İndir - Eleştirel Psikoloji Bülteni
Transkript
İndir - Eleştirel Psikoloji Bülteni
ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ Sayı 2 – Ocak 2009 Eleştirel Psikoloji Bülteni ISSN 1998-2410 Đçindekiler: Editörden 2 Milliyetçilik Editörler Sertan Batur Ersin Aslıtürk Aysel Kayaoğlu birpsikoloğungecikmişHrantDinkyazısı 5 Harika Yücel Psikanalitik bir perspektifin milliyetçiliği anlamaya yönelik imkânları 32 Eleştirel Psikoloji Canani Kaygusuz Đnsan bilimleri, olgu değer sorunu ve akademik bilimlere yansıması 48 Ian Parker Psikoloji o kadar eleştirel ki, bizi ancak Marksizm koruyabilir… 61 Morus Markard Tutum olarak eleştiri 76 Thomas Teo Klaus Holzkamp ve Alman Eleştirel Psikoloji’sinin yükselişi ve düşüşü 86 Klaus Holzkamp “Đnsanlar kapitalizmde kafeste oturur gibi oturmazlar” 117 David Ingleby Đdeoloji ve insan bilimleri: Psikoloji ve psikiyatride şeyleştirmenin rolü üzerine bazı yorumlar 133 Editörden B ir hayli gecikmeyle de olsa Eleştirel Psikoloji Bülteni’nin ikinci sayısını hazırlamış olmaktan mutluyuz. 2008 yılı Türkiye’de eleştirel psikoloji için oldukça hareketli ve verimli bir yıl oldu. Hem Mart ayında Eleştirel Psikoloji Bülteni’nin ilk sayısının yayınlanması, hem de Ağustos ayı sonunda Đstanbul’da ilk defa bir Eleştirel Psikoloji Sempozyumu’nun organize edilmesi eleştirel psikoloji adına anılmaya değer gelişmelerdi. Gerek Bülten’in gördüğü ilgi, gerekse de sempozyuma (yaz sonu olmasına ve sempozyumun Pazar-Pazartesi günleri düzenlenmesine karşın) 150 kişilik bir katılım gerçekleşmiş olması, eleştirel psikolojinin bundan sonra da gelişmeye devam edeceğine işaret ediyor. Bunun ilk işaretlerini de sempozyumun kapanışında eleştirel psikologları iletişime geçirmek üzere bir e-mail grubu oluşturulması düşüncesinin genel kabul görmesi sonucu aktif hale getirilen “eleps” grubunun çalışmaları veriyor. Grup üyesi eleştirel psikologların ve psikoloji öğrencilerinin çalışmaları sonucu artık Đstanbul’da düzenli toplantılar yapılıyor, güncel politikaya ilişkin eleştirel psikologların ve eleştirel psikoloji öğrencilerinin hazırladıkları açıklamalar çeşitli basın organlarında ve grubun blog’unda (http://eleps.info) yayınlanıyor. Amerikan Psikologlar Birliği Etik Komisyonu’nun işkenceli sorgularda psikologların da yer almasının olumlu sonuçları olabileceğini savunan başkanı Stephen ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Behnke’nin Đstanbul’daki ulusal psikoloji kongresine davetli olarak katılımı sonrasında yaşanan tartışmalar sonucunda, Türk Psikologlar Derneği’nin de toplumsal ve politik konularda daha fazla sesini çıkartmaya ve daha da önemlisi, politik olarak eleştirel yönelimli psikologların katılımıyla bir politik tutum bildirgesi hazırlamaya çalıştığını da belirtmek gerekiyor. Böylesi bir dönemde Türkiye’deki eleştirel psikoloji literatürüne yapılacak özgün katkılar kadar, eleştirel psikolojinin dünyadaki birikiminin de Türkçeye kazandırılması özel bir önem taşıyor. Bu birikimin Avrupa’daki en önemli isimlerinden biri olan Klaus Holzkamp’ı ilk defa Türkiyeli okuyucuya sunmak bu yüzden bizler için özel bir sevinç kaynağı. Bu sayıda ilk defa Alman “Eleştirel Psikoloji” okulunun kurucusu ve en önemli teorisyeni Holzkamp’ın bir metni Türkçe olarak yayınlanıyor. Aynı zamanda Holzkamp’la ve Holzkamp okuluyla ilgili iki yazı da bu sayıda yer alıyor. Bu yazılardan Thomas Teo’nun makalesi daha önce Amerikan Psikologlar Birliği’nin yayınladığı bir dergide yayınlanmıştı. Amerikan Psikologlar Birliği’nin yayın haklarıyla ilgili izin vermesi geciktiği ve Bülten’in yayınını daha fazla geciktirmek istemediğimiz için bu yazıyı maalesef söz konusu izin alınana kadar erişime kapalı tutmak zorundayız. Đzin alınır alınmaz yazı bütünüyle okunabilir hale gelecek. Holzkamp’a ilişkin diğer yazı ise, Berlin Özgür Üniversitesi’nde bugün de eleştirel psikolojinin en önemli temsilcisi ve Holzkamp’ın öğrencisi Morus Markard’ın Holzkamp’la ilgili geçen yıl yayınlanmış bir anma yazısı. Yine bu sayıda yer alan çevirilerden biri de eleştirel psikolojinin günümüzdeki en önemli isimlerinden biri olan Ian Parker’ın 2003 yılında Uluslararası Eleştirel Psikoloji Konferansı’nda yaptığı sunumun çevirisi. Parker bu sunumunda ABD üniversiteleri başta olmak üzere eleştirel psikolojinin kimi üniversitelerde “moda” haline gelişiyle neoliberalizm arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor. David Ingleby’nin bu sayıda çevirisi yayınlanan makalesi 1970 yılına dayanıyor. Eski bir tarihe dayanmasına karşın eleştirel psikoloji literatürü- 3 4 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 nün klasikleri arasına girmiş olan bu yazı bugün de güncelliğini koruyor. Özellikle psikolojinin “iyileştirilmesi” çabası ve eleştirel psikoloji arasındaki farka yaptığı vurguyla, bu makalenin günümüzde Türkiye’de yaşanan kimi tartışmalara da katkıda bulunacağını umuyoruz. Bu vesileyle büyük bir özveriyle ve gönüllü olarak bu önemli metinleri Türkçeye kazandıran çeviri grubumuzun üyesi arkadaşlarımıza da teşekkür etmek istiyoruz. Çevirilerin yanı sıra bu sayıda üç tane de özgün makaleye yer veriyoruz. Aysel Kayaoğlu’nun birpsikoloğungecikmişHrantDinkyazısı başlığını taşıyan makalesi ne yazık ki Bülten’in yayınının gecikmesiyle daha da gecikmiş bir yazıya dönüştü. Ancak bu gecikme ölümünün ikinci yıldönümünde sevgiyle andığımız Hrant Dink’in katledilmesi üzerinden Türkiye’deki sosyal psikolojinin toplumsal sorunlarla olan mesafesini tartışan yazının gerek bu mesafeyi ele alışı, gerekse de psikolojinin baskıyı, sömürüyü haklılaştırıcı, ya da en azından zararsızlaştırıcı işlevler üstlenişine dair saptamaları açısından yazının önemini azaltmış değil. Harika Yücel de yine milliyetçiliğin psikanalitik bir çözümlemesini yaptığı makalesiyle, Bülten’in ilk sayısında da önemli bir yer işgal eden (ve ne yazık ki muhtemelen bundan sonraki sayılarda da yer işgal etmeye devam edecek olan) milliyetçilik ve ırkçılık sorununun anlaşılmasına katkıda bulunuyor. Canani Kaygusuz’un makalesi daha önce Türk Psikoloji Bülteni’nden yayınlanmış bir makalenin gözden geçirilmiş ve güncellenmiş bir versiyonu. Kaygusuz makalesinde psikoloji başta olmak üzere insan bilimlerinde olgudeğer meselesini ele alıyor ve psikolojiyi köklerini hatırlamaya davet ediyor. Bülten’in üçüncü sayısında buluşmak üzere, iyi okumalar… Sertan Batur birpsikoloğungecikmişHrantDinkyazısı1 Aysel Kayaoğlu H rant Dink’in katledilmesinden bu yana iki yıl geçti. Đçimizdeki öfkeyi, şaşkınlığı, kederi, umudu yitirmekten, bu kaybı kanıksamaktan korkarak geçen uzun bir zaman… Elinizde- ki gecikmiş bir yazı. Hrant Dink üzerine yazılmış onlarca yazı varken, bir tane daha üstelik de gecikmiş bir tane daha yazmanın ne anlamı olabilir ki? Ama zaten bu yazı, bir psikolog tarafından yazılan, ya da bir psikolog tarafından yazıldığı için gecikmiş olan bir yazı. Doğrusunu isterseniz, bu, Hrant Dink üzerine bir yazı da değil, daha çok onun katli üzerinden psikolojiye dair bir yazı. “Hepimiz” için öyle olmadı mı zaten, Hrant Dink’in katli bir bakıma elbette korkulanın olmasıydı ama bir taraftan da nerede durduğumuza, ne yapıyor olduğumuza dair apansız ve derinden sarsmadı mı hayatlarımızı? Sözün kısası bu, birpsikoloğungecikmişHrantDinkyazısı. Bu ülkede yaşayan Bu yazı, eleştirel psikoloji bülteninin ikinci sayısı için geçen sene yazılmıştı. Ancak bültenin çıkması gecikince, doğal olarak yazının da bir miktar eskidiği düşünülebilir. Ancak hemen belirtilmeli ki yazının başlığı ve yazının girişinde hakim olan gecikmişlik hissinin, bu son bir yıllık gecikmeyle ilişkisi yoktur. Oradaki hissiyat, çok daha tarihsel ve yapısal temelli bir gecikmeye aittir. Diğer yandan, bir yıl gecikmenin yarattığı sıkıntı, sadece bu zaman zarfında Türkiye’de gerek özgül olarak Hrant Dink’in katliyle, gerekse de genel olarak ırkçılık konusundaki kimi olay ve tartışmaları yazıya taşıyamamakla ilgilidir. Ancak yazı hem ırkçılık konusunda bu ülkede yaşananların hepsini tüketme iddiasında olmadığından, hem de yazıda sunulan genel çerçevenin, yazının yazılmasından sonra yaşanan birtakım gelişmeleri de açıklayacak nitelikte olduğundan bu sıkıntının çok önemli olmadığı düşüncesindeyim. 1 6 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 bir sosyal psikolog olarak, Hrant Dink’in katline dair söyleyecek yüzlerce şeyi olması gerekirken hiçbir şey söyleyememenin omuzlara yüklediği ağırlığın, neyi nasıl söylemeli sıkıntısına galebe çalması nedeniyle ortaya çıkan bir yazı… Lafın ucunu bulmak için gene başa dönmek lazım… Taa Hrant Dink’in vurulup kaldırıma düştüğü zamana yani… Olayı duyduğumuz zamanki ilk şokun ardından, medyadaki her bilgi kırıntısını değerlendirip büyük resmi görmeye çalıştığımız zamanlara... Olaya ilişkin ilk yorumlar bizi çetin bir kavşak noktasında bırakmıştı: Cinayet “münferit” bir olay olarak gör(dür)ülecek ve gerçekte “faili meçhuller” listesine bir yenisi mi eklenecekti, -ki böylelikle ucu daha “derinlere” giden faşist yapılanmalar, sorgulanmadan bir kez daha mı öylece bırakılacaktı, yoksa kimliklenebilir faşist bir yapılanma arayışına girmek gerçekte gereksiz bir uğraştı da, daha beteri, Türkiye’de günlük hayat sıradan faşizm tarafından teslim mi alınmıştı? Cinayetten sonra kısa bir zaman içinde, hele de şimdi daha iyi anladık ki, “ya kırk katır ya kırk satır” hesabı böyle bir kararsızlığa düşmenin hiç de gereği yokmuş. Tam da bu topraklara özgü bir absürdlükle “derin yapılar”ın hem var olduklarını hem de ulaşıl(a)maz olduklarını çocuklar bile biliyor bu ülkede. Diğer taraftan, bir yerlerde olduğunu hep sezdiğimiz ama gözümüze sokulana kadar da varlığını yadsımayı tercih ettiğimiz ya da en azından ciddiye almadığımız, ırkçılık ve şovenizm için epey mümbit bir milliyetçilikle kuşatılmış olduğumuz da aşikar hale geldi. Hrant Dink’in katli ve cenaze töreni hem kendi başına hem de egemen medyanın ve milliyetçi-muhafazakar kesimin verdiği tepkiler dolayısıyla, bu ülkenin salt sosyal bilimcilerinin değil, iyi-kötü mürekkep yalamış herkesin önüne –ülke sorunlarına duyarlı olanlarının önüne! – cevaplanması gereken pek çok zorlu soru koydu. Herkes sanki öncekinden farklı bir şeyler olduğunu sezinliyordu; bu sezinleme şerre olduğu kadar hayra da yorulabilecek gibi duruyordu. Nitekim Hrant Dink’in katlinden hemen sonra aydınlar/entellektüeller/akademisyenler arasında pek çok medya kanalında ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 (gazete, dergi ve televizyonlarda) ve başka platformlarda, bize kendi toplumumuza dair öyle ya da böyle içgörü kazandıran çeşitli tartışmalar yürütüldü. “Mesleki” açıdan dikkatimizi çekmesi gereken nokta, bütün o tartışmalarda sosyal psikolojik bilginin esamesinin okunmamasıydı. Kişisel olarak bu durumu, verili haliyle sosyal psikolojik bilginin somut bir tarihsel olayla sınanması olarak gördüm. Hem de sıkı bir sınanma. Ve ne yazık ki, kurumsal olarak (sosyal) psikolojinin, tarih karşısında pek de başarılı bir sınav verdiğini söyleyecek durumda değiliz. Đnsan infial içinde sormaktan kendini alamıyor: Yıllarımızı verdiğimiz “mesleki birikim” kendi toplumumuzu bir nebze de olsa anlamaya yaramıyorsa, neye yarıyor? Genel olarak tüm “toplumsal problem”lerde ama en çok da bu derece dehşet verici bir olayda (sosyal) psikolojinin görünmezliğinin/suskunluğunun kabul edilebilir bir yanı olabilir mi? Kabul edilir yanı olmasa da bu suskunluğu anlamak zorundayız. Bunu anlamak için göstereceğimiz her entellektüel çaba, verili (sosyal) psikolojinin eleştirisine götürür bizi ve bu kendi başına hayırlı bir iştir. Öyleyse Hrant Dink’in katlini “anlama” sorumluluğumuz kadar ve aslında tam da bu tür bir sorumluluk yüzünden, onun katli “aracılığıyla” topluma yönelik çok hayati söz söyleyebilecek ve çeşitli politik tutumlara bilgisel bir çerçeve üretebilecek potansiyele sahip bir bilgi dalının görünmezliğini anlama ve eleştirme sorumluluğumuz da vardır (Türkiye’de (sosyal) psikolojinin sosyal meselelere ilgisizliği, ve bu ilgisizliği sosyal sorumluluk çerçevesinde detaylı bir biçimde tartışan bir yazı için bkz. Göregenli, 2007). Bu suskunluğun alanın dışındakiler için anlaması zor olan olası (en az) iki nedeni geliyor insanın aklına: Đlki bu ülkede (ya da aslında herhangi bir batı ülkesinde) psikoloji eğitiminden geçmiş insanlar ellerinde veri olmadan bir konu hakkında konuşamayacaklarını, konuşurlarsa bunun “bilimsel” değil, spekülatif bir konuşma sayılacağını çok iyi bilirler. Hatta verilerimiz olduğunda bile çok dikkatli konuşmak zorunda olduğumuzu biliriz. Zira her an birilerinin bize bilimsel olmadığımız eleştirisini yapacağı zannıyla yaşarız. Yani iyi bir ihti- 7 8 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 malle “spekülasyon” yapmamak için konuşmuyor olabiliriz2. Daha kötü olan ihtimalse şu: Ya biz sosyal psikologların, “spekülatif” de olsa, Hrant Dink’in katli üzerine söyleyecek hiç sözümüz yoksa!3 Ya biz bugüne kadar Türkiye’de ırkçılık var mı (?!), varsa bu ırkçılığın doğası nedir, gündelik yaşamdaki tezahürleri nelerdir, nasıl bir tarihsellik içinde gelişmiş ve bugünkü formunu almıştır, Batı’nın kendi ırkçılığını anlamaya çalıştığı kuramlar bizim yaşadığımızı açıklamaya ne kadar yarar gibi bir dizi hayati soruyu hakkıyla sormamışsak! Yani, düpedüz bu olay bizi “bilimsel” olarak ilgilendirmiyorsa? Oysa tarihimizde, bu soruları sormuş koskocaman bir örnek, Muzaffer Şerif örneği var. Üstelik bu soruları kendi zamanının koşulları içinde layıkıyla sormuş bir örnekten söz ediyoruz: Batur (2007), Muzaffer Şerif’in Irk Psikolojisi adlı eserini, döneme damgasını vuran yoğun antifaşist mücadele bağlamı içinde, “… bilimsel bir zemin bulmaya çalışan ve bu zemini daha çok Nazi biliminin varsayımlarında arayan ırkçılara karşı, Kuzey Amerikan biliminden beslenen ve soldan oldukça geniş bir şekilde etkilenen bir aydının yanıtı (s. 196)” olarak nitelendirir. Ama zaten Muzaffer Şerif’i de epeyce yeni Burada sözünü ettiğim spekülasyon, elimizde konuya ilişkin veri olmadan (sistematik olmayan gözlemlerimize dayanarak) birtakım saptamalar yapmak anlamına geliyor. Tabii bu söylediğimden kalkarak, elimizde veri olduğunda spekülasyon yapmadığımız ya da yapmamayı garantilediğimiz sonucu çıkarılmamalıdır. Tam aksine, Teo (2008) spekülasyonun, tüm tarihi boyunca psikoloji disiplinine hep eşlik ettiğini söyler. Yani biz kendimizi “bilimsel” zannederken de spekülasyondan kaçamıyoruz. Ama bu yazıdaki dert, Teo’nun, hakkında güzel ve yoğun bir tartışma yürüttüğü kadar “incelikli” bir dert değil. Diğer yandan, salt spekülasyon (=“bilimsel olmaz”) korkusundan Hrant Dink’in katline ve bu toplumdaki ırkçılığa dair akıl yürütme konusunda kendimizi isteksiz hissediyorsak, o halde kaçınılmaz olarak bu konu hakkında bugüne kadar neden veri topla(ya)madığımızı, yani “bilimsel”olarak argüman üret(e)mediğimizi kendimize sormamız gerekir. Elbette ki, bu ülkede yaşayan (sosyal?) bilimciler olarak, hegemonik kimliklerimizi “öteki” kimlikler bağlamında sorgulamak isteyen araştırma sorusu sormanın, veri toplamanın ve sonuçlar üzerinde yorum (spekülasyon?) yapmanın (akademik nedenlerden çok politik-bürokratik nedenlerle) o kadar kolay olmadığını ve muhtemelen bu sürecin daha baştan engelleneceğini öngörebiliriz. Ama olası sansüre kafa yormadan önce -ve yorabilmek için- bilinçli ya da bilinçsiz yaptığımız oto-sansüre kafa yormamız gerekmez mi? 3 Bunları söylerken bu konuda kamusal alanda bir ilgi/tepki olarak görülebilecek bir etkinliğe, Türk Psikologlar Derneği adına Đstanbul Bilgi Üniversitesinde Hrant Dink’in katli üzerine gerçekleştirilen panele haksızlık etmek istemem ancak bu etkinliğin yukarıda çizdiğim tabloyu geçersizleştirdiğini düşünmüyorum. Ayrıca başka bir noktanın altını önemle çizmek istiyorum: Bağnaz bir ırkçı eylem olarak Hrant Dink’in katlinin sosyal psikologlar tarafından spekülatif dahi olsa analiz konusu yapılmayışına ilişkin bu metindeki eleştiriler, tek tek sosyal psikologların kişisel duruşlarıyla, niyetleriyle ilgili değildir. Aksine, toplumsal bir kurum olarak üniversitelerin bir parçası olan (sosyal) psikoloji disiplininin durumuna ilişkin tarihsel/yapısal bir saptama/eleştiri olarak anlaşılmalıdır. Ne de olsa hepimiz büyük ölçüde kendi çağımızın ürünüyüz. 2 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 keşfettik (bkz. Batur ve Aslıtürk, 2007). Muzaffer Şerif’in tarihsel değerini bu denli yeni kavrıyor oluşumuzla, bu soruları sormayı “akıl edemeyişimiz” arasında içsel bir bağlantı yok mu sizce? Türkiye’de ırkçılık meselesini biz sosyal psikologların bu zamana kadar kapsamlı bir biçimde tartışmış olduğu, teorik tarafların ve çatışmaların ortaya çıktığı, yeni toplumsal/politik olguların belirli parametreler içine rahatça yerleştirildiği geniş bir külliyatın olması gerekirdi. Öyle olsaydı, Hrant Dink’in katli, bu topluma ilişkin suskunluğumuzu bir kez daha yüzümüze vuran değil, politik karşılıkları da olan zengin analizlerle kamusal alanda yapılan tartışmalara müdahil olduğumuz bir olay olurdu.4 Dolayısıyla bu yazı, en azından Türkiye bağlamı için gerekli olan birtakım kuramsal parametreleri gösteren bir pusulanın yokluğunda, dayanması beklenen disipliner bir külliyattan yoksun bir biçimde Türkiye’de ırkçılık meselesini Hrant Dink’in katli ekseninde tartışmanın yolunu arıyor, böyle bir tartışmanın kuramsal/politik öncüllerini ortaya koymaya çalışıyor. Tam da bu nedenle, bu yazı tarzının “spekülatif” olduğunu yadsımak bir yana, bu konudaki olası tartışmalar için bir uyarıcı işlevini görmek üzere böyle bir tarzın özellikle benimsendiğini belirtmek gerekir. Türkiye’de ırkçılık var mı? Çokça söylenen ya da belki yüksek sesle söylenmese de içten içe paylaşıldığını bildiğimiz ya da hissettiğimiz bir kanı var toplumumuzda; bizim toplumumuzun ırkçı olmadığı kanısı bu. Hatta oldukça absürd biçimde, kafasında ırkçılığın yalnızca “siyah”lara yönelik bir davranış tarzı olarak tahayyül edenlerin de pekala olabileceği bu memlekette, Türkiye’de “siyah” olmadığı için ırkçılık olmadığını öne sürmek de çok zor olmasa gerek. Bu noktada buradaki asıl derdin ırkçılık ya da başka bir sosyal meselede buraya ait bilgi üretil(e)memesi olduğunun altını çizmek gerekli. Bu meselelerde üretilecek bilgiye her ne kadar değer atfetsek de, bu, herhangi bir bilginin “epistemolojik şiddet” üretmeyeceğinin bir garantisi olduğu anlamına gelmez (bkz. Teo, 2008). Yani bir ırkçılık çalışması, ideolojikpolitik sonuçları açısından ırkçılığı yeniden üreten bir çalışma da olabilir. Ama biz zaten bunları tartışacak aşamada değiliz. 4 9 10 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Irkçı eylemi tanımlamada, “‘ırksal’/etnik grup üyelerinin kendi gerçekliklerini yaratma yönündeki temel insan kapasitesinin inkar edilmesi”ni temel kriter olarak belirleyen Reicher (2001; s. 274), insanların, arzuları hilafına, ana akım toplumdan dışlanmaları ya da tam tersine ana akım topluma asimile edilmeleri gibi çok zıt görünen pratiklerin eşit derecede ırkçı olduğunu ileri sürer. Bu tarz pratiklerin pek de yoksunluğunu çekmememize rağmen, aslında galiba kolektif olarak paylaştığımız başka bir his de var ırkçı olmadığımız kanısına sebep olan: “Bizde bir sürü melanet olabilir ama biz gene de Batı kadar kötü değiliz” hissi. Batı’ya “kötülüğü”, bize tuttuğu aynadan dolayı atfediyor olabiliriz, ama Batı’nın kendi kendine tuttuğu aynanın da bunda hiç payı olmadığını söyleyebilir miyiz? Batı’nın kendi filmlerinden, kendi kitaplarından öğrenmedik mi onların tarihlerinin ırkçılık tarihi olarak da okunabileceğini? Oysa Aslıtürk’ün (2008; s.3) deyimiyle, “eskiyi yerip yeniyi kutlamanın anlamaktan daha değerli” olduğu inancıyla “narsisistik bir kutlama” biçiminde yazılmış bir milli tarih öğrenmiş bizlerin kendine ayna tutma şansı hiç olmadı. Sonuçta daima ırkçı olan biz değil, Batı idi. Bugünden baktığımızda, ne 1915’de Ermenilere yapılanlar (adı ne olursa olsun), ne 6-7 Eylül olayları, ne Maraş ve Çorum katliamları, ne de son zamanlardaki cinayetler bizi ırkçı yapmaya yetmedi. Velhasıl ırkçılığın yüzyıldır kendisi var ama adı yok bir durum mevcut bu topraklarda… O halde, tarihsel olarak mağdur ya da muzaffer ama her durumda kendisini “haklı” gören bir ulusal bilinç açısından 2007’de bir tarihsel imgenin, “bize ihanet eden Ermeni” imgesinin tekrar ısıtılması sonucunda Hrant Dink’in vurulmasının ırkçı bir cinayet olarak görülmesi mümkün mü? Hrant Dink’in katli karşısında “siz de o çocukların milliyetçi hassasiyetlerini anlamalısınız” türünden argümanlarla ırkçı şiddeti değil mahkum etmek, pervasızca meşrulaştıran politik tavırların tavan yaptığı bir iklimde Hrant Dink’in vurulmasının ırkçı bir cinayet olarak görülebilmesi mümkün mü? Elbette aynı olay bambaşka bir biçimde çerçevelenip (cenazede yürüyen on binlerin çer- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 çevesi olabilir bu!), mesela Murat Belge’nin yaptığı gibi (“Hrant’ı öldürenlerin ırkçı olmadığını iddia edebilir mi kimse? ‘Ermeni’yi öldürdüm!’ diye sevinç çığlığı atan o kişinin başka patolojiden mustarip olduğunu düşündürecek herhangi bir şey var mı?” 16.02.2007 tarihli Radikal gazetesi), “bu cinayeti ırkçı bir cinayet olarak görmemek mümkün mü?” diye de sorulabilir. Đlk bakışta her iki soru da cevabı kendi içinde verili olan birer retorik gibi görünebilir. Oysa bunları, üzerlerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken sorular olarak görmek, kendi toplumumuzdaki ırkçı pratikleri anlamlandırmak açısından önemli bir ilk adım olacaktır. Çelişkili gibi görünse de, her iki soruya da evet cevabı vermek olasıdır. Ancak önemli olan cevabı vermek değil, bu iki sorunun verimli bir tartışma zemini yaratma potansiyelini görmektir. Toplumun büyük bölümünde Hrant Dink’in katlinin ırkçı bir cinayet olarak görülmediğini gözlemliyorsak, bilimsel düzlemde kendi ırkçılık tanımımızı koyup, birtakım varsayımlarla analize girişmek yerine, öncelikle bu toplumdaki sıradan insanın bizim “ırkçılık” olarak nitelediğimiz pratiklere ilişkin sosyal/zihinsel temsillerini sorgulamak durumundayız. Diğer yandan “bu cinayeti ırkçı bir cinayet olarak görmemek mümkün mü?” sorusu, olanı anlamaktan ziyade, olması gerekeni göstermeye, ırkçılık karşıtı bir tepkiyi harekete geçirmeye hizmet eden, daha ziyade ideolojik/politik düzleme ait bir soru olarak görülebilir. Ne var ki bilim ile politikayı/etiği analitik anlamda ayrı/farklı alanlar olarak görmek mümkünse de, ikisi arasında karşılıklı ve sürekli bir etkileşimin olduğunu yadsımak çok mümkün görünmüyor. O halde, (sosyal) psikolojik bilginin değerlerden/ideolojiden bağımsız olamayacağına inandığımız ölçüde, bu bilgide “olan” ile “olması gereken”in, yani betimleyici olanla normatif olanın zorunlu birlikteliğini/etkileşimini görmemiz gerekir. Bazılarımızın gönül rahatlığıyla inandığı/inanmak istediği gibi sosyal psikolojik kuram sadece yaşadığımız dünya üzerine bir yorum değildir, aynı zamanda onun bir parçasıdır da (Reicher, 2004; Teo, 2005; salt bu noktayı tartışan bir makale için bkz. Göregenli, 2003). Yukarıda söylenenlerden anlaşılacağı üzere, neyin milliyetçilik neyin ırkçılık olduğunu tarif ve tasnif etmek kaçınılmaz bir biçimde politik sonuçla- 11 12 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 rı olan bir bilimsel pratiktir. Sosyal psikolojide daha ziyade önyargı çerçevesinin kullanıldığı bu alanlarda Britanyalı sosyal psikolog Billig’in analizleri oldukça zihin açıcıdır. Billig (2002) önyargıyı ve aşırı önyargı olarak gördüğü bağnazlığı, bir süreklilik çizgisi üzerine yerleştirir; bu çizgide önyargıyı daha sıradan, bilişsel bir erken yargıya varma süreci olarak görürken, bağnazlığı önyargının ciddi duygusal yatırım yapılmış biçimi olarak, bir nefret ideolojisi olarak görür. Dolayısıyla Billig’e göre, önyargı terimi mesela Nazizm’i betimlemek için yetmez (yapılanın büyüklüğünü ya da ağırlığını karşılayamama anlamında), bunu bağnazlık olarak betimlemek gereklidir. Billig, bu süreklilik boyunca, “öteki” ile ilişkinin psikolojik doğasında da değişiklik olduğunu, ötekini kişi olmaktan çıkarmaktan (depersonalization) ötekini insanlıktan çıkarmaya (insan olarak görmeme-dehumanization) doğru duygusal bir mesafe katedildiğini söyler. Yani yaşanılanları ne kadar bağnazlık olarak betimliyorsanız, o kadar ötekini insanlıktan çıkaran bir nefretten de söz ediyorsunuzdur ya da tersi. O halde, tarihsel olarak ortaya çıkmış çeşitli toplumsal bölünme eksenlerinde (milliyet, din, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim vb.) daha “sıradan”, belki sonuçları itibarıyla daha “zararsız-masum” gibi görülebilecek “ayrımcı” pratikler ile gene sonuçları itibarıyla daha “aşırı”, “bağnaz” pratikler arasında psikolojik analiz düzeyinde ayrım yapmanın mümkün ve gerekli olduğu düşünülebilir. Bilgin (2007) de, önyargının farklı düzeylerini ayırt etmenin gerekli olduğunu vurgular. Ancak her ikisinin bunu yapma bağlamları/amaçları son derece farklıdır: Billig’in derdi bilişsel bakış açısının bağnazlığı anlamaya yetmediğini göstermek, “aşırılıklar”a odaklanmaktır; Bilgin ise bambaşka (ve aynı zamanda daha politik) bir çerçeveden milliyetçiliğin “dereceli” bir tasnifine gitmekte, bu tasnifte milliyetçiliğin “ılımlı” tezahürlerinin varlığının altını ısrarla çizmeye çalışmaktadır. Grup bağlılığı/sevgisi gibi “doğal” sosyopsikolojik olgulardan hareket eden Bilgin, her grup bağlılığı/sevgisi dışavurumunun şoven milliyetçilik ya da faşizm olarak damgalanmaması gerektiğini söyler. Ona göre mesela Madımak Oteli’nde aydınların yakılması, Hrant Dink’in öldürülmesi elbette bağnazca eylemlerdir ama bir yandan da ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 provokatif olaylara (Danimarka’da çıkan karikatür krizi, Mersin’de bayrak yakılması vb.) verilen her tepkiyi (örneğin: bayrak asmak) bağnazlık olarak değerlendirmek yersizdir. Bilgin’in bu ayrımının, Türkiye’de son birkaç yıldır “olanı” anlamak açısından kullanışlı olabileceğini kabul etmekle beraber, “olması gereken”e ilişkin boyutta problemli olduğunu düşünüyorum. Bilgin, provokatif olaylara verilen her tepkinin, siyasi terminolojiyle ırkçı-faşist (psikolojik terminolojiyle bağnaz) olarak nitelenmesine iki gerekçe ile karşı çıkar: Đlkindeki çıkış noktası biraz önce vurgulandığı gibi doğaldır: Gruplara ve gruplararası olgulara aşina her sosyal psikolog grup bağlılığının ne demek olduğunu, grup kimliğine yönelik bir tehdit ya da saldırı durumunda insanların bu kimliklerini korumak için neler yapabileceğini gayet iyi bilir. Dolayısıyla, Bilgin, dünyadaki tüm insanlar gibi kendi grubuna bağlı Türklerin de ötekinin (Avrupalı- Batı) kendilerine tuttuğu aynadan rahatsız olduğunu, özsaygılarının zedelendiğini ve provokatif bir eyleme tepki olarak da bu duygularını dışavurduklarını ileri sürmektedir. Bilgin’in ifadesiyle bunları “faşizan milliyetçi patlamalar gibi değil, özsaygı aşağılanmasına karşı spontan tepkiler” (2007, s. 281) olarak anlamak gerekiyor. Burada sorulması gereken çok temel bir soru, bu tarz bir psikolojik açıklamanın, aynı olguya ilişkin politik analizin (faşizan milliyetçilik ya da değil!) yerine geçirilip geçirilmeyeceğidir (Aynı soru, psikolojik açıklamaların neden politik düzeyde karşılıklarının olamayacağı, ya da hatta neden olmaması gerektiği şeklinde de sorulabilir). Belki bu sorunu tersinden de düşünebiliriz; faşist olarak adlandıralım ya da adlandırmayalım, her sosyal davranışın arkasında psikolojik bir “motivasyon” tarif etmekte bir güçlük çekeceğimizi sanmıyorum. Yani “özsaygı aşağılanmasına” karşı verilmiş tepkiler olması, bu eylemlerin aynı zamanda “faşizan milliyetçi patlama” olarak nitelendirilmelerini neden engellesin ki? Sosyal psikolojinin, özellikle politik/ahlaki olarak kabul edilemez bulduğumuz türden davranışları “anlaşılır” kılması argümanının vardığı noktayı görebilmek için uzun soluklu bir parantez açmak gerekli burada. Zira, Hrant Dink’in katlinden sonra kamuoyunda önemli tartışma yaratan konulardan biri de buydu. Hrant Dink’in katlinin neden ve nasıl olup da mümkün oldu- 13 14 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ğunu anlamak isteyenler için olayın failinin profili, içinde yaşadığı yakın toplumsal koşullar ve ruh hali vb. unsurlar da işin içine zorunlu olarak girdi. Ne var ki, bu psikolojik/yapısal açıklamalar Ertuğrul Özkök gibileri tarafından kolaylıkla ideolojik olarak katile empati/sempati besleme argümanlarını gündeme getirdi ve birçokları tarafından haklı bir biçimde, başka gerekçelerin yanısıra, katilin yaptığı ırkçılığı mahkum etmenin önünü kestiği gerekçesiyle de eleştirildi.5 Billig’in (2002) çok iyi ifade ettiği gibi, bu tür olayların faillerini “anlamak”, kasıtlı ya da kasıtsız olarak empati uyandırmaya yol açabilir. Tehlikeli bir biçimde, “anlamak”, olanı haklılaştırmak anlamına gelebilir. Bu noktanın sosyal psikolojinin bir ciddi açmazı olduğuna işaret etmekle yetinelim. Sadede gelirsek, her sosyal/politik olguyu ya da davranışı psikolojik düzeyde açıklayabiliyorsak (olaya ya da olguya “gerekçe bulabiliyorsak”) , o halde bir olgunun “masum (sıradan?) milliyetçilik” diğerinin “faşizan milliyetçilik” olduğunun ayrımını psikolojik boyutta koymanın problemli olduğunu da teslim etmiş olmuyor muyuz? Bu, başka düzlemlerde böyle bir ayrımın yapılmadığı/yapılamayacağı anlamına gelmiyor. Nitekim Bora (2003; s.19) özcü/etnik milliyetçilikler ile vatandaşlık bağı esasına dayalı milliyetçilikler ya da bununla büyük ölçüde örtüşen “aşırı” ve “ılımlı” milliyetçilikler arasında yapılan birtakım ayrımlardan söz eder. Ama bunların ideal ayrımlar olduğunu, gerçekte milliyetçi ideolojilerin bu ikisi arasında salındığını eklemeyi de ihmal etmez; örneğin, Türk milliyetçiliğinin, resmi milliyetçilik/Atatürk milliyetçiliği ile ırkçı Türkçü/Turancı kutup arasında tarihsel olarak yoğun bir git-gel yaşadığını belirtir. Tüm bu argümanları bu bağlamda ortaya atmakla murad edilen, sosyal psikolojik analizlerdeki bir tehlikeye işaret et- Gökhan Özgün Radikal’deki köşesinde gayet ironik bir dille, “katile empati” hakkında şunları yazıyor: “… Ama ilahi adaletsizliğin devamı geldi. Merkezi empati atağı geldi. Bu sefer diğer taraftan. Pişkin değil şişkin köşeden. Katillere empati atağı. Sanki empati neşterleriyle gidip küçücük bir sivilceyi alacaklardı. Bu empati atağıyla Merkez mesajını vermişti. Hrant Dink cinayetinin faili koskoca bir ur değil, küçücük bir sivilceydi. Merkezi empati yargıda da devam etti. Ve bir yıl sonra Hrant Dink cinayetinin faili bulundu. Evet, katil küçücük bir sivilceydi. Zavallı, cahil küçük bir sivilce. O kadarcık yani. Faili meçhul sivilceler bütün memleketin yüzünü sarmıştı, ama teşhis aynıydı. Ergenlik bunalımı.” (18.01.2008 tarihli Radikal gazetesi). 5 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 mektir: Bu tehlike, toplumsal, tarihsel, politik ve psikolojik de boyutları olan bir olayın, psikolojik boyuta indirgenmesi ve çoğu kez depolitize edilmesiyle sonuçlanmasıdır. Ancak Bilgin’in bu saptamasını, psikolojik indirgemecilik olarak görmek büyük haksızlık olacaktır. Tam tersine, Bilgin’in asıl amacı, faşizm suçlamasının kolayca yapılabilmesinin olası tehlikeli politik sonuçlarına dikkat çekme isteğidir. Bu da bizi Bilgin’in her “milliyetçi” tepkiye faşizan demememiz gerektiği yolundaki uyarısının ikinci ve asıl gerekçesine götürür: “… ulusal duyarlılığı yansıtan tüm düşünce ve eylemleri, toptan faşizan bir ‘milliyetçilik’ ya da ‘ırkçılık’ gibi görmek, paradoksal olarak bu tür milliyetçilik anlayışını olağanlaştırıyor ve ‘meşrulaştırılabilir’ kılıyor” (Bilgin, 2007: s. 277). Bu saptamanın genel-soyut bir önerme olarak önemini kabul etmekle beraber, Türkiye toplumunun halihazırda içinde bulunduğu sürece dair dikkat çekilmesi gereken noktanın tam tersini işaret ettiğini düşünüyorum. Daha açık ifade etmek gerekirse, bugün Türkiye toplumu olarak temel sorunumuz, fazladan faşizan milliyetçi suçlaması yapıyor oluşumuz değil, kör gözüm parmağına olan olaylarda bile faşizan milliyetçi suçlaması yap(a)mıyor oluşumuzdur. Başka türlü ifade edersek, temel sorun,“maksimalist bir karşıırkçılık” ve onun tetikleyebileceği bir ırkçılık dalgası değil, tam tersine alabildiğine minimalist bir karşı-ırkçılıktır, ya da hatta böyle bir tepkinin yokluğudur.6 Eğer bundan şüphe duyan varsa, bugün bu ülkede, ciddi ölçüde doğallaştırılan, meşrulaştırılan ve kurumsallaştırılan milliyetçiliğin (Özkırımlı, 2008), milliyetçilik anlayışının dışında kalmaya çalışanlar açısından gündelik yaşam düzeyinde yarattığı baskıcı atmosfer üzerinde düşünmek zorundadır. Diğer yandan, insanların bayrak asmalarını faşizan milliyetçilik olarak gör- Melek Göregenli Amargi dergisindeki Hrant Dink anısına yazdığı “hepimiz “Azınlık”ız” başlıklı yazısında, tam da bu noktayı gözönüne seriyor. “Biz” diyor Göregenli “(Hrant Dink’i anma yürüyüşünü kastediyor –a.k.) yürürken, geri dönerken, polisler sıra olmuş bize bakıyordu, halkı bizlerden koruyorlardı”. Sonra bir de can yakıcı biçimde şunları söylüyor: “ “Biz” bu ülkede hukuktan, yasadan ve galiba en çok da kendimizden öylesine umudu kesmiş, cesaretimizi o kadar yitirmiştik ki. Devrimciliğimizden eser kalmamıştı. O çocuk da biliyor muydu bunu? Bu ülkede kendisinden olmayan tuhaf yaratıkları seyrederken, onlara fıstık atar gibi bayrak sallamanın olsa olsa aferin denecek bir iş olduğunu”. (2008; s. 7) 6 15 16 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 memek bir şey, bayrak asmayı (üstelik gittikçe daha çok, daha sık aralıkla ve daha büyük bayrak asmayı) normalleştirmek başka bir şey olsa gerek. Bunun altında yatan psikolojik gerekçeler (açıklamalar) ne kadar “makul” olursa olsun, sonuçta bu tür bir bakışın Türkiye’de ırkçılık yoktur mitini beslemeye hizmet edip etmediği üzerinde dikkatli bir şekilde düşünmek zorundayız. Türkiye’de ırkçılık ve ırkçılık-karşıtlığı7 Timur (1984) ve Arslan’ın (2002) belirttiği gibi ırkçılık, Türkiye’ye Batı’dan ithal edilmiş bir düşünce akımı/ideolojidir. Bu şüphesiz Türkiye’deki ırkçılığın “daha az gerçek” ya da “daha tehlikesiz” olduğunu/olacağını göstermez. Gösterdiği şey, daha ziyade, ırkçılığın tarihsel olarak belirli bir politik/ekonomik arka planla ortaya çıktığıdır. Genel olarak bu arka plan, Batı’da gerçekleşen sanayi devrimi sonrasında kapitalizmin eşitsiz gelişiminin bir zorunluluğu olarak sömürgeci/emperyalist bir dünyanın varlığına işaret eder. Arslan’ın (2002; s. 409) ifade ettiği üzere, Batıda sosyal bilimlerin ürettiği ırkçılık fikri bu eşitsizliğe giydirilen mükemmel bir kılıf işlevini gördü. Ancak tabii Türkiye’nin modernleşmesine dair biraz fikri olan herkes, Türkiye’ye ithal edilen ırkçılığın hiç de Batı’daki işlevi görmediğini teslim eder (Arslan, 2002; s. 410). Zira Timur’un (1984) anlatımıyla Osmanlı Đmparatorluğu Batı ve Batı dışı dünya ya da sömürgeci dünya ile sömürgeleştirilen dünya arasında tam bir arada kalmışlığı temsil etmektedir (Bu noktanın detaylı bir tartışması için bkz. Akman, 2002). Yani Osmanlı, bir yandan Batı’dakiler gibi imparatorluktu ama Batı’dakiler gibi kapitalistleşemedi, geleneksel bir imparatorluk olarak kaldı ve diğer yandan, bu durum onu, hiçbir zaman sömürgeleştirilmemiş olmasına rağmen, sömürgeleştirilen ülkelerin safına soktu. Dolayısıyla var kalma mücadelesi veren bir imparatorluk için ulusal kimlik arayışı, bu mücadelenin belirlediği nesnel koşulların dayatmasıydı (bkz. Timur, 1984; Özkırımlı, 2008). Böyle bir başlıktan öngörülebilecek denli kapsamlı bir tartışma yapmayı amaçlamadığımı en başından söylemeliyim. Amacım, daha ziyade, bir yöntem olarak, “Türkiye’de ırkçılık var mı?” sorusunu, “Türkiye’de ırkçılık karşıtlığı var mı?” sorusuyla birlikte düşünmekten ibarettir. 7 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Ulusal kimlik arayışı çabalarında, ırkçılığın izini sürerken Arslan’ın (2002) “Türkiye’de Irkçılık” makalesine dayanarak ve bir miktar Bora’nın (2002) milliyetçiliğin kronolojisinde yaptığı dönemleştirmeye benzer beş tarihsel uğrak saptamak mümkündür. Đlk uğrak, 1900’lerin başından itibaren Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi entelektüeller tarafından temsil edilen birinci kuşak Türkçülüktür. Bu ilk Türkçülük akımının kendini alenen ırkçı olarak tanımlamadığını, Turancı-Pantürkist fikri projelerinde kafatası ya da kan bağının değil, kültürel özelliklerin önemli olduğunu görüyoruz (Arslan, 2002). Đkinci tarihsel uğrakta, Arslan (2002), Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan vb. isimlerin temsil ettiği ikinci kuşak Türkçülerin, kendilerini alenen ırkçı olarak tanımladıklarını söyler. Ünlü Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil teorisiyle Türklerin ulusal kimliği için şanlı bir geçmiş kurgulayan 1930’lu yılların ırkçılığı ilk uğraktaki ırkçılık gibi “pan-turanist değildir”; derdi sadece “Türklerin ta başından beri ‘medeniyet kuran’ ve ‘medeniyet yayan’ bir ırk olduğunu yerleştirmek” tir (Belge, 16.06.2007 tarihli Radikal gazetesi). Arslan’ın ifadeleriyle “hiçbir zaman resmi ideolojinin ve uygulamanın başat ideolojisi olmamış” ırkçılığın resmi/Atatürk milliyetçiliğiyle en fazla yakınlaştığı, diğer bir deyişle iktidara en fazla yaklaştığı dönem bu dönemdir ( Arslan, 2002; s. 410). Ne var ki, Arslan, hiçbir zaman başat bir ideoloji olamayan “saf anlamıyla ırkçılığın” bu parlak dönemden sonra tamamen tükenmediğini de söyler. Türkiye’de ırkçılığın tarihsel izini sürmede üçüncü uğrak, 1960’ların ortalarından itibaren yükselen sol harekete paralel olarak, anti-komünizmden beslenerek yükselen ülkücü-faşist harekettir. Bu yazının sınırları ve amacı gereğince, kabaca, Arslan’ın, 1960 ve 70’lerde Türk faşist hareketinde Đslamcılıkla gerilimli bir biçimde de olsa, ırkçılığın hep var olduğu saptamasını aktarmakla yetinelim. 90’lı yıllar ve sonrasındaki gelişmelere geçerken, dördüncü tarihsel uğrak olarak belirleyeceğimiz 80’lerin Bora’nın tabiriyle “resmi milliyetçiliğin ‘zorunlu ideoloji’ olarak restore edildiği bir evre” olduğunu belirtelim (s.21). Ancak dünya ve Türkiye ölçeğinde ortaya çıkan kimi tarihsel gelişmelerle birlikte, son tarihsel uğrak olan 90’lı yıllarda, 80’lerdeki bu manzara ciddi ölçüde değişti, milliyetçilik tarih sahnesinde güçlü bir biçimde bir kez 17 18 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 daha arz-ı endam etti. Bu durumu ortaya çıkaran somut tarihsel olaylar, Sovyetlerin dağılması ile birlikte Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve Türkiye’de Kürt hareketinin yükselmesidir. Đlk tarihsel gelişme, Türk faşist hareketi bir yana, bu hareket dışındakilerin de iştahını kabarttı, Turancı emperyal hayalleri tekrar tedavüle soktu (Arslan, 2002). 80’lerde başlamış ama 90’larda ivme kazanmış Kürt hareketi, sonunda resmi/ana akım ideolojide bir kırılma yaratınca, bu köktenci milliyetçiliklerin de söylemine yansıdı; Kürtlerin varlığını inkar eden asimilasyoncu noktadan “Kürt sorunu yoktur. Kürdün kendisi sorundur” noktasına gelen ırkçı bir düşmanlığa evrildi (Yeğen, 2002). Ancak 90’lardan bu yana olanları hakkıyla tasvir etmek için sözü edilen bu somut durumların içinde yer aldığı daha geniş bağlamı gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu, dünya ölçeğinde hız kazanan neoliberal politikalara koşut biçimde popüler kültür ürünü olarak milliyetçiliğin piyasa tarafından yeniden üretilmesinden söz etmeyi gerekli kılar. Milli sembollerin (bayrak,harita, logo vb) gündelik hayatın her alanında aşırı kullanımının olağanlaşması/sıradanlaşmasıyla hayat bulan popüler/liberal milliyetçiliğin; Türkiye’de siyasal Đslamın ve Kürt hareketinin yükselişinin etkisiyle güçlü etnik (ırkçı) tonlar taşıdığını söylemek mümkündür (Arslan, 2002; Özkırımlı, 2002). Irkçılık, bir siyasal ideoloji ya da bir düşünce akımı olarak toplumdaki varoluş biçimlerini tüketmez. Tam aksine milliyetçiliğin/ırkçılığın gündelik hayatta sıradan insan tarafından nasıl anlamlandırıldığını, nasıl ve hangi biçimlerde popülerleştiğini anlamak, toplumsal/politik bir olgu olarak milliyetçiliğin (ırkçılığın) çok boyutluluğunun hakkını vermek için gerekli bir noktadır (Özkırımlı, 2002). Özkırımlı (2002) bu noktanın altını şöyle çizmektedir: Milliyetçiliği elitlerin yönlendirmelerine, kendi aralarındaki çıkar kavgalarında kullandıkları bir “araca” indirgemek mümkün değil. Milliyetçilik toplumu oluşturan bireylerin gündelik hayatlarına, özel ilişkilerine sızan bir söylem. Dolayısıyla çoğu zaman “vatanı korumak”, bir yaşam biçimini, aile ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 fertlerini, dostları, özetle sahip olunan her şeyi korumak anlamına geliyor. (s.707) Irkçılığa ilişkin bir sosyal psikolojik analiz, doğası gereği, ırkçılığın bu sonuncu varoluş biçimiyle ilgilenmek durumundadır. Yani belki bir sosyal hareket olarak ırkçılığı ama en çok da gündelik yaşamdaki ırkçılık düşünce ve pratiklerini “içeriden” yani özneden doğru bir bakışla analiz nesnesi yapmak durumundadır. Yukarıda ana hatları kabaca çizilen tarihsel süreç, bir siyasal ideoloji ve bir düşünce akımı olarak ırkçılığın bu topraklardaki tarihi üzerine bize bir şey söyler, ama “halkın”, “tabanın” ya da geniş kitlelerin bu konularda ne düşündüğü ne hissettiği konusunda bir şey söylemez. Ancak elbette, bu, milliyetçiliğin/ırkçılığın gündelik yaşamdaki tezahürlerinin aynı toplumdaki entellektüel/siyasi/resmi tezahürleriyle karmaşık bir tarzda ilişkilendiği gerçeğini yadsımak ve bizim analiz nesnemiz açısından yukarıdaki tarihsel çerçevenin büsbütün işlevsiz olduğunu düşünmek anlamına gelmez. Gene de, Türkiye’de milliyetçiliğin (ve milliyetçilik dolayımıyla ırkçılığın) tarihsel analizinin, daha çok düşünce tarihi analizi ile sınırlı kalmasının ve bu ideolojilerin topluma nasıl yayıldığı, toplumu ne kadar ve nasıl mobilize ettiği gibi konuların analizde ihmal edilmesinin (Çetinkaya, 2002) sosyal psikolojik bir analiz için zorluk yarattığını söylemeliyiz. Bu zorluğa rağmen, elimizdeki son derece sınırlı bilgiyi işlevsel kılmaya çalışarak, çok şematik olarak “aşağıdan” yapılan bir milliyetçilik/ırkçılık okuması sonucu şunlar söylenebilir: 1960’lara kadar “halka inmiş”, “kitleselleşmiş” bir milliyetçilikten/ırkçılıktan söz etmek çok mümkün görünmüyor. Belge erken dönem ırkçılığı diye adlandırdığı ve bu yazıda ırkçılık açısından birinci tarihsel uğrak (ilk kuşak Türkçülük) olarak nitelenen dönemde, “intellgentsia arasında bile ırkçılık politikası bütün mantıki sonuçlarıyla anlaşılmamışken, halk arasında yayılmış olması zaten beklenemezdi (italikler benim)” der (15.06.2007 tarihli Radikal gazetesi). Đkinci tarihsel uğrakta, yani 1930’lar ırkçılığında, Belge, Avrupa’dan etkilenerek Türkiye’de ‘ırk’ kavramının nasıl gözde bir kavram haline geldiğini ve bu kavramın devlet tara- 19 20 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 fından nasıl kullanıldığını yazar. Ve devamla bu yazı açısından önemli olan şu sözleri söyler: “Böylece bütün bir tarihyazımcılığı ve eğitim sistemindeki tarih öğretimi bu ırkçı temeller üzerine oturtulmuştur. Ancak, sonuçta bunlar ‘eğitimli’ kesimin hayatında etkili olmuş ve geniş kitleler, geleneksel (büyük ölçüde dinin etkisinde) ideolojileri içinde yaşamaya devam etmişlerdir (italikler benim)” (16.06.2007 tarihli Radikal gazetesi). 1960’ların ortasından itibaren bu durum büyük ölçüde değişti ve sol hareketin karşısında, başlıca hedefi kitleselleşme olan ülkücü hareket ortaya çıktı (Can, 2002). Can (2002), Ülkücü Hareket ve MHP’nin “ bu özelliğiyle [“komitacı” gelenekten gelmesi ve dolayısıyla “legaliteyi fazla umursamayan” olması] ağırlıklı olarak taşralı veya taşra kökenli milliyetçi-muhafazakar bir tabanın üzerinde etkili (s.663)” olduğunu söyler. Kurulduğu günden bu yana Türkçülükle, Đslamcılıkla ve resmi milliyetçilik ideolojisiyle konjonktüre bağlı olarak çeşitli biçimlerde eklemlenen Ülkücü Hareket, ideologları nezdinde biyolojik, kafatasçı ırkçılıkla çoğu zaman arasına mesafe koymaya çalışmış olmasına rağmen, az ya da çok ama her zaman, biyoloji dışı özelliklere referansla “Türk” olmaya, kimi zaman “Müslüman Türk” olmaya sürekli bir üstünlük atfetmiştir (Can, 2002). Ülkücü Hareket, ırkçılığın bu toplumdaki izini süren bir sosyal psikolog için gündelik düşünce ve pratiklerdeki ırkçılığı besleyen bir kaynak olması anlamında ilgilenilmeye değerdir. Şüphesiz en azından 90’lara kadar radikal bir ideolojiyi (“uç” ya da “aşırı” inançları) temsil eden bir sosyal hareket olması anlamında, Billig’in (1991) Đngiltere’de Ulusal Cephe için yaptığı analize benzer biçimde bir analiz için de ilgilenilmeye değer olabilirdi. Ne var ki, MHP ve Ülkücü Hareket artık ne o kadar radikaldir ne de sıradan insanın ırkçılığını besleyen kaynak olmak bakımından özeldir. Bu, MHP’nin milliyetçilik çizgisinin “ılımlılaştığı”, “merkez”e yaklaştığı anlamına gelmez (Özkırımlı, 2008). Özkırımlı’nın (2008) ifadesiyle “[Oysa] olan tam tersidir: Radikal sağ merkeze yaklaşmamış, milliyetçilik giderek meşrulaşmış, bir anlamda merkez, radikal sağa kaymıştır (s. 36)”. Bu yüzden, gündelik hayattaki ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ırkçılığın kaynaklarını görmek açısından, 1990’lardaki diğer milliyetçilik söylemlerini de hiç ihmal etmemek gerekir. Özellikle Bora’nın (akt. Özkırımlı, 2008) “Türk milliyetçiliğinin kök-dili” dediği resmi milliyetçilik ya da Atatürk milliyetçiliğinin, çeşitli “milli” durumlarda son derece “‘özcü’ ve saldırgan bir biçim” alabildiği belirtilmektedir (s. 48). Etnosentrizm ve/veya ötekileştirme unsurlarını içerip içermediğine, içeriyorsa ne derecede ve hangi biçimlerde içerdiğine ilişkin yapılacak bir ırkçılık soruşturmasında karşılaşılabilecek diğer argümanların 1990’lar itibarıyla liberal milliyetçilik, Đslamcı milliyetçilik ve özellikle de laikliği öne çıkaran, “resmi milliyetçiliğin ‘sol’ iddialı versiyonu” olan Kemalist ulusçuluk söylemlerinden devşirildiği söylenebilir. Özkırımlı (2008), 90’lı yıllar ile 2007 arasındaki önemli bir farkın, Bora’nın betimlediği milliyetçi “damarların bir bölümü ile resmi milliyetçilik arasındaki ‘yakınlaşma’; başka bir şekilde ifade edecek olursak, resmi milliyetçilik ile sürekli diyalog halinde olsalar da bağımsızlıklarını korumaya çalışan bazı milliyetçilik söylemlerinin geçmişte zaman zaman çatıştıkları devletle ‘kader ortaklığına’ girmeleri, birleşmeleri, hatta giderek ‘bütünleşmeleri’ (s. 49-50)” olduğunu ileri sürer. Bu bütünleşmeden ortaya çıkan sentez, kamuoyunda “ulusalcılık” olarak adlandırılan milliyetçilik söylemidir. Yukarıda ana hatlarıyla çizilen tablo, Türkiye’de olası bir sosyal psikolojik ırkçılık analizinin bağlamını (görgül bir araştırma açısından hem soru sorma hem de bulguları yorumlama çerçevesini) yaratmaya dönük bir çaba idi. Sosyal psikolojik analizin bu bağlam içinde, bu bağlama yapacağı biricik/özgün katkı, yukarıda sözü edilen milliyetçi söylemler tarafından belirlenen ve aynı zamanda bu söylemleri müzakere edenler, çeşitli ötekiler nezdinde öznenin bakış açısını ve bu bakış açısının –öznenin toplumsal konumlanışına göre değişebilen- işlevlerini ortaya koymaktır. Böyle bir analize kalkışmadan önce ve kalkışabilmek için, Türkiye’de ırkçılık var mı sorusunda önsel bir üst-teorik konumlanmanın gerektiği açıktır. Bunun için çok etkili olan bir yolun, bu toplumdaki ırkçılık-karşıtı tepkinin varlığını sorgulamayı, Türkiye’ye dair yapılacak bir ırkçılık değerlendirmesinde merkezi hale getirmek olduğu ileri sürülebilir. Yani burada, diyalektik düşünme yöntemini izleye- 21 22 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 rek, kolektif bilinçte “ırkçılığın” varlığının, ırkçılık karşıtlığının varlığından çıkarsanmasından söz edilmektedir. Diğer bir deyişle, adıyla sanıyla ırkçılığın varlığından söz edebilmenin yolu, ırkçılık karşıtı bir değer sisteminin ve davranış normlarının varlığının sorgulanmasından geçer. Görgül olarak bu, “ırkçı” düşünce ve pratiklerden kıvanç duymaktan tutun da, aynı düşünce ve pratikleri nefretle kınamaya kadar giden geniş bir yelpazeye yayılması beklenen duygusal-düşünsel tepkileri araştırmak anlamına gelebilir. Yukarıda çok kabaca değinildiği üzere, bu ülkede sorun olanın maksimalist değil, alabildiğine minimalist ırkçılık-karşıtlığı olduğu ileri sürülmüştü. Her ne kadar sistematik bulguya sahip değilsek de, kabaca, toplumumuzda ağırlıklı olarak hem ırkçılık ifadelerinin kolaylıkla dillendirildiği, hem de bunları dillendirmeyen geniş kesimler tarafından (en azından ses çıkarmadıkları için) meşru görüldüğü tespitini yapabiliriz. O halde toplumun geniş kesimindeki ırkçılık/milliyetçilik düşünce ve pratiklerini “kendiliğinde ırkçılık” olarak kavramlaştırmada bir beis olmamalıdır. Yani bu kesim için, ırkçılığı bilmiyorlar ve ırkçılık yapıyorlar (yaptıklarının ırkçılık olduğunu bilmeden yapıyorlar) ya da yapılan ırkçılığı destekliyorlar denilebilir. Burada söz konusu olanın son derece “doğallaş(tırıl)mış” bir ırkçılık formu olduğunu vurgulamakta yarar var. Hrant Dink’in katline gösterilen ırkçılık-karşıtı tepkinin hızla marjinalleştirilmesini/anormalleştirilmesini “kendiliğinden ırkçı bir kültür”de yaşıyor olduğumuzla açıklamaktan başka bir yol olabilir mi? Elbette daha radikal bir toplumsal kesimden söz edilebilir: Onlar ırkçılığın ne olduğunu biliyorlar ve ırkçılık yapıyorlar (muhtemelen kendilerini bir biçimde “haklı” görüyorlar). Bir de tabii ırkçılığın ne olduğunu bilenler ve yaptıklarının ırkçılık olmadığını iddia edenlerin, yani ırkçılığı “siyaseten doğru” bulmayanların varlığından söz edilebilir. Bütün bu saptamalardan hareket ederek, sorulması gereken asıl sorunun “bu ülkede ırkçılık var mı, yok mu?” değil; “bu ülkede ırkçılık, toplumsal-politik mücadeleyi gerektiren bir “problem” olarak görülüyor mu?” sorusu olduğu ileri sürülebilir. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Đşte ancak bu noktada Batı’nın kendi ırkçılığını tartışma bağlamını anlayabileceğimizi ve bu tartışmaların bizim için ne kadar anlamlı olabileceğini görebileceğimizi sanıyorum. Irkçılık en azından yüz yıldır Batı sosyal psikolojisinde diğer araştırma konularıyla kıyaslanamayacak denli önemli bir konu olmuştur ve diğer ayrımcılık biçimleriyle birlikte hala da öyle olmaya devam ediyor. Bu literatürü kuşbakışı bile olsa bir gözden geçirme bu yazının sınırları dışındadır. Batı sosyal psikolojisinde ırkçılık konusundaki egemen paradigmanın tüm eleştirilere rağmen önyargı paradigması olduğu söylenebilir. Önyargı perspektifinden bakan sosyal psikologlar, ırkçılığı, farklı “ırk”/etnisitelerden olanlara yönelik olarak bireyin zihnindeki önyargılı (olumsuz) tutumlarla açıklar. Sosyal psikoloji giriş kitaplarında tarihsel bir çerçevelemeye gerek duyulmaksızın verilen bu perspektiften bakan birisi, Batı’nın ezel-ebed önyargılı tutumlarla bir derdi olduğunu sanır. Oysa önyargı kavramının kendisi, Batı’da bugünkü anlamda ancak 20. yüzyılda, özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra kullanılmaya başlanır (Billig, 1991; Duckitt, 2001). Yani ırkçılığa karşı çıkış, ırkçılığı önyargılı tutumların sonucu olarak görmek oldukça yenidir. O zamana kadar hem Batılı’nın kendisi hem de sömürgeleştirdiği halklar, “doğal” bir biçimde “beyaz ırk”ın üstünlüğüne inan(dırıl)mıştır. 20. yüzyılın başından itibaren Batı toplumları bu düşünce biçimini ve ona bağlı pratikleri bir problem olarak görmeye başlamıştır ve halen de çözüm olarak gördüğü ve uyguladığı sosyal politikalar sonucu farklı biçimlere evrilmiş olan aynı problemle uğraşmaktadır (Duckitt, 2001). Kısacası, Batı, ancak ırkçılık karşıtı normları üretebildiğinde ırkçılığı kimlikleyebilmiş ve mahkum edebilmiştir. Buradan çıkarmamız gereken, “ırkçılığın”, ırkçılık karşıtı normlar olmaksızın bir “sosyal problem” olarak görülemeyeceğidir. Elbette ki ırkçılık karşıtı normların bugün Batı toplumlarına hakim olması, toplumda ırkçılığın kökünün kazındığı değil ama ırkçılığı dışa vururken, insanların kendilerini sınırlaması, önyargılı görünmemek için çaba harcaması gerektiği anlamına gelir (Billig, 1991). Nitekim, bugün sosyal psikoloji literatüründe çok çeşitli bağlamlarda yapılan araştırmalarda, ırkçılık ifadelerinin, ırkçılığı inkar eden, aslında kendiyle çelişen bir tarzda dışa 23 24 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 vurulduğu gösterilmiştir (“Modern ırkçılık” ya da “sembolik ırkçılık” başlığı altında bu araştırmaların toplu bir değerlendirmesi için örneğin bkz. Augostinos, Walker & Donaghue, 2006; Tuffin, 2005). Sosyal psikoloji literatüründe bu ırkçılık formuna modern ırkçılık ya da sembolik ırkçılık adı verilmekte ve tarihsel olarak geleneksel/klasik ırkçılığın karşısına konmaktadır. Gerçi bu iki ırkçılık formu arasında tarihsel kopukluğun tam tersine, bu sınıflandırmayı anlamsız kılacak ölçüde ciddi bir tarihsel süreklilik olduğunu iddia edenler de vardır (Örneğin, bkz. Leach, 2005). Her şeye rağmen, farklı uluslarda (Batı uluslarında) ve farklı sınıfsal konumlarda kendi kendini inkar eden bir ırkçı söylemin varlığına dair kanıtlar, Billig’e göre modern ırkçılık ideolojisinin anlaşılması için elzem olan noktayı, yani önyargıya karşı genel bir kültürel normun varlığını açığa çıkarır. Billig (1991) önyargılı (ırkçı) olmayı inkar ederek ortaya çıkan bu ırkçı söylemin salt karşısındakinin eleştirilerinden kurtulmak için başvurulan bir izlenim oluşturma stratejisiyle açıklanamayacağını, bu insanların aynı zamanda kendilerini haklılaştırma ihtiyacı içinde olduklarını ileri sürdüğünde, önyargı karşıtı kültürel normun tarihsel-ideolojik temelini de göstermiş oluyordu. Aydınlanmaya kadar olumsuz bir biçimde ve dışgruplara yönelik olarak kullanılmayan önyargı kavramı, aydınlanmayla birlikte irrasyonellikle ilişkili güçlü bir vurgu kazanmıştır. Dolayısıyla, benliğin rasyonelliği ile önyargının irrasyonelliği arasında kurulan ayrımda, aydınlanmış Batılı birey, içselleştirdiği norm gereği başkalarını, ama en çok da kendisini, önyargılı/irrasyonel olmadığına inandırmak zorundadır. Diğer yandan bir erdem olarak ulusal bağlılığı, hala ulusal çıkarların belirleyici olduğu bir dünyada canlı tutmak isteyen liberal ideoloji, evrenselci ve rasyonel bireyinden bunu haklılaştırmasını talep etmektedir. Billig’in (1991) buradan ulaştığı sonuç ciddi bir politik içgörü barındırıyor: “Paradoks, önyargılar ne kadar eleştirilirse, liberalizmin önyargılarının o kadar haklılaştırılmasıdır (s.138)”. Batının ırkçılığına ilişkin yukarıda dikkat çektiğim noktaların, Türkiye’deki ırkçılık tartışmasında iki açıdan işlevsel olduğunu düşünüyorum: Đlki, Batıya dair tüm bu söylenenlerin bize dair söyleyeceği ne olabilir sorusuyla ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ve ikincisi, ilkiyle bağlantılı bir biçimde kolektif bilinç olgusu olarak ırkçılığı nasıl tartışacağımıza dair ne gibi ipuçları verebilir sorusuyla ifade edilebilir. Đlk noktada, bu ülkedeki sosyal psikolojik çalışmalar için öne sürülebilecek genel birkaç argümanı ırkçılık için tekrarlamaktan başka yapılacak pek bir şey olmasa gerek. Yukarıda önyargı kavramının geçirdiği tarihselliğin öne çıkarılması, her şeyden önce bizim toplumumuzdaki önyargı ve ırkçılık sorunsalına aynı varsayımlarla yaklaşamayacağımıza dair ciddi bir uyarı niteliğindedir. Pragmatik bir biçimde, Batı’nın kendi ırkçılık meselesinde kullandığı ayrımları bir şablon haline getirmek, ya da evrensel olduğu iddia edilen kuramsal modelleri “bağlam” gözetilmeksizin işe koşmak bir yol gibi görünebilir; aslına bakarsanız bugünkü bilimsel pratiğimizi tamamen anlatan da bir yoldur bu. Ne var ki, bu yolun baştan beri yarattığı sonuç, disiplinin topluma ve aslında kendine yabancılaşması olmuştur. Bunun karşısına konacak en belirgin alternatif “yerli bağlam”ı öne çıkarmaktır. Bu, kuramsal düzeyde, sosyal psikologlar olarak bu topluma dair sosyoloji, siyaset ama en çok da tarih bilgisiyle seçici ve eleştirel bir biçimde hemhal olmanın zorunluluğunu görmek demektir. Ama daha derinlerde, epistemolojik düzeyde, ırkçılık veya başka sosyal olgular söz konusu olduğunda Batı dışındaki toplumların kendi özgül tarihsellikleri bağlamında kurdukları özne ve benlik temsillerinin tartışılması anlamına gelebilir (bkz. Arkonaç, 2004; Paker, 2005). Ancak pozitivizmin soyut evrenselciliğinden kaçalım derken bu kez de “kültürel özcülük”e yakalanma ihtimalini hiç göz ardı etmememiz gerekir. Bu yüzden, “yerel” deneyimlerin sandığımız kadar “tikel” olmayabileceğini, “farklılık”ın tanımı gereği “benzerlik”i de ima ettiğini göz önünde tutup, çeşitli “yerel” deneyimler arasındaki sürekliliği kurmak için kafa yormak durumundayız. Öte yandan, somut, tikel ırkçı deneyimler arasındaki sürekliliği kurmak, evrensel düzeyde ırkçılık ideolojisinin kapitalist sistem için nasıl işlevsel hale geldiğini görmenin yolunu açacaktır. Bu ise, ırkçılığın salt “kültürel” bir olgu olmadığını görmek için değerli bir çaba olacaktır. 25 26 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Đkinci nokta, ırkçılığı bir kolektif bilinç meselesi olarak sorunsallaştırmakla ilgilidir. Yukarıda ana hatlarıyla ortaya konulduğu gibi, Batı’nın ve Türkiye toplumunun ırkçılığa ilişkin bilinç durumu ve bunu yaratan tarihsellikler arasında ciddi farklılıklar var. Türkiye toplumunda “ırkçı değiliz” argümanına karşı argüman üretmek ve böyle bir argümanı kasıtlı ya da kasıtsız dolaşımda tutmanın ideolojik işlevlerini çözümlemek görece kolay bir iştir ama ne “ırkçıyız” ne de “ırkçı değiliz” diyen, kendini bu dünyanın dışındailişkisiz bir yerde konumlandıran bir özneyle ırkçılıkla ilgili bir diyaloga girmek nasıl mümkün olacaktır? Özne belirli bir düşünce ya da pratiğinin ırkçılık olduğunu/olmadığını söyleyene ya da onu öyle adlandırana kadar, onun “ırkçı” olmadığını mı kabul edeceğiz? Kuşkusuz tüm bunları, nereden ithal edilmiş olursa olsun –Batı’dan ya da başka bir yerden– ırkçılık, cinsiyetçilik, laiklik, insan hakları vb. söylem ve pratiklere kendi tarzında eklemlenmiş olduğu kabul edilecek bir toplum içinden (bkz. Paker, 2005) söylüyor olduğumuzu not etmek gerekli. Ya da alternatif olarak ırkçılık-karşıtı mücadele vermenin bu toplumda büyük oranda “kendiliğinde ırkçılıkla” mücadele vermek demek olduğunu kabul edip, bunun pratikteki karşılıkları hakkında kafa yormamız gerektiğini düşünebiliriz. Bu tarz bir mücadeleye ilişkin anlamlı bir dersi Hrant Dink’in cenaze töreninde aldığımız söylenebilir. Cenaze töreninde kullanılan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı bu topraklar için -yakın tarihinde hiç olmadığı kadar- radikal bir slogandı. Irak’ın işgaline karşı çıkmak için “Hepimiz Arabız” (nitekim Radikal gazetesinde Yıldırım Türker o zamanlar bunu başlık olarak kullanmıştı bir yazısında), ya da Filistinlilere destek vermek için “Hepimiz Filistinliyiz” ya da Sırp saldırıları sırasında “Hepimiz Boşnakız” versiyonlarının kullanılabileceği durumlarda hiç de sıkıntı yaratmayacak bu sloganın, üstelik de göz ardı edilemeyecek büyüklükteki bir kitle tarafından kullanılmasının, tarihsel olarak düşmanlaştırılmış ve kendisi ile öteki arasına kesin sınırlar koyarak, kesin bir “benzemezlik ilişkisi” kurmuş (kendi ve ötekinin kuruluşundaki geçişkenliği, karşılıklı bağımlılığı anlayacak bir tarihsellikten ve dolayısıyla bilinçten yoksun) öznenin bilincinde büyük bir yarılma değilse bile, ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 küçük bir çatlak yaratmış olacağı beklenebilir. Dolayısıyla, bu sloganın özneyi kendisine yabancılaştırıcı radikallikteki doğasının, olası bir dönüşümdeki rolünü kaydetmek gereklidir. Sonuç yerine Bu yazı, Türkiye’deki ırkçılıkla ilgili olası bir sosyal psikolojik çalışmada dikkate alınması gerektiğini düşünülen çeşitli teorik/politik noktaları açığa çıkarmaya çalışmıştır. Kuşkusuz, böyle bir çalışmada önemli olabilecek tüm noktaları tüketmeyi hedeflememiş, daha çok Türkiye toplumundaki ırkçılığa dair bir tartışma çerçevesi oluşturmayı denemiştir. Ancak böyle bir çerçevenin oluşmasını mümkün kılan temel varsayım ifade edilmezse, burada geliştirilmeye çalışılan tüm bu argümanların bir anlamı kalmaz. Bu temel varsayım, sosyal bilimlerde, hangi sosyal olguyla dünyanın neresinde uğraşılırsa uğraşılsın, toplumdaki güç ilişkilerinin söz konusu sosyal olguya içkin olduğudur. Hele hele doğrudan güç eşitsizliğinin sonucu/tezahürü olarak ortaya çıkan “ayrımcılık” biçimleri söz konusu olduğunda, güç ilişkilerinin dahil edilmediği bir perspektifin sonuçları son derece tehlikeli olabilir. O halde ırkçılık da dahil tüm ayrımcılık biçimleri, “ezen” ve “ezilen”in saptandığı bir güç eşitsizliği bağlamında, her daim ezenin bir eylemi olarak anlaşılmak durumundadır8. Tersinden söylersek, ezilenin, tam da tanımı gereği güçsüz olması onun yaptığının “ırkçılık” (ya da aynı mantıkla “cinsiyetçilik” vb.) olmasını imkansızlaştırır (bkz. Reicher, 2001). Toplumdaki “ayrımcılık” pratiklerini bir ezme-ezilme ilişkisi olarak görmeksizin, bütün bunları temel olarak önyargılı tutumlarla açıklamayı yeterli gören bir sosyal psikoloji için bu tespitin özel bir önemi vardır: “Ezen” ve “ezilen” ayrımı, farklı kuramsal/politik paradigmalar ekseninde çokça tartışılan, netameli bir ayrımdır. Foucaultcu güç analizine dayanılarak, “ezen”in ezilen, “ezilen”in de ezen konumlarına dikkat çekilip, böyle bir mutlak/sabit bir ayrımın yapılamayacağı ileri sürülebilir. Ancak burada, “ezen” ve “ezilen” tanımlamasının, katleden ile katledilenin, başka bir yerde değil- bu ülkede, -başka bir bağlamda değil- ulusal kimlikleri ekseninde kendilerini meşru bir biçimde ifade etme konusunda eşit olmadığı gerçeğine dayanılarak yapıldığı vurgulanmalıdır. Ayrıca, postyapısalcılara karşı geliştirilen kuramsal argümanların da varlığını hatırlatmak gerek. Örneğin, Bayat (2006) “merkezsiz iktidar” anlayışına sahip postyapısalcıları, “iktidar deveran ediyor olsa dahi, bunu eşit olmayan bir biçimde yaptığını (bazı yerlerde, diğerlerine göre, daha ağır, daha yoğunlaşmış ve ‘kesif’tir) görmeyi becere[memekle] s. 44)” eleştirir. 8 27 28 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Irk anlamında, ırka bağlı olarak dışgrubu problematize etmek ya da o dışgrubu sevmemek bir şeydir, ama iki grup arasındaki antagonizmanın dışa vurulması gruplar arasındaki güç ilişkilerine bağlıdır… Siyah ve Beyaz insanların eşit insanlar olduğu, aynı temel psikolojik süreçlere sahip oldukları ve diğer grupları kalıpyargılar içine sokmaya ve onlardan hoşlanmamaya eşit biçimde muktedir oldukları kesinlikle doğrudur. Ancak, bu tür fikir ve duyguları dışa vurma konusunda farklılaşacaklardır ve bu tür bir dışavurum olduğu ölçüde, bunun sosyal dinamiği, birbirine tam zıt yönde işleyecektir. Baskın grup için bu diğer grubun tabiyetini arttırmak demektir, tabi grup içinse kendi pozisyonuna meydan okumaya hizmet edecektir. (Reicher, 2001; ss. 293-294) Dolayısıyla, bir sosyal bilim analizinde, bir “ayrımcılık” pratiğinin (cinayet dahil!) niyetli ya da niyet edilmeksizin ezen ve ezilen ilişkisi olarak kurulmaması, ideolojik düzeyde ırkçılığı (ve diğer ezme biçimlerini, örn: cinsiyetçilik, homofobi) yeniden üretmeye hizmet edecektir. Kamusal alanda, onun milliyetçiliğine karşı benim milliyetçiliğim, onun etnik grubuna karşı benim etnik grubum, onun dinine karşı benim dinim deme haline ideolojik meşruiyet kazandırmak için elinden geleni arkasına koymayan zihniyet, Hrant Dink’in katlinden sonra da, güç eşitsizliğini yok sayan bu yaklaşımın kaba bir örneğini sergiledi. Hrant Dink’in katilini ve katile sempati duyan çevreleri “anlama”ya dönük çağrılar, ezen ve ezilenin apaçık ortada olduğu bir durumda (bir cinayetin varlığından daha açık ne olabilir!), Türklerin “hakim millet” oldukları bir yerde, pervasızca tarafları eşitlemeye çalışmış, ezenin ezen olduğunu gözlerden saklamaya çalışmıştır. Hatta daha beteri, çok bilinen bir sosyal psikolojik yaklaşımla, ezen ve ezilen arasındaki ilişkiyi baş aşağı çevirmiş, ezene “mağdur” rolünü biçmeye kalkışmıştır. Bütün bu tabloya “hakim millet” açısından bakıldığında, hakim milletin sürekli ve yeniden hakimliğini berkitme ihtiyacı içinde olduğunu görmek için psikolog olmaya hiç gerek yok. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Teşekkür Bu yazının ilk versiyonuna ilişkin değerli yorum ve önerileri için Melek Göregenli’ye, Sevilay Çelenk’e, Yasemin Özgün Çakar’a, Sertan Batur’a ve K. Berfin Emre’ye çok teşekkür ederim. Hem sosyal psikoloji hem de Türkçe’ye ait bilgi ve içgörüsünü benimle paylaşan sevgili hocam Đpek Gürkaynak’a ayrıca çok teşekkür ederim. Kaynakça Akman, A. (2002). Milliyetçilik Kuramında Etnik/Sivil Milliyetçilik Karşıtlığı. (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV.Cilt içinde (81-90). Đstanbul: Đletişim. Arkonaç, S. A. (2004). Doğunun ve Batının Yerelliği: Bireylik Bilgisine Dair. (Der.). Đstanbul: Alfa. Augoustinos, M., Walker, I. & Donaghue, N. (2006). Social Cognition: An integrated Introduction. London: Sage. Arslan, E. (2003). Türkiye’de Irkçılık. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV. Cilt içinde (409-426). Đstanbul: Đletişim. Aslıtürk, E. (2008). Hepimiz çaresiz miyiz? Kaygı, inkar ve narsistik temizlik ekseninde milliyetçilik ve dincilik. Eleştirel Psikoloji Bülteni, 1. 08.04. 2008 tarihinde http://www.elestirelpsikoloji.org/arsiv/01/asliturk.html adresinden indirildi. Batur, S. & Aslıtürk, E. (2007). Muzaffer Şerif’e Armağan: Muzaffer Şerif’ten Muzafer Sherif’e. Der. Đstanbul: Đletişim. Batur, S. (2007). Psikolojide Irkçılık Sorunu ve Muzaffer Şerif’in “Irk Psikolojisi”. (Der.) Sertan Batur ve Ersin Aslıtürk, Muzaffer Şerif’e Armağan: Muzaffer Şerif’ten Muzafer Sherif’e içinde (195-216). Đstanbul: Đletişim. 29 30 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Bayat, A. (2006). Ortadoğu’da Maduniyet: Toplumsal Hareketler ve Siyaset. (Der.) Ö. Gökmen ve S. Deren. Đstanbul: Đletişim. Bilgin, N. (2007). Kimlik Đnşası. Ankara: Aşina Kitaplar. Billig, M. (1991). Ideology and Opinions: Studies in Rhetorical Psychology. London: Sage Publications. Billig, M. (2002). Henri Tajfel’s ‘Cognitive aspects of prejudice’ and the psychology of bigotry. British Journal of Social Psychology,41, 171-188. Bora, T. (2002). Sunuş. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV. Cilt içinde (15-22). Đstanbul: Đletişim. Can, K. (2002). Ülkücü Hareketin Đdeolojisi. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV.Cilt içinde (663-685). Đstanbul: Đletişim. Çetinkaya, Y. D. (2002). Orta Katman Aydınlar ve Türk Milliyetçiliğinin Kitleselleşmesi. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV. Cilt içinde (91-102). Đstanbul: Đletişim. Duckitt, J. (2001). Reducing Prejudice: An Historical and Multi-Level Approach. In M. Augoustinos and K. J. Reynolds (eds), Understanding Prejudice, Racism and Social Conflict. (pp. 253-272). London: Sage. Göregenli, M. (2003). Sosyal psikolojiden Hareketle Sosyal Bilimlerde Olgu-Değer Đlişkisi Üzerine Düşünceler. Toplum ve Bilim,97, 234-246. Göregenli, M. (2007). Şerif’ten Sonra Türkiye’de Sosyal Psikolojinin “Sosyal”liği ve Sosyal Sorumluluğu Üzerine Düşünceler. (Der.) Sertan Batur ve Ersin Aslıtürk, Muzaffer Şerif’e Armağan: Muzaffer Şerif’ten Muzafer Sherif’e içinde (217-239). Đstanbul: Đletişim. Göregenli, M. (2008). Hepimiz “Azınlık”ız. Amargi, 8, 6-7. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Leach, C. W (2005). Against the Notion of a ‘New Racism’. Journal of Community and Applied Social Psychology, 15, 432-445. Özkırımlı, U. (2002). Türkiye’de Gayriresmi ve Popüler Milliyetçilik. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV. Cilt içinde (706-717). Đstanbul: Đletişim. Özkırımlı, U. (2008). Milliyetçilik ve Türkiye-AB Đlişkileri. Dış Politika Analiz Serisi-6. Đstanbul: TESEV Yayınları. Paker, K. O. (2005). Günlük Düşüncede Modernlik, Din ve Laiklik. Ankara: Vadi Yayınları. Reicher, S. (2004). The Context of Social Identity: Domination, Resistance and Change. Political Psychology, 25(6), 921-945. Reicher, S. (2001). Studying Psychology Studying Racism. In M. Augoustinos and K. J. Reynolds (eds), Understanding Prejudice, Racism and Social Conflict. (pp. 273-298). London: Sage. Teo, T. (2008). From Speculation to Epistemological Violence in Psychology: A Critical-Hermeneutic Reconstruction. Theory & Psychology, 18 (1), 47-67. Teo, T. (2005). The Critique of Psychology: From Kant to Postcolonial Theory. New York: Springer. Timur, T. (1984). Batı Đdeolojisi, Irkçılık ve Ulusal Kimlik Sorunumuz. Yapıt, 5, 7-30. Tuffin, K. (2005). Understanding Critical Psychology. London: Sage. Yeğen, M. (2002). Türk Milliyetçiliği ve Kürt Sorunu. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, (Der.) Tanıl Bora, Milliyetçilik IV. Cilt içinde (880892). Đstanbul: Đletişim. 31 Psikanalitik bir perspektifin milliyetçiliği anlamaya yönelik imkânları Harika Yücel Önümüzdeki görev görünüm alanı içersinde insan olanın çığlığına cevap verebilecek kamusal görme ve duyma usullerini tesis etmektir. Çünkü söz konusu alanda çığlığın izi, ya açgözlü bir milliyetçiliği rasyonalize etmek için abartılı bir şekilde şişirilmekte, ya da tümüyle silinmektedir, ki iki seçenek de aynı yere çıkar (Judith Butler, 2005a, s.149). M illiyetçilik kavramı, ulus-devletlerin ulus aşırı yapılanmalara doğru gittiği günümüzde, geç modernizm/geç kapitalizm denilebilecek bir süreçte, üzerinde en çok tartışılan ve yeniden ta- nımlanmaya çalışılan kavramlardan biri gibi görünüyor. Yeniden tanımlanmaya çalışıldığı kadar yararlı/elverişli toplumsal/politik bir araç olup olmadığı ve milliyetçi ideolojilerden muaf bir toplum tahayyülünün imkânlılığı da epey kafa yorulan soru ve arayışları oluşturuyor. Geniş bir grubun “milli” denen bir sıfatla kendini/kimliğini tanımladığı bir toplumsal sürecin dışında imkânların olup olmadığını araştırmaya iten en önemli nedenin aynı zamanda etik bir alanı işgal ettiği de söylenebilir; milliyetçi ideolojiler ve eğilimler tektipleştirici, dışlayıcı ve niha- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 33 yetinde şiddet, işkence, savaş gibi insanlık suçlarına yol açan dinamiklere sahip görünmektedir. Milliyetçiliği olumlu ve olumsuz olarak ayıran, yurtseverlik, ulusalcılık gibi adlarla ehlileştirip kendine mal etmeye çalışan çeşitli politik hareketler milliyetçi ideolojilerin homojenlik ideali adına baskıcı ve dışlayıcı potansiyelini kabul etmek istemeyebilir elbette. Toplumsal kimliğini ulus kavramı üzerinden tanımlamanın “diğerleri” diye bir kategoriyi doğrudan çağırmadığını ve dolayısıyla milliyetçiliğin kendiliğinden bir dışlama potansiyeli taşımadığını ileri süren yaklaşımlar ziyadesiyle var. Milliyetçilik elbette yekpare bir olgu değildir, diğer bir deyişle belli özellikleri ve dinamikleri tanımlanabilen sınırları belli toplumsal/politik bir görüngü değildir, daha ziyade yeniden ve yeniden inşa edildiği söylenebilir; ancak bu kabulün belli eğilimleri ve dinamikleri tanımlamaya da engel teşkil etmediğini ileri sürebiliriz. Bu bağlamda, kavramın ya da görüngünün diğer sosyal bilimler kadar sosyal psikoloji ve uygulamalı psikanaliz alanlarında da ele alınan, belli milliyetçilik pratikleri üzerinden anlaşılmaya çalışılan bir araştırma nesnesi olduğu söylenebilir. Psikanalizin temel nesnesi psişe ya da bireyin iç dünyası olmakla beraber, Freud’dan itibaren yapılageldiği gibi grup süreçlerini ve sosyal olguları anlamak için de psikanaliz elverişli teorik imkânlara sahiptir. Yapısalcı toplumsal/politik analizlerin çıkış noktası olarak ekonomik/toplumsal süreç ve ilişkiler, içinde yaşayan bireylerin ruhsallığını belirler ancak (bilinçli ve bilinçdışı) psişik süreçlerin de toplumsal olanı biçimlendirdiğini kabul ederek bu analizi çok katmanlı hale getirmek mümkündür. Toplum ve birey (ya da kişi) ikilisini/ilişkisini kavrarken iki farklı kategori varsaymak ve belirlenimci bir öncelik atfetmek yerine bireyin içinde toplumu ve toplumun içinde bireyi eşzamanlı olarak anlayabilmek bu çerçeveye daha iyi oturuyor. Butler (2005b) çok yetkin toplumsal eleştirilerinde, iktidarın özneyi tamamıyla belirleyen bir mefhum olmadığını bize hatırlatırken aynı zamanda öznenin de iktidarı tek başına belirleyecek bir konum işgal edemeyeceğini vurgulamaktadır. Konumuz bağlamında ele alırsak, birtakım egemen kolektif söylemler ve bu söylemler içinde biçimlenen kolektif kimlik(ler)in toplumsal ve psişik olanın kesişme alanında şekillendiği ileri sürülebilir. Tabii, kimlik politikalarının açmazlarına düşmemek adına kimlikleri akış- 34 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 kan, kesintili ve konumsal olarak kavramak daha uygun görünüyor. Milli/ulusal kimlikleri ve bunları şekillendiren milliyetçi politik söylemleri bu bakış açısıyla kavramaya çalıştığımızı tekrara düşmek adına vurgulamakta fayda var. Freud (1930), Civilization and Its Discontents (Uygarlığın Huzursuzluğu) yapıtında, uygarlık süreci ile psişik gelişimin benzer bir yol izlediğini söyler; örneğin toplulukların da uygarlığın gelişiminde belirleyici olan bir üstbenlik geliştirdiğini öne sürer. Freud, toplulukların işleyişini incelerken kolektif üstbenlikten sıkça bahseder, böyle bir üstbenliğin gelişiminin kolektif yaşamı, uygarlık sürecini mümkün kıldığını söyler. Belli bir uygarlık döneminin üstbenliği, ona göre tıpkı bireydeki gibi bir kökene sahiptir. Hatta Freud, bireylerde nevrozun varlığından nasıl bahsedebiliyorsak toplumlar için de bu yönde bir teşhis koymanın ya da tanımlama yapmanın mümkün olabileceğini öne sürmeye kadar gider ama aynı zamanda kavramları, içinde geliştiği bağlamdan koparıp almanın tehlikelerine karşı da bizi uyarır. Aradan geçen yüzyıl içinde uygulamalı psikanalize yönelik eleştirilerin kaynağında da bu olagelmiştir; bireyi anlamaya yönelik kavramların daha geniş toplulukları kavramak adına yanlış bir şekilde genelleştirmeye maruz kaldığı. Ancak, kavramların sınırlı ve kapalı açıklama alanları olduğunu öne sürmek ve geliştirildiği alanların dışında işe koşmamak da düşünsel bir tutuculuğun işareti olarak görülebilir. O halde, kavramların özgün bir şekilde geliştirildiği bağlamlar göz önünde bulundurularak toplumsal olanın karmaşıklığını anlamak adına kullanım alanlarını genişletmek ve o sırada yeni kavramsallaştırmalar oluşturmak gayet anlaşılır görünmektedir. Psikanalitik bir perspektifin toplumsal süreçleri anlamada nasıl yararlı olabileceğine dair ipuçlarını Frosh’un (2001) yazdıklarında da bulabiliriz. Frosh, sosyal, ekonomik ve politik bir analizin yanı sıra öznelliğin hesaba katılmadığı sosyal açıklamaların yetersiz kalacağını, böyle bir çabanın ortada görünür herhangi bir amaç ya da mantıklı bir çıkarın söz konusu olmadığı durumları açıklamakta başarısız olacağını söyler. Frosh, öznellikten bahsederken bilinçdışı süreçlere de atıfta bulunur. Gerçekten de insanların milliyetçi söylemleri niye benimsediği konusunda Brown’un (2000) özetlediği en yaygın açıklamalar yeterli gel- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 35 memektedir; buna göre milliyetçilik basitçe bir içgüdü, toplulukla kurulan ilksel bir bağ, ortak menfaatler etrafında insanları harekete geçiren politik bir dayanak ya da modern dünyanın karmaşıklıkları karşısında daha basit önermeler sunan bir ideolojidir. Soruları şu şekilde sorduğumuzda psişik açıklamalara duyulan ihtiyaç daha açıkça kendini göstermeye başlar: Neden gruplar ulus kimliğine yoğun bir aidiyet geliştirir, bu kimliği ülküleştirir ve bunun karşısında “diğerleri”ni tanımlayıp değersizleştirmeye çalışır? Neden diğerlerinden nefret eder ve savaşlar çıkarır? Bu sorulara sosyal psikoloji disiplinin içinden getirilmeye çalışılan cevaplar vardır. Örneğin sosyal kimlik kuramı, insanların olumlu bir kendilik kimliği duyumuna ihtiyaç duyduğunu ve sosyal kimliklerin bu ihtiyacı doyurduğunu öne sürer. Bu yaklaşıma göre, insanlar kendilerini tanımladıkları gruba olumlu özellikler atfederken, diğer gruplara olumsuz birtakım özellikler yükleme eğilimindedir. Milliyetçi tutumların çeşitli dereceleri, bu atıfların ne oranda yapıldığına bağlı olarak değişir; bunun yanı sıra gruplar arası karşılaştırmalara sık başvurulduğu durumlarda olumlu iç grup algısı ve olumsuz dış grup algısının daha güçlü olduğu görülmektedir (Tajfel & Turner, 1986). Tam da bu noktada psikanalitik bir perspektif neden bireylerin kendilerini tanımladıkları gruplara olumlu özellikler yükleyip diğerlerine bu şekilde yaklaşmadığını anlamaya çalışır; bununla kalmaz, böyle bir eğilimin “doğal” olup olmadığını ve bunun ötesinde bir ruhsal gerçekliğe yer olup olmadığını araştırmaya girişir. Milliyetçiliği analiz etmeye yönelik bir çerçeve sunmadan önce, yapılmış tanımlara bir göz atmak ve bir hareket noktası belirlemek yararlı olabilir. Gellner, milliyetçiliği modern bir kavram olarak ele alır ve ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla eşzamanlı olarak tarihlendirir. Ona göre, aynı kültürü paylaşan kişilerden oluşan ulus anlayışına bağlı olarak milliyetçilik, kültür benzeşikliğini temel bir sosyal bağ olarak sürdürmeye çalışan politik bir ilkedir. Ancak bu, evrensel ve gerekli bir ilke olarak kavranmamalıdır. (Gellner, 1997a, 1997b). Milliyetçiliği modernizm ve kapitalizmin gelişimiyle bağlantılandıran Benedict Anderson da (1991) ulusu hayali politik bir cemaat olarak görür. Milliyetçilik ve ırkçılık birbirinden farklı kavramlardır ancak Balibar’ın (2000a, 2000b) öne sürdüğü gibi milliyetçilikler ırkçılıkla, yeni-ırkçılıkla iç içe geçme eğilimindedir. Balibar, kül- 36 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 türel farklılıkların aşılamaz olduğunu öne süren ve kültürel homojenliğin varolabileceğini varsayan yeni bir ırkçılıktan bahsetmektedir. Özbek’in (2005) dikkat çektiği gibi bunun Türkiye bağlamında da tezahürleri görülmektedir, özellikle de Kürt hareketi ve Kürtlere yönelik tutumlarla bağlantılı olarak. Milliyetçiliğin açıkça ırkçı özellikler göstermeyen ancak faşizan eğilimler taşıyan biçimleri de vardır; örneğin Parla’nın (1993) öne sürdüğü üzere Türkiye’deki cumhuriyeti kuran resmi ideolojiye içkin milliyetçilik anlayışı yer yer otoriter ve faşizan özellikler gösterebilmektedir; bunun ırkçı-milliyetçi sentezleri de tarih içinde kendini ortaya koymuştur. Şimdi, psikanalitik bir teorik çerçeveyi özetlemeye çalışabilir ve öncelikle psikanalizin kimlik kavramına nasıl yaklaştığını inceleyebiliriz. Psikanalitik teoride kimlik kavramı Kimlik, başlangıçtan itibaren psikanalitik teori içinde tanımlanmış bir kavram gibi görünmemektedir; daha ziyade benlik psikolojisi kuramcıları tarafından tanımlanmış ve ele alınmıştır. Dürtü kuramı açısından bakıldığında kimlik kavramı psiko-sosyal bir yapıya atıfta bulunur gibidir, psikanaliz ise psişik, diğer deyişle iç/ruhsal gerçeklikle uğraşır; bu nedenle kavramın adına söz konusu metinlerde rastlamak zordur. Erikson kimlik kavramına teorisinde önemli bir yer verir ve onun iki boyutunu tanımlar. Ona göre kimlik hem psişe içi bir boyuta sahiptir, ki bu şekilde kişiye kalıcı bir aynılık duygusu sağlar, hem de ruhsallıklar arası boyutunda diğer kişilerle ve bir grupla birlikte paylaşılır; bu ikisi arasında ise karşılıklı bir ilişki vardır (Erikson, 1956). Bu kavrayışın yanı sıra, başka yazarlar tarafından kimliğin genel olarak şu iki boyutu vurgulanır; biri kişinin kendi içindeki benzerliklere odaklanır, bu durumda kimlik duyumu kişiye tutarlılık ve aynılık duygusunu verir; diğeri de kendilik ve diğerleri arasındaki farklılığı öne çıkarır, bu da kişinin biricikliğine atıfta bulunur (Grinberg and Grinberg, 1974). Kimlik duyumunun oluşumu ötekinin varlığına gereksinir; hem özdeşleşmek hem de farklılaşmak için. Sosyal/kolektif kimliği ve milliyetçi aidiyetleri bu bakış açısından ele alırsak, grupların baskın olarak özdeşleştikleri bir kolektif kimliğin olduğu durumda grubun yeni üyelerinin de bu kimliği benim- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 37 seme olasılığı yüksek olacaktır. Bu kolektif süreçlerde özdeşleşilen grup içindeki benzerliklere dikkat edilip bu özellikler öne çıkarılırken, diğer grup ile benzemezlikler/farklılıklar bulma eğilimi kendini gösterecektir. Bu eğilim pek çok grup süreci için geçerli olmakla birlikte grubun ve üyelerinin özdeşleşme ve farklılaşma ihtiyacının yoğunluğuna bağlı olarak değişecektir, ki bu da grup içi psişik dinamikler ve süreçlerle ilintilidir. Volkan’ın (1998) öne sürdüğü üzere, gruplar, çeşitli derecelerde kolektif kimliği biçimlendiren belli ortak imgeler, temsiller ve idealler geliştirirler. Tüm bunlar, Volkan’ın kavramıyla toplumun tüm üyelerinin ulaşabileceği paylaşılan rezervuarları oluştururlar, ulusal düzeyde bir ülkenin bayrağı, anıtları ya da birtakım başka simgeleri bu rezervuarların görünür parçalarıdır. Toplumun üyelerinden bu imge, temsil ve ideallere duygusal yatırım yapmaları istenir. Aynı zamanda bir politik/ideolojik sistem içindeki çeşitli milliyetçi söylemler de bu imge, temsil ve idealleri biçimlendirme eğilimindedirler; bunlara da “ulusal/milli” adını vererek ülküleştirmeye (idealize etmeye) çalışırlar. Bunun sonucunda milli bir kimlik oluşturmak hedeflenir. Genellikle milliyetçi söylemler tarafından, bu kimliğin toplumun tüm üyeleri tarafından sahiplenilmesi diğer bir deyişle bu kimlikle özdeşleşmeleri beklenir. Ancak aslında burada istenen, bir özdeşleşmeden (identification) ziyade kimliğin içe yansıtılması (introjection) ya da bünyeye katılmasıdır (incorporation); özdeşleşme genel olarak daha olgun ve sofistike bir psişik süreç gerektirir. Đçe yansıtmada çoğunlukla bir nesnenin özellikleri “iyi” veya “kötü” olarak içe alınır, bir diğer deyişle nesne bir bütün olarak algılanmaz. Bünyeye katmada da genellikle kaybedilen bir nesnenin kaybının inkar edilerek tamamen bünyeye alınması söz konusudur, nesne bünye tarafından herhangi bir içsel dönüştürme işlemine tabi tutulmaz. Özdeşleşmede ise, nesneyi iyi ve kötü yanlarıyla bir bütün olarak algılayan özne onun bazı özelliklerini benimseyip kendi içsel süreçleriyle dönüştürür. 38 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Yaygın olarak kullanılan savunma mekanizmaları Milliyetçi eğilimler, değişen derecelerde de olsa kolektif kimliği genel olarak “tümden-iyi” olarak görme eğiliminde olduğu için, üyelerden de bu “tümdeniyi”yi benimsemeleri ve bağlılık geliştirmeleri istenir. Đyi ve kötünün bu ayırma işlemine tabi tutulması sonucunda, “kötü” ve istenmeyen parçalar diğerine yansıtılır; kendinin saldırgan ve yıkıcı eğilimleri inkar edilerek bu saldırganlık diğerine yüklenir. Burada kullanılan savunma mekanizmaları yansıtma ve yansıtmacı özdeşimdir. Bu kavramlara teorisinde önemli bir yer veren, bilindiği gibi Melanie Klein’dır. Saldırgan ve “kötü” parçalar diğerine yansıtıldığında, kontrol edilmek istenen diğeri artık “kötü” olmuştur, yani kendiliğin saldırgan ve kötücül kısımlarını taşıyan bir konuma gelmiştir. Bunun sonucunda ise zulmedici olarak görülmeye başlanır ve onun tarafından kontrol edilme korkusu kendini gösterir. Bu, bir nevi misilleme korkusudur (Klein, 1946). Öne sürülebilir ki, milliyetçi söylemlerde sıkça rastlanan paranoid düşünceler, örneğin diğerinin kötü emelleri nedeniyle saldırıda bulunacağına dair beklenti ve korkular, bu mekanizmaların aşırı kullanımı sonucunda gelişmiştir. Aslında sıkça üretilen komplo teorilerinden bahsetmiş oluyoruz ve bu eğilimin tümgüçlülük fantezileriyle de yakından bağlantısı olduğu söylenebilir. Butler (2005a), 11 Eylül’deki saldırı olayını ele alırken A.B.D.’nin bu olayda büyük sorumluluğu olduğuna dair sıkça getirilen açıklamanın A.B.D.’yi tümgüçlü bir özne olarak görmekle bağlantılı olduğunu dile getiririyor ve bu bağlamda paranoyanın tümgüçlü fantezilerle bağlantılı olduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Milliyetçi söylemlerde bu tümgüçlü fantezinin nasıl işlediğine göz atarsak, kendini ülküleştirerek “tümden-iyi” olarak görme eğiliminin, diğerinde haset duyguları uyandırdığına dair bir algılamayı beraberinde getirdiği görülebilir. Kendini bir arzu nesnesi olarak konumlandırmanın sonucu olarak diğerinde haset duygularını açığa çıkarmış olma varsayımı, zaten yansıtma mekanizmasının bir ürünüdür. Melanie Klein (1957/1975), arzu nesnesinin başka birine ait olduğu ve ona haz verdiği varsayımı nedeniyle hissedilen öfkeyi haset olarak tanımlar. Haset bu nedenle oldukça yıkıcı bir duygudur, ötekini bu hazdan mahrum etmek için ona ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 39 zarar vermek ister. Ötekinin hasetli olduğuna dair fantezinin, oldukça kibirli bir varoluşa atıfta bulunduğu ileri sürülebilir. Zizek’in (2002) Lacancı bir bakış açısıyla dile getirdiği gibi, milli özdeşimlerde sadece “biz” diye tanımlanan öznenin ulaşabileceği varsayılan bir “şey” vardır, ki diğeri buna ne sahiptir ne de onu kavrayabilir ve tam da bu nedenle bu “şey” diğerlerinin tehdidine her zaman açıktır. Bu “milli şey”, içinin sonradan doldurulabileceği bir mefhumdur, bizatihi topluluk üyelerinin inancıyla varolmaktadır. Bu bakış açısını, diğerleri diye adlandırılan gruplarla kurulan ilişkiye taşıyarak şunu söyleyebiliriz: diğerlerinin de sahip olduğu bir “şey” varsayılır ve bu “biz”de inkar edilmek istenen bir haset yaratır. Milliyetçi söylemlerde sürekli değersizleştirilmeye çalışılan öteki, aynı zamanda haset duyguları uyandırdığı için de böyle bir akıbete uğramaktadır. Tam bu noktada, Türk milliyetçiliğinin Batı’yla karmaşık ilişkisinin uzun tarihine bir gönderme yapabilir, Türkiye içindeki etnik gruplara yönelik milliyetçi tutumlara kısaca göz atabiliriz. “Batı” Türkiye’deki pek çok farklı milliyetçi söylemde haset edilen öteki iken, Türkiye içindeki çeşitli etnik gruplar ise “biz”e haset ettiği varsayılan ötekilerdir. “Batı”, gizliden gizliye kabul edilsin ya da inkar edilsin çoğu zaman bir arzu nesnesi iken, ikinci gruptakilerin haset edilecek hiçbir yanı yoktur, tam aksine “biz” in sahip olduğu biricik şey nedeniyle onlar “biz”e haset etmektedir. Öne sürülebilir ki, Batı’yla ilişkisinde ona öfke ve haset duyan Türk milliyetçiliği onu kötü niyetli bir nesne olarak konumlandırmakta ancak diğer yandan da “Batı”nın haset edilen değerlerini kendine katarak, bir nevi “Batı” olarak, Kürt ve Arapları gelişmemiş ilan edebilmekte, kendini onlardan üstün görebilmektedir. Bahsedilen savunma mekanizmalarının kullanımı genellikle çoklu ve karmaşıktır. Üstelik, kendi milli kimliğini ülküleştiren farklı milliyetçi söylemlerin birbirini beslemesinin, çoğu zaman bu ortak kullanılan savunma mekanizmaları sayesinde mümkün olduğunu öne sürebiliriz. Her biri istenmeyen yanlarını diğerine yansıtır ve diğerinden misilleme beklerken, bir anlamda da kendilerini doğrulayan tutumlar ve eylemler içine girerler. 40 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Rustin (1991) esasen ırkçı tutumları ele aldığı çalışmasında, bu savunma mekanizmalarının aşırı kullanımı sonucunda düşünce süreçlerinde de ciddi bozulmaların olduğunu bize hatırlatır; bütünleştirilememiş parçaların yansıtma yoluyla dışarı atılması sonucunda neyin “bizden” neyin “diğerinden” geldiğinin karışma olasılığı yüksektir. Rustin, daha da ileri giderek ırkçılığın temelde gerçeklik ve hakikate yönelik büyük bir nefret beslediğini ifade eder; ırkçı atıflar zaten akıl yürütmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaz, çıkamaz, asıl kaynağı duygusaldır. Düşünce ve duygulanımı ikilikçi bir bakış açısıyla birbirinden ayırmak bu bakış açısına uymaz, denilebilir ki duygulanımın yoğunluğu nedeniyle gerçeklik testine tabi tutulamayan kanaatler söz konusudur. Milliyetçi tutumlarda da benzer bir psişik sürecin işlediği öne sürülebilir. Hatta pek çok milliyetçi söylemde, düşünmek yasaklanır. Türkiye’de düşünce suçlarına yönelik cezai yaptırımlar ya da örneğin 301. maddenin varlığı bu bağlamda bir yere oturabilir. Katı bir üstbenlik “Tümden-iyi” parçalardan oluşmuş milli kimliğe göre kendini tanımlamak istemeyen ya da bu kimliği oluşturan temsil ve ideallere mesafe koyup eleştirel yaklaşan üyeler, diğer bir deyişle sözde kolektif olanın karşısında kendi bireyselliğiyle kalmaya çalışan kişiler tehdit olarak algılanır. Belli bir kolektif sözleşmenin tanımlanması ve buna Türkiye’de sık sık dile getirilen “milli ve manevi değerler” gibi sabit, kalıcı ve herkesi kuşatması beklenen bir atıfta bulunulması oldukça emredicidir. Kolektif olana ilişkin bir tanımlama getirmenin bizatihi kendisi buyurgan bir üst-tutumdur. Bu eğilim katı bir üstbenliğin varlığını düşündürür, itaat talep eden bir merci olarak katı bir üstbenlik. Başka bir durumda, üstbenliğin belirleyici ve baskın rolünü açığa çıkaran bir görüngü olarak da anlaşılabilir. Üstbenlik, içe yansıtılan ya da içselleştirilen saldırganlık duygusundan türetilir ve vicdan görünümünü alır. Freud’un (1930) Uygarlığın Huzursuzluğu’nda belirttiği gibi, üstbenlik bir merci iken, vicdan diğer işlevlerinin yanı sıra bu merciye yüklenen bir işlevdir; diğer bir deyişle üstbenlik ve vicdan bir ve aynı şey değildir. Roussillon’a göre (1999/2002), topluluğun içinde yer alabilmek, topluluğun yasasının içselleştirilebilmesiyle, diğer bir deyişle bir üst benliğin ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 41 oluşumu ile bağlantılıdır. Ancak katı bir üstbenlik gelişimi daha farklı bir seyir izler. Ona göre toplumsallığa geçiş, topluluk yasasına boyun eğme anlamına gelmez. Bu yasanın tanınması ve daha sonra araya bir mesafe alarak birey olarak kendini oluşturabilmek gerekir. Bunun gerçekleşebilmesi için ise topluluğun buna izin vermesi, daha uygun bir ifadeyle böyle bir alana olanak tanıması gerekecektir. Milliyetçi söylemlerde çoğu zaman gözlenen şudur ki, kolektif vicdanı yönlendiren katı üstbenlik, bireysel düzeydeki vicdanın kendisinden farklı olmasına tahammül edemez. Toplumun baskın özelliklerinden farklı bir yerde konumlanan bireysellik ve bireysel vicdan, ülküleştirilmiş temsiller ve idealler bütününe bağlılığı talep eden narsisistik bir anlaşmayı tehdit ettiği için kabul edilemez. Bu anlaşmayı tehdit edecek eğilimler dışlanma ve cezalandırmayla karşı karşıya gelme tehdidi altındadır. Türkiye’deki milliyetçi söylemlere bakıldığında, özellikle de özcü/etnisist vurgu arttıkça bağlılık ve itaat talep eden katı bir üstbenliğin kendini gösterdiği rahatlıkla ifade edilebilir. Ülküleştirilmiş temsiller ve idealler bütününe gelecek farklı düşüncelere ya da eleştirilere tahammül edilememekte, bireysellik genel olarak tehlikeli addedilmektedir. Yüksek bir kolektif benlik ideali Milliyetçi söylemlerin şekillendiği grup süreçlerinde, yüksek ve katı bir kolektif benlik ideali de gelişir. Benlik ideali, içinde hiçbir hayal kırıklığı ya da kaybın olmadığı narsisistik dünyadan çıkmak için yaratılan bir ideale gönderme yapar; kaybedilen “mükemmelliği” bir nevi ikame eder. Benlik idealinin gelişimi olağan bir süreçtir ancak ne kadar büyük ve katı olduğu, yaşam içerisinde ne kadar belirleyici bir rolü olduğu önem kazanır. Freud’ a göre (1914/1964), benlik ideali daha sonra üstbenliğin bir parçası haline gelecektir ve bireyler benlik idealini sıklıkla bir gruba yansıtacaklardır. Başka bir psikanalist, ChasseguetSmirgel (1985) benlik idealini Freud’un tanımladığı gibi tanımlar ancak onu görece özerk bir yapı gibi de ele alarak bu idealin üstbenlikten ayrı olarak varlığını sürdürdüğünü öne sürer. Đdeolojik grupların hemen her zaman narsisistik bir fanteziye sahip olduğunu ve ilksel mükemmellik durumuna geri dönme arzusuna 42 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 sahip olduklarını vurgular. Zizek’in (2002) bahsettiği “şey” mefhumu benzer bir fanteziye atıfta bulunur gibidir. Freud ve Chasseguet-Smirgel’in kavramsallaştırmalarıyla devam edersek, her ikisinde de benlik idealinin narsisistik karakteri vurgulanır ve utanç duygularının kaynağı bu idealde aranır. Benlik ideali gruba yansıtıldığı gibi, grupların da kolektif bir ideal geliştirdiği öne sürülür. Bu ideal, milliyetçi söylemlerde büyüklenmecilikle karakterize olabileceği gibi aynı zamanda eksiklik ve güçsüzlük duygularının inkarından sorumlu olabilir. Bir tümgüçlülük eğilimiyle beraber giden böyle bir idealle özdeşleşmek ve bireysellikten vazgeçmek talep edilir. Bu noktada, bu idealle aşırı özdeşleşmek gerçekliğin çarpıtılmasına neden olabilir; çünkü gerçeklik, bir dereceye kadar yanılsamadan ibaret olan narsisistik anlaşmaya tehdit teşkil eder. Böyle bir idealle özdeşleşme, aynı zamanda kendi üzerinde düşünebilme, kendine eleştirel bakabilme ve etik değerlendirmeler yapabilmeyi de engelleyebilir. Grup üyeleri kendi eylemlerinin sorumluluğunu gruba yükleyip, böylelikle etik birtakım kaygılardan da kurtulmuş olur. Grup üyelerinin otorite ve itaat tutkusu, bu sayede bir nebze anlaşılabilir. “Her şeyi vatanım için yaptım” demenin bireysel ve toplumsal düzlemlerde kabul görmesi ve takdir edilmesi mümkün olurken, bu yönde bir ifade eylemlerin sonuçlarından duyulacak etik kaygıyı da bertaraf eder; toplumsal düzlemde bir suçlama ve cezalandırmaya da sıklıkla maruz kalmaz. Milliyetçi söylemlerde, benlik idealinin yansıtıldığı, diğer bir deyişle grubun benlik idealini temsil edecek bir lider de sıklıkla vardır; bu lidere sadakat ve itaat edilmesi beklenir, eleştiriye tabi tutulması söz konusu bile değildir. Bu lider, grup üyelerinin özdeşleşebileceği ve onları kimlik kaybından koruyabilecek biridir. Türkiye bağlamında, Mustafa Kemal Atatürk’ün böyle bir lider olduğunu söylemek herhalde pek şaşırtıcı olmayacaktır. Onunla özdeşleşmek ve onun ilke ve inkılaplarını kayıtsız şartsız benimsemek talep edilir ve toplumun pek çok üyesi de gönüllü olarak bunu yerine getirir. Nazlı Ökten’in (2006) belirttiği gibi siyasal/toplumsal talep ve şikayetler onun üzerinden ifade edilir, böylece Atatürk siyasal bir meşrulaştırma aracı haline getirilir. Ona getirilecek yeni yorumlar ve eleştiriler yasaklanır ve cezalandırılır; hatta bu suç yasalarca da tanımlanmıştır. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 43 Kolektif öykülerin işlevi Milliyetçi söylemlerde idealize edilen milli kimliğin tarihsel travmalar ve ülküleştirilen zaferlerle pekiştirilmeye çalışıldığını öne sürmek pek şaşırtıcı olmayacaktır. Geçmişte kazanılmış zaferler kolektif bellekte çoğu zaman mitleştirilerek canlı tutulmaya çalışılırken, tarihsel travmalar da benzer bir işleme tabi tutulabilir (Volkan, 1998). Geniş grupların maruz kaldığı travmalar hem bilinç hem de bilinçdışı düzeyde kolektif bellekte tutulurlar ve diğer kuşaklara her iki düzeyde de aktarılırlar. Gruplar, bu travmatik yaşantıyı bilinçdışı bir inkar mekanizmasıyla yok saymaya ya da bastırmaya çalışabileceği gibi mağduriyetle özdeşleşme ya da en iyi durumda bu yaşantıyı duygusal bir işlemeye tabi tutma yoluna gidebilirler. Bazı durumlarda travmatik yaşantıdan hiç bahsedilmezken, bazen de travmatik anı tekrar ve tekrar anlatılır, yeni kuşaklara aktarılır. Toplumsal düzeyde canlı tutulmaya çalışılan bu travmatik yaşantı ve kolektif belleği inşa eden anlatısı, kolektif kimlik için örgütleyici bir rol kazanır (Kestenbaum, 2003). Toplum içindeki egemen politik söylemler de bu belleğe dayalı olarak kendini yapılandırabilir ve konumlandırabilir. Her türlü durumda, travmatik olaya dair anılar bu yaşantının yoğunluğundan dolayı çarpıtılabilir ve farklı şekilde aktarılabilir, hatta fantezi ve gerçek birbirine karışabilir. Geçmişte maruz kalınan, yası tutulmuş veya tutulmayıp bastırılmış bu travmatik yaşantılar belli sosyo-politik bağlamlarda milliyetçi söylemler tarafından yeniden aktive edilmeye çalışılabilir. Bu tür durumlarda, geçmişteki mağduriyet etrafında milli kimlik güçlendirilmek istenir. Türkiye’deki milliyetçi söylemlerin Kurtuluş Savaşı öncesi koşullarına sıkça gönderme yaptığı, Sevr Anlaşması travmasına epey yüklendiği, bunu sürekli canlı tutmaya çalıştığı ve aynı zamanda yeni kuşakları mobilize etmek için de aktive ettiği rahatça söylenebilir. Mevcut sosyo-politik yapıların değişmesini beraberinde getirecek koşullarda ya da toplumda umutsuzluk ve çaresizlik yaratabilecek birtakım durumlar karşısında, gruplar, bireyler gibi, daha önceki gelişimsel örgütlenme düzeyine gerileyebilirler; bu tür durumlarda milliyetçi söylemler güçlenme eğilimindedir. Kristeva (1993), insanların toplumsal bir umutsuzluk ve çaresizlik hissi karşı- 44 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 sında, etnik veya milli kimliğe sarılmalarının ilksel cennete bir geri dönüş arzusu olduğu görüşünü paylaşır, bunu da narsisistik yanılsamaya geri dönüşün öznelerarası dünyadan daha güvenilir olduğu şeklinde açıklar. Böyle bir gerileme durumunda gruplar, tehdit hissini bir “düşman”a yönelterek ona karşı savaşmak için seferberlik ilan edebilirler ya da kendilerini bu tehditten koruyacak güçlü bir lidere gereksinim duyabilirler, bunu vaat eden söylemleri benimseyebilirler. Bion’un (1959) kavramsallaştırmasıyla bu tür grupların savaş-ya-da-kaç varsayımına göre örgütlendiği söylenebilir. Kernberg’in (1998) vurguladığı üzere, bu gruplarda gerçeklik çok basitleştirilebilir, oldukça basmakalıp bir düşünüş tarzı ve “siyah-beyaz” düzeyde bir etik anlayış hakim olabilir. “Ya bizdensin ya onlardan”, “ya şu kutuptansın ya da bu kutuptan”, “ya vatanını seviyorsun ya da vatan hainisin” gibi daha da çoğaltılabilecek cümlelerde bu tür anlayışın izleri bulunabilir. Bion’un kavramsallaştırmasını genişletmeye çalışan Turquet, bireylerin yoğun uyaran ve tepki bombardımanına maruz kaldıkları yeni süreçlerde kimliklerini kaybedeceklerine ve yok olacaklarına dair kaygı yaşayabildiklerini ifade eder. Bu tür durumlar neler olabilir? Mevcut düzeni herhangi bir biçimde tehdit eden yeni sosyo-politik koşullar, örneğin Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci ya da yoğun iç göçlerin beraberinde getirdiği yeni karşılaşmalar. Turquet’e göre böyle bir durum karşısında kişiler kendilerini yalıtma ya da kendilerini güvende hissedecekleri bir homojen birlik yaratma eğilimi sergileyebilirler (Akt. Hopper, 2003). Frosh’un (2001) “teklik” arayışı olarak tanımladığı durum bu eğilimle benzerlik gösterir. Frosh bu arayışın regresif bir itki olduğunu hatırlatır ve genellikle de köktenci ideolojilerde yaygın olduğunu belirtir. “Biz”in dışında kalan “diğerleri”, bu birlik fantezisinin sürdürülmesine tehdit teşkil eder, kirlenme ve yozlaşma korkusu yaratır. Narsisistik dünya, çatışmanın ve hayal kırıklığının olmadığı, homojen bir dünya yanılsamasından ibarettir. Elbette bu narsisistik fanteziler çökmeye mahkumdur; bundan ise nefret edilen diğerinin sorumlu tutulma ihtimali yüksektir. Böylece, milliyetçi tutumların ne kadar güçlü, dayanıklı ve kendi kendini yeniden ve sürekli inşa eden dinamiklere sahip olduklarını anlamaya biraz daha yaklaşmış oluyoruz. Peki bu söylemlerin gücü nasıl kırılır? ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 45 Uzun ve sabırlı bir mücadele gibi görünüyor. Yazının başında Judith Butler’den alıntıladığımız öneriyle başlayabiliriz belki de. Kaynakça Balibar (2000a). Irkçılık ve milliyetçilik (N. Ökten, Çev.). S. Dolanaoğlu & S. Sökmen (Ed.), Irk ulus sınıf: Belirsiz kimlikler içinde (ss. 50-87). Đstanbul: Ayrıntı. Balibar (2000b). Bir “yeni-ırkçılık” var mı? (N. Ökten, Çev.). S. Dolanaoğlu & S. Sökmen (Ed.), Irk ulus sınıf: Belirsiz kimlikler içinde (ss. 25-38). Đstanbul: Ayrıntı. Bion, W. R. (1959). Experiences in groups and other papers [Elektronik versiyon]. Psychoanalytic Electronic Publishing, 1-191. Brown, D. (2000). Contemporary nationalism : Civic, ethnocultural, and multicultural politics. New York: Routledge. Butler, J. (2005a). Kırılgan hayat: Yasın ve şiddetin gücü (B. Ertür, Çev.). Đstanbul: Metis. Butler, J. (2005b). Đktidarın psişik yaşamı: Tabiyet üzerine notlar (F. Tütüncü, Çev.). Đstanbul: Metis. Chasseguet-Smirgel, J. (1985). The ego ideal: A psychoanalytic essay on the malady of the ideal (P. Barrows, Çev.). London: Free Association Books. Erikson, E. H. (1956). The problem of ego identity. Journal of the American Psychoanalytic Association, 4, 56-121. Freud, S. (1930). Civilization and its discontents. In J. Strachey (Ed. & Çev.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (Cilt 21, ss. 57-146). London: The Hogarth Press. 46 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Freud, S. (1964). On narcissism: An introduction. In J. Strachey (Ed. & Çev.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (Cilt 1, ss. 67-102). London: The Hogarth Press. (Orjinal çalışma 1914’te yayınlanmıştır). Frosh, S. (2001). Psychoanalysis, identity and citizenship. N. Stevenson (Ed.), Culture and citizenship içinde (ss. 62-73). London: Sage Publications. Grinberg, L., & Grinberg, R. (1974). The problem of identity and the psychoanalytical process. International Review of Psycho-Analysis, 1, 499-507. Hopper, E. (2003). Traumatic experience in the unconscious life of groups: A theoretical and clinical study of traumatic experience and false reparation [Elektronik versiyon]. Philedelphia: Jessica Kingsley Publishers. Kernberg, O. F. (1998). Ideology, conflict, and leadership in groups and organizations. New Haven: Yale University Press. Kestenbaum, C. J. (2003). Memory, narrative and the search for identity in psychoanalytic psychotherapy: a second chance. Journal of American Academy of Psychoanalysis, 31, 647-661. Klein, M. (1946). Notes on some schizoid mechanisms. International Journal of Psycho-Analysis, 27, 99-110. Klein, M. (1975). Envy and gratitude. M. M. R. Han (Ed.), Envy and gratitude and other works 1946–1963 içinde (ss. 176-235). [The International PsychoAnalytical Library, 104, 1-346 Elektronik versiyonundan]. (Orjinal çalışma 1957’de yayınlanmıştır). Kristava, J. (1993). Nations without nationalism. New York: Columbia University Press. Ökten, N. (2006). Ölümsüz bir Ölüm, sonsuz bir yas: Türkiye’de 10 Kasım. E. Özyürek (Ed.), Hatırladıklarıyla ve unuttuklarıyla Türkiye’nin toplumsal hafızası (2. baskı.) içinde (ss. 325-346). Đstanbul: Đletişim. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 47 Parla, T. (1993). Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de korporatizm (F. Üstel & S. Yücesoy, Ed.) Đstanbul: Đletişim. Rousillon, R. (2002). Topluluk karşısında tek başına olma yeteneği (Y. Aksu, Çev.). B. Habip (Ed.), Bensizbiz: Topluluk zihniyetinin psikanalizi içinde (ss. 323-344). Đstanbul: Đthaki. (Orjinal çalışma 1999’da yayınlanmıştır). Rustin, M. (1991). The good society and the inner world: Psychoanalysis, politics and culture. London: Verso. Tajfel, H., & Turner, J. C. (1986). The social identity theory of inter-group behavior. S. Worchel and L. W. Austin (ed.), Psychology of Intergroup Relations içinde (ss. 7-24). Chigago: Nelson-Hall. Volkan, V. D. (1998). Bloodlines: From ethnic pride to ethnic terrorism. Colorado: Westview Press. Zizek, S. (2002). Milletinin keyfini çıkar: Kendinmiş gibi! B. Somay & T. Birkan (Haz). Kırılgan temas: Slavoj Zizek’ten seçme yazılar içinde (ss. 211-258). Đstanbul: Metis. Teşekkür: Yüksek lisans tezim bağlamında kaleme aldığım bu makaleye katkısı için Murat Paker’in adını anmak isterim. Đnsan bilimleri, olgu değer sorunu ve akademik bilimlere yansıması1 Canani Kaygusuz Đ nsanı merkeze alan tüm çalışma alanlarının, insanla ilgili bilgi üretmeye yönelişi binlerce yıl geriye götürülebilir. Ancak bu bilgi üreten kişilerin bilgi üretme süreçlerinde sistematikliği önemsemesi daha geç dönemlere rastlamaktadır. Bilim tarihine bakıldığında özellikle 16. yüzyıldan başlayarak daha karmaşık hale gelen toplumsal ilişkiler sisteminde insanı anlamaya çalışan düşünürlerin, dönemin değişen paradigmasına uygun biçimde insanla ilgili bilgi edinme süreçlerini daha fazla öne çıkardıkları görülür. 16. yüzyıldan itibaren öncelikle evrene ve dünyaya ilişkin egemen düşünceleri sarsan, dünya ve evrenin işleyiş yasalarını keşfeden, giderek toplumların işleyiş yasalarının da keşfedilebileceği düşüncesinin egemenleşmesiyle toplumun işleyiş yasalarını keşfe yönelen ve en sonunda insanın kendisine odaklanarak insan davranışının yasalarını araştıran bilimlerin devreye girmesi, yaklaşık altı yüz yıllık bir dönemin aşamalı gelişimine tekabül eden bir durumdur. Bu süre içinde, dünyayı, evreni, toplumu ve bireyi anlama çabaları farklılaşmış, önceki dönemlerin tüm bu alanlardaki teolojik ve metafizik anlayışları yerini başka bir anlayışa bırakmıştır. Đnsanlık tarihinin uzun evrimsel doğası ve bunun düşünce alanına yansıması göz önüne alındığında, son altı yüzyıllık süreç, aslında oldukça kısadır. AnBu yazı, yazarın Türk Psikoloji Bülteninin 37. sayısında yayınlanan “Sokağın Dili ve Đnsan Bilimlerinin Münzeviliği” başlıklı yazısının yeniden gözden geçirilmiş halidir. 1 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 49 cak bu altı yüzyıllık yeni dönem (yani aşamalı olarak ticaretin yaygınlaşması, sanayi devrimi, ulusal burjuvazinin kendini ulus devletler aracılığı ile iktidara taşıması ve giderek kapitalist uygarlığın daha güçlü sömürü için –iki büyük paylaşım savaşı da dâhil olmak üzere–) pratiklerinin sonuçları üzerine düşünüldüğünde, kısa olmasına rağmen bu dönemde diğer dönemlerden farklı olarak, yaşamın bütün alanlarında muazzam değişimlerin olduğu ve değişim sürecine ilişkin kendi bilgi birikimini hızla oluşturarak bu birikimi dünyanın dört bir yanına yaydığı anlaşılır. Düşünce tarihinin bu kısacık döneminde toplumsal yaşamın her alanında meydana gelen bu değişimlere ilişkin bilgi üretilmesi ve üretilmiş bu bilginin kendini yeniden üretebilmek üzere dünyanın dört bir yanına yayılması için, öncelikle düşünce üretiminin önünde var olan engellerin aşılması gerekliydi. Aydınlanma Dönemi olarak bilinen ve “hür düşünce” söylemine sarılarak geliştirilen bu süreçte, dine dayalı, mistisize ya da çoğunlukla metafizik düşünce kalıplarının kırılması; dogmaların sarsılarak toplumsal ilişkilere yeni bir biçim verilmesi hedeflendi ve kapitalizm kendi doğasına uygun yeni bir paradigma yarattı. Önceki dönemin toplumsal ilişkilerini düzenleyen ve kendi dönem ilişki sistemlerinde sömürü ağını derinleştiren metafizik düşünce paradigmasının yerini, genel olarak bir mantıkçılık/akıl yoluyla bilgiye ulaşma paradigması aldı. Bu dönemde sanatta, edebiyatta ve yeni rüşt ispatına girişen çeşitli toplumbilimsel çalışmalardaki sonları “izm”le biten bütün okullar, ekoller vs… önceki dönem paradigmasının yıkılması, tamamen yıkılamadığı durumda da kendi sınırlarına çekilmesi ve yerine yeniş bir paradigmanın yeni dönem ilişkilerini biçimlendirmek üzere geçmesi bu süreçte meydana geldi. Aslında oldukça karmaşık duran bu süreci burada ayrıntılandırma şansı, bu yazı özgülünde pek olmasa da, sonuçta adına bilim denilen "pozitivist paradigmanın" var oluş seyri böyle gelişti ve bu her dönemin kendi üretim koşullarının ürettiği üst yapı alanları gibi bir alan olarak toplumda belli işlevler üstlendi. Bugün “hikmetinden sual olunamaz” görülen ve “nas’a dayalı bilgiye” karşı yaratılan “bilimsel bilgi”, böyle bu süreçte deneycilik, sistematik gözlemler, görgül 50 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 araştırmalar aracılığı ile üretilen bir bilgi alanı olarak kendini toplum içinde kurumsallaştırdı. Bu süreçte, herhangi bir konuya ilişkin ileri sürülen bilginin doğruluğunu destekleyecek kanıtların mutlaka gösterilmesi, iki olay ya da olgu arasında ilişki olduğu iddia ediyorsa bu olaylar ya da olgular arasındaki bağı kanıtlayacak gözleme veya deneye dayalı verilerin olması, yeni dönemde ileri sürülen “bilginin inandırıcılığı” için vazgeçilmezler olarak kabul edildi. Daha açık anlatımla olgusal olmayan hiçbir bilginin güvenilir olmayacağı hızla toplumlara yayıldı. Ve düşün adamları için asıl sorun da bundan sonra başladı. Çünkü olgusal bilginin tarafsız olduğuna/objektif olacağına kitleler inandırılmaya çalışırken ve olgusal bilginin “değer yükü” taşımayacağı öngörülürken, o bilgiyi üreten insanın “değerden arınık” olacağı varsayıldı. a) Đnsan bilimlerinde olgu-değer sorunu ya da değer yükünden bağımsız bilgi mümkün mü? Teolojik ya da metafizik bilginin yerine “olgusal/bilimsel bilginin” konulması çabasının neye hizmet ettiği sorusunun yanıtını bir kenara bırakarak, bu sürecin ya da “pozitivist paradigmanın “bilimsel bilginin değerden arınık olduğu” propagandif söylemi analiz edildiğinde, aslında bunun gündelik hayatta karşılığının olmadığı ya da bu önermenin kendisinin “olgusal dayanaktan” yoksun olduğu görülür. Fizik bilimlerde bile, olgular saptanırken ya da olgular arası ilişkiler çözümlenirken, eldeki araçların sonucu ne kadar etkileyebileceği aşikârken, (örneğin uzay gözlemleri için kullanılan aletlerin keskinliği gözlem sürecini etkilemektedir, keza gene dünya ve evren tasarımı için yeni bir takım bilimsel kanunlar öne sürülürken bile bir çok varsayımdan –ki varsayım olgusal değil kurgusaldır– yola çıkıldığı bilinirken) özellikle insanbilimlerinde gözlem alanına giren her durumu, olgusal bilgi katına yükseltmek neredeyse teorik olarak bile imkansızdır. Đnsan bilimlerinin uğraş alanı, insana dair tüm etkinliklerdir. Bu bağlamda içe dönük “düşünme” faaliyetlerinden, en dışa yönelmiş “eyleme” faaliyetine kadar her şey bu bilim alanının kapsamına girer. Đnsanla ilgili bu denli bütünlüklü çaba pratik olarak gerçekleştirilebilecek bir şey olmadığından, insana iliş- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 51 kin bilgi üretme çabası özellikle son üç yüz yıldır çeşitli sosyal bilim alanlarında sürdürülmektedir. Ve her geçen gün bu sosyal bilim alanları yeni alt alanlar ve giderek da “bağımsız” bilim alanları halini almaktadır. Geniş bir alanda bilgi üreten insan bilimlerinin (özelde psikolojinin) konusu ne olursa olsun, yani ister bilinçdışına-ister davranışa, ister bireyin kişisel süreçlerine ve bu anlamda patolojisine-ister kişilerarası ilişkilerine ve bu anlamda normalliğine yönelsin, insanla uğraşması nedeniyle karşısında sürekli devingen bir “bilgi nesnesi” vardır. Kaldı ki, insan bilimleri sadece o bireyi ve bireyin dış dünyayla ilişkisini değil, bir bütün olarak o bireyin içine doğduğu kültürel bağlamı ve bu kültürel bağlamda meydana gelen değişimleri de incelemekle yüz yüzedir. Bu anlamda, insan bilimlerinin devingen “bilgi nesnesi” kültürel bağlamda da yeniden devingenleşmektedir. Bu denli devingen bir “bilgi nesnesi” üzerinde uzun süreli geçerliliği olacak bilgi üretmek doğal olarak zordur. Bu doğal zorluğun yanına, bir şekilde, bilim insanının kendi dar alanında “uzman” olması ve başka birçok şey anlamına gelebilecek olan bir olgusal durumu gözlerken/incelerken “uzman körlüğü”ne yakalanması eklemlenebilecektir. Đnsan bilimleriyle uğraşanların, “uzman körlüğü” içine düşmedikleri, gerçekten de geniş alanda (eskinin “filozofvari”) bilgisi olan ve dünyaya ve insana mümkün olduğunca makro bakabilmek için ciddi çabaları olduğunu varsaysak bile, bu alandaki bilim insanlarının kendileri de insandır ve kendilerini etkileyen geçmiş ilişkili sistemleri, kişilik özellikleri, politik ya da kültürel haritaları vardır ve dünyayı, insanı anlamayı denerken bu haritalarını kullanmak durumundadırlar. Yani, en yetkin olduğunu düşündüğümüz bilim insanlarının bile olaylara bakarken ya da olgular arasında ilişkiler kurarken tarafgir olma eğilimlerinin olacağı bilinmektedir. Ek olarak bilim insanın gözlem alanına giren olguları seçmesinde “kritik yaşam olaylarının” etkisinin olduğu da söylenmektedir. Örneğin, erken çocukluk döneminde yaşanılan travmalara bağlı olarak şekillenen kişilik özelliklerinin mesleki tercihleri dahi etkilediği iddia edilmektedir. Bir bilim insanının bilim insanı olurken hangi alanda neye odaklanarak çalışacağı birçok gelişmiş ülkede bile tesadüflerden etkilenmekteyken, Türkiye gibi ülkelerde çoğu 52 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 kez bu tamamen tesadüflere bırakılmıştır. Bu konuda herkesin kişisel örnekleri ya da yakın çevre örnekleri vardır. Ve kaldı ki Türkiye gibi ülkelerde, bilim insanlığı ile akademik çalışmalar yürüten akademisyenlik çoğu kez aynı anlama gelecek şekilde kullanıldığından ve akademilerin insan bilimleri alanına giren sorunları irdelemeye ne kadar istekli olduğu da kuşku götürür olduğundan insan bilimleri alanında çalışanların ürettiği bilginin “olgusal” olduğu ve “değer yükü taşımadığı” iddiası daha da sorgulanabilir anlama gelmektedir. Aslında dünyada ve Türkiye’de meydana gelen ve herkesin dikkatini bir biçimde çekmesine rağmen üzerinde çalışmaya istekli pek fazla bilimi insanı olmayan o kadar çok insansal olgu vardır ki, bilim insanlarının bu olguları incelemekten uzak durması veya bu olguları ele alış tarzlarındaki “olgu çarpıtıcı” eğilimlerinin varlığı bile tek başına bir “değer” probleminin varlığını göstermektedir. Aşağıda son yıllarda Dünya’da ve Türkiye’de meydana gelen bazı toplumsal olaylardan yola çıkılarak, bilim insanlarının bu olguların neresinde durdukları ve bunun bir “olgu-değer” sorunu olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceği somutlaştırılmaya çalışılmıştır. b) Dünya’da ve Türkiye’de gözlem alanına giren bazı olgular ve insan bilimlerinin durumu üzerine kısa notlar Son yıllarda tüm dünyada kendilerini dışlanmış hissedenler ya da “yeryüzünün lanetlileri”nin geniş bir kısmı sokakta. Ve onlar artık bilimi ve bilimin kendileri için ne diyeceğini fazla umursamıyorlar. Kendi dillerini yaratıp, kendi dilleri üzerinden mesaj iletmeye çalışıyorlar. Tüm dünyada sokakta kendi dilleriyle bir yerlere mesaj göndermeye yönelenler, bilim insanlarının durumu görmezden gelmelerine aldırmaksızın, konu üzerine düşünen herkesin sezgisel yollarla keşfedebilecekleri bir sürecin içine dünyanın çekildiğini; bu sürecin yakında bütün dünyayı daha derinden kasıp kavuracağını alenen ifşa ediyorlar. Küreselleşme karşıtı hareketler olarak bilinen ve her yıl gelişmiş ülkelerin dünyada pay alma girişimleri konusunda yeniden uzlaşmak için bir araya gelerek yaptıkları toplantıları protesto etmek amacıyla sokakta yatıp kalkan bir grup ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 53 insan var ve onlar yıllardır insanın ilgisini, insanın kendi geleceğine çekmeye çalışıyorlar. Avrupa’da daha çok da Fransa’da daha bir iki yıl önce gençler, yeniden düzenlenen çalışma yasasında, genç çalışanların çalışma koşullarını ağırlaştıran ve iş güvencelerini önemli oranda ortadan kaldıran yasa maddelerine tepkililer ve bu yasanın geri çekilmesi için günlerce sokaklarda yatıp kalktılar. Keza aynı Paris sokakları birkaç yıl önce, onlarca yıl öncesinden Cezayir ve Tunus’tan göçerek Fransa’ya yerleşen ama bir türlü Fransa’yla eklemleşemeyen ailelerin bugünkü genç çocuklarının eylemlerine sahne oldu: Ataları Fransa’ya o dönemin Fransa sömürgesi olan Cezayir ve Tunus’tan göç edenlerin ikinci kuşak torunları, kendilerinin bugün Fransa’da tutuldukları konumdan memnuniyetsizliklerini ifade ederek Paris’in sokaklarını kendi içlerinde yıllardır yayan “dışlanmışlık ateşi” gibi yaktılar. Hemen burnumuzun dibinde altıncı yılını dolduran bir işgal süreci yaşanıyor. Ve zaman zaman Irak’ta olup bitenler bazı ülkelerde sokaklarda protesto gösterilerine yol açıyor. Sokaklardaki bu insanlar, savaşın sürdürülmesine karşılar. Bunların bir kısmı savaş çıkmadan önce de sokaktaydılar ve savaşın çıkmasına karşıydılar. Geçmişte savaşa karşı çıkanlar, ABD ve müttefiklerinin savaş gerekçelerinin birer söylence olduğunun bilincindeydiler. Bugün savaşın sürdürülmesine karşı olanlar ise, ABD ve müttefiklerinin savaş gerekçelerinin ortadan kalktığını, çünkü bu gerekçelerin “uydurulmuş” olduğunu fark etmiş vaziyetteler. Bugün savaş karşıtı gösterilere yönelenler, Ortadoğu ve Kafkasya’daki doğal gaz ve petrol rezervlerinin (tabi altın gibi değerli metallerin de) paylaşılmasını ve Ortadoğu ve Kafkasya üzerinden dünyanın “merkez” ülkelerinin ucuz üretimiyle “başbelası” haline gelen ve kapitalizmin pazar alanında sıkışmasına neden olan Çin’in kuşatılmasını hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) ilk adımı olarak sahneye konulan Afganistan ve hemen ardından Irak çıkarmalarının, dünya kamuoyuna insanlıkdışı savaş görüntüleri ve bu görüntülerin dehşeti ve nefreti dışında hiçbir şey bırakmamaklarını görmeye başladılar. Gelinen noktada, savaşın insanlıkdışı sonuçlarıyla daha fazla yüzleşen, başta ABD olmak üzere birçok ülkede çocuklarını savaşta yitiren anneler bile, kendi ülkelerinin politikalarını ve politikacılarını sorgulamaya ve geniş kitlelere sorgulatmaya yöneldiler. Bu bağ- 54 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 lamda dünya üzerinde bizzat savaşan ülkelerin saldırgan tarafını temsil eden ülkelerin kendi kamuoyu bile sokakta. Uzatmaya gerek yok ama, savaş bölgelerinden kaçanların ya da önceki yıllarda kendi ülkelerinde yaşadıkları yoksulluktan kurtulmak için, kendilerine daha iyi olanaklar sunacaklarını varsaydıkları “merkez” ülkelerine göç edenlerin gittikleri ülkelerde içine düştükleri durum; dışlanmışlıklarla, aşağılanmalarla yaşamak zorunda bırakılan “mülteciler”/”göçmenler”, sokaklarda yaşarken ya da kamyonlarla istif edilip taşınırken insanlık tarihinin ilginç görüntülerini bizlere sunuyorlar. Globalizm adı altında sürdürülen ve demokratik söylemlerle süslenen geçkapitalist sürecin, yoksul ülkelerde yarattığı tahribatlar her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor ve yoksulluğu derinleştiren, zaten sorunlu olan sosyal dengeleri alt üst eden bu süreçte yoksul ülke halklarının birbirini boğazlaması için bir çok kirli faaliyet yürütülüyor. Şaşkınlaşmış insanlar, depremi hisseden ama kaynağını bilemediği için sadece kaçışan ve gözü hiçbir şeyi görmediği için uçuruma doğru koşan atlar gibi bir yerlere koşuyorlar… “Reel politik durum” adı altında yürütülen devletlerarası ilişkilerde, kitleler Orwell’in 1984 romanındaki insanlara dönüşüyor; kimin dost kimin düşman olduğu kitlelerin kafasını sürekli karıştırıyor; kendi geleceklerinden emin olamayan ve sürekli tehdide maruz bırakılan kitleler, “özne” konumunu genel ekonomik, toplumsal/kültürel, politik ve psikolojik nedenlerle hızla yitirip, “obje” ya da “şey”e dönüşüyor. Bu süreç bireylerin geri çekilmesine ve geçmişin “tatlı hülyalarına” kapılıp muhafazakârlaşmasına yol açarak, insanları kendini sıkıştırdığını varsaydıkları tüm toplumsal kurumlara yönelik şiddet sarmalının içine çekiyor. Geç-kapitalist dönemin kâr hedefli ilişki sistemleri yoksul ülkelerde yaşayan kitleleri (Türkiye’yi de içine alacak şekilde) iki kutuplu ilişki sistemleri içine çekip insanların birbirlerine yönelik önyargılarından derin düşmanlıklar yaratmak için akla ziyan kurgular yaratıyor. Son iki yıldır giderek daha fazla açığa çıkan ve en son “Ergenekon” ve “AKP’nin kapatılması” davalarıyla belirginleşen ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 55 ilginç gelişmeler toplumda derin huzursuzluk ve kaygı yaratıyor ve bir süre sonra insanlar bu kaygıyla baş edebilmek için duyarsızlık tepkileri geliştiriyor. Kürt Sorunu ekseninde yürüyen iki kutuplu durum ve her an halkların çatıştırılması eğilimi, Laik-Anti-laik bağlamda yeniden kurgulanıyor. Demokrasi adına hareket ettiğini iddia eden AKP hükümeti, kendileri gibi düşünmeyenlerin demokratik taleplerini görmezden geliyor ve dahası bastırıyor. “Bu türden makro toplumsal olgular karşısında insanbilimleri neler yapıyor?” sorusunun yanıtı çoğu kez muallak. Hatta bu türden durumların dillendirilmesi bile insan bilimlerinin bazen canını sıkan olaylar olarak değerlendirilebilir. Çünkü insan bilimleri (özelde psikoloji) bu türden olayları politik olaylar olarak algılıyor ve kendini “politika-dışı” tutmak adına bu olgulardan uzak kalarak, aslında kendi “olgusal bilgi” üretme misyonuna ihanet ediyor. Ama insan bilimlerinin kendi temel anlayışına ilişkin ihaneti bu türden makro olgularla da sınırlı kalmıyor. Bazen daha minimal düzeyde bilgi üretmeye yönelirken de gözlem alanına çektiği bir durumu etkilediğini varsaydığı ilişkileri incelerken, o değişkenleri istediği biçimde seçip maniple edebiliyor. Bugün özellikle Türkiye’de herhangi bir alanda üretilen bilginin “kıymeti” o bilginin “mantıksal pozitivist bilim paradigması”2 na bağlı kalınarak elde edilmediğiyle ölçülmekte ve araştırıcının ölçmek istediği şey her ne ise sadece o alanlardaki ölçümleri kapsayan sayısal verilerle sınırlı hale gelmektedir. Mantıksal pozitivist bilgi yöntemi, bilindiği üzere, ölçmeye, ölçüm sonuçlarını sayısal verilerle ifade etmeye, sonuçları istatistiksel işlemlere tabi tutmaya dayalı olan ve ölçümü yapılan “olgu”nun tekrarlanabilir biçimde yeniden gözlem/ölçüm alanına girmesinin mümkün olduğu durumda, o bilginin “bilimsel bilgi” olabileceğini varsayar. Bu bağlamda bu bilgi edinme yöntemi, uygun araçlar geliştirilerek ölçülemeyen her türden olguyla ilgili öne sürülen bilgiye kuşkuyla yaklaşır. Dahası ölçümler gerçekleşene kadar bazen konuları da bilim alanının dışına atar. Mantıksal Pozitivizmle ilgili olarak ayrıntılı bilgi için bkz. Sibel.A. Arkonaç, Psikolojide Đnsan Modelleri. Alfa Yayınları 1999, Đstanbul; Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi. Remzi Kitapevi,1992, Đstanbul. ; Jürgen Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine. Kabalcı Yayınevi,1998, Đstanbul; Hasan Şimşek, Paradigmalar Savaşı (Kaostaki Türkiye), Sistem Yayıncılık, 1997, Đstanbul. 2 56 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Böyle olunca sadece gözleme dayalı olarak öne sürülen bilgileri çoğu kez “sezgisel bilgi” olarak değerlendirir ve bu türden bilgilere yeterli oranda “bilimsel kıymet” vermez. Mantıksal pozitivist paradigma ile yapılan çalışmaların olguları açıklama gücü konusundaki yetersizlikleri üzerine ayrıntılı tartışma yürütmek bu yazının sınırlarını zorlasa da, sayısal verilerin kullanılmadığı her durumu, “bilimsel anlamda kıymetli olamayan bilgi” olarak değerlendirmenin, bilimsel uğraşın alanını daraltma dışında bir işleve sahip olamayacağını öne sürmek mümkün. Nitekim psikolojinin evrilmesine olağanüstü katkılar sunan ve bugün gelinen noktada halen “mantıksal pozitivist” bilim paradigması dışında yöntemlerle insan üzerinde bilgi edinmeye yönelen ve insanın (ağırlıklı bilinçdışı süreçlerinin onun tüm yaşamını nasıl etkilediğine odaklanarak) bilinçdışını gözlem nesnesi haline getiren psikanaliz üzerine düşünüldüğünde bile, farklı yöntemlerle insanla ilgili “kabul edilebilir bilgi” üretmenin mümkün olacağı anlaşılır. Ne var ki, hem bu durum, hem de toplumsal olguların tasavvur edilemeyecek kadar çoklu değişkenin bir sonucu olduğu ve bu çoklu değişkenlerin sonuç üzerinde etkileri araştırılırken araştırmacının çoğu kez “keyfi” değişkenlere odaklanacağı ve “sansürlediği” değişkenleri devre dışı bırakacağı da bilindiği halde, gene de genel olarak bilim adamlarının yöntemsel olarak pozitivizme tapınması, egemen kurgu olarak psikolojinin özellikle akademi camiasında da devam etmektedir Bugün yukarda ifade edilmeye çalışılan karmaşık ve sancılı toplumsal olgularla ilgili mantıksal pozitivist yöntemlerle de elbette irdeleme ve araştırmalar yapılabilir. Sözgelişi, grupların gerek birbirlerine gerek dış gruplara yönelik tutumları; bu tutumların bireylerin birbirleriyle ilişkilerini nasıl etkilediği; (Frankfurt Okulu’nun Otoriteryan Kişilik ve Aile Üzerine çalışmalarından hareketle) bu tutumların birey kişiliğinde birbirleriyle ilişkili yeni bir örüntü oluşturup oluşturmadığı; toplumsal yaşam içinde farklı politik ideolojik duruşun kökenleri vs… türünden konularda bilgi edinmek pozitivist yöntemlerle pekâlâ mümkün olabilir ve olmaktadır. Nitekim yaklaşık son 10 yıldır Türkiye’de de bu türden çalışmalar sürdürülmeye başlanmıştır. Ancak, Türkiye’de bu alanlarda çalışmalar yürütü- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 57 lürken grupların tanımlanması bile sorun haline gelebilmekte; pozitivist paradigmanın çok beğendiği deyişle sonucu etkileyeceği varsayılan “bağımsız değişken” tanımlarının yapılması ya da seçilmesi dahi sorun oluşturabilmektedir. Sözgelişi Diyarbakır’da, Batman’da, Sakarya’da, Bozhöyük’te, Đstanbul’da… meydana gelen olaylarda “birbirlerini dış grup olarak algılayan ve çoğu kez ‘öteki’ni şiddet nesnesine dönüştüren” grupları tanımlarken, bu grupların adını etnik temele göre Türkler veya Kürtler ya da etnik kökeni ne ise o şekilde koymak ve bireyin etnik kökeninin bu olayların gerçekleşmesinde rolü olup olmadığını incelemeye kalkışmak ya da yine sözgelişi, farklı etnik aidiyetleri olan kişilerin bu türden olaylara yönelik tutumlarını etnik aidiyetlere göre incelemeye yönelmek, ne yazık ki Türkiye’de sosyal bilimlerin ya da insan/tin bilimlerinin halen sorun olarak algıladıkları araştırma durumu olma özelliğini korumaktadır. Yani, Türkiye’de insan/tin bilimleriyle uğraşan bilim adamları, halen yöntemsel sorunların da ötesinde, pozitivist yöntemle bilgi elde etmeye çalıştığı her durumda bile, irdelemek istediği konulara etki etmesi muhtemel “bağımsız değişkenleri” dahi tanımlamakta güçlük çekmekte, egemen ideolojinin “yasaklı/mayınlı” alan ilan ettiği çalışma alanlarında araştırma yürütürken bir cambazın dikkatiyle kavram seçmek ya da kavram uydurmak zorunda kalmaktadır. Bu ifade edilenleri daha da somutlamak üzere hayali ama bir o kadar da her an gerçek olabilecek bir araştırma tasarısından yola çıkmak gerekirse: Varsayalım ki bir araştırmacı, göç alan herhangi bir ilde, köyden kente göç eden ve kentte evlenmek istediği erkekle evlenmesi aile üyeleri tarafından engellendiği için intihar eden çok sayıda genç kızın olduğunu gözlemledi ve konuyu irdelemeye yöneldi. Büyük bir ihtimalle bu araştırmacı, kadınların üzerinde erkek baskısını, ailenin yapısını otoriterliğini, evlendirilmek istemeyen kızların sevdikleri gençlerin işlerinin ve kızların ekonomik bağımsızlığının olup olmadığını vs… sonucu etkileyen bağımsız değişkenler olarak ele alacak; ancak bu araştırmacı belki de sonucu tüm bu değişkenlerden daha fazla etkileyen “aileler arasında mezhep farklılığını” büyük olasılıkla gündemine almayacaktır. Araştırmacı olayın geçtiği yerde çeşitli yöntemlerle bilgi toplarken, gençlerin mezhep farklılıkları nedeniyle evlendirilmediklerini, ailelerin kendi mezheplerinden olmayanlarla 58 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 akraba olmak istememeleri nedeniyle bu tür evliliklere karşı çıktığı bilgisine ulaşsa bile, mezhep farklılıklarını büyük bir olasılıkla bağımsız bir değişken olarak çalışmasına dahil etmeyecektir. Çünkü bir çok araştırmacı için, mezhep farklılığından dolayı gençlerin evlendirilmeyebileceği hipotezine odaklanmak, sanki politik bir konuyla uğraşmaya kalkışmak gibi bir anlam ifade edecektir. Türkiye toplumunun bir kez, etnik ya da mezhepsel olarak “tekleştirilip”, toplumun ezici çoğunluğunun Türk ve Müslüman olduğu kabul edilince, herhangi bir toplumsal olayın açıklanmasında bu söylemi sarsacak herhangi bir kavramın kullanılması, konuya odaklananlar için politik bir anlam içeriğine sahip olacaktır. Böyle bir durumda toplumu “tekleştiren” söylemi sorgulamadan kabullenmenin mi, yoksa söylemin dışında duran ve söylemi yalanlayan toplumsal gerçekliğin ifade edilmesinin mi politik olacağı sorusu ise, çoğu kez araştırmacının uğraşmaktan uzak duracağı gereksiz bir problem halini alacaktır. Kısaca toparlamak gerekirse, toplumsal yapı ile ilgili araştırma yapmaya çalışan bilim insanlarının önemli bir kısmı için, toplumsal olgulardan daha ziyade bu olguların araştırmacının zihninde nasıl kurulduğunun daha önemli olduğu her durumda, bilimler için vazgeçilmez olan nesnel bilgi üretilmesinin tek yöntemi gibi algılanan “mantıksal pozitivist yöntemle” bile olgusal bilgi elde etmek neredeyse imkânsızdır. Çünkü araştırmacının “zihninde yeniden kurulan toplumsal gerçeklik” çoğu kez ideolojik olmanın ötesine geçememektedir. Yukarda ifade edilmeye çalışıldığı üzere, toplumsal grupların etnik ya da mezhepsel özelliklerinin toplumsal araştırmalara, birer bağımsız değişken olarak bile sokulmasının çoğu kez sorunlu olduğu bir durumda, insan/tin bilimlerinin ilgilendiği konularla ilgili tarafsız ve tutarlı bilgi edinmenin olanaksızlığı hemen görülebilir. Ayrıca, bilim insanlarının çoğu kez “bilimi politikaya bulaştırırız” ve “bilimin objektifliğine gölge düşürürüz” (ki bilimin objektif olup olamayacağı ya da bilimin bilgi edinme süreçlerinin tarafsızlığı kuşkuludur ve esasen bilimin ve bilim adamının objektiflik adına tarafsız kalması bile çoğu durumda egemen söylemin tarafı olması anlamına gelmektedir) kaygısıyla, egemen söyleme denk düşmeyen olguları görmezden gelmesi nedeniyle de insan/tin bilimlerinin ürettiği bilginin nesnelliği tartışılabilir. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 59 Yukarda ifade edilmeye çalışılan toplumsal ilişkiler sisteminde, örneğin Türkiye’de herkes Aleviler ve Sünniler arasında birbirlerine yönelik önyargıların olduğunu “sezgisel yollarla” ve kendi yaşamlarından bilir, ama bir tek toplum bilimleri bunu bilmezden gelir. Araştırma nesnesi olarak insanların tutumlarına eğildikleri durumlarda bile, bireylerin tutumlarının onların ait hissettikleri mezheple ya da etnik kökenle ilişkisi sorgulanmaz. Bilineni açığa çıkarmak ve gruplar arasında birbirlerini yetersiz tanımadan kaynaklı önyargıları ortadan kaldırmak üzere, Türkiye’de en azından belli sayıda köşe yazarları, sanatçılar, edebiyatçılar… söz söyler, bir tek toplum/insan/tin bilimleri ile uğraşanlar ekseriyetle bu konularda elini kolunu kıpırdatmazlar. Dolayısı ile bu türden konular, bilim insanının zihninde kurduğu topluma denk düşecek değişkenlerle sınırlandırılarak araştırılan konulara dönüşür. Sonuç yerine Bugün insan/tin bilimlerinin mantıksal pozitivist kurgu içinde kendini değerden bağımsız olarak konumlandırma çabası yüzünden, bu bilim alanlarının toplumsal ilişkilerde meydana gelen olguları açıklama gücünü giderek kaybettiği bir dönemden geçmekteyiz. Mantıksal pozitivist bilim paradigmasının, nesnellik adına yöntemsel bir ilke olarak öne sürdüğü “değerden arınmış olgusal bilgi” ye ulaşma çabası, gündelik yaşamda iz bırakan birçok toplumsal olgunun “değerden arınmış” biçimde incelenmesini sağlayamadığı gibi, bizatihi egemen değerlerle doğrudan örtüşen ve olguların çoğu kez tahrif edilmesine kaynaklık eden bir çabaya dönüşmüş vaziyettedir. Olgunun değerden ayrılmasının önkoşulu olan “değer yükünden koparılmış bilgi” iddiası, aslında “olgunun egemen değer dışında düşünülmemesinin” önkabulü halini almıştır. Eşdeyişle, bugün insan/tin bilimlerindeki nesnellik çabası, üretilen bilginin “egemen olanın istediği dışında” bir değer yükü ifade edememesi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, pratikte politikadışı gibi görünen tüm bilgi üretme süreçleri de, aslında doğrudan bir politik bilgi üretme ya da var olan politik bilgiyi meşrulaştırma süreci halini almaktadır. 60 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Günümüzde, değer yükünden arındırılmış nesnel bilgi üretme iddiası en çok da politik olarak değerlendirilen konular için öne çıkarılmaktadır. Gündelik hayatın tüm etkileyicilerine yönelik hemen herkesin bir politik iddiasının olduğu bir durum ortadayken ve bu hemen herkes tarafından kabul ediliyorken, insan/tin bilimlerinin sanki politika bir virüsmüş gibi kendisine “hijyenik” koşullar yaratma çabası, her şeyden önce bilimin değişim ve ilerlemecilik ilkesine ters düşmektedir. Değişen toplumsal ilişkiler sisteminin ana dönüştürücü nedenlerine odaklanmanın politika olarak algılandığı ve algılatıldığı her durumda bilimin yapması gereken, “politikaya karşı oluş” ya da “politika dışı kalış” değil, bizzat politikaların belirlenmesinde nesnel olguların varlığını dikkate almak ve bu olgularının dilini politik aktörlere açıklamak olmalıdır. Bugün psikolojinin de yapması gereken, 19. yüzyıldan başlayarak insan üzerine yaptığı çalışmalarla kendini felsefeden koparmasının ve bir bilim alanı olarak rüştünü ispat etme adına kendini doğuran bilgi alanına sırt dönmesinin, psikolojiyi neredeyse sadece bir ”teknik bilgi” alanına indirgemiş olduğunu fark etmek ve insan üzerine incelemelere yönelirken kendini doğuranla yeniden bağ kurma olanaklarını derinleştirmek; bu bağlamda belki de işe bilim felsefesinden başlamak ve bilimin tarafsızlığı ve nesnelliği adına bilgi üretirken ne denli taraflı ve göreceli olabileceğini de göz önünde bulundurmak olmalıdır. Psikoloji o kadar eleştirel ki, bizi ancak Marksizm koruyabilir…1 Ian Parker 12 Ekim 2003 (Çeviri: Onur Çalışkan – Özgen Yalçın) Ağustos ayında Bath’daki Uluslararası Eleştirel Psikoloji Konferansı’ndaki sunumunda Manchester Metropolitan Üniversitesi psikoloji profesörü Ian Parker eleştirel psikolojinin akademik piyasada yeni bir meta haline mi gelmekte olduğunu sordu. Profesör Parker ayrıca Britanya Psikoloji Topluluğu’nun akıl sağlığı yasa taslağı tartışmalarına katılmayı kabul etmesinin, yasa tasarısının birçok yanına karşı olan Akıl Sağlığı Đttifakı’nın konumunu zayıflattığını iddia etti. Profesör Parker’ın sunumunun tümü aşağıda yer almaktadır. …… T artışmanın dört parçası var. Bazı referans noktaları diğer kültürel geleneklerden gelen eleştirel psikologlar için biraz sınırlı görülecek. Fakat tahminimce kolaylıkla algılayacaklardır, hem de sa- Metnin orijinali Ağustos 2003’te Bath’daki Uluslar arası Eleştirel Psikoloji Konferansı’nda sunulmuştur. Çevirinin yapıldığı metin daha önce psychminded internet sitesinde yayınlandı. Metnin orijinaline şu adresten ulaşılabilir: http://www.psychminded.co.uk/news/news2003/oct03/psychologysocritical.htm. 1 62 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 dece radikal çalışmalar yapmak için politik bağlamın emperyalizmin kalbinde çok farklı olmasından dolayı da değil. Algılayacaklar, çünkü Đngilizce konuşulan dünyada “eleştirel psikoloji” olarak ifade edilen şey onların yapmakta oldukları şeyleri sömürgeleştirmeye ve arıtmaya başladı. Bu makalede üzerinde yoğunlaşacağım “eleştirel psikoloji” (Güney’de temsilcilikleri bulunmuş olsa da) Kuzey yarımkürede ortaya çıkmakta olan ve (başka yerlerde de taraftar bulsa da) esas olarak Batı’da yerleşmiş olanı olacak. Bu konferansın bütünüyle Đngilizce olmasının bir avantajı da herhalde dünyanın çeşitli bölgelerinden psikoloji politikaları hakkında bir şeyler öğrenecek olmamızdır. Fakat dünyada bu öğrenmeye karşı ağır basan akademik kurumlar içinde rol oynayan ekonomik ve politik egemenlik süreçleri var. Đçimizden psikolojiyle hali hazırdaki eleştirel ilişkimiz üzerine düşünmek isteyenler için bu bağlam bunu fazlasıyla kolaylaştırabilir. Fakat bunu şimdi yapmamız gerekiyor. 1. Eleştirel psikoloji neden var? Her şeyden önce, eleştirel psikoloji neden var sorusunu gündeme alalım? Muhtemelen bu soruyu, isim yapmış birkaç parlak bireyin, yoğun çalışmalarına borçlu olduğumuzu söyleyerek yanıtlayamayız. Bu yöne odaklansaydık kapitalizm içerisinde akademik kariyerlerin kişiselleştirilmesinin bir miktar dikkatli bir analizi olmak zorundaydı; yeni fikirlermiş gibi görünen ifadelerin belirli bölgelerde nasıl şekillendiği, böylece kuramların, kendileri de kişisel olarak kuramlardan sorumlu olduklarına inanmaya başlayan konuşmacılar gibi belirli bireylere atfedilişinin analizi. Soru, düşünce okullarının zorunlu olarak yeni bir şey üretme zorunluluğundan güdülendiği kurumsal süreçlere bakılarak çözülebilir. Kurumsal pozisyonlar gittikçe piyasa bölümlenmesi ve rekabeti tarafından yönetiliyor; öyle ki üniversiteler hemen para getirecek veya araştırmaların yoğun olarak yapıldığı alanlara yönelmektedirler. “Eleştirel psikoloji”yle ilgili olarak, piyasanın bu bölümünden avantaj elde etmek için bazı yeni üniversiteler psikolojiyi oluşturan geleneksel fikirlerden kurtulmakta ellerini daha çabuk tuttular. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 63 Ne var ki bu, çelişkili olarak aslında günümüzde “psikoloji” alanını en ayrıntılı şekilde özgülleştiren eleştirel akademik çalışmanın bu piyasalaştırılması ve kişiselleştirilmesi için geniş bir bağlamdır. Sosyal demokratlar kadar eski serbest piyasacılar tarafından da desteklenen ve yönetilen çağdaş neo-liberalizmin, olgunlaşmamış 19. yüzyıl kapitalizmiyle ortak yanı, değişimi benimsemeye istekli olmasıdır. Katı olan her şeyin buharlaşması gibi sermaye de kâr için üretimin önündeki tüm engelleri silip atar ve geç kapitalizmin en son hali, ister fabrikada ister evlerinde çalışıyor olsunlar, kapitalizm içinde kendilerini evlerindeymiş gibi hissedecek özneler ister. Bireysel kimliğin kuşatılmış farklı alanı dahi günümüzde yeni akışkan kimliğin oluşturulmuş akışkan biçimlerine bir engeldir. Neo-liberalizmin öznesi, gerekli bir derecede ikame edilebilirliğin bulunması ve hakların sözleşmeyi kabul edenlere devredilmesi şartları dâhilinde bir hissedar olarak katılım göstermeye hazır olmalıdır. Onlar için uygun olabilecek birbirinden farklı çeşitlilikteki işlere uyum konusunda esneklik gösterebilmeleri ve ayrıca yan yana çalıştıkları farklı öznelerin çeşitliliğine tolerans göstermeleri gerekir. Üretici ve tüketici olarak katılımlarında ideal olarak sadece diğerleri hakkında değil kendileri hakkında düşünme biçimlerinde de ilişkisel olabilmelidirler. Eleştirel psikolojinin bir bölümünün alışverişte bulunduğu çoğunlukla örtük, bazen açık olan yerel (indigenous) benlik kuramının öğelerini belki de çoktan fark ettiniz. Bize etkileşimde bulunan “hisse” konuşmacılarına dikkat göstermek adına bilişsel ve niyetsel tartışmaya olan düşkünlüğümüzden vazgeçmemiz, topluluk içinde benliklerin sözde sistemik bir bakışının bireysel ve toplumsal arasındaki ayrımı ortadan kaldırdığı, konuşmada sıranızı beklemenin konuşma haklarımızın formüle edildiği ve yerine oturtulduğu tek anlamlı yer olduğu, “problemler” konusunda ısrar etmeyi bırakmamız ve yaşamlarımızın çerçevesini daha olumlu olarak yeniden belirlememiz gerektiği ve sağduyunun zengin yapıdaki çeşitlemeleri konusunda uyanık olmamız söylenebilir. 64 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Çağdaş kapitalizm, yine de bireyin eski modellerini basitçe terk etmekten fazlasını talep eder. Neo-liberal öznelliğin ahlaki yapısında tümüyle dramatik bir dönüşüm gerçekleşti ve görüşleri dengeleme ve sonunda birini ya da diğerini tercih etmeden havada asılı tutma yeteneği üzerine yerleştirilmiş olumlu bir değer bulunuyor. Öznenin pozisyonu için, diğerlerini yargılamada mutlak bir ahlaki standart olarak kullanmadığı bir sorumluluk üstlenmesine olanak sağlayan, düşünümselliğin (reflexivity) bir biçimi gerekmektedir ve kendilerini bile bu standartta çok sıkı bir şekilde tutmayacaklarına dair ilişkisel bir beklenti bulunmaktadır; daha iyisi, bir derece kinik mesafe ve farklı bakış açılarını uzlaştırma yeteneği bulunmalıdır. Yeni ahlaklaştırıcı ses, her kategoriden insanın diğerlerinin pratiklerini eleştirmekten kaçındığı karşılıklı bir anlaşma içersinde diğerlerine saygı duyduğu, liberal çok kültürlülüğün bir versiyonunu rehber alır. Bu ahlaki talepler akademik hayatın farklı sektörlerinde yankı bulmasaydı doğrusu bu bir sürpriz olurdu; bazı “eleştirel psikolojilerimiz”, bu taleplerin alınıp bize yeni erdemlermişçesine satıldığı yer olmuştur. Burada araştırmaya yönelik karar almada uygun etik tavrın, karar verilemez bir noktayı hedeflemek, pozisyon alamama yetersizliklerinde benliğin bazı düşünümsel anlamlarını ayrıntılandırmak ve böyle bir ironiden keyif almak olduğu düşünülmektedir. Dikkatlice birbirinden ayrılarak, uzanılabilecek mesafede çok daha kolay bir şekilde tutulabilen olası farklı pozisyonların tamamı, dil oyunları koleksiyonu olarak ele alınır ve benimsenen geçerli ahlaki pozisyon, diğerlerinin herhangi birinin herhangi bir ihlalini ortadan kaldıracak bir şeydir. Bu yolla değerlendirme terimlerini ortaya çıkaran sözel hijyenin bir biçimi ahlaki değerlemenin yerini alır. Ve gerçekten modern kapitalizmin oyununu oynayacaksak bu bile yeterli değildir, çünkü bireysel özne üzerine öne sürülen daha açık politik talepler bulunmaktadır ki böylece kendilerine belli sınırlar içinde yeni bir biçim verebileceklerdir. Bu politik zorunluluklar, uygulamaların merkezden çevreye doğru sorgusuz genişlemesi ve küreselleşme sürecinin kendisine meydan okumayan faydalı yerel uygulamaların birleşmesi olarak küreselleşme tarafından yönetilir. Deği- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 65 şime açıklık böylece görev ifadeleri ve kolektif kimliğin yeniden yazımının önünde duruyor gibi görünen herhangi bir şeyden şüphe duymak gibi şeylerde benliğin yeniden tanımlanmasını kabul etmeye isteklilikle yan yana gitmektedir. Böylece politik kimliklerin eksiksiz göreceliliği, geçmiş tarafından, tarih önemlidir duygusu tarafından bağlarından kurtarılan bir değişim desteği için yolu açar. Bir kez daha, “eleştirel psikoloji” etiketinde hak sahibi olmak isteyenlerin bazıları, dünyayı yeniden tanımlamalarında buldukları şeyle ne yapacakları problemini tanımlayıcı sonuçların kendi içinde bir hedef olarak reklamını yaparak çözdükleri eksiksiz bir anti-politika için tamamen bu politik mantığı taşımaktadırlar. Biçimsel yeniden tanımlamanın teknik aygıtı, boş içerik, böylece küreselleşmenin mükemmel aracıdır, çünkü ihraç edilip, zorlu politik sorulara gerek kalmadan her yerde kullanılabilir. Gerek duyulan şeyin hepsi, gerçekliğin yeniden yazımına açıklıktır. Bazı durumlarda bu, bazen içersinde incelenen metnin dışında gerçekten hiçbir şeyin değerinin olmadığı iddiası bulunan kasıtlı metinsel görgüllük biçimini alarak sınırların sıkıca çizilmesi gerektiği anlamına gelir. Dikkatlice-anlatılmış bu politik şüphenin bir motifi, yandaşlarına okumalarının tarihsel yataklığının bütün bir reddini haklı çıkarmada muhalif kavramlarla oynamaya en iyi şekilde olanak sağlayan “yapı bozumudur”. Zannediyorum ki, bu şeylerin bütün savunucuları kendilerine “eleştirel psikolog” ismini vermiyorlar. Bununla birlikte, eski psikolojinin kapitalizm için artık daha önce olduğu gibi işlevsel olmadığı ve yaşamını sürdürecekse oldukça radikal bir yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğu hissiyatı içersinde bu şeyleri istekle destekleyenler “eleştirel” psikologlardır. Psikolojik birey modeli, araştırmacının eski paradigma ruhu (ethos) ve ana akım psikolojinin liberal dünya görüşü artık istenilen şeyleri yapmamaktadır ve “eleştirel psikoloji” bu eski yaklaşımların kıyısında yer almaktadır. Belki de açıkça bir takım kullanılabilir yeni teknikler bulunduğu için psikoloji, içinde yeni bir “eleştirel” alt disiplinin oluşmasına tahammül edecektir. Fakat emin olabilirsiniz ki disiplin, karşılık olarak bir şey talep edecektir. 66 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 2. Kurumsal iyileştirme nedir? Dönmek istediğim bir sonraki şey, tartışmanın ikinci kısmı, karşılık olarak bir şey talebidir. Günümüz kapitalizminin gereksinimleri ve eleştirel psikolojinin bazı koca karı ilaçları (nostrum) arasındaki esrarengiz yakın uyum, tartışma konusu olarak ele alınmalıdır. Burada ilgilendiğimiz fikirler kapitalist üretim ve tüketim pratiklerinin asıl uygulamalarını meşrulaştırıyor, yeniden üretiyor ve güçlendiriyor. Kurumlarına hizmet edenler tarafından desteklenmesini devam ettiren çok ideolojik uygulamalar olmadan neo-liberalizmin var olması mümkün olmazdı. Akademik kurumları buraya dâhil etmemiz gerekiyor çünkü kurumsal süreçler aşamasında gerçek bir sorunla karşılaşıyoruz. Bu bir iyileştirme sorunudur. Đdeolojik iyileştirme, radikal fikirleri tarafsız ve etkisiz hale getiren süreçtir, karşı çıkmaya teşebbüs ettikleri mekanizmanın bir parçası haline gelirler. Karşı çıkılmaya aç olması, kapitalizmin tipik bir özelliğidir, böylece yeni değişiklik kaynaklarını ve yeni pazarları daha iyi bulabilir. Bununla birlikte akademik ortamların huzurunu bozmak, akademik ve mesleki psikoloji arasındaki sınırları aşmak, psikologlarla psikolojiye bağımlı olanlar arasındaki ayrımı bozmak isteyebilecek yeni personeli tarafsızlaştırmak ve etkisiz hale getirmek için ayrıca gereken bir kurumsal iyileştirme derecesi vardır. Akademisyenler, profesyoneller ve hizmet alanlar arasında rahatsız edici yeni ittifaklar kurmak, neredeyse on yıldır radikal topluluk Psikoloji Politikası Direnişi’nin (Psychology Politics Resistance) hedefi olmuştur. Bu, eleştirel psikoloji için derslerle dolu, kurumsal iyileştirmeyi tanımak ve ona karşı koymak için bir topluluktur. Bunun bir örneğini vereyim. Psikoloji Politikası Direnişi bültenini içeren demokratik psikiyatri dergisi Asylum’un son sayısında önemli bir tartışma var. Tartışma, yeni Ruh Sağlığı Yasa Taslağı’nın nasıl yürütüleceği konusunda hükümetle görüşmelerde bulunup bulunmamak üzerine. Ruh Sağlığı Yasa Taslağı, psikiyatrik ilaç tedavisinin hastanede olmayan hastalar için tayin edilen ‘klinik denetçiler’ tarafından yürütül- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 67 mesini sağlayacak Kamu Tedavi Düzenlemeleri koşullarını içeriyor. Britanya Psikoloji Topluluğu (BPT) bile Ruh Sağlığı Yasa Taslağının mevcut haline karşı çıkıyordu ama geçenlerde BPT dergisinde çıkan bir makalede psikologlardan biri Yasa Taslağının yürütülmesi konusunda hükümetle “sözleşme” kararını savundu. “Nasıl arkadaş kazanılır ve politikacılar etkilenir” adlı bu makale, Asylum’da kızışmış olan tartışmayı tetikleyen şey oldu. Hükümetle bu “sözleşme” stratejisi, şu ana kadar Yasa Tasarısına karşı kamuoyu gösterilerinde bol miktarda organizasyonu harekete geçiren muhalefet birliğini zayıflatıyor. Buradaki kandırmacayı anlayabilirsiniz, çünkü sözleşme stratejisi işe yararsa, o zaman psikiyatri ve psikoloji arasındaki güç dengesinde bir değişim olabilir. Tayin edilen “klinik denetçiler”, tabii ki daha iyi insanlar olma eğilimindeki psikologlar olabilir. Ama daha iyi insanların iktidardakileri etkileyebileceği ve Ruh Sağlığı Yasa Taslağı’nın en kötü özelliklerini düzeltebileceği fikri de, bu bireyin “sözleşmesinin” oldukça ötesindeki tehlikeli sonuçlarla, muhalefetin kurumsal iyileştirmesinin bir garantisidir. Đster tedavi almazlarsa toplumu tehdit eden tehlikeli psikotik bireylerden bahsediyor olalım, ister onlara tedavi verecek türden insanlardan bahsediyor olalım, ya da ister hükümetle sözleşmeyi seçen insanlardan bahsediyor olalım; sorunun aslında onu şiddetlendirirken psikolojize eden bir parçası, bireylerin faaliyetlerine indirgemedir. Ayrıca, klinik psikolojide tayin akla uygun geldiği derecede Asylum’daki tartışma “eleştirel psikologlar” arasındadır. Şimdi BPT adına hükümetle sözleşen içlerinden biri, elektroşok ve psikoşirurji gibi şeylerin kanunen yasaklanmasını açıkça önerdi; bu sözleşmeye karşı çıkan diğeri ise akıl sağlığı sisteminden sağ kurtulan, klinik psikoloji eğitiminden geçmek için bu tarihini gizli tutmayı başaran biri. Kötü, fırsatçı hain ile iyi, sadık militan arasında katı bir ayrım yapmamamız burada oldukça önemlidir. Burada söz konusu olan, hükümet aygıtına katılma kararının toplu protestoları nasıl zayıflattığı ve terhis ettiğidir. Bu toplu protesto ve tartışma, açık tutulması gereken bir alandır ve “eleştirel psikolojimizde” açık tutulması gerekir. 68 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Şimdi, psikolojide "eleştirel" olarak kalacaksak fark etmemiz ve karşı koymamız gereken kurumsal iyileştirme işlemlerini daha doğrudan inceleyeyim. Her durumda, bireylerin akademik bilgi hükümetiyle "sözleşme"ye karar vermeleri anlaşılabilir, ama eğer ortak uygulamaların alternatif biçimlerini bulacağımız bir yer değilse eleştirel psikoloji hiçbir şey ifade etmeyecektir. Öncelikle, dergilerdeki makalelerin belirli isimleri gizemli bir şekilde sıklıkla tekrarlayan bir alıntı örüntüsü izlediğini ve bu isimlerin çoğunlukla derginin editörlerinin ve eleştirmenlerinin isimleri olduğunu bazılarınız fark etmiş olabilir. Yayıncılara yönelik kitap önerileri aynı eğilimi takip ederler, gerçi, yazar tanınmışsa, kendilerini sıcakkanlı kitap eleştirmenlerine önerebilecek yeterince geniş bir arkadaşlar ağına sahip olabilirler. Örneğin, Đngiltere dışında eleştirel çalışmalar yapan psikologlar buradaki dergilere makale sundukları zaman alıntı yapma tercihlerini değiştirirler ve bu genellikle kasıtlı verilen planlanmış bir karardır. Đkincisi, eleştirel çalışmaların standartlarının ve yaptıklarımızın iyi bir araştırma olarak sayılması konusunda anaakımdan daha çok meslektaşı ikna edecek ölçütlerin formülleştirilmesi için bir ivme var. Geleneksel psikoloji bölümlerinde olanlarınız, çalışmalarınızı ve öğrencilerin çalışmalarını savunmanın tek yolunun, psikologların zaten bağlı olduğu ölçüt versiyonlarına uymak olduğunu bileceklerdir, ama iyi ve kötü çalışmaları belirleyecek yönergeler oluşturmak için son zamanlarda birçok girişim oldu. Her ölçüt dizisi, tabii ki, neyin eleştirel olarak sayılacağı konusunda belirli bir uzlaşmayı garanti etmek için kasıtlı olarak tasarlanmıştır ve psikolojide bu, psikolojinin alanının ne olması gerektiği konusunda açık bir fikri de içerir. Üçüncüsü, kamusal forumlarda belirli türden şeyleri belirli şekillerde söylemek için belirli seslerin duyulmasını garanti eden bir takviye örüntüsü vardır. Bu, belirli bir yaklaşımın evrensel olarak kabul edildiği fikrini onaylayacak başka yerlerden benzer fikirli bireylerin seçilmesinden tartışmayı sürdüren tek bir birey tarafından, genellikle Đngilizce olan bir konuşma formatındaki toplantıların organizasyonuna kadar uzanır. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 69 Đtiraf etmeliyim ki bu uygulamaların nasıl reddedilebileceğini ya da başka alternatiflerin nasıl geliştirilebileceğini bilmiyorum. Ben kendim, size anlattığım işlemlere uyan kararlar alıyorum: Bazen, editörlerin ve hakemlerin gururu okşansın, hatta yazarın kim olduğunu fark edemesinler diye, dergilere yanıltıcı alıntılar olan makaleler sunuyorum; akademik çalışmaları inceliyor ve meslektaşlarım tarafından kabul edilecek bir değerlendirme yayınlıyorum ve bazen çalışma başarısız oluyor; kurumsal mevkiimden dolayı izin verildiğinde çok fazla konuşuyorum ve en azından radikal bir şeyler söylediğimden bunun iyi olduğunu farz ediyorum ve bir toplantı organize ederken, tabii ki terimin anlamını benim anladığım şekilde, onların da radikal bir şeyler söyleyeceğini düşünüyorsam başkalarının da konuşmasına izin vermekten mutlu oluyorum. Tek tesellim, eğer tek bir birey burada durup her şeyin nasıl çözülebileceğini tam olarak söyleyebilseydi bunun gerçekten de edimsel bir tutarsızlık olacağı düşüncesi. Bu, çalıştığımız kurumların "eleştirel" psikoloji yapmamıza izin verme karşılığında bizden ne istedikleri üzerine ortak müzakere ve harekete geçme meselesidir. Pekâlâ, eğer işler bu kadar acımasız olsaydı size söylemeye bile değmezdi, değil mi? Ama işler bu kadar acımasız değil ve bunun kapitalizmin doğasıyla ilgisi de var. Bu yüzden, bu tür bir güç olduğunda neden direniş olduğunu daha ayrıntılı bir şekilde araştırmak istiyorum. Tartışmanın üçüncü kısmı. 3. Neden direniş var? Sanırım aranızdan pek çoğu daha önce açıkladığım liberal nosyonların eleştirel psikolojinin bir parçası olduğuna bütünüyle inanmadı ve bu konferansta sunulan çalışmalardan anlaşıldığı üzere çoğunuz bir tür siyasal gündeme sahipsiniz. Đşleri yöneticiler ya da konferans düzenleyicileri açısından kabul edilebilir bir çerçeve içerisine sokmak zorunda olduğunuzda bile, çoğunlukla açıktır ki belirli bir “araştırma sorusu”nun sınırlarının, yaptıklarınızı akademik çerçeve içersinde tutan bir parça güvenlik sağladığını zaten bir ölçüde biliyorsunuzdur. Yeterince eleştirel olmadığınızı söylediğime kimileriniz öfkelenecek. Demek istediğim 70 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 şu ki, psikolojide çalışmanın politik ekonomik bağlamını ciddiye alırsak hiçbirimiz yeterince eleştirel olamayız. Fakat eleştirel psikoloji geriye dönmek ve çerçeve içinde nasıl tutulmuş olduğumuzu yansıtmak için, her şeyden önceyse ana akım psikolojiyi neden reddettiğimiz üzerine düşünmek için bir alan olabilir. Bugün ana akım psikoloji, insanların ABD’deki ancak kimi ders kitaplarında görebileceğimiz kültürel olarak belirli daha ziyade gülünç tasvirlerine uyabilseydi her şey daha kolay olurdu. Fakat meslektaşlarımız, kapitalizm için elli yıl önce fonksiyonel olan eski kesinliklere ara sıra başvurabilirken, bu eski psikolojiyi biraz daha incelikli yorumsamacı ya da sosyal inşacı savlarla destekleyebilmektedirler. Risk, bunu güven verici bulmamızdır, zira yeni ilişkisel retoriği ele geçiriyor gibi görünüyorlar ve biz buna hazırlıksız yakalandık. Ama eski “model” psikolojik bireyin bileşenlerini kabul etmeyi neden reddettiğimizi kendimize hatırlatmaya hâlâ değer. Şimdiki sorun ise, bu eski modeli, bu modelin geliştirilmiş yeni versiyonunun çekiciliğine kapılmadan nasıl reddedeceğimizdir. Eski tarz psikolojinin üzerindeki çeşitli süslerin basit bir biçimde onun daha iyi işlemesine hizmet edeceğini ve eski psikolojinin bile yaşamlarımızdan bir ölçüde kaçınmayı, onu yanlış tasvir etmeyi ve sistematik olarak çarpıtmayı gerektirdiğini kesinlikle unutmamalıyız. “Yaşamlarımız” dediğimde birbirimize karşı sorumluluklarımızın ayrıntılı bir ağından ve emeğimizden kâr etmek isterken bize insanlığa ne büyük bir katkı yaptığımız yalanını söyleyen kurumlara yaşamlarımızı sattıkça bu bağlılıkların nasıl baltalandığından ve bozulduğundan bahsediyorum. Reddettiğimiz bu ana akım psikolojiyi, reddiyemizi anlaşılır kılmak için öne sürdüğümüz kimi kabullerle kısaca karşılaştıracağım. Psikolojinin bağımsız öznesi bütün bir sosyal ilişkiler toplamından oluşan bizlerin sefil bir biçimde indirgenmiş bir öğesiyken, buna sosyal psikolojik bir boyut eklenmesi işi daha da vahimleştiriyor. Belirli bir sosyal ilişkiler toplamı olarak işlediğimizi belirleyen maddi yapılar olarak aile, özel mülkiyet ve devlet “sosyal psikoloji”nin sahaları değildir. Dahası, ilişkilerin psikolojik tasvirlerinin çağrıştırdığı faydacı şeffaflık, artı-değer sömürülmesini ve dünyaya iyilik yapıyor gibi görünürken kültürel sermaye birikimi gerçekleştiren biz akademisyenleri ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 71 gizlemektedir. Çalışmayı ve boş zamanı yapılandıran her yere sinmiş yabancılaşma ve sömürüyü göz ardı ederek hastalıkları ve rahatsızlıkları sağaltmak, yanlış inançlarımız, ardındaki her yere sinmiş ideolojik mistifikasyonlar değerlendirilmeden hedef alındığında gerçekleşen etrafı suçlayıcı tavrı tekrar etmektir. Yaşamın bu koşullarının karşısında, bir psikologun yaşamlarımızı tarafsız bir gözle değerlendirebileceğimize, akılcı bir şekilde değerlendirilen fenomenlere ve çalışmalarımızın her bir bireyi aydınlatacağına gerçekten inanmasını beklemek kabul edilemezdir. Araştırmacının yalnızca bilimsel bilgi toplaması ve insanların dünyaya daha iyi adapte olmasını sağlaması gerektiği fikri rahatsızlığı iyileştirme umuduyla beraber artmıştır, fakat bu keyfimizi kaçıran koşullara o kadar bağlıdır ki keyifsiz bir şaka gibi gelmektedir. Buna karşı bizlere çalışmalarımızın bakış açısından yola çıkarak araştırmalar karşısındaki düşünümsel konumumuzu ortaya koymaktan başka bir şey kalmamaktadır. Araştırma, bundan sonra, her bir bireyin bilinç düzeyinin ötesine geçen farklı bilinçlerin üretilmesi olarak anlaşılır. Đşte o zaman farklı tür bilimsel bilgilerin farklı kurumlarda nasıl işlediğini sormaya başlarız ve bu da bizi insanları adapte etmenin ötesindeki sosyal dönüşüm sorununa götürür. Psikolojinin dünyaya dair geleneksel olarak sorduğu soru şuydu: Neden kimi şeyler değişim sürecinden korunmaya yönelik kasıtlı bir çaba gösterirmişçesine aynı kalıyor? Aynı zamanda kendimizi değiştirmenin pek çok yolu ortaya çıktı – özenle kısıtlanmış sınırlar dâhilinde kalıp psikolojik olanın krallığının parametrelerini belirleyen görece daha dayanıklı yapıları hedef almadığımız sürece. Fiilen gözlemleyebildiğimize sıkıca sarılıp ampirik bir dünya görüşüne boyun eğdiğimiz sürece mutlu olacağımız söylendi; fakat bunun ötesine geçebilmek için teoriyi pratikle mutlaka birleştirebilmeliyiz. Bu bilgi birikimine işaret etmekle kalmaz, bilginin sosyal ilişkilere bağlı olarak değişmesine de işaret eder. Psikolojinin bize sunduğu çeşitli tasarıları incelediğimizde daima dünyanın hâlihazırdaki gidişatı hakkındaki varsayımları onayladıklarını görebiliriz. Đhtiyacımız olan son şey tasarıları uzmanlara bırakmaktır. Bunun alternatifi 72 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 vardır. Önceleyici (prefigurative) siyaset, bugünkünden daha iyi sosyal düzenlemelerin gerçekleşeceğini tahmin eden siyasi eylem biçimidir. Gerçekte, eleştirel psikolojinin kimi nosyonlarının çağdaş kapitalizmle bütünüyle uyuşmasına dair söylediklerime rağmen, esas mesele, bu nosyonların insan ilişkilerine dair önermelerinden ziyade, işleyiş biçimlerinde düğümlenmektedir. Bu –argümanlardaki söylemsel öznelere ve hisseye, sistem ve cemaat kimliğine, diyalogdaki dönüşlere, tekrardan yapılandırmaya (reframing) ve sağduyunun rolüne dair– nosyonların hiçbiri biçimsel olarak yanlış değildir. Bu kadar cazip olmalarının sebebi ise kapitalizmin ötesine geçen bir şeye duyulan arzuyu ifade etmeleridir ve bu şeylere gösterilen ilgi kesinlikle önceleyici siyasetin malzemesidir. Araştırma karşısında benimsenebilecek etik bir tavrın farklı yönleri – karar verilemezlik, düşünümsellik, ironi, dile ve kendimizi belirli biçimlerde ifade etmemizin sonuçlarına yönelik bir ilgi– günümüzde bize verilenin ötesinde düşünebilmemiz için elzemdir. Bizi bu yıkıcı ekonomik sistemden –betimleyici belirsizliğe, kendimizi tekrar tekrar anlatmamıza, kendi yarattığımız metinlerde boğulmamıza, yapısöküme ve bize musallat olan geçmişi bir biçimde boş vermemize doğru– götüren benimsediğimiz tutum pozitif ütopik olasılıklardır; onlar bugünün kalıplarına bağlı kalmadan bir gelecek tasavvur etmenin yollarıdır. Mesele, elbette, bizim fiilen bu haz kubbesi altında olmayışımızdır; eğer olduğumuzu düşünüyorsak, küresel kapitalizmin çelişkili gerçekliğini münazara ederken pratiğin rolüne dair son derece ciddi tarihsel dersleri unutuyoruz demektir. Kapitalizm, eski psikolojiye dair bildiğimiz tüm kesinliklerin sorgulanmasına yol açtı ve günümüz neoliberalizminin hızlı bir biçimde değişikliğe uğrayan dünyası da geliştirdiğimiz yeni bir psikolojinin sorgulanmasına yol açacaktır. Đktidarın olduğu her yerde direnişin olmasını sağlayan kapitalizmin kendisidir; fakat bu durum daima geliştirilen direnişin kapitalizme meydan okuyacağı mı yoksa onun tarafından kullanılacağı mı sorusunu doğurur. Eleştirel psikoloji, ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 73 psikolojinin bu dönüşümünü belirli bir model, ethos ya da dünya görüşüne saplanıp kalmadan ele almak için kaynak sağlamaya ihtiyaç duyar. 4. Psikolojinin ekonomi politiği nedir? Şimdi yalnızca psikolojiyi değil, psikolojinin nedenlerini de ele almamız için neye ihtiyacımız olduğu konusunda kimi öneriler içeren argümanın dördüncü kısmına geçiyorum. Kullandığımız kavramlar ve bunların nasıl işlediğine dair tartışma ne yaptığımızla ilgilidir zira kapitalizm ideolojik olarak iç içe geçmiştir; ekonomik temel ile onun üzerinde uçuşan fikirler arasında keskin bir ayrım yoktur. Buradan açıkça ortaya çıkan şey, belirli kimlik, ahlâki yönelim ve siyaset nosyonlarının kapitalizmin maddi işleyişinin gerekli bileşenleri olduğudur. Gerçek bir anti-kapitalist “eleştirel psikoloji” birbirine bağlı dört unsurdan oluşur. Eleştirel psikolojinin bu unsurları daha derin ve yanıtlanması daha acil başka bir soruyu yanıtlamak üzere kullanılabilirler: Eleştirel psikoloji neden var? Neo-liberalizmin tarihsel olarak kısıtlı çerçevesinin dışına çıkmak isteyen eleştirel psikologların karşısındaki en önemli analitik görev, neyi analiz ettiğimizle ilişki içersinde, analizimizin konusunu anlamaya ve onu açıklamaya çalışırken kaçınılmaz olarak onu değiştirmeye de bizi zorlayan bir konum almamızı gerektiren bir görevdir: Psikoloji neden var? Psikolojinin kendisinin böyle soyut bir düşünsel faaliyet sahası olarak varlığının nedeni bize, her birimize, insan eyleminin nedenlerini gözlerimizin önüne serecek bu belirli disiplinsel çerçevede incelenebilirmiş gibi görünmektedir. Eleştirel psikolojinin kilit derecede önemli dört unsuru belki de bizi bu araştırma konusuna yaklaştırabilir. Đlk olarak bu, hâkim psikoloji biçimlerinin ideolojik olarak iktidarın hizmetinde işleyişlerinin yakından analizidir. Böyle bir analiz yalnızca psikolojik “modeller”e değil, bunların kullandığı metodolojilere de odaklanmalıdır. Burada meselenin kalbine geliyoruz; bireysel öznenin sosyal ilişkilerden soyutlanmasına ve araştırmacının soyutlanmasına. Psikoloji bize kapitalizm altındaki ikinci doğamızın unsurlarını sunar; psikologlar bu ikinci doğanın eylemlerimizin esas ne- 74 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 deni olduğunu sanmaktadır. Bu analiz bizi, kapitalizmde metaların daha geniş dolaşımında işlediği haliyle psikolojinin ekonomi politiğine götürür. Đkinci olarak bu, alternatif psikolojilerin tarihsel olarak nasıl oluştuklarını, böylelikle de ilişkilerin ideolojik temsillerini nasıl onayladıklarını ya da altüst ettiklerini inceleyen bir çalışmadır. Burada kullandığımız çerçevelerin her birinin kapitalizmin yeni pazarlar bulma zorunluluğuyla belirlendiği ve bu sürekli değişen kapitalizmin ideolojik dokusunun meta üretim ve tüketim biçimlerine dair farklı çelişkili düşünümlerden oluştuğu hatırlanmalıdır. Neoliberalizm hususunda gördüğümüz gibi, alternatif psikoloji çalışmaları bunları doğuran politik ekonomik koşulların araştırılmasını da kapsamalıdır. Üçüncü olarak bu, psikoloji nosyonlarının çağdaş psikolojik kültürü üretmek için gündelik yaşamda nasıl işlediğinin keşfedilmesidir. Psikolojinin bir disiplin olarak tarihsel teorik analizinin yanı sıra kapitalist sosyal ilişkileri, bunlar sanki zihinsel süreçlermişçesine nasıl yeniden ürettiğimizin ayrıntılı kültürel bir analizine de ihtiyaç duymaktayız; bu süreçlerle ilişkiye geçme girişimi değişik türdeki popüler psikolojik yanlış bilinçlere temel oluşturmaktadır. Bunlar, “zihinsel” yaşamın belirli koşullarını kesin olarak yoğunlaştıran ve yeniden üreten gerekli yanlış bilinçlerin yeni biçimleridir. Dördüncü olarak bu, psikolojiye karşı direnişin temelini oluşturabilecek gündelik yaşam pratiği biçimlerini araştırmayı ve elde etmeyi içerir. Meta soyutlanması ve dolaşımı, düşünsel faaliyeti olanaklı kılmakta fakat hiçbir şeye doğrudan erişim sağlamamaktadır; ampirizm işte bu yüzden ideolojik bir çıkmazdır. Direnişin temelini oluşturan kolektif pratiktir ve bu direnişin bizim tarafımızdan fark edilmesini sağlamak için belirli bir teorik faaliyet daima gereklidir; kolektif devrimci projelerin bir parçası olarak etkilidir. Sonuç Eleştirel psikolojiye günümüz neo-liberal kapitalizminde bir alt-disiplin olarak daima bir yer vardır ve kurumlarımıza itaat edilmesini talep eden bir derece kurumsal iyileştirme bulunmaktadır. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 75 Ancak tüm bunların olabilmesinin koşulu, tam olarak da, olmamasının ihtimalidir. Ve bu ihtimalin farkına varmayı olası kılmak için sürekli olarak tartışmamız ve gene tartışmamızı gerektiren bir seçim yapmamızı arz eder. Eleştirel psikoloji ya akademik pazarda yeni bir meta olacaktır ya da araştırma nesnesini bu koşullar olarak belirleyip bu koşulları değiştirebilecek bir konumdan onları analiz edecektir. Psikoloji bu kadar eleştirelse bizi ancak Marksizmin koruyabileceğini söylediğimde, kastettiğim işte buydu. Tutum Olarak Eleştiri1 Marksist psikolog Klaus Holzkamp yaşasaydı bugün 80 yaşında olacaktı. Bir takdir yazısı. Morus Markard2 (Çeviri: Nurhak Polat) K laus Holzkamp öncelikle Eleştirel Psikoloji’nin kurucusu olarak tanındı. Bu araştırma yaklaşımı, insanları kapitalist ilişkilerin insanlık dışılığıyla uzlaştırmak isteyen ve bunu yaparken bu gayri insani ilişkileri insanların ne dereceye kadar sürekli olarak yeniden ürettiklerini dışarıda bırakan bir psikolojinin eleştirisidir. Bu psikoloji eleştirisi, kendileri için böylesi bir psikolojinin işlevsel olduğu bu bahsedilen ilişkilerin eleştirisiyle bağlantılıdır. Nihayetinde Eleştirel Psikoloji kendine has kavramlarıyla, bireysel ve toplumsal özgürleşmenin bağlantısının gerekliliğini anlaşılabilir kılmak ve bunun gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak istemektedir. Aşikâr ki, bu “eleştiri kavramını dikenli hale” getiren “itici isim Marx’tır” (W.F. Haug). Bu dikeni, öğrenci hareketleri sırasında Berlin Özgür Üniversitesi Bu metnin orijinali Almanca yayınlanan günlük Junge Welt gazetesinin 30.11.2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır. 2 Morus Markard Berlin Özgür Üniversitesi’nde psikoloji profesörü ve Eleştirel Psikoloji Forumu dergisinin redaktörüdür. Doktorasını ve doçentliğini, kendisini çeşitli projelerde bir yıllık yakın bir ortak çalışmanın bir araya getirdiği Klaus Holzkamp’ın yanında yaptı. Markard şu aralar 2008 yılında yayınlanması gereken “Eleştirel Psikoloji’ye Giriş” üzerine çalışıyor. 1 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 77 (ÖÜ) Psikoloji Enstitüsü’nde çoktan yükselmiş bulunan “kentsoylu” profesör Klaus Holzkamp hissetmişti. Bu duruma nasıl gelindi? 1949’dan beri bu enstitüde akademisyen olan Klaus Holzkamp, teorik ve deneysel olarak “Đfade Psikolojisi” (Ausdruckspsychologie) (mimik, jest, “vücut dili”) ile meşgul oldu. Daha sonra 1957’de de bu alanda doktorasını yaptı. 1954’ten 1957’ye kadar bir araştırma projesi çerçevesinde, ulusal önyargılar üzerine anketlere katıldı, ancak kendisini çoktan sosyal algıya (sosyal algının diğer yanlarına) adamaya başlamıştı. 1957’de “Sosyal Psikoloji” alanında Ordinaryüs oldu, daha sonra “pedagojik psikoloji” dersleri de verdi. O zamana kadar içeriksel çalışmalarında daha ziyade kenardan eşlik etmiş olan şeyler, Klaus Holzkamp için gittikçe anlamlı hale geldiler: Psikolojinin bilimsel-teorik ve metodolojik temel problemleriyle uğraşı. Her iki monografisi “Edim olarak Bilim” (Wissenschaft als Handlung) ve “Psikolojide Teori ve Deney” (Theorie und Experiment in der Psychologie) bu evrede ortaya çıkmıştır (sonuncusuyla 1963’te doçentlik ünvanı almıştır). Bu iki çalışmada, bir deneyde elde edilen sonuçların hangi ifade gücüne sahip olabileceklerine ilişkin açık değerlendirme ölçütlerinin olmayacağı problemini işledi. Bilimsel bilgide edimsel yanı vurguladı ve bununla bilimsel bilginin basitçe deneyimle yönlendirilmişliği (Erfahrungsgeleitetheit) tasavvurunu eleştirdi. Buna karşın bilimsel bilgi kazanımı, teorilerin gerçekleştirilmesine yönelik bilimsel edim olarak kavranmalıdır. Bu eleştiri (ve onun yazarı) deneysel psikolojinin bir düzeltilmesine vardığı sürece psikolojide itibar sahibiydiler– ve Holzkamp 1981’de “Teori ve Deney”in yeni baskısı için geriye bakarak ifade ettiği anlayışı edinmediği sürece: Vaktiyle onun tasavvurları: “(…) edimde bulunan araştırmacı, şimdiye kadar dokunulmamış bir gerçeklik karşısında sadece yalıtılmış birey olarak görüldüğünde, ne kadar ilerlendiği ve nerede durulduğuna dair bir örnek(ti): yani bilginin, tarihsel süreç içinde toplumsal emek aracılığıyla nesnesel doğal kazanımın bir görünümü olduğu kavranılmadığında”. 78 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Ama tam da bununla Holzkamp’ı, onun için özellikle etkileyici bir şekilde, daha sonraları psikoloji profesörü olacak olan Irmingard Staueble tarafından organize edilen bir öğrenci seminerinde, öğrenci hareketi yüzleştirdi. Klaus Holzkamp’ın ancak daha sonraları formüle ettiği şey, o zamanlar kendi başından geçmişti: Kim teorik olarak Marx ile uğraşır ve pratik olarak değişmezse, Marx’ı anlamamıştır. Holzkamp’ın ilk olarak farkına vardığı, kendisinin o zamana kadar geliştirdiği psikoloji eleştirisinin sınırlılığı oldu. Artık psikolojik araştırmanın toplumsal işlevini de kendi düşüncelerine dâhil etmişti. Deneyin deneği “kendisinin yaratmadığı, özelliğini ve meydana gelişini – en azından tamamiyle – anlayamayacağı ve değişmez bir şekilde verili olarak kabul ettiği çevre koşullarına maruz bırakılmış” bir “soyut-yalıtılmış birey” (“abstrakt-isoliertes Individuum”) (Marx) gibi ele alınmaktaydı. Ve bu metodolojik pratik bir tür “organizmik antropoloji”ye büründürülerek, böyle yazılmış bir psikoloji sadece “teknik” (Habermas) iktidar çıkarlarına hizmet edebilirdi. “Özgürleştirici” bir perspektif böylesi bir araştırmaya kapalıydı. Psikolojinin bölünmesi Buradan doğal olarak ortaya çıkan “psikolojide böyle bir perspektif kazanılır mı, kazanılırsa nasıl” sorusu 70’li yıllarda Berlin Özgür Üniversitesi’nde (ve başka yerlerde de) bugün ancak hayal edilebilecek bir yoğunlukla tartışıldı. Bu tartışmalar, bilgi ve ilgi/çıkar arasındaki ilişkinin kesin olarak araştırma ve öğreti nesnesi olabileceği bir üniversitenin temel ilkelerinin kayda geçirilmesi etrafında yürütülen yüksek öğrenim politikalarıyla ilgili tartışmalarla bağlantılıydı. Bu yüksek öğrenim politikaları etrafındaki tartışmalar psikoloji bilimdalında öyle bir dereceye varmıştı ki, “muhafazakârlar” sadece kendi enstitülerini kurarak uzak kalabileceklerini sanıyorlardı; 1970’te başarıya ulaştırabildikleri bir strateji: (1995’e kadar) iki uzmanlık dalında iki psikoloji enstitüsü vardı: merkez figür olarak Klaus Holzkamp’ın da olduğu asıl “Psikoloji Enstitüsü” (PE) (Psychologisches Institut - PI) ve ayrılmış olan “Psikoloji Đçin Enstitü” (PiE) (Institut für Psychologie - IfP). ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 79 Klaus Holzkamp’ın tutumuyla ilgili olan şey, Berlin Özgür Üniversitesi’nde psikolojinin içeriksel tartışmaların idari açıdan dışarıda bırakılmasını sağlaması gereken bu bölünmesi karşısında, 1970 yılında Sosyal Psikoloji dergisinin kurulması, dikkat çekicidir: Yayıncısı Hubert Feger (metodolojik anaakım), CarlFriedrich Graumann (fenomenoloji), Martin Irle (sosyal psikolojik anaakım) ve aynı şekilde Klaus Holzkamp ilk sayının editör yazısında tam da onlar tarafından temsil edilen yaklaşımlar arasındaki bilimsel tartışmanın anlamlılığı ve gerekliliğini vurguluyorlardı. PE artık, “fildişi kule”nin ve yükseköğretim politikasının demokratikleştirilmesi ve şeffaflığının dışında olağanüstü bir teorik üretimlilik, pratik araştırma evresi yaşıyordu. Ama açığa da çıktı ki, psikolojide özgürleştirici bir perspektifin kazanılıp kazanılamayacağı ve nasıl kazanılacağı sorusunda, düşünceler birbirinden ayrıydı – şöyle ki, eleştirinin öncelikle psikolojinin kontrol ve uyum bilimi olarak tarihi içinde ve bugününde toplumsal işlevinin eleştirisinde (yalnızca bu olmasa da) başarılı olacağını savunanlar ve Marksist bir psikoloji geliştirilebileceğini savunanlar. Ayrım olarak ilki için “küçük-e” ve ikinci varyasyon için “büyük-E” kuralı yaygınlaştı: Böylece bir eleştirel ve bir Eleştirel Psikoloji vardı ve hala var – muhtelif varyasyonları Günter Rexilius 1988’de “küçük-e” bakış açısından bir derlemede topladı.3 Eleştirel Psikoloji’nin imkânlılığının ispatını Klaus Holzkamp 1973 yılında yayımlanan “Duyusal Bilgi” (Sinnliche Erkenntnis) kitabında, “uygun (bir) psikoloji eleştirisinin (…) onun bilim olarak geliştirilmesiyle aynı anlamda” olduğu ifadesiyle sunmuştur. Bu kitabın alt başlığı “Algının Tarihsel Kökeni ve Toplumsal Đşlevi”, bilgi iddiası ve usulüne işaret eder: Sadece psikolojinin rekonstruksiyonu değil, aynı zamanda (kendisi için algının merkezi olduğu kadar tipik bir örnek de sunduğu) psişikin kendisinin de tarihsel rekonstruksiyonu. Sovyet psikolojisinin Kültür-Tarihsel Okulu’na, özellikle Aleksey N. Leontyev’e Bu kavramların Almanca orijinalleri “Kritische Psychologie” ve “kritische Psychologie”dir. Bahsedilen ayrım Almanca’da “K” ve “k” yazımlarıyla yapılır. [Editörün Notu] 3 80 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 dayanan Holzkamp’ın usulü, psişikin doğal ve toplumsal tarihi alanında Marxçı mantıksal-tarihsel metodun gerçekleştirilmesini ifade etmekteydi. Niçin? Đnsan gerçi aynı zamanda doğal, toplumsal ve bireysel bir varlık, ama hâlihazırdaki bireylere bakışla, onların ilgili yaşam ifadesinde neyin doğal, neyin toplumsal-formbelirli ve neyin bireysel-biyografik olduğu açıklanamıyor. Đnsanın “doğal olarak” rekabetçi, asosyal ya da yabancı düşmanı olup olmadığı sorusunun anlamı, özgürlükçü perspektif içinde teorik ve pratik olarak – örneğin eğitim konularında – pek de büyütülecek bir şey değildir. Bu noktada eğer kuru iddialar aşılmak isteniyorsa, tabii ki sadece psişiğin toplumsal tarihi değil fakat aynı zamanda doğa tarihi de gözden geçirilmelidir. Volker Schurig bu konu üzerine üç cilt hazırlamıştır. Burada ele alınan insan doğası ya da insanın toplumsal doğası kavramları, öncelikle beraberinde psikolojik sorunsallaştırmaların ve insani/insanlıkdışı yaşam koşullarının doğallaştırılmasını red edebilme işlevine sahiptirler – örneğin 1975 ve 1976 yıllarında yayınlanan Ute HolzkampOsterkamp’ın “motivasyon” üzerine ciltlerinde gösterildiği üzere psikanalizin içgüdü teorisinde olduğu gibi. Ve genetik öncelin altında kavramsal olarak daha genel olanın ve genetik takipçinin altında kavramsal olarak farklılaşmış ya da daha özgülleşmiş olanın sınıflandırılması gerektiğine dair metodolojik düşünceyle böylesi meseleler konuyla ve nesneyle ilgili olarak tartışmaya açıktır. “Edim yeteneği” Üzerine Klaus Holzkamp ve Eleştirel Psikoloji’nin kazandığı entelektüel nüfuz, sadece ÖÜ-Psikoloji bölümü ve Eleştirel Psikoloji’nin yaygın bir şekilde özdeşleştirilmesinde değil, aynı zamanda yaklaşık 3000 katılımcıyla 1977’de Marburg’taki ilk Eleştirel Psikoloji Kongresi’nde de kendini göstermiştir; Klaus Holzkamp kongrede Eleştirel Psikoloji’yi “Marksizm”le şu şekilde ilişkilendirmiştir: Marksizm’in “tarihsel sürecin nesnel belirlenmişliği ve öznel belirlemesi arasındaki ilişkiyi” ortaya koyuş biçimi, mutlak “tarihsel öznebilim”dir; böylece Eleştirel Psikoloji “özel öznebilim” olarak, “öznesel-aktif bileşenlerin, yani bireysel yaşam etkinliği içinde kendini belirleme”nin gelişimini hedeflemektedir. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 81 Klaus Holzkamp 1983’de yayınlanan “Psikolojinin Temellendirilmesi” (Grundlegung der Psychologie) eserinde, o ana kadarki eserleri bağlamında yapılanları genelleştirerek şu tanıma varmıştır: edim yeteneği temel kategorisiyle Marksist öznebilim olarak Eleştirel Psikoloji. Eleştirel Psikoloji’nin kendisiyle kapitalist toplumdaki iktidar ilişkilerinin analiz edildiği toplum-teorik ilgi düzlemi, edim olasılıklarının birey için asla kesintiye uğramamış, ama daima toplumsal edim engelleriyle açıklayıcı bir ilişki içinde verili olduklarının dikkate alınmasını gerekli kılmaktadır. Beraberinde, Holzkamp’ın formüle ettiği gibi, birey için yapısal olarak “çift olasılık” mevcuttur: ya “sınırlayıcı” alt etme modu içinde sadece bahşedilmiş olasılıkları değerlendirmek veya yakın duran düşünüş biçimlerini yeniden üretmek (örneğin rekabet biçimli davranış sergilemek) ya da bu olasılıkları bizzat – gerektiğinde diğerleriyle birlik içinde – “genelleşmiş eylem yeteneği” anlamında genişletmek. Sınırlayıcı stratejilerin ne oranda yalnızca başkasına değil, aynı zamanda – bilinçsiz olarak – kendi kendine de zarar verici olduğunu analiz etmek bu noktada eleştirel psikolojik araştırmanın amacıdır. Bu araştırma kendini “öznenin bakış açısından araştırma” olarak anlar. Buna göre insanlar psikolojik araştırmanın nesneleri değildirler, aksine kendileri de araştırma cephesinde bulunmaktadırlar. Araştırma nesnesi dünyadır, öznenin dünyayı – hissederek, düşünerek, davranarak – nasıl deneyimlediğidir. Özne bilimsel ifadeler, insanları sınıflandırmaya yönelik ifadeler değil, aksine edim olasılıkları hakkında ifadelerdir. Son monografisinde (“Öğrenme”, 1993) Klaus Holzkamp “öğrenme öznesinin bakış açısından, yani dışarıdan öğretme aktivitelerinin kavramsal katıştırması olmadan” bir öğrenme teorisinin geliştirilmesiyle meşgul oldu, ayrıca (diğerlerinin yanı sıra Michel Foucault’un “Denetleme ve Cezalandırma”sına atıfla) öğretilmiş hale gelişin basit etkisi olarak düşünülen öğrenmenin okulda gerçekleştirilecek şekilde biçimlendirilmesiyle bağlantılı sorunlarını da araştırdı. Foucault’a yaptığı atıf, Holzkamp’ın 1994’te, yani ölümünden bir yıl önce yaptığı bir konuşma sırasında, şaşkınlıkla belirttiği gibi, “bazı okuyucularda, özellikle politik arkadaşlarda hatırı sayılır kafa karışıklığına neden oldu: Neden 82 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Holzkamp şimdi birdenbire Foucault’a pozitif olarak atıfta bulunuyor? O yapısalcı, postyapısalcı, postmodernist ya da benzeri bir şey ve Holzkamp Marksist. Ya da, çağın işaretlerini takip ederek, şimdi Marksizm’inden vazgeçti ve kendini bugünün geçerli moda akımlarına mı teslim etti?” Foucault’dan kurum analizi üzerine kendisi için vazgeçilmez öneriler aldığını açıkladıktan sonra, Holzkamp şöyle özetliyor: “Yani, buyurun, bizim temel Marksist yönelimimizden vazgeçme ya da onu sadece görelileştirme diye bir şey yok!” – bugün psikolojik konstruktivizme kadar (yani, kendisine göre Kolomb’un Amerikan yerlilerini keşif mi ettiği yoksa uydurmuş mu olduğuna karar verilemeyen şu yaklaşım) “critical psychology” olarak adlandırılan çeşitli Marksist olmayan yaklaşımlara karşı, açıkça bir ortaya koyuş. Bunların birçoğu postmodern şıklık içinde eleştiridir. Karada yüzen biri değil 1995’te ölümünden kısa bir süre önce Holzkamp, “Yaşam Sürdürme” kavramından yola çıkarak kendi yaklaşımının yeni bir temellendirmesini denedi; artan sağlık problemlerinden dolayı devam edemediği bir deneme. Bundan ne çıkacaktı, (ölümünden sonra bilgisayarından aldığım) kalıntılardan bunu tahmin etmek çok zor. Kendisi bile bu konuda kendini zaten bir “çıkmaz sokak”ta görüyordu. Eleştirel Psikoloji içinde ve hakkında sürdürülen tartışmalar, en iyi şekilde Holzkamp’ın 1978’de diğerleriyle birlikte kurduğu ve – yıllık iki sayı olarak yayınlanan – şimdiye kadar 51 sayıya varmış, Eleştirel Psikoloji Forumu (Forum Kritische Psychologie) dergisinden takip edilebilir. Holzkamp’ın kendi çalışmaları şu sıralar Argument-Verlag tarafından basılan toplu basım aracılığıyla (tekrar) daha kolay ulaşılabilir hale geliyor. Klaus Holzkamp olağanüstü bir teorisyendi – ama karada yüzen biri değildi. Tıpkı eleştiri-öncesi zamanında deneyci olması gibi, daha sonra da laboratuar dışında amprik projelere katıldı. 1969’da çocukların ve gençlerin, başka şeylerin yanı sıra seksüel bastırılmışlık deneyimlerini “usule uygun olmayan” şekil- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 83 de dile getirdikleri için basında geniş yer alan öğrenci projesi “Öğrenci Dükkânı ‘Kızıl Özgürlük”ü mümkün kıldı.4 Wolfgang Fritz Haug 1971’de, bir seks skandalının Klaus Holzkamp’ın üstüne yıkılmaya çalışıldığı karalama kampanyasını soruşturdu. 1978’de Klaus Holzkamp beş yıl süren “Erken Çocuklukta Özne Gelişimi” projesine başladı. (Gisela Ulmann’ın “Çocuklarla Baş Etme Üzerine” kitabı bu çalışmanın görüşlerine dayanır). 80’li yıllarda onun tarafından başlatılan pratik araştırma, bugün hala ÖÜ-Psikoloji’de var olan “Kalitatif Araştırma ve Öznebilimsel Meslek Deneyimi” eğitim projesinin (ÖÜ’deki son eleştirel psikoloji projesinin; bkz. Nora Kiefer’in junge Welt’deki 21.2.2007 tarihli yazısı) temelidir. Daha sonra kendi girişimiyle yürütülen bir okul projesinden, ırkçılık üzerine bir projede (eşi Ute Osterkamp ile birlikte) çalışmak üzere vazgeçti. Proje faaliyetlerinin çeşitliliği pratik araştırmaya olan ilgisini gösterse de – aynı zamanda onları gerçekten sonuna getirme konusunda belli bir çekinceyi de gösterir. Sürekli yapacak başka bir şey ya da (ona) daha önemli gelen bir şey vardı. Esas arzusu – kendi çalışma bağlamı tarafından da desteklenen – teori gelişimiydi. Akıntıya karşı Holzkamp’ın bilimsel tutumu, onun genel ve empatik bilim tanımında belirginleşiyor: Bilim “prensip olarak akıntıya-karşı-yüzme, ama her şeyden önce kendi önyargılarının akıntısına da karşı ve ayrıca burjuva toplumda satılmaya ve kendi egemenlik haklarını tehlikeye atabilecek bilgilerden huylanan egemen güçler karşısında pes etme eğilimine karşı. Buna göre bilim, tabiri caizse eleştiri ve özeleştiridir: fakat birçok kentsoylu entelektüelin rekabet tarafından belirlenmiş kendini gösterme meraklısı eleştirisi değil, aksine egemenlerin insanın başkası tarafından belirlenmesinin ve karar alma ehliyetinden yoksunluğunun sürdürülmesi yolundaki bağnaz çıkarlarına karşı bütün insanların çıkarına insani bilgi gelişiminin gerçekleşmesine yönelik bir eleştiri. Çocuk dükkânları (Kinderladen) ve öğrenci dükkânları (Schülerladen) Almanya’da kurulmuş alternatif çocuk yuvaları ve öğleden sonra faaliyet merkezleridir. Kadın hareketinin ve öğrenci hareketinin başını çektiği ve ticari amaçlı olmayan çocuk dükkânlarını kural olarak kolektif bir şekilde anne-babalar yönetirler. Çocuk dükkânı ifadesi bu iş için daha çok eski dükkânların kullanılmasından dolayıdır. [Editör Notu] 4 84 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Bu anlayış, Klaus Holzkamp için eleştiriyi bir tür sürekli görev haline getirdi ve hatta tam da eğer biri kendinden veya kendi görüş ve eylem iddialarından vazgeçmek istemiyorsa – özellikle de eğer biri böylece sürekli engellere tosluyorsa. Burada Holzkamp’ın vurguladığı iki moment bulunuyor: Değişikliğe hazır olma ve özeleştiri ve kentsoylu uyumun ve yönlendirilebilirliğin temel donanımları (“anahtar yetkinlik”) arasında bulunan esnekliğe karşı bir direniş. Şüphesiz tartışmayı seven bir bilim adamıydı, ama mutlaka çekişme aramış biri değildi – hatta sadece, yorulmaksızın ve tutkuyla çalışan biri olarak, kendini ikinci tutkusu, klasik ve daha sonra caz piyanisti olarak pratikte de uyguladığı müziğe adamış olduğu için. Doğrusu, bilimsel düşüncelerinin toplumsal getirilerinden kaçmak istemediği için, kendi politik bağlantısına bir alternatif görmedi. Kendisine önemli gelen sorunları teori modlarından bağımsız takip etti ve bunu yaparken daha önceden yapılmış zamanlamaların kendisini baskı altına almasına izin vermedi; idari araştırma planlamalarına düşünüleceği üzere hiç de iyi uymayan bir tutum. Bütün bu şeyler içinde eski stilde bir bilim adamıydı. Adorno tarafından çoktan eleştirilmiş ve bu arada bugün iş ilanlarında resmi olarak beklenen “pazarlama niteliği” (araştırmanın dışarıdan finanse edilmesi) onda noksandı. “Đktidarın bütün kanallarının ve drenajlarının bilgisi” aracılığıyla kendini “vazgeçilmez” yapan, onun “en gizli yargı ifadeleri”ni tahmin eden ve bunların “kıvrak iletişimi”den yaşayan, bir bilim adamının yeteneklerine sahip değildi. Yalnız çalışıyordu, dinginlik ve yalnızlığa ihtiyaç duyuyordu ve sorunları, hipotezleri ve sonuçları ancak ondan sonra çeşitli çalışma bağlamlarında – ve derslerinde – tartışıyordu. Yani öğrencileri kutsallaşmış bir öğretim ve sınav sisteminin nesneleri olarak değil, beraber düşünenler, aykırı düşünenler, ileri düşünenler olarak, her durumda özne olarak kavradı. Böylece şunun bilincindeydi ki, konuya yabancı bir hiyerarşi öğretenlerin ve öğrenenlerin toplumuyla ve bununla bağlantılı bir tartışma, kavga ve öğrenme kültürüyle çelişki içinde bulunur. Sadece kavramsal ve metodolojik tasavvurlarında anaakım psikoloji ile gerilim içinde olan bir Eleştirel Psikoloji değil, kurucusu Klaus Holzkamp’ın bilim- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 85 sel tutumu da, kapitalist toplumun ve onun bilim işletmesinin yaşayan eleştirisiydi. Klaus Holzkamp ve Alman Eleştirel Psikoloji’sinin yükselişi ve düşüşü1 Thomas Teo2 (Çeviri: Özgen Yalçın) ÖZET Alman Eleştirel Psikolojisi tarihi üzerine yazılan bu metin, en önemli temsilcisi olan Klaus Holzkamp (1927-1995)’ın çalışmaları üzerine odaklanmakta ve fikir, eleştiri ve çıkarsamalarının gelişimini yeniden inşa etmektedir. Tarihî-sistematik nedenlerden dolayı çalışması, eleştiri öncesi (1968’e kadar) dönem, eleştirel-özgürleştirici dönem (1968-1972), eleştirel-kavramsal dönem (1973-1983) ve özne-bilimsel dönem (1984-1995) olmak üzere bölümlenmiştir. Sosyal hareketler ve geleneksel psikolojinin iç sorunları, psikolojisinin yükselişindeki etmenler olarak tanımlanırken, Eleştirel Psikoloji’nin 1980 ve 1990’lardaki düşüşü sosyal gelişmelere, sistematik temel çerçevesinin sınırlılıklarına ve alternatif eleştirel yaklaşımların ortaya çıkmasına yüklenmektedir. Bu olumsuzluklara rağmen makale, Holzkamp’ın psikolojik bilgi birikimine önemli katkılarda bulunan saygın bir kuramsal psikolog olduğunu göstermektedir. P sikoloji tarihi üzerine Kuzey Amerikan kitapları (örn. Fancher, 1996), Alman psikolojisinin katkılarına geniş yer vermekte ancak çoğunlukla öncüleri ve sadece 1933 öncesi yaklaşımları tanımak- tadır. Bu vurgu, bir yandan meşru olmakla birlikte diğer yandan kesinlikle bir eksiklik gösterir. Batı Alman psikolojisinin 1945’den sonra Amerikalılaşmasının (Métraux, 1985) Alman anaakım psikolojisini uluslararası yerleşik bir Alman kimliğinden yoksun bıraktığı doğrudur. Ancak, 1945’den sonra uluslararası taBu metnin orijinali History of Psychology dergisinin 1. cildinin Ağustos 1998 tarihli 3. sayısında (s. 235-253) yayınlanmıştır. 2 York Üniversitesi Psikoloji Bölümü 1 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 87 nınmayı hak eden özgün Alman yaklaşımları doğuyordu. En sağlam yaklaşımlardan birisi, daha çok savaş sonrası Alman psikolojisinin kayda değer bir figürü olan ve monografileri psikoloji çevresinde ateşli tartışmalar3 başlatan kurucusu ve destekleyicisi Klaus Holzkamp’la (1927–1995) tanınan Alman Eleştirel Psikolojisi’dir. Kuzey Amerikan anaakım psikolojik düşünce ve yönteminden büyük ölçüde farklılaşan Holzkamp’ın eleştirel-psikolojik çerçevesinin doğasını anlamak için eşzamanlı bir bakış açısıyla eleştirel psikolojinin genel karakteristiklerini tanımlamak gerekmektedir. Eleştirel Psikoloji (EP), psikolojinin bir sistem modelini temsil etmektedir. EP’nin psikolojinin kurulması nosyonu (Holzkamp, 1983), araştırma yönelimli bilim insanları tarafından, yakın dönemde ise postmodern felsefeciler ve bilgi sosyologlarınca eleştirilen bir 18. ve 19. yüzyıl bilim anlayışından meydana gelmektedir. Holzkamp, Alman kavramsal, kuruluş ve sistematik geleneğini Kant’ın, Hegel’in ve Marx’ın yaptığı gibi kişileştirmektedir. Staeuble (1985), bilimin bir araştırma modeli ve bilimin bir sistem modeli’ne işaret ederken psikolojiye iki yaklaşımı ayırt etmiştir (s. 32). Psikolojide bilimin bir sistem modeli, 19. yüzyılın ortalarından bu yana araştırma modelinin başarıları tarafından rahatsız edilmekte, temel kavramların tutarlı, şiddetli ve örgütlü bir sistemi aracılığıyla bir gerçeklik bütünlüğü yakalamaya çalışmaktadır. EP, psikolojinin ütopik geleneği içersinde hareket etmektedir. Bir gerici (örn. öjenik) ve bir ilerici hareketin ayrılabileceği bu çerçeve içersinde (krş. Morawski, 1982) psikolojik konular toplumsal hedeflere bağlanmaktadır. Daha özelde EP, herkesin kendi yetenekleri doğrultusunda yaşayabildiği ve bireyler arasında ilişkilerin pazar ilişkileri tarafından belirlenmediği sınıfsız bir toplum nihai hedefiyle Marxist araştırma programının bir parçası olarak anlaşılmaktadır. Marxist disiplinler içersinde EP, öznenin ya da bireyin bir diyalektikmateryalist bilimini temsil etmektedir: Bir Marxist psikoloji. Bu ütopyan boyut, EP’yi en azından belirli bir zaman için oldukça çekici bir sosyal meta haline getirmiştir. Holzkamp’ın çalışmalarının bütün bir listesi Forum Kritische Psychologie, Vol. 36, pp. 180—193 dergisinde bulunabilir. Liste, Jaeger ve Osterkamp (1987)’a dayanmaktadır. 3 88 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 EP, radikal siyasal ve sosyal hareketler bağlamında evrimleşmiştir. Geç 1960’lar ve 70’lerde Alman psikolojisinde çeşitli eleştirel yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle eleştirel psikoloji terimi Almanya’da muğlaktır. Klaus Holzkamp’ın etrafında biçimlenen (Batı) Berlin grubu, büyük harf Eleştirel Psikoloji (EP) olarak bilinmektedir. Đkinci bir eleştirel psikoloji, Psychologie und Gesellschaftskritik (Psikoloji ve Toplum Eleştirisi) dergisi etrafında az çok örgütlenmiş ve küçük harf eleştirel psikoloji (ep) olarak atfedilmiştir. Đkincisi, EP’nin alternatif kapsamlı bir psikoloji kurma hedefini paylaşmamaktadır (Rexilius, 1987); bu nedenle herhangi bir araştırma sistemi geliştirmemiştir. Daha çok, psikolojiyi toplumsal bir bilim olarak görürken anaakım psikolojisini eleştirmeyi ve ona karşı memnuniyetsizliklerini paylaşan, siyasete karşı ilgili bireylere işaret etmektedir (Rexilius ve Mattes, 1998). Freudyen Marxizm, Frankfurt okulunun çalışmalarından esinlenmiş, Marxizm ve psikanalizi bir araya getirmeye çalışmış bir tür eleştirel psikolojidir, marjinalize olmuştur; Alman psikolojisi üzerine etkisi hala araştırılmayı beklemektedir. Eleştirel psikologlar olarak nitelendirilebilen psikolojinin eleştirel tarihçileri, eleştirel araştırma yaparlarken aynı zamanda daha iyi kuramlar ve yöntemler için geleneksel psikolojiyle rekabete girmek zorunda değillerdir. Psikolojide temel düşünceleri feminizm ya da çokkültürlülüğü içeren eleştirel yaklaşımlar, Almanya’da tanınabilir ve kabul edilebilir akademik araştırma programları oluşturabilmek için henüz yeterince gelişmemiştir. Bir araştırma programı olarak EP, bir topluluğun ürünüdür. EP’nin esas beyni olarak, EP’nin üretken ve önemli bir yazarı olarak, EP’nin kurucusu olarak, Forum Kritische Psychologie (Eleştirel Psikoloji Forumu) dergisinin (ilk) editörü olarak, EP’nin merkezindeki (Berlin Özgür Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü) önemli figür olarak ya da Almanya kamusal alanında siyasal hedef olarak Holzkamp’ın üzerindeki olağan ilgi, EP’yi ortaklaşa kuran disiplinlerarası çalışma grubunun ana etkisini gözden kaçırmaktadır. EP ve özellikle Holzkamp, Kuzey Amerikan psikoloji pazarına çekilmeyle ilgilenmemiştir. Holzkamp’ın ve diğer eleştirel psikologların sadece birkaç çalış- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 89 ması Đngilizce’ye çevrilmiş; Holzkamp’ın monografilerinin hiçbiri Đngilizceye çevrilmemiştir (bkz. Tolman, 1994). Bundan dolayı Kuzey Amerika’da çok iyi bilinmemekte ve okunmamaktadır. Bu, Holzkamp’ı, örneğin kitaplarının çoğu Đngilizceye çevrilen uluslararası düzeyde tanınmış Alman sosyal felsefecisi Jürgen Habermas’dan, ayırmaktadır (bkz. Teo, 1995). Yeniden Đnşanın Odağı Alman EP’sinin etraflı bir tarihi, bu makalenin kapsamı ötesindedir ve bu tarihin önemli yönleri çeşitli yazarlar tarafından analiz edilmiştir (Maiers, 1991; Tolman, 1989, 1994; Tolman ve Maiers, 1991; van Ijzendoorn ve van der Veer, 1984)4. Bu tarihçe, Klaus Holzkamp’ın çalışmalarında tasvir edildiği gibi EP’nin dönüşlerine odaklanmakta ve bu dönüşleri hem içsel hem de dışsal koşullar açısından analiz etmektedir. EP’nin düşüşü özellikle bir kategoriler sistemi olarak EP sorununa ve EP’nin sosyal boyutuna bağlanmaktadır.5 Bu yeniden inşa içersinde çeşitli idealleştirmeler yapılmıştır. Holzkamp’ın çalışmaları üzerine odaklanmak bir sınırlamadır ve diğer eleştirel psikologların katkılarını, EP içersindeki grup dinamiklerini (keza temsilcilerle etraflı görüşmeleri gerektirmektedir), kurumsal sınırlamaları ve olanakları, farklı eleştirel psikologlar arasındaki tartışmaları, Marxizm içersindeki söylemleri ve Almanya’nın genel kültürünü içeren çok sayıda etmeni göz ardı etmektedir. Yine Holzkamp’a odaklanmak, EP’nin düşüşünü en önemli temsilcilerinden birinin ölümüne doğrudan bağlayarak analizi basitleştirme isteği değildir (krş. Kuhn, 1962). Buna rağmen Holzkamp’ın üzerine odaklanılması gelişigüzel değildir. EP’nin sofistike araştırma programı, birçok bireyin çalışmaları olmadan olanaklı olmayacaktı, ancak EP, Holzkamp’ın katkıları olmadan şu an olduğu gibi düşünülemez. Aslında EP’nin temel argümanları, kavramları ve tartışmaları, Holzkamp’ın yazılarında belirginleşmiştir. EP’nin tarihi Almanya’da Holzkamp (1988)’ın kendisi, Maiers ve Markard (1987) ve Teo (1993) tarafından yazılmıştır. 5 Bu odak, psikolojide eleştirel düşüncenin sonraki gelişimine ilişkin sonuçlar çıkarmama olanak sağlar (bkz. Teo, 1998). 4 90 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Holzkamp’ın çalışması tarihsel-sistematik nedenlerden ötürü 4 evreye ayrılabilir. Eleştiri öncesi dönem, ilk yazılarıyla başlamış, Eylem Olarak Bilim (Holzkamp, 1968) üzerine monografisini yayımladığı fakat aynı zamanda ilk eleştirel-kuramsal özgürleştirici makalelerini dönem, yazdığı 1968’den 1968’e Eleştirel kadar Psikoloji: sürmüştür. Hazırlık Eleştirel- Çalışmaları (Holzkamp, 1972b)’nı yayımladığı 1972’ye kadar devam etmiştir. Eleştirelkavramsal dönem, 1973’den 1983’e, Duyusal Bilgi (Holzkamp, 1973)’nin yayımlanmasından Psikolojinin Temellendirilmesi6 (Holzkamp, 1983)’nin yayımlandığı döneme kadar sürmüştür. 1984’ten 1995’deki ölümüne kadar EP’nin bir öznebilimsel dönemi’nden (öznenin bakış açısından psikoloji) bahsedebiliriz. Eleştiri öncesi dönem Eleştiri öncesi dönem (1968’e kadar) ancak Holzkamp’ın sonraki yazılarının perspektifiyle eleştiri öncesi olarak isimlendirilebilir; çünkü erken dönem yazıları da zaten geleneksel yöntembilim eleştirisidir. Holzkamp, geleneksel psikolojinin sorunlarını, yansıma mantığı ve geleneksel psikolojik araştırma içindeki değişim kapsamında çözmeye çalışmıştır. Psikolojinin temel zayıflığını hatalı bir bilim felsefesi olmasına yüklemiştir. Bundan dolayı inşacılık (constructivism) adı verilen, içinde araştırma için yeni ölçütlerin geliştirildiği yeni bir bilim felsefesi geliştirmeye çalışmıştır (Holzkamp, 1968). Wolfgang Köhler’in 1965’te Holzkamp’a bir mektupla hakkında: “Bana öyle geliyor ki bu çalışma alanında benzersiz bir başarıyı temsil ediyor” (akt. Keiler, 1987, s.124)7 diye yazdığı Psikolojide Kuram ve Deney’i 1964’te yayımlamıştır. Bu bilimsel incelemede kuram ve deney arasındaki ilişkiyi incelemiş ve ikna edici bir şekilde deneysel sonuçların yorumunun bağlayıcı olmadığını ve psikolojinin önerdiği kuramlar dolayısıyla birinin her zaman ihtiyaçları doğrultusunda, kuramı doğrulayan ya da yanlışlayan deneyler üretebileceğini göstermiştir. BelirGrundlegung der Psychologie başlığı bu makalede Foundation of Psychology (Psikolojinin Temellendirilmesi) olarak çevrilmiştir. Tolman (1989), Laying the Foundation for Psychology (Psikoloji için temel atmak) olarak çevirmiştir. Diğer bir olası çeviri: Groundwork of Psychology (Psikolojinin Temeli) 7 Bu alıntı ve takip eden bütün alıntılar için çeviri bulunamadığından benim tarafımdan çevrilmiştir. 6 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 91 tilmesi gerekir ki Holzkamp, psikolojik deneyle ilgili sorunları tartışırken deneyleri kendisi gerçekleştirmiştir (örn. Holzkamp ve Keiler, 1967). Bu zaman boyunca deneylerin psikoloji için değerine karşı çıkmamış, deneyler hakkındaki şüphelerin yanlış anlamalara bağlı olduğunu kabul etmiştir (Holzkamp, 1964). Bunun gibi sorunlara çare olması adına kuramları için temsili deneyler yapmaya çalışan araştırmacılara rehberlik etmesi için çeşitli ölçütler önermiştir. Daha sonra, eleştirel-kavramsal dönemde Holzkamp (1981), kimsenin, hatta kendi deneylerinde kendisinin bile böyle ölçütleri umursamadığını öne sürerek kendini bu projeden açık bir biçimde uzaklaştırmıştır (s. 277). Psikolojide Kuram ve Deney’in yayımlanmasından dört yıl sonra Holzkamp, geleneksel bilim felsefelerine alternatif olarak bilimsel topluluk için tasarladığı bir çalışma olan Eylem Olarak Bilim (Holzkamp, 1968) kitabını yayımlamıştır. Deneysel-tümevarımsal bilim felsefesinin savunulamaz olduğunu göstermeye uğraşmış ve araştırmacıların otantik bilimsel aktivitelerine haklılık sağlayacak bir bilim felsefesi geliştirmeye çalışmıştır. Geriye bakıldığında ve 1980’lerde ve erken 1990’larda psikolojideki sosyal inşacı hareketin kabul gördüğü ilgi ışığında, gerçeklik, psikoloji deneylerinde inşa edilmiş ve yaratılmıştır nosyonunu içeren düşünceleri bir kez daha son derece çağdaş görünmektedir. Bu eleştiri öncesi dönem boyunca Holzkamp (1964, 1968), kitaplarının daha iyi ve ses getiren bir psikoloji sağlayabildiğine inansa da açıkça bir sosyal ütopyaya gönderme yapmamıştır. Ayrıca, temel amaçları, epistemolojik monografi (Holzkamp, 1968): Bilim Felsefesinin Yeni Bir Temellendirilmesi Üzerine Makale’nin alt başlığında belirtilmesine rağmen bir kategoriler sistemi geliştirmemiştir. 92 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Eleştirel-özgürleştirici dönem Almanya’da eleştirel psikolojilerin ortaya çıkması, 1960’larda modern sanayileşmiş toplumlardaki geniş sosyal gelişme bağlamında anlaşılmalıdır (Teo, 1993). Đyi bilindiği gibi sosyal hareketler, toplumda, kültürde, siyasette ve akademide geleneksel yapıları ve işleyişleri eleştirerek statükoya meydan okudular. Sosyal yayınlar, sosyal açıklamalar ve sosyal bilimler, birçok sorun için çözüm vaat ettiler ve entelektüel alanda baskınlardı.8 Ek olarak, Almanya’da eleştirel psikolojiler, savaş sonrası Batı Almanya ve bu toplumun özgül sosyal-kültürel sorunları bağlamında anlaşılmalıdır (Benz, 1989). Soğuk Savaş, yaşamın her alanındaki özellikle üniversitelerdeki otoriteryen yapılar, Almanya’nın geçmişiyle yeteri derecede baş etmesinde nüfusun çoğunluğunun algıladığı başarısızlık ve ebeveynlerin Nazizm’e katılımı hakkındaki bilgi eksikliği, ekonomik büyüme tarafından gizlenmiş, birçok öğrenciyi toplum içersinde her şeyi saran varsayımlara ve kurulmuş davranışlara meydan okuma hassaslığına eriştirmiştir (Teo, 1993). Berlin Özgür Üniversitesi alternatif gündem merkezi haline gelmiştir (Rabehl, 1988). Örneğin, 1967’de öğrenciler, Berlin Özgür Üniversitesi’nde üniversitelerin kalıcı eleştirisini yapmaya ve öğrencilerini siyasal pratiğe hazırlamaya çalıştıkları bilimsel bilgi üzerine temellenen bir Eleştirel Üniversite kurmuşlardır. Muhtelif gelişmeleri içinde Alman öğrenci hareketinin (Teo, 1993) – öğrenci hareketinin fikirleri, düşüncesinde baskın bir yer aldığı sırada zaten Almanya’da tanınan başlıca kuramsal psikologlardan biri olan – Holzkamp’ın düşüncesine doğrudan bir etkisi olmuştur.9 Eğer neden “daha iyi” bir psikoloji geliştirmeye çalıştığı ve birçok psikoloji öğrencisinin yaptığı gibi sadece psikolojiyi eleştirYine de, bu dönem boyunca sosyal fenomene getirilen biyolojik açıklamaların da etkili olduğu unutulmamalıdır. 9 Psikolojik bakımdan ilginç olan, neden diğer profesörler etkilenmezken Holzkamp, öğrenci hareketinden etkilenmiştir sorusunu yanıtlamak güçtür. Sorun yönelimli bir bakış açısıyla öğrenci hareketinden gelen düşüncelerin Holzkamp’ın daha iyi bir psikoloji hedefine uygulanabilir olduğu savunulabilir. Kurumsal bir perspektiften bir grup dinamiğinin Holzkamp’ın davranışını etkilemiş olabileceği gösterilebilir; ancak bu, Holzkamp’ın bu düşünceleri neden sindirdiğini ve uzlaştırdığını açıklamamaktadır. Ayrıca, Holzkamp’ın kişiliği derinlemesine düşünülebilir ya da bunun belirlenmiş anlamlı bir bağlamdaki özgür seçimi olduğu savunulabilir. Yine de muhtemelen bu soruya verilecek tamamen yeterli bir cevap bulunmamaktadır. 8 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 93 mediği anlaşılmak isteniyorsa bu bağlam hesaba katılmalıdır. Küçük harf eleştirel psikologlar, psikolojik anaakıma meydan okuyarak ya da aslında psikolojiyi ortadan kaldırmayı bile isteyerek büyük ölçüde öğrenci hareketinin kendisinin içinden çıkıyorlardı (bkz. Teo, 1993). Meydan okuma ihtiyacı sadece psikologların sınırlı kuramları tarafından değil aynı zamanda psikolojinin ve özellikle yöntembiliminin, dönemin ateşli konularına hitap etmeyen mevcut pratiği tarafından motive olmuştur (Mattes, 1985). Bütün eleştirel psikologlar Marx’tan ilham almışlardır; fakat düşüncelerinin hangi yönlerinin kuramlarına dâhil edileceği hakkında görüş birliği yoktur. Yine, eleştirel psikologlar, sosyalist ülkelere, özellikle Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne karşı farklı görüşlere sahiplerdi. Berlin grubu, sosyalist duruşunu edindikten sonra Demokratik Alman Cumhuriyeti’ne karşı diğerlerinden daha fazla sempati gösterme eğiliminde olmuştur. Bu eleştirel-özgürleştirici geçiş döneminde (1968–1972), Holzkamp, eleştirel-kuramsal yansıma ve geleneksel psikoloji arasında bir uzlaşma – özgürleştirici bir psikolojiye yol göstermesi amaçlanan ortak bir zemin – bularak psikolojideki problemlere karşı bir çözüm formülleştirmeye çalışmıştır. Öğrenci hareketinin ve eleştirel kuramın başlıklarını birleştirdikten sonra Almanya’da bütün eleştirel-psikolojik hareketler tarafından övülen dergi makalelerini yeniden bastığı ve özgürleştirici bir psikolojinin anahtar konularının özetlendiği Eleştirel Psikoloji: Hazırlık Çalışmaları (Holzkamp, 1972b) kitabını yayımlamıştır. Bu zaman boyunca Holzkamp için (a) psikolojinin pratik için uygunluğunu sorgulamak; (b) geleneksel psikolojik yöntembilimin sorunlarını saptamak ve (c) psikolojinin gizli, ideolojik varsayımlarını açığa vurmak, eleştirel olmak anlamına gelmektedir. 1968’de Holzkamp (1970/1972e), psikolojinin pratik için uygunluğu üzerine bir metni tamamlamıştır. Deneysel yöntemin ve yoruma dayalı istatistiğin karmaşıklığının psikolojik araştırmada gerçekliğin detaylandırılmasına ve indirgenmesine yol açtığını savunmuştur. Psikoloğun dünyası pratikte hala bireylerin sosyal bağlamlardaki sorunlarından ibarettir. Laboratuarda kontrol edilen ve 94 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 dışarıda bırakılan bütün değişkenler, gerçek yaşam ortamlarında etkilidirler. Bundan dolayı psikolojinin teknik uygunluğun üstesinden gelemediğini iddia etmektedir. Kaldı ki, araştırma, toplumsal (societal) ve sosyal bağımlılıkları hakkında öz-aydınlanmayı edinmeleri için bireylere yardım ettiği zaman tamamlanan özgürleştirici uygunluğa bağlanmış olmasaydı, teknik uygunluk tek başına toplumda güçlü için çalışmaya işaret edecekti. Aynı makalede Holzkamp (1970/1972e), fizik ve psikolojinin konuları arasında temel bir fark bulunduğunu savunmaktadır. Varlıksal (ontic) bir bakış açısıyla fizikte araştırma, bir özne-nesne ilişkisi olarak karakterize edilebilirken; psikolojide ampirik araştırma, sadece özne-özne ilişkisi olarak anlaşılabilmektedir. Argüman, Holzkamp (1972c)’ın deneyin danışıklı, tersine çevrilebilir rollerin kabulüne bağlı olduğunu gösterdiği 1969 yılında tamamlanan bir makalede tekrarlanmış ve geliştirilmiştir: Deneyci, üstü kapalı olarak araştırma deneğinin bir deneyde denek rolü göstereceğini ve böylece sadece sınırlı davranış sergileyeceğini varsaymaktadır. Bununla birlikte eğer deney işbirliği yapan bir deneğe dayanıyorsa o halde doğal bir bilim olarak, nomotetik (kanun koyan) bir bilim olarak psikoloji kavramsallaştırması yanıltıcıdır. Holzkamp (1979/1972d), geleneksel psikolojinin sorunlarının gelişigüzel olmadığını, aksine psikoloji üzerinde içinde bulunduğu sosyo-tarihsel bağlamı yansıtan ideolojik etkiler meydana getirdiklerini öne sürmüştür. Analizine göre geleneksel psikoloji bireyi somut olarak kavramsallaştırırken, toplum gibi kavramlar soyutlamalar olarak algılanmaktadır. Bu düşüncenin bireyin burjuva ideolojisinden kaynaklandığını iddia etmiştir. Yine de Marxist bir perspektiften birey nosyonu, özellikle geleneksel psikoloji, bireyi kendi tarihsel-toplumsal pozisyonundan soyutladığı sürece hiç de somut değil, fazlasıyla soyuttur. Holzkamp, geleneksel psikolojinin zayıflığına tepki verirken, kuramı pratiğe bağlamada psikolojik aydınlatma için, iktidardan arındırılmış araştırma içersinde özgür ve simetrik diyalog için ve sosyal sorumlu bir psikolojinin gelişmesi için ısrar etmiştir. Bu eleştirel-özgürleştirici psikoloji, program niteliğinde kalmıştır fakat daha sonra Alman öğrenci hareketinin sosyalist dönüşünden ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 95 esinlenen yeni bir eleştirel psikoloji tarafından keşfedilmiştir. Holzkamp (1972a), Eleştirel Psikoloji: Hazırlık Çalışmaları kitabının sonuna -onu neo-Marxizm’den klasik Marxizm’e doğru götüren sosyalist dönüşünü gösteren- kendi makalelerinin öz-eleştirel bir değerlendirmesini dâhil etmiştir. Holzkamp’ın eleştirel-özgürleştirici psikolojiden eleştirel-kavramsal psikolojiye kayışını anlamak için öğrenci hareketinin gelişiminden, Berlin Özgür Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü’ndeki değişimlerden (Mattes, 1988) ve bir “skandal” deneyiminden (Teo, 1993) bahsetmek önemlidir. Öğrenci hareketinin tarafları daha radikal bir hal almıştı, akademik eleştirel-kuramsal görüşün siyasal-pratik görevlere ilişkin eksikliklerinin bulunduğu savunulmakta ve sosyal değişimin çalışan sınıf tarafından başlatılması gerektiği ifade edilmekteydi. Alman üniversitelerinin daha demokratik bir yönetimine yol veren üniversite reformları bağlamında enstitünün bütün üyelerinin -profesörler, okutmanlar ve asistanlar (Mittelbau), öğrenciler ve akademik olmayan personelin (örn. sekreterler)- karar verme sürecine katılmasını garanti eden yasalar için Berlin Özgür Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü, 1969’da lehte oy kullanmıştır. 1970’te Psikoloji Enstitüsü, kendi sosyal-eleştirel amaçlarını vurgulayarak felsefi ve sosyal bilimler fakültesine (Fachbereich) bağlanmıştır. Demokratik yollardan alınan bu kararlar, Psikoloji Enstitüsü’ndeki gelenekçi psikologları rahatsız etmiş ve sonunda Özgür Üniversite’de 1970 yılında ikinci bir Psikoloji Enstitüsü teşebbüsüne yol açmıştır. Đkinci bir enstitünün bu siyasal amaçlı kurulumu bağlamında Holzkamp, çok şiddetli kişisel saldırılarla yüzleşmiş ve kamusal ithamlarla baş etmeyi öğrenmek zorunda kalmıştır. Oldukça bilinen Schülerladen Rote Freiheit (çevirisi yapılamaz, edebi anlamı “Kızıl Özgürlük Öğrenci Dükkânı”) skandalında ismi ulusal televizyonda, gazetelerde ve dergilerde görünmüş ve psikolojik uygulamayı sözde kötüye kullanmaktan sorumlu tutulmuştur (bkz. Autorenkollektiv am Psychologischen Institut der Freien, Universität Berlin, 1971). Finansal nedenlerden dolayı o sırada otonom araştırma yapmak için yetkilendirilen bir öğrenci projesinden resmi olarak sorumluydu. Proje, Batı Berlin’de fakirleştirilmiş bir 96 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 bölge olan Kreuzberg’de yaşayan okul çocuklarıyla çalışmayı gerektiriyordu. Çağın özgürleştirici eğitim araçları ve hedefleri anlayışı içinde geliştirilmişti. Ancak, proje başarılı olmadığından sonlandırılmıştır. Projenin sonlandırılmasından bir süre sonra Alman kitle medyası, çocukların cinsel ve bayağı ifadelerinin kaydedildiği çalıntı tutanaklar yayımlayarak Holzkamp’a karşı bir kampanya (Haug, 1971) başlatmıştır. Çocuklar ve cinselliğin düşünsel olarak bir araya getirilmesi, çocukların Marxistler tarafından sözde siyasi manipülasyonu, toplumun ilgisini çeken konulardı. Holzkamp, kampanyadan kurtulmuş ve bazı politikacıların talep ettiği gibi üniversiteden çıkarılmamıştır (ayr. bkz. Holzkamp, 1970, 1972a). Ancak, kampanya, eğitim fakültesinde ikinci bir “geleneksel” psikoloji enstitüsü kurulmasına meşruluk kazandırmıştır. Bu kişisel deneyimler, aynı üniversitedeki eleştirel Psikoloji Enstitüsü’nden ayrılan bir Psikoloji Enstitüsü’nün kurulması, solun bazı kesimlerinin entelektüel radikalizasyonu ve enstitüdeki dinamikler, Holzkamp’ı geleneksel psikolojiyle uzlaşmalardan uzaklaştırmıştır. Sosyalist, klasik Marxist bir pozisyondan kendi yazılarına bütünüyle meydan okumuştur (Holzkamp, 1972a).10 Kendi sistematizasyonunu (uygunluk türleri) temelsiz olmakla eleştirmiş ve bilimin araççı (instrumentalist)11 indirgemesini (uygunluk) reddetmiştir. Sosyalist dönüşüyle kültürel-tarihsel okulun ilkelerini edinmiş ve uygulamış (Leontjew, 1973; bkz. Holzkamp ve Schurig, 1973); klasik Marxist literatürü (Marx, Engels, Lenin) benimsemiştir. Tek başına eleştiri ile değil aynı zamanda psikolojinin gerçek nesneleri üzerinde araştırma yaparak üretilebilecek pozitif bilgi oluşturmaya çalışmıştır. Bu dönemde EP, öğrenciler arasında oldukça popülerdir. Kuram gelişimini yeniden inşa ederken çoğu kez ihmal edilen fakat özgürleştirmeyi vurgulayan yaklaşımlarla ilgilenilirken özellikle dikkat isteyen önemli bir boyut, Almanya’daki eleştirel psikoloji öğrenci jenerasyonlarına umut (yükseliş), daha sonra Bu türden öz-eleştiri, önceden varolan sosyalist devletlerin siyasal Marxizm’inde oldukça bilinmektedir. 11 Çev. notu: Ulaş’ın Felsefe Sözlüğü’nde geçtiği biçimiyle bilim felsefesinde önermelerin ya da kuramların olası doğruluklarına ya da yanlışlıklarına bakılmaksızın yararlı kestirim araçları olarak kullanılabileceklerini belirten görüşten olanlar. 10 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 97 umutsuzluk (düşüş) veren, Holzkamp’ın ütopik nosyonudur. Öğrenciler ve uygulamacı psikologlar, geleneksel psikolojinin değerine olan inançlarını yitirmişlerdi; Holzkamp, anaakım psikolojinin içinden gelen biri olarak psikolojiye duyulan yerleşmiş huzursuzlukları ifade etmek için güçlü araçlar olarak kullanılan ikna edici ve sofistike argümanlar sağlamıştır. Ayrıca EP, daha iyi bir toplumun içine konulmuş daha iyi bir psikoloji için bir ütopya önermiştir. Temel odağı siyaset değil psikoloji olmasına rağmen Holzkamp (1972a), şöyle bir devrimci retoriği kullanmıştır: “Üniversitelerdeki sosyalistler için bireyin özgürleşmesi, bilimsel sosyalizmin hedefleri altında uzun süre, külfetli ve disiplinli çalışmanın gerekliliğini iyi bilmek anlamına gelmelidir” (s. 236). Sosyalizmin olumlu bir şey, sömürüyü sona erdirecek bir şey, bireylerin kendi yeteneklerini kullanmalarına izin verecek ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir şey olduğu aşikârdır. Bu nedenle üniversitelerdeki Marxistler “sosyalist bilim” için savaşmalıdırlar (Holzkamp, 1972a, s. 269).12 Eleştirel-kavramsal dönem Eleştirel-kavramsal dönemde (1973–1983) Holzkamp, psikolojinin sorunlarının geleneksel psikoloji çerçevesi içersinde ya da eleştirel ve anaakım düşünce arasında uzlaşmayla çözülemeyeceğini, daha çok psikolojinin kökten farklı bir görünüme ihtiyacı olduğuna inanmaktadır. Böylece, o ve çalışma arkadaşları, psikolojik nesnelerin daha iyi bir kavramsallaştırmasını geliştirmeye çalışmışlardır. Bu yeni çerçeve içinde ilk kitap, algı nesnesinin yeniden inşasıyla uğraşmıştır. Duyusal Bilgi (Holzkamp, 1973) kitabı, Alman EP’ndeki kavramsal çalışmalar için temel yöntembilimi ortaya sermektedir. Holzkamp, genel psikolojide algının gerçekten anlaşılabilmesinin ancak doğal tarihi, tarih öncesini ve insanlık tarihini hesaba katarak mümkün olacağını savunmaktadır. Buna göre algı Eleştirel psikolojilerin gelişimini bir Alman anti-Amerikan bakış açısından yeniden inşa etmek de ilginç olabilir. Örneğin, AStA (1967), Birleşik Devletler’in Vietnam’a girişini Nazi Almanyasındaki suçlarla karşılaştırmıştır (s. 7). Amerikan psikolojisinin eleştirisi, Amerikan siyasetindeki kusurlardan (örn. Vietnam savaşı) ve ayrıca ulusal yaralardan beslenmişti; çünkü bir zamanlar uluslararası psikolojinin sağlam ve güçlü bir dalı olan Alman Psikolojisi, artık etkili değildi. 12 98 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 gibi psikolojik kavramların analizinde üç basamak önermiştir. Đlk basamakta kişi, algının doğal tarihini birleştirmeli ve algının genel evrimsel-biyolojik karakteristiklerini saptamalıdır. Đkinci basamakta kişi, insan öncesi canlıdan (prehuman) insan yaşam formlarına geçiş üzerine odaklanarak, genel toplumsaltarihsel karakteristikleri bakımından algının ana hatlarını analiz etmelidir. Üçüncü basamakta kişi, algıyı burjuva toplumu gibi tayin edilmiş tarihselekonomik gerçekliğin altından açığa çıkarmalıdır. Psikolojinin bu hedeflerini gerçekleştirmek için EP, biyolojiden, fizyolojiden, etolojiden, antropolojiden, arkeolojiden, vs. materyal içermelidir. Holzkamp (1973), Darwin’in evrim teorisinin doğal-tarihsel analizler için nihai çerçeve olduğunu vurgulamıştır. Bu genel yöntembilime dayanarak Psikoloji Enstitüsü’ndeki çalışma arkadaşları, kendi psikolojik nesneler çalışmalarıyla takip etmişlerdir. Özellikle önemli olan, Holzkamp-Osterkamp (1975, 1976)’ın13 duygu ve motivasyon üzerine çalışmaları ve eğitimli biyolog Schurig’in psişenin (psyche) ve bilincin doğal tarihi üzerine çalışmalarıdır (örn. Schurig, 1976). Psikoloji Enstitüsü tarafından üretilen birçok kitap EP’nin, ortak bir araştırma programında birlikte çalışan, yöntemleri rafine eden ve EP’nin bilgi tabanını zenginleştiren bilimsel bir topluluğun birlikte çalışmasının eseri olduğuna işaret etmektedir. Bununla birlikte 1983’te hacimli çalışması Psikolojinin Temellendirilmesi (Holzkamp, 1983) ile sonuçları özetleyen ve ayrıntılı olarak hazırlayan Holzkamp’tır. Bu kitapta yalnızca psikolojik nesneleri değil, aynı zamanda psişeyi yeniden inşa etmeyi amaçlamıştır. Kategoriler analizi denilen bir yöntem kullanarak psikoloji, psikolojinin özne sorunu ve yöntembilimi için sistematik-paradigmatik bir temel sağlamayı amaçlamıştır. Yine, eleştirel kavramsal dönemde Holzkamp (1977/1978b), psikoloji eleştirisini inceltmiştir. Bu eleştiri, psikolojinin kavramsal temellerinin açıklık kazanmasının geleneksel psikolojinin eleştirisine bağlanmış olarak algılandığı bir sürecin önemli bir parçasıdır. Geleneksel psikoloji artık kuramsal birleştirmeden Bir bilim psikolojisi perspektifinden ilginç olan, EP’nin programındaki ikinci önemli figürün Holzkamp’ın eşi, Ute Osterkamp olduğu gerçeğidir. Psikoloji Enstitüsü’nden çıkan, EP çerçevesi içersinde yazılmamış olsa bile eleştirel bir psikoloji tarihi için anlamlı olan diğer çalışma Jaeger ve Staeuble (1978) tarafından sunulmuştur. 13 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 99 yoksun, küçük ve yalıtılmış ampirik sonuçlar üretiyor biçiminde betimlenmekteydi. Psikolojinin statükosu, yarışan kuramların insan doğasının farklı modellerine, farklı yöntemlere ve farklı pratiklere dayanarak birikmesi ve çoğalması olarak tanımlanmakta ve tarihi, gelip geçici bir dizi kuramsal modalar bütünü olarak karakterize edilmekteydi. Đstatistikî olarak anlamlı ancak kuramsal olarak anlamsız bulguların birikimi, psikolojide bilginin durağanlaşmasına ve bilimsel ilerlemenin eksikliğine yol açıyor biçiminde algılanmaktaydı. Bir alternatif olarak Holzkamp (1983), psikolojinin belirsizliğinin üstesinden gelmede psikoloji için bütün dönemlerinde tanımlanabilen birleşmiş bir paradigma önermiştir (Teo, 1993). Eleştiri öncesi çalışmalarında, örneğin, Holzkamp (1964), psikolojide tanım enflasyonuna işaret ederek işevuruk tanımlara meydan okumuş ya da nedenselliğin deneyci tarafından keyfi bir şekilde kurulduğunu savunmuştur (Holzkamp, 1968). Eleştirel-kavramsal dönemde ampirik araştırmanın döngüselliği, psikolojinin belirsizliğinin birincil örneği olarak düşünülmekteydi (Holzkamp, 1974/1978a, s. 144). Aslında herhangi bir kavramsallaştırmanın kavramsallaştırma içindeki sonuçlara işaret ettiğini oysa kavramsallaştırmanın kendisinin ampirik olarak test edilemediğini iddia etmiştir. Bu nedenle psikoloji, aynı nesneye ilişkin çelişkili kuramlar ortaya koymaktadır; oysa bütün kuramlar ampirik olarak test edilmiş ve “ispatlanmıştır”.14 Sonuç olarak psikolojinin ihtiyacı, psikolojinin bir temellendirilmesi sayesinde başarılabilen, temel kavramlarının açıklığa kavuşturulmasıdır (Holzkamp, 1983). Ananakım psikolojinin “daimi krizi” (Holzkamp, 1983, s. 45) böylece kuram-uygulama sorununa ya da basit ideolojiye değil, temel kavramların (kategorilerinin) belirsiz durumuna yüklenmiştir. Holzkamp’ın analizine göre gerçek bir kriz müdahale programı, krizin gerçek kaynağını -psikolojinin özne meselesiaşmalı ve psikolojinin özne meselesini uygun bir şekilde kavrayan bilimsel nitelikli kategoriler geliştirmelidir. Bu nedenle psikoloji ancak kendi özne meselesiDaha sonra Holzkamp, psikoloji sebepleri (reason) nedenlerle (cause) karıştırır argümanı üzerine ayrıntılandırdığı sahte-ampirizm nosyonunu kullanmıştır (Holzkamp, 1986/1987). Birçok önemli psikoloji çalışmasında “eğer-o halde” yapılarının karıştırıcı bir özelliği bulunduğunu ve bundan dolayı ampirik hipotez testinin bir testten ziyade iyi sebeplerin bir uygulaması olduğunu savunmuştur. 14 100 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 nin uygun bir kavrayışını geliştirirse uygun yöntemlerden bahsetmenin bir anlamı olacaktır. Bu bağlamda, özne meselesini, yöntemin salık verdiği yola, yöntemin soruna baskın olduğu ya da sorunların yöntemin altına sıralanmış olarak seçildiği bir yaklaşıma göre kavramsallaştıran bir araştırıcı pratiği kullandığı için geleneksel psikolojiyi eleştirmiştir (Holzkamp, 1983). Holzkamp’ın alternatifi, psikolojinin bir sistem modeli olarak farklı bir mantık izlemiştir. Bilginin mevcut durumuna göre insanların uzun bir evrimsel sürecin sonucu olduğu varsayılmalıdır. Evrimsel başlangıçta var olan çok basit organizmalar zamanla daha karmaşık organizmalar haline gelmişlerdir. Holzkamp, psikolojimizin de (psişe) aynı evrimsel sürecin bir parçası olduğunu varsaymanın akla uygun geldiğini öne sürmüştür. Psişenin gelişimini yeniden inşa etmek neden mümkün olmasın? Bunu yapmak için tarihsel-ampirik yöntem üzerine temellenen bir kategoriler analizi önermiştir (Holzkamp, 1983). Bu yöntemle psişenin kendi insan düzeyine gelişimini yeniden inşa etmiştir. Önkavramlar olarak adlandırılan kavramlar kullanarak ve psişenin evrimsel gelişimini, farklılaşmasını ve farklı düzeylerde nitelendirmelerini takip ederek, süreçler ve kategorileri eşleme yoluyla bir kategoriler sistemi (temel kavramlar) geliştirmiştir. Holzkamp’a göre gerçek süreçler ve kategoriler birbirleriyle uyuşmaktadır; bu yüzden psikolojinin gerçek özne meselesini kavramsallaştırmak mümkündür. Holzkamp, örneğin, psişenin gelişimindeki niteliksel geçişler’i saptamıştır: pre-psişikten psişik organizmalara geçiş, özel fonksiyonlar ve boyutların farklılaşması, öğrenme kapasitesinin ve bireysel gelişimin evrimi ve insanların toplumsal doğasının ortaya çıkması. Holzkamp ve geleneksel Darwinizm arasındaki fark, belirli bir noktada doğal tarihin evrimsel gelişiminin yerine yeni nitelikte bir gelişime imkân veren toplumsal-tarihsel gelişimi geçiren (ancak eskisini ortadan kaldırmayan) Marxist anlayışa dayanmaktadır. Bu düşüncelere başvurarak insan öznelliğinin genel tanımlarını ve onların burjuva toplumundaki anlamlarını çıkarabilmiştir (Tolman ve Maiers, 1991). ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 101 Örneğin burjuva toplumlarındaki insan etkinliklerini analiz etmek için Holzkamp (1983), genellenmiş eylem gücü (generalized action potence)’ne karşı sınırlayıcı eylem gücü (restrictive action potence) kategori çiftini geliştirmiştir. Burjuva toplumlarında bireylerin tipik baş etme örüntüsü olduğundan sınırlayıcı eylem gücünün analizini daha önemli görmüştür. Sınırlayıcı eylem gücü, örneğin, insan ilişkilerinde bir araççılığa, güçlü olanla bir tertibe, insanların kısa dönemde avantaj elde etmek için uzun dönem hedeflerinden vazgeçtikleri eylemlere ya da yabancılaşmaya yol açan eylemlere işaret etmektedir. Sınırlayıcı eylem gücü içersinde düşünce, durağan ve yalıtıcıyken duygular, kaygı ve derin zorlantılarla karakterize edilmektedir. Bir alternatif olarak “özgürleşmiş” (liberated) eylemler talep eden genellenmiş eylem gücünü önermiştir. Kategori çifti, bireyleri belirli bir kategoriye sokmak için değil insanları kendi güçleri hakkında aydınlatmak için geliştirilmiştir; zaten öznenin bilimi olarak psikoloji düşüncesine işaret etmektedir (aşağıya bkz.). 1970’lerde EP doruğuna ulaşmıştır. Bu yıllar boyunca eleştirel psikologlar sadece birçok etkili kitap ve makale yayımlamakla kalmamış ayrıca, EP’nin gelişimi ve bilgi üretimi hakkında bilgi almanın gerekli olduğunu düşünen geleneksel psikologların dahi ilgi gösterdiği, çok büyük konferanslar organize etmişlerdir. En önemlilerinden biri 1977’de Marburg’da Braun ve Holzkamp (1977)’ın -o zaman ve Almanya’daki bir psikoloji kongresi için devasa bir rakam olan- 3000 katılımcıdan bahsettikleri EP’nin ilk kongresidir.15 Eleştirel-kavramsal dönem: Sorunlar 1980’lerde sosyalizm ülkesinin ortaya çıkmayacağı -hatta birçok solcuya göre- belli olmuştu. Kapitalizm az çok gelişiyor görünmekte16 ve Marxizm, sosyalizm ve komünizme bağlı olan ülkeler krizdeydi. Erken 1980’lere kadar Avrupa ve Kuzey Amerika’daki siyasal değişimlere karşı Thatcher, Reagan ve Kohl gibi isimler basitleştirici ikonlar olarak ayakta durabilmişlerdi. Sosyalist ülkelerin 1994’de Hamburg’daki Gesellschaft für Psychologie (Alman Psikoloji Topluluğu) kongresi için bildirililen 2000 katılımcıyla (Pawlik, 1995, s.3) karşılaştırıldığında. 16 Ahlaki ölçütü hariç tutarak. 15 102 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 son çöküşü ve sosyalist ülkelerden sosyalizme sempati duymuş insanların özgün bildirimleri yaşanmış bir deneyim olarak Marxizm’i itibardan düşürmüştü.17 Siyasal-ekonomik Marxistlerle benzer olarak eleştirel psikologlar, kapitalizm yok olursa, psikologlar anaakım psikolojiye alternatifler bulunduğunu fark ederlerse ve insanlar geleneksel psikolojinin önemsiz, önyargılı, keyfi olduğunun ve insanların çoğunluğu için pek anlamı olmadığının farkına varırlarsa anaakım psikolojinin yok olacağını, üstü kapalı bir şekilde varsaymışlardır (bkz. Holzkamp, 1983). Yine de anaakım psikoloji, dergi makalelerinin, konferans girişimlerinin ve Avrupa ve Kuzey Amerika üniversitelerindeki öğrenci kayıtlarının gösterdiği gibi daha da büyümüştür.18 Alman EP’sine, üniversitelerdeki diğer radikal yaklaşımlar gibi, Psikoloji Enstitüsü’nde gelişmesini sınırlandıran elverişsiz iş sözleşmeleriyle ve eleştirel psikologların nadiren diğer akademik ve araştırma enstitülerince işe alınmaları yoluyla kurumsal olarak zarar verilmiştir. Psikoloji Enstitüsü’nün tarihine bakmak, kuram gelişimini dış odaklı bozma süreçleri hakkında içgörü kazandırır (bkz. Mattes, 1988). 1980’lerdeki eleştirel söylemlere bir bakış, -Fransa’da başlayan- Marxizm’den postmodernizmin farklı çeşitlemelerine doğru ve Kuzey Amerika’da feminizmin ve çokkültürlülüğün argümanlarına doğru bir değişmeye işaret eder (bkz. Teo, 1997). Postmodern söylemde büyük bir kuram düşüncesine (grand theory) ya da küresel, evrensel ve kapsamlı bir kuramın -tam olarak Holzkamp’ın bir psikolojinin temellendirilmesi ile yapmaya çalıştığıdır- olabilirliğine şiddetle karşı çıkılmıştır. Postmodern söylem, büyük projeleri reddetmesiyle, büyük anlatılardan (meta-narrative) ayrılışıyla ve çeşitliliği, çoğulculuğu, farklılığı, antitemeldenciliği ve yerel doğruluğu olumlamasıyla (bkz. Teo, 1996) EP’yi tam kal- Holzkamp (1991c), Alman birleşmesiyle uğraşmıştır. Bir kısmı gözlendiği gibi, birçok öğrenci artık eleştirel bilgi edinmek istemiyor daha çok uygulanabilir ve pazarlanabilir teknolojiler öğrenmek istiyor görünmektedir. Yönelimdeki bu değişmenin etkisine ayrıntılı bir bakış psikolojinin farklı alanlarında da bulunabilir. Örneğin, gelişim psikolojisinde sosyalleşmeden biyolojik açıklamalara doğru bir kayış olduğu fark edilebilir. 17 18 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 103 binden vurmuştur. Birçok eleştirel topluluk için postmodern görecilik, birleşik, gerçeklik-temsili bir kategoriler sisteminden çok daha çekici görünmüştür. Böylece eleştirel-kavramsal dönemi sona erdiren Psikolojinin Temellendirilmesi (Holzkamp, 1983), birçok eleştiriye konu olmuştur. Kitap artık bir sosyal ütopya sunmamaktaydı. Örtülü ütopya, sonundaki komünizmle Marxist-Leninist toplumsal gelişim kavramının içine gömülmüştür; ancak bu ütopya artık ikna edici değildi. Kendi sistemine özgü terimlerden dolayı kitabı anlamak oldukça zordu. Holzkamp (1983), “bütün bir psikoloji”yi “yeni bir bilimsel temel” (s. 19) üzerine yerleştirme amacındayken psikoloji öğrencileri kitabın karmaşıklığı karşısında engellenmişler, uygulayıcılar pratik anlamlarını sorgulamışlar, geleneksel psikologlar ampirik araştırma için uygunluğunu merak etmişler ve diğer eleştirel psikologlar cüretkâr karakteri tarafından hayal kırıklığına uğramışlardır.19 Aslında geleneksel psikolojinin devamlı krizi üzerine fazlaca karmaşık kuramsal tartışmalar bilimsel camia içersinde kabul görmediği gibi geleneksel psikolojiye de zarar vermemiştir. Bu dönemin bazı eleştirileri ve hatta eleştirelözgürleştirici dönemin eleştirileri de EP’ye yüklenmiştir. EP’nin çerçevesi içinde “ideolojik” durumlar bulmak zor değildir. Örneğin psikolojinin temellendirilmesi kitabında Holzkamp (1983), Marx, Engels ve Lenin’in bütünlüğünü vurgulamış ve “Marxist kuramın sonraki gelişiminde Lenin’in katkılarını yadsıyanlara” (s. 33) karşı açıkça saf tutmuştur. Böyle bir ifade diğer Marxist’lere karşı yöneltilmiştir ve geleneksel psikologların anlaması için zor olmalıdır. Zaten 1970’lerdeki tartışmalar diğer eleştirel psikologları eleştirmeyi giderek daha çok hedef almaktaydı (örn. Holzkamp, 1974/1978a). Farklı yapılardan eleştirel psikologlar birbirleri arasında bir çalışma iletişimi kuramamışlardır; bu büyük olasılıkla Holzkamp’ın psikolojinin sistem modelinin sonucu olan ve krizdeki toplulukların tipik bir fenomenini yansıtan bir durumdur. Ayrıntılı tartışmalar daha geniş bir sosyal hareketi daha fazla çekmemiştir. EP daha akademik bir hale gelmiş ve uygulamacıları çekmek için acil çözüm- Bu saptamalar, Avusturya Eleştirel Psikoloji Topluluğu’na katıldığım dönem boyunca eleştirel psikologlarla yaptığım kişisel iletişimlere dayanmaktadır. 19 104 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ler, teknikler ya da uygulamalar getirmemiştir; aslında, kategoriler analizi içersinde eleştirel psikolojik bir kodeksin geliştirilmesi, uygulamacılara kullanışsız görünmüştür. En çok zarar veren, uygulamalı bir bakış açısından EP’nin algılanan önemsizliği ve pratik eksiğidir.20 Akademide eleştirel psikologlar için pozisyonlar seyrek olduğu için (ki şimdi de öyledir) ve Psikoloji Enstitüsü mezunlarının büyük çoğu uygulama alanına gittiğinden EP, hayatta kalabilmek için uygulamacılardan destek almaya şiddetle ihtiyaç duymuştur. Ancak, eleştirel çalışmalardan acil pratikler çıkarmak güç olduğundan birçok eleştirel psikolog, terapi ve danışmanlık gibi geleneksel yollara girmiştir. Psikanalizle karışımlar, hümanistik yaklaşımlar ve çeşitli terapi okulları gelişmiştir (bkz. Rexilius, 1988). Epistemolojik bir bakış açısından, Holzkamp (1983), psişenin dâhice bir yeniden inşasını sunmuştur. Ancak, EP’nin tarihsel-ampirik yöntemi incelendiğinde, bu yöntemin bütün ampirik araştırma programlarını uğraştıran aynı sorunlarla karşılaşmış olduğu açıkça görülmektedir. Kuramın baskınlığı, Holzkamp’ın yaklaşımı için de geçerlidir. Holzkamp (1983), yaklaşımının ve kategorilerinin, insanlığın öz-bileşenlerini anlamada (Marxist anlamda) emeğin merkezde olmasından dolayı klasik Marxist geleneğe dayandığını söylerken dürüsttür. Ancak, biri, Habermas (1976/1879)’ın yaptığı gibi, etkileşim kategorisini vurgulasaydı, yeniden inşa çok daha farklı olacaktı. Holzkamp da kuramın baskınlığını aşamamıştır (krş. Teo, 1995). Psikolojinin özne meselesini çözmek için sistematik-kuruluşsal bir program sadece, kişi EP’nin öncüllerini kabul ettiğinde ikna edici olur. Yine de Holzkamp, psikolojiye Kuhn tarzında gerçek bir paradigmayı21 ilk defa EP’nin getirdiğini düşünmüştür (Holzkamp, 1983). Açıkçası bilimsel devrim terimi EP ile uyuşmamaktadır; çünkü terim, bilimsel topluluk içindeki başarıyı beraberinde getirmektedir. EP, daha mütevazı bir biçimde, uluslar-arası psikolojiye Alman EP, örneğin kurumsallaştırılmış “Kuram-Pratik” projesinde yansıtıldığı gibi pratik hakkında kaygılanmıştır. Yine de projenin yayımları soyuttu ve EP’yi uygulayıcılar pazarına çekici gösterecek acil teknolojiler sağlamamıştı. 21 Çev. notu: Olgucu bilim anlayışının temel öncüllerini çürüten Amerikalı bilim felsefecisi Kuhn tarafından önerilen paradigma, egemen paradigmanın tartışılmasıyla bilimsel bir topluluk tarafından kabul edilen yeni bir paradigmanın ortaya çıkmasına ve bilimsel bir devrim olmasına işaret etmektedir. 20 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 105 bilimsel katkısı olarak düşünülebilir. Kanımca EP, birçok psikolojik çerçeve gibi kendini yansıtan (self-reflective) bir tutumdan yoksundur; kişi EP’yi anlamak için EP’nin kültürel, tarihsel ve sosyal bağlamın bir parçası olduğunu hesaba katmalıdır. Böyle bir öz-eleştirel tutum herhangi bir eleştirel yaklaşım için temel zorunluluktur ve kült benzeri pratiklerden kaçınmaya yardımcı olur. Olumlu yaklaşan bir gözlemci için bile Holzkamp’ın çok defa değişmesi rahatsız edici olabilir. Bilim felsefesi, örneğin, eleştiri öncesi dönemde eleştirelözgürlükçü ve eleştirel-kavramsal dönemdekilerden çok daha farklıdır. Çok sayıda kuramsal değişmesi, kuramsal açıklığının belirtisi olarak, bir araştırma konusuna ithafı yansıttığı ya da daha gelişmiş kavrayışlar temelinde pozisyon değiştirme cesaretini temsil ettiği biçimlerinde yorumlanabilir. Yine, değişmeler, varsayılan bir temellendirilmenin belirli bir zamanda gerçek temellendirilme olarak kabul edilmesini zorlaştırmaktadır. Bir okuyucunun bazı kinik şüpheleri de olabilir: Alman eleştirel psikolojilerinin küçük grubunu ve az sayıdaki çerçevelerini birleştirmek mümkün olmazken, anaakım psikolojiyi birçok dalıyla birleştirmek nasıl mümkün olabilir? Özne-bilimsel dönem 1983’den 1995’e kadar Holzkamp, hâlihazırda Psikolojinin Temellendirilmesi’nde öne sürdüğü gibi, öznenin bilimi düşüncesi üzerine ayrıntılandırarak analizlerinin psikoloji için anlamlılığını göstermeye çalışmıştır (ayr. bkz. Holzkamp, 1992). Ek olarak, psikanalizin (Holzkamp, 1984/1991b) ve fenomenolojinin (Holzkamp, 1984b) EP’nin gelişimine katkılarını doğrulayarak benlik üzerine kültürel vurguyu gerektiği gibi yapmaya çalışmıştır. EP’nin ütopik boyutu, bu son evrede oldukça mütevazıdır. Özne bakımından psikoloji, bireylerin kendi olanaklarını kavramalarına ve burjuva yaşam koşulları altındaki yaşam kalitelerini düzeltmelerine yardımcı olmalıdır. EP çerçevesinde geliştirilen kavramlar bu hedefleri yerine getirmeye yardımcı olmalıdır. Bu düşüncenin daha fazla gelişmesinde, özne bakımından bir öğrenme kuramı sunduğu, son monografisi Öğrenme: Özne-Bilimsel Temellendirme (Holzkamp, 1993)’yi yayımlamıştır. 106 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Özne yönelimli bir araştırma programı olarak EP, hem katılımcıların hem de araştırmacıların simültane biçimde denek oldukları bir tür araştırma geliştirmiştir (Holzkamp, 1986, 1985/1991a). Psikolojik araştırma insanlar hakkında değil insanlar için araştırma olarak tasarlanmıştır. Bu sadece, psikolojik araştırma özne bakımından yürütüldüğünde mümkündür. Öznenin perspektifi kendi engin duyumunda anlamlıdır. Bir görüşmede Holzkamp (1984a) bir alkolik örneğini kullanarak tartışmıştır: Bir araştırmacı ya da terapist daha müdahalenin başında içmenin sonlandırılması gerektiğini biliyorsa öznenin bakış açısı dışarıda bırakılmıştır. Kişinin durumunun esaslı bir analizinden sonra alkol içmenin bu özgün insan için en iyi çözüm olduğu çıkarsanabilmelidir. Sonuç Anglo Amerikan okuyucuların çıkartması gereken dersler var mı? Yanıtın evet olduğunu düşünüyorum. En başta Kuzey Amerika dışında ihmal edilmemesi gereken önemli psikolojik gelişmeler vardır. EP, birçok takip eden değerli kuramsal anlayışı ayrıntılandırmış ve anaakım psikolojinin bazı eksikliklerini yalın bir dille gösteren ilginç eleştiriler getirmiştir. Öznenin perspektifinden bir psikoloji ortaya koyma düşüncesi de Holzkamp’ın çıkarsadığı gibi, yenilikçidir ve daha fazla araştırılmalıdır. Birçok ilginç konu arasından tarihçilerin ve psikoloji kuramcılarının ilgilenmesi gereken bir mesele göze çarpmaktadır. Danziger (1997), yakınlarda, sadece tarihsel ve sosyal bağlamda bir anlamı olmasına rağmen doğal türler olarak tasarlanmış oldukları için psikolojinin kategorilerinin doğruluğunu sorgulamıştır. Danziger’in kategorilerin tarihsel analizi madalyonun bir yüzüyken, diğer yüzünde insan öznelliğinin parçalarını daha doğru bir biçimde kavrayan kavramlar ve kuramlar inşa etmek yer almaktadır. Eğer kategorilerimin sınırları, dünyamın sınırlarıysa [Wittgenstein (1968) açımlanıyor], geleneksel psikolojinin sağladığı kategorilerden daha iyi kategoriler nasıl kavramsallaştırılabilir? Bu sorunun çözümlerinin gelişimi, kuramsal ya da felsefi psikologlar için önemli bir görev olarak durmaktadır. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 107 Holzkamp ayrıca, özgürlük gibi eleştirel başlıklardaki çalışmalara ilham vermiştir. Kendi çalışmamda, bir kategoriler ayrıntılandırılmasının katı bir sistem ya da sistematik temel içersinde mümkün olmadığını; bir metafor kullanırsam, bir köksap gibi, Deleuze ve Guattari (1987)’nin betimlediği gibi, sadece işleyen bir kavramsal ağ içersinde mümkün olduğunu öne sürdüm (Teo, 1998). Emek (Holzkamp) gibi temel kategoriler, etkileşim (Habermas, 1976/1979), estetik boyut (Foucault, 1986) ya da özgürlüğün somut pratiğine imkân veren diğer kavramlar tarafından desteklenmelidir.22 Eleştirel psikolojinin uluslar-arası bir programı için insan öznelliği bağlamsallaştırılmalı ve tarihselleştirilmelidir düşüncesiyle başlanmasını önerdim. Bu, aynı zamanda araştırmacının ya da araştırma topluluğunun öznelliğidir; bundan dolayı kuramlar kültürel-tarihsel bir bağlamın parçası olarak anlaşılmalıdır. Psikolojinin eleştirel çalışmaları, eleştirel düşüncenin örneğin, çok sesli söylemlerde (örn. feminizm ve anti-ırkçılık) temsil edilen katkılarıyla uğraşabilecek bir kavramlar ağını gerektirmektedir. Bu ağ, gayri-AvroAmerikan sosyokültürel toplumların deneyimlerini ve düşüncelerini içermelidir; çünkü psikolojideki eleştirel çalışmaların eleştirel düşüncedeki (farklı eleştirel sesleri hesaba katmada; bkz. Fox ve Prilleltensky, 1997; Parker ve Spears, 1996) çeşitliliğe bir açıklık getirmesi gerekmektedir. Yine de, çağdaş psikolojiyi anlamak için uygun olan önemli anlayışları kazandıran ve psikologları daha uzağa bakmaya cesaretlendiren Klaus Holzkamp, psikolojinin klasik bir devi olarak durmaktadır. Kaynaklar AStA. (Ed.). (1967). Von der freien zur kritischen Universität. Geschichte der Krise an der Freien Universität Berlin (2. völlig überarbeitete Auflage) [Özgürden eleştirel psikolojiye doğru: Berlin Özgür Üniversitesi’ndeki krizin tarihi]. Berlin, Almanya: AStA der Freien Universität Berlin. Autorenkollektiv am Psychologischen Institut der Freien Universität Berlin. (1971). Sozialistische Projektarbeit im Berliner Schülerladen Rote Freiheit Foucault (1976), kendini sistem olarak sunma tuzağına düşmeden, Marx’ın kavramlarını ve düşüncelerini kullanarak klasik kuramlar için pragmatik bir kullanım önermiştir. 22 108 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 (Berliner Schülerladen Rote Freiheit’daki sosyalist proje çalışması). Frankfurt, Almanya: Fischer. Benz, W. (Ed.) (1989). Die Geschichte der Bundesrepublik Deutschland (4 Bände) [Federal Alman Cumhuriyeti Tarihi]. Frankfurt, Almanya: Fischer. Braun, K.-H. & Holzkamp, K. (1977). Vorbemerkung [Önsöz]. In K.-H. Braun & K. Holzkamp (Eds.), Bericht über den I. Kongress Kritische Psychologie in Marburg vom 13, bis 15, Mai 1977 (pp. 11—12). Köln, Almanya: PahlRugenstein. Danziger, K. (1997). Naming the mind: How psychology found its language. Londra: Sage. Deleuze, G. & Guattari, F. (1987). A thousand plateaus: Capitalism and schizophrenia (B. Massumi, Çev.). Minneapolis: University of Minnesota Press. Fancher, R. E. (1996). Pioneers of psychology (3. baskı). New York: Norton. Foucault, M. (1976). Mikrophysik der Macht. Über Strafjustiz, Psychiatrie und Medizin [Gücün Mikrofiziği: Adalet Sistemi, Psikiyatri ve Tıp]. Berlin, Almanya: Merve. Foucault, M. (1986). The care of the self: Volume 3 of the history of sexuality (R. Hurley, Çev.). New York: Vintage Books. (Orijinal çalışma 1984’te yayımlanmıştır) Fox, D. (Ed.) & Prilleltensky, I. (Ed.) (1997). Critical psychology: An introduction. Londra: Sage. Habermas, J. (1979). Communication and the evolution of society (T. McCarthy, Çev.). Boston: Beacon. (Orijinal çalışma 1976’da yayımlanmıştır) Haug, W. F. (1971). Der sexuell-politische Skandal als Instrument antidemokratischer Kampagnen [Antidemokratik bir kampanya için bir araç olarak cinsel-siyasal skandal]. Autorenkollektiv am Psychologischen Institut der ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 109 Freien Universität Berlin (Ed.), Sozialistische Projektarbeit im Berliner Schülerladen Rote Freiheit (pp. 389—464). Frankfurt, Almanya: Fischer. Holzkamp, K. (1964). Theorie und Experiment in der Psychologie: Eine grundlagen kritische Untersuchung [Psikolojide kuram ve deney: Bir temellendirme eleştirisi çalışması]. Berlin, Almanya: De Gruyter. Holzkamp, K. (1968). Wissenschaft als Handlung: Versuch einer neuen Grundlegung der Wissenschaftslehre [Eylem olarak bilim: Bilim felsefesinin yeni bir temellendirilmesi üzerine makale]. Berlin, Almanya: De Gruyter. Holzkamp, K. (1970). Interview zum Schülerladen [Öğrenci dükkânı üzerine görüşme]. Der Spiegel, 16, 99-102. Holzkamp, K. (1972a). Die Beziehung zwischen gesellschaftlicher Relevanz und wissenschaftlichem Erkenntnisgehalt psychologischer Forschung (Kritischhistorische Analyse der vorstehenden Aufsätze) [Sosyal ilgi ile psikolojinin bilimsel epistemolojik içeriği arasındaki ilişki (Önceki katkıların eleştirel-tarihsel analizi)]. K. Holzkamp, Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten (pp. 207—293). Frankfurt, Almanya: Fischer. Holzkamp, K. (1972b). Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten [Eleştirel psikoloji: Hazırlık Çalışmaları]. Frankfurt, Almanya: Fischer. Holzkamp, K. (1972c). Verborgene anthropologische Voraussetzungen der allgemeinen Psychologie([Genel psikolojinin saklı antropolojik varsayımları]. In K. Holzkamp, Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten (pp. 35—74). Frankfurt, Almanya: Fischer. Holzkamp, K. (1972d). Wissenschaftstheoretische Voraussetzungen kritisch-emanzipatorischer Psychologie [Eleştirel-özgürleştirici psikolojinin epistemolojik ön koşulları]. K. Holzkamp, Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten (pp. 75—146). Frankfurt, Almanya: Fischer. (Orijinal çalışma 1970’de yayımlanmıştır) 110 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Holzkamp, K. (1972e). Zum Problem der Relevanz psychologischer Forschung für die Praxis [Psikolojik araştırmanın uygulamaya ilgisi sorunu]. K. Holzkamp, Kritische Psychologie: Vorbereitende Arbeiten (pp. 9—34). Frankfurt, Almanya: Fischer. (Orijinal çalışma 1970’de yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1973). Sinnliche Erkenntnis: Historischer Ursprung und gesellschaftliche Funktion der Wahrnehmung [Duyusal bilgi: Algının tarihsel orijini ve toplumsal fonksiyonu]. Frankfurt, Almanya: Athenäum. Holzkamp, K. (1978a). Die historische Methode des wissenschaftlichen Sozialismus und ihre Verkennung durch J. Bischoff [Bilimsel sosyalizmin tarihsel yöntemi ve onun J. Bischoff tarafından yanlış anlaşılması]. K. Holzkamp, Gesellschaftlichkeit des Individuums: Aufsätze 1974—1977 (pp. 41—128). Köln, Almanya: Pahl-Rugenstein. (Orijinal çalışma 1974’de yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1978b). Die Überwindung der wissenschaftlichen Beliebigkeit psychologischer Theorien durch die Kritische Psychologie [Psikolojik kuramların blimsel belirsizliğinin eleştirel psikoloji tarafından üstesinden gelinmesi] K. Holzkamp, Gesellschaftlichkeit des Individuums: Aufsätze 1974—1977 (pp. 129—201). Köln, Almanya: Pahl-Rugenstein. (Orijinal çalışma 1977’de yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1981). Theorie und Experiment in der Psychologie: Eine grundlagenkritische Untersuchung (Zweite, um ein Nachwort erweiterte Auflage) [Psikolojide kuram ve deney: Bir temellendirme eleştirisi çalışması (bir epilogla birlikte 2. Baskı)]. Berlin, Almanya: De Gruyter. (Orijinal çalışma 1964’de yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1983). Grundlegung der Psychologie [Psikolojinin Temellendirilmesi]. Frankfurt, Almanya: Campus Holzkamp, K. (1984a). Die Menschen sitzen nicht im Kapitalismus wie in einem Käfig [Đnsanlar kapitalizmin içinde bir kafesin içinde oturur gibi oturmazlar]. Psychologie Heute, 11, 29-37. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 111 Holzkamp, K. (1984b). Kritische Psychologie und phänomenologische Psychologie: Der Weg der Kritischen Psychologie zur Subjektwissenschaft [Eleştirel psikoloji ve fenomonolojik psikoloji: Özne-bilime yol]. Forum Kritische Psychologie, 14, 5-55. Holzkamp, K. (1986). "Wirkung" oder Erfahrung der Arbeitslosigkeit? Widersprüche und Perspektiven psychologischer Arbeitslosenforschung [Đşsizliğin etkileri ya da deneyimi? Đşsizlik üzerine psikolojik araştırma çatışmaları ve perspektifleri]. Forum Kritische Psychologie, 18, 9-37. Holzkamp, K. (1987). Die Verkennung von Handlungsbegründungen als empirische Zusammenhangsannahmen in sozialpsychologischen Theorien [Sosyal psikolojik kuramlarda eylem sebeplerinin ampirik önermeler olarak yanlış anlaşılması]. Forum Kritische Psychologie, 19, 23—58. (Orijinal çalışma 1986’da yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1988). Die Entwicklung der Kritischen Psychologie zur Subjektwissenschaft [Eleştirel psikolojinin özne bilimine doğru gelişimi]. G. Rexilius (Ed.), Psychologie als Gesellschaftswissenschaft (pp. 298—317). Opladen, Almanya: Westdeutscher Verlag. Holzkamp, K. (1991a). Experience of self and scientific objectivity. C. W. Tolman & W. Maiers (Eds.), Critical psychology: Contributions to an historical science of the subject (pp. 65—80). Cambridge, Đngiltere: Cambridge University Press. (Orijinal çalışma 1985’de yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1991b). Psychoanalysis and Marxist psychology. C. W. Tolman & W. Maiers (Eds.), Critical psychology: Contributions to an historical science of the subject (pp. 81—101). Cambridge, Đngiltere: Cambridge University Press. (Orijinal çalışma 1984’de yayımlanmıştır) Holzkamp, K. (1991c). Zum Thema "Wendehälse" ["Wendehälse" konusu üzerine]. Forum Kritische Psychologie, 27, 74-77. 112 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Holzkamp, K. (1992). On doing psychology critically. Theory and Psychology, 2, 193-204. Holzkamp, K. (1993). Lernen: Subjektwissenschaftliche Grundlegung [Öğrenme: Özne-bilimsel temellendirme]. Frankfurt, Almanya: Campus. Holzkamp, K. & Keiler, P. (1967). Seriale und dimensionale Bedingungen des Lernens der Größenakzentuierung: Eine experimentelle Studie zur sozialen Wahrnehmung [Değer yargısını öğrenmede dizisel ve boyutsal koşullar: Sosyal algı üzerine deneysel bir çalışma]. Zeitschrift für experimentelle und angewandte Psychologie, 14, 407-441. Holzkamp, K. & Schurig, V. (1973). Zur Einführung in A. N. Leontjews "Probleme der Entwicklung des Psychischen" [A. N. Leontjew'in “Psişenin gelişim sorunları” na giriş]. A. N. Leontjew, Probleme der Entwicklung des Psychischen (pp. XI—LII). Frankfurt, Almanya: Athenäum-Verlag.) Holzkamp-Osterkamp, U. (1975). Grundlagen der psychologischen Motivationsforschung 1 [Psikolojik motivasyon araştırmasının dayanakları 1]. Frankfurt, Almanya: Campus Holzkamp-Osterkamp, U. (1976). Grundlagen der psychologischen Motivationsforschung 2: Die Besonderheit menschlicher Bedürfnisse. Problematik und Erkenntnisgehalt der Psychoanalyse [Psikolojik motivasyon araştırmasının dayanakları 2: Đnsan ihtiyaçlarının özgülleşmesi. Psikanalizin sorunları ve bilgi içeriği]. Frankfurt, Almanya: Campus. Jaeger, S. & Osterkamp, U. (1987). Verzeichnis der Schriften Klaus Holzkamps [KlausHolzkamp’ın çalışmalarının listesi]. W. Maiers & M. Markard (Eds.), Kritische Psychologie als Subjektwissenschaft: Klaus Holzkamp zum 60. Geburtstag (pp. 241—251). Frankfurt, Almanya: Campus. Jaeger, S. & Staeuble, I. (1978). Die gesellschaftliche Genese der Psychologie [Psikolojinin toplumsal doğumu]. Frankfurt, Almanya: Campus.) ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 113 Keiler, P. (1987). Bevor die Kritische Psychologie da war, war die Kritische Psychologie da [Eleştirel psikoloji eleştirel psikoloji olmadan önce]. W. Maiers & M. Markard (Eds.), Kritische Psychologie als Subjektwissenschaft: Klaus Holzkamp zum 60. Geburtstag (pp. 120—127). Frankfurt, Almanya: Campus. Kuhn, T. S. (1962). The structure of scientific revolutions. Chicago: University of Chicago Press. Leontjew, A. N. (1973). Probleme der Entwicklung des Psychischen. [Psişenin gelişim sorunları]. Frankfurt, Almanya: Athenäum. (Orijinal çalışma 1959’da yayımlanmıştır) Maiers, W. (1991). Critical psychology: Historical background and task. C. W. Tolman & W. Maiers (Eds.), Critical psychology: Contributions to an historical science of the subject (pp. 23—49). Cambridge, Đngiltere: Cambridge University Press. Maiers, W. & Markard, M. (1987). Der Beitrag der Kritischen Psychologie zur Erkennbarkeit und Emanzipation menschlicher Subjektivität [Đnsan öznelliğinin tanınabilirliğine ve özgürleştirilmesine eleştirel psikolojinin katkısı]. W. Maiers & M. Markard (Eds.), Kritische Psychologie als Subjektwissenschaft: Klaus Holzkamp zum 60. Geburtstag (pp. 9—30). Frankfurt, Almanya: Campus. Mattes, P. (1985). Die Psychologiekritik der Studentenbewegung [Öğrenci hareketinin psikolojisinin eleştirisi]. M. G. Ash & U. Geuter (Eds.), Geschichte der deutschen Psychologie im 20. Jahrhundert (pp. 286—313). Opladen, Almanya: Westdeutscher Verlag. Mattes, P. (1988). Das PI in Berlin–Wissenschaftskritik und Institution. Zur Geschichte eines psychologischen Instituts [PI Berlin’de –Bilim ve kurum eleştirisi: Bir psikolojik enstitü tarihi]. G. Rexilius (Ed.), Psychologie als Gesellschaftswissenschaft (pp. 28—61). Opladen, Almanya: Westdeutscher Verlag. 114 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Métraux, A. (1985). Der Methodenstreit und die Amerikanisierung der Psychologie in der Bundesrepublik 1950—1970 [Federal Almanya Cumhuryeti’nde psikolojinin Amerikanlaşması ve yöntem üzerine tartışma, 1950-1970]. M. G. Ash & U. Geuter (Eds.), Geschichte der deutschen Psychologie im 20. Jahrhundert (pp. 225—251). Opladen, Almanya: Westdeutscher Verlag. Morawski, J. G. (1982). Assessing psychology's moral heritage through our neglected utopias. American Psychologist, 37, 1082-1095. Parker, I. (Ed.) & Spears, R. (Ed.) (2001). Psikoloji ve toplum: Radikal teori ve pratik (Đ. Kemal, Çev. 1. Baskı). Đstanbul: Rastlantı Yayınları. Pawlik, K. (1995). Begrüssung [Hoşgeldin]. K. Pawlik (Ed.), Bericht über den 39. Kongress der Deutschen Gesellschaft für Psychologie in Hamburg 1994 (pp. 3—4). Göttingen, Almanya: Hogrefe. Rabehl, B. (1988). Am Ende der Utopie: Die politische Geschichte der Freien Universität Berlin [Bir ütopyanın sonu: Berlin Özgür Üniversitesi’nin siyasal tarihi]. Berlin, Almanya: Argon. Rexilius, G. (1987). Subjektwissenschaft und russische Revolution oder: Der heimliche Konservatismus der Kritischen Psychologie [Özne bilim ve Rus devrimi ya da: Eleştirel psikolojinin örtük muhafazakârlığı]. W. Maiers & M. Markard (Eds.), Kritische Psychologie als Subjektwissenschaft. Klaus Holzkamp zum 60. Geburtstag (pp. 163—176). Frankfurt, Almanya: Campus. Rexilius, G. (Ed.) (1988). Psychologie als Gesellschaftswissenschaft: Geschichte, Theorie und Praxis kritischer Psychologie [Bir sosyal bilim olarak psikoloji: Eleştirel psikolojinin tarihi, kuramı ve pratiği]. Opladen, Almanya: Westdeutscher Verlag. Rexilius, G. & Mattes, P. (1988). Kritische Psychologie: Die Entwicklung eines sozialwissenschaftlichen Paradigmas [Eleştirel psikoloji: Sosyal bilimsel bir paradigmanın gelişimi]. Störfaktor, 7/8, 6-23. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 115 Schurig, V. (1976). Die Entstehung des Bewußtseins [Bilincin orijini]. Frankfurt, Almanya: Campus. Staeuble, I. (1985). "Subjektpsychologie" oder "subjektlose Psychologie:" Gesellschaftliche und institutionelle Bedingungen der Herausbildung der modernen Psychologie [Özneli ya da öznesiz psikoloji: Modern psikolojinin doğuşuna sosyal ve kurumsal faktörler]. M. G. Ash & U. Geuter (Eds.), Geschichte der deutschen Psychologie im 20. Jahrhundert (pp. 19—44). Opladen, Almanya: Westdeutscher Verlag. Teo, T. (1993). Theoriendynamik in der Psychologie: Zur Rekonstruktion von Wissenschaftsentwicklung am Fallbeispiel von Klaus Holzkamp [Psikolojide kuram dinamikleri: Klaus Holzkamp’ı örnek alarak bilimsel gelişmenin yeniden inşası]. Hamburg, Almanya: Argument. Teo, T. (1995). Society, subject, and development: Analysis of categories in German critical thought. I. Lubek, R. van Hezewijk, G. Pheterson, & C. W. Tolman (Eds.), Trends and issues in theoretical psychology (pp. 353—358). New York: Springer. Teo, T. (1996). Practical reason in psychology: Postmodern discourse and a neo-modern alternative. C. W. Tolman, F. Cherry, R. v. Hezewijk, & I. Lubek (Eds.), Problems of theoretical psychology (pp. 280—290). Toronto, Ontario, Kanada: Captus. Teo, T. (1997). Developmental psychology and the relevance of a critical metatheoretical reflection. Human Development, 40, 195-210. Teo, T. (1998). Prolegomenon to a contemporary psychology of liberation. Theory & Psychology, 8 (4), 527-547. Tolman, C. W. (1989). What's critical about Kritische Psychologie? Canadian Psychology, 30, 628-635. 116 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Tolman, C. W. (1994). Psychology, society, and subjectivity: An introduction to German critical psychology. Londra: Routledge. Tolman, C. W. (Ed.) & Maiers, W. (Ed.) (1991). Critical psychology: Contributions to an historical science of the Subject. Cambridge, Đngiltere: Cambridge University Press. van Ijzendoorn, M. H. & van der Veer, R. (1984). Main currents of critical psychology: Vygotskij, Holzkamp, Riegel. New York: Irvington. Wittgenstein, L. (1968). Philosophical investigations (G. E. M. Anscombe, Çev., 3. baskı). Oxford, Đngiltere: BasilBlackwell. Angela Febbraro’nun yardımcı olan yorumlarına minnettarım. “Đnsanlar kapitalizmde kafeste oturur gibi oturmazlar”1 Klaus Holzkamp P sychologie Heute: Sayın Profesör Holzkamp, “Psikolojinin Temellendirilmesi” (Grundlegung der Psychologie) kitabınızda insanî ve psikolojik çabanın hedefinin “genelleşmiş eylem yeteneği” (verallgemeinerte Handlungsfähigkeit) olduğunu söylüyorsunuz. Bununla, basitleştirirsek, herkesin yararına kolektif, akılcı eylem kastediliyor. Bu amaçtan hiç olmadığı kadar uzaklaşmış görünüyoruz. Bir “Eleştirel Psikoloji”nin bu durumda umutsuzluğa düşmesi gerekmez mi? Holzkamp: Bu eylem yeteneği, insanın sahip olduğu olanaklara, içinde eylem yapılacak olan toplumsal duruma bağlıdır. Eylem olanakları tabii ki muazzam biçimde kısıtlanmış olabilir. Örnek olarak faşist devletleri düşünelim. Ama faşizm koşullarında bile bu ülkede herkes hâlâ kullanabileceği ya da vazgeçebileceği eylem olanaklarına sahipti. Bizim öznebilimsel bir analiz yaklaşımımız, yaşadığı sürece bir insanın eylem alternatifleri olduğu kabulünden hareket eder. Nereden gelirse gelsin boyun eğme, hep insanın durumu fazlasıyla genel ve glo- Heiko Ernst ve Claus Koch’un Psychologie Heute dergisi için Klaus Holzkamp’la söyleşisi. (Sayı 11/1984, S. 29-37) 1 118 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 bal değerlendirdiği, eylem ve belirleme olanaklarını görmek için yeterince doğru bakmadığı ya da bakamadığı anlamına gelir. PH: Bu toplumda artık gerçekten yeterince “oyun alanı” var. Birçok eylem seçeneği ya da sunulan şeyler var – bütün bir boş zaman alanı, gençler için dikkatlerini dağıtma olanakları, diskolar ya da diğer tüketim olanakları gibi. Ama bunlar tabii ki sizin anladığınız anlamda alternatifler değil, değil mi? Holzkamp: Niye olmasın? Biz öznebilimsel bir değerlendirme tarzı için uğraşıyoruz, bireyin duruş noktasından hareketle psikoloji yapıyoruz. Bunu “Temellendirme”mde işlemeye çalıştım. Biz insanlar hakkında kavramlar kurmaya çalışmıyoruz, insanlar için kavramlar kurmaya çalışıyoruz. Biz geleneksel psikolojinin “dışarıdaki duruş noktasını” “maruz kalanın duruş noktasının” açıklanması ve genelleştirilmesi yönünde aşmayı istiyoruz. Bu yüzden Eleştirel Psikoloji neyin iyi ve neyin kötü olduğunu, bireyin ne yapıp neyi bırakması gerektiğini buyuramaz. Birey daha çok, kendi çıkarlarını tanıyacak ve kendi somut eylem ve yaşam olanaklarını kavrayacak ve gerçekleştirecek şekilde, kendi durumunu görebilir hâle getirilmelidir. PH: Bunun bizim toplumumuzda mümkün olduğundan şüpheliyiz… Holzkamp: Hayır, bu mümkün, ama insanın kendi yaşam ve sınıfsal durumu tarafından belirlenen sınırlar içinde tabii ki. Kapitalizm insanların içinde bir kafeste oturdukları gibi oturdukları sımsıkı bir şey değildir. Yoksa kafes hakkında hiçbir ifade mümkün olmazdı. Bizim kafesin dışında bir duruş noktamız var, ama toplumun içinde. “Disko” örneğinde kalalım: Bunun bir dikkat dağıtma mı, yoksa gelişme ihtiyaçlarının gerçekleşmesi mi olduğuna birey karar vermeli, biz ona sadece bunu belirginleştirmekte yardımcı olabiliriz. PH: Ama kafes kafaların içinde. Birçok insanın kafesin dışında kendi durumlarını yargılayabilecekleri herhangi bir duruş noktası yok… Siz “Temellendirme”nizde kendine düşman olma kavramını kullanmıştınız. Bununla tanımladığınız şey, birinin öznel olarak kendini gerçekleştirdiğine inanması, ama bunun gerçekte sadece onun üzerinde egemen olan bir hiyerarşinin çerçevesi dâhilinde, ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 119 başkalarını kendi çıkarları için ezmek ya da onları dezavantajlı hale getirmek için olabileceği. Holzkamp: Biz insanlara hangi ihtiyaçlara sahip olmaları gerektiğini buyuramayız. Eğer biri burjuva toplumda gerçekten şu ya da bu koşullar altında ayakta kalabildiğine, yaşayabildiğine inanıyorsa sorun yok. Ama biz bu kendi isteklerinden vazgeçme ve uyum sağlamanın, buna maruz kalan birçok kişi için çelişkili ve uzun vadede de katlanılmaz olduğuna inanıyoruz. Temelde insanlar “her şeyin bu kadar olamayacağını” fark ediyorlar. Bu deneyimlenen yetersizlik dile getirilmeli. Ama yetersizliğin deneyimlenmediği yerde hiçbir şey de dile getirilemez. PH: Yani insanlara öneri sunmak, Eleştirel Psikoloji’nin ya da bilimin görevi değil mi? Holzkamp: Sorulmadan ve dışarıdan değil. Yetersizlik deneyimi buna maruz kalanı kendi yaşam koşullarını açıklamaya ve değiştirmeye zorlamadığı sürece, o yaşantısını yolunda bulduğu sürece, bizim de karışmamızı gerektiren bir şey yok. PH: Psikolog olarak daha büyük, mesela barış, ökoloji ya da benzeri önemli kolektif sorunlarla ilgili olarak, insanlara bir sıçrayış yaşamaları için yardım etmek gerekmez mi? Sadece suskun çoğunluk uyum sağladığı ve her şeyi oldukça katlanılabilir bulduğu için yanlış bilinci ürkütmemeli mi? Holzkamp: Sorun bu tür davranış biçimlerinin – yani Pershing füzelerinin ve sosyal devletin çözülmesinin olduğu gibi kabul edilmesi – sadece basitçe akıl dışı değil, denebilir ki sınırlı bir aklın ürünü olması; belli şeyler algılanıyor ve gerisi dışarıda kalıyor. Bu çerçeve içinde birçok insan için kendi davranışları tamamen akılcıl, doğru ve temellendirilebilir. Bu sınırlamanın işlevi çatışmaları ve riskleri engellemesinde yatıyor. Đnsanın böyle riskleri ve tehlikeleri göze alma gücüne sahip olup olmaması, sayısız tarihsel koşula ve deneyime bağlı. Annem hep derdi ki: “Aklın yoksa pencereden dışarı bak!” Örneğin kadınlar: Eskiden evde oturmak zorunda olan ve kendini ifade edemeyen bir ev kadını ve bir anne 120 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ne yapabilirdi ki? Şimdi kadın hareketi ilk defa geniş bir şekilde kendini ifade etme olanağı sağladı. Đnsanların önceleri daha az kendini ifade etme yeteneğine sahip oldukları ya da durumlarından daha az memnuniyetsizlik duydukları söylenemez, sadece o zamanki durumu aşmak için örgütsel ve kolektif olanaklar eksikti. Aynı şekilde: Şimdi bu olanakları algılamayan kadınlar, aslında kendi çıkarlarına aykırı eylemde bulunuyorlar. Çünkü bugün bir alternatifleri var. PH: Eğer giderek daha çok insan kendisi böyle alternatifler geliştirirse, yeni toplumsal hareketler olursa, o zaman psikolojiye hâlâ niye ihtiyaç olsun? Eğer insanlar kendi çıkarlarının farkına kendileri varırlarsa ve kendi eylem olanaklarını geliştirirlerse Eleştirel Psikologlar hangi rolü oynayabilirler? Holzkamp: Örneğin içinde psikolojikleştirme ve kişiselleştirmeler aracılığıyla insanların kendi çıkarlarını algılama ve gerçekleştirmelerinin engellendiği çoklu bağlantıları gösterebiliriz. Bunu barış mücadelesi, “yabancı düşmanlığı” ve sosyal hizmet pratiği ile ilgili olarak da denedik… PH: Yani psikoloji insanın yapmak istediği ile yapabileceği arasındaki ayrımda köprü oluşturulmasına mı yardımcı olabilir? Đş yaşamını, yabancılaşmayı katlanılır kılmak için, hatta belki de değiştirmek için? Holzkamp: Eleştirel Psikoloji her zaman bu ayrımın aşılmasına sadece pratik aracılığıyla ulaşılabileceğinden hareket eder. Olması gerekenle olan arasındaki ayrımı kafanın içinde belirginleştirmen yeterli değil. Bizim burjuva psikolojisine temel eleştirimiz zaten burada, burjuva psikolojisi psişik sorunları sadece psişik alanda çözmeye çalışıyor. Bizim yaklaşımımızca psişik sorunlar gerçek çelişkiler ve sınırlandırmaların kistleşmiş ifadesi. Bu tür kistleşmelerin nasıl ortaya çıktığı ve insanın kendi “içselliğini” eylem ve yaşam olanaklarının gerçek olarak elde edilmesi doğrultusunda nasıl aşabileceği en önemli araştırma sorunlarımızdan biri. PH: Eleştirel Psikoloji de pratik bir psikoloji mi ve Eleştirel Psikoloji pratikten ne anlıyor? ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 121 Holzkamp: Pratik bağlantısı yalnızca psikologların pratiğini güvence altına almak, meşrulaştırmak ve “bilimsel” ayinlerle doldurmak anlamına gelmez… Terapi anlayışlarının çoğu örneğin, belirli, bireysel ve sınırlı bir konumlanma (setting) içinde işin üstesinden gelebilsinler diye terapistler için hazırlanmış reçetelerden başka bir şey değildir. Koşulları verili olarak öngörürler ve terapistlere kendilerini bunun içine yerleştirme olanağı tanırlar. Burada gerçi mümkün olduğunda danışanın çıkarları da gözetilir, ama teoride hiçbir zaman “terapi” olgusu ve bununla birlikte terapistin varlığı sorgulanamaz. Eğer insan “terapiyi” anlamayı ve uygulamayı istiyorsa, öncelikle “terapinin” toplumsal kökenini ve işlevini açıklığa kavuşturmak gerekir. Kendime “en yakın” kendim olduğum halde benim “uzmanım” olan bir başkasına gitmek ve “bana ne oluyor?” diye sormak zorunda olduğum bir durum, nasıl bir durumdur? Ya da: “Terapi” insanların birlikte yaşamaları için hangi genel sonuçlara sahiptir? Aslında tuhaf: Birlikte çalıştığım, hatta birlikte yaşadığım biri birden bire benim için ulaşılır olmaktan çıkıyor – terapi altında. Sadece yarım yamalak burada ve hatta belki de ben terapideki konuşmaların nesnesiyim. Başkası terapi altında elimden alındığında, ona karşı nasıl hâlâ özne olarak davranabilirim ve güven duyarak ortak sorunlarımızı açıklığa kavuşturabilirim ki? Tek bir kişinin diğerlerinden bağımsız ve belki de diğerlerinin zararına “terapötik” tamiratı, aslında semptom ve özneler arası ilişkilerdeki hasarın kuvvetlendirilmesi, yani aslında burada, iyileştirilmesi gereken hastalığın tam da kendisi değil mi? PH: Ama terapinin bireye sabitlenmesi suçlamasını aile terapistleri şiddetle reddediyor, onlar için önemli olan şey tam da ilgili herkesi dâhil etmek ve onlara karşı âdil olmak. Holzkamp: Böylece sorun tekil ailenin dünyanın geri kalanına karşı terapiden geçirilmesiyle, sadece kaydırılmış olmuyor mu? Çatışmalar ilk bakışta sanki ailenin kendisinden kaynaklanıyormuş ve bu çerçevede çözülmelilermiş gibi görünebilir. Gerçekteyse çelişkilerin çoğu, ailenin bütün olarak bağlı olduğu ve sadece aile üyeleri arasındaki çelişkiler olarak içeri doğru yansıyan nesnel yaşam durumunda bulunur. 122 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 PH: Bu sonuna kadar düşünüldüğünde, aile üyelerine, çatışmaların kendi içlerinde ortaya çıktığına inandıklarından, birbirlerini tüketmemelerini olanaklı kılmak için dış yaşam koşullarının değiştirilmesine çalışıldığında, bu bir çeşit sosyal hizmetten başka ne olabilir? Terapi ne olabilir ki? Holzkamp: Sadece sosyal hizmetle olacak kadar basit değil. “Dış koşulları değiştiriyorum, sonra insanlar iyi hissedecekler” denemez. Kendi yaşam koşullarını tabii ki kendileri değiştirmek zorundalar, koşullar onlar için değiştirilemez, kendi durumlarını kendilerinin tanıması ve çözümler geliştirmeleri gerekir. Anladığımız ve uyguladığımız şekilde terapötik süreç bir karşılıklı etkidir. Psişik yalıtılmışlıklar ve çelişkiler sadece içinde oluştukları koşulların adım adım değiştirilmesiyle, terapistle danışan arasındaki işbirliği içinde kırılabilir. Bu ne örneğin insanlara yeni bir ev vermekle, ne de onları eski evlerinde bırakıp oraya uyum sağlatmakla yapılır. Bizim temel kabulümüz psişik olanın insanın içinde yaşadığı ilişkilerin öznel bir yansısı, bazen anlaşılmaz bir yansısı olduğu. Đlişkileri ne kadar adım adım değiştirebilirsem, benim durumum da değişir. PH: Psişe gerçekten sadece yaşam ilişkilerinin bir yansıması mı? Toplumsal yaşam koşullarından tümüyle bağımsız olarak gelişmiş bir alan yok mu, ilk yaşam yıllarında, anne-babayla yakın ilişki içinde? Bu yaşam döneminde gerçekliğe duygusal ve bilişsel uyum biçimleri öğreniliyor. Sadece toplumsal belirleyicilerin dışında kalan şeylere de dikkat etmek gerekmiyor mu, eğitim stili ve benzerleri gibi? Holzkamp: Toplum doğrudan-toplumsal, yani ailesel ilişkilerle bir dışlama ilişkisi içinde bulunan, “dışarıdaki” bir şey olarak anlaşılmamalı. Böylece örneğin “aşırı koruyucu” bir eğitim stiline sahip olan bir anne, kendisinin ve diğer aile üyelerinin yaşam olanaklarını engellediğini ve bunu nasıl yaptığını şunu kavramadan asla anlayamaz: Bu, kendisinin “ev kadını” ve “anne” olarak, sadece çocukların duygusal yönden bağımlılaştırılması yoluyla etki ve tatmin yaşayabileceği, toplumsal bir kurum olarak geleneksel ailedir. Yani eğer “aşırı koruyucu” tutumun, aile içinde aynı işleve sahip başka bir semptoma kaydırılması değil de gerçekten aşılması gerekiyorsa, kadın “aileye” kapatılmaya karşı koymak zorun- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 123 dadır; bu, olanaklılık çerçevesi içinde “ev kadını” rolünün geleneksel sınırlamalarını ortadan kaldırmaya çalışmak anlamına gelir. Diğer bir soru, yetişkinin ne kadar çocukluğu tarafından belirlendiğidir. Ve biz kesinlikle yetişkinin bu belirlenime kurtuluşu olmayan bir şekilde teslim olduğu düşüncesinde değiliz. Bizim görüşümüze göre güncel zorlukları çocukluktan hareketle açıklamayı isteme pratiği psikologlar ya da onların hizmet verdiği danışanlar için gerçi ehven, ama yüzeysel bir açıklama modeli: Sürpriz değil, çocuklukta. Gerçekte çocukluk tarafından belirlenmişlik, koşul sunan bir olgu değil, açıklanması gereken bir sorunsal: Hangi özel koşullarda bir yetişkin olarak çocukluğuma takıldım ve bunun benim bugünkü yaşam durumumda nasıl bir işlevi var? Çocukluğumun ilk dönemlerindeki durumuma ilişkin karmaşayı ve takılmayı nasıl çözebilirim? Eğer böyle bir karmaşa varsa, bu benim bugünkü sınırlayıcı eylem yeteneğimin bir momenti, sınırlandırılmış olanaklarımın bir emaresi midir? Eylem ve yaşam olanaklarımı, aynı zamanda bugün artık çocuk olmadığımı, yani yaşantımla çocukça araçlarla baş edemeyeceğimi anlayabilmek adına, çocukluğumu kendi geçmişim, kendi tarihimin önemli bir parçası olarak tanıdığım ölçüde genişletebilirim. PH: Ama yaşam koşullarını değiştirmek, kendi yaşam koşullarını şekillendirmek için bireysel olarak çok farklı temayüllerin ve yeteneklerin olduğunu saptayabiliriz… Holzkamp: Merkezi süreçler üzerinde temel bir etki kazanmak, bütün toplumun değişmesiyle eş anlamlıdır. Bunu tekil olarak tabii ki yapamam, tarihsel koşullara ve günümüzün olanaklarına bağımlıyız. Kısa sürede kapitalizmi devirme fikri safçadır, kapitalizm insana hayal kurma fırsatı vermeyen bir yaşam ve hayatta kalma gücüne sahip. Uzun süre de sona ermeyecek. Uuluslar arası çatışmalar ve bağlantılar nedeniyle de, eğer bir facia politikası uygulamak istenmiyorsa, insan kendini uzun bir bir arada yaşama yoluna hazırlamalı. Biz özneler için bunun anlamı şu: Kapitalizmin içinde, tecrübe edilmiş sınırları, uzun vadede insanî ve insan onuruna yakışır bir gelişim üzerindeki kapitalist sınırlandırmanın aşılmasını kaçınılmaz hale getirecek olan yaşam ve gelişme olanaklarımızın iyileşmesi için mücadele etmek. 124 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 PH: Yeniden sizin psikolojinin bireyi doğrudan etkilememesi, bireye sadece kendi durumunu tanımakta yardım sunması gerektiği tezinize dönmek istiyorum. Bu çok burjuva bir bakış açısı değil mi? Bu tam da “yönlendirmemelisin!” ilkesi, özgür karara saygı. Bunun arkasında her bireyin kendisinden sorumlu olduğu, her kolektif etkileme çabasının ideoloji olduğu vs. anlayışı gizli. Holzkamp: Eğer “toplumsal bağlantılara ilişkin gerçek bir bilgi yoktur, yani her anlayış içerik olarak eşit haklara sahip bir şekilde bir diğerinin yanında durur” anlayışından hareket etseydik bu bakış açısı burjuva olurdu. Ama eğer kendi analizlerimize ve düşünme araçlarımıza gerçekten güveniyorsak, ortaya şu çıkar: Eğer tek insan kendi durumunu gerçekten görürse ve kendi çıkarlarının farkına varırsa, kendisi sonuçlara ve onu mümkün olduğunca diğerleriyle birleşmeye ve ilerici güçlere yaklaşmaya götürecek pratik biçimlerine ulaşmak zorundadır. Ama: Biz bu tanıma sürecini onu temsilen gerçekleştiremeyiz. Çünkü birisinden kendi bakış açısını diğerlerinden devralmasını istemek paradokstur. Sadece eğer kendisi geliştirirse, bu gerçekten onun kendi bakış açısı olur. Burada ayrıca düşünülmesi gereken şey, toplumsal ilişkiler hakkındaki genel bilgilerin, doğru bile olsalar, uzun süre tek insanın durumunu ve olanaklarını yeterince somut olarak kavrayamayacaklarıdır. Gerçi bireysel özne kendi durumunun ve çıkarlarının belirginleşmesi için genel bakışlara ihtiyaç duyar, ama bunları sadece kendisinin yeterince tanıyabileceği kendi yaşam koşulları ve olanakları üzerinde somutlaştırmak zorundadır. Eğer bireylerin bilincini sosyolojik tarzda bir katmana üye olmak ya da çevre gibi dışsal toplumsal verilerden çıkartabileceğime inanırsam, bu, bu insanların başına patlar: Yine (haklı olarak) burada kendilerini bulamazlar, kendi durumları ve eylem olanakları içinde kendilerini dikkate alınmamış olarak görürler. Örnek olarak: Eğer insan kişisel zorluklardan kurtuluş yolu olarak içki içmenin apolitik olduğu ve sadece bağımlılık ilişkilerini kuvvetlendirdiği düşüncesindeyse, bu genel olarak doğrudur. Bununla birlikte içki içen bir bireyle birlikte bireyin durumunun (eleştirel-psikolojik tanımlama ve yöntem yardımıyla) temelli bir analizi sonrasında, o birey için içki içmenin, diğer çözümlerle karşılaştırıldığında en iyisi olduğu sonucuna ulaşabilir. Eğer o bireye bu sonuca ulaşma hakkını vermezsem, yani psikolojik müdahalemin sonucunda neyin ortaya çıkmak zorunda olduğunu, yani içki içmeye son vermesi gerektiğini, ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 125 önceden biliyorsam, ötekini zaten bir özne olarak dışarıda bırakmış olurum, sadece, onun durumunu dikkate alıyormuş rolü yaparım. Gerçekte, ne kadar uygun ve “psikolojik” olursa olsun, kendi değer ve eylem algılayışımı ona dayatmış olurum. Bu egemenlikle uyumlu düzen algılayışlarının dayatılmasıyla eşanlamlıdır. PH: Başka bir örnek verelim: Eleştirel Psikolog olarak metroda gidiyorsunuz ve işsiz oldukları belli dört tane gencin “kanaklar” hakkında konuştuklarını ve Türklere karşı şiddet eylemleriyle övündüklerini duyuyorsunuz. Eleştirel Psikolog olarak müdahale etmeden bu konuşmalara katlanmak için çok fazla hoşgörü göstermek gerek. Ya da bir Türkü dövüp dövmeyeceklerini gençlere mi bırakmalıyım? Bunu ilk etapta dışarıda bırakıp saldırganlıklarının gerçek nedenlerini ve bağlantılarını bildiğim için, içinde kapalı oldukları ilişki ağını çözmeye mi çalışmalıyım? Holzkamp: Başkalarının kendi bakış açısını, eğer kendilerinin olacaksa, kendilerinin geliştirmeleri gerektiği anlayışı, benim kendi bakış açımdan vazgeçmem ya da onu gizlemem anlamına gelmez. Ben kendi olanaklarım ve düşüncelerimle analizin içinde bulunurum, hem de radikal bir şekilde. Türkler hakkında konuşmalarına karşı olmam, öncelikle psikolojik bir sorun değil, bu benim temsil ettiğim görüşlerle ve eylem biçimleriyle açıklanır. Eğer bu gençlerle konuşursam yaptıkları şeyi yanlış ve sonuçta kendilerine zarar verici bulduğumu açıkça söylerim. Ancak bunu açıkça ortaya koyduktan sonra, neden benim bu bakış açısını, onların da diğer bakış açısını üstlendiğimizi konuşmaya devam ederiz. Ben tabii ki her şeyi affeden ve anlayan sevimli bir amca değilim, benim tümüyle kararlı ve temellendirilmiş, ama (bahsettiğim nedenlerden dolayı) ötekine dayatamayacağım bir konumum var... PH: Umarım öteki anlayış gösterir? Holzkamp: Burada ötekinin ilişkiye girmeyi, tartışmayı istemesi koşuldur. Metroda benimle konuşmakla ilgilenmeyecekleri açık. Ama bir konuşma olursa ve temel açıklamalar yapılabilirse, Türklerin onların saldırganlıklarının yanlış bir nesnesi olduğu, sorunun daha çok, dezavantajlı durumda olanların kendilik 126 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 duygularından geri kalan şeyi, yalnızca daha dezavantajlıların zararına olmadan idame ettirebilecekleri yaşam koşulları uğruna, Türklerle birlikte mücadele etmek olduğu konuşmaya katılanlar için açık hale gelmek zorunda. Eğer bu şekilde psikolojik açıklamaların ele alınışı politik olarak yönlendirilebilirse, bu gençlerle benim aramdaki karşıtlık da ortadan kalkar. PH: Ama bununla birlikte psikologlar olarak neden bazı gençlerin kendi engellenmelerini azınlıklara karşı saldırganlığa dönüştürdüklerini, ama diğerlerinin böyle bir şey yapmadıklarını sormamız gerekiyor. Sadece düz toplumsal neden ilişkilerinden bahsedemeyiz, bu durumda çocukluk sosyalizasyonunu ve ailedeki psikolojik etkisi olan diğer önemli kişileri araştırmalıyız. Holzkamp: Tabii ki. Ama çocukluk sosyalizasyonunda ve ailedeki “etkisi olan önemli kişiler” kabulüyle, söylediğim gibi, zorluklara sahibim: Burada insanın diğerlerini sadece bu tür belirleyicilerin ürünü olarak algılama ve sonuçta özne olarak reddetme tehlikesi bulunuyor. Uzun yıllardan beri – “Erken Çocuklukta Özne Gelişimi” projemizde – çocukların ve yetişkinlerin içinde kendilerine eylem olanakları yarattıkları ve sıklıkla birbirlerini karşılıklı olarak kısıtladıkları, karşılıklı etki sürecini araştırıyoruz. Başka şeylerin yanı sıra, belli bilindik eğitim tekniklerini de yeni bir bakış açısıyla araştırdık: Anne-babalar bu şekilde “eğiterek” ne dereceye kadar gerçekte çocukların gelişmesini engellemezler ve aynı zamanda kendi durumlarını da zorlaştırmazlar? Örneğin “eşitlik düzenlemesi” olarak adlandırdığımız geleneksel eğitim tekniğini düşünelim: bütün çocuklar aynı şeyi alıyorlar. Sen bir oyuncak alıyorsun, sen de bir oyuncak alıyorsun. Sen iki dilim salam alıyorsun, sen de iki dilim salam alıyorsun. Bu akılcıl ve âdilmiş gibi görünüyor. Oldukça basit ve kullanılabilir, ama sonuçta çocukların kendilerinin aslında ne istediklerine hiç dikkat etmemelerine yol açıyor. Çocuklar sadece diğerlerinin ne aldığına dikkat ediyorlar. Bu kendi çıkarlarının/ilgilerinin bilincinin, böylece de, kendi yaşamının öznel belirlenmesi olanağının kısıtlanması anlamında, gelişmenin engellenmesidir. Bu düzenleme biçimleri daha sonra çocuklar tarafından üstlenilir ve yetişkinlere uygulanır. Đnsan yüzde yüz âdil olamayacağı için de çocuklar sürekli ola- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 127 rak anne babalarından şikâyet ederler. En gülünç örnek şu: Üç çocuğun her biri ortada oturmak istiyor. Bu şekilde insan sadece, çocukları yönlendirmeye çalışarak, onları günlük problemlerin aşılmasında bir ortak olarak dışarıda bırakır. Hatta çocuklar karşıt oyunculara dönüşürler. Bir çeşit karşıt yönlendirmeyle, anne-babanın ilkelerini sürekli olarak onlara karşı kullanıp, hayatı anne babalarına cehennem ederler. Araştırma sürecinde, “eşitlik düzenleyiciliğin” çocuklar ve anne-babalar için gelişmeyi engellediği tezini, yönlendirme ve karşıt yönlendirmenin hali hazırda karşılıklı olarak birbirlerini kuvvetlendirmelerini ortadan kaldıracak koşulları, anne-baba ve çocuklarla birlikte yaratarak sınamaya çalışıyoruz. Bu şekilde çocukların kendi öznelliklerini yüksek düzeyde ifade edebilmesi ve kendi çıkarlarını/ilgilerini ortaya koyabilmeleriyle, anne-babalar da çocuklarını dikkate almaksızın kontrol etmeye yönelik umutsuz çabadan kurtuluyorlar ve özneler arası yaşam ortaklığının daha üst bir düzeyi de ulaşılabilir hale geliyor. PH: Ama bu eşitlik kuralı ailenin kendisinden kaynaklanmıyor, bu idarefelsefesi hiç de aile içi bir fenomen değil. Nereden geliyor bu? Holzkamp: Bu tabii ki burjuva toplumdaki alış veriş mantığıdır. Dağıtım alanında insan bu mantığa pratikte zorunlu olarak bağlıdır. Ama ailede bu aslında böyle olmak zorunda değil. Burada söz konusu olan, aile yaşamı için, gösterildiği gibi, yüzeysel basitliğine rağmen, ya da tam da bu yüzden ne gerekli ne de zorunlu olan ideolojik biçimlerin körlemesine bir yeniden üretimidir. PH: Eğer bu değişim ilişkileri, toplumun ideolojisi, ailenin dışında bırakılabilirse, hatta aile içinde aşılabilse aile de toplumsal alandaki değişimlerin bir antrenman sahası olurdu. Holzkamp: Burada insanın sadece aile içinde yaşamadığına, aile ve iş arasındaki gerilim içinde de yaşadığına dikkat etmek gerek ve bu iki toplumsal alanın çelişkili ilişkisinden bilgi kazanmak ve sonuç çıkartmak zamanı geldi. Danimarkalı Eleştirel Psikolog Ole Dreier iş yerinde ücretli işçi olarak kendisinden istenen performansı, hem de işini kaybetmemek için hemen göstermesi istenen 128 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 bir aile babasının terapi sürecini sunarken böyle diyor. Bu talebi adam şöyle alternatifler sunarak küçük oğluna yansıtıyor: Bunu ya yapabilirsin, ya da yapamazsın; o zaman ver ben yapayım. Terapi sırasında bu adam aile içinde bu davranışın gerekli olmadığını, orada gelişme için dışarıdan düşünülemeyen hareket alanlarının bulunduğunu anladı. Dışarıda, iş yerinde “bunu henüz yapamıyorum, bana zaman ver, öğreneceğim” denmez. Ama iş dünyasının zorlamalarını aileye taşımak için körlemesine bir zorunluluk yok. Yani çocuğun dışarıda oluşan gelişme engeli gereksiz ve sonuçta çocukla kötü bir ilişkiden şikâyetçi olan baba için de kendine zarar verici. Bunu anlayınca ücretli işçi işleviyle kendisine gelişme olanaklarının tanınmadığının ve kendi öznelliği içinde reddedildiğinin, yani çalıştığı yerde insanlık dışı ilişkilerin hüküm sürdüğünün farkına varabilir. Bu henüz toplumu değiştirici bir bilgi değildir, ama en azından düşüncede bir parça eleştirel gelişmedir. PH: Bu bilgi ve bu hareket tarzı ama hiç de özgün eleştirel-psikolojik düşünceler değil, bazı psikanalistler ya da aile terapistleri de böyle çalışıyor… Holzkamp: Tabii ki başka bakış açılarıyla da ortaklıklar var. Bununla birlikte bizi onlardan ayıran tüm-toplumsal ilişkilerin işe dâhil edilmesi, bunların bireysel öznellikle ilişkilenişinin araştırılmasıdır. Biz aileyi de toplumsal bütünsel bağlamın bir parçası olarak ele alıp araştırıyoruz. Bunu Ole Dreier’in kitabındaki başka bir örnekle açıklarsak: Söz edilen baba terapi sırasında karısıyla arasındaki bazı çözümsüz görünen çatışmaların nereden çıktığının farkına varıyor: Kadın için aile tek yaşam merkeziyken, adamın ayrıca işte de çalışması onun durumunu özel bir şekilde etkiliyor. Yani bir alandaki zorluklar karşısında diğer tarafa geçmeyi öngörerek içsel olarak kaçınma alışkanlığı geliştirmiş. Yani adam sanki iki dünya arasında, hiçbir yerde gerçekten evi olmayan ve ne bir, ne de diğer dünyaya gerçekten dâhil olamayan bir göçmen. Bu tabii ki kocasının ne zaman evde zorlansa içsel olarak göç ettiğini, ruhsal olarak çıkıp gittiğini ve kadını sorunlarla yalnız bıraktığını öğrendiğinde, kadına umutsuzluk getirir. Bu dâhil olmama ve katılımsızlık adamın ailedeki izolasyonuna da uygundur: Aslında oraya ait değildir, bir çeşit “kiracının kiracısı” pozisyonuna sahiptir. Bu sorunsa- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 129 lın diğer yanı adamın iş yerinde kendi çıkarları için aktif olmaktaki eksikliği, sendikada örgütlenmekteki isteksizliğidir, çünkü orada da sadece aile babası olarak misafir oyuncu rolü oynamaktadır ve evinin hayatının merkezi olduğu masalını anlatmaktadır. “Özel aile ve yabancı iş” arasındaki nesnel toplumsal gerilim alanının, burada sadece aile içi sorunsal olarak ortaya çıkan, belli bir psişik işlenişinin olduğu görülüyor. En ağır öznel çatışmaların arkasında gizlenen bu bağlantılar, sadece, toplumsal süreç ve bireysel eylem yeteneği ya da temel kavramsallığı içinde ruh hali ve hareket biçimi arasındaki aracılığı yansıtmaya kadir bir psikolojik anlayışla kavranabilir. Zaten en azından on yıldır öznebilimsel düşünce biçimlerini ve içlerinde bu tür aracılıkların çeşitli düzeylerde dikkate alınabileceği yöntemleri geliştirmekle uğraşıyoruz. PH: Eleştirel Psikoloji’nin gelişim teorisi örneğin Jean Piaget gibi bir psikologun teorisinden nasıl ayrılıyor? O da toplum ve çevre, uyum ve değişim arasındaki değişme oyununu kendi bilişsel gelişme teorisinin merkezine koymuştu. Onun modeli sizin Eleştirel Psikolog olarak talep ettiğiniz birçok şeyi içeriyor olmalı. Holzkamp: Piaget bizim teori kuruluşumuz için çok önemli ve onunla yoğun olarak ilgileniyoruz. Ama Piaget kendi basamaklarını ona doğru planladığı gelişimin son noktası olarak, sadece biçimsel-mantıklı düşünme yeteneğini görüyordu. Bizim yaklaşımımıza göre bu çok dar, bu yüzden de çarpık. Bizim toplumumuzda yetişkin olmak başkalarının belirlediği koşullarda toplumsal yeniden üretime katılma aracılığıyla kendi alanını elde etme yeteneği anlamına geliyor, yani bizim anladığımız anlamda “eylem yeteneği”. Ontogenetik gelişim sürecini kendi yasaları ve dizileri içinde, bu anlamda “eylem yeteneğine gelişim” olarak çözümlenebilecek şekilde bölümlememiz lazım. Bu bağlamda bilişsel gelişimi de eylem yeteneğinin gelişiminin bağımsız olmayan bir yan momenti olarak araştırmak lazım. Burada Piaget’nin bilişsel gelişimin formel basamaklarının, toplumumuzda, yaşamla eylemde bulunarak başa çıkmanın gerekleri ve çelişkileriyle bilişsel olarak baş etmenin (ve bunlara karşı savunmanın) bireysel gelişimini, gerçekte ne derecede yeterli kavradıklarını da araştırmak gerek. 130 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 PH: Đnsanın gelişim tarihini, yani filogeneziyi tasvir ederken bir yerlerde insanın belli biyolojik ve içgüdüsel belirlenimleri aştığı niteliksel bir sıçrama olduğundan hareket ediyorsunuz. Size göre bu, insanın kendi pratiği hakkında düşünmeye (Reflektion) başladığında, kendini ve yeteneklerini tekrar ürettiğinin ve ürünlerinde bunları tekrar bulduğunun bilincine vardığında, bir anda gerçekleşti. Đçgüdüsel bir varlıktan, akılcıl bir varlığa doğru. Lorenzer gibi psikanalistler sizi bu noktadan itibaren sadece rasyonalist olmakla ve insanın içinde bugün de gizli bulunan “hayvanı” yadsımakla suçluyorlar. Holzkamp: Öyle değil. Eleştirel Psikoloji’nin bütün temel kitaplarında filogeneziye geniş bir yer verildi. Tabii ki, “insan sadece toplumsal bir varlıktır” demek için bu kadar yoğun olarak insanın filogenezisiyle uğraşmadık. Bizim için daha önemlisi insanın doğal koşullarını uygun bir şekilde belirlemek. Çünkü bunlar toplumsal yeniden üretimin de koşulları. Tabii ki bilişte, motivasyonda, duygulanımda filogenetik hale gelmiş spesifik olmayan koşullar içeriliyor. Ama basitçe bunların insan için tipik olduğu iddia edilemez. Daha çok, insanların artık (hayvanlar gibi) doğal bir çevrede yaşamadıkları, üretim ve yeniden üretim aracılığıyla kendi yaşam koşullarını yarattıklarında, böylesi momentlerin ortaya çıktığı yeni niteliği ortaya koymak gerek: Đnsanın doğası kendi özelliği içinde “toplumsal doğa” olarak çözümlenebilir hâle gelmeli, insanın psişik (bilişsel, motivasyonel, duygusal) olarak toplumsal sürece katılım yoluyla kendini devam ettirecek ve geliştirecek durumda olduğu, buna hazır olduğu ve bu durumun nasıl olduğu, şimdiki toplumsal biçimden ortaya çıkan bütün çelişkililiklerle birlikte açıklanmalı. Bu, insanda psişik olanın daha çok spesifik olmayan-temel ve spesifik karakteristikleri arasındaki ilişkiyi, içinde bulunan bütün çelişkileriyle birlikte ortaya koymayı da kapsıyor. Burada, örneğin, cinselliğin özel bir konuma sahip olduğuna varıyoruz. Yani cinsel tatminin koşulları diğer bütün tatmin olanakları gibi emek araçlarının kullanımı aracılığıyla toplumsal olarak üretilmiyor. Cinsel tatmin için eşlerin “dolayımsız olarak” birbirine çekilmiş olması, minimal durumda hatta kendi bedeninle ilişki kurmak yeterli. Yani cinsellik, toplumsal aracılığa bağımlı olmadığı için, denebilir ki, her zaman temel bir mutlu olma olanaklılığı olarak kalıyor. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 131 Bu yüzden cinsellik egemenler için bütün çağlarda her zaman özellikle şüpheli göründü ve egemenliğin uygulanması sürekli olarak bir cinsel baskı girişimiydi: Herkes istediği zaman ve istediği yerde eğlenebilirse, nereye gider bu iş? Böylece toplumumuzdaki verili, insanların cinselliğini sınırlama stratejileri, çocuk gelişiminin çözümlenmesi öznebilimsel psikolojinin merkezi bir konusu olmak zorunda; örneğin çocukların kendilerine mutluluk veren ve kimseye zararı dokunmayan bir şey için nasıl suçluluk duygusu geliştirmeye yöneltildiklerini bulmak için: Mastürbasyondan söz ediyorum. PH: Eğer cinsellik gibi biyolojik itkilere bu kadar büyük anlam yüklüyorsanız, böylece insanların irrasyonel düşünüp eylemde bulunabileceklerini itiraf etmiş olmuyor musunuz? Holzkamp: Burada “irrasyonel”in ne anlama geldiğine daha dikkatli bakmak lazım. Tabii ki insanların sıklıkla kendi durumlarını yetersiz bir şekilde gördükleri, körlemesine tepkide bulundukları, kendi nesnel çıkarlarının tersine eylemde bulundukları açık. Ama bu yüzden onların davranışını eylemleri için hiçbir akılcıl nedene sahip olmamaları anlamında “irrasyonel” olarak görürsem, onların tümüyle “anlaşılmaz” olduklarını kabul ederim, hem de sadece bilimsel olarak değil, aynı zamanda onlarla toplumsal olarak karşılaştığımda da. Ama bu sadece bilimsel bilgiyi değil, toplumsal ilişkileri de olanaksız görmek zorunda olduğum anlamına gelir. Böylelikle ötekini aslında insan topluluğundan dışlamış ve böylece sonuçta ötekiyle ilişki olmaksızın yaşayamayacağımdan kendimden de vazgeçmiş olurum. Kavramlarımız ve yöntemlerimizle, görünüşte anlaşılmaz ve “irrasyonel” davranışın, eğer dikkatli bakılırsa, kısıtlanmış bir gerçeklik ilişkisinde her zaman “rasyonel” davranış olarak ortaya çıktığını göstermeye çalıştık: Öteki, kendi durumu içinde, bu durumu kendi gördüğü şekilde eylemde bulunuyor, kendi adına öznel; sadece, önkoşulları yeterli olmadığı için, öznel olarak akılcıl olan davranışı, nesnel olarak ona karşı dönüyor. Yani burada asla “irrasyonel” kelamı kibarıyla yetinilemez, her zaman, denebilir ki batıp gitme pahasına, altında insanın davranışın akılcıl görülmek zorunda olduğu önkoşulları bulmaya çabalayarak, ötekini anlamaya çalışmak ve sonra o insanla önkoşullar hakkında tartışmak zorunlu. Đnsanlar arası anlayışın tek koşulu olarak aklın 132 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 yeniden inşası için böylesi mücadele bütün düzeylerde, yaşamak ve hayatta kalmak için bizim tek şansımız. Ayrıca bu anlayışla kendimi muhteşem toplumda bulurum. Freud bir keresinde şöyle yazmıştı: “… Aklın sesi cılızdır, ama kendini duyurana kadar susmaz. Sonunda, sayısız reddedilişten sonra bunu başarır. Bu insanlığın geleceği için iyimser olunabilecek az sayıda noktadan biridir… uzun vadede akla ve deneyime karşı hiçbir şey direnemez.” Kaynaklar Holzkamp, Klaus: Grundlegung der Psychologie. Frankfurt/M. (Campus) 1983 Holzkamp-Osterkamp, Ute: "Ausländerfeindlichkeit". Zur Funktion ihrer Psychologisierung. Blätter für deutsche und internationale Politik 8, 1984 Projekt Subjektentwicklung in der frühen Kindheit (SUFKI): Theoretische Grundlage und methodische Entwicklung der Projektarbeit. Vortrag, gehalten auf dem 3. Internationalen Kongreß Kritische Psychologie in Marburg am 12.5.1984. Forum Kritische Psychologie 14, 1984 Dreier, Ole: Familiäres Sein und familiäres Bewußtsein. Therapeutische Analyse einer Arbeiterfamilie. Frankfurt/M. (Campus) 1980 Freud, Sigmund: Die Zukunft einer Illusion. Gesammelte Werke (S. Fischer) Bd. XIV (Zitat auf S. 377 und 378) Đdeoloji ve insan bilimleri: Psikoloji ve psikiyatride şeyleştirmenin rolü üzerine bazı yorumlar1 David Ingleby (Çeviri: Evrem Tilki – Barış Özgen Şensoy) Güncel bilinç ve ideolojik bir eleştirinin olabilirliği2 B u yazının iddiası kısaca şu şekilde ifade edilebilir: psikologların (ve diğer insani bilim insanlarının) bilinçdışı olarak kabul ettikleri ideolojik amaçlar onları, insanı kendi toplumunun yaptığı biçimde insandışılaştıran (dehumanize), toplumun amaçlarına bireyler tarafından nasıl aracılık yapıldığını açıklayacağı yerde örtbas eden ve kendi değerlerini, sahte bir nesnellik kisfesi altında somutlaştırmaya çalışan bir insan modeli sunmaya yöneltir. Bu makale, esasında Human Context, vol. 2., no. 2, Temmuz 1970’de Fransızca ve Đngilizce yayınlanmış halinin kısaltılmış ve gözden geçirilmiş versiyonudur. Çeviriye kaynak teşkil eden orijinal metin şu kitaptan alınmıştır: Pateman, Trevor, (yay. haz.), Counter Course: A Handbook for Course Criticism. Harmondsworth: Penguin Education, 1972, sf. 51-81. 2 2. Bu yazı boyunca, ‘ideolojik’ ve ‘politik’ eleştiri kavramları kullanılmıştır, her ne kadar ‘kültürel analiz’ bahsedilen iş için muhtemelen daha doğru bir etiket olsa da. Bu sıfatların hiçbiri tatmin edici değil, fakat ‘kültürel’, ‘kültürel devrim’in orijinal Maoist kavramın bir bakıma tuhaf bir tercümesi olmasıyla aynı nedenden dolayı, en az tatmin edici olanı. 1 134 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Burada birinci görevim şimdiye kadar bunları daha yakından okumuş olan insanbilimcilerinin çoğunun burada söylenenlerle kendi bilimsel deneyimleri arasında nasıl olup da herhangi bir ilgi kuramamış olmalarını anlamak. Tabii o da kelimelerden herhangi bir anlam çıkartıyorlarsa... Zira (diyecekler ki) “ideolojik amaçlar” nedir? Nesnel bir bilim nasıl politik olarak partizan olabilir? “Đnsandışılaştırmak” ne demek? “Đnsan” dediğimiz kavramdan ne anlıyoruz ve böyle bir kavramla ilgili nasıl a priori bir varsayımda bulunabiliriz? Kabul etmeliyiz ki yukarıdaki cümlelerde geçen asıl kavramlar onlara yüklenen anlamları taşımakta oldukça yetersiz kalıyor ve bu da henüz yeni yeni konuşmayı öğrenmeye başladığımız bir alanda el yordamıyla hareket etmeye çalışmamızdan kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu kavramların ne anlamlar taşıdığı netleşmeden yapılan bir ideolojik eleştiri içinde tutarsızlıklar barındırmaya mahkûm. Neyse ki, daha önce söylenememiş şeyleri söylemenin mümkün hale geldiği anlar da var. Artık tutarlı bir eleştiri yapmayı mümkün kılan bazı gelişmelerin olduğu açık. Bir taraftan, altta yatan meselelerle ilgili yükselen öğrenci bilinci (ki büyük oranda deneyime dayalıdır ve kendini iyi ifade edemez) bahsi geçen şikâyetlerin olası nedenleri hakkında en kayıtsız olanların bile merakını uyandırmayı şekilde, kendisini ifade etmeyi öğrenmiş ve çekingen kalanları şüpheleri konusunda daha fazla sorgulamaya cesaretlendirmiştir. Aynı zamanda, içinden yeni eleştirilerin dili ve paradigmasının seçip çıkartılabileceği çok sayıda çalışma çıkmıştır. Bunların içinden, Marcuse’un bazı yazıları dışında, Blackburn (1969), ve Anderson (1969) ile özellikle son dönemde çevrilmiş olan Lucien Goldman’ın (1969) monografisine dikkat çekmek isterim. Goldman’ın sakin aklıseliminin bana bir psikolog olarak verdiği tat, akıl hastaneleri sakinlerinin Goffman’dan aldıkları kasvetli hazza benzer. Ama bu aşikâr olayların etkilerinin kendisi, daha derinlemesine açıklanmalıdır: kuşku götürmeyecek birincil tarihsel-ekonomik açıklamalar getirmeye çalışmadan önce şu an için üzerinde durulması gereken en önemli noktanın, sosyal değerlere birey tarafından nasıl aracılık edildiğine dair algılayışımızdaki değişim olduğunu söyleyeceğim ki bu, nihayet sosyal kurumla- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 135 rın bulanıklığı ve insan eyleminin kapalılığında kendini göstermeye başlamış durumda. Bu değişimin doğasını anlamak için “politik” kelimesinin farklı anlamlarını incelemek iyi bir başlangıç olur. Son zamanlardaki kullanımına en iyi ve belki de bugünlerde hepimiz için en tuhaf örnek, Harold Wilson’ın 1966 denizci grevi3 hakkında yaptığı yorumda görülebilir: “birbirine sıkısıkıya bağlı politik olarak motive olmuş bir grup adam” (Foot, 1968). Burada “politika” belirlenebilir bir grup kişinin bilinçli ve örgütlü eylemidir ve (hükümetin açık bir şekilde yönettiklerinin üzerine) çerçevesi oldukça net bir şekilde çizilmiş bir dizi mesele ile ilgilenir. “Politika”nın çağdaş kullanımı bu tanımı sadece her yönüyle sorgulamakla kalmaz: tanımının kendisinin “politik” olduğunu ima eder. Kavramın kapsamının genişletilmesinin bir sebebi, insan eylemindeki özgürlük alanının, içerdiği değerseçimlerine dair algımızı kolaylaştırdığını farketmiş olmamızdır: ayrıca birden fazla değer seçimi arasında ilişki kuran örüntüleri anlamamızı kolaylaştıracak ideolojk şema biçimlerini saptamayı da öğrendik. Ancak bu yeni politika kavramı, kapsamı genişletilmiş içeriğinin yanında, farklı eylem tarzlarını da kucaklamaktadır: belki de burada bireylere dair bilgilerimizden edindiğimiz dersleri toplumların davranışlarına uyguluyoruz. Nasıl bir kişinin kendi yaşam tarzı veya oynadığı oyunların farkında olmasını beklemiyorsak, politik amaçların da, bireysel aracılarının bilinçli göz yummaları sonucu işlerlik kazandıklarına inanmıyoruz. Dahası, sadece bilinçdışı motivasyona değil, oldukça dirençli bastırma (represyon) ve mistifikasyon biçimlerine de alışkınız; insanlar ne yapmaya çalıştıklarını farketmek ve kabul etmek konusunda başarısız olmakla kalmıyor, (gerek kendilerine gerekse ötekilere) bunun tam tersini yaptıklarına dair bir izlenim yaratmak için çok çaba harcıyorlar. Freud, “karşıt tepki gösterme”yi (reaksiyon formasyon), tamahkârlığı gizleyen bir yücegönüllülük veya katkıda bulunduğu hor görme davranışını kapatan bir çeşit hayırseverlik olarak açıklar: Bunun en 16 Mayıs – 1 Temmuz 1966 tarihleri arasında Đngiltere’de yapılan ve Ulusal Denizciler Sendikası (National Union of Seamen) tarafından öncülük edilen grev. Grev 1911’den beri düzenlenen en büyük denizci greviydi ve ücretlerin yükseltilmesinin yanı sıra, haftalık çalışma süresinin de 56 saatten 40 saate indirilmesini amaçlıyordu. (Editör Notu) 3 136 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 bariz toplumsal karşılığı Orwellyen newspeak4 veya doublethink5 araçlarıdır. Freud ve Marx’ın her ikisinin de bu savunma mekanizmaları ile yüzyüze kalmış olmaları tesadüf değildir. Zira bunlar muhtemelen bilinçli bir failin diğerinin menfaatine tesir ettikleri bir ortamın lojistiği tarafından ortaya çıkartılmışlardır. Bir başka deyişle, eğer her iki el nihai hedefleri konusunda çatışıyorlarsa, sağ elin yaptıklarından, sol elin haberinin olmaması onun için çok daha iyi olur: Freud için bu iki fail Bilinçdışı ile Ego’dur, Marx için ise yönetici sınıf ile proleteryadır. Sonuçta, halkla ilişkilerin birinci kuralı, bir başkasının onaylamadığı bir davranışınızın sonuçlarından sıyırmak için, ona ne yapmaya çalıştığınızı söylememeniz gerekliliğidir. Endüstriyel şirketler hırsızlığın en verimli yolu olarak “bağlamayıcı teklif”i bulmuşlardır: benzer bir şekilde, en başarılı dinler kendinden feragat etmeyi doyum, itaati özgürlük, ölümü yaşam olarak sunanlardır. Eğer toplumdaki bireye neden, bazı politik amaçlarını bastırması veya inkâr etmesi gerektiğinin öğretildiğini anlamak istiyorsak, savaşta olduğu gibi, bu amaçların birçoğunun kendi çıkarları veya rasyonalitenin kendisi ile ters düşebileceğini düşünmemiz yeterlidir. Politik eyleme dair kavrayışımızdaki değişiklik, bariz olandan bir kayma olarak görülebilir; ancak politik eylem olarak yapılan herhangi bir bilim eleştirisinin bariz olana dikkat çekmenin rahatlığından vazgeçmesi gerekir. Bilim içinden bir komplo teorisi, tarih içinden bir komplo teorisinden daha geçerli değildir (belki komplo olmayan bir teori için bunu söyleyebiliriz): bilimsel iktidarın koridorlarında yönetim kurulu toplantıları için yer aramak, o koridorun sakinlerinin, yaptıkları faaliyetlere dair bir içgörüye sahip olduklarını varsaymak demek olur ki böyle bir içgörülerinin olmadığı çok açık. Gazeteciliğe özel dedektiflik yaklaşımının işe yaradığı yerler olabilir ancak bizim ilgi duyduğumuz esas alan suç eylemleri (aleyhlerinde yasal soruşturmalar açılabilecek yalan söyleyen bilim adamları, hileli deneyler, hastalara karşı bir şiddet biçiminin kurumsallaştığı akıl hastaneleri) değildir. Genel olarak bu tarz davranışlar nihayetinde sapkın bir davranış olarak tanımlanmaktan öteye geçmez, burada söz konusu olan kabul George Orwell’in 1984 isimli romanında geçen kısıtlı ve yüzeysel kelimelerden oluşan yapma dil. (Çev. Notu) 5 Geroge Orwell’in 1984 isimli romanında geçen aynı anda bir arada bulunamayacak iki kavramı aynı anda düşünebilme. (Çev. Notu) 4 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 137 edilen normların ihlâlidir: Oysa daha önemli ve daha zor olanı, bu normların kendilerinin politik amaçları nasıl yansıttıkları veya onlara nasıl hizmet ettiklerinin gösterilmesi görevidir. Ahlaki ve olgusal olarak bariz olana gösterilen bu bağlılık, kendisini politik olarak tanımlamak isteyen çağdaş polemiği büyük oranda zayıflatmaktadır. Eleştiri, kabul edilen kriterler içinden yapıldığı sürece, kriterlerin kendilerinin eleştirilme olasılığı mümkün değildir. Örneğin Perry Anderson (1969) Eysenck’in psikolojisine temelde Eysenck’in kötü bir psikolog olması üzerinden saldırır; Jules Henry (1966) ‘nin hedefi çoğu zaman kötü ebeveynler, kötü okullar ve kötü geriyatrik kurumlardan ibaretttir, Cooper (1967, s. 24) ise kendi psikiyatri eleştirisinin haklılığını göstermek için çoğu psikiyatrın kötü doktorlar olduğunu ileri sürer. Bu örneklerden de görülebileceği gibi esas eleştirilmesi gereken meselenin hedefi sapmaktadır- “iyi” psikologlar, ebeveynler, okullar, ve “iyi geriyatri” veya psikiyatri. “Evinizi düzene sokun” çağrısına karşı, şayet o evin yapısal bir sorunu varsa, direnmek zorundayız. Aslında bu yazarların taktikleri gayet yerine uygundur: diyalog ortak bir temel üzerinden seyretmektedir ve iç çelişkilerin teşhiri, muhalif olanda en azından şüphenin tohumlarını ekebilir. Ancak eninde sonunda, diyalog ve hakikat uzlaştırılamaz hedefler haline gelir, çünkü ahlaki mezalimi eleştirinin hedefi olarak koymak, bağlı olunan ahlaki normları güçlendirmekten başka bir işe yaramaz: News of the World’un yoz papaz, öğretmen, danışman veya polise yönelttiği eleştirilerin varolan otoriteye meydan okuduğunu veya Sunday Times’ın karanlık işadamları veya vahşi kolonyalistleri teşhir ederken kapitalizme yönelik bir saldırıda bulunduğunu bir an için bile düşünmek mümkün değildir. Dikkatli olmayan kullanıcılar için benzer bir tuzak, bir grubun çıkarlarının diğerine üstün gelmesi dayatmasında olduğu gibi şiddet kavramında da bulunmaktadır. Bu terimin gündelik dildeki kullanımı spesifik olarak mistifikasyonu inkar eder: şiddet sadece uygulanmaz, uygulandığı görülür. Kimse görmese bile en azından uygulayan ve uygulanan tarafından görülür.Modern pratikte bu durum giderek değişmektedir- belki de daha önce bahsedilen lojistik sebeplerden dolayı: dolayısıyla koloniyalizm, sanayiicilik, aile yaşantısı, eğitim 138 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 veya psikiyatrideki politik güç pratiklerini “şiddetli, şiddet dolu” olarak tariflemek, tam da bu alanlarda yürütülen çalışmaların başarılı bir şekilde mistifiye edilmelerinden dolayı yanıltıcı olacaktır. Örnek olarak, daha sonra daha detaylı tarif edilecek psikiyatrik kontrol yöntemlerinde, psikiyatr (ve biraz daha az sık olmakla beraber hasta), herkesin geçtiği tanıdık aşamaların “hepsi sizin iyiliğiniz için”, “biz sadece size yardımcı olmaya çalışıyoruz” larına yürekten inanıyor olabilirler. “Şiddet” teriminin özgürlüğü sınırlayan yöntemleri tanımlarken neden yararsız kaldığı ile ilgili mistifikasyon dışında bir sebep daha vardır. Kontrol araçları fizikselden ziyade bilişsel de olabilirler. Goffman’ın sosyal gücü, “duruma dair yapılan tanımlama”yı kontrol edenlere atfetmesi (1959) gibi, biz de politik gücün, “hakikatleri yönetenlerin” yetkisinde olduğuna inanmayı öğrendik. “Şiddet” terimi ile ilgili yukarıda geçen sınırlandırmalar, “beyin-yıkama” terimi için de geçerlidir: aslında enformasyon girdisini kontrol ederek kişinin kendisine ve gerçekliğe dair algısını pratik olarak – sözel veya sözel olmayan ve araç veya mesaj aracılığıyla- herhangi bir yöne çekmenin yollarını tarif edecek bir sözcük bulunmamaktadır. Bu nedenle, bu bölüm, sosyal eyleme dair bilincimizi açmanın, ideolojik bir bilim eleştirisi geliştirmeyi nasıl kolaylaştıracağına dair yollar göstermek amacını taşırken aynı zamanda bazı tuzakları da su yüzüne çıkarmaktadır. Bu tip bir eleştiri yapmanın gerekli koşulu, bir yandan toplumun faaliyetlerini inceler ve yorumlarken bir yandan da onun kendi kavram ve normlarının bir çoğundan sakınmaktır: bu toplumun ancak çok sınırlı bir kesimi, ancak çok istisnai durumlarda bu koşulu yerine getirecektir. Đdeoloji bilimin “nesnel” faaliyetine nasıl nüfuz eder? Nasıl politik gerçekliklere keskin bir şekilde odaklanılmadan geleneksel “politika” tanımı kabul edilmemeliyse, bilimin doğasına dair yeni bir anlayış geliştirilmeden, onun kendi politikasını keşfetmek de mümkün değildir. Bu nedenle sorulması gereken anahtar soru şudur: Yanlılık (bias) nedir? Birkez daha “doğrudan” ve “dolaylı” farklı yanlılık biçimleri olduğunu düşünmeliyiz. Bunlar “güç- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 139 lü” veya “zayıf” olabilir ancak en zayıf addedilenlerin en baskın oldukları ortaya çıkabilir zira bunlar aslında en etkili biçimde hasır altı edilenlerdir. (Bundan sonrası diğer sanat, gazetecilik gibi “gerçeklik iddiasında bulunan medya”daki ideolojik yanlılığı anlama ile ilgilidir) Kelime en güçlü anlamını en fazla “politik yanlılık” iddiasında bulunanlarda kazanır: bunun içinde ampirik gözlemlerin sonuçlarını görmezden gelme hatta yanlışlama vardır. Bunların en bilinenleri, Lysenko’nun biyolo- jik.çarpıtmaları veya Galileo’nun gözlemleri zamanında biliminsanlarının gösterdiği tepkilerdir; her ikisinde de ideolojik önem kendini açık bir şekilde gösterir: Đnsan bilimlerinde belirli bir ideolojinin insan modeline meydan okuyacak sonuçlara ulaşmaya dair isteksizlikle ilgili sayısız örnek bulunabilir kuşkusuz. Ancak bu düzeyde bir eleştiri bizi fazla ilerletmeyecektir. Bunun iki sebebi var. Birincisi, bütün alanlar arasında konformist olmayan ve çeşitli memnuniyetsizlikler taşıyan pek çok ideolojik serpiştirmeyi kendine çeken alanlardan biri de insan bilimleridir. Bu nedenle pek çok konuda yanlılık politik olarak “güvenli” olana doğru değil ondan uzağa doğru hareket eder (örneğin sosyal çevreyle ilgili çoğu araştırmacı bunun etkileriyle yakından ilgilidirler); ikinci olarak, uygunsuz yanlılıklara yönelik eleştiri belirli bir zaman ve mekanda kabul edilmiş bilimsel ilkeler çerçevesinde yapılır ve bu ilkelerin altını kazımaktan çok onları pekiştirir. Bunun yerine hakim ideolojinin “konformist olmayan” araştırmacıyı bile baskı altına aldığını ve (sonunda aynı yere varacak olan) “kötü” olandan ziyade “iyi” bilimsel pratiğin ideolojik etkilere yenik düştüğünü fark etmek zorundayız. “Yanlılık” kavramını bir bozulmadan ziyade bir seçme ayırma (seleksiyon) süreci olarak görürsek onu biraz daha sadeleştirebiliriz. Burada “ideolojik yanlılık”, araştırma için “emniyetli” konu başlıklarından seçme bir konudur ( yani politik olarak rahatsız edici sonuçlar vermeleri pek muhtemel değildir). Bu kavram çok daha verimli gözükmektedir ve insan hakkında ideolojik olarak kabul edilebilir sonuçların ağırlık kazanması için,yapılmış olanlardan ziyade henüz yapılmamış araştırmalara güvenmek gerekmektedir. Ancak konunun tarihinin de gösterdiği gibi, bu eğilim de normal bilimsel baskı tarafından düzeltilmeye çalışılmaktadır: Sonuçta baş başa kaldığımız ve açıklamakla yükümlü olduğumuz soru, 140 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 seçtikleri konular bakımından korkusuz, sert ve titiz davranan en tartışmalı araştırmaların bile, nasıl olup da hâlâ, ideolojik olarak belirlenmiş peşin hükümlerin zindanında hapsolmuş görünebildiğidir. Goldmann’ın da dediği gibi: Đnsan bilimlerinde… öğrenilmiş doğruların sorgulanması ve zihnin, gerçeklere bütünüyle açılması için Durkheim’ın düşündüğü gibi artezyen yöntemi uygulamak yeterli değildir, çünkü araştırmacı genellikle bu olgulara kategorilerle ve örtülü ve bilinçdışı önyargılarla yaklaşır, ki bu da nesnel bir anlayışa giden yolun baştan tıkanması demektir.(1969, s. 41). Öyleyse bilimin uygulanma örnekleri hakkında değil, metodoloji, teknik ve kavramları hakkında konuşmalıyız: ve metodoloji ile ilgili şeylerin çoğu Kuhn’un (1962) bilimsel “paradigmalar” kavramında özetlenmiştir. Bir bilimin “paradigması”, çalışmanın bilimsel olup olmadığının tanımlandığı gelenektir: Kuhn’un dikkat çektiği gibi, bu, her zaman kullanılan dil, gösterilen kanıtların kaynakları ve kabul edilen tartışma kriterleri gibi konulara dair bir titizlik ve dürüstlük meselesi değildir. Ancak Kuhn’un analizinde göz ardı edilmiş bir boyutu da hesaba katmak zorundayız- ki kendisi de çağdaş bilim tarihi ve felsefesi “paradigmasının” bir temsilcisidir; biliminsanlarını ve girişimlerini değerlendirirken, içinde bulundukları sosyo-politik bağlamı da göz önünde bulundurmalıyız. Bir başka deyişle insan bilimlerini anlamak için yeni bir paradigmalar paradigmasına ihtiyaç var ve sonuçta ortaya çıkan çalışma, bilinç ve onun sosyo-tarihsel bağlamı arasındaki temel ilişkinin bir ayağından başka bir şey değildir. Bilim yapılan kurumların, belirli bir kültürü temsil ederek, o kültürü sorgulayacak her türlü çabayı engelledikleri sürecin sosyal psikolojisini anlamak zorundayız: kuşkusuz bunun temelinde araştırmanın, eğitimin ve iletişimin törenselleştirilmesi yatmaktadır; böylece yapılan her deney, araştırma, konferans ve ders, normallik etiğinin zımni kutlaması haline gelmektedir. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 141 Bir ideoloji aracı olarak psikoloji Đktidar tartışmasının zorlama yerine (ya da onunla birlikte) “gerçeklik yönetimi” açısından ele alınışından başlayarak, insan bilimlerinin bu tip amaçların doğrudan uygulanmasının ileri taşınmasından ziyade öne sürdükleri insan modeli bakımından ideolojik önemini aramalıyız. Dolayısıyla temel meselemiz psikolojinin “askeri-sanayii kompleksi”nin hizmetinde kullanılışı (ki bu mesele sosyolojide geniş çaplı olarak ele alınmıştır) ile ilgili değil. Çünkü bu faaliyetlere yapılan muhalefet, ulaşılacak hedeflere doğrudan karşı çıkma meselesidir ve kullanılan bilimsel araçların geçerliliğini yansıtmak zorunda değildir. Psikolojik insan modelinin ideolojik çıkarlara hizmet ettiğine dair düşünce, gücünü yarattığı mitten almaktadır: insan bilimleri insana bir kendilik imgesi sağlama işlevini dinden aldıkları oranda, dini mitler olarak görülmelidirler. Psikoloji içinde, ideolojik öneminin bulunabileceği merkezi bir motif arayışı, herşeyden önce psikologların çalıştıkları bütünüyle mistifiye edici hareket sahası tarafından engellenmektedir, bu da çalışmalarının kendisiyle çelişkiye düşen gerçek doğasını gizlemektedir. Herşeyden önce, psikoloğun, eyleme geçen insan öznesi bakımından anlaşılması gereken herşeyin muhafızlığını yaptığı varsayımını taşıyoruz: psikolog, bu materyelden spesifik olarak insan olmanın ne olduğuna dair kavramı inşa etme çabasına girer. Oysa pratikte psikolog, psikolojiyi başka bazı bilim çeşitlerine satmak ve insan gerçekliklerini başka bazı insanolmayan gerçekliğe indirgemek konusunda daha istekli gözükmektedir. Đkincisi, psikoloğun, yaşam tarzımızı inceleyerek daha iyi bir hayat önerisi getirmekle uğraşan idealist ve hatta devrimci bir bilim insanı olduğunu varsayıyoruz: oysa bu idealizme yakından bakıldığında varolan yaşamlarımızı biraz daha verimli bir hale sokmak peşinde olduğu ortaya çıkar. Psikologlar sosyal mühendis olduklarını iddia ederler ancak aslında varolanı sürdüren kişilerdir: belki de bu noktada yaptıkları, becerikli tamirciler olma özlemi taşımaktan başka birşey değildir. Söylemek istediklerimizi toparlamak gerekirse, psikoloji, politik olarak gözden kaçırılmasının etkisiyle birlikte kendi doğasının taleplerini, onu içine kapatan sosyal sisteme karşı duyuramaz ve insanın gözden kaçırılmasını yönetir. Burada sihirli numaranın yapılabilmesini mümkün kılan süreç şeyleştirme 142 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 (reification); yani, insana dair gerçekliğin şeylere indirgenmesi sürecidir: bu makalenin geri kalan kısmında bu sürece yakından bakma çabasında olacağız. Ancak öncelikle, insan olan ile cismani olan arasındaki zıtlık arasında daha fazla konuşmak gerektiği açık. Ancak bir o kadar açık olan bir başka nokta daha var: Böyle bir zemini, bu zıtlığı anlamsız, düalist ve bilimöncesi gibi yaftalar yapıştırmak dışında kullanmayan Anglo-Amerikan psikoloji geleneğinde, bulmak mümkün gözükmüyor. Aslında bu gelenek, Goldmann’ın klasik “cahil ilim” örneğinden hareketle söylersek, bu tip felsefi meselelerden dolayı gittikçe daha katı bir parçalanmaya ve dağılmaya maruz kalıyor: orada felsefenin, şu anda olduğu gibi zor ve titiz bir önkoşul değil de, ampirik çalışmanın, “steril”, “spekülatif” (spekülatörlerin kötü ve ahlaksız olarak bilindiğini unutmayalım) ve tembel bir ikamesi olduğunu öğreniriz. Sonuç olarak, biz de, psikoloji “insanı gözden kaçırdığı” zaman neyin elden kaçırıldığına dair düzgün bir tartışma zemini yaratmak için, kendisinde hiçbir zaman bu şekilde bir yarılmaya izin vermemiş olan kıta felsefesi ve psikolojisine dönmek durumundayız. Varolan tartışmanın anahtar kavramı olarak kıta geleneğinden (özellikle de Sartre’dan- bkz. Laing ve Cooper, 1964) bir kavramı kullanacağız: praksis. Süreç, cansız nesnelerin davranışını bütünüyle nedenler üzerinden tarif ederken, praksis özel olarak insana dair bir araçtır: amacı olan ve (“nedenleri üzerine ne denirse densin”) ancak anlamlılığı üzerinden açıklanabilecek davranışları kasteder. Ayrıca, insan davranışının temelinde insan deneyimi vardır. Đnsan davranışı, bu deneyimler aracılığıyla dış bağlamla ilişkilenir: ve fenomenologların da vurguladığı gibi, bu deneyimin kendisi, süreçten ziyade praksistir. Çünkü duyular yoluyla edinilen bilgileri aktif olarak seçer ve yapılandırır. Bu nedenle praksis hem algı hem de davranışa yönelik faaliyetlere tekabül eden karma bir kavramdır; içinde hem amaca yönelik faaliyetler hem de iletişim ile ilgili fikirleri barındırır. Burada kişiyi oluşturan şey, anlamlı eylemler (veya “projeler”) ve deneyimler toplamı olarak tanımlanmıştır: dolayısıyla bu praksisi sürece indirgemek, onu insandışılaştırmak veya insanlıktan çıkarmak, diğer bir deyişle şeyleştirmek anlamına gelir. Đletişimin mantığı ile amaçların mantığı arasındaki benzerliklerden ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 143 yola çıkarak, praksisin öğeleri hakkında genellemeler yapabiliriz ve bu genellemelerden yola çıkarak şeyleştirme stratejilerini anlayabiliriz. Bir praksis, varılmak istenen nihai hedef açısından tanımlanır. Burada nihai hedef ya oluşturulmuş bir proje ya da iletilmiş bir mesajdır: bu hedefe giden araçlar (hareket veya semboller) daima bir bağlam (bir durum ve/veya bir kod tarafından belirlenir ve bu bağlama referans verilmediği takdirde anlamlı görülmezler. Sommerhof’un da gösterdiği gibi (1951) davranış amaçları ile salt sonuçları arasında, nedenselliğin geriye doğru işlediğini ileri sürmeden de, bir ayrım yapmak mümkündür: davranışın etkisinin hedefini bulduğu, ancak içinde bulunduğu bağlam aynı etkiyi sağlamak için farklı bir davranış talebinde bulunduğunda, davranışın uygun bir şekilde değişmesi mümkün oluyorsa söylenebilir. Dolayısıyla amaç / hedef’e yapılan atıflar, “karşıolgusal şartlı” (counterfactual conditional) ifadeler haline gelir: Durum varolan durumdan farklı bir durum olmuş olsaydı, ne olmuş olabileceğini söyleyen ifadeler. (Sembolleri işaretlerden ayırmak için benzer bir kriter tanımlanabilir.) Bu analizden yola çıkarak şeyleştirmenin doğası açık bir şekilde ortaya çıkar. Eğer praksisin unsurları atomistik olarak, onu içinde bulunduğu bağlamla ilişkilendirmeden ele alınırsa, meydana çıkardıkları proje veya mesaj görülmez hale gelir. Praksisin pekçok yönünü gözler önüne sermesi açısından göz kırpma örneğini kullanabiliriz: bu hareketin ortaya çıkmasına neden olan belirli kas çekilmeleri, içinde hem bir başka kişinin hem de bir kodun var olduğu bir bağlam tarafından belirlenmiştir. Eğer sadece ilgili kasları görecek olursak, kasılmaları asla anlamlandıramayız. Bağlamın gözden kaçırılması, kaçınılmaz olarak şeyleştirmeye, yani, praksisi, yanlış bir şekilde, bir süreç olarak tanımlamaya yol açacaktır. Bağlam hakkıyla ele alındığında dahi, praksisin anlaşılabilmesi, gözlemci doğru yerlerde doğru anlamları görmeyi beceremiyorsa mümkün olmayabilir. Bu yazının amacı, psikoloji ve psikiyatride, yukarıda tanımlandığı şekliyle “şeyleştirme” kavramı altına girebilecek, kaç çeşit farklı yanıltmaca olduğunu göstermektir: aynı süreç, Goldmann’ın çağdaşlarıyla ilgili olarak saldırdığı “sosyal olgularla ilgili her türlü tarihsel boyutun metodolojik inkârı” için de geçerlidir. Đnkâr metodolojiktir çünkü kullanılan kavramlar ve gözlem yöntemlerinin kendile- 144 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ri için geçerlidirler; onların uygulamaları için değil: ve Goldmann’ın “tarihsel boyut” dediği şey sadece bir zaman faktörü değildir, sosyal olguların ait olduğu örüntülerin algılanabileceği daha geniş bir perspektiftir. Bu örüntülerin farkedilmesi praksise dair bir farkındalığı kaçınılmaz olarak içinde barındırır: Zira Lenin, Marx’ın çalışması ile ilgili olarak şöyle yazar, “Burjuva ekonomistlerinin şeyler arasında bir ilişki (bir ürünün bir diğeri için değiş-tokuşu) gördüğü yerde, Marx insanlar arasında bir ilişki görmüştür.” (Blackburn, 1969 alıntı) Aynı zamanda praksisin sürece nasıl indirgendiği konusunu incelerken, ayrıca bunun neden olduğunu da araştırmaya çalışıyorum; bir başka deyişle, şeyleştirmenin psikolojik veya tarihsel anlamı nedir? Aslında, şeyleştirmenin, insan bilimlerinin altında yatan “etkilerin” kaçınılmaz sonucu olduğunu savunmak mümkün – gerçekten de, şeylerin biliminden inşa edilmiş bir kişiler biliminin, kaçınılmaz olarak insanları şeylere indirgeyeceği argümanı çok akla yakın görünüyor: ancak bu argümanın da, “etkiler” le ilgili diğer argümanlar gibi başarısız olduğunu göstermeye çalışacağız. Çünkü bu etkiler, neden doğa bilimlerine ait bazı fikirlerin kabul edilirken, diğerlerinin hararetli bir şekilde reddedildiğini açıklamıyor; ve herşeyden önce şey-bilimleri insana uygulanırken nasıl bir haleti ruhiye içinde bulunulduğu sorusunu bile sormuyor. Dolayısıyla şöyle bir soruyla başbaşayız: insan davranışı ve deneyiminde duyuların inkâr edilmesinin ne anlamı var? Bununla ilgili ilk akla gelen üç olasılık var: Birincisi, insan doğasına dair şeyleştirici bir model, tanım itibariyle, insanı olduğundan (veya olabileceğinden) daha az sunar: toplum insanlardan ( ya da belirli bir kesiminden), işinde, yöneliminde, düşüncesinde ve deneyiminde şeygibi olan insan olmalarını beklerse, bu tip bir model o toplumun hem yansıması hem de pekiştireci (pekiştiren çünkü insanlar ne oldukları konusunda onlara söyleneni olurlar) olacaktır. Eğer işgücü mekanik bir şey ise, onu yapmak zorunda olanlar, kendilerini bir makine türü olarak görmek durumunda kalırlar: eğer seçim özgürlüğü, hayalgücü, ve denenmemiş hedef ve deneyimler, “sosyal yapı”nın dokunulmaz kutsallığı karşısında bir tehdit olarak görülüyorsa, insan da kendisinin, tanımı itibariyle bu tarz hedef ve anlamlar yaratmaktan aciz “sınırlı ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 145 bir bilgi kanalı kapasitesi”nden başka birşey olmayan, basit bir bilgisayar türü olduğunu öğrenmek zorundadır. Đçinde bilimin, toplum tarafından zaten şeyleştirilmiş insanlığın, çeşitli yönlerini şeyleştirdiği bu yabancılaşmış insan modelinin, ironik belli bir doğruluk değeri vardır: ancak politik süreç, bu modelin dışarıda bıraktıkları kadar içinde tuttukları tarafından da desteklenir. Madem ki praksis ile yabancılaşmanın üstesinden geliniyor, bilimsel model içinde praksisin metodolojik inkârı, psikoloji ve psikiyatri yoluyla olduğu kadar eğitim, medya ve aile yoluyla da insan olanaklarının yok sayıldığı karmaşık ve esrarlı araçlara dair süregiden körlüğümüzün garantisi olacaktır. Zira bir sınıfın varlığının temelini oluşturan hakikat unsurları vardır ki bunun toplumsal olarak, hatta bilimsel olarak incelenmesi o sınıfın umurunda değildir. Her kim bu tip unsurları incelemek isterse, güçlü iç ve dış dirençlerle karşılaşacaktır (Goldmann, 1969, sf. 43). Şimdiye kadar, insana dair pozitivist görüşün mitsel olarak adlandırılabilecek işlevlerinden ikisini saptamış durumdayız- her ikisinin de, sinsi vurgu ve ihmaller yoluyla, sponsoru oldukları politik sistemin pekişmesine hizmet ettiği bir resimden söz ediyoruz. Bu tarz bir bilimin sistemi desteklediği bir üçüncü ve belki de daha aşikar bir yol var o da, nesnel tanım (“ikna edici tanımlar”) kisvesi altında yapılan değer yargılarını öne sürmek. Đnsan fenomeni hakkında bu yaftalardan birini (örneğin hastalık-sağlık) bir kez kullanmaya başladık mı, bu fenomen ile ilgili olarak –zımnen ve kuşku bırakmayacak şekilde- daha sonradan kendisiyle çatışmadan terk edilemeyecek bir tutum sergilemiş oluyoruz. Bu tip kavramlarda her zaman “iyi” ile “kötü”nün mantığı yerine “doğru” ve “yanlış”ın mantığını kullanma çabası vardır; ne kadar sinsice varılmış olursa olsun bu zaruriyet, her zaman yanlıştır ve hatta eklemek gerekirse ideolojik olarak belirlenmiştir. “Đkna edici tanımlar”ın psikiyatride ve psikolojide vuku bulmasına o kadar sık rastlanır ki bu konuda daha detaylı bir inceleme yapmaya ihtiyaç bulunmaktadır; oysa bu inceleme için yüzümüzü dönebileceğimiz felsefe, (arkasında yatan 146 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ideolojik motifin değil ama) bu hatanın farkına varalı uzun zaman olmuştur (Hume, Poincaré, Moore). Örneğin Moore, etik doğalcılık ile ilgili yaptığı heybetli eleştirisinde, analitik felsefenin artık geleneksel sayılan tüm tanımlarını kabul etmiştir: oldukça haklı olarak, bir ifadenin motivasyonu ile onun doğruluğu veya yanlışlığı arasında herhangi bir mantıksal bağ olmadığını farkeden bu felsefe, geçerliliğe dair soruları, niyetlere ait sorulardan öyle feci bir şekilde ayırır ki, etik doğalcılığın teksibi, mantık oyunu olmaktan öteye geçmez (Pazar öğleden sonrası için bir zekâ sorusu: bu ifadedeki hatayı bulunuz). Bu nedenle, Moore (biraz da profesyonel olmayan bir şekilde) bir noktada durup da, Mill’in inançlarının en kaba yorumlarını – ahlak prensipleri insanî tercihlerden çıkarsanabilir herhangi bir akıllı varlığın nasıl olup da kabul edebildiğini kendisine sorduğunda, cevap bulmak konusunda tam bir yenilgi yaşadığını itiraf eder: ancak bir kez faydacılığın ideolojik yararları algılandı mı (örneğin çağdaş “pragmatizm” politikalarında olduğu gibi), bu kabûlün sebepleri de açık hale gelir. (Sonuçta, kabul edilmiş amaçların, doğru olanı tanımladığına dair inanç, tutuculuğun en basit biçimidir). Doğalcılığa getirilen saf analitik yaklaşımın sterilliğini göstermek için, Sartre’ın aynı fenomeni “kötü inanç” altında nasıl işlediğine bakmak yeterlidir: Sartre, gerek teorik eserleri gerekse romanları aracılığıyla, “ (Sosyal olarak tanımlanmış) doğama uygun bir şekilde hareket etmeliyim” önermesinin nasıl burjuva ahlakının temelini oluşturduğunu detaylı bir şekilde gösterir. Bu, kendisinden başka, başkalarının çıkarlarına da hizmet ettiğinden, Sartre’ın deyimiyle (1967) “başından sonuna kadar danışıklı dövüş”ten başka bir şey değildir. Sosyolojide olduğu gibi, psikolojide de doğalcılık, insanın ideal, doğal ve sağlıklı durumuna dair gerçekliği kabul edilmiş kavramların elindedir. Bu tanımlardan sapmalar daha önce de belirttiğimiz gibi salt yanlış olarak nitelenemez ama “doğru değil”dir. Bu kavramların yaptığı sadece praksisi sürece indirgemekten biraz daha fazlasıdır, bunu ben “normatif şeyleştirme” olarak adlandırıyorum: bunlar, insan seçimleri ve eylemlerini, doğruluk-yanlışlık, olgunlaşmageri kalma, doğallık-yapaylık gibi kavramların geçerli olduğu, özel bir materyel süreçler alanında massederler. Elbette bu kavramların en fazla karşılaşıldığı alan biyolojidir: çünkü psikolojideki “normatif şeyleştirme”, biyolojik ve tıbbi kavramların davranışa uyarlandığı her yerde farkedilebilir. En sık karşılaşılan- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 ları, hastalık-sağlık, adaptasyon, verimli “işleyiş”, entegrasyon, 147 uyum- uyumsuzluk, olgunluk, gelişim gibi, bunlardan sapmaların “doğru olmayan/hatalı” görüldüğü ideal durumları ima eden kullanımlardır: insanın gerçekten bir insan haline gelmesi için ne olması gerektiğine dair oldukça nötr bir tanım olduğu düşünülen “sosyalizasyon” terimi bile, çocuğun hangi toplumda sosyalleşmesi gerektiği sorusuna cevap arar. “Hastalık” ve “semptom” ise bundan da yüklü kavramlardır (bkz alt kısım): Bu kavramlar sadece davranışın “doğru olmadığı”nı ima etmezler, nedenleri ve özelliklerine dair gayet teorik bir yorum da sunarlar. Bu yorum son derece örtük bir yorumdır: örneğin “epidemik uyuşturucu kullanımı” hakkında yazılan bir raporun, istatistiki değil ahlaki bir resmi bildirme olduğunu anlamak uzun zaman alır. Değer yargılarının “nesnel” terminoloji içine sızması sadece özensiz konuşma, biliminsanlarının psikolojik zayıflığı değildir; toplumu tehdit eden eylemleri kötücül bir süreç olarak sınıflandırmak, sonuçları itibariyle herhangi bir açık mahkumiyetin yaratacağı etkilerden çok daha geri dönülmez ve yıkıcı etkileri olan bir bastırma aracıdır. Böyle bir sınıflandırmanın davetiye çıkaracağı iki normun gücünü düşünün. Đlk olarak “süreç” olarak karakterize edilmiş bir eylem, insan kişiliklerine atfedilen eylemlere ( “kötü” olanlara bile) duyulan saygı ve güvencenin hemen kaybedilmesi anlamına gelir; ve şeylerin dünyası üzerinde kurmayı kendimizde hak gördüğümüz mutlak hakimiyete maruz kalır (doğa bilimlerinde evrensel olarak vücut bulmuş bir değer yargısı, hatta öyle evrensel ki, Goldmann’ın da belirttiği gibi, bütün doğa bilimleri aynı değer boyutu üzerinde durduğundan, zaman zaman bunların hiçbir değer boyutuna sahip olmadıklarını düşünüyoruz). Đkinci olarak, süreç adı altında yapılan sınıflandırma, yoldan saptıran praksisin üzerinde mutlak hakimiyet sağlarken, “kötücül” süreç adı altında yapılan sınıflandırma bu kontrolün düzeltme işlevini üstlenmesi gerektiğini de ileri sürmüş olur; böylece, “hasta”, “olgunlaşmamış”, “dejenere” gibi sınıflandırmaların etkilerinin temyizi olamaz. Đdeoloji ve davranış teorisinin tarihi Şimdi davranış biliminin, özellikle de insana has niteliklerin şeylere indirgenmesi yoluyla, ideolojik olarak kabul edilebilir insan modellerine doğru saptığı 148 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 iddiasının nasıl desteklenebileceği üzerinde durmalıyım. Çoğu zaman orjinal olarak hayvan davranışları için öne sürülmüş olan teorilerden bahsedecek olmam zannedildiği kadar yersiz değildir: Çünkü birincisi, bu araştırmaları alttan alta meşru kılan şey, hep bir şekilde insanı anlamaya hizmet edeceklerine duyulan inançtır, ikincisi, davranış bilimlerinin hayvanların sahip oldukları sınırlı zihni dahi görmezden gelme çabası, altta yatan motivasyonu daha da keskin bir şekilde gözler önüne sermektedir. Aynı şekilde davranış üzerinde birbirine zıt düşen farklı pek çok düşünce ekolünden tek bir teoriymiş gibi bahsetmek de bütünüyle yanıltıcı değildir: tarif edeceğim noksanlıklardan çoğunun, kendilerine davranış teorisyeni diyen kişiler tarafından da belirtilmiş olması fark etmez. Çünkü baskın etki tepki psikolojisi modeli ne kadar eğilip bükülürse bükülsün veya yapılan eleştirilere göre düzeltilirse düzeltilsin, temel çıkarımlarına bütünlüklü bir eleştiri gelmiş değildir –gelmesi de beklenemez çünkü bu çıkarımlar bütün yaklaşımın temel yapıtaşlarıdır- ve böylece anakım da aynı yönde akmaya devam etmiştir. Bizim görüşümüz ise, davranış çalışmalarında farklı zihin (mind) özellikleriyle nerede karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, davranışçıların bunları kabul etmeye karşı hep taraflı ( ‘taraflılık’ kelimesiyle ilgili daha önce yapılmış bütün tanımlamalara göre) davranmış olduklarıdır. Bunlar, praksisin (algılama, anlama, akıl yürütme, düşünme, anlamın amacı ve iletimi gibi) işlerlik kazandığı alanları tamamıyla dışarıda bırakan ya da praksisi inkâr eden bir teori üretme çabasında olmuşlardır. Zihne yönelik bu karşıt tutumun felsefi bir yanlış anlamanın ürünü olduğu ileride tartışılacaktır; bu zihni kavramların doğası, davranışçı proje hız kazandığı zamanlarda, yanlış anlaşılmıştı, ancak bu açıklama da kendi başına, zihnin, teorik psikoloji dışında bırakılmasını açıklayamamaktadır. Bu yüzden, davranış teorisinin neredeyse bütün önemli zayıflıkları, zihinle ilgili kavramların örneklerle desteklenmesi gerektiği ancak bunun yapılmadığı durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu zayıflıkların ortaya çıkarılmasını iki düşünce ekolüne borçluyuz: kıta fenomenoloji geleneği (örneğin Merleau Ponty, 1962, 1965, veya Gurwitsch, 1966) ve sibernetik ve linguistikten beslenen Amerikalı psikologlar (örneğin Miller, Galanter ve Pribram, 1960, veya Chomsky, 1957, 1959, 1968). ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 149 Davranış teorisi içinde, şeyleştirme durumu kendisini, ilk ve en açık şekilde, temel “uyaran” (stimulus) ve “tepki” (response) kavramlarında gösterir. Ayrıca, uyaran ve tepki, praksisi yok sayan terimlerle tanımlandığı sürece davranış hakkında hiçbir tutarlı öngörüde bulunamayacağımızı keşfettiğimiz zaman, şeyleştirmenin yanlışlayıcı/sahtecilik yapan (falsifying) doğası da ortaya çıkmış olur. Uyaran kavramıyla başlamak gerekirse: Önceleri, Pavlov’un takipçileri olan davranışçılar, uyaranı bütünüyle belirli reseptör uyarılmaları açısından tanımlayarak, algı sürecini bütünüyle ortadan kaldırmanın yollarını aradılar. Ancak bunu başaramadılar çünkü hayvanın tepkisi, sunulan nesne açısından bakıldığında, bıraktığı fizyolojik izlenim açısından bakılmasına kıyasla daha değişmez görünüyordu (Değişmezlik Fenomeni); dolayısıyla davranışçılık kendini bir kavşakta buldu, ya Skinner’ın yaptığı gibi (1938) dışsallaşmış uyaran tanımlarını (masa, sandalye, vs.) kullanacak ya da farklı farklı izlenimleri toparlayarak algılar üzerinden tanımlayabilecek bir teori üzerinde çalışacaktı (örneğin bkz., Hebb, 1949). Aslında bu iki yoldan herhangi birine açıkça bağlı kalındığı nadirdir: genellikle davranış teorisi içinde, uyaranlardan, sanki çekirdek fizyolojik olaylarmış gibi (ki böylece algısal mekanizmalar göz ardı edilebilir) bahsedilir ama aslında dış gerçeklikler olarak tanımlanırlar. Metodolojik olarak, bu bulanıklık, davranışçının, oldukça sabit bir fizyolojik izlenim yaratan ve dolayısıyla da, dış nesneler veya fizyolojik olaylar kadar doğru ve kesin bir şekilde tariflenebilecek uyaranları (ışı veya ses) tercih etmesiyle daha da artar. Ancak hayvanın dış bir nesneye tepkisi fizyolojik bir olaya tepkisinden daha değişmez olsa bile, hâlâ biraz değişkenlik vardır ki bunu anlamlandırmak için, uyaranların tepkilerle eşleşme yollarının değiştiğini (yani öğrenmenin gerçekleştiğini) söylemektense uyaran nosyonumuzu değiştirmek daha uygun gözüküyor. Birincisi, etki eden uyarılmanın hayvan tarafından oluşturulup oluşturulmadığı gibi basit bir sorumuz var: Boradbent (1958), en azından insanlarda, “dikkat” kavramının gerekli olduğunu açıkça gösterdi. Bu da, gelen bilginin algısal bir mekanizmadan geçmesi veya geçmemesi ile ilgili bir sorundur: bu nedenle, sabitliği sağlayan praksis kadar, organizmanın dikkatini neye vereceğiyle ilgili de praksis vardır. (Pavlov’un köpekleri bile, ortamda dikkatlerini dağıtan ilgisiz olaylar meydana geliyor olsaydı, salya akıtmazlardı). Đkincisi, öznenin, gösterilen 150 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 nesneyi sınıflandırdığı belli ölçütlerle ilgili veya ona yüklediği belli yorumlarla ilgili başka bir dikkat çeşidi daha vardır; ayrımcı öğrenme deneylerinde gösterilmiştir ki (Sutherland, 1964; Broadbent, 1961), hayvanın girdiyi analiz etmeyi öğrenme yolu hakkında olduğu kadar, bu girdiyle ne yapacağını öğrenme yolu hakkında da düşünmeliyiz. Dolayısıyla, kare bir nesne olan “uyaran”, nesneleri renklerine göre seçmeye eğitilmiş bir sıçan üzerinde tamamen etkisiz kalabilir: böyle bir durumda ya uyaran kare nesnelerden başka birşey olacaktır ya da, öğrenme uyaran ve tepki arasındaki bağlantı yoluyla olmayacaktır. Uyaranı tanımlama sorunu, dil davranışını ele aldığımızda daha da belirginleşir, ancak şurası açıktır ki, söz konusu olan hayvan çalışmaları olduğunda bile, algıyla ilgili praksisi görmezden gelen ve bunun yerine durumu tepki veren reseptörler arası sabit bağlantılar olarak açıklayan bir davranış teorisi kurmak, bilimsel olarak saygı duyulacak bir durum değildir. Aslında insanların –veya hayvanların- eylemlerini neyin üstüne kurduklarını bulmak istiyorsak, deneyim, farkındalık veya bilinçlilik gibi kavramlara geri dönmemiz gerekiyormuş gibi gözküyor. Aynı zamanda, doğrulanmazlık (invariability) ve deneyimin materyalolmayan “özü” hakkında sorulan eski Kartezyen sahte-sorular sorma hatasına tekrar düşmemek için, bu kavramlara dair tanımların felsefi olarak netleştirilmesi gerekiyor: Ryle’ınki(1949) kadar psikolojik olgulara bütünüyle kayıtsız herhangi bir analiz olmaz, ama ben de daha az şiddetli bir şey yapacak değilim. Öğrenmenin nasıl olduğu meselesini bir kez daha gözden kaçırıp, “tepki nedir?” veya “ne öğreniliyor?” sorusuna geri dönersek, aynı teşhiş kaçınılmazdır. “Yer öğrenme” fenomeni ile davranış stratejilerinin esnekliği (Watson, 1961) sadece birkaç suni deney ortamında gerçekleşmezler (yine de dil davranışlarında daha az görülürler), tepkilerin doğasında merkezi bir önem taşırlar: Hinde’nin de (1966) dikkat çektiği gibi, öğrenilmiş bir tepkide değişmez kalan şey, bir dizi hareket değil bir kazanımdır. Uyaran konusunda da belirttiğimiz gibi, davranışçı metodoloji, hareket veya kazanımlar bakımından açıklayabileceği gözlenen tepkileri, bir pedalın aşağı bastırılması veya yukarı kaldırılmasından ibaret bir olguymuş gibi yansıtarak, bu sorunu halının altına süpürmeye çalışmaktadır. Eğer “ tepki”nin kendisi, teleolojik bir kavram ise, tepkilerin, bilinçli ve amaç- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 151 yönelimli bir sistem içinden üretildiğini varsayıyoruz demektir: peki bu sistemi, davranış teorisinin keşfetmek üzere yola çıktığı mekanizmadan nasıl ayırabiliriz? Belirli bir niyeti olan uygun bir dizi hareketi organize etmek üzere programlanmış bir “tropizm” veya altprogram repertuarı olduğunu varsaymak bir çözüm değil: çünkü bu yeti ile öğrenme mekanizması arasındaki çizgiyi nasıl çizeceğiz? Edinilmiş tepki tanımının içinde A’dan B’ye yürüyebilen bir hayvanın, A’dan B’ye koşabileceği de verili bir durum ise, (diyelim) bir helikopter yapmak ile A’dan B’ye uçmanın, açıklanması gereken öğrenmeyi temsil eden “yeni bir tepki” olduğuna nasıl karar vereceğiz? Çeşitli kriterler koymanın mümkün olduğu açık ancak bunu yapmadan önce, bağlantıcı (connectionist) bir teoriye meşru olarak dayandırılabilecek uygulanabilir herhangi bir “tepki” kavramının olup olmadığını sormalıyız: davranışçılar, bu projeyi, gözlenen praksis kas ile ilgili süreçlere indirgenebilirmiş gibi gösterdikleri için bu kadar uzun süre ayakta tutabildiler. Dolayısıyla, öğrenmenin nasıl meydana geldiği sorusuna geri dönersek, meselenin – Uyaran-tepki teorisinin ima ettiği gibi- psikolojinin yegane sorunu omaktan çok uzak olduğunu görüyoruz. Mesele, gelen bilginin nasıl işlendiği ve tepkilerin nasıl organize edildiğine dair karmaşık soruların gölgesinde duruyor ve belki de bu sorulardan hiçbir zaman ayrı düşünülmemesi gerekiyordu. Ancak problemin bir tarafına uyaran ve tepki tanımı sorununu koysak ve uyaran-tepki bağlantılarının nasıl şartlar altında oluştuklarını tartışsak bile, davranış teorisi içinde, insan ve hayvan öğrenmesine dair “zihinsel” özellikleri ayrıca ele almak ve inceleme noktasında aynı ketleyici direncin devam ettiğini görürüz. Çoğu davranış alanında, “hissedilir”, adaptif tepkilerin edinilmesinin, doğal denemeyanılma seleksiyonunu takip eden pekiştirmeler ile ilgili psikolojik süreçlere denk düşebileceğini kabul edebiliriz ve hatta, uyaran, tepki ve pekiştireç kavramlarına uygun düzeltmeler yapıldığı takdirde, “etki yasası”na (law of effect) yöneltilen çoğu eleştiri (örneğin Watson’un (1961) keskin analizi) ortadan kalkabilir. Ancak, türlerin evrimi teorisinin tersine, davranışın gelişiminin ilerleme göstermesi, başarılı mutasyonların korunmasına bağlanamaz. Elbette bu bir mantık ve içgörü sorunudur ve bu noktada, açıklayıcı ilke olarak sadece etki yasasına yapışıp kalan davranışçılar kendilerini, her biri diğerinden başarısız iki seçeneğe hapsetmiş oldular: ya bu fenomeni Skinneryenlerin yaptığı gibi bütü- 152 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 nüyle inkâr edecekler ya da (Hull’un başlattığı şekilde) içsel “uyaran ve tepkiler” hakkında detaylı bir mitoloji oluşturacaklar, bu da tümüyle ad hoc varsayımları olmadığı sürece açıklamak istediği davranışlar hakkında hiçbir zaman öngörüde bulunamayacaktır (Deutsch, 1956; Triesman, 1960). Dolayısıyla davranışçılar, müspet bilimlerin yüzeysel niteliklerini alarak, bilimin daha derin kanunlarını pratikte çiğneyen bir teori yaratmayı başarmışlardır ve bunun nedenlerine inildiğinde, hemen hemen her durumda, praksisi sürece indirgeme, bir başka deyişle zihin süreçlerini şeyleştirme ısrarı bulunur. Yine de bu başarısızlığın ne kadarının kaçınılmaz ne kadarının ise, insanın, temelde politik nedenlerden kaynaklı olarak, bir şey gibi gösterilme niyetine bağlı olduğu sorusu üzerinde düşünmeliyiz. Buna yol açan, davranışçılığın anlaşıldığı fikir ortamının neredeyse (ama bütünüyle değil) kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmış pekçok faktörü inkâr edemeyiz; ve bu iklimde şeyleştirmeye iten üç baskı unsurundan söz edebiliriz. Đlk olarak, daha önce de belirttiğimiz gibi, ağırlıklı olarak düalistik bir zihin felsefesi, bütün zihinsel kavramları, onu tam anlamıyla “imkansız bir nesne” haline getiren anlamlarla yüklemiştir: deneyim, akıl yürütme, niyet ve amaç gibi tüm önemli kavramlarla ilgili ikilemler vardır ki bunlar başlarda uydurma sorunlar olmasalar da, tartışıldıkları bağlamlar içinde o hale geliyorlardı (materyal-olmayan madde, güç, nihai sebepler.vs...). Oysa bu kavramlardaki sorun, zihin hakkında öne sürdükleri bazı model ve teorilerin işe yaramamasından kaynaklanıyordu (işe yarasalardı, psikolojiye gerek kalmazdı): psikologlar bu örtük teorileri reddetmekte haklıydılar ancak zihin kavramlarıyla birlikte, onların kapsadığı bütün fenomenleri de çöpe atmak yerine, bu fenomenleri elde tutmalı ve bunlara uygun tanımlayıcı ve açıklayıcı bir çerçeve çizme görevini üstlenmeliydiler. (Bugün bile, Skinneryenler mentalistik kavramını bir küfür olarak kullanmakta ve ondokuzuncu yüzyıl zihin kavramından bir adım öteye geçemediklerini göstermektedirler.) Praksis konusundaki görmezden gelişin ikinci bir sebebi, psikolojiye fizik bilimlerinden geçmiş olan katı çıkarsama kriterleridir. Ockham’ın usturası psikolojideki yerini “Lloyd Morgan’ın Kuralı” yoluyla buldu. Bu prensibe göre, bir organizmaya, davranışlarını açıklamak için yeterli becerilerden daha karmaşık özellik atfedilmemelidir. Pekçok davranış alanını praksisi hesaba katmadan ta- ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 153 nımlamak kabul gördüğünden- özellikle de deneysel gözlemin ortodoks tarzlarına bağlı kalıyorsanız- tanımlanamayan alanları gözden çıakrmak veya yanlışlama olasılığı çok yüksekti. Ayrıca, niyet ve anlama dair atıfların, doğrulanamaz olmasalar bile, kesinlik taşımaları da zordur: Bu durum, karşıolgusal bir şart önermesinin (yukarıdaki gibi) geçerliliğini ölçmek için, çoğu tümevarım yoluyla çıkartılabilecek sonsuz sayıda hipotetik yargının yapılması anlamına gelir kuşkusuz. Aynı sorun, Chomsky’ninki (1957) gibi linguistik yapıların geçerliliği hakkında da, bunların gerekliliğini kabûl edenler tarafından bile ifade edilmektedir. Ancak zihin fenomenlerinin yok sayılmasının üçüncü ve en önemli nedeni, hakkında teori üretilebilecek sert ve anlaşılır kavramların yok denecek kadar az olmasıydı. Hull’a göre, içgörüyü “modern şartlanma teorisi” açısından açıklama çabaları, “zihin veya bilinç denilen fiziksel olmayan ruhsal aygıta dair bir açıklamaya getirilebilecek yegane alternatif” (1935) idi. Erken dönem bilişsel ve Gestalt teorilerinin yavanlığı düşünüldüğünde (Miller, Galanter and Pribram, 1960) ki Hull bunları “totolojik bir jestten ibaret” görüyordu, bu sonuç anlaşılabilir. Ancak şimdi psikolojinin ne kadar büyük bir görevi olduğunu anlayabiliriz: sonuçta ikinci sanayii devrimini destekleyen teorik çalışma sayesinde – insan görünümlü makinalar yaratarak- insanın kendisini anlamak mümkün olmuştu ve artık psikolojinin, kendine ait otantik bir zihin bilimi üretmek için, Wiener, von Neumann and Chomsky’nin bahsettiği yapay zeka, algı ve dil alanlarında yapılan büyük teorik kazanımları kavramak zorundayız. Bu üç faktöre bakarak, zihinsel fenomenleri davranış teorisinin dışında tutmanın ne kadar yersiz olduğunu görebiliriz: Ancak bazı tarihsel gerçekler daha fazla açıklamayı gerektiriyor. Örneğin davranışçı teori neden daha kısa sürede terk edilmedi? Nasıl oluyor da tümüyle güvenilmez ve güncelliğini yitirmiş olan kavramsal çerçevesi sadece hayatını sürdürmekle kalmıyor, eğitim ve psikiyatride yeni “devrimler”in temelini oluşturuyor? Elbette, örneğin Skinner’in çalışmalarının kendi prensipleri içinde değerlendirilmesi gerektiğini söyleyerek, sürekli onurlandırılarak veya maaş artışlarıyla ödüllendirilerek bitip tükenmek bilmez tepki devamlılığı şeklinde kendini gösterdiğini (Cumulative Record (1959) grafiğinin ironik olarak ima ettiği gibi) söyleyebiliriz: ama pekiştireçler neden 154 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 hâlâ dönüp dolaşıp Skinner ve fikirlerine varıyor? Daha doğrudan sormak gerekirse (zira Skinneryen prensiplerin ancak Skinneryenlere şaka yoluyla uygulanabildiğini biliyoruz), bu zihinsiz entelejensiyanın yükselişini nasıl açıklayabiliriz? Burada politik bir yorum yapmaktan kaçınamayız çünkü Skinneryen insan modeli, “örgütlü kapitalizm”in neredeyse komik bir parodisini gözler önüne sermektedir: düğmeye basan farede, kâr güdüsü ve teşvik prensibi örneğini veya Jules Henry’nin “virtüyöz müşteri”sini görebiliriz. Ancak sadece bu örnek üzerinden konuşmak da daha önce bahsedilen tuzağa düşmek olur- çünkü Skinner, bugünün standartlarına göre kötü bir psikologtur. Çağdaş psikolojinin şeyleştirme stratejilerini görmek daha zordur. Miller (Galanter and Miller, 1960), bağlantıcı (connectionist) modelin yanıltmacalarının, yeni matematiksel öğrenme teorisi ile psikofizik sistemlerine nasıl yedirildiğine dikkat çeker: ve bütün çağdaş deneysel çalışmalar, davranışın insana has taraflarını gözden kaçıran aynı örüntülerle doludur. Đnsan zihnini kaba bir mekanizma gibi gören sibernetik modellerle açıklamak, pazardaki en ucuz bilgisayarlara hakaret etmek demek olur.Elbette, bu deneme yanılma zemininde yapılan bir çalışma olarak düşünüldüğünde anlaşılabilir. Çünkü bir bilgisayar mühendisi bu konuda hayalgücünü doludizgin çalıştırabilirken diğer uçta çalışan bir psikolog ancak basit alternatif tasarılar arasında seçim yapabilecektir. Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki deneysel psikolojinin metodolojisi bu fazlacabasitleştirme eğilimini özellikle desteklemek üzere tasarlanmış gibidir; günümüzde, deneklerden, bir cihaza yapılacak ufak bir eklemeyle yapılabilecek bir işlemi yapmalarından başka birşey beklemeyen laborotuvar deneyi yok denecek kadar azdır. (Hatta, yakında, küçük bir bilgisayarın gelmesiyle, insan deneklerin laborotuvardan tamamen çıkacağına dair şakalar yapılmakta) Bu yöntemde, insanın “sınırlı bir bilgi-işlem kanalı kapasitesi”nden ibaret görüldüğünü anlamak zor değil- ve böyle bir sonucun sanayii toplumuna nasıl bir fayda sağlayacağı da çok açık: ancak bilim ve insanlık adına neye mal olacağını kestirmek o kadar zor değil. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 155 Psikiyatrinin politikliği Psikiyatri teori ve pratiğinde, şu ana kadar değinilen şeyleştirme formlarının, yalnızca daha gelişmişleriyle değil, toplumsal değerlerle daha açık bir biçimde ilişkili olanlarıyla da karşılaşırız. Hemen hemen son on yıldır, yalnızca bir avuç düşünür (şüphesiz bilincimizdeki öbür değişikliklere de bağlı olarak) psikiyatrinin toplumsal anlamına dair farkındalığımızı, tasvir ettikleri tarihi döneme gerçekten mühürlercesine, öylesine değiştirdiler ki, böylesi terimlerle konuşulduktan sonra, psikiyatri politik açıdan görünmez bir fail olmaktan çıkmıştır. Psikiyatrinin bütün formları bu damgaya sahiptir: Đnsan praksisinin kavramsal tasfiyesini pratik bir başarıya dönüştürürler. Tasvir ettiğimiz mitsel seviyede, psikiyatrinin çeşitli prosedürleri ‘şeyleştirmeyle ampütasyon’ olarak adlandırabileceğimiz tek bir tekniğe indirgenir. Böylece, davranış terapisi, medikal psikiyatri ve psikanalizin tümü, şu şemayı gösterir: Đlk olarak, herhangi birinin tasfiye edilmek istenen parçalarını alırlar ve hastalıklı süreçler, yani kişiliğin atıl temelini oluşturan fiziksel ve psikolojik mekanizmalardaki bozuklukların tezahürleri, olarak ortaya koyarlar. Buna praksisin yadsınması denebilir, sistematik olarak görmezden gelinen ve ‘akla getirilmeyen’ davranış, fail için tahammül edilmesi imkânsız olacak olmasının sonucudur, fakat davranışı ‘hastalık’ olarak çarpıtarak, elde edebileceği kesin yalanlamadan daha fazlasını elde eder. Psikiyatrist asla ‘nefret etmiyorsun’ demez: Bunun yerine, ‘agresyonun bir semptom’ der. Bu tepki hastaya muhtemelen çok ihtiyacının olduğu bir fark edilme sunar: Davranışı ve deneyimi için sorumlu tutuluyor görünürken, ona bir tür kimlik dayatır. Bu hevesli bir biçimde kabul edildiğinde, bu kimlik sonrasında kendisini kimliksizlik olarak açığa çıkarır; hasta kendi sapmasının insanlık dışı, hastalıklı süreç olarak çizildiği bir kendilik kavramıyla baş başa bulur, bu yüzden önceki kendiliğini terk etmediği – tam anlamıyla, aklını kaybetmediği – sürece, (Goffmann’ın deyimiyle) daimi aşağılanmaya maruz bırakılacaktır. Psikiyatri, bilincimize derin bir biçimde nüfuz etmiş şeyleştirme prosedürlerinin sıradan bir uzantısı olarak görüldüğü için, doktorun veya psikiyatrik kuruluşun bunu başlattığını tahayyül etmek yanlıştır: Esasında, istenmeyen praksisi yabancılaştırma eğilimi, onu birinin ‘kendiliği’nden ayırmak ve ken- 156 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 dini onunla tanımlamasını sonlandırmak, günlük dilin içinde saklıdır (Kendimizin ve başkalarının praksisini sahip olunan nesneler olarak tasvir edişimizi hatırlayın, sert bir mizaç, kurnaz bir zeka ve sevgi dolu bir yaratılış). Şeyleştirme aracılığıyla yadsıma stratejisi yalnızca psikiyatrlar tarafından kullanılmaz: Öteki kişinin hoş karşılanmayan praksisini bir ‘neden’e yükleyerek bertaraf etmek tanıdık bir kişilerarası manevradır. Doktor, buna rağmen tepkileri büyüye yakın bir otorite yüklenmiş bir figürdür ve hastanın sapmış praksisini hastalık olarak algılayışı, hasta üzerinde kaçılması neredeyse mümkün olmayan şeyleştirici bir kendilik kavramı dayatır, Foucault (1967) bu süreci hastadan ‘doktorda yabancılaşmış olan’ olarak bahsederek, tek bir ibare ile yakalar. Tıbbi psikiyatride, tedavi fiziksel tıpla aynı ironik ‘hizmet ilişkisi’ (garajlar ve tamirhanelerdeki gibi, Goffman, 1962) içerisinde yürütülür; buna rağmen, psikiyatri (hakkını vermek gerekirse) ‘organik’ olanlar kadar ‘işlevsel’ hastalıklar kategorisini de tanıdığı için, düzeltilen hastalıklı sürecin fiziksel olarak temsil edildiğini iddia etmek dürüstçe olmayacaktır. Bedenler rahatsızlanacağı gibi, zihinler de hastalanabilir: Zihinlerin, bu sisteme, önceden belirlenmiş sağlıklı bir formu vardır. Đyi uyum göstermiş, verimli çalışan zihnin tanımlanmasında kültürün de genotip kadar hesaba katıldığı gerçeği, tanımı yukarda bahsettiğimiz diğer şeyleştirmelerin herhangi birinden daha az büyüsel yapmaz. Psikiyatristin sağlıklı zihin anlayışında onun ideolojisini fark edebiliriz. Bu yüzden, tıbbi psikiyatriyle psikanaliz arasında varsayıldığından daha az fark vardır: Bu karakteristik ahlaki karışıklığın ve mekanik düalizmin içerildiğinin kaçınılmazlığı, bunun Freud’un yola çıktığı dil ve felsefenin içinde olduğunu gördüğümüzde fark edilmeliydi. Psikanalizin özgün çelişkisi - karşılaştığı her şeyi şeyleştirmenin ötesinde -, Freudyen vurgu mistifikasyon ve bastırma ile praksisten geniş alanlar edinir – onu sürekli olarak yazıldığı dilden bir kopma projesi olarak görmemizi önerir (örneğin kabaran dürtüler, hidrolik benzeri bir şekilde engellenmiş veya yönlendirilmişlerdir). Şeyleştirici yönlerine odaklanmak psikanalizin ideolojik anlamının önemli bir kısmını gözden kaçırmaktır: Toplumsal değerlerini sık sık bir praksisin diğerine indirgenmesinde, isyankârın ‘baba saplantılı’ olarak karakterize edilmesi gibi açığa vurur ve aile davranışlarının ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 157 toplumsal bağlamına kayıtsızdır. Buna rağmen, bu konu bu yazının kapsamının dışındadır: Şu anki konumuz için esas olan şey, hastayı sapmış davranışına yabancılaştırmak ve politik gerçekliklerin gizlendiği bir değerler ve kavramlar sisteminin dayatılmasında psikanalizin kullanımı. Psikiyatrinin üçüncü temel branşının, öğrenme teorisi temelli terapilerin, politik içeriğinin büyük bir kısmı teorik bağlamda analiz edildiği için konumuzla ilişkilendirilmesi daha kolay. Eğer psikoloji politik rahatlık uğruna insanın izini kaybetmemiş olsaydı, psikolojik problemlere fiziksel tıbbın yerine psikolojinin metodolojisini uygulamak, peşinden gidilen devrimci gayrete layık bir ideal olurdu: Dolayısıyla bütün başardığı, sapmayı düzeltmek için körleşmiş bir aracın yerinin daha keskin olanı tarafından alınmasıdır. ‘Şeyleştirmeyle ampütasyon’ tekniği, davranış terapisinde de merkezidir. Đlk olarak, semptomlardaki herhangi bir anlam, toplumsal veya kişisel bağlamların metodolojik reddiyle, öncekiler gibi görmezden gelinmiştir: Sonrasında hasta, onlara bozuk bir mekanizmanın ürünleri olarak bakması için cesaretlendirilmiş ve mekanizmayı düzeltecek bir deneyde yer alması için teşvik edilmiştir. Böylece, şansın da yardımıyla, hasta çalışan bir aygıta kavuşur – bu, çalışmayandan daha iyi olabilir - fakat yine de onun için bir aygıtın parçasıdır, olduğu insana ait bir şey değildir. (Penil ereksiyon koşullanması veya koşullanmasının çözülmesinin müstehcen olmasının gerçek nedeni budur.) Davranış terapisinin içindeki ahlaki teori bu açıdan psikiyatrininkine eştir – yani, yalnızca yapay ‘doğruluk’ ve ‘normallik’ normlarının geçerli olduğu, insan eyleminin süreç düzeyine indirgendiği ahlaki bir teori yoktur. Bu noktada, psikiyatriye saldıranların ve onu savunanların çoğunun inancının aksine, böylesi bir eleştirinin ‘psikiyatrik bozukluk’ların gerçek doğasına ilişkin bir varsayıma dayanmaya veya onların arzulanabilirliği üzerine ahlaki bir yargıda bulunmaya gerek duymadığını belirtmek önemlidir. Böylesi koşulların tamamının, ya da en azından çoğunun, bireysel praksisin bir sonucu, fiziksel nedenlerden bağımsız veya onlarla yaşayanlar ve toplumun geri kalanı için memnuniyet verici olduğunu tahayyül etmiyorum. Đddia edilen şey, ilk olarak psikiyatrinin, metodolojisi praksisi gördüğü zaman onu fark etmesini sağlayacak bilgi (yani kişisel ve sosyal amaç ve bağlamların bilgisi) ve kavramları bir yana bırak- 158 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 tığı için, her türlü davranış üzerinde şeyleştirici bir yorumu dayattığı ve ikinci olarak da, böylesi koşullar hakkında yapılmış eylemler için katı gerekçelerin ahlaki olarak oldukça yapay olduğudur. Ek olarak, şüphesiz, eğer psikiyatriyi var olan toplumsal yapı ve ideolojiye meydan okuyan davranışları düzenlemenin mistifiye edilmiş bir tekniği olarak kabul edersek bütün bu fenomenlerin görülebilir olduğunu iddia ediyorum: Böylesi bir yoruma, şüphesiz psikiyatrinin tarihi bağlamının ve bağlı olduğu değer sisteminin anlaşılmasıyla ulaşılabilir. Foucault’nun ‘Delilik ve Uygarlık’ı (1967) bu açıdan benzersiz bir analiz olarak ortaya çıkar. Foucault, yalnızca 19. yy öncesi tıbbi yaklaşımlara odaklanarak, ahlaki gücü bütün psikiyatri eleştirilerine karşı koymayı başaran miti, psikiyatrinin ‘delileri kurtardığı’ ‘insani devrim’ mitini yıkar. Foucault, ortaçağ sanatının aracılığıyla, antropologların bazı ‘ilkel’ kabilelerde değindikleri klasik öncesi döneme ait bir delilik bilincini öne sürer: Varoluş boyutunda bir bölge, belirli dersler alınabilecek yaşamın bütününe dair bir yorum olarak görülen delilik. Zamanla, buna rağmen, Avrupa toplumu ‘mantıkdışının ölümsüzlüğü’ne karşı bir alerji geliştirir ve onu, önce gözden, sonra zihinden uzak tutmaya çabalar. Bu dönemde, delinin ahlaksızlıkları işsizinkiyle çok yakından ilişkilidir – ‘kusurluluk, tembellik, saygısızlık, sefahat düşkünlüğü’: Dolayısıyla, 17. yüzyılın en büyük kapatılmalarında ikisi birlikte hapsedilmiştir. Rönesans’a kadar, deliliğe olan duyarlılık hayali aşkınlıklarla ilişkilendirilmiştir. Klasik çağda, ilk defa, delilik aylaklığın mahkûmiyeti aracılığıyla ve emek toplumu tarafından garanti edilmiş bir toplumsal içkinlik içerisinde algılanmıştır. Bu toplum, her türü toplumsal faydasızlığın her formunu, başka bir dünyaya atarmışçasına, dışlama hakkı olan bir ayrımcılığın ahlaki gücünü elde etmiştir (Foucault, 1967, s. 58). Klasik dönemde, delilik esas olarak otoritenin üç temel direğine bir hakaret olarak değerlendirilmiştir – aile, Kilise ve kurumsal güçler: Kontrolü bu yüzden polisiye bir meseledir, ‘polisiye’, diye ekler Foucault, ‘tam olarak klasik dönemin ona verdiği manasıyla – yani, onsuz yaşayamayanların hepsi için, işi mümkün ve zorunlu yapan değerlerin bütünü’. Đnsanların zihninin bu şekilde ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 159 kontrol altında tutulmasını, Foucault ‘büyük burjuva, sonrasında cumhuriyetçi erdemin de bir devlet ilişkisi biçimi olduğu, emirlerin savrulmak için yayınlanabileceği, saygı duyulduğundan emin olmak için otoritenin kurulabileceği fikri’nin bir parçası olarak değerlendirir. Bu yüzden ‘ahlaki yükümlülük ve medeni kanunun şaşırtıcı bir sentezi ortaya çıkarılmıştır. Ulusların hukuku artık yüreklerin kargaşasını hoş görmeyecektir.’ Belki de Foucault, bu asimilasyonun tersine daha çok dikkat çekmeliydi: Özellikle bugün, önemli nokta kişisel konulardaki sapmanın devlete karşı olarak değerlendirilmesi değil (her ne kadar bu hala her zamanki kadar geçerli olsa da) fakat politik sisteme meydan okumanın ‘karakter zayıflığı’na indirgenerek ‘etkisiz hale getirilmesi’dir. Dolayısıyla, bugün yaşadı- ğımız – ahlak ve bağlılığın burjuva sentezinin tamamen mükemmelleştirildiği – kavramsal evrende, aile düzenine, çalışma etiğine, sınıf sistemine veya diğer herhangi bir toplumsal kuruma isyan edenler için mevcut olan stereotipler, şizofren, kafası karışık ergen, kaybeden, serseri, uyumsuz, vandal, haydut, kabahatli, kriminal militan, anarşist ve benzeri çarpıtılmış karakter tipleridir – hepsi (zavallı şeyler) ‘olgunlaşmamış’, ‘dengesiz’, ‘rahatsız’ insanlardır, yani, birey olarak noksandırlar. Bu yüzden, topluma karşı her ihlale ‘hasta zihin’lerin ürünü olarak yaklaşan psikiyatrinin çok övülen hayırseverliği, küçük suçlar ve suça dair psikolojik yaklaşımlarla çatışma içerisindedir: Sapmışın safında bulunuyor görünse de, bu tavrı kendi eylemlerinin toplumsal önemini yok etmek için edinir. Foucault’nun psikiyatri tarihi yorumunda bir sonraki basamak, eğer, ancak ve ancak, Pinel ve Tuke’un çalışmalarını dönemlerinin delilik deneyimi bağlamına geri yollarsak, yalnızca yeni insani bir çağın başlangıcı olmayıp, klasik perspektifin dışında bir mantıki işlerlik (logical working) oluşunun gösterilmesidir. Deliliğin, tembellikten farklı ıslah yolları gerektiğini fark etmiş olarak, dönem, artık deliye, saflığı karakter zayıflığından ortaya çıktığı için, bir tür bebek gibi davranılması gerektiğini ‘görmüştür’. Bu yüzden Tuke, ‘The Retreat’i (Sığınak) aile modeli temelinde kurmuştur: Fiziksel sınırlamanın yerini psikolojik baskının aldığı, çocukların sürekli takip edildiği ve sevgiden mahrum bırakma tehdidiyle boyun eğmesi için şantaj yapıldığı bir aile. 160 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Herkesin toplumsal varoluşun bütün biçimsel gerekliliklerini taklit etmekle zorunlu olduğu Đngiliz usulü toplumsal olaylar vardır; deliliğin kendine ihanet edebileceği herhangi bir uyumsuzluk, bozukluk, garipliğin ispiyonlanacağı gözlemler dışında hiçbir şey dolaşıma girmezdi. Sığınak’ın yöneticileri ve çalışanları, birçok hastayı misafirlerin ‘en iyi biçimde giyindiği, kibarlık ve edepte birbirleriyle yarıştıkları’ ‘çay partileri’ne davet ettiler. ‘En iyi yemekler hazırlanır ve ziyaretçiler yabancıların bütün dikkatiyle karşılanırlar. (Đtalikler bana ait.) Akşam genelde muazzam bir uyum ve neşe ile geçer. Çok nadir olarak keyifsiz bir durum ortaya çıkar; hastalar, farklı eğilimlerini çok iyi bir seviyede kontrol ederler ve görüntü, gayet merak uyandırıcı ve etkileyici bir biçimde tatmin edicidir’ (Foucault, 1967, s. 249). Her ne kadar, deliye böylece bir kimlik ve oynayacak bir rol verilmiş olsa da, burada psikiyatrinin hasta kavramının temelinin farkına varırız – insan-dışı birinin kimliği: ‘Aklın şehri onu yalnıza bu vasıf ve anonimliğe teslimiyetin bedeliyle kabul eder’ (Foucault, 1967, s. 250). Foucault, Tuke ve Pinel’in çalışmasının bu boyutunu psikiyatrinin sonraki yüz elli yılı için öylesine paradigmatik kabul eder ki, tarihini bu noktada bitirmekten memnundur. ‘Psikiyatri pratiği olarak adlandırdığımız şey’ diye yazar, ’18. yüzyılın sonuyla aynı döneme ait belirli bir ahlaki taktiktir, tımarhane ayinlerinde korunmuş ve pozitivizmin mitiyle örtülmüştür.’ Foucault’nun burada atıfta bulunduğu ‘tımarhane ayinleri’, bizim çağımızda Goffman’dan (1962) daha bol bir biçimde belgelenmemiştir. ‘Aşağılama’ süreci, yani kontrol altındakini (inmate) insandışı bir duruma indirgemek, Goffman tarafından birçok büyük kurumun (toplama kampları, hastaneler, manastırlar, bakımevleri) ortak özelliği olarak görülmüştür: Bu, birey kurumun ona ayırdığı statü ve anlam formlarını kabul etmediği takdirde, statü ve otonomisinin olmadığı ve eylemlerinin bir şey ifade etmediği bir bakış açısının ona geri yansıtılmasını içerir. Scheff (1963), temel olarak aynı işlemin psikiyatrik hastane dışında - aslında bireyin kendisini toplumsal bilincinde - oluşma biçimlerini inceliyordu: Çocukların yaşamlarının ilk yıllarında deli, çılgın, çatlak, vb. olmanın ne demek olduğuna dair dikkate değer derecede kesin kavramlar edindiklerine işaret ediyordu. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 161 Atıfta bulunulmuş ‘pozitivizmin mitleri’ de bu yazının konusudur: Bunlar, ilk olarak, her şeyin hastalıklı sürecin yansıması olduğuna dair metodolojik olarak pekiştirilmiş kanaati ve ikinci olarak da, bu şeyleştirmenin normatif bileşenini, ‘hastalanmış’ olanın ‘iyileştirilmesi’ gerektiği gerekçesini içerir. Szasz (1961), ‘semptom’ların tanımlarının akla getirdiği soruları ilk işaret edenlerdendi: Davranış ya da deneyimin bir parçası, semptom olarak tanımlandığı anda, tanımı itibariyle praksis olmaktan çıkıp, sürece dönüşür. Bunun nedeni, bir semptomun sabitlenmesi ve amaçsal veya iletişimsel davranışın gerektirdiği biçimde çeşitlilik göstermesine izin verilmemesidir. Dahili, önceleyen bir ‘hastalık’ ile ilişkilendirildiği derecede, müteakip bir amaç ile ‘yönelimsel ilişki’si olamaz (Đkisiyle birden bir miktar ilişkilendirilebileceği olasılığı pek az keşfedilmiştir). Bununla beraber, belirttiğimiz gibi, psikiyatri bağlamındaki anlamı tayin etmek için gerekli olan kavramları ve bilgiyi bir yana bırakarak praksise karşı metodolojik olarak körleşir (Laing, 1960). Laing ve Esterson (1964), bunlar yeniden oluşturulduktan sonra nasıl ‘psikotik’ davranışın anlaşılır olarak değerlendirilebileceğini göstermek için yola çıkmışlardı: Yola çıktıkları gözlemsel ve tanımlayıcı tekniklerin paradigması, ortadaki data yorumların önüne geçmiş olabileceğinden, psikiyatrik ortodoksiye karşı öne sürdükleri dikkate değer yorumlardan belki de daha temel bir meydan okumadır. Toplumsal ideallerin ‘sağlık’, ‘denge’, vb. biyolojik kavramlara dönüştürüldüğü diğer pozitivist mit, Foucault’nun bahsettiği ahlaki taktiğin yaptığı ‘örtme’den fazlasını yapar: Ortaya çıkışıyla, psikiyatrideki ahlaki ve politik yön yeraltına iner ve sonrasındaki 150 yıl boyunca yeniden görülmez. Bu yüzden, Tuke’un deliliği bireysel ahlaksızlık olarak yorumlaması ve hastalıklı sürece şeyleştirilmesi arasında, Tuke’un amacının açıkça dini - erdemin yeniden yapılandırılması – ile modern psikiyatrininkini açıkça tıbbi olması – sağlığın yeniden yapılandırılması – gerçeğinde sembolleştirilmiş, niteliksel bir fark vardır. Đki amaç da, günümüz görüşüne göre politiktir, ama tıbbi maske dini olandan daha da dayanıklıdır; çünkü kim hastalığın devam etmesine göz yumabilir? Bazıları ‘sosyal psikiyatri’ diye adlandırılan disiplinin Foucault’nun bahsettiği fenomenleri kendine dert ettiğini umabilir: Bunun yerine, bağlı olduğu 162 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 kültürden kurtulmaktan başarısız olarak, bu fenomenlerin bir diğerine dönüşür. Bunun nedeni (gene Goldmann’dan ödünç almak gerekirse), sosyoloji ve psikiyatrinin bir sentezi değil, fakat yalnızca bir toplamı olmayı başarmasındandır – bireysel davranış hakkındaki bildirimlerin toplumsal bağlam hakkındaki bildirimlerden mantıken bağımsız, dolayısıyla akademik olarak yalıtılmış olduğunu söyleyen bölünmüş, hiyerarşik bilim görüşünün bir sonucu. Bu bölümde, hangi yollarla psikiyatrinin kendisinin, ‘hastalıklar’ın tanımlandığı andan itibaren, sosyolojik bir fenomen olarak görülebileceğini tanımlamaya çalıştık: Psikiyatrik metodolojiye göre toplanmış ve tanımlanmış datayla başlayarak ‘akıl hastalığı’ sosyolojisini keşfetmeye çalışan herhangi bir araştırma, asla Foucault ve Laing’in tanımladığı türden gerçeklikleri tanımlayamaz. Benzer şekilde, sosyolojik yorumun neyin ‘neden olduğunun’ doğasını soruşturmaya açmasını kapsamakta başarısız olduğu sürece, modern psikiyatrinin ‘çoklu nedensellik’i kabul etme istekliliği de boş laftır. ‘Sosyal psikiyatri’deki çabaların çoğu, aslında, psikiyatrik veriyi olduğu gibi kabul eder ve yalnızca onları, en basit şekilde tanımlanmış haliyle ‘sosyal sınıf’, ‘stres’ veya aile süreçleri gibi çevresel değişkenlerle ilişkilendirir. Brown (Brown ve Rutter, 1966) değişik zamanlarda ailenin değişen üyelerinin aile durumlarının değişen algılarını, yalnızca bir tür ‘parazit’ ya da onunla ‘gerçekten olan şey’ arasına girmiş bir tür deneysel hata olarak değerlendirir görünür: ‘Bilimsel’ nedenler yüzünden, sabit, fizikokimyasal gerçekliklerin çalışmasına ait bir metodolojiye bağlanmış olduğundan, perspektifin bu modülasyonlarının gerçekten aile içinde olan biten olduğunu göremez. Bu ‘güvenilirlik’ kıstasıyla, hastanın ailesine ait kendi perspektifi tamamen faydasızdır, bu yüzden de kaydetmeye değer değildir. Sonuçta, onun ‘gerçeklikle irtibatının kopması’ psikiyatrik bir veridir. Đçindeki herhangi bir praksisi ortaya çıkarmayan anormal davranışın bir analizi için sosyal psikologa bakabiliriz: Fakat Argyle’e bakarsak, psikiyatrik veri görünen değer olarak kabul edildiğinden, sosyal psikolog için tek problemin bir çare bulmak olduğunu görürüz. Dışardan bakıldığında, şizofrenler garip ve düzensizdirler ve doğru dürüst giyinmezler. Ruh halleri durgun ve kayıtsızdır (apatetik), bir kısmı sessiz olsa ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 163 da, konuşmaları dağınık ve tutarsızdır. Hareketleri kesik kesik ve koordinesizdir ve çeşitli özel fantezileri sembolize ediyor olabilen jest ve tavırlar barındırır… Basit bir deyişle, uygun bir şekilde iletişim kuramazlar ya da günlük toplumsal karşılaşmalara iştirak edemezler (1967, s. 134) [Đtalikler bana aittir]. Argyle için, şizofrenler haylaz çocukların ‘uslu durmayı başaramamaları’na çok benzer bir şekilde, ‘iletişim kurmayı’ başaramazlar, yani doğru şeyleri iletemezler. (Alternatif olarak, bu başarısızlık ‘gerçeklikle ilişkinin kopması’ gibidir – ‘gerçeklik’ her zaman psikiyatrist tarafından tanımlanmıştır.) Herhangi biri, ayrıca Argyle’in tahayyül ettiği, teşhis edilmiş bir şizofrene açık olan ‘günlük toplumsal karşılaşmalar’ın ne olduğunu merak eder. Böylece, Argyle şizofrenin yardımına gelecek ve ona ‘iletişim kurmayı’ öğretecektir fakat bedeli Tuke’un talep ettiği ile aynıdır – hasta, bir deli olarak ‘tam bir yabancı’ olarak kalmayı kabul etmek zorundadır. Böylesi çalışmalardaki basit hata, psikiyatrik teşhis ve psikiyatrik sınıflandırmanın toplumsal praksis sonucu ortaya çıkan bir eylem olduğunu farkına varmama yanılgısıdır: Bu yanılgı, sosyal psikiyatrist ile bu praksisin failleri arasında bir işbirliği sağlar, böylece ilki kendini ideolojik çerçevesinden asla ayrıştırmaz. Birçok güncel çalışmanın (Toplumun Omuzlarındaki Yük, Hill, 1962, Hasta Davranışın Önlenmesi, Weinberg, 1968) yalnızca adı bu işbirliğine ihanet eder. Eğer, deneyecek ve politik terimlerle, bütün bu destekleyici mit ve ritüellerle, modern psikiyatrinin bütün tasavvurunu yorumlayacaksak, çok sofistike bir ‘politika’ kavramına ihtiyaç duyulduğu oldukça açıktır. Özellikle ‘psikiyatrinin politikliği’ gibi ibareler, yalnızca kişisel bütünlük ve politik istikrar kavramları arasında hüküm süren gizli işbirliğini anladığımızda tam olarak güvenilir olacaktır. Böylesi ibareler, bireylerin ‘politik görüşleri’ için tasdiklere atıfta bulunmaz; Tarsis (1966) Batı psikiyatrisinin böyle işlemediğini söylemekte haklıdır; fakat kişisel istikrar, uyum, olgunluk, bütünleşme, vb. gibi Batı psikiyatrisini fazlasıyla ilgilendiren konuların kendilerinin alttan alta dönüştürülmüş politik meseleler olduğu noktasını bir miktar kaçırır. 164 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Scheff (1966) , bir insanın bir kere ‘akli olarak hasta’ şeklinde nitelendiğinde, zamanla ‘gerçek’ kendiliğinden ayrıştırılamaz hale gelen bir role büründürüldüğü fikrini öne sürerken, bu konuda küçük bir varyasyon sunar. Scheff, bu sınıflandırmayı ortaya çıkaran sınırı aşma tipini ‘artık sapma’ (residual deviance) olarak tanımlar, yani yazılmamış ve şahsi normların şaşırtıcı derecede garip, alışılmamış ve akıldışı davranış ile ihlali. Buna rağmen, bu (Lamert’tan ödünç alınmış, 1951) terminoloji deliliğin sosyal anlamını açığa çıkarmaktan çok gizliyor olabilir: ‘Artık sapma’nın gerçekten kişisel zaaflardan oluşup oluşmadığı, ya da toplumsal praksisin, psikiyatri tarafından sanatsal bir biçimde kişisel zaaf olarak çarpıtılmış şey, ya da asinin, kişisel zaafların ‘isyankar’ karakterin temel parçalarından biri olduğu stereotipleştirilmiş bir rolü kabulüyle üzerine aşılanmış olan şeyin toplumsal praksis olup olmadığı sorusunu akla getirir. (Burjuva zihniyetine göre, asi her açıdan ‘imkansız bir insan’dır.) Scheff’in, kendini politik boyuttan çok uzaklara yerleştirmeyen analizi değerlidir; çünkü sapmanın bu son yorumunu mümkün kılar: Toplumsal ve ailevi normlara meydan okumak için yola çıkan bir insanın, böylesi bir isyanın kişisel dejenerasyonla ayrıştırılamaz bir şekilde ilişkili olduğu bir stereotipi kabullenme – dolayısıyla farkında olmadan bu stereotipin bir diğer onaylanmasını sağlama - hatasına düşebileceğini iddia eder. Bu yüzden, bugün isyankâr öğrenciye, değişik idealleri olan biri gibi değil, büyümemiş bir burjuva gibi bakılır; bu yüzden kamusal dikkat onun kişisel olgunlaşmanın kutsanmış burjuva yasalarının ihlaline odaklanır – düzenli yıkanma, düzgün dış görünüm, medeni tavır ve iş, eğlence ve seksin metodik organizasyonu: Ve önerilen stereotipe direnemeyenler gerçekten de yalnızca bu konular etrafında hareket etmeye ve düşünmeye başlarlar. Bu bağlamda, belki de en öğretici örnek imla hatalarıdır. Geleneksel tepki, öğrencilerin yazılarındaki imla hatalarını öğrencilerin ya sözcükleri basılmış olarak hiç okumadıklarının, ya da nasıl yazıldıklarını hatırlayacak zihinsel kapasitelerinin yokluğunun bir kanıtı olarak yorumlamaktır – bu kayıtsızlık çoğunlukla çok iyi yazmanın çok fazla yıkanmak kadar şüpheli olduğu bir tavrı (esasında yeraltı6 medyası tarafından yayılmış) yansıtır. 6 Underground’un karşılığı olan yeraltı, burada ana-akım olmayan anlamına gelip, yeraltı medyası ile fanzin ve benzeri yayınlar kastedilmektedir. (Ç.N.) ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 165 Bu örnek artık sapmanın bazı tiplerinde, praksis ve süreç arasında doğru bir yoruma ulaşmayı aşırı derecede zorlaştırarak ince bir diyalektiğin ortaya çıkabileceğini gösterir: Bu yüzden, Scheff’in öne sürdüğü ‘hasta zihin’ rolü, – örneğimizde kötü imlanın yaptığı gibi - kendini ironik bir biçimde süreç olarak gizleyen bir praksis formu olabilir. Bu olasılık önemlidir çünkü eğer Laing’in yaklaşımını yeterli derecede derinlemesine uygularsak, bütün psikotik davranışın anlamlı olduğunun ortaya çıkması peşinen garanti edilemez: Ve biri, açıkça nüfuz edilemez belirsizliğin artığını girdi-çıktı mekanizmalarındaki ‘kargaşa’ya yüklemek istemeyebilir. ‘Anlamlılık’ kıstası için bir formül üretme problemi çok tartışılmıştır; bu sanat bağlamında açık hale gelir; çünkü biri insanın Joyce, Jackson Pollock veya Cage’i saçmalık olarak değerlendirip değerlendirmediği, eninde sonunda önerilen deneyimin alanını kabul edip etmediği sorusuna indirgenmiş görünmektedir – bu da politik bir tercihtir. Bu yüzden, deliliğin ‘anlamlı’ olup olmadığını nesnel olarak ispatlamak ya da reddetmek hiçbir zaman mümkün olmayabilir. Nedensellik sorusunun bu konuyla ilişkilenecek ne kadar az şeye sahip olduğu nadiren vurgulanmıştır: Her ne kadar, Mozart’ın üretkenliğini frontal loblarını inceleyerek anlayabilir olsak da, bu şekilde müziğine yakınlaşamayız ve Finnegan’ın Uyanışı’nın anlamlı olup olmadığı sorusunun cevabı, şüphesiz James Joyce’un idrarında değildir. Ama eğer delilikte herhangi bir anlamsızlık bulunuyorsa, sadece hatalı mekanizmaların sonucu olduğu tezini ya da bir rolün parçası olmasını değil (Scheff), uygarlığımızın hoş göremeyeceği görüntüsünün, diye iddia eder Foucault, bu fenomen olma olasılığını hesaba katmalıyız: Yani, akliliğe meydan okuyan ve failini karşılıklılık ve iletişimden oluşan insan dünyasından tamamen koparan bir praksis alanı. Foucault’ya göre, Nietzsche, Van Gogh ve Artaud’un deliliği, sanatlarının sonunda parçalandığı noktadır, çünkü ‘sanatın olduğu yerde, delilik yoktur’: Bu görüş ile psikozda anlaşılır praksis arayan bakış arasında temel bir uyuşmazlık vardır. Belki de geçtiğimiz on yılda keşfedilenin tümü, ‘akıl hastalığı’ gerçeklikleri gibi şeylerin şu anki kavramsal evrenimizin içinden ne kadar ulaşılamaz bir biçimde kalmak zorunda olduğudur. 166 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Đdeolojik bir eleştirinin faydaları Bu makalenin tamamı bilimsel düşünceyi toplumsal-tarihi-politik bağlamı içerisinde yerleştirmek için bir çabaydı; bilim insanının bağlı olduğu toplumun genel inanç ve değerlerinin onun bilimini nasıl şekillendirdiğini (ve önemli miktarda çarpıttığını)göstermek amacıyla, belirli düşünceleri içinde oluştukları zihinlere karşı çevirmeye çalıştı. Birisi gayet doğal olarak sorabilir buna rağmen, böylesi bir ‘meta-bilimsel’ analizin bilim düzeyinde ne fark yarattığını. Đngiliz entelektüel geleneğinde, belirttiğimiz gibi, düşüncelerin motivasyonu veya bağlamı bir bildirimin ardındaki niyet onun doğruluğunu veya yanlışlığını etkilemediği için gereksiz bir konu olarak değerlendirilir: Biri yalnızca konuşanın değerlerine katılmadığı için bir önermeyi reddedemez (ad hominem argümanı). Bu prensip, akademik yaşam için esastır, herhangi birinin önermeleri, kendi politik görüşlerine uyumu temelinde kabul etmesi gerçeklikten bütünüyle sakınmak olduğu için, ussallığın kendisi içindir de. Dolayısıyla, diye sonuçlandırır bu yaklaşım, bir bildirimin gerçekleştiği zihinle ilgilenmek, mantığın yerine psikolojiyi koymak ve yeni bir görecelilik çamuruna batmaktır: Bu yüzden psikologun sorması gereken sorular yalnızca, “etki yasası doğru mudur?”, “zekânın ne kadarı doğuştandır?”, “psikozlar endojen bir biçimde mi belirlenir?” ve benzerleridir. Bu argümandaki öncüller şüphe edilemez biçimde doğru olsa da, onlardan ortaya çıkarılan sonuç gösterilebilir biçimde yanlıştır. Psikologun sorması gereken sorular yalnızca bunlar değildir: Ayrıca, bunların altında yatan kavram ve tekniklerin içinde yer alan varsayım ve önyargıları ortaya çıkarmak için, bu sorular hakkında sorulması gereken sorular vardır: Ve bu metodolojik çalışma, göstermeye çalıştığım gibi, bilim insanının, bu düzeyde, ideolojisiyle anlamdaş olan inanç ve değerlerinin çerçevesinin anlaşılmasıyla desteklenmelidir. Diğer bir deyişle, gerçekten nesnel insan bilimi, eğer ideolojinin dayattığı önyargılara karşı bir şey yapmayı hedefliyorsa, kendi ideolojisinin farkında olmalıdır. Birisi kendi öznelliğini fark etmediği sürece, nesnellik benzeri bir şeye hiçbir zaman ulaşılamaz. Fakat bunu söylerken, böylesi bir bilimin apolitik olması gerektiğini, ya da herhangi bir biçimde olabileceğini söyleyenlere taraf olmuyorum. Dediğim, onun herhangi birinin kendi önyargılarını kökünden yok etmesi ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 167 mümkün olduğu derecede apolitik olmak zorunda olduğudur: Fakat en azından iki açıdan, politikadan bağımsızlaştırılmış bir akademik dünya hayalini besleyenlerce genellikle farkına varılmasa da, kaçınılmaz bir biçimde politik bir aktivite olarak kalacaktır. Đlk olarak, bütün toplumlar üyelerinin en azından bir miktar bilinçsizlik halinde yaşamasına ihtiyaç duyarlar. Toplumsal sistemler, kendilerinin bazı yönlerinin bastırılması veya mistifikasyonu ile varoluşuna devam ettiği sürece – bunlar, bahsettiğimiz mantıksal nedenlerden dolayı her zaman işe yararlar -, bu yönlerin açığa çıkarılması politik bir aktivite olacaktır. Bu yüzden, ‘yıkıcı etkileri’nden dolayı sosyal bilimleri kısıtlayan akademik reaksiyonerlerin bu grubu, o kadar da yanılmış olmayabilirler: Đnsan bilimlerinin çok temel bir döneminde, politik istikrar ile hakikatin çıkarları arasında beklenmedik bir cepheleşme oluşmak zorundadır. Sonuç olarak, bu cepheleşmeden sakınanların, ikincisini feda ederek bunu yaptıkları varsayılabilir. Đkinci olarak, insan bilimleri insanının asla kaçamayacağı belirli bir politik görecelilik türü vardır: Đdeolojik varsayımları eleştirmek amacıyla olsa bile, herhangi biri (benim de bariz bir şekilde yaptığım gibi), insan doğasına dair belirli işleyen varsayımlar edinmek zorundadır – ve ideolojiler de tam olarak insan doğasının tanımlarından oluşmuştur. Bu yüzden, benim kendi politik duruşum, insanların önemli bir ölçüde zihin özellikleri gösterebileceği – deneyimleri, niyetleri, düşünceleri, tahayyülü, otonomisi ve diğer şeyleri olabileceği - inancında yatar: Ve başka bir siyasetten birisi, bu tarz bir konuşmayı bütünüyle rafa kaldırarak tamamen meşru hissedebilir. Bu meseleyi itiraz edilemez yapan insanların kendilik kavramlarının, kendini gerçekleştiren doğasıdır: Freudyen analizin Freudyen hasta yaratması gibi, mekanik psikolog da kendi teorilerini sadece yaşayamaz, fakat ayrıca diğerlerinin de onları yaşayacağı bir sistem oluşturur. Burada, ona toplumun inşasında çok fazla yetki vermenin pozitif tehlikeleri yatar. Referanslar Anderson, P. (1969), 'Components of the national culture', A. Cockburn, and R. Blackburn (yay. haz.) içinde, Student Power, Penguin. 168 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Argyle, M. (1967), The Psychology of Interpersonal Behaviour, Penguin. Blackburn, R. (1969), 'A brief guide to bourgeois ideology', A. Cockburn and R. Blackburn (yay. haz.) içinde, Student Power, Penguin. Broadbent, D. E. (1958), Perception and Communication, Pergamon. Broadbent, D. E. (1961), 'Human perception and animal learning', W. H. Thorpe and O. L. Zangwill (yay. haz.) içinde, Current Problems in Animal Behaviour, Cambridge University Press. Brown, G. W., ve RUTTER, M. (1966), 'The measurement of family activities and relationship: a methodological study', Human Relations, vol. 19, p. 241. Chomsky, N. (1957), Syntactic Structures, Mouton. Chomsky, N. (1959), 'Review of Skinner's Verbal Behaviour', Language, vol. 35, sf. 26-58. Chomsky, N. (1968), Language and Mind, Harcourt, Brace & World. Cooper, D. (1967), Psychiatry and Anti-Psychiatry, Tavistock. Deutsch, J. A. (1956), 'The inadequacy of the Hullian derivations of reasoning and latent learning, Psychological Review, vol. 63, sf. 389-99. Foot, P. (1968), The Politics of Harold Wilson, Penguin. Foucault, M. (1967), Madness and Civilization, çevir. R. Howard, Tavistock. Galanter, E., ve Miller, G. A. (1960), Some comments on stochastic models and psychological theories', K. J. Arrow, S. Kovin and P. Suppes (yay. haz.) içinde, Proceedings of the First Stanford Symposium on Mathematical Methods in Social Sciences, Stanford University Press. Goffman, E. (1959), The Presentation of Self in Everyday Life, Penguin. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 169 Goffman, E. (1962), Asylums, Penguin. Goldmann, L. (1969), The Human Sciences and Philosophy, çevir. H. V. White and R. Anchor, Cape. Gurwıtsch, A. (1966), Studies in Phenomenology and Psychology, Northwestern University Press. Hays, P. (1964), New Horizons in Psychiatry, Penguin. Hebb, D. O. (1949), The Organization of Behaviour, Wiley. Henry, J. (1966), Culture Against Man, Tavistock. Hinde, R. A. (1966), Animal Behaviour, McGraw-Hill. Hill, D. (1962), The Burden on the Community, Oxford University Press. Hull, C. L. (1935), 'The mechanism of the assembly of behaviour segments in novel combinations suitable for problem solutions', Psychological Review, vol. 42, sf. 1 -45. Hull, C. L. (1952), A Behaviour System, Yale University Press Kuhn, T. (1962), The Structure of Scientific Revolution, Chicago University Press. Laing, R. D. (1960), The Divided Self, Tavistock; Penguin. Laing, R. D., ve Cooper, D. (1964), Reason and Violence: A Decade of Sartre's Philosophy 1950-1960, Tavistock. Laing, R. D., ve Esterson, A. (1964), Families of Schizophrenics, Tavistock. Lemert, E. M. (1951), Social Pathology, McGraw-Hill. Merleau-Ponty, M. (1962), The Phenomenology of Perception. çevir. Colin Smith, Routledge & Kegan Paul. 170 ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 Merleau-Ponty, M. (1965), The Structure of Behaviour, çevir. A. L. Fisher, Methuen. Miller, G. A., Galanter, E., and Pribram, K. (1960), Plans and the Structure of Behaviour, Holt, Rinehart & Winston. Moore, G. E. (1903), Principia Ethica, Cambridge University Press. Ricks, C. (1969), 'Student thought', Listener, no. 81, p. 2085. Rosenthal, R, and Jacobson, L. (1968)., Pygmalion in the Classroom, Holt, Rinehart & Winston. Ryle, G. (1949), The Concept of Mind, Hutchinson- Penguin. Sartre, J. P. (1967), Preface to F. Fanon, The Wretched of the Earth Penguin. Scheff, T. (1963), 'The role of the mentally ill and the dynamics of mental disorder: a research framework', Sociometry, vol. 26, sf. 436-53. Scheff, T. (1966), Being Mentally Ill, Weidenfeld & Nicolson. Skinner, B. F. (1938), The Behaviour of Organisms, Appleton-CenturyCrofts Skinner, B. F. (1959), Cumulative Record, Methuen. Sommerhof, G. (1951), Analytical Biology, Oxford University Press. Sutherland, N. S. (1964), 'Visual discrimination in animals', British Medical Bulletin, vol. 20, no. 1, sf. 54-9. Szasz, T. S. (1961), The Myth of Mental Illness, Harper & Row. Tarsis, V. (1966), Ward 7, Collins. ELEŞTĐREL PSĐKOLOJĐ BÜLTENĐ, SAYI 2, OCAK 2009 171 Treisman, M. (1960), 'Stimulus-response theory and expectancy', British J. of Psychol., vol. 51, sf. 49. Watson, A. J. (1961), 'The place of reinforcement in the explanation of behaviour' in W. H. Thorpe and O. L. Zangwill (eds.), Current Problems in Animal Behaviour, Cambridge University Press. Weinberg, S. K. (1968), The Sociology of Mental Disorders, Pt VIII, Staples Press.
Benzer belgeler
Teknisyenlik ve Toplumsallık Arasında Psikolojinin Dünü, Bugünü
spekülatif dahi olsa analiz konusu yapılmayışına ilişkin bu metindeki eleştiriler, tek tek sosyal psikologların kişisel duruşlarıyla, niyetleriyle ilgili değildir. Aksine, toplumsal bir kurum
olara...