12-3) “Okuduğum kitapta dişi kedilerin yılda bir kez kızışma dönemine girdikleri yazolıydı. Bu dönemdeki birleşmeden sonra yavruluyorlar ve bir yıl boyunca cinsiyetten uzak yaşıyorlardı. Ancak yavruları ölürse doğa onlara bir kez daha şans tanıyor ve aynı yıl bir kızışma dönemine daha gşrşyorlardı. Sirikit de belki böyleydi ama ben onun hiç erkek haytalara takıldığını sezmemiştim.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”i sa:48) “Usul usul yürürken, ‘Tövbe’ Hayta’nın biri, Sofu kulaklarından sıkıca yakalayıp Bütün kötü sözleri yüzüne sövüp sayıp Yırttı ıslak tenine alışkın giysisini.” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:84) “-Arkadaş, bize iki bilet! demeğe kalmadı, içerdeki adam: -Seni hayta seni! Nerdeyse benden de içeriye gireceksin! diye suratıma hatırı sayılır bir tokat indirdi.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahatı”, sa:226) Hayvan, hayvanoğlu : Birini küçük düşürmek için hiddetle söylenmiş bir sövgü (Argo) “ ‘Koca ispiyoncu. Hayvanoğlu! Eğer şu anda karşımda olsaydı o, sevgili dostum, gözleriniz yerinden fırlardı, onu nasıl evire çevire döverdim, serçe parmağımla nasıl paramparça ederdim, görürdünüz!’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:305) “Baudolino bayılacak gibi oldu, gözlerinin karardığını ve kulaklarında Paskalya çanlarının çaldığını hissetti. Otto’nun, ensesine inen ağır eli uyandırdı onu, dişleri arasından, ‘Diz çök, hayvan!’ diye fısıldıyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:58) “LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar..... ağzının suyunu akıtacak bir sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8) “APOLLODORUS - Yavaş evlatlarım, yavaş gözünü seveyim. (Birden korkuya kapılarak.) Ulan yavaş dedik, itoğlu itler. Kıç altına yatırın. Tamam. FTATATITA (Hamallardan birine bağırarak.) - Üstüne basma. Üstüne basma, koca hayvan.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97) Haza : Tam, kusursuz, eksiksiz, noksansız “Hava haza ateş. Yeldeğirmeni de ta tepede! Boya takımıyla oraya nasıl çıkacağım?” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:72) “Kel Mıstık araya girdi: ‘... Bunun derdi zoru, memlektin iri memurlarıyla, daha çok da valisinde. Fakir fıkara düşmanı değildir bu. Haza beyefendi. Sizi lapor etmez. Öyle değil mi?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:15) Hazan : Güz, sonbahar “GÜNEŞİN GÖZYAŞLARI Hüzünlenmiş Yazdığım tüm şarkılar Yapraklar savrulmuş yerlere Gelen mevsimden belli Hazan rüzgarı vurmuş Tellerine. (Ayla Ataman, “İki Damla”) Haz duymak : Ruhsal ya da bedensel mutluluk; Zevk almak, hoşlanmak “Deyime uygun olarak biribirimize vurulmadık ama vuruştuk ve o kısa, kısacık süre boyunca yaşadığımız son derece mahrem yerde tek yaptığımız haz duymak oldu.. Yiyip içmekten alınan haz, cinsellikten alınan haz, bakmak ve dokunmaktan, ısırmaktan, yalamaktan, okşamaktan oluşan sözsüz bir dilin hayvansı diyaloğunu sürdürmekten duyulan haz.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:44-5) “SİRENLER -------------Bir çağ’rımlık uzaktayken adaya, doluştular kıyıya hızla yol alan tekneyi gören Sirenler ve başladılar söylemeye saydam şarkılarını: ‘Gel buraya, dillere destan Odysseus, büyük onuru Akhaların, durdur tekneni duymak için sesimizi. Geçmedi çünkü kimse bu yoldan siyah teknesiyle dinlemeden dudaklarımızdan dökülen tatlı sesi, haz duymadan ondan; sonra gittiler gidecekleri yere, daha bilgeleşmiş...” (Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97) Hazıra dağ dayanmaz : Ne kadar varlıklı olursanız olun, gün gelir, eldekiler biter, namerde muhtaç olursunuz’ mealinde, hayatta diri kalabilmek için, namusuyla çalışmanın ve sorumluluk almanın temel yaşam kuralı olduğunu açıkça belirten, atasözü niteliğinde bir sözcük “Kaç yıldır taksit verilmediği için Evkafta <Vakıflar> ipotek <bir mülk satın alındığında, peşin ödemek için yeterli para elde yoksa, peşinin ötesinde kalan borcun, alacaklı lehine tapu siciline işlenen kayıt> olan Üsküdar’daki dükkan için galiba bu aybaşı Evkaf, İcra’ya <mahkeme> başvuruyormuş. Haydi bakalım, gelsinler de şimdi bunu, senin çingenelerin, kadeh arkadaşların kurtarsınlar! Ne olacak bu halin sonu? Hazıra dağ dayanmaz. Yirmi beş yaşına geldin, hala bir baltaya sap olamadın, hala hazır yiyorsun...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:259) Hazır lop; Hazırlopçu : Pişmiş, kotarılmış yumurta gibi yenmeye hazır ve amade; Başkasının şöhretini ve çalışmalarını beleş olarak sahiplenen, madrabaz “Bela geldiğinde (aynı düzen tarafindan soyulmakta ve horlanmakta olan yazı çizi işçi grubu, memur) hemen hepsi kendilerine baskı yapanların yanında ve yandaşları olmaları gerekenlerin karşısında yer alır. Yoksulluğun en derin çukuruna düşüp de duygu bakımından işçi sınıfına acı bir düşmanlık besleyen bir orta sınıf, yani hazır lop bir Faşist parti, pekala akla yakın bir şey olur.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:291) “Büyük bir denizciydi. Hayır, hiçbir gemiye, hiçbir keşif grubuna kılavuzluk etmedi. Büyük bir gökbilimciydi. Asla -takımyıldızlar hakkında yazdığı her şey zırvadan ibaret. Verdiği tarihler doğru. Verdiği tarihler yanlış. Önemli bir kılavuzdu. Bir hazırlopçudan ve cahil bir insandan başka bir şey değildi. Yazdıkları güvenilir veriler. Profesyonel bir dolandırıcı, bir hokkabaz, bir yalancı. Kolomb’dan sonra zamanının en önemli kaşifi ve denizcisi. Vespucci bilimin yüzakı… Hayır, bilimin yüzkarası.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:96) Hazır ve nazır olmak : Esasında Tanrı’ya atfedilen bu nitelik, diğer kimseler için de, ‘her zaman ve her yerde var olabilecekleri’ bağlamında kullanılabiliyor “Peter Martyr 1505 yılında şunları yazmıştı: ‘Eski yazarların hep bahsettikleri altın dünyada yaşıyor gibiler, yalın ve masum, yasaların zorlaması yok, kavga yok, yargıçlar ya da dilekçeler yok, yalnızca doğayla mutlu olmayı öğrenmişler.’ Ya da, yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra, o her yerde hazır ve nazır Montaigne’in de dediği gibi, Kanımca, bu uluslarda bizzat tanık olduğumuz şeyler, yalnızca şairlerin anlattığı o Altın Çağlar tablolarını ve insanlığın o zamanki mutluluğunu gösteren tüm buluşlarını aşmakla kalmıyor, felsefe arzusu ve kavramının ta kendisini de gölgede bırakıyor.’ ” (P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:48) “Genç Çerkes’in daima kendisine bağlı ve ikinci sırada kalacağını ümit ederek, dışardan gelin almayı yeğlemişti. Filhakika, kendisi konağın her köşesinde hazır ve nazır olduğu günlerde, gelinin sesi çıkmamıştı.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:40) “Ona, Danimarka romanının gülünç bir kişisinin canlanmışı denebilirdi. İvedilikle, terleyerek, tümüyle işiyle ilgili, her yerde hazır ve nazırdı...” (Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:132) “Çıt çıkmıyordu kilisede. Monsieur de Cloud, ‘Şeytan her yerdedir; kutsal yerlerde bile hazır ve nazırdır,’ diye haykırıyordu: ‘İnananları, kendisiyle birlikte yakıcı cehenneme sürüklemeye çalışır,’ diyordu.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:29) “Gerçekten de Londra sokaklarının tüm süprüntüleri o yanda şakalaşıp itişerek; bu yanda zar atarak, fal bakarak, dürtüşerek, birbirlerini gıdıklayıp çimdikleyerek; şurda şamatacı, burada suratsız; kiminin ağzı bir karış açık, kimi bir evin damındaki kargalar kadar saygısız; tümü cüzdanlarının ya da konumlarının elverdiği ölçüde giyinip kuşanmış; burada kürklere ve incecik yünlülere bürünmüş; şurada paçavralara sarınmış, ayakları buzdan yalnızca sarıverdikleri bir bulaşık beziyle korunmuş olarak hazır ve nazırdılar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:44) Haz ilkesi (Pleasure principle - Plejür princıpıl) (PSYCH.) Hazin hazin : Hüzünlü hüzünlü, yaslı, matem içinde Bk.:Bilinçötesi “Hazin hazin esen gece yelleri Bu ağır kış yaz olsun da geleyim Sevdiğimin pek müşküldür halleri Küskün gönlüm haz olsun da geleyim” (Aşık Nihani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:721) Hazmat giysileri : Alev, bomba, ışın, kurşun vb. tehlikeli maddelerden korunmak için giyilen giysi “Langdon, hazmat elbiseleri içinde bir grup Dünya Sağlık Örgütü çalışanı tarafından karşılanılacaklarını düşünmüştü. Ancak, gelişlerini bekleyen tek kişi, parlak kırmızı haç emblemli büyük beyaz bir minibüsün şoförüydü..... Langdon, Brüder ve ekibinin içinde hazmat malzemeleri; biyo-giysiler, gaz maskeleri, elektronik keşif aletleri bulunan büyük spor çantalarını hazırladıklarını gördü.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:471) Hazmedememek : Kabullenememek, içine sinmemek “Zebedi’nin koca başına kan hücum etmişti. O da büyük oğlunu hazmedemiyordu, öylesine benzeşiyorlardı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:192) Hazret : Bir seslenme sözcüğü; ismi verilmeden konuşulan -yarı saygılı- üçüncü şahıs olarak; Devlet yapısı ,içinde önemli mevki sahibi olanlara atfedilen saygı mertebesi “Hazret, kendini kapıp koyuverdi ve tam on dakika, onura öyle bir söylev çekti ki, bu soytarı beyninden bundan daha çılgıncası, daha olağanüstü doğmamıştır kesinlikle.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:15) “-Öbür Pan, neydi onun adı?.. diye telaşlanıyordu Mitya, - Hey hazret, al bardağını!.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler” , Cilt:III, sa:104) “Kız o umursamaz haliyle işini görmeye devam ediyordu. Sadece bir ara dağılan saçlarını kulaklarının arkasına attı. Yüzünde gülümsemesi tamamlanmış olan bakkal, ‘Müşavir hazretlerinin oğlu ha!’ diye bağırdı.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, saa:49) Hebennaka : (PSYCH.AR.) Ahmak, zekası kıt olduğu halde kendini olduğundan zeki ve beceirkli sanan kimse (Eski öykü şuradan geliyor: Yezid adlı ahmaklığıyla ün kazanmış Yezid adlı bir Arab’a kinaye) “Teğmen Dub, derin bir iç çekerek, ‘Tanrım, sen bana sabır ver,’ dedi. ‘Ulan Şvayk, sen ne musibet adamsın be! Şimdi önüne bak ve düşün bakalım, bu dünyada senden h a b e n n a k a’sı var mı? Şvayk, önüne bakarak, ‘Komutanım, buna cevap vermeyeceğim,’ dedi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:195) Heç : Hiç (Anadolu lehçesi) “ ‘Analarınız, babalarınız nasıl? Heç görünmüyorsunuz?’ ‘Vallla iş kayıt, köy yüklü, biliyorsun...’ ‘Yük olsun, alemin yükü yok mu?’ ‘Kusura bakman, gelemedik işte...’ “Eee, düğünleri yapıyonuz mu? Bizi çağırmayı unutmayın...’ ” (F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:58) “Ayıptır bunlardan kavga niza çıkarmak. Bırakın gürültüyü yavu, barışık yaşayın. Hırıldaşıp durmaktan ne çıkar? Bakın hökümetimiz heykel bile diktiriyor bu işler için. Heç utanmıyor musunuz ulan?’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:89) Heder olmak; Heder olup gitmek : Heba olmak, boşa gitmek, yitip gitmek “HALKA ---------solgun kadın o halkaya baktı parlak işlemelerinde gördü ki kocasından vefa görmek umuduyla nice günler heder olup gitmiştir, heder olup gitmiştir” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:27) He dicho : (İSP.,DAVR.,) <I di’ko> : ‘Ben konuştum’ (İspanyolca konuşan herhangi bir kimsenin, eğer uzunsa, konuşmasını bitirdiğini işaretleyen sözleri) = ‘I have spoken, I have said what I had to say’ The custamory final words of a speech given by a person speaking in Spanish (İNG.) HEGEL, Georg Wilhelm Friedrich (FEL., ALM.,) (1770-1831); ‘Alman İdealizmi’nin kurucusu I. KANT’ ın, “b i l g i konusunda, aklın kendisinin a priori kategoriler ve formlarının içeriğinin dışardan geldiği” iddiasına karşıt olarak, metafiziğinde, bu form’ların içeriklerinin de bağımsız olup ‘z i h n i n e s e r i’ olduğunu savunan büyük filozof. “İ n s a n, kendisinin yaratmadığı - bağımsız bir dünyayı denemektedir. Bu dünya, onu meydana getiren ve ‘bilgi’mizin konusu olan n e s n e’ler, sonlu bireyin, insanın zihninden başka bir zihnin eseri olmalıdır. Bütün bir e v r e n, mutlak bir z i h i n, akıl ya da ‘t i n’in ürünüdür. TİN, GEIST <gayst>, İDE, MUTLAK, MUTLAK ZİHİN adını verdiği bu t i n s e l varlık, tüm bireysel, sonlu insan ruhlarınn dışındaki n e s n e l bir varlıktır. Bunun ÖZ’üne , insan aklı nüfuz edebilir. ‘Mutlak z i h i n’, Doğa’da mevcuttur. M u t l a k a k ı l, bir evrim süreci içindedir. Evrim’in gayesi, bir m u t l a k a k l ı n, rasyonel ve anlaşılır bir v a r l ı k haline gelmesidir. Bu, dinamik bir süreçtir ve d ü n y a’nın kendisidir. Bu gelişim, d i y a l e k t i k adının verildiği, ü ç l ü a d ı m’lardan oluşan hareketlerle değişir ve gelişir. Bu : d ü n y a v a r l ı k - t a r i h - k ü l t ü r - u y g a r l ı k dediğimiz şeydir. EVREN, bu gelişimin vuku bulduğu süreçtir. E v r i m’de, en önemli şey, sonuçta ortaya çıkandır: H a k i k a t, ‘b ü t ü n’dedir. M u t l a k:‘ta m a m l a n m a’ dır. F e l s e f e ise, yalnız sonuçla ilgilenir. D ü ş ü n ü r - Filozof, E v r e n ’in anlamını bildiği, e v r e n s e l d i n a m i ğ i (aklın kategorilerini, işlemlerini yakaladığı zaman), en yüksek b i l g i düzeyine yükselir. Filozof’un zihnindeki kavramların ‘diyalektik evrimi’, dünya’nın ‘nesnel evrimi’yle çakışır. Ö z n e l (Objektif) d ü ş ü n c e’nin evrimi ve kategori’leri, e v r e n’in kategorileriyle bir ve aynıdır. D ü ş ü n c e ve v a r l ı k, özdeştir. Y ö n t e m : Diyalektik’tir. Bu, hem d ü ş ü n me’nin, hem de b ü t ü n v a r l ı ğ ı n gelişme biçimidir. D ü ş ü n m e ve v a r l ı k, hep karşıtların içinden geçerek, onları u z l a ş t ı r a r a k gelişir. F e l s e f e’nin g ö r e v i : ‘şey’lerin doğa’sını anlamak; varoluşunun, özü’nün ve amacı’nın ne olduğunu bildirmektir. Felsefe, Kant’ın belirttiği gibi: k a v r a m s a l b i l g i’dir. Bu ‘bilgi’ hakkında, t ü m d o ğ r u’ları belirtmemiz, onun ‘tüm’ ç e l i ş k i’lerini açıklamamız ve bu çelişkilerin n a s ı l uzlaştırılacağını göstermemiz gerekir. Bu da ancak d i y a l e k t i k yoluyla yapılır. DİYALEKTİK nasıl işler ? S o y u t ve t ü m e l bir kavramla başlarız: t e z; Bu kavram bir çelişki’ye yol açar: a n t i - t e z; Bunlar, iki k a v r a m’ın birliğini ifade eden bir kavramla u z l a ş t ı r ı l ı r: s e n t e z. Bu işlem, bir takım problem ve çelişkilere tol açar; bunların başka kavramlarla çözümlenmeleri gerekir. Bundan dolayı, DİYALEKTİK SÜREÇ, kendisinde t ü m k a r ş ı t l a r ı n hem barındığı ve hem de Çözüldüğü nihai ve en yüksek kavrama ulaşıncaya dek devam edip durur. Aşikardır ki, bir kavram, bütün bir G e r ç e k l i ğ i göstermez. Tüm k a v r a m’lar, kısmi d o ğ r u’lardır. B i l g i, bu sistemler kavramından gelir. D i y a l e k t i k h a r e k e t, düşüncenin, mantıksal olarak k e n d i k e n d i s i n i aşmasıdır. FİLOZOF, d ü ş ü n c e’nin, tanımlanan şekilde, k e n d i m a n t ı k s a l a k ı ş ı n ı izlemesine izin verir.” (Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:433-9) Hegemonya : Bir devlerin diğer herhangi biri üzerine uyguladığı ekonomik ya da siyasal üstünlük “Hegemonyanın taşıdığı riskler gerçektir. Hatta buna ‘riskler’ deyip geçmek işi hafife almak olur. Batı uygarlığının yüzyıllardan beri diğer bütün uygarlıklara, kendilerini Hıristiyan Batı tarafından gitgide bir kenara itilmiş ve yeniden biçimlendirilmiş demesek de, derinden etkilenmiş bir halde bulan Asya’daki, Afrika’daki, Kolomb öncesi Amerika’daki ve Doğu Avrupa’daki uygarlıklara göre ayrıcalıklı bir statü elde ettiğinden hiç kuşku yok.” (A.Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:96) Heine, Heinrich : (GERM. MYTH.) : Ünlü Alman şairi: <1797-1856>, 1827’de yayınlanan ‘Şarkılar Kitabı’ adlı yapıtıyla ünlenmiştir. Çok az büyük şair, ülkesinde onun kadar geniş tartışma konusu olmuştur. Birçoğu bestelenen şiirleri halk arasında çok sevildiği için, Nazi’ler bunları hazırladıkları derlemelere almak zorunda kalmışlar, ama altlarına ‘şairi bilinmiyor’ diye eklemişlerdir. “Eve geldiğinde, konuşmaya mecali kalmışsa, sızmadan önce Şvayk’a bir şeyler mırıldanıyor, yüce amaçlardan, esin perilerinden, derin düşüncelere dalmanın keyfinden dem vuruyordu. Bazen, Heine’den şiirler okumaya kalktığı da olmuyor değildi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:155) Helak olmak : Kahrolmak, mahvolmak, seril sebil olmak, son derece yorulmak “İşte bu dönemdee, Ursula ile çocuklar muz, kaladiyom, manyok, tatlı patates, ahuyama kökü, patlıcan yetiştirmek için bahçede helak olurken, José Arcadio, kimsenin yüzüne bile bakmadan evin içinde volta atarak kendi kendine konuşma alışkanlığını edindi.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9) Helal ho(o)ş olsun : Müslüman adetlerine göre, dinibütün olanlar ne alıp satarlarsa helal eder ve helal olsun isterler “Gidip kandili söndürüyor: ‘Helal hooş olsun!’ diyordu. Kuşağını çözüyori kuşağını başının altına koyuyor: ‘Helal hooş olsun!’ diyordu. Yatağa giriyor: ‘Helal hooş olsun!’. Yorganı başına çekiyor: ‘Helal hooş olsun!’ Gözlerini yumuyor: ‘Helal hooş olsun!’ diyordu. ‘Verdiğim vergiler gül yüzlü hökümetime helal hooş olsun!’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:120) Helalinden; Helal olsun : Helal ü hoş olarak, kendi gönlümden koparak; O, sorgusuz sualsiz en aşağı o kadar eder; Allah kabul etsin, haram değil “Darbeyi vuran aslında başkasıymış. Kızıl saçlı bir adam. Ah şu kızıl saçlılar! Cüce onu kışkırtmış. Linç edin onu! Tehlikeyi kadın haber verdi. Aferin kadına! Helal olsun! Bağırdı da bağırdı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:330) “Avnussalah derin reveranslarla sahneden çıkarken dinleyenler arasında bulunan gencin biri fazla kaçırmış olduğu birkaç kadehin ateşiyle şöyle diyordu: -Hey gidi utanmaz mübarek adam, felsefen beni uyandırdı. Bütün çalıp çırptıkların da benden yana helal olsun.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:362) “Çıplak ayağını o ana kadar görmediğim bir sinirlilikle oynatmaya başladı. -Helal olsun be. Helal olsun. Daha bir diyeceğin var mı? Salih Ağa, ilk defa olarak bana bu tavırla hitap edebiliyor. Çünkü, bir zamanlar benim temsil ettiğim nüfuzun bu topraklardan çekildiğini hissediyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:165) “Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helal olsun. Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler... dünya kadar para kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee...’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7) “ ‘Var hayrını gör oğlum Süleyman Ağa! İnşallah karnın yırtılır da bu gece köye yetişemezsin.’ ‘Höst! İtin duası yerini bulsa, gökyüzüne ekmek yağardı. Helalinden otuz kaymanı alırım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:107) Helalleşme : Belki geri gelemem diye yola çıkarken ya da öleceğini bilince yakınlarıyla onların kendine haklarını helal etmesini dileme süreci “Bizim hemşeri de çoluk çocuğu ile helallaşıp gitti. Mevsimler birkaç kez değişti, birkaç Irmazan geldi geçti, gidenler ve kalanlar Tanrı’dan ümitlerini kesmediler.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:26) “HAYALET -... Günahlarımdan sıyrılmaya vakit bulamadan, ayinsiz, hazırlıksız, duasız ömür ipliğim kesiliverdi. Helalleşmeden, bütün vebalim boynumda, hesap vermeye gönderildim.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:37) Helallik istemek : İslam’da, ödenemeyecek borç için alacaklıdan bağış dilemek “Hüdavendigar’ın son günlerinde elli iki direm tutarında borcu vardı. Kendisi alacaklıya birkaç altın kırıntısı verilmesini ve ondan helallik istemelerini emretti. Alacaklı bunu kabul etmeyip Mevlana’ya bağışladı. Bunun üzerine Mevlana: ‘Alemlerin Rabbine hamdolsun, bu korkunç beladan kurtuldum’ dedi.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:3-4) Helallisi gibi kullanmak : Kendi malı, nikahlı karısı imiş gibi kullanmak “Ben ki, bu facianın ilk şahidiyim; kendimi tutamadım: -Kızın ne diyor? diye sordum. -Ne desin? Ben seni alırım diye kandırmış. Kaç zamandır helallısı gibi kullanıp dururmuş. Biz de neden sonra haber aldık.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:153) Helal süt emmek : Soyu sopu belli, temiz, haktanır, iyi insan olmak “ANNE - Benim gibi bir kocakarıyı bağa götürüp de ne yapacaksın?….. Evet baban bağa götürürdü beni. Soyu sopu temizdi, helal süt emmişti.” (F.Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:5) Hele; Hele hele : Özellikle, hiç olmazsa, hiç değilse, eğer “... Sofrada ağzını açamazsın, tek kelime yok. Hele bir aç, sille ensendedir. Bir yerlere götürmezi, harçlık vermez.” ..... “Bir taraftan İmparator Haile Selassie’nin kendi Kıraliyet Muhafız Bölümü’nden gönderdiği iyi eğitilmiş birlikleri de içeren savaşçılar ve hele hele son derece disiplinli, talimli ve gözü pek Türk asker ve subayları, yüreğimize su serpen yabancı kuvvetlerdi.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet; Pork Chop Hill Savaşı”, sa:51;123) “Bende beş altı elifbe kitabı vardı. Bir tanesini Ayşe kıza verdim: ‘Su gibi okuyamazsan, semere konamazsın,’ dedim. Ayşe kız: ‘Hele bir belleyim de sen görürsün hoca emmi’ dedi.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199) “Bu senin yaptığın yiğitlik mi? Yüreğime dert oldu. Şimdi döneyim diyorum, yakınlardadırlar nasıl olsa, onlara hadlerini bildireyim. Efe güldü: ‘Yeme kendini kardaş, şimdi onların icabına bakarız. Hele sen dinlen, yemek ye.’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:10) “Ama insanın, hele hele bir roman kahramanının tanımı onun biricik ve taklit edilemez bir varlık olması değil mi? O halde, nasıl oluyor da, A diye bir şahısta gözlemlediğimiz bir hareket..... aynı zamanda B diye bir şahsın ve onun üzerine kurduğum bütün hayallerin özü olabiliyor?” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:15) “Sahipsiz köpeklerin, kedileri kovalar ya da sokaktaki hayvan leşleri için akbabalarla kapışırken birilerini ısırmaları günlük olaylardandı; hele hele Kalyon Filosunun kalabalık Portobelo panayırına gitmek üzere geçtiği bolluk günlerinde daha da olağandı bu.” (G.G. Marquez, “Aşk ve Öbür Cinler”, sa:13) “Margarida, eğlence kulübelerinden birinin önünden geçiyordu. ‘Uğurlar ola, Sarı Margarida bu yahu!’ Margarida durdu, çevresine bakındı, tam söveceği sırada Chicao’yu gördü. ‘Hele hele, sendin demek, şeytanın gör dediği.’ ‘Hadi gel, cadı karı, birer tek atalım.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:38) Helecan; Helecan içinde : Heyecan, heyecan içinde “Hayli şarap yuvarlayıp gece yarısından epey sonra kalkarak yatmaya gitmişti yorgun, öyleyken helecan içinde ağladı ağlayacak, umarsızlığın eşiğinde.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:97-8) Hele hele : İşin doğrusunu söyle bakayım; Özellikle o şeyi yapmak ya da yapmamak, ‘Yapma’ ihtarı “ ‘Yok emmi... biz valla bir şey yapmadık. Sabahtan beri orak tarlasındayız. Görüüyorsun...’ ‘Bir şey mi çaldınız?’ ‘Yok canım.’ ‘Hele hele?’ ‘Yok emmi, valla çalmadık.’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:104) “Onu hayalimde iyice canlandırıyorum: Kızıl tenli, ciddi, hatta biraz da üzgün, alnında beyaz bir leke ve gür saçlı. Birbirimize söyleyecek öyle çok şeyimiz var ki. Onu bulamazsam, daha da uzaklara giderim. İnsanın yaşadığı yerin fazla bir önemi yok. Ayrıca, yeni izlenimler moralimi yükseltiyor, en önemli olan da o değil mi? Kardeşlerim, hele hele insanın içinde, zamanla, bir çeşit Neptune’e ya da Pluton’a dönüşme korkusu varsa.” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:81) Hele şükür : Sonunda istediğimize kavuştuk, beklenen sonuç geldi “Onu gördüm. Céleste’le Raymond’un arasındaydı. ‘Hele şükür!’ der gibi bir işaret yaptı. Gülümsedi. Yüzü hafif kederliydi. Ama gel gör ki benim içim daha da kapalıydı, gülümsemesine karşılık veremedim.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:100) Heliopolitan Kozmogoni <Heliopolitan Cosmogony> (MISIR.MYTH.) : Eski Mısırlıların, dini görüşleri konusunda en çok doktrinleşmiş olmalarına ve elde ‘İlk Dinasti – Piramid Tekst’leri gibi en temel dini bilgiler bulunmasına karşın, ‘yaratılış’ konusunda, herkesin ‘gerçekleri bildiğine’ inanarak <taking for granted!’ olsa gerek, şöylecene yüzeysel izahlarda bulunurlardı. “Herhalde yaratıcı süreç hakkında ilk bilgi, NUN’dan kalan kaotik kırık dökük inanç ve bilgiler yanında, HELIOPOLIS’in Tanrısı Atum çıkar. A t u m, irade gücüyle, kendi kendini yaratmıştı, ya da Nun’ın bir çocuğu idi. İlk görünümünü, sonradan Heliopolis Manastırının yapılacağı bir tepe üstünde sahneye koydu. ‘Atum’, ‘tamamlanmış biri’ anlamına gelirdi. Belki kendisi ‘tepe’ idi. Yükselerek insanların hayatını tehdit eden Nil sularını o hizaya getirirdi. ‘Piramid Tekst’lerinin ortaya çıkmasıyla, sanki Nun devrinim karanlıkları ışığa garkoldu. R a - A t u m kompleksi, BENNU Kuşu – PHOENIX <Anka Kuşu> modelini yarattı: güneş her batışında gökte obeliks çizerdi. Aynı bileşim, Bokböcek yumurtalarından onun önünde kabuğu parçalayarak çıkan yavru böcek, y a r a t ı l ı ş d a i r e’sini temsil ederdi. O zaman güneşin ismi : K h e p r i olurdu. A t u m, kendi kendini yaratmıştı, şimdi mesele, diğer tanrıları yaratmaya kalıyordu. Kendisi yalnız olduğu için, bir eş bulması gerekiyordu. Bu konuda onun ‘Mastürbasyon’ yapma yoluyla çoğalması Mısırlıları hiç sıkıntıya sokmadı. Tekst’lerin çoğunluğunda onun -b i s e x u a l- : ‘G r e a t H e - S h e’diye çağrıldığını görüyoruz. Belli ki, Eski Mısırlılar onu çok kuvvetli, kimseye bir şey borçlu olmadan gerektiğini yapan bir kudret olarak tanıyorlardı. Bu bakımdan, A t u m, oğlu SHU’yu tükürerek yarattı, kızı TEFNUT’u da kusarak. Tefnut, ‘ilkbahar tanrısı- Mayet -dünya nizamı prensibi’ idi ve pek az önemi vardı, erkek kardeşi Shu’ya refakati hariç. Shu ise, ‘hayat prensibi’ idi. Söylentiye göre, A t u m’un yalnız bir gözü <udjat - ucat> vardı, vücudundan özgür olarak girip çıkabiliyordu. Bu konuda iki hurafe vardı; biri ve en çok kabul göreni şu idi: Shu ve Tefnut, hala Atum’un koruması altındaydı, mamafih Nun’ın karanlık sularında birbirlerinden ayrılmışlardı. Atum, ‘göz’ünü göndererek onlara refakat sağladı ve zamanla çocuklar ‘göz’le beraber döndüler. Bu arada Atum, ‘göz’ü, yeni ve daha parlak biriyle değiştirmişti. Geri gelen göz, yeni’yi görünce kızgınlık ifade etti, Atum, onu ödüllendirerek alnının ortasına koydu ki, böyulece yaratmakta olduğu tüm dünyayı daha iyi izleyebilirdi. Mamafih, bu tepe-göz, Mısırlılarda olumsuz etki yaptı: ‘Mahvedici Tanrıça - Destructive Goddess’ derlerdi onun için; onu firavunların alınlarındaki kendi kudret sembolü yılan u r a e u s ile özdeşen BUTO -ya da EDJO- : KOBRA GODDES’i ile bir tuttular. A t u m, yavrularına kavuşunca sevinçten gözlerinden yaşlar döküldü ve o yaşlardan e r k e k l e r yaratıldı. Çocuklarının dönüşüyle Atum, Nun sularını terketmeye ve dünyayı yaratmaya hazırdı. S h u ve T e f n u t, çiftleşerek ‘Yer Tanrısı’ Geb’i, onun kızkardşi ve eşi ^Gök Tanrısı’ Nut’u yarattılar., Onlar da dört çocuğa sahip oldular : ISIS, OSIRIS, NEPHTHYS ve SET, ama, öyle kozmik iletişimleri yoktu onlarla. Firavunların arketipi pozisyonunda olan H o r u s, Isis ve Osiris’in oğulları idi.” (Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Pter Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1988, sa:25-28; Çev.:İ.E.) Hem : Artık “Cosimo, çok inatçı olduğundan, verdiği kararı değiştirmek istemiyordu: Fransızları dostça karşılamıştı, bunca değişikliğe ve umulandan çok uzaklaşılmasına karşın onlara ihanet etmeyi kabul edemiyordu. Hem, söylemem gerek, yaşlanmaya başlamıştı ve ne bir yanı, ne de öbürünü kendine pek dert etmiyordu.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:219) Hem... hem (de) : Bir taraftan onu yaparken, diğer taraftan da... “Koyu renk gözlü, zeki ve ateşli bakışlı, çok güzel bir kadındı Sophie. Orta boylu, zayıftı ve tavırlarında bir ağırlık vardı, öyle bir şey ki bu onu aynı anda hem şehvetli hem dikkatli yapıyordu; sanki içten içe, çok çok derinlerde, tetikte olması gerektiğini biliyormuş gibi bakıyordu dünyaya.” (P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:9) “Kesinlikle bilinen bir nokta, Katharina’nın evinin çok sıkı gözaltında tutulmuş olmasıdır. Perşembe sabahı saat 9.30’a kadar hem telefon edilmeyip hem de Götten’in evden çıkmadığı görülünce Beizmenne’nin sabrı taşıp sinirleri bozuldu, tepeden tırnağa silahlı sekiz polis memuruyla birlikte eve girildi.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:19) “Mösyö Bernard’dan hem korkan, hem de ona tapan öğrenciler, birinci katın geçeneğinde, sınıfın dış duvarı boyunca sıralanırlar, en sonunda sıralar düzenli ve kımıltısız duruma gelip çocuklar susunca, bir ‘Girin bakalım, ufaklıklar!’ daha ölçülü bir devinim ve canlanma işaret vererek onları serbest bırakırdı.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:113) “ ‘Tanrım,’ diye mırıldandı Chantal, görümcesinin yokluğundan yararlanarak: ‘Yerimizi nasıl keşfedebildiler?’ Jean-Marc omuz silkti. Görümce, hem koridorun, hem de tuvaletin kapısını ardına kadar açık bıraktığından, birbirlerine fazla bir şey söyleyecek durumda değillerdi.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:119) “Çingene Manolo gözlerini açtı, barakadaki aralıklardan içeri sızan cılız ışığa baktı ve gürültü etmemeye çalışarak kalktı. Giyinik yattığı için giyinmesine gerek yoktu: Geçen yıl, Alman Franz adıyla bilinen, Maravilhas Sirki’nin dişsiz aslan terbiyecisi Agostinho da Silva’nın hediye ettiği turuncu ceketi artık hem elbise hem pijama olarak kullanıyordu.” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:11) “Üç aydan üç aya elli frank parayı yalnız Delhomme’un getirdiğini, hem de, dakikası dakikasına, belki yirmi defa anlattı. Buteau hem geciktiriyor, hem de getirdiği paradan tırtıklamak istiyordu.. Nitekim, bu taksit zamanı geçeli on gün olduğu halde, daha onun gelmesini bekliyorlardı.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:282) Hemem : Hemen (Anadolu şivesi) “ ‘Çakır dayı, “Ben bu mevsimde arı kovanı açmam da açmam” diyor.’ ‘Bak dürzüye! Onu da birinci boydan salmaya dahil etmeli hemem! Martta hatırlat. Bu namussuzu da azdırdık. Sivrilttiğimiz kazık götümüze batar zaten bizim. Kabat bizde.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:140) Hemencecik : O-şu anda, hemen şimdi “Dışarıya kulak kabartmakta olan Spendius, kutsal örtüyü hemencecik bulunduğu yerden indirip bir köşeye fırlattı, üstüne pöstekiler yığdı. Bir ses mırıltısı duyuldu, meşaleler parıldadı. İçeriye Narr’Havas girdi. Arkasından da yirmi kadar adam geliyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:112) “Misis Sampson kasabanın iki katlı biricik yapısının sahibi bir duldu. Sarıya boyalı olan Sampson kaşanesi, nereden baksanız hemencecik gözünüze çarpardı. Rosa’da bu yumurta sarısı eve Idaho ile benden başka çengel atmak isteyen daha yirmi iki kişi vardı.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:65-6) “DOĞUM GÜNLERİ -------------------------Kimseyi ışığa mecbur etmedim ben sadece sözleri sözler geriye bakmazlar hiç ayağa kalkarlar hemencecik ve çıkıp giderler” (Hilde Löwenstein<1909-2006>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.07) Hemen hemen : Neredeyse, büyük bir olasılıkla “Herşey annemin elli yıldan uzun bir süre önce, öldüğü yerde doğmuş olmasıyla başladı. Yörede kullanılabilecek herşey kiliseye ya da soylu arazi sahiplerine aitti; toprağın bir kısmı küçük zanaatçilere ya da köylülere kiralanmış, yoksulluk o boyutlara varmıştı ki, küçük arazilerin mülkiyeti bile hemen hemen olanaksızdı.” (P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:12-3) “Yabancı: ‘Kötü niyetle söylememiştim,’ diyerek bu kez kapıyı kendiliğinden açtı. K’nın istediğinden de daha ağır ağır yürüyerek girdiği bitişik odada her şey bir akşam önce nasıl idiyse, hemen hemen yine öyleydi.” (F. Kafka, “Dava”, sa:18) “Bina hemen hemen bütün Londra’da gördüklerim gibi romantik gravürlerdeki yapılara benziyordu. Onlarda uzun beyaz serpintiler gölgelerin kara yoğunluğunu meydana çıkarır; fakat şurada burada küçük lekeler halinde dağıtılmış renkler, bir çimen yeşili, bir hemşirenin lavanta çiçeği mavisi elbisesi..... görünüşe canlılık veriyordu.” (A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:11) “Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla anımsıyordu. Eve’in evliliğinin ilk günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Madam Darbédat’ınn canına minnetti. Ama adam çabalarını boşa çıkarmıştı, hemen hemen hiç konuşmuyordu, her zaman aşırı hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:44) “Hiç arasız yağan yağmur, birdenbire daha iri damlalarla yan yan, inleye inleye pencerelere çarpıp dağılıyordu. Ağaçlar hemen hemen bütün yapraklarını dökmüşler, kurşuni bir renk almışlardı. Üzerlerinde hemen hemen bir şey kalmamıştı, ama rüzgar, onları durup durup yine sarsmaya başlıyordu.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:74) Hem sonra : Ek olarak, dahası “Hem sonra, biliyorsun ya, çadır kurmayı oldum bittim becerememişimdir; hep çarpık çurpuk, biçare, acınası çadırlar çıkmıştır elimden. Çadır değil de, köyde bir yer buldum kendime.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:28) Hemşe(h)ri : Aynı memleketli, vatandaş, yurtdaş “Oturdum. Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk. -Benim bir karım var hemşerim. Suratını görsem bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var. Allah senin gibisine nasip etsin. Evli misin?” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:12) “Amma bugün de İstanbul’a Amerikan turistleri geldi mi onlara gönüllü çevirmenlik eder, eski kocamın hemşehrileridir diye elimden geldiği kadar çarşıda pazarda kazıklanmalarını engellerim.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:46) “Ama birden görünmez, dev gibi bir el tatlı tatlı ilerleyen arabanın üzerinden geçiyor, korkunç sessiz bir esinti, Willi’nin bu sessizlik içine kuru bir sesle attığı soru: ‘Hemşerim, ne tarafa sürüyorsun?’ ‘Stryi’ye...’ diyor nasıl çıktığı ayırdedilmeyen bir ses. Derken araba hızla inen iki bıçak tarafından biçiliyor, yabansı bir nefretle gıcırdıyor bıçaklar; biri önden, öbürü de arkadan...” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:119) “Arabacı öküzlerini koştu, Don Quijote’yi bir ot balyasının üzerine yatırdılar, hayvanların o ağır aksak yürüyüşüyle yola düştüler; Papaz rehberlik ediyordu; altı gün sonra köye geldiler….. Herkes arabada ne var diye meraklanıp koşuyor, hemşerilerini tanıyınca, apışıp kalıyordu. Küçük bir çocuk da eve gitti, Kahya kadınla Yeğen’e, Don Quijote’nin bir öküz arabasında, otlar üstünde, yüzü solmuş, tiridi çıkmış halde geldiğini söyledi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:410) “Derken toz ve ter içinde bir garip hayvan belirdi Tartarin’in ardında. Garın basamaklarından yıldırım gibi indi. Halkın neşesine diyecek yoktu artık. Tarascon, ‘Tarasque’ınnın döndüğünü sandı bir an. Sonra Tartarin hemşerilerini yatıştırdı: -Benim devem! dedi.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:138) “Bizim hemşeri de çoluk çocuğu ile helallaşıp gitti. Mevsimler birkaç kez değişti, birkaç Irmazan geldi geçti, gidenler ve kalanlar Tanrı’dan ümitlerini kesmediler.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:26) “ ‘Muhtar nerede hemşerim?’ Adam hiç ses çıkarmadan kayboldu. Zabıt katibi kızmaya başlamıştı: ‘Vay köpoğlu, cevap bile vermedi. Hele sen dur beyim, ben şimdi muhtar olacak herifi bulur gelirim.’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:91) “ERKEK KOROSU - Dinleyelim onu! KADIN KOROSU - Dinleyelim onu! GÖREVLİ - Sevgili hemşeriler, bayanlar, baylar. Sayısal veriler hastalığın gerilediğini gösteriyor. Çok hızlı geriliyor. Dört nala geriliyor. 23. bölgede geçen hafta elli bin ölü vardı, bu hafta yalnızca üç ölü var.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:242) “Anlattığına göre ne hemşerileriyle ne de oranın yerlisi olan ailelerle kayda değer bir ilişkisi vardı; sonunda hayatını bekarlığın gereklerine göre düzenlemişti.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:93-4) “Bekir Çavuş’un sabrı taştı. İleri doğru yürüdü. -Hey hemşerim, ne bakınıp duruyorsun? Harifin, bu sesten irkilip ürkmüş gibi silkindiğini gördüm. Sonra acele acele Bekir Çavuş’a yaklaştı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:135) “SEÇİM KOROSU -----------------------Tenor: Hemşerilerim! Beni başkanınız seçerseniz Ustaları olacaksınız Dalkavukluk sanatının.” (Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06) “Ferah tut yüreğini; o yanardöner hemşerilerin yok mu senin, iyi de konuşurlar, kötü de senin için.” (Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:76) “Osman Ağa çok şaşmış gibi gözlerini kırpıştırarak Kamil Beyin yüzüne baktı: -Dalga mı geçiyorsun hemşerim? Bu ağızlarla bizi mantara bastıramazsın. Bu yollarda gezesin de barbut bilmeyesin!” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:121) “Biri aptes alıp Cuma namazına, ötekiler de her Cuma yaptıkları gibi, zengin hemşerilerinin evine mantı yemeğe gitmişlerdi. Bir öğün parasını bedavaya getirmek için gidip gelme yirmi kilometre yol tepiyorlardı.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:79) Hengame; Hengame kopmak : Kargaşa, patırdı gürültü; Patırdı gürültü olmak, kargaşa oluşmak “Hasılı, kızayım dedi, güleyim dedi, beceremedi. Yüzü, yakasından al çuha rengine girdi. O, kollarındann, paçalarından akan sulara karşın hala vakur ve muhteşem yüürüyüp giderken bir ikinci dalga rıhtımın taşlarında parçalandı, bulut gibi havaya dağıldı ve tepemizden aşağı geçti. Bu ikinci hengamenin kahramanı arabanın önünde duran Remzi Bey oldu.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:19) “Az önce galeyan halinde olan kadınlar bile, giysileri ya da öteki şeyleri paylaşmak için birbirleriyle kapışıyor, itiş kakışların, bağırtıların arkası kesilmiyordu. Sermaye kızlar bütün bu hengamenin tam ortasındaydılar. Tir tir titriyor, hiç seslerini çıkarmadan yıkıldıkları yerden doğrulmaya çalışıyorlardı.” (M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:286) “Çünkü malumunuz bu kilisede körlerin görmesi sağlanıyor, dilsizler konuşturuluyordu. Böylece onca insan kilise önündeki basamakları toplandı, ve artık yumruklar konuşmaya başladı, insanlar içeri girebilmek için birbirlerini bıçaklıyordu. Bu yüzden birçokları yaşamını yitirdi, mucizeler olsun olmasın, bir daha geri kazanmamak üzere hem de. Ama belki de kaybedilen bu yaşamlar geri bağışlanabilirdi. Eğer rahibin cesedi üçüncü günün sonunda o hengame arasında gizlice kaçırılıp yakılmasaydı tabii.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:14) “Ama çocuk, onca bağırmaktan mosmor kesilmişti. Annesi, onu kucağına almış, ne yapacağını bilemiyordu. Sallıyor, tatlılıkla konuşuyor, ona neler vaat etmiyordu, ama boşuna! Öyle bir hengame kopuyordu ki, boğucu havanın neden olduğu en küçük bir başağrısı bile dayanılmaz hale geliyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:115) Henüz : Şu anda, şimdilik “Aysel’in düzgün yüzündeki tek ameliyatlı yeri burnuydu. Aslında da pek büyük olmayan burnunu iyice küçülttürüp hafifçe havaya kalkık hale getirmişti. Çevrelerinde en az ameliyat yaptıran kadın oydu. Spor yaptığı, sürekli moda olan rejimleri izlediği, Pritikin, Scarsdale, tek gıda falan filan derken her yemekten önce aldığı Xenical haplarıyla, yağ emdirmeye gerek duymadan yaşayabiliyordu henüz.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:25) Hep(si) aynı (bir) kapıya çıkmak : Aynı hesaba gelmek, aynı sonuca varmak, hiç fark etmemek “Başıma daha da kötü şeyler gelecekmiş. Çünkü ortada bir şirket anlaşması vardı, şirketin diğer ortağı sıfatıyla alacaklılar benim yakama yapıştılar. Ama mahkeme bunu tanımadı. Tanrı’ma bin şükürler olsun. Gerçi benim için hepsi bir kapıya çıkardı ya.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:64) “MADAM BORKMAN - Sen ne dersen de. Hepsi bir kapıya çıkar… İşte eninde sonunda böyle yıkıldık. Sonuç bu oldu. Artık o saltanatın yerinde yeller esiyor.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:12) “... ve sonunda, bir kahvenin terasında oturup kremalı kahve içmenin, başını sokacak bir ev almak için kuruş kuruş para biriktirmenin ya da günün birinde anasını öldürüvermenin hep aynı kapıya çıktığını anlar.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:244) Hep aynı, eski nakarat, terane : Eskidenberi bildiğimiz şeyler yineliyor; Biz bu filmi daha önce görmüştük “Dünya seksten ibaret değildi elbette, ama ne olursa olsun önemli bir şeydi bu. Çevresine bakındı: Onu kuşatan binlerce kitabın büyük bölümünde, aşk öyküleri anlatılıyordu. Hep aynı nakarat - birisi biriyle karşılaşır, aşık olur, kaybeder, başkasıyla karşılaşır.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:215) “PİŞÇİK (Kardeşi L. Andreyevna’nın ardı sıra giderek) - Demek uyuyacağız şimdi... O, damla hastalığım (Gut) nüksetti yine. Ben sizde kalayım... Lubov Andreyevna, ruhum; yarın sabah da iki yüz kırk rublecik bulabilsek... GAYEV - Hep eski terane... PİŞÇİK - İki yüz kırk ruble... İpotek faizlerini ödeyeceğim...” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:121) Hep bir ağızdan : Herkes sözbirliği etmiş olarak, koro halinde “HALKA ---------‘kutlu olsun’ dediler hep bir ağızdan genç kız, yazık ki yine bunun anlamından şüphem var dedi yıllargeçti ve bir gece” (Furuğ-Ferruhzad->1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:27) Hep bir olmak : Grup halinde bir mecliste, herkesin bir konu hakkında ayni şeyi duyumsaması, ya da o durumun gerektirdiği şekilde harekete geçilmesi “Emine kalkmak istemiyor, boyuna hıçkırıyordu. Ötekiler hep bir olup onu karga tulumba edince yanıma geldiler ve zorla ona elimi öptürdüler. Ve bana da zorla onun ipek saçlarını okşattılar.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:234) Hepimizin gideceği mekan : Mezar, ölüm “BİZİM YÜZYIL *** Ey sevgili can kardeşim, yolda yoldaşım benim, uyuyorsun hepimizin gideceği mekanda, bilemezsin yapayalnız ne kadar derbederim korku veren kapkaranlık ve ıpıssız ortamda.” (F.İ. Tyutçev <1803-1873> - Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.05.05) Hepi topu : Oldu olacağı, aslı astarı; tümü, tüm değeri, hepsi, topu topu “Ağabeyim beni vazgeçirmek için alay ederek başa çıkamayınca bu sefer başka bir yol buldu. ‘Hiç değilse bir iki defa görüşsünler, bir yemek yesinler, huyları uyar mı, konuştuklarını anlarlar mı görsünler, bu ne biçim şeydir, hiçbirinizin sesi çıkmıyor, sanki bulunmaz hint kumaşı, hepi topu hariciye memuru, nedir bu aceleniz, hadi bunun aklı havada, sizinkine ne oldu...’ diye bütün gün annemin başının etini yiyordu.” (Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:36) “…anımsadığım kadarıyla, Dulcinea’nın okuma yazması yoktur; bütün ömrünce, ne benden, ne başkasından mektup almış, ne de yazımı görmüştür. Aşkımız, başından beri platoniktir, bakışmalardan ileri geçmemiştir. Üstelik, bu bakışmalar bile nadiren olmuştur; şu fani gözlerimin ışığı oluşundan beri, yani on iki yıl içinde, hepi topu dört kez gördüm onu; onunsa beni fark bile etmediğine iddiaya girebilirim…” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:179) Hepsine yetişip de artmak : Her yere koşup yeterli bir şekilde hepsinin üstünden gelebileceğini telkin eden grandiyoz bir bildiri “Gertrudis kendine gelince doktor: -Gerçekten korkunç, dedi, böyle arkada dört çocuk bırakmak! Dört mü diyorum? Beş sayabiliriz, ya bu zavallı dul kadın! -Bunun hiç önemi yok Don Juan, ben hepsine yetişir de artarım bile. Ne korkunç! Ne korkunç!” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:95) Hepsini aynı kefeye koymak : Eşit muamele etmek, aynı değerlerle bakmak “Anadolu insanı sahipsiz kaldığı için Almanya’ya göçmüştür ‘kolaycılığı’ rahatlatıcıdır da; üstelik onun oradaki sahiplerini düşünmemeyi de önerir. Oysa göç edilen yerler insansız değildir. Gidilen yer sahiplidir, oradakiler, yani ‘Evsahipleri’ vardır...Pekiyi ama bu evsahipleri kimlerdir? Almanya’nın sahipleri mi? Hangi Almanya’nın? Yabancı bir ülkeye gittiniz mi insanların hepsini aynı kefeye koyarsınız. Hele gittiğiniz ülke, savaş sonrasının ünlü çalışkanlığı ile hızla kalkınıp gelişmiş Almanyası ise.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:25) Hepten : Topu birden, tümüyle “AMOR’UN MANZARA RESSAMLIĞI ------------------------------------------------Bir oğlan çocuğu belirdi yanımda, Konuştu: Sevgili dostum, nedendir böyle Sürekli bakman bomboş bir kumaşa? Yoksa hepten mi yitirdin Resim yapma isteğini, söyle!” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:17) “Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla. Daha ilk aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinin çıktığını düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik bunlar birçok alanda birden gerçekleşiyor – entellektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:11) “José Arcadio Buendia, aylar süren uzun yağmur mevsimi boyunca deneylerini kimse bozmasın diye evin arkasına yaptığı küçük odaya kapandı. Evle ilgili yükümlülüklerini hepten bırakıp geceler boyu yıldızların yörüngesini izlemek izleyerek bahçede sabahladı.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9) “Ah, ben ölünce neler söyletecekler sana: Ne buldun diyecekler, onun nesini sevdin? İyisi mi, sevgilim, sen hepten yan çiz bana, Zaten bende ne arar senin değer dediğin.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:72, sa:185) Hepyek : Tavla-zar oyununda, iki tane bir (yek) getirmek. Genellikle, en küçük zar olması nedeniyle, zafiyet, uğursuzluk, kayıp olarak yorumlanır “TAVLA ŞAMPİYONU Yaşasın Kazandınız bu partiyi de Oyun üstüne oyun Mars üstüne mars yaptınız Her elde en güç kapıları açtınız Yok ustalığınıza diyecek Ne güzel de geliyor zarınız Memleket gibi hepyek Vatan gibi düşeş Millet gibi gele” (S. Aldanır<d.1915>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:404) Her Allahın günü : Yaşam boyunca her gün Bk.: Her Tanrının günü “GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ -------------------------------------okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi karı muhabbetlerinde mi her allahın günü carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken” (Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Beharamoğlu”, Cilt:2, sa:623) “KOMİSER - Selam makinası icat ediyorsun da sonra kendine akıllı mı diyorsun? Sırt kaşıma makinası icat etmek için belki aylarca kafa patlatıp da sonra akıllı mı geçinmek istiyorsun? Allahın günü delilerin bile aklına gelmeyecek münasebetsiz işlerle uğraştığın halde seni zincire vurmayan milleti anlayışsızlıkla suçlandırıyorsun da buna akıllıca hareket mi diyorsun?...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:108) “Öğlende tiyatronun karşısındaki parkta hergün oturduğum bankta oturup sandviçimi yiyeceğim, her Allahın günü sandviçlerini yemek için hep aynı bankları seçen insanlar göreceğim, hepsinin yüzünde hep aynı boş bakış olacak, derin bir şeyler düşünüyormuş numarası yapacaklar.” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:29) “Ama her allahın günü kulaklarımda ıslık çalan, saçlarımı döven ve gözlerime kum dolduran rüzgar bazen o kadar dayanılmaz oluyordu ki, kulübenin bir köşesine çökerek başımı ellerim arasına alıp rüzgarın sesinden başka bir şey duyabilmek için inliyordum.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:15) “İlkokul yıllarından hatırlarım, sekiz ya da dokuz yaşlarında idim, yedi çocuklu bir aielenin sondan ikincisi olan bir arkadaşım vardı. O, her Allahın günü, okuldan sonra karanlık çökünceye dek dilenirdi ve tüm topladıklarını hiç harcamadan eve, babasına götürürdü.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Aysel Hanım”, sa:142) “Mahallenin en haylaz, -hatta vahşi diyebilirim- bıçkın, küfürbaz, kavgacı çocuğu Hulusi. Sürekli Sırpça küfürler okuyor, bereket ki anlamıyorum. Bu baldırı çıplak, her Allahın günü, elinde ince bir sopa ya da kamış, kelebek avında. Bizim evin karşısındaki çıkıntıda oturuyorlar ama, ailece görüşmüyoruz. Arada sırada kapıda boy gösteren cılız, rengarenk basmalara bürünmüş annesinin kucağında ve karnında birer bebek daha var. Baba ortalıkta yok.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:77) “MARGARETE - Fakat şu da gerçek ki, çok zor saatler geçirdim..... sabahleyin erkenden çamaşır teknesinin başına geçmek, sonra pazara gidip öteberi almak ve ocak başında yemek pişirmek de benim ödevimdi ve bu her Allahın günü böyle sürüp gidiyordu.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:164-5) “İçimde her şey ancak ormanda sükun buluyor, ruhum oada yaşıyor, tam kuvvetine kavuşuyordu. Yanımda Aisopos, her Allah’ın günü yamaçlarda yürüyor, arazinin yarısı henüz karla; yumuşamış, erimiş bahar karlarıyla örtülü olduğu halde her Allah’ın günü hep buralarda dolaşayım istiyorum.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:12-13) “Rösi için pek çok şey de yaptım gerçekten. Kısa bir tatilden yararlanarak kalkıp eve gitmiştim. Kasabada her Allahın günü olmadık güç ve kuvvet gösterilerine başvuruyor, hepsini de Rösi’yi düşünerek yapıyordum.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:31) “Doktor, merhamet yüklü bir ifadeyle gülümsedi. ‘Görüyorum ki siz bir filozofsunuz,’ dedi. Yaşımı ilk kez yaşlılıkla ilintili düşünüyordum., ama bunu unutmakta gecikmemiştim. Her Allah’ın günü bedenimde yıllar geçtikçe yeri ve biçimi değişen başka bir ağrıyla uyanmaya artık alışmıştım.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:14) “Sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, uzakdoğu felsefesi, taocu seks, ikebana kursları, parapsikoloji, sağlıklı beslenme, çevre duyarlığı, yeşil politika gibi çok çeşitli şeylere bulaştıktan sonra, şimdi evimde nihilist nihilist oturuyor..... Hepimizin, bütün gençliğimiz boyunca büyüklerimizden hemen her Allahın günü duyduğu bu yavan sözü söyleyebilmek için, niye bu kadar zaman kaybettiğimi, bu sıradan gerçeğe ulaşmak için, niye bu kadar gezip dolaştığımı sormayın bana. Bilmiyorum.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:12) “Ebu Hüreyre, her Allahın günü Muhammed Mustafa’nın (Selam olsun ona) huzuruna gelirdi. Bir gün Peygamber ona şöyle dei: ‘Ya Ebu Hüreyre, gelmesen her gün, Muhabbetin artığını görürdün!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:111) “LAURA : Doğru. Sadece dolaşıyordum. AMANDA : Dolaşmak mı? Dolaşmak ha? Hem de kışın? Şu ince pardesünün içinde, zatürree olmaya mı niyet ettin? Nereleri dolaşırdın, Laura? LAURA : Neresi rastgelirse... çoğunlukla parklarda. AMANDA : Hatta şu soğuk aldığından sonra bile mi? LAURA : İki beladan ehvenişer olanı, anne...... AMANDA : Sabahın yedi buçuğundan akşamın beşine, her Allahın günü, parklarda dolaştığınıı, çünkü beni okula gittiğine inandırmak istediğini mi söylemek isitiyorsun?” (T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:21) “ ‘İçimdeki dünyayı elden çıkarmayayım, zamanla kavrulup gitmeyeyim diye her Allahın günü dua ediyorum,’ diye yazar Kapff’a yolladığı bir mektupta...” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:42) Her babayiğidin harcı olmamak : Yapılması çok zor, gerçekten çok kudretli ve hesaplı kitaplı, cesur ve pervasız olmayı gerektiren bir iş “ ‘Öyle demeyin, Bayan Müller. Öyle çakaralmazlar vardır ki, kıçını yırtsan ateş almaz! Ama Ekselansları’nı vurmak için, kalıbımı basarım, altıpatların hasını bulmuşlardır. Bahse varım, bu haltı yiyen herif en kıyak elbiselerini giyip gitmiştir oraya. Ekselansları’na kurşun sıkmak öyle her babayiğidin harcı değil.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:28) “.... sağ elindeki Kraliyet Muhafızlarınkini andıran değneği (Vilayet Konağındaki Mr Willert’ten ödünç alınma) öne doğru uzatmıştı. Ne çare ki, pamuktan yapılmış gür siyah sakalını güçlükle yaran boğuk, çatlak sesi kimliğini hemen ele verdi: ‘Bizim Budge bu canım, Mr. Budge bu,’ diye fiskos ettiler seyirciler. Budge, copunu sallayarak söze girdi: ‘Hyde Park Corner’da trafik idare etmek her babayiğidin karı değildir dostlar. Otobüsler, öte yandan gelin gibi arabalar. Hepsi üşüşür yolun ortasına. Sağdan gitsen olmaz mı? Dur, sen şuradaki!’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:139-40) Hercle : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <Her’kl> : Lanet! Lanet olsun! “ ‘Herkesin kendine göre bir üslubu vardır,’ diye karşılık verdi. Bahorel. ‘Bu piskoposların emirleri sinirime dokunuyor; ben izin verilmeden yumurta yemek isterim. Kaldı ki, öfkemi harcadığım falan da yok, daha yeni kızışmaktayım. Ve de o emri, Hercle! iştahım açılsın diye yırttım...’ ‘Hercle ne demek?’ ‘Latincede ‘Lanet olsun!’ demektir.’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.:Semih Atayman, Cilt:IV, sa:414-5) Herculanum : (ROM. MYTH.): Eski Çağda, İtalya, Campania’da, Napoli’nin doğusunda bir kent. M.S.79 yılında, Vezüv Yanardağının patlamasıyla, Pompei ile birlikte yok oldu. <Kişisel not: Ben, Amerika’ya giderken, 1957 yazında harabeleri görmüştüm. Gerçekten görülecek bir yer. İnsanlar kil olup kalmışlar. Dışarda, gazinoda oturup soğuk bir şeyler de içebilirsiniz. Gece gözlükleriyle bakabileceğiniz Vezüv, hala arasıra tüter. İ.E.> “Yazık, dönüp dönüp aynı yere geliyoruz. 15. Louis zamanında saçma sapan bir sanat anlayışı vardı. Koca karınlı, çeper kollu gülünç konsollar yapılıyordu. Bu döşemeler olsa olsa ateşe atılıp yurtseverleri ısıtmaya yarar. Güzel olan sadeliktir, yalınlıktır. Uzak çağlara, eski çağlara yönelmeliyiz. David, Etrüsk vazolarından, Herculanum ressamlarından aldığı esinle yepyrni karyolalar, koltuklar yarattı.” (A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:37) Her daim : Daima, her zaman “Hayatımızdan Bir Fotoğraf <Herat 1953> Güller sığ suyun kıyısında Bahar her daim yüklü gelir Badem ağaçları toplanmaktan eskimiş Karanlığın filizi yeşil Sesler ürkek bedenlerin üstünde yankır Göz yaşları Kayalaşmış yüzlere dökülür. (Fatma Ahtar-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.01.06) “SÖZCÜKLER Başlangıçtaydı ‘Sözcükler’ Bedenimin pencerelerinde yok oldu Çağlar gibi Şairliğimin düğmelerini çözerek Her daim muhalefet eden Düşüncelerinin dersleriyle uyandıran Ötüşleri boşaltan Bedenimin surları ardında Sarıyı bekler gibi” (Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07) “AKŞAM Akşam nasıl çocuk olabilir? Her daim aşkın odasındayken Gündoğumundan önceki horozun ötüşü Hafiften yayılır.” (Hasan Talib-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08) Her derde deva : Her şeye, hastalığa çare olan (genellikle meşhur bir ilaç ya da hekim, özellikle Lokman Hekim) “Sana bir şey söyliyeyim mi: Kalmadı o eski, her derde deva doktorlar… Şimdi yalnız uzmanlar var, gazeteler ilanlarıyla dolu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:232) “AİWA ANA --------------Sallardın beni kollarında Ve yüreğin sevecenlikle dolu, Silerdin gözyaşlarımı Her derde deva ellerinle.” (Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09) “.....cümlenin havada kaldığını gören ve lafı yarım bırakmak istemeyen çavuş, aklına söyleyecek daha iyi bir şey gelmeyen komutan, ‘Kendi başlarının çaresine bakmanın bir yolunu bulacaklar’, dedi evrensel olarak her derde deva kabul edilen cümlelerden birine başvurmuştu; bu tür cümleler arasında, sadaka vermeyi reddettiği zavallıya sabırlı olmasını tavsiye edeni kişisel ve toplumsal ikiyüzlülüğün kusursuz bir örneği olarak başı çeker.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:89) Hergele : Kendisinden her türlü hile hurda ve düzeni yapabileceği beklenen kimse (Argo); Sığır sürüsü; Henüz bineğe alıştırılmamış at, eşek “Türkçe konuştuğunu benden başka kimse işitmediği için, bilmiyor, ama öğreniyormuş diyorlar. Ben Türkçesini duydum: Sandalcı Ali it, hergele bir şeydi. Olur olmaz adama pabuç bırakmaz. Garibi iyi Rumca, daha tuhafı çok fena Almanca konuşur.” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:84) “PARÇALAR bu herif... uyurken geceleyin soydu mu beni... bu hergele” (Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:173) “Sığır hergele toplanmış, kıra bayıra çekilmişti. Kadın kız, çoluk çocuk, millet harımlara dökülmüştü.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59) “Kelimeyi ilk kez Cambridge’deki Dunster House’da bazı meslektaşlarıyla yemekteyken duymuştu. Onların fizikçi bir arkadaşı olan Bob Brownell akşam yemeğine hışımla gelmişti. Brownell, ‘Hergeleler iptal etti,’ diye küfretmişti. Hepsi birden, ‘Neyi iptal ettiler’ diye sormuştu. ‘SSC’yi (Süperiletken Süper (zerrecik) Çarpıştıran’ı.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:69) “Langdon, ‘Onu yanımızda götürmemiz gerektiğine emin misiniz?’diye sordu. Teabing, ‘Katiyetle eminim,’ diye sesini yükseltti. ‘Cinayetten aranıyorsun Robert. Bu hergele senin özgürlük biletin. Polis seni yakalamayı, peşinden evime gelecek kadar çok istiyor.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:314) “Harpe’ın (M. de la, şair, yazar) Rahibesi, Bay Diderot ve iki-üç hergele ruhlu arkadaşımızla birlikte hazırladığımız bir komployu hatırlayarak, vicdanımı on yıllık uykusundan uyandırdı. Bu günahımı itiraf edip bu kutsal perhiz gününde diğer günahlarım gibi affedilmesini sağlamak ve günahlarımın hepsini Tanrı’nın merhametinin kör kuyusuna gömmek için aslında geç bile kaldım.”- M. Grimm’in Ebedi Yazışmalarından Alıntı, Yıl 1760(D. Diderot, “Rahibe”, sa:257) “Delikanlı, sesini biraz kısarak dişleri arasından fısıldadı: -Bütün bunlara neden, o babam olacak hergeledir. -Evladım, baban hakkında öyle konuşma, ayıptır. Senin üzerinde hiç mi hakkı yok?” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51) “Ve yürüdüm... Birkaç adım attım atmadım, baktım, Feridun peşimden yetişti ve yakamdan çekerek, -Ulan, dedi, kıtipyoz züppe! Yoksa sen canına mı susadın? -Hayrola azizim, ben size ne yaptım? -Daha ne yaptım, diyor, hergele oğlu hergele! Ne yapacaksın, Emine’yi çarşafa sokup evine alırsın ha! -Haaa... Bak azizim, bak kardeşim, o mesele...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:314) “ ‘Bilir... bilir o. Uskumrular gidince arkasından da kılıçlar gitti. Boş ver balığa da, geçen gün bir horoz aldım Adapazardan. Bir horoz ki, kaplan gibi...’ ‘Allah belanı vermesin ulan hergele. Zaten senin ipinle...’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:184) “Annemin evini terk ettiğimde, duygularım tam bir karmaşa içindeydi. O Mc Nab hergelesi beni çok sinirlendirmişti; işin daha kötüsü, annemi de çok sinirlendirmişti ki ben bunu affedemezdim.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:65) “Birden kumral üniversiteliyle hademe arasındaki sahne bir şimşek hızıyla gözlerinin önünde canlanıverdi. O zaman, ‘Ulan karı kılıklı hergele!’ diye bağırdı. ‘Şu adamı hemen tutmazsan barsaklarını deşerim senin! Haydi davran korkak herif!’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238) “Boris’i görünce askerler gülmeye, laf atmaya başladılar. Seviyorlardı Boris’i. Boris parmaklarıyla selam verdi, ama kimsenin ona: ‘Seni hergele seni,’ ya da ‘Yeme de yanında yat’ diye sataşmadığını fark ederek büsbütün keyfi kaçtı.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:67) “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak kılıklı, kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe, gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57) “-Sorgusunu iyice yaptın mı Gavuroğlu? Ortaköy’ün Keskin muhallebicisini sahiden bu mu öldürmüş? -Bu evet! Uyurken, kayışı boynuna atmış da işini bitirivermiş. -Vay hergele vay! Gözlerinden belli!.. Böylesi gayet kıyıcı olur haaaa!..” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) Herhal : Herhalde, her halü karda “ ‘Dede kendi boğazına yemez bir cimri herif olup bizim evin masrafını neden görür bakalım?’ ‘Herhal bir domuzluğu vardır. Benim de param olsa, hiç durmam, senin gibi avanağın önüne bir kemik atarım, icabında dilediğim oyunu oynatırım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:293) Herhalde : Her durumda, kesine yakın, koşullar ne olursa olsun; Olası “ ‘Mehmet, Nuriye!’ diye kaba kaba bağırdı bir ses. Beybam, sigarasından bir nefes daha aldı, izmariti yere att ve ayakkabısıyla çiğnedi. Sonra, her ikimiz de ellerimizden çekerek bir odaya adeta sürükledi. Sol tarafta odundan yapılı bir sıraya iliştik. Tepede, iri yakalı, koca giysili, gözlüklü, saçları aklaşmış biri oturuyordu. Hakim Amca bu olmalıydı herhalde.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7) “Ne yapmak niyetinde olduğumu gayet iyi biliyordu herhalde; tüfeğimi doldurup doldurmadığımı da bunun için sormuştu zaten. Bugün bile kibrinden vazgeçmemiş, onsuz olamamıştı; güzelce süslenmiş, yeni bir gömlek giymişti; halinde tavrında bir azamet, bir çalımdır gidiyordu.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:181) Her halukarda : Her durumda, her ne yaparsa yapsın “Gülümsüyordu; ben de ona cevap vermeden önce gülümsedim: ‘Aynı fikirdeyim, ama o bir müşteri, gerektiğinden fazla parası var. Her halukarda bu parayı har vurup harman savuracak, bence bize versin daha iyi.’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:212) Herhangibirşey : Şey; Bir erkek ya da kadının, cinsel nitelikteki organları (Argo) “Onun selam vermesiyle Profesör başını kaldırdı. Yaşlı adam bir şey söylemedi, ama Rossella onun bakışlarını odasına kadar üzerinde hissetti. Duş yaparken Maria’nın ona Arnilda’nın ‘herhangibirşey’ine ilişkin söylediklerini düşündü..” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:107) Herif, herifçioğlu : Pek saygınlığı olmayan, şu veya bu şekilde sizi okka altına almaya çalışan, alelade, sıradan bir adam (Argo) “Üçümüz bir kelime söylemeden yedişer kadeh daha içtik. -E, bana müsaade! dedim. Karı, -Müsaade sizin efendim, dedi. Herif yüzü sapsarı, mükemmel bir Türkçe ile: -Şerefi ikballe, dedi.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:16) “Capon hakikaten sinemayı bilmiyordu. Niçin bir karanlık yer demişti. Bu, başlayan gecedenn doğma peşin bir his miydi? Yoksa bir gün bir ufak çocuk: ‘Geçerken tesadüf karanlıkta gazoz şişelerini devirdim, iki tanesini kırdım, herif yakalayamadı’ demişti de oradan mı sinemanın karanlık bir yer olduğunu bilmeyerek anlamıştı?” (S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:19) “-Sen kim oluyorsun? -Aşçı başının yamağı bendeniz. Aşçı başı su istedi, oğlana, bir iki kova su çek dedim... -Defol herif... Git kendi suyunu kendin çek!” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:128) “-Satılık değil demiş adam önce, nazlanmış; bunun gibisini bir daha bulamam demiş. Olurdu olmazdı derken sonunda yumuşamış. Herif bir at parası aldı benden diyor Tahsin Bey. -Ne adam be! -İlle yenecek.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:116) “Gözyaşları arasında tablosuna baktı, gururla ayağa kalktı, iki ressama kıvılcımlar saçan bir gözle bakarak: -İsa’nın kanı, vücudu, başı üzerine ant içerim ki, siz kıskanç iki herifsiniz, bu tabloyu bozmuşum diye beni kandırıp elimden çalmak istiyorsunuz.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50) “Corentin: ‘Bu işin ardını bırakmayacağız.’ diyordu..... ‘Bu moruk herif bize çok şey borçlu, onun için bizi bir lokmada yutmaya çalışır. Bundan dolayı ben de onun damadı Keller’i göz hapsine aldırdım. Siyasal işlerde aptalın biridir.’ ” (H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:184) “CELİLE - Bahçıvanla yapılacak uçak yolculuğu. Aman ne şeref ne şeref.... Ne zevk... Ne zevk! OKYAY - Benim yanıma oturtmasınlar da nereye oturturlarsa oturtsunlar herifi... Kimbilir nasıl kokuyordur monşer!...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:138) “Irazca, durmayıp koştu. Bir solukta avluya indi. Yumruğunu Bayram’ın başına vurdu: ‘Seni südü sümüü bozuk herifin dölü seni! Yeter gayri sabrettiğim!’ dedi. ‘Sen heç utanmıyor musun? Yokarı gel de bir an dinle... ondan sonra döv, döveceksen. Böyle çocuk mu terbiye edilir?’ Sürdü, arlaştırdı Bayram’ı. ‘Akşam akşam benim afakanımı gabartıyon, eşşek herifin dölü...’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83) “ ‘Kızını okula yollamıyor dürzü! Öğretmen bu sefer gatti istiyor. Okul harici tek döl gomamaya azmi cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi eferim! Biz olsa yılarız Durana’dan. O yılmıyor. Aşkolsun!..’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5) “Irazca, arkada, hem yürüyor, hem de yavaş sesle sokurdanıyordu: ‘Ağzına sıçtığımın herifi. Bu yaştan sonra benim elimi kana bulayacak! Muhtarım diye geçmiş köyün başına, işi gücü fırıldak! İşi gücü adam kayırmak!’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:130) “Albay, elindeki kırbacı öfkeyle salladı boşlukta... Kulaklarına ‘pis herifler...’ gibi bir söz çalındı. Ve albay, arkasında yaveriyle çabuk adamlar atarak gerilere doğru gitti. O uzun boylu ve genç bir üstteğmene acımamak ellerinden gelmiyordu.” ..... “Şu anda karnının üzerine uzanıp da çaresiz, yaşantısı durmuş Weidesheim’e diktiği gözlerindeki hırs pek de soylu değildi. Schniewind, dürbünü Berchem’e uzatıp: ‘Domuz herifler,’ dedi, ‘şu beyaz bayraklı kahrolası domuzlar! Defteri verin bana.’ ” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:7-8;154) “Peter arada yanıma geliyor ve ‘Beklediğin herif bugün artık gelmez,’ diyordu. Ben de, ‘Evet, gelmeyeceğe benziyor,’ diye karşılık veriyor ve umursamaz görünüyordum. Saat dörde kadar bira doldurmaya ve şarap şişelerini açmaya devam ettim. Ondan sonra Peter’e hoşça kal demeden çıktım.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:125) “... ancak ben neyi resmettiğini pek anlayamadım, çünkü karanlık etrafı iyice sarmıştı... fakat birdenbire bana döndü ve sert bir şekilde sordu: ‘O ekmeği nerede buldun, it herif...’ Sonuçta itiraf etmek zorunda kaldım. ‘Dolmakalemimle değiş tokuş yaptım,’ dedim biraz çekinerek, ‘bir Amerikan askeriyle.’ ” (H. Böll, “Solgun Köpek-Amerika”, sa:165) “Jonas, ilk yapıtlarını övdükleri zaman yüreğini kaplayan sıkıntıdan ötürü kendi kendini suçluyor, coşkuyla onlara teşekkür ediyordu. Yalnız Rateau homurdanıyordu: ‘Amma garip herifler ha!.. Bir heykel gibi, duruk olarak seviyorlar seni. Beylere sorarsanız, yaşamak yasak!’ ” (A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:20) “ ‘İşte anlatıyordum... Geminin ambarına saklayacak herif bizi. Bütün dümen oraya gelinceye kadar. Adama biraz para uçlandın mı, tamam. Yalnız kumanya sorun. Üç dört haftayı göze alacağız.’ ” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, s:85) “Dil kötü de olsa, Don Quijote adamın meramını anladı, vakur bir ifadeyle: ‘Eğer kopuğun biri değil de, şövalye olsaydın, haddini bildirirdim, çiroz herif sen de!’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53) “ ‘Bu herif komik oluyor!’ diye bağırıyorum. Odada öfkeden dört dönüyorum. İnsan asla subayları insanların, babaları çocukların önünde kötülememeli, ama bu adama karşı kalbimde bir bağlılık duymuyorum.’ ” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:26) “-... Öyle ayini bitsin, ondan sonra konuş konuşabildiğin kadar. Sözün kısası, domuzun biridir o herif! -Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz? -Ama eskiden gücenmiyordu ki...” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65) “ÇUBUKOF - Mahkemede mi? İstediğiniz mahkemeye, ne derler ona, gidebilirsiniz, bay cenapları! ..... Siz, ne derler ona, mahkemeye gitmek için zaten, özellikle, bahane ararsınız... Şirret herif! Siz zaten soyca sopça iftiracısınız, evet, soyca sopça iftiracı!” ..... “NATALYA STEPANOVNA - Suratsız herif! Başkasının tarlasına sahip çıktığı yetmiyormuş gibi utanmadan bir de söyleniyor. ÇUBUKOF - Bir de bu adam taslağı, bu, bilhassa bu kör tavuktan daha ahmak herif, ne derler ona, bir de teklif yapmak küstahlığında bulunuyor.” ..... “NATALYA STEPANOVNA (Yalnız başına inler.) - Ah ne yaptık biz! Çağırın onu geri! Çağırın! ÇUBUKOF (Koşarak içeri girer.) - Şimdi geliyor, ne derler ona, şeytan tüküresi herif! Of, of! Kendin konuş.” (A. Çehov, “Teklif”, sa:25;26) “YAŞA - Herif çoktan gitti. Moruğun tekiydi. (Güler.) ... Yepihodov çok gülünç. Boşkafanın teki. Yirmi iki musibet.” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:154) “-... Sıradan bir meyhanede karşılaştık. Sarhoş, sefil, asalak herifin biri, daha önce bir yerde çalışmış ama sarhoşluğu yüzünden işinden çıkarmışlar. Dedik ya, hayırsızın biri! Üst baş hak getire.” (F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:76) “Bazen o böyle konuşurken birden sırtına atlayıp Fuad Caddesi’nde onu bir aşağı, bir yukarı koşturmak geliyor içimden, bir sözlük’le dövmek ve bağırmak: ‘Uyan, eşek herif! Seni o uzun, parlak eşek kulaklarından tutup edebiyatımızın mumyaları arasında, sözde gerçeklik denen şeyin tek renkli şipşak fotoğraflarını çeken ucuz Kodak makineleri arasında dörtnala koşturayım!’ ” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:136) “ ‘Şunu da söylemem gerek, Soylu Niketas, oyuna getirildiğim için kızgın olsam da, içimde belli bir rahatlama hissediyordum ve sanırım herkes benimle aynı hislere sahipti. Suçluyu bulmuştuk, çok inandırıcı alçakların alçağı bir herif ve artık birbirimizden kuşkulanmayacaktık. Zosimos’un alçaklığı bizi öfkeden mosmor etmişti, ama birbirimize olan güvenimiz geri gelmişti.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:333) “Bu noktada, ‘Callinus’ adlı bir herif ortaya çıkıyor ve bütün hakların kendisinde olduğunu söylemekle kalmıyor, ‘Odysseia’ ile birlikte ‘Thebai’liler, ‘Epigoni’ ve ‘Kıbrıs Şarkıları’ kitaplarını da satın almamız gerektiğinde diretiyor. Bunların bir metelik etmemesi bir yana, birtakım uzmanlar bunların ‘Homeros’ tarafından yazılmadığını da düşünüyor.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:41) “AZMİ EFENDİ (Yalnız, elindeki tesbihi minder üstüne atıp gücenmiş bir tavırla dizine vurarak.) : Hay anasını! Bu haber gerçek çıkarsa, herifin bana etmeyeceği kalmaz. Allah göstermeye! Eğer böyle bir şey olsa, gururundan, kibirinden yanına varılmaz. Yalnız kibirlense..... ama zenginleşecek, rutubetleşecek...” (R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23) “-Bütün bunlara neden, o babam olacak hergeledir. -Evladım, baban hakkında öyle konuşma, ayıptır. Senin üzerinde hiç mi hakkı yok? -Azdır be abi. O herif Cehenneme direk olmaya layıktır. Her akşam içer içer, eve öyle gelir.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51) “KARAGÖZ: Yanlış ağa yanlış, ben Acemin liralarını falan almadım. Bana birkaç tane enginar bırakmıştı. İşte onlar bende kaldı. Kendi gelip almadı. TUZSUZ: Ulan ben dinlemem. Ya herifin paralarını geri ver ya da ölümlerden ölüm beğen.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:60) “Bir an olsun soğukkkanlılığını kaybetmemiş bulunan rahip, suratını buruşturdu, başını çevirdi ve kendini korumak ister gibi sağ eliyle kaldırdığı bastonunu, sarhoş herifin kafasına hafifçe yerleştirdi. Martin, bir feryat kopardı, kendini yere attı ve bir solucan gibi kıvrım kıvrım kıvrandı, rahip beni ölesiye dövdü, diye bağırdı çağırdı.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:5) “Homais şaşkınlıkla geriledi. Kadın da üç basamak merdiveni inip onun kulağına fısıldadı: ‘Nasıl? Haberiniz yok mu?’ dedi. ‘Bu hafta haciz koyacaklar. Lheureux <Lörö> satıyor dükkanı. Senetleri üst üste dayayıp adamın canına okudu.’….. Hancı kadın da işin içyüzünü anlatmaya başladı. Olayı Guillaumin’in uşağı Theodore’dan öğrenmişti. Tellier’yi hiçsevmemekle beraber, yinde de haczi koyduran L’Heureuz’yi ayıplıyordu: İçinden pazarlıklı, alçak bir herifti bu Lheureux.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:149) “MAMA - Kraliçecik, duvarlarda Egerton hakkında yazılan yazıları görünce nasıl şafak attı herifte. Cecil’le, Bacon da duyunca ödleri boklarına karışacak. MARTA - Lütfen Zozik daha edepli konuş. MAMA - Aşk hepimizi sarhoş ediyor..... Herifçioğlu ihtilali başlatmış. Bam bam! Adamlarını hapsetmiş, korumalarını öldürmüş, senin aşkınla da dalga geçiyor. MARTA - Üstelik bana ‘Yaşlı pörsük’ diyor.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:52;83) “Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki, sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ ” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170) “Sonra, sahte kardinalin yanına döndü: -Hayvan herif, dedi. İş mi bu senin yaptığın! Sen de tut ta pasaportu bile olmayan, göz altında bulundurmak zorunda kalacağınız bir beceriksize teslim et çekini!” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:123) “LELIO - Onun adı ne olursa olsun... Sen kızlarınkini söyle. ARLECCHINO - Ha! Bir hekim kızları imiş. LELIO - Orasını ben de biliyorum. Allahın belası herif! Sen bana adlarını söyle.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:18) “Ben daha kavga başlar başlamaz korkmuş, sobanın üstüne sıçramıştım. Oradan Yakov dayının kanayan yaralı yüzünü yıkamaya çalışan büyük annemi seyrediyordum. Dayım ağlıyor, tepiniyor, büyükannem ise tedirgin bir sesle: ‘Lanet herifler! Vahşi soy! Aklınızı başınıza toplayın!’ diye söyleniyordu.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:17) “Bu sıfatı hak etmek için ne yaptığımı sorduğumda, Kazak karısı kurula kurula şöyle karşılık verdi: -Çünkü, şeytan herif, bu delikanlının kadınları sevmesine engel oluyormuşsun! Yasaların izin verdiği şeyi sen nasıl yasaklarsın?.. Melun!” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:135) “Biraz sustu. Sonra, kendi kendini şikayete başladı: -Ben de ama ipsiz sapsız herif oluyorum ya, bunadım mı nedir? Haydi küçük gidelim.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa: 358) “ ‘... hakimiyetlerini sürdürmeye uğraşan heriflere ödül olarak bol bol maaşlar, hediyeler, çiftlikler, maden ayrıcalıkları, rütbeler, nişanlar verildi. Yokluk halk içindi. Bu doymak bilmez ejderler bütün gelir kaynaklarını çevirmişlerdi. Bu zalim, bu cahil, bu çapulcu idareden şikayet edenler asi sayılır, hemen sürülür, mazlumlara gık dedirtmezlerdi.’ ” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:359) “ ‘İşte, heriften dayağı yiyesin, ta öylesine gülesin geliyordu. Elini tutayım dedim ama, maşallah herif ayı gibi. Bense a oğul, seksenime basarak artık çakallaştım...’ ” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:74) “ ‘Muhtar nerede hemşerim?’ Adam hiç ses çıkarmadan kayboldu. Zabıt katibi kızmaya başlamıştı: ‘Vay köpoğlu, cevap bile vermedi. Hele sen dur beyim, ben şimdi muhtar olacak herifi bulur gelirim.’ ” (Orhan Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:91) “Oysa biz ne adamlar görmüştük, ailelerinden gelen her şeyi koğuşa dağıtırlardı. Ama bu alçak herif, Nuh diyor Peygamber demiyordu. On dört gün kalacaktı içerde; karavanayla gelen lahanaları, çürük patatesleri yiyerek midesini bozamazdı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) “Ferguson: ‘Hiç de gülünç değil,’ dedi. ‘Böyle başı bağlı olan dünya kadar herif var.’ Catherine: ‘Evleniriz, Fergy,’ dedi. ‘Senin gönlün olsun diye evleniriz.’ ” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:222) “(Adam) duvarlara bakıyor, sanki ünlü Gainisborugh’nun yitik tablolarını arıyordu. Herife bakar bakmaz iftiharla göğsüm kabardı. Çünkü işimizi dört başı mamur görmüştük. Açık yanını bırakmamıştık. Herif: -Maaşallah bugün posta bereketli, dedi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:17) “Ay, şimdi tam çadırların üzerinde. Gecenin saat ikisi olmalı. Düşünüyorum ki, şu anda kahveler henüz doludur. Acaba bizim Julius Caesar şimdi ne yapıyordur? Şeytan götüresi herif, (yakasındaki) ölü kafasını yakıp söndürmekle uğraşır muhakkak! Tuhaf değil mi, şeytana inanırım da, aziz Tanrı’ya inanmam.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:64-5) “Herif hala oradaydı. Kafese tıkılı kaplan gibi masaların çevresinde dönüp dolaşıyordu. Bir kaç kişi içkilerini yudumlarlarken alaylı bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:57) “ ‘Bu, Mestienne Baba’nın hatası. Sersem herif. Beklenilmedik zamanda böyle ölünür mü? Mösyö Madeleine’i o öldürdü. O şu anda tabutun içinde. Göçüp gitti işte. Onun gibi bir adam ölsün, iyi de, ne anlamı var bu olan bitenin? Tanrım, Tanrım! O öldü ve şu küçük kız, onu ne yapacağım?’ ” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:403) “Bir gece, kibar giyinişli bir genç, avluya bakan özel odalardan birinde yemek yiyordu. Bu hal patronun garibine gitti. ‘Dikkat et!’ dedi. ‘Herifçioğlu hesabı ödemeden avlu kapısından sıvışabilir!’ Evet, bana bunu tembih etmişti ama, benim aklım güzel Kefalonyalıdaydı. ‘Özel’ yemek yiyen bay, bana oyun oynadı: İyice yiyip içtikten, bir paket sigara ile hesabı istedikten sonra biraz cepharçlığı da edinmek hevesine kapıldıııı. Bu yüzden ikimiz de okkanın altına girdik. Parayı vermeden, ‘Bana beş frangın üstünü getir,’ dedi….. Düzenbaz herif, kendisine parayı verdiğim zaman, ‘Koş bana bir pul getir,’ dedi. Tabii koştum, ama avlunun karanlığında, Kir Leonida’nın tokadını da yedim.’ ” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:33-4) “Adrian yüzünü buruşturdu: -Hadi Pamfil neyse ne ama, Kosta… kalleş. Azılı kumarbaz. Yalancı. Sonra da ilk sosyalist hareketine katılmış diye kurumundan geçilmez. ‘Sosyal demokrasinin ya da Erfurt Programı’nın esaslarını bilir misin?’ Kendisi gibi bu esaslardan ya da bu programdan habersiz olanların yanında yerli yersiz hep aynı şeyi sorar. - Hayır hoşlanmıyorum o heriften.” (P. Istrati, “uşak”, sa:70-1) “Bakın, bir Alman gemisinde bulunuyoruz, öyle değil mi! Hamburg-Amerika hattında çalışan bir gemi. Peki, niçin hepimiz Alman değiliz? Neden çarkçıbaşı Romanyalı? Adı da Schubal. İnanılır şey mi Allah aşkına! Alçak herif, bir Alman gemisindeki biz Almanların canını çıkarıyor.” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:9) “Hakkı Bey, öfkeden dudaklarını ısırmaya başladı: -‘Vay insafsız herif, vay...’ diye söyleniyordu. ‘Kadın dövmek, kadın dövmek... İşte bu hafsalamın alacağı bir şey değildir. İçimden ne gelir bilir misiniz? Şimdi bizim neferi çağırmak, bu adamı bir ağaca bağlatıp kalın bir sopa ile canını çıkarıncaya kadar pataklamak...’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:71) “-Nasıl hiç bir haber aldığın var mı? -Heriften ayrılmış diye işittim. -Ya şimdi ne yapıyormuş? -Günahı söyleyenin boynuna, kötü olmuş diyorlar.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:95) “Ötekisi, yani sol kolunun üstünden koluna doğru uzanan dövmede de eski harflerle şu yazı yazılıydı: ‘Ah minel’aşk!’ <Ah, aşık olduğumdan beri!> Ve düzgünce bir sülüs <Bir nevi tezyini yazı biçimi, Arapça> ile yazılmış olan bu yazının başındaki ah’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Sonra, herifçi oğlunun açık kıllı göğsünün sol memesi tarafına gelen yerde de yarımyamalak bir yılan resmi gözüküyordu.” ............ “Orada Etem’le önce havadan sudan ve arkası sıra da öteki meselelerden bir saat kadar konuştuk. Fakat kafir herif, Nazım’ın yanında fazla açılmıyor; çingenelik mingenelik işlerini, Nazlı meselesini hep üstünkörü geçmeye çalışıyor ve ikide bir, ‘Bana misaade bu avşam, var işim birazcık, fazlaca!...’ diye kaçmaya davranıyordu.” (O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:24;121) “Ve sen Tomas, butlarımızdaki sivri üğendire... Ve ben, ben: çılgın, mecnun herif, aklımı oynattım; çoluğumu çocuğumu bırakıp, Mesih’i aramaya çıktım.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16) “İşte, Kastello Köyü’ndeki Tanrı temsilcisi Peder Yannaros, kollarını açarak böyle bağırıyordu. Ama dilediği kadar bağırsın, kimse dinlemiyordu onu; gerek Karalar ve gerekse Kızıllar onu küfre boğuyorlardı: ‘Hain, Bulgar, Bolşevik!’ ‘Karga, faşist, halkı kışkırtan herif!’ ” (N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:13) “ ‘Herif’ten ilk sapartayı yemiş olan kıyı mahalle şarapçısı, gri pantalonunun kıçındaki kahverengi yamayı kaşıyarak: -Fakat, dedi, şimdi kendi yok Allahı var, heybetli adamdı ya, zart zurt edişinden içime bir şüphe düşmüştü, Allah’tan.’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:5) “Ve Agop dünyanın en güzel, en hoşgörülü sevgisiyle yengeye bakarak gülüyor. ‘Aldırma Yaşar Ağa, biz de balıkçıydık ama, karı milletine aldırma.’ Yenge, ‘deli herif karı milletinde ne var, Allah gözünü kör etsin,’ diyor,’ sırtına vuruyor.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:286-7) “MARTHE -... Beceriksiz herifin boynu kırılmış. Ama bu toprak testi, bu balçıktan yapılma testi ayak üstü düşmüş, bir şeycikler de olmamış. ADAM - Sadede gelin Bayan Marthe, lütfen sadede gelin!” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:35) “Gartloch’a geldikten altı hafta sonra ilk kez kaçtım. Baldovan’da da aynı işi yapmıştım, biliyorsunuz ama orada anide aklıma geldiği anda hareket ederdim. Burada, Glascow’un diğer kesimlerinden gelmiş heriflerle beraber bulunuyordum ve dıştan, bölük pörçük birtakım haberler geliyordu.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:72) “MARTIN KRUMM - Ay, ay! YOLCU - İki maskeli herif. MARTIN KRUMM - Maskeli? ay! ay! YOLCU - Evet, üzerime çullanmışlardı. MARTIN KRUMM - Ay! ay!” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:22) “ ‘Kimya sınavının sorularının çalındığını anlamışlar. Camlardan biri kırılmış. Dün albay geldi. Yemekhanenin ortasında subayları azarladı. Yanlarına yaklaşılmıyor. Cuma günü nöbetçi olanlar da…’ ‘Ee,’ dedi Alberto, ‘ne olacakmış?’ ‘Kimin çaldığı ortaya çıkıncaya kadar hepimiz cezalıyız.’ ‘Allah kahretsin!’ dedi Alberto. ‘Pislik herif’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:124-5) “Ve tabii, bütün başarılı olanlar gibi, onun da düşmanları vardı. Birçok kişi Porfirio Rubirosa’nın dışişlerindeki görevine son vermesini istiyordu. Onlara bakılırsa, karıştığı skandallarla ülkenin adını lekeliyormuş. Kıskanç herifler! Dominik Cumhuriyeti için böyle bir edepsizden daha iyi bir reklam olabilir miydi? Kızını ağına düşürerek onun hayranlığını kazanan bu hızlı melez dürzünün, Flor de Oro’yla evlendiği günden beri başını ezmesini istiyorlardı ondan. Hayır, ezemeyecekti. O kimin hain olduğunu bilirdi, daha ihanet edemeden kokularını alıyordu.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33) “Kolayca tasavvur edebileceğin gibi, Murad deliye döndü. Konuştuğu herkese o gözü dönmüş herifi kendi elleriyle öldüreceğini söylüyordu. Ona göre yaşadığı, kıyametten başka bir şey değildi. Geri adım atmak, olayı yumuşatmak, hatta uygun zaman kollamak söz konusu olmazdı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:158) “Morin bizi görür görmez, elini kolunu saran bir titremeye tutuldu. ‘İşi yola koyduk, budala herif, ama bir daha olmasın!’ dedim. Boğuluyormuş gibi ayağa kalktı.” (G. de Maupassant, “Masam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:291) “Kendi kendime dedim ki, Anetciğim, bu böyle devam edemez, bu heriften yakanı sıyırmaya bak, senin için başka kurtuluş yolu yok. Çareler aramaya başladım.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:199) “Bizim halkın taklitçiliğini belirttim ya. Na işte kanıtını da söyleyeyim. Bir zaman, herifin birisi basıp dağıttığı bilim ve düşünce dergisinin adını Dağarcık koymuştu. Bu isim halkın önüne konulduğu zaman gülmedik kimse kalmadı. Bu ismin seçilme nedenini kimse anlamadı.” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:18) “Böylece onu sonunda razı ettiler ve oyun başladı. Vay canına, heriflerin gözleri fal taşı gibi açıldı! Seppe ne çekse, hangi kağıdı oynasa her defasında en iyi oyunu çıkarıyordu.” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa: 125) “SMITHERS - Orada putataparlık ayinleri yapıyorlar… Senin gümüş kurşununa karşı yardımlarını görsünler diye çeşit çeşit şeytan büyüleri, tılsımlar hazırlıyorlar… (Gürültülü bir kahkaha atar.) Gözüm çıksın… herifler adamakıllı kaçık…” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:30) “KEENEY, sabırsızlıkla. – Ne söyleyecekseniz deyiverin, bay Slocum. YARDIMCI KAPTAN, farkında olmadan sesini alçaltarak. - İşler nafile... tayfalarla başımızın belaya girmesinden korkuyorum. Geri dönmezseniz bu herifler işi azıtacağa benziyor. İki yıl için bu işe bağlanmışlardı. O müddet de bugün bitiyor.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:15) “Ayrıca epeydir zaman zaman aklıma düşen bir iş daha vardı. Kimsenin -yani aileden kimseninhaberdar olmadığı bir on yedi papelim vardı. Bu da şöyle oldu. Bizim firmada Mellors diye bir herif ‘Astrolojinin At Yarışlarına Uygulanması’ diye bir kitap ele geçirmişti. Bu kitapta, bütün davanın, gezegenlerin jokeyin giysisinin renklerine olan etkisi olduğu iddia ediliyordu.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:9) “Sabahleyin birlikte giyinirken (elbette iki kişilik yatakta yatmıştı) perişan odayı tiksinti dolu bir şaşkınlıkla seyrettiğini gördüm. Benim kendisine bakışımı fark etti ve benim de bir Güneyli olduşumu hemen anladı. ‘Boktan iğrenç herifler!’ dedi acıyarak.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:33) “MADAM G. (Stopka’ya.) - Kalk ayağa aylak herif, doğru mutfağa! Kaç haftadır semaver parlatılmadı.” ..... “GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli.” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20;21-2) “ ‘... bu vesileyle, bugünkü yazımı nasıl bulduğunu sorsam? ‘Namussuz herif, sorumluluk nedir bilir misin sen, bağlılık nedir, dürüstlük nedir, fedakarlık nedir bilir misin? Okuyucularınla alay etmek ya da kandırılmış bir zavallıya eğlenceli bir işaret vermekten başka bir şey hatırlatıyor mu bu kelimeler sana? Kardeşlik nedir bilir misin sen?’ ” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:361) “Utandım sonra, iyice dalmışım, utancı unutmak için seni düşündüm Nilgün. Sen suçsuzsun. Biraz daha büyüleyici kalabalığa bakayım, matematiğe döneceğim diyordum ki, ‘Ne dikiliyorsun sen burada?’ dedi plaja bakan herif.” (O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77) “ ‘O deli herif olduğu yerde kalsa daha iyiymiş,’ diyor birden Vinverra, başını kaldırmadan. ‘Onun talihsizliği, çıkması ve köye dönmesi oldu. Ben daha geldiği anda kokuyu almıştım.’ ” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:110) “Sonra yine uzanıyor, her şeyi baştan düşünüyordum. Demek ki Scarpa kaçtı, diyordum. Kaçtı mı, kaçamadı mı? Nerede oturduğumuz Giuseppe’den başka biri var mıydı? Aklıma yağmurun yağdığı gece ve sarhoş meyhaneci geldi. Keçi suratlı herif. Olsa olsa, beni değil Carletto’yu tanırdı. Binbaşı? Hiç kuşkusuz kendini tehlikeye atmazdı o.” (C. Pavese, “Yoldaş”, sa:172) “BİRİNCİ YAZAR (Soğuk.) - Polis mi işe karıştı? DÖRDÜNCÜ YAZAR - Evet, ama en sonunda... BEŞİNCİ YAZAR - Bizimkiler çoktan -görmeliydiniz bir- aslanlar gibiydiler - önlerine kattıktan sonra herifleri! DÖRDÜNCÜ YAZAR - Derileri yüzüldü sopa yemekten.” (L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:61) “Birden kumral üniversiteliyle hademe arasındaki sahne bir şimşek hızıyla gözlerinin önünde canlanıverdi. O zaman, ‘Ulan karı kılıklı hergele!’ diye bağırdı. ‘Şu adamı hemen tutmazsan barsaklarını deşerim senin! Haydi davran korkak herif!’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:238) “Muhafızlar tutukluları birbiri ardısıra masanın önüne götürüyorlardı. O zaman dört herif, tutuklulara, adlarını ve işlerini soruyorlardı. Çoğu zaman pek derine inmiyorlar ya da ‘Mühimmat depoları sabotajına katıldın mı?’ ‘Ayın dokuzunda sabahleyin neredeydin, ne yapıyordun?’ gibi şuradan buradan sorular soruyorlardı.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:13) “LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar,..... ağzının suyunu akıtacak bir sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8) “PERDE I, SAHNE I FLAVIUS - Haydi eve, sizi tembel mahluklar, evinize; bayram günü mü bu? Bilmiyor musunuz ki işçi kısmı, mesleğinin nitelik göstergelerini takmadan iş gününde gezinemez. Söyle, sen necisin? -----------MARULLUS - Gördüğün iş nedir ulan, zevzek herif? Ne iş görürsün?” (W. Shakespeare, “Julius Caesar”, sa:3-4) “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin. Çanak yalayıcı seni! kof, küstah, bayağının bayağısı herif.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57) “LORENZO - Nasıl her zırzop sözcüklerle oynamasını bilir! Galiba bu yakında en mükemmel zeka inceliği, susmak olacak; söz de papağanlardan başkasına nasip olmayacak. (Laucelot Gobo’ya.) Hadi herif git de söyle yemeğe hazır olsunlar.” (W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:125) “FALSTAFF - Bana mı söylüyorsun karardı, morardı diye? Ben kendim yediğim dayaktan, gökkuşağının ne kadar rengi varsa hepsini sıraladım. Az kalsın Bradford cadısı diye yapışıyorlardı yakama. Aklımı başıma toplayıp, zararsız bir ihtiyar kadın taklidini mükemmel becerdim de kurtuldum bereket. Yoksa güvenlik görevlisi olacak herif büyücü diye deliğe tıktığı gibi, kastıracaktı bacaklarımı cendereye.” (W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:123) “S. ANTIPHOLUS - Ne? Bütün söylediklerime karşın böyle yüzüme karşı alaya devam mı edeceksiniz? Al öyle ise soytarı herif!. E. DROMIO - Ne demek istiyorsunuz, efendim? Allah aşkına ellerinizi tutun biraz. Siz ellerinizi indirmezseniz ben tabanları kaldırırım.” (W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:19) “KAPTAN - İpten kazıktan kurtulmuş bir herif. Ama sonuna bakın. Efendiden bir adam olmuş bayağı. Hanım hanımcık bir kızı var. Şunun konuşmasına, kılık kıyafetine bakan papaz sanır keratayı.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:43) “Kadının, dua etmek için izin istemesine karşın bir dakika bile vakit bırakmadan, sol memesinin altından ince bir hançer sapladı ve zalim herif, hançeri dört yana kıvırarak, kalbine dokunup dokunmadığını birkaç kez zavallı kadıncağıza sordu. Sonunda, Vittoria, son nefesini verdi.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:41) “Yaşlı Haien bu son sözleri işitmeyerek, ‘Herifin ahırınızı berbat ettiğini düşünüyorum,’ dedi. ‘Berbat mı? Hem de nasıl! Şişman köpek kızartması, buzağılara yem vermiyor, samanlıkta zil zurna sarhoş yatıyordu.’ ” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:44-5) “Zaten yeterince pis kokmuyor mu ortalık? Bu sokaktaki, bütün şehirdeki gürültü zaten kendine yetmiyor mu? Yetmiyor mu gökten inen cehennem sıcağı? Bir de siz solunacak haldeki son havayı motorlarınıza çekip, yakıp, zehirle, isle, ateş gibi sıcak dumanla karıştırıp namuslu yurttaşların burnuna püskürtmeseniz olmaz mı? Sizi gidi pis herifler! Sizi gidi haydutlar!” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:71) “Doktor Freud yumruğunu kaldırdı. Bu herif gerçekten çok oluyordu. Hiç kendisi, ünlü Doktor Freud, cinsel düşler kurar mıydı? Böyle şeyler, salt ona bunları anlatmaya gelenlere göreydi. Oysa o, sapına kadar erkekti; bu düşleri yalnız çocuklar ya da aklından zoru olanlar kurardı.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70) “-İki papel borçlanıyorum. Kocakarı bayramda gelir. Herifçioğlu, sövüşledik belledi. Asılıyor. Bugün de yan sallarsam, hırlaşacağız. -Bayılalım, kıymeti yok ama, sonunda mızıklanırsan, bak bozuşuruz.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) “ ‘... Eskiden bir isteyen varsa, başına o işin geldiği duyulunca bin isteyen olur.’ ‘Yağma yok! Biz hemen ele mi geçeceğiz? Babası olacak herif razı gelmedikçe, ‘Benim davam yok!’ demedikçe ne mümkün!’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:223) “-‘... Yahu dağ gibi yığıldı. Ne halt edeceğiz’ diyor. Bir yandan böyle diyerek dolanıyor ya, büsbütün tozutmadığı şurdan belli ki, herifler getirip desteleri boca ettikçe kendisi de fırt sayıyor, küçük defterine geçiriveriyor.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:192) “Suvenir yol boyunca, bir papağan gibi hiç arasız gevezelik etti durdu, kıs kıs güldü Kardeşinin kendisine de bir şey verip vermeyeceği üzerine konuştu. Aynı zamanda da onu ‘kaba herif, taş yürekli herif’ diye niteliyordu.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:38) “Çünkü bu filozof, görmeden veya yemeden peynir hakkında tam bir fikir edinmenin mümkün olmadığını söylemiş, hatta hain herif, erkeklerle kadınların, iğneleri ve bu iğnelere iplik geçirmek için parmakları olmasaydı hiçbir zaman halıcılık edemeyeceklerini ileri sürmek cesaretini göstermişti.” (Voltaire, “Hikayeler”, Cilt:I, ‘Hafızanın Hikayesi’, sa:8) “Chicao, Fabiano’nun tam arkasında durdu, elini rakibinin burnuna doğru uzatıp meydan okuyarak sordu: ‘Bunu hatırlıyor musun, alçak herif?’ Chicao’nun bakışlarına pabuç bırakmayan Fabiano, tepeden tırnağa bir süzdü onu; çiğnediği tütünden bir parçasını kumlu toprağa tükürdü, elinin tersiyle ağzını sildi, sordu: ‘Ya sen oğlum, hala öğrenemedin mi? Gerçek bir erkeğe küstahlık edilemeyeceğini anlamadın mı hala?’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:40) “ ‘Grego, sen çok matrak herifsin’ Gerçekten de, hem kendim için, hem senin için düşünmek zorundayım.’ ‘Evet ama, kavga gelip çattı mı bana güvenebilirsin.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:23) “ ‘-Bir de çöpçatanlık yapacakmış haspa! Nereden geldiği bilinmeyen bir sürü herifi evine doldurmuş! Ah, zorunlu olmasam gelir miyim? Biraz hava atmak için son evlendirdiği kızı gösteriyor. Ne örnek ama? Ayıbını örtmek için altı ay manastıra kapatılan kıza beyaz gelinlik giydirecekmiş!’ ” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:35) “Mesela, Rognes’de bir okul öğretmeni var, şu Lequeu denilen herif, sabandan kaçmış bir adam, handiyse ekip biçmekten dar kurtulduğu toprağa karşı kinden kuduran bir herif. Şimdi bu adam, öğrencilerine her gün yabani muamelesi, hödük muamelesi yaparsa, okuyup yazmış bir adam gibi onları hor görüp babalarının gübresine hakaret ederse, onlara, yaşadıkları hayatı nasıl sevdirir?” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:202) Her işe (yere) burnunu sokmak : Gereksin gerekmesin herkesin işi için fikir vermek, maydonoz olmak Bk.: Maydonoz olmak “Ben, zaman zaman Yargıç rolüne çıkacağım. Kucağında ‘her işe burnunu sokan’ kuklasıyla bir de ventrilog olacak, perdenin arkasında.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:19) “Her şeyime karışıyor, her işime burnunu sokuyor, evde otursam adım kül kedisi, sokağa çıksam sürtük, hayatımı bana zehretmek için elinden gelen her kötülüğü yapıyor, ama dövmeye bir tülü yanaşmıyor. Deli olacağım!” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:100) “Buna karşılık, Darya Mihaylovna’nın çiftliğinin yönetimiyle ilgili buyruklarına, çocukların eğitimlerine, çiftlik yönetimiyle ilgili konulara ve genel olarak her şeye burnunu sokardı.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:92) “Madam Gourd oturduğu yerden bağırdı: -Şimdi anımsadım, hayatım. Hizmetçilerden saklamak için anahtarı gömleklerin altına saklamıştım. Mösyö Mouret’ye ver onu. -Bu hizmetçiler her yere burunlarını sokuyorlar, diye söylendi Mösyö Gourd. İşte anahtar, bayım. İşiniz bitince hemen getirmelisiniz.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:111-2) Her kadının eteğine yapışan : Şehvet düşkünü, zampara, gördüğü her kadını bir av olarak algılayan “İyi bir aileye yamanıp üstelik kabarık bir drahoma almak, arayıp da bulamadığı şeydi. Aşk konusu ile ne gelin, hatta, Adelaida İvanovna güzel bir kız olduğu halde ne de damat ilgiliydi. Şehvet düşkünü, yüz bulduğu her kadının eteğine yapışan Fedor Pavloviç’in hayatında bu belki ilk defa olmuş, evlendiği kadın şehvet duygularını kamçılayamamıştı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:5) Her kafadan bir ses çıkmak : Bir toplulukta herkesin başka başka fikirler ortaya atması, genel uyumsuzluk “Kentte rastladıklarına, başına gelen felaketi anlatmıştı. Her kafadan bir ses çıkmıştı. Ahlaksız kunduracının biri, bir oturup bin şükretmesini söyleyince, neredeyse adamı öldürecekti.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:456) “Böyle bir suikasttan sonra yapılacak misillemeler korkunç olacaktı. Onun için, Kartaca öç almaya kalkışmadan harekete geçmek gerekiyordu. Baş başa konuşmaların, söylevlerin arkası gelmiyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimse kimseyi dinlemiyordu; pek konuşkan olan Spendius bile yapılan her öneriye başını sallayarak karşılık veriyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:86) “İlk hayreti şiddetli bir öfke ve isyan izledi. Sporcuların uzun boylu genç reisi, ellerini birbirine çarparak: -Hay Allah belanı versin! Böyle şaka olur mu? diye bağırıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:78) “Her kafadan bir ses çıkıyor, tam bir kargaşa hüküm sürüyordu; anlaşıldığı kadarıyla, bir süredir cephe boyunca geri çekilmekte olan Ruslar yeni bir taarruza geçmişlerdi, ama bu konuda hiç kimse doğru dürüst bir şey bilmiyordu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:253) “Ansızın kendimi çok huysuz ve aptal biri gibi gördüm, paylanıp azarlanmış bir okul çocuğu gibi kenarda köşede bir yer bulup oturdum, Comer gölüne ilişkin eskizlerin yer aldığı bir albümün sayfalarını karıştırmaya başladım. Ötekiler çay içiyor, atelyenin içinde sağa sola gidip geliyor, gülüyorlar, her kafadan bir ses çıkıyor, arkalarda bir yerden de akort edilen kemanla bir çellonun sesleri geliyordu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:58) “.... bütün ceza işlerinde eski komutana da yardım ettim ve bu aygıtı da en iyi ben tanırım. Kararlarımda uyduğum temel ilke şudur: Suç, her zaman, her türlü şüphenin ötesinde, sabittir. Diğer mahkemeler bu ilkeye uymazlar çünkü orada her kafadan bir ses çıkar ve her birinin üzerinde daha yüksek mahkemeler vardır.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:37) “-Ömer, dedi Zabıtçı. Bizim Fırıldak Ömer pişirecek. -Nasıl adamdır? Anlattılar karmakarışık, her kafadan bir ses çıkarak: Su yüzünden hasımları karısının yolunu gözleyip pusuya düşürmüşler, ırzına geçmişler.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:85) “Çünkü okulda sevgiyle öğrendiğim bir başka şey de bir ‘otorite’ olarak öğretmenin iktidarıydı. Pamuk Apartmanı’ndaki aile kalabalığının dağınık ve parçalı bir hali vardı, kalabalık yemeklerde her kafadan bir ses çıkardı.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:119) “ ‘... 1796’da da bu ülkelerin topraklarını üç katına çıkarabilecek general Bonoparte’la görüşüp koşulları saptamasını beceremedi. İkincisi, on yıl peş peşe bakan kalacağımı hiç düşünmemiştim. Şimdi artık her şeyde gözüm açıldığından kurtardığım bu her kafadan bir ses çıkan topluluğu kendi haline bırakmadan önce, bir milyon toplamak istiyorum.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:465) “... Süleyman Bey’e bakarsan Serbest Parti’yi Gazi Paşa açtırmış, dostunu düşmanını anlamak için... Böyle şey olur mu, beyim? -Bilmem. Her kafadan bir ses çıkıyor! Siz Serbest Partiden miydiniz? -Yok! Ben rahmetli babamdan öğütlüyümdür. ‘Siyasete karışmayacaksın, hakkımı helal etmem’ derdi...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:315-6) Her kapıyı çalmak : İş aramak ya da yardım istemek için her şeye başvurmak “HANIM - Haydutlar mı? O ne biçim söz kızım? O nasıl iş? Hükümlü artık haydut sayılmaz ki! Hem daha, onun için her kapıyı çalacağım. Her şeyi göze alacak, bütün kurnazlıklara başvuracağım.” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:46) Herkese kendi tezgahı : Herkes önce kendinden sorumludur; herkes önce kendi canını kurtarır, kendi yararını kollar “Öte yandan, doğurur doğurmaz, Louise kendini artık yalnızca çocuğuna, sonra da çocuklarına adadı. Gene kocasına yardım etmeye çalışıyordu, ama zamanı yoktu. Hiç kuşkusuz, Jonas’ı boşladığına üzülüyordu, ama kararlı yaratılışı böyle üzüntülerle oynaşmasını engelliyordu. ‘Ne yapalım, herkese kendi tezgahı,’ diyordu.” (A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:82) Herkese laf (söz) yetiştirmek : Laf ebeliği, gevezelik etmek; Herkesin derdini dinleyip fikir vermek “Kendisini bu işe hemen tutkuyla, ‘hep gülümseyerek’, ‘herkese laf yetiştirerek’ sonsuz bir sabırla vermiş. ‘Taş bile satabilirdim!’ derdi.” (A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:29) Her keseye elverişli : Ehven fiyatlı, hemen herkesin satın alabileceği düzeyde “ ‘İnce patiskadan dantelli iç çamaşırları.’ ‘Hımmmm, kibar tabakadan demek; malum ya ipek çamaşırlarını artık herkes giyiyor artık, her keseye elverişli bayan!’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:103) Herkesi cepten çıkarmak : Herkesten üstün olduğunu iddia etmek “BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Ben de birşey görmemişem. Yaşım ilerlemiştir lakin daha hepinizi cepten çıkarırım ben. Sizin gibi genç uşaklarla çok aşık atabilirem.” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:67) Herkesi kukla gibi kullanmak : Başkalarına değer vermeden kendi yararına kullanmak, onları hiçe saymak “TEKİN - Yeter anne.. Sen herkesi kukla gibi kullanmak istiyorsun. Son defa rica ediyorum.. Konuşmama engel olmaya çalışma.. Konuşacağım.. EMEL - Asla. Hiç bir zaman bu konuşma olmayacak.” (S. Engin, “Suçlu”, sa:65) Herkesin ağzına düşmek : Dedikoduya neden olmak “Söylenti ülkeye yayılıp herkesin ağzına düştüğünde birçoklarının buna inanıp birçoklarının inanmamasına benziyordu.” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:48) “MADAM BORKMAN - Artık gerçeği öğrendi: bizimle görüşmekten utanç duyduğunu… bizi küçümsediğini biliyor. Yoksa, böyle düşünmediğini mi söylemek istiyorsun? Oğlumu büsbütün elimden almayı o zaman kafana koymamış mı idin? Hele bir düşün.” ELLA RENTHEIM, kabul etmeyerek. - O feci skandal olduğu zaman öyle idi. Olay herkesin ağzına düşmüştü… Şimdi artık böyle bir fikrim yok.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:32) Herkesin bir eli başkasının cebinde : Herkes birbirinden çalıyor, herkes birbirini karşılıklı çıkar için kolluyor; herkes memnun “İtalyan usulü bir traji-komik eğlence burada sona eriyor: Herkes memnun, herkesin keyfi yerinde, herkesin eli bir başkasının cebinde. Suçsuz kişiler ise içerde. Amin!” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:83) Herkesin, her yiğidin harcı olmamak : Herkesin, sıradan kişilerin kolaylıkla yapamayacağı işler “Bilinen beş tarzda, köpekleme, kurbağalama, sırtüstü, serbest kulaç ve makaslama yüzerek ırmağı geçmek, karşı kıyının balçığına ayağını değdirip hemen gerisin geriye dönmek herkesin harcı değildi.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:65) Herkesin işine burnunu sokmak : Meraklı, dedikoducu, maydanoz “Mrs. HUSHABYE, derhal öfkelenir. - Şu küstaha bak! Benimle nasıl böyle konuşursun? Burası benim evim, unutma. ELLIE - Laf! Ne diye herkesin işine burnunu sokarsın? Mangan’la ister evlenirim, ister evlenmem. Tasası sana mı kaldı?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76) Her koyun kendi bacağından asılır : Herkes kendinden sorumludur, ne ekersen onu biçersin “VLADIMIR - Ötekisi de kim? (Susar) Ötekisi de kim? ESTRAGON - Milyarlarcasından biri. VLADIMIR (Kasılarak) - Her koyun kendi bacağından asılır.” (S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:93) Herkül (Hercules) : (YUN.& ROMA MYTH.): Eski Yunan Mitolojisi’nde, tarihin en yiğit ve en ünlü kahramanı HERACLES’in Latince adı. Roma’lıların Eski Yunan’dan adapte ettikleri, yarı-Tanrı, güçlü efsanevi kahraman. Ağabeyi Eurystes’in kendinden evvel kral olması üzerine, onun ve Hera <Zeus’un karısı, annesi>nın yaptığı eziyetlere göğüs gerer, on iki büyük başarıya ulaşır. Bunlardan ilki, Hera’nın onu boğmak üzere gönderdiği iki yılanı öldürmesidir. Babası: göklerin baş tanrısı Zeus, annesi: 12 Olimpik tanrıları arasında en ulu kadın tanrıçası, Cronus ve Rhea’nın kızı, Zeus’un kız kardeşi ve eşi, cennetin kraliçesi Hera. Kahramanlıkları yanında, Hera’nın mezalimine direnişi ile de ünlüdür. Heracles, dünyanın sınırlarını geniş Cebelitarık boğazını, iki karşılıklı sütun-kaya (kuzeydeki ‘Kalpe’, güneydeki ‘Abyle’) ile sınırlamıştı. Bu şekilde, karanın dışındaki, yeryüzünü yutmaya hazırlanan canavar, daralmış boğazdan içeri geçemeyecekti. Dünya düz idi ve bu sınırı geçenler dibi sonsuz bir uçuruma düşeceklerdi ya da canavar tarafından yok edileceklerdi. Sayılamayacak kahramanlıklarla ün salan Heracles=Herkül sözcüğü, son derece üstün yapılı, iri ve kudretli bir vücut ile onun sergilediği müthiş azim ve cesaretin sembolüne eşdeğer olarak betimlenmiştir. “Athenaios iki yıl önce küçük bir felç geçirmiş, bir omzu yarı felçli kalmıştı; ama Niko’nun beyaz saçları altmışını geçmiş yaşını ele verse de, o hala eskisi gibi esmer tenli, sağlam yapılı, hala kemikleri çıkmış bir Herkül’dü, ağzında tek beyaz dişi bile eksik değildi. Kadınlar bizim konuşup gülüşmelerimizi seyrediyor, zamana meydan okuyuşumuzdan belli belirsiz bir haz alıyorlardı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:369) “Yavru, kendini koruyan adama bakıyordu. Herkül gibiydi. Belki yaşamı boyunca gördüğü en güçlü adamdı. Üzüntülü bir teşekkür gülümsemesi belirdi yüzünde. ‘Korktun mu Yavru?’ ‘Hayır, efendim.’ ‘O herif ödleğin tekidir. Zayıflardan başkasına çatamaz.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:37) Herkül sütunları : Eski devirlerde, Cebelitarık boğazının ötesinde varolduğu varsayılan, dünyayı ‘sonsuz okyanustan’ <mare tenebrosum> sınırlayan, Herkül tarafından dikildiğine inanılan hayali yapıt “Sadece güneye, düşler ülkesi Hindistan’a, Mısır üzerinden ulaşan bir yol olduğu bilinmektedir, ama o yol da dinsizler tarafından kapatılmış durumdadır. Herkül Sütunları’nın ötesine, Cebelitarık Boğazı’ndan geçmeye iese hiçbir ölümlü cesaret edememektedir. Dante’nin sözleri uyarınca, orası sonsuza dek tüm maceraların son durağı olacaktır: ‘İnsanlar öteye geçmesinler diye Herkül’ün direkler diktiği dar geçide...’ -Cehennem, xxvı (106)- ” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:19-20) Hermetik : (YUN. MYTH.): Simya ya da büyüye ait,; simyasal; hava geçirmez, sımsıkı kapalı. Orijinini, Eski Grek mitolojisinde, Arkadia kökenli, Zeus ile Maia’nın oğlu, tanrıların elçisi ve jahramanların koruyucusu, ticaretin kollayıcısı, Apollon’un lirinin mucidi tanrı Hermes’den alır. Romalılar tarafından Mercurius ile bir tutulur. Kanatlı asa (CADESEUS), dar kenarlı düz bir şapka (PETASUS) ve ayağında kanatlı sandallar (TALARIA) ile simgeleştirilir. HERMES TRISMEGISTOS (üç kere büyük Hermes), bütün sanatların ve bilimlerin yaratıcısı olan Ay Tanrısı Thot’a Yunanlıların verdiği isimdir. Adı, büyücülük, yıldız falcılığı ve simyayla ilgili kitabın yazarı çok eski bir Mısır kralı olarak da özleşdeştirilir. “Adam, ‘Aşağıdaki yukarıdakine, yukarıdaki aşağıdakine benzer,’ dedi. Langdon, iliklerine kadar donduğunu hşssetti. Bu tuhaf cevap, cennetle dünya arasındaki fiziksel bağlantı inancını bildiren esdi bir Hermetik özdeyişti.” (D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:50) Hermopolitan Kozmogoni : <The Hermopolitan Kosmogony> (MISIR MYTH.) : Mısır’ın orta yerlerde birinde, Hermopolis adında bir kent, diğer üç Kozmogoni’den çok daha evvel ve farklı bir ‘yaratılış’ efsanesi kurmuştu. Kentliler, ‘Sekiz Tanrılı bir O g d o a d, yani sekiz tanrılı bir grup oluşturmuşlardı. Bunlar: N u n ve onun refakati N a u n e t; H u h ve refakatı H a u h e t, K u k ve refakatı K a u k e t , A m o n ve refakatı A m a u n e t idi. Bu sekiz tanrı beraberce dünyayı yarattılar. Gerçekten, ‘altın’ bir devre olmuştu. Dünyayı yaratıp yönettikten sonra, sekizi de öldü ve yeraltı dünyasına gitti. Mamafih, kudretleri, öümlerinden sonra bile etkili idi: Nil nehri herzaman coştu ve güneş, her gün doğdu. “Ogdoad’dan iki tanrı: Nun ve Amon, diğer kozmogonilerde de görüntülenmişlerdi. Gerçekte, her tanrıça’nın ismi, refakat ettiği tanrı’nın isminin ‘kadın’ şekliydi. O itibarla, yalnızca dört esas, dört refakat tanrılar olarak kabul etmek gerekir. N u n = Su, Huh = Sonsuzluk, Kuk = Karanlık ve Amon -görünmez- = Hava tanrıları idiler. Böylece dört ulu kişi, diğer kült’lerde söylenen kişiliklerin vasıflarını haiz idiler. Mısır sanatında, dört erkek tanrı, kurbağa başları, ve dört hanım tanrıça, yılan başlarıyla temsil edilmişlerdi. Bu deiti’ler, mamafih, kendileri birşeyler yaratacağına, Nil ırmağı içinde amfibius – kurbağa gibi yüzen bir hayat yaşayarak, artlarında bir çamur deryası bırakıyorlardı. Diğer kült’lerde olduğu gibi, merkez şehir, eb ilkel tepe üzerinde kurulmuştu; mabet’e bitişik tılsımlı bir göl vardı ki, ‘İki bıçağın denizi’ denen kutsal bir göl vardı. Oradan, dünyanın yaratılışın dört farklı variyantı yaratıldı: 1) Yaratılış, kozmik bir kaz tarafından bırakılan bir yumurtadan başladı (Diğerlerindeki Great Cackler): Ra’nın ‘Işık kuşu’nu saklıyordu içinde, oradan çıkıp çoğalıyordu. 2) Yumurta, bir ‘ibis’ = aklı karalı balıkçıl’ ki THOTH: Ay ve basiret tanrısını temsil ediyordu. Thoth, kendi kendini yaratmıştı, O g d o a d, onun ruhlarıydı. 3) Bir ‘lotus’ çiçeği olan gül, ‘Sea of the Two Waters’ : İki Suyun Denizi’nden yükseldi ve çanak yaprakları açıldığı zaman ulvi bir çocuk belirdi : Ra. 4) Lotus açıldı ve güneşin sembolü olan Bokböceği kurtçuğu endam etti. O da kendini erkek bir çocuğa dönüştürdü ve ağladı. Onun gözyaşları, insanoğullarını yarattı. Ra gözlerini açıp kapayarak geceyi gündüzden ayırt etti; daha küçük tanrı ve tanrıçalar ise ağzından geldi. O g d o a d, Nil’in akımlarına devam etmesini ve güneşin her gün doğup yükselmesini temin etti. Bu gibi yorumlar, daha ziyade poetik-şiirsel variasyonlar olup, birbirlerini tekzip ediyor sayılmazlar. Zaten lotus yazıyordu : ‘out of the lotus, created by the Eight, came fort Ra, who created all things, divine and human ‘ = ‘Böylece, sekizler tarafından yaratılan Lotus’tan, Ra çıkageldi ve insani ve rahmani tüm varlıkları yarattı!’ (Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick Books, 2nd Ed., New York, 1988, sa:29-30) (Çev.: İ.E.) Her nasılsa : Şu ya da bu şekilde, bir kolayını bularak “Her nasılsa, kendi yemeğini getirtmesine, tütün içmesine izin vermişler. Koca koca jambonlar, somun somun ekmekler, yumurtalar, tereyağlar, sigaralar, aklınıza ne gelirse; iki sırt çantası tıkabasa dolu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) Her ne (bahasına, pahasına) olursa olsun : Nedeni ya da sonucu ne olursa ya da olacaksa, başka seçeneği yok gibi “Sophie içini çekti. Demek ki Fache yalan söylüyor. Sophie nedenini tahmin edemiyordu amd şu noktada asıl konu bu değildi. Asıl konu, Bezu Fache’nin bu gece her ne pahasına olursa olsun Robert Langdon’u parmaklıkların arkasına tıkmak istemesiydi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:93) “Kien, bu deneyden kendine göre sonuçlar çıkardı. İster kahya, ister eş ya da isterse hizmetçi olsun, ve her ne pahasına olursa olsun, kadınlardan uzak durmak gerekti.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:210) “Vali beni bütün şehirde aratıyormuş, yemeğe davetli olduğum halde gitmemiştim. Konsolos, yemek yemiş ya da yememiş olayım, daveti unutmuş veya kasten atlatmış olayım, her ne olursa olsun, hemen oraya gitmemi rica ediyormuş. Yaptığım hafifmeşrepliğin birdenbire ben de farkına vardım.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:196) “Ben ona, şu çocuk çetesinden söz açıyorum. Oturduğu yerden hemen fırlıyor ve çocukları topluyor. Başçavuş onlara demeç veriyor. Gençleri her iki saatte bir, dört çocuk nöbet bekleyecek. Kamp doğudan, batıdan, kuzeyden ve güneyden, her ne bahasına olursa olsun son nefere kadar savunulacak.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:50) “Korkaklar ve kavgadan hoşlanmayan ilgisizler, meyhaneyi terketti. Ortada yalnızca her ne pahasına olursa olsun dövüşü göze alan o iki düşman parti kaldı. Çocuklar da, onlara gereken yeri bırakmak için azıcık gerilediler.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:43) “Belki ‘kapitalist’ ve ‘proleter’ler üzerinde daha az laf edip soyulan ile onu soyan hakkında biraz daha fazla konuşabiliriz. Fakat, her ne olursa olsun, proleterlerin sadece el işçisi olduğu yolundaki savdan, insanları yanlış yönlendiren o savdan vazgeçmeliyiz.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:293) “Zırhlıların arasında fikir ayrılıkları vardı. Bazıları, belki de genç ve gözüpek oldukları, kanları kaynadığı için komutanlarının her ne pahasına olursa olsun sonuna dek castelo rodrigoya girerkenki stratejisini koruması gerektiğini savunuyorlardı, güç kullanmak gerekseydi bile, ki son derece inandırıcı olurdu, fil hemen ve koşulsuz teslim edilmeliydi.” (J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:114) “Onlarda hala, Yeni Hindistan’a doğru yelken açanların ve bütün ordularda ücretli asker olarak çalışıp meyve sebze bahçelerini talan edenlerin her ne pahasına olursa olsun hayatlarını dürüst burjuva hizmetleriyle kazanmak istemeyenlerin ve karşılaşacakları tehlike ne olursa olsun ceplerini bir anda doldurmak isteyenlerin cüretli kanı var..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:24) Her ne hal ise; Herneyse : Nedeni ne olursa olsun “Ben özellikle bir harita çavuşu olarak yetiştirilmiştim. Kana susamış bir ön mevzi savaşçısı olmak istediğimden, harita subaylığı işi biraz canımı sıkmıştı. Her ne hal ise, işte aktif savaş alanına gidiyordum.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:121) “Oysa bu hanım arkadaş, karısından daha genç ya da daha güzel değildi, ancak bildiğiniz gibi yeryüzünde bu gibi şaşırtıcı olaylara sık sık rastlanmaktadır ve bunları eleştirmek de bizim işimiz değildir. Her neyse, arkadaşlarından ayrılan mühim adam merdivenlerden indi, kızağına bindi ve sürücüye ‘Karolin İvanovna’ya sür’ talimatını verdi.” (N.V. Gogol, “Palto”, sa:66) “Belki bir fare torbalardan birini delmiş, biraz un tırtıklamıştı. Herneyse, orgdan çıkan derin ve güçlü ses balkonun tabanındaki çatlaktan sel gibi un yağmasına neden olmuş, Abram Baba tepeden tırnağa beyaza bulanmıştı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:156) “Kim seni getirip soktu bu tekneye bilmem ki? Felaket! O rahatsızlık verici alçakgönüllülüğün hiç de nedensiz değilmiş. Sen, şarap doldurduğum bir hiçsin. Demek şimdi Karaorman’ı bile bilmiyorsun. Her neyse, ben orada doğdum. Yirmi beş yaşına kadar da orada avlandım.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:300) “Her neyse, gene de bana bu öyküyü yazdıran şey bunlar değildi. Yalnızca bunlarla kalmış olsaydı, ben gene bir dolu entelektüel gevezelikle, şahane tembelliğime yaslanarak, bu öyküyü yazmayı erteler dururdum.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:14) “Köyün evlerinin birinde, yanılmıyorsam karşımızdaki evde iki gariban çocuk vardı ve sanırım kardeştiler. Biri, herkesin Pale diye çağırdığı Pasquale idi, ama hangisinin adı buydu, onu da çıkartamıyorum şimdi. Her neyse, sağda solda tanıdığım pek çok çocuk vardı.” (C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:11) “ ‘Ben buna inanmıyorum, Henry; senin bu fikirde olduğuna da inanmıyorum. Her neyse, beni böyle davranmaya iten her ne idiyse... belki de gururdur, bir zamanlar çok gururluydum...’ ” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:15) “Her neyse, sonunda durakladı. Tüm genç ozanların sürekli betimledikleri gibi doğayı betimlemekteydi ve yeşilin tonunu tam olarak tutturmak için onun kendisine yani o sırada pencerenin altında yetiştirmekte olan bir defne ağacına baktı.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:19-20) Herodes, Kral I. : (ROMA MYTH.): M.Ö. 37 – M.Ö. 4 yılları arasında, Yahuda eyaletinin Roma tarafından atanmış kralı olan I. Herodes, Beytlehem’de iki yaşından küçük bütün bebekleri öldürtmüştür. Hıristiyanlar arasında ‘Kutsal Masumlar’ diye adlandırılan bu bebekler, her yıl 28 aralık günü anılır. “Sohbet, yoldan çıkmıştı. Dindar papaz, her şeyi birbirine karıştırmaya başlamıştı: ‘28 aralık’ta anılan Kutsal Masumlar’a da saygım sonsuzdur. Herodes’ten nefret ederim. Tavuklar uyurken taze yumurta alamazsın.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa: 162) Her önüne gelene (anlatmak, çatmak, dert yanmak) : Karşısına kim çıkarsa, herkese “Villamizar, Escobar’ın teslim olduğu geceyi, kentin en neşeli, en tehlikeli gece kulüplerinde, Escobar’ın korumalarıyla birlikte sert içkiler içerek geçirmişti. Adamakıllı içmiş olan Maymun, doktor Villamizar’ın, patronunun özür dilediği tek kişi olduğunu her önüne gelene anlatıyordu.” (G.G. Mrquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:661) Her pisliğe burnunu sokmak : Her tür kirli işe karışmak, maydanoz olmak “MEPHISTOPHELES -... Affınıza güvenerek ben onu, daima uçan, uçarak sıçrayan ve otların arasına girince de hemen bilinen şarkısını tutturan, şuu uzun bacaklı ağustos böceğine benzetiyorum. Hep otların arasında kalsa gene iyi! O her pisliğe burnunu sokuyor.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:20) Her şey bir yana : Tüm bu olanlara karşın, tüm bu şeyleri hesaba katmazsak bile “Ama ben uzun süredir bu konuyu düşünüyordum ve bunu sana anlatabilmem kolay değil, biliyorum. Her şey bir yana, ok yaydan çıkmış bulunuyor bir kere ve olay, nitelikleriyle sonuçları düşünüldüğünde çok büyük çabalara nasıl olsa değer bulamıyor.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:21) Her şeye burnunu sokma : Herkesin işine karışma, maydonoz olma “Hızlı adımlarla Başkan’ın odasına giderken bir baş dönmesi geçirdi. El yordamıyla kenarda duran bir koltuğa kadar gidebildi ve hemen oraya çöküverdi. Birkaç saat sonra uyandığında buz gibi bir karabasan anımsadı. Karla kaplı bir bozkırda tir tir titriyordu, bir kurt sürüsü üzerine geliyordu. Sıçrayarak yerinden kalktı ve koşar adım Başkan Balaguer’in bürosuna doğru seğirtti. Kapılar ardına kadar açıktı. Yetkesini göstermeye kararlı bir tavırla girdi bu her şeye burnunu sokan bücürün odasına.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:394) “Oysa Rudin’in, bu yakışıklı ve güçlü çocuğun birçok küçük yönü vardı; dedikodu bile yapıyordu; onda her şeye burnunu sokma, her şeyi belirleme ve açıklama tutkusu vardı. Onun tez canlı etkinliği hiç azalmıyordu...” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:105) Her şeye gücü yeten; Her şeye kadir Yaratan : Üstün yetenekli, elinden -kötü ya da iyi- her iş gelir; Tanrı’nın sıfatlarından biri “ ‘O Her Şeye Gücü Yeten’in gücünü ve erkini unutamayız. Noel şenlikleri yaklaşıyor; Kurtarıcı’nın doğum gününü hakkettiği olanca zenginlik ve görkemle kutlayabilmek için kutsal kapları parlatmaya başlıyoruz. Her şey bütün görkemiyle göze çarpmalı,’ diye ekledi, William’a dikkatle bakarak.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:207) “Resmen tuzak kurmuştu, belki kendisi de, yani Her Şeye Kadir Tanrı, her şeyin kusursuzca sürüp gitmesinden sıkılmıştı. Eğer Havva yasak meyveyi tatmasaydı, son birkaç milyar yıl boyunca ilginç hiçbir olay meydana gelmeyecekti.” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:106) “Her Şeye Kadir Yaratan’ın bizzat şahsını olmasa da olur gibi gösterip, kemal-i ciddiyetle, dünyada düzenin, ahlakın ve mutluluğun O olmadan da, sırf, insanoğlunun kendi içinde doğuştan var olan töreciliği ve aklı sayesinde gerçekleşebileceğini ileri sürerlerken, aa... aman Tanrım, aman! Hal böyleyken, her şeyin tepetaklak olmasına, törelerin bozulmasına, insanlığın o, varlığını yadsıdığının cezasını üsütüne çektiğine de çok şaşmamak gerekirdi aslında.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:62) Her şey gönlünce olsun : Bk.: Her şey gönlünce kalsın, olsun Her şeyi kendine dert eden : Günlük yaşamda herşeyi olumsuz gören ve yorumlayan yaşlı, hasta, ya da nörotik kişi “ ‘Viyana’da keyifli birkaç gün geçirmemi sadece ailem engelliyor. Her şeyde bir zorluk gören ve her şeyi kendilerine dert edinen yaşlı insanlarla bir arada olmak gerçekten çok üzücü. Bütün arkadaşlarını yitirmiş olan babam yalnız ve zamana ayak uyduramıyor.’ ” (Zweig, S.-Zweig, F.; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:113) Her şeyin üstünde : En iyi, en alası; aliyülala; Herşeyden önce gelen “Erkek çocukları ve özellikle Georges, Beethoven’den nefret eden ve oda müziğini her şeyin üstünde tutan yorumculardı. Bu görüş ayrılıkları, tatlı bir dille, ‘Schweitzerler müzisyen doğmuşlardır,’ diyen büyükbabamı rahatsız etmiyordu. Doğuşumdan sekiz gün sonra, bir kaşık şıngırtısından hoşlanmış gibi göründüğümde, çok iyi bir kulağa sahip olduğumu ileri sürmüştü büyükbabam.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45) Her şeyin üstüne oturmak : Para, mal, mülk ne varsa hepsine layık olmadan sahip olmak, varisi olmak “.. siz de anlarsınız ya İvan Fedoroviç, pederinizin ölümünden sonra ne Dmitri Fedoroviç’e hatta ne de sizinle kardeşiniz Aleksey Fedoroviç’e bir tek ruble bile kalacak değildir. Çünkü Agrafena Aleksandrovna, sırf her şeyin üstüne oturmak, mal, servet ne varsa kendi üzerine yazdırmak için ona varacaktır.” / (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:189) Her şeyi yüzüstü bırakmak : Hayattan bezip, ev, iş, uğraş elde ne varsa terkedecek gibi hissetmek ya da davranmak “Ahmet, akşamı iple çekti. Uzak yollardan gelmiş köylülere acımasa her şeyi yüzüstü bırakıp Soğukpınar’ın yolunu tutacaktı. Son dosyayı kapatır kapatmaz şapkasını alarak sokağa fırladı.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:58) Her şey sarpa sarmak : İşler doğru yolda gitmemek, batağa girmek Bk.: İşler sarpa sarmak “Langdom kaşlarını çattı. On Draco devini al (Lat.: On sahte alim!). Hem Sophie’nin, hem de kendi iyiliği için mesajı anlayabilmeyi isterdi. Nakışlarını gizemli kelimelere çevirdiği andan itibaren her şey sarpa sarmıştı. Tuvalet penceresinden yaptığı sahte atlayış, Fache’nin gözündeki popülaritesini bir nebze olsun arttırmayacaktı. Belki de Fransız polis şefi, tutuklamak için bir kalp sabun peşine düşmenin esprili bir yönünü görebilirdi.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:104-5) Her şey yoluna girmek (oturmak) : Sorunların çözülüp her şeyin normale dönmesi hali “Hem nasıl olur! Bir baş sallama, bir yüksekten bakış, sonra da her şey yoluna girer. Kendisini bir bilim ve sanat koruyucusu, akıl küpü ve Tanrı bilir daha ne sanan bu hanımefendi, aslında bir sosyete kocakarısından başka birşey değildir.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:99) Her Tanrının günü : Her gün, her Allahın günü Bk.: Her Allahın günü “Bu tür söyleşilerle ilgili olarak Ziegenhalss’ın sayıp döktüğü başlıklara bir göz attığımızda bizi yadırgatan şey, bunları her Tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerinin pek geniş kapsamlı tüketimine, ‘tüketelim’ parolasıyla ön ayak olmasıdır.” (H. Hesse “Boncuk Oyunu”, sa:20) Her tarafı dümdüz etmek : Yakmak, yıkmak, her tarafı yerle bir etmek, bombalamak “Siz onun eski halini bilmiyorsunuz, en hızlılarımızdandı o, sabahtan akşama kadar devrim nutukları atar, her tarafı dümdüz etmekten, eski düzeni yıkıp yerine yeni bir düzen kurmaktan başka bir şey konuşmazdı.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:193) Her taşın altından çıkmak : Her işte parmağı bulunmak “Tabii biliyorsunuz, şu kanıtlardan anlayan doktor, onu getiren sizsiniz zaten; yani siz değil de Katya getirtti. Her taşın altından o çıkar zaten!..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:115) Her uzatılan eli öpmek : Her uzatılan nimeti, yardımı kabule alışmış çocuksu ya da bağımlı davranış (Osmanlı kültüründe pek çok beklenen, çoğu kez normal sayılabilecek bir davranış) “-Bu bizim çocuk artist olacak, dedi ve elini Rabia’ya uzattı. Kız -belki her uzatılan eli öpmeye alışık olmasından, belki el sıkmak adetini bilmemesinden, belki de Pelegrini’nin pürüzsüz Türkçe’sinden onu Müslüman sanmasından- sanatkarın elini öptü, başına koydu.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:72) Her yanı el ayası gibi açık : Dürüst, saydam, şeffaf; Açık meydan “ ‘Yat ulan! Yat, yoksa elden gittin bil!’ ‘Vallahi berbat Zeynel! Sen farkında değilsin, burası kötü... Benim her yanım el ayası gibi açık yahu! Beni vururlar bunlar... Bu Aleviler...’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341) Her yerde gözü (ve) kulağı olmak : Her yerde ne olup bittiğini bilebilmek ve izleyebilmek “... -kendine Öğretmen diyen bir adam- temas kurdurtmuştu. Öğretmen ile Silas asla yüz yüze gelmedikleri halde, her telefon konuşmalarında Silas, onun hem inancına, hem de gücünün büyüklüğüne korkuyla karışık saygı duyuyordu. Öğretmen, her yerde gözü ve kulağı olan, her şeyi bilen bir adama benziyordu.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:221) Her zaman papaz pilav yemez : İşler her zaman önceden tasarlandığı gibi gitmez; yağma yok! 1930’larda Rum’ların bol bol ikamet ettiği Cihangir’de, biz çocuklar arasında pek çok, hatta günlük kullanılan bir sözcüktü. Gugünlerde pek işitmiyoruz. “Ama her zaman papaz pilav yemez. Bazen adam, tam fırsattır der ama, hiç de fırsat değildir. İhtiyar bir tıknefesle masum çocuklara etmediğini bırakmayan adamın da başına gelecekti bu hal.” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:51) Herze yemek : Saçma sapan söz ya da davranışlarda bulunmak “Sekreterler, başlarını defterlerinden kaldırmış, saygılı bir dikkatle bu serin sözleri dinliyorlardı. Baş sekreter, havayı iyi bularak sordu: -İşittiniz mi bu mendeburun yediği herzeleri? Hafız hayretle başını kaldırdı: -Hayrola, bir ses işittik ama, size miydi? -Kısmen bana, ukala dümbeleği.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:238) “HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan. Ele güne üstünlük taslamam. Tanırsın beni a canım, öyle herze yer miyim?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94) Hesaba (kalın) bir çizgi çizmek : Olayda kat’i bir şekilde sorumluluğu almak, işi bitirmek “Doğru, bu işte benim de suçum var. N.’yi sendeleten taş, içine düştüğü çukur, aşağıya uçtuğu kayalar biraz da ben değil miyim? Fakat bu sabah ne diye kimse beni uyandırmadı? Kendimi suçsuz çıkarmak istememiş ve savunmada bulunacak yerde uyumuştum. Hesaba kalın bir çizgi çekmeyi, hem de kendim istemiştim. Ne yapayım ki, hesap az önce ödenmişti bile.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:90) Hesaba katmak, katılmak : Nazarı itibare almak (alınmak), gözönünde tutmak (tutulmak) “Biri çıkıp da..... papaz yardımcısının ruhunu didikleyip araştıracak denli bir ilgi duymuş olsaydı, kesindir ki Birotteau da tam bir inançla kendini cezalandırır, tövbenin en acı verici biçimlerine katlanmaktan kaçınmazdı. Ama, bilmeden ya da fark etmeden kırdığımız, gücendirdiğimiz kimseler, bu işteki suçsuzluğumuzu pek öyle hesaba katmazlar, öç almak isterler, üstelik bunun yolunu da bilirler.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:48-9) “Yeni mağaramızın görünüşünü daima hesaba katmalıyız ve eğer kendi fikrimiz yoksa o zaman ne kadar zevkli olduğumuzu başkalarına göstermek için elinden geleni yapacak bir dekoratör çağırmalıyız.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:250) “-Ne yaptın, konuştun mu ? diye telaşla atıldı Gruşenka. -Dinledi beni, bir şey söylemedi. Yalnız belirli bir düşünceye vardığını açıkladı. Ama sözlerimi de hesaba katacağını söyledi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:99) “Ben, içimdem diyordum ki, bu adam, bu hükmü, hep İstanbul’a göre veriyor, karışık ve bulanık bir şehir halkının huyunu bütün millete mal ediyor. Asıl vatanı, asıl milleti, Anadolu’yu hesaba katmıyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:110) “Zamanla soruşturma sonuç verdi. Görgü tanığı olmaması nedeniyle, hemşire serbest bırakılmıştı. Ne mükemmel bir örtbas olayı. Carstairs, göze görünür bir ilerleme kaydettiğinden dolayı, mahkemeye verilmiş olsaydı, bu ilerlemenin bir yara alacağı hesaba katılmıştı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:193) “Yazılarımın ta başından beri kendimi ifade etme kaygısıyla yazdıkları besbelliydi, ama bunları yazarken o mektupları da hesaba katma alışkanlığını edinmiştim; her defasında da yaşlılar gibi düşünmeyi öğrenememiş doksan yaşında bir adamım ağzından yazıyordum.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67) “Bizi birine duyduğumuz aşkta kuşkuya düşüren şey, onun sınanabilir olmasıdır. Karşı tarafın duygularını, düşüncelerini, eylemlerini hesaba kattığımız böyle durumlarda, kendi aşkımız bir başkasının duyguları kadar uzak ve yabancı görünebilir size. Kapılmamak lazım. Çünkü, insan en çok kendini kandırır.” (M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri”, sa:82) “BARTLETT, umutsuzluk içinde. - Annenden uzaklaşmam gerek, söylüyorum sana. Sue? Geldim geleli inatçı dili ile beni rahatsız ediyor. Nerede ise deli edecek. Sen yalnızca onu düşünüyorsun, beni hesaba kattığın yok.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:77) “BASTIEN, tumturaklı bir dille. -... Üç yıl askerliğe hazırlık hizmetiyle, sonradan on ay kaldığımız kışla hayatını hesaba katmasak bile, dört yıl süren savaştan sağ salim kurtulmamız bir mucize değil de nedir? Şimdi de tut sen, sanki pazar gününü kırlarda geçirmişsin gibi Montmartre sokağındaki zindana gir; neden?” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:15) Hesaba kitaba gelmemek : Hesaba uymamak, tahmin edildiğinden farklı çıkmak “GENÇ OZANA HİÇ YAŞLANMASIN DİYE YAZILAN MEKTUP -------------------------Şemsiyesiz gülerek Ne otopsi masası, ne de beş para etmeyen yazgı dediğimiz şey! Oyun başkadır ama bilinmez hangisi, yoktur Sarsıcı bir güzellik, hemen hiç yoktur İyilik perisi filan, hiç ama hiçbir şey kestirilemez, gelmez hesaba kitaba, tahmin dışında, bayım siz kendiniz hamletinki gibi kral pabucu giymiş bir esin perisisiniz” (Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04) Hesaba uymamak : Uygun gelmemek, pahalı olmak; Önceden tasarlanan şeyin uygulanamaması Bk.: Evdeki hesap çarşıya uymamak “Alacağı paşa kızının evine sıradan bir kira arabasıyla gitmek istemiyordu, ama sürücüsü ve ahır masraflarıyla iyice pahalıya oturan bir arabayı satın almak ticari hesaplarına uymuyordu.” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:14) Hesabı görülmek; Hesabını görmek : Hakkından gelinmek, öldürülmek; Bir işten çıkarılmak, bir konumun dışında bırakılmak; Öldürmek, devre dışı bırakmak; Lokantada hesabı ödemek “Gardiyanı gördüğümde, yeni tutuklu konusunda bilgi almak için sorular sorduğumda, gardiyan: -Hapishaneye gireli beri tek bir söz söylemedi. Oturup başını elleri arasına alıyor; ya uyuyor, ya da başına gelenleri düşünüyor. Fransızların dediğine bakılırsa hesabı yarın sabah görülecek ve yirmi dört saat içinde kurşuna dizilecek, diye yanıt vermişti.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:80) “Maksimov defteri geri alıyor. ‘Genç adam gördüğü manzaraya daha fazla dayanamıyor. Gizlendiği yerden çıkıp müdahale ediyor.’ Sonra yüksek sesle okumaya başlıyor: ‘Karamzin’ - Çiftlik sahibinin adı bu. Genç adama dönüp ‘kimsin sen’ diye tısladı. ‘Burada işin ne?’ Sonra yırtık pırtık gri üniformanın ve kırık pranganın farkına vardı. ‘Ha, şunlardan biri!’ diye bağırdı. ‘Şimdi senin hesabını görürüm!’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:49) “Ancak yaşlı yogi için söz konusu gülüşle ve Maya sözcüğüyle Dasa’nın yaşamı hesabı görülerek bir kenara kaldırılıp atılmış olsa da, Dasa’nın kendisi için hiç de öyle değildi durum.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:530) “Sema hesabı gördü, kalktılar. Bir başka gün, gelip Ebanım’ı evinde ziyaret vaadiyle Sema, Taksim’de ayrıldı. İki kadın taksi çevirmekten vazgeçip, Saraçhane’de inmek üzere, Aksaray dolmuşlarından birine girdiler. Yol boyunca Ebanım’ın çenesi durmadı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:237) “Arif Bey güldüğünü saklayarak sordu: -Ne olacak? -Hep mi geberdiler bunlar? Şu Alemdar’ın hesabını görecek tek kişi kalmadı mı? -Hesabı mı görülecek? -Pencereden içeri, el bombasını yallah etsinler. Havaya uçursunlar!...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahkumu”, sa:186) “Fouché şimdi serbesttir ve amacına ulaşmıştır; elli altı yaşında olan Otranto Dükü Joseph Fouché, Napoléon’un hesabını gördükten sonra sınırsız iktidarın en yüksek noktasında tek başınadır.” (S. Zweig, “Fouché”, sa:199) Hesabı kapanmak : Bir kimsenin banka gibi bir kurumda hesabı kapatılmak; kredisi yitirilmek; işi bitmek ya da bitirilmek; sonu gelmek, ölmek ya da öldürülmek “Telgrafı eline almış, okumuş, sarı kağıda sersem sersem bakmış o Fransızca sözcükleri, yazıldığından farklı bir şey söylemeye zorlamıştı adeta. Ölmüş. Işıkların dünyasından geçmişin hapishanesine gitmiş, sonsuza kadar. Dönmemecesine. Cenaze merasimi çoktan yapılmış. Hesap kapanmış, hayatla olan hesap. Defter dürülmüş. Matbaacıların dediği gibi, iş bitmiş.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:140) Hesap etmek, kitap etmek : Oturup inceden inceye hesapları gözden geçirmek “... ileri sürülen düşüncelerin hepsine, sanki birer numara koydu, etkililik derecelerine göre sıraladı; tıpkı türlü nitelikteki malları sıralar gibi... Sonra da hesap etti, kitap etti ve baldızının kesin bir karar vermek zorunda olduğu sonucuna vardı...” (H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:84) “ARKADİNA- ... Hım, Fransızlarda bu böyledir belki, ama bizimle ilgisi yok. Bizde hesap kitap yoktur bu işte. Bizde kadın, yazarı elde etmeden önce zilzurna aşık olur ona, bilmez misiniz?” (A. Çehov, “Martı”, sa:47) Hesabı kabartmak : Lokantalarda çevreden dolayı normal ücrete yapılan zam; fiyatı şişirmek “HASTINGS - Doğru, burada, bütün şu gördüğümüz süslerin, şık eşyanın parasını biz yolcular veriyoruz demektir. Böyle yerlerde gördüğüm güzel bir büfe, yahut mermer bir şömine, ödeyeceğimiz hesaba olduğu gibi giremez ama hesabı kabartır.” (O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:35) Hesabını görmek : Hakkından gelmek, öldürmek; otel ya da lokanta gibi yerde borcunu ödemek Bk.: Hesabını ödemek “Treylerin içinde volta atmaya, adamlara ağzına geleni verip veriştirmeye başladı. ‘Bu bok çuvallarının hesabını göreceğim,’ dedi.” (P. Auster, “Şans Müziği”, sa:129) “Haceli köpürdü: ‘Bin ulan şu kağnıya, geçmişi boklu! Köpek eniği gibi venileyip durma benim karşımda! Yoğsam itaat etmiyon mu? Etmiyonsa habar ver. Habar ver de bi takikenin içinde görüvereyim hesabını...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105) “Yemekten evvel kendisine uğradığım bankacım da beni yemeğe alıkoydu. Lav akınını görmek arzusuyla yanıp tutuşmasaydım, tüm bunların zevkini çıkaracaktım. Hesaplarımı görmek ve eşya toplamakla gün geçip gitti.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:249) “Sonra birden alevlendi: ‘Hıyara bak be! Cepheye gitmek üzere olduğumuzu bilmiyor musun da böyle salakça sorular soruyorsun! Daha dün teğmeni emirerinin hesabını görmekten vazgeçirene kadar göbeğim çatladı, şimdi bu acemi çaylak usta erlere hayvan muamelesi yapmaya kalkıyor.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430) “Arayacağız. Yalnız bu kadar kalabalıkta olmaz. On kişi kadar. Bulunca öldürmeyecek, eğer ben yoksam orada, bana getireceksiniz. Onun hesabını ben göreceğim. Abdi Ağanın gelini nasıl kaçırılırmış, ona ben öğreteceğim.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cild:I, sa:102) “Herifi dışarı itti. Sonra kadını yakaladı ve kıçına bir tekme savurdu. Luis da Bicuda, Joel’e döndü ve gözdağı verdi: ‘Hesabını göreceğim, alçak.’ ‘Yavru’ya dokunursan gebertirim seni.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:37) Hesabını kesmek : Alış verişi, dostluk ya da arkadaşlığı, ilişkiyi yitirmek “Zaten eskiden de öyleydi, gözümü birqz ayırınca hemen gevşerdi. Halbuki şimdi onu düşündüğüm bile yok. Evden ayrılalı üç ay oluyor. Hepsini unuttum, hatırlamak da istemiyorum, onu ne yapayım artık? Hesabımı kestim onunla, hepsiyle kestim. “ (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:67) “Çiftlik idaresi anlaşmayı bozmaya hazırdı. Zaten böyle de olmasa, Martin’in onu korumasına olanak yoktu; zira kadın ve çocuk ne kadar çalışkan olurlarsa olsunlar, nihayet insandılar, mucize gösteremezlerdi. Holub’un hesabı kesildi ve işine son verildi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:6) Hesabını kitabını tutmak : Hayatta ya da ticarette yapılan her işin gelir ve giderini, ayrıntılarını kaydetmek; Muhasebesini yapmak, kendinden hesap sormak, yüzleşmek “AMEDEE - (Aynı yerden.) Tabii. Alınan karar alınmıştır... Sözümden dönmüyorum. Ama, itiraf ederim ki onu başımızdan atma düşüncesi... Evet... gerçekten üzülüyorum ondan ayrılacağıma..... Hepimizin karşılıklı birtakım kusurlarımız oldu, birbirimize karşı daha hoşgörülü olmalıydık... Yoksa, yoksa, yaşam olanaksızlaşır... Her şeyin hesabı kitabı tutulmamalı. Daha geniş düşünceli olmalı insan...” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:108) Hesabını ödemek : Bir yerde yemek yedikten ya da alışverişte bulunduktan sonra değerini ödemek “Onu barda buldum, önünde memleketinden bir bira duruyordu. Satın aldığım kutuyu gururla kendisine gösterip, ödediğim parayı söyledim. Becerikliliğimden ötürü beni kutladı, yolculuklardaki saf halinden yakındı, hesabı ödemeye kalktığında da, biraz hava atarak, bana bırakmasını rica ettim: -Siz bugün yeterince para harcadınız. Ceketimin düğmesini açtım. Bomboş. Cüzdanım kaybolmuştu.” (A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18) Hesabını vermek : Ödemek, yaptığının ya da sarfettiğinin açıklamasını yapmak “Yazı düzeltme konusunda öteden beri büyük bir ustaydı, yazdığı her harfin hesabını verebilirdi. Ama gene alt tarafı bir cinayet için, onca dilbilimsel titizlik gösterdiğine bayağı hayıflandı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:307) “Kutsal bir azim ve öfkeyle tutuşan yaşlı rahip Aziz Antonio’ya dönmüş ve başlamış sövmeye sanki Aziz Antonio görevini ihmal ederken suçüstü yakalanmış bir hizmetçiymiş gibi. ‘Bir de aziz olacaksın, aziz, kendi gümüşünü koru, bırak diğerleri gözünün önünde yürütülsün, hadi bakalım, bunun hesabını vereceksin, ben de senin nen var nen yok toparlamazsam.’ Bu acı sözlerle yaşlı rahip kiliseye girmiş ve kiliseyi boşaltmaya başlamış, sadece gümüşleri çıkartmamış dışarı, örtüleri ve diğer eşyaları da.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:19) “ ‘Yok canım, öyle zorla alıkoymma değil tam olarak,’ diye karşılık verdi bakan. ‘Ne var ki, elbette çıkmak kolay değil.’ Başkan, başını üst üste bir kaç kez sallayıp onayladı. ‘Özellikle şimdi,’ dedi Don Gaetano imalı bir dille. ‘Sizi hemen kovacaklar’ mı demek istiyordu, yoksa ‘Michelozzi’yle yaptıklarınızın hesabını vermeden bir yere gitmiyeceksiniz’ mi?’ Gerçek şu ki, imalı konuşuyordu. Ve eğleniyordu.” (L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:129) Hesabı tamam olmak : Ödenmek; Öldürülmüş olmak “Odama girip yattım. Aldı beni bir korku: Grigor Vasilyeviç’in hesabı tamamsa, iş sarpa sarabilirdi; yok vurulmamışsa iyiydi o zaman..” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:210) Hesap görme; Hesaplaşmak : Bir alışveriş ya da lokantada hesabı ödeme; Bir yardımcını ya da çalışanın ayrılma konumundaki hesabı temizleme; Durumu açığa kavuşturmak, zarar ziyan getirmiş bir eyleme karşı eylemde bulunmak, intikam almak “Her işçi yediğinin parasını bol bol çıkarmıştır, diye düşündü. Ama piposunu söndüren o zalim, o meymenetsiz herifle hesaplaşmadan ayrılmayı da yiğitliğine yediremiyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa: 235-6) “Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz kalakalmıştım.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) “General korkunç bir tavırla: -Seninle sonra hesaplaşacağım iki gözüm, dedi. Hanımefendi, siz de emir buyurun, bu dolandırıcının sandığını arasınlar. Sonra bana teslim edin onu. Ben ona dünyanın kaç bucak olduğunu öğretirim.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:64) “İngiliz kadın kahya kadınla kavga etmiş ve bir arkadaşına, kendisine yeni bir iş bulması için mektup yazmıştı. Aşçı daha dünden, tam yemek saatinde başını alıp gitmişti. Aşçı kadınla arabacı, hesaplarının görülmesini istiyorlardı.” (L. Tolstoy, “Anne Karenina”, Cilt:I-II, sa:5) Hesaplı : Göreceli olarak ucuz, her keseye uygun “ ‘... dedim ki, ‘Martha, iyi bir çocuk bulduk; temiz ve iyi biri, diğer orospu çocukları gibi kasayı tırtıklamayacak.’ Gidip özel bir fiyata tavuk aldım, çok hesaplı. Martha tavukla çok çeşitli şeyler yapabilir, iş tavuğa gelince elleri sihirlidir.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:65) “MARSDEN - “(İçini çeker, kendi kendiyle alay ederek.) Ama buraya dönünce yalnız tatlı tatlı sorguya çeken oyun içinde oyun... bu uyuklar gibi duran şehirde... akşam üstleri hesaplı adımlarla dolaşan edepli, terbiyeli kalıp gibi insanlar...” (Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:7) Hesap(lı) kitap(lı) : Önceden planlanmış; yokluktan dolayı cimrice, kısıtlı sarfetmek; ölçülü, tutumlu “Hermann’ın bana olan yaklaşımında hesap kitaptan, buyruktan öte şeyler vardı. Çaresiz, soğuk soyutlama karşısındaki şaşkınlığı hafifflemiş değildi.” (E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:55) “SOLANGE - Hanımefendi, bugünkü alışveriş hesabını görmek isterler mi? HANIM - Sen sahiden çok düşüncesizsin! Bende hesap kitapla uğraşacak hal var mı?” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:48) “Baktım ki hala elimden geliyor, bizim o büyük günlerdeki ilk temel ilkeyi aklımda tutacağım hep: Asla hesap kitaba kaçmayacak, asla mantıksal nedenlerin beni yanıltmasına fırsat vermeyecek, inanç denilen şeye her zaman gerçek denilen şeyden daha güçlü gözüyle bakacağım.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:42) “22 Aralık. Bel ağrısı, geceleyin kafamda hesap kitap.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:53) “Zaten hayalimdeki beyaz çarşaflı yaşlı ve yumuşak varlığın bizim dileklerimize kulak asmayacağını da hesaba kitaba, matematiğe açık mantığımızla bilirdik.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:170) “Besin dağıtımına büyük bir doğrulukla bağlı kalanlar, açtı. Ancak yüzsüzlüğü göze alanlar doyuyordu. Kılı kırk yararcasına hesaplı kitaplı davrananlar, okka altına gidiyordu.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:362) “Doğrusu öfkelenmiştim. Çünkü böylesine bilerek soğukkanlı ve şeytanca zevk almayı, benim hesaplı kitaplı duygusuzluğuma pek benzetmediğinden olacak, hiç hoş karşılamazdı.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:122) Hesap meydanda olmak : Durumum açık, herkesin görebileceği kadar meydanda, gizlisi yok “Başımda iki küçük kardeşle hastalıklı bir anam var... Ara sıra anam soğuktan, kardeşlerim yemekten şikayet ederlerdi. Ben, omuz silker, ‘Ne Yapayım, bu terazi bu kadar çekiyor. Elime geçeni ben barda, baloda yiyip sizi bu halde bıraksam bana bir şey demeye hakıınız olur.. Fakat hesap meydanda’ derdim.” (R.N.Güntekin; “Yaprak Dökümü”, sa:7) Hesapsız kitapsız : Samimi, yakın, resmen hesap tutmayan, dostluk havası içinde; Hesabını kitabını, kazancını harcırahını dengede tutmayan, eli açık züğürt “Törenden sonra sessizce dağılıp evlerimize gittik. Başkan’ın saldırı nöbeti dindiğine göre adadaki şiddet dönemi sona ermiş demekti. Her şey sessizliğe gömülmüş gibiydi. Görünüşte değişen bir şey olmamıştı, gündelik yaşam eskiden olduğu gibi devam ediyordu; insanlar yine birbirine selam veriyor, havadan sudan konuşuyordu ama adanın havasında, neredeyse elle tutulur bir değişiklik olmuştu. Eski neşeden, dostluktan, düşüncesiz, hesapsız kitapsız arkadaşlıktan eser kalmamıştı.” (Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:131) Hesapta olmamak : Sayılmamak, söz konusu olmamak, kale alınmamak “Tek başına, yapayalnız bir çift. Gülüyor, Maurice’e bakıyordu, kadın hesapta yoktu şimdi, Zézette hesapta yoktu... bedeniyle gömleği arasında hala birazcık gece vardı, ter gibi, azıcık ter, azıcık korku, yavan ve tatlı bir korku, ama açık havada gülüyor, alay ediyordu ve kadınlar hesapta yoktu, savaş oradaydı, savaş, devrim, zafer.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:208) Hesap vermek : Yaptıklarının nedenini ve sonuçlarını birine anlatmak; alışverişte ya da lokantada faturayı ödemek öldükten sonra Tanrıya, dünyada yaptıklarının hesabını vermek “HAYALET -... Günahlarımdan sıyrılmaya vakit bulamadan, ayinsiz, hazırlıksız, duasız ömür ipliğim kesiliverdi. Helalleşmeden, bütün vebalim boynumda, hesap vermeye gönderildim.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:37) Hesperides : (GREK MYTH.): Batı perileri. Bunların sayıları ve soyağaçları kesin olarak belli değildir. Yeryüzünün HERA’ya evlilik armağanı olarak verdiği altın elmaları, ejderha LADON’la birlikte, ‘BLESSED’ <takdis edilmiş> adalarında bekleyen üç kız kardeş olarak bilinirler. Grek ve Roma mitolojilerine göre, tanrıların sevdikleri insanlar, öldükten sonra bu adalara gömülürlerdi. Hurafeye göre, ‘Hesperidler’in bahçesinde altın meyve veren ağaçlar vardır. “Her zamanki gibi, gelişmekte olan genç kız ruhundaki bütün o karmaşık ve yoğun duygular fantastik, tatlı hayallere dönüşüyor, huşu bütün hücrelerinden fışkırıp coşkulu bir bulut halinde alnını sarar gibi oluyordu. Bilinçsiz bir inançla bilinçsiz bir sevgi özleminin birleştiği bu uzun saatler, tatlı ve insanı hafif hafif uyuşturan bir zehir gibiydi, karanlık bir pınardı, bütün Tanrısal hayatı içeren ve besleyen, insana mutluluk veren Hesperid meyvesiydi.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:81) Heth’in oğulları : (İSRA. MYTH.): Kutsal Kitap’ta <Tevrat> genellikle HİTİT’lere verilen ad “Yemek için bizimkilere katılan Meymun, uzun uzun yeğenlerimle, biraz da Marta’yla konuştu. Biziçevreleyen atmosfer içinde zamanın sonundan başka konuşacak konu bulamadık ve ben BUME’nin bizim 1648 yılına denk düşen 5408’inci ‘Yahudi yılı’ konusunda ZOHAR’ın kehanetlerini çok iyi bildiğini bir kez daha görmüş oldum. ‘Altıncı binyılın 408’inci yılında’ diye ezberden okudu, ‘toprağın altında uyuyanlar ayağa kalkacaklar. Heth’in oğulları denecek onlara.’ ‘Kim bu Heth’in oğulları?’ diye sordu, kardeşinin derin bilgisi karşısında kendi bilgisizliğini ortaya koymaktan her zaman hoşlanan Habib. ‘Kutsal Kitap’ta genellikle HİTİT’lere verilen ad bu. Ama burada önemli olan Heth sözcüğünün anlamı değil, sayısal değeri; İbranicede tam 408 sayısını veriyor bu değer.’ ” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:83) Heute rot, morgen tot : (ALM.,KOLL.) <Hoyte ro’t, morgen to’t> : Bugün kırmızı, yarın ölü - Bugün burada Yarın gitmiş... = Today red, tomorrow dead. Here today, gone tomorrow.. (İNG.) Hevenk hevenk : Pek çok, kucaklar dolusu “Mamafih çocuklar bunların çilli körükleriyle fır fır çıkan dillerini görünce biraz korktular. Hokkabazın kumdan minimini bir portakal ağacı yetiştirip güzel beyaz çiçeklerle hevenk hevenk hakiki yemiş verdirdiğini görünce pek çok sevindiler.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:15) Hevesi kaçmak : Arzusunu yerine getirememekten dolayı kötü hissetmek, başladığı işi yarım bırakmak Bk.: Hevesi kırılmak “Arkadaşları, ‘Şuna bakın, hevesi kaçtı!’ derler. Ancak o, bu tür sözlere aldırmaz, çünkü arkadaşları onun taktiklerini anlamazlar. Işığın savaşçısı ne istediğini bilir. Açıklamalarla zaman yitirmeye ihtiyacı yoktur.” (P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:24) Hevesi kırılmak : İstediği şeyi elde edememekten dolayı düşkırıklığı yaşamak “Daniel onun elektrik fenerini kazanmasını istiyordu, ama makine bir yerinden, güdük ve budala görünüşleriyle kurufasulye tanelerine benzeyen bir avuç renk renk şeker akıttı. Genç adamın hevesi kırılmışa benzemiyordu, ceplerini karıştırdı, bir yirmi beşlik daha çıkardı.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:135) Hevesi kursağında kalmak : Sevinç ve mutluluğu yarım kalmak; Arzuladığı şeyi elde edememek Bk.: Sevinci kursağında kalmak “AYŞE - Hayret, hayret hiç aklıma gelmemişti... A. BULUR - Ben kendime deli derdim amma, ona asla! A. HAMLET - Herifçeğizin hevesi kursağında kaldı. Beni bir dövemedi. Tuhaf değil mi? İlkokuldaki sarıklı hocam da beni dövmeye pek teşne idi.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:136-7) “İnsanüstü bir gayret sarf ederek, takınabildiğim bütün soğukkanlılığımla gereken açıklamaları yapmış, komşularımın heveslerini kursaklarında bırakmış, polisleri kapıdan savmış, çakmak çakmak gözlerimle tam banyoya yönelmiştim ki, salondan telefonun çığlıkları duyulmaya başladı. Benim banyoya yönelmemi fırsat bilen Tuğde, telefona doğru sekerken, alev dilli bir canavar gibi hızla önünü kestim.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:69) “Kimileri Dubrovski’ye özenerek zorunlu boyuneğiş sınırları dışına çıkmaya yeltenecek oldularsa da, Kirila Petroviç onları öyle bir tersledi ki, hevesleri kursaklarında kaldı.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:13) “HECTOR, peşinden giderek. - Bunu işitmediniz. Yemekten sonra size anlatırım. Hoşlanacağınızı umuyorum. Doğrusunu isterseniz sizin için uydurmuştum. Ama buradan kapı dışarı edilince, hevesim kursağımda kaldı. Boşa gitmesin diye babanıza anlatıverdim.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33-4) Heveslenmek : Çok istemek, arzu etmek, eyilim göstermek “Nasıl da Hevesleniyor Taş <22.04.95> Nasıl da Hevesleniyor taş Kayaya, mezardan: Ana-babasından Ayrılmış yurduna!... Kendini bırakarak” (Mutalip Beppaev<d.1949>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02) Hey; Heey : Birisine sesleniş ya da azarlama, sitem ünlemi (Argo) “GÖM BENİ -------------Sencileyin özgürdüm, Ama yaşamak istiyordum, yaşamak Görüyor musun, hey rüzgar! şu soğuk ölü bedenimi Ve ellerini kavuşturacak kimsenin olmadığını.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:22) “YOLCULUK II ---------------Arayan yelkenlidir gönül Ikarya’sını; Güvertesinde bir ses çınlar: ‘Hey! Gözünü aç!’ Kızgın, delice bir ses dolanır gabyasını: ‘Aşk... onur... mutluluk!’ Vay canına, kayalık, kaç!” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:259) “Sağ tarafta, nişan karanlığında biri duruyordu, hiç hareket etmeyen biri; ‘hey’ diye seslenmek istedi ona; fakat korkudan sesi kısılmıştı, şiddetle çarpan kalbi buna izim vermedi. Karanlıktaki siluet hiç hareket etmiyordu.” (H. Böll, “Melek Sustu”, sa:7) “ ‘En pahalıya patlayan sen oldun dostum. Hoş ben de pek ucuza mal oldum sayılmaz. Ama şu sarışın, genç arkadaşımızın hemen hemen hiç masrafı olmadı. Hey...’ Uyuklayan Sarı’yı dürtüyor yanından.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:116) “ELIZABETH - Hey, hangi deliğe girdiniz hepiniz birden... Martha! Başlamamız gerekmiyor muydu?” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:8) “Hoppa ve ateşli bir ırmak olan Bistritsa, sevgilisinin önerisini kabul etmiş, onunla birleşmiş ve birlikte, ta bizim oralara dek inmişler, ama Tuna birden onlara: ‘Hey! Ancak yollar kesişebilir, sular asla!’ ” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:5) “ ‘Hey be dedeciğim, hey!’ dedi. ‘Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan korkmaz adam, Ayios-Tafos’a <Kutsal Mezar: Hz. İsa’nın gömülü olduğu yer> gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı kimbilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir adam olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana Ayios-Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekar olan dedem ise: ‘Nasıl getirmem, sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile şarap de getiriver gayri.’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:215) “SESLER Sırtından dök aşağı. Hey, kurbağa suratlı, hangi chennemden kaçtın sen? La Tourain’den.” (Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8) “ORKESTRA Bana bak! hey! Avanak! Üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz dağlarla dalgalarla kütleleri ileri atlatamaz!” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:121) “PETRUCHIO - Nerde bu keratalar? Heey, üzengimi tutup atımı alacak kimse yok kapıda! Nerde bu Nathaniel, Gregory, Philip? BÜTÜN UŞAKLAR - Burdim efendim, burdim efendim, burdim (Burdayım!). PETRUCHIO - Burdim efendim, burdim efendim, burdim efendim. Sizi kütük kafalı, yontulmamış herifler! Hani hizmet, hani dikkat, hani görev? Nerde önden yolladığım aptal kerata!” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84) “KITTEL - Hey! Buraya gel! (CHAJA onun yanına gider. KITTEL onun sarındığı battaniyeyi işaret eder.) Çıkar onu!..... Dön bakayım! (Kızı inceler. Karnında bir şişkinlik keşfeder.)” (J. Sobol, “Getto”, sa:18-9) Heya mola çekmek : Çok gürültü çıkarmak, özellikle gemicilerin zincir alıp yelken açmaları “Biz şen gemicileriz, ne hoş gezeriz Heya mola, heya mesa sefer ederiz. Çıkırık çakarak, çıkırık çakarak makara çekeriz Heya mola, heya mesa sefer ederiz. (Anonim-Halk Türküsü) ; İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:33) “SETH - “(Yaşlılığın verdiği bir fütursuzlukla Minnie ile yarenlik ederek onu kendine çekmeye çalışır. Şarkı söylemesi onu etkilemek içindir. Sırıtarak, kadını dirseği ile dürter.) İhtiyarım ama nasıl şarkı söylüyorum ha? vaktiyle heyamola şarkılarımla ünlü idim.” (Ames’e dönerek sevinçle.) Ulan Amos, eğer şu haber doğru ise, bu gece kasabada ayık adam kalmaz... Bunu kutlamak vatani görevimizdir.” (Eu. O’Neill, “Elektraya Yas Yaraşır”, sa:18) “Toplarını nafile yerinden kımıldatma. Topçularını kalenin bedenlerine doğru yaklaştır. Avazları çıktığı kadar ‘heya, mola, yisa...’ diye bağırt. Sonra diğer zabitlere döndü: -Siz de bütün askerlerinizi muharebe nizamiyle bunlara yaklaştırın. Mümkün olduğu kadar çok gürültü yaptırın. ‘Heya, mola...’ çektirin.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:25) Heybetli : Ulu, iri, muhteşem, görkemli “Eli ağır ağır yanına düştüğü zaman da, ‘Artık sonuna erişmiş olmalı,’ diye düşündü. Sanki o heybetli vücudundan aşağıya menekşelerle zambaklardan örülmüş bir çelengin düştüğünü görür gibi olmuştu; çelenk ağır ağır, dalgalana dalgalana en sonunda yere düşmüş, olduğu yerde hareketsiz kalmıştı.” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:335) Hey gidi : Ah o bulunmaz, değerli ...... “Doğaldır ki, günün birinde, her yaratık gibi ben de birine, belki de birilerine aşık olacağım, aldatacak ve aldatılacağım. -Kulakları çınlasın- annemle geçen hafta ziyaretine gittiğimiz komşu manavın kızının elinden tentürdiyot şişesini zor kurtarmışlar. Hey gidi dünya hey...” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7) “WAGNER - KÖYLÜLER, Ihlamur ağacının altında oyun ve şarkı: “Hora tepen bu genç insanlar Neşe içinde çalkalandı, Ve bütün o güzel fistanlar Havada renk renk dalgalandı. Bir aralık yoruldular pek, Durup dinlendiler kız erkek. Hey gidi gençlik! Hey gidi hey! Her kalçaya yaslı bir dirsek.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Faust”, Cilt:I, sa:49) “Avnussalah derin reveranslarla sahneden çıkarken dinleyenler arasında bulunan gencin biri fazla kaçırmış olduğu birkaç kadehin ateşiyle şöyle diyordu: -Hey gidi utanmaz mübarek adam, felsefen beni uyandırdı. Bütün çalıp çırptıkların da benden yana helal olsun.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:362) “Mısır beni topraklarından sürüp ve İtalya-Trieste’de zindana atarken, komünist çobanlar Avrupa işçilerine, kendi sınıfıma beni ‘Romanya Sigurantsa’sının (gizli polis) adamı’, ‘burjuvaziye satılmış adam’ diye sunarak aforoz ediyorlardı. Genel bir sessizlik içinde propagandalarını canlarının istediği gibi yürütebilmeleri, insanın şu yeryüzünde ne kadar yalnız olduğunu kanıtladı bana. Hey gidi boş umutlar...” (P. Istrati, “Uşak”, sa:8) “ ‘Ne garip memleket! Herkes işini gücünü bırakmış, nelerle meşgul oluyor! Hey gidi, haysiyet, namus hey!.. Haysiyetli, namuslu adam, imzasız mektup yazar mı, rica ederim?’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:74) “DÖKÜM ----------Birkaç eski, sinema ve tren bileti de var… Oysa ben ne kadar yol geçtim acep ömrümce? Gidiş öncelerinde ümitle titriyordum. Çınlıyordu bedenim sanki geri dönünce. Hey gidi yolculuklar.” (Stanka Pençava<d.1929>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.11.09) “BİZİM YÜZYIL *** Sen hey gidi yalan dünya! Ölüm sonrası kolay! Feleğin ne umurunda varım ya da yoğum ben. Hep öyle önceki gibi yitecek bozkırda ay Ve fırtına karanlığı sarsacak dinlenmeden. Sayması zor ne günlerim kayboldu ziyan zebil yaşayan or gerçek yaşam şimdi benden uzakta elbet artık umduğum şey yani bir yaşam değil, tevekkülle bekliyorum sıramı son durakta.” (F.İ. Tyutçev<1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.05.05) Heyhat : Yazıklar olsun bağlamında bir ünlem “WAGNER - Heyhat! İnsan hep böyle çalışma odasında mahpus kalırsa ve dünyayı ancak bayramdan bayrama bir dürbünle uzaktan görürse, evreni nasıl söz kuvvetiyle idare edebilir?” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:31) “Ara sıra kölesine bir acıma bakışı fırlatma ve tehlike anında beni düşünme lütfunda bulunursa, ne büyük mutluluk! Heyhat!” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:22) “Yine diz çökmüşlerdi. Günah çıkartılıyordu. Dorothy gözlerini hatırladı... heyhat! Yine gezinmeye başlamışlardı!” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:14) Heyheyleri tutmak, üstünde olmak : Çok kızmak, sinirlenmek, bağırıp çağırmak “ ‘Jabba, bu ciddi. Bunu hissedebiliyorum.’ ‘Bunu hissedebiliyor?’ Bunun resmiyete yakışacağını düşündü Jabba. Midge’in yine heyheyleri üstündeydi. ‘Strathmore kaygılanmıyorsa, benm de kaygılanmam.’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:228) “Sorunu tatlıya bağlamak, Johanna’nın işine geliyordu. ‘Darılmayın, Roswitha’ dedi; ‘sizin yine heyheyleriniz tutmuş; ama bütün köylülerin böyle heyheylerinin tuttuğunu bilirim.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:77) Heyula : Korkutucu, çok ürkütücü, korkunç bir canavar “Cinayetle ilgili yazıları defalarca okudum. Yine de onların düşgücümün bir ürünü olmadıklarına inanmak çok zor. Bilinçaltının oynadığı bir oyun heyula gibi büyüyüp üzerime geliyor, beni korkutuyor, düşlerde olduğu gibi gerçeği çarpıtıyorlar..... Tanımlayamadığı bir korkuyla tedirginleşen çocuğun yaptığı resimlere benziyor bu haberler.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:48) “Alexis ayağa kalkmıştı, arkadaşlarına şaşkınlıkla baktı. Nasıl karşılık vereceğini bilemiyordu. Codine, birden yerinden kalktı ve bir heyula gibi onun üzerine yürüdü. Alexis sapsarı kesildi. Gözlerini Angelika’dan bana, benden Angelina’ya gezdiirdi. Sormak istedi, ama artık biliyordu.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:83) “Emektarlar kendi oturma odalarında dedikodu yaparken, Orlando eline gümüş bir şamdan aldı ve bir kez daha salonlarda, galerilerde, avlularda, yatak odalarında gezintiye çıktı; bir kez daha ataları arasındaki şu Baş Mabeyincinin, bu Hazinecibaşının esmer yüzünün kendisine yukardan heyula gibi baktığını gördü; kah şu görkemli koltuğa kuruldu, kah bu rahat sayvana uzandı;kapıya asılı nakışlı halıyı, sallanışını izledi...” (V. Woolf, “Orlando”, sa:116) Hezaren : Düğünçiçeğigiller ailesinden, tarlalarda yetişen ve kırk-elli çeşidi olan, yıllarca dayanan, Süs Çiçeği olduğu gibi, zehirli olmasına karşın, Tıp’da farmakoloji’de de yeri olan otsu bir bitki. Bambu ile birleştirilerek küçük sepetler de yapılır. “Biraz sonra Kadri, Baytarın öteberisini getirdi: Ağzına kadar dolu üç halı heybe, bir Alman filintası, üç sırma işleme fişeklik, iki tabanca, birkaç çok güzel örülmüş büyüklü küçüklü hezaren sepet, sandık, bir eyer, bir dizgin. Kaptan öteberiyi getirdi, köşeye yerleştirdi. Poyraz: ‘Gel Kaptan,’ dedi, cebine davrandı. Kadri Kaptan: ‘Olmaz Poyraz Reis, Baytar Efendiden hiçbir şey alamam. Beni bağışla,’ dedi, ‘o senin arkadaşın değil mi?’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:172) Hezeyan : Zihin karmaşasından dolayı gerçek dışı, hayal ve saçma dolu düşünme ve konuşma, delüzyon (delusion) “Bu Topraklar Senin Değil --------------------------------Bu topraklar senin değil, bu topraklar senden önemlidir Tek başına bu sayfayı bırakırsın üstündeki Bütün hezeyanını okumadan. Tek başına bırakırsın bu geceyi Ne mumlarınla aydınlatırsın ne tanırsın Ne de söndürürsün İçtiğin tütünün dumanı kıyamet kapısının ardından yükselir. Şimdi yüzün Rüzgarla çalkalanıyor.” (Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10) Hezimete uğramak : Bk.: Mağlup olmak, yenilmek Hı, hıı : ‘Ya, evet’ bağlamında “ ‘Merhaba Elsie.’ ‘Siz gerçekten,’ diye sordu, ‘sarhoş olunca eşyaları ve camları kırıp ellerinizi parçalar mısınız?’ ‘Hı, hıı.’ ‘Bu işler için biraz yaşlısınız.’ ‘Bak Elsie, kafamı bozma benim...’ ” (Ch. Bukowski, Büyük Zen Düğünü”, sa:9) Hıçkıra hıçkıra ağlamak : Yürekten, duygu dolu, yetersizlik hissiyle ağlamak “Fanny’nin de zaman zaman bunalımları olurdu, onun da birlikte yaşanması kolay bir insan olduğunu sanmıyorum. Görünürdeki dinginliği, çoğunlukla içindeki fırtınayı maskelemeye yönelikti ve birkaç kez onun ne kadar kolayca karamsarlığa kapılıverdiğine, tanımlanamaz bir acıyla hıçkıra hıçkıra ağlama noktasına geldiğine tanık oldum.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:50) “Haçça, avlunun içinde ot dağıtacağım, buzağıyı kapatacağım diye dört dönüyordu. Bir yandan da konuşuyordu..... Birden dönüp Ahmet’in yanına geldi: ‘Niye cuvap vermiyon Amat? Küs müsün bana?’ Sarstı. O kadarmış, Ahmet boşandı. Hıçkıra hıçkıra ağlamağa başladı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:38) “O gittikten sonra Naomi, sanki tek başına kalmış gibi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yine sanki yıllardan beri süregelen bir adetmiş gibi, Vanğ Ana gidip onun elini tuttu, okşamaya, parmaklarından bileğine doğru ağır ağır, hafifçe ovmaya başladı. Sonra diğer elini aldı. O da bitince hanımının başını iki avucunun arasına alıp uzun uzun şakaklarını ovdu.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:42) “Gandie dükünün öldürülmesinden sonra oğlu VI. Alexandre, şiddetli bir acının derin uyuşukluğu içinde kalmıştı. Sabit bakan gözlerle, kanlar içindeki, kıpırtısız cesedi seyretmişti -sonra kendini, hıçkıra hıçkıra ağladığı duyulan odasına hapsetmişti.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:148) “Kız, başını öne sarkıtıp ona yaklaşıyor. Adam kızı kolunun altına alınca onun titrediğini hissediyor. Saçlarını, şakaklarını okşuyor. Sonunda kız kendini bırakıyor, adama yaslanıyor, yumruklarını çenesinin altına dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor. ‘Anlamıyorum,’ diyor içini çeke çeke, ‘neden ölmesi gerekti onun?’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:97) “Gece geç vakit konuklardan sonuncusu da evden ayrılıp ayak sesleri kesilince Lidiya Yegorovna ellerini terasın korkuluğuna dayadı, iki yana sallanarak ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken: -Malımı mülkümü hovardaca saçıp savurması yetmiyormuş gibi bir de bana ihanet ediyor! diyordu.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:47) “Gece yarısı, yatmaya gittiler. Kimsenin ayakta duracak hali yoktu... Jan’a gelince, o uyumamış, sonradan küçük oğlanın anlattığına göre, bütün gece hıçkıra hıçkıra ağlamış... Ah, diyorum ya, meğer adamakıllı abayı yakmış umarsız!” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:48) “Sevgilim, seni bir daha görmemek istemiyorum,’ diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi de Hipatia. ‘İstediğini yapacağım, insanların bir kadını olacağım, seninle birlikte bana sözünü ettiğin o yeni kente gideceğim, Hıristiyanlar gibi davranacağım...’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:460) “Babamın göğsüne sokulup o küçücük ve loş evimizin alışılagelmiş sessizliğinde, gözyaşlarımla hıçkıra hıçkıra ağladığımı bir ben bilirim bir de Yüce Tanrı. Kilise ve gömülme törenlerini hiç hatırlamıyorum. Eminim, annem, doğrudan doğruya Cennete gitmişti, hem de Büyük Köprü’den geçerek. Di mi?” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:119) “Rouault Baba kendine gelince hüngür hüngür ağlayarak Charles Bovary’nin kollarına atıldı: ‘Kızım! Emma’cığım! Yavrum! Nasıl oldu, anlatın,’ diyordu. Diğeri hıçkıra hıçkıra yanıt veriyordu: ‘Bilmiyorum! Bilmiyorum! Bir felakettir geldi başımıza.’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:367) “FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ <1901> -------------------------------------------------Gülüyor ve ağlıyor hıçkırarak, fırtınanın kara iblisi... Eğleniyor bulutlarla, sevinçten ağlıyor hıçkırarak. Öfkesinde gök gürültüsünün, o duyarlı şeytan, çoktan duymuştur sesini yorgunluğun; ve bulutların güneşi gizleyemeyeceğini, hiçbir zaman gizleyemeyeceğini bilmektedir.” (Maksim Gorki <1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:29) “Ama, yazmaya koyulur koyulmaz, mizacımın sertliği aklımı başından aldı, rüzgarın bir tüyü alıp götürdüğü gibi. Sevinçten çatlıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum mutluluğumdan.” (P. Istrati, “Uşak”, sa:5) “Yvonne nine, onu artık büsbütün göremez olunca, özel günlerde taktığı başlığının buruşmasına aldırmayarak, başını dayadı, gözlerini yumdu. İçinde ölüm acısı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:183) “Son bir gayretle adamın kollarından sıyrıldı ve kumbarayı göğsüne bastırarak Profesör Avenarius’a doğru koştu. Avenarius kollarını açıp onu kucakladı. Kadın ona sımsıkı sokulmuş tir tir titriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:189) “Kadın ölmüş olan çocuğu kucakladı, öptü; sonra yatağın yanına diz çökerek minimini yastığa kapandı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Macun Birliği’nin yazmanı, Pal Sokağı’ndaki Alan’ın yüzbaşısı Nemeçek Ernö ise, sonsuz sessizlik içinde, duvar gibi beyaz bir yüzle ve kapanmış gözlerle, yatakta arka üstü yatıyordu.” (F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:199) “ ‘Ben yalnızca kaçıp durarak sorumluluklardan uzak duran bir adam olmaktan kurtulmak istiyorum,’ dedi Bird, teslim olmaksızın. “ ‘Ee, benimle Afrika’ya gitme sözüne ne oldu?’ diye Himiko hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:228) “Adam 29 nisan pazar günü not defterine, ‘Bilal’in kardeşinin beni hatırlayacağından emin değildim,’ diye yazacaktı. Hayatımda onu en fazla üç kere görmüştüm ve sonuncusu da çeyrek yüzyıl önce, yitirdiğim arkadaşın cenaze törenindeydi. O gün Nidal annesinden ve kızkardeşlerinden bile daha üzgün görünüyordu. Hiç sakınmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Henüz on yedisinde değildi ve Bilal onun modeli, rehberi, idolüydü.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:311) “Yatağın kenarında zayıf, genç ve çevik görünüşlü bir adam oturuyordu. Adamın başı bir boğa başıydı. Genç adam, başı ellerinin arasında hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Daidalos ona yaklaştı ve elini omzuna koydu.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:16) “Stepan Arkadyeviç hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı: -Dolli! Çocukları düşün Allah aşkına, onların suçu ne? Suçlu olan benim, beni cezalandır. Kendimi affettirmek için ne yapabilirim, söyle yapayım. Her şeye hazırım. Suçluyum, ne kadar suçlu olduğumu anlatmaya sözcükler yetmez, biliyorum. Ama sen gene de affet beni, Dolli!” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:23) “Gottlieb, Beate’yi okşadı. Kız birden gözyaşlarına boğuldu. O hıçkıra hıçkıra ağladıkça, Gottlieb ona daha sıkı sarılmak zorunda kalıyordu. Hemen Glen O. Rosenne’in yanına gitmeliyim, onu teselli etmeliyim, Rosenne’den daha mutsuz biri olamaz şu an, diye ağlıyordu Beate.” (M. Walser, “Aşk Zamanı”, sa:206) “Bu durum yabancı adama çok tuhaf geliyor. Ormanın gölgesinde ve otelden yalnızca yirmi adım ötede (her an onları görebilirler, birisi yanlarından geçebilirdi) durmaktadır ve kolunda hıçkıra hıçkıra ağlayan genç bir kız var.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:145) Hıçkırıklara boğulmak : Hıçkıra hıçkıra ağlamak “Tanrım! Tanrım, Angele şu anda içeri girmese bari, işte yeniden hıçkırıklara boğuluyorum… Tümüyle sinirsel, sanırım; hep sayıp gösterme işinde böyle olurum ben. Üstelik, şu anda titriyorum da! N’olur! Başım için, kapatalım bu pencereyi. Bu sabah havası titretti beni. Yaşam, başkalarının yaşamı!” (A. Gide, “Batak”, sa:98) “... Benden hiçbir seçim yapmamı bekliyorsa eğer, o seçimi bir anne olarak çoktan yaptım ben. Senin yanında kalacağım kızım!’ Komutan ise, karısının bu sözlerini duyunca daha çok ağlamaya başladı. ‘Aman Allahım!’ diye inleyen genç kadın, babasının bu haline dayanamayarak hıçkırıklara boğuldu.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:50) Hıdrellez : (MYTH.): Ölümsüzlüğe erişmiş iki Hızır ve İlyas -kitap getirmiş- yalvaçların- peygamberlerin her yıl buluştukları inancı ve bunun gerçek baharın başlangıcı ve Bahar Bayramı olarak kutlandığı 6 Mayıs günü “Hıdrellez günü. Göğün altında bugün hiç bir şehir bu kadar cümbüşlü bir kalabalıkla kaynaşmaz, hiç bir sokak bu kadar başka sesleri birbirine karıştıran böyle bir uğultu çıkarmaz. Ahalisi bu kadar kuzu kızartıp helva pişirmez.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:144) “Abe efendi ağa! Süyle <söyle> şimcik <şimdi> bana ki, sen mi daha kabadayı imişsin, ben mi? -Sen benden daha kabadayı imişsin köpoğlu!... -Yok, estayaforla <estağfurullah> ille velakin yerine göre sen, yerine göre ben değil mi?... -Anlaşılan sen yılana şerbetli imişsin galiba! -Hay yaşayasın çakır gözlün ile beraber son Idrelleze <Hıdrellez-Kıyamet> kadar! Nasıl da bildin işin iç yanını!” ................................ “-Bu Etem baba nereden gelmiş oraya? -Hızır aleyhisselam’lan birlikte Kafdağından gelmiş... -Hızır aleyhisselam kim? -Ayol, sen ne kadar cahil çocukmuşsun be! Hızır aleyhisselam, hıdrellez’in kendisi... Her sene, nisanın yirmi üçünde gelir dünyaya... Sabahleyin erkenden Kağıthane deresinden aptes alıp Sünnet köprüsünün yanında sabah namazını kılar; sonra kalkar, gider Çırpıcı’ya, orada da avşam <akşam> vakti Çırpıcı deresinden aptes alıp kılar avşam namazını; ondan sonra geçer, gider geldiği yere...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:111;212) Hıh : Hadi oradan, sen neden bahsediyorsun “ ‘Matta, yazıcı. Neredesin?..... Ya şimdi bu halin ne, tüyü yolunmuş horoz gibi inleyip duruyorsun: ‘Yeryüzünde hayat, kanat dökmektir’ diyorsun. Hıh! defol, gözüm görmesin!’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:564) Hıh (hık) demiş (deyip) burnundan düşmüş : İkizi gibi benzemek, tıpatıp aynısı “ALTINCI MİMOS ----------------------KORİTTO Söylediklerinin ikisi de değil, Metro. Khios’tan mı Erythrai’dan mı ne gelmiş. Dazlağın, bodurun teki; hık demiş, Preksinos’un burnundan düşmüş...” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35) “Düşünmek istemiyordu. Yağmurlar yağmış, yarıklar kapanmıştı. Aslına bakılacak olursa, küçük de hıh demiş büyüğün burnundan düşmüştü. O da ortaokula gidip gelirken haylaz oğlanların peşine takılıp az boklar karıştırmamıştı!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:208) “-Kamil Bey’e mi? Bizim Kamil abiye?.. -Birden telaşlandı- Tüüüh... Ne desen haklısın doktor abi... Tamam!.. Tıpatıp... Hık demiş burnundan düşmüş...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:220) “Harlov, anneme şöyle bir baktı: -Gavril Feduliç mi? dedi. Sizin sahiden ona güveniniz var mı? -Var. -Siz daha iyi bilirsiniz, ama şunu söyleyeyim ki, Evlampiya hık deyip benim burnumdan düşmüş. Huyumuz aynı. Kanı Kazak kanı, yüreği de kor gibi sıcak!’ ” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:53) Hık dese canı burnundan çıkacak : Çok cılız, mariz, zayıf ve hastalıklı kimse “Aşık Ali: ‘Etme bunu, Hösük,’ dedi. ‘Günah, kardaşım. Görmedin mi adamın halini? Hık dese canı burnundan çıkacak. Ne istersin elin fıkarasından?’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:29) Hık mık etmek : Ne diyeceğini bilemeyerek birşeyler gevelemek “Arabacı Timofey ile Akim adında başka bir mujik bu parayı dehlizde bulmuş; Trifon Borisiç’e teslim etmişler, o da onlara birer ruble bahşiş vermişti. -O yüz rubleyi Bay Karamazov’a geri verdiniz mi, vermediniz mi? Trifon Borisiç ilkin hık mık etti ama iki mujiğin tanıklığından sonra, paranın bulunduğunu açıklamak zorunda kaldı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:282) “Doktor, bu altınlardan birkaçını ekmekçinin karısına verdi. Bu kadın güzeldi, kocası da kıskançtı; kadının bavulunu karıştırdı, çil altınları buldu, namussuzluk karşılığı kazanılmış bir para sanarak bunları nereden bulduğunu söylemesi için kamasını gırtlağına dayayıp kadını zorladı. Biraz hık mıktan sonra, kadın, gerçeği açıkladı ve barıştılar.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:128) “-Çok korkunçlu şeyler gördük. Savaşta Osmanlı yenik düşüp paralanmakta ki her tüyü bir dağda kalmacasına.. Hık mık ettik, az birazını bildirdik. İnanmadılar.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:41) Hım! Hımm! Hm! Hmm! Hmmm : Ya! Öyle demek! “Dişlerinin arasındaki saman çöpü ve kara kaşlı kaba suratıyla kendini bırakmış bir hali vardı. Başını sallayıp ‘Hmm,’ diye bir ses çıkardı yalnızca, sonra önleride durup konuştu.” (H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:9) “Doktor genç biriydi, otuz beş yaşlarındaydı, geniş ve kırmızı bir yüzü vardı, sanki uykusunda ters tarafa yatmış gibi kırış kırıştı. Hans, doktorun sigara içtiğini kokusundan anlamıştı..... ‘Bana bir sigara verin,’ dedi. ‘Hım,’ dedi doktor; yine de elini önlüğünün cebine sokarak bir sigara paketi çıkardı.” (H. Böll, “Melek Sustu”, sa:16) “ ‘Demek sence generalin bu orospu arabası bizi de alacak, öyle mi?’ ‘Evet...’ ‘Hım. Bu Maybach, motorun sesinden anlıyorum. Esaslı bir araba. Dışarı çıkıp şoförle konuşmamda bir sakınca var mı sence? Garanti onbaşıdır.’ ” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:116) “ ‘Yine sıcak bir gün,’ diye söze girer Elizabeth. ‘Hmmm,’ diye karşılık verir adam, ama pek oralı olmamıştır. ‘Buradan her geçişimde siz bir şeyler yazıyor oluyorsunuz,’ diye sürdürür sözlerini, sözünün kesilmesine fırsat vermek istemez. ‘Bir anlamda siz de yazarsınız. Ne yazıyorsunuz peki?’ ” (J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:248) “ ‘Ve daha sonra, bir gün bana, ‘Bu fildişi partisi benim aslında. Şirket parasını ödemedi. Çok büyük kişisel risklere atılarak ben topladım bunları. Korkarım da bunların kendilerine ait olduğunu iddia edecekler. Hımm! Güç bir durum bu. Sence ne yapmam gerekir?’ ” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:169) “Adam, dönüp yanıma geldi. ‘Annenin yanında yatan da baban mı?’ ‘Evet efendim. O da babamdır. Bu köyde oturuyor,’ dedim. ‘Hım, demek öyle...’ diye dalgın dalgın söylendi.” (Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8) “Şimdi, albaya teslimdik. O dosyaya şöyle bir göz attı, okudukça yüzünün hatları geriliyordu. Birden başını kaldırarak: -Hımmm, dedi, demek meşhur kaçak İsmayil sensin. -Evet benim efendim. -Ulan seni kaç kere Cihangir’den, evden aradık, hep yok dediler. Hangi cehennemdeydin? Doğum tarihin 1926. Yirmi dokuz yaşına gelmişin, kaçak kaçak nerelerde ne işler yapıyordun?” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:272-3) “Sayıları hiç de kabarık olmayan birtakım insanlar da merakı biraz daha ileri götürerek, ‘Peki, buraya ne yapmaya geldiniz?’ diye eklerler. ‘Tanıma, öğrenme ve sevme arzusuna kapılarak geldim.’ ‘Hımm!’ ‘Hımm!’ Ne garip şey değil mi?’ (P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12) “Palatinus <Eski Macaristan Krallığında yüksek rütbeli devlet memuru, bir tür lokal vali: Nador> düşünceye dalar, öksürür: -Hım! Panayırlarınızı kaldırmak iyi ama, bundan kaldırana bir yarar olmazsa kaç para eder!” (K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:17) “ ‘Baba, evler orada deniz kenarında ıslamıyorlar mı?’ ‘Hayır ıslanmıyorlar. İşte bak, gördün mü?’ ‘Anneannem nerede? Denizin üstündeki evi görüyorum.’ ‘Hımm, içerde yemek pişiriyordur,’ diyordu onu görmüşçesine.” (D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:17) “Yüzümü avuçları arasına aldı ve kararlı bir şekilde konuştu: ‘Dinle, Gum! Bir şeye yemin ederim: İyileştiğinde kimse, hiç kimse, Tanrı bile sana el sürmeyecektir. Bunu yapmak için önce cesedimin üzerinden geçmeleri gerekir. Buna inanıyor musun?’ Olumlu bir ‘hım’ sesi çıkardım. ‘Ceset nedir?’….. ‘Ceset, ölümle aynı şey. Ama şimdi bundan söz etmeyelim, sırası değil.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalaı”, sa:174) Hımbıl : Tembel, ahmak, üşenik “BİRKAÇ HUZUR ÖRNEĞİ -----------------------------------Bu, huzurudur kıyıdaki dalgaların her biri en uç noktalara varan, hımbıl foklarla, balıklarla dolu sade yaşamla, kıpırdayan kumun gürültüsüyle.” (Michael Cope<d.1952>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.03.06) Hım hım (konuşmak) : Elinden iş çıkmaz, sinameki kişilik; Burundan, genizden ses çıkararak (konuşmak) “Küçük kız, küçük erkek kardeşini gömleğinin kolundan çekiyor, küçük oğlansa poposuna düşen pantolonunu bir eliyle tutmaya çalışıyordu. ‘Ne istiyorlarmış?’ diye sorduu Don Chivas. Küçük kız dersini ezberleyen bir öğrencinin genizden gelen hım hım sesiyle: ‘Tanrı aşkına bize meyve verirseniz…’ ” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:103) “Kaymakam, arkasında çividi dalgalanmış bir keten ceket, bıyıkları boyalı, dişsiz, hımhım bir adamdı. İşin tamamını dinlemek dayanısı göstermeden ‘Çağırın çavuşu!’ diye seslendi.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Boz Eşek”, sa:99) “Biraz daha ilerde, öbür uçta, büyük bir tartışma çıkmıştı. Hımhım bir kadın sesi, avaz avaz bağırıyordu: -Şu perdeyi pekala kapatabilirdiniz, beyefendi. Yoksa kendinizi dünyanın hakimi mi sanıyorsunuz? -Hiç öyle bir şey sandığım yok, anladınız mı? Biz burada sıcaktan ölüyoruz, boğuluyoruz.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:105) Hınca hınç : Ağzına kadar, tümüyle, hiç boş yer kalmaksızın “Az sonra, odanın içinde küçük bir zil çınladı. O zaman kelepçelerimi çıkardılar, kapıyı açtılar ve beni sanıklara ayrılmış bölmeye soktular. Salon hınca hınç doluydu.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:81) “Siyah ve eski elbiseli, zayıf bir katip, elinde kalın bir defter bu işe hazırlanıyordu. Salon dinleyiciler ve seyircilerle hıncahınç dolmuştu.” (J.W. von Goethe, İtalya Seyahati, Cilt:I, sa:104) “Siyah taş ocağın üzerindeki kahvedenlikte kahve suyu kaynıyor, yanı başında yanan içyağından bir kandilin ışığı kömür ateşinin mavi aydınlığıyla birleşerek insanla hınca hınç dolu loş odayı bir tuhaf titreşimlere boğuyor, dinliyecilerin gölgelerini devcileyin boyutlarda duvarlara ve tavana yansıtarak hayaletimsi devinimlerle donatıyordu.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:143-4) Hınç almak : İntikam almak “Fazla gerilen zincirler bükülüyordu, kopacaklardı neredeyse. Kölelerin halkı geriletmek için indirdikleri kırbaç darbelerini kimselerin hissettiği yoktu. Kimileri evlerin çıkıntılarına asılmış; duvarlardaki bütün deliklere birer kafa dayanmıştı. Matho’nun canını acıtamayanlar, hınçlarını ona küfürler yağdırarak alıyorlardı.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:390) Hınkırmak : Sümkürmek, burnunu temizlemek “Ama Fisherle ona rahat verniyordu. Kien’in burnu akmaya başladı..... Fischerle bağırarak atıldı: ‘Durun! Durun! Ben gelene dek bekleyin!’ Mendili Kien’in elinden hızla kaptı -kendi mendili yoktu- dikkatle burna yaklaştı ve damlayı paha biçilmez bir inci tanesiymiş gibi aldı. ‘Bana baksanıza siz,’ dedi, ‘artık yanınızdan ayrılacağım! Burnunuzu hınkıracaktınız, kitaplar oluk oluk dökülecekti!’ ..... ‘Düşünsenize, tutun ki ben burnumu hınkırdım! Siz ne derdiniz? Anında sepetlerdiniz beni! Sizin gibi aklı başında bir adam yapmaz bunu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:290) Hınzır : Katı yürekli, acımasız, ihtiraslı; şaka yapmaktan hoşlanan kimse “ ‘Mösyö Saint-Caliste! Hangi rüzgar attı sizi buraya? Söyleyiniz bana, nasıl yardımcı olabiliriz size? Bir kolonya mı? Bir vetivera esansı mı? ..... Saçlarınıza gerçek abanoz rengini yeniden kazandıracak bir losyon mu? Yoksa...’ ve dudaklarını hınzır bir gülümseme kondurup gözlerini kırpıştırarak sürdürürdü sözlerini...” (I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12) “BİR ZAMANLAR AVRUPA’DA <John Berger’e> ----------------------------------------En son bir film’de gördük seni: ‘Bana bir şey çal’. İskoçya’da bir adada, Mestre’de geçen bir öykü anlatıyordun uçak bekleyen yolculara. Otları biçme zamanı, diyorsun mektubunda, kışın yazar, yazın ırgat! Kitaplarında da biçilen otların, bellenen toprağın kokusu: ‘Hınzır toprak’, ‘Bir Zamanlar Europa’da’, şimdi de ‘Leylak ve Bayrak’.” (Cevat Çapan<d.1933>, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04) “BİLİNMEYEN KONUK : -----------------------------Sonuna geldiğinizde merdivenin, Bir basamak daha vardır, fark etmezsiniz onu, Boşlukta kalır ayağınız, sendelersiniz. İşte o anda, bir hınzır merdivenin insafına kalmış Bir eşya gibi hissedersiniz kendinizi.” (T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:34) “Eğer orkestra şefi elindeki nota rulosuyla parmaklıklara vurarak tempo tutmamış olsaydı bu hazzın sonu olmayacaktı, fakat hınzır orkestra şefi, sanki okul çocuklarına ders veriyormuş gibi, öyle utanmazcasına vuruyordu ki, bütün etki mahvoluyordu.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:102) “Günümüzde Hitler’in, Yahudilerin saf ırk olmadıklarına içtenlikle inandığı konusunda tarihin kuşkusu yok artık. Gelgelelim McCarthy’nin sık sık hınzır bir ışıltıyla yanan, kendini ciddiye alanlarla alay edercesine gülen ayyaş suratı gözönünde canlanınca, adamcağızın sarhoşken gördüğü karabasanlardan başka hiçbir şeyi ciddiye alabileceğine inanamıyor kişi.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dünyası”, sa:39) “Duraklıyorum. Çünkü oğlanlardanm birinin, sıra altında bir şeyler yazdığını fark ediyorum. ‘Ne yazıyorsun orada?’ Oğlan yazdığını saklamak istiyor. ‘Ver bakayım.’ Yazdığını elinden çekiyorum. Hınzır oğlan gülümsüyor. Kağıt parçasına bakıyorum. Bütün sözlerim stenografi ile not alınmış.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:23) “Ama aile hayatında çok daha az mutlu, hatta mutsuz oldu. Bir on yıl daha geçince kader ona bir felaket hazırladı. Karısı ahmak, hınzır, böyle bir evi idare etmekten aciz ve iğrenç derecede pisti.” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:7) “Hınzır çingene, beni öyle ormanların içine daldırıyor, öyle incecik, belli belirsiz ve kapkaranlık keçi yollarından geçiriyordu ki, adeta kendimi bir rüya görüyor sanıyordum.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:105) “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) “... ekşi bir suratla, ‘doksan yaşında hayatın nasıl olduğunu birinci elden öğrenmek okuyucuların hoşuna gider.’ Sekreterlerden biri lafa karıştı: ‘Belki de hoş bir sırrı vardır,’ dedi, sonra da hınzır bakışlarla baktı bana:’ Yoksa yok mu?’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:46-7) “Birçok kişinin dedikodusunu yaptığı aralarındaki ciddi yaş farkına karşın, Sinan’ı sevdiği belli oluyordu. Çekingen, saygılı, temkinli bir hali vardı. Gene de kişiliğinin bir yanı gölgedeydi. Az konuşan, çok susan, kendini fazla ele vermeyip sıkıştığında hınzır hınzır göz altından gülümseyen ketum erkeklerdendi.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443) “GLUMOV - Hiç şüphen olmasın. Sevgili anneciğim, oğlunu iyi tanırsın. Açıkgöz, kurnaz, hınzır herifin biriyim. Kendimden daha iyi durumda olanları çekemem. Sana çekmişim, besbelli. Babam sağken, biz para içinde yüzerken ne yaptım ben? Can sıkıntısından, öfkeden kahrolarak şurda burda sürtmekten, şuna buna taşlamalar yazmaktan başka ne halt ettim? Ama geçim derdine düşünce anladım ki, bu şehri yönelten aptallarla alay etmek karın doyurmaz.” (A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2) “İşte orada duruyordu baklalar. Koyu renklerinin üzerini bir tül gibi örtmüş olan incecik bir toz, o ani hava akımıyla yerinden kalkarak elleriyle koluna konmuş, önceden söylendiği gibi kabarcıkların çıkması ve kaşıntının başlaması birkaç saniyeden fazla sürmemişti. Ancak, sanki ellerinin bu hali o inatçı çocukcağız için yeterli bir kanıt değilmiş gibi, bir de ellerini o hınzır baklaların içine daldırıp onları çakıl taşları gibi tıkırdatmış ve bu kez gerçekten de bir toz bulutunun kalkmasına neden olmuştu.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:72) “Ve ancak o zaman ötekilerin sıkıldığını fark ederek, konuyu değiştirdi. ‘Sizi yorgun görüyorum, Sayın Savcı.’ ‘Eh, öyle,’ diye iç geçirdi Scalambri. ‘Sizi ise dinlenmiş, Komiser Bey,’ dedi hınzır bir ifadeyle.” (L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:127-8) “Ama birden bırakır gökten inmiş yüzüne Saldırsın diye hınzır bulutların yığını. Sonra saklar yüzünü üzgün dünyadan yine.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:33, sa:107) “GRUMIO, Theuropides’in kapısına vurur. - Aç be hınzır! Mutfakta çanak çömlek arasında kuruluyorsun ya, dışarı çık da bir göstereyim ben sana. Efendilerinin ocağına incir diken kerata seni!” (Terentius, “Hortlak”, sa:5) Hır : Bk.: Hır-gür çıkarmak Hırbo : Serseri, medeniyet görmemiş kaba saba adam (Argo) “Kamil Bey, gönülsüz gönülsüz gülümsedi. Osman Ağa elini salladı: -Uzattın gavuroğlu! Zati efkarlıyım. Zarzar, dünden beri milleti toptan söğüşlemiş... Mangizleri borçlulara dağıtmadan, bir de bize soyunacakmış... Şunu al gel de hırboyu yırtıvereyim.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:121) Hır - hırgür çıkarmak : Kavga, gürültü; Bir yerin düzenini bozarak, kavga gürültü çıkarmak; kavga etmek “ ‘Kaygılanmayın efendim,’ diye karşıladı beriki, ‘sektirmeden tutacağım bu sözünüzü, kaldı ki doğuştan sakin, hır güre düşman biriyimdir. Ama kendi hayatım söz konusu oldu mu, yasa filan takmam, bütün kutsal ve insani yasalar, saldırıya uğradığımızda, kendimizi savunmamızı meşru bulur.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51) “Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim. ‘O bir köleydi. Şimdi Afrika’ya dönüyor,’ diye tekrarladım. ‘Ha,’ dedi, ‘ama biz onlara çingene deriz, ordan oraya pislik içinde gezen, kadın erkek içiçe yaşayan, hır çıkarmak için fırsat arıyanlar yani.’ ” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:86) “LOMOF (kalbini tutar) - Öküz Çayırı benimdir! Anlıyor musun? Benimdir! NATALYA STEPANOVNA - Rica ederim, bağırmayın! Kendi evinizde istediğiniz kadar bağırıp hır gür çıkarabilirsiniz, fakat burada sınırlarınızı geçmemenizi rica ederim!” (A. Çehov, “Teklif”, sa:20) “BRANDER - Katmerli domuz! FROSCH - Siz istediniz, ben de öyle oldum! SIEBEL - Hır çıkaranlar kapı dışarı!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:98) “Memed: ‘Hoş geldin,’ dedi, içeri çekildi, girince kapıyı örttü. ‘Şu senin arkadaşın Ümmet yok mu Ali Ağa, çok yiğit bir adam. Çok iyi bir adam. Başkası olsa, çoktan bizleri ele verirdi. Candarmalarla çoktan aramızda bir hır çıkardı. İyi ki geldin.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:257) “Kaçar gibi konuşuyordum. Kovalanır da kaçar gibi. Kaçıyordum, kendimden de kaçıyordum. Hır gür çıkmasını istemiyordum. Müşfik bunu kolayca anladı, bana yardım bile etti.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:132) “Hırslanıp duran benimki de: ‘Yol yordam bilen insanlar başkalarının yerine çökmeden önce bir sorup soruşturur’, yanıtını verdi. Hırgür istemediğim için kendisine: ‘Sus Melie,’ dedim; aldırış etme. Hele görürüz.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:31) “ELLIE -... Ama iyi geçinmeyi aklımıza koyarsak, pekala yuvarlanır gideriz. Sizin iyi yürekliliğiniz işimi kolaylaştıracaktır şüphesiz. MANGAN, öne doğru eğilir. Sesinde bir tatsızlık, bir hır çıkarma eğilimi sezilmeye başlar. - Ben mi iyi yürekliyim? Babanız benim yüzümden sefil oldu değil mi? Mahvettim adamı.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:59-60) “Bu kavgaların sonunda karı-kocanın hır gürsüz geçirdikleri zaman adacıkları seyreldikçe seyreldi. Bu sefer Praskovya Fiyodorovna kocasının çekilmez bir insan olduğunu söylemekte hiç de haksız değildi.” (L. Tolstoy; “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:54) “Kapı zili çaldı. Yemeği yavaş yedikleri için çağrının konukları gelmeye başlamıştı. Ev sahibesi tatlıyı acele sundu, çünkü yirmi frank yitirmiş olan dayı, yeğeni Leon’un kendisini kutlamaya gelmediğini söyleyerek hır çıkarmaya çalışıyordu.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:56) Hırçınlığı üstünde olmak : Hırçın, kavgacı bir davranış sergilemek “MARTA - O halde açayım mı? ELIZABETH - Hayır, dün gece yatağıma kimseyi almadım ama üç gün önce aldığım orada olabilir. MARTA - Yok canım! Tamam... Hırçınlığın üstünde bu sabah.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:9) Hırdavat : Gereksiz, ufak tefek değersiz eşya; genellikle metal yapılı, örneğin çivi, tel, kilit, reze vb. “BUTLER -… Baktım, sandığın bir sürü madenden yapılmış hırdavatla dolu olduğunu gördüm. Bilezikler… Kuşaklar, gerdanlıklar. Sanırım, Malayalı’lar takınır bunları. Yalnızca pirinç, bakır… bir işe yaramaz düzmece elmaslar… Hiçbiri metelik etmez. “ (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:8-9) Hırdavat eşya : Hurdaya çıkmış, eskimiş ev eşyas; kıvır zıvır önemsiz ev eşyası “Aşağı sofa ile taşlık arasındaki camekan kaldırılmış, delik deşik duvarlar sarı yaldızlı bir kağıt ile kaplamıştı. Davet akşamları taşlıktaki su küpü, sofradaki yemek masası ve daha başka hırdavat eşya mutfağa taşınıyor, yukarıdan kilimler, iskemleler, süslü yastıklar indirilerek bir kabul salonu dekoru kuruluyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:67) Hırızma : (ARAÇ, GER.) Azgın, kolayca kontrollarını kaybedip saldırgan olabilecek hayvanların dudak ya da burunlarına geçirilen madeni halka “LADY U.K. :... Sizden bir ricam var. SIR S.Ö. : (şakıyarak) Güzel Chloe ne ister de Damon yapmaz?... Gelgör, kafiyelerin işi bitik. Sabah mahmurluğunu atamamışlar daha. Gelin nesir konuşalım. Asphodilla’nın zavallı uşağı Ödlekzade’den ne gibi bir ricası olabilir? Emredin Madam. Yükseltin sesinizi. Yoksa hırızmalı bir maymun bozuntusu ya da küstah bir it mi iftiralar uydursun hakkımızda, gün gelip bu diyardan göçtüğümüzde, kendimizi müdafaa edemediğimiz anda?” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:112-3) H(ı)risostomos : (YUN. MYTH.) : ‘Altın Ağız’ lakabıyla tanınan, <d. M.S. 357 – ö. M.S. 407> İstanbul patriği ve Doğu Kilisesinin en önemli vaizlerinden biri “ ‘Sık sık bir bahçe görüyordu düşünde, büyülü bir bahçeydi, masalsı ağaçları, devcileyin çiçekleri, mavimsi, karanlık ve derin mağaraları kendisinde barındırıyordu........ Bir defasında da kendini gördü düşünde ya da kendi adını taşıyan ermişi, Goldmund’u, Hrisostomos’u gördü, altından bir ağzı vardı ve ağzından dökülen sözcükler küme küme minik kuşlara dönüşüyor, kanatlarını çırparak uçup gidiyorlardı.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:74-5) Hıristiyanlık; Hıristiyan : (HIRİS. MYTH.) : Hz. İsa tarafından kurulmuş, İlahi <vahiy yoluyla, peygamber tarafından, Allah’ı varsayarak irşat edilen din> dinlerden biri; Hıristiyan dinine mensup kimse “Yaşı on altı on yedidir. Okumuş yazmışlığı pek yoktur. Duvar boyacısıdır. Hıristiyandır. Kapkara kömür gibi gözleri vardır. Güldüğü zaman insandan üstündür. Bakmaya doyamam. Bazan altmışlıktır. Görmüş geçirmiştir.” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:74) “Daha önce de ifade ettiğim gibi, Batı’nın Doğu’ya göre kendini daha üstün görme duygusunu çok tehlikeli bir yanılgı olarak görüyorum ve Doğu insanına özgü namusluluk anlayışının bir alay konusu yapılmasını da bir intihar olarak algılıyorum. Ben bu iğrenç sapıklık belirtisini, Doğu insanının iffetli, Batı insanının iffetsiz olduğu gerçeğinde görmüyorum yalnızca, aksine Batı dünyasının kendini hala Hıristiyan olarak göstermeye çalışmasında görüyorum.” (H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:89-90) ÖZEL NOT : Lügatımızın başka bölümlerinde de belirttiğim üzere, Amerika yıllarında, Müslümanlığın ötesinde diğer önemli dinlere de gereken ilgi ve saygıyı göstermiştim. Özellikle 4 yıl, koyu Katolik Kız Koleji olan Salve Regina’da Profesör olduktan sonra, Hıristiyanlık hakkında da epey bilgi sahibi olmuş hissetmiştim. Aşağıdaki satırlar, Türkiye’ye döndükten sonra, 2006’da, İngiltere-Cambridge’de bastırdığım bir ütopik roman olan A.C. 2084’de, Hıristiyanlık hakkında yeterli bilgim bulunduğuna inanarak, Boston civarında vaktiyle yaptığım kutlamalardan birini anımsayarak, benzer bir girişimde bulunmuştum. İçerde ne oluyor sorusuna kısmen yanıt bulabilmek için faydalıdır sanırım. Dr.İ.E. “The French Catholic Church, is a relatively small but very charming gracious building, is situated at the corners of Mega Station and Venus Avenues. Its President, Pere Pierre Durand, is originally from Negal of Rika, a retired medical and a sage religious man. As he was getting older, like all of us, his ey’sight had begun to diminish that had upset him terribly due to the fact that he was an avid reader. But, he, solemnly had said then, “As Old Greeks say, when humans’ ey’sights weaken, the wisdom eyes shine!” So, he chose the pius occupation. His great personality, in spite of the fact of his being black, had spread and conquered everybody’s hearts. His lovely and devoted wife Lola, had always been his “eye and ear”, directing him everywhere near-by. So, as we arrived this graceful church, Pere Pierre and Lola were just getting out of their quarters. We met at half-way and hugged each other with love and compassion. Then Juda and I, took our ‘pre-assigned seats’ for Government Cabinet Members, of course at the first row, as usual. Needless to say, before taking our seats, we did not neglect to burn candles and to kneel down before the altar. The beautiful odors of the scents had already filled the entire air. And, right on the dot at the eleven o’clock, as org began to vibrate its celestial melodies, Pere Pierre and his assistants, also alterboys on the line, entered the ceremonial area. The church was completely full of prayers, very few of them with the ear-phones (trans-cares) in their ears, all rised. The small reading books in our palms, with the priest we began to read: “PETIT JESUS, NOUS OFFRONS AVEC VOUS LA PATENE A DIEU, NOTRE PERE DU CIEL, PAR LES MAINS DE NOTRE BONNE MERE LA SAINT EGLISE, C’EST A DIRE EN UNION AVEC LE PAPE, AVEC NOTRE EVEQUE ET AVEC NOS PRETRES.” (Jesus Child, we are offering the sacred bowl to God with you, our Father in Heaven, by the hands of our church’s servant angel, namely with the unity of the Pope with our Bishop and Priests.) Then, we sat down solemnly and, Pere Pierre, read the Morning Payer, while we listened to carefully and whole-heartily. “Au nom du Pere, et du Fils, et du Saint-Spirit. (In the name of Father, and of son and of HolySpirit.) “Mon Dieu, je crois fermement que vous etes partout et particulierement en ce lieu. Je vous adore comme mon Créateur et mon souverain Maitre, et je me soumets entirement a Vous. (I believe firmly that You are everywhere and paricularly in this place. I adore You as my Creator and frequenter Master, and I submit myself entirely to You.) “Je vour remercie, o mon Dieu, de m’avoir crété, de m’avoir racheté et fait chrétien, comme aussi de toutes les autres graces que j’ai reçues de vous, et particulierement de m’avoir conservé durant cette nuit. (O my God, I am grateful to you for you created me, you redeemed me and made me Christian; and all the other graces that I receive from You and particularly of conserving me during to night.” And so on. After the communion was performed for the ones who desired, with the accompaniment of org, the prayers sang a hymn: “Marchons, chrétiens : Christians, let us walk!” “Marchons, chrétiens au combat, a glorie, Marchons, chrétiens, sur les pas de Jésus. Nous remporterons la victoire, Et la couronne des élus.” (Christians, let us walk to the glory, Christians, let us walk on the feet of Jesus. We are winning the victory, And, the crown of the eleets.) The ceremonies anded with Schubert’s “Gloria” “Gloire, gloire au Seigneur, a Lui gloire, Diront sans fin les esprits bien heureux Gloire, gloire au Seigneur, a Lui gloire, Paix au coeur droit ne cherchant que les Cieux” (Glory, glory to God, glory to Him, Let us say endlessly happy spirits Glory, glory to God, glory to Him, Peace to the right soul that searches nothing but skies!) How serene all of these were. Undescribable and unforgettable.” (İ. Ersevim, “AC 2084 –The New Atlantis Republic”, Melrose Press, Cambridge, ENG.,sa:69-236-8) “Hıristiyanlık , peygamber Hz. İsa tarafından insanlığa ulaştırılan ilahi kaynaklı bir dindir. ‘Hıristiyan’ kelimesi, Yunanca ‘khristianoin’ kelimesinin karşılığıdır. Kökü, İbrani dilindeki ‘Mesih’ anlamına gelen ‘khristos’ kelimesine dayanır. Hz. İsa, Filistin’de, Yahudi bir toplum içinde dünyaya gelmiştir. Hz. İsa, Hz. Musa ve diğer İsrail peygamberlerinin getirdiği dinleri yıkmak için değil, onları da daha gelişirmek için Yüce Allah tarafından gönderildiğini söylemiştir. Hıristiyanlığın geldiği zamanda Filistin bölgesi putperest Roma İmparatorluğunun egemenliği altında idi. Filistin’in tek tanrıya inanan Yahudi toplumu, putperest Roma’nın baskısından kurtulmak için bir kurtarıcı bekliyordu.......... Hz.İsa, kendisinin bir kurtarıcı, bir Mesih olduğunu söyledi ise de, Yahudiler bunu kabul etmediler. Hz. İsa’nın olaylı bir şekilde ortadan kaybolmasından sonra ona ilgi arttı, getirdiği din yayılmaya başiladı. Bu arada gerek Yahudilere ve gerekse Hıristiyanlara putperest Roma’nın baskıları da artarak devam etti. Özellikle Petrus, önceden bir Hıristiyanlık karşıtı olduğu halde M.S. 32 yılında Hz. İsa’yı Şam yolunda manevi olarak gördüğünü iddia ederek Hıristiyan olan Pavlus’un çabaları ile Hıristiyanlık, Yahudi olmayan toplumlar ve özellikle Romalılar arasında hızla yayıldı. ‘Bugünkü Hıristiyanlığın kurucusu aziz Pavlus’tur. Başta Petrus ve Pavlus olmak üzere, ilk Hıristiyanlar dünyanın çeşitli ülkelerine gittiler, Hıristiyanlığı yaydılar. Roma İmparatorluğunun içinde bulunduğu toplumsal şartlar, Hıristiyanlığın bu imparatorluk halkı içinde yayılmasını kolaylaştırdı. Petrus ve Pavlus, Roma’da öldürüldüler. Bu sebeple Roma, Hıristiyanlar arasında “kutsal şehir” unvanını kazandı. ‘Hıristiyanlık, uzun yıllar putperest Romalıların baskısı altında kaldı. Hz.İsa’nın doğumundan 313 yıl sonra Roma İmparatoru olan Konstantin, Hıristiyanlara karşı hoşgörülü davranmaya başladı. Miladi 380 tarihinde, İmparator Teodosyüs, Hıristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini haline getirdi. Hıristiyanlığın Roma’daki en yüksek temsilcisi ‘papa’ unvanını aldı. Papa, Roma İmparatorluğu M.Ö. 476 yılında çökünce,dini liderlik yanında siyasi liderliği de ele geçirdi <Not: M.S. 395’te, ‘Doğu Roma İmparatorluğu = Bizans, zaten ayrı bir devlet olarak ayrılmıştı.> ‘İ n c i l, Hıristiyanlığın kutsal kitabıdır. İncillere: ‘Ahdi Cedit’ <Yeni Ahid, yeni anlaşma-sözleşme> denir. Hıristiyanlığın inançk, ibadet ve ahlak esasları İncillerde toplanmıştır. Hz. İsa’dan sonra çok çeşitli İnciller yazılmıştır. Miladi 325 yılında İznik’te toplanan konsülde yüzlerce İncil arasından yalnızca dört tanesi ‘doğru’ olarak kabul edilmiştir: Matta, Markos, Luka, Yuhanna. ‘Hz. İsa,, Arami dilinde konuşuyordu. İnciller, Hz. İsa’nın zamanından çok sonra yazıldığı için Yunanca yazılmıştır. İlk İncil metinleri, ikinci yüzyılın ilk yarısında, Hz. İsa’nın ölümünden yüzyıl kadar sonra tamamlanabilmiştir. Elde bulunan en esli İncil yazmalarının III. yüzyıldan kalma olduğu sanılmaktadır. ‘Hıristiyanlığın i m a n esasını, ‘Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan üçlü Allah inancı oluşturur. Buna T e s l i s denir. Hıristiyanlara göre Hz. İsa, Tanrı ile bir olduğunu ve onun tek oğlu olduğunu söylemiştir. O, hem Tanrı ve hem de insandır. İsrailoğulları tarafından çarmıha gerilmiş, daha sonra havarilerine görünmüştür. Havarilerinden dünyadaki tüm insanların kendisi adına uyarılmalarını, eğitilmeleri istemiş ve ortadan kaybolmuştur. Bu ve benzeri inançlar, Hıristiyan mezhep ve tarikatları arasında yüzyıllar süren tartışmalara konu olmuş, yeni yeni tarikat ve mezheplerin türemesine neden olmuştur. ‘Hıristiyan kiliseleri, Hz. İsa’daki iki tabiatın varlığını kabul etmekle beraber, DOĞU ve BATI kiliseleri arasında çok çeşitli görüş ayrılıkları vardır.; DOĞU KİLİSESİ, ‘Teslis’in üçüncü ayağını oluşturan ‘Kutsal Ruh’un, ‘Baba’(Tanrı)dan çıktığını kabul eder. BATI KİLİSESİ ise; hem Tanrı’dan ve hem de Oğul’dan yani İSA’dan çıktığını savunur. Çünkü Ruhu’l Kudüs, baba ile oğul arasındaki ebedi sevginin sonucudur. DOĞU KİLİSESİ’ne göre, ‘Baba, Oğul ve Kutsal Ruh arasındaki ilişkide; babanın işi: yaratılış, oğlunun işi: kurtuluş, kutsal ruh’un işi: kutsama’dır. K u t s a l R u h, Baba ile aynı cevherden olup, ayrı bir mahiyet olarak kabul edilmektedir. Baba’nın bütün gücünü ve iradesini kendinde taşır. Sonuç olarak denebilir ki; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh, tek cenherde toplanmış üç ayrı kişiliktir, üçü de sonsuza kadar var olacaktır. .............. ‘Hıristiyanlıkta, k i l i s e, çok önemli bir kurumdur. Kilise, Yunanca’dan gelp, ‘Meclis, cemaat’ anlamındadır. Sonradan “ibadet yeri” olarak kullanılmıştır. Kiliseler, IV. y.y.’dan itibaren ortaya çıkmışl ve yaygınlaşmıştır. Dünyada ortalama iki milyar Hıristiyan’nın var olduğu sanılmaktadır. Hıristiyanlığa giriş, ‘vaftiz’ ve ‘inancı açıklama merasimi’ ile olur. Vaftiz merasimleri, çeşitli Hıristiyan mezheplerine göre değişiklikler gösterir. Vaftiz, Hıristiyan olmanın ilk şartıdır ve genelleikle küçük yaşlarda yapılır. Hıristiyanlıkta, işlenen günahın papaza itiraf edilmesi <Günah Çıkarma> de çok önemlidir. Papaza itiraf edilen günah, Allah adına papaz tarafından bağışlanır. Bu, bir anlamda, vaftizin yenilenmesidir. ‘Hıristiyanlıkta i b a d e t, kiliselerde ve cemaatle, papaz önderliğinde yapılır. İbadetin ve kilisenin sembolü : H a ç’tır. İbadete çağrı, çan çalınarak yapılır. İbadetler. Günlük, haftalık ve yıllıktır. Günlük ibadet, sabah-akşam yapılır. İbadette Kutsal Kitap’ytan parçalar okunur. Haftalık ibadet, Pazar günleri yapılır Yıllık ibadet noel, paskalya, haç yortusu, Meryem ana günleri gibi önemli dini günlerde yapılır. Hıristiyanlıkta e v l i l i k n i k a h ı , Hz. İsa ile kilise arasında çözülmez bir ruhsal bağın simgesidir. <Not.: Katolik’ler, kilise nezdinde boşanamazlar, Roma’dan izin almak gerekir. Boşanma olmadığından, bir ara durum: Separation-Ayrılma, kanunen de caizdir, bu kişiler sankli evli değilmiş gibi davranabilirler. Protestan’lar ise mahkeme kararıyla ayrılabilirler. İ.E.> Nikah merasimi, genellikle kadının bağlı olduğu kilisede yapılır. Teslis=Üçleme, Hıristiyanlıkta en çok ayrılık getiren bir prensiptir. Bu nedenle çeşitli mezhepler ve tarikatlar ortaya çıkmıştır. Roma merkezli ‘Katoliklik’ ile, İstanbul merkezli ‘Ortodoks’ mezhebi ana mezheplerdir. ‘Protestanlık’ bir kısım Avrupa ükeleri ile Kuzey Amerika ülkelerinde yaygınlaşmıştır. ‘Anglikan’ mezhebi, İngiltere’nin milli mezhebi gibidir. Süryani kilisesi, Ermeni kilisesi, Babtist’ler <Zencilerin yarısı baptist, diğer yarısı Müslüman’dır.> Kalvenist’ler, <Born-Again=yeniden doğmuş Christians –boşanmış katolikler için; Seven Day Adventist’ler, Unitarian’lar <ki İngiltere’den Kuzey Amerika’ya sarkmıştır. Tüm bunlar, bugünün dünyasında, birbirleriyle gerçekten kavga etmeksizin, sulh içinde ibadetlerini, törenlerini yapmaktadırlar. İ.E.> (Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:77-81) “Bir zamanlar daha çocukken, ona İbranice öğrenip, Ahd-i Atik’i aslından okumak istediğimi söylemiştim. O zaman Meğalo Kastro’da Yahudi Mahallesi vardı; hahamı çağırdı, haftada üç gün gitmem ve bana İbranice öğretmesi için anlaştık. Ama, bunu öğrenince ayranı kabaran dostlar babama koştular: ‘Nedir bu?’ diye bağırdılar; ‘oğluna acımıyor musun? Yoksa Çarmıhçıların Büyük Cuma günü Hıristiyan çocuklarını, iğneli tekneler içine koyup kanlarını içtiklerini bilmiyor musun?’ ” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:303) Hıristo teyeli : Eskiden, Osmanlının son zamanlarında, özellikle azınlıklarda: Yunan göçmenleri, Roman’lar vb., erkek giysilerinde, mintan <iç gömlek> ya da yelek, kollu kazak veya ceket’lerde, avcı yamalarına benzer eklere itina ile işlenmiş çarpı, X ya da V şekillerinde renkli ipliklerle yapılan tutturucu dizayn. Bugünlerde piyasadan kaybolmuşa benzer “Kömürden daha kara olan sivri uçlu, uzun bıyıkları, şakaklarından sarkan kahve telvesi rengindeki saçlarına pek uymuyor, boyama bıyığa benziyordu. Yaşı, kırkla kırk beş arası görünüyordu. Sırtında kolları, yakaları kırmızı iplikle Hıristo teyelli, düz siyah bir mintan, belinde vişne çürüğü bir kuşak, dizlerinde, arkası avcı yamalı, paçaları dar bir avcı pantalonu, çıplak ayaklarında da ipince, tığ gibi tulumbacı yemenileri vardı.” (R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:96) Hırkadak kesilmek : Birdenbire, anide durmak, kesilmek “Birden nolduysa oldu, Dadal Efendi’nin sesi hırkadak kesildi. Biraz beklediler, ilk sözünden aptesinn bozulduğu anlaşılınca, Murat şaştı, Selim Nuri, ‘Ben demedim mi?’ anlamına gülümsedi.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:296) Hırlaşmak; Hırlı : Bozuşmak, kavga gürültü çıkarmak, atışmak; Patırdıcı, gürültücü, kavgacı (Argo) “Direktör gülümsüyor. ‘Ötekilerin daha hırlı şeyler olduklarını mı sanıyorsunuz?’ Sonra benimle birlikte sınıfa kadar geliyor, kıyametleri koparıyor. Cıyak cıyak bağırıyor, küfürler savuruyor. Muhakkak ki, eşsiz bir artist. Bu yaptıkları alçaklıktı, rezaletti, diye diye, bangır bangır bağırıyor.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:23) “-İki papel borçlanıyorum. Kocakarı bayramda gelir. Herifçioğlu, sövüşledik belledi. Asılıyor. Bugün de yan sallarsam, hırlaşacağız. -Bayılalım, kıymeti yok ama, sonunda mızıklanırsan, bak bozuşuruz.” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34) Hırlı matah (kimse) : Beğenilen, takdir edilen, güvenilen, elinden her iş gelen (kimse) “-Pişman mısınız? -Yo, pişmanlık değil bu, yazmayın bunu. Ben de hırlı matah değilim baylar, imrenilecek bir mal değilim. Bunun için onu aşağılamaya hakkım yok doğrusu. Bunu yazın bari!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:169) Hırpadak; Hırp diye : Aniden, birdenbire, hiç düşünmeden “Yine de, bu kez Musa’nın işlerine yüce Tanrının vereceği vakit saat yoktur, derim. Bu, benle Musa’nın arasında bir iş. Yola girecek, ölümüne kalımına. Bakma sen beni bura insanın ele geçmelerine. Cumadan cumaya iman tahtaları kararmadan inanıp namaza varan bu adamlar neyin nesine kötülük etmiş olsunlar ki böylesine ucuzuna hırp diye elden çıkıveriyorlar.” (Füruzan, “gecenin öbür yüzü”, sa:11) “Karşısındaki bunu yüzünden anlayacakmış gibi, Ebuzer Ağa hemen sözü değiştiriyordu: -Gavurun dediği çıktı bey... İki ay sonra harb patladı.. Bereket biz girmedik hırpadak...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:133) Hırpani, Hırpani kılıklı, Hırpanileşmek : Üstü başı fakir, yırtık pırtık giysili; Giyim kuşamına bakmamak “Anarşi hüküm sürdüğü zaman, diyordu Şair, herkes kral olabilir. Bu arada para bulmak gerekiyordu. Bir sürü badireden (olumsuz olaylardan) sağ salim kurtulmuş olan bizim beş kafadar hırpani, pis ve çaresizdi. Cenevizliler onları canıyürekten kabul etmişti, ama dedikleri gibi misafir balık gibiydi, üç gün sonra kokardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:488) “Dükkanın önünde, güneşte bir sigara içerken, kir pas içinde, salya sümük, hırpani kılıklı biri erkek biri kız, beş ila yedi yaşlarında iki küçük çocuk yanıma yanaşıyor. İsimleri Adem ile Havva imiş. Paraşütçüler mahallesindeki diğer çocuklar gibi Kızılderili suratlı değiller, sarı saçlı, yeşil gözlü ve açık renkliler.” (J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:103) “Onun arkasındaki masaya iki Moldovalı yerleşmişti. Bu kara saçlı, yanık benizli hırpani kılıklı adamlar da yayvan bir sarhoş türküsü tutturmuşlardı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:72) “Kırk yılın başı, güzel alnını kuşattı mı, Kapladı mı yüzünü derin çukurlar artık, Gençliğinin kibirli, süslü giyim kuşamı Beş para etmez olur, hırpani yırtık pırtık:” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:2, sa:45) “Çoktan beri üstüne başına bakmaz olmuş, tıraşların arasını gitgide seyrekleştirerek derbederliğe vurmuştu. Şapkası yağlı, kunduraları boyasız, hatta delik deşikti. Giderek giyimi o kadar hırpanileşmişti ki, bu yaz eski yağmurluğu sırtından çıkaramamıştı.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:113) “<Robespierre> alabildğine temizdi; giyinişine de hep dikkat edecektir. Terörün doruğuna çıktığı sıralarda bile, burjuva adetlerini sürdürecek, saçlarını pudralayacak, gömleklerine kol ağzı ile göğüs dantelini takacaktır. Bütün ölçüsüzlükler gibi, hırpanilik ve çapaçulluktan da hoşlanmıyordu.” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:23) “ ‘Bundan böyle meteliksiz küçük bir yazardım; çevresindekiler üzerinde biraz kuşku uyandıran hırpani kılıklı bir yabancıydım; süt, pirinç ve makarnayla karnımı doyuruyor, eski giysilerimi kolları ve bacakları saçak saçak olana kadar sırtımdan çıkarmıyor, güzün ormandan getirdiğim kestaneleri kendime akşam yemeği yapıyordum.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:122) Hırpo : Sokak serserisi, it (Argo) “ ‘... Toprağı da deniz gibi zehirlemişler. Onu da kör etmişler. Yaaaa, hırpo, ilim fen ne diyor ilim fen?’ ‘Ne diyor kaptan?’ ‘Ölünün körünü diyor hırpo...’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:167-8) Hırsını alamamak : Hiddetini, kızgınlığını kontrol edemeyerek olumsuz hareketlerde bulunmak “Maria yüzünü buruşturdu, sanki zehir vermişler gibi dondurmayı tükürdü ve ‘iğrenç’ dedi. Sonra yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve hırsını alamayarak dondurma külahını Sachs’a fırlattı. Külah Sachs’ın karnına çarptı, gömleğini berbat etti. Sachs gömleğinin haline bakarken, Lillian yerinden fırladığı gibi Maria’nın suratına tokadı patlattı. ‘Seni gidi piç kurusu!’ diye bağıırdı. ‘Seni gidi huysuz, nankör piç kurusu! Öldürürüm seni, anlıyor musun! Şuracıkta, bu kadar insanın gözü önünde öldürürüm seni,’ ve Maria’nın ellerini kaldırıp yüzünü korumasına fırsat bırakmadan bir tokat daha attı.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:201) Hırsız adımları : Sessiz, parmaklarının ucuna basa basa, acele yürüme “Çocukken hırsız adımlarıyla damdan dama atlayarak vardıkları, kubbesindeki cam gözlerden gizlice içeriyi gözetledikleri çarşı hamamının yanından geçerken, burnuna külhanda yakılan dört köşe dut kütüklerinin zamandann koşup gelen kokusu çarpıyor sanki. Genzi yanıyor.” (M. Mungan, “Çador”, sa:20) Hırsız gözleri : Fıldır fıldır dönen, etrafa şüpheyle bakan gözler “Ve kızın gözlerini düşünmekten kendimi alamıyorum. ‘Fakat, bay öğretmen, kızın hiç de öyle güzel gözleri yoktu. Onun, küçük ve fıldır fıldır dönen kötü bakışları vardı. Durmadan hep etrafa bakan hırsız gözleri.’ ‘Hırsız gözleri mi?’ ‘Evet.’ ” (Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:164) Hırsız, uğursuz takımı : Başıboş gezen ve çapulculukla geçinen avene “ ‘Sevgili dostum!’ diye bağırdı Don Quijote, ‘macera denen şeyin tadını işte burada (Puerto Lapice kenti) çıkaracağız. Fakat beni büyük bir tehlike içinde görsen bile, yardım etmek için kılıcına el atmaya kalkma sakın; hırsız uğursuz takımının saldırısına uğradığımda, başka elbette, o zaman yardımıma koşabilirsin; sen kendin de şövalye olana kadar, meslektaşlarıma saldırman yasalara uymaz.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:51) Hırsız saksağan : Bildiğimiz gibi, diline küçük bir ameliyat yaparak kısmen konuşturulabilen, kargagillerden gelen bu karnı beyaz, kanatları ve kuyruğu külrengi, gerisi arap siyahı, ama onlardan biraz daha zeki görünen bu kuş, diğer kuşların yumurta ve yiyeceklerini aşırmasıyla da meşhurdur. >Acaba Fransızlar bu kuş için ‘pica-pica’ demekle onun oburluk hastalığını (?) mı söylemek istiyorlar, bilmem. Çocukken İstanbulda bu sözcüğü duyardım, ama artık millet, kendileri o kadar çok konuşmak gereksiniminde ki, kargaların bile dilini kesip onları konuşturmaya yeltenmiyor zaar. Türk kültüründe, saksağan için bir ataözü olduğunu da biliyoruz: Aniden, düşünmeden akla gelen saçma sapan bir söz edildiğinde, karşı taraf, ‘bu ne saçmalık?’ gibi şöyle derdi : Dam üstünde saksağan, Vur beline kazmayı!” (Dr.İ.E.) “ ‘Saf olma Michele,’ diye söze karıştı William, ‘sizin, bizim isteğimiz onun (Papa Ioannes) isteğini uğursuz gösteriyor; yüzyıllardır papalık tahtına ondan daha açgözlü bir adamın çıkmadığını unutamalısın; dostumuz Ubertino’nun bir zamanlar şimşekler yağdırdığı Babil orospuları, Alighieri’li ozan Dante gibi, senin ülkenin ozanlarının da sözünü ettikleri yozlaşmış papalar onun yanında uysal kuzular gibi kalır. Hırsız saksağanın, tefeci Yahudi’nin biridir o; Avignon’da, Floransa’dakinden daha çok ticaret yapılıyor.... bu adam üstelik, amcasının hiç de azımsanmayacak hazinesine el atmıştı.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:336-7) Hırstan kudurmak: Bk.: Öfkeden köpürmek; Öfkeden kudurmak Hırt : Serseri takımı, aşağılık kimse, kaba, aptal, sersem (Argo) “-Ulan hırt, dedi beriki, laf edeceğine gel de yardım et. -Hadi oradan ulan, adam ol da yol ortasında kalma.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:40) Hırtıpırtı : Pılı pırtı, önemsiz ufak tefek değersiz şeyler “HABEBARD, Silahı alarak. - Bununla iş çabucak olup biter, insan karşısısındakini öldürür ve geçip gider. Sen bu kadar çok şeyler topladığın halde, gene heybeye adamakıllı bir şey koyamadın. Bu hırtıpırtıyı olduğu yere bırak da, şu çekmecelerden birini alıp götür. Bu, ordu için ayrılan ücrettir, içi hep altın dolu.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:282) “Praskovi, annesiyle babasının peşinden eve gelinceye dek hiçbir şey sormadı; ama yüreği umutla doluydu. İsteklerinden birini olsun kabul etsin diye Tanrısına şükürler ediyordu. Babası pasaportu bir beze sarıp sarmalayıp hırtı pırtısının arasına sakladı.” (X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:21) Hısım; Hısım akraba; Hısımlık : Uzaktan akraba, akraba derecesinde yakın arkadaşlık, tanışıklık “Kaçamak bir göz atıyor kadına ve o anda aklına geliyor: Bu kadını sevebilirdim. Bedenlerin birbirine sokulmasının ötesinde bir şey hissediyor ona karşı, olsa olsa hısımlık diye adlandırabileceği bir şey.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:74) “Gece vakti açık havada yollarda..... hayatın başlangıçlarına yaklaşmışızdır, kendimizi bitkilerle hayvanlarla hısım akraba hissederiz. Evlerin de, şehirlerin de henüz kurulmadığı, yersiz yurtsuz insanın ormanı, akarsuları, dağları, kurtları, atmacaları, kendi benzerleri, eşit haklara sahip dostları ya da can düşmanları gibi sevdiği, nefret ettiği, zamanlar öncesi bir hayata ilişik belli belirsiz anılar sezinleriz.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:56) “ ‘Evet, o kadınla yaşıyacağım. Bir hedef belirlemedim henüz. Kadın yabancısı buranın, yersiz yurtsuz biri, belki de bir çingene.’ ‘Öyle olsun. Ama söyler misin, yanında bu kadınla izleyeceğin bu yolun pek kısa olacağını biliyor musun? Ona pek fazla bel bağlamak doğru değil sanırım. Belki hısım, akrabaları vardır, belki bir kocası; gittiğiniz yerde seni nasıl karşılayacaklar, Allah bilir.’ Goldmund, dostu Naziss’e yaslanmıştı.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:96) “Kız kardeşi Marina’nın kızının bu kadar kötü bir subayla evlenecek kadar eksik akıllı olması onu çok üzüyordu. Her şeye rağmen, hısım oldukları için bu adamı hiyerarşinin doruğuna getirmişti. Bu ayrıcalıklar onu heveslendireceğine, uzatılan defne dalları üzerine yatıp uyumuştu. Trujillo’yu, ona gösterdiği güvenden dolayı bin pişman etmişti...... sığır yetiştirmek için beyin gerekmezmiş gibi bir de hayvancılık işine bulaşmıştı. Sonuç ne olmuştu? Boğazına kadar borca girmiş, bütün aileyi rezil etmişti.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:359-60) “YALNIZLIĞA TEKİL ŞARKILAR <Beyrut, ilkbahar 1979> Yorgunlar! Lambaları söndürün Çığılığınızı uçurun. San jon piers -----------------------------------------Sahra kabileleriyle beni uzaklaştırdılar hısımların kestikleriyle adımız bozguna uğradı. Boynuzlarla sunulmadı kılıçların yiyecekleri -Ağlayan Çingeneleri onlar yarattıküçük kadınların tatlılığı yaşlı şair: Bin Sahra düşman Bin Hasan” (Amcet Nasır-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.02.05) “... kurukahvecinin hediye ettiği kuru incir (‘yemekten sonra yersin’ derdi annem, adama kibar bir gülümseme yollarken) ve sokakta rastladığımız hısım teyzenin verdiği şeker...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:31) “Köy, yası içinde Kezban’ı düşünüyordu. O, n’olacaktı? Hısımı, akrabası yoktu. ‘Everelim’ diyorlardı. Yörük Hoca’nın ölümünden bir ay daha geçmemişti. Hacı Durmuş, öksüz kalan kızı eve çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi gerektiğini anlattı. Ama Kezban, soğukkanlılıkla: ‘Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam,’ dedi.” ” (Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:59) “Markiz: ‘Yalnız, dikkat et, sevgilim’ dedi, ‘sen bu önemli haberlere böyle çabucak inanıyorsun ya, bu halin yüzünden hısmımız Ancre Düşesi^nin çevresinde bulunanların birtakım ufak tefek dedikodularıyla karşılaşmayasın sakın.” (Stendhal, “Armance”, sa:30) “Sevgisi zamanla büyüyüp gelişen sarmaşık gibi, bağlandıklarını ayırtedemezdi. Belki de uzaktan akrabası ve kentin tanınmış kimselerden biri olan Richard Enfield’e karşı duyduğu bağlılık da bundan ileri geliyordu. Bu iki hısım, birbirlerini beğenecek ne bulur ya da konuşacak ne ortak konuları bulunabilir, kimse anlayamazdı.” (R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:16) “Tek tük çamı olan çıplak dağdan indik. Binlerce gecekondu. ‘İşte, arsa burada...’ Adımlarını büyüterek yürümeye başladı. Tıpkı bizim hısım-akraba ya da evcilik oyunu oynarken, taşlarla evimizi çevirdiğimiz gibi, arsada bazı taşlar sıralanmıştı.” (D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:17) Hışım; Hışımla, hışımlı : Sinirli ve sert bir şekilde hareket etmek; öyle davranış şekli “ARİADNE BUYURUYOR --------------------------------Gördüm, bir sabah gibi doğdunuz. Labirentlerin ve ruhumun en gizli kıvrımlarında kendinizi, Bir başka kadının tuzağında buldunuz. Sizin hatırınıza, Tanrıların hışmına direndim. Oysa siz bana küçük bir vedayı çok gördünüz.” (Jean Pourtal de Ladeveze<d.1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.03) “Kadın öfkesini dizginlemekte güçlük çeken biri gibi hışımla ona dönmüş, söylenen değerin tekrarını istemişti. Yoksa yalanını anlamış mıydı? Acaba hemen değeri elli bin kron yükseltmeli miydi? Ancak içinden bir ses ‘Devam!’ diyordu. Aynı karta oynamayı sürdürmeye karar verdi.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:167) Hışınmak : Ters ters bakmak “ ‘Komşu olurduk hala. Neye düşman olduk böyle?’ ‘İstemiyorum senin komşuluğunu! Daha fazla konuşma, defol git şurdan yüzün suyuyla! Biraz daha durusan kafana nacağı yersin.’ Hışındı. ‘Hadi bakalım, daha duracak mısın?’ Ahmet de hışındı.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:100) Hışır hışır ses çıkarmak : İki kumaşın, kağıdın ya da benzer maddenin sürtüşmesinden oluşan ses “Şu ayaküstü kısacık konuşmadan bile çıkardığı sınuçla, benim hayli tuhaf biri olduğuma çoktan karar vermiş olması gereken bu kız, ‘Hangi yeteneğimi gördün ki?’ diye sormayacak kadar akıllı birine benziyor. Pantolon paçalarının çıkardığı aynı hışır hışır sesle uzaklaşıyor yanımdan.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:515) Hışmına uğramak : Öfkesine ve nefretine neden olmak, zulüm görmek, ıstırap çekmek “... bir hayat kurdu. Tek kişilik bir hayat. Savaşın gerçekleri, her çeşit gerçeğin önüne geçti. Bu da bir yanıyla işine geldi; kendi firar ruhuna, kendi kaçaklığına bahane oluyordu. Dönmeye kalktığında yeni rejimin yok yere hışmına uğramaktan korkuyordu.” (M. Mungan,”Çador”, sa:62-3) “ ‘Senin gibi aydın bir adamın hışımına uğradı. Bu adam yazardı üstelik, yıllardır dört dörtlük bir düşünür olarak bilinirdi. Görünüşe bakılırsa, kovalayandan çok kaçandan, ezenden çok ezilenden yanaydı, yazılarında emeği savunurdu durmadan..... Ama bir gün geldi ki, bizim Hamdi’ye öyle bir sövmeye başladı ki, bütün o yazıları onun yazdığına bin tanık isterdi.’ ” (T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9) Hıyar; Hıyar herif; Hıyar oğlu hıyar : Damdan düşme konuşan, pek de zeki görünmeyen, kaba, görgüsüz sıradan insan (Argo) “ ‘Böyle olduğunu kabul edelim. Peki kim tüneli gösterecek?’ ‘Ben.’ ‘Peki sen buna inanacak hıyarı nereden bulacaksın?’ ‘Buldum bile, o kadar hıyar biri ki inanacak ve o kadar bok suratlı biri ki bunu hak ediyor; nasıl olsa hiç kimseyi öldürmeyeceğiniz konusunda anlaştık.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:193) “Şoför patladı: -Dinine yandığımın arabası, korna da çalamazsın ki... (Korna yasağında!) Yahu, yolun ortasında hıyar gibi ne duruyorsun?” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:40) “ ‘Korkunç,’ diye göğüs geçirdi Balon. ‘Böyle durumlarda karşılaşacağım, kırk yıl düşünmsem aklıma gelmezdi. Hep şu lanet olası kibirim yüzünden, hıyarın tekiyim işte.’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134) “O hıyar sırtını bana dönüp yürümesin mi? Oysa beni bütün gücümle ona iyi davranmış konuşmuştum. Adamdan tek ses yok. Ne diyeceğimi şaşırdım.” (O. Henry, “viski soda”, sa:56) -Boğaz’daki bir yoğurthaneye baskına gittik. Tıpkı sizin zamanınızdaki gibi. Ben koştum, kapıyı açıp ‘Buyurun Beyefendi!’ dedim. Yoğurthane sahibi kurt anam avradım olsun. Birden baktım, eski baskınlardan birinde gözümün ısırdığı bir hıyar orada değil mi?” ..... “Onun mektubunu da uzattı. İdris asık suratla Deve’nin paldır küldür mektubunu da okuduktan, okkalı birkaç küfürü sıraladıktan sonra: ‘Halis hıyar, dedi. Yarma eşşoğlu eşşek. Degüstasyon’da (restoran) bana ak’la karayı seçtirdi!’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:119;157) “ ‘Seçtiğin elbise harika, sen de benim en iyi dostumsun, mihraba sensiz yürümeyi düşünemiyorum bile.’ Stanley Julia’ya baktı ve cebinden ipek bir mendil çıkararak arkadaşının buğulanan gözlerini sildi. ‘Mihraba bir kaçığın kolunda mı yürümek istiyorsun gerçekten, yoksa beni, o hıyar baban mı zannetmelerini istiyorsun?’ ” (M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:16) “Karnına üç kurşun sıktım. Aptalca bir görünüşle yere yıkıldı, dizlerinin üstüne ve başı sol omzuna düştü. -Hıyar oğlu hıyar, dedim, hıyar! Kirişi kırdım. Öksürdüğünü duydum. Biri: ‘N’oluyor, kavga mı var?’ diye sordu, sonra hemen arkasından: ‘Katil! Katil! diye bağırdılar.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:94-5) Hızar, hızarcı : Elektrik ya da su ile çalışan, kereste ve ahşap kesmekte kullanılan büyük bıçkı; Bıçkıcı “Baltayla çamlığa kimse giremezdi. Balta sesini duymayan kalmazdı. Bir evde yaşlı eski bir hızarcı vardı, testeresini sarmış sarmalamış birlikte getirmişti. Komşular ona başvurdular, çamları testeresiyle kesmeye razı olmadı. Komşular onun üstüne çullandılar, yaşlı hizarcı Nuh diyor da Peygamber demiyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:425) Hızı kesilmek : Yavaşlamak, hızını yitirmek “O zaman, bağışla yağmayı ayırdetmek mümkün olmadı. Denetimsiz olarak, on arabaya birden mal yükleniyordu. Hatta erzak deposundaki mallar bile, kimin tarafından aldığı belli olmadan, büyük bölümler halinde kaldırılıp götürülüyordu. Öğle üzeri, yargıcın gelişi ve kapıların mühürlenmesiyle yağmacıların hızı kesildi.” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:120-1) Hızını alamamak : Vasıta ya da kişi, hareket ya da zihinsel çalışma olarak kendini hala durduramamak “Geceleyin, Profesör Lombardo, yine ağaçların iniltilerini, hızını artıran rüzgarın sesini duydu, fakat rahatça uykuya dalabildi. Sabah gözlerini açtığında rüzgar hızını alamamış, hala vınlıyordu.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:101) Hızır aleyhisselam; Hızır peygamber; Hızır gibi yetişmek, Hızır sana yardımcı olsun : Sıkıntıya uğranıldığında Allahın gönderdiğine inanılan elçi, peygamber; Hayati gereksinim olduğunda, çaresiz kalındığında beklenmedik birinin tam zamanında yardımına ulaşılr “Oysaki bu paraya dehşetli gereksinimi var. Gece bunu daha çok düşünecek, yarın sabaha kadar nerdeyse bana koşup af dileyecek hale gelir. Tam o sırada ben, hızır gibi yetişeceğim.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:92) “Oyunun en heyecanlı anı, evden uzaktaki bir komşunun pencere camını kırdığımız zamanlardı. Ondan sonra kaç babam kaç, ardımızdan Hızır baba yetişemezdi valla.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Prova”, sa:107) “-Bu Etem baba nereden gelmiş oraya? -Hızır aleyhisselam’lan birlikte Kafdağından gelmiş... -Hızır aleyhisselam kim? -Ayol, sen ne kadar cahil çocukmuşsun be! Hızır aleyhisselam, hıdrellez’in kendisi... Her sene, nisanın yirmi üçünde gelir dünyaya... Sabahleyin erkenden Kağıthane deresinden aptes alıp Sünnet köprüsünün yanında sabah namazını kılar; sonra kalkar, gider Çırpıcı’ya, orada da avşam <akşam> vakti Çırpıcı deresinden aptes alıp kılar avşam namazını; ondan sonra geçer, gider geldiği yere...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:212) “Hacı çıkardı, çocuğa parayı verdi. O anda yorgun çocuğun gözleri ışıdı. Yüzüne kan yürüdü. ‘Düşmanın ölsün Efem,’ dedi. ‘Hızır sana yardımcı olsun. Boz atlı Hızır.’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:35) “... ve bir ses şunları söyledi: ‘Merhaba Seppe, korkma! Gelen Karagün Dostu, yer cücesi, Hızır. Eeey, demek yine buralı oldun ha! Seni uzun boylu oyalayacağım diye kaygılanma! Dinlenmeye gereksinmen var..’ ” (E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:131-2) “Kırbirin Rüstemşah soluk soluğa yaklaştı. Dadal Efendi’yi görünce, ölmüş dedesini görmüş gibi sevinerek ellerini kaldırdı: -Hay Allah senden razı olsun Dadal abi!.. Hızır Peygamber mısın yahu!..” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:290) Hızlı bir hayat (yaşam) sürdürmek : Günübirlik meşgale ve eğlence, gece kulüpleri, serbest iletişim ve yaşamın, özgürlüğün önde geldiği, sanki yarını olmayan modern yaşam şekli “İşte bu kentten ansızın tüm kartların açık oynandığı, yeni ve ilginç olanın aynı zamanda ünlü olduğu Berlin’e gelivermiştim. Tümü de birbirlerini tanıyan insanların arasında gezip dolaşıyordum. Bu insanlar hızlı bir yaşam sürüyorlardı. Aynı lokallere gidiyorlar, birbirleri hakkında hiç çekinmeksizin konuşuyorlar, sevgilerini ve nefretlerini kimseden saklamıyorlardı.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:167) “Ve tabii, bütün başarılı olanlar gibi, onun da düşmanları vardı. Birçok kişi Porfirio Rubirosa’nın dışişlerindeki görevine son vermesini istiyordu. Onlara bakılırsa, karıştığı skandallarla ülkenin adını lekeliyormuş. Kıskanç herifler! Dominik Cumhuriyeti için böyle bir edepsizden daha iyi bir reklam olabilir miydi? Kızını ağına düşürerek onun hayranlığını kazanan bu hızlı melez dürzünün, Flor de Oro’yla evlendiği günden beri başını ezmesini istiyorlardı ondan. Hayır, ezemeyecekti. O kimin hain olduğunu bilirdi, daha ihanet edemeden kokularını alıyordu.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33) Hızlı hızlı : Süratli, ardına bakmayarak, çabuk çabuk, hızlı adımlarla “GÜZ ŞARKISI Bu tekdüze düşüşü böyle her dinleyişte Sanırım hızlı hızlı tabut çakan biri var. Kimin için? -Dün yazdı; bu gelense güz işte! Bu gizemli gürültü bir bitiş gibi çınlar.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:123) “Beş dakika sonra Benekam Caddesinde otobüsten indiğim zaman yağmur hala yağıyordu. Kentin görülecek yerleri olarak kalsınlar diye, payandalarla desteklenmiş gotik evlerin sivri çatıları arasından hızlı hızlı yürüdüm.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:16) “Evin önünden geçerken açık pencereme baktım. Babam öğleyin gelene kadar dönerim. Mahalleye girer girmez kamyondan indim. Halil’ler beni işsiz güçsüz aylağın teki sanmasınlar diye hızlı hızlı yürüdüm. Taa mendireğe kadar gittim, sıcaktan kan-ter içinde kaldığım için biraz oturdum, denize baktım. Bir motor hızla geldi, bir rıhtıma bir kız bıraktı, gitti.” (O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77) Hızlı olmak : Uçarı, çapkın, çok faal (Özellikle cinsel alanda) “-Ne bakıyorsun yaşıma? Ben erkeğim oğlum! -Ne zamandanberi? -Anamdan doğduım doğalı, hem ben... -Peki peki, gülün ne çiçek olduğunu biliriz. Şaka bi yana, karı bildiğin gibi değil, adamakıllı hızlı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:261) “Siz onun eski halini bilmiyorsunuz, en hızlılarımızdandı o, sabahtan akşama kadar devrim nutukları atar, her tarafı dümdüz etmekten, eski düzeni yıkıp yerine yeni bir düzen kurmaktan başka bir şey konuşmazdı.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:193) Hızman : Öğütülmüş çiriş otunun köküyle sudan yapılan ağzı dar, geniş gövdeli, içinde sıvı şeyler ya da yağ saklanan kap “Koca Osman bal hızmanını okşuyor: ‘Hızmana da ne güzel nakışlar vurmuşsun Selverce,’ diyordu. ‘Ne de parıl parıl. Dünyayı, Cenneti getirmişsin de bu hızmanın üstüne donatmışsın. Eline sağlık.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:327-8) Hibernia : (COĞR.) : İrlanda’nın Latince adı “Rahip Williams’ın dış görünüşü, o sıralarda en dalgın bir gözlemcinin bile dikkatini çekecek gibiydi. Boyu normal bir adamın boyuından uzundu; öyle inceydi ki, daha da uzun görünüyordu. Gözleri keskin ve içe işleyiciydi; ince ve hafif gagamsı burnu yüzüne tetikte bir adam anlatımı veriyordu. Çenesi güçlü bir isteği açığa vuruyordu; Hibernia ve Northumbria arsında doğmuş olanlarda sık sık gördüğüm türden çillerle kaplı uzun yüzü ara sıra kararsızlık ve taşkınlık anlatımı taşısa da...” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:28) Hibrik arketip : Antik mitik efsane, hurafelerin bir karışımı Bk.: Arketip “Langdon, ‘Her neyse,’ dedi. ‘Bu hikaye biz simgebilimcilerin ‘hibrit arketip’ dediği sınıfa giriyor, yani popüler mitolojiden çokça öğe ödünç almış, antik efsanelerin bir karışımı... Bu yüzden tarihi bir gerçek değil, ancak uydurma bir yapı olabilir.’..... Langdon <Harvard’da> öğrencilerine hibrit arketip’i anlatırkeni nesilden nesile aktarılan, zaman içinde abartılan ve birbirlerinden ödünç aldıkları aynı öğelerle, türdeş ahlak hikayelerine dönen peri masalları örneğini verirdi: bakire kızlar, yakışıklı prensler, aşılamayan kaleler ve güçlü büyücüler...” (D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:151) Hic et ubiques : (LAT.,KOLL.) <Hik et ubi’kus> : ‘Burada ve her yerde’ (‘Tanrı, her yerde’) = Here and everywhere (İNG.) Hicran : (ARAP MYTH.) : Özlem, ayrılık acısı “ITRİ ----Öyle bir musikiyi örten ölüm, Bir teselli bırakmaz insanda. Muhtemel görmüyor henüz gönlüm; Çok saatler geçince hicranda, Düşülür bir hayale, zevk alınır: Belki hala o besteler çalınır, Gemiler geçmeyen bir ummanda.” (Y. Kemal Beyatlı<1884-1958>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Cilt:1, sa:77-8) hic ver assiduum : (LAT.) <hik ver asi’duum> : Bir sürekli ilkbahar Hiç ama hiç : Hiç bir neden olmaksızın Bk.: Hiç mi hiç “ERKEK : (KADIN’ı tepeden tırnağa süzerek) Biliyor musunuz, siz de belki yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük sopranosusunuz? KADIN : Bilmiyorum. (Bir susuş.) Ama neden oluyor muşum yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük sopranosu belki de? ERKEK : Şunun için : Hiç şarkı söylediniz mi? KADIN : Hayır, hiç söylemedim. ERKEK : Öyleyse? Belki de öyledir. Hayır diyebilir misiniz? KADIN : Diyemez miyim? ERKEK : Diyemezsiniz tabii! Ama dikkat edin, hiç ama hiç... şarkı söylemeyin! KADIN : Neden? ERKEK : Neden olacak? Umudunuzu yitirmemeniz için...... Umutlar da korunmakla yaşar.” (S.K. Aksal, “Oyunlar-Bay Hiç”, sa:593) “Bildiğiniz gibi Kanitz evlenme teklif ettiğinde zaten malikaneyi satın almıştı, bunun için evlenmesine gerçekten hiç ama hiç gerek yoktu. Tekrar tekrar söylüyorum: Bu gerçek değil. Dostumuzun evlenme teklifinde hiçbir art niyet yoktu. Yaşlı, küçük bir eksper olarak bu mavi gözlü kızla çıkarı için evlenmek aklına bile gelmemişti, aksine bu teklif, yoğun duygusallık sonucunda, birdenbire kendi bile tam olarak bilincine varmadan ağzından dökülmüştü.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:186-7) Hiç bir boka yaramamak : Hayatta hiç bir gayesine varamamak Bk.: Bir boka yaramamak Hiç bir dalda durmamak : Daldan dala, işten işe, bir ilişkiden diğerine atlamak “DAMAT - Kocan yiğit adam. LEONARD’IN KARISI - Yiğitliğine yiğit ama aklı biraz havalarda. Hiçbir dalda durmaz. Rahat bir adam değil.” (F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:46) Hiç bir şey kar etmemek : Hiç bir şeyin yararı dokunmamak “Doktorlar geldiler, gittiler, yazdılar, çizdiler, çeşit çeşit ilaçlar verdiler, hiçbiri kar etmedi.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:20) Hiç değilse : Başka bir şey yap(a)mıyorsanız dahi, en azından “Toz sabun ya da muşamba cilası, tıraş bıçağı ya da fotin bağı satardı onlar. Annemi daha görmeleriyle duydukları mutluluğa, bu yaslı yüzler, korkunç birşeyler katardı. İyi bir kadındı annem: Kapıdan kimseyi eli boş çevirmezdi; dilencilere ekmeğimiz varsa ekmek, paramız varsa para verirdi; hiç değilse bir fincan kahve içirirdi.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:14) “Herkes güldü ve yardımına koştu. Ön sıradaki şanslılar heyecanlı anlar yaşıyorsa, onlar da biraz eğleniyordu hiç değilse. Altı polisten hiçbiri onu fark etmedi; görülmeyecek denli alçaklardaydı, kamburu kırk yılda bir işe yaramıyor, onu ele vermiyordu.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:334) “ ‘Görüyorum ki aşıksınız ve gitmek istemiyorsunuz. Sizi hiçbir şekilde suçlamıyorum. Yine de zor, çok zor olacağından korkuyorum... Hiç değilse Tanrı’ya inanıyor musunuz? Meryem Ana’ya dua ediyor musunuz? Geceleri yatmadan ıstavroz çıkarıyor musunuz?’ ” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:42) “Yanında hiç değilse bir saat olsun kalmaya karar vermiştim. Gözlerinin altındaki deri tümüyle pörsümüştü, yüzüne serpiştirilen takdis suyu damlacıkları hala orada burada göze çarpıyordu. Karnı, aldığı haplardan biraz şişkindi.” (P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:70) “ ‘Neden bunu benden daha vakitlice istemedin?’ ‘İlham perisi geleceğin önceden haber vermiyor ki,’ dedim. ‘Ama dur bekle bakalım,’ dedi kadın, her zamanki gibi herhangi bir erkekten daha bilgiç edasıyla, piyasayı şöyle adamakıllı bir yoklayabilmek için hiç değilse iki gün beklememi istedi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10) “Üniversiteli, uzun bacaklarını ranzanın üstüne çekerek çevresine bir göz attı. ‘Şuraya geleli tam iki saat oldu. Öf be, meğer ne sıkıcı yermiş burası. Hiç değilse bir oyun kağıdımız filan olsaydı. Kara Papaz ya da başka bir oyun oynardık.’ Küçümseyen bir tavırla Yahudi öğrencileri gözden geçirdi.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:223) Hiçe sayılmak, saymak : Hiç önem verilmemek; hiç önem vermemek “Daha sonra Adele, gerçeğin kendisinden saklanmış olduğunu kanıtladı Victor’a ve eğer varlığından haberi olmuş olsaydı, her şeyi hiçe sayıp hiçbir şeye aldırmadan, onunla ağlamak için yanına koşacağını belirtti. Ama o an için, bu yeni darbe, Victor’u yıktı. Gerçek miydi bu?” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:54) “Böylece evlilik içinde bile durum düzelmez, oysa yalnızca bir şeylere zorunluluk durumları için hoşgörü gösterilseydi, düzelmesi gerekirdi. Hayır, bunlar yine evliliği hiçe sayar gibi davranmaktadır.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:62) “GÜZEL GEMİ ------------------Senin hiçe sayan kolların genç herkülleri Pırıl pırıl boa yılanlarından kalmaz geri, Yarar sanki sıkıp ezmeye Aşıkını, gönlüne damgası çıksın diye.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:111) “Ne var ki bugün, herkesin önünde yetkisi hiçe sayılmıştı. Hemen önlem almazsa, halkın saygısını yitirecekti.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa.:109) “Doğrusu bunu beklemeliydim. Ama aslında bekliyor muydum? Hayır. O derece egoisttim, insanları öyle hiçe sayıyordum ki Liza’nın bunu yapacağı aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Buna dayanamadım. Bir an sonra deli gibi giyinmeye başladım. Elime geçenleri bakmadan sırtıma geçirerek Liza’nın peşinden dışarıya fırladım.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144) “Yüzyıllarca varlıklı Yahudi toplumunun oturudğu bir kent olan Alesssandria, semitizme karşı çıkma gücünü bile bulamaz kendinde, engizisyonun yasaklarını hiçe sayar. Alessandrialılar kahramanca bir amaç için coşku göstermeyi bile becerememişlerdir, hatta farklı olanların kökünün kazınması gereğini öğütleyen bir amaç için bile.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:202-3) “Sen yönetimin aldığı kararları hiçe sayan, tek başına hareket eden bir çılgınsın. Böyle davranmayıp da, boşboğazlık edersen, yüzüstü bırakırız seni. Kural böyle, kusura bakma!” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:52) “SÜRGÜN Güneş sınır taşımaz, Adamlar sınırları hiçe sayıp Hiçbir nöbetçi ateş açmaz. Sabah akşam öter bülbül, Deliksiz bir uyku çeker Yahudi kibutzlarının kuşları gibi” (Salım Jabran<d.1938>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04) “Bu çirkin ve bakımsız doğa köşesinde, bu kaba saba insan kümesinin bana, adeta saygıya yakın bir duygu verişi nedendir? Bu insanlar, her gün hiçe saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir? Fakat, işte, uzaktan nasıl çalıştıklarını seyrederken, bana, her biri büyük olayın kahramanı gibi gözüküyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:88) “Amaurote’a geldiklerinden iki gün sonra elçiler, kendi memleketlerinde bunca değer taşıyan altını Utopia’lıların hiçe saydıklarını anladılar. Baktılar ki bir kölenin üstünde kendi altın ve gümüşlerinden daha fazla bulunabiliyor. O zaman, akılları başlarına gelerek, özene bezene takındıkları süsleri çıkarıp attılar.” (Th. More, “Utopia”, sa:93) “Dubrovski bütün savaş kurallarını hiçe sayarak, tutsaklarını, yine korusundan kesip aldıkları ince deyneklerle terbiye etmeye, atları da kendi malı büyük beylik hayvanlar listesine katarak işe göndermeye karar verdi.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:17) “En derin uçurumun dibine fırlatırım Varlığıma kaygılar veren her yaban sesi; Kim kınasa kim övse yılan gibi sağırım. Bak, dinle; nasıl hiçe sayıyorum herkesi.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:112, sa:265) “Chénier dükkanda yalnız başına müşterilerin saldırışına uğramışken, Baldini yeni çırağıyla atölyeye kapanmıştı. Bu kapanışı Chénşer’ye karşı haklı göstermek için, ‘işbölümü ve rasyonalizasyon’ adını verdiği harika bir kurama başvuruyordu. Diyordu ki, yıllar boyu sabretmiş, Pélissier ve ona benzer, mesleği hiçe sayan kimselerin elinden müşterilerini alıp işini bozmasına seyirci kalmıştı. Şimdi sabrı ükenmişti. Şimdi o türedilerin meydan okumalarına karşılık veriyor, onları geri püskürtüyordu, hem de onların kendi silahlarını kullanarak.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:92) “Üstüne, en küçük bir yorgunlukta hemen şişen ve yaşaran ve bu kafa işçisine yalnız ‘günde yarım saat göz nuruna izin veren’, ‘dörtte üç kör gözler!’ Ama Nietzsche, bu vücut bakımını hiçe sayar ve masa başında on saat çalışır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:81) Hiç fütursuz : Ne olup bittiği konusunda hiç ilgi, heyecan göstermeyen; aldırmayan, önem vermeyen “Etrafına bir alay kız birikmişti. Cambazhanede acayip bir hayvanın hünerlerini seyretmeye hazırlanan seyirciler gibi ona bakıyorlardı. Homongolos, hiç oralarda değildi. Elleri pantolonunun ceplerinde, ağzında bir sigara, hiç fütursuz gülüp konuşuyordu.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:56) Hiç gözü tutmamak : Güven, itimat sağlayamamak “ELLIE, elleri sarkar. - Ne tuhaf! Annem bu işlerden hiç anlamadığı halde ne mal olduğunuzu bilirdi; ta başından beri. Bu adamı hiç gözüm tutmuyor, derdi. Babama değil tabii, bize, çocuklara.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:62) Hiç güleceğim yoktu : Güldürme beni şimdi “ELLIE - Parası olmayan her kadın koca avcısıdır. Bunu söylemek kolay senin için. Ömründe parasızlık nedir bilmemişsin. Erkeğe gelince, elini sallasan ellisi. Ben hem fakir, hem namuslu bir kızım. ”Mrs. HUSHABYE - Ay, hiç güleceğim yoktu. Namusluymuş. Mangan’ı nasıl tavladın? Kocamı nasıl tavladın? Bir de utanmadan bana dil uzatıyor.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:76) Hiç işim yok da (ta) : Sanki onunla uğraşacak vaktim varmış gibi; önemsiz “MADAM BORKMAN - Erhard mı, nasıl katlanıyor? ELLA RENTHEIM - Hayır, asıl babası nasıl katlanıyor? MADAM BORKMAN, acı acı alay ederek. - Hiç işim yok ta, bunu mu kendime dert edineceğim?” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:9) Hiç iz olmamak : Hiç bir buluntu, haber olmamak “Başka bir açıklma aypmadan, Tilsen ailesine onlara hafif bir öğle yemeği yemeğe gideceğini haber veren bir not yolladı. Johann’a gelecek yaz için meyve siparişi vereceğini söyledi. Ve bir bahar sabahı, elinde bir yabanmersini kavanozuyla yola koyuldu. Çocuğa, Marcus’a reçel götürüyordu. Marcus’tan hiç iz yoktu.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:132-3) Hiç kuşkusuz; Hiç kuşku yok ki; Hiç kuşku(m) yok : Kimsenin kuşku, üzüntü, şüphe etmeyecek bir şekilde; muhakkak Bk.: Hiç şüphesiz; Kuşkusuz “Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. O tarihte Columbia’nın ikinci sınıfında, kitaplara meraklı ve günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan (ya da vehmeden) toy bir yeniyetmeydim..... Kesik başını saçlarından tutup fener gibi bir öne bir arkaya sallayarak taşıyan, Provence’lı on ikinci yüzyıl şairi Bertran de Born hiç kuşkusuz, kitap uzunluğundaki o sanrılar ve işkenceler katalogunun en sakil görüntülerinden biriydi o.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:9) “Oysa İMDAT sözcüğü Brick’in ağzından çıkar çıkmaz, bir tür çarpık neden-sonuç mantığıyla bir komut verilmişçesine, uzaktan top ateşinin gürleyişi duyuluyor ve kararmaya başlayan gökyüzü patlamanın yalımlarıyla aydınlanıyor. Brick makineli tüfek tarrakalarını, el bombalarının patlayışını ve bu gürültülerin gerisinde, hiç kuşkusuz kilometrelerce uzaktan gelen insan seslerini duyuyor.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:12) “Birkaç bildik düşünceyle yaşarız. İki üç düşünceyle. Karşılaştığımız dünyaların ve insanların rastlantısına göre, onları parlatır, dönüştürürüz. İyice kendimizin olan, sözünü edebileceğimiz bir düşüncemiz olması için on yıl gerekir. Hiç kuşkusuz, bu biraz cesaret kırıcı.” (A. Camus, “Düğün-Djémila’da Yel”, sa:31) “Şimdi, kırk yaşındaydı. O güne dek kuşku nedir bilmemişti. Yalnızca ‘Bay von Bredeow’un Pantolkonları’ sorununu henüz zihninde bir açığa kavuşturamamıştı. Ayrıca yaşı daha altmışa gelmemişti. Gelseydi, biraz çevresine kulak verecekti hiç kuşkusuz. Verecekti ama, dinlemeye değer biri de var mıydı çevresinde?” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:66) “Raffaello, hiç kuşkusuz resim sanatının kendisine kadar uzanan teknik geleneğini çok iyi bilmekteydi. Ama, onun birikiminin tek içeriği bu değildir.” (A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:65) “Orada, su birikintisiyle oynayarak uzun süre kaldım; egzersizi bir türlü bırakamadım. Petrus Su Egzersizi’ni yolculuğumuzun başında öğretmiş olsaydı, hiç kuşku yok ki bunu bir zaman kaybı olarak görürdüm. Oysa şimdi, tuhaf diller konuştuktan ve şeytanları kovduktan sonra, bu su birikintisi tepemdeki Samanyolu’yla kırılgan da olsa- bir bağ kurmuştu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:91) “Aklım takılmıştı: Bu danışma bana kaça patlayacaktı? Korkuyordum. Hiç kuşku yok ki baştan sormam gerekirdi. Umarım bir servet ödemek zorunda kalmazdım. Ödemeyecek olursam, büyü yapıp beni doğduğuma pişman eder miydi acaba?” (P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:147) “Michaels bana hep, bir avuç dolusu tozu alıp sıkıştırmış, üstüne tükürmüş, yoğurarak gelişimini tamamlamamış bir insan biçimine sokmuş, bu arada ağız ve hiç kuşkusuz kafasının içi gibi bir iki hata yapmış, cinsellik gibi bir iki ayrıntıyı unutuvermiş, ama yine de en sonunda gerçek küçük toprak adamı yaşatmayı başarmış gibi gelir.” (J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:186) “Bir hata, çok büyük bir hata. Hiç kuşkusu yok, şu anda Melanie kendini bu olaydan, David’den arındırmaya çalışıyordur. Kızın muslukları açıp banyoyu doldurduğunu, suya girdiğini, uyurgezer gibi gözlerini kapattığını hayal edebiliyor. Kendisi de böyle bir banyoya girmek isterdi.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:33) “Arazi içinde kaybolmuş, şurada burada bir askeri kamp, samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. -Soğuk, sis, fırtına, hastalık, sürgün ve ölüm- ölüm sinsi sinsi dolaşıyor; havada, suda, çalılıkların arasında. Burada sinek gibi ölüyorlardı herhalde. Ama o... O başardı elbette. Hem de çok iyi yaptı işini, hiç kuşkusuz.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:36) “Ama hiç kuşkusuz, babama göre, bir yazar Oxford ya da Cambridge’de okumalıydı. Benim için, rugby ve kriket oynanan sevimli bir devlet okulunu seçti. Fransızca öğretmenim Bay Hollingsworth, ne olmak istediğimi sorunca, babamın yazar olmamı kabul ettiğini söyledim.” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:308) “Doğanın lobicilerinden biridir - yorulmak ve yılmak nedir bilmeyen bir adam. Hiç kuşkum yok. Kraliyet Derneği’ndekiler onu derneğin bulunduğu o sokaktan gelirken gördüklerinde kim bilir kaç kez inlemişlerdir.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:18) “Baudolino, Abdül’e ders sırasında ne yazdığını sormuştu, arkadaşı da ona Arapça notların hocanın diyalektik hakkında söylediği bazı şeylerle ilgili olduğunu, çünkü Arapça’nın, hiç kuşkusuz, felsefe için en uygun dil olduğunu söylemişti.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:77) “Üstadımın ansızın içeriye girip kolumu yakalamasından, damarlarımın atışından gizimi anlamasından korkuyordum; bundan çok büyük bir utanç duyardım... Ne yazık ki, İbni Sina, ilaç olarak iki sevgiliyi evlilik bağıyla birleştirmeyi öneriyordu; o zaman hastalık geçiyordu. Hiç kuşku yok.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:457) “Ama en büyük sorun, yazarın kendi yerel lehçesini seçmiş olması (hiç kuşkusuz, aklı bir karış havada bir avangard fikir esinlendirmiş bunu ona). Hepimiz biliyoruz ki, günümüz Latincesinin bir kol aşısına gereksinimi var. Bunda direnen yalnızca ufak edebiyat klikleri değil. Ama her şeye karşın, dilin kuralları için olmasa bile halkın anlama yeteneğinin de bir sınırı var.” (U. Eco, “Yanlış Anlamalar”, sa:42-3) “İfademin o bölümünde de başka bölümlerde de -özellikle Hammett’in, Senato Alt Kurulu’nda verdiği sonraki ifadede- hiç kuşkum yok, ya stenocu söylenilerin kimini atlayıp boşlukları sonradan doldurmuştu ya da tutanaklar üzerinde düzeltmeler yapılıyordu.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:103) “Küçük, güzeller güzeli, büyüyünce hiç kuşkusuz gerçekten güzel olacak kız çocukları yüzlerinde tek leke bile olmadan uyuyorlar, ama sabahları kapkara mavi lekelerle uyanıyorlardı, sanki birisi onları adamakıllı dövmüş gibi. Sonra bir balık gibi solgunlaşıyor, ağlamaya başlıyorlardı. Kimileri yerde kertenkeleler gibi sürünürken, kimileri de deli gibi koşuyor, duvarlara çarpıyor, titriyorlardı.” (O. Hijuelos, “Dünyadaki Evimiz”, sa:97) “ ‘Ben büyük arzular ve küçük imkanlarla doğdum. Keşke bir alık doğsaymışım. Kör doğmak, hiç kuşkusuz daha iyi olurdu,’ diye yanıtladı adam ve başladı anlatmaya.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:13) “... gerçi olup bitenlere bir şaka gözüyle, bilmediği neden lerden ötürü, belki de bugün otuzuncu yaş günü olduğu için bankadaki arkadaşlarının düzenlediği kaba bir şaka gözüyle bakabilirdi, bir olasılıktı bu hiç kuşkusuz, belki de K.’nın tek yapması gereken, herhangi bir bahaneyle nöbetçilere gülmekti...” (F. Kafka, “Dava”, sa:20) “ ‘Bir şeyler söylemek ister misiniz?’ diye sordu rahip. ‘Çok isterdim,’ dedi Julia gözlerini tabuta dikerek. ‘Ya siz Wallace? Ne de olsa siz en sadık dostuydunuz.’ ‘Ben de yapabileceğimi sanmıyorum,’ diye yanıtladı sekreter, ‘zaten babanız ve ben, konuşmadan anlaşırdık. İzin verirseniz, belki bir kelime söyleyebilirim ama ona değil, size. Ona atfettiğiniz tüm kusurlara rağmen, kimi zaman zor, çoğunlukla tuhaf, hatta kaçık bir adam olmakla beraber, hiç kuşku yok ki iyi bir adamdı ve sizi severdi.’ ” (Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:24) “Neden kurtulmuştu? Luis’le Ivan’ın -iki yıl sonra hala La Victoria’nın zindanlarında sürünüyorlardıyüreklilikleri ve adını unutan öteki 14 Haziran üyelerinin sayesinde, hiç kuşkusuz. Çünkü sıkılganlığı yüzünden Tony Imbert, Moncho’nun aracılığıyla katıldığı toplantılarda çok az konuşurdu, daha çok dinler ya da en fazla tek heceli sözcüklerle açıklardı düşüncelerini. Sonra, Binbaşı Segundo’nun kardeşi olmak dışında, SIM’de <Ulusal Haber Alma Merkezi> fişlenmiş olma olasılığı yok gibiydi.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:168) “Hiç kuşkusuz burada evrensel, yaygın, örtük, bütün dünya uluslarının ruhunu kuşatan Batı ile özel, coğrafi, siyasal, etnik Batı’yı; Avrupa ile Kuzey Amerika’nın beyaz uluslarının Batı’sını birbirinden ayırmak gerek. Asıl bu son sözünü ettiğimiz Batı’dır açmazda olan.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:33) “Hegemonyanın taşıdığı riskler gerçektir. Hatta buna ‘riskler’ deyip geçmek işi hafife almak olur. Batı uygarlığının yüzyıllardan beri diğer bütün uygarlıklara, kendilerini Hıristiyan Batı tarafından gitgide bir kenara itilmiş ve yeniden biçimlendirilmiş demesek de, derinden etkilenmiş bir halde bulan Asya’daki, Afrika’daki, Kolomb öncesi Amerika’daki ve Doğu Avrupa’daki uygarlıklara göre ayrıcalıklı bir statü elde ettiğinden hiç kuşku yok.” (A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:96) “Böylece sessizce yolculuklarını sürdürüyor, ama her üçü de sanki hızlı hızlı yürümüş gibi soluyorlardı. Gözlerinin akında hiç de hayra alamet olmayan kırmızı damarcıklar beliriyordu. Hiç kuşkusuz, görünmeyeni görebilen bir adam, bu yolcuların üzerinde, uygunsuzluğun yolları üzerine düşen karanlık gölgesinden bir şeyler sezerdi.” (Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:53) “Sonra yine uzanıyor, her şeyi baştan düşünüyordum. Demek ki Scarpa kaçtı, diyordum. Kaçtı mı, kaçamadı mı? Nerede oturduğumuz Giuseppe’den başka biri var mıydı? Aklıma yağmurun yağdığı gece ve sarhoş meyhaneci geldi. Keçi suratlı herif. Olsa olsa, beni değil Carletto’yu tanırdı. Binbaşı? Hiç kuşkusuz kendini tehlikeye atmazdı o.” (C. Pavese, “Yoldaş”, sa:172) “İSMENE ----------Yaşasaydı, hiç kuşkusuz, nefret edeceklerdi ondan. Tek düşüncesi ölmekti. Artık açıklayabilirim: ölümden kurtuluş olmadığını bildiği için, nankör ve kısır bir yaşlılığa her gün biraz daha yaklaşarak onu bekleyecek yerde, onun üstüne gitmeyi, kurnaz ve küstah bir yücelikle onu kışkırtmayı yeğledi...” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:174) “Bu garip duruma düşeli on beş yıldan çok geçtiği halde, yine de düş gibi geliyor. Hala sindirim güçlüğü çektiğimi, kötü uyuduğumu ve uyanınca dostlarıma yine kavuşacağımı sanıyorum. Evet, hiç kuşkusuz, ayrımına varamadan uyanıklıktan uykuya, daha doğrusu yaşamdan ölüme geçmiş olacağım.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:11-2) “ ‘Hayır be adam, hepsini değil, yalnızca üç yaşın altındaki çocukları.’ ‘İki yaşındaki bir çocukla dört yaşındaki bir çocuğu birbirinden ayırmak pek güç bir iş. Öldüreceklerimiz toplam kaç kişi edecekmiş,’ diye sordu öteki. ‘Sayım sonuçlarına göre,’ dedi yaşlı görünen, ‘Hepsi toplam yirmi beş civarında olmalı.’ Yusuf’un gözleri, ey Tanrım sanki bu konuşmayı kulaklardan daha iyi duyabilecekler, fal taşı gibi açıldı, tepeden tırnağa bir titreme sardı adamı, çünkü hiç kuşku yok ki bu askerler adam öldürmekten bahsediyor.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:88) “FRANTZ - Almanya bir cinayet işlemeye değer, öyle değil mi? (Nazik ve alaycı.) Bilmem, beni anlayabiliyor musunuz? Siz başka bir kuşaktansınız..... dehşetin doruğuna varmak... Gece ve tunç bir levhada benim adım! (Ara.) İtiraf edelim ki bu işi beceremedim! Ah!, sevgili Johanna, hep şu ilkeler yüzünden. Siz, hiç kuşkusuz, benim, bu iki yabancı esiri askerlerime yeğlediğimi düşünüyorsunuz. Aslında buna hayır demem gerekirdi. Ama bir yamyam gibi mi davransaydım. Üstelik, ağzına et koymayan biri olarak.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:304) “Hiç kuşkum yok: Geçmişte, ne sivri akıllılar Senden değersizlere övgüler yağdırdılar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:59, sa:159) “Hay Rey’ine, demek geldi Manolo’nun içinden, ama hiçbir şey söylemedi. Hay Rey’ine tabii, bir zamanlar hiç kuşkusuz Rey’di, Çingenelerin itibarı vardı, halkı özgürce Endülüs’ün yaylalarında dolaşırdı.” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:12) “Çobanlar, Çingeneler, katırcılar hala ‘zümrütlerini kuyuya atan’ İngiliz Lord’unu anlatan şarkılar söylerler ve bunlar hiç kuşkusuz bir öfke ya da sarhoşluk anında mücevherlerin üzerinden sökercesine çıkartıp bir pınara atan Orlando’dan söz etmektedirler; mücevherler daha sonra bir iç oğlanı tarafından pınardan çıkartılmışlardır.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:88) “Duvarı tıklattınız mı -beylerden biri bir çekiç getirmişti de- kof bir ses çıkıyordu; bir titreşim, hiç kuşkusuz demişti obey, zamanında birinin saklandığı bir geçit var orada. Mrs. Sands’e kalsa, keşke hizmetçi kızlar ortalıkta dolanırken mutfağına girip böyle şeyler anlatmasalardı. Kızların aptal kafalarında garip fikirler doğuyordu. Ölülerin fıçıları yuvarladığını duyuyorlardı. Ağacın altında beyazlı bir kadının gezindiğini görüyorlardı. Karanlık çöktü mü, hiçbiri taraçaya adım atmıyordu. Bir kedi tıksırmıyagörsün: ‘İşte hortlak geldi!’ çığlığı.” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:34-5) “Ve böyle düşünürken hiçbir kötü niyetleri de yoktu; o sıcak ortamı, güzel puroları kıskanmıyorlardıı da, hatta onlara layık olduğumu bile düşünüyorlardı sevgili iyi arkadaşlarım. Ve hiç kuşkusuz, benim gidip kendimi ‘köklü’ aile tarafından ağırlatmamda -belki beni asıl üzen de buydu- hiçbir kötü niyet, art düşünce sezmiyorlardı. Onların görüşüne göre bir süvari subayının eşraftan birinin sofrasına oturması ancak o kişiyi onurlandırmak anlamına gelirdi.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:95-6) Hiç mi hiç : ‘Hiç’in ileri derecesini belirleyen bir sözcük: Hiç ama hiç “Öğretim yöntemi ezberdi ve, ilkelliğine karşın, tinsel açıdan yetiştirme görevini yüklendiği yontulmamış ve inatçı küçük halka en uygun düzeniydi belki de. Soruları ve yanıtları öğrenmek gerekiyordu: ‘Tanrı nedir?’... Bu sözcüklerin Hıristiyanlığa girmeye hazırlanan çocuklar için hiç mi hiç anlamı yoktu. Belleği çok iyi olan Jacques bunları hiçbir zaman anlamadan, şaşmaz bir biçimde ezbere okuyordu.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:135) “Véronique (bu taraçada), Paris dairelerinde hiç mi hiç iyi yetişmeyen aspidistra’lar yetiştirmeyi koymuştu hemen aklına; ama taraçaya gitmek için, Anthime’in tez elden laboratuar haline soktuğu limonluktan geçmek zorunluğu vardı.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:4) “Ama bütün bunlar yıllar önceydi, yıllar sonrasına sanki her geçen günü kimi eklemeler ya da unutkanlıklarla hep şekil değiştirerek aktarıldı ve ben suskunluğumla ve kendimden hiç mi hiç memnun olmamaklarımla o günleri eninde sonunda bir yerinden yaşamış gibi oldum.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:46) “Tam saat beşte çay içme alışkanlığı vardı, tek başına olsa da partiye gider gibi giyinirdi. Ne var ki bir İngiliz romanından alınmışa benzeyen bu alışkanlıklar onun kişiliğine hiç mi hiç uygun düşmüyordu.” G.G. Marquez, “Şili’de Gizlice”, sa:114) “Ardına bir kez baktıktan sonra Yusuf inşaat alanına doğru yoluna devam ediyordu ki durup karşı bayırdaki şehre de bir kez bakmak istedi, kat kat inşa edilmiş bir şehir, ekmek rengi alana kadar güneşte pişen taşlar. Artık ustabaşı işareti vermiş olmalıydı, lakin Yusuf’un hiç mi hiç acelesi yoktu, öylece şehre bakakalmıştı, kim bilir neyin beklentisi içindeydi.” (J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:87) “Lulu kurtuldu, taraçayı uçarak geçti. Rirette onun uzaklaşmasını seyretti. ‘Böyle bir şey yapabileceğine hiç mi hiç inanmazdım. Ne kadar neşeli,’ diye düşündü. ‘Biraz başına buyruk gibi, kocasını başından atmayı da böylece başardı. Beni dinlemiş olsaydı, çoktan her şey olup bitmişti. Ne olursa olsun benim yüzümden oldu. Sözün kısası çok etkiledim onu.’ ” (J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:115) “Gezginci yaşantımda hiçbir arkadaşım yoktu. Benim yaşıtlarımı ilgilendirenler, beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Çayırlardaki açık gökyüzü, rüzgar, geceleri odamın karanlığı dışında, gizlerimi açabileceğim hiç kimse yoktu.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:45) “Görevlerinin gereksinimlerini, içinde bulundukları durumu anlatmak, devletten yardım dilemek olduğuna içtenlikle inanıyor; birtakım açıklamaların, isteklerinin onlara düşman grubu desteklediğini, her şeyi berbat edebileceklerini hiç mi hiç anlamıyorlardı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:715) “Gelir gelmez kız kardeşine sarılır ve onu bilinçli olarak öyle şefkat ve abartılı bir gürültüyle öperdi ki, sessiz muzip gülüşmeler bastırılmış öksürük şeklinde duyulurdu; kümesteki tek horoz gibi delikanlı gururuyla onca kızın kendisini incelemesinden aldığı zevk kadar, onları da incelemek hoşuna giderdi; bu hapsedilmiş zavallı varlıklarının hepsinin kendisine biraz aşık olmasını istediğini arkadaşça sevdiği kız kardeşinden hiç mi hiç saklamazdı.” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:21-2) Hiç oğlu hiç : Madden ve manen fakru zaruret içinde olmak “... yazmak istediklerini bir çırpıda söyleyebilmek fırsatını bulduğuna sevinmiş olacak ki mektubunda yazacağı şeyleri Rostof’a anlattı. -Bak görüyor musun dostum, dedi. Biz aşktan uzak kaldıkça uykudayız, hiç oğlu hiçiz.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:303) Hiç olmazsa : Başka bir şey yapılmamış bile olsa “Bu budala köylüler, bütün dünyayı gezmiş, görmüş geçirmiş de olsa, bir sabah sabah sokağa çıktığında şaşırıp kalan, ne yapacağını bilemeyen bir adamı anlayamazlar. İnsan böyle olabilir, çünkü, bunu ne kadar bekliyor da olsa, salıverdiklerinde bir türlü bu dünyadan biri gibi duyumsayamaz kendini ve evden kaçmış biri gibi, vurur sokaklara. ‘Hiç olmazsa gölgeden yürüyelim, nasıl olsa parayla değil,’ diyerek kaldırıma çekiyorum onu.” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7-8) Hiç oralarda, oralı olmamak . Aldırmamak, önem vermemek “İyi! Cesur şövalyemiz, bu güzel nutku attıktan sonra, sevgilisi olacak kadını bulmuş gibi sevindi. Söylentilere bakılırsa, bir zamanlar, kız ayrımında bile değilken ya da hiç oralı olmazken sevdalandığı, genç ve güzel bir köylü kızını eş olarak seçti.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:15) “Etrafına bir alay kız birikmişti. Cambazhanede acayip bir hayvanın hünerlerini seyretmeye hazırlanan seyirciler gibi ona bakıyorlardı. Homongolos, hiç oralarda değildi. Elleri pantolonunun ceplerinde, ağzında bir sigara, hiç fütursuz gülüp konuşuyordu.” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:56) “Kentte pek çok kadın vardı ki, bunlara veda etmeden gitmesi asla yakışık almayacaktı; daha dün gece bunlardan biriyle yatmış, ama geleceğe yönelik plan ve tasarılarından kendisine hiç söz açmamıştı. Evet işte, yolculuk görünmesin, insanın ayağına dolaşan ne çok şey çıkıyordu. En iyisi hiç oralı olmamaktı.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:231) Hiç parası olmamak : Şu ya da bu nednele kendi namına hiç parası olmamak Bk.: Parası olmamak “ ‘Ama asıl o vakit hepsinden kolay ateşçi olup çıkar insan. Diyeceğim, hiç tavsiye etmem. Madem Avrupa’da okumaktı niyetiniz, ne diye burada da aynı şeyi yapmıyorsunuz? Değilmi ya, Amerika’daki üniversiteler Avrupa’dakilerle kıyaslanmayacak kadar iyidir.’ ‘Neden olmasın!’ dedi Karl. ‘Ama okumak için nerdeyse hiç param yok!’ ” (F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:9) Hiç sormayın : Bilmiyorsunuz başıma neler geldi, sormasanız daha iyi olur “-E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz? -Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım. -Ne hastalığı? -Evet, bir ay kadar ateşler içinde kıvrandım. Öleceğimi sanıyordum, ama sonunda kefeni yırttık.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:16) “ARLECCHINO - Ha... Sahi... Öyle ya... Sinyora Rosaura ile Sinyora Beatrice’nin evlerine gittik, yedik, içtik. LELIO - Sofra nasıldı? Söylesene. ARLECCHINO - Hiç sormayın! Ne zamandır böyle tıka basa karnımı doyurduğumu bilmiyorum.” (C. Goldoni, “Yalanacı”, sa:37) Hiç söz(ünü) açmamak, etmemek : Hiç konuyu gündeme getirmemek, söz etmemek, bahsetmemek “İşte Luke böyle bir adamdı. Evlilik konusunda şansı yaver gitmemişse de, evcildi. Fakat çiftlikteki ev hayatının hiç sözünü etmiyordu. Sanki o günleri unutmuştu. Hayalinden geçirdiği avlulu sarı ev, kafes işi ve tavukların arasında nasıl olur da kanunun kendisine emanet ettiği ve kendisinden haksızca çalınan oğlunu unutmuş görünürdü.” (O. Henry, “viski soda”, sa:201) “Köpoğlu Etem, yolda bana bunlardan hiç söz açmıyor, hep arkadaşımın musiki merakı, çingene çocuklarından bir armonik teşkili, işitilmemiş çingene ninnileri, türküleri öğrenmek hevesi gibi garipliklerden, tuhaflıklardan dem vurarak bu vaziyete karşı benim fikrimi yoklamak istiyordu.” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:64) Hiç şakası yok : Şaka sanmayın çok ciddi, tehlikeli olabilir Bk.: Şakası yok “O günlerde, sanayi bölgeyi istila etmeden önce, yoksullara oda kiralayan eski evler vardı ve bu evlerden birinin sahibesi, kıymetli mülkünü koruması için buldog köpeğini geceleri salardı. Orosupu çocuğunun hiç şakası yoktu: Birçok sarhoş gecemde ödümü patlatmıştı.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:56) Hiç şüphesiz; Hiç şüphe yok ki : Bir sorgu sual olmaksızın, mutlak surette “Hiç şüphe yok ki, Troubert efendi başka zamanlarda olsaydı ya Hildebrandt ya da VI. Alexander olurdu. Bugünkü günde artık kilise, siyasi bir güç taşımıyor; bu sayede de yalnızlık köşesine çekilenler arasındaki gücü ve yeteneği bütün bütüne kendisine çekip almıyor.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:139) “Muhtemelen aklınızdan geçmiş olan ve yüce bir duygunun anlaşılmasından çok bir hizmetkarın düzeyiyle bağdaşan saçma sapan varsayımların niteliği ne olursa olsun, hiç şüphe yok ki, sizden bir kitap istettiğimde, benim kim ve nasıl biri olduğumu bilmeden, yazmış olduğunuz cevabı göndermekle, kendinize önemli bir kişi havası verdiğinizi zannettiniz.” (M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:403) “Madame de Rénal merdiveni aldı; bu merdiven onun için hiç şüphesiz çok ağırdı. Julien yardıma gidecekti; hiç de kuvvet göstermeyen o narin bale, vücude hayran bakıyordu; Madame de Rénal birdenbire, hiç bir yardıma gerek göstermeden merdiveni yakaladı ve bir iskemle kaldırır gibi kaldırıverdi. Çabucak üçüncü katın koridoruna götürdü, duvarın kenarına yatırdı.” (Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:301) Hiç yoktan : Belirli bir nedeni olmaksızın, yok yere “Onun da, başkaları gibi bir aşk hikayesi vardı. Bir dülger olan babası iskeleden düşerek ölmüştü. Ardından annesi göçmüş, kız kardeşleri dağılmış, bir çiftçi onu yanına almış ve küçük yaşta inekleri gütmeye başlamıştı. Paçavralar altında tirtir titriyor, yüzükoyun yatarak durgun sulardan içiyor, hiç yoktan bol bol dayak yiyordu. Sonunda, kendisinin yapmadığı bir hırsızlık yüzünden çiftlikten kovulmuştu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7) “Ben, yedi yaşımda birinci sınıfa başlarken, talihime bir zalimin eline düştüm; hiç yoktan beni döverdi. Sonuç: Sınıfın yarısı okuldan kaçardı. Bataklıklara gider, ya da kışın kayak kayardık. Tabii sınıfta kaldım, ertesi yıl ilkinden de zıvanasız bir adamın eline düştüm. Bu adam, kulaklarımnızı koparır, cetvel tahtasıyla ellerimizi kırar, burnumuzdan kan getiresiye tokatlardı.” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:10) Hiç yoktan iyi (olmak, sayılmak) : Elimize ne geçerse kar, bu kadarına da şükür “Bu kasıtsız dil sürçmesinden sonra, aklıma Rachel’ın da onaylayacağı bir şey geldi. Belki müthiş parlak bir fikir değildi, ama hiç yoktan iyiydi; bu işe niyetlendiğim gibi dört elle sarılacak olursam, projemi gerçekleştirecek, beni uyuşuk hayatımın tembelliğinden koparsın diye aradığım meşgaleyi bulmuş olacaktım.” (P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13) “İki gün hep birlikte yanımızda silahlarımızla çalıştıktan sonra uzaktaki tarlaları, selden sonra geriye kalanların hepsini hasat ettik. Mahsulden aile başına dört bardaktan az düşüyor, ama hiç yoktan iyidir.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:189) “... üstelik milletvekili olma şansı da vardı, o halde ne diye hiç yoktan bir elli, ya da yüz bin koparmasındı? -Hani bir yüz bin koparırsak, değil mi? -Tadından yenmez!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:239) “Memet: ‘Olsa da nedir ki,’ dedi... ‘Bir karış, yola yola el kalmaz, tırnak kalmaz. Alacağında iki avuç. Olsa ne olur ki...’ Hösük: ‘Olmasın,’ dedi. Aşık Ali ‘Olsa iyi olurdu,’ dedi. ‘Hiç yoktan iyi olurdu.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:10) “Petro çıktı; bir petrol lambasıyla geri döndü, lambayı sıranın köşesine koydu. Kötü aydınlatıyordu, ama hiç yoktan iyiydi. Geçtiğimiz gece bizi karanlıkta bırakmışlardı. Lambanın tavana vuran yuvarlak ışığına şöyle bir süre baktım. Büyülenmiştim. Sonra birden kendime geldim, ışığın yuvarlağı silindi, koskoca bir yük altında ezildiğimi hissettim.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:20) “İki hafta boyunca aile bu konuyla çalkalandı. Neyse ki üç yüz bin frank değer biçilen apartman yerinde duruyordu. İpotek ödendikten sonra, her bir çocuğa net elli bin frank kalacaktı ve bu, hiç yoktan iyi sayılırdı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:116) Hiç yoktan yere : Durup dururken, boş yere, hiç neden yokken “Ölüm de daha büyük ve heyecanlı bir çürük sayılırdı kuşkusuz. ‘Yok ama birkaç hafta içinde ölüp ölmeyeceğim belli değil,’ diye kendime hatırlatma gereği buydu. Alt tarafı, bazı tıp adamlarının görüşü bu yöndeydi - yeteneklerine güvenilmezdi. Bu düşünce yaşamımı azıcık da olsa alt üst etmeye yetmişti elbet, ama hiç yoktan yere. Ölüm beklentisinin ilk gününde tepeden tırnağa karanlığa bürünmüştü; küçük bir çocukken okula gittiği yıllarda, ertesi gün hezimete uğramak beklentisine girdiği anları düşünmüştü.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34) Hiç yolu olmamak : Başka yolu yordamı, çaresi kalmamak, çözüm yolu olmamak “-Tuza gitmekten başka çare kalmadı! Bu iş bana çok tuzluya oturacak, hiç yolu yok kardeşçik. Bu gidişle açlıktan kuyruğu titreteceğiz yoksa.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:41) Hidalgo : (İSP.,SOSY.) <İdal’go> : İspanyol aksoylusu, asılzadesi “ ‘Eğer kopuğun biri dedğil de şövalye olsaydın, haddini bildirirdim, çiroz herif sen de!’ ‘Ben mi şövalye değilim?’ diye bağırdı Vizcaya’lıı, ‘Tanrı tanığımdır ki, bir Hıristiyan gibi yalan söylüyordun; kargını atıp kılıcını çekersen, haddini bildiririm sana. Yerde de, denizde de, karada da, öbür dünyada da Vizcaya’lı bir Hidalgo’yum ben; aksini söyleyenin alnını karışlarım!’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:53) Hidayet : Hak yoluına, doğru yola iletme “Günahlara batmış biri vardı; Tanrı’nın rahmeti onun yoluna hidayet kandilini tuttu. O da böylece hakikat ehline karıştı. Dervişlerin sohbetleriyle, onların sözlerindeki içtenliğin etkisiyle bütün kötü huyları iyiliğe döndü. Arzudan, hevesten elini çekti.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:105) Hiddetini almak : Hiddetini, öfkesini yatıştırmak “Beyefendi haklı haksız huysuzlanarak, hiddetini almak için her şeyi yaparak Fatin’i hırpaladıkça o haklı olsa bile boyun büker, razı olurdu.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:287) Hiddetini kusmak : Tüm hiddetini bütün şiddetiyle sergilemek “Bu olaydan hemen bir gün sonra Erdal, Hasan’ı bir köşeye sıkıştırmış, hırslı gözlerini kocaman kocaman açarak hiddetini kusmuştu: ‘Ulan kürdo, alacağın olsun... Sen kimsin ki beni fitneliyorsun? Bir gün bunu sana ödeteceğim!’ ” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:166) “Dr. Loweg Clem’e benimle birlikte olması için bir toplantı ayarlamasını istemiş. Neredeyse daha kapıdayken sevgili Dr. Loweg bana hiddetini kusuyordu: ‘Biliyor musun seni arabama koyup Carstairs’e geri atmaya yetkim var? Tabii öyle yapmayacağım, ama bu işte kimin patron olduğunu sana hatırlatmak isterim!’ ” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:142) Hiddetten ateş püskürmek : Son derece kızmak, bağırıp çağırmak “Çünkü, orada da pek ümit vermeyen bir manzara ile karşılaştım. Sakalının bir tarafı siyah, bir tarafı adeta ağarmış bir efendi, hiddetten ateş püskürüyor, karşısında benim biraz evvelki halime benzer bir vaziyette tir tir titreyen bir hademeyi dövüyordu.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:132) Hiddetten köpürmek : Öfkesi kabarmak, aşırı sinirlenmek ve etrafa taşmak “Başkasına zarar geleceği için mutlu ve o kadar kinci elli çiftten fazla göz, paçavralar içindeki bu yanık yüzlü oğlana çevrildi. Pavel ise, hiddetten köpürmekte ve elinden geldiği kadar sakin olmaya çalışarak, ‘Ben size ne yaptım? Ne diye bana düşmansınız?’ diye düşünmekteydi.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:22) higgle (KOLL.,İNG) <higıl> : higgledy - piggledy : (KOLL.) Sıkı pazarlık yapmak, arka sokaklarda yiyecek satmak <higıldi - pigıldi> : Karmakarışık high : (KOLL..) <hay> : Yüksek, ali, mağrur, kibirli, azametli, muhteşem, ala; (MUS.) tiz, yüksek perdeden; kokmuş geyik eti; (COĞR.) kutba yakın, çok eski, baş; ağır; pahalı; şiddetli; (DENİZ) set; (ARGO) sarhoş, soylu; h. and dry : sudan dışarda, karada; yalnız veya yardımsız kalmış; h. and low : her yerde; zengin, fakir herkes; <Amer. Pokerinde, kazanan en yüksek ve en düşük el > (İ.E.); h. and mighty : azametli, gururlu; h.angle fire : top ağzının 30 dereceden fazla yükseklikte bulunduğu bir açıdan ateş edilmesi; high blood pressure : Yüksek tansiyon; highbred : asil; h. brow : alim taslağı, alim diye geçinen; H. Church : Anglikan Kilisesinin Katolikliğe meyilli kısmı; h. color : koyu kırmızı, koyu renk; h. contracting parties : Anlaşmayı akdeden yüksek taraflar; h. day : yortu günü; h. dudgeon : kin hiddeti; H. Dutch : Almanca, Alman dili; h. duty boiler : yüksek verimli kazan; h.-duty current : yüksek volt’lu akım; h.- dinamo : yüksek tevettür <gerilme> dinamosu; h. explosive : dinamit gibi patlayıcı madde; highfalutin : tumturaklı, şatafatlı; h.flavored : baharatı çok; h.-flown : tumturaklı (söz), mağrur, kibirli; h.-frequency : çok ve sık tekrarlayan elektrik dalgaları; yüksek frekans; highhanded : zorba, hükmünü zor kullanarak icra eden; h.-hat (U.S. Slang): Büyüklük taslayan kimse; saymamak, önem vermemek; h. horse : yüksekten atma, gösteriş yapma, çok neşeli hal; highlands : dağlık, dağlık memleket; highlander : dağlık bölgelerde yaşayan kimse; h. life : kibar hayatı, kibar veya zengin sınıfı; h.-minded : alicenap; mağrur, kibirli; h. noon : tam öğle vakti <1940’larda Gary Cooper filmi. İ.E.>; h. opinion : yüksek fikir, tam itimat; h.-pitched : (MUS.) çok tiz (nota, ses); h. place: özellikle mabet v.s. nin bulunduğu yüksek yer; h. point : en önemli, en heyecanlı an: h.-pressure : yüksek basınç; h.-pressure boiler : yüksek basınçlı kazan; h.-pressure shovel : yüksek basınç tarağı; h.priest : başpapaz; h. pricipled : yüksek düzeyde prensibi olan; h. proof : çok alkollü; (FIG.): fazla derecede; h. relief : (MİM.): Yüksek kabartma; highroad : cadde, şose, geniş yol; h. seas : engin, açık deniz; h.-sounding : debdebeli, tantanalı; h.-speed : son sürat, büyük hız; h. spirited : yüksek ruhlu; alicenap, cesur; (ZOO.): at; h. spots : en önemli, en heyecanlı noktalar; h. strung : çok sinirli, fazla hassas; h.-summer : yazın ortası, en sıcak zaman; h.-tea : ağır çay ziyafeti; h. tension battery : yüksek gerilim akım kablosu; h. terms : methüsena, methetme, yüceltici sözler; h. tide : suların ‘met’ <kabarma> vakti; h. time : tam vakit, vakit geldi ve geçti bile; h. toned : yüksek perdeli, usul ve uslubu yüksek; (ARGO) modadan; h. treason : ağır ihanet; vatan veya hükümete ihanet; h. vacuum : tam boşluk, bütün havası boşaltılmış; h. water : en yüksek met; nehir suyunun en çok yükselmesi; h.-water mark : suyun en yüksek zirve düzeyi; highway : genl yol, cadde; şehirlerarası asfaltı; highwayman : (ARGO) eşkiya; h. wing : yüksek kanatlı; h. words : bağırarak söylenen sert söz; h.-wrought : ince işlenmiş, çok alevlenmiş (hiddet); fly h.: büyük emeller beslemek; play h.: büyük kumar oynamak; The most H.: Tanrı, Cenabı Hak; with a h. hand : büyük kudretle (para), kudretli el ile (kağıt oyunu) (Yeni Redhouse Lügati) Hikaye dinlemek : Masal, martaval, ipe sapa gelmez şeyler dinlemek “O dakkada hikaye dinleyecek durumda değildim. Çünkü kafam yine Alfred’le doluydu. Halbuki günün birinde ben de evlenecektim. Evlenmenin de yolu yordamı vardı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:343) Hikaye etmek : Bahsetmek, söylemek Bk.: Hikaye söylemek “Ona, laf olsun diye, son zamanlarda başından geçen askerlik meselelerini hikaye etti; şimdi nerededir? Nasıl talim ediyorlar? Saatlerce nasıl yürüyorlar? Nasıl bir karavanada yemek yiyip, nasıl bir koğuşta, kiminle beraber yatıp kalkıyor? Bunları anlattı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:150) Hikmet; Hikmeti Huda; Ne hikmettir : Gizine akıl ermez, erdem, Tanrı’ya özge iş; Sırrına erilemez “Ne hikmettir şu dünyaya Gelen ağlar, giden ağlar Soralım yoksula, baya Gelen ağlar, giden ağlar” (Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:491) Hikmetinden sual olunmaz, sorulmaz : Tanrının niteliklerinden biri. Genellikle Tanrı’ya bir şikayet ya da niyazda bulunulacağı zaman, bu gerçek önce söylenir, sonra bir, “..ama..” ekiyle yakınmaya geçilir “ ‘Ey ulu Tanrım, senin işlerine karışmak kimin haddine. Hikmetinden sual olunmaz, biliyorum, biliyorum, ama bu gidişle ben keçileri kaçıracağım.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:37) Hikmet savurmak; Hikmet yumurtlamak : Büyük söz etmek, felsefe yapmaya yeltenmek “VLADIMIR - Bazen bunu soruyorum kendime. Akıl yürütmemi izleyebiliyor musun? ESTRAGON - (Hikmet yumurtlarcasına.) Hepimiz deli doğuyoruz. Kimilerimiz de öyle kalıyor.” (S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:111) “Para ve basitçe bir namus anlayışı konusunda pek titiz olan Piotr Aleksandroviç Miusov, zamanla Aleksey’i iyice inceledikten sonra şöyle bir hikmet savurdu: ‘İşte belki dünyada bir eşine daha raslanamayacak adam..’ ” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:24) Hil’at : (ARAP.): ağır değerde kaftan Padişah ya da vezir tarafından giydirilen ağır kaftan; süslü elbise; Hil’at-i fahire: Çok “Çocuk eğitilmezse çocukluğunda, İflah olmaz yetişkin olduğunda! Ağaç yaşken, eğip bükersin onu, Ateşle doğrultursun kuru odunu! Böyledir yaş dalın doğrultulması, Odunu eğmenin olmaz faydası!’ Üstadın, yerinde tavrı ve konuşması padişahın hoşuna gitti. Ona hilat ve para verdi, rütbesini daha da yükseltti.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:207) Hilesi fenni olmak : (Yaşamda) hile, hurda, fen, teknik, kudret dolu tehlikeler “Hıdırellezde sekizine bastı. Tay gibi de boy sürüyor. Her halde Haçça gibi uzun boylu olacak. Irazca, içinden ‘Acık daha uzasa da başka uzamasa!’ diyor. ‘Boyu uzun olanlar gaba zeyin olurlar... Dünyanın bu kadar hilesi fenni var, gaba zeyin olursa, nasıl baş eder, nasıl güç yetirir?’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:7) Hile(siz) hurda(sız); Hile hurda yok : Fesat, aldatmaca, dümen (katmamak) “Sadece gözlerimi açık tutup her saniyeyi aklıma kazımak, değişen yüzünü, saçlarımı yoklayan ellerimi, beni ısıran, öpen dudaklarını görmek istiyordum. Ön sevişme yok, okşamalar, hile hurda yok; yalnızca o benim içimde, ben onun ruhundayım.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:221) “Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel Petroviç getirilen eşyaları yarı fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz, parayı tıkır tıkır sayardı.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:51) “Giderek şunu daha iyi görüyordum ki, arada kesin sınırlar yoktu; küçük, ezilmiş ve yoksul insanlar arasında yaşam, talihin yüzlerine güldüğü seçkin insanlar arasındaki kadar renkli olmakla kalmayıp çokluk daha sıcaktı, daha hile hurdasız ve daha örnek alınacak gibiydi.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:118) Hilkat garibesi : Yaratılıştan fiziksel görünümü sıradışı büyük ya da acayip insan ya da yaratık “Babasının erkek kardeşinin tecavüzüne uğrayıp bekaretini yitirdiğinde on bir yaşındaydı. Dokuz ay sonra bir hilkat garibesi doğurmuş, onu görürse kızının gelecekten nefret etmeye başlayacağından korkan annesi, bebeği gizlice götürüp boğmuştu. ‘Esasen endişelenmesine gerek yoktu,’ dedi Mohini, ‘çünkü doğuştan soğukkanlı bir mizaha sahiptim ve yine doğuştan cinselliğe öyle meyilliydim ki, o bamya pipili tecavüzcü manda gibi düşkünlüğüme etki edemezdi. Ama hiçbir zaman sıcakkanlı biri olmadım ve Man Bai Hanımdan gördüğüm insafsızıktan sonra etim iyice buz kesti.’ ” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:77) “Bu iri kıyım bedenin içerisinde, son derece keskin, nerdeyse hastalıklı denebilecek kadar duyarlı bir sinir demeti ürperiyor ve titreşiyor; bütün doktorlar onu ‘duyarlık bakımından bir hilkat garibesi’ olarak görüyorlar ve şaşırıyorlar.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:130-1) “Görülmemiş bir olay olmuştu, çocuğun her şeyi tamamdı. Bir hilkat garibesi olan kendisi, her şeyi tamam, hakiki, sağlıklı, bir varlık dünyaya getirmişti; lanet bitmişti. Şaşkın şaşkın pembe yanaklarına baktı. Çocuk akça pakça, hatta ona göre güzel görünüyordu. Kurukafa değil, herkes gibiydi; tam o sırada bebeğin kurbağalarınki gibi hareket eden ağzında minik, minicik bir gülümseme belirdi.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:241) Himmeldonnerwetter (ALM. MYTH.) : ‘Aman Tanrım, olacak şey değil!’ gibisinden bir söz “Himmeldonnerwetter, böyle bir saçmalığa izin veremem! Kesinlikle yasaklıyorum! Tabur soruşturmasının ne demek olduğundan haberin var mı senin, teğmen? Çocuk oyuncağı mı sandın? Sen meydanın ortasından arabayla geçerken adamcağız seni nasıl görsün! Asker subayına ancak karşı karşıya geldikleri zaman selam verir, bunu sana öğreten olmadı mı şimdiye kadar? Asker, topaç gibi dönüp duran, arabasıyla meydandan geçen teğmen mi arayacak yani?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:306) Hin; Hinlik; Hinoğlu hin : Düzenbaz, hilekar, üç kağıtçı “Yanındaki garsonuna heyecanla döndüyse de kendini tam zamanında tuttu. Tutmayıp aklına geleni söylese, hinoğlu hin belki de yanından yılan gibi ayrılıp ‘Benden duymuş olmayın; bizim patron diyor ki...’ diye yayıverirdi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7) “Kendini tükenmiş hissetmesi için bir başka neden daha vardı. Grizzly önceki gün onu kendi mezar kazıcılarının müttefiki olarak nitelediğinde, Paul bunda hiçbir somut içeriği olmayan şık bir hinlikten başka bir şey görmemişti. ‘Mezar kazıcısı’ sözcüğü onun için pek bir şey ifade etmiyordu. Çünkü o zaman mezar kazıcıları hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Ama şimdi mektubu almıştı ve gerçeği apaçık kabul etmek zorundaydı: mezar kazıcıları gerçekten de vardı, onu çoktan mimlemiş, bekliyorlardı.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:152) “Üstelik zekadan da yoksun değil, hatta babasından daha da iyi bir tutumu var. Kısacası, ne kadar yinelesem azdır, aslında iyi yürekli ve dürüst bir insan. Ne var ki, bu içtenlikli ve gencecik yürek kendisine hinoğlu hin bir oyun anlatıldığı zaman kasılıyor ve bu tür şeylerin farkında olabilmesi için insanın kendisinin de kapkara bir ruhu olması gerektiğine inanıyor.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:465) Hindi gibi kabarmak : Gubarlanmak, gerektiğinden fazla kahramanlık taslamak “LAUREL - Bana sorarsan yakında fırtına kopacak. MAITLAND - Sana sormuyorum. Kendinle pek fazla övünüyorsun. Kavga konusu olmaktan adeta hindi gibi kabarıyorsun.” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:46) “... kendileri de kitaplarını bir kitapçının dükkanında gördükleri, her sayfa başında adlarını genellikle yabancı ve anlaşılmaz eski kitaplarda bulunan terimlere benzer iki üç lakapla birlikte okudukları vakit, hindi gibi kabardıklarını görmeli!” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:95-6) “Epaminonda’ya gelince, hindi gibi kabarmış, bir amiral gibi yiğit, buyruklar veriyor, olayı yönetiyordu.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:60) Hint horozu (gibi kabarmak) : Sık sık diklenen, isyan eden, kabaran (horoz gibi) “Pan Vrublevski de, -Ne cesaretle yapıyorsunuz bunu? diye haykırdı. -Bağırmayın bakalım, bağırmayın! Sizi gidi Hint horozları!.. diye tersledi onları Gruşenka.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:111) Hiperaktiivite, hiperaktif çocuk : (Hyperactiivity, hyperactive chiild) <hiperaktiviti, hiperaktif çayld> (TIP,PSYCH.İNG.) Son on yıllarda gitikçe artan oranlarda gözlenen ‘Hiperaktivite – aşırı hareketlilik’, hele hele dikkat bozukluğunun da eklenmesiyle Çocuk Psikiyatrisinin günün en önemli konusu haline geldi. 1952’de Psikiyatri ihtisasına başladığımda, adını henüz duymamıştık bile bu rahatsızlığı, ‘Autism’ alanı kavrıyordu; 2007’de, Amerika dönüşü, pratiğimi bıraktığımda, hastalarımın yüzde 70’i hiperaktif idi. Doğa’nın değişen atmosferik olıuşumları, zamanın değişimine ve çocuk yetiştirme kurallarına (?) sosyal bakımından ve toplumun bekledikleriyle, şehirleşme plansızlığı, tekniğin gelişimiyle ‘okuma’nın nerdeyse tabu olup daha bebek yaşında elektronik’lerden medet umma, gelir farklılığının yarattığı yeni imkanlar, i.e. çocuklarımızı yabancı ülkelere göndermek, vs. imam-hatip geleneğinin canlanmasıyla, eğitim cidden bilimselliğin ve okuma, yaşama kültürünün karmaşık bir sentezi haline geldi. Görebildiğim kadar, yeterli güvenilir ‘research’ imkanlarını da pek duymuyorum. Yazılan birçok kitapların hastalığı anlama adına faydalı olabileceğine inanmakla beraber, en büyük eksiğin, anne ile babalar arasındaki ‘yetiştirme’ mod’larının farklılığından, özellikle A i l e t e d a v i s i’nin eksikliğinden, i l a c’a karşı direnme’den v.s. güvenilir kaynakların azlığından şikayete devam edeceğiz. Bu itibarla, bu lügat!te, ilaçlara hiç dokunmadan, orta-yüksek sosyal düzeydeki ailelerin rahatça anlayabileceklerini düşündüğüm, hastalığın gözle görülebilir arazını, mümkünse yiyecek seçimini, ve en önemlisi, birlikte yaşarken, çocuğu azarlamama, yıpratmama yolunda gözlem ve paylaşımları arttırma yetilerini arırabilmek için bazı klasik öğütleri sıralıyorum. Mamaafih, iftiharla söylemeden geçmeyeceğim, uzun yılların deneyimlerinden sonra bu konuda yayınladığım : “HİPERAKTİF ÇOCUKLAR VE RİTALİN” (Özgür Yayınları, Sirkeci, İstanbul,2003;6) adlı kitabımı hararetle tavsiye etmeden geçmeyeceğim (İ.E.) H i p e r a k t i v i t e / D i k k a t b o z u k l u ğ u’nun klinik işaretleri (Dört ya da beşinin var olması yeterlidir.) 1. 2. Sürekli, gayesiz hareketlilik, Kısa süreli dikkat, 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 21. 22. Dikkat kolayca dağılabilir, Duyular çok gevşektir; kısa anda gülmekten ağlamaya geçebilir. Kolay heyecanlanma, İmpüls-Dürtü’ler kolaylıkla kontrolünü kaybeder (Konuşma, vurma, kırma, zıplama vb.), Yoğunlaşma-Konsantrasyon güçlüğü, Tehlike ya da ağrı konularında vurdumduymazlık, Agresif-yıkıcı-kavgacı davranış; Yalan söyleme, çalma, öfke nöbetleri geçirme, Gerek cezalandırılmaya ve gerekse ödüllendirilmeye gevşek tepki, Çevre ile sürekli çatışma, hayvanlara eziyet etmek, Kaza yapmaya eyilim: ağaçtan, bisikletten düşme, şuraya buraya çarpma, Konuşma problemleri, Gözde zaman zaman görülebilen geçici şaşılık, göz küresinin yan hareketleri (Nistagmus) Algılama güçlüğü, görme-işitme problemleri; Sağ-sol dominans güçlüğü: sağ el, sol göz-kol-bacak kombinasyonu, Düzensiz gelişim: emeklemeden yürümeye, çağıldamadan konuşmaya geçivermek, Düzensiz, okunaksız elyazısı; sınırda kalamama, çizginin, paralelin dışına çıkma, Kendiliğinden bir ödevi bitirememe, sürekli dürtü ve ikaz gerektirme, Sıradışı birden fazla kuralları gerektiren oyunlarda uyum sağlayamama, dışlanma, Sosyal yaşam düzensizlikleri: kolay hır çıkarma, kavga etme, dost-arkadaşı olmamak, Uyku bozuklukları: Geç yatma, geç kalkma; çok derin uyku, Hemen daima ardından koşturma, odasını ve eşyalarını dağıtma, ödevini evde unutma. -------H i p e r a k t i f Bir Çocukla Yaşamın Anahatları Birçok çocuk hekimi, hiperaktif çocuklara ilaç verilmesinde dikkatli davranılmasını tavsiye eder, özellikle okulöncesi çağı için hemen hiç önerilmez. Okulöncesi çağdaki hiperaktif bir çocuğun ebeveynlerin, onunla günü birlik yaşamayı öğrenmeleri söylenir. Biz aşağıdaki önerileri son kırk yıldanberi memnuniyet verecek derecede ailelere uygulanmasında yardımcı olmaktayız. Bununla birlikte, önerilerin uygulanmasında ebevynlerin çektikleri ıstırabı ve gösterdikleri sabırı büyük bir saygıyla yadetmek zorundayız. (1) Çocuğunuzun sınırlarını kabul edin : Bir ebeveyn çocuğunun daha doğuştan onunla birlikte gelen yüksek enerjinin ve bunun göstergesi olan aşırı hareketliliğin var olduğunu ve olası, uzun süre kalabileceğini peşinen kabullenmelidir. En akıllı seçenek, bu hiperaktivite’nin kısa zamanda ve tümüyle yokedilebileceğini değil, makul bir derecede kontrol altına alınabileceğini düşünmek ve iman etmektir. Herhangi gereksiz bir tenkitte bulunmak ya da çocuğu “model biri” konumuna, hem de en kısa bir zamanda getirmek düşünce ve gayretleri, sonu faydadan çok zarar getirecek bir hayal ürünüdür. Hiperaktif bir çocuk için en ideal bir ebevyn davranışı esnek, sabırlı ve heyecanını kontrol edebilendir. (2) Çocuğunuza, ekstra enerjisini salıvermesi için imkan tanıyın : Bu yüksek enerji saklanamaz, depo edilemez. Bu tür çocukların, konutları dşında günlük egzersizlere gereksinimleri vardır. Eğer bir bahçeniz varsa, etrafını çitle sınırlamayı unutmayın. Havanın müsait olmadığı zamanlarda, benzer aktivitelerini icra edebilmek için, ev içi, kapalı bir oda şarttır. Orada o istediğini yapar, istemediğini yapmaz, oranın mutlak hakimidir. (Ev altında garajları olan Batılı ülkelerde, arabanın olmadığı zamanlar, garajlar özellikle bu işe ayrılır ve genellikle yeterli olur.) Bu şekilde, hiperaktivite’ye izin vermek demek, çocukların diğer kardeşleri ya da arkadaşlarıyla, hareketliliği cesaretlendirecek ve ipin ucunu kaçıracak derecelere sürüklenmelerine neden olmak demek değildir. Kaba saba oyunlara, koşuşturmalara, itip kakmalara, “Gel beni bul, elim sende!”lere geçit verilmemelidir. Hiperaktivite’yi, gereksiz, atılacak bir enerji, bir atık olarak düşünmek çok hatalıdır. Ben Üniversitelerde ders verirken, “Okyanusun suyunu kovalarla boşaltmaya kalkmayın!” örneğini verirdim. Eğer provoke edilirlerse, oyunun sonunda bazı çocukların incinebileceği ya da şu veya bu şekilde zararlı çıkabileceği durumlar ortaya çıkabilir ve çocuğunuz ebediyen dışlanabilir. Aynı şekilde, bu tür davranış, çocuğunuzla, sürekli ve değişmeyen, yineleyen bir davranış şekli olarak kalmaya devam edebilir. (3) Günlük rutin ev işlerinizi düzenli bir şekilde yürütün : Çocuğun, sizin ev işinizle sanki hiç umursamadan hareket eder gibi görünmesine karşın, ona, “normal düzen” örneğini sürekli olarak sergilemek zorundasınız. Kahvaltı ve yemek zamanları, temizlik, alışverişe gidiş vb., çocuğun “beklentileri gerçeğe dökme” yolundaki ilerki gayretlerine bir ışık tutacaktır. (4) Bu tür çocuklarda yorgunluktan sakının : Hiperaktif çocuk, üstüne üstlük yorgunsa, direnci çok çabuk kırılır, sürekli olarak mızıldanır, oraya buraya gider gelir, bir türlü düzene giremez. O zaman yatağı boylamalı. (5) Genel bir kural olarak, resmi toplantılardan uzak durun : Bu tür çocukların rahatsız olacakları kalabalık ortamlar, örneğin müsamere, dini merasimler, konser, lokanta, katı kurallara itaat beklentileri nedeniyle mutlak surette uzak tutulmalıdır. Büyük mağazalar, süpermarket, alışveriş merkezleri hem çocukların rahatça girip çıkabilmeleri, arada bir arabalara asılıp inip binme eğlencelerine de olasılık tanıyacağından daha ehveni şerdir. Keza açık hava eğlenceleri, geniş yüzme alanları, parklar çok faydalıdır. Çocuk zamanla kendini daha iyi kontrol edebileceği bir konuma gelince, zamanı daha kısa ayarlamak kaydıyla, kapalı salonlara, maamafih en ön ya da orta sıradaki koltuklara değil, arkada, orta boşluğun kıyısı, dolayısıyla ortalığın sükununu bozmadan kolaylıkla ayrılabilecek yerleri seçerek kapalı alanlar denenebilir. (6) Çocuğunuzla katı bir disiplin sistemi kurun. Hiç şüphesiz bu çocukların idaresi, son derece güçtür. Onların, normal (bu ne demekse!) bir çocuktan daha dikkatlice planlanmış, ve katı kurallarla uygulanan bir sisteme gereksinimleri vardır. Bunda gaye, çocukların kendilerine ve başkalarına zarar vermelerini önlemektir. Normal bir çocukta da beklenildiği gibi, hiperaktif bir çocukta da şiddet sergilemeye ve dikkat çekici gereksiz çıkışlara izin verilmemelidir. Yalnızca önemli bir fark şudur ki, hiperaktif çocuklarda aşırı hareketliliklerini bir dereceye kadar kontrol edilip bir dereceye kadar ifadeye şans verilmesine ve bunun normal sayılabileceğine karşın, agresif-şiddet içeren davranışa hiç izin yoktur. Yalnız, bu katı kuralların sayısı, normal çocuklara kıyasla daha az sayıda olmalıdır zira toleransları daha azdır. Kurallar, çocuğun bulunduğu evreye uygun, en önemlileri ilk kez ele alarak (örneğin evdekilerin hiçbirine el kaldırmamak, cam çerçeve kırmamak, evin kedisini tekmelememek gibi) bunlar kat’iyetle menedilmeli, çocuk uyum sağlamakta ilerledikçe diğerleri de (örneğin küfür etmemek, yüksek sesle konuşmamak, arada hemen lafa girmemek) eklenebilir. Kurallar katı dediysek bunların uygulanılışında sertliğe, asık suratlılığa, bağırıp çağırmaya da yer yoktur. Bir anne-baba, tüm gün boyunca hiperaktif çocuğunun peşinden koşarak şunu ya da bunu “yapmasana... öfff... yeter artık... dur!..”dan uzak durmalıdır. Çocuğunuzla arada bir “dilsiz oyunları” oynamınızı tavsiye ederiz. (7) Uygulanack disiplinin formülü: Fiziksel cezalandırma olmaksızın disiplin uygulanması : Bir kuralın çiğnendiği görülürse ve ebeveyn o anda tedbir almayı düşünüyorsa, uygun koşullarda çocuk evin o tarafında “bir süre yalnız kalması” kaydıyla, öyle bir yer yoksa, “kendi yatak odası”na gönderilmeli. “Ne yapalım, çocuk yalnız dayaktan anlıyor!” çağdışı ve kabul edilemez bir doktrin’dir. Dünya haritasına şöyle bir bakın ve agresyon larını kontrol edemeyen devletlerin diğerlerine ne şekilde örnek olduğunu idrak edin. Agresyon, bulaşıcı bir hastalık gibi bulaşıcıdır. Kaldı ki, çocuğunu döven ve bir az sonra suçluluk hissinden dolayı kuralları uygulamayan ya da kazanılmamış bir adım için gösterilen hoşgörü veya alınan hediye, sizi kısır bir dengeye oturtmaktan başka bir işe yaramaz. Sakin bir sesle kararlılığınızı ortaya koyun ve ona sorumluluğunu hatırlatın. (8) Dikkatini verebilme süresini uzatın : Hiperaktif olmayan davranışını ödüllendirmek, çocuğunuzu okula hazırlamanızda gerekli ilk adımdır. Bu, onlara resimli bir kitabın resimlerine beraberce bakmak, onlar hakkında sorular sorarak karşılıklı bir konuya girmekle başlayabilir. İkinci adım, ebeveynin çocuğa öyküler, masallar anlatmasıdır. Birlikte pazıl yapmak, eğlenceli oyunlar oynamak ve eğer sonuna kadar dayanabiliyorsa onu ödüllendirmek, örneğin kucaklama, öpücükler yağmuruna tutma; daha büyükse hediye pazıl alma, bir fonksiyona götürme gibi durumlar cidden cesaret veriicidir. Yatağa daha geç gitmek, bilgisayarıyla daha fazla oynamasına izin vermek, hele hele para vadetmek hiç de yararlı teknik değildirler. Evde, ebeveyn olarak, herkesin bir işi ve ona bağlı olarak sorumluluğu varsa, bir çocuk da, normalde, iyi ve doğru davranıyor, dersini çalışıyor diye ödüllendirilmez. Oyuncaklar da az sayıda ama düşünmeyi ve dikkati artıracak şekilde dizayn edilmiş, kırılması zor materyalden olmalıdır. (9) Çocuğunuzu çevrenin gereksiz aşırı tepkilerinden koruyun : Eğer çocuğunuz komşunuz tarafından “kötü çocuk” diye nitelendirilmişse, bunu eve taşımakta dikkatli olun. Onun aşırı hareketliliği, bir agresyonla birleşmediği zamanlar, “Fazla enerjili iyi çocuk” algısına dönüştürülebilir. Önemli olan şey onun kusurlarını örtbas etmek değil, her ne yaparsa yapsın onu düzeltmek, ona yardım etmek için her zaman onun karşısında değil, yanında olduğunuz hissini ona verebilmenizdir. Zamanla “kötü çocuk”u oynayacağına, inisiyatif ve diğerlerine yatırımı artırarak “iyi çocuk”u oynamaya başlayacaktır, yeter ki sabırlı ve adil olun. (10) Aile, eğer mümkünse, aile dışı personel kullanarak evden uzaklaşabilmeli : Çocuğa adil bir esneklik ve sağduyu gösterebilmek için, zaman zaman evden uzaklaşmalıdırlar. Yoksa zaten tüm gününü evde ya da dışarda geçiren ve akşam eve yorgun dönen ana-baba, çocuğun aşırı, isteyen, asılan, gözleri yoran hareketlerini sakin bir edayla karşılayamayabilir. Hafta arasında hiç olmazsa bir akşam, hafta sonunda da bir gece anne baba evden uzaklaşmalı. Ev hanımlarının da haftada iki öğleden sonralarını sergi, müze, sinema, arkadaş ziyareti vb. sosyal meşgalelerle geçirmeleri, çocuklarına daha fazla özveri ve enerjiyle dönmelerini sağlayabilir. Bu tür çocuklar, doğrudan doğruya okula başlamamalı, hiç olmazsa bir ya da iki yıl, ana okul deneyimini yaşamalıdırlar. Prof.Dr. İSMAİL ERSEVİM H i p e r a k t i v i t e / D i k k a t b o z u k l u ğ u’nun klinik işaretleri (Dört ya da beşinin var olması yeterlidir.) . Sürekli, gayesiz hareketlilik, . Kısa süreli dikkat, . Dikkat kolayca dağılabilir, . Duyular çok gevşektir; kısa anda gülmekten ağlamaya geçebilir. Kolay heyecanlanma, . İmpüls-Dürtü’ler kolaylıkla kontrolünü kaybeder (Konuşma, vurma, kırma, zıplama vb.), . Yoğunlaşma-Konsantrasyon güçlüğü, . Tehlike ya da ağrı konularında vurdumduymazlık, . Agresif-yıkıcı-kavgacı davranış; Yalan söyleme, çalma, öfke nöbetleri geçirme, . Gerek cezalandırılmaya ve gerekse ödüllendirilmeye gevşek tepki, . Çevre ile sürekli çatışma, hayvanlara eziyet etmek, . Kaza yapmaya eyilim: ağaçtan, bisikletten düşme, şuraya buraya çarpma, . Konuşma problemleri, . Gözde zaman zaman görülebilen geçici şaşılık, göz küresinin yan hareketleri (Nistagmus) . Algılama güçlüğü, görme-işitme problemleri; . Sağ-sol dominans güçlüğü: sağ el, sol göz-kol-bacak kombinasyonu, . Düzensiz gelişim: emeklemeden yürümeye, çağıldamadan konuşmaya geçivermek, . Düzensiz, okunaksız elyazısı; sınırda kalamama, çizginin, paralelin dışına çıkma, . Kendiliğinden bir ödevi bitirememe, sürekli dürtü ve ikaz gerektirme, . Sıradışı birden fazla kuralları gerektiren oyunlarda uyum sağlayamama, dışlanma, . Sosyal yaşam düzensizlikleri: kolay hır çıkarma, kavga etme, dost-arkadaşı olmamak, . Uyku bozuklukları: Geç yatma, geç kalkma; çok derin uyku, . Hemen daima ardından koşturma, odasını ve eşyalarını dağıtma, ödevini evde unutma. -------HİPERAKTİF ÇOCUKLARA ÖNERİLEBİLECEK DİYET Evet TAHIL GEVREĞİ türleri: Pirinç, yulaf, arpa Hayır Buğday, unlu şeyler, mısır MEYVE : Tüm taze meyveler Yapay katık maddeleri (renk vs.) Buzda saklanmış konserve (Eğer şeker ve yapay boya varsa) SEBZE : Taze sebzelerin hepsi Buzlu veya konserve mısır ET : Piliç, hindi, kuzu, dana, balık Frankfurt, hamburger, domuz; Tuna ve Solmon İÇKİLER : Çay (bal ile tercihen) Buzlaştırılmış (frozen) elma, Süt ve süt mamulleri, Sun’i boyalı veya şekerli üzüm, portakal suyu meyve suları ÇEREZ (Snacks) : Potato chips Kuru üzüm, bal, saf pekmez Corn chip - fritos Çukulata Diğer Tuz, biber Sirke, zeytinyağı, becel, Şeker, pasta, kurabiye, buğday ekmeği, yumurta, Sakarin vb.. crackers margarin. Derleyen : Prof.Dr. İsmail Ersevim Hipnoz : (PSİK.) (Fr.: Hypnose = ipnoz, yapay uyku), Hypnosis . : Bugünlerde sırf gösteri ya da diş çekimi gibi olaylarda yardımcı, ve pek nadir olarak kişisel terapi için kullanılan ve fakat psikiyatrinin gelişim yıllarında (XVIII., XIX yy.’lar’da ‘manyetik uyku, animal magnetizm vb. kitlelere yardım etmiş bir metod. Mesmer, Marquis de Puységur büyük isimler idi. “M e s m e r i z m, Almanya’da Fransa’dakinden farklı bir gwlişim göstermiş ve özellikle ‘Animal Magnetism’ Romantist’ler ve Doğa Filozofları tarafından hemen benimsenivermiş igi. Kluge, yazdığı ders kitabında, manyetize eden ve edilenin, ‘manyetik bir daire’ oluşturduğundan ve bunun iki kişi arasında yaratılmış özel bir dünya olıup her tür gürültü, ışık ve benzeri dış etkilerden korunması gerektiğini savunmuştu. Frederick Hufeland, bu ikili üniteyi, gebe kadın ve fetus’a benzetti ve m a n y e t i k t e d a v i’nin, fetus’un doğumuna kadar geçirdiği yaşantıların aynısı olduğunu belirtti. Kluge, “manyetik hal”in şu altı evreden geçtiğini açıklamıştı: 1)Uyanıklık fazı; 2) Yarı uyanıklık; 3) İçsel karanlık <inner darkness>, 4) İç berraklık <inner clarity>, 5) Özgür düşünceye dalma fazı <self-contemplation>, 6) Evrensel berraklık <universal clarity>. Kişinin zaman ve mekan tüllerini kaldırarak, geçmiş ve gelecek zamanlardaki, uzak mesadfelerdeki olan şeyleri sezme yeteneği. Sonra, bir Dr. Justinius Kerner <1786-1862> geldi (Botülizm’i keşfetmiştir!), 1819’da tayin edildiği Weinsberg şehir hekimliğinde, öldüğü 1862 yılına kadar kaldı ve bu arada evi, şairlerin, filozofların, hatta kral ve prens’lerin girip çıktığı, binlerce kişinin ‘egzorsizm’ ve ‘manyetizma’ ile tedavi edildiği bir şifahane oldu. Klinik gözlem ve deneyimlarini “Die Sherin von Prevorst (ALM.: Gaipten Haber Veren Prevorst” adı altında yayımladı. 1841’de James Braid adlı Manchesterli bir hekim, Fransız manyetizmacı Lafontaine’in yaptığı deneyimlerden çok etkilenmişti; prensip itibariyle ‘sıvı’ kuramını reddetmiş, beyin fizyolojisine daha uygun görünen, ‘eşığı sabitleştirme yoluyla eli sabitleştirme’yi tesbit ederek, tüm bu olaylara hipnoz (hypnosis) adını vermişti. Başka bir İngiliz hekimi de, John Elliotson, hipnoz’u bazı cerrahi operasyonlarda kullanmış, elde etttiği başarıya karşın, hekimler topluluğunda büyük gürültü koparmıştı. Hipnoz’u hala bir tedavi yöntemi olarak kullananlar arasında, ‘Nancy Okulu’nun kurucusu sayılan August Ambroise Liébault <1823-1904> idi. Ona göre ‘hipnotik uyku’, natürel bir uyku’nun aynı özelliklerini taşıyordu. Tek fark, hipnotik uykunun, t e l k i n <suggestion> yolu ile oluşturulmuş olması idi. Bu çalışmaların ardı geldi: Yirmi yıldan daha uzun süre Liébault, meslektaşları tarafından ‘şarlatan’<zira hipnoz’u kullanıyordu> vee ‘akılsız’ <zira hastalarından ücret almıyordu>. Maamafih başarıları, Nancy Okulu’un gerçek kurucusu sayılan Hippolyte Bernheim <1840-1919>’ın kulağına çalındı, ve o ‘büyük hoca’, 1882’de ‘şarlatan ve akılsız yaşlı hekimi’ (?) evinde ziyarete geldi ve onun gayretleriyle psikiyatri’de bilimsel ve geniş bir adım atıldı. Bernheim’ın çalışmaları ve Liébault’un, kendisinin çalışmalarını varlığını, Salpetriere Okulu’nun kudretli nöroloğu Jean-Marie Charcot’ <1835-1895>’nun ‘Académie des Sciences’ a hipnotizma hakkında yaptığı ünlü bildirisini yaptıktan sonra ortaya çıkarmıştı. Charcot, henüz 36 yaşında iken hastane servislerinen birine şef taıin edilince, Bologne’dan ‘mastır nörolojist’ dediği Duchenne <Eldeki Düşen Paralizisi’nin kaşifi! İ.E.> ile temnasa geçerel, 1862-1870 yılları arasında en önemli buluşlarına erişti. O, zaten 1878’denberi olası Charles Richet’nin etkisi altında hipnoz’la uğraşıyordu ve Psikiyatri tarihinde ilk kez “Grand Hystérie” yi “Gerçek epilepsi”den ayıran tariflerini ve bulgularını dünyaya yaıyordu. Charcot, histerik, post-traumatic ve hipnotik felçleri : Dinamik Paralizi’ler adı altında topladı. “Histerik Mütizm” ve “Koksaljiya” olaylarının da aynı şekilde hipnoz ile iyi edilebileceklerini de açıkça gösterdi. “Bilimin Prensi” diye anılan Charcot, yüksek bilimsel ünü yanında, kudretli ve zengin bir adam idi de. Varlıklı bir kadınla evlenmişti ve hastalarından yüksek ücret alırdı. Nevilly’deki villası yanunda, St. Germaine bulvarında, Rönesans takımlarıyla bezenmiş, halılarla kaplı, antikalarla dolu, vitraylarla süslü, ender kitaplarla dolu görkemli bir konağı, daha doğrusu özel bir müzesi vardı. Davetlileri kadar kendisi de yazar, şair ve ressam idi. Özellikle porselen ve enamel üzerinde çalışırdı. Kütüphanesinin bir kısmı, eski cin, peri hurafelerini kapsayan bir ‘Diabolical Library’ye hasrolunmuştu. Salı akşamları ise, Brezilya Kralı 2. Pedro’nun bile bilardo oynadığı evinde ‘Tout-Paris’ <Tüm Paris> ağırlanırdı. P s i k i y a t r i’nin ünlü dehası Zigmund Freud de Charcot’dan nasibini almıştı. Charcot’yu ilk kez 20 ekim 1885’de gördü, onunla beraber çalışmayı 23 şubat 1886’da bitirdi ve Paris’i 28 şubat 1886’da terketti. Freud hipnoz’u bir kaç defa denemiş ve fakat “bilinçötesi materyali bilinç alanına getirerek tedavi etme yöntemi” nin banisi ve hocası olduğundan, onu modern tedavide bir metod olarak ön plana almamıştı.” (İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, sa:79-101) Hippi : İnsan varlığını ve onun değerini hesaba katmayan savaşların oluşturduğu sosyo-ekonomik ve düşünsel kayıp ve acılardan sonra toplumda bir akım olarak beliren, fakat çok özellikle bizim çocukluk yıllarında yaşadığımız İkinci Dünya Savaşı sonrası, Atom bombası’nın insanlık ideallerini ve hayallerini nerdeyse sıfıra indirdiği, toplumun aşağı değil-zira onların zaten kaybedilecek çok şeyleri yoktu!-, orta ve üst kesimlerinden gelen, insan hayatının sosyal yaşamının çalışma, düzenin bir parçası olma ve biryerlere varma prensiplerini hiçe sayan, işsiz, ‘varlığın önemi yok, zira ‘yarın yok!’ <there is no tomorrow!> prensbini kendilerine yaşam şekli olarak seçmiş, seks’i bir ‘tabu’ olmaktan çıkarmış, hayatlarını yollarda içerek ve genellikle uyuşturucu kullanarak, uzun saçlı ve bakımsız, ‘içsel acı ve depresyonları’nı maskelemeye çalışan gençlik güruhu. Aynı kuşaklar bugün de var olmakla beraber, bu İngilizce terim bu gün bile, geçmişte olduğu kadar “olumsuzluk ve hedefsizliği” niteleyen ve günlük dilde pek çok lullanılan ‘Hippi’ <hippy> sözcüğü, ‘hedefsiz gençliği’ nitelemek için -o kadar sık olmamakla beraber- hala da kullanılmaktadır. “Oysa seyahat etmek para değil, cesaret işidir. Hayatımın büyük bir kısmını hippiler gibi dünyayı dolaşarak geçirdim: Sanki o zaman param mı vardı? Tek kuruşum yoktu. Yol paramı zor denkleştirirdim. Yine de bence gençliğimin en güzel yıllarıydı onlar - yarı aç yarı tok dolaştığım, tren istasyonlarında uyuduğum, dil bilmediğimden derdimi anlatamadığım, gece başımı sokacak bir yer bulmak için başkalarından medet umduğum yıllar.” (P. Coelho, “Elif”, sa:22) Hippogriff, Hippogryph : yaratık (YUN.) (MYTH.): Başı ve kanatları kartala, gövdesi ata benzeyen antik bir “Hanımefendinin küçücük muhteşem vücudu, bir süvari edasıyla, kafa tutarcasına dikildi; kamçısını bir hippogrif gibi şaklatarak, gümüşte bir sesle: -Siz ne diyorsunuz? diye bağırdı. -Bilmiyorum ki, diye yanıt verdim, gözlerimi oğuşturarak. Derin bir bilimsel şüpheyle yüklü bu yanıt, konuşmacım üzerinde en kötü etkiyi yaptı. -Bay Sylvestre Bonnard, dedi, siz bir ukaladan başka bir şey değilsiniz. Bundan hep kuşku duymuştum.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:74) Hippolytos : (YUN. MYTH.) : Atina kralı Theseus’un oğlu. Üvey annesinin aşkını reddeder; umutsuz anne, kocasına Hippolytos hakkında iftirada bulunur. Kral, oğlunu Deniz tanrısı Poseidon’a şikayet eder. Hippolytos, Poseidon’un gönderdiği bir deniz canavarından atlarının ürkmesi sonucu kayalara çarparak ölür. “Talihim, yerime bir subay geçinceye kadar yaver gitti. Buna müthiş içerledim ve öç alma tutkusuyla yanarakk, kolejdeki amirlerime, genç bir kilise adamının alçakgönüllülüğünü incitecek nitelikte manzaralar görmekten korktuğum için artık Altın İncil’e hiç gitmeyeceğimi anlattım. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sahteciliğimden dolayı kendimden pek de memnun kalmadım. Çünkü Bayan Pigoreau <üvey anne>, hakkındaki davranışımı öğrenince, kendisinden kolluklarla dantel bir yakalık çaldığımı dünya aleme ilan etti. Uydurarak sızlamaları amirlerimin kulağına kadar gitti. Sandığımı arayarak, içinde oldukça değerli ziynet eşyası buldular. Bunun üzerine beni kovdular. İşte böylece ben de Hippolytos ve Bellerphon örneği, kadının hilesini ve kötülüğünü sınamış oldum.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:21) Histeri : (Conversion Hysteria - Dönüşme) : Fr.: Hysterie <isteri - mamafih 1957 yılında Canada’nın Ottawa şehrinde bir Fransız Hastahanesinin Çocuk Psikiyatrisi Kliniğinde asistan olarak çalışırken, bizzat Fransız doktorlarının bile, ‘histeri’ dediklerine tanık oldum, yani ‘okunmaz aş:’ H’ – H muet, okunuyordu. ‘İsteri’ demek yanlış olmaz, fakat, Amerika’da 33 yıl o/o 90 ‘Histeri’ idi duyduğum; ben, 55 yılllık pratiğimde daima ‘histeri’yi yeğledim, ne kimse beni düzeltti ve ne de ben kimseyi. Kitabımda da aynı profili muhafaza ettim. <Prof.Dr. İ.E.> “P s i k a n a l i z, Freud’un Breuer ile beraber çalıştığı histeri vak’asıyla (Anna O.) başlamıştır(1895). Bu itibarla bu klinik, yeni bir çığırın açılış perdesidir. Psikanalitik ve dinamik yönden ‘conversion hysteria’ya, ‘çok kuvvetli libidinal -seksüel) uyarılara karşı oluşan ruhsal gerginliğin, fiziksel sinir sistemine dönüşümüne hizmet eden bir savunma..’ olarak bakılabilir. Bu klinikte, psiko-seksüel gelişiminin ‘fallik’ evresine bir regresyon vardır. Dolayısıyla da, gerek motor ve gerekse duygu fonksiyonlarında da çeşitli değişimler görülebilir. H i s t e r i, çok geniş bir repertuvara sahiptir ve hemen her tür fiziksel hastalığı taklit edebilir. Mamafih, ‘seçilen’ organ, örneğin el, kol, göz vb., hastanın bilinçötesi cinsel fantazilerine ve o organın esinlediği erojenite<cinsiyet>’ye tabidir. Yani, bilinçötesi’ne ‘represe’ edilmiş fantaziler, o organ yoluyla bir ifade bulabilmektedirler. Buna ek olarak, ‘represyon’a neden olan koşullar ve ‘dönüşüm’ün (conversion -konversiyon) yeraldığı ortam, klinik tablonun sergilenmesinde rol alan önemli aksesuar’lardır. H i s t e r i k K a r a k t e r; tüm insanlararası ilişkileri seksüalize eden, çevreden kolayca etkilenebilen (suggestibility), zamanlı zamansız duygusal patlamaları olan, hemen her drumu dramatize eden ve genellikle bulunduğu ortamda kaotik bir durum sergileyen bir kişilik yapısı olarak nitelendirilebilir. H i s t e r i’ n i n M e k a n i z m a l a r ı : Histeri’nin başlıca mekanizması : ‘conversion- dönüşme’ dur. Bunun yanında ‘repression - bastırma’, ve ‘symbolism - sembolizm’ de çoğu zaman kullanılır. Displacement - deplasman, yer değiştirme’ ve ‘multiple identifications - çeşitli kimseler ve şeylerle özdeşmeler’ de genellikle sahnelenirler. (Bk.: Ego’nun Savunma Mekanizmaları!) H i s t e r i k kimse, ‘dissociation - çözüşme’ye de yatkındır ve farklı özdeşimler her an gelişebilir. Tüm dinamik gayretler, anksiyete reaksiyonları’nda gördüğümüz ‘bilinçli bunaltı’yı - conscious amxiety’ hissettirmemeye yönelmişlerdir. Mamafih, semptomlar sergilendikleri süre boyunca, onların yapılarındaki saklı çatışmalar, sahnelenebilirler demektir. B a ğ ı m l ı l ı k h i s l e r i - dependency needs, semptom’ların patolojisinde önemli rol oynarlar. H i s t e r i k hastalar, sürekli ‘semptom formasyon’u ile aralıksız bir bakım ve ilgi beklerler. Bu tür hastaların ebeveynleri soğuk ve mesafeli olup çocuklarına gerekli ilgi ve güvenceyi verememişlerdir. Bazıları ise, kendi yaşamları için çocuklarını kendi üzerlerine bağımlı kılmışlardır. İ k i n c i l k a z a n ç l a r : secondary gains - hasta olmaktan kazanılan marazi gösteri, bilgi ve ilgi’nin en etken oldukları hastalık, histeri’dir. Hasta, doyuma ulaşmamış çocukluk yıllarını, sanki onarmak istercesine, semptom doğurumuyla yineler durur. Otto Fenichel, histeri’deki açlığın cinsel kökenli olduğunu ve arazlardan ‘kusma’nın da, esasında ‘gebelik arzuları’ olduğunu yazar. (İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. basım, sa:308-10) Hişşt, Hişşşt : Etrafı uyarmak için bir nida, sanki ‘dikkat edin, susun!’ demek istercesine “-Yani benim koca olduğumu mu söylemek isitiyorsunuz?? -Hişşt! Susun, işitiyor musunuz? -İşte o. -Hayır! -Aman ne karanlık!” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:27) “Catherine elini uzattı: ‘Selam, sevgilim,’ dedi. Sesi pek zayıf ve yorgundu. ‘Selam, bitanem.’ ‘Nasıl bir şey şu bebek?’ ‘Hişşşt... Konuşmayın,’ dedi hemşire. ‘Bir oğlan. Boylu boslu, tombul, esmer...’ ” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:297) “Almanya ültimatom verdi, Fransa seferber. Birkaç gün (dört gün müydü? Tam tarihleri hatırlamıyorum) sanki donmuş gibi, tuhaf bir sükunet hüküm sürdü. Sanki, ‘Hişşt, hele bi duralım bakalım’ der gibi, fırtınadan önceki sessizlik gibi, sanki tüm İngiltere kulak kesilmiş dinler gibi.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:125) Hitch-hike : (İNG.,DAVR.,SEYA.,KOLL.) <Hiç-hayk> : Geçen yüzyılın ortalarında Amerika’da başlayan bedavaa seyahat yapma usulü. Talebe ya da başıboş, yolda çaresiz kalmış olanlar vb., gidecekleri yol istikametinde dikilerek, baş parmağınız yukarda, avuç kapalı ve işaret vererek bineğe binebileceğinizi düşünüyorsunuz. O zamanlardan beri tüm dünyaya, Türkiye dahil, yayılmışa bekliyor. Şehir içi emin olabilir ama, geceleri ve ıssız yollarda ne denli tehlieli olabileceğine hiç şüphe yok (İ.E.) “Yaptığım şey de yalnızca Glascow’a gidip gelmekti. Kaçışım pek tabii hoşlarına gitmedi, ama beni cezalandırmadılar, yalnızca kaşlarını çattılar, sahip olduğum ayrıcalıkları da kaybetmedim. Ama gelecek kez kaçtoğımda ta Londra’ya kadar, hitch-hike yaparak gittim. İlk gördüğüm yer, Victoria tren istasyonu idi.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:74) Hitit’ler : Anadolu’da, M.Ö. 2,000-M.Ö. 1,200 yılları arasında eğemenliğini sürdürmüş bir Türk Devleti; devlet; Heth’in oğulları; ETİ’ler. Başlangıçtaki Kaniş’lerden, Zalpa, Pruşhanda ve Hattuş krallıkları gibi birtakım kent devletlerinden sonra Hititler, Urartular, Frig’ler, Lidyalı’lar, İyonya siteleri, arkadan Hellenistik krallıklar ve Roma istilası; Ortaçağ’da Bizans, arkadan Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu, en son Türkiye Cumhuriyetine kadar tarihsel serüveni bu denli zengin başka hiçbir Coğrafya parçası yoktur. “Yemek için bizimkilere katılan Meymun, uzun uzun yeğenlerimle, biraz da Marta’yla konuştu. Bizi çevreleyen atmosfer içinde zamanın sonundan başka konuşacak konu bulamadık ve ben BUME’nin bizim 1648 yılına denk düşen 5408’inci ‘Yahudi yılı’ konusunda ZOHAR’ın kehanetlerini çok iyi bildiğini bir kez daha görmüş oldum. ‘Altıncı binyılın 408’inci yılında’ diye ezberden okudu, ‘toprağın altında uyuyanlar ayağa kalkacaklar. Heth’in oğulları denecek onlara.’ ‘Kim bu Heth’in oğulları?’ diye sordu, kardeşinin derin bilgisi karşısında kendi bilgisizliğini ortaya koymaktan her zaman hoşlanan Habib. ‘Kutsal Kitap’ta genellikle HİTİT’lere verilen ad bu. Ama burada önemli olan Heth sözcüğünün anlamı değil, sayısal değeri; İbranicede tam 408 sayısını veriyor bu değer.’ ” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:83) “H i t i t’lerin kökeni : Hitit’lerin tarihi, küçük Asya’nın doğusunda, sonraları K a p p a d o k y a adını alan Kızılırmak havzasında başladı. Kızılırmağın o zamanki adı H a l y s. Ülkenin doğal koşulları, sulama yoluyla tarım yapmaya elverişli değil. Kızılırmak, öyle Nil gibi, Dicle Fırat gibi dev bir ırmak değil. Hititler, bağ bahçelerini sulamak için küçük kanallar açmayı öğrenmişlerdi gerçi, ancak tarım, hayvancılıktan çok daha az bir rol oynuyordu onların yaşamında. Dağlardaki otlaklarda, büyük at ve koyun sürüleri besliyorlardı; bu bölge, daha III. bin yıldan başlayarak, en iyi cinsten y ü n sağlıyordu....... Bir başka zenginlik de, dağların ormanı ve taşı. Halk, pek benzeşmez ögelerden oluşmuş durumdaydı. Bölgede, III. bin yıllarında, ülkeye adlarını veren HATTİ kabilelerini görüyoruz. Bunların, p r o t o h i t i t dediğimiz dilleri, Transkafkas’ta konuşulanlara benziyordu. Daha sonra, III. bin ve II. bin yılları arasında, Küçük Asya, başka halkların istilasına uğradı: Hint-Avrupa dillerini konuşan N e s i t’ler ve L u v i t’lerdi bunlar. Hatti’lerin ülkesini ele geçirdikten sonra, kendi kendilerine H i t i t adını verdiler. III: binin başlangıcında, Doğu’da, bşrbşrleriyle savaşan yeni kabileler belirdi. Kussar, Nessa ve H a t t u ş a başlıca merkezlerdi. Üstünlük Kussar’dadır, Nessa’ya boyun eğdirir ve Hattuşa’yı yakarlar. H a t t u ş a, daha sonraları, H i t i t İmparatorluğunun merkezi olacaktır. Kazılardan öğrendiğimiz üzere, bu kent, çifte surlarla çevrili bir müstahkem mevki idi sanki. M.Ö. XVII, XVI yüzyıllarda, krallar fetih savaşlarına giriştiler; en başarılı hükümdar I. M u s i l idi; Suriye’ye girip bugün H a l e p dediğimiz K a l p a’yı ele geçirdi, arkadan Babilonya’ya giderek oraları harabeye döndürdü. S o s y a l R e j i m’e gelince: Hitit İmparatorluğu, k ö l e c i bir devletti. Kralın, tapınakların kişilerin birçok köleleri vardı. Köleler, genellikle esnaf ve çobandı. Yasa’lar da, bu farkı gözetiyordu. Örneğin, ö z g ü r bir insan, işlediği bir suç için tazminat öderken, k ö l e, yaşamıyla ödüyordu suçunun cezasını, ya da bedeninin bir yanı sakat kalıyordu. Yangın çıkaran ya da hırsızlık yapan bir kölenin burnu ve kulakları kesiliyordu. Herhangi bir insan eğer bir köleyi öldürürse, o bir insan öldürmüş sayılmazdı, öldürdüğünün yerine bir ya da birkaç köle verir kurtulurdu. Tüm bunlara karşın, bir köle, mülk sahibi olabiliyor ve üstüne üstlük özgür insanlarla evlenebiliyorlardı; köle bir erkekle özgür bir kadının boşanması halinde, eşler, çocukları ve malları bölüşüyorlardı. Kölelerin dışında, Hitit toplumunda, sömürülen başka üretici kategorileri de vardı. Esirlere en yakın : H i p p a r’lar vardı; bunlar, fethedilen bölgelerin halklarıydı. Yerlerinden sökülüp jetirilir, Kralın çıkarına olmak üzere angaryaya koşulurlardı. Askerlik hizmetiyle de yükümlü bulunurlardı, sosyal yaşamda, birbirlerine zincirleme kefil olabiliyorlardı. Mamafih, özgür Hititler de köle olabiliyorlardı, örneğin bir kıtlık anında bu çok görülürdü; özgür yoksullar, çocuklarını satabilirlerdi ama Hippar’lara bu hak tanınmamıştı........... Büyük ailenin şefi, mallarının yönetiminde de baştı ve devlete karşı angaryaların yerine getirilmesinde sorumluydu. ‘Kanın sahibi’ydi aynı zamanda o; yani, aile bireyleri arasında işlenmiş suçlarda yargıç durumundaydı. K l a n rejiminin kalıntıları, k a n d a v a s ı’nda, zincirleme kefalette ve erkeğin mirasçı bırakmadan ölen kardeşinin karısını alması kuralında da kendini gösteriyordu.......... Taşınmaz malların özel mülkiyeti oldukça garipti Örneğin, 0,35 hektarlık bir tarlanın değeri, bir öküzün fiyatından on kez daha düşüktü. Buna karşılık, daha eski bir dönemde özeş mülk haline gelmiş olan bağlar, fiyatça çok daha iyi bir durumdaydı; bir bağın değeri, ekilebilen bir tarlanın değerinden kırk kez daha yüksekti. S i y a s a l r e j i m’e gelince: H i t i t İmparatorluğunun başında, ‘G ü n e ş’ adı verilen bir ‘büyük kral’ vardı. Halkın iyiliği ondan bilinirdi. Ayinleri o yaptırır ve dinsel bayramları o yönetirdi. Ölümünde de t a n r ı l a ş ı r d ı. Hükümdar ordunun, yönetimin ve adaletin başı idi. Mamafih, işlevsellikte, hükümdarın yetkileri, P a n k adı verilen bir kurulca sınırlanmıştı. “Çoğunluk” anlamına geliyordu bu; başlarda, Kussar savaşçılarının bir meclisi idi bu. Köleci rejim geliştikçe, askeri demokrasi otoritesini yitirdi; PANK, egemen sınıfın en üst noktasındakileri temsil eden, a r i s t o k r a t i k nitelikte bir kuruluş olup çıktı. Kadeş Savaşı : (İ.Ö. 1312) : Tarihin en çok anılan savaşlarından biri. Mısır Firavunu RAMSES II, yeniden Suriye’yi ister. Çıkan savaşta, Hitit İmparatoru III. Hattusil, Ramses II yi yener; Mısırlılar Şam’ın gerisine çekilir. Maamafih Asur’luların sürekli baskısı altında, M.Ö. 1200 yıllarında Hitit İmparatorluğu çöker. Hitit uygarlığı ; Din ve kültür : Hititler, iki tür yazı kullandı: Sami’lerden alınan ç i v i yazısı ve h i y e r o ğ l i f. DİN: Çok tanrılı idi. Bunların içinde üçü başta gelir: 1) B ü y ü k a n a - tanrıça, 2) F ı r t ı n a tanrısı ve 3) Babil’in ‘Tammuz’u gibi, ölüp dirilen T e l e p i n u. Efsaneye göre, tanrılara ve insanlara öfkelenen Telepinu kaybolur bir gün ve doğanın üretici gücünü elinde tuttuğundan, kayboluşu açlığı ve sefaleti getirir beraberinde. Tanrılar ve hayvan biçimli kahramanları olan eski kültlerin bir kalıntısı olarak hayvanlar Telepinu’yu aramaya koyulur. Ancak, ne kartal, ne fırtına tanrısı bulamaz onu. Yalnızca, Büyük Ana Tanrıçanın gönderdiği arı bulur ve kızgınlığını unutmasını sağlar. Hitit d i n i, bütünü bakımından, egemen sınıfı ve köleci devleti savunma amacına dönük, büyük bir ideolojik rol oynamıştır. Tqanrılar, bu dinde, hükümdarlık iktidarının koruyucularıydılar aslında. Örneğin, Hattasus’un yakınlarında, fırtına tanrısını, hükümdarı kucaklar durumda gösteren bir kabartma bulunmuştur. Hitit dini, Hurrit’lerin ve Sumer-Akkad dinlerinin ve mitolojilerinin etkisine de uğramıştır. Hititler, H u r r i t fırtına tanrısı Teşub kültünü kabul etmişlerdi. Bunun gibi, İştar, Sin ve öteki Babil tanrılarına da tapıyorlardı. Hitit dini de, Yunan Mitolojisini etkiledi: T r o y a savaş efsanesinde, Aka’lara karşı Troya’ları koruyan, Hititlerin A p u l u n dedikleri A p o l l o n kültü, olası Hitit dininden gelmektedir. S a n a t bakımından, Kargamış kabartmaları savaş sahneleri, hayvanlar, hayvan biçiminde fantastik varlıklar görüyoruz. Hattuşa’da bulunan bir avı tablosu çok ilginçtir: Korkunç bir yaban domuzu bir avcıya saldırmaktadır; avcı da, yayını, diz çökmüş bir durumda ve hiçbir korku belirtisi göstermeden avına çekmiştir ve yanında da, çatal boynuzlu başını garip bir çiçeğe doğru eğmiş bir geyik bulunmaktadır. E d e b i y a t alanında, Hititlerin tahtalar üzerine yazma adetinden dolayı, pek az eser bugünlere gelebilmiştir. K u m a r b i öyküsü’nün genel teması tanrılara karşı saygısızlıktır: ‘Kumarbi, tanrıların hükümdarı isi. Ne var ki, öteki tanrılar, elinden iktidarını almaya yeltendiklerinden, kendisi bir yardımcı yaratmaya karar verdi. Ancak, böyle bir yiğidin, güçlü ve cüsseli bir anası olmak gerektiğinden, Kumarbi, tuttu bir kayayla evlendi. Ondan da Ullikummi adlı bir oğlu oldu. Babası, bir deniz uçurumunda sakladı onu; çocuk, herkesten gizli orada büyüdü. Ancak, tanrılar bir gün haber aldılar bunu ve ele geçirmeye karar verdiler. Tanrıca İştar , baştan aşağı süslenmiş olarak, taştan yığının önünde şarkı söyledi. Boşunaydı bu, çünkü ne gözleri vardı Ullikummi’nin ne de kulakları Tanrıça da, umutsuzluğa düşüp bütün mücevherlerini fırlatıp attı.’ ” (Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:115-125) Hitit heykeli gibi donmak : Heyecandan, korkudan taşkesilmek; kımıldayamamak “Memed ata atladı. Topal Ali de arkasından. Cabbar kapının eşikliğinde durmuş, onlara kıpırdamadan bakıyordu. Sefil Ali de öyle. Cabbarın yüzü, ölü gibi sararmıştı. Orada bir Hitit heykeli gibi donmuştu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:367) Hitler Gençliği : Aşırı abartılmış, enerjilendirilmiş ‘Ulusal Milliyetçilik’ duygularının üstünde ve ötesinde, hayatlarında belirledikleri hedeflere ulaşamadıklarından dolayı içsel problemler yaşayan gençlerin, hiçbir ‘kök’ ve ‘aidiyet’ aramaksızın, ulusların kimliğinin ötesinde macera arayıp sözüm ona insanlık ideallerini gerçekleştirmek isteyen ‘kaybolmuş, yeni çağ gençliği!’ “ ‘(Baird)…Artık hiçbir yere ait değiliz, yuvamız, ailemiz, köklerimiz olsun istemiyoruz. Bir tür Hitler Gençliği denebilir bize, ordulara savaşlara, küçük serüvenlere alışkın gençler. Sürem dolunca Çin’deki iç savaşa gönüllü katılmayı düşünüyorum. Hala devam ediyorsa elbet.’ ‘Doğrusu da bu,’ diyerek alay etti Hogarth. ‘Sen kendi iç savaşından kaçmak için başkalarınınkine burnunu sokuyorsun. Neden intihar edip her şeye son vermiyorsun?’ ‘Onu da düşündüm. Hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok kez.’ ” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:88) Hiyerarşi : Devlet ya da ordu, şirket gibi resmi oluşumlarda, alt-üst, alçak-yüksek rütbe ve emir alme-verme düzeni; bir toplumda kuruluşundan zaten var olan sosyal-ekonomik-politik kdemeler ve değer yargıları “Kız kardeşi Marina’nın kızının bu kadar kötü bir subayla evlenecek kadar eksik akıllı olması onu çok üzüyordu. Her şeye rağmen, hısım oldukları için bu adamı hiyerarşinin doruğuna getirmişti. Bu ayrıcalıklar onu heveslendireceğine, uzatılan defne dalları üzerine yatıp uyumuştu. Trujillo’yu, ona gösterdiği güvenden dolayı bin pişman etmişti...... sığır yetiştirmek için beyin gerekmezmiş gibi bir de hayvancılık işine bulaşmıştı. Sonuç ne olmuştu? Boğazına kadar borca girmiş, bütün aileyi rezil etmişti.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:359-60) “Sonuçta, bizim arkadaş grubumuz ne kulübe, ne edebiyat cemiyetine, ne siyasi partiye, ne de gizli örgüte dönüştü. Buluşmalarımız gizli bir çerçeveye bağlı kalmayan, açık, bol içkili ve bol dumanlı, şamatacı niteliklerini korudular. Hemen her zaman Murad’ın ön ayak olması sonucu buluşsak bile, aramızda hiçbir hiyerarşi yoktu. Genellikle onun köydeki eski evinin taraçasında toplanıyorduk.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:31) “Aşkın sanat hali hiyerarşi gözetir. Yüksek kültür ürünleri popüler kültür ürünlerindeki aşk içeriğini küçümser. Duygular, duyarlıklar, etkilenmeler; aşkın yaşama geçme halleri, davranış ve eyleyiş biçimleri sınıflandırılır, etiketlendirilir. Küçümseme ve yüceltme çeşitleri üretilir.” (M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri”, sa:101) “Dün sanah uyandım. Seslenirim, oğlan yok... Hiylelendim. ‘Bre bizim boz dana...’ Yok! ‘Bre nedir?’ Sonunda iş anlaşıldı. Biz atlandık, gecenin bir vakti, kasabaya indik. ‘Beni şuncacık it eniği soydu,’ diyerek karakola nasıl gidersin?” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:375) Hiyeroğlif : (MISIR MYTH:, EDE.) : Eski Yunanlıların, ‘kutsal gravür’ anlamına gelen h i y e r o ğ l i f dedikleri eski Mısır yazısı, ilkel zamanların ‘piktografi’sinden < harf yerine resim kullanılan yazı; düşünceleri resim ya da sembollerle ifade eden ilkel yazı sistemi : p i c t o g r a p h y> doğdu. En eski Mısır yazısı, gerçekten bu niteliği taşıyor; belli biçimdeki her işaret, bir kavramı, hatta belki de kısa bir cümleyi temsil ediyordu. Hiyeroğlif yazı, Mısır’da, Eski Tarihin sonuna değin varlığını sürdürdü; ancak çizgi yavaş yavaş değişti ve başlardaki harflerin yanında, yalın, daha kullanışlı, daha işlek bazı harfler ortaya çıktı. “ Eski imparatorluktan başlayarak, Yunanlıların h i y e r a t i k dedikleri, işlek bir yazı yaratıldı. İsa’dan önce VIII. y.y.’da, bu yazı da gelişti ve Yunanlıların d e m o t i k dedikleri yazıya dönüştü. Eski Mısır’ın hiyeroğlif yazısı, toplam yedi yüz işarete yakın. Daha ilk hanedan zamanında, hiyeroğliflerin çoğu, hecesel bir anlam kazanmıştı ve 24 harf sessizleri belirtiyordu. Bu 24 işaretle, -70’e varanöteki birkaç düzine işarwt, Mısır yazısının temelini oluşturdu. Bu yazı da, Mezopotamyalıların ç i v i y a z ı s ı kadar karmaşık idi. Taş, tahta, parşömen ve tuval üzerine yazılıyordu; ancak en çok kullanılan papirüstü. Nil kıyılarında yetişen ve bu adı taşıyan bitkinin sapları kullanılıyordu bu işte. Mısır yazısının tarihsel bir kapsamı var: Bu yazı, İsa’dan önce II: bin yılın yarısında, yalnızca 24 işaretten oluşan F e n i k e alfabesine örneklik etti. İçeriklerine gelince; E s k i i m p a r a t o r l u k t a yazılanlar, d i n s e l bir nitelik taşıyorlar aslında ve piramitlerin yeraltı gömütlüklerinin iç duvarlarıyla taş sandukaların çeperlerine kazılan büyülü metinleri içeriyordar özellikle. O r t a ve Y e n i i m p a r a t o r l u k devrine ait olanlar bize kadar ulaşabildi. En güzelleri içinde, ‘A m o n’a Neşide’ ile yazarı Akheneton olan: ‘A t o n’a Neşide’yi zikredelim. Y e n i imparatorluk devrinden, bellibaşlı tapınakların rahipleri, birbirleriyle yarışan çeşitli okulların teogonik <dinsel> ve kozmogonik <semavi bilgilere dair> öğretilerini açıklayan ilahiyat kitapları yazıyorlardı. D i n l e i l g i s i o l m a y a n edebiyatın tohumlara eski zamanlara kadar gider. Bunlar, birinci şahsa, ölenin yaşamını anlatan mezar yazılarıdır; ...ölenin malını, mülkünü, görevlerini ve meziyetlerini sayan kuru ve kısa şeyler. Ancak VI. Hanedan zamanında bu biyoğrafiler, nitelikli ve ayrıntılı öyküler olarak ortaya çıkıyor. VI. hanedanın ilk üç firavununa hizemet eden, Asyalı göçebelere karşı ilk seferi yapan, güneyi yöneten ve Nil üzerinde güneydeki taş ocaklarına ve abeşistana kadar yapılan seferleri yöneten Prens Ouini’nin biyoğrafisi buna örnektir. O r t a ve y e n i imparatorluklar zamanında, bu gibi vesika ve biyografiler yanında, özel vak’alar çıkmaya başladı. S i n u h e’n i n Ö y k ü s ü, otobiyografik bir nitelik taşır: Bu öykü, I. S e n u s r e t’in hükümdarlığının başlarında gözden düşüp Suriye’ye sığınan Prens Sinuhe’nin başından geçenleri anlatır. Prens Sinuhe, Suriyeli bir kabilede kabile şefinin hizmetinde birçok yıl geçirdi; kitap, bu kabilenin örf ve adetlerini ustalıkla tanıtıyor. Daha sonra Sinuhe’nin Mısır’a dönmesine müsaade edilir; firavun kendisini kabul eder ve onurlandırır. Y e n i imparatorlukta ise, nazım ve şiir, çeşitli türler başlar. Büyük bir lirizm taşıyan aşk şiirleri, içki şarkıları, masallar ve taşlamalar görüyoruz. Arada, Asya’da rastlanan olağanüstü sefaletlerin öyküleri de vardır. İşte bunlardan biri: ‘İ k i k a r d e ş i n ö y k ü s ü’ , tanrılar üzerine esinlenmiş. Birçok kez ölen ve dirilen küçük kardeşin başından geçenler, Osiris efsanesini çağrıştırır. İlginç bir tane daha: Daha doğduğunda, vakitsiz öleceği önceden söylenen bir p r e n s i n öyküsü: ‘Babası, elinden geldiğince korur, gözetir onu. Ancak büyüdüğünde, prens, uzak ülkelere bir yolculuğa çıkar. Gecenin karanlığınde kendisine doğru yürüyen bir yılanı öldürerek yaşamını kurtardığı bir kralın kızıyla evlenir. Bir timsahın saldırısından mucize kabilinden kurtulur.’ Öyküsünün sonu elimizde yok; herhalde, ölümüne neden olacağı önceden bildirilmiş üç hayvandan bir köpek son verir yaşamına prensin.” (Server Tanilli, “Yüzyılın Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:109-111) Hizaya getirmek, sokmak : Dersini vermek, kontrol etmek, doğru yola yöneltmek, (askerleri, başkaldıranları, izcileri) bir çizgi doğrultusunda -gerekirse kaba güç kullanarak- sıraya sokmak, düzenlemek, susturmak “Adelaida İvanovna kocasının arsızca diretmelerinden, dilenciliğinden o kadar bezmiş, iğrenmişti ki sadakası olsun diye boyun eğecekti. Bereket versin ailesi araya girerek anaforcuyu azıcık hizaya getirdi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:6-7) “Şikayertimin doğruluğundan beri, Carstairs’teki hayatımın niteliği biraz daha yukarılara çıkmıştı. Ara sıra delilikler yaptım, ama çoğuna göz yumdular. Şikayetim aynı zamanda diğerlerini yapabilecekleri kusurlar hususunda biraz olsun hizaya getirmişti.” (J. Laing, “Sistemde Elli Yıl”, sa:109) “Bu bir anlamda, niyeti bozuk bir askerin onu öldürmeyi düşündüğünü gösteriyordu; çavuş, bu girişimi verdiği iki buyrukla anında önledi, ona, ‘Dur, geri dön,’ dedikten sonra, aslında eline silah verilmemesi gerektiğinden kuşku duymadığı o disiplinsiz eri de sert bir buyrukla hizaya getirdi.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:97) “MAZZINI - Oo. Yürütemeyiz. Bir yıla kalmaz işimiz duman olur..... Mangan hepimizi hizaya getirir. Bir kuruş için yakamıza yapışır. Yarım lirayı nasıl artırsam diye gece uykuları kaçar. Ama Ellie bir kere evinin idaresini ele alsın, dünyanın kaç bucak olduğunu gösterir ona.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:71) “...Kolomb kahraman ilan edilir..... Karşılaştığı bütün zorluklar daha da büyütülür: Sözgelimi tayfaları kazan kaldırdığında onları kaba kuvvetle hizaya sokması, aşağılık bir haydut tarafından zincire vurulmuş halde memleketine getirilmesi ya da açlıktan ölmek üzere olan çocuğuyla Rabida Manastırına sığınması...” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:82) Hizipleşme : Özel bir kuruluş içinde, örneğin parti, şirket, aykırı fikirlere sahip grupların oluşumu “Keşke bu ülkeye karşı daha hoşgörülü olmaya, onu olduğu gibi kabullenmeye, seni ikna edebilseler. Burası her zaman bir hizipleşme, kargaşa, iltimas, adam kayırmacılık, rüşvet ülkesi olacak. Ama ayni zamanda ehli keyifliğin, insan sıcaklığının, gönül zenginliğinin ülkesi. Ve senin en sahici dostlarının ülkesi.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:60) Hizmetçi kılıklı : Üstü başı pejmürde, bakımsız, uyumsuz, dökülen kadın kılığı “Bileğini bıraktı, beyaz dişlerini göstererek başını geriye attı. Irene aynadaki hayaline bakıyordu; iri güzel gözlü, ufacık, hizmetçi kılıklı bir genç kadın.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:355) Hizmetçi parçası : Hizmetçiliği adi, küçük düşüren bir terim “Yavaşça herkes çekildi ve içini boşaltan kızı yalnız bıraktılar; çünkü iyice dağıtmış ve tüm apartmanı sayıp dökmeye başlamıştı. -Ben bir hizmetçi parçasıyım, ama hiç olmazsa onurum var! Bu kerhanenizdeki hanımlardan daha 0namusluyum! Gidiyorum, çünkü burada içim kalkıyor!” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:132) Hizmette kusur etmemek : Gerektiği gibi saygılı bir tavırla istenilen hizmeti vermek. Genellikle hizmet verilen sanki yeterli memnun olmamış gibi davrandığında, veren tarafından sitem olsun diye söylenir “DOĞMAK 3 Taş evde huzurlu kediler siperde ve davullar çingenede buradan geçince hizmette kusur etmezdi balkonlar ve bahçeler içinde kaybolurduk sonunu unuttuğum bir zamanla ilk bildiğim şeye geri döner o ikisinin üstüne abanırken hepsinin payına güneşin sütunları düşerdi oysa” (Abbas Baydun-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.07.05) Hobi : Kişisel uğraşı: spor, resim, heykel, bale, koleksiyon vb “Hobilerimden biri bu kalıntıları kazdırmak. Eğer sulama kanalları için yapılacak bir iş yoksa adi suçluları birkaç günlüğüne kumullara kazı yapmaya gönderiyorum; suç işleyen askerler de ceza olarak buraya gönderiliyor.” (J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:22) hobo : (KOLL.) <ho’bo> : Serseri, aylak, işsiz güçsüz Hoca : Dini lider; Üniversitede, akademik ünvanlı (Doçent, Profesör) profesyonel “Peki, madem bu konularda kafa yoruyordum, neden doğru dürüst inceleyip ilgili kitaplar okumuyordum? İçinde bulunduğum akademik ortamların neden olduğu bir alışkanlık mıydı acaba benimki? Bir hoca çıkıp merak ettiğim soruları yanıtlasa yetinecektim.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:35) hoc erat in fatis (LAT.) : <hok erat in fatis = kaderde yazılıydı!> Tarihin en muhteşem karşılaşmasında, Waterloo (18 haziran 1815)’da İmp. Napoléon ile İngiliz General Wellington arasında olan efsanevi savaşta, kartların Napoléon’u ‘olası galip’ göstermesine karşın, ibre bir gün içinde İngiliz’lerin lehine dönüşünde, bu Latince sözcük, ordugahta kol geziyordu: hoc erat in fatis “Waterloo, bir kader günüdür. O günü, insanın üstünde bir kudret yaratmıştır. Başların korkuyla eğilmesi bundandır. Avrupa’yı yenenler, yere serildiler. Karanlığın içinde korkunç bir şeyin varlığını hissediyorlardı: Hoc erat in fatis.O gün, insan soyunun perspektifi değişti. Waterloo, XIX. y.y.’ın menteşesidir. Büyük yüzyılın tahta çıkabilmesi için bu büyük adamın ortadan kalkması gerekiyordu..... Waterloo savaşında buluttan da fazla bir şey var, meteor var. Oradan Tanrı geçti. Topları ateşlemek için yakılan ateşleme fitilleri, gecenin içinde kaplan gözleri gibi, başları etrafında bir çember oluşturdu. İngiliz bataryalarının bütün ateşleme fitilleri toplara yaklaştırıldı. O zaman, bu adamların tepesinde asılı duran son dakikayı elinde tutan bir İngilizGenerali, Colville ya da Maitland, heyecanlı bir sesle bağırdı: ‘Mert Fransızlar, teslim olun!’. Muhafız alayından bir meçhul asker, Cambronne, savaşın sonsuz küçüğü, bu felaketin bir yalan olduğunu hissederek, korkunç bir narayla yanıt veriyor: ‘Cehennem ol!’ Son anlarına geldiklerini anlayan komrad’ları da: ‘Yaşasın İmparator!’ diye vecd içinde haykırıyor. Onların kahramanca haykırışına: İngilizce bir ses geldi: ‘Ateş!’ Bataryalar alev alev yandı, tepe titredi, bütün bu tunç ağızlardan son bir korkunç misket kusmuğu boşaldı, doğan ayın ışığında hafiifçe ağarmış geniş bir duman bulutu yuvarlandı ve duman dağıldığında ortalıkta hiçbir şey kalmamıştı...’ Waterloo, ikinci sınıf bir komutan tarafından kazanılmış birinci sınıf bir savaştır.” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:II, sa: 75-78) Hoc erat in votis : (LAT., EDEB.,KOLL.) <Hak e’rat in vo’tis> : ‘Bu, benim her zaman istediğim şeydi!’ = ’This was something I always wanted!’ -HORACE, Satires, II,6, 1. (İNG.) hock, hough : Alman şarabı (1) (ZOOL.) : <hak> At ve benzeri hayvanın arka dizi, topal etmek; (2) (İÇKİ) : Ren - Beyaz Hodri meydan : Açık açık yarışmaya davet etmek, ‘işte meydan, göster kendini!’ diye meydan okuma “ ‘Şövalyelik rütbesine ulaşmış olsaydım,’ diyordu, ‘ne kadar alçak olduğunuzu gösterirdim size it herifler, size gelince vız gelirsiniz bana. Çekin kılıçlarınızı, hodri meydana gelin, gücünüz yettiğince saldırın, saygısızlığınız ve deliliğiniz sizlere pahalıya gelecek.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25) “Hiç adetim değilken bağıra çağıra böbürlenmeye başladım, Sennalpstock’un o sarp kayalığına nasıl pervasızca tırmandığımı ve Rözi Girtanner için Alp güllerini koparıp döndüğümü anlatmaya koyuldum. İnanmak istemediler, ben yemin edip doğruluğu üzerinde direttim söylediklerimin, güldüler, ben de içerledim. Bana inanmayanlara hodri meydan dedim ve gerektiğinde hepsine birden pes dedirteceğimi açıkladım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:41) “Luis da Bicuda kudurdu. Yumruğunu tezgaha indirip bardakları hoplattı. Bıçağını çekti ve kılını kıpırdatmaksızın kendisine bakan çocuğun karnına dayadı. ‘Seni küçük beyaz bok. Bir hanımefendiye böyle mi davranılır? Söylediğini geri al, yoksa bağırsaklarını deşerim.! ‘Öyleyse hodri meydan.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:36-7) Hokka gibi (oturmak) : Tıpa tıp uymak (genellikle elbise) “... yakından bakılınca gömleğinin kirlice, geniş eşarpının da hayli eski olduğu anlaşılıyordu. Misafirin damalı pantolonu üzerine hokka gibi oturmuştu ama rengi fazla açık ve zamana göre giyilmeyen darlıktaydı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt: IV, sa:221) “ ‘Benim hissettiğim gerçek ise, şu an senin evinde, elbise dolabının önünde durduğum ve hoşuma giden bir döpiyes gördüğüm. Ya onu bir hırsız gibi çalacağım ya da seni arayıp bana ödünç verir misin diye soracağım.’ Dolores bir an sessiz kaldı. Sonra sordu: ‘Döpiyesim üstüne uıyuyor mu bari?’ ‘Hokka gibi!’ Tabii ki seni aradığımı bilmiyor, arkasından iş çevirdiğimi bilmiyor.’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:117) “Bu çok kaygılı ve üniforması üzerine hokka gibi oturmuş genci görünce, Lamiel onda, bizim anlayamayacağımız öyle miskince bir hal buldu ki, her türlü güç, hatta cesaret, düşüncesini silip atıyordu ortadan.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:23) Hokus pokus : Sihirbazlıkta, hokkabazlıkta numaraya başlamadan önce sarfedilen sözcük “Üç-altı yaş arası çocuklarla, oyun için, ‘Tavşan Zıplaması’ ya da ‘Hokus Pokus’ yapın.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar’, sa:94) “ ‘Bir şey daha söylemek istiyorum. Siz insanın iyi olabileceğine hala inanıyorsunuz. Yoksa salt kendinizi inandırmak uğruna bu hokuspokus’ u düzenlemezdiniz.’ ” (P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:87) “Yüzbaşı hep fısıldayarak, -Marifet işte, hokus pokus, diyordu. Ağzı sol yana çarpılmış, sol gözünü yummuştu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:84-5) “KABUS YİYEN - Hokus pokus, bir manto deyip geçmeyin, bütün cepleri deşeleyin... Aha, arayan buldu mu kağıdını, abra kadabra, takalım bastona kalem ucunu.” (M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:8) “Yıllar yılı süren, tüyler ürpertici bir savaşın bütün uluslarca yıllar yılı unutmalara, inkarlara, bilinçdışına itmelere ve hokus pokus ortadan kaldırmalarına konu edildiğini görüp yaşamamızın üzerinden topu topu ne kadar zaman geçti?” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:9) “Köylünün başbelası diyorlar benim için, işim köydeki tazelere <genç kızlara> Latince dersi vermek, salamları tütsülendikleri baca boşluklarından, hokus pokus yürütüp mideme indirmek. Şimdilik muhtarın karısının yatağını gözüme kestirdim. Daha önce kargalar tarafından didik didik edilmezsem.......... Bohemya kralı biraderimdir <erkek kardeş> ve hepimizin babası benim gibi onun da rızkını veriyor; ama bu konuda Tanrı babamızın en çok beni işe koştuğunu söyleyebilirim. Önceki gün, bütün babalar gibi, taş kalpli davranarak açlıktan yarı ölmüş bir kurdu hayata döndürmeye alet etmek istedi beni. Bu canavarın leşini sermeseydim, sayın meslektaşım, bugün benimle tanışmak şerefine eremeyecektiniz asla. In saecula saeculorum. Amen. <Bk!>” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:159) “Paranın değerinin gaz misali uçup gitmesinden sonra, sanat piyasasında işlerin nasıl olduğunu muhtemelen siz de biliyorsunuzdur: Yeni zenginler (Almanya’da) birdenbire Gotik Meryem Analara, incunabulum’lara (Bk.), eski gravür ve resimlere olan meraklarını keşfettiler, onlara hokus pokus’la ne getirip versen yetmiyor; hatta insan, evi ya da odası tam takır kalmasın diye kendini savunmak zorunda kalıyor.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:187) Hombre : (İSP.COLL.) : Adam; (MYTH.): Üç oyuncunun kırk kağıtla oynadığı eski bir İskambil oyunu “Catherine: -Rahip, dedi, by işinizin kötü yanı kızın memesinin olmaması. Memesiz kadın, yastıksız yataktır. Neyse, d’Anquetil, şimdi biliyor musunuz ne yapmak gerekir? Bay d’Anquetil: -Evet, dedi, hombre oynayalım. Bu oyun üç kişiyle oynanır.” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:113) Homeostasis : Vücutt (ya da bir sistemde) fiziksel (ve ruhsal) denge hali Bk.: Sibernetiks ‘Bedensel’ ve ‘ruhsal’ bir denge hali demektir. Eski Yunanlıların ünlü hekimlerinden HERACLEITOS, daha o zamanlar bile bir ‘hareket’ ve ‘karşıtların savaşması’ndan bahsetmiştir. Claude BERNARD (1879), ilk kez bir “iç ortam”dan söz etmişti. Ona göre, tüm yaşamsal çabalar, bir canlı varlığın -doğduğundan beri var olanbir “iç ortam” koşullarının ve sabit öğelerin dengede tutulmasına yöneliktir. Modern zamanlarda ise, W. CANNON, 1920’lerden beri yaptığı çalışmalar sonucu, 1932’de, “organizmanın iç koşulları sabit tutma çabası”ndan söz ederek ‘Homeostasis’in isim babası olmuştur. Onun Harvard’ta, matematikçi Wiener ve biyolog Rosenblueth ile yaptığı yuvarlak masa çalışmaları: ‘Sibernetiks’’(Bk!) disiplininin doğumuna neden olmuştur.” (İ. Ersevim, “Aile Tedavisi”, sa:111) HOMEOSTASİS : İlgi alanlarımdan biri olması nedeniyle, sizlere biraz geniş bilgi sunmak isterm: Dr.İ.E. Eski Yunanlıların büyük hekimlerinden HERACLEITOS, daha o zamanlar bile bir “hareket” ve “karşıtların savaşması”ndan bahsetmişti. Claude BERNARD, 1879’da, ilk kez bir i ç o r t a m’ dan sözetti. Ona göre, “Tüm yaşamsal çabalar, bir canlı varlığın -doğduğundanberi var olan- bir “iç ortam” koşullarının ve sabit ögelerin dengede tutulmasına yöneliktir.” Bu birçok biyolojik ve kimyasal oluşumları içerir: Hücre yıpranımı, pH (kan ve idrarın asit ya da alkalen oluşu), anyon ve katyon dengeleri, metabolik değişiklikler vb. Modern zamanlarda, W. CANNON, 1932’lerde (1920’lerdenberi), organizmanın « iç koşulları sabit tutma çabası »ndan bahsetmişti. (Kendisi remen, ‘Homeostasis’ teriminin isim babasıdır.) Homeostasis bozulunca, hastalık ortaya çıkar. İstemli kaslarımızın dışındaki tüm istemsiz (düz) kasların ve iç organların kontrolü, “Otomatik Sinir Sistemi”nin altındadır. Bu ikiye ayrılır: “Sempatik Sistem”: Koruyucu rolü oynar, kalp atımı, tansiyon artar; ve, “Ortho-Sempatik” Sistem: Bedensel kaynakları tamir etme, nabız ve nefes yavaşlaması vb. Bu sistemlerin visceral (iç dokulara ait) afferent (duyusal) ve efferent (motor) sinir uçları mevcuttur. Otomatik Sinir Sistemi’nin diğer ismi Sempatik Sistemdir; bu ikiye bölünür: Sempatik ya da OrtoSempatik Sistem (Sympathetic or Ortho-Sympathetic). Bunda böbreküstü kapsülünden salgılanan Adrenalin baş enzimdir, hatta bu nedenle de Adrenerjik Sistem adı da verilir. Sistem, tansiyonu ve nabzı yücelten, kinetiği çoğaltan bir etki yaratır. Diğeri: Para-Sempatik (Para-Sympathetic) Sistem (Ortho-Sempatik Sistem değil!), ya da, Vagus siniri önayak olduğu için Vagal System’dir. Bunda nabız, solunum azalır, gözbebekleri küçülür vb. Başka bir klasifikasyona göre -ki bence daha doğrudur-; Otomatik (Autonomous) Sinir Sistemi: “OrthoSympathetic” olarak da eşlendirilir. “Ortho”= Topluluklar anlamına geldiğinden, örneğin ‘Ortho-Psychiatry Topluluğu: Çocuk Psikiyatristi + psikolog + sosyal çalışmacı + öğretmen’lerden oluşmuştur; bu genel sistem, fonksiyonu bakımından ikiye ayrılır: a) (Hızlandırıcı,koruyucu) sempatik sistem, ve bunun karşıtı (para): b) (Tamir edici) para-sempatik sistem.) Bu kimyasal onarıma, SİBERNETİK (Cybernetics) - “Geri tepi” mekanizmaları da eklenerek denge temin edilir. Bu yeni bilim dalı, yakın geçmişte F. ALEXANDER, H. SELYE ve LABORIT tarafından temsil edilmiştir. Geri tepi (Feed-back), iki şekilde işler: 1) 2) NEGATİF ‘FEED-BACK’ : ‘sonuç’ta meydana gelen artma’nın ‘neden’ üzerindeki azaltıcı etkisi. Örneğin Hipofiz’den ACTH (Adreno-corticotrope hormon) arttığında, eğer bu hormon dışardan tedavi için verilirse, böbreğin Adrenal Korteks fonksiyonu azalır. POZİTİF ‘FEED-BACK’ : Gerekli dengeyi sağlar. ‘Sonuç’un ‘neden’i arttırması. Bunun maksimum’a gitmesi: tahrip ve sıfırlanması ise: ölüm ile sonlanır. Sibernetik, ister canlı ister cansız olsun, tüm ‘organiz sistemlerin’ haberleşme ve kontrol prensip ve mekanizmalarını, başka bir deyimle, onların “işleyiş tarzlarını” kendine konu edinmiş yeni bir bilim dalıdır. Sözcük olarak kökeni eski Yunanca “Kübernetes” ve Latince “Gobernare” den alır: ‘sevk ve idare’ anlamlarına gelir. Bundan zamanla ‘Goberner-Governor : Vali, idareci (Gouverneur -Fr.-) çıkagelmiştir. EFLATUN (M.Ö. 428-348), ‘Kübernetes’in yalnız ruhları değil, bedenleri ve malları da büyük tehlikelerden kurtardığını’ ifade etmiştir. Görülüyor ki bu eski dünyada yeni hiç bir şey yok. 1793’de giyotine giden Lavoisier’nin dediği gibi: “Bu dünyada hiç bir şey kaybolmaz ve hiç bir şey de yeniden yaratılmaz.” Ruh ve vücut ikileminin esasta biricikliği daha o zamanlardanberi bilinirdi. Yeni Çağlarda, 1834’de, AMPERE, Sibernetik’i “idare etme bilimi” olarak benimsemişti. Resmen başlangıç yani doğum tarihi de Amerika Birleşik Devletlerinde,1943 yılında ROSENBLUETH , WIENER ve BIGELOW’un imzalarını taşıyan, “Bilim Felsefesi” (Philosophy of Science) dergisinde yayımlanmış : “Davranış, Gaye ve Erekbilim” (Behaviour, Purpose and Teleology) adlı makaledir. Homeostasis’in isim babası olan CANNON’un bu işe karışışı da şöyledir. Dr.Cannon o tarihlerde Harvard Tıp Fakültesinde ‘Bilimlerde Metodoloji’ konusunda yuvarlak masa toplantıları yapmaktaydı. Buna katılanlardan matematikçi Wiener ve biyolog Rosenblueth, bilimlerde oluşagelen aşırı uzmanlaşmanın had safhaya girmesiyle çeşitli dallardaki bilim adamlarının artık birbirlerinin dilini anlayamadıklarından şikayetçi idiler. Bu nedenle, bilimler arası bir disiplin olarak ‘sibernetik’ doğmuş oldu. ‘Organize Sistem’ dediğimizde, bir ‘denge’ durumunu elde etmeye çalışan, aynı şekilde, bu denge durumunu bozmaya yeltenen dış etkiler karşısında kendi iç dengesini koruyabilen çeşitli öge ya da elemanların birliği anlaşılır. Böyle bir sistem’in işletebilmesi için, kendi iç ve dış ortamlardaki değişikliklerden haberdar olmaları gerekir. Bu da, “bilgi=informasyon” yoluyla temin edilir. (İnsan denen makinada duyu organları ve onları organize eden merkezi sinir sistemi.) Bu bilgilerle, türlü durum değişiklikleri ile, yeni bir dengeye uyulmaya, önceki durum ‘status quo’ - sabit tutulmaya çalışılır. Organize sistemlerin yaptıkları işin gayeye uygunluğu, gerekirse hedeften sapmaları, yapılan işi gerisin geriye sisteme bağlanmasına sibernetik’de ‘geritepi’,‘geritepme’, ‘geri-itilim’ (feed-back) adı verilir. Böylece de fonksiyonel olarak yapılan işten, sistemin kendisi haberdar olmuş olur. İnsan vücudunda mevcut bu tür düzünelerce sistemden burada bahsetmeye ne yerimiz var ve ne de gereklidir.) (H o m e o s t a s i s’ de, biz gelişimsel psikiyatr-analist’lerin çok önem verdiği diğer bir şey, bu sözcüğün, biyo-psişik dengelerin yerine getirilmesinin ötesinde; insanoğlunun, dıştan ve içten gelen uyarı ve dürtülerle, büyüme ve gelişimle (growth and development) oynayabilen, kendi duyu ve fizik varlığının tüm farkında olan, kendi kararlaraını verebilen bir varlık haline geldiğine, yani “somut düşünce” safhasına gelene dek geçirdiği safhaları yaşama ve başarma anlamına da geldiğidir. “Homeostatis’in Başarılması” (Achievement of Homeostasis) adı verilen bu biyo-psikolojik gelişimin ‘dengelenmesi’ beş safhada oluşur: 1. Bebek doğunca, beraberinde getirdiği görme, işitme, dokunma, tatma, koklama duyuları, santral sinir sistemi ile bütünleşmeye çalışır. Buna, doğum sonrası 2. ve 4. aylar boyunca ulaşılır. Bu bir tür “kendidüzenleme” (self-regulation) evresidir. 2. Bebek, kendi varlığını anneninkinden ayıredebildikten sonra -ki normal psikotik varlıktan çıkıp kendi ego sınırlarını çizmeye başlamıştır- kendine bakan anne, bakıcı gibi kimselerle “insan ilişkileri” kurmaya çalışır. Burada PIAGET konuşur: Çocuk, duyu organlarını getirdiği duyuları ‘asimile’ eder (assimilation), kendi vücut dışkıları dahil bir takım tepkiler verir (dissimilation) ve böylece ‘uyum sağlamaya’ savaşır (accomodation). Bebeğin her edindiği izlenim, belleğinde bir ‘Şema’ (Schemata) olarak kalır. Daha bunları birbirleriyle birleştirerek gerçek deneyim ve anı yapamaz. (Örneğin ateşten eli yanmışsa, ateşin rengi kırmızı diye elini kırmızı bir şeyden geri çekmez) 3. Doğumu izleyen 8. aydan itibaren, önceden mevcut genetik ‘plan’ nedeniyle, Duyu ve Motor sinirlerin çalışmalarının bir bütünlüğe (integration) (görülüyor ki sanatçı’nın-yaratıcı’nın yaratma edimine varması için gereken ‘bütünleşme’ erginlikten sonra değil, psiko-somatik model halinde daha hayatın ilk aylarında oluşmaktadır.) ulaşması sonucu, bebek, duyuları (tinsel) ve bedensel hareketleri arasındaki ilişkinin farkındadır. Buna ‘Bedensel-Ruhsal Ayırım’ (Somato-psychological differentiation) fazı diyoruz. 4. Hayatın 2. yılından itibaren çocuk, o ana dek dış dünyadan gelen informasyonu yeterli derecede ‘içealım’a uğratması (internalization), anı’ların birikimi ve ‘kendiliğinden birşeyler yapma’ (initiation) yetilerinin gelişimiyle, davranışını yavaş yavaş organize etmeye başlar (behavioral organization). 5. Santral Sinir Sistemi’nin ‘miyelinization’ (olgunlaşma ve etrafını Schwann kılıfı ile yalıttığı devir) ve çocuğun oluşagelen dış etkileri, psiko-sosyal uyarı ve kuralları yeterli derecede anladığı evreden itibaren, çocuk, kendi fikirlerini (ideas) ve zihinsel temsilcilerini (mental representation): oyun, hayal, simge, fantazi, yaratıcı fikir, artık sergileyecek hale gelmiştir. (Oyun çocuğu devri). Ancak bu evreden, yani « homeostasis »in ilk kez somato-psişik bir bütünlük halinde sergilenmesinden itibaren, yeni yeni oluşacak homeostatik dengelerden bahsedilebilir. » (Prof.Dr. İsmail Ersevim) Hommage d’auteur : (FR.,EDEB.,KOLL.) : <Ho’maj d’o –tör> : Yazar’ın iltifat-kompliman’larıyla.... = With the compliments of the author; Hommage d’éditeur : Editör’ün kompliman’larıyla = With the compliments of the publisher (İNG.) (L’) homme absurde est celui qui ne change jamais : (FR.,SOSY.,KOLL.) <L’om ab’sürd e selüi ki nö şanj jame>: Saçma adam, kendi fikrini hiçbir zaman değiştirmez = The absurde man is the one who never changes his opinion (İNG.) Homme d’affaires : (FR.,SOSY.,İŞ,AJAN) <Om d’afer : İş adamı; Bir ajan = Businessman; an agent (İNG.) Homme de bien : (FR.,PSYCH,İŞ) <Om dö biyen>: İyi, dürüst insan = A good man; a righteous man (İNG.) Homme de guerre : (FR.,ASK.,) <Om dö ger> : Savaş adamı, asker = A man of war; a military man Homme de lettres : (FR.,EDEB.,KOLL.) <Om dö letr> : Bir edebiyat adamı, okumuş insan = Man of letters; a literary man Homme de paille : (FR.,SOSY.,PSYCH.KOLL.) : Ottan samandan - çerden çöpten yapılı adam; aptalın biri; manen kolaylıkla yıkılabilen zayıf kişi : = Man of straw; a dummy; name given to a weak man who is set up to be knocked down easily (İNG.) Homme d’épée : (FR.,SPOR,KOLL.) <Om d’epe> : Kılıç-epe kullanan adam; asker adam; Eskrim’de spor yapan adam = Man of the sword; military man; one interested in fencing (İNG.) Homme d’esprit : (FR.,PSYCH.,KOLL.) <Om d’espri> : Fikir ve zeka adamı; mental yetileri çok yüksek biri = A wit; a man of unusual mental ability (İNG.) Homme d’état : (FR.,DEVL.,TAR.) <Om d’eta> : Devlet adamı = Statesman (İNG.) Homme de Théatre : (TİYAT.,SAN.,KOLL.) <Om dö te’atr> : Tiyatro ile profesyonel olarak ilgilenen, orada çalışan biri = A man interested professionally (or, works there) in the theatre (İNG.) Homme du monde : (FR.,COĞR.,INTER.) <Om dü mond> : Dünya adamı; sosyal bir LION = Man of the world; a social lion (İNG.) (Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations) Homongolos, Homongulus, Homunculus, Homunkulus : Goethe’nin Faust’unda, uşak Wagner’in yarattığı, kavanoz içindeki insan taslağı “Hekimlik eğitiminde, Nöro-Anatomi derslerinden de bildiğimiz gibi, Homongulus, insan bedeninin anatomik ‘mikro’ görüntüsünün beyin dokusuna bir yansımasıdır (projection): Kocaman bir baş, küçük bir gövde ve geniş, açık eller ve parmaklar. Bunlar beynin -motor- Frontal Lob’unun ayağına, başaşağı resmedilmiş gibi. Sanki beyinde, henüz doğmamış, küçük, acayip bir bebek var...” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:77) “MEPHISTOPHELES : Meğerse sende anlatılacak neler varmış? Kendin ne kadar küçüksen, hayal etme gücün de o kadar büyük. Ben hiç bir şey görmüyorum. HOMUNKULUS : Buna inanrım. Sen gençliğini bulanık bir devirde, derebeylik ve papazlık gürültüleri içinde geçirmiş bir kuzeylisin. Bu durumda gözlerin nasıl hür olabilirdi! Senin yerin karanlıklardır. (Etrafına bakınarak.) Kararmış, yosun tutmuş ve iğrenç bir hale gelmiş taşlar, sivri kemerli ve en kaba bir şekilde süslenmiş duvarlar. Ne adi bir görünüm!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:106) “Sporculara baktım. Onlar da bizim gibi hayret ediyorlar, yavaşça birbirlerine bir şeyler söylüyorlardı. Uzun boylu reis, yüksek sesle Latif Bey’e: -Homongolos... Malum... Aklına esti... Kusura bakmazsınız, dedi..... Remzi Bey, uzun bir konuşma bahanesi çıktığı için memnun, anlatmaya başladı: -Homongolos, sporcuların gerçek reisidir... Şayanı hayret bir adamdır...” (R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:47) “-Biletler lütfen. Trik-trik-trik, diye deliyordu biletleri..... Birisi söylendi: -Şu herif de amma homongolos. Bir haftadır ortalıkta görünmüyordu; tam ben bugün bilet almadan bindim, kontrole geleceği tuttu.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:107) “ ‘Bugün Ernest Benedikt’i ziyaret edeceğim, Pazar günü de üç kardeşini. Bu arada bazı sergileri gezdim, kimi insanlarla tanıştım. Kendimi yine de hiç yorgun hissetmiyorum. Bana göre tembellik etmek doğaya karşı yapılmış bir şey. ‘Var olduğuma göre çalışmalıyım,’ demiyor mu yapay insan Homunculus?’ ” (S. Zweig - F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:113) homo homini lupus : (LAT.,KOLL.) ‘İnsan insanın kurdudur!’; davranır’ ‘Man is a wolf towars man’ , adapted from PLAUTUS İnsan, diğer insanlara karşı kurt gibi “ ‘homo homini lupus’: ‘İnsan insanın kurdudur’ demişti Thomas HOBBES.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:89) homo nudus cum nuda iacebat : (LAT.) <homo nudus kum nuda yasebat> : ‘Çıplak erkek çıplak kadınla yatıyordu’, et nom commiscebantur ad invicem <et nom komise’bantur ad invisem> ama, ‘birbirleriyle birleşmiyorlardı’ “Ubertino ellerini ovuşturdu, gözleri yeniden yaşlarla buğulanmıştı: ‘Böyle söyleme, William. İnsanın bağrını tütsü kokusuyla yakan, kendinden geçirici sevgi anını, kükürt kokan duygu karmaşıklığıyla nasıl karşılaştırırsın? Bentivaga, bakalarını bir bedenin çıplak organlarına dokunmaya itiyordu; duuların eğemenliğinden kurtulmanın tek yolunun bu olduğunu öne sürüyordu; homo nudus cum nuda iacebat ....... et nom commiscebantur ad invicem ..” Yalan! Aradıkları zevkti. Tensel dürtüyü duyunca, onu doyurmak için erkekle kadının birlikte yatmalarını, birbirlerine dokunmalarını, birbirlerinin her yanını öpmelerini, erkeğin çıplak karnın ı kadının çıplak karnıyla birleştirmesini günah saymıyorlardı.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:76) Homo sapiens : (LAT.,IRK,GENES,KOLL.) <Omo sa’piens> : İnsan ırkının bilimsel ismi = Scientific name of the human species (İNG.) Homoseksüel, homoseksüellik : ilişkileri Bk.: Eşcinsel Eşcinsel, eşcinsellik; aynı cinsten ergin kimselerin birbirleriyle yakın “(Vecchio Sarayı, ‘Beşyüzler Salonu’) Güney duvarının orta nişine <oyuk, kovuk> hakim olarak, sağ tarafta duran MICHELANGELO’nun nefes kesici Zafer heykeline bakmak bakmak daha kolaydı. Yaklaşık üç metre boyundaki bu heykel, aşırı muhafazakar Papa II. JULIUS’un -II. Papa Terrible <müthiş>- mezarı için yapılmıştı. Vatikan’ın homoseksüellik konusundaki yaklaşımını bilen Langdon bunu hep ironik <alaysamalı> bulmuştu. Heykelde, Michealangelo’nun uzun seneler aşık olduğu ve üç yüzden fazla sone <lirik şiir> yazdığı genç adam Tommaso dei Cavalieri betimleniyordu.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:191) “ “Da Vinci sol taraftaki kır planını daha aşağıda tutarak, Mona Lisa’nın sağ arafta olduğundan daha büyük görünmesini sağlamaktı. Resmin içindeki küçük bir Da Vinci şakası. Tarihte erkeklere ve dişilere atfedilmiş yönler vardır, sol dişi, sağ erkektir. Da Vinci dişi ilkelerin büyük bir hayranı olduğundan, Mona Lisa’yı sol tarafta, sağdan daha büyük görünecek şekilde çizmişti.’ Keçisakallı ufak bir adam, ‘Ben onun o biçim olduğunu duymuştum,’ demişti. Langdon yüzünü buruşturmuştu. ‘Tarihçiler genellikle böyle demezler ama evet, Da Vinci bir homoseksüeldi.’ ‘Bu yüzden mi dişilere kafayı bu kadar takmıştı?’ ‘Aslına bakılırsa Da Vinci, erkekle dişi arasındaki dengeyi vurgulardı. İnsan ruhunun, erkek ve dişi unsurlar bir arada olmadan aydınlanamayacağına inanırdı.’ Birisi, ‘Yani piliçlerle babafingolar gibi,’ diye seslenmişti.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:136) Homo socialis : (LAT. - PSYCH..SOSY.) <Homo sosyalis> : ‘Sosyal yaşam, zeka ve iş hayatı bakımından aşağı yukarı aynı yüksek düzeyde olan insan topluluğu’ (Aksi: hoi polloi : <hoy polloy> (YUN.: ‘many-bir sürü> Halk yığını, ayak takımı “Eve girip çıkanların hemen tümünü tanımıştım zamanla. Büyük çoğunluğu genç akademisyenlerdi, bir hayli de Alman vardı aralarında: Her fakülteden kişiler, birkaç ressam, birkaç müzisyen, eşleri ve kızlarıyla kentsoylu bazı kimseler. Çokluk hayretle seyrediyordum bu insanları, beni eşine az rastlanır değerli bir konuk gibi karşılıyorlardı, onların birbiriyle bilmem kaç kez buluşup görüştüklerini biliyordum. Böyle pek sık ne konuşur, ne yaparlardı aralarında? Büyük çoğunlüğü homo socialis tipinin kopyasıydı.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:93) Homur homur homurda(n)mak, söylenmek : Asık surat ve hiddetli bir tavırla homurdanıp durmak “Bergere erkekçe, neredeyse haşin bir havayı elden bırakmaksızın duygulandırma ve giderek şefkatle Lucien’e yaklaşma gücüne sahipti. Sözgelişi kötü giyindiğini homur homur söylenerek kravatını yeniden bağlıyor, Kamboçya’dan gelme bir tarakla saçlarını tarıyordu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:183) “Herif homur homur homurdanıyor, ağzına geleni söylüyordu.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:142) “Üçte birimiz muharebede öldü, üçte birimiz açlıktan. Kalanlar homur homur homurdayıp üzerlerine uğursuzluk getirdiğimi söylediler.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:58) Honores mutant mores : (LAT.,DAVR.,PSYCH.) <Ono’res mu’tant mo’res> : Ün ve unvan, mevki, insanın davranış şekillerini değiştirebiliyor. Dünyanın birçok yerlerinde, dünyada yükselen kimselerin, kullandıkları merdiveni tekmeleyip aşağı düştüklerini hemen her gün görmekteyiz = Honors change manners. It is not unusual for those who rise in the world to kick down the ladder by which they ascended (İNG.) Hop hoplamak : Sinirlenmek, tenkit etmek, kıskanmak Bk.: Hop oturup hop kalkmak “Üç çeyrek saatten beri Octave’ın gönlünde acı duygular yer etmişti, şimdi zihnine başka bir düşünce takıldı: ‘Armance’ın beni hop hopladığı yok. Para yüzünden görmekte olduğum bu aşırı ilgiye yalnız o yabancı kalıyor. Burada az-çok ruh asilliği bukunan tek insan o.’ ” (Stendhal, “Armance”, sa:32) Hoplaya sıçraya, hoplaya zıplaya : Sevinçten bacaklarını sekerek havada zıplamak, mutluluk dolu bir şekilde “Ne bileyim, oda değil, gülümseyen ve gülümseten bir kutu... Onun içinde ben kendimi bir oyuncak sandım! Yürürken bir türkü mırıldana mırıldana ve küçük sıçrayışlarla hoplaya zıplaya yürüyordum. Balkonu da vardı haspanın.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:83) “Güneşli yolda hoplaya sıçraya kendilerine doğru gelen bir gölge gördüler o sırada. Uzun gölgenin yanısıra küçük bir gölge daha hoplaya zıplaya ilerliyordu. İki yabancı kiliseye yaklaşıyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:155) “FRAU FAHRENKOPF - Bu gece şampanya. (Verandanın köşesini hoplaya zıplaya dönerlerken bağırışmalar, coşkulu eşek şakaları devam eder.) (T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:51) Hop oturup hop kalkmak : Sinirden ya da sevinçten yerinde duramamak, endişeyle beklemek “Hazırlıklar haftalarca sürmüş, babam merak, umut ve korkudan nerdeyse hop oturup hop kalkmış, dayım Konrad Camenzind’in son projesi kasaba sakinlerinin de başlıca söyleşi konusunu oluşturmuştu.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:11) “O gün Fabrice’le Clélia’nın yüreklerinin ne biçim çılgınlıklarla hop oturup hop kalktığını burada anlatmak çok üzün sürer. Sözü edilen küçük kapı Crescenzi Sarayı’nın portakal bahçesinin kapısından başkası değildi. Ve o gün tam on kez Fabrice onu görmenin bir yolunu buldu. Yanına silah aldı ve bir başına, gece yarısından az önce, hızlı adımlarla o kapının yanından geçerken ansızın, anlatılması olanaksız bir sevinçle, çok iyi tanıdığı bir sesin çok alçak bir tonla kendisine: ‘Gir içeri, kalbimin dostu,’ dediğini işitti.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:554) “Arkadaşları geliyorlar, oyun oynamak için masaya oturuyorlardı..... Daha ne isterdi! Şlem diyebileceği için sevinmesi, kıvancından hop oturur hop kalkması gerekmez mi? Ama hayır, birden böğründeki ince ağrıyı, ağzındaki tatsızlığı hissederek şlem dediğine de, diyeceğine de bin pişman oluyordu.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:62) “Böylesine kendinden geçmiş bu insanlara çekinerek bakmak hem eğlendirici, hem de korkunçtu. Yanıbaşımdaki bir koltuğa çıkmış iyi giyimli bir erkek hop oturup hop kalkıyordu.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:114) Hoppa; Hoppalık : Hafifmeşrep, şımarık, hafiflkler yapan kız ya da kadın; Bu davranışlarda bulunmak “Hoppa ve ateşli bir ırmak olan Bistritsa, sevgilisinin önerisini kabul etmiş, onunla birleşmiş ve birlikte, ta bizim oralara dek inmişler, ama Tuna birden onlara: ‘Hey! Ancak yollar kesişebilir, sular asla!’ ” (P. Istrati, “Minka Abla”, sa:5) “Kirila Petroviç korkutucu bir sesle: -Bu da ne demek oluyor? dedi. Sen bugüne kadar sus, razı ol, şimdi her şeyin kararlaştırıldığı bir sırada oyun bozanlık etmeye, vazgeçmeye kalk! Hoppalığı bırak kızım. Bu yolla bir şey koparamazsın benden.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:96) Hoppala : Bak sen şu işe, yine başlıyor; Hayret! “Hoppala, cuppala İki kuruş, on para” (Anonim, Eski İstanbul tekerlemelerinden) “A. HAMLET - Hoppala yine başlıyor. KOMİSER - En ummadığınız anda elim yakanıza yapışacak. Durun bakalım, daha İstanbul’a gidinceye kadar vakit var. A. HAMLET – Peki amma, biz İstanbul’a dönmüyoruz ki...” (C.F. Başkut, “Harot’ta Bir Amerikalı”, sa:130) “Hoppala! Sanki benim derdim azmış gibi bu kız da başıma yeni bir dert çıktı. Bugün, ben evde yokken, çingene çocuğuna benzeyen karakuru, kılıksız bir çocuk, bir mektup getirip bana verilmek üzere bizim kahvecinin çırağına bırakmış... Bir de açıp bakayım ki, bu mektup baştan başa çingenece değil mi? İmza da yürek şeklinde Gülizar...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:145) “Meydan okur gibi ilerledim, ama aynı zamanda seninle gırgır geçmek için apansız geri dönüp çıplaklığımı sergiledim. Hoppala! diye bağırdım. Yerinden milim kıpırdamadın, ama sesin kulağıma apaçık geldi, özellikle tonu iğneleyiciydi. Aferin, kutlarım, hala formunda görünüyorsun.” (A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:26) Hopur etmek : Bir ormanın, bir bağın ağaçlarının, bitkilerinin köklerini çıkarmak; yağma, yerle bir etmek “ ‘…Bizim adaya gelenleri bağı hopur etmeleri, bu hale getirmeleri, bir günün, iki günün işi değil, bunlar günlerce bağın üstünde dövünmüşler.’ ‘Demek bizim bu işten hiç haberimiz olmamış.’ ‘Hopur ne demek?’ ‘Bir ormanın ağaçlarını kökünden sökmek, gövdesini dallarını, yapraklarını, hiçbir şeyini bırakmamak. Ağaçların altındaki eğreltiotlarını bile biçmek, bir ormanı, bir bağı çöle çevirmek, bir varmış bir yokmuşa döndürmek.’ ‘Amenna, bizim adanın bağını hopur etmişler. Bu insanlar bizim adayı bütünüyle hopur etmesinler. Haydi kalkın da şu hopurculara gidelim.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3”-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:393) Hora (geçmek) : Beğenilmek, hoşa gitmek, iyi kabul görmek “Nahiyeye taşınırken eşyamı sırtımda götüremezdim. Ucuzca ihtiyar bir eşek buldum. Bir de semer aldım, eşyamı onlara yükledim. Eşek nahiyeye vardıktan iki ay sonra, sizlere ömür, nalları dikti, semeri kaldı. Köydekilerin çoğunun beygiri, eşeği vardı. Hora geçer diye yarışmada birinci gelene ödül olarak semeri vaadettim.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Demize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:198) Hora (tepmek, Horona durmak; Horon tepmek) : Birçok kültürde (özellikle Türkiye’de Kuzey Doğu Karadeniz, Yunanistan) taşralıların, kadın erkek, bir araya gelerek ve el ele tutarak, kollar birbirlerinin omuzlarında, özel giysileriyle ulusal (halk) oyunları oynamaları; Düğün, bayram, yıldönümü kutlamaları yapmaları “YEDİ İHTİYAR -Victor Hugo’ya------------------Doğrultabilirdi usum dümeni belki Çabasını kırmasaydı bora gitgide, Ve hora tepiyordu ruhum hora, eski Direksiz tekne, korkunç, engin bir denizde!” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:173) “WAGNER - KÖYLÜLER, Ihlamur ağacının alında oyun ve şarkı: Hora tepen bu genç insanlar Neşe içinde çalkalandı. Ve bütün o güzel fistanlar Havada renk renk dalgalandı. Bir aralık yoruldular pek, Durup dinlendiler kız erkek. Hey gidi gençlik! Hey gidi hey! Her kalçaya yaslı bir dirsek.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Faust”, Cilt:I, sa:49) “Teke sakallı, kart <yaşı geçmiş> bir zampara: -Yaşa, Surmenila <Türkçedeki ‘Sürmeli’ -gözüne sürme çekilmiş hanım-nin, yunanca ‘dişi şekli’> diye bağırdı, önüne gitti, başındaki kocaman mendili çıkardı, bir ucunu kadına verdi, öbür ucunu kendi tuttu ve ikisi birden, başları yukarıda kendilerinden geçmiş bir halde vücutları birer meşaleymiş gibi hora tepmeye başladılar.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:34) “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) “YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ IV -----------------------------------------Attıkları her adımda gökten pay kazanıyorlardı dağıtmak için, Nöbet yerlerinde yanık ağaçlar gibi dimdiktiler ve köy alanında horona durduklarında, tavanlar titrer, fincanlar şangırdardı raflarda.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:40) “DELİFİŞEK <Epik Şiirler’den, 1902> ---------------Kıvrak horon oluşuyor ve coşuyor anında, çiğneniyor altın buğday ayakların altında horon varken, kan kaynarken, kim tutar ki onları, sel de gelse, götürse de bütün çamaşırları...” (Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.02.06) Horanta : (FAR. MYTH.) : Bakmakla mükellef olduğu grup kişiler, avene “ ‘Kasabada işler kesat...’ diye mırıldandı. ‘Allah cümlemizinkisini bağışlasın, horantam kalabalık, tam yedi can besliyorum. Ne yapsam ne etsem yetiştiremiyorum bir türlü...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Biçilmemiş Topraklar”, sa:180) Hor görmek; Horgörü : Hoşgörü’nün tam tersi; kendini ya da değerleri aşağılama, hor görme “Fakat bak, şurada bir ruh var, bir kenarda tek başına oturmuş bize bakıyor! En kestirme yolu bize o gösterecektir. Yanına gittik. Ey Lombardia’lı ruh! Ne azametli, ne hor gören duruştu o! Gözlerini ağır ağır ve ne büyük vakarla hareket ettiriyordun.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:46) “KUTSAMA -------------Bir yavru kuş gibi titreyen ve çırpınan O yüreği bağrından kıpkızıl sökecek, Ve, kurtulsun diye köpeğim açlığından, Fırlatıvereceğim yere, ‘hor görerek!’ ” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:27) “Birinin kendi yurduyla alay etmesini nasıl aptalca buluyorsam, kırsal kökenli olmayı hor görenleri de taşralı olarak nitelendiriyorum. Kırsal yaşam, kendimize güvenli bir yer edinmemiz, komşuluk ilşkisi kurmamamız, yani bir yerde oturabilmemiz için daha uzunca bir süre sanki tek dayanağımız gibi geliyor bana.” (H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:44) “Rulet durunca konmuş paraları topluyor, cebine aktarıyor, kazananların önlerine paralar atıyor, eli cebinde bozuk paraları karıştırıyordu. Seyircileri yeniden para koymaya çalışıyor, çevresini almış adamların parmaklarını ellerini kolluyor, hor gören bir tavırla tepsiyi döndürüyor, başını kaldırıyor, dudaklarını büküyor, umursamaz, sıkılmış, çevresine bakınıyordu.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa: 107) “ONUNCU SONE ---------------------- Olsaydı ah adalet - yoksun kalsam da bundanBana bile uğrasa sevinirdim. Var da sadece göremiyordum bunları? Kolay kolay itiraf etmediğim: aksine benim Hor gören feleğin sillesini yemiş olanları.” (Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “DİYELİM <Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1912> Diyelim kader sadece acı alay, Gönül meyhane ve gök delik deşik, Şiir, aşınmış yosma bir şey, Güzellik ise hor görme ve pislik” (David Burluk<1882-1967>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.04.04) “ ‘Açlıktan nefesi kokan liman hamalları, ameleler!’ diyordu Bizantini. ‘Çalışmadan birkaç kuruş alabilmek için geliyorlar buraya...’ Ve Bizantini konuştukça, ben de önceki öfkemin azaldığını ve onun yerini aileden gördüğüm ahlakın -yoksulları ve çalışan insanları hor görenlere karşı olan ahlak- aldığını hissediyordum.’ ” (I. Calvino, “Savaşa Giriş-Avanguardistalar Menton’da”, sa:49) “Tarihsel saltçılık etkin değildir, etkilidir; iktidarı almş, elinden bırakmamıştır. Bir kez iktidarı ele geçirdi mi biricik yaratıcı gerçeği yok eder..... Bu eylemin bir gün yengin çıkmayacağı belli değil. Yenememek ve ölmek tehlikesinde olduğu söylenmiştir. Ama devrim ya bu tehlikeyi göze alacak ya da aynı horgörüyle yargılanabilecek, yeni efendilerin işinden başka bir şey olmadığını söylemek zorunda kalacaktır.” (A. Camus, “Başkaldıran İnsan”, sa:279) “DIEGO - Pek çok şeyi horgörüyorsun, Nada. Öyle bol keseden harcama horgörünü, ilerde gerekebilir. NADA - Hiçbir şeye gereksinmem yok benim. Ölene dek, her şeyi horgöreceğim.” (A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:15) “Sohbet sarmıştı aslında, ama Maria bunları aklından geçirmek istemiyordu - o okşayışı, göz bağlarını, bedeninde dolaşan elleri hatırlamasıyla cinsel organının ıslanması bir oluyordu. Hayır, seks onun için ölmemişti; bu adam bir şekilde kurtarmıştı onu. Ne güzeldi hala hayatta olmak! Ama kütüphaneci gemi azıya almıştı: ‘Çok sonraları bile, klitorisi hor görmeyi sürdürmüşler...’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:198) “Mülkiyetin verdiği hazlara oldum bittim duyarsız kalmışımdır. Kendimi bir şeyin sahibi olarak düşünmekte zorlanıyorum. Fakat sevilmeyenin ve sevimsiz olanın, öbür insanların hor görüp reddettiklerinin asabi yaşlı köpekler, inatla hayatta kalan çirkin mobilyalar, dağılmanın eşiğindeki arabalar- koruyucu ve kollayıcı rolüne kolayca kapılabilirim. Direndiğim bir rol bu; ama istenmeyenin dilsiz yakarışları sıkça duvarlarımdan aşıyor.” (J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:196) “THE NİGHT OF LOVELESS NİGHTS (Aşksız gecelerin gecesi) -----------------------------------------------Gene de hor gördüklerimden değilsin sen. Gel, el sıkışalım, kardeşim, gel öpüşelim Aşk mektupları, kurdeleler, taraklar arasında, Hiçbir zaman dua kirletmedi senin dizlerini.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:97) “Daha dikkatli baksanıza! Biz bugün ‘canlı’nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. Elimizden kitapları alsalar o saat şaşkınlık içinde kendimizi kaybederiz. Ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkmak, kimi saymak, kimi hor görmek gerektiğini bilemeyiz.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:147) “EDWARD. İstemiyorum kendini benden sorumlu tutmanı; Bu da hor görmenin bir türlüsü. Beni anlatmanı da istemiyorum bana. Hala benim için bir kişilik yaratıp Kendi kendimden ayırmak istiyorsun beni.” (T.S. Eliot<1888-1965>, “kokteyl parti”, sa:96) “İlk olarak Hamilkar’ın iyi muamelelerini anlattılar. Barbarlar bunları hor görmekle birlikte kıskanarak dinliyorlardı. Sonra, ilk sitemleri duyar duymaz, korkaklar öfkelendiler. Uzaktan onlara kendi kılıçlarını, zırhlarını gösteriyor, küfürler savurarak, ‘Gelin de alın bunları hadi!’ diyorlardı. Barbarlar yerlerden taş toplamaya başlayınca hepsi kaçtılar.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:271-2) “Ama ruhun ölümsüzse, duyularını ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmek için bütün bir sonrasızlık olmayacak mı önünde? İçinden geçtiğin şu güzel yerleri hor mu göreceksin, çabucak elinden alacaklar diye güzelliklerine sırt mı çevireceksin?” (A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:142) “Bu günlüğün sayfalarını iyi yazmak isteği onları samimi olmak meziyetinden bile mahrum bırakıyor. Hiçbir vakit, edebi bir değer taşıyacak derecede iyi yazılamadığı için, bunlar, bir mana da ifade edemiyor. Hepsi kendilerine bir ilgi sağlayacak olan bir başarı beklemekte, bir şöhret ümidiyle yazılmış oldukları hissini vermektedir. Bu isteği şimdi hor görüyorum. Beğendiğim, saf ve saygılı birkaç sayfadır; geçmiş günlerden kendimde en çok beğendiğim dua anılarıdır. Bütün bunları yırtmama ramak kalmıştı; bununla beraber çoğu sayfaları da yok etmiş bulunyorum.” (A. Gide, “Günlük”, sa:20) “THOAS Hiç akla gelmezdi, hazır değildim buna. Fakat hazır bulunup beklemeliydim bunu: Bilmiyor muydum senin bir kadın olduğunu? IPHIGENIE Zavallı cinsimizi böyle horlama, kral. Göz kamaştırmasa da öyle sizinki kadar Soysuz değildir silahları kadının.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:35) “HAYVANAT BAHÇESİ <1909> ------------------------------Gergedan kırmızı-ak gözlerinde devrik bir çarın sönmez öfkesini taşıyor ve tüm hayvanlar arasında sadece o gizlemiyor insanlara duyduğu horgörüyü, tutsakların isyanına duyduğu horgörü gibi. Ve - Korkunç İvan gizli onda.” (Velimir Hlebnikov<1885-1922>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:53) “Belirtmeme gerektiğine inandığımız bir nokta da şu ki, piskopos inancının dışında, deyim yerindeyse ötesinde, gönlünde aşırı bir sevgi beslemekteydi. İşte bu yönden, quia multum amavit, kolayca yaralanabilirdi: ‘ciddi kişiler’, ‘ağır başlı kişiler’, -ukalalığın bir adının da bencillik olduğu hazin dünyamızın gözde deyimleribu hükme varmışlardı. Neydi bu aşırı sevgi? Bu, insanları aşan ve sırasında eşyaya kadar uzanan huzurlu bir iyilikseverlikti. Hiçbir şeyi hor görmeden yaşıyordu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman”, Cilt:I, sa:99) “AMEDEE - (Aynı durumda, güçlükle konuşarak.) Bir deneyeyim. Oturup yazmam gerek, oturup yazmam gerek... (Sessizlik.)..... ne kadar da yorgunum!... Ne tuhaf meslek bu... (Büyük bir horgörüyle.) Yazarlıkmış... (Kısa sessizlik.) Gece yarısına kadar uyumak isterdim. Ama nasıl olsa uyuyamam... Artık uyku tutmaz oldu... Yazalım!” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:93) “Bu çirkin ve bakımsız doğa köşesinde, bu kaba saba insan kümesinin bana, adeta saygıya yakın bir duygu verişi nedendir? Bu insanlar, her gün hiçe saydığım, hor gördüğüm, hatta bazen de tiksindiğim kimseler değil midir? Fakat, işte, uzaktan nasıl çalıştıklarını seyrederken, bana, her biri büyük olayın kahramanı gibi gözüküyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:88) “Ben, Kadın Doğmuş ve Talihsiz ---------------------------------------Açığa çıkarmak için niyeti ve bulanıklaştırmak için zihni Ve beni bir kez daha yarım, ele geçirilmiş bırakmak için. Bunun için düşünme, yine de afallamış beynime Göbek bağımın zavallı ihaneti, Seni aşkla hatırlayacağım ya da hor görmemi Acımayla körelteceğim -dur açıkça söyleyeyim: Yeniden karşılaştığımızda konuşalım diye Bu delice yetersiz nedeni buldum.” (Edna Ct.Vincent Millay<1892-1950>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.05.07) “Nedir yaşam, ne zevki var altın Aphrodite olmadan? ------------------------------------- Gelip çatınca acıyla dolu yaşlılık, hem çirkin, hem kötü olunca insan, kapkara kaygılar dolanır durur kafasında, artık tat almaz olur gün ışığına bakmaktan, gençler tiksinir ondan, hor görür kadınlar; böyle zorlu kılmıştır işte yaşlılığı tanrı.” (Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:75) “Daha önce Utopia’ya gelen elçiler pek sade, gösterişsiz giyinirlerdi. Çünkü onlar Utopia’lıların süse değer vermediklerini, ipeği altını hor gördüklerini bilirlerdi. Ama çok uzaktan gelen Anemolya’lıların Utopia’lılarla pek alışverişleri olmamıştı. Utopia’lıların kaba saba bir örnek giyindiklerini öğrenince, bunu yoksulluklarına vermişlerdi.” (Th. More, “Utopia”, sa:92) “ ‘Melek, daha tanıştığımız günden başlayarak, beni hiç sevmedi. Yetiştirme yurdunda büyümüş olmam, onun için nedense hep bir mesele oldu. Beni küçümsedi. Gizli gizli hor gördü. Benimle evlenmesine, devrimci olmaya çalışan kardeşinin sosyalist şımarıklılığı gözüyle baktı.’ ” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97) “MARSDEN (Yüzünü birden bir acı ve bir tiksinme kaplar.) - Aman!... hep o anılar... neden hiç unutamam acaba?.... işte Jack, bizim oyun kaptanı... şimdi o da öldü ya... ne hayranı idim... beni hor görür diye korkmuştum...” (Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:8) “Papaz cüppesi ve kısa keten yeleği içindeki Papaz dualrı hızlı, deneyimli bir sesle tekrarlıyordu. Dişlerini taktığı için sözleri yeterince açıktı ve merak uyandırıcı şekilde tatsızdı. Gümüş para kadar solgun, titiz, yaşlı yüzünde bir uzaklık, hatta neredeyse bir horgörü ifadesi vardı.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:13) “Böylece bu dünyaya tamamen yabancılaşmama neden olan mutsuzluklardan önce bile her şey beni bu dünyanın ilgilerinden sıyrılmaya yöneltiyordu. Yoksulluk ile zenginlik, erdem ile yoldan çıkma arasında yalpalayarak, yüreğimde hiçbir kötülük eğilimi olmadığı halde, alışkanlıktan ileri gelen kötü huylar taşıyarak aklımın kurduğu esaslara dayanmaksızın rasgele yaşayarak, görevlerimi horgörmeksizin unutarak, ancak çoğu zaman onları yeterince kavrayamarak, kırk yaşıma geldim.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:49-50) “...tüm nakil vasıtalarına karşı büyük bir horgörü sergiliyorlar, onlara nereye gittiklerini sormanın faydası yok, aynı düşünceyi paylaşmak ve Gibraltar’dan uzaktan salına salına geçip gidişini izlemeyi istemek için adınızın Pedro Orce olmasına gerek yok, İspanyol olmanız yeterli ve burası İspanyollarla kaynıyor.” (J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:89) “Solgun tomarlarımı hor görerek yererler Gerçeği az, lafı bol bir bunak diye bir gün: Hakkın olan övgüye ozan saçması derler” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:17, sa:75) “Memfis’teki Ra Tapınağı’nın girişi. Derin bir karanlık. Şahin başlı, saygın bir kişi, tapınağın karanlığında gizemli bir biçimde kendi ışığıyla görünür. Çağdaş seyircileri büyük bir horgörüyle gözden geçirdikten sonra onlarla konuşur.” (G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19) “Bundan böyle onu hiçbir şey sarsamazdı, hiçbir kuşku sendeletemezdi. Bir sfenks dinginliğine kavuşmuştu. Clochard’a <Fr.: sokak serserisi> karşı -yolda karşılaşınca ya da herhangi bir yerde oturur görünceartık yalnızca, genellikle hoşgörü diye tanımlanan o duyguyu duyuyordu: iğrenti, horgörme ve acımadan oluşan, cıvık mı cıvık bir duygu kayırımı.” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:51-2) “ ‘Söylesene bana, bu Vasili Mihayliç güvenilir bir insan mıdır?’ ‘Öyle diyelim öyle olsun, yalnız çok cimridir. Ayda en azından üç yüz ruble alır, ama sen de gördün ya, bir domuz gibi yaşar. Hayır, benim dayanamadığım şu levazım subayı. Elime geçse bir güzel kırbaçlatırdım.” ......Kozeltsov tefecilik hakkında atıp tutmaya başladı. Bu konuda için için kaynayan öfkesinin nedeni, itiraf edelim ki tefeciliği hor görmesinden çok, durumdan yararlanıp kazanan bu gibi insanların varlığına katlanamamasıydı.” (L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:52) “ ‘İşte sonunda,’ dedi Bernard, ‘homurdanma kesiliyor. Dinsel öğütler bitiyor. Kapıdaki beyaz kelebeklerin dansını un ufak etti. Tıraşsız br çene gibi kaba, kıllı sesi. Şimdi yalpalayarak sandalyesine oturuyor, sarhoş bir denizci gibi. Bütün öteki öğretmenlerin yapmaya çalışacakları bir davranış bu; ama bütün zayıflıklarıyla, bütün çırpınmalarıyla, gri pantolonlarıyla yalnızca gülünç olmayı başarabilecekler. Hor görmüyorum onları. Soytarılıkları acınası geliyor bana.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:27) “ ‘... ben seni bilirim - bana kafa, ayak kesme martavalları atmaya kalkma. Şurada durup konuştuğum kadar emin ol ki, bütün hayatımca seni, kendini baş belası ilan eden seni hor göreceğim, önüme çıkan her fırsatta senin, seninle işbirliği edenlerin kuyunuzu kazacağım.’ ” (V. Woolf, “Flush”, sa:77) “Mesela, Rognes’de bir okul öğretmeni var, şu Lequeu denilen herif, sabandan kaçmış bir adam, handiyse ekip biçmekten dar kurtulduğu toprağa karşı kinden kuduran bir herif. Şimdi bu adam, öğrencilerine her gün yabani muamelesi, hödük muamelesi yaparsa, okuyup yazmış bir adam gibi onları hor görüp babalarının gübresine hakaret ederse, onlara, yaşadıkları hayatı nasıl sevdirir?” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:202) Hor görülmek; Horgörü; Horlanmak; Hor tutulmak : Küçümsenmek, değer verilmemek, aşağımlanmak, aşağısanmak “Üstü başı partal bir insan burada çıplak sayılmıyor. Ev sahibi olmayan, kira veremeyen, yazlarını çardak altında ya da saray ve kiliselerin eşiğinde, geceleri arkadların altında geçiren ve kötü havalarda ufak bir para karşılığında gece başını sokacak bir delik arayan kimseler burada hor görülmüyor, onlara serseri gözüyle bakılmıyor.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:239) “Acırcasına yüzüme bakıyorlardı. O zaman öğretmenliğimin her gün yüzlerce göz tarafından gözetlenmek, sessizce yargılanmak, benden olsa olsa beş altı yaş küçük kişilerce horlanmak, çağı dolmuş kabul edilmek anlamına geldiğini açık seçik kavradım. Donmuştum.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:182-3) “Bana öyle geldi ki genel olarak bizimle aynı konumdaydı, fark sadece orada alıkonulmaktan dolayı daha çok alınmış gibi görünüyordu. Polise karşı gittikçe hor gören, aşağılayan bir tavır takındığını gözledim.” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:46) “ ‘Kaç yılını orduda geçirdin?’ diye sorularını sürdürdü Trujillo; camdan dışarı bakarak sanki orada olmayan birini sorguya çeker gibi. ‘Otuz bir yıl, Şef. Mezun olduğum günden beri.’ Bir şey söylemeden birkaç dakika bekledi. Sonunda, Savunma Bakanı’na dönerek her zaman onda uyandırdığı sonsuz horgörüyle baktı.” (M.V. Llola, “Teke Şenliği”, sa:358) “NİNELER ------------Mesut yuvanız vardı Yiğit kocanız vardı Şunun bunun elinde Hor tutulurdunuz Ağrınıza gider.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24) “Bir çocuğun, yıpranmış, silinmiş, hor görülmüş, bir köşeye atılmış ve sözü edilmemiş bütün temel özellikleri, ellilik bir adamda yaşar durur. Çoğunlukla karanlık içinde yassılaşır onlar, ama fırsat beklemekten geri kalmazlar; biraz dikkatsizlik etseniz, kafalarını dikerler; kılık değiştirmiş olarak pırıl pırıl günışığına çıkarlar.” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:187) “Markize gelince, tam tersine, beni zoraki inceliğiyle eziyordu; gözlerindeki sabırsızlık kıpırtılarını pekala görüyordu. Uzun sözün kısası, pek aptal bir görünüşüm vardı, hor görülmeyi yutuyordum, bir Fransız için bunun olanaksız olduğu söylenir. En sonunda gökten inen bir fikir beni aydınlatıverdi: Bu hanımlara sefaletimi, beyni sulanmış, yaşlı sersem generallerin iki yıldan beri bizi tuttukları Cenova ülkesinin dağlarında neler çektiklerimizi anlatmaya koyuldum. Orada, diyordum, bize ülkede geçmeyen kağıt paralar ve günde on dirhem ekmek veriyorlardı. Ben daha konuşmaya başlayalı iki dakika bile olmamıştı ki, iyi yürekli markizin gözleri yaşardı...” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21) Horoz : Bazı ateşli silahlarda, çakmaktaşına ya da merminin kapsülüne vurarak ateşlemeyi sağlayan metal parça “Tüfeğini kötü niyetlerle kavradı, utancından; ne var ki, düştüğü zaman çakmaklı tüfek sertçe çarpmıştı yere, horoz çamura bulanmıştı, üstelik taşları da düşmüştü. Yalnız, kızlar tüfeğin uğradığı bu kazanın ayırdında değildiler; doktorun onlara nişan alması karşısında çığlıklar atarak dağıldılar çil yavrusu gibi.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:47-8) Horoz gibi kavga etmek : Horozların eşleri uğruna sık sık kavga etmek adetleri olduğu veçhile, çok kavga edenler için yapılan benzetme “Gülerek havaya bir bakışı vardı ki, herkesin ilgisini çekerdi; akşam boyunca komiklik olsun diye yapmayacağı, söylemeyeceği şey yoktu. Üstelik de bir de horoz gibi kavga ederdi. ‘Neyin var Rosa?’ derdi biri, orkestranın çalmasını beklerken. ‘Korkuyorum,’ (gözleri yuvalarından fırlardı bunu söylerken); ‘Şu arkada gözlerini bana dikmiş bir ihtiyar gördüm, dışarda beni bekliyor, korkuyorum.’ ” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:9) Horozlanmak : Sıksık itiraz yolunda sesini yükseltmek, bilir bilmez konuşmak, ukalalık etmek, kızmak (Argo) “MAITLAND, itham edercesine Laurel’e; bahçeye doğru fırlar. - Muhakkak, ateşten. LAUREL, onu durdurarak. - Hayır, rüzgardan. Zambaklara destek koymamışsın. MAITLAND, öfkeli, dışarı bakmak için pencereye koşar. - Eyvah, devrilmişler mi? Hastabakıcı bana söylemişti ama, unuttum. İhtiyar sahtekar şimdi kimbilir nasıl horozlanacak!” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:27) “ ‘Bin yılın başında bir gurul üyesi oldum deye bizim başımıza horozlanmak istiyorsun emme, dikkat et, pek öyle kolay değildir bizim başımızda horozlanmak...’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:64) Horozlar ötene kadar : Sabahın erken saatlerine kadar “Bu bir saat üç gün sürmüş, ama kızı emrimize amade ve sağ salim bulmuştu. Kendimden utanarak geri döndüm oraya ve günahımın kefaretini ödemek için gecenin saat on ikisinden horozlar ötene kadar karış karış öptüm kızı.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:98) Hortlak : Gerçekte var olmayan, fakat mezarlıklarda, esrarlı yerlerde çocukların hatta büyüklerin bile olumsuz etkilendikleri korkunç yaratık “SMITHERS (Jones’un hissettiklerini sezerek, haince) - Bu gece ormanda zifiri karanlık basınca gözde cinlerini, hortlaklarını senin peşine takacaklar... Yarın sabaha çıkmadan geçmişi kandilli saçlarının dimdik olduğunu göreceksin..... O aşağılık orman gündüz gözü ile bile acayip bir yerdir.” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:31) Horul horul horlamak, uyumak : Derin derin, horlayarak uyumak “Çamdan bir masa üzerinde sönmüş bir semaver, yanında çay fincanlarıyla bir tepsi, boş bir rom şişesi ve dibinde azıcık kalmış, 1.25 litrelik votka şişesi, bir de buğday ekmeği artıkları vardı. Misafir kerevete uzanmış, başı, ceketinden yaptığı yastığın üzerinde horul horul uyuyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:21-2) “Bu adam, herhalde tevkifhanenin büyücek memurlarından biri olacaktı. Çünkü onun bir sözü üzerine Ali Rıza Bey’i derhal Şevket’in yanına gönderdiler. İhtiyar adam, oğlunu ancak bir kerevetin üstünde horul horul uyuyor buldu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:95) “Uyku saatlerimde, arkadaşlarım yataklarında horuk horul horlarken, açılmış bir şemsiye altına bir mum yakıp ihtiyaten ayrıca eşyalarımla da siper ederek kafamı dünkü bilgilerle dolduruyordum. İki büklüm, burnum o isli alevciğin dibinde, her dakika bir dünyadan ötekine atlıyordum. Ama bir sefer kapı açıldı, kasadar bir iki yumrukta, kurduklarımı yıkarak beni uçtuğum göklerden yeryüzüne indiriverdi. -Vay orospu çocuğu! Uyu ulan kerata! Uyu, iş var yarın! Ama umurumda değildi! Yumruklardan, tokatlardan korkmuyordum artık. Bir tek kaygım vardı: Kitabımı saklamak!” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47) “Öbür eltisi için ‘Mandanın biri’ diyordu; ve Selma Hanım’ın kulağına eğilerek ilave ediyordu: ‘Kuzum, hep uyurmuş, hep uyurmuş. Hani o vakit bile horul horul uyurmuş... Bir boğaz! Doymaklar bilmez.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:47) “Uyumak olanaksızdı. Sağa sola dönüp duruyordum. Ellerimi başımın altına alıp dalgaların rıhtımdaki şıpırtısını ve çevremde uyuyan kırk tayfanın soluk alıp verişlerini dinliyordum. Altımdaki yatakta usta denizci Luis Rengifo horul horul uyuyordu.” (G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizici”, sa:18-9) “-Morino ne yapıyor ? -Ne yapacak? Horul horul uyuyor. Gece vakti hayvanların başı boş bırakılır mı? Ne dikkatsizlik!” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:16) “Flush gece geç ya da ertesi sabah döndüğünde, Mr. Browning gülmekle yetindi. ‘Onun gibi saygıdeğer bir köpek için oldukça utanç verici’ - ve Flush kendini yatak odasında yere atıp Guidi’lerin zemine kakma arzusu üzerinde horul horul uykuya dalınca da Mrs. Browning güldü.” (V. Woolf, “Flush”, sa:98) Horus : (MISIR.MYTH.) : Mısırlıların G ö k T a n r ı s ı . Horus, Mısır terimi olan ‘Egyptian HOR’ın latinize edilmiş şeklidir. H o r, ‘Yüz’ anlamına gelir ve ilk kez, Nil vadisini işgal eden erken istilacılar tarafından ‘Falcon God = Şahin Tanrı’ olarak nitelendirilmişti. “Falcon Deiti ilk önce bir G ö k İ l a h ı idi; güneş ve ay gözleriydi. Savaşçı maceralarından ötürü yavaş yavaş ‘savaşçı-tanrı’ ve ‘zafer kazanan lider’ lakablarını da almaya başladı. Bu göndermeler, onun yavaş yavaş ‘dünyevi - bu topraktan’ intibaını uyandırıyordu. Bu inanç zamanla bir ‘dogma’ halini aldı, ve krallar kendilerine ‘H o r u s’ lakabını da eklediler. Diğer yandan da, milleti idare eden krallar, Ra’nın izleyicisi idiler, böylece Horus, ‘güneş’ ile idantifiye oldu. Resmi devlet dinine karşıt olarak, popüler zihniyette, OSIRIS’in oğlu olarak kabul edildi. Mit yapmak için tabii bu kaynaklar çok zengin bir fırsattı. Birçok yollardan, bu iki H o r u s Evi’nin farkları çok açık olmakla beraber, Mısırlılar, ‘Solar Horus’ ile, aynı isimdeki ‘Tanrı Horus’u birbirinden ayırt etmekte güçlük çektiler. Hiç olmazsa on beş tür H o r u s T a n r ı s ı çıkageldi. Bereket versin, ilerleyen zamanlarda ikisi için farklar, ait olduğu rivayet edelen ebeveynlere göre taksim edildi. Yeni klasifikasyona göre, Solar HORUS, Atum = Ra’nın; ya da Geb ve Nut’ın; Osirian HORUS ise, Isis ve Osiris’in. 1) Haroeris (ya da Harwer) - S o l a r, en eski Horus şekillerinden biri. Deity Wer şahininden gelerek, güneş ve ay ışıklarına muadil parlak gözlü bir tanrı. Diğer vesiyona göre, ‘o gözler göz değildi, ve ‘E l d e r – yaşlı HORUS’, kör kimselerin tanrısı idi. Kimine göre HATOR Tanrıçasının kocası, ya da oğlu idi. Asyni zamanda, Osiris ve Sit’in de erkek kardeşi idi. H o r u s, bir rivayete göre, gözlerinden birini Osiris’e hibe ederek, yalnızca birini kendine bırakmıştı. Bunun üzerine ‘Tanrıların Tribünü’, onun tahta çıkmasına izin vermişti. Fonksiyonel olarak, Horus, Ra ile özdeşleştirilmişti. 2) Horus Behdety : - Horus Behdety = Horus the elder, Behdet’te, Batı Delta’da tanrılığını sürdürdü. Kült, ‘Yukarı Delta’yı, özellikle E d f u’yu yoğunlaştırmış ve Hierakondropolis adını almıştı. Bu praktis, Heliopolitan Sistem tarzında olmakla beraber, fakat Ra ile henüz tamanen özdeşleşmemişti. R a’nın daha ‘güneş tanrısı’ olmadığı zamanlarda, kraliyet ordusu Nubia’dayken, Kral, Mısır’da kendine karşı bir ayaklanma-riot olduğunu söylemişti. Lider, meşhur kıskanç SET idi. Kral, Nil’den kayarak Edfu’ya geldi ve oğlu Horus’a düşmanlarıyla savaşmasını emretti. Horus, göğe uçtu, kanatlı bir güneş-diski şeklini alarak tepeden planlarını yaptı ve düşmanına saldırdı. Onlar mağlup olarak kaçtılar. Kral, bundan son derece memnun olarak, onu ‘Edfu’nun Horus’u olarak adlandırdı. Mamafih, düşman, daha pes etmemişti. Kendilerini timsahlar ve hipopotamlar’a dönüştürerek bu sefer Ra’nın kendi gemisine saldırdılar. Horus, üzerinde ‘kanatlı güneş-diski’, geminin başına oturarak onları teker teker mahvetti, ta ‘Upper’ (yukarı) Mısırdan ‘Lower’ (Aşağı) Mısıra kadar bir bir temizledi, SET’in de kafasını Ra’nın gözü önünde keserek, Mısır boyunca başsız gövdesini ayaklarıyla sürükledi. Böylece, H o r u s B e h d e t y, hemen her zaman, ‘kanatlı bir güneş-disk’i halinde, bütün ibadethanelerin kapılarına bir emblem olarak hakedildi. H o r u s de, Ra’dan ayırdedilemeyecek derecede Ra’nın temsilcisi oldu.” (Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of The World’s Myths and Legends, Peter Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1988, sa:66-7) <Çev.:İ.E.> Hoş : Zaten, böyle olmakla birlikte, gerçek şu ki; Sevimli, iyi geçinen, güzel giyimli ve iyi konuşan, dostane “Koca kentte kibar bir yer kalmadı. Kulüp, büyük otellerin çay salonları, o kadar. Hoş, otellerin çay salonları da bozuluyor artık. Giyinip kuşanıp gidiyorsun. İki arkadaşınla buluşacaksın, iki çift laf edeceksin değil mi?” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36) “OKUR -------Yokuşun ışıkları ayakları altında parlıyor, Her şey solgun, hoş, körlerici, Sahne ışıklarının soğuk yalazı Altında bıraktı izi.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:64) “Matmazel Gamard’ın pansiyoneri olmak, Piskopos Danışmanklığı rütbesine ulaşmak, yaşamının en büyük iki sorun durumunu almıştı. Hoş, belki de sorun durumunu alan bu iki amaç, kendisini sonsuza doğru yolculuğa çıkmış sayarak, şu ölümlü dünyada güzel bir konut, iyi bir sofra, temiz giysiler, gümüş kancalı pabuçlar, yani hayvansal gereksinimlere yetecek şeylerle, bir de gururunu ve onurunu; söylenenlere bakılırsa ölümden sonra bile yakamızı bırakmayacak, erenler arasında da sanlar ve rütbeler olduğuna göre Tanrı’nın huzuruna çıktığımızda dahi peşimizden ayrılmayacak o tanımlanamaz duygutu tatmin için de onrlu, geliri olan, rahat bir konumdan başkaca bir dileği olamayacak bir papazın tutkusunu tümüyle özetkemektedir.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:34) “BİR HAYALET I -KaranlıklarYazgı’nın kovduğu uçsuz bucaksız Keder zindanları içinde, pembe, Hoş bir ışık düşmeyen yerde ben hep Suratsız konuğum Gece’yle yalnız.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:87) “Sustu, ama gözlerini benden ayırmıyordu. İş alanında, güvenin insanı bir yere götürmediğini söylememi bekliyordu, kuşkusuz. -Adresimi almak için para ödemişsiniz, dedim, şimdi de bana para ödemek istiyorsunuz. Zenginseniz, neden ucuz bir kiralık oda arıyorsunuz? -Çok hoşsunuz! dedi ve gülümsedi...” (N. Berberova, “Kara Acı”, sa:18-9) “Kahvenin kokusu müthiş bir şey, midesine gevşeklik veren ince bir sıcaklık; kışladaki koku, bu, bütün Avrupa’ya yayılmış olan kışla mutfağının kokusu... bütün dünyaya yayılacak olan koku. Hoş kendisi de, kendisi de uzatıyor bardağını kahveyi koydurtmak için; gri bir kahve bu, üniformaları kadar gri.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:12) “Arabasından inerken malikanenin ön kapısı açıldı ve hoş biri dışarı çıktı. Yakışıklı, hayli uzun boylu ve tahmin ettiğinden daha gençti. Buna rağmen daha yaşlı bir adamın görgüsü ve nezaketini taşıyordu. Koyu renk bir takımla kravat takmıştı ve gür sarı saçları kusursuz biçimde taranmıştı.” (Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:108) “GALATA KÖPRÜSÜ <Tempo Rubato, s.:13-14> ---------------------------Geçmemiş olsaydım eşiğini denizin, karışık keskin kokuları arasında şişteki etin baharatın sebzelerin lezzetlerin ve çıtırdayan hoş kokusu fırınlardaki ekmeğin gittiğini sanırdım” (Piera Bruno-Süheyla Öncel; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.04.03) “Mezarcılar o ağır tabutu omuzladılar, birkaç kişiden ibaret olan cenaze alayı da tabutun arkasından çıktı. Haham da bunların arasındaydı. Yüzünde şaşkın, gülümser bir hal vardı. Aron görünürde yoktu, hala ortaya çıkmamıştı. Ezra: -Şehirden kaçmış olsa gerek, diyordu. Neomi: -Şu dertler bitsin, ben onu bulur getiririm, dedi. Hoş, bulunmazsa ne olacak yani? Haham aklını kaybetti, Lea da gitti.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:257) “İspanya’ya gelmeden, Brezilya’da Aparecida do Norte denen bir yere bir hac yolculuğu yapmıştım. Orada, Meryem Anamızın, üç denizkabuğu üzerine işlenmiş bir suretini satın almıştım. Sırt çantamdan çıkarıp Madam Lourdes’a verdim. ‘Hoş, ama kullanışlı değil,’ diyerek geri verdi. ‘Hac yolculuğun sırasında kırılabilir.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:32) “Mikhail hikayesini anlatmayı sürdürdü ve anlattıklarını orada bulunan herkesin dinlediğini gördüm. Hoş, sıcak lokantaların zarif masalarında bile böylesine doyurucu bir ortamla her zaman karşılaşmayız.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:180) “İçini çekiyor. Eksantrik, küçük bir oda operasının yazarı olarak, toplumun içine zaferle dönmesi çok hoş olurdu. Ama bu gerçekleşemeyecek. Daha alçakgönüllü umutlar beslemeli: Karışık seslerin arasından, ölümsüz aşkı dile getiren bir tek gerçek nota, bir kuş gibi başını uzatabilir örneğin.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:246) “İYİ BİR ARKADAŞTI ---------------------------Yağladı mı tabanları Her yere sokardı burnunu Çok hoş bir arkadaştı Etienne’e diş bilerdi Sağlığına Etienne sağlığına dostum Can mı can bir arkadaştı.” (R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:31) “Adam durup dururken, ‘Gözleriniz mi kamaştı yoksa?’ demez mi? Biraz takılayım diye, ‘Kamaştı ya!…’ dedim ama herif benim gözlerimi tam kamaştırdı. Hoş, bu eski bir hikaye artık, çekinmeden anlatabiliyorum. İşte hep böyle, kendi kuyumu kendim kazarım.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:55) “Hala aynı yatakta yatıyorlardı, ama burada da John’un uzak durması Alice’in özlemini çektiği hoş sahneleri yaşamasına engel oluyordu. Onunla sevişmeye bile yeltenmemişti. Oysa etkileyici bir sahne planlamıştı Alice. ‘Bana dokunma,’ diyecekti kararlı boğuk bir sesle, ‘neler yaşadığımı anlayamıyor musun?’ ” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:57) “ ‘Evet, bu iyi yürekli dul Bayan Chauvet, dağda küçücük bir köyde enikonu ilginç bir hayat yaşayan, yetmişli yaşlarının sonunda, kocamış, hoş bir kadındı. Heybetli ve saygın dış görünüşüyle yine de, kendi halinde, renkli bir kişiydi. Saçları örneğin...’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:452) “REILLY : Öyle mi Bayan Chamberlayne? Sizinle ilgili yönüne bakalım bir de işin. Öğrendikten sonra genç dostunuzun Hoş gerçek biliyordunuz içten içe, Bir sevgi bağı olmadığına size.” (T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:119-120) “... yeni gelene uzunca bir zaman hiç bakmazdık, sanki onun onurunu incitmek istemezdik. -Hoş, mahpushanede onur ancak gardiyanın sopasının ucundadır ya!- Fakat bu kezki kahramanımız pek de tıfıl göründüğünden merakımızı yenemedik, yan gözle süzüyoruz.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:47) “BİR DOSTA SUNU <Mariya Genova’ya> Mayıs ayı - hoş kokulu ıhlamurların aydınlattığı bir gece. Kadeh çınlayışı yankılanıyor sesimizden zaman zaman. Yürüyor ve hayvanlardan konuşuyoruz uzun uzun, sessizce yaşayıp, burnundan soluyarak, kuyruk sallayan hayvanlardan.” (İvan Esenski<d.1949>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası, ”Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 08.12.05) “Söylentiler doğruysa, bu karabasanlar (McCarthy’nin sarhoşken gördüğü sanılan) Pennsylvenia Avenue’ye gelip dayanan bir kızıl tankından da daha önemli görüntüler sözkonusuymuş; hoş, onu defetmeye bir tanecik Kızıl tankı yeterdi ya.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:39) “Idaho’nun şiir kitabından ne yarar sağladığını bilemeyeceğim. Ama ağzını ne zaman açsa şarap tüccarını hemen göklere çıkarırdı. Hoş bu laflara benim kulak astığım yoktu.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:64-5) “ALTINCI MİMOS METRO ------------------------------Yalvarırım sana, doğruyu söyle bana, canım Korittocuğum, kim dikti sana o kırmızı kamışı? KORİTTO Nerde gördün onu ayol? METRO Eritto’nun kızı Nossis’de, iki gün önce. Ay, ne hoş bir armağan!” (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33) “III (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?) Yaşarsın, konuşursun, başının üstünde Gök durur, bulutların olur. Yaşlı bilgelerin kitaplarından haz duyarsın, Virgil’i, Dante’yi okur, Hoş yerlerde eş dost, turlarsın. Meyhanede kahkahadan kırılır, Bir kadının bakışından sarsılırsın, Seversin, sevilirsin, keyfin krallarda yoktur! Gülistanda bülbül sesleriyle mest olursun.” (Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03) “AÇSAM RÜZGARA Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş, Maviliklerde sefer etmek Bir sahilden çözülüp gitmek Düşünceler gibi başıboş, ------------------------Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş! İller, göller, kıtalar aşmak. Ne hoş deniz deniz dolaşmak Düşünceler gibi başıboş.” (O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:359) “ ‘Sonra?’ dedi annem. Ona baktım o zaman, sonra babama. ‘Sonra yatmış işte. Geçince kalkar diye düşünmüş. Mumu gördüğü halde aklına bir şeycikler gelmemiş. Hoş, zaten uyku sersemi, yatmış gene hemen.’ ” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:54) “1- Ölümün Yası ... Kalbini hoş tuttular, deliğinde: saklamadan Hayat ölümle mi oluşur? ... Sonra uyku gibi kara yapraklar oldular Onunla renk aldılar sabah ve her şeyin sonu olan ölümle” (Adi Bin Rid El Kibadi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04) “Kodesten çıkan adamla iki sarhoş berduşun arasında tam orta yerde, duvar kenarında değil ama koridorun tam ortasında yaşı kırktan fazla olmayan, bayağı hoş bir bayan duruyordu; elinde dişilikle ışıl ışıl ışıldayan bir tebessümle gelen geçene uzattığı kırmızı bir kumbara tutuyordu; kumbaranın üstünde bir yazı okunuyordu: Cüzamlılara yardım edin.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:185) “Alacakaranlık -----------------Bir pencereye yapışık bir şişko. Bir delikanlı bir hoş hatuna gider. Çizmelerini giyer gri bir palyaço Bağırır çocuk araba ve söver itler.” (Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.09.09) “Rüyamda Ege’nin türkuvaz rengi sularında yüzüyordum. Attığım her kulaç beni kıyıdan uzaklaştırıyordu. Sonsuza kadar yüzebilecek bir enerji hissediyordum. Gökyüzü ve deniz masmaviydi, bir tek bulut bile yoktu. Güneş omuzlarımı yakıyordu. Su o kadar hoş bir biçimde sarıp sarmalıyordu ki beni, her kulaçta hışırdayan ipeklere dokunur gibi oluyordum.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:207) “Hava sıcak ve sakindi. Bir dizi halinde uzayıp giden çiçek tarhlarının çevreye yayılan mis gibi kokusu akşamın büyüleyici sessizliğiyle birbirine karışıyordu. Uzun uzun ve mor mor çiçeklerinin ortasındaki fıskıyenin suyu, kulağa hoş gelen hışırtısıyla ilk yıldızların parlamaya başladığı karanlık gökyüzüne doğru fışkırıyordu.” (Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:376) “İlk İncir Mumum iki ucundan da yanıyor Sonlandırmayacak geceyi Ama of, düşmanlarım ve ah, arkadaşlarımNe hoş bir aydınlık şu verdiği!” (Edna Ct.Vincent Millay<1892-1950>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.05.07) “... yas ve ölüm üzerine uzun uzun konuşmuş, böyle şeyler söylemişti adam. Sanki artık yalnızca bunlar konuşulurmuş gibi, konuşmaya değen yalnızca bunlarmış gibi... Hoş eskiden de hayattan çok ölümden konuşulduğunu anımsıyor Akhbar.” (M. Mungan, “Çador”, sa:38) “Hazırlıksız yakalanmış hissediyor kendini Meltem. Hoş, böyle bir şeyin hazırlığı nasıl olur, onu da bilmiyor ya! Serap yerinden fırlayıp kucaklıyor onu. Gösterdiği abartılı sevinçten anlaşılıyor ki, rastlaşmış olmalarından çok, karşılaşmalarındaki bu ‘teatral tesadüf’ etkilemiş onu.” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142) “JONES - Nedir hepinizin yaptığı, beyaz adamlar? Nedir bütün bunlar? Niçin hep benim yüzüme bakıyorsunuz? Hoş, benimle ne işiniz var zaten? (Birdenbire kudurgan bir nefret ve korku spazmları içinde.) Arttırmalı satış bu mu?” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:54) “Hoş, bu yaz, güzellikten yana geri kalmaz ki Bülbülün ağıtlarla susturduğu geceden; Gel gör ki tüm dalları büker hoyrat musiki, Orta malı meyvadır tadını tez yitiren.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:102, sa:245) “HECTOR -... Dürüst adamlar, Danyal Peygamber gibi arslan ininde.. Sağ kalmaları bir mucize. Hoş, her zaman da sağ kalmazlar ya.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:52) “Sana kendimden ve sırrımdan söz ediyordum. Ama bir öyküyü anlatabilmek için en başından başlamak gerekir ve başı da benim gençliğimde, büyüdüğüm ve yaşamayı sürdürdüğüm o sıradışı yalnızlıkta yatıyor. Benim zamanımda zeka, evlilik amaçlandığında son derece olumsuz bir çeyiz sayılırdı; dönemin geleneklerine göre bir hanım durgun ve hoş bir işçi olmalıydı.” (S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:90) “Vronski sağlam yapılı, kısa boylu, esmer bir gençti. Güzel yüzünde kararlı, son derece sakin, içten bir ifade vardı. Kısa kesilmiş siyah saçlarından sinekkaydı tıraş edilmiş sakalından yepyeni üniformasına kadar her şeyi sade, sade olduğu kadar hoştu da.” ..... “Grimm’in bir masalı vardır: Gölgesiz adam, gölgeden yoksun bırakılan adam... Ama ona bu ceza bir suçuna karşılık verilmiştir. Doğrusu, bunun ne biçimde bir ceza olduğunu hiç bir zaman anlayamamışımdır. Ne var ki, bir kadının gölgesiz olması hiç de hoş bir şey olmasa gerek.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:98;261) “Orta tabakadan Vikulov adlı bir arkadaşım vardı. Oldukça zeki, hoş bir çocuktu. Ama kendisinin de söylediği gibi yaşamda ‘pişmiş’ bir adamdı.” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:105) “TOM : Ben de kızına bir genç kısmet istediğini sanmıştım. AMANDA : Bu da nereden çıktı? TOM : Böyle birisini bulmamı söylememiş miydin? AMANDA : Çalıştığın yerde hoş bir delikanlıyı bulup kız kardeşin için ayarlamanın iyi bir fikir olacağını söylediğimi hatırlıyorum. Sanırım, bunu birkaç kez tekrarlamıştım.” (T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:43) “Hoş, kimsenin henüz bir şey satın aldığı yoktu, Pazar açılalı bir saat olduğu halde, daha bir tek satış yapılmamıştı. Herkes düşünüp taşınıyor, birbirini yokluyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:233) “A 4 -Bach ailesinin ağacı Derlenmiş Sabastian’ın kendisi tarafından. Vcit Bach, Wechmar’da bir değirmenci, En çok lavtasıyla mutlu Değirmene götürdüğü Ve çaldığı o öğütürken. Hoş bir ses çıkarmış olmalı ikili, Öğreterek ona ritme uymayı.” (Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03) Hoşafına gitmek : Hoşuna gitmek (Argo) “-Oh! Hoşafıma gitti. Gözüm görmesin. Getirir metirirsen, bak, hatırını kırarım. Kamil Bey’e kederle gülümsedi: ‘Buyursana misafir. Sen daha başlamadın mı? Gövdelemeye bak!.. Ne demişler, dayak gelirse toz ol, yemek gelirse yumul, demişler.’ ” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51) Hoşafın yağı kesilmek : Bozuntuya, düşkırıklığına uğramak, hoşnutsuzluk göstermek “Kızıyla oğulları da Ebanım gibi konuşunca, aklına iyice yattı. Kaç vakittir güttüğü domuzun huyunu bilmez miydi o? Karşısına bir dikilsin, ‘Kudret’ diye bir bağırsan, hoşafın yağı kesilir, başlardı eskiden olduğunca titremeğe.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:266) Hoş beş etmek : Şundan bundan sohbet etmek, geyik muhabbeti, gevezelik etmek “Ağaligilden sonra Sultancagile gitti. Sultanca, aşağı evde, el pençe divan, namaz kılıyordu. Ocağın başına oturup bekledi. Sonra, bacı kardeş, yukarıya, Şükrü’nün odasına çıktılar. Cemile el öptü. Hoşu beşi bıraktılar.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:172) “Şakir Efendi gün doğarken Karataş’a geldi. Doğru muhtarın eve indi. Aldı getirdi Mustafa. Muhtar, hoşu beşi bıraktı: ‘Bir hafif gavaltı edecen mi, yoğsam doğruca gidip hastayı mı görecen?’ diye sordu.” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:216) “Onları karşılayan pilot, helikoptere binmelerine yardımcı oldu. İsimlerini sormadan, kısa bir hoşbeşin ardından uçuş güvenliği tedbirlerini anlattı. Pickering’in Sahil Güvenlik’e bu uçuşun gizli bir görev olduğunu tembihlediği anlaşılıyordu.” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:374) “Yapmam gerekenlerin listesini çıkarıyorum, müzik dinliyorum. Bizim apartmanın çevresinde yürüyüşe çıkıyorum, fırıncı ile hoşbeş ettikten sonra eve dönüyorum ve birden bütün bir gün sona eriyor ve hala tek bir cümle bile yazmayı beceremiyorum.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:36) “Ahmet Bey eniştemin de bana arada bir ‘Sultanaziz Cücesi’ dediğini iftiharla anımsadım. Sonra halama döndü, -Ee, biz yaşlandık gari. Gençler geliyor arkadan. Sonra, durumu biraz kıskançlıkla izleyen İhsan’a döndü: -Torun paşa, dikilip durma orda, şu dörtlük cezveyi sürüver de, birlikte bir yorgunluk giderelim. Kahveler içildi, hoş beş edildi...” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:72) “Kadınlar arabaya bindiler, genç W..’nin arabasının çevresinde duruyorduk. Selstadt ve Audran ve ben. Ayak üzeri pek tabii hafif ve havalı herifçiklerle hoş beş edildi.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:56) “Çelkaş gür kaşlarının altından sakin sakin bakıyor, adamın elini bırakmadan konuşmasını sürdürüyordu. -Acele işe şeytan karışır. Biraz daha hoşbeş edelim de, sonra nasıl olsa gideceğim. Ee, ne var ne yok?” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:64) “O koya vardıkça dağa çıkar, adamla hoş beş ederdim. Ama sözü kıttı.” (Halikarnas Balıkçısı”, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:36) “Köroğlu yemeğini yedi, hoş beşten sonra uyudular. Köroğlu günlerdir uyuyamadığı rahat bir yatakta uyudu.. ” ..... “Hoş beş sürüp giderken, aşık yorgunluğunu çıkarırken pencereden bir de baktı ki ne görsün? Nigar Hatun önde, maviler içinde, arkasında kızlar, salınıp gider.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Köroğlu’nun Meydana Çıkışı, sa:61;66) “O gün akşam üstü büyük bir kasabaya vardık. Her zaman olduğu gibi, ırmak kenarında çadır kurup yedikten, biraz da hoşbeş ettikten sonra yattık.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:493) Hoş bulduk : Türk-Müslüman kültüründe eve gelen misafire ‘Hoş geldiniz!’ dendiğinde alınan yanıt Bk.: Hoş geldin “SIMON, kendi kendine. - Bu haylazın işi ne burada? FILIPETTO - Hoş geldin enişteceğim. SIMON, sert. - Hoş bulduk. MARINA - Yeğenimi ne güzel karşılıyorsunuz!” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:34) “ ‘Müfettişler Müfettişi’ birden arabacı Kel Mıstığa dikkat etti, tanıdı onu. Adını falan unutmuştu gerçi ama, ne zarar? Cıgarasızlığın verdiği sersemlikten bir an kurtularak: ‘Hoş bulduk...’ ” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10) “Memed gülerek: ‘Hoş bulduk,’ dedi. Yüzünde gülümsemesi dondu kaldı sonra. İçini bir şüphe kurdu kemirip duruyordu. Deli Durdu ne yapacaktı acaba?” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:182) Hoşça kal(ın) : Bir gruptan ayrılırken söylenilen nezaket sözcüğü “-İkindi okunuyor. Af buyurun, başınızı ağrıttım. Gene görüşürüz belki. Sabahları dükkana şöyle bir uğrar sonra damacılar kahvesine giderim çoğu..... Neyse, hoşça kalın. -Güle güle efendim.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:102) “Yazarların sahneye çıkardıkları hemen bütün Almanlar gibi, onun adı da Hermann’dı. Hiçbir şey, üstünkörü yapmasını bilmeyen bir adam gibi bankacının sofrasına iyice yerleşmiş, Avrupa’da ün salmış olan o Alman iştahıyla yemek yiyor ve Careme perhizine <Katolik Hıristiyanların Paskalya’dan önceki oruç zamanı> hoşçakal demek için elinden geleni yapıyordu.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:55) “AŞK <1901-2> Durgun bir andı. Dalgalar çatlarken Gülümsedin, hoşça kal diyerek: Biz Görüşeceğiz elbette yeniden... Bir aldatmaca. Biliyorduk ikimiz.” (Andrey Belıy<1880-1934>-Kanşaubıy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.08.02) “Peter arada yanıma geliyor ve ‘Beklediğin herif bugün artık gelmez,’ diyordu. Ben de, ‘Evet, gelmeyeceğe benziyor,’ diye karşılık veriyor ve umursamaz görünüyordum. Saat dörde kadar bira doldurmaya ve şarap şişelerini açmaya devam ettim. Ondan sonra Peter’e hoşça kal demeden çıktım.” (H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:125) “Az önce hüzünlüyken, subay şimdi sinirlenmişti. ‘Allons,’ dedi, ‘Je dois m’en aller.’ (Hadi, dedi, gitmem gerekiyor.) Ve askerce selam verdi. ‘Adieu Monsieur... Quel est votre nom?’ (Hoşça kalın bayım... Adınız ne?)” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:226-7) “Kimse hoşçakal demedi. Karım kılıcı arabanın bagajına koyup motoru çalıştırdı. Arabayı yoldaki tümsek ve çukurların arasından dikkatle sürerken, uzun süre hiç konuşmadık.” (P. Coelho, “Hac”, sa:19) “ ‘Evet, gitmem gerek, benim de yapacak işlerim var.’ Adam ayağa kalkıyor, battaniyeyi pelerin gibi omuzlarına atıyor, elini uzatıyor. ‘Hoşçakalın. Kültürlü biriyle konuşmak zevkti.’ ‘Güle güle.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:103) “Klinikte kaldıkları altı haftalık süre boyunca fazla yağmur yağmış sayılmazdı. Otobüsün açık pencerelerine abanmış durumdaki bacaksızların hepsi de sağlıklı ve hayatlarından memnundular. Kulak dolgunluğu ile öğrendikleri İsviçre Almancasından birkaç kelimeyi cömertçe kullanıyorlar ‘Allahaısmarladık’, ‘hoşça kalın’ diye bağrışıp duruyorlardı.” (A.J. Cronin, “Garip Bir Aşk”, sa:5) “ARKADİNA - Hoşça kalın dostlarım... Kısmet olursa gelecek yaza yine görüşürüz. (Hizmetçi kız, Yakov ve aşçıbaşı elini öperler.) Gönülden çıkarmayın beni. (Aşçıbaşına para verir.) Bir ruble, üçünüz için. AŞÇIBAŞI - Allah razı olsun hanımefendi. Yolunuz açık olsun. Minnettarız size.” (A. Çehov, “Martı”, sa:75) “NOEL GÜNÜ KAHKAHALARLA GÜLEN YEDİ ASKER -----------------Yedisi de becerince yeterince, Bir el kalbin üzerinde, Silahın üzerinde, öteki, İşeyerek, dolandılar adamın çevresinde: ‘Nasıl bir kardeşlik bu İsa adına...’ Bir bozukluk bıraktılar ücret olarak sidikler damlayan başının altına, ‘hoşçakal’, ‘hoşça kal...’ diyordu, kıkır kıkır her biri, daima ‘Yıkar(dı) bir el, diğerini.’ ” (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08 & 01.05.08) “Sütnine hemen koşup yakayı sildi. ‘Leke yapmaz, merak etmeyin,’ diyordu. ‘Bana daha neler yapıyor bilseniz!’ diye ekledi. ‘İşim gücüm onu yıkayıp temizlemek! Bari bakkal Camus’ye tembih edin de, gerektikçe biraz sabun versin bana. Böylesi daha rahat olur, ben de sizi rahatsız etmem.’ Emma: ‘Peki peki, hadi hoşça kal Rollet Ana,’ dedi: (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:104) “GECEDE GÖRÜŞME --------------------------ve pencere aralığından görüyorum o iki el o iki acı serzeniş öylece yalancı şafağın aydınlığında iki elime uzanan o iki el eriyordu ve soğuk ufukta bir ses haykırdı: ‘hoşçakal!’ ” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:67) “ ‘Hadi hoşça kal,’ dedi Hubert, konuşacak bir şeyimiz olmadığını anlayınca; ‘acelem var, sen de pek hızlı yürümüyorsun. Bu arada şunu da söyleyeyim, bu akşam saat altıda seni görmeye gelemiyeceğim.’ ‘Tamam, böylesi daha iyi,’ diye yanıtladım; ‘biraz kendimizi buluruz.’ ” (A. Gide, “Batak’, sa:41) “BİR TEMMUZ GÜNÜNE BALAD -Hoşça kal hanım kızım, uyuyan gülüm, hoşça kal, sen gidersin sevgiye, ben giderim ölüme. Gümüş çıngıraklar Takar burada öküzler. Bir çeşme olmuş akar Benim karayan yüreğim. (F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:46) “-Anımsayamadığıma cidden üzgünüm. Durumu açıklamak isterdim ama, anlamazsınız diye çekindim. Siz Pinkhammer’i kabul etmiyorsunuz. Bense gülleri ve öbür anlattıklarınızı bir türlü anımsayamıyorum, dedim. Arabasına binerek mutlu ve üzgün bir gülümsemeyle: -Hoşça kalın, Mister Bellford, dedi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:40) “ ‘Gidiyorum. Sağlıcakla kal.’ ‘Sağol Samana.’ Govinda eğilip, ‘Hoşça kal!’ dedi.” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:111) “Keşke şu anda yanımda olsaydın Adele’im! Sana söyleyecek öyle çok şeyim var ki..... Hoşçakal, kısa da olsa, ne zaman görüşebileceğiz?” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:29) “Elindeki kağıdı yırtarak yere attı. ‘Haydi, git,’ diye ekledi. ‘Yemek saati yaklaştı.’ ‘Siz dönmüyor musunuz, Teğmenim?’ ‘Hayır,’ dedi Gamboa. ‘Belki bir gün yine karşılaşırız. Hoşça kal.’ ” (M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:422) “İki yaşlı adam da yetişmişlerdi. Hauser baba: -Eh, Hoşça kalın dostlar, dedi; gelecek yıl buluşuruz; Tanrı güç versin.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:13) “Güneş ışını hala çırpınan balıkların üstüne düşüyordu. Pantuflacının gözleri yaşla doldu, arkadaşına dönerek: ‘Hoşçakal Bay Sovaj,’ dedi, ‘hakkını helal et!’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:67) “Sarhoşlara benzer bir köylü. Dilediğini yapmaya bırakmak budalalık olur. Onu kapıda bırakıvermek ve yemeğe verdiğim birkaç kuruşa hoşça kal demek istiyordum. ‘Kızları görme fırsatı başka bir zaman da çıkar elbet,’ diyor.” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:11) “Bunun üzerine ikisi de sustu. Corradino kendisi tutabilmek için gülümsüyordu. Cate’nin başka bir şey düşündüğünün farkındaydı, aklı Pippo’daydı. Bu anlamsız duygu heyecanı boşu boşunaydı. ‘İyi geceler’ dedi. Cate ona canlı bir ifadeyle baktı ve korkakça elini uzattı. ‘Hoşçakal’, diye kekeledi.” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:188) “Hoşça kal! Kardeşlerin bilsinler ki her yerde Onları anacağım ve yakınmalarını Senin adına Tanrı katına sunacağım. Hoşça kal!” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:96) “Nermin Hanım, Lütfü Bey’e telefon etmiş... Ayşe, adamın gelmesini bile beklememiş... Anasına salonun kapısından, ‘Hoşça kalın!’ demiş...” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:352) “ ‘Tren geldi. Platformun üzerinde uzayarak durdu. Trenimi yakaldım. Haydi bakalım gerisingeri Londra’ya geceleyin. Sağduyunun ve tütünün yarattığı ortam nasıl da doyurucu; sepetleriylle üçüncü mevki vagonlara tırmanan yaşlı kadınlar; pipoların emilişi; ara istasyonlarda ayrılan dostların ‘hoşçakal’ları, ‘görüşelim’leri ve sonra Londra’nın ışıkları.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:210) Hoş geldin(iz), Hoş gelip se(a)falar getirdin(iz) : Türk-Müslüman kültüründe her gelen misafiri içtenlike ağırlamanın ilk sözcükleri “HOTEL BROWN ŞİİRLERİ - 6 ------------------------------------‘Hoş geldiniz, bir an için. Bu bir perde arasıdır yaşamınızda. Birazdan bakmalısınız olaylar dizisine ve maskelere ve arka perdesine sonraki perdenin. Burada tüm anlar perde arasıdır. Musiki ya da kayboluş gibi.’ ” (John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07) “B. REİSİ - (Girerek.) Ooo hoş geldiniz efendim, hoş geldiniz... Elazığ’da teşrifinizi haber verdiler. İşlerim olmasına rağmen bırakıp geldim. A. HAMLET - Hoş bulduk” (H.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:79-80) “ ‘Yüce Tanrım!’ diye bağırdı Kahya kadın, ‘efendimin başına bir bela geldiğini sezmiştim zaten. Girin, efendim, girin, hoş geldiniz; şu Urganda’yı da boş verin; biz insanı onsuz da iyileştiririz. Sizi bu hale getiren bütün o şövalye romanları da cehenneme gitsin!’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:36) “Oturmaya çalıştım, ama Mikhail beni eliyle tuttu ve kaldırdı, Dos da benimle konuşuyordu. Sözcükleri çok uzaklardan geliyormuş gibiydiii, steplerin gökyüzüne kavuştuğu bir yerden: ‘Hoş geldin, stepleri geçen göçebe. Gökyüzü griyken bile daima mavi dediğimiz yere hoş geldin, çünkü biz rengin hala bulutların üstünde bir yerde olduğunu biliriz. Tengri’nin topraklarına hoş geldin. Bana, seni karşılamak ve arayışın için seni onurlandırmak üzere burada olduğumdan, bana hoş geldin.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:299-300) “Adının Hildesheim’lı Malachi olduğunu öğrenmiş olduğumuz kütüphaneci yanımıza geldi. Yüzü bir hoşgeldiniz anlatımına bürünmeye çalışıyordu, ama öylesine kendine özgü bir yüz karşısında ürpermekten kendimi alamadım. Gövdesi uzun, aşırı derecede sıska olmasına karşın, kol ve bacakları iri ve hantaldı.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:115) “Saygıdeğer ana: ‘Hoş geldiniz!’ dedi. Barones de bir şeyler söyleyecekti ama, elinden gelmedi ve gözünden yaşlar boşandı. Pavel de ancak şunları kekeleyebildi: ‘Aman Yarabbim, aman Yarabbim, kızkardeşime ne oldu? Yoksa hasta mı?” Başrahibe; ‘Şifa buldu,’ dedi, ‘ebedi ışığa sığındı.’ ” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:263) “BÖCEKLER KOROSU, Mephistopheles’e - Eski ustamız, hoşgeldin! Safa geldin! Biz uçuşup vızıldarken, seni hemen tanıdık. Ancak, sen bizi tek başımıza sessizlik içinde yüzüstü bıraktın.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:91) “SIMON, kendi kendine. - Bu haylazın işi ne burada? FILIPETTO - Hoş geldin enişteceğim. SIMON, sert. - Hoş bulduk. MARINA - Yeğenimi ne güzel karşılıyorsunuz!” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:34) “Hemen flokları indirip küreklere asıldık. Bir de ne görelim? Ahmet’in tirhandili; serenlerde, çarmıklarda, apillerde, güvertede, küpeştede, bastonda kuşlar! Hep konuşmuşlar! Birbirlerine (Hoşgeldin! Safa bulduk! Merhaba!) filan dermişçesine cıvıldaşıp duruyorlardı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:144) “Bir köpek ulumaya başladı, giriş katında bir ışığın geçtiği görüldü. Anahtarlar şıkırdadı ve en sonunda ağır kapı kanatları gıcırdaya gıcırdaya açıldı. -Vay, vay, Hoş geldiniz, safa geldiniz, Vekil Bey! Vay, vay, hem de bu kötü havada!” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:22) “Bizim lisenin önünden sabahın sekizinde yola çıkmıştık. Köy muhtarının odası önünde durduğumuzda saat iki buçuktu. Nahiye müdürü “ dedi. Jandarma komutanı selam durdu.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:38) “Adamlar: -Merhaba Angel! diyorlar, dükkanın sıcak! -Hoş geldiniz, yolcular! Hava kötü ha? Ama içinden ilave ediyor: ‘Hapı yuttuk bu sesler katil sesi.’ ” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:12) “Bir elinde Türk Kahvesi vardı; postacının elini sıkmak için, öteki elindeki sigarayı dudaklarının kıyısına koydu. -Günaydın, Gavrilla Baba! -Hoş geldin, Adrien! Breh breh, amma da şıksın ha! Tıpkı zengin oğlanları gibi. Sana pahalıya çıkmış olmalı...” (P. Istrati, “Mihail”, sa:6) “Bunu söyler söylemez de son kurtuluş zamanının geleceği, cehennem ateşlerinin söneceği ve Kurtuluşu Olmayan Oğul’un, yani şeytanın göğe çıkacağı, Peder’in elini öpeceği ve gözlerinden yaşlar akacağı şeklindeki, belki de suçlu olan üçlü düşünce, kafamda şimşek gibi çaktı. Şeytan: ‘Günahkarım!’ diye bağıracak, Peder de kucağını açıp ona: -Hoşgeldin! diyecek; hoşgeldin oğlum! Sana bu kadar işkence ettiğim için beni bağışla! Fakat düşüncelerimi dile getirmeye cesaret edemedim.” (N. Kazancakis, “El Grego’ya Mektuplar”, sa:215) “Sürüngen cesaret buldu, vücudunu boylu boyunca sıcak kayaya yapıştırdı, yuvarlak kapkara gözlerini Meryem’in oğluna dikti, sanki ona hoş geldin ya da yalnız olduğunu gördüm de seninle arkadaşlık etmeye geldim diyordu.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:147) “Kel Mıstık koşmadan önce kasketini çıkarmıştı. Kalabalık da aklederek ona uydu. Hep birlikte adam, yerlere kadar eğilerek selamlandı. Kel Mıstık: ‘Hoş geldiniz beyefendi,’ dedi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10) “Ali Osman Reis, ustası Kara Yani Reisin türlü hünerlerini, ıncığını cıncığını anlattıktan sonra ayağa kalktı: ‘Poyraz Musa kardaş, hoş gelip safalar getirmişsin… Bir hacetin olursa başımız üstüne. Adan sana kutlu, mutlu olsun.’ ‘Sağ ol Osman Reis. Gene beklerim.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:168) “Kadın geldi. Yere bir tabak kydu. Bir de ekmek çıkını. Sonra bana: ‘Hoş geldin, safalar getirdin, kardaş,’ dedi. ‘Yemeği çok getirdim, ikinize de yeter.’ ” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:88) “Ellisinde, ak saçlı, esmer, kavruk yüzlü, uzun boylu, çakı gibi bir adam. ‘Hoş geldin, sefalar getirdin. Duydum ki,’ dedi, ‘orman hakkında yazı yazmak için dolaşıyormuşsunuz. Siz İstanbulda Cumhuriyet gazetecisiymişsiniz. Hoş geldin, sefalar getirdin.’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:25) “Ağa geldi. Güleç yüzlü bir insandı. Ufak tefekti. ‘Buyurun, buyurun efendim. Hoş gelip sefalar getirmişsiniz. Bu yanlarda olduğunuzu biliyorduk. Uğrayacağınız yüreğime tıp etmişti. Ya efendim. Beyefendiler, neredeyse gelirler, diyordum. Çünkü, bu yana uğrayan müfreze fakirhaneye uğramadan geçmez. Hoş geldiniz.” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:163) “Kız da gelin de, ‘hoş geldin,’ dediler. O arada, ocaktaki kütük yanmış, tüm yalıma kesmişti..... Ocağın gür yalımları arkalarına tuhaf gölgeler düşürüyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:16) “Şilebin vinci çıkarmıştı naşınızı ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınızı simsiyah başınızı, Kimbilir nasıl yanmıştır canınız? Ayakta durmayın, oturun; ben sizi ölmüş zannediyordum. Hücreme pencereden girdiniz, yüzünüzde yıldızların aydınlığı, hoş gelip safalar getiirdiniz.” (N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:22) “Aşağıdan Süreyya’nın sesini işittiler. Balkonun kenarına çıktılar; Süreyya sandalda, lakayt bir elbise, güneşten kavrulmuş bir çehre ile yukarı bakıyor, fesini sallayarak, ‘Hoş geldin, bakalım, bir haftadır neredeydin a kuzum?’ diyordu.” (M. Rauf, “Eylül”, sa:108) Hoşgeldinle beş gittinle canına okumak : Bir hasta ziyaretinde ya da uzaklardan ziyarete gelmede, ölçülü ziyaret yerine bir sürü hal hatır sorma, hoş beş’le gerek hastayı, gerekse refakatı gereğinden fazla yormak “Düşünceler kafasında birbirine karışıyor, sözleri arasında bir bağlantı kuramıyordu. Sonra sustu, öylece yarı uyur, yarı uyanık dalıp gitti. Onun bu durumu Vladimir’i sarsmıştı. Babasının yatak odasına yerleşti ve kendilerini rahat bırakmalarını istedi. Ev halkı çekildi. Sonra herkes Grişa’ya dönerek, onu uşakların odasına götürdüler. Köy töresince binbir ikramla ağırlayıp, sorular ve hoşgeldin beş gittinlerle canına okudular.” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:34) Hoşgörmek; Hoşgörü, Hoşgörülü kimse : Esnek, bağışlayıcı, affedici davranma, anlayışlı davranmak; Öyle davranan kimse “Bazen düşünürüm de kirli pasaklı bir rahiple konuşabilir, hatta o rahibe günah çıkartabilirim; sonra şunu da biliyorum: Temiz olmak, temizliği sevmek bir suç değildir bir insan için; hele iyi kalpliliğini hissettiğim Serge’nin ne diye hoş görmeyeyim bu temizliğini?” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:160) “BİZDEN SONRA DOĞANLARA III Battığımız dalgalardan Yükselecek olan sizler Zaaflarımızdan söz ederken Unutmayın Karanlık çağı da Sizlerin kurtulmuş olduğu. -------------------------------Sizler fakat, geldiğinde vakit İnsan insanın yardımcısı olduğu Hatırlayın Hoşgörüyle bizi.” (Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02) “BİRİNCİ BÖLÜM ANTON GRİGORYEV - ANLATICI - (Hoşgörülü, alaycı ve durgun bir tavırla.) : Baylar, bayanlar! Şimdi, sizlerin de birlikte yaşayacağınız, şu taşra kentimizde geçen bazı tuhaf olaylar, yalnızca saygıdeğer arkadaşım, Profesör Stepan Verhovenski’yi etkilemekle kalmıyor.” (A. Camus, “Ecinniler”, sa:19) “Armes meydanındaki iki arslana Oran çok bağlıdır..... Gece olduğunda oturdukları yerden kalkıp, karanlık meydanda sessizce gezindikleri, incir ağacının altında uzun süre işedikleri söylenir. Oranlı’lar bu tip şeyleri hoşgörü ile karşılar.” (A. Camus, “Yaz”, sa:21) “Daha önce bir yerlerde söylemiştim; aramızda deniz bağı vardı. Bu bağ uzun ayrılık dönemlerine karşın kalplerimizi bir arada tutuyor, dahası, birbirimizin öykülerine -hatta inançlarına- karşı daha hoşgörülü olmamızı sağlıyordu.” (J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:32) “PREZERVATİF TAKMAMAKLA SUÇLANAN PAPAZ Kırk iki yaşındaki mahalle papazı -Peder Francey MulhollandGezici Ceza Mahkemesi’nde suçlandı dün Prezervatif kullanmamak ve Bilerek istenmeyen bir hamileliğe neden olmaktan. Peder Mulhalland sorumluluğu kabul etti iki suçlamada da. Hoşgörü için yalvararak, Peder Mulholland’ın avukatı Belirtti papazın prezervatif kullanmakta bilgisiz olduğunu” (Paul Durcan<d.1944>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.05.06) “Gene de meydan okuma burada yatar. Etnik ve dinsel nedenler yüzünden birbirlerinin vuran yetişkinlere hoşgörüyü öğretmek boşa yitirilmiş vakittir. Çok geçtir artık. Öyleyse, yabanıl hoşgörüsüzlükle daha en baştan, en küçük yaşlardan başlayan sürekli bir eğitim aracılığıyla, bu hoşgörüsüzlük bir kitapta yazıya dökülmeden, fazlaca yoğun ve katı bir davranış kabuğu haline gelmeden savaşılmalıdır.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:104-5) “ ‘Ruhu yatıştırmak için kilisenin iyi büyüsü gibi yoktur. Ben günahını çıkardım, ama bilinmez. Git, Tanrı’dan seni bağışlamasını dile.’ Başıma oldukça hızlı bir şaplak indirdi; belki de babaca ve erkekçe bir sevgi ya da hoşgörülü bir kefaret belirtisi olarak.” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:361) “REILLY. ---------Olağan insan durumuna uyabilmekse istediğiniz, Sağlayabilirim onu. Sizin kadar öteye gidip de Dönen olmuştur o duruma. Ansalar da gördükleri hayali Acı çekmezler o yüzden. Bırakırlar kendilerini günlerin akışına, Kaçınırlar çok şey ummaktan, Hoşgörülü olurlar kendilerine de başkalarına da.” (T.S. Eliot<1888-1965>, “kokteyl parti”, sa:134-5) “Babamın onun söylediklerini duymasını isterdim. Robert hakkında o kadar inat ediyor ki: onun bu sözlerinde, kendi ifadesince... Hayır! Bunu yazmaya elim varmıyor. Bu tür sözlerle Robert’e değil de kendisin ettiğini bilmiyor mu acaba? Robert’in asıl sevdiğim yönü, kendisine karşı hoşgörülü davranmayışı ve ihtiyaçlarına karşı, zorunlu olduğu şeyleri gözden kaçırmayışıdır.” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:13) “Véronique ilkönce iyi gözle bakmıyordu ona <Kahya Beppo’ya!>; ama evin kuzey köşesindeki Meryem heykelinin önünden geçerken istavroz çıkardığını gördükten sonra, paçavralarını hoş görmeğe başladı; suyu, kömürü odunu, çalı çırpıyı mutfağa kadar taşımasına izin verdi.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:5) “Başka günler burada gezinenler için bu bağlantı yolunun hiçbir anlamı yoktu. Kilise bayramında ise yolun genişliği dört misline çıksa da yine o sonsuz kalabalığa dar geliyordu. İtile kakıla ileri yürüyenlerle geri dönenler çatışıyordu. Ama her çatışma, bayram ziyaretçilerinin her bakımdan hoşgörülü davranışlarıyla sonunda tatlıya bağlanıyordu.” (F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:19) “Teğmen Lukaş, 11. Bölüğün komutanı olalı beri, herkesin suyuna gider olmuştu. Hele işler arapsaçına döndüğünde yumuşak hoşgörü göstermek gerektiğini anlamıştı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:424) “ ‘Ben dişledim, Adrian, yasak meyveyi dişledim! Bu meyve bana lezzetli geldi, o kadar lezzetli ki, hemcinslerime karşı daha iyi davranmaya başladım. Uykusundan dolayı karıma göz yumdum, artık onu dövmedim. Gereksinimi olanlara karşı cömertliğim, beni soyanlara karşı hoşgörüm arttı.’ ” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:49) “AİWA ANA ---------------Aiwa, Aiwa ana! Elimden tutup yürütürdün beni, Yerden kaldırırdın düştüğümde Sevgimi türkülüyorum sana. Kaç kereler baş ucumda Uykusuz kaldın ben uyurken Ben hastayken, kaç kereler, Katlanırdın huysuzluklarıma Ve hoş gördün hırçınlıklarımı. Kucağında ağlardım:” (Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09) “Yeniden İsviçre’ye derin bir özlem duydu. Babasının ölümünden beri, yılda iki-üç defa oraya gidiyordu. Bununla ilgili olarak Paul ve Brigitte hoşgörülü bir gülümseyişle hijyenik-duygusal bir ihtiyaçtan söz ediyorlardı: Onlara göre, Agnes gidip babasının mezarı üzerindeki kurumuş yaprakları temizleyip süpürecekti.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:41) “Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.” (M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2) “Bir yer buldular, oturup sipariş verdiler, Joaquim Sassa açlıktan ölüyordu, hoşgörü dilenen bir gülümsemeyle ekmeğe, tereyağına, zeytinlere, şaraba saldırdı, Bu ölüme mahkum edilmiş bir adamın son yemeği...” (J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:133) “Kendi benliğine karşı sert hep sert davranırdı. Yalnızken, içkiye karşı eğilmini körletmek için cin içerdi. Tiyatrodan hoşlandığı halde yirmi yıldır kapısından adım atmamıştı. Ama başkalarına karşı hoşgörülüydü.” (R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:15) “Yürümeye başladı, anıtların başında durup yazıtları okuyarak batı geçidini tırmandı. Fındıkçı kadının başında, gözlerini ondan ayırmadan uzun süre kaldı. Kadının yüzü, halk adamı çehresine pek uygun düşmeyen, hoşgörüyü bütünüyle dışlayan bir gerçekçilikle resmedilmişti.” (A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:80) “Bunun mantıksal sonucu da şu oldu: Yalan ve nankörlük etkisini gösterdikçe, Cumhuriyetçi Parti gerçek kurucularından uzaklaştıkça, siyasal örflerimiz arasında esmeye başlayan o ne üçkağıtçılık ve küçüklük rüzgarıdır; en çetin dizegelişler karşısında o ne hoşgörülüktür; sert kararlar karşısında o ne tiksintidir; o ne gevşeme alışkanlığı ve adam sendecilik; duruma uyma, yatıştırma, beceriklilik, bilgelik adı altında o ne tehlikeli ve ahlak bozucu anlaşmalardır o!” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:273) “Ama karısının çoktan beri bu ilişkinin farkında olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiç bir yanı kalmamış, saf, sadece temiz bir ev kadını olan karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa:8) « Aynı zamanda, durmuş tren penceresinden bakarken büyük mutluluğum nedeniyle (evlenmek üzere nişanlandığımdan) bu hızın, bu kente sıkılmış kurşunun bir parçası olduğunu duyuyorum yabansı <alışılmamış, görülmemiş>, inandırıcı bir şekilde. Hoşgörü ve uysallıkla uyuşturulmuşum. Sayın bayım, diyebilirim; bavulunuzu indirip, bütün gece boyunca giymiş olduğunuz şapkayı içine tıkıştırarak ne diye tedirgin kıpırdanıp duruyorsunuz? Yaptığımız hiç bir şey işe yaramayacak. Hoş bir oybirliğine varma durumu hepimizin üzerinde kuluçkaya yatıyor. Büyütülmüşüz, saygıdeğer kılınmışız, sanki koskoca gri bir kaz kanadıyla özdeşliğe süpürülmüşüz (güzel, ama renksiz bir sabah) ; çünkü, bir tek isteğimiz var, istasyona varmak.» (V. Woolf, « dalgalar », sa :86) “Soruyu tam olarak anlamamamıştım. Önce saçma bir şey söylediğimi sandım ve sıkıntıyla yanıtladım: ‘Bu benim görüşüm tabii... şu ana kadar Herr von Kekesfalva’yı her durumda kibar ve alçakgönüllü bir insan olarak tanıdım... Kışlada bize Macar asillerinin çok kendini beğenmiş, kibirli insanlar olduğu söylenirdi... Ama ben... ben... ben böylesine iyi, hoşgörülü bir insana rastlamadım...” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:137) Hoşgörünmek : Sırf ‘şık’, ‘kibar’, ‘duyarlı’ vb. görünmek için davranmak “MÜZİK ---------Sırıtıyor çimenler üstünde ipsiz oğlanlar, Ve mest olmuş dinleyerek cırtlak ezgileri, Gülleri gübreleyen köylü piyade erleri Hoş görünmek için bebekleri okşuyorlar...” (A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:87) Hoşgörüsüzlük : Farklı din ve inanç, kültür öğelerine yeterli esnekliği olmamak “Gene de meydan okuma burada yatar. Etnik ve dinsel nedenler yüzünden birbirlerinin vuran yetişkinlere hoşgörüyü öğretmek boşa yitirilmiş vakittir. Çok geçtir artık. Öyleyse, yabanıl hoşgörüsüzlükle daha en baştan, en küçük yaşlardan başlayan sürekli bir eğitim aracılığıyla, bu hoşgörüsüzlük bir kitapta yazıya dökülmeden, fazlaca yoğun ve katı bir davranış kabuğu haline gelmeden savaşılmalıdır.” (U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:104-5) Hoşhoş : Köpek “Şehrimizde pazar günleri kurulan büyük pazarlara, safça ‘panayır’ denirdi. Pek keyifli olan Perezyon şurada burada birşeyler koklamak için yalpalayarak sağa sola koşuyordu. Başka hoşhoşlarla karşılaştıkça da köpek milletine özge usullerle pek candan koklaşmayı ihmal etmiyordu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:24) Hoşsohbet : Sözü sohbeti dinlenen, güzel konuşan kimse “Ekseriya sesssiz olan Servet Bey, böyle akşamlarda susmasını bilmiyordu. Karısına uzun uzun, inceden inceye, en küçük ayrıntısına kadar o gün gördüğü apartmanları birer birer tarif ediyordu. Sekine Hanım kocasını hiç bu kadar hoş sohbet görmediğini düşünürdü.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:142) “Genellikle orta yaşlı kadınlar, kendisine önem veriyor ve onu koruyorlardı. Adam, aramasını da, bulmasını da biliyordu. Şimdi de yurtluk sahibi zengin bir kadın olan Darya Mihaylovna Lasunska’nın evinde bir evlatlık ya da pansiyoner durumundaydı. Hoşsohbet, herkese yardım etmesini sever, duyarlı; tutkulu olmakla birlikte bunu gizleyebilen, tatlı sesli.... bir kimseydi.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:23) Hoşt köpek : Birisinin ardından onun hakkında başkasına bahsederken, o kimse için ‘Çekilsin yolumdan, beni ısırmaya kalkmasın!’ bağlamında söylenen bir ilenç “BİRİNCİ KADIN - Hayırdır inşallah? Hıı, hıı, eee? Bak yediği naneye. Eee? Hadi ordan. Bak görüyor musun. Aman komşum, aman komşum, sen sen ol, mahallenden dışarı adımını atma. Bana bak kızım, git söyle sen ona, ee? Hoşt köpek! Ben onun ağzının kaşığı değilim.” (N. Meriç, “Sular Aydınlanmıyordu”, sa:9) ^ Hotel de ville : (FR.,YAPI,KOLL.) <Otel de vil> Şehir belediye reisinin makamı : Town-hall (İNG.) Hotel garni : (FR.,YAPI,KOLL.) <Otel gar’ni) : Möbleli daireler = Furnished lodgings (İNG.) Hovarda, Hovardalık etmek : Çapkın, geçici aşkları meslek edinmiş kimse; Çapkınlık etmek “... Langhe Bölgesinde bir sürgün olan Viladimir Nabokov değilse ve elyazması bu maymun iştahlı ahlak düşkününün öteki yüzünü göstermiyorsa, olağanüstü öyküsü hakkında bir fikir oluşturabilir kafasında ve ,böylece en sonunda bu sayfalardan gizli bir ders çıkarabilir: Hovarda kılığı altında daha yüksek bir ahlak yatar.” (U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:16) “Fabrice Napoli’ye orta halli bir araba ve halasının kendisine gönderdiği Milano’lu dört sadık uşakla geldi. Bir yıllık öğrenimden sonra, hiç kimse onun akıllı bir insan olduğunu söylemiyor, herkes ona pek eli açık ama, biraz hovarda, titiz, ciddi bir büyük senyör gözüyle bakıyordu. Fabrice yönünden oldukça eğlenceli geçen o yıl düşes için perk korkunç oldu. Kontun üç dört kez durumunu yitirmesine ramak kaldı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:148) “VERA - Bugünlük mektup yok, Baba. PETER - Biliyordum. VERA - Ama yarın bir tane olacak, Baba. PETER - Böyle nankör bir oğula lanet olsun! VERA - Öyle deme Baba. Mutlaka hastadır. PETER - Evet! Hovardalık yüzünden belki de.” (O. Wilde, “Vera Yahut Nihilistler”, sa:32) Hoy : Hey (ROMAN Dilinde) (Argo) “Arkadaş, artık işin tam kıvamına geldiğini anlamıştı. Cebinden armoniği <ağız mızıkası> çıkarıp dudaklarına yanaştırdı; çingenelerin şaşkınca bakışları arasında bir gece önce çadırın kenarında dinlediğimiz o ezgin, baygın nağmeyi tutturdu... Önce birkaç saniye kadar bundan pek bir şey anlamayan çingene çocuklar biraz sonra birdenbire afalladılar ve hep analarının, ablalarının yüzlerine bakarak bağıırdılar: -Hoy miday, hoy miday! <Hey anne, hey anne>; hoy peral, hoy peral’ (Hey abla, hey abla), bu ne çalar, bu ne çalar?” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:15-6) Hoyrat : Çok kaba ve kırıcı, yabani, hırpalayıcı “FENERLER --------------Boksör öfkesinden fauna kabalığına dek, Hoyrat güzelliğini toplamayı bilen Sarı, argın dişi, övünçten taşan yürek, Puget, forsaların kederli sultanı, sen.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37) “MERDİVENİN SONU Günler sönerek acılaştı karşılamadan bizleri toplamadan dolanan bu pınarda bile ve ben yalnız, karanlığın düşen adımlarıyla yetinerek hoyrat pencerelerin camları ardında ve kapının ve ben yalnız..” (Nazik El Melaike-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03) “Düşünceye dönüşse benim etim kemiğim Yolum kurban gidemez hoyrat mesafelere; Ben, tüm uzaklıkları aşıp erişeceğim Sınırsız ötelerden, senin olduğun yere.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:44, sa:129) “AKDENİZLİ <Quem das finem, rex magne, dolorum?> ----------------Hangi ülkeyi fethedeceğiz, hangi güzel toprak Elimizden alacak fethimizi ve yerini belirleyecek kanımızın? Çatlattık yarıküreleri hoyrat ellerle! Şimdi, Herkül’ün Kapılarından taşarız.” (Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02) “Lord Arthur çıkmaz sokağın sonuna kadar yürüdü ve küçük yeşil bir evin kapısını çaldı. Biraz bekledikten sonra, -bu sırada bütün pencereler dikizleyen yüzlerle dolmuştu- kapı oldukça hoyrat görünüşlü bir yabancı tarafından açıldı.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:41) Hödük, Hödüklük etmek : Kaba saba, medeniyetsiz, incelikten anlamaz, kültürsüz; Öyle davranmak (Argo) “Genç kız derken, bir zamanlar var olan, hani şu elde kırbaç dağ bayır at koşturan, aklı fikri iffetinde, itin kopuğun ya bir hödük ya da canavarın çıkıp kendilerini zorlamadıkça, sekseninde, analarından doğdukları gibi mezara giren bakireleri erekliyorum.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:56) “ ‘... Rütbe, mevki düşünmek senin neyine? Sana rütbe düşünmek yerine boynunu büküp bir köşede oturmak daha çok yaraşır.’ Ama laflarım kafasına girmiyor ki! Sözün gelişi şu son olayı ele alalım. Beni mahkemeye verişinin asıl nedenini biliyor musunuz? Bu adam hödük oğlu hödük değil de nedir?” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65) “Bu işe kalkışmış olmaktan pişmanlık duyduğu belliydi: ordu parçalanıyordu, köylüler buğdayı ve hayvanlarını ormanlık alana ya da da daha kötüsü bataklığa saklıyordu, Birlik’e ait öncü gruplardan biriyle karşılaşmamak için ne kuzeye ne de doğuya doğru ilerlenebilirdi; kısacası, bu hödükler Cremalılardan daha iyi durumda değildi, ama talihi ters gitmişti bir kere. Oradan çekilp gidemezdi de, yoksa bir daha onurunu koruyamazdı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:192) “Sanda’ya yaptığı çok iyi bir şeydi; Christina Teyze’ye sevgisi, övüncü gerçekten olağanüstüydü. Egor artık kafasında Simina’yı bile affediyordu. Bunlar fazla duyarlı, soylu yaratıklardı. Hödüklük ettim, diye düşündü.” (M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:29) “MARGHERITA - Hödüğün biri, kızım. Kendisi eğlenmiyor, neyse; ama bizim eğlenmemizi de istemiyor. Hem bilir misin, gelinlik kızken benim eğlencem hiç eksik olmazdı. İyi yetiştirdiler beni.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:16) “ ‘Hiçbir zaman geveze biri olmadım, ama bu akşam artık hödüklüğün sınırlarındayım... Affedersin! Tek mazaret, iki gün içinde bulunduğum çevrenin yoğunlaşmaya elverişli olması. Kağıda yazmayı bıraksam, kafamda yazmaya devam ediyorum.’ ‘Sessizlik, dağ, ışık, ufuktaki deniz, fıstıkçamlarının temizlediği hava...’ ‘Ve iyi yürekli bir tanrıçanın tutsağı olma duygusu.’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:102) “Rathaus Caddesi’nde yürümeyi sürdürdü ve kendi evinin önüne geldi. Evi, o güzel evi artık yoktu, bir bomba onu yerle bir etmişti. Ama hiçbir zarara uğramamış divanı bahçede duruyordu. Ayaklarında takunyalar, gömleği pantolonundan fırlamış hödüğün biri divana uzanmış horluyordu.” (A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70-1) “Sonra da sert ve kararlı bir sesle devam etti: Evi altüst etmemizi mi istersiniz yoksa anlaşmayı mı yeğlersiniz? Burada bir yerde, dedi Pereira, çalışma odasında ya da yatak odasında. Kısa boylu sıska iki hödüğe buyurdu: Fonseca, dedi, eline dikkat et, fazla ağır olmasın, sorun çıksın istemiyorum, küçük bir ders vermek ve öğrenmek istediğimiz bilgiyi almak yeterli.” (A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158) “Mesela, Rognes’de bir okul öğretmeni var, şu Lequeu denilen herif, sabandan kaçmış bir adam, handiyse ekip biçmekten dar kurtulduğu toprağa karşı kinden kuduran bir herif. Şimdi bu adam, öğrencilerine her gün yabani muamelesi, hödük muamelesi yaparsa, okuyup yazmış bir adam gibi onları hor görüp babalarının gübresine hakaret ederse, onlara, yaşadıkları hayatı nasıl sevdirir?” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:202) Hökümet : Hükümet “ ‘Ne yılacak?’ dedi Ali Gede. ‘Ardında dağ gibi hökümet! Onun yerinde olsam ben de yılmam.’ ‘Durana boş mu? Onun ardında da parti var! Çatal boynuzlu dürzü böyle deyip öğünüyormuş. Abuk sabuk konuşuyormuş ortalıkta.’ ” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5) “ ‘Yörüt!’ dedi muhtar. ‘Kaşla göz arasında kondur şu evi. Elini çabuk tut, bitir at vaktiyle. Yapılmış bir evi de kolay kolay yıkamazlar. Hökümet bile diş geçiremez o zaman.’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:92) Höpürdete höpürdete içmek : Kahve, çay, çorba gibi sıcak içecekleri, sosyal ilişkiler kurallarının biraz dışında, gürültüyle içmek “... yemek yedikten sonra, dilini dişlerinin üzerinde dolaştırıyordu; çorbasının her yudumunu höpürdete höpürdete içiyordu; beri yandan, şişmanlamaya da başladığı için, zaten küçük olan gözleri, elmacık kemiklerinin şikinliğinden, şakaklarına doğru çıkar gibiydi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:70) Höpürdeten : Nargile; Erkekliğin cinsel organı (Argo) “Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin aşk yapmak, sevişmek yerine vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.....Göğüsleri onun ikiz kızları, aptal karılar. Penisine kah kılıç diyor, kah höpürdeten, kah mızrak, yıldırım, matkap...” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117) Höst : Haydi oradan -İnsanlara ya da hayvanlara yapılan kaba uyarı- (Argo) “ ‘Var hayrını gör oğlum Süleyman Ağa! İnşallah karnın yırtılır da bu gece köye yetişemezsin.’ ‘Höst! İtin duası yerini bulsa, gökyüzüne ekmek yağardı. Helalinden otuz kaymanı alırım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:107) Höt demek : Birini korkutmak için söylenilen ünlem “KAPLUMBAĞA - Eee, nerde o eski aslanlar… Bir höt dediler mi, orman yerinden oynardı… Oynarmış yani… Eskiden tabii, çok eskiden. Ormandaki tüm hayvanlar tir tir titrermiş aslanın karşısında.” (A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:6) Höykürmek; Höykürerek ağlamak : Hıçkırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak Nerdeyse azarlayarak, sertleşerek çağırmk, sertçe seslenmek; “Başka bir vagondan, bir başka ciğeri yanık Budyeyovitse’ye doğru höykürüyordu: Ayrı düşmüşüm yavuklumdan, Düşmüşüm of aman aman...” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:325) “(Şeytan) o pehlivana işte böyle yaptı. Ey geri kalanlar, (sakın) onu hafife almayın. O hasetçi, anamızın babamızın tacını, ziynetini el çabukluğuyla kaptı. Onları orada çıplak, rezil ve perişan bıraktı da Adem, yıllarca höykürerek ağladı.” (Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:246) Hu; Hu Hu; ya Hu : Bazı tarikat mensuplarının kitle halinde ayin yaptıklarında sergiledikleri zikirlerdeki haykırışlar “EY İNCİ DOLU ÜLKE ----------------------------yarından itibaren Haçik’in dükkanındaki zulada birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59) Hubris : (YUN.: Aşırı gurur, kibir, kasılmak) Kendini başkalarından üstün hissetmek “Benim Thelma’nın tedavisini üstlenmemin gerçek nedenleri ise başkaydı: önce, aynı anda hem derin köklü hem de korunmasız, yaralanmaya açık durumda olan bir aşk saplantısıyla karşılaşmak beni büyülemişti ve kimse beni bunu eşeleyip incelemekten caydıramazdı; ikinci olarak, şu anda ‘hubris’ olarak niteleyebileceğim bir derdim vardı – her hastaya yardım edebileceğime, hiç kimsenin benim becerilerim ötesinde olmadığına inanıyordum. Sokrat’tan önce hubris, ‘tanrısal yasaya itaatsizlik’ olarak tanımlanmıştı; tabii ki ben tanrısal yasaya değil, doğal yasaya, kendi meslek alanımda olayların akışını yöneten yasalara karşı çıkıyordum. Sanırım o sırada, Thelma’yla işim bitmeden önce, ‘hubris’ için hesap vermeye çağrılacağım içime doğmuştu.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:38) Hukuku olmak : Arada yıllar boyu karşılıklı kullanılmış hakların varlığı dolayısıyla hissedilen yakınlık “B. REİSİ - Ne tuhaf rastlantı, onu da hatırlıyorum. Vak’a aynı yıllarda oldu. Yalnız öyküde ufak tefek farklar var. Babanın adı Mustafa değil İbrahim, buna karşın büyük oğlanın adı da İbrahim değil Mustafa... İbrahim kuzey Amerika’ya gitmedi, güneye, Arjantin’e gitti..... Hatta annene Kıbrıs’a hareketi için benim babam biraz yardım etmişti. Kapı karşı komşu idik. Hukukumuz vardı.” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:88) Hulus çakmak : Bir kimseye dalkavukluk derecesinde yakınlık göstermek, iltifatta bulunmak, beğenisini kazanmaya gayret göstermek, pohpohlamak “Hasan efendi yerine otururken Ahmet’e bir sigara daha ikram etti. Hulus çakmak için eline geçirdiği bu fırsattan gereği gibi yararlanmak istiyordu.” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:44) “Ayna çirkin, cılız, zayıf yüzünü aksettiriyordu. Her zaman hüzünlü olan gözleri şimdi aynada ona daha çok ümitsizlikle bakıyorlardı. Prenses içinden ‘ hulus çakıyor bana’ dedi, döndü.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:209) HUME, David : (FEL.) Ünlü İngiliz- İskoçya’lı Filozof (1711-1776); İngiliz E m p i r i z m i’nin kurucusu John Locke’nin (BKk.!) ölümünden yedi yıl sonra dünyaya gelmiş, onun felsefesinin ve kuramlarının temel tözlerini yakından izlemiş ve korumuş olduğu için, insan zihninde olup bitenlere, Newton’un deneysel yönetimini uygulamayı esas alarak yeni bir insan bilimi kurmayı ve geliştirmeyi öneren HUME, tüm iyi niyetlerine ve yüksek amaçlarına rağmen, son çözümlemelerinde kuşkuculuğa düşmekten kendini kurtaramamıştır. “İnsan Doğası Üzerine İnceleme” ve “Ahlak İlkeleri” adlı eserleriyle tanınmıştır. Ona göre,. ‘aklın ilkeleri alışkanlık ve tekrarlamaların güçlendirdiği fikir bağlantılarıdırlar, dolayısıya, bilimsel yasaların gelecekle ilgili hiçbir kesinliği yoktur’ “Bu bağlantılar mamafih, bir raslantı değildirler. ‘İde’lerle belirli bazı nitelikler olduğu zaman, bu ide’ler, birbirlerinne bağlıdırlar. Bunlar: b e n z e r l i k, zaman ya da mekan bakımından s ü r e k l i l i k , ve n e d e n - s o n u ç olmak üzere üç tanedir. HUME’a göre, n e d e n s e l l i k <İNG.: causality; FR.: causalité> ilkesi, tüm bilgilerimizin geçerliliğinin kendisine bağlı olan olası temeli oluşturur. Nedensellik ilkesine karşı gelen bir izlenim bulunmadığından, yalnızca ö z n e l <sübjektif> alışkanlıklarımıza dayanan nedenselliğin temellendirilemiyeceğini savunan HUME, bu durumun, insanın kendi dışında kalan şeylerle ilgisinin geçerliliğini ortadan kaldırdığına inanır. Sonuç : İnsan, kendi zihninin dışında kalan bir şeyin ‘bilinemeyeceği’ teyid edilmiş olur. “David Hume, insan zihnini b i l g i bakımından analiz ettiği zaman, insan zihninin tüm içeriklerinin bize d u y u’lar ve d e n e y i m tarafından sağlanan malzemeye indirgeneceğini görmüştür; bu malzeme ise a l g ı l a r’dır. Ona göre, zihin algıları - izlenim’ler, ya ‘güçlü’ ya da ‘zayıf’ algı’lar ve ide’ler şeklinde ortaya çıkar. Onlara sahip olduğumuz sırada canlı, güçlü ve açıktırlar. Ama, bunlar üzerinde düşündüğümüz zaman onlara ilişkin ide’lere sahip oluruz. “David Hume’un gözünde z i h i n, çeşitli olguların ya da izlenimlerin ard arda ortaya çıktığı bir tiyatro’dur, fakat bu izlenim ya da ide’lere dayanarak olan bir t ö z değildir, yani b i l i m, oyunun oynandığı saha hakkında en küçük bir fikre sahip olamaz. İnsanın, kendi zihnindekilerin dışında bir şeyi bilemeyeceği hakkındaki tezi, onu doğallıkla, Tanrı’nın ‘evreni bir amaç olarak yarattığı’nı dile getirir ve Tanrı’nın bu Evren’deki düzenin ya da kaynağı olduğunu ortaya koyar. HUME’un sorusu şu: Eğer bizim ‘n e d e n?’ ide’sini iki şey arasındaki sürekliliği, ya da iki şeyden birinin, diğerinden, zamansal bakımdan önce oluşumu, ya da iki şeyin aynı zamanda ortaya çıkışını çok sayıda gözlemlerden çıkardığımız ‘d o ğ r u’yu, e v r e n’i, evren’in nedeni olduğu düşünülen bir şeyle olan ilişkisi içinde hiçbir zaman tecrübe etmediğimize göre, evren’e, nasıl olur da kendisini hiç bir şekilde tecrübe edemeyeceğimiz bir n e d e n atfedebiliriz? Yine HUME’a göre, kusursuz bir saat ile e v r e n arasında kurulan analoji <benzerlik> tam ve doğru bir analoji değildir. Evren, akıllı bir düzen vericinin eseri olması yerine, pekala cansız süreçlerin, kör güçlerin ürünü olan bir şey olarak düşünülebilir. Öte yandan, e v r e n’in nedeni, insan zihnine benzer olan ‘düzen verici’ bir z i h i n ya da t i n s e l b i r v a r l ı k olsa bile, böyle bir varlığa birtakım ahlaki özellikler yüklenmesinin, HUME’a göre, hiç bir gereği yoktur. E v r e n’in varoluşu, emprik <deneye ya da gözleme tabi> bir olgudur ve bu olgudan duyu deneyi yoluyla tecrübe edilmeye elverişli olmayan bir v a r l ı k olarak, Tanrı’nın varoluşu hiçbir şekilde çıkarılamaz.” (A. Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:462-5) Humma; Hummalı : Ateş; Ateşli hastalık; Hem bedensel-intani ateş, hem de çok yoğun, yorucu ve yaratıcı bir çalışma bağlamında “Bir yaratıcı olarak gösterdiği çabanın, sakin ve düzenli bir şekilde, önünü sonunu düşünerek yapılmış bir çalışma ile hiçbir ilgisi yoktur. Dostoyevski hummalı bir şekilde yazıyordu; yazış tarzı bütün ateşli mizaçlı insanlarınki gibiydi ve cümleler inci dizleri gibi sıralanıp gittikçe, nabzı iki katına çıkan bir hızla atmaya başlıyor, sinirleri gerildikçe geriliyordu.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:18) “... az zaman içinde Seniha ile Faik Bey arasındaki bu ateşli samimiyet İstanbul’un bu iki büyük ailesine ait bir namus ve haysiyet davası halini aldı ve evvela Ada’nın Türk çevresinde başlayıp İstanbul’un bütün evlerine bulaşarak kadın, erkek, genç ve ihtiyar herkesi başka türlü işgal eden hummalı bir dedikodu konusu olmaya başladı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:71-2) “Duyduğum gönül ferahlığından alabildiğine mutluydum, bu mutluluğu tüm dostlarım da paylaşmak istiyor, aslında hummalı bir taşkınlıktan başka bir şey olmayan halimi, yazdığım mektuplarda dengeli bir ruh hali olarak tanımlıyordum.” (G. de Nerval, “Aurelia: Rüya ve Yaşam”, sa:13) “En büyük mutluluğum budur derken, bir yandan Yüreğim ne kadar çok hata işleyip durdu; Gözlerin fırlar gibi oldu yuvalarından, Humma çıldırttı beni, ta canevimden vurdu.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:119, sa:279) “Hummalı ve uykusuz bir geceden sonra, ertesi gün çam korularıyla örtülü tepelerde yürüyüş yapmaya zorladım kendimi. Kasvetli ve ıssız görülen bu yerde ne aradığımı bilmiyordum. Öğleden sonra yorgun argın eve dönünce, sert bir kanapeye uzanarak uzun zamandır istediğim uykuyu beklemeye başladım (Wagner’in ‘Das Rheingold’on orkestra entrodüksiyonunu yazma esini hakkındaki notlarından).” (A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:243) Hunharca : Acımasızcasına, acı çektirerek, kan dökerek “Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman, ..... kanlarını bu yabanıl topraklara akıtmış binlerce ve binlerce insanoğlunun hunharca savaşmalarına sahne olmuştur. Sonuç?” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:123) Hurda; Hurdacı; Hurdahaş olmak; Hurdaya çıkmak Paramparça olmak, ezilmek, kullanılmaz hale gelmiş şey, araç vb.; Cinsel yetersizlik devresine girmek ya da ileri yaşlardaki insanların cinsel yönden değerlendirilmesi (Argo);Kullanılan bir alet ya da arabanın, artık yenilenme zamanı gelmesi “Acısıyla tatlısıyla, işte bu da, bu hikaye de son bulmuştu. Gerçekten bitmiş görünüyordu. Ve bir gün bir mektup geldi. Şaka yapmaktan başka bir şey bilmeyen şu İrlandalıdan, Neil O’Connor’dan. Ama bu defa mektubu ciddiydi. Virginia’nın savaştan hurdahaş bir durumda döndüğünü yazıyordu.” (A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:54) “AKŞAM TROMPETİ -------------------------Yetsin artık savrulduğum bu duvar diplerinde sesi gibi delik deşik bir çanın, hurda malı. Trompetini çalmalıyım olanca şiddetiyle ki sessizlik yıkılmalı, salt bu çığlık kalmalı.” (Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) “Eli sertçe kalktı: -Deve deme bozulurum, gergedan! -Şakayı bırak, sana benim Dürdane’yi yapim, hı? İfakat Dürdane hanım, pardon hamfendi. -Yani senin altmışlığı? Ben hurdacı mıyım lan? -Değil misin ulan? Sen kendin hurdasın deyyus. Yaşın kaç?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:261) “Sonra Fotoğrafçı Camgöz Emin geldi. Önce Zalanınoğlunu kaldırdılar, duvarın önüne dikmeye çalıştılar. Zalanınoğlu o kadar kurşun yemiş, bedeni öylesine hurdahaş olmuştu ki...” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:227) “Gökyüzüne dimdik uzanan sedir, çam, kayın ve köknar ağaçları iki yanından hızla kayıyor ve otomobil, daracık yolun buz tutmış kayganlığında savrulup duruyordu. Eski bir Volvo’ydu kullandığı: Hurdaya çıkmasına az kalmıştı ve bir zamanlar lacivert olan rengi, çeşitli yamalarla zedelenerek soluk bir maviye dönüşmüştü.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:13) “Bir halk otobüsü şehrin alışveriş merkezinin göbeğinde bisikletli bir kızı ezip geçtiğinde daha da dramatik bir deneyim yaşadım. Kızı cankurtaranla daha yeni alıp götürmüşlerdi, facianın büyüklüğü bisikletin taze bir kan birikintisinin üzerindeki hurdahaş olmuş halinden anlaşılıyordu.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:85) “Ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz, Güzelliğin yitmez ki, asla olmaz hurda; Gölgesindesin diye ecel caka satamaz Sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:18, sa:77) HUS, Yan : (BOHEM. MYTH.): Bohemya’lı din reformcusu <1372/3-1415>, Ortaçağdan Reform dönemine geçişin habercisi sayılan mücadelesi yüzünden, yakılarak öldürülmüştür. Hus’un öldürülmesinden sonra, Bohemyalı şövalye ve soylular, bir protesto metni yayınlayarak, Hus’a bağlı oldukları için baskı görenleri koruyacaklarını ilan ettiler “Sonra, çavuşun kulağına eğildi, fısıldayarak anlatmaya başladı: ‘Biz Çekler ve Rusların aynı soydan geldiğimizi; Nikolay Nikolayeviç’in önümüzdeki hafta Prjerov’da olacağını, Avusturya’nın asla dayanamayacağınızı söylediniz. Adama dediniz ki: Bir daha sorguya çekildiğinde, her şeyi inkar et, saçma sapan hikayeler uydur. Kazaklar gelip seni kurtarana kadar vakit kazan. Pek yakında işler tersine dönecekmiş; savaş, yakında Yan Hus zamanındaki savaşlara dönecekmiş; köylüler ellerinde yabalar <ağaçtan yapılmış, çatal biçiminde, harman savurmakta kullanılan bir el aleti> ve oraklarla Viyana’ya gireceklermiş; İmparator Hazretleri’nin de bir ayağı çukurdaymış...’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:278) Huş ağacı : Gürgengiller familyasından, dünyanın kuzey-ılıman bölgelerinde gelişen, otuz kadar türü bulunan ve birçok öykülere, masallara konu olan ağaç. Odun olarak kullanıldığı kadar, Kabuğu, sepicilik (deriyi işlemek, post haline getirmek)de kullanıldığı gibi, özsuyu da alkollü içkilere katkı maddesi olarak katılır. “Neredeyse Görünmeyen Sonata’ya Günışığı odasına süzülüyor günboyu ara sıra yapraklar düşüyor ve ışık saçıyor içeri girmek için yapraklar arasında. Düşmediğinde yapraklar, huş ağacının dallarına bitişik hala, ışık yapraklar ve dallar arasında hafifçe titriyor, pencereden titreyerek giriyor, halıda ve duvardaki titreyişler dans ediyor kavalyeleriyle, gölgeler ürperiyor.” (Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09) Huşu; Huşu içinde : (ARAP. MYTH.) : Vecit; Vecd içinde, kendinden geçmiş “Doğu Berlin’in beni etkileyen yanlarından biri tramvaylarıdır..... Tramvaylarda çoğunluk sakin Almanlar vardır. Ve işte böyle hoş bir yolculuktan sonra Brecht’in son yıllarında oturduğu ve şimdi arşiv ve müze olan evinin önünde inilir. Brecht’in şiirlerini anımsarken, okur, çalışma odasının penceresinden, onun mezarlığa baktığını düşünecektir...... Ben edebiyata ve sanata büyük katkılarda bulunmuş kişilerin yakınında, evlerinde... elldikleri, oturdulkları her şeye yaklaştığım zaman artık yazar filan değilimdir. Hayranlıkla dolu salt bir okur, salt bir izleyiciyimdir... Eskilerin deyimiyle derin bir ‘huşu’ içinde kalırım. Ve görün işte... Brecht’in evine giriyorum. Üstelik nasıl da darı darına yetiştim.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:38) “Ne mutlu, bunu yapabilene! Ama huşu içinde bunun insanı nereye götüreceğini görense, tuzu kuru vatandaşın, kendi küçük bahçesini budayıp cennete çevirdiğini, mutsuz olanın bile, sırtındaki yükle ahlayıp oflayarak ilerlemeye çalıştığını ve hepsinin, şu güneşin ışığını bir dakikacık daha uzun görmek için aynı isteği duyduğunu bilinse.” (J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:31) “Her zamanki gibi, gelişmekte olan genç kız ruhundaki bütün o karmaşık ve yoğun duygular fantastik, tatlı hayallere dönüşüyor, huşu bütün hücrelerinden fışkırıp coşkulu bir bulut halinde alnını sarar gibi oluyordu. Bilinçsiz bir inançla bilinçsiz bir sevgi özleminin birleştiği bu uzun saatler, tatlı ve insanı hafif hafif uyuşturan bir zehir gibiydi, karanlık bir pınardı, bütün Tanrısal hayatı içeren ve besleyen, insan mutluluk veren Hesperid meyvesiydi.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:81) Huy edinmek : Alışkanlık kazanmak, kişiliği icabı öyle davranmak “Bu onun çok küçüklüğündenberi bir alışkanlığın yansımasıydı. Henüz pek ufakken huy edinmişti, yatağa yatırılıp da hemen uyuyamadı mı dişlerini yastığa geçirir, kılıfını yorulana ve uyuyana dek belli bir ritimle çiğneyip dururdu.” (H. Hesse, “Rosshale”, sa:140) Huylanmak : Huysuzlanmak, sinirlenmek, şüphe etmek “O sırada, saman ambarından inen Aferin Memiş, ‘Vallahi bayan hanım efendi... Bir buçuk yıl önce doğduydu, ben güderim onu. Pek uysaldır. Bugüne dek huylandığını bilmem’ dedi.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:59) Huysuz : Sinirli, geçimsiz, insanlarla sağlıklı ilişki kuramayan “BEREKET -------------Huysuz sanırdık annemi. Boş verilen işler, tırtıklanmış bisküviler - en güzeli el ayak çekildiği zaman sakızımsı, değerli bir şey aşırırdı” (Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07) Huyu Nebi : (FARS MYTH.) : <Kur’anı Kerim, 68:4> Peygamber Efendimizin niteliklerinden biri: ‘Yüce bir huya sahipsin’ “Olgunlukla yüceliğe kavuştu. Karanlığı güzelliğiyle açtı. Tümüyle güzeldi huyu Nebi’nin, Ona ve soyuna selam gönderin.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:21) Huyu suyu : Mizacı, tabiatı, karakteri, davranışı “Rahmetli rahip Chapeloud ile papaz yardımcısının arasında şu fark vardı ki, biri, zeki, usta bir bencil; ötekiyse özü sözü bir, beceriksiz bir bencildi. Rahip Chapeloud, Matmazel Gamard’ın yanına pansiyoner olarak girdiği zaman, ev sahibesinin huyu suyu konusunda, dosdoğru bir akıl yürütmesini bilmişti.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:49) “ESTRAGON - Duymak acı verdi bana. Yalnız başına şimdi, onu bir daha dönmemecesine terk ettiğimi sanıyor ve şarkı söylüyor diyordum kendime. VLADIMIR - İnsanın huyu suyu belli olmuyor bazan. Bütün gün boyu kendimi çok iyi hissettim.” (S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, “Godot’yu Beklerken”, sa:90) “-Sizden rica ediyorum; sözü boşuna uzatmadan, ne istediğinizi söyleyin. Ne demek istediğinizi hala öğrenemedim. -Aceleniz ne? Bakın. Size her şeyi açıkça ve kısaca anlatacağım. Ne yapalım! Kimi zaman, tümüyle ayrı huyu suyu olan insanlar, birbirlerinin suyuna gitmek zorunda kalır.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:14) “Kederli, cefalı... Fakat midillisinin suratı yanında onunki neş’eli bile sayılırdı. Anlıyorsunuz ya, zamanla midilliler sahiplerinin huyunu suyunu, neyin nesi olduğunu iyice öğrenirler.” (O. Henry, “viski soda”, sa:258) “ ‘Allah rahmet eylesin.’ ‘Allah rahmet eylesin, tamam! Ama bu akşam onu dinliyormuş gibi oldum. Tania eskiden ince, ağırbaşlı, ölçülü bir kadındı. Böyle kabalıklar yapmak kocasının adetiydi.’ ‘Otuz yol birlikte yaşayınca, bütün huyunu suyunu Tania’ya bulaştırma zamanı buldu.’ ” (A. Maalouf, “Batı’dan Uzakta”, sa:338) “Ben, hayalci bir insanımdır; bu akşam çıkaracağım zevki canlandırmıştım kafamda. Odessa Cddesi’nde sık sık gözüne çarpan, biraz geçkince, ama etine dolgun bir esmer vardı. Biraz geçkin kadınlardan nefret etmem: Soyundukları zaman ötekilerden daha çıplakmış gibi olurlar. Ama benim huyumu suyumu bilmiyordu, açık açık ona anlatmak da beni biraz utandırıyordu.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:79-80) “Hoş, kabahat bendeydi! O kadar içecek ne vardı? Huyu suyu bilinmedik bir yabancıya şişe şişe şampanya ikram edilir miydi? (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:131) “-Ben düşündüğümü değil, hissettiğimi söylüyorum. Düşmüş kadınlardan tiksinirim ben. Sen örümcekten korkarsın, bense bu yılanlardan. Sen örümcekleri incelemedin, onların huyunu suyunu bilmiyorsun, ben de bu yılanları bilmiyorum.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:81) Huzur; Huzura kavuşmak, Huzur bulmak, huzur dolu dolu; Huzurlu olmak : Gönlü, ruhu mutluluk içinde olmak “Artık hiç kuşkum yok: Athena’nın, şu yaşadığımız dünyanın cehennemine düşeceğine çekip gitmesinden daha iyisi olamazdı. Ona ‘Portbello Cadısı’ adının takılmasına yol açan olaylardan sonra asla huzur bulamayacaktı.” (P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:17) “Böylece, ortaokuldan mezun olur olmaz, Hasan, hayatında dördüncü kez bir yerlere postalanıyordu. Gönlü huzur dolu idi. Bu sefer, bilinmeyen ülkelere, hem de uçakla gidiyordu.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:173) “Büyükelçinin elleri titriyordu. ‘Lütfen evimi terk edin, hemen şimdi! Bana huzurumu geri verin. Lütfen! Biliyordum böyle olacağını. Bu memlekette herkes deli. Yıllardır kaçtığım delilikler evimin içine doldu. Lütfen terk edin evimi.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:337) “Evini her zaman yalnızken daha çok sevdi. Tek başınayken. Engin ve İrem’le birlikte olduğu zamanlar bile, onun için ‘ev mutluluğu’, yalnız olduğu zamanlar demekti. Bencilliğin sinsi yüzü, suçlu keyfiydi bu. Her eşyanın yerli yerinde durduğu, her şeyin yerini bildiği derli toplu bir görüntünün ona verdiği huzurun yerini hiçbir şey tutmuyordu. İkinci bir kişinin varlığı, bu düzenin altüst olması demekti.” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:57) “Ama bu ruh halim birkaç saatten, en fazla bir günden uzun sürmüyor, sonra yine o sinirli kadına dönüşüyorum. Yani eğer kontumu (on beş günde bir yerine) her gün, her gece görüp onunla biraz oynaşabilsem, ne kadar Mutlu ve Tatlı bir kadın olurum, böylece de hepimizin hayatı huzura kavuşmuş olur.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:21) “(Hyde Park) Parkın belirli köşelerinde büyük çayırlıklar var. Gözün alabildiğine uzanan bu alanlar huzur dolu birer ‘yeşil göl’. Üzerlerindeki ağaçlar hafif bir rüzgarda, demir atmış gemiler gibi ağır ağır sallanıyor, yaprakları oynaşıyor. Çayırlık alanların değişik köşelerinden ağaçlıklı yollar bir yerlere uzanıyor, inen sisin griliğinde ağaçlar kaybolup gidiyor. Burada huzur nefes alıyor.” (S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:63) Huzura çıkmak : Eski devirlerde çok daha yaşam konusu olan, ‘çok yüksek mevkide birinin, ‘örneğin padişah, sadrazam, şah, kral, kraliçe gibi devlet ya da din büyüklerinin: papa, diyanet işleri başkanı, iş, ziyaret vb nedenlerle’ geçici misafiri olmak “ ‘Beni hazırla,’ dedi sarışın adam. ‘Çünkü bugün önemli bir iş için huzura çıkmam gerekiyor; ya Şah’ı etkileyeceğim, ya da öleceğim.’ ‘Bedelini ödeyebilirsen,’ diye cevap verdi Mohini, ‘bir Hükümdardan bile daha cazip kokmanı sağlarım.’ Yabancının bedenini burunlar için bestelenmiş özel bir senfoniye dönüştüren Mohini, ücretin bir mohur <altın sikke> olduğunu söyledi… Parmakları arasında beliren üç altın parayı gören Mohini’nin soluğu kesildi.” (S. Rushdie, Floransa Büyücüsü”, sa:77) Huzur içinde yatsın : Ölü biri hakkında konuşulurken kullanılan hürmet sözcüğü “Mortati son Papa’nın, huzur içinde yatsın, göreve geldikten sonra son derece liberaal bir insan olduğunu göstermesini hep ironik bulmuştu. Papa belki de yeni dünyanın kiliseden uzaklaştığını hissedereek girişimlerde bulunmuş, kilisenin bilime karşı tutumunu yumuşatmış ve hatta birtakım bilimsel gayeler için para bağışında bulunmuştu.” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:177) “Joao Mau-Tempo, görünmeyen, sis gibi kolunu Faustina’nın omuzuna atıyor, kadın bunu duyuyor, ama hissetmiyor, çekinerek eski bir şarkı söylemeye başlıyor, koro da hazır, kocası Joao’la dansa gittiği günleri düşünüyor, Joao öleli üç yıl oldu, huzur içinde yatsın, o çılgın haliyle bunu diliyor, nereden bilecek ki.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:314) Huzursuz Bacak Sendromu : <Restless Leg Syndrome> Saatler alan, örneğin kıtalar arası uçuşta beliren iki önemli arazdan biri: 1) Saat farkından dolayı uyku durumunda değişiklik, 2) Yürünmediğinden ortaya çıkan dolaşım bozukluğundan ötürü, bacaklarda kasılma, gerilme, hafif ağrı ve titremelerle kendini belirten geçici bir huzursuzluk hissi “Yemek servisinden sonra uçak karanlıklara gömüldü bile. Yolcuların kimi kendilerine dağıtılmış olan lacivert çantadan çıkardıkları göz bantlarını takmış uyuyor, kimi yine aynı çantadan aldığı kalın çorapları giymiş, önündeki ekranda film izliyor. Komedi filmi izleyenler kulaklık taktıkları için kendi seslerini duymadan yüksek sesle gülüyorlar. Önümde oturan beyaz saçlı yaşlı adam ise huzursuz bacak sendromundan mustarip olmalı ki bacaklarını sallayıp duruyor.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:9) Huzursuzca; Huzuru kaçmak : Rahatı, keyfi bozulmak, canı csıkılmak “Süpermarkette alışveriş ederken kuyrukta önünde duran kişinin eski bölümünün başkanı Elaine Winter olduğunu görüyor. Kadının aldıkları koca bir alışveriş arabasını doldurmuş, David’in elindeyse yalnızca bir el sepeti var. Kadın onun selamına huzursuzca karşılık veriyor.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:206) “-Hangi otele götürdü sizi? -Otelde değil, özel bir oda tuttum. -Adam sen de! Herneyse, nereye indiniz? Huzuru iyiden iyiye kaçmıştı Amédée’nin: -Küçücük bir sokağa, herhalde bilmezsiniz, diye mırıldandı. Ne çıkar: kalmayacağım artık orada.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:108) “O akıllı ve derin görüşlü Rudin, Natalya’yı sevip sevmediği, onun için acı çekip çekmediği ve ayrılınca da acı çekeceği konusunda kesin bir söz söyleyecek durumda değildi. Neden kendisini Lovlas’a bile benzetmeden, gerçeği onun için itiraf etmeli, zavallı kızın huzurunu kaçırmıştı.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:35) Hücre: Bir dokunu en küçük birimi; Hapishane odası; Hapishanede tek kişini izole edilip konduğu ceza odası “Nur, Süha’dan çekinmiş. Anlatamamış. Ne olsa annesi. Bana anlatmıştı. Hücreye konulduğunda havasızlıktan sık sık baygınlık geçirmiş. Belki ta o günden istediklerini imzalarmış, ama bu bayılmalar yüzünden konuşamıyormuş.” (A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:37) “İthaf <Mart 1940> Bu acıya dağlar boyun eğer; Akmıyor bak o büyük ırmak, Ama pektir zindanda sürgüler, Onların ardındaki hücreler Ve kasvetten boğulmak. Kimine taze bir rüzgar gelir, Kimine şevk verir günbatımı, Biz her yerde aynı, her yerde bir Bıktırıcı anahtarı işitir, Duyarsız askerin adımını.” (Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.12.05) “UYUMAKTA KENT *** Hatırında mı, hatırında mı o avlu sessiz, o sessiz ev, ortasında bembeyaz vişnelerin? Ah, uzak kaygılarım ve anılarım gereksiz n’olur hapishanemde arta arda dirilmeyin, ben ki kilit altındayım bir hücrede güneşsiz” (Dimço Debelyanov(1887-1916>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.06.07) “Sigara içmemize izin yokmuş, gardiyan bize sigara verdiğini görürse onu hücreye atarmış. Dedim ya, üç gün dişimizi sıkıp dayandık, ama dördüncü günün gecesi pes ettik, nefsimize uyduk.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119) “Bu hücreler, on beşinci yüzyılda burasını yaptırmış olan ve aynı zamanda Jean d’Arc’ın yakılmasını sağlayan Winchester Kardinali’nin eski Bicetre Şatosu’ndan geriye kalanlar. Bütün bunları, önceki gün hücremde beni görmeye gelen ve adeta hayvanat bahçesindeki bir hayvanı seyreder gibi uzaktan izleyen ‘meraklılar’dan işittim. Hatta gardiyan bu gözteriden yüz kuruş para almış.” (V. Hugo, “Bir İdam Mahkümunun Son Günü”, sa:48) “ŞEHİTLER CADDESİ <Jackstraws-Mikado’nun Çöpleri’nden> Üstü açılabilen bir Buick’in direksiyonunda Boynu kırılan Catherine, Memelerinden süt fışkırarak. Dili kesildiğinden beri Ağzı kara bir mağara olan dev Max. Babasının kimse görmesin diye Bir hücrede hapis tuttuğu Barbara. Beni bir kibrit kutusuna Gömün diyen sapına kadar Amerikalı beyzbolcu.” (Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05) “Lakdar hücresinden kaçmış. Şafakta karaltı halinde sahanlıkta beliriyor; herkes başını kaldırıyor; fazla bir heyecan yok. Murad kaçağın yüzüne bakıyor. ‘Olağanüstü bir şey yok. Yakalanacaksın.’ ” (K. Yacine, “Nedjma”, sa:13) Hükela; Hükelaya bak : Ukala, Ukalaya bak, sen benden fazla mı bileceksin? “Bayram durakladı: ‘Ne gayaya möhürlüyorum bunu onbaşım?’ Onbaşı gene kızdı: ‘Hükelaya bak!’ dedi. ‘Ulan burada sahtekarlık mı yapıyoruz? Ne gayaya möhürlüyormuş? Eliyin körü gayasına möhürlüyorsun. Savcılık soruyor dedik ya!’ ” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:133) Hükümet gibi : Etrafa kudret, kuvvet saçan, taş söktüren, sert, herkesi kontrol etmek isteyen kimse “Kızılcık sopalı Sulhiye, tam bir paşa karısıydı. Uzun yıllar doğu ve güneydoğuyu kocasıyla birlikte gezmiş..... askerlere kök söktürmüş, orduevlerine duman attırmış, eskilerin deyimiyle hükümet gibi bir kadındı.... Tayin oldukları her yeni yere varır varmaz yaptığı ilk iş, erlere çeşitli boylarda kızılcık sopaları yaptırmakmış. Yaptıkları kızılcık sopalarının daha sonra oralarında buralarında şaklayacağını bilmeyen erler, götürür kapısına, biraz da yaranmak amacıyla, kucak kucak kızılcık sopası yığarlarmış.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:23) Hüküm giymek : Mahkum olmak, cezaya çarptırılmak “ ‘Yargılama ne kadar sürecek?’ ‘Bana kalırsa iki ya da üç gün. Gerçi, fazla tanık çağırılmış değil, fakat biraz önce de söylediğim gibi sanıkla epey uğraşacağız. Bana kök söktürecek ama başaracağım. Z., hırsızlığa katılmaktan hüküm giyecek. İşte hepsi bu.’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:101) “MACBETH -… Ama böyle hallerde yine burada hüküm giyiyoruz: kanlı dersler vermiş oluyoruz; sonra, bunlar, öğrenilince, dönüp öğretenin başına bela kesiliyor; o şaşmaz elli adalet, zehir koyduğumuz kadehin içindekilerini kendi dudaklarımıza sunuyor.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:21) Hülle : Kamıştan yapılan kulübe (Diyarbakır yöresinde); İslam kurallarına göre kocasından üç kez boşanmış kadının onunla yeniden evlenebilmesi için bir geceliğine başkasıyla nikahlanması “Dicle kıyılarına ‘Hülle’ denilen, kamıştan kulübeler yapılarak, yazlığa karpuza çıkıyorlarmış. ‘Hülle, dedin, tüm kamıştan mı? Yağmur yağınca haliniz nice olur?’ ‘Diyarbakıra yazın yağmur yağmaz,’ dediler. ‘Hiç mi?’ ‘Hiç!’ ” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:10) Hüma : (FARS) Cennetkuşu; Devlet Kuşu; (mec.): Saadet, kutluluk; ‘Hüma-yi beyza-i din’= Hazreti Muhammed; Hüma-ikbal; iyi talih; ‘Hüma-la mekan’: (Mekansız) Tanrı Bk.: Devletkuşu “Bu dünyada Hüma yok olsa bile Baykuş gölgesine sığınmaz kimse.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:41) Hüngür hüngür ağlamak; Hüngürdemek : İçtenlikle, dolu dolu ağlamak; Yüksek sesle, hüngür hüngür ağlamak “Gil arabayı Belediye’ye sürdü, binaya girince doğruca Belediye Başkanı’nın ofisine gittik. Elli beş,elli altı yaşlarında, şişmanlamaya yüz tutmuş, götü göbeği yerinde, dazlak kafalı Hugh Addonizio masasında oturuyordu. Savaş kahramanı olmuş, altı devre senatörlük yapmış, ikinci kez belediye başkanı seçilmiş olan bu koca adam ne yapacağını bilmez bir durumda hüngür hüngür ağlıyordu..” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:78) “İkinci kız Markata diz çökmüş, zayıf kollarıyla annesini sıkıyordu. Küçük kız hüngür hüngür ağladığı için kardeşi Manuel onu azarladı.” (H. de Balzac, “Tefeci Gobseck &Üç Hikaye”, sa:142) “Çocuklarla çalışan hemşireler ve bakıcılar, İndigolar’ın kısa bir ömürleri kalmış muhtaç çocuklara nasıl yardım ettikleriyle ilgili şaşırtıcı öyküler anlatıyorlar. İndigolar’ın o çocuklar hastayken ve ölürken yaptıklarıyla ilgili öyküleri duyduğumuzda hüngür hüngür ağlıyoruz.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:275) “Megan’a, ‘Bin,’ dedim. Arabaya atladı, onu ben izledim. Joanna motörü çalıştırdı. Oradan uzaklaştık. Küçül Katır Tırnağı’na erişerek, salonun camlı kapılarından içeri girdik. Megan bir koltuğa çökerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Çocuklara has o heyecanla ağlıyordu.” (A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:72) “NİNA -... Oturalım da konuşalım, doya doya. Ne güzel burası, kuytu, rüzgarı işitiyor musunuz? Bir cümle vardır Turgeniev’de: ‘Böyle gecelerde, sıcak bir köşesi, bir yuvası olanlara ne mutlu!’ Bense bir martıyım... Yok, değil. (Alnını oğuşturur.) Ne diyordum... Ha, Turgenyev... ‘Tanrı tüm baraksızların yardımcısı olsun...’ Neyse. (Hüngür hüngür ağlar.) (A. Çehov, “Martı”, sa:92) “Paşa hatun Erzurum’daydı ve Mevlana hanedanının dostlarındandı. Çelebi hazretlerini çok seviyordu ve onun toprağını öpmeyi canın Kıblesi yapmıştı. Bir müddet de birbirleriyle sohbette bulunmuşlardı..... Çelebi hazretleri üç gün üç gece iftar etmemişti. Sabahleyin herise <keşkek> istedi. Elini yemeğe uzatınca: ‘Yazık! Paşa hatun öldü’ deyip elini yemekten çekti ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:292) “Hastalığı, kafasının içini kaplayan bir sisten ileri geliyormuş, doktorlarla, papaz efendi de çare bulamamışlar. Hastalığı arttığı zamanlar zavallıcık başını alıp yapayalnız, deniz kıyısına gidiyordu. Sonunda da gümrük teğmeni devriye gezerken onu çakılların üstüne yüzükoyun yatmış, hüngür hüngür ağlarken bulmuş. Evlenince bu hali geçti dediler.” (G. Flaubert, “Madam Bovari”, sa:122) “Genç kız bir an yontu gibi dondu kaldı, gözlerini Kazak delikanlının gözlerine dikti. Sonra şaşkınlıktan kurtularak, pamuk kollarını sevgilisinin boynuna doladı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ancak sevmek için yaratılmış, yüreğinin sesinden başkasını dinlemeyen, yüce duygulu bir kadın böyle davranabilirdi.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:96) “Şakro avazı çıktığı kadar bağırdı. Ben sandalın çalınmış olduğunu unutmamıştım. Bunu hemen ona da hatırlattım. Sustu, az sonra da hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ne yaptıysam yatıştıramadım.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:124) “ ‘Beş gömlek, üç mendil,’ dedi. ‘Verdiklerin bu kadardı, ben de bu kadar getirdim.’ Sonra dolabın gözünü yavaş yavaş kapattı. Dolaba eliyle dayandı. Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Fenalık geçiriyor gibiydi.” (F. Grillparazer, “Fakir Çalgıcı”, sa:66) “Zaten hıncını alacak birşey arayan Mahmut, hazır foku bulunca, koca bir sopayla saldırıya geçti. Fok kaçamıyor, çünkü yavrusunu bırakamıyordu. Mahmut sopayı fokun başına vuruyordu. Fok bir insan gibi hüngür hüngür ağlıyordu.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:40) “Bunu duyar duymaz paltoma yapıştı, masamın üstüne kapandı hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. Nedenini bilmiyordum ama üzüntüsünün içten olduğu belliydi.” (O. Henry, “viski soda”, sa:89) “Ve Seniha bunları söylerken, Hakkı Celis’e, öyle bir tavırla ve o kadar derinlere giden bir bakışla baktı ki, zavallı çocuk neye döndüğünü bilemedi..... kendini tutmak istedi, başaramadı, oturduğu yerde, dirsekleri dizlerine dayadı, başını elleri içine aldı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:203) “İsa yaşlı mal sahibine allahaısmarladık demek için elini uzattı ama Ananias ayaklarına kapandı. ‘Efendimiz,’ diye mırıldandı, ‘bağışla beni’, derken hüngür hüngür ağlamaya başladı.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:232) “-Ay, ama, bırak. Annemin ölüm haberi olmasaydı. -Ne yapardın? -Zil takıp oynardım, sevincimden, hüngür hüngür ağlardım.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:78) “Ertesi gün Memet keçiyi öteki köydeki Duran Efendiye sattı. Evden ölü çıkmış gibiydi. Kadın hüngür hüngür ala keçi için ağlıyordu. Memet de eve gelemiyordu. Kadının yüzüne bakamıyordu.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:7) “Arkamda bıraktığım oğlanı benim gibi ıstırap çekmeye terk edebilir miydim? Hayır. Onu, beni yaşadığımdan daha ılıman ve insancıl bir hayat sağlayacak bir sistemde bırakmalıydım. Ama, içimde kendimi hasta hissediyordum. Polisin iznini rica ettim ve odama kapanarak hüngür hüngür ağladım.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:192) “Romantiklik <Sanki görüyor gibiyim de...Nerede? Ruhumun gözleri önünde.> Shakespeare ---------------Sanki ölü bir kaya. Çevirmez gözünü bizden yana. Da ateş açar gözleriyle etrafına. Çağıl çağıl akıtır gözyaşını; Sanki bir şeye sarılmakta, bir şeyi tutmakta; Kahkahalarla gülüyor, hüngür hüngür dökerken gözyaşı.” (Adam Bernard Mickiewicz<1798-1855>-Dr.O. Fırat Baş; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.11.05) “Bir keresinde ayrılık anında hüngür hüngür ağlayarak kapının yanındaki kalorifer borusuna elimle bütün gücümle yapıştığımı, herkesin başıma toplanıp tatlılıkla beni kandırmaya çalışarak ve biraz da zor kullanarak elimi boyudan ayırmaya çalıştığını, yaptığımdan çok utanmama rağmen uçuruma düşmemek için son anda dala tutunan resimli roman kahramanları gibi boruyu uzun bir süre bırakmadığımı hatırlıyorum.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:91) “İki oda hizmetçisinin arasına sıkışmış duran Boston polis şefi John Kurtz derin bir nefes alarak kendine yer açmaya çalıştı. Cesedi bulan kişi olan sağındaki İrlandalı kadının hüngür hüngür ağlaması ve şefin bilmediği (çünkü Katolikti.) ve anlayamadığı (çünkü kadın ağlıyordu.) dualar okuması, Kurtz’ün ense tüylerini diken diken etmişti.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:15) “Yalın ayak yataktan fırlayarak: -Ne! diye gürledi. Adamlarımı özür dilemek üzere ona gönderecekmişim, o da ister bağışlayacak, ister cezalandıracakmış ha! Kendini ne sanıyor bu adam? Kimin karşısında olduğunun farkında mı? Ben onu... Ayaklarıma kapanıp hüngür hüngür ağlatmazsam! Troyekurov’la aşık atmanın ne demek olduğunu göstereceğim ona!” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:16) “Bardağını masaya koyarak Kern’in gözünün içine baktı. ‘Bir bu eksikti,’ dedi, ‘nerdeyse hüngür hüngür ağlayacaksın. Yahu sende hiç terbiye yok mu?’ Kern, ‘Ağlamıyorum,’ diye karşılık verdi. ‘Ağlasam bile, her şey vız gelir. Ama lanet olsun, ben hep Steiner’i döndüğümde bulacağım diye düşünmüş durmuştum.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:516) “Marki, yaşlı gözlerle gelip karısını öptü. -Sevgilim, ölmeden önce torunlarımızı göreceğiz, dedi. Hüngür hüngür ağlıyordu zavallı ihtiyarcık. Tanrı bilir ya, beni bu hale koyan, ‘çulsuzun biri olmayacağım artık’ düşüncesi değil... Tazminat yasasının çıkması kesinleşti, iki milyonun olacak.” (Stendhal, “Armance”, sa:29) “Barberini galerisindeki ikinci portre, Guido Reni’nin yapıtıdır. Bu, pek çok kötü resmi bulunan Beatrice Cenci’nin portresidir. Bu büyük ressam, Beatrice’i boynuna, anlamsız bir kumaş parçası koymuş, başına bir sarık gerçirmiştir..... Başı sevimli ve güzel, bakışları çok tatlı, gözleri çok iridir. Hüngür hüngür ağlarken yakalanmış bir kimsenin şaşkınlığını gösteriyor.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:65-6) “Davud bunu işitince feryad edip o kadar şiddetle ağladı ki, bunun tesiriyle yerde biten bitkiler yerlerinden koparak dağıldılar. Bundan sonra Tanrı onu affetti. Onun bu günahı yazılı olup, her zaman okur ve eklemleri birbirinden ayrılacak derecede hüngür hüngür ağlardı.” (Taberi, “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi”, Cilt:II, sa:696) “Kendi sesimden başka cevap alamadım. Gece yarısı dağ başlarında yapayalnız kalmıştım. Üzüntüden, çocuk gibi, hüngür hüngür ağladım.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:61) “Aynı günün akşamı sofradan kalkar kalkmaz, Angélique iyice keyiifsiz olduğundan yakınarak odasına çıktı. Öğleden önce çektiği yürek çarpıntıları, benliğiyle yaptığı savaşlar onu bitkinleştirmişti. Hemen yattı; yok olmak, yitip gitmek gereksinmesiyle, umutsuzluk içinde, başını yorgannın altına soktu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:11) “Aklına yeni yeni şeyler geliyor, kendi kendine konuşuyor, tuhaf şeyler söylüyor, seviniyor, inliyor ve kız kardeşinin kendilerine yaptığı bu sürpriz karşısında duygulanarak hüngür hüngür ağlıyor.” (S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:20) “Bir çeşit tanrı sevinciydi, bu... O sarı yüzlü oğşanlardan biri korkudan mosmor olmuş suratla gelip de yılan ısırmasından davul gibi şişmiş ayağını kesmeden kurtarmam için hüngür hüngür ağlar ve ben de bunu başarırsam hayatımın gerçekten güzel bir anını yaşardım.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:30) Hürmüz-i Tacdar : (PERS. MYTH.): Doğu edebiyatında kendisinden önce tülbent giyen Şah’ların aksine, ilk defa görkemli bir altın taç taktığı için kendisine ‘Taç sahibi Hürmüz’ anlamına gelen ‘Tacdar’ da denmiştir. Adalet simgesi Nuşirevan’ın torunudur. Zulmünden dolayı tahtından indirilmiş, gözlerine mil çekilmiştir. “Vaktiyle Hürmüz’e sordular: ‘Babanın vezirlerinde ne kabahat buldun da, tuttun hepsini hapse attırdın?’ Cevap verdi hükümdar: ‘Bilmiyorum bir kusurları var mıydı? Ama benden için için korktuklarını gördüm.... Beni ortadan kaldıracaklarından korktum. Bilgelerin sözüne uydum. Şöyle dedi bigeler: ‘Savaşta hepsini haklasan bile, Senden korkan birinden kork ey bilge! Ne zaman ki bir kedi aciz kalır, Kaplanın gözünü bile çıkarır! Yılan da ezileceğinden korkar, Korktuğundan dolayı çobanı sokar!’ ” (Sa’di, “Gülistan”, sa:50) Hüsnü kuruntu : Aşırı iyi niyetle, saflıkla sonucu iyi olarak betimleme “O zaman, ancak otuz sekiz yaşında bulunan ev sahibesinin, bu gibi içten pazarlıklı insanlarda zamanla dehşet verici bir ‘kendini beğenmezlik’e dönen kimi düşünceleri ve ‘hüsnü kuruntuları’ vardı. Piskopos danışmanı, Matmazel Gamard’la hoş geçinmek için ona hep aynı ilgileri, aynı gurur okşayıcı pohpohlama siyasetini göstermek, ‘kusursuz ve yanlışsız’ olma bakımından Papa hazretlerinden daha ileri olmak gerektiğini anladı.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:49) “Cizvitlerin, ‘bana çocuğun aldığı eğitimi söyle sana yetişkin halinin dini inançlarını söyleyeyim’ diye böbürlenmeleri, hüsnü kuruntunun ürünüdür.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:14) Hüsrana uğramak : Düşkırıklığına uğramak, acı çekmek “Tüm bu ayrıntıları hatırlamıyorum. Ama emin olduğum bir şey var, hiç de senin cesaretini kırmaya çalışmıyordum. Tam tersine, binanın girişinde beni öpmeni istemiştim, bunu yapacağına emindim ve yapmayınca hüsrana uğradım. Bunu unutmadım işte.’ ‘İçimde hala pişmanlık sancısı duyuyorum. Düşünebiliyor musun? Kaç yıl sonra?’ ‘Saymayı boş ver! Geçen sadece yıllar olmadı, ömürler, peş peşe ömürler geçti...’ ” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:105) Hüthüt Kuşu : Ilıman ve sıcak iklimlerde yaşayan, uzun kıvrık gagalı, kısa kanatlı, böcek yiyerek yaşamını sürdüren bir kuş; İbibik; Çavuş Kuşu. Ezra Erhat, Mitoloji Sözlüğü’nde, sa:13, bahseder: “Prokne ile Philomela, Atina kralı Pandion’un kızlarıdır. Prokne, Trakya kralı Tereus ile evlenir ve Itys adlı bir oğulları olur. Ama, Tereus, Philomela ile de sevişir ve olup biteni kız kardeşine anlatmasın diye dilini koparır. İki kız kardeş Itys’i kesip babasına yedirerek öc alırlar. Tanrılar, Prokne’yi bülbül, Philomela’yı kırlangıç (başka metinlere göre, adı ‘güzel sesli’ anlamına gelen Philomela, bülbül’e), Tereus’u da hüthüt kuşuna dönüştürürler. “Irak İçin Yirmi Beş Ağıt Kızım! Kızım! diye okşuyor Sony DV kamerasını Pilleri daha soğumamış İşaret lambası kırmızı. Kızım! Kızıysa 12 yaşında, karyolasında, İngiliz mezarlığı üzerindeki Hüthüt kuşu gibi inliyor.” (Robert Minhinnick<d.1952>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.03) “DİLEKLERİM (441) ------------------Sen anlat ince mutrip ne kaldıysa gazelden Gönülden say böylece; böyledir arzum benim Ey Tebriz’e onur Sems! Şol doğudan yüz göster Ben Hüthüt sen Süleyman! Ötmektir arzum benim” (Mevlana -Celaleddini Rumi-<1207-1273>-İsa Nurazer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.05.07) -Tüm Hakları Saklıdır-
Benzer belgeler
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
“İKSİON - Bu gece bir başka rüya daha gördüm. Sen de vardın, Nephele. Kentaurlarla savaşıyorduk.
Bir tanrıçanın, hangisi bilmiyorum, oğlu olan bir oğlum vardı...
BULUT - Yazgın belirlenmiş. Ceza gö...