Darkthrone
Transkript
EMPEROR OF THE VOID Merhaba, Uzun ve yorucu bir ayın ardından yine beraberiz (yazıya klişe cümleyle başlama klişesi). Bu ay özellikle doksanlarda yeri göğü inletmiş olan efsane isim Bryan Adams’la şık bir röportaj yaptık ve kendisini kapağa taşıdık. Çok özel bir röportaj olmasa da güzel oldu. Bu ay iki bombamız daha var ki, Emre’nin süper sorularıyla şölene dönüşen Enslaved röportajı ve Ayşenur’un kıvrak sorularına her zamanki üslubuyla yanıt veren Fenriz’in arz-ı endam eylediği Darkthrone röportajı. Enslaved’ı her zaman işine inanılmaz ciddiyet gösteren bir grup olarak görmüşümdür, röportajda da yanılmadığımı gösterdiler. Ivar ve Grutle’ın samimi yanıtlarında kaybolduk dergice. Darkthrone röportajımızda ise Fenriz’in yine “dolu” olduğunu anlamak mümkün :) Dergide de göreceğiniz üzere, yabancı isimlerle yaptığımız röportajların orijinal İngilizce metinlerini de yayınlıyoruz Türkçe çevirisinin yanı sıra. Bunun nedeni, diller arası farklılıklardan kaynaklanan olası çeviri kısıtlamaları nedeniyle röportajları orijinal diliyle okumak isteyen okurlarımızı da (aranızda var böyleleri biliyorum, bizim yazarlarımız arasında bile var hatta :)) düşünüyor olmamız. Orijinal metin her zaman iyidir. Bu ay acar yazarımız Baha da çok babayiğit bi hareket yaparak 2008’de yayınlanmış en dikkat çekici 50 albümü, kendi yorumlarıyla birlikte listeledi. Güzel bir dosya oldu, ben bile habersiz olduğum bir çok albüm gördüm dosyada. Geçtiğimiz Rock Station Festivali’nde Türk dinleyicisiyle buluşan Alman topluluk One Bullet Left, önümüzdeki aylarda yayınlamayı planladığı ve çalışmalarına çoktan start verdiği ilk albümü için ülkemizden sürpriz bir isimle düet yapıyor. Son dönemde yayınladığı solo çalışmasıyla dikkatleri iyice üzerine çeken sanatçımızı henüz resmi duyuru yapılmadığı için sürpriz olarak saklıyoruz :) Geçtimiz ayın üzücü haberi Rolling Stone Türkiye’nin yayın hayatına son vermesiydi. Aynı gruba bağlı 6 dergiyle beraber (ki bunlar arasında şık sinema dergisi Empire da bulunuyor) yayını durdurulan Rolling Stone, ülkemizde yayınlanan müzik dergileri arasında önemli yer teşkil ediyordu. Yaşanan ekonomik krizin basılı dergileri daha fazla vurmamasını diliyoruz. Gelecek ay görüşmek üzere... Selim Varışlı :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ :: SELİM VARIŞLI [email protected] :: YAZARLAR :: ATİLLA ÇELİK, AYŞE NUR, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DENİZ ERATAK, DERYA OKUMUŞ, EGEMEN LİMONCUOĞLU, EMRE AKPOLAT, EMRE DEDEKARGINOĞLU, ERDEM YABAŞ, FATİH KANIK, GÖKÇE DERELİ, GÜVENÇ ŞAHİN, İPEK ATCAN, MELİS SARILAR :: FOTOĞRAF :: DERYA ENGİN :: www.myspace.com/shae666 SERHAT HOŞGÜL :: www.serhathosgul.net TUNCAY AKTÜRK :: juliangraves.deviantart.com :: İLETİŞİM :: E-Mail: [email protected] | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline RÖPORTAJ SELİM VARIŞLI ÇEVİRİ EGEMEN LİMONCUOĞLU - Son albümünüz "11" ile başlamak istiyorum. Özellikle dinleyicilerin yorumları nasıldı? Bryan Adams: İyi karşılandı. Neredeyse bir yıla yakın bir zamandır pek çok ülkeyi kapsayan bir turnedeyiz. Şu anda bir dizi akustik konser vesilesiyle Amerika’yı turlamaktayım. - Turneniz nasıl geçiyor? Albüm sonrası çıktığınız "11 Days, 11 Cities" turneniz nasıldı? B.A: Sadece ben ve akustik gitarım var sahnede tam 2 saat boyunca. Müthiş eğlenceli olduğunu söylemeliyim. Sanırım bir süre daha böyle konserlere devam edeceğim. - Keith Scott ile kariyerinizin başından beri birliktesiniz. 2006'da aldığınız Juno ödülünü de ona ithaf etmiştiniz. Bu kadar uzun zaman beraber çalışmak müzik dünyasında sık rastlanan bir durum değil. Bu uzun birliktelik hakkında neler söylemek istersiniz? B.A: Benim için bir kardeş gibidir Keith. Eğer onunla çalışmıyorsam müzikal yeteneğinin ve katkısının eksikliğini fazlasıyla hissediyorum. Ve ayrıca söylemeden olmaz, müthiş bir espri anlayışı da vardır. - Pop müzik sahnesinde olsanız da özellikle seksenlerde ve doksanların başında Rock'a daha yakın duruyordunuz ve birçokları tarafından Rock müzisyeni olarak tanındınız. Siz kendinizi hangi tarafa yakın görüyorsunuz? B.A: Benim için hava hoş. Müzik müziktir. Eğer günün sonunda zaman testinden geçebilen şarkılar yazabilmişseniz bence doğru şeyi yapmışsınız demektir. Başka bir deyişle eğer 20 yıl once yazdığınız şarkılar hala çalınıyorsa, onları hangi müzik türüne dahil ettiğiniz çok da umrumda değil. Önemli olan müzik ve bu da başlı başına fantastik bir şey. - Gazze'de yaşanan savaşa (ya da soykırıma) hassasiyetinizi biliyorum. Bu konuda neler söylemek istersiniz? B.A: Böylesi haksız ve yüzlerce masum çocuğunun ölümüne neden olan bir olay hakkında ne denebilir ki? Hele tüm bunlara engel olunabilecekken bu hale gelmesine izin verilmesine. Birileri savaş suçlusu olarak Lahey Savaş Suçları Mahkemesi’nde hesap vermeli. - Türkiye konserlerinizi hatırlıyor musunuz? Özellikle 1992 İstanbul konseriniz bugün efsane olarak anlatılır. Ayrıca aynı dönemde 'Do I Have To Say The Words?' parçanıza İstanbul'da bir klip çekmiştiniz. Özel bir hikayesi var mıydı? B.A: Hatırlıyorum, hem de çok iyi hatırlıyorum o konseri. Türkiye’de bu büyüklükte konser veren ilk bizdik ve çok sıradışı bir geceydi. Tüm seyircilerin ellerinde maytaplar olduğunu hatırlıyorum. Ve eğer yanılmıyorsam konser alanına izleyicilerin alınmasının epey uzun sürmesi nedeniyle oldukça geç start alan bir konser olmuştu. Hala o konserin hatırlanması çok hoşuma gitti açıkçası. Bizim için de muhteşem bir geceydi çünkü. - Biraz da insanlık tarihinin en ünlü parçalarından biri olan 'Everything I Do'dan söz edelim. Bir çok insanın hayatının belli bir dönemine soundtrack olan bu şarkı için bugün dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz? B.A: Yazdığım günden çok da farklı bir hissiyatım yok şarkıya karşı. Güzel bir şarkı ve nerede kaydettiğimiz aklıma geldikçe hala gülümsüyorum. (Kuzey Londra’da uyduruk bir stüdyoda kaydetmiştik). İşin ilginç yanı şarkıyı tamamen yazmam sadece 45 dakikamı almıştı. - "Robin Hood Prince Of Thieves" filmi için neler düşünüyorsunuz? Sizin parçanızla en iyi şarkı dalında Oscar'a aday gösterilmişti. Öte yandan başroldeki Kevin Costner'a da en kötü erkek oyuncu ödülünü getirmişti. B.A: Filmle çok ilgilendiğimi söyleyemem. Bir filmdi işte. - Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz efsanevi müzik adamı Michael Kamen ile birlikte çalışmıştınız. Onunla çalışmak nasıldı? B.A: Sevgili Michael. O da bir diğer kardeşimdi. Onu kaybedeli bir kaç yıl oluyor ve açıkçası onu gerçekten özlüyoruz. Onunla bir numara olmuş üç tane şarkı yaptık ve hatta iki tanesi Oscar’a da aday olmuştu. Ne diyebilirim ki. Onunla çalışmak hiçbir zaman bir iş gibi gelmedi bana, her zaman müzik ön plandaydı. Sınırsız müzik. - Büyük bi Slayer hayranı olduğunuz doğru mu? Slayer bir albümünü size ait The Warehouse Studio'da kaydetmişti ve sanırım söylentiler bundan sonra çıkmıştı. B.A: Evet, doğru. Ama ne var ki uzun zamandır dinlememiştim onları. İyi oldu bak hatırlattığın, şimdi gidip “Reign In Blood” albümünü koyacağım. - Fotoğrafçılığa devam ediyor musunuz? B.A: Her zaman. Bu ay bir sürü çekim yapacağım ve yılın kalanı için de epeyce planlarım var. Umarım hepsini gerçekleştirebilirim. - Sizi yeniden bir filmde oyuncu olarak görme ihtimalimiz var mı? B.A: Pek yok gibi. Tabi eğer “Yaşayan Ölülerin Dönüşü” için bir zombiye ihtiyaçları yoksa. - Savaş sonrası Vietnam'da konser veren ilk batılı sanatçıydınız. Nasıl hissetmiştiniz? Konserden neler hatırlıyorsunuz? B.A: Konser alanının neredeyse yarısının polis dolu olduğunu hatırlıyorum. Ama çok iyi bir atmosfer vardı onu da eklemeliyim. Tekrar orada sahne almak güzel olurdu. - Yaklaşık 30 yıllık solo kariyerinizden sonra bugün dönüp baktığınızda geçmişe ve geleceğe dair neler düşünüyorsunuz? B.A: Kulağa hoş geliyor! Bir “rocker” olmaktan daha iyi bir iş biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. - Röportaj için teşekkürler. Eklemek istedikleriniz varsa söz sizin... B.A: Bir gün tekrar Türkiye’ye gelmek istiyorum. Lütfen oradaki dostlarıma selam söyleyin benden. Orada verdiğimiz konserleri hiç unutmadım. - Let's start with your recent album "11". Especially how about reactions you receive from your fans? Bryan Adams: It's been well received, we've been touring it all over the world for nearly a year now. I’m doing a series of acoustic concerts at the moment, mostly in the USA. - How is everything going with your shows? And how was your "11 Days, 11 Cities" tour as far as we know you started right after the release of "11" record. B.A: I'm in the USA now doing another acoustic show, which is simply me and an acoustic guitar for 2 hours. It's been incredible fun, I'm going to continue this for awhile. - You're working with Keith Scott since you've started your carrier. What do you want to say about this? You were dedicated him the Juno Award which you won in 2006. B.A: The guy is a brother to me, I miss his musicality when I'm not working with him, and he has an excellent sense of humour. - Especially in 80's and early 90's, your music were more close to classic Rock scene. And too many people know you as Rock musician but you're also related to the Pop music scene. Which do you prefer? Or i'd better ask you prefer any of this categories? B.A: I'm fine with that, listen music is music, at the end of the day it's all about songs, if the songs pass the time test the you've done the right thing. In other words, if songs you recorded 20 years ago are still being played, i don't care what category you want to put them in. it's all music, which is fantastic. - I know your sensitivity about the war (or massacre) on Gaza. What do you want to say about that? B.A: What can be said for this situation other that it's incredibly unjust and hundreds of innocent children have died and it could have all been avoided. someone needs to answer for this in the Hague war crimes tribunal. - Do you remember about your Turkey shows? Especially your 1992 Istanbul concert still told as legend. Besides you shot a video to 'Do I Have To Say The Words?' Are there any special stories about that? B.A: Yes, i remember it very well. We were the first artists to play a big show in Turkey and it was an extraordinary night. Everyone had sparklers and i also remember it being a very late show due to the venue not being able to get the people in properly, but it was all good in the end. I'm glad to hear people remember that night, it was incredible for us too. - Let's talk about the song which is one of the most popular songs of history of mankind, 'Everything I Do'. This song was a soundtrack of too many people's life. So what do you think about this song today, after all these years? B.A: I think the same of it now as I did when i wrote it. It's a pretty song and it makes me smile when i think of where we wrote it (a really dumpy studio in north London) and that it only took 45 minutes to write in its entirety. - You also worked with legendary music-man Michael Kamen. How was working with him? B.A: Dear Michael. He was another brother. Michael passed away some years ago and he is deeply missed. We wrote three number one hits together and two of them got Oscar nominations. What more can I add, other than to say working with Michael was never work, only music. Unstoppable music. - What do you think about the movie "Robin Hood Prince Of Thieves". It was nominated to Oscar with your song. On the other hand, Kevin Costner wins the Razzie award (worst actor) and Saturn Award (best actor) with this movie too. B.A: I didn't mind the film it was OK. - There are some rumours about you're a huge Slayer fan. Is that true? They recorded an album at your studio Warehouse and i guess rumours started that you're a Slayer fan right after that. B.A: Yes it was true, however I haven't listened to them for awhile, thanks for reminding me i'll go and put on my CD of Reign in Blood. - Are you still interested in or working about photography? B.A: All the time, i'm shooting most of this month and have lots of things lined up for this year. I hope they all come together. - Is there any possibility to see you as a movie actor again? B.A: Not likely, unless they want a zombie for 'Return Of The Zombies'. - You were the first western musician who played at Vietnam after the war at 1994. How did you feel? What kind of things you remember from that concert? B.A: I remember it being half police in the venue, but generally a really good vibe. I'd like to go back again. - After your solo career about 30 years approximately, what do you think about this 30 years of rockin n rollin'? ...and the future? B.A: Sounds good to me! Can you think of a better job than a rocker’s? I can't. - Thank you so much for the interview. If you want to add something... B.A: Look forward to coming back to Turkey some day. Please say hello to my friends, and say that i’ve never forgotten the shows we have done there. “BENİMLE ÇALAR MISIN?” SONA ERDİ Metin Türkcan’ın vokal olma yolunda attığı güzel bir adım olan ve ileriki dönemlerde de sıkça haberlerini alacağımıza benzeyen “Metoboy” projesi düzenlenen seçmeler 23 Aralık 2008 günü Kemancı’da gerçekleşti. 17 yaşındaki basçı Berkhan Ay ve 20 yaşındaki davulcu Ozan Demir’in seçilmesiyle son bulan bu yarışma ile Metoboy’un da temelleri atılmış oldu. Proje nasıl başladı ve Metin Türkcan bu konu da neler düşünüyor bir de kendi ağzından dinleyelim… Böyle bir yarışma düzenleyip yeni bir grup kurma fikri nereden çıktı? Grup kurma fikri benden çıktı, böyle bir yarışma olması ise Çiğdem Şener (reklamcı) arkadaşımın aklına gelen cici bir fikir. benimlecalarmisin.com adresindeki çizimimden ayrıntılı bir şekilde “ne nasıl oldu”yu da öğrenebilir ilgilenenler... İPEK ATCAN Katılan isimleri elemek zor oldu mu? Pek kolay oldu diyemem, zorlandık epey, son ön elemelerden sonra ben pek karışmadım, güvendiğim arkadaşlarıma bıraktım bu zor işi :) Önümüzdeki dönemlerde neler yapmayı planlıyorsun? ‘Planlar şunlar’ diyemem ama kısa vadede stüdyoda provalar yapacağız ve çıkıp çalacağız yeni grupla beraber inşallah... Seçtiğin isimleri senin açından bir dinleyebilir miyiz? Pek de ben seçtim diyemem, onlar kendileri o gece yaptıkları performanslarıyla gelen arkadaşlarımın beğenilerini zaten kazanmışlar. Benim ilk baştan beri tahmin ettiğim gibi oldu yani. Sahne başka bir durum... Pentagram ve Şebnem Ferah ile çalışmaya devam edecek misin? Tabii ki devam edeceğim, nasıl bir soru bu :) Benim hem Şebo’yla hem Pentagram’la ilişkim çalışmak falan değil. Bu abinle kardeş olmaya devam edecek misin gibi tınladı bana. Biz arkadaş da değil artik aileyiz diyebilirim çok rahat bir şekilde... GÖKÇE DERELİ “Ne kadar uzağa kaçabiliyorsan o kadar uzağa kaç çünkü mutluluk artık bu şehirde değil.” “ALBÜM”ün teması olabilecek bu sözü bir anlamda yaşadı FOMA. Türkiye’deki kuralcı ve kendilerinden başka herkesin karar verdiği bir albüm yapmak yerine, soğuk ülkelerden kendi istediklerini yaparak döndüler. Üstelik “ALBÜM”ün en uzun şarkılarından biri olan ‘Opus 8’e Apocalyptica’yı da dahil ederek geldiler. Geçen yıl çıkardıkları EP Rolling Stone dergisi tarafından “Yılın En İyi Rock EP”si seçilen FOMA, yeni albümleri “ALBÜM”ü –biraz gecikmeyle de olsa- Şubat ayında Elec-Trip etiketiyle yayınlıyor. Bu aralar biraz da krizin etkisiyle müzik piyasasında dinlenebilcek albümlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, açıkçası ilaç gibi bir albümle geldiklerini söyleyebiliriz. Peki ne yapar bu FOMA, kimdir, nedir, elektro destekli, klasik kaynaklı, üstüne hafif distortionla karman çorman bir müzik mi yapıyor? Her şeyden önce kendi istediklerini yapıyorlar. Belki de en büyük artılarından biri bu. “ALBÜM” için şunu söyleyebiliriz ki ne önüne, ne de arkasına herhangi bir sıfat eklemeye gerek yok. “Rock” işte... Temiz, saf, sert ve “Evet içimize sinerek yaptık” dedikleri bir müzik. FOMA’nın nasıl kurulduğuna gelirsek, Mavisakal’dan tanıdığımız Murat Tümer ve Batur Yurtsever yanlarına Tanju Eren’i de alarak üretkenlikleri de üst seviyelerdeyken “haydi tamamen bize ait bir şeyler yapalım” düşüncesiyle kurulmuş ilk başta. Ardından grup Evren Uysal’ı da ekibe dahil edip. Haydi çalalım diye yola çıkmışlar. İlk EP’nin ardından olumlu geri dönüşler alan grup, bu arada boş durmayıp “ALBÜM”ün kayıtlarını yapmaya başladılar. “ALBÜM”den biraz bahsedersek –ben dinledim ordan biliyorum:P- Tabii ki en büyük bombalardan biri yazının başında söylediğim gibi Apocalyptica. ‘Opus 8’ isimli, albümün en uzun şarkısında FOMA’ya eşlik eden Apocalyptica’yı tanımayan yoktur herhalde. Daha önce Rammstein, HIM, Rasmus gibi gruplarla çalan Finlandiya’lı ünlü grup. ‘Opus 8’de de gayet olmazsa olmaz bir performans sergilemişler. Diğer sürprizler bir diğeri ise İmer Demirer’in trompetiyle eşlik ettiği ‘Hayır Diyemedim’ ve bir de daha önce Aylin Aslım’dan dinlediğimiz, Tanju Eren bestesi olan ‘Hala’ var ki; sarhoş kafayla, sevgiliden ayrıldıktan sonra dinlenmeyecek parçalar arasına rahatlıkla girer. Kısacası hala bu şehirde yaşamak zorundaysanız, ve söylemek istediklerinizi ifade edebilcek cümleler arıyorsanız Şubat’ı bekleyin. Belki de birileri sizin yerinize bunları haykırmıştır… EMRE DEDEKARGINOĞLU The Cure denince aklımıza neler gelir? Robert Smith? Dışarı taşmış ruj, dağınık saç ve ifadesiz bir yüz renginin anti-imaj kokan birleşimi? Gothic Rock? Faith? Pornography? Wish? Disintegration? Türkiye’de The Cure bilenlerin %90’ı için sadece Love Song? Post-Punk tarzıyla başlayan ve ilk albümünde gayet basit ve minimal bir müzik yapan The Cure’un, Seventeen Seconds ile müziğini yoğun bir duygu seliyle vaftiz etmeye başlaması ile oturttuğu o farklılığı, grup üyelerinin yaşamlarındaki gerilimlerle doğru orantılı olarak bestelenen Faith gibi sis grisi ve Pornography gibi kan kırmızısı iki albümle iyice nitelendirilmişti. Hala basit ve minimalist bir anlayışları vardı ama o Robert Smith’in o kırılgan vokaliyle vaftiz ettiği müzikleri artık yerine umarsız, depresif ve rahatsız bir hal almıştı. Gothic Rock’ı şekillendiren albümlerden görülen bu iki albüm sonrasında Robert Smith, The Cure’u farklı yönlere çekerek müziğini devam ettirdi ve dinleyicisiyle arasında özel bir bağ oluşturdu. (Tabii grubu sadece Love Song’dan ibaret gören dinleyicileri burada sayamıyoruz.) The Cure karanlığa farklı anlamlar yükleyebilen bir grup... Yani, bir Disintegration’dur, bir Faith’dir, bir Pornography’dir, Bloodflowers’dır, bu albümlerden alınan tadı başka bir grup henüz veremedi. Bakıyorsunuz, basit albümler, direkt, ulaşılır ama atmosfer olarak ezici ve rahatsız edici bir havaları var. O yüzden herkes içine giremiyor. Bu tamamen The Cure’a has bir melankoli... Yedi dakika boyu tekrar eden statik ve umut kırıntısından yoksun Faith’in melodilerini, şair edasıyla canlı performanslarda uzatarak onca seyirciyi değil sıkmak direk hipnotize edebilen bir melankolidir bu... Dolayısıyla The Cure’un karanlık şarkılarını her zaman baş ucu eserleri yapan birçok dinleyici var. Ha, The Cure hep böyle mi müzik yaptı? Hayır. Robert Smith yeri geldi bol bol pop müzik enjekte etti şarkılarına, Let’s Go To Bed gibi garip ama eğlenceli bir şarkı yayınladı ya da Pop-Rock ekseninde neşeli birçok şarkı da yaptı. Geçen sene, geleneksel The Cure dört sene arayla albüm çıkarma yılıydı. En son 2004 senesinde The Cure adlı albümlerini çıkartmıştı grup, genel çizgilerine göre biraz sert olan albüm karışık görüşler almıştı. 2008’in sonlarına doğru sessiz sedasız yeni albüm 4:13 Dream çıktı. İngiltere’nin en özel dörtlülerinden birisinin on üçüncü albümü olmasından referans olarak verilen albümün ismi bir yana, albümün çıkmasından önce Robert Smith bence üzerinde durulası bir açıklama yaptı. Albüm için tam otuz üç şarkı kaydedilmişti, ve Smith “Yedi dakikalık gayet düşük tempo şarkılar var, bunun yanında gayet tempolu ve hareketli şarkılar var.” demişti ama asıl derdini sonra belli etti; “İçimden bir ses diyor ki ‘Olabilecek en piyasa şarkıları albüme koy ve insanları tekrar The Cure dünyasına çek.’, başka bir ses ise ‘S..tir et, tüm kıyameti ve kederi CD’ye koy.’ “ Şahsen bende ikinci cümleyi destekleyen tarafta olurdum. Hayır, mutlu ve olumlu The Cure şarkılarıyla hiç derdim yok. Çok sevdiğim şarkılar var içlerinde... ama sonuç itibariyle üzerinde The Cure hissiyatı olan karanlık şarkılar... Tabii ki Smith yine kendisine eseni yaptı ve tempolu, pozitif şarkıları yeni albüme koydu. Karşımızdaki albüm hiçbir şekilde karanlık ve ya depresif değil... The Cure tadında, yer yer eski albümlere gönderme yapan bir Rock albümü ile karşı karşıyayız. Underneath The Stars’ın Plainsong’u andıran dingin atmosferi ve yankılarla gömülmüş Smith vokalleriyle başlayan albüm, genelde tempoyu pek bozmadan devam ediyor. Albümde misal bir Apart ayarında ballad beklemeyin çünkü tüm şarkılar, bazılarının içinde ironik sözler bile olsa da müzikal olarak tempolu, hareketli ve çoğunlukla pozitif bekliyor olacak sizleri... Underneath The Stars, albümü dingin bir şekilde açıyor, albümdeki tek dingin şarkı olması da altı çizilmesi gereken bir nokta zira sıradaki şarkı The Only One ile Pop etkili ve eğlenceli melodileri ile albümün asıl kimliği hakkında kesin kanıtları önümüze seriyor. The Reasons Why, intihardan bahseden bir şarkı ama gelin görün ki müzik intihar edecek adamı intihardan vazgeçirebilir, Simon Gallup’un bas gitarının domine ettiği şarkı, Smith’in vokalleriyle ve dengeli temposuyla öne çıkıyor. İlk single olarak yayınlanan Freaks- how, kısa ama oldukça tempolu ve hareketli bir şarkı, yer yer funky etkiler taşıyor. Sirensong ise Wish’ten fırlamış gibi, gayet romantik bir havaya sahip, sakin gitar melodileri ve Smith’in hisli vokalleri ile hafif nostalji yaşatıyor. The Real Snow White albümdeki en iyi şarkılardan birisi, zira çok güçlü nakarat melodilerine sahip, gitar melodileri ile Gallup’un basları da oldukça iyi kaynaştırılmış. Porl Thompson’un gitarlarıyla öne çıkan bir diğer şarkı olan The Hungry Ghost’ta Robert Smith’in vokalleriyle etkisini arttırıyor.Switch, One Hundred Years’ı andıran delişmen gitar ve sample davullarla giriş yapıyor, Smith’in Disintegration şarkısında temponun yükseldiği anlarda yaptığı vokalleri çok andıran hareketli vokaller var ve şarkı genel olarak sert bir yapıda ilerliyor, gayet dikkat çekici sözler ve yoğun baslar ise şarkıya farklı bir hava vermiş. The Perfect Boy, tıpkı Apart gibi “he-she” bazlı kırık kalpli bir ilişkiyi ele alan sözleri ile tipik bir pop etkili The Cure şarkısı, This.Here And Now. With You ise gitar melodileri ve basların yine birbirini tamamladığı ve gayet radyo dostu nakaratıyla öne çıkıyor. Sleep When I’m Dead, The Head On The Door döneminden kalma gayet hareketli ve yüksek tempolu bir şarkı, hafif kaotik bir atmosferi var ve albümün en iyi şarkılarından birisi olarak göze çarpıyor. Seksenler The Cure’unu özleyenler bu şarkıyla özlemlerini giderebilirler. The Scream, önceki şarkıdan aldığı kaotik havayı sert ve uğursuz bir atmosferle birleştiriyor, yoğun baslar ve arkaplandaki klavye melodileri şarkıyı oldukça tamamlıyor. Sonlara doğru tempo ve tansiyon gittikçe yükseliyor, Smith’in vokalleri de çığrından çıkıyor. Albümün en aşırı şarkılarından birisi denilse hiç yanlış olmaz. Albümün son şarkısı It’s Over ise, hem albüme nokta koyuyor, hemde öncülünün getirdiği yüksek tansiyonu daha da yukarılara taşıyor, gayet sert, uğursuz, kaos içeren bir şarkı bu yönüyle Pornography şarkısını andırdığını söylemek mümkün... Albüm, grubun 2004’te çıkan The Cure albümünden daha güçlü bir albüm, rahatça bunu diyebilirim. Her ne kadar grubun karanlıkçalarlarından çok fazla etki taşımasa da, hem yüksek temposu, hem Pop hem de Hard Rock’a kadar geniş yelpa- zede etkileşim içeren farklı şarkıları ile en iyi The Cure albümü olmasa da dört senelik bekleyişe güzel bir nokta koyuyor. İlk dinlemelerde albüme hiç alışamasam da zamanla net bir şekilde oturdu, bu nedenle The Cure’un karanlık dönemini özellikle tercih eden dinleyiciler de albüme uzun bir şans vermeli diye düşünüyorum. Porl Thompson’un gruba dönüşü kesinlikle fark ediliyor, albüm Pop etkilerine rağmen tamamen gitar odaklı bir albüm, prodüksiyonun garipliği nedeniyle hiçbir zaman tam olarak Smith’in vokallerine odaklanamıyoruz zaten, bas ve ya elektro gitarlar şarkıyı bir şekilde domine ediyorlar ki albüm prodüksiyonu nedeniyle eleştiri de aldı. Ama prodüksiyon, Death Magnetic’deki gibi kulağımıza tecavüz etmek yerine şarkılardaki atmosferi daha da belirginleştirmiş, özellikle sonlara doğru dizilmiş olan sert şarkılarda bunu farketmek daha mümkün... Robert Smith’in hem hisli vokalleri hem de yine özenle yazdığı belli olan hikayeleri albüm için ayrı artı puanlar... Sonuç itibariyle Gothic Rock’ın kralları, beklentilerin karşılığını vermiştir. Artık turnede bekleriz kendilerini... EMRE DEDEKARGINOĞLU Doksanlarda zirvesini yapan Norveç Black Metal’inin önemli gruplarından Enslaved geçtiğimiz aylarda yeni albümü Vertebrae’yi çıkardı. Yine geçen sene, grubun üç elemanının Trinacria projesiyle ilgilendiğini de düşünürsek, ne ara bestelediler de kaydettiler konusundaki merakımızı hasıraltı ederek albümü inceledik. Açıkçası Enslaved, türdaşı gruplara göre her zaman farklı bir grup oldu. Diğer gruplar nispeten daha direkt müzikler yaparken, Enslaved, katmanlı düzenlemeler, epik ve progresif şarkı yapıları üzerinden bu günlere geldi. İlk albümleri Vikingligr Veldi ile uzun ve epik, aynı zamanda yoğun melodilere sahip şarkılar yaptılar ve her albümlerinde bu yapıyı daha da ileri taşıdılar. Frost biraz daha direkt Black Metal’di, Eld ise günümüz Enslaved’inin temelini atan ilk albümdü. Estetik karşıtı, anti bir imaja sahip olan Black Metal’de, müziği estetize eden, farklı etkileşimlerle zenginleştiren bir grup oldu Enslaved, zamanla gittikçe progresifleşti, teknikleşti ve Black Metal içinden gelipte, cesur hareketler yapan gruplardan birisi oldu. Grubun beyinleri olan Grutle Kjellson ve Ivar Bjørnson için Bathory ve Celtic Frost ne ise, King Crimson ve Pink Floyd’da o... Dolayısıyla, grubun Eld ile başlattığı ve Below The Lights ile iyice Progressive Rock ekseniyle birleştirdiği müziğindeki sürekli olan gelişim şaşırtıcı olmamalı... Tarzları içinde, kendilerini belli kurallarla sınırlamadan, ilerlemekten korkmadan, etkilendikleri isimleri müziklerine bu kadar ustaca entegre edebildikleri için şu an Enslaved oldukça önemli bir konumda... Vertebrae’nin temelinde yatan fikirler de, aynı Ruun gibi, grubun 2004 tarihli albümleri Isa’da yatıyor. Grup , Isa’da oldukça keskin bir adım atmış, müziğini tamamen progresifleştirmiş, temiz vokalleri artık müziğin bir parçası haline getirmiş, Progressive Rock etkisini de iyice yükseltmişti. Kariyerlerinin dönüm noktalarından birisi olan Isa’daki fikirler ve ipuçları Vertebrae’de bizi neyin beklediği hakkında oldukça kesin fikirler veriyor. Öncelikle artık belirtmemiz gerekir ki, Enslaved bir Black Metal grubundan öte, bir Extreme Progressive Metal grubu oldu. Hala bir Vikingligr Veldi ve ya Frost beklentisi içinde iseniz, artık o yollardan çok uzakta olduklarını kabul etmelisiniz. Vertebrae, Enslaved’in Black Metal ile bağlarını tamamen zayıflatacak derecede az Black Metal etkisi içeriyor. Grup artık çift vokalli, Opeth gibi sürekli iniş-çıkışlarla ve gerilimlerle dolu, sakin kısımların sert kısımlarla denge içinde olduğu bir müzik yapıyor. Albüm, atmosferik bir şekilde açılan Clouds ile başlıyor, paslaşmalı giden Herbrand-Grutle vokalleri ise yukarıda yazdığım maddeyi doğruluyor. Herbrand Larsen, hem klavyesi hem de temiz vokalleriyle artık Enslaved müziğinin bir parçası olmuş durumda... Temiz vokalleri şarkılara derinlik katarken, çaldığı Progressive Rock klavyeleri şarkılara ayrı bir boyut veriyor. Grubun Black Metal mirasından aldığı blast-beat ve tremolo picking kısımları, şarkıda Grutle’ın söylediği kısımlarda öne çıkıyor. Yer yer Rush’ı andıran melo- diler ise grubun Progressive Rock’ı müziğine nasıl yedirdiğini gösteriyor. İkinci şarkı To The Coast ise oldukça hüzünlü ve yoğun melodilerle başlıyor. Şarkı tamamen Grutle-Herbrand’ın temsil ettiği zıtlıkların derlemesi gibi, Herbrand’ın söylediği kısımlar hüzünlü ve sakin, Grutle’ın kendine özgü black vokalleriyle söylediği kısımlar ise grubun Black Metal dönemlerini alıntılıyor. Ivar’ın karakteristik riffleri bu şarkıda öne çıkıyor. Ground, önceki şarkılar gibi, yine benzer formül ile ilerliyor. Grutle-Herbrand atışması, melodilerin sertliği ve sakinliğini de tanımlıyor. Şarkıda ayrıca uzun ve oldukça güzel bir solo bulunuyor. Albüme adını veren şarkı Vertebrae, Tool’u andıran tempolu bir giriş ile başlıyor, Ivar ve Arve ikilisinin güçlü melodileri ve sakin akustik ağırlıklı kısımları ile devam ediyor. Albümdeki en karanlık atmosfere sahip şarkılardan birisi, hatta en karanlığı bile denilebilir. New Dawn ise, Enslaved’in köklerine saygı duruşunda bulunan bir giriş ile başlıyor, çekiç gibi işleyen old-school melodiler ile Grutle’ın vokalleri ve blast-beat giden tempolu kısım ile Herbrand’ın armonik vokallerini birleştiriyor. Şarkının ortasındaki kısım ise hafif oryantal bir tınıya sahip ve şarkıya ilginç bir hava katıyor. Moog sesleri ve katı melodiler ile ilerleyen şarkıda, grubun Isa’dan beri geliştirdiği birbiriyle katman oluşturan melodi kullanımını duymak mümkün oluyor. Şarkı oldukça atmosferik bir şekilde bitiyor ve yerini, albümün en uzun süreli şarkı olan Reflection’a bırakıyor. Ruun’daki müzikal yapıya yakın bir temaya sahip olan şarkı, Cato Bekkevold’un ilginç zil kullanımları, yoğun klavye desteği ve Ivar/ Arve ikilisinin güçlü melodik işlemeleri ve güzel bir solo ile ilerliyor. Center, Orta Doğu müzikleri etkili, oryantal bir melodiyle açılıyor, sık kullanılan fısıltı şeklinde vokaller ise şarkıya farklı bir hava kazandırıyor. Grubun Tool etkileşimlerini ve Psychedelic Rock tatlarını albümde en çok entegre ettikleri şarkı Center olmuş ve albümün en deneysel çalışması olarak görmemiz mümkün... Albümün son şarkısı The Watcher, sakin gitar tınıları ile başlayıp, hüzünlü melodiler ve Grutle’ın haykırışları ile devam ediyor. Grup Black Metal köklerini bu şarkıda yoğun olarak kullanmış, zira Herbrand’ın vokal yaptığı yerlerde bile gitarlar sakin parçalara geçmiyor, aynı agresifliği ve yoğunluğu devam ettiriyor. Özetlemek gerekirse, bu bir geçiş albümü... Şahsen grubun en sevdiğim albümü olan Isa’yı aşabilecek bir albüm değil ama tarzı içerisinde oldukça keyifli dinlenebilecek bir eser... Enslaved’de, aynı Opeth gibi, bir geçiş süreci içerisinde bulunuyor, artık Black Metal denemeyecek kadar progresif bazlı bir müzik ya- pıyorlar, Progressive Metal/Rock ve Psychedelic Rock etkilerinin yönlendirdiği bir tarza geçiş yapılacak gibi görünüyor. Metal etkisi hala keskin bir şekilde mevcut ama Enslaved artık, en basitinden, Below The Lights ve ya Isa’daki Progressive Black Metal yapan Enslaved değil... Çünkü Vertebrae’de asıl başarılmak istenen şeyin albüm boyunca sürecek bir atmosfer olduğu çok açık, adamlar şarkının atmosferini etkileyen elementler üzerinde oldukça durmuşlar ve bunu ropörtajlarda kendileride belirtiyorlar. Aslında Ruun’da yer alan son şarkı Heir To The Cosmic Seed’de bu albümün ipuçlarını vermişler ama hiçkimsenin aklına böyle atmosferik bir albüm yapılacağı sanırım gelmemiştir. Artık eski Enslaved agresifliği, artık daha dengeli ve olgun bir tavırla yer değiştirecek gibi görünüyor. Grubun klasik dönemlerini seven dinleyicileri, misal Reflection’ı dinlerken muhtemelen bayılacaklardır çünkü alışık olmadıkları bir deneysellik var albümde ve bir geçiş albümü olduğundan, grup bu süreci Isa albümünde başardıkları gibi oturtmamışlar. Bu albümden itibaren, büyük ihtimalle Enslaved, Progressive Rock etkisinin daha ön planda olacağı, artık tamamen Herbrand ve Grutle’ın vokalleriyle yön vereceği şarkılar yazacak, yer yer Black Metal köklerinden alınanlara yer verilecek ama asıl vurgu hep progresif etkileşimlerde olacak. Bir sonraki albümde göreceğiz. - Merhaba. Öncelikle yeni albümünüz “Vertebrae” için tebrikler.Kayıt sürecinin nasıl geçtiğini sormak istiyorum.Sonuç sizi memnun etti mi? Ivar: Hey, çok teşekkürler. Gerçekten zor ve ağır bir süreçti, yaptığımız en zorlayıcı kayıttı. Albüm Ocak ve Mart 2008 arasında, Norveç’te farklı stüdyolarda kaydedildi, farklı kısımlar için en iyi sonuçları bulmak için enstrüman kayıtlarını birçok farklı stüdyoda yaptık. Ardından albümü master edilmek üzere New York’a göndermeden önce, miks işlemini Joe Baresi ile birlikte Doğu Norveç ormanlarında bitirdik. Sonuçtan gayet memnunum, albüm tamamen bittiğinde gerçekten kendimi hoşnut hissettim. Elimizden gelenin en iyisini yaptık ve oldukça zor bir sürece sürekli odaklandık. Bu ileriye doğru attığımız en zorlu adımdı. Daha önce ulaşmadığımız alanlara ulaştık, daha melodi ve atmosfer bazlı ve deney gerçekten başarılı oldu. - Gruptan bazı üyeler çeşitli projelerde yer aldılar ve bunun yanında plak şirketinizi değiştirdiniz. Bu olayların kayıt sürecine nasıl etkileri oldu? Ivar: Diğer projeler Enslaved ile asla çakışma yaratmadı, zaten buna asla izin vermeyiz. Enslaved her zaman ilk önceliğimizdir, yoksa bu seviyeye ulaşamazdık. Ama şirket meselesinin kaydı zorlaştırdığını düşünüyorum. Şirketleri kayıttan altı ay önce değiştirmek üzereydik ama eski şirketimize bir şans daha vermeyi kararlaştırdık. Kayıt sürecinin ilk haftalarında işlerin iyi gitmediğini farkettik ve albüme başlamamıza rağmen şirketten ayrılmak durumunda kaldık. Çok şanslıyız ki, eski ve yeni şirketlerimizdeki tüm çalışanlar çok iyi insanlar ve menajerlik yetkililerimiz de işten öte insanlarla ilgililer birkaç haftalık konuşmadan sonra herşey yoluna girdi ve Indie Recordings ile devam ediyoruz. Bu durumun bize çok fazla stres yüklediğini tahmin ediyorum, ama yinede kendimizi sonuca odakladık ve işlerin kötüye gideceği yönünde bir saniye bile şüphe duymadık. - Vertebrae yumuşak ve sert kısımlar arasında örülmüş güçlü bir atmosfere sahip ve şarkılar arasında sürekli bir dengenin olduğu hissediliyor. Buna katılıyor musunuz? Grutle: Evet, Vertebrae her açıdan en homojenik albümümüz, şarkıları ayrı olarak dinleyebilirsin, ama birçok farklı kısım ve iyi bir dengeye sahip tek bir epik parça, bir bütün olarak da alabilirsin. Denge derken demek istediğim şey, şarkıların müzik içindeki farklı temalara hak ettiklerini vermek amacıyla düzenlenmesidir, herşey bir ses duvarı aracılığıyla geliyor. Sert ve brutal kısımlar içinde, şarkı içinde akan melankolik/yumuşak kısımlar içinde yer var. Ve bu sefer, bu parçaları müzik içinde çok iyi bir şekilde birleştirebildik. Miksaj işlerini yaptığı için Joe Baresi’ye hakkını vermem gerekiyor, söz konusu “sound” olduğunda aradığımız kayıp bağlantı kesinlikle oydu. - Enslaved, Herbrand Larsen’in artan katkılarıyla çift vokalli bir gruba dönüşüyor. Vertebrae şu ana kadar çıkardığınız en fazla temiz vokale sahip albüm diyebiliriz. Bu bilinçli bir karar mıydı? Bu konu hakkında olumsuz görüşler alıyor musunuz? Ve Herbrand’ın şarkılara katkıları hakkında neler düşünüyorsunuz? Grutle: Ben ve Herbrand albüm için vokal kısımlarını düzenlerken her zaman şarkının hakkettiğini verebilecek ve en iyi dengeyi sağlayacak çözümü bulmaya çalışıyoruz. Nasıl söyleyeceğimize karar vermeden önce farklı vokal fikirlerini deniyoruz. Bu sefer “Ruun”a göre daha fazla temiz vokal var, fakat bir sonraki albümde bu oranın fazla mı, az mı olacağı konusunda herhangi bir ısrarımız yok, bekleyin ve görün, hehe... - 2004 yılında çıkan albümünüz “Isa” ile Black Metal kökleriniz ile progresif müzik arasında keskin bir geçiş yaşadınız. Ruun ve Vertebrae’ye yakından baktığımızda da bu iki albümün temelinin Isa’da gömülü olduğunu görebiliyoruz. Isa albümünü kariyerinizde ve müziğinizde bir dönüm noktası olarak görüyor musunuz? Ivar: Kesinlikle. Yeni denemeler, Prog-Rock ve diğer tarzlardan etkileşimler konularında önceden, hatta en eski albümlerimizde bile güçlü ipuçları vardı. “Below The Lights”ın kıvılcım, Isa’nın ise değişimin yaşandığı kesin nokta olduğunu düşünüyorum (tam burada geçmişin gözyaşları arasında “Blodhemn” albümünü açarım /Ed). Bu albümle bizim için herşey değişti, kadromuz olabilecek en iyi müzisyenler ile stabil bir hal aldı, şarkılar şekillerini buldu ve biz hem stüdyoda hem de canlı performansta çok farklı bir grup olduk. Isa Enslaved’in değişmeyen ve yenilmeyen özelliklerini gösterdi ve bunu oldukça somut bir seviyede başardı, Isa’nın çıkışına kadar geçen zorlu yıllar boyunca oluşan güç açığa çıktı ve biz ileriye doğru oldukça kesin bir adım attık. - Kariyerinize saf bir Black Metal grubu olarak başladınız ve Eld ile birlikte, müzikal açıdan daha deneysel alanlara doğru ilerleme kaydettiniz. Yaptığınız iş Black Metal ile biraz zıt, fakat siz müziğinizi oldukça değiştirmenize rağmen köklerinizi de her zaman yanınızda tutuyorusunuz. Enslaved’in geçirdiği bu değişimi nasıl özetlersiniz? Grutle: Bu noktada on yedi sene önce başladığımızı hatırlamanız gerekiyor ve tabii ki o zamandan beri çok geliştik. Eğer gelişmeseydik daha garip olurdu, hehe. Bunun yanında, doğal bir gelişim süreci oluştu ve hiç bir albüm bir önceki ile aynı yapıda olmadı. Sound açısından sürekli gelişme ve ilerleme isteğimiz vardı. Bu her zaman Enslaved’in özündeki tavır oldu. Dünyanın, “tüm albümlerinde aynı tınlayan” bir gruba daha ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Hayranlarımızın değişmemizi ve ilerlememizi takdir ettiğini düşünüyorum. Kendimizi hiçbir zaman bir Black Metal grubu olarak görmedik çünkü bizim tanımlarımızda Black Metal, satanik içerikli herhangi bir metal olabilir. - Sadece eski albümlerinizi dinlemeyi seçen dinleyicileriniz olabilir. Canlı performanslarda eski albümlerinizden çok sık istek alıyor musunuz? Grutle: Eğer insanlar yeni işlerimizden hoşlanmıyorlarsa, benim için sorun değildir. Bizim sadece eski işlerimizi sevenlerin Enslaved fanı olmaktan öte az ya da çok Oldschool Extreme Metal hayranı olduklarını düşünüyorum. Bence bizim hayranlarımız, bizim müzikal evrimimizi takdir ediyorlardır ve sıradaki albümümüzün, öncesindeki albüm ile benzeşmesini beklemiyorlardır. Benim düşüncem, onların müziğimizin daha çok içine girmekten ve “mücadele etmek”ten, tıpkı bizim müzik yaparken, düzenlerken ve dinlerken hissettiğimiz şekilde haz aldıklarıdır. Fakat bir yandan da çok basit bir durum var, eğer bir şeyi sevmiyorsan, onu dinleme. Ben nefret ettiğim bir müziği gönüllü olarak dinleyip de kendime asla işkence et- mezdim. Bu bir beyin ameliyatı değil, direk kapatırım. Eski şarkılarımıza yönelik bazı istekler alıyoruz ve ‘92’95 dönemimizden her zaman 3-4 şarkı çalıyoruz, dengeyi sağlamak için... - Hala saf Black Metal’e karşı ilginiz var mı? Öyleyse, güncel Norveç Black Metal sahnesini nasıl buluyorsunuz? Ivar: Evet, bu konuda güncel kalmaya çalışıyorum. Ama itiraf etmeliyim ki, saf Black Metal eski görkeminden biraz kaybetti. Şu günlerde artık daha Punk gibi -gruplar iyi çalamıyor, söyleyemiyor veya felsefe, dünyayı değiştirmek, savaşmak hakkında konuşamıyor, artık herşey daha çok suçlu olmak, uyuşturucu almak ve hiçbirşeyi sallamamak hakkında... Darkthrone, Mayhem ve diğer oldschool müzisyenler mesajı olan yetenekli insanlardı. Tabii ki hala saf Black Metal ile devam eden gruplar var, Taake, Aura Noir gibi... Sahnenin daha az geleneksel tarafında birçok heyecan verici şey oluyor ama... Deneysel gruplar görüyorsunuz, Negura Bunget, Norveçli değil ama Deathspell Omega ve Avant-Garde’ın kralları Virus... Daha “yeni” tınlayan Black Metal grupları görüyorsunuz, Iskald,Vreid ve Keep Of Kalessin gibi... Ve tabii ki hepimiz Immortal’ın yeni albümünü dört gözle bekliyoruz. - Norveç’te Viking dönemi inançların, Hristiyanlığa karşıt olarak hala yaşatıldığını biliyoruz ve sizde bir Viking dini olan Asatru’yu destekliyorsunuz. Günümüz dünyasında olan olayları ve durumları göz önüne alarak, ilahi dinler hakkında neler düşündüğünüzü açıklar mısınız? Grutle: Kendimi asla inançlı bir insan olarak değerlendirmedim ve Asatru gibi eski kültleri de din olarak değerlendirmedim. Bence bu tanım beyin yıkamayı ve ikiyüzlü hareketleri belirten, negatif bir kelimedir, ilahi olarak referans verdikleriniz de aynı şekilde... Asatru daha çok felsefe, yol gösterici esaslar ve kişisel gelişim üzerine dayalıdır, iyi/kötü, düzen/kaos veya siyah/beyaz üzeri- ne değil... (Doğrusunu da öğrenmiş olduk böylece... :)) - Eski albümlerinizde şarkı sözlerinizi daha çok Norveççe yazmayı tercih ediyordunuz, İzlanda dilinde şarkılarınız da vardı. Şu an İngilizce’yi tercih ediyorsunuz. Kendi ana dilinizi sözlerde kullanmanızın arkasında bir fikir var mı? Ivar: Belirli bir nedenimiz yoktu, sadece bu şekilde yapmak daha doğru geldi. O dönemde sözlerimiz ve konseptlerimiz için daha tarih bazlı bir tabanımız vardı, birçoğu kendi ülkemiz ve İzlanda’daki tarihsel olaylar ve doğa ile ilgiliydi ve bu konulara en yakın dili kullanmak bize daha doğal geldi. İngilizce’ye geçiş de çok dramatik değildi, basit bir şekilde tüm dinleyicilerimizin çevirilere dayanmadan sözleri takip edebilmesi için doğal bir gereklilik olduğunu hissettik. - Progressive Rock hayranları olduğunuz biliniyor. ProgRock’ın Enslaved’i hangi yönlerde etkilediğini sormak istiyorum. Sevdiğiniz Prog-Rock gruplarına örnekler verebilir misiniz? Grutle: Evet, progresif müziği seviyoruz, bizim tanımlarımıza göre basitçe progresif müzik, geleneksel ve normal bir formattan dışarı çıkıp biraz daha ilginç ve dinleyeni zorlayıcı özelliklere sahip olan müziktir. Ve bu, kısaca, bizim üzerimizde büyük etkisi olan şeydir. Yaratıcı olmaktan korkmayan ve tarz sınırlarını yıkmak isteyen müzisyenler sık sık ilginç müzikler yapmaya eğilimli olurlar. Bu, teknik kapasiteler ile ilgili değil, başkalarının senden bekledikleri şeyleri sallamamak kabiliyetiyle ilgili. Genesis, King Crimson, Shining (Nor), Van Der Graaf Generator, Rush, Pink Floyd, Anekdoten, Bo Hansson, Neurosis, Jethro Tull, Led Zeppelin, Tool, Deep Purple, Junipher Greene, Premiata Forneria Marconi gibi gruplardan zevk alıyoruz. Burada bahsetmek için çok fazla örnek var, hehe. - Geçen sene Ivar, Grutle ve Arve “Trinacria” adında bir projeye dahil oldular. Enslaved müziğine zıt bir şekilde minimalist ve basit bir projeydi. Bu projenin arkasındaki hikaye nedir? Projeyi nasıl özetlersiniz? Ivar: Biraz garip bir şekilde başladı, Norveç Resmi Konser Ajansı (Rikskonsertene) tarafından bize bir başvuruda bulunuldu ve yine Norveç’ten, emprovizasyonal Noise yapan iki bayandan oluşan Fe-Mail ile bir proje yapmamız talep edildi. Benden bir saatlik materyal yazmam istendi, bu mateyaller iki tane Norveç festivalinde ve 12 konserlik küçük bir Norveç turnesinde icra edilecekti. Bunun ilginç olacağını düşündük ve üstünde çalışmaya başladık, festival ve turne sonrasında projenin bırakılmak için fazla eğlenceli ve iyi olduğuna karar verdik ve bir albüm yapmayı istedik. Enslaved’in plak şirketi Indie Recordings bir şovu izlemişti ve bizimle hemen anlaşma yaptılar. Bu grupla daha fazla iş yapmaya niyetli olduğumuzu düşünüyorum, belki 2010’da yeni bir albüm olabilir. Ve 2010’da en az bir festival şovu hakkında planlarımız var. - Ivar ve Grutle, Lars Sponheim adlı bir Norveçli politikacının internetten müzik paylaşımının yasal sayılma- sını önermesi üzerine, kendisinin çiftliğindeki sürüsünden bir kuzu “download” ederek :) protest bir eylem yapmışlardı. Tüm bu MP3 ve diğer formatlar ve bu formatların internetteki paylaşımı hakkında neler düşünüyorsunuz? Ivar: Dosya indirmek müzik hakkında fikir edinmek için iyi bir şeydir. Bir müzik markete gidip albümü dinlemek gibi birşeydir. Ama eğer müziği seviyorsanız onu almalısınız diye düşünüyorum. Yapmazsanız birçok aktif grup dağılmak zorunda kalacaktır. Bir albüm kaydetmek için para harcanıyor ve biz hiç albüm satamazsak yenilerini de çıkaramayız. Bu kadar basit. Fikir edinmek için indirin ama beğendiyseniz alın, sevdiğiniz grupları destekleyin. - Sorularım bu kadar, zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Umarım sizi yakın zamanda Türkiye’de görebiliriz. Türk hayranlarınıza mesajınız var mı? Grutle: Yakın zamanda Türkiye’ye gelip, sizler için çalmayı gerçekten umut ediyoruz. Eğer bir Türk organizatörü bunu okuyorsa menajerimiz ile iletişime geçmekten çekinmesin. Size çalmaktan ve ülkenize gelmekten keyif alırız. Sabrınız için teşekkürler... EMRE DEDEKARGINOĞLU - Hi. First, congragulations for your new album Vertebrae. I would like to ask how the recording process was? Are you pleased with the final result? Ivar: Hey, thank you very much! The process was really hard and intense; definately the most demanding recording we have ever done. The album was recorded from January to March 2008 in different studios in Norway; we did the instruments in different studios to find the best studio for the different parts. Then we mixed the album together with Joe Baresi, this time in the forrests of Eastern Norwegian, before sending the album of to New York for mastering. I am really pleased with the final result, when the album was finally done I felt really content – we had done our best and stayed focused through a very tough process. It is the most drastic step forward we have taken. We have gone places we haven’t before, more melody and atmosphere; that experiment was really successful. - Some of the members also involved in various projects, and you also changed your label, how these events affected the recording process? Ivar: The other projects never interfered with Enslaved; we would never let that happen – Enslaved is the first priority, we could never reach this level otherwise. But I think the label thing made the recording a little harder. We almost changed labels half a year before the recording – but got convinced to give our old label one more chance. A few weeks into the recordin we did notice that things were not improving and we had to leave even though we were started on the album. Luckily all the people in the old and new label are great people, and our management is luckily more concerned with people than just business – after some weeks of talks everything worked out and we could continue, now on Indie Recordings. I guess this added quite a lot of stress for us, but we stayed focused and never doubted for a second that things would work out. - Vertebrae has a strong atmosphere woven between heavy parts and mellow partitions and it feels like there is a balance among the songs. Do you agree? Grutle: Yes, “Vertebrae” is our most homogenic album in many ways, you can listen to the songs seperately, but also as an unity, like one epic song with loads of different parts and with a nice balance. With balance I mean that the songs are arranged in order to make justice to all the different themes in the music, they all come “through” the wall of sound. There has been made room for both harsh and brutal parts as well as floating and mellow/melancholic parts. And, we have managed to unite these parts in the music very well this time. I have to honour Joe Barresi for doing teh mixing job, he was definately the missing link we´ve been searching for when it comes to the sound! - It seems that Enslaved is turning to a dual-vocal band with the increasing addition of Herbrand Larsen. Vertebrae is the most “clean vocalised” album of you to date. Is it a conscious decision? Do you get negative reactions about this case? And what is your opinions about Herbrand’s additions to the songs? Grutle: When me and Herbrand arrange the vocals on an album, we always try to find the best balance and to do justice to the music. We try out different vocal ideas before we decide what type of vocals we´re gonna sing over it. This time it ended up with more clean vocals than on “Ruun”, but we don´t have any specific urge to do more or less of anything on the next release, wait and see… Hehe. - With your 2004 release, Isa, you had a sharp shift between your Black Metal roots and more progressive territories. When looked closely to Ruun and Vertebrae, it can be seen that, the musical basis of these two albums was buried in Isa. Do you see Isa as a turning point in your career and music? Ivar: Absolutely. There had been strong hints at experimenting and influences from prog-rock and other genres before, even back to the oldest albums. I think “Below the Lıghts” was the spark, and the “Isa” was the actual point where the change took place. Everything changed for us with this album; the line-up was stabilized with the best musicians ever, the songs found their shape and we became a completely different band in the studio and live. “Isa” symbolized the stoic and unchanging qualities of Enslaved – and turned out to do that on a concrete level also; all the strength that was built up through rough years prior to this was unleased and we took a massive step forward. - You have started as a raw Black Metal act and progressively, beginning with Eld, you have been shifting to more experimental areas musically. The thing you have been doing is a bit opposite to Black Metal actually, but you also keep your roots with you while changing your music distinctively. How would you summarise the change in Enslaved? Grutle: You have to remember that we started 17 years ago, and that we of course have developed a lot since then. It would have been rather strange if we had not.. hehe. On the other hand, there has been a natural progression all way, and no album sounds the same as the former one. We´ve always had the urge to change and develop our sound. That has always been the essence in Enslaved. I don´t think the world needs ANOTHER band that sounds exactly the same on all albums, and I think our fans really appreciate that we change and develop! We´ve never concidered ourselves as a black metal band, as our definition of black metal is any kind of metal with a satanic concept. - There maybe many listeners who strictly choose to listen your old works.Do you get requests from your older albums often, during live performances? Grutle: If people don´t enjoy the new stuff, that is fine by me. I think those who only like our old stuff is more or less fans of old school extreme metal rather than Enslaved fans. I think that our fans really appreciate our musical evolution, and they don´t expect the next album to sound like its successor. I think they really enjoy to be “challanged” and to dive deeper into our music, just like what we enjoy ourselves while making,arranging or listen to music. But, it´s really simple; if you don´t like something, don´t listen to it. I never torture nyself with volunterily listen to music I hate...I turn it off it ain´t brain surgery. We do get some requests for old songs, and we always play 3-4 old songs from 92-95 to get some..balance! into it. - Do you still have an interest in raw Black Metal? If so, how do you find contemporary Norwegian Black Metal scene? Ivar: Yeah, I try to stay updated. But I have to admit that the “raw” Black Metal has lost some glamour. These days it is more like punk in a way – they can’t play very well, and they don’t sing or talk about philosophy, changing the world and fighting; now it is more about being criminal, taking drugs and don’t giving a fuck about anything. The old-schoolers like Dark Throne, Mayhem and others were very talented musicians with a strong message. Of course there are still bands going strong with the raw stuff; Taake, Aura Noir and so on.Yet, on the less conventional side of the scene, there is a lot exciting going on. You have experimental bands like Negura Bunget, Deathspell Omega (not Norwegian) and kings of avantgarde Virus and so on, you have bands with a “newer” Black Metal sound like Iskald, Vreid and Keep of Kalessin and of course we are all waiting for Immortal’s next album! I think our fans really appreciate that we change and develop! - We know that in Norway, the Viking-age beliefs still exist, standing opposite to Christianity and you are also believing in a Viking religion called Asatru. With considering the contemporary events and the situation of the world, what are your thoughts about abrahamic religions? Grutle: I´ve never concidered myself a religious man and I have never concidered old sun cults like Åsatru as a religion either. To me religion is a negative word constructed for brain washing and hypocritical movements like the ones you refer to as Abrahamic religions for instance. Åsatru is about philosophy, guidelines and personal growth, not about good/evil,order/chaos or black/ white. - In your previous albums, you had chosen to write the lyrics mostly in Norwegian and also there are songs written in Icelandic. Now you mostly prefer English. What was the idea of yours behind the usage of your native language in your songs? Ivar: We had no particular reason for doing it; it simply felt very right to do it that way. We had a more history-oriented base for lyrics and concepts back then – a lot dealt with historical events and nature in our native country and Iceland; it felt natural to have the lyrics in a language that was so close to these subjects. The change to English was equally undramatic; it simply felt natural to change to a language where almost all our listeners could follow the lyrics directly instead of relying on translations. - It is known that you are Prog-Rock fans. In what terms we can say Prog-Rock influenced Enslaved? Can you give examples to your favourite Prog-Rock acts? Grutle: Yes, we do like progressive music, which is by definition , simply music that steps out of an ordinary format and becomes a little more interesting and challenging than a convential piece of music. And, that is, in a nutshell, what has got a big influence on us. Musicans that are not afraid of being creative, and that are willing to tear down the genre-boundaries, often tend to make interesting music. It is not neccecary about technical skills, but rather the ability to don´t give a f... about what everyone else expect from you. We really enjoy bands like Genesis, King Crimson, Shining (Nor), Van Der Graaf Generator, Rush, Pink Floyd, Anekdoten, Bo Hansson, Neurosis, Jethro Tull, Led Zeppelin, Tool, Deep Purple, Junipher Greene, Premiata Forneria Marconi..etc. to much wonderful music to mention here... Hehe. - Last year Ivar, Grutle and Arve involved in a project called Trinacria. Opposite to Enslaved’s music, it is a minimalistic and simplistic project. How would you summarise this project? What is the story behind it? Ivar: It started out in a strange way; we were asked by the Norwegian Official Concert Agency (“Rikskonsertene”) to do a project together with Fe-mail, a female improvisational Noise duo also from Norway. I was asked to write an hour of music together with the two members of Femail to be performed at two Norwegian festivals and a small Norwegian tour of 12 shows. We thought it would be interesting and started to work on it – after the festivals and tour we decided it was too good and enjoyable to just quit- and we decided we wanted to make an album. Enslaveds label Indie Recordings saw one of the Norwegian shows and signed us immediately. I think we are still determined to do more work with this band; maybe a new album will be done in 2010. And we have plans for at least one festival show in 2010! - Ivar and Grutle were involved in a protest act, with “downloading” a sheep from a flock of Norwegian politician called Lars Sponheim, because of he had offered to legalize music downloading. What are your thoughts about all these MP3 and other formats and their online trading things? Ivar: Downloading can be a good place to check out music. It’s like going to the record store and listening to a record. But I think that if you do like the music, then you should buy it. If not many of the bands today will not survive. It cost money to record an album and if we don’t sell any records we just can’t release any new ones. It’s as simple as that! Download to check something out, but buy if you like it. Support the bands you like! -This is the end of my questions. Thanks for giving time. I hope we can see you soon in Turkey. Any messages to your Turkish fans? Grutle: We really hope to come down to Turkey and play for you soon! So, If any Turkish concert agency read this; do not hesitate to contact our management! We would love to come to play for you. Tesekkürler for your patience! Jean-Dominique Bauby, bir kadın/moda dergisinin editörü, üç çocuk babası, boşanmış ve de sevgilisi olan bir adamdır. Geçirdiği beyin kanaması sonunda komaya girer, bedenini hiçbir şekilde hareket ettiremez, nefes almakta dahi zorlanır ve tek gözüyle görebilir. İşlev yapamayan, açık kalması dahi riskli olan sağ gözü doktorlar tarafından dikilmiştir. Sol gözünü kapatıp açmasıyla, alfabedeki harflerin kullanım sıklığına göre oluşturulmuş harf dizimiyle kelimeler oluşturur ve insanlarla iletişim kurmaya başlar. Dahası “The Diving Bell And The Butterfly” adında bir kitap yazar. Kitaptan uyarlanıp 2007 yılında gösterime giren aynı adlı film ödüller alır, tüm dünya bu Fransız’ı tanır ama ne yazık ki Jean Dominique o günleri göremez. Çünkü kitabının yayınlanmasından on gün sonra, felçli olduğu hâliyle, tüm dünyaya ve kadınlara sadece sol gözüyle bakarak ve bir kelebek olarak ölür. Kitabın ve filmin adı şuradan gelmektedir: Jean Dominique kendini ne zaman umutsuz, berbat hissetse su altında, bir dalgıç kıyafetinin içinde olduğunu düşünür. Filmde de bunu çok güzel tasvir etmişlerdir. Hikâyenin kahramanını, yüzyıllar öncesinden kalma, kocaman, dalgıçtan ziyade astronotları andıran, gayet hantal, hareketi her türlü kısıtlayan bir giysinin içinde görürüz. Kafasını sağa sola hareket ettirmeye çalışır, bedeni külçe gibidir, kımıldayamaz. Oysa ne zaman kendini özgürmüş gibi hissetse, mutlu olsa, kelebeklerden bahsedilir. AYŞE NUR God Is An Astronaut albümleri de işte tam olarak, dalgıç giysisi ile kelebek arasındaki gelgitleri betimler. Hayatınız boyunca karşınızda hep zorluklar vardır. Sorunlardan kurtulmaya çalışırken başka irili ufaklı engeller çıkıverir önünüze. Daha iyi bir hayat için, standartlarınızı daha yüksek tutmak için sürekli çırpınırsınız. Sizin hayatınızı, sizin inisiyatifinizden daha fazla zorlayan etkenler belirir. Bu etkenler bazen öylesine güçlüdür ki, savaşmak sadece kendinizi hırpalamaktır, boşuna yorulmaktır. Kendinizi öylesine gidişata bırakırsınız. Bir nehirde akıntıya kapılmış gibi savrulursunuz, ama bir yerlerde suyun sakinleşeceğini de bilirsiniz. Oysa bazen sorununuz gidişatına bırakılamayacak denli bulanıktır. Bulanık oluşu sizin ona biçtiğiniz bir görselliktir. İnancınız sarsılmış, güveniniz parazit yayında kitlenmiş, kendinizi mutsuz hissetmektesinizdir. Evden dışarı çıkmak istemez, sonra da dört duvardan şikâyetçi olursunuz. Sorunun ne olduğundan tam olarak emin olmakla birlikte, aslında sizi öylesi bir kasvete boğan hiçbir şeydir, bilirsiniz. Sorgular, sorgular, yine sorgularsınız. İşte God Is An Astronaut öylesi bir gruptur ki, size sadece hayatınızın fon müziğini bağışlar. Tüm sorgulamalarınız, kararlarınız, coşkularınız, kaybettikleriniz, özledikleriniz için. Müzik öylesine acayip bir şeydir ki, gerçekten doğru noktalardan tutunmuşsanız o acayip şeye, sizin bir parçanız olmuştur. Ve eğer o tutunduğunuz noktalardan biri de bu kara delikse, atomlarınıza ayrılabilir, çok daha büyük kütlelerin parçası olabilir, yok olabilir veyahut da delirebilirsiniz. Ya sular altında bir dalgıç giysinin içerisine hapsedilmişsinizdir, ya da uzay boşluğunda bir astronot giysisine. Her iki ihtimalde de bir şeylerin olmasını beklersiniz. Sadece bakar, sizi en çok acıtan anlara döner, kayıplarınızı ve yaralarınızı gözden geçirirsiniz. Bunlar öyle anlatıldığı gibi şerit hâlinde geçen hayattan kareler değildir. Doğanın ve uzayın dengeleri Yılbaşı Hayaleti’nden daha acımasızdır. Derinizmiş gibi hissettiğiniz, kendinizi içine hapsettiğiniz, sadece özel olduğunu düşündüğünüz insanlara gösterdiğiniz iç dünyanızın kapıları bir anda alev alır. O insanların bıraktıkları dağınıklık ve pisliğin aslında halının altına süpürülen toz birikintisinden başka bir şey olmadığını; ama o birikintilerin büyüdükçe, mabedinizin, iç dünyanızın orta yerinde varlığı şüphesiz olan bir tepeye dönüştüğünü ve o tepenin yani anılarınızın yandığını görürsünüz. Bari bu kalsaydı diye elinizi uzatmaya kalkarsınız, siz de alev alırsınız. God Is An Astronaut öylesi bir gruptur ki, sizi size anlatır, sizin sizden nefret etmesini sağlar, size sizi sevdirir. Olduğunuz ruh hâline göre bir şekle girmez, ruh hâliniz şarkılara göre şekilden şekle dönüşür. Zaman, dünya, uzay durur. Sizse bir dalgıç elbisesi içinde kelebek olmanın nasıl bir duygu olduğunu hatırlamaya çalışırsınız. Her şey bir anda hareket etmeye başlar, sizse kıpırdayamazsınız. Zaman durduğundaki ağırlığınız yerini hiçliğe bırakır. Bomboş hissedersiniz. Kimse sizi görmez, fark etmez. Herkes hayatına devam eder. İnsanlar işe gider, derse girer, eve dönerler. İnsanlar ürer, doğar, ölür ve hatta öldürürler. Sizse sıfırdan başlamak istersiniz. Şarkıyı başa alabilmeyi, play demeden önce bir kez daha düşünebilmeyi dilersiniz. Bu sefer daha akıllıca davranmak istersiniz. Siz yolun en başını görmeye çalışırken insanlar hayatlarına devam ederler. Siz değişmek isterken, renklere bürünmek, güzelliğin ve özgürlüğün simgesi gibi doğaya karışmak için hazırlanırken insanlar yoğun iş günlerinin bitmesi için beklemeye başlamışlardır. Öncekilerden ve sonrakilerden bir farkı olacakmış gibi, mesai/ders saatlerini bitirir, günü tüketir, ertesi gün için beklemeye başlarlar. Sizin biten tek günlük ömrünüz, doğaya karıştırdığınız bedeniniz bir hiç uğruna, sadece o insanları izleyerek, onların arasına karışıp karışmamak konusunda tereddütler içinde düşünerek geçmiştir. Ve bir God Is An Astronaut şarkısı daha bitmiştir. www.myspace.com/godisanastronaut RÖPORTAJ AYŞE NUR ÇEVİRİ EMRE DEDEKARGINOĞLU Norveç Black Metali'nin en kült topluluklarından biri olan Darkthrone ile oldukça karanlık ve oldukça metal bir röportaj gerçekleştirdik. Fenriz’in klasik röportaj üniforması da yine üstündeydi. Not: Sorularıyla karanlığa asalet kattıkları için üstat Şanver Ofluoğlu’ya ve Alkan Karaçam’a teşekkür ederiz. - Dark Thrones and Blags Flags ile bu dönemde tam olarak yapmayı istediğin müziği icra ettiğine inanıyor musun? Fenriz: Böyle düşünmüyorum, kendime "başarma" sorusunu sormadım. Bizi TESADÜFLER yönlendiriyor ve tesadüfler doğanın kuralıdır, basitçe “BİRŞEY OLACAKSA OLACAKTIR” demektir. UFO'nun 1974'te elde ettiği davul sound’unun (Rock Bottom şarkısını inceleyin) aynısına sahip olmamız tamamen tesadüftür ya da BENİM şarkılarım sık sık Diamond Head'in 1980 çıkışlı “Lightning To The Nations” albümündeki hızlı şarkılar gibi yazılmıştır. Temel olarak biz daha çok 1979-1985 arası dönemdeki sound ve riffleri alıyoruz artık ama BİRÇOK istisna var. Biz geçmişe dönük bir grup değiliz, sadece yapmak istediğimizi çalıyoruz ve bu tamamen tesadüftür. - Albümde müzikal anlamda bir bütün olmadığı gibi sözler açısından da öncekilere nazaran değişimler var. Giderek daha kaygıdan uzak, daha müziği doldurma amaçlı sözler yazıyorsun. Müzikal anlamda da Thrash, Heavy, Death Metal’e daha yakın şarkılar varken özellikle Nocturno’nun yazdıkları daha Black Metal şeyler. Metalin en köklü gruplarına saygı mahiyetinde bir şeyler yapmak mı amacınız, yoksa zaten bunları dinliyorsunuz ve bunlardan etkileniyorsanız da icra ettiğiniz müzik de bu yönde mi gelişiyor? Fenriz: Biz 70’lerde ve 80’lerde büyüdük ve bu tarzlar bizler için ana tarzlardır. Çaldığımız şekil için de aynı şekilde... Baskıcı olmayı denemiyorum ama kişi olarak baskıcıyım ve yollarımızı şu an oldukça kalabalık olan metal dünyasından her zaman ayrı tutacağım. Bu nedenle, eğer eski şeyler trend olursa (Pek sanmıyorum, birçok kişi stüdyoda PLASTİK MODERN SOUND elde etmek istiyor ve benim buna karşı hiç ilgim yok.) bundan da uzaklaşacağıma eminim, kendi yolumu bulmak için... Ted'in stili artık HEAVY METAL KARANLIĞI (PORTRAIT'i referans vererek) ve ben kendi tarzımla uğraşıyorum: SPEED METAL/NWOBHM-PUNK. Ben her zaman müziğin birçok AŞIRI formunu dinledim, ama metal müzikte 19681986 arası sound'ları (stüdyo soundu) ve 1968-1993 arası TARZları dinlemeyi tercih ediyorum. Şu an desteklediğim neredeyse bütün aktif Metal/Rock ve Punk grupları eski tarzları eski sound ile çalıyorlar. Modern sound'a tamamen alerjiğim, bunu sevmenin de çok kolay olduğunu düşünüyorum. Kulaklarıma itaat etmeliyim ve onların beğendiklerini takip etmeliyim, başka her şey kendime ihanet olur. (Tek günah!) - Albümlere ve diğer yasal ürünlerinize genellikle kendinizi ve değişiminizi ifade edebilecek isimler verdiniz. NWOBHM bunun en bariz örneğiydi. “Dark Thrones and Black Flags” adını duyduğum anda ilk düşündüğüm şey “The Cult is Alive” gibi daha punk bir albüm olacağıydı. “Black Flag” malum anarşizmle özdeşleşmiş bir kavramdır ve de aynı isimde gayet sert, gayet kült olmuş ve pek çok metal grubunu da etkilemiş bir punk grubu vardı. Gerçi daha metal bir albümle karşılaştık ama albüme adını verirken bu göndermeleri de düşünmüş müydün? Fenriz: Evet, bizi Punk hakkında konuşmaya iten Black Flag adlı grup hakkında tüm gazeteciler aynı şeyi düşünüyor ve Punk, metal içinde REDDEDİLEMEZ bir faktördür, tıpkı Blues bazlı Rock gibi... Öyleyse insanlara metal ağacının köklerini göstermek iyi bir şeydir. Çünkü kökleri kesersen, tüm ağaç ölecektir. Dark Thrones And Black Flags'ın daha çok punk değil metal müzik içerdiğini fark ettiğin için sana teşekkür ediyorum, birçok kişi sadece kapağa ve albüm adına baktı (gazeteciler de dahil) ve (müziği duyduktan sonra bile) albümün çok punk olduğu sonucuna ulaştılar. Fakat albüm Metallica'nın “Kill'em All”undan daha punk değil. İçindeki elementlerimizi analiz edersiniz, Kill'em All ile neredeyse aynı - ama biz 1983 Metallica'sından çok daha farklı bir sounda ulaştık. Bu da tabii ki bir tesadüftü, hahahaha... - İnternette dolaşan Rock Hard röportajı videosunda elinde Détente – “Recognize No Authority” plağı var, ki muhteşem bir albümdür. 2008 yılında grubun demoları yeniden derlendi ve grup da aktif şu anda. Son dönemlerde eski grupların büyük bir kısmı (Onslaught, Whiplash, Seance, Terrorizer, Artillery…) hortladı. Yeniden bir araya gelen gruplar hakkında ne düşünüyorsun? Seni heyecanlandıran bir reunion oldu mu? Fenriz: Eski albümler gibi tınlayan yeni bir albüm yapmaya çalıştıklarında, birden çekindiler ve 198990 arasında çıkan yeni metal sounduna ihtiyaçları olduğunu düşündüler. Bu onları ruhsuz ve aşırı sıkıcı yaptı. Bu durumda büyük bir istisna Vulcano'nun “Tales From The Black Book” albümüdür, bu albümde eski günlerdeki sound'u getirmek için yeterli cesaretleri vardı, HARİKA! Konserlerden birçok nedenden dolayı zevk almıyorum, en büyük neden insanları sevmiyor oluşum. Metal konserlerinde her zaman birisi konseri izlemek yerine, kulağımın dibinde bana bir şey demek için bağırıyor. Bu nedenle, 15 yıldır birçok konserde bulunduktan sonra, bu sene sadece dört tane konsere gittim. (Sıradaki bizim 30-31 Ocak'ta Norveç'te yapılacak Metal Merchants Festival olacak, birçok eski güzel grup olacak, Artillery ve Pagan Altar gibi...) Ama gruplar yeniden birleşip canlı çaldıklarında, en azından canlı gelen ses her zaman olan ile biraz aynı oluyor, böylece gerçek hayranlar modern sound ile sürün- dürülmüyor, hahahahaha. Yeniden birleşmeler ile ilgilenmiyorum, hiçbir zaman bir grup yeniden birleşsin diye umutlanmadım. - Gittikçe Lemmy gibi kült bir metal figürü oluyorsun. Bunun farkında mısın? Daha çok demeçlerinden yükseliyor bu yön. Üstelik Lemmy gibi sosyal biri olmamana rağmen... Fenriz: Hayır, doğduğumdan ve global yer altı metal yıllarıma kadar,e '87, '88 ve '89'da, sosyal bir kişi değildim. Ama bir kayıt kontratı alınca (Hayatımdaki tek amacımdı!) bunu değiştirmeye çalıştım. Bu nedenle ileriki 10-15 yılı sürekli Oslo'daki barlara gitmekle ve binlerce insanla tanışmakla geçirdim. Ama ne zaman yer altı, aptal 90’lar tarzları ve tempoları yerine 80’ler tarzları çalan çocuklarla tekrar güçlenmeye başlayınca, tekrar kendi iç dünyama döndüm. (Metal dünyasında farklı yıllar sadece tipik TARZLAR değil ayrıca tipik TEMPOLAR demektir, mesela 90’ların ağaçkakan hızındaki davul çalış tarzlarını sevmiyorum.) Old'dan Oscar'a, yer altı hakkında ilgimi yeniden uyandırmamı sağladığı için teşekkür ediyorum, yer altı 80’lerin tarzlarına döndü. Elbette bazı gruplar her zaman gerçek 80’ler tarzlarını çalıyorlardı ama şu an konuştuğum şey yer altındaki GENEL AKIMlardır. Bu nedenle, Mayıs 2005'te dışarıya çıkmayı tamamen bıraktım, bu demek oluyor ki artık barlarda insanlarla tanışmak yok, 1995'ten beri buraya Black Metal konuşmaya gelen insanlarla da konuşmak yok. Ayrıca, artık neredeyse hiçbir konsere gitmediğim anlamına da geliyor. DJ’liği de neredeyse bıraktım, yerine derlemeler yapıyorum. Çünkü sadece içen ve birbiriyle konuşan insanlar için HARİKA müzikler ayarlamaktan sıkıldım. Temel olarak ben sosyal bir insan değilim -on beş sene boyunca zıttını denedim. Bu nedenle insanların daha fazla kişiyle tanışamayacağım/görüşemeyeceğim gerçeğini anlayacağına ve saygı göstereceğine inanıyorum, hayatımda görüşmek veya başka bir şey yapmak için zamanım olmayan yeterince insan var, mesela bu röportaj bile gerçekleşmeyebilirdi. Kendimi klonlasam bile g*tümü toparlamak için yeterince zamanım olmazdı, haha. - 2000’li yıllar, Motörhead önderliği bir yanda kalsın, yeni rock’n’roll ve punk grupları için de oldukça iyi geçti. Ve buradan görebildiğim kadarıyla bu alanda da en iyiler İskandinav ülkelerinden çıktı. The Hellacopters, Backyard Babies, Hardcore Superstar, Turbonegro, Gluecifer… gibi. Bu gruplar ve genel olarak içinde olduğumuz dönemdeki rock’n’roll ve punk grupları hakkında ne düşünüyorsun? Fenriz: Bu saydıkların yer üstü gruplar, bu nedenle çoğunu duymadım. Tabii ki Turbonegro’yu seviyorum, birçok sevdiğim şarkıları var ama Just Flesh’i gerçekten beğeniyorum. Şu an desteklediğim ve dinlediğim aktif gruplar; TOXIC HOLOCAUST, D.I.E., RAMMER, RAM, METALIAN, DISHAMMER, MIDNIGHT, PYROTOXIC, BLADE OF THE RIPPER, DEVASTATOR (Florida), THE NORTH BLUE HEALER, TROUBLED HORSE, WITCHCRAFT, HOODED MENACE, KÖRGULL THE EXTERMINATOR, BROKEN BRAIN (Spa), ABYSSED (Can), IN SOLITUDE, AFTER THE BOMBS, BLIND TO FAITH, FAUSTCOVEN, BOMBSTORM, BLIZZARD, HELLREALM, CHEMIKILLER, WHIP, TRENCH HELL, HELLSHOCK, REPELLENT, SPEED TRAP, CAST IRON, RAZOR FIST, SADISTIC INTENT, VULCANO, OBLITERATION, GHOUL CULT, ATOMIC ROAR, HELLISH CROSSFIRE, BANISHED FORCE, SLOGSTORM, ENSLAVED, BLÜDWÜLF, DEATH BEAST, WAR CRIMES, BASTARDATOR, CREEP COLONY, TYRANT (Swe), NATTEFROST, CORRUPT, WORLD BURNS TO DEATH, NEKROMANTHEON, ENFORCER, NOCTURNAL, JEX THOTH, DEATHRONER, SONIC RITUAL, MÄNIAC, MORNE, ALPHA CENTAURI, DEMON’S GATE, DOOMED BEAST, RESISTANCE (Fra), KARNAX, EVIL ARMY, WITCH (USA), VIRUS (Nor), AURA NOIR, ORCUSTUS, LONEWOLF, THE DEVIL’S BLOOD, FARSCAPE, VOMITOR, OLD, DEATHHAMMER, EM RUINAS, SALUTE, THE BATALLION (yeni albümde daha kirli bir sound olsun lütfen, haha!), ZEMIAL, GASMASK TERRÖR, EIDOMANTUM ve PORTRAIT. California’dan DESOLATOR’u da düşünüyorum ve Yunanistan’dan Omega’da da gelecek var. Bahsettiğin grupların hepsi 60’ların, 70’lerin, 80’lerin tarzlarını çalan 90’lar grupları, 2000’lerle aralarında HİÇBİR bağlantı yok ve 2000’lere uygun değiller, üzgünüm. - Bir belgesel olan Metal: A Headbangers Journey’de tüm rock ve metal dünyasını şaşırtan iki röportaj yer almıştı, Gorgoroth ve Mayhem röportajları. Gerçekten bu kadar yüzeysel, bu kadar basit olamayacağından emindik Norveç gruplarının ama bu tavrı da anlayamamıştık. 2007’de yayımlanan Once Upon a Time in Norway’i izlediğimdeyse fikirlerini onaylamasam da bu iki grubun yaptığı açıklamaları çok sevdim. İki belgeseli de izledinse bu tavır farkı için ne söyleyebilirsin? Fenriz: O film için benimle ropörtaj yapıldı. Ama sonra gördüm ki röportaj yapanlar gerçek yeraltı 80’ler metali hakkında pek bir şey bilmiyorlar ve biraz sansasyon işlerinin peşindeler. Ve bu nedenle tabii ki o filme karşı hiçbir ilgim yok, izlemedim ve asla izlemeyeceğim. Bence insanlar metal dünyasında gözlerini değil KULAKLARINI kullansalar daha iyi olur, diğer her türlü yaklaşım tamamen pozcu işidir. - Darkthrone Black Metal adına çok iyi albümler yaptı ve şu anki hâlini de pek çok insan takdir ediyor. O günlerle artık çok ilgili değilsiniz biliyorum ama 2000’li yıllarda o “kara taht” ın sahibi sence kim olabilir? Fenriz: 1994’ten beri insanlar sandılar ki ben Burzum, Mayhem veya Darkthrone, Immortal veya Gorgoroth’tan kopyalanmış tarzları dinlemek istiyorum. Neden? Ben Motörhead’i kopyalayım ve sonra Lemmy’nin bir b*k vermesini mi umayım? Hayır. Öyleyse insanlar ne halt etmeye benim hakkımda bir Sanatçılar RUHLARINDAN BİR ŞEYLER VERİP, BİRŞEYLER YARATMAK İSTEDİKLERİ için sanatçıdırlar... şeyler sanıyorlar ve neden bu kadar az sosyal bilince sahipler? Sana diyebileceğim şey, bu 90’ların kopyalanmış tarzlarını çalıp, ona Black Metal diyen kimseyi sallamıyorum. Bu grupların birçokları için ilginç olduğunu anlıyorum ama aynı şekilde onlar da anlamalı ki bunların hiç birisi benim için ilginç değil. Aktif gruplardan sevdiklerim Norveç’ten Faustcoven, Avustralya’dan Vomitor, Chicago’dan Hellrealm ve Almanya’dan Old. Bu gruplarda 90’ların etiketleri yok, daha zamansızlar. Bu daha sanatsal veya başka bir şey değil, ya da gotik veya feminen de değil. Hayır, bu grupları seviyorum çünkü bu gruplar meşaleyi benim sevdiğim şekilde tutuyorlar, kirli ve çılgın Black Metal stilinin başladığı şekilde yani... - Dünyaya bir albüm olarak gelecek olsan hangi albüm olmak isterdin? Fenriz: Bonded By Blood, EXODUS. (Adamımsın Fenriz! / Ed) - İsrail’in atalarının Hitler tarafından soykırıma uğratılması gerçeğini ve şimdiki İsrail’in Filistin’i yerle bir etmesini nasıl ilişkilendiriyorsun? Black Metal’deki yıkıcı tavrın bu tarz bir yıkıcılıkla ilişkisi var mı? Fenriz: İnsanlar tehdit edildiklerinde savaşmak zorundadırlar, bu doğanın kuralıdır. Ve bu çatışmaya neden olan iki ideadan fazladır. Ama metal dünyasında bu bir problem değildir, modern plastik sound kullanmayı seçen insanlar metalin ruhunu yok ediyorlar, bu bir problemdir. Ve BENİM savaşım budur. DARKTHRONE modern metal sound’una DÜŞÜK PRODÜKSİYONLU bir alternatiftir. - Online müzik paylaşımı ve MP3 hakkında neler düşünüyorsun? Fenriz: Bu konuda güçlü görüşlerim yok. İnanın ya da inanmayın, albüm satın almak işin anahtarıdır. 2006’dan beri sadece albüm kitapçıklarını yapmak için altı aylık bir dönemi kullanıyorum. (1996-2005 arası görsellerle ilgilenmezdim, Darkthrone’un bu departmanında ben görevli değildim.) Albümü alırken albüm hakkında önemli bilgiler elde ediliyor. Ama bunun hakkında bir halt vermeyen tarzlar, insanlar müziklerini indirdiklerinde ağlamamalılar. Sanatçılar RUHLARINDAN BİR ŞEYLER VERİP, BİRŞEYLER YARATMAK İSTEDİKLERİ için sanatçıdırlar, bu şekilde başkaları da bundan zevk alır. Bunu başaramayanlar bu konuda bir düşünceye sahip olamazlar diye düşünüyorum. - Türkiye hakkında bildiğin bir şeyler var mı? Hiç rakı içtin mi? Fenriz: Sadece Mezarkabul’u, Türk Pentagram’ı biliyorum. PENTAGRAM’I DİNLEMEYİ UNUTMAYIN! AYŞE NUR - Do you think that with Dark Thrones and Black Flags, you completely had achieved the music you wanted to do now? Fenriz: i don’t think like that, i don’t ask myself that question of achievement. We are driven by COINCIDENCE, a law of nature saying simply “WHAT HAPPENS - HAPPENS”. It is quite coincidental that we have now almost the same drum sound as UFO had in 1974 (check the song ROCK BOTTOM) or that MY songs are often written like the “fast” songs of DIAMOND HEAD lightning to the nations album from 1980. Basically we mostly have sounds and riffs from 1979-1985 now, but with MANY exceptions. we are not a retro band, we are just playing what we make. and it’s rather coincidental. - In the album, it seems that there is no musical unity and also, lyrically, there are some changes compared to the past records.You,gradually,write lyrics that are filling the music,moving far from apprehension.Musically there are songs that are close to Heavy,Thrash and Death Metal, while the songs Nocturno had written are more akin to Black Metal. Do you have an aim to honour the deep rooted metal bands or you already listen to these styles and influenced by them, do the music you make goes same path with that styles you listen? Fenriz: We grew up in the 70s and 80s and that is the main styles for us. also the way we play. i am not trying to opress, but as a person i AM oppressive and i will always stray away from the paths in our metal world that is most crowded in the moment. so if old metal becomes very trendy (i don’t think so, most people want the PLASTIC MODERN SOUND in the studio and therefore have no interest for me) i am sure i will go away from it, to find my own path. Ted’s style is now HEAVY METAL DARKNESS (to quote PORTRAIT), and i make my own style of: SPEED METAL/NWOBHM-PUNK. I have always listened to EXTREMELY many forms of music, but in metal i prefer the sounds (studio sound) of 1968-1986 for metal, and the STYLES from 1968-1993. Almost all of the active metal/rock/punk bands i support play these old styles with old sound. I am just allergic to modern sound, i think it’s too easy to like as well. also, i must obey my own ears and follow what they like. anything else would be betraying myself. (the only sin). - You have been giving labels that will reflect yourself and the changes you had to your albums and legal products. NWOBHM was an awesome example to that. When I heard the label, Dark Thrones and Black Flags, what I thought first was it would be a punkish album like The Cult Is Alive. “Black Flag”, you know, a term identified with anarchism, and also there was a very heavy punk band with that name, which was a cult and influenced many metal bands.Dark Thrones and Black Flags was more metal album though, but what I will ask is, do you ever think about that referenced while labeling the album? Fenriz: Yeah, i knew that all the journalist would as about the band BLACK FLAG which would lead us to talk about punk. and punk is an UNDENIABLE factor in metal, just as heavy blues based rock is. so that’s good to show the roots of the metal tree. Because if you cut of the roots, the whole tree will die. I thank you for noticing that DARK THRONES AND BLACK FLAGS holds mostly metal music and not punk, so many has just looked at the cover and the title (even journalists) and concluded (even after hearing the music) that it’s very punk. but it’s no more punk that KILL EM ALL with metallica. And if you analyze our ingredients it is very much the same as kill em all - but we end up sounding very different from 1983 Metallica. But that’s also a coincidence HAHAHA! - On the RockHard interview which is tracking through the internet, you have a Détente - Recognize No Authority record and it is an awesome album. In 2008, the demos of the band were compiled again and also the band is active now. Recently, many older bands like Onslaught,Whiplash,Seance,Terror izer,Artillery made comebacks. What do you think about these reunions? Were there any reunion event that excited you? Fenriz: When they try to make a new album like the old ones, they chicken out and think instead that they need this new metal sound that most bands had since 1989-90. That makes it soulless and extremely boring. a big exception from this rule is VULCANO “tales from the black book” album, they had the balls enough to sound just like the old days. GREAT! I don’t enjoy concerts because of lots of reasons, mainly because i don’t like people. And at metal gigs it’s always someone that shouts in my ears to tell me something instead of watching the gig. So finally after 15 years of going to shows, i now only go to ca 4 shows a year (next one will be our METAL MERCHANTS FESTIVAL in january 30/31 here with many great old bands like PAGAN ALTAR and also the abovementioned ARTILLERY. But when they reform and play LIVE... At least live sound is a bit the same as it always was, so that true people don’t have to suffer through modern sound. HAHAHAHA. But i don’t care about reunions at all, i never hope for a band to reunite. - You are becaming a cult metal icon like Lemmy day by day. Are you aware of that? Especially with your various statements, you show this side of yourself and you are not a social person like Lemmy is... Fenriz: No, since birth and up to my global underground metal years in 87 88 and 89 i was not a social person. but after i got the record deal (the only ambition i had in life!) i tried to change that. So i spent the next 10-15 years to always go out to the pubs in Oslo rock city and meet THOUSANDS of people. but when the underground was strong again with lots of kids playing the 80s styles instead of the stupid 90s styles and tempos (different ages in the metal world is not just typical STYLES, but also typical TEMPOS - i don’t like the typical 90s woodpecker-fast drum styles for instance) i returned to myself. I thank Oscar from OLD to make me aware that the underground had returned to the 80s styles. ofcourse some bands were always true to the 80s, but i am now talking about GENERAL CURRENTS in the underground scene. so i stopped going out completely in May 2005. this means no meeting people at pubs anymore, and that also means not meeting people that came here from around the world since 1995 to talk about black metal. and it means not going to shows anymore almost, and almost quit dj’ing. Instead i make compilations. because i got tired to pick out GREAT music for people that just drank and talked all over it. Basically i am not a social person - i tried the opposite for 15 years - so i now wish that people understand and respect that i can’t meet more people, i have enough people in my life already that i don’t have time to meet. or else, this interview for instance couldn’t be realized. Even if i cloned myself, i wouldn’t have alot of time to wipe my ass after taking a shit, HAHA. - The years of ‘00s, nevermind the leadership of Motörhead, were also good for some new rock’n’roll and punk bands.And from what I see here is the best ones in this field are all coming from Scandinavian countries.The Hellacopters, Backyard Babies, Hardcore Superstar, Turbonegro, Gluecifer etc...What are your general thoughts about these bands and the contemporary rock’n’roll and punk bands? Fenriz: those are overground bands, so i haven’t heard most of them. i like Turbonegro ofcourse, my fave songs are many but i particularly like “JUST FLESH”. The active bands i support are: TOXIC HOLOCAUST, D.I.E., RAMMER, RAM, METALIAN, DISHAMMER, MIDNIGHT, PYROTOXIC, BLADE OF THE RIPPER, DEVASTATOR florida, THE NORTH BLUE HEALER, TROUBLED HORSE, WITCHCRAFT, HOODED MENACE, KORGÜLL THE EXTERMINATOR, BROKEN BRAIN spain, ABYSSED canada, IN SOLITUDE, AFTER THE BOMBS, BLIND TO FAITH, FAUSTCOVEN, BOMBSTORM, BLIZZARD, HELLREALM, CHEMIKILLER, WHIP, TRENCH HELL, HELLSHOCK, REPELLENT, SPEED TRAP, CAST IRON, RAZOR FIST, SADISTIC INTENT, VULCANO, OBLITERATION, GHOUL CULT, ATOMIC ROAR, HELLISH CROSSFIRE, BANISHED FORCE, SLOGSTORM, ENSLAVED, BLÜDWÜLF, DEATH BEAST, WAR CRIMES, BASTARDATOR, CREEP COLONY, TYRANT sweden, NATTEFROST, CORRUPT, WORLD BURNS TO DEATH, NEKROMANTHEON, ENFORCER, NOCTURNAL, JEX THOTH, DEATHRONER, SONIC RITUAL, MÄNIAC, MORNE, ALPHA CENTAURI, DEMON’S GATE, DOOMED BEAST, RESISTANCE france, KARNAX, EVIL ARMY, WITCH usa, VIRUS norway, AURA NOIR, ORCUSTUS, LONEWOLF, THE DEVIL’S BLOOD, FARSCAPE, VOMITOR, OLD, DEATHHAMMER, EM RUINAS, SALUTE, THE BATALLION (dirtier sound on next album, please! HAHA), ZEMIAL, GASMASK TERRÖR, EIDOMANTUM and PORTRAIT. I am also thinking DESOLATOR from California and OMEGA from Greece sounds promising. Those bands you mentioned are all 90s bands that play styles from 60s, 70s, 80s, they have really NOTHING to do with the 2000s, and are not typical of the 2000s. sorry! - In the documentary, Metal: A Headbanger’s Journey, there were two interviews that surprized all metal and rock community: Gorgoroth and Mayhem interviews. We were sure that the Norwegian bands shouldn’t be that simple and cursory, but on the other hand, we couldn’t really get that attitude. When I have watched 2007-released Once Upon A Time In Norway, although I did not approve their ideas, I loved the sta- tements they made. If you have watched those two documentaries, can you compare and explain the attitude differences between? Fenriz: I was interviewed for that film. But i found out that the interview people didn’t know alot about real underground 80s metal, and they were just after some sensation stuff. So i of course have NO interest in that movie and i never saw it and i will never see it. I think it would be better if people use their EARS not their eyes in this metal world. anything else is poser-behaviour. - Darkthrone made many good albums for Black Metal and also many people appreciate the way the band held now.I know that you are not that interested in those days, but, who could have that “dark throne” in ‘00’s in your ideas? Fenriz: Since 1994 people have assumed that i want to listen to copied styles from Burzum, Mayhem or Darkthrone or Gorgoroth or Immortal. WHY? Do i try to copy Motörhead and expect Lemmy to give a SHIT? NO!!! So why THE FUCK does people keep ASSUMING things about me, and have so little social intelligence? What i can tell you is that i don’t give a FLYING FUCK about all those that play 90s copied style and call it Black Metal. I understand that these bands are interesting for many, but they must also understand it is not interesting for ME. Active Black Metal bands i like is FAUSTCOVEN Norway, VOMITOR Australia, HELLREALM Chicago, and OLD from Germany. They have no 90s tags, they are more timeless. And it’s not arty or anything either, and not very gothy or feminine. No, these bands i like because they HOLD THE TORCH the way i like it and the way it has been held since the beginning of dirty insane black style. - Imagine that you will come to earth as an album. Which album you would like to be? Fenriz: Bonded By Blood, EXODUS. - How could you relate the genocide commitment of Israelian ancestors made by Hitler and Israel’s contemporary violent actions on Palestinian lands? The destructive attitude of Black metal have anything with that kind of destruction? Fenriz: When people are threatened they must fight. I think it’s a law of nature. And it’s more than 2 ides to that conflict. But in the metal world it’s not a problem, all the people who choose modern plastic sound that is destroying the soul of metal is a problem. And that’s MY war. And DARKTHRONE IS A LO FI alternative to the modern metal sound. - What do you think about online music sharing, mp3, etc? Fenriz: No strong opinions about it. Believe it or not. But buying albums is the key. I use half a yearspan of time to make the album booklets since 2006 (i didn’t care much about visuals in 1996-2005, i wasn’t in charge of that department of Darkthrone in those years). So there’s a lot of KEY information to the album when buying the album. But other styles who don’t give a fuck about it shouldn’t cry when people just steal the music instead. The whole reason artists are artists is that they are willing to GIVE FROM THEIR SOULS AND CREATE SO THAT OTHERS CAN TRY TO ENJOY. Those who aren’t can not have an opinion in this matter, i think. -Do you know anything about Turkey? Did you ever drink “raki”, the traditional Turkish alcoholic drink? Fenriz: I only know MEZARKABUL, the Turkish Pentagram. DON’T FORGET TO LISTEN TO PENTAGRAM!!! EMRE DEDEKARGINOĞLU Onu hepimiz The 3rd And The Mortal’ın uzun kızıl saçlı ve güzel sesli vokali olarak tanıdık. The 3rd And The Mortal ile çıkardığı Tears Laid In Earth albümündeki hüzünlü vokalleriyle dikkatleri üzerine çeken ve ‘90larda yaygınlaşan bayan vokalli metal gruplarının Doom/Gothic Metal kolunun ilk örneklerinden olan Norveçli Kari Rueslåtten... Kısa süreli metal müzik macerasından sonra kariyerine Pop müzik yaparak deva meden Rueslåtten, şu an hala metal müzik işleriyle anılıyor ve solo kariyeri birçok kişi tarafından esgeçiliyor olsa da oldukça güçlü eserler vererek yoluna devam ettiğini söylemek mümkün... 3 Ekim 1973’te hayata gözlerini açan Kari, ‘90lı yılların başlarında bazı gruplarda yer aldıktan sonra, The 3rd And The Mortal’a girer. Grup ile Sorrow EP’sini ve oldukça önemli bir albüm olan Tears Laid In Earth albümünü yapar. Müzikal açıdan Doom ve Gothic Metal etkisini sonuna kadar gösteren bu iki albümde de, Kari’nin vokaliyle desteklenen keskin bir melankoli ve hüzün vardır ve bu nedenle albüm birçok Gothic Metal grubuna örnek olmuştur. Kari, 1994’te The 3rd And The Mortal’dan ayrılır ve Sigurd Wongraven(Satyr) ile Gylve Nagell(Fenriz)’in isteği üzerine Storm adlı gruba girer. Grubun amacı Norveç halk şarkılarını metal olarak yorumlamaktır ve Kari, Satyr ve Fenriz’den grupta aşırı bir tavır olmayacağına dair garanti alır. 1995 yılında Moonfog Records’tan grubun tek albümü Nordavind yayınlanır fakat son dakikada yapılan bazı değişiklikler nedeniyle gruba tepki gelir. Söz konusu olay, grubun Oppi Fjellet şarkısına eklediği “...en grusom død til hver en mann/som ikke hyller vårt faderland...” (a horrifying death to every man/who doesn’t hail our fatherland...) mısrasıdır. Özellikle Kari’nin Neo-Nazi olarak yanlış bir şekilde damgalanmasına neden olan olay budur. Kari, bu albümün yayınlanmasından sonra birçok kez konu hakkında çok üzgün olduğunu ve Satyr ile Fenriz tarafından aldatıldığını belirtmiştir. Storm albümün yayınlanmasından sonra dağılır ve Kari, metal müzik macerasına nokta koyarak solo kariyere yönelmeye karar verir. 1995 senesinde Demo Recordings adını verdiği kayıtları piyasa sürer. Albüm genel olarak kuzey yerel müziklerinden etkiler taşımaktadır, Kari ise önceki projelerine göre daha çeşitli şekillerde vokal yapar, yer yer Loreena McKennitt’i andıran bir performans sergiler. 1997 senesinde ilk albümü Spindellsinn’i Sony Norveç aracılığıyla yayınlanır. Albüm tamamen Norveççe sözler içerir, Norveç yerel müzikleri etkisi çok fazladır, demo kayıdına göre daha tempolu ve yoğun Pop müzik etkilidir. Kari bu albümle Norveç’te bazı müzik ödüllerine adaylık kazanır. 1998’de ise ikinci albümü Mesmerized’i yayınlar. Bu albüm ile Kari, müziğini daha modernize ederek, daha özgün bir ta- bana taşır. Eskisi kadar yerel müzik etkileşimi yoktur, müzik endüstriyel seslerden klasik tabanlı müziklere kadar bir çok etkileşim bulundurur. Kari’nin vokalleri ise gittikçe gelişme göstermiş ve yorumu Tori Amos-Loreena McKennitt çizgisini kendi özgün yorumuyla birleştirmeye başlamıştır. Kari bu albüm ile yine Norveç içinde çeşitli ödüllere adaylık kazanır. Mesmerized’dan sonra Kari, albümlerinde daha fazla kontrol özgürlüğü elde etme ve kendi kendine prodüksiyon işlerini halletme arzusuyla Londra’ya giderek birkaç sene prodüksiyon ve stüdyo teknikleri konusunda çalışmalar yapar. Norveç’e döndüğünde kendi stüdyosunu kurar ve ardından İsveçli GMR Records’a geçerek, 2002 senesinde en güçlü albümü olarak görülen Pilot’u piyasaya sürer. Kari bu albümde düzenlemelerin tamamen minimalist ve melodiyi öne çıkaran yapıda olmaları için çok çaba sarfettiğini ve aynı zamanda melankolik bir atmosfer yaratmak istediğini söylemiştir.Albüm Mesmerized’de ortaya konulan müziği daha da ileri taşımıştır ve çoğunlukla deneysel bir albümdür. Müzikal çeşitlilik oldukça yoğundur, Kari’nin yorumu ise gittikçe güçlenmektedir. Albümden Exile adlı şarkıya klip çekilir ve en bilinen Kari şarkılarından birisi olur. 2005 senesinde ise Kari dördüncü ve şimdilik en son albümü olan Other People’s Stories’i yayınlar. Albüm, oldukça deneysel olan Pilot’un tersine daha basit ve direkt bir albümdür, fakat müzikalite olarak Kari’nin yakaladığı çizgiyi devam ettirir, yoğun etkileşim yelpazesi, melodi ve vokali eşit olarak öne çıkaran bir düzenleme ve Kari’nin tamamen oturmuş vokalleriyle birleştirilmiştir. Albüm, 2007 senesinde remaster edilerek tekrar piyasaya sürülür. Kari, Other People’s Stories’in yayınlanmasından beri sessizliğini korumakta... En son iki sene önce Agnes adında bir kız çocuğu dünyaya getirdi ve yeni bir albüm hakkında henüz bir gelişme yok. Her ne kadar sadece metal müzik adına yaptığı işlerle bilinse de solo kariyeri, pop müzik adına oldukça güçlü albümler içeriyor ve asla atlanmaması gerekiyor. Norveç doğasından çok etkilendiğini belirten Kari’nin Loreena McKennitt, Enya, Björk ve Tori Amos etkili ama özgün vokallerini dinleyebileceğiniz başka bir proje yok ve solo kariyeri, The 3rd And The Mortal’daki vokallerinden oldukça farklı denebilir. Üzerinde oldukça düşünüldüğü belli olan melodilerle ve üstün vokalleriyle işlediği şarkılar sayesinde, günümüzde sözüm ona pop müzik yapan birçok isimden çok daha üstün bir müzisyen Kari Rueslåtten, fakat fazla göz önünde olmaması nedeniyle hak ettiği ilgiyi görmüyor. Kendisini The 3rd And The Mortal ve Storm’da takip etmiş ve beğenmişseniz, solo albümlerine mutlaka göz atın. BAHA ÖZER Açıkçası her yıl en iyisiyle - en kötüsüyle albümler veya filmler sıralanır, dinlediklerimiz, izlediklerimiz sıraya konur, bu hepimizin, dünyadaki bütün ciddi dinleyicilerin, dergi çıkaran tayfaların hemen hemen her yıl yaptığı amansız bir mücadeledir. “En iyi” her ne kadar çetrefilli bir yola çıkarsa da düşüncelerimizi bunu yapmaktan da vazgeçmeyiz ve işi heyecana kaptırırız, onun için sadece “en dikkat çekici” diyelim ve burada işi yumuşatalım bakalım geçtiğimiz sene neler dikkatimizi çelmiş. Açıkçası bu liste hazırlanırken yurt dışındaki dergi “en iyi” listeleri dâhil her bir şeye bakıldı tür/tarz farkı gözetmeksizin… Ve Siyah Beyaz Dergisi’ne uygun olarak hazırlandı… uğradı. Yıllar Axl Rose’u haklı mı haksız mı çıkaracak bunu ilerde göreceğiz ama Guns n’ Roses ismi tabii ki bu yıla damgasını vurdu. 4- JUDAS PRIEST Nostradamus Judas Priest’in dünyanın en büyük kâhinlerinden birisi olan Nostradamus’un hayatının derinliklerine kadar inen bu çalışması Heavy Metal dinleyicilerince beğenildi ve etkileyici bir konseptle unutulmazlar arasında yer aldı. Heavy Metal dergilerinden de iyi notlar alan bu albüm Halford’un son tokadı olarak nitelendirildi. 1- AC/DC - Black Ice “Stiff Upper Lip”in üzerinden 8 yıl geçmiş olması ve bu sürenin sonunda Brendan O’Brien yapımcılığındaki “Black Ice” ile sıkı bir geri dönüş albümü dinleten AC/DC listenin en başında yer alıyor. Birçok ülkede liste başı olan bu albüm rock ‘n’ roll’un yeniden yükselişine tanıklık etmemize yardımcı oldu. Belki bazı dinleyicilerin beklentilerini pek karşılayamamış olabilir ama bu durum bu albümün büyüklüğünü engellemiyor. Hayranları aylarca yıllarca bu albümün çıkışını bekledi durdu, hatta grubun konser haberinin çıkmasını bekleyenler bile çoğunlukta ve bu durum 2008’e girdiğimizde bu albümün çıkışıyla iyice alevlendi. Metallica’nın biraz gölgesinde kalma durumu da olsa AC/DC ismiyle ve albümüyle en başta yer alıyor. Saygı! 2- METALLICA Death Magnetic Metallica’nın bu albümü birçok seveni tarafından çok beğenilmiş olmasına rağmen bir kesim tarafından da kayıtlarından dolayı eleştiriye uğradı. Eski Thrash günlerine kıyısından bulaşmayı deneyen Metallica, Rick Rubin’in yapımcılığındaki “çiğ soundlu” bu albümüyle yılın dikkat çekici listesinin en üstlerinde gezinmekte… 3- GUNS N’ ROSES Chinese Democracy Çıkışı yılan hikâyesine dönen bu son Guns n’ Roses çalışması soundundan dolayı hayranlarını şaşırtmakla kalmadı bazı kesimler tarafından yoğun eleştiriye de 5- TESTAMENT The Formation of Damnation Alex Skolnick dehasının bu grupta olması çok büyük bir şans. Yıllar yılı geçmiş ve o kirli thrash soundu müziklerinden hiç eksilmemiş, aynı ciddiyetle, aynı özveri ile yapılmış kusursuz bir çalışma. Thrash Metal’in yaşadığının en büyük kanıtlarından biri… 6- MOTÖRHEAD Motörizer Lemmy ve Motörhead olmasaydı mutlaka ayakların birisi eksik kalacaktı. “Motörizer”, yıllara meydan okuyan güçlü bir grubun güçlü bir albümü olarak dergilerde yer aldı ve geçtiğimiz yıl Avrupa ve Amerika listelerinde başarılı oldu. Lemmy’i kimse durduramaz, kimse de durdurmak istemez. 7- JON OLIVA’S PAIN – Global Warning Jon Oliva Savatage’ı bir kenara bıraktığından beri Trans Siberian Orchestra ve kendi projesiyle ilgileniyor. “Global Warning” ilk dönem Savatage yapıtlarını anımsatır nitelikte bir çalışma ve gerek dergilerden gerekse de web sitelerinden tam puan almış durumda. 11- URIAH HEEP Wake The Sleeper Hard Rock ve Progressive Rock tarzındaki çalışmalarıyla efsaneleşen Uriah Heep’in bu çalışması sessiz sedasız olarak çıktı ve küçük bir kitle tarafından sahiplenildi. Her birisi çok güçlü rock çalışmalarından oluşan bu nadide albüm lirikleri ve müzikalitesiyle geçtiğimiz yılın tarzındaki en iyi çalışmalarından birisi olarak gösterildi. Yıllar sonra böyle bir albüm, çok şaşırtıcı! 8- OPETH – Watershed Plak şirketlerince onlar “Swedish Extreme Progressive Metal”in kralları. “Blackwater Park” ile başlayan değişim kadro değişikleri sonucunda “Watershed” ile devam ediyor. Bir önceki albüm “Ghost Reveries”in gölgesinde kalsa bile “Watershed” ile Opeth klâsını konuşturmuş durumda. “Porcelain Heart” ve “Heir Apparent” unutulmazlar arasına girdi bile… 12- JOURNEY Revelation Melodik Rock ve AOR çizgisinde yer alan Journey topluluğu Filipinler’den ithal ettiği yeni vokalist Arnel Pineda ile adeta ikinci baharını yaşıyor. Amerika’daki konserleri çok başarılı geçen grubun son albümü “Revelation” deyim yerindeyse yeri göğü inletti. 80’lere şöyle bir selam verdik bu albüm sayesinde… 9- ENSLAVED Vertebrae Norveç’in bu bilge filozofları “Isa” ve “Ruun” gibi deneysel albümlerden sonra çıkardığı “Vertebrae” ile King Crimson ciddiyetindeki şarkılarıyla Progressive sularda geziniyor. Boşuna uğraşmayın; ilk dinlemede onları hiç çözemezsiniz, katman katman incelikle işlenmiş muhteşem bir albüm. 13- ZERO HOUR – Dark Deceiver Bu grubun ne yaptığını çözebilen var mı? Teknik Metal’in geçtiğimiz sene Zero Hour’dan sorulduğu bir gerçek. “Dark Deceiver”da Tipton kardeşlerin 44 dakikada neler yaptığını dinlemek istiyorsanız buyurun. 10- VOLBEAT – Guitar Gangsters & Cadillac Blood Müziklerinde birçok müzik türünün sentezini başarılı bir şekilde sunan Danimarkalı topluluk her geçen gün yeni hayranlar kazanıyor. Dinleyenleri şimdiye kadar burun kıvırmadı ve bu son albüm müzik dünyasının en iyi çıkışlarından birisi olarak nitelendirildi. Groove Metal’in son noktası olarak ta lanse edebiliriz. 14- BLACK STONE CHERRY – Folklore and Superstition Southern Rock’ı alın Hard Rock’a ve oradan Nickelback’in müziğine bulayın işte size Black Stone Cherry. İlk albüm çok başarılıydı, fakat geçtiğimiz sene çıkan bu çalışma ile güneyliler başarıyı ikiye katladı ve dikkat çeken albümler arasında yer aldı. zünden hala şeytanın bacağını kıramadı ama “Tightly Unwound” bu senenin eli yüzü düzgün albümlerinden birisi olarak tarihe geçti. 18- R.E.M. – Accelerate “Around The Sun” ile olumsuz eleştirileri kabul eden grup “Accelerate” ile “Document” zamanlarına geri döndü ve Katrina Kasırgası’ndan bahseden şarkılardan tutun da politik yaklaşımlı sözlere kadar Stipe yine yoğun eleştirilerini kimselerden sakınmadı. Müzik ise her zamanki bildiğimiz R.E.M.’den farklı ve güçlüydü. “Supernatural Superserious” bu albümden klasikler arasına girdi. 15- EXTREME – Saudades de Rock “Waiting for the Punchline”dan 13 sene sonra gelen bu -Portekizce ismi ile- yeni Extreme albümü sevenlerini şaşırtmakla kalmadı ve küçük bir başyapıt olarak nitelendirildi. Bettencourt’un her zamankinden daha ritmik yapıda çaldığı bu albüm “Comfortably Dumb”ıyla, “Flower Man”iyle aklımıza kazındı. 16- BLACKMORE’S NIGHT – Secret Voyage Ritchie Blackmore ve Candice Night’ın birlikteliği hoş anlar yaratmaya devam ediyor. Son iki albümdür tekdüze ilerleyen grubun müziği “Secret Voyage” ile bir anlamda kırıldı, Candice Night’ın vokalleri bir parça geriye, Blackmore’un yarattığı müzikalite ise ön plana alındı ve ortaya unutulmaz bir albüm çıktı. “Gilded Cage” sanki Atonement’ın sahil sahnesine soundtrack olabilecek derecede güzelken “Sister Gypsy” ise bir Blackmore’s Night klasiği oldu… 17- THE PINEAPPLE THIEF – Tightly Unwound “Little Man” ve “What We Have Sown” gibi iki depresif albümden sonra Pineapple Thief iyice içine kapandı ve sonunda böyle bir albüm yarattılar. Kabul, İngiliz modern progressive rock müziğini Indie sularına bulaştırmakla görevli bu topluluk yoğun Porcupine Tree ve Radiohead etkileri yü- 19 - VAN MORRISON Keep It Simple Yılların eskitemediği bir müzisyen. Kimileri onun müziğini sıkıcı buluyor kimileri de onu takdir seviyesinde çok seviyor. Ama gerçek olan birşey var ki onlarca belki yüzlerce müzisyeni etkilemiş bir isimden bahsediyoruz. “Keep It Simple” onun eski dönemlerinden bir kayıtmış gibi duruyor. Caz, folk ve blues’un harmanlanması Van Morrison’un ustalık alanına giriyor. “Keep It Simple” “ben kaliteli müzik dinliyorum” diyen dinleyicilerin kapsama alanına girmiş gibi gözüküyor. En azından dinleyicisini yakalamış durumda. 20- THE BLACK CROWES Warpaint Chris ve Rich Robinson kardeşler aldılar yanlarına North Mississippi Allstars’ın Luther Dickinson’ını, şöyle geriye “The Southern Harmony…” ve “Amorica” zamanlarına kadar gittiler ve ortaya “Warpaint” çıktı. 7 yıl sonra gelen bu albümü kendi dinleyicileri kadar Dickinson’ın takipçileri de dinledi ve bu acılı blues çığlıkları kendilerinin başarısı oldu. “Goodbye Daughters of the Revolution”, “Locust Street” ve Luther Dickinson’ın attığı enfes slide sololu “Movin’ On Down The Line” bu albümdeki tepe noktalarıydı. 21- LAMBCHOP – OH (Ohio) Nashville’in sakin çocuklarının çıkardığı bu albüm country, soul ve folk müziği dikkatle birleştiriyordu. Hoş bu albümde de daha önceki çalışmalarında olduğu gibi bir değişim söz konusu değildi ama “Slipped Dissolved And Loose” başta olmak üzere diğer besteler çok üst düzeyde geziniyordu. Kurt Wagner ve tayfası hiç değişime uğramadan yollarına tam gaz devam ediyor. Kusursuz bir albüm! 22- TV ON THE RADIO – Dear Science 2000’lerin en ilginç gruplarından birisi belki de. Funk’ın deneysel halini dinlemek öyle çok kolay olmasa gerek, zaten bu tarz gruplarda pek ortalıkta gezinmiyorlar. TV On The Radio “Dear Science” ile neredeyse bütün olumlu eleştiri okları üzerlerine geldi ve artık onların ilerde ne yapacağını, nasıl bir albümle geri döneceklerini kestiremez olduk. 23- SUN KIL MOON – April Mark Kozelek’in Red House Painters’dan sonra ortaya çıkardığı kendi projesi. “April” bilindiği gibi Nisan 1’de çıktı ve şaka gibi Kozelek bize hüzün kusmaya devam etti. Hüznün adresi daha albümün ilk girişinde “Lost Verses” ile verildi ve bu 9 dakikalık şaheser sayesinde uzun süre diğer şarkılara geçemedik. Hemen geçenler olduysa bu albümün ne kadar da hissiyatlı bir şaheser olduğunu daha erken anlamıştır. 24- CALEXICO – Carried To Dust Calexico Ennio Morricone’den feyz almaya devam ediyor. Belki de bu etkileşimi en fazla açığa çıkaran albüm buydu. Liriksel açıdan en sert Calexico albümü ve bu albümde Iron & Wine ve Tortoise müzisyenleri de kendilerine eşlik ettiler. Geçtiğimiz senenin dikkat çekici albümlerinden birisi olmasının sebebi ise ciddi sözlerine karşın Calexico müziğinden ödün verilmemesiydi. Bunu da her zaman ki gibi başarıyorlar. 25- MY MORNING JACKET – Evil Urges Biraz punk biraz funk ve biraz psychedelic deneysel country. Olmuş mu? Tabii ki olmuş. Jim James çok farklı loop’larla yarattığı “Evil Urges” dünyasında her şeye yer olduğunu bu albümle kanıtladı. Bugün onlar jam band’lerin arkasında çalan, şarkılarını tanınmaz hale getiren bir topluluk ve onlar artık bugünün en ciddi doğaçlama gruplarından dahi destek görüyor ve her geçen gün büyüyen bir çizgi yakalıyorlar. Takdir! 26- MOGWAI The Hawk Is Howling Değişim olmadan da başarılı olunabileceğini kanıtlayan diğer bir toplulukta Mogwai. Önceki albümlerinin sentezi niteliğinde sayılabilecek bu çalışmada aslında çok farklı bestelerde vardı fakat yine de değişik denemelere fazla girişmediler. Post Rock’ın belki de en iyi topluluklarından birisi. Son çalışması “The Hawk Is Howling” ise albümü anlayanları uçurmaya devam ediyor. 27 – CONOR OBERST – Conor Oberst Bright Eyes’dan tanıdığımız Conor Oberst çok beğenilen bu albümü Meksika’nın tozlu yollarından geçerek, Bob Dylan, Tom Petty gibi isimlerden feyz alarak gerçekleştirmiş. Özellikle Bob Dylan’ın ilk dönem eserlerini çok anımsatıyor. Sonuç ise; en iyi şarkı yazarlığı koltuklarından birisi kendisinin oldu. Albümü baştan sona bir kez dinlemek bile yeterli oluyor. 28- FLEET FOXES – Fleet Foxes Sadece bir ilk albüm, hepsi bu! Fleet Foxes’in ismini artık bundan sonra çok duyabilir ve daha da çok dinleyebiliriz. Sanki kendilerine farklı-küçük bir dünya yaratmışlar ve oradan bize tınıları gönderiyorlar. Ve böylece bizde böyle bir müziği ilk defa duyuyoruz. Bir daha böyle bir albümle karşılaşmayabiliriz veya böyle bir şey çıkartamazlar, kim bilir? Onlar Amerika’dan Seattle’dan geliyorlar. 29- PAUL WELLER – 22 Dreams Weller’ın bu albümde çalıştığı müzisyenleri saysak bir sayfayı doldurur herhalde. Robert Wyatt, Noel Gallagher, Steve Cradock gibi isimleri bünyesinde barından bu çalışma hemen hemen bütün müzik yayın organları tarafından takdirle karşılandı ve bize de bu albümü dinlemek ve cd player’lardan hiç çıkarmamak düştü. 30- BECK – Modern Guilt Hayatınız nasıl olursa olsun Beck hep sizinle olsun.:) Bu albüm her yayından çok ilgi görmese de Beck’in en iyi tınılarını taşıdığı bir gerçek. Bizce “en iyi alternatif rock” listelerinin başında gelir gelmesine de buradaki listede yukarıdaki “metalci”lere nasıl kök söktürecek orası muamma.:) “Orphans” ve “Youthless” başta olmak üzere kısaca “Modern Guilt” iyi bir albüm! 31- TINDERSTICKS – The Hungry Saw “The Hungry Saw” ile klasik Tindersticks geri dönmüş durumda ve Stuart Staples bütün romantikliğini bize yansıtarak o eski tarzını bu albümle daha da geliştirdi. Sözler, şarkıların melankolik yapısı ve bestelerdeki orkestrasyonlar çok başarılı. Böyle şarkıların yanında buğulu camlar ardından dışarı bakıp bir kahve ya da viski içmek iyi gelebilir, öyle değil mi? :) 32- THE HOLD STEADY – Stay Positive Pek çok müzik-magazin dergisinin, web sitelerin yok saydığı bir grup ve müzik albümü bu. Craig Finn’in şarkı yazarlığına bir şey denilemez tabii ki ama anlattığı hikâyeler de en azından birilerimizin dikkatini çekmiştir. Post Rock ve Punk arasında gezinen çizgisi ile bu albüm özellikle girişteki “Constructive Summer” ile parıldarken diğerleri de sırayla sizi bekliyor. Dinlenilmemesi büyük kayıp. 33- OKKERVIL RIVER – The Stand Ins Okkervil River, Indie Rock’ın yükselen değerlerinden… Son yıllarda güzel resimlerle bezenmiş albümlerle karşımıza çıkan bu ilginç grubun bu albümü önceki çıkardıkları çalışmalara pek benzemiyor. Daha mutlu, daha hareketli bir Okkervil River dinledik bu çalışmada ve bizce hiç sakıncası olmadı, çünkü her şarkı, her melodi doğru yerlere gitti, değişimden kazançlı çıktılar. kilerini üzerinde barındırıyor. Adam Duritz yine kendi yaşantılarından oluşturulmuş liriklerle karşımıza çıktı ve “Washington Square” ve “On Almost Any Sunday Morning” ile ne olduğunu, duygularını bize açtı. 36- JAMES – Hey Ma Manchester sound geri mi döndü? Evet bir anlamda öyle yazabiliriz. “Laid”, “Seven” gibi albümlerle gönlümüzde yer bulmuş bir grubun son albümünü onca seneden sonra heyecanla dinlememek olmazdı. Biraz politik, biraz hareketlilik, işte son James bu! Çok büyük etki yaratamadı ama şarkılar çok iyiydi ve geçen senenin olumlu hanesine rahatlıkla yazıldılar. 37- KINGS OF LEON – Only by the Night Amerika’nın köklerinden gelen Indie Rock grubu kisvesi altında modern country, southern, caz ve alternatif öğeleri başarıyla sentezleyip önümüze sundular. Birçok dinleyicinin favori topluluklarından birisi olması boşuna değil, Tennessee’li bu çocuklar müzik dünyasını bir anda esir aldılar “Only by the Night” ile… 34- PORTISHEAD – Third Bristol, İngiltere. Trip Hop, Electronica. Beth Gibbons, Barrow ve Utley. “Dummy”, “Portishead” ve “Third”. Bunlar elbette birçoğumuzun hayatının anlamlarından bir kaçıdır. Onca zamandır beklenen bir albümdü ve geçen sene kendilerinden beklenen bir değişimle karşımıza çıkıverdiler. Gibbons her zaman ki gibi iyiydi, şarkılar klasik Trip Hop/Portishead kalıplarına biraz uzak kalsa da hepsi de birer canavardı. 35- COUNTING CROWS – Saturday Nights & Sunday Mornings Günahlar ve üzüntüler üzerine kurulmuş iki bölümden oluşan bir Counting Crows başyapıtı. “Saturday Nights” daha çok güçlü “rock” şarkılardan oluşurken “Sunday Mornings” ise akustik western tınılı folk et- 38- JOHN MELLENCAMP Life, Death, Love And Freedom “Mainstream Folk Album”! Ünlü yapımcı T-Bone Burnett ile kotarılan bu Mellencamp albümü adı üstünde yaşam, ölüm, aşk ve özgürlükten bahsediyor. Bunlardan bahsederken kendi hikâyelerini anlatıyor usta. “Longest Day”, “Young Without Lovers” ve “Troubled Land” bu albümdeki en iyi çalışmalar. Bunları dinlemeyen bünye kalmasın diyerek Mellencamp stilinin ne kadar çok müziğe katkı sağladığını bu albümden anlayabiliriz diyorum sadece. Hepsi birer birer yaşamı anlatan türkülerdir. 39- BLIND MELON – For My Friends Amerikan Rock’ın saygı duyulması gereken bir diğer topluluğu da Blind Melon. Shannon Hoon’u acı bir olayla kaybeden grupta vokalleri Travis Warren devralmış durumda. 12 sene sonra gelen bu yepyeni albüm Blind Melon sevenleri tatmin etmiş durumda ve albümün ilk şarkısı da -“For My Friends”- sanırım yaşanılan acıyı çok iyi özetliyor. 40- SNOW PATROL – A Hundred Million Suns R.E.M.’in yeni yapımcısı Jacknife Lee ile çalışan Snow Patrol dinleyicileri ikiye bölen bu albümle aslında iyi bir çıkış yakaladı, listelerde de başarılı bir grafik çizdi. Güçlü pop ve alternatif şarkıları sevenler kaçırmasın diyerek Snow Patrol’u dikkatle izlemenizi öneririz. 41- GAZPACHO – Night 2008’in sürpriz isimlerinden birisi kuzey ülkelerinden geldi. Gazpacho yeni türeyen Porcupine Tree, Pure Reason Revolution benzeri gruplardan bir tanesi. “Night” ile progresif rock sevenleri şaşkına çeviren grubun hayranları da günden güne çoğalıyor. Beste aralarına violin gibi bir enstrümanı yerleştirip yürekleri dağladılar ve bir hüzün seli meydana getirdiler, helal olsun! “Massive Illusion”ı mutlaka dinlemelisiniz. 42- THE PRETENDERS Break Up The Concrete Punk, folk ve country’i iyi harmanlayan rock topluluklarından, 80’lerin kalburüstü gruplarından birisi The Pretenders. Onların bu son kaydı da 80’lerdeki çalışmalarını çokça anımsatıyor. Geçtiğimiz senenin en başarılı çalışmalarından birisi de onlardan geldi ve hayranlarını küskünlüğe uğratmadılar. 43- ALANIS MORISSETTE – Flavors of Entanglement Biz dinledik ve başarılı bulduk. İlk dinleyişte alışmak zor olsa da Kanada’nın başarılı ismi her albümünde bir ya da iki şarkıyı dilimize dolayıveriyor. Bir önceki albümüyle arada 4 yıl oynamasına rağmen listelerde de çok başarılı bulundu bu albüm. 2008’in beklenen pop albümlerinden birisiydi ve Alanis hareketli şarkılarla ve video kliplerle adından söz ettirmesini bildi. 44- MARTIN ORFORD – The Old Road Neo-Progressive rock grupları IQ ve Jadis’de yer almış deyim yerindeyse “çıtayı epey yükseltmiş” bir isim Martin Orford. Bu listede yer almasının sebebi ise bu albümüyle klasik progressive rock dinleyicilerini ters köşeye yatırması ve adından epey söz ettirmesidir. “The Old Road” bünyesinde John Wetton gibi klasik bir ismi de barındırıyor ve albüm folk tınılarıyla beraber mükemmelliğe ulaşıyor. Geçtiğimiz senenin üç beş kaliteli prog rock albümlerinden biri. 45- KARMAKANIC – Who’s The Boss In The Factory? Progressive Rock’ın The Flower Kings ailesinden çıkmış mükemmel bir topluluk. 70’lerin Deep Purple tınıları, caz, fusion ve klasik müziğin buluşmasından doğmuş bir albüm karşımızdaki. Çok uzun melodi pasajları, epik öğelerle süslemeler, bütünüyle bu albümde buluşmuş. 19:30 dakikalık “Send a Message From The Heart”ın hatırına bile alınabilir ve keyifle dinlenebilir. Geçtiğimiz sene çoğu Prog Rocker’lar bu albümü konuşuyordu. 46- BLITZEN TRAPPER – Furr Blitzen Trapper 2000’lerin başlangıcından beri var olmuş Amerikalı Indie Rock grubu. Deneysel olan şarkılarında gizli olan bir şeyler gizli. “Wild Mountain Nation” Indie ailesi içerisinde saygın bir yere sahip ve grubun son albümü “Furr” ise bu başarısını ikiye katlıyor. Indie Rock’ın belki en üstlerinde gezinmiyorlar fakat sessiz ve derinden gelen bir yapıları olduğu gerçek. arasında geçtiğimiz sene çok konuşuldu ve bu albümün konukları ise Eric Clapton, Eric Johnson, Robben Ford ve Mark Knopfler gibi isimlerdi. Bu çalışma da country, blues ile harmanlanmıştı ve defalarca “dinlemeye doyulamaz” derecede bir his kaplıyordu içinizi… Müzik bu olmalı! 50- SUSAN TEDESCHI – Back To The River Senenin daha son zamanlarında gelen mükemmel ötesi bir blues/soul albümü. Bu çalışma blues severler tarafından merakla bekleniyordu ve daha önce The Black Crowes, Madrugada, Primal Scream ve Tom Petty ile de çalışan yapımcı George Drakoulias bu albümün patronuydu. Sonuç ise tek kelimeyle “kusursuz”! Tedeschi’nin soul ve caz vokallerine çok iyi gidebilecek derecede iyi bir vokali var, bunu da bu albümünde çekinmeden sergilemiş. 47- BRIAN ENO & DAVID BRYNE – Everything That Happens Will Happen Today Bu iki dost yeniden buluşur da adından söz ettirmez mi? Müzik dünyasında böyle buluşmalar çok etkileyici performans durumlarının yaşanmasına sebep olabiliyor. Gospel müziğini folk ve elektronika ile buluşturmakta bu ikilinin göreviydi ve geçtiğimiz sene bu albüm adından çokça söz ettirdi. Dinleyenler müzik dinledi, dinlemeyenler ise bir yerlerden bulup keyfini çıkarmalı… 48- KLAUS SCHULZE & LISA GERRARD Farscape Birisi Tangerine Dream ve solo albümlerle elektronik müziğin tanımını yapmış bir müzisyen, diğeri ise Dead Can Dance’in her şeyi diyebileceğimiz Lisa Gerrard. Durum bunu gösterirken geçtiğimiz senenin en güzel buluşmalarından birine daha tanıklık etmişti müzik dünyası. Lisa Gerrard vokalleriyle “Liquid Coincidence” bölümlerinden oluşan albümde Schulze’yi bir parça geride bıraksa da bu albüm Space müziğin son zamanlardaki çıtasını belirledi. 49 – SONNY LANDRETH – From The Reach Slide gitarın tanımını yapmış ve “sağ parmak” tekniği ile birçok gitaristin ulaşmak istediği yere ulaşmış büyük bir müzisyen. “From The Reach” blues albümleri VE DİĞERLERİ… - RAZORLIGHT – Slipway Fires - KAISER CHIEFS – Off with Their Heads - THE MARS VOLTA – The Bedlam In Goliath - THE MOUNTAIN GOATS – Heretic Pride - WHITE LION – Return Of The Pride - WHITESNAKE – Good to Be Bad - ALKALINE TRIO – Agony & Irony - TESLA – Forever More - WE ARE SCIENTISTS – Brain Thrust Mastery - RAZORLIGHT – Wire to Wire - SUPERGRASS – Diamond Hoo Ha - THE BLACK KEYS – Attack & Release - JOE SATRIANI – Professor Satchafunkilus and the Musterion of Rock - ELVIS COSTELLO – Momofuku - BON IVER – For Emma For Everago - SIGUR ROS - Með suð í eyrum við spilum endalaust - THE SUBWAYS – All or Nothing - MARILLION – Happiness Is The Road - TRACY CHAPMAN – Our Bright Future - DIDO – Safe Trip Home - PORTUGAL.THE MAN – Censored Colors - WILLE NELSON AND WYNTON MARSALIS – Two Men with the Blues MELİS SARILAR YAKINDAKİ SES Hikayelerde böyle anlatılmamıştı ki! Hani nerede beyaz ışık? Hani nerede beni karşılayacak insanlar? Sıkıcı, renksiz kapalı bir kutu burası. Hiçbir şey yok. Kendimi de hissedemiyorum. Sanırım ben de yokum. Bir sıkıntı var dolaşıyor etrafta ve ben de burada figüranım: yanda oturan kişi. İyi ki bir öldüm- o yine iyiymiş- ölüm yine mi gelse diye bakınıyorum bir o yana bir bu yana. Daha sonra fark ediyorum mor noktayı. Fark ettikçe büyüyor gözümde . İyicene dikiyorum gözlerimi daha da büyüyor benim kadar oluyor, o şiştikçe taban da mavileşiyor bulutlar bir kolluk mesafemde, mor top ışık saçmaya başlıyor. Yerini değiştiriyor ve bir el görüyorum. “Tanrının insanoğlunun eline uzanan eli mi bu?” diye durup düşünürken, eldeki Olmeca kafamı iyice karıştırıyor. Tanrı bana tekila uzatıyor. Bir kıvırcık saç tutamı görüyorum gözlerim kamaşıyor. Ve evet beyler bayanlar beni karşılayan iki melek falan değil, gururla söylerim ki: Janis Joplin. Olanca gülümsemesiyle bakıyor bana. İçten içe konuşmaya başlıyoruz. “Burada havalar iyi, düşünmeye zamanım kalmıyor, yalnız meleklerden sıkıldım, muhafazakar çiçek çocuklara kim katlanabilir ki?” diyor. Gülüyorum “Haklısın. Ama biz nerdeyiz?” “ Araf gibi bir şey herhalde. Yalnız oturmayı tercih ettiğim bulut işte burası. Cehennem mi cennet mi bilemem.” ARADAKİ SES Yeterince uyuştun mu Janis? Yeterince eğlenebildin mi? Tadına varabildin mi yaşamanın? Bir nefesini bile ziyan etmedin değil mi? Zaman geciktiricilerinin arasında tiyatral bir şekilde boğulmuştun… Haklısın pek de doğru değildi seni bir yerlere tıkmak. Sen doğa- ya aittin. Medeniyet zamanları sana göre değildi. Bir kadın-çocuktun sen inatçı ve anaç. Bu yüzdendir ki siyahların arasında “beyaz bir leke” idin dışlanan siyah rengi korumak için çığlıklar atan. O Siyahi çığlıklar milyonlarca insanın kulağından silinmedi hala dönüyor ordan oraya… Birkaç genç Woodstock’taki sevimli-sarhoşluğundan, bazıları Festival Express’teki kadınsı hallerinden.., albümlerinden bahsediyorlar Janis. En çok da “Pearl”den… İntihar mektubu gibiymiş, parçalardan parça yaratmışsın, hayatına kim girdiyse onların bir şarkısı olmuş. Anneleri olmuşsun onların, “Tell Mama” diye bağırmışsın. Hayatlar ötesi uzaklıktan bile kollarınla kaplamışsın. Pasifik’teki balıkların şarkı söylediğine inanıyorum artık. Küllerinle beslemişsin onları, sen yine doğaya ait olmuşsun Janis, akılsız kurtçukların yerine bilge balıklara yem olmuşsun. DIŞ SES her zamanki gibi size şükrediyordum Sevgili tanrı. Janis yine bulutunun üzerine yaramazlık yapmaktaydı aramıza yeni geleni de almış yanına açmışlar tekilalaları. Bir sohbet bir sohbet… Şarkılar söyledi Janis. Birkaç dakika sana şükretmeyi unuttuysam affet beni. Janis’i dinliyordum. Dalmışım. Bir de bir mesaj iletmemi istedi size : “I Need A Man To Love” Sonra bir gökkuşağı çizdi gökyüzüne göz kırptı ve mor bir ışıkla kayboldu. Yine mor güneş oldu o sevgili tanrım, yaşayanların aklından çıkmamak için… DİYALOG “İsmini biliyorum: Janis! Ama sen kimsin?!” “Kendimin kurbanıyım” -ÇIKIŞ- BAHA ÖZER Tıpkı bir soluk fotoğraf karesine bakar gibi. Müziğin ne hissettirdiğini sesli bir şekilde tam anlamıyla tanımlamak zor olsa da içimizde hapsettiğimiz bu hissiyatı bazen tek bir cümleyle aniden ortaya çıkarabilme gibi bir özelliğimiz hep vardır. Bazen de dinlediklerimiz hissettiklerimizi tıkar boğazımıza, oradan bir türlü çıkamaz, özgürleştiremez kendisini. Öyle bir yer düşünün ki ulaşılmaz olsun, öyle bir boşluk düşünün ki bulutlar gelsin sarmalasın ve öyle bir kıyı düşünün ki o sert dalgalar yüzünüze çarpsın. Ve bütün bu duyguları bir anda tattırabilecek birçok melodi düşünün ki hayatınıza bir fon olabilsin. Bulutlu ve soğuk iklimin kaotik insanlarını buluşturan bir müzik bu, belki dinledikten 40 dakika sonra size katarsis yaşatabilir ya da o sert dalgalarla boğuşturabilir, onlar kendilerini mutlu ve eğlendirici insanlar olarak tanıtadursun biz ise hayata dair bu iç burkan notalara derinlemesine süzülelim… Mogwai bugün Godspeed You Black Emperor ve Sigur Rós ile birlikte Post Rock’ın en çok bilinen üç grubundan biri olarak kabul ediliyor. Glasgow’da kurulan ve 1995 yılında temelleri atılan topluluğun ileriki zaman içerisinde oluşturduğu (1996–1997) materyalleri yıllarında gün ışığına çıkarması “Ten Rapid” adlı derleme albüm ile oldu. Bu toplama albüm fikri ile birlikte grup ileri de birçok müzisyen ile çalışmalarda bulunacağının, şarkılarının remiks hallerinin, film-belgesel müziklerinin, single’ların EP’lerin ve çok sevdikleri şarkıların cover versiyonlarını yayınlama düşüncesini destekler nitelikte olduğunun da sinyallerini verdi. Zaman içerisinde görüldü ki Mogwai’nin bu tutumu kendilerini haklı çıkardı ve gerek film-belgesel sektöründe ve müzik dünyasında bir dolu iyi isimle çalışarak şarkılarının remiks hallerinden tutun da cover şarkı söyleme çılgınlığına dek her alanda kendilerini gösterdiler. 1997 yılının bir anlamda önemi de “4 Satin” ismiyle yayınlanan ilk Mogwai EP’sinin piyasaya çıkmasıydı. Stuart Braithwaite, Brendan O’Hare, Dominic Aitchison ve John Cummings’den oluşan kadrosuyla Mogwai, ilk albümü olan “Young Team”i ise yine 1997’de beğenilere sundu. Post enstrümantal rock’ın en iyi ürünlerinden birisini piyasaya süren grubun bu albümü çiğ soundu ile dikkatleri üzerine çekmekte gecikmedi. Daha yeni yeni o dönemlerde ilerici müzik akımlarına dahil edilen Post Rock akımının Tortoise, Labradford, Sigur Rós ve Godspeed You Black Emperor ile birlikte en iyi topluluklarından birisinin Mogwai olacağı daha ilk albümden belliydi. Başlangıç hatasız ve başarılıydı. “Young Team”in birde konuğu vardı ki; o da geçtiğimiz senelerde dağıldıklarını açıklayan Arab Strap grubunun üyesi Aidan Moffat’tı. Albüm bir kenarda dursun Mogwai müziğinin “gitar temelli” olduğu apaçık belli oluyordu. Gitar melodisi ve riflerinin üstüne deneysel bir takım düşünceler katan grubun minimalist yapısı da bir diğer önemli özelliğiydi. Rahatsız edici karmaşık “Katrien” melodileri, sentetik konuşma bölümlerinin bulunduğu “Tracy”, aniden patlayan ve sarsan “Like Herod” ve 16 dakikalık bir Mogwai klasiği olan “Mogwai Fear Satan”, “Young Team” albümünün temel taşları sayılabilir. Hatta albümden sonra “Mogwai Fear Satan”ın remiksini de çıkarmışlardır. Bu albümden sonra gruptan davulcu Brendan O’Hare ayrılıp ve yerine Martin Bulloch geçer. Mogwai’nin bir sonraki durağı “Come on Die Young”dı. Daha önce Paul Savage ile çalışan grup bu sefer de Mercury Rev ve Sparklehorse’dan tanıdığımız Dave Fridmann’ı yapımcı koltuğuna oturttu. İlk dinlenildiğinde pek güçlü etki veremeyen bu albüm bir önceki “Young Team” kadar güçlü ve karmaşık değildi, hatta bestelerde o kadar düzleşme görülüyordu ki bu çok eleştirildi. Dinleyiciler albümün ismine bakarak bir umutsuz pas beklemişti ama beklentiler boşa çıktı. Ama albümü beğenen diğer bir kitle de mevcuttu, onlar ise karamsarlığı bırakıp kendilerini “Come on Die Young”a teslim etmişti bile. “Punk Rock” albümün ağır bir açılış çalışmasıydı. Şarkının derinlerinde Iggy Pop’ın Punk Rock hakkındaki görüşleri Mogwai müziğiyle etkileyici bir biçimde veriliyordu. “Cody” ise bir diğer farklı çalışmasıydı Mogwai’nin. Farkı ise şarkı yapısının iyimserliğinden ileri gelmekte… Belki de bu yüzden bu tarz besteler yüzünden albüme olumsuz eleştiri gelmiş olabilir diyorum. Bu çalışmada Mogwai’nin çok sevdiği müzisyenlerden Arab Strap’ın Aidan Moffat’ına öykünerek yazdıkları “Waltz for Aidan” bir diğer ilginç çalışma olarak gözükmekte… Albümde “Kappa” ve “Ex-Cowboy” gibi uç besteler yanında “Christmas Steps” gibi enstrümantal müziğin tepe noktalarından bir çalışma da mevcut ki bu albümle beraber insana farklı deneyimlerde yaşatıyor. Toplama albümlere yine devam eden grup 2000 yılında sanki bir albüm baskısı gibi duran “EP +6”yı çıkardı. “Stereo Dee” ve “Stanley Kubrick” albüm kayıtlarındaki çalışmalar gibi ilgi çekti. Mogwai’nin üçüncü durağı “Rock Action”dı. Sıra dışı olmaya hazırlanan bir grubun albümüne böyle basit bir isim vermesi şaşırtıcı. Hoş, albümden beklentiler o kadar da iyi değildi. O güzelim gitar tınıları gitmiş, o psychedelic hava kaybolmuş, yerine daha basit riflerle kotarılan açık bir gökyüzünde dinlenebilecek rahatlıkta bir albüm çıkararak sevenlerini ikinci kez şaşırtmıştır topluluk. Bu düşünceyi ilk iki albümdeki müzikal yapıyı bu albümle karşılaştırarak yapıyorum. Ama bir yandan da şöyle düşünülebilinir: Mogwai günden güne kendini geliştirebilen bir topluluk olarak çok farklı düşüncelerdeki yapımcılarla bu işi en iyi şekilde tamamlayıp yoluna devam etmek düşüncesini de taşımış olabilir. Ve belki de bu albüm sanıldığı kadar vasat değildir. Beklentiler farklı olduğu için objektif bir şekilde düşünememek gerçeği şöyle dursun albüm her şeye rağmen ilgiyi hak ediyor. Çünkü iki albüme de benzemeyen bir çalışma karşımızda duruyor, Mogwai ise ilerici yapısıyla demek ki her albümde farklı tınıları kulaklarımızda dolaştıracak, bu sebeple bu negatif düşünceleri pozitife dönüştürmek gerek diye düşünüyorum. Mogwai’nin ilk iki albümüne göre daha yalın olan albümünde saf gitar melodilerini dolambaçsız, anti-deneysel bir şekilde kulaklara sunduğu bir gerçek. Bunun yanında ise albümdeki besteleri tek tek incelediğimizde şöyle bir sonuca varıyoruz ki bu albüm gerçekten de iş yapar. Başarılı bir açılış şarkısı “Sine Wave”in yanında o kadar naif besteler var ki… “2 Rights Make 1 Wrong” ya da “Take Me Somewhere Nice” böyle değişik, düz, ama ruh halinize göre değişebilen yapı- ları da bünyesinde barındırıyor. Öyle çok fazla incelemeden grubun bir sonraki faaliyetlerine göz atmak istersek … MUTLU İNSANLAR İÇİN MUTLU MÜZİK Mİ? Yıl 2003’ü gösterirken Tortoise yıllar öncesinde “Millions Now Living Will Never Die”ı çıkarmış, Sigur Rós ise “( )” albümüyle tüm dünyada eşi ve benzeri olmadığını kanıtlamıştı. Post Rock kulvarında Mogwai’nin “Happy Songs for Happy People”ı tüm zamanların en iyi çıkışlarından birisi olarak değerlendirildi ve yukarıdaki grupların en iyi albümleri gibi “Happy Songs for Happy People”da onların buraya kadar ki en iyi hanesine yazıldı. Mogwai üzücü, depresif sınırlara adım attırıcı bir müzik yapıyor orası kesin, bu düşüncelerde bu albümle iyice onaylandı. “Hunted By a Freak” deyim yerindeyse kült bir açılış şarkısı. Yer yer yükselen yapıya karşılık gitarın o sakin ama rahatsız edici tınılarını üzerinde taşıyor. “Moses? I Amn’t” ise Mogwai’nin şimdiye kadar denediği en iyi ambient işlerden birisi olarak gözüküyor. Şarkıda kullanılan cello ise hüznü tarif etmekte gecikmiyor. “Kids Will Be Skeletons”ın durgun yapısı huzurla karışık bambaşka duygular yaşatmakta sanki. Sanırım Mogwai müziğinin tarifi de bu olmalı ama bunu da her seferinde deneysel bir şekilde yapsalar daha iyi olacak gibime geliyor. “Killing All the Flies” vokal efektlerine rağmen sinematografik yapıyı da beraberinde barındırıyor. Böyle ambiyanslara bu albümde çokça rastlıyoruz. “Boring Machines Disturbs Sleep” ise albümün en yorucu yolculuklarından. Siren seslerini anımsatan, rahatsız edici temasına rağmen vokallerin oldukça iyi duyulabildiği, sizi derinlere dek götürebilecek aşmış Mogwai eserlerinden birisi. Yorucu olmasının sebebi ise bana göre zor dinlenilebilirliği olacaktır. “Ratts of the Capital”ın gitar tonlarının yarattığı sevinçli bir hava söz konusu ama baslar ile birlikte sanki bu hava dağılıyor, üzgün hale bürünüyor bu enstrümantal çalışma. Hafiften tonların sertleşmesiyle Explosions of the Sky melodilerini anımsatan sertliklere dek uzanıyor bu eser. Sadece birkaç nota üzerinden giden sakin bir beste olan “Golden Porsche”de ise piyano başrollerde geziniyor. Mogwai müziğinin “gitar eksenli” olmasından dolayı arada böyle piyanoyu ön plana almaları da albümdeki ilginç maceralardan oluyor kesinlikle. Aynı durum bir sonraki “I Know You Are But What Am I” için de geçerli ama bu çalışmada yer yer sample’ların yarattığı etkiyi kolay kolay üzerinizden atamıyorsunuz. “Stop Coming to My House” ise bu albümün kapanış çalışması. “Happy Songs for Happy People”ın piyasaya çıktıktan sonra müzik eleştirmenleri tarafından beğenilmesi öyle çok şaşılacak bir olay değil. Önümüzde çok başarılı bir albüm durmakta, deneysel yak- laşımları bu albümde pek öyle etkin bir şekilde kullandıkları söylenemez ama bu çalışma hakkında öyle bir gerçek var ki o da çoğu Mogwai dinleyicisinin kabul ettiği bir düşünce olan “Mogwai’nin en iyi işlerinden birisi” olduğu gerçeğidir. 2006 senesinde Post Rock mevzusunda bir Gregor Samsa gerçeği ile karşılaştık. “55:12” adlı bu çalışma, o sene çıkan Mogwai’nin “Mr.Beast” albümüyle birlikte en sevilen albüm olmayı başardı. Explosions in the Sky ve Sigur Rós albüm çıkarmadığı için bu boşluktan yararlanan bu iki topluluk o sene kariyerlerinin en iyi ürünlerini ortaya çıkardılar. Mogwai daha önceki çalışmalarından daha güçlü yapıdaki “Mr. Beast” albümünde deneysel sınırları zorlamakta gecikmediğini bu albümle vurguladı. Albümün içindeki her çalışma bir Mogwai klasiği gibi duruyor, gözleri dolduruyor sanki. “Auto Rock” ve “Glasgow Mega-Snake” arka arkaya çok iyi ikili olmuşlar gibi albümü sürüklemeye hazırlıyor dinleyicileri. “Acid Food” ise yine bilindik depresif duyguları yaşatıyor. “Travel is Dangerous” ve “Team Handed”da bu albümdeki gidişata en uygun eserler olarak gözükürken “Friend of the Night”da daha önce bahsettiğim piyanoyu başrole soyundurma olayı gerçekleşiyor ve başarılı oluyor da... “Folk Death 95” ve “We’re No Here” adlı çalışmalarla da bugüne kadar ki belki de en dibe çekici bestelerini dinletiyor bize Mogwai. Aynı yıl Darren Aronofsky’nin “The Fountain” adlı filmi için Clint Mansell ve Kronos Quartet ile çalıştılar. Ve daha sonra senenin sonuna yaklaşırken Fransalı futbolcu Zinedine Zidane için çekilen belgesel bir film için müzik bestelediler. “Zidane: A 21st Century Portarit” adındaki bu soundtrack albümünde gerek deneysel gerekse de sade bestelerle adlarından oldukça söz ettirdiler. 2007 yılını yeni albüm hazırlıkları için geçiren Mogwai 2008 yılında yine oldukça tartışma yaratacak yeni albümü “The Hawk is Howling” ile dinleyici karşısına çıktılar. Bugüne kadar ki her albümünde aşağı yukarı bir değişimi uygulayan bir Mogwai bu albümünde tam orta safhada yer alıyor. Albümdeki şarkıları bir bir dinlediğinizde kimi zaman değişim yarattıklarını düşünüyorsunuz ama bir diğer düşünce de müziklerde ve bestelerde değişim yaratmadan ilerlediklerini ve vasat bir albüm çıkardıklarını da düşünmeden edemiyorsunuz. Bu noktada bir düşünce değer kazanıyor, o da Mogwai’i anlamaya çalışmak. Bu grup hakkında yazı yazmak ne kadar zorsa onları incelemek ve şarkılarında ne bulunduğunu, bu besteleri neden yaptıkları- nı açıklamakta o kadar zordur. “The Hawk is Howling” diğer bütün albümlerinin bir sentezi niteliğinde duruyor. Bunu çok fazla değişime uğramadan arada bir farklı denemeler deneyerek ulaşan topluluğun bu albümü de bence çok başarılı. Çünkü çok cesur bir grup var karşımızda, ne yaptığını çok iyi bilen, yanlış anlamaya çok müsait ama onların müziğini anladıktan sonra da takdir etmemizi bekleyen bir topluluk. “The Hawk is Howling”i Songs:Ohia ve Arab Strap yapımcısı Andy Miller ile kotaran Mogwai daha ilk şarkıda boğazımızda bir yumru oluşturuyor. “I’m Jim Morrison I’m Dead” tek kelimeyle “korkunç” bir çalışma. “3:56”. saniyeden sonra başlayan o tuşlu melodilerini şarkıyı karartmak için koymuşlar sanki. “Requiem for A Dream” filminin herhangi bir bölümüne rahatlıkla konabilecek derecede rahatsızlık veriyor. Bu tarz yapıyı defalarca sergilemelerine rağmen farklı noktalarıda aralara yerleştirmekten çekinmiyorlar. İşte Mogwai’i anlamamıza yarayacak ipuçlarından bir tanesi. “Batcat” keza öyle bir çalışma. Sentezi ilk önce veriyorlar ve daha sonraki dinlemelerde müziğin katman katman yerleştirilmesinden dolayı alttaki sesler bir bir yukarı çıkıyor ve şaşırmaca oyunu oynuyorsunuz, Mogwai dehasının su yüzüne çıktığı bir albüm olarakta bakabiliriz bu çalışmaya. “Danphe And The Brain” ve “Local Authority” depresif sınırlarda gezinen iki Mogwai klasiği olmuş durumda. Barry Burns’ün ortaya çıkardığı o derin atmosferi bu iki çalışmada da çok rahat hissediyorsunuz. “The Sun Smells Too Loud”da sample’larla ortaya çıkarılan, gitarın yarattığı sürreal etkiye rağmen huzuru yakaladığınız bir beste olarak açıklayabiliriz. Bu albümdeki en ilgi çekici beste ise “I Love You, I’m Going To Blow Up Your School” olarak gözüküyor. Çoğu Mogwai dinleyicileri bu albümden bu çalışmayı çok sevdi. “Scotland’s Shame”, “The Precipice” ve “Kings Meadow”da “The Hawk is Howling”i olumlu derecede düşündüren “iyi” besteler. Kış müziği mi yoksa Sonbahar müziği mi yapıyorlar bir türlü karar veremediğim bir grup olan Mogwai, bana göre sadece “insanı derinliğe götüren”, “insanın boğazında koskoca bir yumru oluşturan”, “uzak diyarların kendine uzak insanlarını”, “gözyaşına boğan o dolu melodilerin yarattığı acıyı” anlatan “insanın düşüncelerini özgürleştiren” soğuk iklimin bence sıcak insanlarının yarattığı bir topluluktur. Onlar Mogwai. Glasgow İskoçya’dan… ERDEM YABAŞ Ayreon Arjen Anthony Lucassen isimli uzun boylu abimizin uzun zamandır devam ettirdiği bir nevi all-star çalışması... Keza 01011001 yedinci Ayreon albümü olarak karşımıza çıkmıştı bu yıl içerisinde... Bu albümle önceki Ayreon albümleri arasında ciddi farklılıklar var.Birincisi bu albüm daha önceki tüm Ayreon albümlerinden daha sert bir noktada duruyor.Vokal iniş çıkışları davul ve ritimler en fazla progressive rock dinleyebilen ve Ayreon’un o yönünü seven insanlar tarafından muhtemelen aforoz edilmiştir ancak bence Ayreon bu albümle milenyum uzay metaline karanlık ve sert, muhteşem bir ürün bırakmıştır. Teknik kapasitesi yüksek,inanılmaz geçişleri ve atmosferi olan, bol bol riff ve bol iniş çıkışlı multi vokal düzenlemeleriyle elindeki yüklü malzemeyi muhteşem bir rock/metal operaya, bir şahesere dönüştürebilme işinin altından alnının akıyla çıkılmış bir albüm karşımızdaki. Yüklü malzemeye gelelim. Arjen yaklaşık 12 yıldır rock operaları yazan ve her seferinde yeni birşeylerle gelmeye çalışan bir deha. Dile kolay her seferinde farklı bir ürün ortaya koyabilmek kolay birşey değil. Arjen’in bir başka özelliğiyse kural olarak daha önce çalıştığı enstrumentalist ve vokallerle bir sonraki albümde çalışmaması idi.Geçmiş zaman diyorum çünkü bu albümde bu kuralını yıkmış ve daha önceden çalıştığı müzisyenlere de yer vermiş. Arjen bu kadar müzisyeni nasıl koordine ediyor? Evet hakkaten kilit bir soru bu. Nasıl ulaşıyor nasıl karar veriyor? Bu noktada Arjen günümüz dünyasını kullanıyor ve internet işini çok kolaylaştırıyor. En ünlülerden en ünsüzlere myspace, e-mail, şirket maili, telefon,menejerler üzerinden ulaşıyor ve işini görüyor.Peki bu kadar insan Arjen’i niye ve nasıl kabul ediyor? Arjen daha önceki albümleri ile deha olarak ün salmış biri olduğundan ona hayır diyebilmek oldukça güç olsa gerek. Tam bir günümüz iş hayatı örneği olarak Arjen’in referansının ne kadar sağlam oldu- ğunu görüyoruz albüme teşrif eden müzisyenleri gördüğümüzde. Müzisyenlere vokallerden başlayalım. Arjen de dahil olmak üzere 17, evet tam 17 vokal var albümde. Bu daha önceki albümlerden de oldukça fazla. Anneke van Giersbergen, Agua de Annique vokali, The Gathering ile ün salmış Anneke daha önce teşrif edenlerden. Ayreon’un üçüncü albümü olan Electric Castle albümünde vokallik yapmış olan Anneke bu albümde de işini layıkıyla yapıyor.Şarkılarda vokali girdiği anda bir anda kendi büyüsüne kaptıran, bir anda olayı gizemli hale getiren, mistikleştiren sesini yine Arjen ile ortak çalışma sonucu albüme kusurca yedirmiş. Steve Lee, Gotthard vokali, İsviçre’de platinum satışı yapmış bir kişi.Albümde yüksek perdelerdeki olağanüstü performansı göze çarpıyor.Açıkçası ben Steve Lee’nin çok yönlülüğünü bu albümde tanımış oldum. Burada Arjen’i bu muhteşem vokali bu kadar iyi kullanabildiği için tebrik etmek gerekiyor.O kadar zor vokaller yazılmış ki ortak bir çalışma olmadan altından kalkılabilmesi mümkün değilmiş gibi gözüküyor. Ancak albümü dinlerken hakkının verildiğini görüyorsunuz. Marjan Welman, Elister, Hollandalı kızımız; Arjen’in iş verdikleri kişilerden. Arjen’in işe alım süreci şu şekilde işliyor. Önce Marjan bir Arjen’e bir demo yolluyor. Ardından Arjen Ayreon şarkıları söyleyen bir grupta Marjan’ın performansını izliyor. Sonrasında kafasında bu albüm için oluşturduğu bir vokal çizgisi için onu uygun görüyor ve Marjan bu albümde karşımıza çıkıyor.Çok temiz bir ses rengiyle e=mc2 şarkısında şarkıyı sürükleyen vokal olarak yerini alıyor. Bob Catley, Magnum’un efsane vokali, o derinlerden kısıkmış gibi çıkan kendine has sesiyle albümde boy gösteriyor. İyi de yapıyor.Gerçi ben bazen şarkıyı söylerken çatlayacağını sansam da işin üstesinden geliyor. Simone Simmons, Epica, Hollandalı güzel kızımız için pek birşey söyleyemiyeceğim çünkü öne çıktığı şarkı albümün gerek müzikal gerekse liriksel açıdan en zayıf şarkısı olan web of lies olduğu için eğer albümde harcanmış biri varsa o da kendisidir.Yine de kendisi verilen işi hor görmemiş Phideaux Xavier ile söylediği şarkıda işini layıkıyla yapmış. Jorn Lande, yaşayan efsanelerden biri olan Jorn tabi ki bu albümde de tek kelimeyle olağanüstü bir performans çiziyor. Gerek epik, gerekse karanlık ses rengini kullanmasını bu kadar iyi bilen bir insandan bu albümde tabi ki iyi şeyler beklenilir. Ancak yine Arjen ile birlikte o kadar ince çalışılmış ki hayallerimin ötesinde bir performansla karşı karşıya bıraktı beni vokaller.Albümde tek geçeceğim kişi kendisi. Jonas Renkse, Katatonia, bir önceki albümde yer alan Mikael Akerfeldt’in referansıyla albüme teşrif etmiş bir müzisyen. Albümde ingilizce mellow diye tabir edilen melul havayı yaratan vokal rengine sahip olan Jonas albümde bu sesini en az Katatonia’daki kadar iyi kullanı- yor. Onun dışında rock operaya uygun olacak şekilde de yönlendiriyor,ayrıca brutal vokaliyle de yer yer hizmet ediyor ve işini iyi yapanlar arasına giriyor. Tom Englund, Evergrey, farklı bir ses rengi ihtiyacını fazlasıyla karşılamış..Albümde sivrilmiyor, sinmiyor, tam ortada, işimi yaparım edasıyla vokallik işini gözü kapalı yapıyor.Sesinin buruk yönünü de albümde kullanmayı başarabilen Tom sınıfı geçiyor. Wudstik albümdeki en enteresan isimlerden birisi. Kendisi bir hip hop sanatçısı. Yine Arjen’in işe aldıklarından. Arjen myspace’te gezinirken ilham kaynaklarında Ayreon’un olduğu bir hip hop sanatçısı görünce olayı merak eder, Wudstik ile sohbet eder ve birkaç şarkısını dinler..Vokallerini çok sever ve kafasında oluşturduğu bir karakterin sesi için onu davet eder.Wudstik de bir Ayreon sever olarak bayılarak teklifi kabul eder ve işini layıkıyla yapar. Floor Jansen, After Forever, yine daha önce Ayreon albümlerinde boy göstermiş biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu albümde bayanlar arasında en çok sivrilenlerden biri oluyor.Daha önce Arjen ile çeşitli projelerde çalışmanın verdiği rahatlığın da etkisi ile her türlü ses oyunu ve rengini ortaya koyuyor. Özellikle kendi vokal geçişleri çok değişken ve çok fazla ses rengi ve geçiş bulunduruyor. Eğer bu tarz vokal olma yolunda ilerleyen bayanlar varsa ders niteliğinde bu albümde Floor’u dinleyebilir ve kendilerine birşeyler katabilirler. Liselotte Hegt, Dial, bir gazeteci,vokal, basçı olarak karşımıza çıkan bu pek de bilinmeyen kişi, Arjen’in keşfi ve düzgünce kullanımı olarak göze çarpıyor.Çeşitlilik katabilme anlamında yine doğru bir tercih olarak kabul edilebilir.Arjen ile birlikte söyledikleri şarkıda öne çıkıyor. Hansi Kursch, Blind Guardian, power metalin efsane vokallerinden biri olan Hansi Arjen’in bu projesinde daha fazla yer almak çok istemiş ama pek zaman bulamamışlar. Bu durum albüme yansısa da river of time parçasında ön plana çıkmayı başarmış ve bazı şarkılarda arka planda her yerden ayırt edilebilir sesiyle boy göstermiş. Yine Arjen albümde kilit noktalarda kullanmayı başarabilmiş Hansi’nin sesini. Magali Luyten,Virus IV, işte cızırtılı bayan vokalimiz.Yine albümde çeşitlilik bakımından bir savaşçı edasıyla motorhead tarzı vokalini bir de Arjen’in zorlamalarıyla yüksek perdelere taşıyabilmesi kendi adına inanılmaz bir referans olacağının göstergesi olmuş. Daniel Gildenlow, Pain of Salvation, Arjen’in kendi studyosunda ağırlayamadığı, Daniel’in yanına İsveç’e uçtuğu bir durum olmuş. Kaydı da Daniel’in kendi studyosunda yapmışlar. Daniel de albümde tıpkı POS’ta yaptığı gibi enteresan iniş çıkışlar ve ses rengiyle albüme renk katmayı başarmış ve en üst seviye vokallerin arasında yerini almıştır. Enstrumanlara gelirsek Arjen’in kendisi vokal yapmanın ve besteleri yapmanın yanında her zaman olduğu gibi gitarları, klavyeleri, synthleri, bas gitarı ve programlama işini üstlenmiş. Ed Warby, Gorefest, Death Metal havasından farklı olarak Arjen’e uyum göstermiş, yer yer yaptığı şahane ataklarla albüme metal havasını veren isimlerden biri olmuş. Jeroen Goessens birbirinden farklı flutleri ve sesleriyle albüme renk katmış ve bazı şarkılara klasik Ayreon havası katmayı başarabilmiş. Lori Linstruth kızlardan virtüöz solo gitarist olmaz hurafesini yerle bir etmiş attığı soloyla hem teknik hem de ruhsal açıdan ders vermiş. Ben Mathot kemanıyla, David Faber de çellosuyla yukarıda bahsedilen web of lies şarkısını enstrumental olarak güzel kılmayı başarmışlar. Mathot river of time’da attığı keman solosuyla da şarkıya başka bir hava katmış. Michael Romeo, Symphony X, attığı uçuk solo ile albüme imzasını atmıştır. Derek Sherinian, attığı inanılmaz solo ile içinde bulunduğu şarkıyı bir seviye üste taşımayı başarmış. Tomas Bodin, The Flower Kings, klavye solosu ile uzayın derinliklerine götürmüş ve şarkının modunu belirleyerek renk katmış. Joost van den Broek, After Forever, içinde bulunduğu şarkıya atılabilecek en güzel klavye solosunu atarak referanslarına referans katmış. Tabi ki bu kadar müzisyeni bir çatı altında toplamak hiç kolay bir iş değil. Çoğunun kendi grubu ya da projesi için sorumlulukları, belki bir dünya turnesi belki bir dinleme süreci vs. var. O yüzden birçoğu için çok fazla hazırlanma fırsatı olmamış.Ancak bu durum albümün zayıf olmasını değil bence daha güçlü olmasına yol açmıştır. Çünkü bir şarkıdaki bir vokal çizgisi üzerinde günlerce kafa patlatırsanız doğallığını yitirebilir. Arjen de bunun farkında olan biri olarak vokallere müdahale etme ve istediği çizgiye çekme ile kendi doğallıkları, spontane gelişen vokal iniş çıkışları arasındaki nüansı çok iyi ayırt etmiş ve çok iyi korumuş ortaya ruh kokan bir albüm çıkmıştır. Enstru- manlarda, özellikle de atılan sololarda müzisyenlere tam olarak ne istediği nasıl kokacağını çok net bir şekilde anlatmış olsa gerek ki atılan her solo birbirinden kıymetli ve hem Ayreon hem de müzisyenlerin kendileri kokan bir ürün olmuş. Şarkılarda dikkat edilecek yerler: Age of Shadows - çoklu vokalle nakarat esnasında soprano tarzı vokalin uzay metaliyle uyumu, gitar solosu,Jonas’ın şarkıyı mistikleştirmesi, Anneke’nin zero-one bölümü. Comatose - Efsane Jorn’un efsane bir şekilde comatose demesi. Liquid Eternity - Floor’un yüksek perdelerdeki iniş çıkış ve ruhu,nakarattaki çoklu vokal uyumu. Web of Lies - çok kötü sözler, güzel enstrumanlar İkinci bölüm: The Fifth Extinction - epik bir şölen, vokallerin geçişleri, toplu vokallerdeki ustalık, steve lee, klavye solosu, nakarat, müthiş bir opera tadı. Waking Dreams - Jonas, Anneke, klavye solosu. Truth Is Here - Arjen vokali, liselotte, yöresel enstrumanlar. Unnatural Selection - en farklı şarkı, sert riffler sert vokaller. Catley - Steve Lee soru cevap atışması karşılıklı vokal iniş çıkışları. River Of Time - keman, üflemeliler ve Hansi. Connect The Dots - we all know bölümü. E=mc2 - wudstik , marjan welman, romeo solosu Beneath The Waves - Daniel - Jorn ve finaldeki Hansi bölümü başlı başına olağanüstü..en iyilerden. New Born Race - Lori’nin müthiş solosu. The Sixth Extinction - müthiş bir kapanış, olağanüstü bir final bölümü, rock/metal opera tiyatrosal bir sahne deneyimi olabilecek bir şarkı Ride The Comet - yeni dönem Ayreon’u tanımlayan şarkı, oldukça gaz, Magali Luyten’in performansı. Kişisel favorilerim: The Fifth Extinction ve kapanış parçası olan The Sixth Extinctiondır. EMRE AKPOLAT vector-games.com Survival horror türünün ilk serilerinden olan Alone in the Dark yeni oyunuyla bizi karanlıkta yalnız bırakmaya devam ediyor. Türü gereği bu oyunda başımıza gelen çeşitli felaket ve sorunlara rağmen hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bu durumlar, içinde bulunduğumuz binanın yıkılması ya da yakarak öldürmeniz gereken bir takım canavarlarla baş başa kalmamız olabileceği gibi el fenerimizin pilinin bitmesi gibi daha basit şeyler de olabiliyor. Bir yandan da olan biteni anlamamızı engelleyen esrar perdesini aralamak için uğraşıyoruz. Kahramanımız serinin diğer oyunlarından hatırlayacağınız Edward Carnby. Oyunun başında kendimize geldiğimize alıkoyulduğumuzu ve bizi pek de parlak bir geleceğin beklemediğini öğreniyoruz. Bazı esrarengiz ve korkunç olaylardan sonra bizi alıkoyan kişilerin elinden kurtularak oyuna başlıyoruz. Olaylar New York’taki Central Park çevresinde ve 2008 yılında geçiyor. Bu türde senaryo diğer türlerdekine göre oyunun daha önemli bir parçası olduğu için olaylar hakkında bu kadar bilgi şimdilik yeter. Oyun diğer survival horror oyunlarıyla benzer bir oynanışa sahip olsa da oyunu kahramanımızın gözünden oynama seçeneğinin olması bazı durumlarda işleri epey rahatlatıyor. Fakat yine de buna alışmanız biraz vakit alabilir. Çünkü nesnelerle yapabildiğiniz hareketler o an kullandığınız görüş açısına göre değişiyor. Örneğin yangın tüplerini ortam kamerasındayken sallayarak bir yakın saldırı aracı olarak kullanırken birinci kişi kamerasına geçtiğinizde yalnızca alevleri söndürmek için kullanabiliyorsunuz. Topladığımız nesneleri kullandığımız inventory ekranı sıradışı bir şekilde tasarlanmış. Karakterimiz ceketinin yanlarını bir işporta satıcısı gibi açıyor ve böylece yanımızdaki nesnelerin hepsini bir arada görme fırsatımız oluyor. Yaralandığımız zaman sağlık malzemelerini de benzer bir şekilde kullanıyo- ruz. Havok fizik motoru gerçekçi fiziksel etkileşimler sağlarken buna ek olarak alevlerle etkileşim içinde olmak da oyunun atmosferine katkıda bulunuyor. Örneğin, tahta bir sandalyeyi elinize alıp ateşe tuttuğunuzda sandalye alev alıyor ve bu alevli sandalyeyle düşmanlarınızı ya da başka nesneleri yakabiliyorsunuz. Oyunda kullandığınız araçlarla da pek çok şekilde etkileşime girmeniz mümkün. Öyle ki, anahtarlarını bulamadığınız bir arabayı düz kontak yaparak kullanabiliyorsunuz. Evet, GTA serisinde zaten istediğiniz her aracı kullanabiliyordunuz ama AitD’ta doğru kabloları birbirine yaklaştırmak da sizin göreviniz. Oyun görsel olarak oldukça tatmin edici. Işıklandırma efektleri ve gölgeler özellikle dikkati çekiyor. Alevler etkileşim bakımından olduğu kadar görsellik bakımından da kayda değer. Ortamlar bekleyeceğiniz üzere oldukça karanlık ve kasvetli. Dışarıda geçen bölümler de gece olduğu için aynı atmosfere sahip. Hatta oyunun başlarındaki taksili kovalamaca bölümünde dışarının da en az içerisi kadar tehlikeli olduğunu bire bir görüyorsunuz. Ortamlar gibi karakterler etkileyici görünüyorlar. Demolarda yüzlere yakın çekim yapıldığında bile inandırıcı görünmeye devam ediyorlar. Düşmanlarınız duvarlarda gezinirken kullanılan yarık efekti özellikle ortamla etkileşimli olduğu için hoşuma gitti. Sesler ve müzikler de oyunun karanlık atmosferini tamamlıyorlar. Müzikler ObsCure serisinin de müziklerini yapan Olivier Derivière tarafından yapılmış. Sonuç olarak, alışmanız gerekecek yanları olsa da AitD keyifli vakit geçirmek için gayet yeterli. Her yıl çıkan onlarca FPS, ismi 200X ile biten spor oyunları ya da MMORPG'ler artık ilginizi çekmiyorsa bu oyuna bir şans vermenizi tavsiye ediyorum. COŞKUN PINARBAŞI 1983 Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini aynı şehirde tamamladı. Ortaokul ve lise eğitimi sırasında babası ile beraber çeşitli fotoğraf ve video çalışmalarında bulundu. Kameraman asistanı olarak başladığı bu sektörde, başlarda “acaba” diyordu “bende bu minik dünya da kendimi ilerletebilecek miyim?” Derken, 1999’ların o ağır, hantal kamera ve ayağını omuzlarında bir kaç yıl taşıdı. Zamanla o hantallık ve ağırlık, meydan kendisine kalınca kuş gibi geldi! 2000 Haziran ayından bu yana medya sektörü içinde bir çok profesyonel kişilerin yanında belgesel filmler, reklam filmleri ve klip çalışmalarına imza attı; kameraman ve kurgu operatörü olarak. Savaş muhabiri, fotoğrafçı ve bir dönemin vazgeçilmez belgesel programı ‘Haberci’nin yapımcısı Coşkun ARAL’ın kurmuş olduğu İZ TV’de halen kurgusunu yapmış olduğu belgesel çalışmaları yayınlanmaktadır. İlk ustası babası ve profesyonel fotoğraf sanatçılarının yanında ‘çekirdekten’ kendini yetiştirerek, geliştirerek bu inanılmaz zevkli kareler dizesine imzalar atmaya başladı. Bugüne kadar birçok arşiv edindi fotoğraf çekimlerinden (Doğa, insan, portre ve konulu çalışmaları, vb.). Bu çalışmalarının bir çok kısmını da farklı paylaşım sitelerinde görmek mümkün. Ve diyor ki; "- Eğer ilerlemekten haz duyuyorsan unutma kimse seni bu yoldan alı koyamaz."
Benzer belgeler
Untitled
sene arayla albüm çıkarma yılıydı. En son
2004 senesinde The Cure adlı albümlerini
çıkartmıştı grup, genel çizgilerine göre biraz sert olan albüm karışık görüşler almıştı. 2008’in sonlarına doğru s...
Merhaba
parçanıza İstanbul'da bir klip çekmiştiniz. Özel bir hikayesi var mıydı?
B.A: Hatırlıyorum, hem de çok iyi hatırlıyorum o konseri. Türkiye’de bu büyüklükte konser veren ilk bizdik ve çok sıradışı b...
Geçmiş mi, Son Kullanma Tarihiniz?
Geçen yıl çıkardıkları EP Rolling Stone dergisi tarafından “Yılın En İyi Rock EP”si seçilen FOMA, yeni
albümleri “ALBÜM”ü –biraz gecikmeyle de olsa- Şubat ayında Elec-Trip etiketiyle yayınlıyor. Bu...
yasaklanan, sansürlenen ve tepki gören albüm kapakları
2004 senesinde The Cure adlı albümlerini
çıkartmıştı grup, genel çizgilerine göre biraz sert olan albüm karışık görüşler almıştı. 2008’in sonlarına doğru sessiz sedasız
yeni albüm 4:13 Dream çıktı....