35. Mustafa Şimşek
Transkript
Iğdır Sevdası MUSTAFA ŞİMŞEK Iğdır’da inşa edilen ilk apartman binası, “Şimşek Apartman”ın giriş katındaki dairesinde Mustafa Şimşek amcamla söyleşiye oturdum. İfade tarzı, kendine özgü düşünceleriyle Iğdır’ı kucaklayan birisi. Konuşması, kararlı bir üslup ve güvenle yüklüydü. Söyleşi ilerledikçe Mustafa amcamın kendisini çok iyi yetiştirdiğini, Iğdır ve dünya sorunlarıyla yakından ilgili, düşündüklerini uygulamaya koyan kararlı bir girişimci olduğunu anlamıştım. Mustafa amcam, bir toplumu ayakta Mustafa Şimşek tutan üç gücün - ekonomik, sosyal ve siyasalher birinde çağının ötesini yakalamaya çalışmış ve kendi yaşamına kararlılıkla uygulamış. Iğdır insanına örnek olacak bu davranışları kısaca özetlemek isterim: Sosyal Yaşama Katkısı: Her ailede babadan oğula geçen ve haklı haksız tartışmalarıyla günlük yaşantımızı bize zehir eden “miras” sorununa çağdaş bir çözüm getiren ve bu tecrübesini övünçle paylaşan bir insan. Ekonomik Yaşama Katkısı: “Iğdır insanı niçin şirketleşemiyor?” Bu soruyu ta yıllarca kendi kendisine soran, başarısızlığın arkasındaki tarihsel ve sosyal gerçekleri cesurca analiz eden, bununla kalmayıp şirket kurup kendi gücünün sınırlarını zorlayan bir insan. Siyasal Yaşama Katkısı: “Siyaset yapacağım ama kendim için bir şey istemiyorum” Bu parolayla yola çıkmış, haksız uygulamalara karşı gelmiş ve birilerinin dümen suyunda olmayı reddetmiş, gerektiğinde suçluları mahkeme önüne çıkarmış veya tek sayfalık gazetesinde acımasızca yermiş bir insan. Yani maddi bir çıkar gözetmeden eleştiren ve alternatif sunan sorumlu bir aydın. Iğdır’ın gerçek anlamda çağdaş bir il görünümüne kavuşması, orada yaşayan her vatandaşın Mustafa Şimşek kadar cesur, kararlı ve girişimci ruhlu olması şarttır. Önümüzde canlı bir örnek var. Onu anlayıp kendimizi yeniden yaratalım. Hayatım Iğdır’a bağlı Kazancı köyünde 1925 (1341) yılında dünyaya gelmişim. (1925’de uygulamaya konan takvim reformundan önce doğanlar, Hicri tarih esasında nüfusa kaydedilmişlerdi. Ben ve Mecit (Hun) Bey gibi akranla497 Mustafa Şimşek rım nüfus cüzdanlarına (1341) yazılan son kuşak idik) Evliyim. On bir çocuk babasıyım. Ailem Köy kökenliyim. Babamın adı Müftüllah idi. Bildiğim kadarıyla tüm dedelerim doğma büyüme Kazancı köyünün yerlisiydiler. Dedemi adı Halil onun babasının adı da Kulu imiş. Kazancı köyü Rus yönetimi zamanında obanın en büyük köylerinden biriymiş. Hane sayısı 400’ü aşıyormuş. Toprak mülkiyeti de oldukça genişmiş. (7000 dönümün üzerinde) Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve daha sonra yaşanan olaylar nedeniyle köyün nüfusu çok azalmış. Cumhuriyetin ilk döneminde hane sayısı 100’e kadar inmiş! 1918 ve 1919 yıllarında Kazancı köylüleri can güvenliği nedeniyle ya İran’a ya da Azerbaycan’a göç etmişler. Bir yandan acımasız veba salgını diğer yandan savaş koşulları nedeniyle nüfusun büyük kısmı yollarda ve muhacirlikte telef olmuştu. Canlarını kurtarabilenler de peyderpey köye geri dönmüşlerdi. “Annem Kafkasya Kürtlerinden Alasor aşiretine mensuptu” Savaşın sonlarına doğru Rusya’da Komünizm kurulunca Kafkasya’da yaşayan ailelerin önemli kısmı Aras nehrini aşarak Türkiye’ye sığınmışlardı. Annemin mensup olduğu “Alasor” aşireti de bunlardan birisiydi. Bu aşiretin Kafkasya’nın hangi bölgesinden geldiğini bilmiyorum. Kabile, büyük ve küçük baş hayvanları, atları ve develeriyle gelip Kazancı köyüne yerleşmişti. Evlerin çoğu Kaça-Kaç nedeniyle boş olduğu için yerleşmeleri sorun olmamış. Hayvanlar için de köyün etrafında geniş meralar varmış. Babam, Kazancı yerlisi bir hanımla evliymiş ama çocuğu olmuyormuş. Rivayete göre Kaça-Kaç yıllarının zorluğu nedeniyle bir çok insan gibi babam da geçici bir kısırlık durumuyla karşı karşıyaymış. Bir gün babam, Alasor aşiretine mensup annemi tanımış, ikinci evliliğini yapmış. İlk çocukları ölmüş. Nihayet babam istediği çocuğuna kavuşmuş ve ben dünyaya gelmişim. Kaderin garip bir cilvesi benim doğumumdan sonra üvey annem de doğurmaya başlamış. Alasor aşireti Muş’un Bulanık ilçesine göç etti. Dayılarımı ve akrabalarımı hayal meyal hatırlıyorum. Çok geniş ve kalabalık bir aileydi. Dayılarımdan birisi aradan 50 yıl geçtikten sonra Erzurum’da noterlik yaptığım yıllar gelip benimle tanıştı. Tip olarak birbirimize ne kadar da çok benziyorduk! Yalnız o benden daha uzun boyluydu. 498 Iğdır Sevdası İlkokul Yıllarım Büyük dedem Kulu ciddi dini eğitimi almış, molla mertebesine yükselmiş, yörede sevilen ve saygı duyulan bir zatmış. O yıllar “molla” olmak bugünkü üniversite hocalığına denk düşen saygın bir meslek gurubunu oluşturuyormuş. Aile genlerinde var olan eğitim tutkusu babama da devretmişti. Babam, okur yazar değildi ama çocuklarının okuması için her türlü fedakârlığı üstlenmeye hazırdı. Büyük dedem Molla Kulu’dan bana kadar intikal eden bu okuma isteği ve arzusu sayesinde öğrenim hayatım ailemin maddi imkansızlıklarına rağmen başladı. İlkokul çağına geldiğim zaman babam köyün muhtarıydı. Özel çabası ve organizasyonuyla -yedi köyün imecesiyle- Kazancı merkez olmak üzere bir okul açıldı. Evlerden birisi öğretmene tahsis edildi. Hazırlıklar hızla tamamlandı. Hakmemet, Sarıçoban, Ağaver, Panik, Alut ve Kızılzakir köyü çocukları Kazancı ilkokuluna gelip gidiyorlardı. O yıllar “eğitmen”-“öğretmen” yani “yedek”- “asıl” öğretmen ayrımı yapılırdı. Biraz okur yazar bilenleri devlet, “Eğitmen” olarak görevlendiriyordu. Benim zamanımda bu uygulama il ve ilçelerde sona ermiş fakat köylerde halen devam ediyordu. Okulumuzda her ikisi de vardı. Değerli öğretmenlerimiz arasında Bozkurt Bey, Neriman Hanım ve Mehmet Kumbasar bugün hatırlayabildiklerim... Yıllar sonra Erzurum Lisesinde öğrenci olmuştum. Birinci sınıfa henüz başlamıştım. Okulun “Palandöken” isimli duvar gazetesinde üçüncü sınıflar tarafından ölüm yıl dönümü nedeniyle Mehmet Kumbasar hakkında bir yazı kaleme alınmıştı. Meğerse Mehmet Kumbasar Kazancı’dan sonra Erzurum Lisesinde Matematik hocalığı da yapmıştı! (Mehmet Kumbasar, Mecit Hun’un Erzurum Lisesinden Matematik hocası idi. Mücahit) Kazancı’da dördüncü ve beşinci sınıflar okutulmuyordu. Yedi öğrenci bir araya gelip, Iğdır 12 Kasım İlkokuluna gitmeye karar verdik. Aylığı beş lira bir ev kiralayıp okula başladık. Babalarımız sırayla evde kalıyor, bize göz kulak oluyorlardı. Ev, temel ihtiyaçlarımıza cevap verecek izbe bir yerdi. Odanın bir köşesinde çaydanlığımız, bardaklarımız dururdu. Babalarımızın köyden getirdikleri ekmek, peynir, şeker ve çay gibi yiyecek maddelerini özenle sakladığımız tahta sandığımız ve yer yataklarımız odanın geri kalan eşyası olarak göze çarpardı. Ben beşinci sınıfı okurken, akranım Mecit Bey ortaokul üçüncü sı499 Mustafa Şimşek nıftaydı. (ilkokula geç başlamıştım) Hatırlıyorum öğrenciler arasında bazen “Ortaokulun çalışkanları kimlerdir?” diye konuşmalar olurdu. Mecit ve Aziz Beylerin isimlerini bu vesileyle ilk o zaman duymuştum. Ortaokul Yıllarım Ortaokula kaydımı yaptırmıştım. Nerede kalacağım konusunda bir fikrim yoktu. Babam Cabbar Yeşilyurt’un evinde kalabilmem için söz alınca bu sıkıntıdan da kurtulmuştum. Cabbar Bey’in evi çok kalabalıktı. Gelinler, torunlar hepsi bir arada 22 kişiyi aşkın bir nüfus vardı. Buna rağmen, kendi öz ailemin yapabileceğinden daha fazla bir fedakarlıkla beni korudular, çocukları gibi sevip saydılar. Ortaokuldaki başarım için bu aileye özellikle rahmetli Cabbar Bey’e çok şey borçluyum. Ortaokul yıllarında sınıf arkadaşlarım arasında Yavuz Nazaroğlu, Cafer Eroğlu, Yemen Aras, Cahide Ertan ve Yadullah Çağlar’ın gibi isimleri sayabilirim. Bunlardan Yavuz Nazaroğlu Anayasa Mahkemesi üyeliğinden emekli oldu. Cafer Eroğlu uzun yıllar kaymakamlık ve valilik görevlerini üstlendi. Yemen Hanım, Fevzi Bey’le (hakim) evlenip İzmir’e yerleşti. Yadullah Çağlar Amerika’da yaşamaktadır. 1943’de ortaokuldan mezun olduktan sonra arkadaş grubumla yollarım ayrıldı: Ben Erzurum Lisesine onlar Kars Lisesine doğru yola çıktık. Lise Yıllarım Erzurum’da bir akrabamız vardı. 30-40 yıldan beri Erzurum’da yaşıyor, şoförlükle geçimin temin ediyordu. Ev sıkıntım olduğundan babam beni bu akrabaya teslim etti. Ailemin maddi durumu iyi değildi. Üzerimde ne palto, ne ceket, ne de ayakkabı vardı. Erzurum’un soğuğuna ve yaşam koşullarına fazla dirençli değildim. Üç ay sonra zatürreeye yakalandım. Eğitimime ara verip köye döndüm. İkinci yıl eğitimime kaldığım yerden devam ettim. Lise son sınıftayken akrabamız iş nedeniyle İzmir’e taşınınca onunla beraber gitmek zorunda kaldım. Liseyi 1947 yılında İzmir İnönü’de tamamladım. Üniversite Yıllarım Ankara Ziraat Fakültesine kaydımı yaptırdım. Amacım ileride arazilerimizi değerlendirmek, ev ekonomisine katkıda bulunmaktı. Babam, artık yaşlanmış - dünyaya geldiğimde babam 40 yaşı civarında idi, işlerin içinden tek başına çıkamaz olmuştu. 500 Iğdır Sevdası dım. Nasıl olduysa kararımı değiştirip Hukuk Fakültesine kaydımı yaptır- Öğrenci yurdunda kalıyordum. Aylık masrafım 100 lira kadardı. Yüksek öğrenimime bu şekilde üç ay kadar devam ettim. Babamın vefatını öğrenince kaydımı dondurup işlerin başına dönmek zorunda kaldım Köye döndükten sonra işleri çekip çevirmeye başladım. Türkiye traktörle yeni yeni tanışıyordu. Traktör alıp geniş arazilerimizde ziraat yaptım. Kazancı’dan evlendim. Askerliğimi Bingöl’de yedeksubay olarak tamamlayıp, köyüme döndüm. Hukuk Fakültesine Geri Dönüş Hukuk Fakültesinde kaydımı dondurup, köye dönmemin üzerinden tam beş yıl geçmişti. Bir gün ilkokuldan sınıf arkadaşım Muhtar Mis Iğdır’a gelmişti. Çankaya’da komiserdi. Hayat hikayemin garip zikzakları onu üzmüştü: “Bak!, dedi, sen burada ne ağasın ne paşa. Fakülteye kaydını yinele. Nasıl olsa devam mecburiyeti yok. Birkaç seneye bitirirsin” Bu sözler beynimde şimşek gibi çakmıştı. Kararımı vermiştim. Evraklarımı tamamlayıp Ankara’nın yolunu tuttum. Beş yıllık “terki tahsil” den sonra Hukuk Fakültesinin kapısından tekrar içeri girdim. Disiplinli bir öğrenciydim. Derslerimi ciddiye alıyor, kopukluğun neden olduğu güven bunalımını yeniden kazanmaya çalışıyordum. Yaz ayalarında köydeki arazi ve ziraat işlerini yürütüyor, okul masraflarımı karşılıyordum. Sene kaybı olmadan Hukuk Fakültesinden 1956-57 döneminde mezun oldum. Aynı dönem Hukuk Fakültesinde okuyan Kars’tan ( Ardahan ve Iğdır illeri dahil) 23 kişi vardı. Kadir Baykal eğitimini yarım bıraktı. Ataman Yalçın benden sonraydı. Karslı arkadaşlardan Turan Taşdemir, Abbas Gökçe, Ali Rıza Bey, Ali Avşar (sınıf arkadaşım) ve Hasan Yıldırım aklıma gelenler arasından birkaç isim... Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenci olan Cafer Eroğlu, Yavuz Nazaroğlu ve Mustafa Aşulla’yla da yakından tanışıyordum. Bunlardan Mustafa Aşulla, Hukuk Fakültesi fark imtihanlarına girerek avukatlık hakkını da kazanmıştı. Meslek Hayatım Serbest avukatlık mesleğine atılmak istedim ama aile direnciyle karşılaştım: “Biz şark insanıyız. Devlet memurluğuna hasretiz”, dediler. Anlaşılan devlet memurluğu yıllarca bir uhde olarak aile fertlerinin 501 Mustafa Şimşek içlerinde kalmıştı. Onların bu arzusuna uyarak hakim olmaya karar verdim. Hakimlik stajıma Iğdır’da başladım. Çekilen kurayla Siirt’in Beşeri kazasına tayin edildim. 1959 yılının sonbaharında yeni görevime başlamak için yola çıktım. Hakimlik Yıllarım Beşeri, Batman’dan 17 km mesafede bir kasabaydı. (Batman Beşeri’ye bağlı bir nahiye idi. Petrol rafinerisinin kurulmasıyla Batman hızla şehirleşecek bu kez Beşeri Batman’a bağlanacaktı) Görev yerim Beşeri idi, fakat “salahiyetli hakim” olarak kısa süreli Kurtalan ve Batman’a gidiyordum. 1.5 yıl sonra tayinim Bayburt’a çıktı. Bir yıldan sonra Iğdır’a yakın olmak arzusuyla tayinimi Tuzluca’ya aldırdım. İki yıl da Tuzluca’da görev yaptım. Bu arada olan olmuş, aile nüfusum artmış aldığım maaş artık yetersiz kalmaya başlamıştı. Avukatlık Yıllarım Tuzluca’da görevliyken, bir olay mesleğimle ilgili kararımı değiştirmeme neden oldu. Ahmet Tunçezen ve Suudi Sarıhanlı adlı iki ortak bir arazi anlaşmazlığı nedeniyle mahkemelik olmuşlardı. Olayın tam gelişimi şöyleydi: Ankaralı Ahmet Tunçezen, Tuzluca’da savcılık yapmış, sonra bu görevden ayrılıp Iğdır’da avukatlığa başlamıştı. Suudi Sarıhanlı da hakimlik görevinden ayrılıp Tuzluca’da avukatlık yapıyormuş. Bu iki meslek arkadaşı bir gün özel idarenin (veya belediyenin) ihaleye çıkardığı Aras nehri boyundaki 900-1000 dönümlük araziyi müştereken almışlar. Çıkan ihtilaf yüzünden bu arazi müfettiş tahkikatına maruz kalmış, hakim olarak araziyi keşfe gitmiştim. Bu nedenle Ahmet Tunçezen’le tanışıp, dost olmuştum. İyi ve samimi bir insandı. Bir gün bana, “Hakimlik görevinden istifa et! Memleketin bomboş duruyor. Iğdır’da birlikte çalışalım. Daha iyi para kazanırsın” önerisinde bulundu. “Ailem istemiyor” diyerek o an bu teklifi geri çevirmiştim ama yaz olunca kararımı verdim, hakimlik görevimden ayrılıp Iğdır’da avukatlığa başladım. Hakimlikten elime 950 lira geçiyordu. Avukat olunca bu para 5000 liraya yükselmişti. İlk işim bakkala, kasaba veresiye borçlarımı ödemek, derin bir nefes almak oldu. 3.5 yıl Iğdır’da avukatlık yaptım. Başka bir olay mesleğimi tekrar değiştirmeme neden oldu: 502 Iğdır Sevdası Başkatip Ahmet Bilen vardı. Emekli olacaktı, ısrarla “Gel buranın noterliğini üzerine al!” dedi. Teklife soğuk baktım. Elde edilecek gelir ortadaydı: Yıllık gayri safi gelir 65.000 liraydı. 20.000 lirayı masraf kabul ettiğinizde yılda elinize 40.000 lira geçecek demekti. Bu yönde ısrarlar çoğalınca noter olmayı kabul ettim. Tayinim Iğdır’a çıktı (1966). Noterlik Yıllarım 11 yıl süreyle Iğdır’da noterlik yaptım. Kazandığım parayla şu anda içinde oturduğum binanın arsasını alarak Iğdır’ın ilk apartmanının inşaatını başlattım. Üç katlı inşaat bittiği zaman 4 milyon lira kadar da borçlanmıştım. Erzurum’da noterlik yapan bir arkadaş beni ziyarete Iğdır’a gelmişti. Söz arasında bana çıkıştı: “Iğdır’da bu kadar uzun yıllar kalıp neredeyse koktun be! Ben yakında tayinimi Ankara’ya isteteceğim. Yerime Erzurum’da noter ol! Daha iyi para kazanırsın. Buradakinin hemen hemen üç katı kadar, belki!” Arkadaşın tayini Ankara’ya çıkınca, bu hevesle Erzurum’da noterlik yapmaya başladım. Gelirim gerçekten de üç kat arttı. Beş yıl kadar Erzurum’da kaldım. Çorum noterliğinin açıldığını duymuştum. Oradaki kazancı daha iyi olacağını hesaplayınca 1.5 senemi de Çorum’da geçirdim. 1990 yılının Haziran ayında emekli oldum. “Şimşek Tavukçuluk” 300 milyon lira emekli ikramiyemi alıp, Çorum’da iken kafama koyduğum bir projeyi uygulamaya karar verdim:Tavuk çiftliği kurmak! Girişimciliği ve yeni ufuklara yönelmeyi severim. Hele boş oturmayı hiç sevmem. Çorum’da tavukçuluk endüstrisini yakından izleme fırsatım olmuştu. İl genelinde 250’ye yakın tavuk çiftliği vardı. Her birisinin kapasitesi 10 00040 000 tavuk arasında değişiyordu. Böyle bir çiftliği Iğdır’da kurmak için kolları sıvadım. Yaycı ve Çarıkçı köyleri arasındaki bir arsayı satın alıp üzerine 250 milyar değerinde “Şimşek Tavukçuluk” adıyla bir çiftlik kurdum. Şansızlığıma çiftliği kurduktan hemen sonra tavuk yemi dolara bağlandı, yumurta fiyatları düştü. İstediğim neticeyi alamamıştım. Umutsuzluğa kapılmadan “yumurta tavukçuluğundan” “et tavukçuluğuna” dönüşüm yaptım. Nihayet cebime biraz para girmişti. 503 Mustafa Şimşek Kaça-Kaç ve Kırxın (Yok oluş) Kaça-Kaç’ta yaşananları gerek babam gerekse köyün yaşlılarından birçok defalar duymuştum. Trajik olayın Kazancı köyü üzerindeki etkisi çok büyük olmuştu. 400 hanelik köy 100 haneye inmişti. Peki geriye kalanlara ne olmuştu? Halk arasındaki tabirle insanlar Kırxın’da yok olmuştular.( “Kırxın” kelimesi; açlık, hastalık, soğuk ve katliamla yok olmayı anlatır. Mücahit) Yerli Ermeni ve Azeri Dostluğu Sürmeli ovası Aras nehriyle ikiye bölünür. Iğdır’ın içinde olduğu kısım, tüm ovanın üçte biri kadardır. Nahçıvan ve Ermenistan’ın içinde yer aldığı diğer kısım, geriye kalan kısmı oluşturur. 1920’den önce Sürmeli ovasının tamamı Rus yönetimi altındaydı. Oba köylerinde Azeriler ve Ermeniler yan yana hatta iç içe yaşarlarmış. Bazen köyleri ayrı ayrı bazen de aynı köyde hem Ermeni hem Azeri birlikte, aynı kaderin insanları olarak dost olmuşlar, ahenk ve vefat bağlarıyla birbirlerine bağlanmışlar. Anlatılanlara göre Ermeniler zanaatkar insanlarmış. Kapı, pencere ve araba yapımı veya kuyumculuk gibi özel beceri gerektiren işlerle meşgul imişler. Az da olsa ziraatla da uğraşmışlar. Bunun yanı sıra Azeriler daha çok tarımla uğraşıyorlarmış. Bu sakin ve huzurlu yaşam, Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar kesintisiz devam etmiş, ancak bir gün... “YerliErmeni Azerilere yol gösterdi..” Osmanlı İmparatorluğunun Doğu vilayetlerinde, Ermeni ve Müslüman nüfus arasında şiddet ve huzursuzluk baş göstermiş, istenmeyen olaylar yaşanmıştı. Van, Adana, Bayburt, Erzurum gibi illerdeki Ermenilerin bir kısmı Erivan’a doğru yola çıkmışlardı. Yüreklerinde muhacirliğin ve yaşanan olayların acısıyla, yolda önlerine çıkan silahsız Müslüman halkı silindir gibi ezip geçmişler, Iğdır ovasına geldikleri zaman da bu şiddetlerini devam ettirmişlerdi. Dize ve Oba köy halkını camilere doldurup yakmış veya kitle halinde öldürmüşlerdi. Yerli Ermeni, Osmanlı Ermenisinin bu katliam paranoyasından uzak durmuştu. Ellerine fırsat geçtikçe Azeri komşularını, “Bu gece falanca köye saldıracaklar. Başınızın çaresine bakın!” ikaz ederek bir nevi istihbarat bile sağlamışlardı. Bu sayede Azerilerin bir kısmı canlarını kurtarabilmişti. Babam ve ailesi köyü terk edip, güvenli bir yer bulmak umuduyla yollara düştükleri zaman, komşu Ermeni, silahı omzunda, bu kafileye rehberlik etmiş, onları tehlikeli bölgeden sağ salim geçirip, gönlü buruk uğurlamıştı. 504 Iğdır Sevdası Ailem, her şeyini geride bırakarak Doğubeyazıt üzerinden İran’a ulaşmış, orasını kendisine geçici mesken yapmıştı. “Kırxın” Günleri İç savaş başlayınca yerli halk, bölgeyi terk etmiş, her iki Azerbaycan ve Nahcivan taraflarına çekilmişti. Gittikleri yerde de huzur bulamayanlar, bin bir cefa ve eziyetle geri dönmüş, savaşın tahrip ettiği köylerinde yaşama umutla yeniden başlamışlardı. Köylerde ne ağaç kalmıştı ne de hayvan! Susuzluk ve açlık her tarafta kol geziyormuş. Babayiğit insanlar duvar diplerinde iki kat olup, “Ya bana bir şey verin! Açlıktan ölüyorum!” diye sızlanarak can veriyorlarmış. Derken acımasız bir veba salgını geriye kalanları da kırıp geçirmiş. Her gün 8-10 kişi çaresiz ve terkedilmiş bir halde ölüyormuş. İşte, herkesin can derdine düştüğü, insanlık onurunun yok olduğu, bu acı ve zor yıllara halkımız “Kırxın” ismini vererek hafızasının derinliklerine gömmüştü. Hiç unutmam, bir gün babam karşımızdaki metruk bir evi göstererek iç çekti: “Burada tam dokuz aile oturuyordu. Tamamı yok oldu!”, demişti. İşte Kazancı köyü, sefaleti ve acıyı tanıyarak Cumhuriyete girmişti. “Biz sefaletin çocuklarıyız” Kaça-Kaç’tan geri dönenler ve Kırxın’dan sağ kurtulabilenler yavaş yavaş ziraata yöneldiler. Ortada çift çubuk türünden hiçbir şey yokmuş. Güçleri yettiğince ekip biçmişler, bellerini doğrultmuşlar. Sefalet ve onun silinmeyen izleri liseyi bitirdiğim yıllara kadar uzun bir zaman devam etti. Benim kuşağım bu sefaleti babalarımızla birlikte yaşadı ve paylaştı. Yemek içmek yönünden her şey çok kısıtlıydı. Giyim kuşamı pek hatırlamıyorum desem yeri olur. Ayaklarımız çıplaktı. Çarık bulduğumuz zaman neşelenirdik çünkü artık ayağımıza diken ve çalı çırpı batmayacaktı! Elbiselerimizin yamalı, kir ve pasaklı olması gayet tabii idi. Bu yüzden bizim kuşağa, “Sefaletin çocukları” dense yeridir. Geçmişimden ve yaşadıklarımdan kesinlikle utanmıyorum. Bu tecrübeyi hayatımın dinamosu olarak görüyorum. Eğer o sefaleti tatmasaydık, o sefaletten kurtuluş için mücadele vermeseydik belki de bugünkü yerimize gelemezdik, bugünkü düşünce kapasitemize ulaşamazdık. Güzel bir söz vardır: “Refahla rahatlık bir arada olunca sonu kepazelik olur.” Refaha kavuşan insan kendisini rahatlığa verir. Yaşam disiplinini gev505 Mustafa Şimşek şetir, tembelliğe özenir. Bu durum da onu sefalete geri götürür. “Con Ahmet’in devir daim makinesi” diye bilinen ve hep kendisini tekrar ettiren bir olay vardır. Tıpkı bunun gibi toplumda da “zenginlik” ve “sefalet” her on yılda bir el değiştirir. Bir bakıyorsunuz hiç yıkılmayacak gibi görünen zengin aileler yerle bir olmuş, silik ve yoksul ailenin çocukları yeni zenginliklerin sahibi olmuşlar. Bu yüzden ben geçmişte yaşadığım sefaleti kendim için bir zenginlik olarak algılarım. Herhalde bundan olsa gerek, bugün bile bu yaşımda rahatlıkla bir çuvalı sırtlar hiçbir aşağılık kompleksine kapılmadan şehri bir uçtan diğerine yürüyerek geçebilirim. Bundan utanç duymam! “İnsan, kendisinde zıtların toplandığı bir yaratıktır” İnsan yaratılışı itibarıyla kendisinde zıtların toplandığı bir yaratıktır. Bir bakıyorsunuz en güzel söz, en güzel davranış içindeki bir adam birdenbire öyle çirkeflikler yapıyor ki kendi kendinize şaşırıyorsunuz: “Nasıl olur da bu güzel sözün sahibi bu çirkin işi yapar!” İnsan hem meleğe hem şeytana yakındır. Bir insandan her an her şey beklenebilir. İnsandan gelecek kötülüklerden korunabilmek için de önce “zıtlar olayının” idrak edilmesi şarttır. İşte sefalet insana bu idrak yeteneğini verir böylece onu kötülüklerden uzak tutar. Bu yüzden sefaletin bir denge unsuru olarak insan yaşamında olması gerektiğine inanıyorum. İnsanı gurur ve kibirden arındırır, alçak gönüllü yapar, çalışmanın nimetini ve faydasını gösterir. Rus Yönetimi Altında Iğdır İdareci zümre tamamen Ruslardan oluşurdu. Halk, yönetime itaatkar davranmış, asilik etmemiş. Ruslar da bazı sosyal dengelere özel dikkat göstermişler. Yüksek perdeden sinsice bir politika uygulamışlar. Örneğin halktan asker alıp yetiştirmemişler, adi suçları hafif cezalarla geçiştirmişler. Buna karşın, “hırsızlık” suçlarına karşı oldukça duyarlı olmuşlar. Bunun bir nedeni hırsızlık olaylarından devlet malının da zarar görmesi ihtimali imiş. Cinayet veya hafif yaralama olaylarında sanıklar sürgüne gönderilseler bile birkaç yıl sonra geri dönüp geliyormuşlar. Hüsnü Bingöl Hüsnü Bingöl Binbaşı rütbesiyle emekli olup MİT müfettişliğine atanmıştı. Çok geniş yetkilileri vardı ve uzun yıllar bu görevinde kaldı. Devletin istihbaratını örgütleyen bir memurun bunca yıl aynı görevde kalması faydalı mı, zararlı mı ayrı bir tartışma konusu ama Hüsnü Bey önemli bir şahsiyet ve etkileyici bir insandı. Askeri elbise giyerdi. Uzun boylu, bıyıklı, oldukça yakışıklıydı. Kahvede halkın arasına oturur, sohbet ederdi. Halkla diyaloğu çok 506 Iğdır Sevdası iyiydi. İnsanlar ona “Beyamca” diye hitap eder, itibar ve yakınlık gösterirlerdi. Gelen çayların parasını kendisi bizzat öderdi. Halktan kimse katiyen çay parası vermeye teşebbüs etmezdi. Çünkü Hüsnü Bey’in masasında çay parası verilmeyeceğini herkes bilirdi. “23 kişi yakalanıp Erzurum’a gönderildi” İlkokul öğrencisiydim. Iğdır genelinde 23 kişi tutuklanmıştı. Bunlardan birisi de son derece yakışıklı İnhisar (tekel) memuruydu. Defterlerim elimde okula giderken bu delikanlının kolları arkadan bağlı, bir istikamette götürüldüğünü gördüm. Bakkala girince, yüzünü yakından görme şansım olmuştu: Nezarette kaldığı süre içinde sakalı uzamış, siyah gözleri ışıl ışıl, sessizce etrafına bakınıyordu. Otobüse bindirip Erzurum’a götürdüler. Anlatıldığına göre içlerinde bu delikanlının da olduğu 23 kişi Erzurum’da kurşuna dizilmişti. “Mustafa Muğlalı 20 sene hapis cezası aldı.” Üçüncü Ordu’nun başında Orgeneral Mustafa Muğlalı vardı. DP tek başına iktidara gelince, geçmişte yapılan hataların hesabını sormak görevini üzerine alan siyasetçiler, emekli Mustafa Muğlalı’yı karşılarına almıştı: “Efendim 23 vatandaş nasıl olurda sorgusuz sualsiz mahkeme kararı olmadan kuşuna dizilir.” Soruşturma açıldı ve mahkeme sanığı 20 yıl hapisle cezalandırdı. Mustafa Muğlalı müdafaasını yaparken, “Ben Ankara’ya geldiğim zaman arkamı sıvazlayanlar vardı. Paşam senin sayende Ankara’da rahat ediyoruz, diyorlardı. Onlar da gelsinler benimle burada hesap versinler” Mustafa Muğlalı’nın kast ettiği isim Milli Şef İsmet İnönü’ydü. Hüsnü Bingöl, “İşte ben böyle gençler istiyorum” dedi İzmir İnönü Lisesi son sınıf öğrencisiydim. Arkadaşlarım arasında heyecanlı, idealist gençler vardıı. Çoğu zengin çocuğuydu. Türkiye politikasını yakından izliyor, basını yakından takip ediyorlardı. Ben de kendimi onların arasında buldum. Yaz tatili, Iğdır’a dönmeye hazırlanırken, arkadaşlar, “Şarkın durumu” hakkında bir yazı yazıp onlara göndermemi ısrarla istediler. İzmir’de “9 Eylül” isimli bir mecmua çıkıyordu. Lisedeki arkadaş grubumla yakından tanışan Lebit Yurtoğlu –sonraki yıllar Bakan oldu- derginin yazı işlerinden sorumluydu. Iğdır dönüşü gözlemlerimi kaleme alıp, “Iğdır mektubu” başlığı 507 Mustafa Şimşek altında hazırladığım bir makaleyi dergiye gönderdim. Beklemedik bir şey olmuştu. Dergi, birkaç cümle dışında yazımı olduğu gibi orta sayfada büyük puntolarla “Iğdır Mektubu” başlığı altında yayımlamıştı. Lebit Bey, bana da bu sayıdan 22 adet göndermiş, “Bir nüshayı kendin için alıkoy, geriye kalanları Halk Evine bağışla” diye not düşmüştü. Dergiyi açtığım zaman itiraf etmeliyim, kendimle gururlanmıştım: “Meğer ben neymişim!” diyerek şaşkınlıkla yazıma göz gezdirmiştim. Dergi Hüsnü Bingöl’ün eline geçmişti. Yazımı okumuş ve çok beğenmiş. Araştırıp soruşturmuş, köyün muhtarı Mehmet Sönmez’i yanına çağırtıp benimle ilgili bilgi almış. Muhtar da benim İzmir’de lise son sınıf öğrencisi olduğumu söyleyince, Hüsnü Bingöl benimle tanışmak istediğini muhtara iletmiş. Muhtar beni yanına alarak Hüsnü Bey’in huzuruna çıktık. Yaz günüydü. Hüsnü Bey, belediye kahvehanesinde oturmuş, etrafını da alışageldiği üzere sekiz on kişi almıştı. Muhtar, “Efendim Mustafa Şimşek işte bu delikanlıdır” Hüsnü Bey ayağa kalktı. Hayranlık ve sevgi karışımı bir sesle: “Hoş geldin evladım!” dedi. Masadaki yerimizi aldık, önümüze çaylar kondu. Hüsnü Bey beni sorguladı: “Bu yazıyı sen mi yazdın evladım?” “Evet Beyamca! Ben yazdım!” “Beyler! İşte ben böyle genç isterim. Herkes evladını böyle yetiştirmelidir. Aferin evladım!” Çok gururlanmıştım. Hüsnü Bey’den vedalaşıp ayrıldım. O günden sonra nerede karşılaşsak birbirimizi selamlardık. “Yahu sizde ki Hüsnü bey hiç değişmez mi?” Hüsnü Bey casusluk ve karşı casusluk işlerini yönetmekle yükümlüydü. Bu amaçla kullandığı elemanlar vardı. Bazılarını ben de tanıyordum. Hüsnü Bey, onlara bazı konularda özel beceri kazandırıyor, örneğin, Aras nehrini geçildikten sonra tel örgü nasıl geçilecek, iz tarlası nasıl aşılacak, bunu yaparken “kurt izi yumrukları” nasıl kullanılacak vs. Bu elemanlarından birisi yakalanmış, 20 yıl hapis cezası almıştı. Elemanlar yazılı emirleri öbür taraftaki bağlantılara ulaştırmak ve onlardan aldıkları raporları da Hüsnü Bey’e iletmekle görevliydiler. Hüsnü Bey uzun yıllar bu görevi devam ettirdiği için Ruslar şaşkınlıkla. “Yahu sizdeki Hüsnü Bey hiç değişmez mi?” diyorlarmış. 508 Iğdır Sevdası Hüsnü Bey’in görev yaptığı yıllar Iğdır bölgesinin özel bir durumu vardı. Buraya gelen muhacirlerin çoğu komünizm rejimine şöyle veya böyle bulaştıkları için devlet nazarında şüpheli karşılanıyorlardı. İtiraf etmek lazım ki aralarından gerçektende Rusya lehine casusluk yapanlar çıkıyordu. Hüsnü Bey şüpheli gördüğü bu insanları yanına çağırır, nasihat ederek onlara şans tanırdı: “Bu yol senin ve ailen için iyi değil. En kısa zamanda terk edeceksin!” Uyarıya rağmen casusluk işine meyil devam ederse, Hüsnü Bey onları enselerdi. (Hüsnü Bey’in en önemli özelliği cezalandırmadan önce, ihtar ve ikaz edişiydi.) “Halk Hüsnü Bey’den hem korkar hem de onu çok severdi” Hüsnü Bey’in karakteri ve yetkileri hakkında halk arasında çok yönlü söylentiler dolaşırdı. Duyduklarımıza bakılırsa Hüsnü beyin insanları kurşuna dizme yetkisi varmış. Fakat bu haberin ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum. Halk Hüsnü Bey’den hem korkar hem severdi. Ürperti ve sevgi karışımı bu duygu yüzünden belki de halk Hüsnü Bey’i olduğundan farklı algılıyordu. Belki de Hüsnü Bey’in emriyle tek bir insan bile kurşuna dizilmemişti. Halk Hüsnü beyden çekinirdi. “Hüsnü bey seni çağırıyor” dedikleri zaman en cesur insanın bile benzi atar, sesi titrer, “Vay anasına be! Hüsnü bey beni niye çağırıyor?” diye söylenirdi. Muhtar, “Mustafa, Hüsnü Bey seninle konuşmak istiyor” dediği zaman köy kahvesinde herkes birbirine fısıldar gibi, “Kim bilir, Erzurum’da veya İzmir’de ne halt işlemiş ki Hüsnü Bey yanına çağırtıyor. Vah zavallı delikanlı vah!” Delikanlı olmanın verdiği vurdumduymazlık ve maceraperestlik hislerim ağır bastığından köylülerin korkusuna pek anlam veremiyordum. Rahat ve kendimden Hüsnü Bey’in karşısına çıkmıştım. Politik Yaşantım DP kurulduğu yıl Erzurum’da lise öğrencisiydim. Halk Evine gider oradaki gazeteleri ve her türden neşriyatı zevkle okurdum. Kitap ve gazete okuma zevkimi Halk Evine borçluyum. Tan, Tasviri Efkar, Vatan gibi gazeteler DP’nin kuruluşunu büyük puntolarla vermişlerdi. 1946 seçimlerini ve siyasi gelişmeleri yakından izliyordum. Basınında seçimlere hile karıştırıldığı yolunda epeyce yazı çıkmıştı. İzmir’de DP’nin meydan mitinglerine şahit oldum. Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Ahmet Tahtakılıç, Celal Bayar gibi DP’nin ağır topları kürsüye çıktığı zaman İzmir Basmahane’de kıyametler kopar, halk izdiham halinde 509 Mustafa Şimşek miting meydanlarına akardı. Lise talebesi olarak ben de insan seline karışır, aralarında kaybolurdum. Böyle bir günde çok değer verdiğim kol saatim, çekiştirmeler itişmeler arasında kolumdan düşüp kaybolmuştu. Mitingler olaysız geçmiyordu. İktidar yanlısı valiler engeller çıkarıyor halkı tehdit ediyorlardı. Ahmet Tahtakılıç kürsüye çıkmış hararetle konuşuyordu. Saatler neredeyse gece yarısına yaklaşmıştı. Atlı polisler kalabalığın üzerine dört nala saldırıya geçtiler. Halk parçalanmış, insan öbekleri sağa sola koşturup duruyor, arada bir tabancalar patlıyordu. Ahmet Tahtakılıç’ın sözleri yarım kalmıştı. İşin ciddiyetini anlayan DP kurmayları vapurla Karşıyaka’ya geçtiler. Bu olayın üzerimdeki etkisi derin olmuştu. Artık kararlı bir DP’liydim! “Kazancının Sesi” Hukuk Fakültesini terk edip Iğdır’a döndüğüm yıl (1947) büyük bir istekle DP saflarında politikaya hazırlandım. Partilerin köy Ocak teşkilatları vardı. Bir kış günü, Iğdır’dan kızakla gelen DP ilçe başkanı ve yönetim kurulunun huzurunda Kazancı köyü DP Ocak teşkilatını kurdum. İlk seçimde de başkanlığa getirildim. Parti çalışmalarını severek yapıyor, halkı olup biten olaylardan haberdar etmek için de duvar gazetesi çıkarıyordum. “Kazancının Sesi” adıyla çıkardığım bu gazeteyi el yazısıyla hazırlıyordum. Gazetede başmakale, fıkralar, bölgede gelişen önemli haberler yer alıyordu. Her on beş günde duvar gazetesini yenisiyle değiştiriyordum. “Siyaset Postası” Benim gözümde CHP, rejimin gözden düşmüş partisiydi. CHP’de ne olup bittiği beni hiç ilgilendirmiyordu. Mecit Bey sonraki CHP ilçe başkanlığına seçildi ve uzun yıllar bu görevde kaldı. Hatta bir keresinde bir gazetede Mecit Bey’in değişmez şekilde ilçe başkanı olmasına atıfta bulunmuş, “CHP, bir partiden ziyade bir tarikat ocağı, Mecit Hun da onun değişmeyen dervişi, şeyhi ve post nişidir” gibisinden bir eleştiride bulunmuştum. Mecit Bey’le tanışıp dost olduktan sonra bir teşebbüsümüz oldu. Yıl 1965 veya hemen sonrası olmalıydı. Mecit Bey bana ispirtoyla çalışan bir teksir makinesi vermişti. Ben de heyecanla, “Siyaset Postası” adıyla tek sayfalık bir gazete çıkarmaya başlamıştım. Bu gazete halk arasında “Mustafa’nın gazetesi” olarak bilinir, oldukça ciddiye alınırdı. Çıktığı günler hemen kapışılır, halk arasında, “Mustafa ne dedi, ne yazdı?” gibisinden bir merak uyandırırdı. Bir keresinde Mecit Bey’le beraber, Kars Milletvekili Abbas Çetin’in aley510 Iğdır Sevdası hine müşterek bir yazımız çıktı. Yazı Iğdır’da geniş polemiklere yol açmıştı. Siyaseti yakından izleyenler o yazıyı hâlâ özenle saklar. Parti İçi Mücadelem DP ilçe teşkilatının ilk kurucuları arasında aklıma gelen isimler arasında Haşim Yeşilyurt, Hamit Dönmez, İsmail Çınar ve Nefes Usta’yı sayabilirim. Mehmet Gülten ilk parti başkanlığı yapanlardan birisiydi. Başkanlık birçok kez el değiştirdi. Hacı Nağdalı Parlar uzun yıllar ilçe başkanı oldu. Etrafında Talat Tufan ve Alikamerli köyünden Enver Sever vardı. Enver Sever özellikle çok aktifti. Birkaç köyün ocak başkanlığını yapıyor, Iğdır merkezde de idare heyetinde görev yapıyordu. DP yavaş yavaş despot bir görünüm kazanmaya başlamıştı. Teşkilat mensupları olmadık hileler yapıyor, seçmenin iradesini hiçe sayıyordu. Örneğin parti tüzüğüne göre Kazancı köyünden partiye verilen oy hesabı üzerinden 10 delege seçilmesi gerekirken bir bakıyorsunuz sadece 2 delegeye yer verilmiş! Partiye çok az oy vermiş bir köyden de 15 delege ismi yazılmış! Bu haksız durumu da kimse önleyemiyordu. Bir gün Mehmet Gülten, hakkı gasp edilmiş delegelerden birisinin vekaletini bana verince Avukat cübbemi giyip partinin ağrı toplarını hakimin önüne dizdim ve bu duruma mahkeme önünde bir çözüm bulmaya karar verdim.. DP ilçe başkanı Hacı Nağdalı Parlar’ı ve idare heyetinden Enver Sever ve Talat Tufan’ı suiistimallerden sorumlu kimseler olarak haklarında dava açılması isteğinde bulundum. Onlar da korkuyla yapılanların hesabını vermeye koyuldular. “Siyasette kendim için bir şey istemeyeceğim” Siyaset yapmak bazen ihtiraslı ve dar görüşlü insanlarla boğuşmayı gerektiriyordu. Ortalıkta şöyle bir zihniyet vardı: Üniversiteyi bitirip kendi bölgene geldin mi gözün ya milletvekilliğinde ya da belediye reisliğinde olmalı. İnsanlar bu duyguyla işe başlıyor ve kendilerini bu amaç için hazırlıyorlardı. Bu ihtiras ve mücadele bazıları için iyi netice verirken çoğunluğu maddi ve psikolojik bakımdan yıkıma uğruyorlardı. Ben halkın içinden gelmiş birisiydim. Dengeleri, koşulları ve kendi gücümün sınırlarını iyi hesaplamıştım. Gerçek dostla biraz sıkıştığında beni yalnız bırakacak, sahte dost tiplerini iyi tanıyordum. Politikanın hareketlendiği günler etrafınızı yüzlerce insan alır, “Milletvekili ol, belediye reisi ol!” gibisinden teklifler yağdırırlardı. Oysa çok iyi biliyordum ki politikaya karar verdiğim gün bunlardan sadece birkaçı etrafımda olacak çoğunluğu ortadan kaybolacaktı. Kendi kendime bir prensip 511 Mustafa Şimşek kararı aldım: “Politika yapacağım ama kendim için bir şey istemeyeceğim.” Bu kararıma hep bağlı kaldım. Evet doğrudur politika yaparken insanların lehine veya aleyhine yazdım veya konuştum fakat bunları yaparken kendim için bir şey istemedim. Politikaya girmememin diğer nedeni de kalabalık bir nüfusa (11 çocuk) sahip oluşumdu. Eğer kazancımın çok azını bile politika yolunda heder etseydim belki de çocuklarımın geleceğini tehlikeye atacaktım. Buna hakkım olmadığını biliyordum. Üstelik politika yaşamında hangi mevkie seçilirseniz seçilin özgür değilsinizdir, oysa noterlik mesleğinde masamın başında kendi işimin hem ağasıydım hem de paşası. Iğdır’da politika yapmanın diğer zorluğu da şehirde birlikte yaşayan iki zümrenin hassas dengelerle birbirine bağlı olmasıydı. Evet ilk görünüşte bu iki zümre birbirine dostturlar veya kirvedirler. Birlikte aynı masada yer içerler, fıkra anlatırlar, eğlenir ve gülerler ama seçim zamanı her iki tarafta kendi zümresini diğerinin aleyhine tahrik eder. Böyle bir çatışmanın ortasında kendimi bulmak istemiyordum. Bu yetmezmiş gibi zümreler de kendi aralarında alt çıkar gruplarına bölünüyorlardı. Gel de çık işin içinden! “Bir aile politik tercih bakımından çok sesli olmalı” 1950’li yıllarda Iğdır’daki siyaseti yönlendirenlerden birisiydim. Mücadelemi daha çok bağlı olduğum DP saflarında yapıyordum. Siyasi tercih konusunda ta gençlik yıllarımdan bu yana hiç değişmeyen bir tavrım olmuştu: Sola hiçbir zaman meyil etmedim. Bu anlamda ben ve Mecit Bey birbirimizin siyasi zıtlarıydık. Mecit Bey ne kadar solda (CHP) kalıp mücadelesini o çerçevede yaptıysa ben de sağ siyasi düşüncenin içindeydim. Seçim günleri milletvekili adayları evime kadar gelir hem görüşlerime başvururlardı hem de beni izleyen taraftarlarımı onların lehine yönlendirmemi benden isterlerdi. Etrafımda hatırı sayılır bir kitle gücü vardı. Bu gücü uzun yıllar siyasi dengelerin oluşturulmasında kullandım. Benim tercihim şahıstan çok parti çıkarlarını ön plana alan bir anlayışa dayanıyordu. Bu yüzden hiç kimse çıkıp benim bu işlerden maddi bir menfaat edindiğimi ileri süremezdi. Bu davranışım 7-8 yıl öncesine kadar aktif olarak devam etti. Ancak şimdilerde kendimi bir adım geri aldım. Yeni nesil içinde yetenekli gençler var. Biraz da onlar mücadele etsin diye düşünüyorum. Bu arada politik tercihimin aile fertlerime nasıl yansıdığı konusunda da birkaç laf etmek isterim. Eskiden aile reisi nasıl isterse herkes oyunu o partiye verirdi. Ancak 1980’lerden itibaren yeni yetişen neslin isteklerini göz önüne alarak siyasi parti tercihi konusunda aile içinde tam bir serbestlik uygulamaya karar verdim. Bir çocuğum,”baba ben falanca partiye oy veriyorum” dediği zaman benden hiçbir müdahale görmez. Günün koşullarında bir aile politik tercih 512 Iğdır Sevdası bakımından çok sesli olmalı ve olmayı öğrenmelidir. Mecit Hun Ben ilkokul beşinci sınıfta öğrenciyken Mecit By ortaokul son sınıftaydı. İlk o zaman ismini duymuştum. Sonraki yıllar nerede ve ne zaman karşılaştığımızı tam olarak hatırlamıyorum ama kendimi bildim bileli Mecit Bey’le yakınlığım oldu. “Her ikimiz de düşünen bir kafaya sahiptik” Bu dostluğun en büyük nedeni de her ikimizin düşünen bir kafa yapısına sahip oluşumuzdandı. Mecit Bey düşünen bir insandı. Gördüklerini, duyduklarını ve okuduklarını irdeleyen birisiydi. Her konuda kendisini iyi yetiştirmişti. Kültür seviyesi yüksekti. Benim mizacımda ona çok yatkındı. Ben de çok okuyan ve her şeyi irdeleyip mantık kurallarına vuran bir insandım. Bu yüzden her ikimiz de kompleksi ve saplantısı olmayan iki insan olarak birbirimizi çok iyi anlıyor, siyasi konularda ki zıt tercihlerimize rağmen birbirimize oldukça toleranslı davranıyorduk. Bu tolerans bazen öyle bir noktaya varıyordu ki kendimi CHP kongrelerinde taraftar olarak buluyordum. Bir keresinde Mecit Bey’le beraber CHP Kars il kongresine katılmıştım. O kongrede Sırrı Atalay’la Hasan Yıldırım arasında siyasi bir kutuplaşma yaşanıyordu. Hasan Yıldırım’ı Hukuk Fakültesi günlerinden tanıdığım için onun kazanması yönünde kulis yaptım. Mecit Bey de kendi tercihine yönelmiş, uygun bulduğu adayı desteklemişti. Aramızdaki siyasi dostluk Iğdır belediye başkanlığı seçimlerinde de etkili olurdu. Seçime yakın günler bir araya gelir görüş teatisinde bulunurduk: “Falanca aday Iğdır için daha iyi, kazanmalı veya falanca aday kazanmamalı” gibisinden gayret sarf ederdik. Arada bir müşterek adaylarımız da olurdu. Bir keresinde Rıza Karasu adlı bir hemşehrimiz aday olmuştu. Rıza Karasu sınıf arkadaşımdı ve koyu CHP’liydi. Bu yüzden görevinden alınmıştı. Süleyman Demirel Başbakan olarak Trabzon’a geldiğinde Rıza Bey Şube reisliği yapıyormuş. Başbakan kürsüde konuşurken o da yüksek sesle “yalan söylüyor” diye bağırıyormuş. Bu olayı izleyen günlerde hemen emekliye sevk edilmişti. Rıza Bey, Mecit Bey’le benim müşterek adayımız olarak ortaya çıktı. Ancak siyasette çok tecrübesizdi. Kaybetti. “Ben onun, o da benim tek fikir arkadaşımdı” Mizacımda var olan bir şey var: Eğer bir insan hile hurda yapmıyorsa insani değerlere saygılıysa, bu gibi insanlara hemen bağlanırım. Onların 513 Mustafa Şimşek kişiliği beni hemen cezp eder, yanlarında kendimi güvende hissederim. Her şeyden önemlisi yüksek seviyeden konuşup anlaşabilmenin mutluluğunu yaşarım. Arkadaşlık çeşit çeşit olur. Şaka arkadaşı, rakı arkadaşı, hovardalık arkadaşı, yeme içme arkadaşı. Ama bütün bunların dışında bir de “sır arkadaşı”, “kara gün dostu” ve “fikir arkadaşı” diye tanımlanan arkadaşlıklar vardır. En zoru da bu türden arkadaşlıklar edinmektir. Mecit Bey’le ben fikir arkadaşıydık. O ne söylüyorsa ben anlıyordum ben de ne söylüyorsam o anlıyordu. Bizi birbirimize yakınlaştıran ve aramızdaki güven bağını pekiştiren de bu fikir arkadaşlığı sayesinde olmuştu.Bunun dışında elbette çay-kahve, masa ve siyasi arkadaşlığımız da olmuştur. Ama fikir seviyesi esasında birleşiyorduk. İkimiz de hudutlarımızı biliyor, birbirimize saygı ve hürmette kusur etmiyorduk. Ne zaman şaka ne zaman ciddi olduğumuzu biliyorduk. Fikir arkadaşlığının bir özelliği de kalıcı olmasıdır. Mecit Bey’in ve benim hayatımda çok önemli değişiklikler oldu fakat dostluğumuz ve arkadaşlığımız hiçbir zaman bozulmadı. Çok rahatlıkla şunu diyebilirim ki Mecit Be bu şehirdeki tek arkadaşımdı. Yine aynı rahatlıkla şunu iddia edebilirim: Ben de onun tek arkadaşıydım. Her ne kadar her ikimizin siyasi ve mesleki hayatımızın sorunları çok farklı idiyse de bu fikir arkadaşlığı bazında birleşiyorduk. “Mecit bey her iki zümre tarafından da çok sevilirdi.” Mecit beyin oturduğu mecliste sözü dikkatle dinlenirdi. Oldukça espriliydi. Şaka yapılacak anları çok iyi bilirdi. Her konuda fikri ve düşüncesi vardı. Toleransı elden bırakmazdı. Yemesini, içmesini, giyinmesini, oturup kalkmasını bilirdi. Gerek benim ve gerekse onun mensup olduğu zümre tarafından çok sevilir, sohbeti ve dostluğu aranırdı. “Mecit bey! Benim kırıklarım (eksiklerim) var, dedim” DP’nin önemli simalarından Samet Ağaoğlu’nun “Babamın Arkadaşları” adlı kitabında okumuştum. Bir gün Yusuf Akçora, Samet Ağaoğlu’na rastlar ve onu şöyle tembihler:”Babana (Ahmet Ağaoğlu) haber gönder acele gelsin, hastayım!” Yıllarca hem siyasette hem de üniversite de birlikte hocalık yapmış olan bu iki dost bir araya gelirler. Konuşmanın bir yerinde Yusuf Akçora Ahmet Ağaoğlu’na şöyle der:” Ahmet, benim kırıklarım var. Çocuklarımı büyütüp okutacağım ki kırıklardan kurtulayım.” Bu deyiş benim hoşuma gitmişti. Öylece aklımda kalmıştı. Bir gün Mecit Bey’le Kars’a gidiyorduk. Mecit Bey CHP ön seçimle514 Iğdır Sevdası rine girmiş fakat kaybetmişti. Mecit Bey ailesini düze çıkardığı için politika da bu türden risklere atılabiliyordu. Konuşmamızın bir yerinde, “Sen niye siyasete girmiyorsun?” dedi. O anda aklıma Yusuf Akçora’nın sözü geldi: “Benim kırıklarım var. Çocuklarımın bir kısmının okul durumu halen devam ediyor. Evlilikleri ve iş bulmaları daha epey zaman gerektirecek. Sen bu sorunları hallettin. Kızını evlendirdin, çocukların bürokraside iyi yerlerde. Söz veriyorum ben bu kırıklardan kurtulduktan sonra siyasete atılacağım. ” Birlikte güldük. Şimdi ikimizin de hayatını gözden geçiriyorum ve tereddüt etmeden şunu diyebilirim ki onun tek dostu bendim benim de tek dostum oydu. Abbas Çetin Belediye başkanlığı seçimleri yüzünden aramın bozulduğu insanlardan birisi de Abbas Çetin’di. Milletvekili olarak mahalli seçimlerde taraf olmasını hoş karşılamıyordum. Bu yüzden kendisine karşı siyasi cephe açtım. “Siyaset Postası” adlı gazetemde aleyhine yazılar yayınladım. Bu yazılar tahmin ettiğimden çok daha etkili oldu. Abbas Çetin’in seçim bölgesi Iğdır olduğu için Iğdır’dan yayın yapan böyle bir gazete Kars, Göle ve Ardahan gibi merkezlere ulaşıyor ve oralarda şu intibahı uyandırıyordu: “Bakın Abbas Çetin Iğdır’a istinat ediliyor ama orada onun aleyhine gazete şunları yazıyor” Bu durum onun seçimleri kaybetmesine neden oldu. Ölünceye kadar da beni affetmedi. Halbuki daha önceleri beni çok severdi. Abbas Bey, mahalli seçimlerde aktif bir taraftar olmakla hata yaptığını ne anlıyordu ne de bunu kabullenmek istiyordu. Bir keresinde Hükümet konağı önünde yüz yüze bir tartışmamız olmuştu. Kendisini tekrar uyardım:” Biz bu belediye başkanını istemiyoruz. Sen belediye seçimlerine müdahale etme. Bu mahalli bir tercihtir. Sen bölgenin milletvekilisin. Hepimizin oyuna ihtiyacın var. Eğer aramıza girip taraflardan birisini desteklersen öbür tarafı kaybedersin. Biz onun kazanmaması için elimizden gelen çabayı gösteriyoruz bundan zarar göreceksin”, dedim. Abbas Bey uyarılarımı kulak ardı etti. “Haklısın ama ben partimin adayını destekleyeceğim. Yarın kürsüye çıkıp parti adayımız lehine konuşacağım” Tartışmanın bu aşamasında Zöhrap Makinist yanımıza geldi. Derken kısa sürede 150-200 kişilik bir kalabalık etrafımızı aldı. Tartışma bir zaman aynı boyutta devam etti. Kalabalığın müdahalesiyle iç çığırından çıkmıştı. Alkolü fazla kaçırmış bir hemşehrimiz Abbas Çetin’in yepyeni ayakkabılarına kafayı takmıştı: “Paramızın sayesinde nasıl da güzel pabuçlar giyiyorsun!” diyince 515 Mustafa Şimşek ortalık karıştı, güç bela toplantıyı dağıttık. “Bir de Çobankere devecimiz meşhurdur” Abbas Çetin Rus yönetimi altında bugün Aras nehrinin öbür yanında kalan Azeri köyü Çobankere’de dünyaya gelmiş. Muhacir olarak Iğdır’a geldikten sonra eğitimini Türkiye’de tamamladı. Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra önce hakimlik sonra da avukatlık yaptı. Kişilik yapısı güçlü birisiydi. Siyasi hayatında insan mantığına ve aklına hitap ederdi. Hissi konuşmazdı. Ağırbaşlıydı. Latif Aküzüm, Abbas Çetin’le karşılaştırıldığında daha uysal ve babacan kalıyordu. Latif Aküzüm fikri yönden çok insanın hissi yönüne hitap ederdi. Abbas Çetin tam bir devlet adamı kişiliği taşırdı. Bu iyi özelliğine rağmen kendisiyle çatışmaya girdim. Bunun bir nedeni de benim ta ilk gençlik yıllarımdan beri içimde taşıdığım ve çok hassas olduğum bir özelliğimi hiçe saymasıydı. Eğer birisi şahsıma karşı küçümseme edası içine girerse o insana karşı düşman kesilirim. Ne yazık ki Abbas Çetin bana karşı böyle bir tavır sergiliyordu. Benim de buna tahammülüm hiç yoktu. Hukuk Fakültesinde öğrenci iken Abbas Çetin iş hayatında yaşını başını almış birisiydi. O bizi sever sayardı biz de ona karşı azami hürmeti gösterirdik. Ancak mezun olup geldikten sonra konuşmalarında bize “dünkü çocuklar” havasında muamele ederdi. Biz de artık dünkü çocuk değildik, 2425 yaşlarında evlenmiş çoluk çocuğa kavuşmuş sorumlu insanlardık. Ama o tolerans ve anlayış göstermeye razı olmuyordu. Gazete de çıkan yazımdan dolayı aramızdaki ipler tamamen koptu. “Iğdır’ımızın neyi meşhurdur?” başlığıyla yayınladığım bu yazıda halen çok iyi hatırladığım şu metne yer vermiştim: “Melekli köyünün kavunu daha daha bozbaşımız daha daha Avukat Şezad Turan Sadak’ımız daha daha belediye reisimiz Hüseyin Akbulut” Yazı burada bitmemişti. Makalenin en altına bir de not düşmüştüm: “Bir de Çobankere devecimiz meşhurdur” Yazının asıl ağırlığı bu kısa dip not üzerindeydi. Çünkü herkes “Çobankere deveci” lafının Abbas Çetin içinde kullandığımı biliyordu. Çobankere köyü develeriyle meşhurdu. Köyün neredeyse tek geçim kaynağı deve beslemek ve deve kervanlarını ticari amaçla işletmekti. Böyle bir sıfatı kullanmam acımasız siyasi bir eleştiriydi. Hatta bu eleştiriyi kendi üzerine alan birçok Çobankereli hemşehrim koşarak bana geldiler, “Abi niçin böyle yazmışsın. Ben deveciyim,” gibisinden. Cevabım çok kesin ve sert oluyordu: “Beni alakadar etmez! Ben Abbas Çetin’le hesaplaşıyorum” Buna benzer siyasi eleştirinin dozuna göre acı tatlı hatıralarım oluyordu. 516 Iğdır Sevdası “Faal, mücadeleci ve teşkilatçıydım” Azeriler kendi aralarında birçok nedenden dolayı gruplaşırlardı. Bunlardan en çok bilineni sağ-sol kutuplaşmasıydı. Genel olarak Azeri nüfusun üçte ikisi (66%) sağ görüşlü, üçte biride (33%) de sol görüşlüdür. Bundan başka Azeri seçmenler arasında “Köylü-Şehirli” ayrımı olurdu. “Sen şehirlisin. Ayağı çıplak köylünün emrine mi gireceksin” şeklinde bu ayrım kesin çizgilerle tanımlanırdı. Bu gruplaşmalar benim siyasi kişiliğimi ve hareketliliğimi etkilemezdi. Lise mezunu olarak geldiğim zaman özellikle yaşlı köylüler arasında büyük bir itibar görüyordum. Aşiret kesiminden Mecit ve Aziz beyler lise mezunuydular. Yıllardır çocuklarının okumasına susamış Azeri yaşlılar beni göstererek, “Şükür bizden de var!” diyerek teselli buluyorlardı. Babamın adını, hangi köylü olduğumu bilmezlerdi ama beni tanırlar ve övünürlerdi. Bu güzel bir duyguydu! Okumayı seven birisi olduğum için düşüncelerimi ifade etme kabiliyetim vardı. Masada konuştuğum zaman kendiliğinden bir bakıyordum etrafımda 40-50 kişi toplanmış bir yandan beni dinliyorlar bir yandan da “Bu kim?” diye birbirlerine soruyorlardı. Böylece halk arasında ismimle ilgili bir efsane oluştu. Ama ben de bu durumu hiçbir zaman suiistimal etmedim. Halkın arasına karışıyor onlarla haşir neşir oluyordum. Bu yüzden nerede bir parti veya kooperatif toplantısı olsa beni kongre başkanı seçerlerdi. Faal, mücadeleci ve teşkilatçıydım ama kendim için bir şey istemiyordum. “İnsan insandır...” Kişiliğimin bir özelliği de insanın temel sorunları söz konusu olduğunda onlara her türlü yardımı yapmak isteğimdir. Mesela sevmediğim bir insan bana akıl danışsa ben de gücüm yettiğince ona doğru yolu gösteririm. Zümre, siyasi görüş veya diğer türden hiçbir ayrım yapmam. İnsan insandır, onu bu vasıflarıyla düşünürüm. Eğer bu şahsın insani nitelikleri yoksa kardeşim veya akrabam da olsa yanında olmaktan haz almam. “Benim parolam: Yaşayabildiğin kadarını yaşayacaksın!” Hayatım boyunca çoğu kez yalnız mücadele etmek zorunda kaldım. Kazancı köyünde en az akrabası olan bir aileye mensubum. Arkamda ne büyük bir oymak ne de zümrecilik ruhuyla hareket eden bir kitle oldu. Her şeyi kendi mücadelemle oluşturdum. Bunu yaparken itiraf edeyim ki kız kardeşim veya oğlum tarafından bile desteklenmemişimdir. İçimdeki çalışkanlık ruhu bana nereden gelmiş bilmiyorum ama hayat mücadelemde benim tek dostum olmuştur. Okumayı severim. Günde üç gazete okumasam rahatsız 517 Mustafa Şimşek olurum. Bugünlerde üniversite mezunlarına bakıyorum da ne kitap okuyor ne de dünya haberlerine ilgileri var. Bu tembellikle nasıl ayakta kalacaklar, kendilerini ve ruhlarını nasıl tatmin edecekler bilemiyorum. Ama şu kesin ki cahilliğin vermiş olduğu boşluk içinde ezilecek ve küçülecekler. Bilginin bir güç olduğunu anlamış değiller. Kendileri okumadıkları gibi okuyan insanları da hor görmekten geri kalmıyorlar. O yüzden bana sordukları zaman, “Ne yapıyorsun?”, cevap olarak, “Yalnızları oynuyorum” diyorum. Kitap ve gazetemi okuyorum, dünya haberlerinin takipçisiyim. “76 yaşındayım” diyerek ellerimi titretip sallayarak dünyadan ve yaşamaktan vazgeçmiyorum. Yaşayabildiğim kadarıyla yaşıyorum... “Git eteğini Mustafa Şimşek’in boynuzuna geçir, kaldırsın seni yere çalsın ha!” Iğdır’da Aşiretten sadece Aziz Güney ve Ferzende Armağanla dostluğum oldu. Ama Azeriler arasında hemen her köyde arkadaşım ve ahbaplarım vardı. Emsallerimden Hakmemet köyünden, şimdi İstanbul’da ikamet eden Beytullah Güneş, Akyumak köyünden ilkokul ve ortaokul arkadaşım Cafer Eroğlu, Yavuz Nazaroğlu, veteriner Zaman Sarısu aklıma gelen iyi dostlarımdan birkaç tanesi. Bunun dışında Kars’tan Ahmet ve Mehmet Yılmaz kardeşlerle iyi diyalog ve dostluk ilişkim vardı. Gençliğimden beri emsallerime şirketleşmenin önemini anlatıp dururum. Bir şeyler anlattığım zaman ilgiyle dinlerler, ama “Gelin bir şirket kuralım!” dediğimde ürker ortadan kaybolurlar. Ne düşündüklerini çok iyi bilirim: “Ulan be! Bu adam bu kadarını anlattı. Acaba kendisine ne kadarını saklamış. Git eteğini Mustafa Şimşek’in boynuzuna geçir kaldırsın seni yere çalsın ha!” Bu güvensizlik durumunu hiçbir zaman aşmayı başaramadım. Halbuki hayatım boyunca hiç yalan konuşmadım. Hırsızlıkta yapmadım. Kimseyi dolandırmadım da. Buna rağmen aramızda bu ürkeklik ve güvensizlik var oldu. “Adam niye dik dik yürüyor? ... “ Iğdır insanın bazen garip tavır ve değerlendirmeleri olur. Hatırlıyorum bir Ramazan günüydü. Şehir merkezinde dolaşmaya çıkmıştım. Yürüdüğüm zaman yaşımdan beklenmeyecek çeviklik, öz güven ve sağa sola yalpalamadan yürürüm. Herkes Ramazan ayının vermiş olduğu rehavetten miskin miskin iki büklüm yürürken bakıyorlar ben dimdik geliyorum. Mutlaka benim bu yürüyüşüme kendince bir anlam verip içinde ki egosunu tatmin edecek ya, başlar yanındakinin kulağına fısıldamaya: “Eeee! Adamda namaz yok oruç yok bak nasıl dimdik yürüyor” 518 Iğdır Sevdası Tesadüf bu ya yanındaki de beni çok yakından tanıyan birisi ve bildiği doğruyu söylemeden edemez: “Vallahi ben kendimi bildim bileli bu adam namaz da kılar oruç da tutar” Bu açıklamadan rahatsız olan hemşehrim içindeki kıskançlık ateşini hala söndürememenin huzursuzluğuyla: “Peki o halde bu adam niye böyle dik dik yürüyor” Beni tanıyan hemşehrim artık tahammül edemez: “Ne bileyim be kardeşim! Adam kendisine yürüyor işte!” Iğdır’da Şirketleşme Gerçeği Iğdır’daki yeni neslin arasında çok yetenekli gençler var. Bu zeka ve kabiliyetlerini ne yazık ki ticari hayatta kullanamıyorlar. Çünkü bir araya gelip şirketleşmeyi beceremiyorlar. Birbirlerinden uzak durmak için çeşitli bahaneler buluyorlar. Yok efendim ben falanca zümredenim diğeri karşı zümreden gibisinden çağdışı yaklaşımlar. Fakat sanırım en büyük engel yanlış bir ticari anlayışın ortalıkta var olmasıdır: “Bugün malı tereke koyacaksın yarın da parayı cebine” Yani iş hayatının gerektirdiği sabır ve tahammülden çok uzaktalar. Herkes köşeyi bir gecede dönmek istiyor. “Iğdır toprağı birkaç tane YİMPAŞ çıkartabilir ama...” Iğdır Türkiye’nin en güzel, en bereketli ve en stratejik ovasında kurulmuş. Ama etrafınıza bir bakıyorsunuz sadece al-sat var. Iğdırlı beyaz eşyayı alıp satar, manifaturayı alıp satar, gıda maddesini alıp satar ama üretim ve imalat yok. Böylece parası yabancı yatırımcıların cebine akar. Iğdır’da var olan üç marketi de yabancılar kurmuş. Iğdırlı hemşehrilerime diyorum ki bir araya gelip şirketleşin. Bana verdikleri cevap “paramız yok!”. Para bir imkansızlıktır. Kişiye yakışan da imkansızlıkları yenmektir. Nasıl yeneriz? Benim gücüm büyük bir işe tek başıma kafi gelmez, senin ki de kafi gelmez. Ama 20-30 tanemiz bir araya gelirsek maddi imkansızlığı yeneriz. Yimpaş’ı örnek gösteriyorum. Başlangıçta 6-7 Yozgatlı girişimcinin kurduğu bu şirketin bugün 150 bin ortağı var. Bu sayı yakın bir gelecekte iki katına çıkacak. Yimpaş artık Türkiye sınırlarına sığmıyor. Avrupa ve Amerika’ya el atmış durumda. Bu yılki ciroları 700 trilyon kârları 7 trilyon lira civarında. Sabancı ve Koç gibi aile şirketleri bile kendilerini Yimpaş modeline göre yeniden yapılandırmak istiyorlar. Dünyada bugün şirketleşme olmadan ciddi adım atmak mümkün değildir. Uluslar arası şirketler birbiriyle evlenip büyürken benim Iğdırlı hem519 Mustafa Şimşek şehrilerim hala şirketleşmeyi anlamıyor ve uzak kaçıyor. Halbuki gözlerinin önündeki zenginliği görebilseler Iğdır toprağı birkaç tane Yimpaş’ı besleyip büyütecek kadar güçlüdür. “Acem” kime denir? Iğdır Ortaokulunda öğrenciydim. Kaymakam okulun resim derslerine geliyordu. O yıllar benim resme ilgim fazlaydı. Bir keresinde kurşun kalemle oturan birisini özenle çizmiştim. Detaylar üzerinde o kadar uğraşmıştım ki adamın alındaki tüyler bile seçilebiliyordu. Kaymakam bu resmi çok beğenmişti. Yanında götürüp diğer hocalara gösterdi. Kaymakam öğrencilerin yeteneklerini şaşkınlıkla karşılıyor bu yüzden arada bir sınıf tartışmaları yaparak bizlere olan sevgisini biraz daha ileri götürerek düşünce ufkumuzu açacak konuları konuşurdu. Bir gün sınıfta, “Acem kime denir?” diye bir tartışma açtı. Doğrusu sınıfta hiç kimse bu soruya cevap verecek güçte değildi. Kaymakam sessizliği bozarak bugün bile tanımı aklımda kalan şu sözleri söyledi: “Çocuklar, ‘Acem’ kelimesini Araplar kendilerinden olmayanlar için kullanmışlar” Kaymakam Iğdır’a geldiğinden beri yerli Azeri halkın kendisini “Acem” olarak tanıtmasını herhalde çok yadırgamış olacak ki çok sevdiği öğrencilerine bu kelimenin anlamını izah etmek ihtiyacı duymuştu. Bir ara sesini yükselterek biraz da sitem dolu bir ifadeyle, “Siz Acem değilsiniz. Bu kelimeyi yanlış kullanıyorsunuz. Mezhebiniz Şii’dir ama siz Türksünüz.” Çorum Örneği Bir şehire gittiğim zaman önce tabelalara bakarım. Eğer bakkal, manifaturacı veya buna benzer dükkanlar küçük bir tabelayla örneğin “Bakkal Mehmet Ağa” gibisinden kendilerini tanıtıyorlarsa kendi kendime söylenirim: “Bunlar hala ölüm döşeğinde. Yakında yok olup gideceklerinin bile farkında değiller” Ama ne zaman ki şirket tabelaları görsem bu kez, “Bunlar uyanmışlar”, derim. Bu türden gözlemlerim bazen karşıma hiç ummadığım enteresan durumlarda çıkardı. Böyle bir tecrübeyi de Çorum’da Noter olarak görev yaptığım yıllar yaşamıştım. Bir Pazar günüydü. Ev halkıyla birlikte şehir dışında kavak ağaçlarının gölgesinde bir yerde piknik yapıyorduk. Yanı başımızda da üç kişi bir tavuk çiftliğini kurmak için harıl harıl çalışıyordu. Birdenbire hava bozdu, kavak ağaçlarının altında gittikçe hızlanan yağmura daha uzun süre dayanama520 Iğdır Sevdası yacağımızı anlayınca tavuk çiftliğinin şantiyesine sığındık. Hoş beşten sonra bu üç ahbapla sohbete koyuldum. Üçü birlikte bir şirket kurmuşlar bu tavuk çiftliğini inşa etmeye karar vermişler. İşlerini bizzat kendileri yapıyorlardı. Meraklanıp sorudum: “Siz akraba mısınız?” “Hayır!” “Aynı köyden misiniz?” “Hayır!” “Peki ne iş yaparsınız?” “Ben terziyim, ben duvar sıvacısıyım, ben de eskiden halterciydim.” Şaşkınlıkla donakalmıştım. Akraba değiller, aynı köyden değiller ve üstelik farklı meslek grubundan bu üç kişi, ki hiç birinin tavukçulukla ilgisi olmamış, bir araya gelmişler bir şirket kurmuşlar. Biz, bırakın köylümüzle kendi öz kardeşimiz veya oğlumuzla bile bir şirket kuramıyoruz. Birbirlerine olan güveni ön plana çıkarabilen Gaziantep, Eskişehir ve Çorum gibi yerlerde sanayileşme ve şirketleşme mümkün olmakta, bizim gibi yerlerde kafamızı hala basit hayvancılık ve ziraat işleriyle meşgul ediyoruz. Ah şu kopyacılık ! Bizim belimizi büken sosyal alışkanlıklarımızdan birisi de kopyacı oluşumuzdur. Bu özelliğimiz bana şu olayı hatırlatıyor. Eskiden deve katarına yön vermesi için en öndeki devenin boynuna “kılâde” denilen bir ip bağlanır bu da uzatılarak bir eşeğin semerine iliştirilirdi. Böylece eşek nereye gitse koskocaman deve katarı da onu izlerdi. Iğdır’da bazen buna benzer olaylar oluyor. Bakıyorsunuz adamın biri bir şeyler yapıp biraz para kazanınca diğerleri hemen onu taklide koyulurlar. Çünkü cahil taklitçi olur. Kendi zihnini zorlasa belki çok daha iyi bir iş kuracak, çok daha başarılı olacak ama bu yeteneğini göremez ve kendisini, görünmeyen bir “kılâde” ipiyle kopyacılığa ve taklitçiliğe adar. Konserve Fabrikası Iğdır’da avukatlık yaptığım yıllardı. Sürekli, içinde bulunduğumuz güvensizlik ortamından nasıl çıkarız, ilk adımı nasıl ve ne zaman atarız diye düşünüp duruyordum. Böyle bir günde konserve fabrikası kurulması için teşebbüste bulunmaya karar vermiştim. Bu arada birisiyle tanışmam bu düşünceme ciddiyet kazandırdı. Pasinler ilçesinden Bursa’ya gidip yerleşmiş bu zat bir ihaleye katılmak için Iğdır’a gelmişti. Sohbetimizde konu konserve fabrikasından açılınca 521 Mustafa Şimşek dedi. “Bu işi en iyi Bursa’da yapıyorlar. Gelirseniz yardımım dokunur” Niyetlenip Bursa’ya gittim. Büyük bir heyecanla konserve fabrikasını kuran ekiple tanıştım. Daha önce ithal edilen otoklav (istim) kazanlarını artık Türkiye’de imal edebiliyorlarmış. Bu şekilde maliyet çok aşağılara çekilmiş. Nihayet pazarlama ve muhasebe uzmanlarıyla birlikte oturup bu fabrikanın kaça mal olacağını hesaplamaya koyulduk. Tüm hesaplar, ki bunun içinde arsa, bina, ürün bedeli ve makineler de dahil ediliyordu, bu meblağın yarım milyon lira civarında olduğunu gösteriyordu. Bu benim için çok büyük bir paraydı. Bırakın bu parayı bulmak, Iğdır’a dönecek param ancak vardı. Ama bir fikir sahibi olmuştum. Iğdır’a dönüşte Kazancı köyünü camide toplayıp onlara şu öneride bulundum: “Arsa benden, binayı da biz yaparız, ürün bedeline gerek olmayacak çünkü biz zaten ekim yapıyoruz geriye makinelerin alımı kalıyor. Bunun için gerekli olan parayı da kendi aramızda toplayacağız. Bir şirket kurup herkesin hissesini vereceğiz. Kârlar da bu hisse üzerinden dağıtılacak” Sessizlik oldu. Sonra, “Gayet güzel bir fikir!” yorumu yapıldı. Ama hepsi bu. Bir daha bu konunun lafı bile edilmedi! Süper Market Bundan az bir zaman öncesiydi. Yeni emekli olmuş, Iğdır’da ikamet ediyordum. Ekonomiyi yakından izlediğim için Iğdır’da bir market kurulmasının tam zamanı olduğu sonucuna varmıştım. O zamanlar bırakın Iğdır’ı daha Türkiye’de bile “süper market” kavramı birçok insanın yabancısıydı. Etrafımda birkaç kişiyi toplayım ön etütlere başladık. Önce bu marketin nerede kurulabileceği üzerinde fikir yürüttük. Belediyenin sahip olduğu düğün salonu bu iş için mükemmeldi. Şehrin en merkezi yerinde kurulmuş olan bu kocaman bina hiçbir zaman gerçek anlamda bir “düğün veya eğlence” merkezi olmamıştı. Belediyenin bu yeri çok daha karlı bir iş için kiraya vermesi daha uygun olacaktı. Bu binanın markete dönüştürülmesi ve dekorasyon masrafları 200,000 liraya denk geliyordu. 20 kişilik bir şirket kurarak bu sermayeyi oluşturduk. Binayı kiralamak için de ekibimle beraber belediye başkanının huzuruna çıkıp önerimizi kendisine ilettik. Belediye başkanı bizi dinledikten sonra bu binayı tek bir şartla kiraya vereceğini söyledi: Eğer onu da şirketin hissedarlarından biri olarak kabul edersek! Kendisi şirketin sermayesine hiçbir katkıda bulunmayacak ama kârdan hisse alacaktı. Şirketler kanununa göre böyle bir şeyi uygulamaya koymak zordu. Sonuçta ara bir çözüm bulundu, hanımının ismini kurucular listesine dahil ettik. Biz bu fedakarlığı yapıp çalışmalarımı522 Iğdır Sevdası za devam ederken bu kez ikinci bir öneri daha geldi: Dostlarından 3-5 kişiyi daha hisseye ortak edecektik! Şirket doğmadan dağıldı. Benim Miras Felsefem Beşi oğlan altısı kız on bir çocuk sahibiyim. Kızlarımın hepsi tahsil ve mesleki konularda başarılı oldular. Gelir bakımında da güvenceli durumdadırlar. İkisi eczacı, birisi memur, bir kızım Almanya’da ve nihayet bir kızım da daha mütevazı bir şekilde hayatlarını ikame ediyorlar. Oğullarım da aynı şekilde mesleki ve gelir bakımından müreffehtirler. Çocuklarımdan hiçbiri maddi olarak acilen miras hakkına ihtiyaç duymadığı halde ben kendi öz girişimimle malımı mülkümü hayatta iken çocuklarım arasında onların da rızasını alarak pay etmeye karar verdim. Amacım bir gün fani olduğum zaman çocuklarımın miras kavgası yüzünden hem kendilerine hem de benim hatırama saygısız olmamalarını temin etmekti. Bu girişimi yapmamın bir nedeni de bazı sosyal ve psikolojik etkenlerin kararlarımda rol oynamasıydı. (Dinimizde miras hakkı için “bir oğulunsa yarım kızındır” ilkesi vardır.) Bütün mülkümü çocuklarım arasında taksim ettim. Bunu Iğdır’da ilk başaran da benim. Bir gün bu işi nasıl başardığımı öğrenmek isteyen bir hemşehrim bana geldi. Kendi durumunu anlattı. 3-4 tane kız kardeşi varmış. Evlenip kocaya gitmişler, çoluk çocuğa kavuşmuşlar. Bana ciddi bir edayla sordu: “Kız kardeşlerime de miras hakkı düşer mi?” “Elbette!, dedim. Babanızdan kalmış mal, mülk.” Uzun bir zaman kafasını sallayarak bana baktı ve ekledi: “Bu okuyanların hiç birinde akıl yok!” Ben bu adeti koyuyorum, ister izleyin ister izlemeyin ama miras derdi kapıda herkesi bekliyor. “Her kötü olayın müspet bir yanı vardır” Azerilerin çok takdir ettiğim bir yanı var: Evlatlarının okuması için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdırlar. Bu arzu ve istek sayesinde şimdi her aileden bir veya iki kişi yüksek okul diplomalıdır.. Sadece Kazancı köyünde bugün 100 aşkın üniversite mezunu var. Bu; bir köy yeri için çok büyük bir rakam! Aşiret arasında bu istek henüz güçlü değil. Aşiret son yıllarda terör olaylarından dolayı çok zorluk çekti. Fakat bazen zorluklar yeni ümitlerin doğduğu yerlerdir. Kuran’da Zaruret süresi vardır. Her şey zıddıyla kaydolur. 523 Mustafa Şimşek Eğer çok kötü bir şey varsa onun güzel yanı da var. Soğan acı ama vitamini bol, gülün dikeni var ama kokusu güzeldir. Terör olayları aşiret kesimine çok acı verdi ama bazı müspet yanları oldu. Büyük şehirlere giden aileler şimdi çocuklarının eğitimini çok ciddiye alıyorlar. (Aşağıda okuyacağınız içli ve duygusal metin, bir mektup olarak sayın Mustafa Şimşek tarafından “Dostum” diye hitap ettiği Mecit Hun’a atfen yazılmıştır. “Kaybolan bir dost”un arkasından yazılmış bir veda mektubu niteliğindeki metni siz okuyucularıma aynen aktarmayı uygun gördüm. Mücahit) “Dostum Mecit Hun, her yaşta ve her kademede tüm Iğdırlıların yakından tanıdığı değerli bir insan idi. Nerede, ne zaman tanıdığımı şimdi net olarak çıkaramıyorum. Ama ölünceye kadar devam eden yakın bir dostluğumuz oldu. Biri birini seven, anlayan ve taktir eden iki dost...Onunla ayrı siyasi kamplarda ve ayrı zümrelere mensup olmamıza rağmen, dostluğumuza hiçbir halel gelmedi. Karşılıklı saygı ve sevgiye dayanan ilişkilerimizde son derece samimi idik. Rahmetli, konuşmalarında etkileyici, sıcak ve esprili idi. Bu bakımdan dost meclislerinin aranan bir kişisi idi. Siyasi toplantılarda, meydan konuşmalarında ilgi ile dinlenirdi. Yıllar yılı siyasi bir partini ilçe ve il başkanlığını yaptı. İyi bir organizatör ve teşkilâtçı idi. İnsanları zayıf ve kuvvetli yönleriyle iyi tanırdı. Hemşehrileri ister onun yanında, ister siyasi bakımdan onun muhalifi olsunlar, ona saygı duyar ve değer verirlerdi. Benim mensup olduğum zümreden bazıları, onun tuttuğu siyasi partide yer kapıp milletvekili olmaya heveslenip hüsranla karşılaşınca kendilerine takılırdım: “Yine bizden birisini deyirmeninde üyüttün” dediğim zaman, “Ne yapayım o kendisi istedi” diye cevaplardı. İki zümrenin zaman zaman karşı karşıya gelip zıtlaştığı dönemlerde, rahmetli, köprü vazifesini görürdü. Gerek kendi zümresinden, gerekse karşı zümreden tanınmış bazı kimselerin garip tutumlarını spirili bir üslup içinde anlatarak etrafındakileri gülmekten kırıp geçirirdi. Son derece kültürlü ve zeki idi. Hayatı dolu dolu yaşamasını severdi. Dost ve arkadaş çevresi içinde yaşamak ona mutluluk verirdi. Kendi kendisi ile barışık bir insandı. Yaşadığı süre içinde kimse ile derin bir problemi olmadı. Hep sevdi ve sevildi. Çocuklarına yüksek tahsil yaptırıp onların bürokraside yetişmelerini sağlamak başlıca gayesi oldu. Bunda da başarıya ulaştı. Yetişmiş hayırlı ve başarılı evlatlara sahip olmak babaların en büyük arzusudur. Allah ona bunu 524 Iğdır Sevdası nasip etti. Bazı insanların ölümü, çevrelerinde ve muhitlerinde büyük bir boşluk bırakır. Mecit Hun merhum da bunlardan birisi idi. Mecit Hun gibi insanlar toplumumuzda kolay kolay yetişmiyor. Çünkü bu iş, emek istiyor, zaman istiyor, göz nuru ve nasip istiyor. Onun ölümü ile yakın bir akranımı ve dostumu kaybettim. Bazı insanlar duygu ve düşünceleri ile anlayış ve kavrayıştaki yetenekleri ile içinde yaşadıkları toplumun önünde yaşarlar. Rahmetli Mecit Hun bunlardan birisi idi. Sevdi ve sevildi. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. Avukat Mustafa Şimşek 525
Benzer belgeler
ismail ağırkaya
Erzurum’da bir akrabamız vardı. 30-40 yıldan beri Erzurum’da yaşıyor, şoförlükle geçimin temin ediyordu. Ev sıkıntım olduğundan babam beni
bu akrabaya teslim etti.
Ailemin maddi durumu iyi değildi....
15. Safiye Alagöz (Kakioğlu)
babam da geçici bir kısırlık durumuyla karşı karşıyaymış.
Bir gün babam, Alasor aşiretine mensup annemi tanımış, ikinci evliliğini yapmış. İlk çocukları ölmüş. Nihayet babam istediği çocuğuna kavuş...
2. Mücahit Özden Hun
bir yazı kaleme alınmıştı. Meğerse Mehmet Kumbasar Kazancı’dan sonra Erzurum Lisesinde Matematik hocalığı da yapmıştı! (Mehmet Kumbasar, Mecit
Hun’un Erzurum Lisesinden Matematik hocası idi. Mücahi...
5. Mecit Hun
Ahmet Tunçezen ve Suudi Sarıhanlı adlı iki ortak bir arazi anlaşmazlığı nedeniyle mahkemelik olmuşlardı. Olayın tam gelişimi şöyleydi: Ankaralı
Ahmet Tunçezen, Tuzluca’da savcılık yapmış, sonra bu ...