sözlü sunumlar s 01 - Çocuk Nefroloji Derneği
Transkript
sözlü sunumlar s 01 - Çocuk Nefroloji Derneği
SÖZLÜ SUNUMLAR S 01 Anakinra Tedavisi Azaltılırken Atakla Başvuran Sistemik Juvenile İdyopatik Artritli Hasta Dilek Yılmaz1, Mediha Akcan2, Semiha Terlemez3, Ferah Sönmez1 1 Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Aydın 2 Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji-Onkoloji BD, Aydın 3 Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Kardiyoloji BD, Aydın Giriş: Sistemik başlangıçlı juvenile idopatik artrit (sJİA) patogenezinde interlökin-1 önemli role sahip olup, tedavide anti interlökin-1 kullanımı giderek artmaktadır. Fakat, bu ilaçlar sıklıkla endikasyon dışı ve standart bir izlem olmadan kullanılmaktadırlar. Ayrıca orta ve uzun süreli etki-yan etkileri de tam olarak bilinmemektedir. Olgu: Bu yazıda, anti-interlökin-1 (anakinra) tedavisi azaltılırken, sJİA atağı gelişen 14 yaşında bir erkek olgu sunuldu. Yaklaşık 2 yıldır anakinra tedavisiyle remisyonda olan olgu, tedavi aralığı açılıp, doz azaltıldığında (1 mg/kg haftada 2 kez), pulmoner emboli ve kardiyak iskemiyi taklit eden bulgularla başvurdu. Fizik muayenede; ateş (38,4οC), taşipne (35/min), taşikardi (120/min), KB:60/40 mmHg, göğüs ağrısı ve nefes alıp vermede zorluk mevcuttu.Solunum sesleri başlangıçta normal olup, alt ekstremitede derin ven trombozunu destekleyen bulgusu yoktu. Laboratuvarında; Hb: 12.4 gr/dl, WBC: 30.900/mm3, Plt: 331.000/mm3, CrP:427 mg/L, ESR:84 mm/hr, ferritin:550 ng/ml, IgG:3882mg/dl, PT: 14.2 (10-14) sn, APTT: 38.2 (22,8-31) sn, D-Dimer: 1794 (0-550) ng/ml, Troponin-I 30 (0-0,08) ng/ml ve arteriyel kan gazında; Ph:7,46, pO2:52 mmHg, p CO2:26 mmHg saptandı. Pulmoner BT anjiografide trombüs saptanmadı. Artmış kardiyak enzimleri ve ekokardiyografik bulguları myo-perikardit olarak yorumlandı. Yüksek akut fazları ve kliniğiyle sJİA atağı kabul edilen hastaya, 2 mg/kg/g anakinra tedavisi ve beraberinde yoğun immunsupresif tedavi (siklosporin, pulse steroid) tekrar başlandı. Tedavinin 5. gününde klinik ve laboratuvar bulguları düzelmeye başladı. Sonuç: Bu olgu sJİA’lı hastalarda anti-interlökin 1 tedavinin oldukça önemli olduğunu desteklemektedir. Tedavinin yavaş yavaş doz azaltılarak ve aralık açılarak kesilmiş olmasına rağmen, olgunun oldukça ağır bir klinikle başvurması dikkat çekicidir. Bu ilaçların sJİA’lı hastalarda ne kadar süre ve aralıklarda kullanılması gerektiğiyle ilgili, geniş kapsamlı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. S 02 6,5 kg Ağırlığında Bir Bebekte Başarılı Böbrek Nakli: Türkiye’de Bir İlk Atilla Gemici, Gülşah Kaya Aksoy, Elif Çomak, Mustafa Koyun, Sema Akman Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Antalya Giriş: Son dönem böbrek yetmezliği gelişen çocuklarda renal replasman tedavi seçeneklerinden biri olan böbrek nakli, yaşam kalitesini artırdığı gibi, özellikle çocuklarda normal büyüme - gelişme hedefini sağlamakta ve diğer seçeneklere göre tedavi sonrası daha az komplikasyonlara maruz kalındığı görülmektedir. Olgu: 17 aylık kız hastanın yenidoğan döneminde ödem nedeni ile başvurusunda proteinürisi ve hipoalbuminemisi tespit edilmiş ve olguya konjenital nefrotik sendrom tanısı konulmuştur. Albumin infüzyonları verilerek takip edilen hastada 8 aylık iken son dönem böbrek yetmezliği gelişmiş ve periton diyaliz programında izleme alınmıştır. Uygun canlı vericisi olmaması nedeni ile kadavra nakil listesine alınan hastaya 15 aylık ve 6,5 kg iken 5 yaşındaki kadavra donörden 2 HLA uyumu (A3-DR15)ile böbrek nakli yapıldı. Timoglobulin ve prednizolon ile indüksiyon tedavisine başlanan hastada takipte takrolimus ve mikofenolat mofetil ile idame tedaviye geçildi. Yaşı ve kilosunun düşük olması nedeni ile tromboza yatkınlığı olan hastaya ilk bir ay düşük moleküler ağırlıklı heparin takipte aspirin ile antitrombotik proflaksi verildi. Posttransplant 2. ay izleminde olan hastanın serum kreatinini 0.28 mg/dl, sistatin C 1.17 mg/dl ve sistatin C ile genişletilmiş glomerüler filtrasyon hızı 109 ml/dk/1,73 m2 hastanın iki aylık izleminde 1.6 kg alımı oldu. Sonuç: Bu olgu ile küçük yaş ve kilodaki çocuklara uygun vericiler sağlandığında başarılı böbrek nakilleri yapılabileceğini ve bu sayede gelişme geriliği ve böbrek yetmezliğinin diğer komplikasyonlarından korunabileceğini vurgulamak istedik. S 03 Akut Böbrek Yetmezliğinin Nadir Bir Nedeni: Leptospira Gülşah Kaya Aksoy, Atilla Gemici, Elif Çomak, Mustafa Koyun, Sema Akman Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Antalya Giriş: Leptospira yaygın görülen bir zoonozdur ve en önemli rezervuarı kemircilerdir. İnsanlara bulaş kaynağı genellikle dere veya baraj suyu gibi kirli sulardır. Weil hastalığı leptospira enfeksiyonunda %5-10 oranında görülse de yaygın organ tutulumu olması nedeni ile ciddi seyirli formudur. Olgu: 18 yaşında erkek hasta bir haftadır devam eden yeşil renkli ishal yakınması ile başvurdu. Ateş yüksekliği eşlik etmez iken son iki gündür idrar miktarının azaldığı bildirildi. Özgeçmişinde bilinen hastalığı olmayan hastanın bir hafta önce dere suyuna girdiği öğrenildi. Muayenesinde boy ve kilo ölçümleri 75. persentilde bulundu. Normotansif (115/80 mmHg) olan hastanın göz kapakları ve periferik ekstremiteleri ödemli, 2 cm hepatomegalisi mevcuttu. Tetkiklerinde trombositopeni, böbrek yetmezliği ile beraber kreatin kinaz ve myoglobin değerlerinin yüksek olduğu saptandı. İkinci olgu 15 yaşında erkek hasta 4 gündür devam eden ateş yüksekliği ve son iki gündür olan yaygın kas ağrısı ve kuvvetsizlik ile başvurdu. Şikayetleri başlamadan 10 gün önce aynı dereye girme öyküsü mevcuttu. Muayenesinde fiziksel gelişimi normal, sklera ve tüm ciltte yaygın ikteri saptandı. Sağ akciğer orta ve alt zonda krepitan ralleri ve midklavikular hatta 3 cm hepatomegalisi vardı. Hastaların karaciğer, böbrek, kas tutulumu olması, trombositopenin eşlik etmesi ve dere suyuna girme öyküsü olması nedeni ile bakılan leptospira mikroskobik agglutinasyon testleri pozitif (Olgu 1 leptospiraicterohaemorrhagiae 1/800, olgu 2 ise leptospira pomono 1/100) bulundu. Rabdomyolizi olan iki hastaya hidrasyon ve idrar alkalinizasyonu ile beraber ilk hastaya 2, ikinciye 3 seans hemodiyaliz ve ultrafiltrasyon yapıldı. Leptospira tedavisi için ilk hastaya 10 gün meropenem ikinci hastaya ise 10 gün meropenem ve doksosiklin tedavileri uygulandı. Sonuç: Rabdomyolize ikincil böbrek yetmezliği ile başvuran hastalarda trombositopeni ve karaciğer tutulumu eşlik ettiğinde leptospira gibi enfeksiyoz etkenlerin düşünülmesi rutin dışı tetkik olanaklarının zorlanması tedavi için de fark yaratacaktır. S 04 Distal Renal Tübüler Asidozda Nadir Bir Bulgu: Hiperkalsemi Medine Ayşin Taşar1, Zahide Yalaki1, Abdullah Güneş1, Arife Uslu Gökceoğlu2, Yıldız Bilge Dallar1 1 Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatri Kliniği, Ankara 2 Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, Ankara Giriş: Hiperkalsemi çocukluk çağında nadir görülen ancak ciddi komplikasyonlara yol açabilen bir durumdur. Hiperkalseminin çocukluk çağındaki en sık nedenleri D vitamini ve kalsiyumun aşırı alınması, Williams sendromu, hiperparatiroidizm, granülamatoz hastalıklar olarak sıralanabilir. Burada çok nadir de olsa distal renal tübülerasidozun bulgusu olarak gelişen hiperkalsemi olgusu sunulmuştur. Olgu: İki aylık kız hasta emmeme şikayeti ile hastanemize başvurdu. Yapılan fizik muayenesinde vücut ağırlığı:3270 gr (%3-10), boy: 53cm (%10-25), baş çevresi: 36 cm (%10), vücut ısısı: 36.5oC, solunum sayısı: 36/dk, kalp hızı: 122/dk, sistemik muayenesi doğal idi. Olgunun öz ve soy geçmişinde özellik yoktu. Laboratuvar tetkiklerinden tam kan sayımı normal, biyokimya tetkikinde; üre 23 mg/dl, kreatinin0.4 mg/dl, sodyum 140 mmol/L, potasyum 2.3 mmol/L, kalsiyum 13mg/dl, fosfor 5.9mg/dl, tam idrar tetkiki: pH: 8, dansite: 1010, mikroskobisi normal idi. Olgu hiperkalsemi ve hipopotasemi etyolojisi araştırılmak üzere yatırıldı. Arter kan gazında metabolik asidozu mevcuttu ve baz açığı 15 saptandı. Hiperkalsemi etyolojisi için gönderilen PTH ve D vitamini düzeyleri, tiroid fonksiyon testleri, idrar kan aminoasitleri ve laktat düzeyi, metabolik taramaları normal olarak saptandı. Tübüler fosfor reabsorbsiyonu: %92 ile normal idi. Serum amonyak düzeyi: 187 mcg/dl (45-80) bulundu. Abdomen ultrasonografisinde, böbreklerde mikrolitiyazis saptandı. Tekrarlanan idrar tetkikinde alkali idrarın olması, metabolik asidozunun devam etmesi, hipopotasemi, hiperkalsiüri ve üriner kalsinozis bulgularının olması ile hastada distal renal tübüler asidoz düşünüldü. Potasyum sitrat tedavisi başlandı. İzlemde intravenöz hidrasyon ile tedavinin dördüncü gününde hiperkalsemisi düzeldi. Olgunun serum amonyak düzeyi tedavinin yedinci gününde 95 mcg/dl, tedavinin ikinci haftasında da normal düzeye geriledi. Sonuç: Hiperkalsemi ve hiperamonyemi ayırıcı tanısında distal renal tübüler asidoz düşünülmelidir. S 05 Trombotik Mikroanjiopatinin Çocuklarda Nadir Görülen Bir Nedeni: Malign Hipertansiyon Aysel Taktak1,Umut Selda Bayrakçı², Nilgün Çakar1 1 Ankara Hematoloji Onkoloji, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, Ankara ² Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü, Ankara Giriş: Trombotik mikroanjiyopati (TMA) mikroanjiyopatik hemolitik anemi, trombositopeni ve çeşitli organlarda fonksiyonel bozulma ile karakterize klinik bir sendromdur. TMA’nın klinik sunumu hemolitik üremik sendrom (HÜS) veya trombotik trombositopenik purpura (TTP) şeklindedir. Ancak maligniteler, sistemik vaskülitler, sepsis, HELLP sendromu (hemolitik anemi, yüksek karaciğer enzimleri, düşük trombosit sayısı), çeşitli kemoterapötik ilaçlar ve ciddi hipertansiyon gibi farklı nedenler de nadiren TMA’ya neden olabilir. Burada TMA gelişen bir olgu sunulmuştur. Olgu: Öncesinde bilinen bir hastalığı olmayan 10 yaşında erkek hasta, ani başlayan baş ağrısı, kusma şikayetleri ile başvurdu. Özgeçmiş ve soy geçmişinde özellik yoktu. Başvuru fizik muayenesinde, kan basıncı 180/110 mmHg olan hastanın genel durumu orta-kötüydü. Direk ve indirek ışık refleksleri alınan hastanın pupilleri dilateydi ve görme kaybı mevcuttu. Göz kapakları ödemli, diğer sistemik bulguları normal sınırlardaydı. Hastanın laboratuvar incelemesinde anemisi ve trombositeponisi vardı. Biyokimyasal incelemede üre 29 mg/dl ve kreatinin 1,7 mg/dl, LDH 4000 U/l idi. Direk ve indirek Coombs’ testleri negatif ve kompleman düzeyleri normal sınırlardaydı. Ultrasonda sol böbreğin atrofik olduğu görüldü. Kraniyal manyetik rezonans (MR) görüntülemede posteriyor lökoensefalopati sendromu (PRES) ile uyumlu bulgular saptandı. Nitruprussid ile kan basıncı kontrol altına alındı. Takibinde kan basınçları çoklu anti-hipertansif tedavi ile normal sınırlarda seyreden hastanın TMA ile uyumlu kan tablosu kan basıncının kontrol altına alınması ile düzeldi. Ancak ilk planda HÜS ekarte edilemediğinden hastaya taze donmuş plazma da verildi. Sonuç: Trombotik mikroanjiyopati farklı klinik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Özellikle ciddi hipertansiyon ile başvuran olgularda HÜS ile ve eşlik edebilecek nörolojik bulgular nedeniyle de TTP ile ayırıcı tanısını yapmak son derece zordur. S 06 Akciğer Kaynakli Primer İnflamatuar Myofibroblastik Tümör ve Proteinüri Eda Didem Kurt Şükür1, Mesiha Ekim1, Songül Yılmaz1, Zülfikar Gördü2, Zeynep Birsin Özçakar1, Fatma Fatoş Yalçınkaya1, Emel Cabi Ünal2, Handan Dinçaslan2, Nurdan Taçyıldız2, Gülsan Yavuz2 1 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Ankara 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Onkoloji BD, Ankara Giriş: Malign hastalıklarda eşlik eden böbrek hastalığı görülebilir ve en sık ortaya çıkış şekli nefrotik sendrom (NS) tablosudur. Solid tümör-membranöz glomerulopati, Hodgkin hastalığıminimal değişiklik hastalığı birliktelikleri bu durumun en iyi bilinen örnekleridir. Burada çocuklarda ender görülen bir tümör olan inflamatuar myofibroblastik tümör (IMT) ve buna eşlik eden NS saptanan bir hasta sunulmuştur. Olgu: Sağ akciğer kaynaklı primer IMT tanısı ile onkoloji bölümünce izlenen onüç yaşında erkek hasta, nefrotik düzeyde proteinüri saptandığı için bölümümüze yönlendirildi. Fizik muayenede astenik görünüm ve 2 (+) gode bırakan ödem dışında patolojik bulgu yoktu. İdrar muayenesi 100 mg/dl protein saptanması dışında normaldi. Günlük protein atılımı 198 mg/m2/sa bulundu. Biyokimyasal incelemede böbrek fonksiyon testleri normal, total protein: 5.6 g/dl, serum albumin 1.4 g/dl, lipid profili normal bulundu. İnceleme sırasında primer tümöre yönelik küçültücü cerrahi yapıldı ancak proteinüri düzelmedi. Renkli doppler ultrasonografide sol renalven akım hızı ve kalibre değişiklikleri yatar ve ayakta yapılan incelemede Nutcracker Sendromu’nu destekler nitelikteydi. Düzenli izlemde serum albumin düzeylerindeki ilerleyici azalma (serum albumin:0,9 g/dl) ve renal ultrasonografide bilateralekojenite artışı nedeniyle yapılan böbrek biyopsisinde anlamlı patolojik bulguya rastlanmadı. Minimal değişiklik hastalığı dışlanamadığından 2 mg/kg/gün prednizolon tedavisi verildi ancak protein atılımında düzelme gözlenmedi. Sonuç: Akciğer kaynaklı inflamatuar myofibroblastik tümör genel olarak benign seyirli bir tümördür. Paraneoplastik olarak ortaya çıkan NS patogenezi henüz açıklanamamıştır ve prognoz altta yatan glomerülopatiden çok primer malignitenin seyrine bağlıdır. Bugüne dek IMT ilişkili, tümör rezeksiyonu sonrası düzelen bir NS vakası bildirilmiştir. Hastamızda da primer tümör tam olarak çıkarılamadığı için nefrotik tabloda beklenen düzelme gözlenememiştir. S 07 Nozokomiyal Üriner Sistem Enfeksiyonu Etkeni Olarak Stenotrophomonas Maltophilia Çağla Serpil Doğan1, Nevin Semerci Koyun1,Bilge Aldemir Kocabaş2 1 Antalya Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, Antalya 2 Antalya Eğitim Araştırma Hastanesi, Pediatrik Enfeksiyon Hastalıkları Bölümü, Antalya Giriş: Stenotrophomonas maltophilia; erişkinlerin orofarinks ve balgamlarından izole edilebilen,doğada ve hastane ortamında da yaygın olarak bulunan gram negatif, fırsatçı bir nozokomiyal enfeksiyon etkenidir. Hastane enfeksiyonu etkeni olarak %4-8 oranında izole edilmektedir. Üriner sistem, yara enfeksiyonları, menenjit, bakteriyemi, peritonit ve akciğer infeksiyonlarına neden olabilir. Birçok antibiyotiğe dirençli olup, yol açtığı enfeksiyonların mortalitesi (%21-69)yüksektir. Olgu: Sekiz aylık erkek hasta 2-3 gündür devam eden yüksek ateş, iştahsızlık, halsizlik yakınması ile başvurdu. Öyküden yenidoğan döneminde, dış merkezde posteriorüretral valv tanısı ile valv insizyonu yapıldığı öğrenildi. İki aylıkken aynı merkezde piyelonefrit? (idrar kültürü?), akut böbrek yetmezliği, sıvı-elektrolit bozukluğu, metabolik asidoz tanısı ile izlendiği, meropenem ve siprofloksasin başlandığı, ancak tedaviye yeterli yanıt alınamaması nedeni ile merkezimize yönlendirildiği öğrenildi.US’de her iki böbrekte parankim kalınlığı azalmış, bilateral hidroüreteronefrozu mevcuttu. VCUG’da mesane trabeküle, divertikülleri mevcuttu ve bilateral grade 5 vezikoüreteral reflü saptandı. Böbrek parankim sintigrafisinde sol böbrek nonfonksiyone idi. Hastanın aldığı antibiyotiklere toplam 14 gün devam edildi ve US de mantar topu ile uyumlu görünümün olması nedeni ile flukonazol (IV+oral, 21 gün) eklendi.Dört ay sonra tekrar piyelonefrit tanısı ile izlendiği (idrar kültürü: 100.000 cfu/ml enterokok) 10 gün sefotaksim kullanıldığı öğrenildi. Sekizinci ayında temiz aralıklı kateterizasyon yaparken ve nitrofurantoin profilaksisi altında iken tekrar yüksek ateş yakınması ile başvuran hastanın idrar kültüründe 100 bin cfu/ml Stenotrophomonas maltophilia üredi, antibiyogram sonucuna göre levofloksasin (10 gün) ile tedaviye devam edildi. Sonuç: Özellikle risk faktörü olan hastalarda, üriner sistem enfeksiyonunda S. Maltophilia artan sıklıkta sorumlu etken olarak saptanmaktadır ve ampirik tedaviye başlarken bu durum göz önünde bulundurulmalıdır.Bu etkenin birçok antibiyotiğe karşı (geniş spektrumlu penisilinler, üçüncü kuşak sefalosporinler, karbapenemler, aminoglikozidler) çoğul direnç gösterdiği bilinmektedir. Temas izolasyonu, TM-SMX, tikarsilin-klavulonik asit ve yeni kuşak kinolon grubu antibiyotikler tedavide önerilmektedir. S 08 Tedaviye Yanıt Alınan PLCE1 Mutasyonlu İzole Diffüz Mezangial Skleroz Olgusu Meryem Benzer1, Sebahat Tülpar1, Işın Kılıçaslan2, Fatih Özaltın3 1 Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, İstanbul 2 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Tıbbi Patoloji ABD, İstanbul 3 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Ankara Giriş: Çocukluk çağındaki ailesel nefrotik sendrom (NS) nedenlerinden biri olan izole diffüz mezangial skleroz (İDMS) olgularında, en sık saptanan gen mutasyonu PLCE1 mutasyonudur. Renal biyopsi bulgusu İDMS’la uyumlu olup, ilaç tedavisine yanıt alınan PLCE1 gen mutasyonuna sahip bir olguyu sunduk. Olgu: Aktif şikayeti bulunmayan, ancak ablasında İDMS tanısından sonra hızla son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) gelişen 9 aylık erkek çocuk, tarama amaçlı yapılan idrar analizinde protein pozitifliği tespit edildiği için başvurdu. Anne babanın amca çocukları olduğu, biri SDBY tanılı diğeri sağlıklı iki ablasının bulunduğu ve anne-babasının amca kızına 25 yaşındayken böbrek nakli yapıldığı öğrenildi. Böbrek yetmezliği tanılı büyük ablası steroide primer dirençli NS tanısı ile 32 aylıkken hastanemize başvurmuştu. Biyopsi bulguları DMS ile uyumlu bulunmuş, pulse steroid ve siklosporin tedavisine yanıt alınamamış ve hızla SDBY gelişmişti. Hastamızda sistemik muayene bulguları normaldi, büyümesi yaşına uygundu. Böbrek fonksiyon testleri ile serum albumin düzeyleri normal, total kolesterol ve trigliserid düzeyleri yüksek bulundu. İdrar tahlilinde protein 2+ saptandı, spot idrarda protein/kreatinin oranı 5,1 (mg/mg) ölçüldü. Büyük ablasında İDMS’a bağlı SDBY gelişmiş olduğu için hastamıza renal biyopsi yapılıp enalapril ve oral metilprednisolon tedavisine başlandı. Biyopsi, erken dönem DMS’un_ bulgularıyla uyumluydu. Ablada ve hastamızda PLCE1 geninin 7. Ekzonunda c.2540C>T mutasyonu homozigot saptandı. Sekiz hafta sonra steroide yanıtsız kabul edildi, metilprednisolon azaltılarak kesildi. Enalapril tedavisine losartan eklenerek ACE inhibisyonu sürdürüldü. Losartan’ın 29. günündeki idrar proteini normal saptanan hastamız 8 aydır remisyonda izlenmektedir. Sonuç: Çocukluk çağındaki NS olgularında İDMS yaklaşık %3,1 oranında olup çoğunlukla SDBY ile sonlanmaktadır. Olgumuz, PLCE1 gen mutasyonuyla ilişkili İDNS’da, erken başlanması durumunda medikal tedaviye yanıt alınabileceğini düşündürmüştür. S 09 Atipik Başlangıçlı Sistemik Lupus Eritematozus Begüm Avcı1, Aslı Kantar¹, Kaan Gülleroğlu¹, Merve Küçükoğlu Keser¹, Esra Baskın¹ 1 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji ve Romatoloji BD, Ankara Giriş: Sistemik Lupus Eritematozus (SLE), klinik olarak çeşitlilik gösteren multisistemik inflamatuvar bir hastalıktır. Başvuru şikayeti artrit olup, takipte değişik klinik bulguları gelişerek SLE tanısı alan erkek olgu sunulmuştur. Olgu: On beş yaşında erkek hastanın 1,5 aydır topuk, ayak bileği ve diz eklemleri ve bacak kaslarında ağrısı vardı. Son 15 gündür bu şikayetlerine sırt ağrısı, sabah tutukluğu, halsizlik, aralıklı eklenmişti. Fizik muayenesinde her iki omuz ekleminde ekstansiyonda kısıtlılık, sol diz ve sol ayak bileğinde hafif ısı artışı ve hassasiyet ile sağ klavikula üzerinde ve alt ekstremite kaslarında hassasiyet mevcut idi. Laboratuvarda lökosit:7120/L, hemoglobin:12 g/dl, trombosit:165000/L, kreatinin:0,69 mg/dl, ALT:28 U/L, ANA:1/1000 pozitif, antidsDNA: Negatif, RF:2,3 IU/ml, CRP:37,9 mg/L, sedimentasyon.84 mm/saat, C3:1 g/L (0,82-1,85), C4:0,16 g/L (0,14-0,44) saptandı. İdrar mikroskobisi normal ve proteinürisi yoktu. Viral seroloji, p-ANCA ve c-ANCA negatif idi. MR’da alt torakal vertebra korpuslarında kamalaşmayla kalçalarda minimal efüzyon saptandı. Juvenil idiopatik artrit ön tanısı ile tedavi başlandı. Tedavinin 2. ayında bacak kaslarında yaygın hassasiyet ve sol bacakta purpurik, birleşme eğiliminde olan döküntüsü gelişti. Cilt biyopsisi vaskülit ile uyumlu bulundu. Renal BT anjiografi, renal renkli doppler normaldi. Antikardiyolipin antikorları pozitifleşen hastanın tedavisine oral steroid ve aspirin eklendi. Tedavisinin 6. ayında yapılan kontrolünde hematüri ve proteinürisinin (76 mg/m2/saat) saptanması ve ilk kez C3 düşüklüğünün gelişmesi üzerine böbrek biyopsisi yapıldı ve klas 4 lupus nefriti ile uyumlu bulundu. 6 aylık puls steroid ve siklofosfamid’ten oluşan indüksiyon tedavisi sonrası azatiyopurin ve oral steroid ile idame tedavisine devam edildi. İndüksiyon tedavisinin 4. ayından itibaren klinik ve laboratuvar bulguları normale dönen hastanın remisyonda izlemi devam etmektedir. Sonuç: SLE’nin klinik bulguları hastalığın başlangıcında tam gelişmemiş olabilir. Klinik bulguların tam olarak bir hastalığı işaret etmediği olgularda uzun süreli izlem ve elde edilen sonuçlara göre tanı ve tedavi yaklaşımı uygun olacaktır. S 10 Aquaporin-2 Mutasyonu Saptanan Konjenital Nefrojenik Diyabetes İnsipituslu Bir Olgu Bahriye Atmış 1, Melek E1, Haliloğlu B2, Karabay Bayazıt A1, Anarat A1. 1 Çukurova Üniversitesi, Pediatrik Nefroloji BD, Adana 2 Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk Endokrinolojisi BD, Diyarbakır Giriş: Konjenital nefrojenik diyabetes insipidus (KNDİ) renal tübülerin arjinin vazopressin (AVP)’nin antidiüretik etkisine duyarsızlığı ile karakterize nadir görülen kalıtsal bir hastalıktır. Hastalığın hem AVP V2 reseptör geninde ortaya çıkan mutasyonlara bağlı olan (%90-95) ve X-linked ressesif özellikte kalıtılan hem de Aquaporin-2 genindeki mutasyonlar (%5-10) sonucu oluşan otozomal ressesif ya da dominant özellikte kalıtılan formları vardır. Bu sunumda Aquaporin-2 mutasyonu saptanan KNDİ’lu tanısı alan nadir bir olgu literatür eşliğinde tartışılmıştır. Olgu: 3.5 aylık kız hastanın öyküsünden; doğumdan sonra üçüncü günde başlayan cilt kuruluğu ve kabızlık yakınmalarıyla farklı zamanlarda yapılan tetkiklerinde birkaç kez hipernatremi saptandığı; 3 aylıkken araştırılmak amacıyla dış merkezde Çocuk Endokrinoloji Kliniğine yatırıldığında; poliüri ve polidipsisinin saptandığı, bakılan idrar dansitesinin <1000, serum osmolaritesinin 328 mOsm/kg, idrar osmolaritesinin <300 mOsm/kg olduğu ve bu bulgularla “diyabetes insipidus” düşünülen hastaya intranazal desmopressin asetat başlandığı öğrenildi. Desmopressin almadığı dönemde ADH düzeyinin 357,9 pmol/L ve serum osmolalitesinin 348 mOsm/kg idi. Dış merkezde yüksek doz desmopressin almasına karşın hipernatremisi devam ettiğinden “NDİ” düşünülerek kliniğimize sevk edilen hastanın fizik muayenesi normal; idrar dansitesi 1001, kan sodyum: 161mmol/L’du. Daha önceki tetkikleri ile birlikte değerlendirildiğinde “KNDİ” tanısı konularak “İndometazin ve amilorid+hidroklortiyazid” tedavileri başlandı. İzleminde kilo alımı ve poliüri-polidipsi yakınmalarında belirgin azalma oldu. Son kontrol sodyumu 137mmol/L, idrar dansitesi 1010 olan hastanın, Aquaporin-2 geninde p.A147T(c439G>A) homozigot mutasyon saptandı. Sonuç: NDİ, ADH’ya böbrek yanıtının az ya da hiç olmaması nedeni ile görülen konjenital veya edinsel bir bozukluktur. Yenidoğan ve bebekler tekrarlayan ateş ve dehidratasyon atakları, huzursuzluk, nöbet, beslenmeden hemen sonra kusma, kabızlık ve büyüme geriliği yakınmaları ile başvurabilirler. Tanı sıvı kısıtlama testi sonrasında ADH’ya yanıt olmaması ile konulur. Tedavisinde yeterli sıvı alımını sağlamak, düşük tuzlu diyet, indometazin, hidroklortiyazid ile birlikte amilorid kullanımı önerilmektedir. S 11 Hiponatremi, Hipokalemi ve Hipertansiyon Nedeniyle Araştırılırken Poliarteritis Nodosa Tanısı Alan 6 yaşında Bir Erkek Olgu Emel Isıyel1, Alev Yılmaz2, Cemile Pehlivanoğlu2 Elif Çomak1 1 Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji ve Romatoloji Bölümü, Kocaeli 2 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji ve Romatoloji BD, İstanbul Giriş: Çocukluk yaşında hipertansiyon saptanan hastalarda ayırıcı tanı dikkatle yapılmalıdır. Burada sünnet sonrası izleminde hipertansif değerleri saptanan ve yapılan ileri incelemeler sonucu PAN tanısı alan bir erkek hasta sunulmuştur. Olgu: 6 yaşında erkek hastanın sünnet operasyonu sonrası ölçülen kan basınçları 150, 160/ 100,110 mmHg olduğu, laboratuvarda hiponatremi, hipokalemi, hipomagnezemi saptandığı, operasyon öncesinde son 3 aydır ara ara baş ağrısı, kusma, ellerde kasılma, gibi şikayetlerinin de olduğu, özgeçmişinde 1 yıl önce periferik fasiyal paralizi geçirdiği, o dönem hastanede yattığı, kan basınçlarının normal olduğu, soygeçmişinde anne-baba akrabalığı olmadığı öğrenildi. Ekokardiyografide sol ventriküler hipertrofi mevcuttu, aort koartasyonu saptanmadı. Göz dibi muayenesinde evre 1 hipertansif retinopati tespit edildi. Batın ve renal doppler ultrasonografi, kraniyel ve abdomen manyetik rezonans görüntüleme normal olarak değerlendirildi. DMSA’da sol böbrek normal, sağ böbrek boyutları küçük, aktivite tutulumu diffüz olarak azalmış, separe fonksiyonları sol böbrek için %89, sağ böbrek için %11 olarak saptandı. Laboratuvar tetkiklerinde ST4, TSH, ACTH, kortizol, 17 OH progesteron 1.4 alfa androstenodion normal olarak saptandı. Aktif renin düzeyi antihipertansif başlanmadan ölçülen 1500 pg/mL (5.5-110) idi. Değişik merkezlerde, değişik zamanlarda çalışılan aldosteron, aktif renin aktivitesi sırasıyla (ilk değerler antihipertansif başlanmadan çıkan sonuçlardır) 645, 881, 1162 pg/mL (ayakta 50-800, istirahatte 30-350) ve 28.7, 44.59, 49.54 ng/mL/saat (ayakta 0.5-5.9, istirahatte 0.5-1.9) idi. Spot idrarda homovanilik asit, vanilmandelik asit, metanefrin ve normetanefrin normal olarak değerlendirildi. ANA, anti ds DNA; pANCA, c-ANCA negatif saptandı. Tüm batın BT ve BT anjiyografide sağ renal arter proksimal kesimde 8mm, sol renal arter proksimal kesimde 1-2 mmlik segmenntte çaplar normal daha distalde 6 mm’ye ulaşan fusiform anevrizmatik dilatasyon saptandı. Hastaya PAN tanısı ile siklofosfamid başlandı. Üçlü antihipertansif tedavi ile kan basınçları kontrol altına alındı. Sonuç: Renal anjiyografide PAN'ı destekleyen bulgular sakküler anevrizmalar, vasküler dilatasyon, arteriyel stenoz, tromboz ve mikro anevrizmalardır. Hastamızda BT anjiyografide anevrizmatik dilatasyon saptanması ile PAN tanısı konmuştur. S 12 Otozomal Resssesif Polikistik Böbrek Hastasında Poliüri Ve Polidipsi’nin Nadir Bir Nedeni: MODY Tip 5 Hülya Nalçacıoğlu¹, Belma Haliloğlu² ¹ Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, Diyarbakır ² Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji Bölümü, Diyarbakır Giriş: Hepatosit nükleer faktör 1 beta (HNF1B), böbrek, pankreas, karaciğer ve genital sistemin embriyonik gelişiminde önemli bir rol oynar. Etkilenen bireyler, böbreğin gelişimsel anormallikleri, genital anomaliler veya MODY (Maturity-Onset Diabetes of the Young) tanıları ile başvurabilirler. Bu yazıda otozomal ressesif polikistik böbrek hastalığı tanısı olan ve poliuri, polidipsi yakınmasıyla başvuran ve MODY tip 5 tanısı koyulan 11 yaşında bir olgu sunulmaktadır. Olgu: Otozomal ressesif polikistik böbrek hastalığı tanısı ile takipli olan 11yaşında erkek hasta son üç aydır artan çok su içme, sık idrara çıkma ve kilo kaybı yakınması ile başvurdu. Fizik muayenede vücut ağırlığı 24. 3 kg(<3p), boy: 130 cm (<3p) dışında ek patolojik bulguya rastlanmadı. Laboratuvar bulgularında; Glukoz: 391 mg/dl, insülin: 8. 9 mU/ml, Üre: 87 mg/dl, kreatinin: 2,1 mg/dl, Na: 132 mEq/L, K: 5,6 mEq/ L, ph: 7.26, HCO3: 14. 4, idrar incelemesinde ph: 5. 5 dansite: 1004, glukoz:+3 tespit edildi. Abdominal USG’ de sağ böbrek 59x30mm, sol böbrek 60x21 mm, parankim ekosunda artış ve her iki böbrekte en büyüğü 6 mm çapında olan kistler saptandı. Diyabet tanısı konulan hastanın insülinopenik olması nedeni ile insülin tedavisi başlandı. Başvuru sırasında gönderilen HbA1c: % 9,1 saptanan hastanın anti GAD ve adacık hücre antikorları negatif saptanması ve polikistik böbrek hastalığının olması nedeniyle MODY5 olabileceği düşünülerek HNF1ß gen analizi yapıldı. Daha önce tanımlanan p.S148L heterozigot mutasyon tespit edildi. İnsulin tedavisi ile diyabet regülasyonu sağlanan hastanın takibine devam edilmektedir. Sonuç: Sonuç olarak, gelişimsel böbrek hastalığı olan çocuklarda rastlantısal olarak kan şekeri yüksekliği saptandığında MODY tip 5 düşünülmelidir. S 13 Tekrarlayan İdrar Yolu Enfeksiyonu ile Başvuran Bir Olguda Vezikovajinal Reflü A. Midhat Elmacı1, Metin Gündüz2 ¹Dr. Faruk Sükan Doğum ve Çocuk Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, Konya ²Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi ABD, Konya Giriş: Vezikovajinal reflü (VVR) prepubertal kız çocuklarında görülen, işeme esnasında idrarın vajina içerisinde birikmesi ile karakterize, fonksiyonel işeme bozukluğudur. İdrar inkontinansı olan kızların %12-15'inde VVR mevcuttur. Vezikovajinal reflünün nedeni kesin açıklanamamakla birlikte bazı predispozan faktörler tanımlanmıştır. Çocuklarda obezite ve labial yapışıklıklar önemli risk faktörlerindendir. Ektopik üreter, kadın hipospadiası ve anormal meatal pozisyon VVR için diğer risk faktörleridir. Klinik olarak asemptomatik bakteriüriden tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu (İYE) ve gündüz idrar kaçırmaya kadar değişik formlarda ortaya çıkabilir. Tedavisi klozete ters oturma, bacakların açılarak miksiyon yapılması gibi önerilerle tuvalet eğitiminin yeniden düzenlenmesidir. Bu yazıda, tekrarlayan İYE öyküsü ve gündüz idrar kaçırma şikayeti ile başvuran bir vezikovajinal reflü olgusu sunulmuştur. Olgu: Dokuz yaşında kız hasta gündüz idrar kaçırma şikayetiyle müracaat etti. Özgeçmiş sorgusunda, yaklaşık 7-8 kez İYE tanısı ile tedavi aldığı öğrenildi. Gece idrar kaçırma, gaita inkontinansı ve kabızlık şikayeti yoktu. Fizik incelemede vücut ağırlığı 27.5 kg (25-50 p), boy 136 cm (75 p), kan basıncı 90/60 mmHg. Genital sistem muayenesi haricen normaldi. İdrar analizi, idrar kültürü ve üriner ultrasonografi normal olarak değerlendirildi. Hastanın DMSA görüntülemesinde sol böbrekte radyoaktivite tutulumu heterojendi, kontur düzensizliği ve parankim kaybı yoktu, sağ böbrek normaldi. Voiding sistoüretrogramında (VSUG) reflü yoktu, miksiyon sırasında vajene kontrast madde geçişi izlendi (Resim 1,2). Hastaya tuvalet eğitimi verildi, 3 aylık takibinde semptomlarında belirgin düzelme gözlendi. Sonuç: Çocukluk çağında VVR tekrarlayan İYE'una neden olabilir. Özellikle prepubertal kız çocuklarında İYE ve gündüz idrar inkontinansı birlikteliğinde, VVR ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Resim 1. VSUG’da reflü izlenmedi. Resim 2. VSUG’da miksiyon sırasında vajinaya kontrast madde dolumu. S 14 Klasik Poliarteritis Nodoza’lı Bir Olgu Sunumu Fatma Yazılıtaş¹, Mehmet Bülbül¹, Özlem Aydoğ¹, Evrim Kargın Çakıcı¹, Diclehan Orhan² ¹Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji ve Romatoloji Bölümü, Ankara ²Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Ankara Giriş: Klasik Poliarteritis Nodoza (PAN), orta ve/veya küçük çaplı müsküler arterleri tutan sistemik nekrotizan bir vaskülittir. Arteriol, kapiller ve venüller korunur. Böbrek, cilt, eklem, kas, sinir ve gastrointestinal tutulum sıktır. Olgu: 16 yaşında erkek hasta; 2 hafta önce boğaz iltihabını takiben başlayan ateş, halsizlik, kas/eklem/karın ağrısı ve son 4 gündür ellerinde şişlik/kızarıklık, idrar renginde koyulaşma şikayetleriyle başvurdu. Fizik incelemesinde; VI 38.10C, KB 160/110mmHg saptandı. Metakarpofalangeal/interfalangeal eklemlerde şişlik ve hareket kısıtlılığı, epigastrik hassasiyeti mevcuttu. Laboratuar incelemesinde; tam kan sayımı normal, ESH 90mm/s, CRP 243mg/L, BUN 21mg/dl, kreatinin 1,19mg/dl, albümin 3,8g/dl, GGT 77U/L (N<45), AST/ALT normal, total/direkt bilirubin hafif yüksek saptandı. İdrar incelemesinde dansite 1040, protein 3+, mikroskopide 15-20 eritrosit, granüler silendirler saptandı. Kompleman 3 ve 4 düzeyleri normal, otoantikorlar ve infeksiyon ajanlarına yönelik serolojik tetkikler, HBs antijeni ve kültürler negatif bulundu. Abdominal USG’de böbrek boyutlarında ve parankim kalınlıklarında artış, minimal serbest sıvı, HSM; EKO’da mitral yetmezlik saptandı. Renal biyopsi, orta çaplı arterlerde fibrinoid nekroz ve vaskülit bulguları ile klasik PAN’la uyumlu bulundu. Abdominal aorta MR anjiografide; splenik arterin çölyak trunkustan ayrıldığı yerde daralma, kollateral gelişimi, kollaterallerin başladığı düzeyde lüminal genişleme ve seyrinde daralmalar saptandı. Çölyak trunkus, mezenterik, hepatik ve renal arterler açık ve konturlar düzenli görüntülendi. Klasik PAN tanısı alan hastaya 3’lü antihipertansif tedavi, iv metilprednizolon ve takiben azalan dozlarda oral steroid, 6ay aylık iv siklofosfamid verildi. İzlemde klinik ve laboratuar bulguları normale dönen, antihipertansif tedavi ihtiyacı azalan hastaya idame tedavi olarak azatioprin başlandı ve düşük doz steroide devam edildi. Sonuç: PAN’da renal tutulum farklı şekillerde görülebilir. Renal arter tutulumu iskemi ve RAS aktivasyonuyla sıklıkla hipertansiyona neden olur. İnflame arterlerdeki daralmayla non-nefrotik proteinüri, hematüri, böbrek yetmezliği, renal infarktlar gelişebilir. Renal mikroanevrizmaların rüptürüyle hematomlar oluşabilir. PAN’ın renal tutulumuna dikkati çekmek için ciddi hipertansiyon, hafif böbrek yetmezliği, hematüri ve non-nefrotik düzeyde proteinürisi olan ve tedaviye iyi cevap veren bir olgu sunuldu. S 15 Halsizlik Yakınması İle Başvuran Adölesan Kız Olguda Kronik Böbrek Yetersizliği ve Hiperürisemi: UMOD Gen Mutasyonu Seçil Arslansoyu Çamlar, Meral Torun Bayram, Alper Soylu, Mehmet Atilla Türkmen, Salih Kavukçu Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İzmir Giriş: Non-glomerüler otozomal dominant böbrek hastalıkları, ilerleyici tübülointerstisyel fibrozis ve son dönem böbrek hastalığına gidiş ile karakterizedir. Bu hastalıklar genellikle üçüncü dekattan itibaren renal replasman tedavisine ihtiyaç duyarlar. Olgu: On beş yaşında kız hasta halsizlik, baş dönmesi, uyku hali yakınmaları ile başvurduğu sağlık kurumunda böbrek fonksiyon bozukluğu saptanarak kurumumuza yönlendirilmiş. Oligüri, poliüri, polidipsi, hematüri, ödem, işeme semptomları, idrar yolu enfeksiyonu tanımlanmadı. Anne babası birinci derece kuzen olan olgunun teyzesinde kronik böbrek yetersizliği olduğu, dayısının ise son dönem böbrek yetmezliği tanısı ile hemodiyaliz programında izlendiği öğrenildi. Fizik muayenesi antropometrik gelişim ve kan basıncı dahil normal olarak değerlendirildi. Tetkiklerinde idrar dansitesi 1010, protein negatif, sedimentin mikroskobik analizinde özellik yok; idrarla protein atılımı 2.2 mg/m2/saat, hemoglobin 11.7 mg/dL, kan üre azotu 31 mg/dL, kreatinin 1.0 mg/dL (glomerüler filtrasyon hızı 75 mL/dk/1.73 m2), ürik asit 8.8 mg/Dl (fraksiyonel ürik asit atılımı %1.4), albümin 4.8 g/dL, kan pH 7.33, HCO3 23 mmol/L, Ca 10 mg/dL, iP 4.9 mg/dL, PTH 338 pg/mL bulundu. Üriner sistem ultrasonografisinde böbrek boyutları normal, ekojeniteleri evre 1 artmış olarak bulundu. Gut artriti tanımlanan olgunun annesinde üre 53 mg/dL, kreatinin 1.2 mg/dL, ürik asit 8.6 mg/dL saptandı. Medüller kistik böbrek hastalığı ön tanısı ile istenen mutasyon analizinde UMOD geninin 3. ekzonunda missense mutasyon saptandı (c.583C>A, p.Cys195Ser, het; Harvard Medical School, Boston). Hasta allopurinol ve kronik böbrek yetersizliği nedeni ile destek tedavileri verilerek izleme alındı. Sonuç: Otozomal dominant tübülointerstisyel böbrek hastalıkları (ODTBH) dominant kalıtılan, poliüri ve polidipsinin eşlik ettiği, hipertansiyon, proteinüri ve idrar sediment bozukluğunun genellikle görülmediği, böbrek boyutlarının normal veya küçük olduğu hastalıklardır. Histopatolojik olarak interstisyel fibrozis, tübüler atrofi ve dilatasyon, tübül bazal membranında kalınlaşma ve tabakalanma ve immun kompleks birikiminin olmaması ile karakterizedirler. Hiperürisemi, ürik asit atılım düşüklüğü ve gut artriti saptanan hastalarda UMOD mutasyonu ilişkili ODTBH düşünülmelidir. S 16 Steroid Bağımlı Nefrotik Sendromda Ritüksimab Uygulaması İpek Kaplan Bulut ¹, Sevgi MİR¹, Kadriye ÖZDEMİR¹, Sait ŞEN² ¹Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İzmir ²Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, İzmir Giriş: 43 aylık iken Ege Üniversitesi Pediatrik Nefrolojiye başvurdu. Olgu: İlk kez 38 aylıkken, göz kapaklarında şişlik yakınmasıyla bir üniversite hastanesine başvurmuş ve yapılan incelemelerde; gözlerde şişlik, proteinüri ve hipoalbuminemi ile nefrotik sendrom tanısı almış. Makroskobik hematüri öyküsü olmayan hastaya steroid duyarlı nefrotik sendrom tanısıyla steroid tedavisine başlanmış. Proteinüri negatifleşmiş. Steroid tedavisi azaltılırken idrarda proteinüri saptanarak steroid tedavisi yeniden tam doza çıkılmış. Hasta kendi isteği ile Ege Üniversitesi’ne başvurdu. Olgunun öz-soygeçmişi: Baba 41 yaşında kist hidatik nedeniyle akciğer operasyonu olmuş, anneannede ve babaannede tip 2 DM olduğu öğrenildi. Fizik bakısında; vücut ağırlığı: 90-95p, boy: 10p, Kan basıncı: 90/55 mmHg, bufissür ödemi, pretibial 1+ ödem, cushingoid görünümü, kıllanmada artış, trunkal obesite mevcuttu. Laboratuvar incelenmesinde; BKH: 8150/mm3, hb: 14.1gr/dl, trombosit: 490000/mm3, sedimantasyon: 80 mm/saat, CRP: <0.33 mg/dl, üre: 26 mg/dl, kre: 0.2 mg/dl, t.prot: 3.9 gr/dl, alb: 1.4 gr/dl, Treg %3 idi. 24 saatlik idrarda protein 124 mg/m2/saatti. Steroid duyarlı nefrotik sendrom olarak değerlendirilen ancak steroid tedavisinin azaltılması ile atak geçiren hastaya steroid bağımlı nefrotik sendrom tanısı konuldu. Cushingoid görünümü ve kıllanmada artış olan hastada steroid toksisite bulguları mevcuttu, steroid tedavisi azaltılarak kesildi, ödemine hakim olundu. Böbrek biyopsisi yapıldı. Böbrek biyopsisi ile IgM nefropatisi tanısı konuldu. Hastaya Deksametazon+Mikofenolat mofetil tedavisi başlandı. Proteinüri devam eden hastaya siklofosfamid tedavisi verildi (Treg %3.1). Ancak proteinüri azalmadı. Rituximab başlandı (Treg %3.2). 6 doz kullanıldı. Altıncı kür sonunda proteinüri kayboldu (Treg %4.5). Siklosporin başlandı. Beşinci ayda siklosporin kesildi. İlaçsız 8 ay remisyondaydı. Sekiz ay sonra enfeksiyon tablosunda atak ile başvurdu. Enfeksiyon tedavisi yapıldı. Ağır proteinüri nedeni ile biyopsi tekrarlandı. Histopatolojik incelemede MLH tanısı kondu. Rituksimab tedavisi başlandı (Treg %3.3). 6 kür sonunda proteinüri devam ettiği için takrolimus eklendi (Treg %3.5). Tedavinin 6. Haftasında idrar proteini 6.1 mg/m2/saattti (Treg %5). Sonuç: İzleminin 5. Ayında idrar proteini 3.5 mg/m2/saat olarak saptandı. S 17 Meningokoksemili Olguda Tedavi Seçiminin Sağkalım Üzerine Etkisi Kadriye Özdemir, Nida Dincel, Ebru Yılmaz, Orhan Deniz Kara , Gözde Gözüoğlu , Sevgi Mir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İzmir Giriş: Meningokoksemi, çoklu organ yetersizliğine (ÇOY) neden olması ve fatal seyri nedeni ile mortalitesi yüksek bir hastalıktır. Bu yazıda meningokoksemi-ÇOY tanısıyla sürekli venövenöz hemodiafiltrasyon(CVVHDF) alan ve böbrek fonksiyon kaybı 4 haftadan uzun sürdüğü halde kalıcı hasar gelişmeyen olgumuzu sunduk. Olgu: Üç yaşında kız hasta bilinç kapalı, spontan solunumu yok, kan basıncı 50/30 mmHg, yaygın ekimoz- purpurik döküntü ile yatırılmıştı. Laboratuarında beyaz küre 19,600/mm3,hemoglobin 5.7g/dl, trombositleri 76,000/mm3, PZ 23.9 sn, aPTZ ölçüm dışı, kreatinin 7.2mg/dl, ALT/AST 378/714 U/l olup, anürik idi. Meningokoksemi, ÇOY tanısıyla olguya CVVHDF başlandı. Tedavinin 48. saatinde vital bulguları düzeldi, 55.saatinde ÇOY’nde-böbrek hariç-gerileme oldu ve CVVHDF tedavisi kesildi. Böbrek hasarlanmasının devamı nedeniyle 3saat/gün hemodializ uygulandı. Yatışının 1.haftası sonunda hemodializ ihtiyacı 3gün/haftaya, 5.haftasında 2gün/haftaya düşen ve 6.haftanın başında tamamen kalkan olgu, 1 hafta daha serviste dializ desteği almadan izlendi. Son kontrolünde boy- vücut ağırlığı 50-75persantilde, kan basıncı normal, kreatinin klerensi 91 ml/dak/1.73 m2, idrar osmolaritesi 680 mOsm, protein atılımı 4.2mg/m2/saat olan olgu 4,5 yıldır sorunsuz izlenmektedir. Sonuç: Kısa dönem sağkalım oranları tedavi etkinliği ile parallel olsa da,böbrek yetmezliğinde uzun dönem organ sağkalımı konvansiyonel dializ yöntemlerinden çok sürekli renal replasman tedavileri ile elde edilmektedir.Bu çalışmada ÇOY bulguları CVVHDF ile düzeldiği halde, dializ ihtiyacı 6 hafta sürerek RIFLE kriterlerine göre kalıcı böbrek fonksiyon kaybı aşamasına gelen, ancak uzun dönemde sorunu olmayan olgumuzu sunarak, CVVHDF seçiminin kronik dönemde sağkalım üzerine olumlu etkisini vurgulamak istedik. S18 Çocuk Hastada Renal Transplantasyon Sonrası Gelişen Hematüri: Nefrojenik Adenom Leyla Kara2, Varol Nalçacıoğlu3, Ruhan Düşünsel1, Zübeyde Gündüz1, Hakan M.Poyrazoğlu1, Deniz Demirci3, Hülya Akgün4, İsmail Dursun1 ¹ Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Kayseri 2 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, Kayseri 3 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ürolojisi BD, Kayseri 4 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Patoloji ABD, Kayseri Giriş: Böbrek nakli tüm yaş gruplarında son dönem böbrek yetmezliğinin en ideal tedavisi olmasına rağmen özellikle uzun dönemde sekonder malignensiler açısından risk faktörüdür. Çeşitli iyi ve kötü huylu mesane tümörleri çocukluk yaş grubunda oldukça az rastlanır. Bu grup içerisinde en sık görüleni düşük dereceli transizyonel hücreli karsinomdur. Nefrojenik adenom çocuklarda özellikle mesanede görülen, çoğu zamanda malign tümörü andıran üriner sistemdeki iyi huylu hücresel proliferasyondur. Olgu: 8 yıl önce anneden böbrek nakli yapılan, basiliksimab, steroid, MMF ve takrolimustan oluşan immunsupresif tedavi verilen 16 yaşında erkek hasta son 3 aydır olan aralıklı makroskopik hematüri ve yeni gelişen kreatinin yüksekliği nedeni ile yatırıldı. Üriner sistem ultrasonoğrofide mesane anterior ve sol lateral duvarın en kalın yerinde 3 cm çapa sahip düzensiz sınırlı ve yaklaşık 10 cm uzunluğunda mesane içerisine protrüde kitle lezyonu saptandı. Kitleye yönelik yapılan MR incelemede benzer bulguların tespit edilmesi üzerine hastaya sistoskopi yapıldı. Transizyonel hücreli karsinom ön tanısı ile biyopsi yapılan olgunun biyopsi bulguları nefrojenik adenom ile uyumlu olarak değerlendirildi. Sadece kitle lezyonu rezeke edilen hasta halen bölümümüzde izlenmektedir. Sonuç: Nefrojenik adenom çocuklarda oldukça nadir görülen iyi huylu mesane tümörüdür. Transplant yapılan ve aralıklı makroskopik hematürisi olan çocuklarda mutlaka ayırıcı tanıda göz önünde bulundurulmalıdır. Bu sunumda transplant hastalarında karşılaşılan tümörler ve mesane tümörü ile mevcut tanının ayırımı yapılacak, ayrıca sunum sırasında olgumuza ait oldukça eğitici olduğu düşünülen MR, biyopsi ve sistoskopi bulguları paylaşılacaktır. S 19 Asemptomatik Seyreden İntratorasik Ektopik Böbrek Aslıhan Kara1, Mehmet Saraç2, Metin Kaya Gürgöze1, Zehra Pınar Koç3 1 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Elazığ 2 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi ABD, Elazığ 3 Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nükleer Tıp ABD, Elazığ Giriş: Bildirimizde asemptomatik olması nedeniyle geç tanı almış intratorasik yerleşimli böbreği saptanan bir hastamızı sunuyoruz. Olgu: Yedi yaşında kız hasta karın ağrısı şikayeti ile başvurduğu dış merkezden sol renal agenezisi saptanması üzerine üniversitemiz çocuk nefroloji polikliniğine başvurdu. Hastanın 10-15 gündür olan periumblikal bölgeden sol alt kadrana yayılan kolik tarzında karın ağrısı ve fizik muayenesinde palpasyonla periumblikal bölgede saptanan batın hassasiyeti dışında diğer sistem muayeneleri normal sınırlardaydı. Öz geçmişinde tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu (İYE) öyküsü olduğu öğrenildi. Laboratuvar tahlillerinde böbrek fonksiyon testleri normal sınırlarda ve tam idrar tahlilinde ise enfeksiyon bulgusu yoktu. Batın ultrasonunda sol renal agenezi teyit edildikten sonra hastaya ektopik yerleşimli böbreği ekarte etmek ve tekrarlayan İYE’na bağlı olabilecek skarı göstermek amacıyla DMSA sintigrafi çekildi. Sintigrafisinde sağ böbreğin yerleşimi ve fonksiyonunun normal olduğu, sol böbreğin ise normal fonksiyon görüp toraksta ektopik yerleşimli olduğu görüldü. Her iki böbrekte de skar gelişimi yoktu. Mediasten ve üst batın kontrastlı MR çekilen hastada sol böbreğin, barsakların ve dalağın üzerinde toraks yerleşimli olduğu ve sol mediastene kalbin hemen yanına hernie olduğu görüldü. Sonuç: İntratorasik böbrek çok nadir bir anomali olup, görülme insidansı 1/16000’dir. İntratorasik böbrekler ise tüm ektopik böbreklerin %5’ini oluşturmaktadır. Böbrek, diyafragmadaki defektten toraksa geçmektedir ve solunum sıkıntılarına yol açabilir. Hastamızın akciğer grafisinde görünüm demostratif olmayıp, klinik semptom ve bulgularının da olmaması nedeniyle geç tanı almıştır. MR’da saptanan böbrek, intestinal anslar ve dalağın diyafragmanın posterolateralinden herniasyonu ise Bochdalek hernisi olarak bilinmektedir ve diyafragmanın posterolateral foraminasının füzyon defektine bağlı ortaya çıkmaktadır. Büyük çoğunluğu yenidoğan ve infant dönemde respiratuvar semptomlar nedeniyle tanı almaktadır. Olgumuz ise respiratuvar semptomlarının olmaması, tekrarlayan akciğer enfeksiyonları olmaması nedeniyle tesadüfen tanı almıştır. Renal anomalilerin tespitinde kullanılan görüntüleme metodlarından sadece renalultrason kullanılması olgumuzda olduğu gibi ektopik böbrek tanısının gecikmesine sebep olabilmektedir. S 20 Hemodiyaliz Hastasında Enoksaparine Bağlı Retroperitoneal Kanama Yeşim Özdemir1, Sevcan A. Bakkaloğlu1, Koray Akkan2, Çiğdem Öztunalı2, Emre Leventoğlu3, Mustafa Burak Seven3, Baran Önal2, İdil Yenicesu4, Necla Buyan1 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Ankara 2 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji ABD, Ankara 3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri ABD, Ankara 4 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji BD, Ankara Giriş: Enoksaparin (Clexane) gibi düşük molekül ağırlıklı heparinler (DMAH) kronik böbrek hastalarında hastalığın önemli bir komplikasyonu olan venöz trombotik hastalığın tedavisi ve önlenmesinde, hemodiyaliz hastalarında ekstrakorporeal sirkülasyonun sağlanmasında sık olarak kullanılır. Klasik heparine göre daha etkili ve güvenli olarak bilinmelerine rağmen kronik böbrek hastalarında kanama yapma riski yüksektir. Vena cava superior trombozu nedeniyle enoksaparin tedavisi altında olup masif retroperitoneal kanama gelişen 16 yaşındaki hastayı, enoksaparinin bu ciddi ve fatal olabilen komplikasyonuna dikkati çekmek için sunduk. Olgu: Reflü nefropatisine bağlı son dönem böbrek yetmezliği ile takipli 16 yaş kız hasta sağ juguler kalıcı kateterden hemodiyalize girmekte iken, diyalizin beşinci ayında vena cava superiorda trombüs tespit edildi. Hemodiyaliz sırasında 50Ü/kg enoksaparin almaktayken, enoksaparin dozu 1 mg(100Ü)/kg/gün subkutan tek doz olarak ayarlandı. Antifaktör10a (AntiF10a) düzeyleri ile doz ayarı yapıldı. Clexane tedavisi başlandıktan yaklaşık bir ay sonra karın ağrısı, karında şişlik ve sol bacakta ağrı ile başvurdu. Fizik muayenesinde batın distandü, hassas ve defansif idi. Hemoglobin (Hb): 4,9 gr/dl, platelet: 211000/mm³ olarak saptandı. Abdomen USG ve BT’de sol iliopsoas kası içinde ve retroperitoneal bölgede hematom görüldü. Enoxaparin kesildi, sıvı ve eritrosit replasmanları ile destek tedavi başlandı. Şikayetleri başlamadan 1 hafta önce sırtını hafifçe sert bir yüzeye çarptığı öğrenildi. Anjiografide sol T12 vertebra düzeyinden ayrılan alt interkostal arter dalında ve L3 vertebra düzeyindeki lomber arter distal dalından kanama olduğu görüldü ve embolizasyon yapıldı. Takipte Hb seviyeleri yükseldi ve kontrol görüntüleme tetkiklerinde hematomun küçüldüğü saptandı. 6 ay sonra periton diyalizine geçildi. Sonuç: GFR düştükçe enoksparinin eliminasyon yarı ömrü uzar. Özellikle GFR <30 ml/dk olduğunda ve hemodiyaliz hastalarında DMAH çok dikkatli kullanılmalıdır, antiF10a düzeyi ile yakın izlenmelidir ve yüksek dozlardan kaçınılmalıdır. Retroperitoneal hematom enoksaparinin ciddi bir komplikasyonudur. Akut karın ağrısı ile başvuran veya hemoglobin değerlerinde açıklanamayan düşüş saptanan, antikoagülan tedavi altındaki kronik böbrek hastalarında retroperitoneal kanama mutlaka akla getirilmelidir. Erken tanı ve agresif tedavi ile morbidite ve mortalite riski önemli derecede azalabilir. Enoksaparin tedavisi altındaki hastalara travma açısından da daha dikkatli olmaları gerektiği belirtilmelidir. S 21 Çocukluk Çağı Behçet Hastalığında Nadir Bir Bulgu: Brakial Arter Psödoanevrizması Dr. Beltinge Demircioğlu Kılıç¹, Dr. Mehtap Akbalık Kara¹, Dr. Mithat Büyükçelik¹, Dr. Haşim Üstünsoy2, Dr. Ayşe Balat1 ¹Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Gaziantep ² Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kalp ve Damar Cerrahisi ABD, Gaziantep Giriş: Behçet hastalığı cilt, göz, eklem, damarlar, akciğerler, santral sinir sistemi, gastrointestinal sistem gibi çok sayıda organ ve sistemi tutabilen alevlenmeler ve remisyonlar ile seyreden çocukluk çağında nadir görülen bir vaskülittir. Arteriyel tutulum çok nadir olup hastalıktaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. Olgu: 13 yaşındaki kız hasta yaklaşık 3 ay önce sağ kolda küçük bir şişlik olması ve bunun zaman içinde büyümesi, şiddetli ağrısının olması nedeni ile hastanemize başvurdu. Kola travma veya herhangi bir girişim öyküsü yoktu. Özgeçmişinde son 7-8 aydır ağız içinde tekrarlayan aftının olduğu, anne-babanın birinci derece kuzenler olup halasının Behçet hastalığı nedeni ile tedavi aldığı öğrenildi. Fizik bakısında genel olarak halsiz görünümde olan hastanın, yüzünde akne skarları, sağ üst kolda brakial bölgede yaklaşık 13x9 cm boyutlarında yüzeyel venlerin belirginleştiği, ısı artışının olduğu ağrılı gergin şişliği saptandı. Sağ brakial ve radial nabzı alınmayan, parmakları hafif siyanoze olan hastanın kolda derin duyu kaybı mevcuttu. Laboratuar bulgularında WBC:16.900/mm3, Hgb:8.3g/dl, PLT:402.000/mm3, Sedimentasyon:40mm/saat, CRP:134mg/dL, biyokimyasal parametreleri ve kompleman testleri normal, romatolojik markerları negatif saptandı. Göz muayenesinde üveit yoktu. Paterji testi ve HLA B51 negatifti. Doppler USG ve BT anjiyografi ile sağ axiller arter distalinde yaklaşık 122x84 mm boyutlarında brakial arterde psödoanevrizma saptandı. Hastada tanı kriterleri tam karşılanmasa da Behçet hastalığı düşünüldü. Üç kez yüksek doz metilprednizolon verildi. Akut faz cevabı kontrol altına alınan hastaya takibinde 1 mg/kg/gün steroid, azatiyopurin ve kolşisin tedavisi başlandı. Takipte kalp damar cerrahisi tarafından safen ven greft ile axiller arterden brakial artere bypass yapılıp hematom boşaltma işlemi uygulandı. Cerrahi sonrası radial ve brakial nabızları alınan siyanozu düzelen olgu, kol ve ön kol abduksiyon kısıtlılığı nedeni ile fizik tedavi programına alındı. Sonuç: Çocukluk çağı Behçet hastalığında arteriyel damar tutulumu çok nadir olup, literatürde brakial arterde psödoanevrizma olan başka bir olguya rastlanmamıştır. Periferik arteriyel psödoanevrizmalarında kolaylaştırıcı başka bir neden saptanmamışsa, mevcut tanı kriterlerini karşılamasa da Behçet hastalığı akılda tutulmalıdır. Şekil 1: S 22 Primer Hiperparatiroidiye Bağlı Nefrolitiazis Olgusu Halil Orman1, Cengiz Zeybek1, Onur Akın 2, Erkan Sarı 2, Ediz Yeşilkaya 2, Faysal Gök1 1 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Pediatrik Nefroloji BD, Ankara 2 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Pediatrik Endokrinoloji BD, Ankara Giriş: Nefrolitiazis, klinik pratikte karşılaşılan önemli böbrek hastalıklarından biridir. Çocuklarda insidans artmakta ve ciddi komplikasyonlara neden olabilmektedir. Yüksek idrar kalsiyum, okzalat, fosfatı ile düşük idrar volümünün bağlantılı olduğu ve yetersiz hidrasyonun önemli bir risk faktörü olduğu bilinmektedir. Çocuklarda metabolik, genetik ya da üriner sistem anomali nedenlerini aramak gerekir. Hiperkalsiüri %34-50 ile en yaygın bozukluktur. Biz burada çocuklarda böbrek taşının nadir bir nedenini ele aldık. Olgu: 12 yaşında erkek hasta, karın ağrısı nedeniyle yapılan tetkiklerinde hematüri saptanması üzerine ileri tetkik edildi. Serum kalsiyum:10.99 mg/dL, fosfor: 4.12 mg/dL, magnezyum:3.9 mg/dL, parathormon:186 pg/ml, 24 saatlik idrar kalsiyumu:5,7 mg/kg/gün bulundu ve ultrasonografide her iki böbrekte en büyüğü 4 mm olan multipl taş tespit edildi. Tiroid ultrasonografide sağ lob alt arka kısımda 9 x 4 mm hipoekoik nodül izlendi. Hastaya paratiroid sintigrafisi ile paratiroid adenomu tanısı konuldu. Aşırı hayvansal protein almayacak şekilde diyet ayarlandı, tuz alımı kısıtlandı, yeterli sıvı alımı sağlandı ve subtotal paratiroidektomi planlandı. Sonuç: Primer hiperparatiroidi çocuklarda taş vakalarının nadir bir nedenidir. Primer hiperparatiroidi olgularında da % 8 oranında nefrolitiazis görüldüğü bildirilmiştir (3). Parathormon, kalsiyumun tübüler reabsorbsiyonunu arttırmasına rağmen, rölatif olarak bu olgularda kalsiyumun renal ekskresyonu artmıştır. Sonuç olarak taş olgularında serum kalsiyumundaki hafif düzeyde bir yükseklik bile bizde hiperparatiroidi konusunda şüphe uyandırmalıdır. S 23 Tedaviye Dirençli İdyopatik Membranöz Nefropatide Ardışık Plazmaferez ve Rituksimab Tedavisi Bora Gülhan1, Mihriban İnözü1, Ali Düzova1, Fatih Özaltın1, Nesrin Beşbaş1, Rezan Topaloğlu1 1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Ankara Giriş: Son yıllarda anti-fosfolipaz A2 reseptör antikorunun (Anti-PLA2R) idyopatik MN (İMN) hastalığında pozitif olduğu gösterilmiştir. Olgu: Daha önce yakınması olmayan hastanın ilk kez, 13 yaşında (Nisan 2011) iken, vücutta şişlik yakınması ile başvurduğu, yapılan tetkiklerinde nefrotik düzeyde proteinüri, hipoalbuminemi ve mikroskopik hematüri saptandığı; yapılan böbrek biyopsisinin “diffüz endokapiller proliferatif glomerülonefrit” olarak raporlandığı öğrenildi. Hastanemize başvurduğu Nisan 2013 tarihine kadar toplam 14 kez ayda bir 1000 mg metilprednizolon, 6 ay intravenöz siklofosfamid ve son 3 aydır da siklosporin tedavisi aldığı; anne baba arasında birinci derece akrabalık olduğu ve proteinürisinin devam etmesi nedeni ile hastanemize yönlendirildiği öğrenildi. Hastanemizde yapılan tetkiklerinde idrarda protein atılımı 2 gr/gün, serum albumini 2,4 g/dl ve kreatinin değeri 0.57 mg/dl saptanan hastaya böbrek biyopsisi yapıldı. MN tanısı konuldu. İkincil nedenler açısından bakılan HBsAg, anti HIV testleri negatif, abdominal ultrasonografi incelemesi normaldi. Oral steroid ve siklosporin tedavilerine devam edildi fakat nefrotik bulguları devam etti. Bakılan anti-PLA2R antikorunun pozitif gelmesi üzerine Eylül 2013’te toplam 4 doz rituksimab tedavisi verildi. Rituksimab tedavisinin hemen sonrasında proteinürisinde azalma görüldü fakat 2 ay sonraki kontrolünde proteinürinin 7gr/gün’e kadar arttığı gözlendi, oral steroid dozu arttırıldı. Takiplerinde proteinürisi 7-10 gr/gün olan hastaya 3 kür 3’er günlük bolus metilprednizolon verildi, siklosporin tedavisi Temmuz 2014’te kesildi ve yerine mikofenolat mofetil tedavisi başlandı. Ancak Aralık 2014’de proteinürinin devam etmesi, kreatinin değerinin artması nedeni ile rebiyopsi yapıldı, glomerüler ve tübülointertisyel zedelenmede belirgin ilerleme, %60 oranında skleroz saptandı. Anti-PLA2R antikorunun zayıf pozitif olması nedeni ile plazmaferez ve rituksimabtan oluşan ardışık bir tedavi protokolü (1-3 gün, 5. ve 7. gün plazmaferez; 8. ve 28. günde rituksimab) uygulandı. Tedavinin ikinci ayı sonunda proteinürinin 1g/gün altına gerilediği, GFH’nın arttığı ve anti-PLA2R antikorunun negatifleştiği görüldü. Sonuç: Tedaviye dirençli İMN’ye yaklaşımda ardışık plazmaferez ve rituksimab uygulaması alternatif bir seçenek olabilir. S 24 Kronik Böbrek Yetmezliği Saptanan İki Kardeşte ADCK4 Mutasyonu Mihriban İnözü, Bora Gülhan, Rezan Topaloğlu, Ali Düzova, Fatih Özaltın, Nesrin Beşbaş Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Ankara Giriş: ADCK4 mutasyonu koenzim Q10 biyosentezinde bozulmaya yol açarak birçok sistemi etkileyebilmektedir, bununla birlikte genellikle adolesan dönemde başlayan nefrotik düzeyde proteinüri ve/veya böbrek yetmezliği ile ortaya çıkar. Olgu 1: Gelişim geriliği, baş ağrısı nedeniyle Nisan 2013 yılında, 12 yaşında, dış merkeze başvuran hastanın nefrotik düzeyde proteinürisi ve kreatinin yüksekliği olduğu; destek tedaviler başlandığı, takibinde idrar miktarında azalma olduğu; anne ve babasının birinci derece akraba olduğu, bir ablasının KBY nedeniyle diyalize girdiği, bir kardeşinde de KBH olduğu öğrenildi. Hastanemize Şubat 2014’de başvuran hastanın tetkiklerinde kreatinin: 12,4 mg/dl, BUN: 233 mg/dl olduğu görülerek acil hemodiyalize alındı. Üriner sistem USG’de her iki böbrek boyutu yaşa göre normalin alt sınırında ve bilateral böbreklerde belirgin diffüz ekojenite artışı olduğu ve korteks medulla ayrımının yapılamadığı belirtildi. Yapılan işitme testi normal bulundu. Ekokardiyografisinde eser MY ve sol ventrikülde hipertrofik değişiklikler saptandı. Hasta periton diyalizi programına alındı fakat diyaliz etkili yapılamadı, izleminde Acinetobacter peritoniti gelişti. Bu nedenle hasta kronik hemodiyaliz programına alındı. Olgu 2: Birinci olgunun kız kardeşi olan hastanın son bir yıldır ara ara olan karın ağrısı şikayetiyle hastaneye başvurduğu, proteinüri ve kreatinin yüksekliği tespit edildiği, yapılan DMSA’da bilateral böbreklerde homojen aktivite tutulumunda azalma saptandığı öğrenildi. Şubat 2014’de, 10 yaşında, hastanemize başvuran hastanın GFH’a göre evre 3 KBH sürecinde ve yaklaşık 3 g/gün proteinürisi olduğu görüldü. Böbrek biyopsisinde ‘juvenil nefronofitizis’ düşündüren bulgular saptandı. Destek tedavilerle izlenen hasta dört ay içinde son dönem böbrek yetmezliğine ilerledi ve periton diyalizi başlandı. Alınan kan örneklerinin genetik incelemesi sonucunda her iki hastamız ve KBY tanılı ablada ADCK4 geni Exon 15’de c.1339.dupG(p.Glu447Glyfs10) homozigot mutasyonu saptandı. Anne, baba ve üç sağlıklı kardeşin taşıyıcı olduğu, diğer üç sağlıklı kardeşin de mutasyonu taşımadığı tespit edildi. Sonuç: ADCK4 mutasyonu koenzim Q10 biyosentezinde bozulmaya yol açarak çocukluk ve adolesan dönemde renal ve ekstrarenal organlarda hasara sebep olur. Bu nedenle tanıdan şüphelenildiğinde koenzim Q10 tedavisi başlanması faydalı olacaktır. S 25 "Transplantasyon = Komplikasyon" Dedirten Olgular-1 Ayşe Ağbaş1, Nur Canpolat1, Işın Kılıçaslan2, Rümeysa Y. Çiçek1, Fatih, Özaltın3, Lale Sever1, Salim Çalışkan1 1 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İstanbul 2 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, İstanbul 3 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İstanbul Giriş: Transplantasyon (tx) son dönem böbrek hastalığı (SDBH)'nın tedavisinde en seçkin yöntemdir. Transplantasyon sonrası gerek primer hastalık gerekse immunosupresyona bağlı çeşitli komplikasyonlar ortaya çıkabilmektedir. Burada, post-tx dönemde anti nefrin antikor ilişkili olduğu düşünülen glomerülopati ve BK nefropatisi gelişen Fin tipi konjenital nefrotik sendromlu bir olgu sunulmuştur. Olgu: Fin tipi konjenital nefrotik sendroma ikincil SDBH nedeniyle 15 aylıkken periton diyalizi tedavisi başlanan hastaya 27 aylıkken annesinden böbrek nakli ve bilateral nefrektomi yapıldı. Standart üçlü immunosupresif tedavi ile izleme alındı. İlk bir yıllık izleminde serum kreatinin 0,4mg/dl düzeyinde seyreden ve proteinürisi olmayan hastada bu dönemin sonunda hipertansiyon, serum kreatininde yükselme (0,8mg/dl) ve modere proteinüri ortaya çıktı. PRA ve CMV-DNA negatif, EBV ve BKV-DNA pozitif bulundu. Böbrek biyopsisi BK nefropatisi ile uyumlu idi, rejeksiyon bulgusu yoktu. İmmunosupresyon azaltıldı; leflunomid başlandı. İdrar ve kan BKV kopya sayılarında belirgin azalma oldu, serum kreatinin 0,6mg/dl'ye geriledi. Post-tx 16.ayda nefrotik sendrom, serum kreatininde artış (1,1mg/dl) ve oligüri gözlendi. Anti nefrin antikor ilişkili glomerulopati düşünülen hastada plazma değişimi yapıldı, yoğun yüksek doz steroid ve rituksimab (4 doz) tedavileri verildi. Tedavinin 1. haftasında ödemi geriledi, serum kreatininde düşme (0,5mg/dl) ve serum albumininde anlamlı artış (3,4mg/dl) gözlendi, ikinci ayda proteinüri negatifleşti. Post-tx 21.ayda idrar ve kan BKV-DNA kopya sayılarında artış oldu, tekrarlanan böbrek biyopsisinde BK nefropatisi bulguları devam etmekte idi, tedaviye sidofovir eklendi. Bu tedaviler sırasında abseleşen pnömoni ve yineleyen ateşli İYE nedeni ile çok sayıda hastane yatışları oldu. Transplante böbreğe 4.derece VUR saptandı. Şu an 5 yaşında klinik olarak yakınmasız izlenen hastanın immunsupresyon protokolü prednizolon, everolimus ve leflunomid olarak devam etmektedir; ikili antibiyotik profilaksisi altında İYE kontrol altına alınmıştır. Son poliklinik kontrolünde serum kreatinini 0,4 mg/dl, serum albumini 4g/dl, proteinürisi negatif ve BKV kopya sayısı kanda 1000/ml idrarda 1 milyon/ml'dir. Sonuç: Post-transplant dönemde ortaya çıkan komplikasyonlar nedeni ile immunosupresyon tedavilerinde dinamik değişikler yapılarak böbrek fonksiyonlarının korunması sağlanabilir. "Transplantasyon = Komplikasyon" Dedirten Olgular -2 Ayşe Ağbaş1, Nur Canpolat1, Mehmet Eliçevik2, Tiraje Celkan3, Hilal Akı4, Salim Çalışkan1, Lale Sever1 1 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İstanbul 2 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi ABD, İstanbul 3 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji BD, İstanbul 4 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, İstanbul Giriş: Transplantasyon (tx) son dönem böbrek hastalığının tedavisinde en seçkin yöntemdir. Ancak kullanılan immunosupresif ilaçlar nedeniyle çeşitli komplikasyonlar ortaya çıkabilmektedir. Burada böbrek nakli sonrası lenfoproliferatif hastalık (PTLH), transplante böbrekte taş hastalığı ve obstrüksiyona bağlı akut böbrek hasarı gelişen, ayrıca akciğer tüberkülozu tanısı konulan bir olgu sunulmuştur. Olgu: Primer böbrek hastalığı bilinmeyen ve Mayıs 2006’da periton diyalizi tedavisi başlanılmış olan hastaya Mayıs 2008’de (12 yaşında iken) merkezimizde anneden böbrek nakli yapıldı. Üçlü immunosupresyon (prednisolon+takrolimus+MMF) tedavisi ile izlenmeye başlandı. Post-tx 8.ayda karın ağrısı nedeniyle yapılan görüntülemelerde transplante böbrekte, mide ön duvarında, sigmoid kolonda kitle; çekumda, transvers ve çıkan kolonda patolojik duvar kalınlaşmaları saptandı. PET'te tutulum yoktu. Akut batın bulguları gelişmesi ve diyafram altı serbest hava saptanması üzerine yapılan laparotomide mide ve kolonda perforasyon alanları saptandı; mide, transvers ve inen kolon rezeke edildi, gastrostomi ve ileostomi açıldı. Diffuz B hücreli non Hodgkin lenfoma tanısı konuldu; PTLH nedeniyle immunosupresyonu prednisolon+azatiopürin olarak düzenlendi, 6 doz rituksimab tedavisi verildi. Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları geçirdi. Post-tx 1. ve 2. yılın sonunda nakil böbrekte taş ve taşa bağlı obstruksiyon nedeni ile toplam 3 kez opere edildi. Rituximab sonrası 7 yıldır CD 19-20 oranı %0 olarak devam eden ve persistan hipogammaglobulinemisi olan hasta tekrarlayan mantar vajinit atakları, İYE ve pelvik inflamatuar hastalık geçirdi. Ayrıca 5 ay önce (post-tx 7. yılda) akciğer tüberkülozu tanısı aldı. Prednizolon+Azatiopürin immunsupresyon protokolü ve antitüberküloz tedavi ile izlenen ve 3 haftada bir IVIG uygulanan hastanın son poliklinik kontrolünde klinik bulguları iyi, serum kreatinin 0,6mg/dl idi. Sonuç: Gastrointestinal yakınmalarla başvuran post-tx hastalarda ayırıcı tanıda PTLH de düşünülmedir. Tedavide kullanılan rituksimabın B hücrelerini kalıcı olarak etkileyebilieceği hatırda tutulmalıdır. "Transplantasyon = Komplikasyon" Dedirten Olgular-3 Nur Canpolat1, Ayşe Ağbaş1, Yasemin Özlük2, Rümeysa Y. Çiçek1, Salim Çalışkan1, Lale Sever1 1 İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İstanbul 2 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Patoloji ABD, İstanbul Giriş: Post-Transplant Lenfoproliferatif Hastalık (PTLH) böbrek naklinden sonra immunosupresyona ikincil gelişen en ciddi ve fatal komplikasyonlardandır. Çoğunluğu EBV enfeksiyonu ile ilişkilidir. Burada, transplante böbrekte kitle saptanması ile PTLH tanısı alan izleminde post-tx CMV enfeksiyonu, BK nefropatisi ve akut rejeksiyon gözlenen bir olgu sunulmuştur. Olgu: Nörojenik mesaneye ikincil son dönem böbrek hastalığı tanısı ile 15 yaşında (Mayıs 2013) preemptif böbrek nakli (verici baba) yapılmış olan hasta, post-tx 8.ayda tekrarlayan ateşli idrar yolu enfeksiyonu (İYE) ve serum kreatininde yükseklik (2,1 mg/dl) nedeniyle tarafımıza başvurdu. Tetkiklerinde CMV-DNA, BKV-DNA (idrar ve kan) ve DSA pozitif bulundu. EBV-DNA negatifti. Ultrasonografide tx böbrekte kitle saptandı. Kemik iliği biyopsisi ve PET-BT'de malinite lehine bulgu yoktu. Hem kitle hem de tx böbrek parenkimini içeren biyopsi yapıldı. PTLH ön tanısı ile yapılan kitle biyopsisinde nekrotik materyal, tx böbrek parenkiminden alınan örnekte ise CMV pozitifliği saptandı. Ciddi klinik şüphe olması nedeniyle kitle biyopsisi tekrarlandı; ışık mikroskopisi nekroz ile uyumlu idi. İmmunohistokimyasal boyama ile EBV ilişkili [EBV-LMP(+)] B hücre fenotipli [CD 20 (+)] lenfoma tanısı konuldu. İmmunosupresyon azaltıldı, 6 doz rituksimab tedavisi (375 mg/m2/doz) verildi. İki yıllık izlemi boyunca serum kreatininde yükselme, CMV pozitifliği, BKV viremisi ve DSA pozitifliği ile toplam 5 kez böbrek biyopsisi yapıldı; biyopsi sonuçları ve tedavi değişiklikleri Tablo1’de özetlendi. Ek olarak İYE nedeniyle çok sayıda hastane yatışları oldu. Transplante böbreğe VUR saptandı; subüreterik enjeksiyon yapıldı. Nativ böbrekte ciddi hidroüreteronefrozu olması nedeni ile nativ böbrek nefrektomi yapıldı, İYE kontrol altına alındı. Halen prednizolon+everolimus+leflunomid protokolü ile izlenmekte olan hastanın son kontrolde PTLH'sı remisyonda, kan BKV-DNA ve CMVDNA'sı negatif ve serum kreatinini 2,6 mg/dl idi. Sonuç: Transplantasyon çok sayıda komplikasyona yol açmakla birlikte zamanında tanı ve uygun tedavi ile bunlarla baş edilebilir ve böbrek fonksiyonları korunabilir. BİYOPSİ TARİHİ Post-tx 9. Ay Parankim Post-tx 10. ay Parankim Scr mg/dl 1,5 2,9 LABORATUVAR BİYOPSİ SONUCU Borderline değişiklik BİYOPSİ SONRASI TEDAVİ DEĞİŞİKLİĞİ PRED+TAC+(MMF mTORi) CMV DNA: 1.081 CMV nefropatisi GANCYCLOVİR VALGANSİKLOVİR IVIG BKV-DNA kan: 13.400 BK nefropatisi PRED+mTORi+(TACCYC A) LEF+SİDOFOVİR(1)+CİPRO PRA Class I %44 Class II %26 DSA (-), x-match (-) Akut T hücre aracılı rejeksiyon 5 yoğun yüksek doz steroid 5 Plazma değişimi+ IVIG BKV-DNA kan: 2.040 BKV-DNA idrar: > 50 milyon EBV-DNA: (-) Nekroz Kitle Post-tx 11. Ay Parankim 2,3-2,7 BKV-DNA kan <5.000 Kitle BK nefropatisi PRED+mTORi (CYC A kesildi) LEF+CİPRO EBV-LMP(+) PTLH orta- yüksek gradlı lenfoma RTX (6 doz)+ IVIG Post-tx 18.ay 3,5 BKV-DNA kan: 2.905 EBV-DNA (-) CMV-DNA (-) PRA (-) T hücre aracılı rejeksiyon PRED+mTORi+(LEF MMF) mTORi dozunu yüksek tut. CİPRO 3 doz yoğun yüksek doz steroid Post-tx 21. ay 2,1 BKV-DNA kan 23.914 EBV DNA (-) BK nefropati PRED+ mTORi+(MMFLEF) CİPRO+SİDOFOVİR (3) Tablo-1: PRED: presnisolon, TAC: takrolimus, MMF: mikofenolat mofetil, CYC A: siklosporin A, LEF: leflunomid, CİPRO: siprofloksasin, RTX: rituksimab. BKV, CMV, EBV DNA düzeyleri kopya/ml olarak bildirilmiştir. S 26 Rituksimab Tedavisi ile Tam Remisyon Sağlanan Sistemik Lupus Eritematosus Tanılı Olgu Sunumu Cemile Pehlivanoğlu1, Ilmay Bilge1, Bağdagül Aksu1, Alev Yılmaz1, Zeynep Yürük Yıldırım1, Işın Kılıçaslan2, Sevinç Emre1 1 2 İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji Bilim Dalı, İstanbul İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Tıbbi Patoloji ABD, İstanbul Giriş: Rituksimab, B lenfositlerin yüzeyinde bulunan, bir transmembran protein olan CD20 antijeni için spesifik monoklonal antikordur. B lenfositleri baskılama özelliği nedeni ile Rituksimab’ın sistemik lupus eritematosus (SLE) dahil olmak üzere B hücre bağımlı hastalıklarda yararlı olabileceği öne sürülmüştür. Amacımız SLE’nin ciddi komplikasyonlarına sahip, diğer immunosupresif tedavilere yanıt vermeyen, Rituksimab ile tedavi edilen bir hasta ile ilgili deneyimimizi paylaşmaktır. Olgu: Halsizlik, eklem ağrısı ve yüzde döküntü şikayetleri ile 2009 yılında başvurduğu hastanede evre 2 lupus nefriti saptanan hasta tedavisinin 18. ayında hastanemize başvurdu. Başvurusunda nefrotik proteinüri, hipokomplemantemi, anti-nükleer antikor (ANA) ve anti-çift sarmallı DNA antikoru (antidsDNA) pozitifliği olan hastada yapılan ikinci böbrek biyopsisinde evre 4 lupus nefriti saptandı. Siklofosfamid tedavisi ilk 6 ay ayda bir, sonra üç ay arayla 2 doz olacak şekilde IV olarak verildi, daha sonra oral mikofenolat mofetil (MMF) ve kortikosteroid tedavisi ile izlenirken ciddi solunum sıkıntısı ile hastaneye yatırıldı. Plevral efüzyon ve miyokardit yanısıra hipokomplemantemi, ANA ve anti-ds DNA pozitifliği saptandı. Serum kreatininde ve proteinüride eş zamanlı artış olduğu görüldü. Beş seans plazmaferez, 10 doz pulse metilprednisolon tedavisi uygulandı. Plevral efüzyon ve perikardit bulguları düzelen hastanın hipokomplemantemi, otoantikor pozitifliği ve nefrotik düzeyde proteinürisinin devam etmesi nedeni ile 4 doz rituksimab tedavisi verildi. Tedavinin 2. ayında idrarda protein negatifleşti. Rituksimab tedavisinden sonra hasta 30 ay tam remisyonda kaldıktan sonra alt extremitede döküntü, ödem ve idrar çıkışında azalma şikayetleriyle başvurdu. Anemi, trombositopeni, hipoalbüminemi, nefrotik proteinüri, kreatinin yüksekliği, plevral efüzyon, ANA ve anti-ds DNA pozitifliği mevcuttu. Üç seans plazmaferez, 13 doz pulse metilprednizolon ve MMF tedavisine rağmen klinik ve laboratuvar bulgularında kısmi iyileşme olması nedeniyle Rituksimab 3 doz olarak tekrarlandı. Sonuç: Rituksimab kullanımı diğer immunsupresif tedaviye yanıt vermeyen, yaşamı tehdit eden SLE komplikasyonlarına sahip hastalarda tedavi seçeneği olabilir. S 27 Renal Biyopsi Sonrası Dev Renal Subkapsüler Hematom: Etyolojide Kombu Çayı Elif Bahat Özdoğan¹, Sevdegül Mungan², Şükrü Oğuz¹, Gamze Çifcibaşı¹ ¹Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Trabzon ²Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Trabzon Giriş: Perkutan böbrek iğne biyopsisi sonrası geç dönemde 74mm boyuta ulaşan hematomu saptanan hasta sunulmuştur. Olgu: 16 yaşında kız hasta 2 yıldır idrar tetkiklerinde protein varlığı yakınmasıyla başvurdu. Kan basıncı: 150/90 mmHg ölçülen hastanın idrar tetkikinde proteinüri ve mikroskobik hematüri mevcuttu. Protein atılımı: 4,5 gram/gün, serum Albumin: 3,1 g/dl, Cre: 1,1 mg/dl eGFR: 74 ml/dk/1.73 m2, olan hastanın kronik glomerulonefrit etyolojisine yönelik yapılan testlerinden IgA: 95 mg/dl serum Kompleman-3: 123 mg/dl HBsAg: Negatif ve ANA: Negatif idi. Renal biyopsi öncesi Hb: 13 g/dl Lökosit: 10600/mm3 Trombosit:270.000/mm3, Kanama Zamanı: 3,5 dakika, PT: 12,8 sn INR: 1 ve aPTT: 31 sn saptandı. Hastaya lokal anestezi ile ultrasonografi eşliğinde 16 G tam otomatik biyopsi iğnesi ile sol böbrek parankiminden biyopsi alındı. Hasta serviste uygun istirahat pozisyonunda lokal bası uygulanarak 2 gün izlendi. Biyopside 24 saat sonra yapılan ultrasonografide 5mm çapında hematom dışında komplikasyon gözlenmedi. Hasta önerilerle biyopsi sonucuyla kontrole gelmek üzere taburcu edildi. Hasta taburcu edildikten 13 gün sonra sol böbrek lojunda giderek artan ağrı yakınması ile başvurdu. Yapılan ultrasonografide sol renal subkapsüler bölgede 66 mm boyutunda olup izlemlerinde 74mm boyuta ulaşan hematom saptandı. Tekrarlanan koagülasyon parametreleri normal ve ilk tetkiklerle benzer olan hastanın böbrek biyopsisi “fokal segmental glomeruloskleroz” ile uyumlu olup orta yada büyük çaplı dama içermiyordu. Öykü derinleştirildiğinde hastanın halk arasında “kombu çayı” olarak adlandırılan, heparin benzeri aktif madde içeren bir alternatif ilaç kullandığı öğrenildi ve alımı durduruldu. İzlemde hematomda büyüme durdu ve izlemde organizasyon ve rezorbsiyon gözlendi. Sonuç: Kronik hastalıklarda alternatif ilaç arayışı nadir olmayan sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Kombu çayı; içerdiği heparin benzeri aktif madde ile kanama diyatezine neden olabilecek ve böbrek hastaları arasında popüler bir üründür. Renal biyopsi yapılan hastalar erken dönemde gerekli aktivasyon ve travmaya yönelik kısıtlamalar yanı sıra alternatif ilaç kullanımı açısından da uyarılmalı ve açıklanamayan kanama diyatezli hastalar koagulopati yapabilecek alternatif ilaçlar açısından da sorgulanmalıdır. S 28 FMF’e Bağlı Bir Amiloidozis Olgusunda Kanakinumab Etkisi Nuran KÜÇÜK¹, Mustafa BULGAN², Celalettin KOŞAN³ 1. Kartal Dr.Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, İstanbul 2. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Erzurum 3. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Erzurum Giriş: Ailevi Akdeniz Ateşi(FMF), nadir görülen otozomal resesif geçişli bir otoinflamatuar hastalıktır (1,2). İnflamasyon kompleksinin bir parçası olan IL-1β’yı aktifleyen pirin proteinini kodlayan MEFV genindeki mutasyonlar nedeniyle oluşur. Tedavi edilmeyen hastalarda görülen geç komplikasyonlar böbrek amiloidozuna nedeniyledir. Çocukluk çağı amiloidozunun başlıca nedeni FMF ve diğer otoinflamatuar hastalıklardır. MEFV genindeki varyasyonların sayısı ve tipine bağlı olmakla beraber artmış IL-1β üretimi ilişkili olarak anakinra yada kanakinumab ile tedavi edilmiş bazı vaka raporları, kolşisin dirençli ve amiloidozisi olan hastalarda IL-1β blokajının potansiyel etkili olduğunu önermektedir. Olgu: Bu sunumda 5,5 yıl önce ile Atatürk Üniversitesi Çocuk Nefroloji polikliniğine, 3-4 yıldır olan karın ağrısı, ateş, göğüs ağrısı ve eklem ağrısı şikayetleri ile başvuran 18 yaşında kız hasta sunulmuştur. İki ablası ve teyzesinde FMF öyküsü olan olgunun akut faz reaktanları yüksek olup M694V ve M680I compound heterozigot mutasyon saptanmış. FMF tanısı konularak kolşisin 1,5 mg/gün dozunda başlanmış ve 1 ay sonra kontrole çağırılmış. Ancak, kontrolüne gelmeyen olgumuz 4,5 yıl sonra ikinci kez vücudunda şişlik, böğürlerinde ağrı, aralıklı kola renkli idrar yapma şikayeti başvurdu. 5,5 yıl önceki başvurusundaki şikayetlerinin azalmakla beraber daha uzun periyodlarla devam ettiğini, bu süre zarfında kolşisin ilacını aynı dozda, ancak düzensiz olarak kullanmaya devam ettiğini belirtti. Fizik muayenesinde anazarka tarzında ödem mevcuttu. Akut faz reaktanları yine yüksek olup 24 saatlik idrarda 319mg/m²/saat proteinürisi vardı. Olguya yapılan böbrek biyopsisi amiloid nefropatisi geldi, almakta olduğu kolşisin 1,5mg/güne çıkıldı, kaptopril 1mg/kg/gün ilave edildi. 1 ay sonra fark olmadığı için IL-1β blokajı amacıyla anakinra tedavisini kabul etmediği için kanakinumab tedavisi başlandı. İkinci dozdan sonra 240g/m²/saat ve 4.dozdan sonra 206mg/m²/saate geriledi. Sonuç: FMF tanılı ve kolşisin kullanmakta olan, takibinde amiloid nefropatisi gelişen ve anakinra tedavisini kabul etmeyen olgularda kanakinumab kullanımının iyi bir seçenek olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca hastaların düzenli takibinin önemini daha vurgulayarak hastalıkları hakkında farkındalıklarını arttırmamız gerektiğini düşünmekteyiz. S 29 Üç Kardeşte Karbonik Anhidraz II Eksikliği Sendromu Ayşe Derya Buluş1, Aslı Çelebi Tayfur2, Nesibe Andıran1, Deniz Yılmaz3 1 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Endokrinoloji Bölümü, Ankara 2 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü,Ankara 3 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nöroloji Bölümü, Ankara Giriş: Karbonik anhidraz II eksikliği (Guibaud-Vainsel sendromu), osteopetrozis, renal tübüler asidoz (RTA) ve serebral kalsifikasyon bulguları ile prezente olan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Büyüme ve gelişme geriliği, dismorfizm, dişlerde maloklüzyon ve diziliş kusuru, gelişme geriliği, iletim tipi işitme kaybı, kranial sinir basısı diğer klinik bulgularıdır. Hastaların çoğunda proksimal ve distal RTA bulguları birlikte bulunur. Vakaların bir kısmında distal RTA bulguları ön plandadır. Karbonik anhidraz II eksikliğinin tedavisi semptomatiktir. Kemik iliği nakli osteopetrozis ve serebral kalsifikasyon bulgularında iyileşme sağlamakla birlikte böbrek bulgularını düzeltmemektedir. Olgu: Aralarında 3. derece akrabalık bulunan anne ve babanın 13 ve 16 yaşlarında olan 2 kız çocuğu alt ekstremitelerde tekrarlayan uzun kemik kırıkları nedeni ile Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Endokrinolojisi Bölümüne refere edildi. Büyüme geriliği, dismorfizm, dişlerde çürük ve maloklüzyon bulguları olan hastaların ileri incelemelerinde artmış kemik densitesi, gelişme geriliği, serebral kalsifikasyon ve distal RTA bulguları saptandı. Hastaların birinde ürolityazis mevcuttu. Hastaların diğer kardeşleri kontrole çağrıldı. Büyüme ve gelişme geriliği olan 2 yaşındaki erkek kardeşlerinde dismorfizm, dental maloklüzyon, artmış kemik densitesi, nefrokalsinozis ve distal RTA bulguları saptandı. Karbonik anhidraz II eksikliği tanısı düşünülen 3 kardeşe potasyum ve bikarbonat desteği başlandı. Hastaların karbonik anhidraz II gen mutasyonu açısından DNA analizi sonuçları beklenmektedir. Sonuç: Anemi ve trombositopeninin eşlik etmediği hafif seyirli osteopetrozis hastalarında karbonik anhidraz II eksikliği ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Karbonik anhidraz II eksikliğinin erken tanısı ve tedavisi komplikasyonların önlenmesini ve büyüme hızının artmasını sağlayacaktır. S 30 Farklı Fenotipik Özelliklerle Prezente Olan ve Geç Tanı Alan Liddle Sendromlu Bir Türk Aile Dr. Bahar Büyükkaragöz1, Dr. Aysun Çaltık Yılmaz1, Dr. Deniz Karçaaltıncaba2, Dr. Osman Özdemir3, Dr. Michael Ludwig4 1 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, Ankara 2 Gazi Üniversitesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Ankara 3 Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Kardiyoloji Bölümü, Ankara 4 Bonn Üniversitesi, Klinik Biyokimya ve Klinik Farmakoloji Bölümü, Bonn, Almanya Giriş: Liddle Sendromu (LS), erken başlangıçlı hipertansiyon (HT) ile karakterize ailesel hastalıktır. Bu hastalıkta distal tübüllerdeki amilorid-duyarlı epitelyal sodyum kanalının (ENaC) β veya γ alt ünitelerini kodlayan SCNN1B veya SCNN1G genlerinin 12-13. ekzon mutasyonları ENaC hiperaktivitesi yaparak sodyum/su geri emiliminde artış ve sistemik HT’a yol açar. Tüm hastalarda LS’a özgü hipokalemik metabolik alkaloz ve düşük renin/aldosteron düzeyleri bulunmayabilir. Bu çalışmada uzun süre esansiyel HT tanısıyla izlendikten sonra LS saptanan adölesan hasta ve maternal aile bireyleri sunuldu. Olgu: Beş yıldır dış merkezde esansiyel HT tanısıyla izlenen 14 yaşında erkek hasta baş ağrısı yakınmasıyla hastanemize başvurdu. Vücut kitle indeksi 18,3 olup, kan basıncı (KB) 152/95 mmHg (>95/>95p)’di. 38 yaşındaki anne ve 36 yaşındaki teyzede gebeliklerinin ilk trimesterinde esansiyel HT saptanmıştı ve antihipertansif ilaçlara rağmen KB değerleri yüksekti. 30 yaşındaki diğer teyzede rutin kontrolde HT saptanmıştı. Anneannesi 30 yıllık esansiyel HT sonrası son 4 aydır hemodiyaliz programındaydı. Dayısı 24 yaşındayken şüpheli aort anevrizması sonucu eksitus olmuştu. Hastanın fizik incelemesi fundoskopide evre 2 hipertansif retinopati dışında normaldi. 24 saatlik KB monitorizasyonunda ağır HT (sistolik yük: %52, diastolik yük: %60; gece düşüşü yok) ve ekokardiyografide sol ventriküler septum ve duvarda kalınlaşma saptandı. Kan biyokimyası, tam idrar tetkiki ve renal doppler ultrasonografisi normal olan hastada KB amlodipinle kısmen kontrol edildi. İzlemin 4. ayında serum potasyumunda hafif düşüklük (3,4 mEq/L) dikkat çekti. Kan gazında hafif metabolik alkaloz saptandı, plazma renin/aldosteron değerleri düşüktü. Bu bulgularla LS tanısı alan hastada tuz kısıtlaması ve triamteren-hidroklorotiazid tedavisine tam yanıt alındı. Hasta ve hipertansif aile bireylerinde SCNN1B geni 12. ekzonunda heterojen (p.Pro618Leu) mutasyonu saptandı. Aile ağacı Şekil 1’de ve aile bireylerinin klinik özellikleri Tablo I’de verildi. Sonuç: Bu çalışmada bir Türk ailede ilk kez LS genetik olarak gösterildi. Tüm aile bireylerinde aynı mutasyon saptandı ancak tanı yaşları, HT dereceleri, hipokalemi bulguları ve eşlik eden renal/kardiyak komplikasyonlar farklıydı. Bu nedenle güçlü aile öyküsü olan antihipertansif tedaviye yanıtsız pediatrik olgularda klinik ve laboratuvar bulgulara bakılmaksızın ayırıcı tanıda LS düşünülmeli ve genetik inceleme önerilmelidir. _______________________________________________________________________ Şekil 1: Aile Ağacı. Ok indeks vakayı göstermektedir. Hipertansif ve mutasyon belirlenen olgular siyah dolguyla işaretlenmiştir. Daireler kadın bireyleri, kareler erkek bireyleri temsil etmektedir. Tablo I: Aile bireylerinin klinik özellikleri İndex olgu HT derecesi Ağır Serum K (mEq/L) 3.4 Semptom varlığı Var Anne Hafif-orta 3.3 Büyük teyze Hafif-orta Küçük teyze Anneanne Renin Aldosteron Komplikasyon ↓ ↓ Var Nadir ↓ ↓ Yok 3.2 Nadir ↓ ↓ Yok Hafif 3.9 Yok ↓ ↓ Yok Orta 5.1 Var - - Var S 31 Anüri Nedeniyle Başvuran İki Yaşındaki Kız Hasta: Tanınız Nedir? Mehtap Ezel Çelakıl1, Demir Kürşat Yıldız2, Zelal Ekinci1 1 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Kocaeli 2 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Kocaeli Giriş: Bu olgu bulmaca olarak hazırlanmıştır. Olgu: Kırk sekiz saattir idrar çıkışı olmayan iki yaşında erkek hastaya başvurdukları merkezde kreatinin yüksekliği ve hipervolemi nedeniyle günaşırı 2 seans hemodiyaliz uygulanmış ve nedeni aydınlatılmak üzere hastanemize yönlendirilmişti. Öyküsünde ilaç alımı, geçirilmiş enfeksiyon, eşlik eden başka sistemik hastalık yoktu. Anne-baba arasında akrabalık yoktu. Vücut ağırlığı 20 kg (>97p), boyu 102 cm (>97p), kan basıncı 90/60 mmHg (90p), nabız 86/dk, solunum 22/dk ve ateş 36,5° C idi. Pretibial (+) ödem dışında fizik muayenesi normaldi. Hemodiyaliz uygulamasından bir gün sonra başvuru sırasında laboratuvar incelemeleri: üre 77 mg/dl, kreatinin 3,27 mg/dl, kalsiyum 8,5 mg/dl, sodyum 139 meq/L, potasyum 4,5 meq/L, ürik asit 9,5 mg/dl, albumin 2,8 g/dl, total protein 5g/dl, fosfor 7 mg/dl, total kolesterol 137 mg/dl, trigliserid 133 mg/dl, kan Ph 7.41, HCO3 23 mEq/L, lökosit 10,800 /mm3, hemoglobin 10,5 gr/dl, trombosit 176.000 /mm3, retikülosit % 1,4 (0.39-7.54), haptoglobin 189 mg/dl (>30), kompleman C3 düzeyi 97 mg/dl (90-180) ve C4 düzeyi 24 mgr/dl (10-40), ASO 29I U/ml saptandı. Bu kreatinin değeri ile hesaplanan GFR (Schwartz formülü) 34 ml/dk/1.73 m2 ve idrar çıkışı 2 cc/gündü. Tam idrar tetkikinde PH 6.5, dansite 1045, protein 4+, kan negatifti. İdrar mikroskopisinde her alanda 3-4eritrosit, 4-5 lökosit görüldü. İdrar protein / kreatinin oranı 30 mg/mg olarak bulundu. Serum kreatinini 5,03 mg/dl ye kadar yükseldi. Üriner ultrasonografi ve renal dopler ultrasonografi normaldi. Yeterli hidrasyon ve furosemid tedavisine yanıt vermedi. Anürik ve hipervolemik olduğundan günaşırı hemodiyalize alındı. Anürinin 5. gününde böbrek biyopsi yapıldı. Sonuç: Anüri ve ödem ile başvuran bu hastanın böbrek biyopsisi hangi ön tanılarla patolojiye gönderilmelidir? Kliniği, böbrek biyopsi sonucu ve diğer merkezlerin benzer deneyimlerini tartışmak amacıyla sunulması amaçlanmıştır. S 32 Schimke İmmün Osseöz Displazisi ve Sistemik Lupus Eritematozus Birlikteliği Serçin Güven, İbrahim Gökçe, Neslihan Çiçek, Nurdan Yıldız, Harika Alpay Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, İstanbul Giriş: Schimke immun-oseöz displazisi (SİOD) OR geçişli, multisistemik, nadir bir hastalıktır. Karakteristik özellikleri spondiloepifizyal displazi, dismorfik yüz görünümü, büyüme gelişme geriliği, nefrotik sendrom (NS) ve immun yetmezliktir. Bu sunumda SİOD ve membranöz nefopati (MN) tanıları ile takip edilen ve yıllar içerisinde sistemik lupus eritematozus (SLE) gelişen bir olgu sunulmuştur. Olgu: Yedi yaşında erkek hasta NS sebebiyle tarafımıza refere edildi. Akraba evliliği olan anne ve babanın ikinci çocuğu olan hastamızın sağlıklı bir erkek kardeşi bulunmaktaydı. Kemik yaşı iki yaş geri olan hastada epifizyel displazi tespit edildi. Fizik muayenesinde orantısız boy kısalığı, kısa boyun, üçgen şekilli yüz görünümü, basık burun kökü, kısa palpebral fisür, mikroodonti, kısa, kalın saç yapısı, yüksek perdede ses, klindodaktili, lumbar lordoz ve şiş karnı mevcuttu (Resim 1). NS nedeni ile yapılan tetkiklerinde C3 ve C4 düzeyleri düşük, ANA ve anti ds-DNA düzeyleri normal bulundu, böbrek biyopsisi MN (Resim 2) ile uyumluydu. İmmünoglobülin düzeyleri ve B-hücre sayımı yaşına göre düşük, CD4/CD8 oranı ters dönmüş bulundu. Bu bulgularla SIOD düşünülen olgunun takibinde pANCA pozitif tekrarlayan artriti ortaya çıktı. Romatoloji tarafından JİA tanısı ile takip edilmeye başlandı. Tekrarlanan ANA ve anti ds-DNA tetkikleri negatif saptandı. SMARCAL 1 geninde mutasyon saptanmadı. Yaklaşık 10 yıl SIOD ve MN tanıları ile takip edilen hasta 17 yaşında SDBY’ ne girdi. RRT başlanması amacıyla servise yatırılan hastanın yatışında uzayan ateş, plevral efüzyon, kas ve eklem ağrıları gelişti. Tekrarlanan ANA, anti ds DNA tetkikleri pozitif saptandı. Tüm bu bulgular ile hastaya SLE tanısı koyuldu. Sonuç: Hastamızda genetik mutasyon gösterilememekle birlikte tipik fenotipik özellikleri ve eşlik eden bulgular ile SİOD tanısı kondu. Literatürde eşlik eden renal patolojiler arasında en sık FSGS bildirilmiştir. SIOD ve MN tanıları ile takip edilen hastamız yıllar sonra gelişen yeni klinik bulguları ve pozitifleşen antikorları ile SLE tanısı aldı. SİOD ile otoimmun hastalıkların birlikteliği akılda tutulmalı ve immun belirteçler aralıklarla tekrarlanmalıdır. Resim 1: Orantısız boy kısalığı, lumbar lordozu , üçgen şekilli yüz görünümü ve şiş karnı görülmekte. Resim 2: Renal biyopsi mikroskopisi (a) Glomerülde bazal membran kalınlaşması. (PAS, X 100) (b) (PAS, X 400) (c) (PAMS, X 200) (d) Glomerülde karakteristik spike (PAMS, X 1000) S 33 İmmünglobulin A Nefropatisi Zemininde Gelişen Atipik Hemolitik Üremik Sendrom Vakası Ali Delibaş1, İclal Gürses2, Uğur Raşit Kayacan1, Serra Sürmeli Döven1, Yasemin Yuyucu Karabulut2, Banu Çoşkun Yılmaz3, Ali Ertuğ Arslanköylü4, Kaan ESEN5, Olgu HALLIOĞLU Kılınç6, Emine Korkmaz7 Fatih Süheyl Ezgü8, Çetin Okuyaz9, Selma Ünal10 1 2 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Mersin Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Mersin 3 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji ABD, Mersin 4 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Yoğunbakım BD, Mersin 5 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji ABD, 6 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Kardiyoloji BD, 7 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nefrogenetik Laboratuarı, Ankara 8 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Metabolizma ve Nutrisyon BD, Ankara 9 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nöroloji BD, 10 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Hematoloji BD, Mersin Olgu: Onsekiz aylık erkek bebek iki gündür kanlı ishal ve idrar miktarında azalma şikayetleriyle başvurduğu merkezde trombositopeni (52000/mm3) ve anemisi (Hgb:8 g/dl, Htc:%24) saptanarak hastanemize sevk edilmiş. Anne-baba arasında akrabalık yoktu. Fizik muayenesinde genel durumu kötü, soluk görünümlü, kan basıncı: 105/68 mmHg, vücut ısısı 37,80C, karında asit, skrotumda ve pretibial 3+ godet bırakan ödemi vardı. Laboratuvar incelemelerinde anemi [Hgb:6,9 g/dl, D.coombs(-)], trombositopeni (70000/mm3), böbrek fonksiyon testlerinde bozukluk (Kreatinin:2,9 mg/dl, Üre:142 mg/dl, Na:129 mEq/L, K:5,3 mEq/L, LDH:2633 U/L, Ürik asit:13,1 mg/dl) saptanarak Hemolitik Üremik Sendrom (HÜS) tanısı konuldu. Gaita kültüründe STEC üremedi. İV sıvı, destekleyici tedaviler, periton diyalizi, eritrosit süspansiyonu ve taze donmuş plazma (TDP) infüzyonları başlandı. Yatışının 4. gününde nöbet geçirdi ve Fenitoin başlandı. Oligo-anürinin devam etmesi nedeniyle yatışının 9. gününde böbrek biyopsisi yapıldı. Onuncu gün aniden solunum sıkıntısı gelişen ve durumu kötüleşen hastada “Dilate Kardiyomiyopati” saptandı. Digitalize edildi ve “Mitokondriyal Sitopati” düşünülerek Koenzim Q, Karnitin ve B kompleks vitamini başlandı. Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi’ne alınarak entübe edildi. HÜS etiyolojisine yönelik olarak bakılan tetkikleri (C3, C4, metabolik tetkikleri, Faktör H, anti-Faktör H düzeyi, ADAMTST13 aktivitesi, MTHFR) normal sınırlardaydı. Yatışının 17. gününde böbrek biyopsisi raporu sonuçlandı. “HÜS ile uyumlu bulgulara ilave akut tubuler nekroz ve piyelonefrit” saptandı. İmmünflöresan incelemede glomerüllerde, tübüllerde ve bazı damarlarda IgA(2+) birikimi saptanması üzerine günaşırı 5 kez TDP ile plazmaferez yapılarak hemen arkasından pulse metilprednizolon (15 mg/kg/gün, 6 gün) uygulandı. İlaç tedavisinin 3. gününde idrar çıkışı 1,1 ml/kg/saate çıktı. 35. gün taburcu edilirken (Hb:9,4 g/dl, Trombosit sayısı:247000/mm3, Kreatinin:0,62 mg/dl) ekokardiyogarafisi normal bulunduğundan digoksin kesildi. 21 aydır izlenen hastanın halen şikayeti yok. Hb:12,6 g/dl, Trombosit:189000/mm3, Üre:41 mg/dl, Kreat:0,52 mg/dl. Düşük doz prednizolon, enapril ve Koenzim Q, Karnitin, B kompleks vitamini almaya devam ediyor. SONUÇ: Hastamızda gelişen hemolitik üremik sendrom atipik olarak değerlendirildi. Verilen steroid tedavisine cevap alınmasından dolayı zemininde IgA nefropatisinin eşlik ettiği düşünüldü. S 34 Parsiyel Lipodistrofinin Eşlik Ettiği Bir Dense Deposit Hastalığında Eculizumab Tedavisinin Uzun Dönem Sonuçları Ozan Özkaya1, Hülya Nalçacıoğlu1, Demet Tekcan1, Gürkan Genç1, Bilge Can Meydan2, B. Handan Özdemir3, M. Kemal Baysal4, Hasan Tahsin Keçeligil5 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Samsun 2 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Samsun 3 Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Ankara 4 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Kardiyoloji BD, Samsun 5 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp Damar Cerrahisi ABD, Samsun Giriş: Dense deposit hastalığı (aynı zamanda membranoproliferatif glomerulonefrit tip II olarak da bilinen) son dönem böbrek yetersizliğine hızlı ilerleyen ve böbrek nakli sonrası nüksün sık görüldüğü nadir görülen bir glomerülonefrittir. Kompleman kaskadının alternatif yolunun kontrolsüz aktivasyonundan kaynaklandığı ve en yaygın C3 nefritik faktörün (C3Neph) ya da daha az sıktıkta anti-Faktör H antikorlarının neden olduğu düşünülmektedir. Bu yazımızda Parsiyel lipodistrofinin eşlik ettiği dense deposit hastalığı saptanan ve Eculizumab tedavisi başlanan bir olgumuzu ve iki yıllık takibini sunuyoruz. Olgu:14 yaşında kız hasta, 5 gün önce başlayan göz kapaklarında, bacaklarda ve karında şişlik yakınmaları ile getirildi. Öyküsünden 2 hafta önce ÜSYE geçirdiğini ve özellikle son 2 aydır 6 kg kadar tartı artışı olmasına rağmen yüzünde zayıflama olduğu öğrenildi. Laboratuar incelemesinde, hipoalbuminemi, nefrotik düzeyde proteinüri, düşük C3 düzeyi ve normal böbrek fonksiyonları saptandı. Böbrek biyopsisi % 45 oranında kresentin eşlik ettiği tip II membranoproliferatif glomerulonefrit (MPGN) ve elekton mikroskopisi kresentik Dense deposit hastalığını (DDD) doğruladı. Kompleman analizinde güçlü alternatif yolak aktivasyonunu gösteren; düşük C3 düzeyi, pozitif C3 nefritik faktör (C3NeF) ve CFH polimorfizmleri ile birlikte azalmış kompleman faktör H (CFH) düzeyleri saptandı. Kortikosteroid ve plazmaferez tedavisine rağmen masif proteinürinin ve düşük C3 düzeylerinin devam etmesi nedeniyle Eculizumab tedavisi başlandı. Tedavinin başlamasından itibaren klinik ve labaratuvar bulgularında belirgin düzelme sağlandı. Sonuç: Sonuç olarak, olgumuz normal renal fonksiyonlara sahip kresentik DDD hastalığı olan hastaların yönetiminde Eculizumab’ın etkinliğini göstermesi bakımından önemlidir. Bizim olgumuzla birlikte rapor edilmiş vakalar göz önüne alındığında, Eculizumab DDD hastalarında son dönem böbrek yetersizliğine ilerlemeyi engelleyebilecek umut verici bir tedavi olarak gözükmektedir. S 35 Gitelman Sendromu Bulguları Olan IgA Nefropatili Bir Olgu Havva Evrengül1, Tülay Becerir1, C.Nur Semerci2, Nagihan Yalçın3, Aylin Gençler1, Selçuk Yüksel1 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Denizli 2 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik ABD, Denizli 3 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji ABD, Denizli Giriş: Gitelman Sendromu, distal kıvrımlı tübülde transport bozukluğu sonucu, hipomagnezemi, hipokalsiüri, sekonder hiperaldesteronizm ve buna bağlı bulgular ile tanımlanan otozomal çekinik bir bozukluktur. Nadir olarak glomerüler proteinüriler ile birlikte görülebilmektedir. Burada Gitelman Sendromu klinik bulgularıyla başvuran ve Immünoglobülin A (IgA) nefropatisi tanısı alan bir hastanın sunulması amaçlanmıştır. Olgu: On dört yaş erkek hasta, ellerinde uyuşma ve makroskopik hematüri şikayetiyle başvurdu. Öyküsünde iki yıldır aralıklı olarak makroskopik hematüri ataklarının tekrarladığı öğrenildi. Büyüme gelişmesi ile beraber fizik muayenesi ve kan basıncı normaldi. Laboratuvar tetkiklerinde, hemoglobin: 13.2 g/dl, beyaz küre 8100/µL, trombosit 210000/µL, serum BUN: 19mg/dl, kreatinin: 0.7 mg/dl, kalsiyum.9.9mg/dl, fosfor: 4.3mg/dl, potasyum: 4.2mg/dl, magnezyum: 1.6 (1.7-2.2) mg/dl idi. Kan gazı metabolik alkolaz (Ph:7.47 ve HCO3: 28.5) ile uyumluydu. Tam idrar tetkikinde Dansite: 1016, ph:5, protein:+1, eritrosit+3, mikroskoipk incelemesinde 126 eritrosit, 7 lökosit saptandı. İdrarda protein 13mg/m2/saat, kalsiyum:0.58 (normal:1-4) mg/kg/gün, ürik asit:475(normal≤ 815) mg/1.73m2/gün, fraksiyone magnezyum ekskresyonu: %13(normal ≤ 2) olarak değerlendirildi. Batın ultrasonografisinde, bilateral böbrek boyut ve parankim ekojeniteleri normal olarak değerlendirildi. Sol böbrek alt polde birkaç adet milimetrik boyutta hiperekojen görünüm (taş? kristaloid?) izlendi. İşitme ve göz muayeneleri normaldi. Hipomagnezemi, hipermagnezüri, hipokalsiüri, metabolik alkolaz saptanan hasta hipopotasemisi olmamakla birlikte Gitelman Sendromu olabileceği düşünüldü ve SLC12A3 gen mutasyonu gönderildi. Hastamız ve annesinde A (GCC/GTC) p.Ala469Val missense heterozigot mutasyon saptandı. Nefritik düzeyde proteinüri ve makroskopik hematürisi olan hastaya renal biyopsisi IgA nefropatisi ile uyumlu saptandı. Sonuç: Olgumuzda saptanan mutasyon heterozigot olmakla birlikte klinik ve laboratuvar verileri Gitelman Sendromu ile uyumluydu. Gitelman Sendromu tubüler bir hastalık olmasına rağmen nadir olarak eşlik eden glomerülapatiler bulunmaktadır. Renin anjiotensin sisteminin aşırı aktivasyonunun glomerüler hasardan sorumlu olabileceği düşünülmekle birlikte patogenezi tam belli değildir. Fokal segmental glomeruloskleroz ve C1q nefropatisi Gitelman Sendromu ile birlikteliği tanımlanmış glomerüler hastalıklardır. Literatürde IgA nefropatisi ve Gitelman Sendromu birlikteliği daha önceden tanımlanmamıştır. S 36 Akut Lösemi İlişkili Atipik Hemolitik Üremik Sendrom: Çocuk olgu. Caner Alparslan1, Önder Yavaşcan1, Belde Kasap Demir1,2, Bahriye Atmış3, Aysun Karabay Bayazıt 3, Göksel Leblebisatan4, Demet Alaygut1, Fatma Mutlubaş Özsan1, Nejat Aksu1. 1 İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Bölümü, İzmir 2 İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Pediatrik Nefroloji BD, İzmir 3 Çukurova Üniversitesi, Pediarik Nefroloji Bilim Dalı, İzmir 4 Çukurova Üniversitesi, Pediatrik Hematoloji Bilim Dalı, İzmir Giriş: Atipik hemolitik üremik sendrom (aHÜS) çocukluk çağının nadir görülen, çok değişken klinik yelpazesi olan bir hastalığıdır. Altta yatan genetik bozukluğa ikincil olabileceği gibi birçok hastalık sonrasında da görülebilir. Literatürde öncesinde HÜS/aHÜS kliniği ile başvurusu olup izlemde akut lösemi konulup, altta yatan hastalığın tedavisi sonrasında trombositopenik mikro anjiyopati (TMA) kliniği gerileyen olgular bildirilmiştir. Bizde bu vakada kliniğimizde aHÜS tanısı ile izlenip yaklaşık 5 ay sonra akut lösemi tanısı alan hastamızı paylaşmak istedik. Olgu: 7 yaş erkek olgu, Ocak 2015 tarihinde alt ekstremitelerde parastezi nedeni ile bölgesinde hastane başvurusu olan ve tetkiklerinde trombositopeni dışında sorun saptanmayan olgunun yakınmasının kendiliğinden gerilediği tarif edildi. 15/05/2015 tarihinde Ankara’da yine kas güçsüzlük nedeni ile incelendiğinde kraniyal MRG olağan, laboratuvar tetkiklerinde trombosit değeri 103.000 u/L olarak saptanmıştır. Üçüncü ve son başvurusuna kadar (05/06/2015) olan dönemde yakınması olmayan olgunun başvurusunda vücutta şişlik, kilo alımında artış, bilinç durumunda hafif bozulma ve idrar çıkışında azalması olduğu, bölgesinde alınan tetkiklerinde hemogramda anemi, trombositopeni, üre ve kreatinin yüksekliği saptanmıştır. Bölgesinde ki değerlendirmesinde (ç.hematoloj, nefroloji ve kardiyoloji) olguya öncelike periferik yaymada şiştositlerinde olması üzerine atipik hemolitik sendrom, hemolitik üremik sendrom olarak değerlendirerek hastanemize sevki gerçekleştirilmiştir. Öyküsünde ishal, kusma ve alt solunum yolu enfeksiyonu açısından anlamlı öykü alınamamış olup, olgunun başvurusunda genel durumu kötü, anazarka tarzı ödem, kan basıncı yüksekliği (170/125 mmHg) saptanmıştır. Başvurusunda vücut ağırlığı 19,8 kg. olarak saptandı. İdrar çıkışı olmayan olgunun rutin tetkiklerinde serum kreatinin: 4,3 mg/dl, GFR (Schwartz): 14 ml/dk/1.73m2, üre: 140 mg/dl, LDH: 810u/l, ürik asit: 15.6 mg/dl, total bilirubin: 0,29 mg/dl, hemoglobin: 7.6 g/dl, trombosit: 291.000 u/L saptanmıştır. Kanama paneli testleri normal sınırlarda olan olgunun coombs testi negaitf sonuçlanmış olup periferik yaymasında yaygın şiştositler saptandı. Kan gazında derin metabolik asidozu olması üzerine olgu acil hemodiyalize alındı. Eş zamanlı olarak gönderilen ANA: negatif, C3: 90.4 mg/dL (N: 79152), C4: 16.7 mg/dL (N: 16.0-38) olarak sonuçlandı. ADAMTS 13 düzeyi %118 olarak rapor edildi. İzleminin 4 gününde iki kez sekonder jeneralize epileptik aktivite görülen olguya midozolam (0.1 mg/kg/doz) ile verilmesi sonrasında levetiresetam tedavisi başlandı. Çocuk yoğun bakım izleminde alındı. Etiyolojiye yönelik kraniyal MRG'si PRES ile uyumlu olarak sonuçlandı. Sonrasında nöbet aktivitesi tekrarı görülmedi. İnvaziv kan basıncı izleminde hipertansif acil sınırlarda kan basıncı yüksekliği olan olgunun kan basıncı nitrogliserin infüzyonu ile düşürüldü. Olguya böbrek biopsisi yapıldı. Patolojik olarak trombotik mikroanjiopati kanıtlanması üzerine olguya equlizumab tedavisi başlandı. Başlanan tedavisi sonrası olgunun kreatinin değeri 0.8 mg/dl (kreatinin klirensi: 83 ml/dk/1.73m2)' ye hızla geriledi, idrar çıkışı 3.6 cc/kg/saate yükseldi. Trombosit sayısı 250.000 U/L ve hemoglobin değeri 6.6 g/dL olarak saptandı. Çoklu antihipertansif tedavisi sadece enalapril 0.1 mg/kg/gün olacak şekilde azaltıldı. Klinik izleminde hastanın beyaz küre düşüklüğünün devam etmesi ve dış merkezde şüpheli kemik iliği bulguları nedeni ile olgunun kemik iliği aspirasyon ve biyopsisi tekrar edildi. Kemik iliğinde atipik hücrelerin mevcut olduğu fakat blast sayısının <%30' un altında olduğu görüldü. Klinik ve fizik bakı bulguları olmaması üzerine olgunun izleme alınması kararlaştırıldı. Tekrarlayan kan transfüzyonları nedeni ile olgunun genetik mutasyon analizi gönderilemedi. Bölgesine izlem için gönderilen olgunun telefon ile uzaktan takiplerinde 2 kez tedavi şemasına uymaması üzerine pulmoner ödem tablosu ile 3 kez arrest olduğu öğrenildi. Adana Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefrolojisine son başvurusunda yaygın kemik ağrıları, fizik bakısında hepatosplenomegali ve kemik hassasiyeti saptanması, alınan laboratuvarında pansitopenisi olması nedeni ile yapılan kemik iliği incelemesi ALL L1 ile uyumlu bulunmuştur. (Son değerleri ekleyemedim elimizde olmadığı için). Sonuç: Sonuç olarak aHÜS ile birlikte kemik iliği incelemesinde atipik bulguları olan hastalarda ilerleyen dönemde lösemi gelişme riski olduğu akılda tutulmalı ve izlemde bu yönde dikkatli olunması gerektiğini düşünmekteyiz. S 37 Ailesel Hipomagnezemik Hiperkalsiürik Nefrokalsinozis: Claudin-16 Geninde Yeni Saptanmış W99N Mutasyonu Nejat Aksu1, Demet Alaygut1, Sinem Akbay2, Fatoş Mutlubaş Özsan1, Elif Perihan Öncel3, Mansur Tatlı 2, Önder Yavaşcan1, Belde Kasap Demir1,4, Caner Alparslan1, Martin Konrad5 1 İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Nefroloji Kliniği, İzmir 2 İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Yenidoğan BD, İzmir 3 İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Klinikleri, İzmir 4 İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Pediatrik Nefroloji BD, İzmir 5 University Children's Hospital, Department of Pediatric Nephrology, Münster, Germany Giriş: Ailesel hipomagnezemik hiperkalsürik nefrokalsinozis (AHHN) çocukluk çağında nadir olarak görülen otozomal resesif kalıtımı olan bir hastalıktır. Sıklıkla CLDN16 geninin fonksiyon kaybına yol açan mutasyonlar sonucunda henle kulbunun kalın çıkan kolunda magnezyum transportunun bozulması ile karakterizedir. Hastalar hipomagnezemi, hiperkalsüri ve nefrokalsinozis ile başvurmaktadır ve tanı yaşları farklılık göstermektedir. Bir kardeşi yenidoğan döneminde (9 günlük) diğeri 2 aylık iken AHHN tanısı alıp CLDN16 geninde homozigot W99G yeni mutasyonu saptadığımız iki kardeşi paylaşmak istedik. Olgu 1: Postnatal 5 günlük erkek olgu evde nöbet geçirme nedeni ile acil servise başvurdu. Vücut ağırlığı: 3900 gr (90-97.p), boy: 56 cm (97.p), baş çevresi: 37 cm (50-75.p), ön fontonel 2x3 cm (pulsasyon yok, bombelik yok), kalp tepe atımı: 136 atım/dk, solunum sayısı: 48/dk, kan basıncı: 65/44 mmHg ve vücut sıcaklığı 36.20C saptandı. Sistem bakısı olağan olarak değerlendirildi. Hasta başında bakılan kan şekeri 86 mg/dL saptandı. İzlem amacı ile yenidoğan servisine yatırıldı. Anne babanın 1. derece akraba oldukları öğrenildi. İzleminde 2 kez yaklaşık bir dakika süren nöbet aktivitesi görüldü. Biyokimya analizinde kalsiyum: 5.9 mg/dL ve magnezyum 1.1 mg/dL (N: 1.8-2.6) olarak sonuçlandı. Magnezyum ve kalsiyum desteği başlandı. Kontrol tetkiklerinde kalsiyum ve magnezyum düşüklüğü devam ettiği görüldü. PTH: 106 pg/mL (N: 10-69), 25-OH D3: 5.24 ng/mL, idrar kalsiyum/kreatinin: 2.5, kalsiyum atılımı 11 mg/kg/gün, FEMg: %10.34 olarak saptandı. Böbrek ultrason incelemesinde sağ böbrek 57 mm, parankim 9 mm, sol böbrek 56 mm, parankim 9 mm ve her iki böbrekte yaygın medüller nefrokalsinozis görüldü. Mevcut bulguları ile AHHN düşünüldü, oftalmolojik bakısı normal olarak değerlendirlidi. Magnezyum ve kalsiyum desteği ile takibe alındı. Olgu 2: 2 aylık erkek olgu, üst solunum yolu enfeksiyonu yakınmaları nedeni yapılan tetkiklerinde kan kalsiyum değeri 6.6 mg/dL olarak saptanması üzerine servise yatırıldı. Vücut ağırlığı: 6.87 kg (97.p), boy: 60 cm (75.p), baş çevresi: 40 cm (50-75.p), kalp tepe atımı: 140 atım/dk, solunum sayısı: 30/dk, kan basıncı: 75/50 mmHg ve vücut sıcaklığı 36.80C saptandı. Sistem bakısı olağan olarak değerlendirildi. Kan biyokimya analizinde kalsiyum: 6.8 mg/dL, magnezyum 1.1 mg/dL (1.8-2.6), PTH: 299.5 pg/mL (10-69), 25-OH D3: 5.79 ng/mL, idrar kalsiyum/kreatinin: 1.17, Böbrek ultrason incelemesinde sağ böbrek 51 mm, parankim 10 mm; sol böbrek 58 mm, parankim 10 mm ve her iki böbrekte yaygın medüller nefrokalsinozis görüldü. AHHN düşünülerek yapılan oftalmolojik bakısı normal olarak değerlendirildi. Kardeşi ile birlikte gönderilen CLDN16 geninde homozigot W99G yeni mutasyon saptandı. Sonuç: Sonuç olarak akraba evliliği, hipokalsemi, hipomagnezemi, hiperkalsiüri ile birlikte nefrokalsinoz görülen olgularda AHHN akıla getirilmelidir. S 38 Aseptik Menenjit Bulgularının Eşlik Ettiği Atipik Kawasaki Hastalığı Olgusu Neşe Özkayın¹, Gökçe Çıplak¹, Ayşegül Örencik¹, Selman Gökalp² ¹Trakya Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, Edirne ²Bezmialem Vakıf Üniversitesi, Çocuk Sağılığı ve Hastalıkları ABD, İstanbul Giriş: Kawasaki Hastalığı en sık 6 ay ile 5 yaş arasında görülen sistemik bir vaskülittir. Gelişmiş ülkelerde, çocuklarda edinsel kalp hastalıklarının en önde gelen nedenidir. Etiyolojisi kesin olarak bilinmemektedir. Antibiyotik tedavisine yanıtsız 5 günden fazla süren ateşle birlikte Kawasaki tanı kriterlerinin dörtten azının görüldüğü durumlarda Atipik Kawasaki Hastalığı düşünülmelidir. Olgu: 16 aylık erkek hasta intravenöz antibiyotik tedavisine rağmen bir haftadır düşmeyen ateş, halsizlik, uyku hali yakınmalarıyla başvurduğu sağlık kuruluşundan kliniğimize sevk edilmişti. Fizik muayenede vücut ısısı 38,5°C idi; dudaklarda kızarıklık ve kuruluk, el ve ayak sırtında ödem mevcuttu. Meninks irritasyon bulguları negatifti. Laboratuar incelemelerinde CRP: 22 mg/dl, ESR:72 mm/saat, Hb: 9,1gr/dl, BK: 23.1 10³/uL, PLT: 388 10³/uL, formülünde % 72 nötrofil, %23 lenfosit, %5 monosit saptandı. Yapılan LP sonucu BOS'ta 18/ml lenfosit görüldü; protein ve şeker normaldi. Mevcut seftriakson tedavisine ek olarak intravenöz asiklovir başlandı. Takibinin ikinci gününde kliniğinde belirgin düzelme olmayan hastanın tetkikleri tekrarlandı. CRP düzeyinde gerilemişti. Viral serolojisi negatifti. Kan, idrar ve boğaz kültürlerinde üreme olmadı. Fakat trombositoz (639000/mm3) saptandı. Bir haftadan uzun süren, antibiyoterapiye rağmen devam eden ateş, dudaklarda kurulukhiperemi, trombositoz, el ve ayaklarda ödemi olan hastada Atipik Kawasaki Hastalığı düşünüldü. Hastaya EKO yapıldı; sol anterior desendan arterde ektazi saptandı ve Kawasaki Hastalığıyla uyumluydu. Tedavide 2 g/kg/doz intravenöz Ig, 80 mg/kg/gün asetil salisilik asit verilid. IVIG sonrası ateşi olmadı. Bir gün sonra parmak uçlarında soyulmalar gözlendi. Yatışının yedinci gününde genel durumunun düzelmesi üzerine taburcu edildi. Sonuç: Atipik Kawasaki Hastalığı; Kawasaki Hastalığı şüphesi olan, tanı kriterlerinin tamamına sahip olmayan olgularda akla gelmelidir. Merkezi sinir sistemi tutulumu hastalığın atipik başlangıcı olabilir. Olgumuzda başlangıç kliniği aseptik menenjit olup, diğer kriterler izlemde gelişmiştir. Bu yönüyle bildirilen ender olgulardandır. Sonuç olarak; uzamış ateşle başvuran, aseptik menenjit tanısı alan olgularda, antibiyoterapiye yanıt alınamadığında AKH akla gelmeli ve diğer kriterlerin sonradan ortaya çıkabileceği düşünülerek tanı gözden geçirilmelidir. S 39 Renal Transplantasyon Sonrası Takrolimus Kullanımına Bağlı Psödotümör Serebri Gelişen İki Olgu Okan Akacı1, Osman Dönmez1, Berfin Uysal1, Meltem Kaya2 1 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, Bursa 2 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, Bursa Giriş: Psödotümör serebri (PTS) intrakranial basınç artmasıyla birlikte baş ağrısı, görme alanı kaybı ve papil ödemi ile karakterize bir sendromdur. Bu yazıda böbrek nakli yapılan ve tacrolimus kullanırken PTS gelişen 2 olgu sunulmuştur. Olgu 1: Hemolitik üremik sendroma sekonder KBY nedeniyle anneden böbrek nakli yapılan 15 yaşındaki kız olgu böbrek naklinden 14 ay sonra son bir haftadır var olan baş ağrısı, bulantı-kusma ve çift görme yakınması ile başvurdu. Bu dönemde tacrolimus, mycophenolate mofetil ve prednizolon almaktaydı. Yapılan fizik muayenesinde ağırlık 35 kg (<3p), boy 132 cm(<3p), kan basıncı 120/80 mmHg (3-25p) olarak saptandı. Halsiz görünümde olan olgunun, sağ gözde içe kayma ve dışa bakış kısıtlılığı görüldü. Laboratuvarında Hb 11.2 g/dl, sedimentasyon 28 mm/h, CRP <1.8 mg/dl, üre 34 mg/dl, kreatinin 1.1 mg/dl, diğer biyokimyasal parametreler normal değerlerde bulundu. Tacrolimus kan düzeyi 4 ng/dl (N:3-8) olarak saptandı. Yapılan MRG 3. ve yan ventrikülerde genişleme mevcuttur, ancak aktif bir hidrosefali görünümü saptanmadı, kafa içi basınç artışına bağlı olarak serebellar tonsillerin ektopiye uğradığı düşünülmektedir olarak yorumlandı. Hastaya asetozolamid tedavisi başlandı. Yatışının 7. gününde tansiyon yüksekliği, bradikardisi ve şiddetli baş ağrısı devam eden hastanın papil stazı bulguları devam etmesi üzerine tacrolimus kesilerek tedaviye azatiopurin eklendi. Bu tedavi değişikliğini takiben yatışının 10. gününden sonra hastanın nörolojik bulgularında düzelme olduğu görüldü ve hasta hiçbir sekel kalmaksızın hasta taburcu edildi. Olgu 2: Reflü Nefropatisine sekonder KBY nedeniyle babadan preemptif renal transplantasyon yapılan 10 yaşındaki erkek hasta nakilden 10 ay sonra son 2 gündür olan ishal ve başağrısı şikayetleriyle başvurdu. Nakil sonrası idame tedavi olarak tacrolimus, mycophenolic asit ve prednizolon almaktaydı. Yapılan fizik muayenesinde ağırlık 37kg (50p), boy 134cm (50p), kan basıncı 110/90 mmHg (3-25p) olarak saptandı. Laboratuvar değerlerinde Hb 11g/dl, CRP 2.02 mg/dl, üre 33mg/dl, kreatinin 0.85mg/dl, diğer biyokimyasal parametreler normal değerlerde bulundu. Tacrolimus kan düzeyi 4.1 ng/dl (N:3- 8) olarak saptandı. Non-spesifik AGE’i olan olgunun başağrısı, halsizlik ve uyku hali olması nedeniyle yapılan göz dibi incelemesinde bilateral optik disk sınırları silik ve kabarık olarak olarak bulundu. Kranial görüntülemesinde herhangi bir bulguya rastlanmayan olgu PTS olarak değerlendirildi. Hastanın almakta olduğu tacrolimus tedavisi kesilerek siklosporin-A başlandı. Siklosoprin–A tedavisi başlandıktan 4 gün sonra hastanın klinik bulguları geriledi ve hasta taburcu edildi. Sonuç: Renal transplantasyon uygulanan ve tacrolimus içeren tedavi protokolü alan olgularda baş ağrısı, çift görme, strabismus gibi bulgular olması durumunda PTS de akla gelmeli ve tedavideki gecikmenin görme kaybına yol açacağı unutulmamalıdır. S 40 Reflü ve Obstrüksiyon Olmayan Megasistis – Megaüreter Olgusu: İntestinal Tutulum Olmayan Bir Varyant mı? İlke Beyitler1, Arzu B. Hocaoğlu2, Nerin N. Bahçeciler2, Salih Kavukçu1 1 Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji BD, KKTC 2 Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Allerji, İmmunuloji ve Göğüs Hastalıkları BD, KKTC Giriş: Megasistis - megaüreter sendromu çocuklarda karın ağrısı, idrar yolu enfeksiyonu (İYE) ve böbrek yetmezliğine neden olan bir hastalıktır. Olgu: 15 yaşında erkek olgu, büyük mesane ve geniş üreterleri olması nedeniyle başvurduğunda prenatal 33. haftada ultrasonografide (USG) bilateral hidroüreteronefroz saptandığı, amnion sıvı volümü normal olan skleroderma tanılı anneden erken membran rüptürü nedeniyle 35 haftalık C/S ile doğduğu öğrenildi. Birinci gün üriner kateter takıldığı, spontan idrar çıkışı hatırlanamayan olguya 11. günde (olası PUV tanısıyla) sistoskopi ve sünnet yapılmış. Sonrasında diürezi yeterli, 1 aylıkken yapılan MSUG ve DMSA normal bulunmuş. Altıncı haftada ve 18. ayda rezidü idrar nedeniyle tekrar sistoskopi yapılmış, 16. ayda DTPA normal olarak değerlendirilmiş. Yıllık USG’ lerinde bilateral grade 1 - 2 hidronefroz, geniş üreterler, geniş mesane ve 35 – 100 ml rezidü idrar saptanmış. Üç yaşına kadar oksibutinin kullanılmış. 4 yaşına kadar konstipasyon nedeniyle düzenli laksatif kullanan olgunun baryumlu kolon grafisi normal bulunmuş. GFR ve MAG – 3 incelemesi normal olan olgunun rezidü idrarının fazla olduğu, ürodinamik inceleme ile kanıtlanmış. Altı yaşında USG öncekilerle benzer, 8 yaşında DMSA normal, 10 yaşında USG benzer ve 13 yaşında MAG – 3 incelemede bilateral üreter alt kısımlarda parsiyel stenozla uyumlu aktivite artışı saptanmış. Bu nedenle uygulanan sistoskopi sonrası ikili işeme önerilmiş. 15 yıllık yaşamında karın ağrısı, İYE, işeme disfonksiyonu, VUR, renal skar, böbrek fonksiyon bozukluğu hiç saptanmamış. Kabızlık yakınması gerileyen hastanın fizik muayenesi normal bulundu. Görüntüleme bulguları sürmesine karşın diğer laboratuar bulguları önceki gibi normal saptandı. Sonuç: Visseral miyopati grubundan ACTG2 geninde mutasyon ile ilişkili hastalıklar ürolojik ve gastrointestinal tutulum ile seyretmektedir. Olguda annede skleroderma öyküsü olup, 15 yıl boyunca belirgin semptom tanımlanmamış, dünyanın farklı merkezlerinde üroradyolojik tetkikler yapılmıştır. 15 yaşındaki erkek hasta, intestinal patolojinin ayırt edilemediği, sklerodermalı anneden doğan, halen böbrek fonksiyonları normal olan, bu yaşına dek herhangi bir yakınma ve semptomu olmayan, obstruksiyon ve reflüsü bulunmayan bir megasistis - megaüreter olgusu olarak literatür eşliğinde sunulmuştur.
Benzer belgeler
poster bildiriler p 01 - Çocuk Nefroloji Derneği
çıkmamış iken haploidentik anneden böbrek nakli yapıldı. Nakil sonrası immünsupresif olarak
prednizolon, takrolimus ve mikofenolatmofetil tedavileri uygulandı. Nakil sonrası hastanın
hipoürisemisi ...