83. sayıya ulaşmak için tıklayın
Transkript
83. sayıya ulaşmak için tıklayın
Kurtuluş Partili Hukukçulardan bir hukuksal başarı daha: Polise orantısız güç veren yasa iptal için Anayasa Mahkemesinde Ş anlı Gezi Direnişi’mizde polis terörü sebebiyle 7 gencimiz katledilmişti bildiğimiz gibi. Polise böylesine pervasızca saldırma yetkisini bir yönüyle de 12 Eylül Faşizminin zirvede olduğu dönemde, 1983 yılında çıkarılan 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası vermekteydi. Kurtuluş Partili Hukukçular, Türkiye’nin dört bir tarafında Gezi eylemleri sebebiyle başlatılan yargılamalarda, bu yasanın antidemokratik maddelerinin Anayasa’ya aykırılığını ileri sürmekteydiler. Ancak bu yasayı Anayasa Mahkemesine göndermeyi kabul edecek bir mahkeme henüz çıkmamıştı. Nihayet Marmaris Asliye Ceza Mahkemesinin demokrat ve cesur hakimi, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasının Anayasaya Aykırı olduğunu ileri sürdüğümüz 23, 6, 7, 10, 20, 22/1’inci maddelerinin İptal Edilmesi Talebiyle Anayasa Mahkemesine Gönderilmesine Karar Verdi. Anılan maddeler; gösteri/yürüyüş hakkının bildirimsiz olmasını, idarece belirlenen güzergâh dışında yapılmasını, hava karardıktan sonra yapılmasını, genel yollar ile parklarda, kamu hizmeti görülen bina ve tesislerde, TBMM’ye bir kilometre uzaklıktaki alan içinde ve şehirlerarası karayollarında yapılmasını Kanuna Aykırı Eylem olarak addediyordu. Oysa Anayasanın 34’üncü Maddesinde 2001 yılında yapılan değişiklik ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, yukarıda sayılan hallerde dahi yapılan gösteri barışçıl ise bunun mümkün olması gerektiğine delalet ediyor. Ancak sokakta polis şiddeti 2911 sayılı kanunun Anayasaya aykırı maddeleri sayesinde uygulanıyordu. İşte buna dur demek için Kurtuluş Partili Avukatların verdiği hukuk mücadelesi sonuç verdi. Anayasa Mahkemesi’nin anılan maddeleri iptal etmesi durumunda halkımıza bir moral gelecektir. Zira asıl güç, milyonlarla sokağa taşacak olan Halktadır. Gezi’de bir kez oldu, darısı ikincisine… 15.12.2014 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi HKP Abdurrahman Dilipak’ın İtiraflarını Yargıya Taşıdı Yıl: 9 Sayı: 83 10 Ocak 2015 Siyasi Gazete www.kurtulusyolu.org Halkın Kurtuluş Partisi’nin 2015 Genel Seçimleri Açılış Bildirgesi Zincirleri kıra kıra geliyoruz! H alkın Kurtuluş Partisi olarak, 2015 seçimlerinde tüm Türkiye’de, 81 ilde 550 milletvekili adayımızla seçim meydanına çıkıyoruz. Tabiî bu bizim açımızdan seçim filan olmayacak. Çünkü biliyoruz, burjuva-bezirgân partileriyle kıyaslanamayacak ölçüde eşitsiz koşullarda yarışacağız. Onların sahip olduğu propaganda imkân ve araçlarının milyarda biri bile bizde yok. Onların arkasında çıkarlarını savundukları ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleri var, yerli Antika ve Modern Parababaları var. Onların satılmış medyası var, örgütleri var, tarikatları var, cemaatleri var, halkı Allah’la aldatan sahte din adamları var… Var oğlu var... Bizlerinse, halkın gerçek temsilcisi olan bir avuç fedainin ise yüreğindeki inançtan, kafasındaki bilinçten başka hiçbir şeyimiz yok. Halkımızsa örgütsüz, darmadağınık… Bilinçsiz... Karanlıklar içinde bırakılmış… O sebeple dostla düşmanı ayırabilecek kavrayışta değil. Ama tabiî şimdilik… Biz inançlı ve kararlıyız. Halkımız da uyanacak ve anlayacak bizi. Mutlaka anlayacak… Vatanseverliğimizi, halkseverliğimizi, insanseverli- Elektrikte Vurgun (2) ğimizi, hayvanseverliğimizi, doğaseverliğimizi, fedakârlığımızı, dürüstlüğümüzü, mertliğimizi, yiğitliğimizi görecek ve takdir edecek. Bizim ger- Milli İrade(!) 3’te 4’te İş cinayetlerini protesto eden HKP’lilere ceza soruşturması H KP İzmir İl Örgütümüz, 3 Aralık 2014 günü Soma’da, Ermenek’te, Torunlar İnşaat’ta, Bartın’da iş cinayetlerinde katledilen işçi kardeşlerimizi anmak ve katliamları protesto etmek için Karşıyaka’da bir eylem gerçekleştirmişti. Karşıyaka İZBAN önünde toplanıp Çarşı boyunca yapılan bir yürüyüşle gelinen İş Bankası önünde, İl Sekreterimiz Levent Çelik tarafından yazılı basın açıklaması metni okunduktan sonra İl Başkanımız Tacettin Ço- lak’ta sözlü olarak cinayetleri ve sorumlularını protesto eden bir konuşma yapmıştı. Eylemimiz, Karşıya Halkı tarafından ilgiyle izlenmiş ve alkışlanmıştı. Hatta yürüyüş boyunca kortejimize katılarak eylemimize katılanlar da olmuştu. Halkımızın eylemimize gösterdiği ilgi “iyi saatte olsunlar”ı rahatsız etmiş anlaşılan, hemen İl Başkanımız ve Sekreterimiz hakkında soruşturma başlatmışlar. 15’te 5’te Partisi olarak itiraz etmiş, itirazımızda; “Yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarındaki maddi hakikatin araştırılabilirliği ortadadır. Doğrudan AKP önde gelenlerini ve onların yakınlarını sorumluluk dışı bırakan, diğer neviden suçluları ve olayları araştıracak bu ‘ikili hukuk’ kabul edilemez” ifadelerine yer vermiştik. Ancak yaptığımız bu itirazımız da reddedildi. 15’te “Çözüm Süreci” ve Ordu Üzerine 16’da Başyazı Deniz Baykal denen bu hainden, ahlâk fukarasından hesap soracak bir tek CHP’li de mi yok yahu! B H Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Yine At İzini İt İzine Karıştırıyorlar 5’te HKP, 17 Aralık Hırsızlığına Takipsizlik Kararını Anayasa Mahkemesine Taşıdı er ne kadar Tayyipgiller ile Pensilvanyalı İblis arasındaki paylaşım savaşının sonucu olsa da yüzyılın soygunu olarak adlandırılabilecek, memleketin soyup soğana çevrildiği; Tayyipgiller iktidarının birçok pisliğinin ortaya döküldüğü 17 Aralık Operasyonu ile ilgili açılan soruşturma hakkında savcılıkça “Kovuşturmaya Yer Olmadığına” karar verilmişti bildiğimiz gibi. Verilen takipsizlik kararına Halkın Kurtuluş İşte bu düşüncelerle Seçim Ortamına girdik. Kolay olmadı… Seçimlere katılabilme hakkımızı söke söke aldık. Resmi gayri resmi, sağlı sollu bütün ambargolara rağmen… Geliyoruz! Zincirleri kıra kıra geliyoruz! Tam bağımsız Türkiye için, Halkımız için hayatı cehenneme çeviren işsizliği, pahalılığı ortadan kaldırmak için geliyoruz, Yeni Sevrci kuşatmaya, Ortaçağcı gericiliğe karşı İkinci Kurtuluş Savaşı Bayrağını daha daha yukarılarda dalgalandırmaya geleceğiz! Dürüstlükler Hareketi, Yiğitlikler Hareketi, Fedakârlıklar Hareketi, Emekçi Halk Hareketi olarak geleceğiz! Yerli-yabancı büyük Parababalarının yani (AB-D) emperyalistler cephesinin ve yerli uşaklarının zulmünden, yolsuzluklarından, hırsızlıklarından, soygunlarından hesap sormaya geleceğiz! “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir” diyenlerin partisi olarak, “onur yaşamdan üstündür” diyenlerin partisi olarak Şanlı GEZİ İSYANIMIZI Halkın Kurtuluşuyla taçlandırmaya geleceğiz! 5 Kasım 2014 çek temsilcimiz bunlarmış diyecek. Meğer bunlar bizi ne çok severmiş diyecek. O günler de gelecek… Sabırlıyız, inançlıyız, kararlıyız… Watson Nobel Madalyasını neden sattı? 13’te 1 TL unun ihanetleri, sadece son günlerde konuşulan, Abdurrahim Karslı’nın dile getirdiği ahlâksız anlaşmadan ibaret değildir. Bu kişi, siyasi hayatının tümü boyunca Amerika’yla arayı hep sıcak tutmuştur. Avrupa Birliği ile de tabiî. Yani emperyalist haydutlarla dost hayatı yaşamıştır. İşte bu anlayışından dolayı da Abdurrahim Karslı’nın son günlerde bir kez daha ayrıntılarıyla ve kanıtlarıyla birlikte açık ettiği ihaneti işlemekte hiç duraksamamıştır. Bu yaptığı sıradan bir yanlış ya da zaaf ve ondan kaynaklanan bir ihanet değildir. Ne deniyor burada? İsrail’in önünü açacaksınız, güvenliğini artıracaksınız. İslamın yeniden yo- rumlanmasında yani CIA İslamının-Amerikan İslamının oluşturulmasında bize yardımcı olacaksınız, bizimle işbirliği yapacaksınız. Ve de BOP Haritasının daha doğrusu CIA’nın hazırladığı BOP Planının Ortadoğu’da uygulanmasında, daha açıkçası sınırların yeniden çizilmesinde ve Türkiye’nin de Sevr Haritasına göre yeniden belirlenmesinde bize yardımcı olacaksınız. Şimdi olayı kaynağından aktaralım, işin aslını görelim: “AK PARTİ BİR PROJE PARTİSİDİR” “Abdurrahim Karslı: Yok yineleyeyim. Bir grup gazeteci arkadaş, bizim de 8’de 2 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Halkın Kurtuluş Partisi’nden Maraş Katliamı İnsanlık Suçudur, İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar Unutulmaz! Affedilemez! B undan 36 yıl önce 24 Aralık 1978 tarihinde, insanlık tarihinin en korkunç katliamlarından biri yaşandı. Ortaçağcı gericiler, Kontrgerilla’nın suç örgütü MHP, Kontrgerilla ve CIA tarafından planlı bir şekilde yaşama geçirilen Maraş Katliamı. Bu katliamda hamile kadınlar, genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden yediden yetmişe 150’ye yakın insanımız hunharca katledildi. İşte onun içindir ki bu bir insanlık suçudur ve insanlığa karşı işlenen suçlar ne affedilir, ne de unutulur. Bundan 36 yıl önce Maraş’ta yaşanan katliamı gerçekleştirenlerle, Tayyipgiller arasındaki tek fark, aradan geçen 36 yıldır. Bundan 36 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle, bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz ettiler” yalanını söyleyen Tayyipgiller arasında, aradan geçen 36 yıl hariç, hiçbir fark yoktur. Bugün Suriye’de ve Irak’ta AB-D korkuları da o kadar büyük. Maraş Katliamı’nı da halkın yükselen devrimci mücadelesinden korktukları için CIA-MHP işbirliğiyle tezgâhladılar. Böyle bir vahşetin altına imza attılar. Hep dediğimiz gibi, bu kan emicilerin siyasi genetik şifreleri, insanlığın çektiği acılar, yokluklar üzerine kurulu. Onların siyasi genetik şifreleri, Dehak’lar, Muaviye’ler, Yezid’ler, Hitler’ler, Mussoloni’ler, Obama’lar tarafından oluşturuldu. Bizim siyasi genetik şifremiz, insan sevgisi üzerine kurulu. Bizim siyasi genetik şifremiz, Hacı Bektaş’lar, Spartaküs’ler, Kawa’lar, Şeyh Bedrettin’ler, Pir Sultan’lar, Hallacı Mansur’lar, Nesimi’ler, Hikmet Kıvılcımlı’lar, Deniz Gezmişler, Mahir Çayanlar tarafından oluşturuldu. O yüzden biz kazanmak zorundayız. İnsanlık tarihi kanıtlamıştır ki, Örgütlü Halklar Yenilmez! Zafer her zaman, insanlığın kurtuluşu için mücadele edenlerin olmuştur. İnsanlığın kurtuluşu için kendilerini feda eden devrimciler de, hep insanlığın gönlünde, Maraş Katliamı 36’ncı yılında İzmir’de bir kez daha lanetlendi Kurtuluş Yolu/İzmir 24 Aralık 1978’de Ortaçağcı gericiler, Kontrgerilla’nın suç örgütü MHP, Kontrgerilla ve CIA tarafından planlı bir şekilde yaşama geçirilen; hamile kadınların, genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden yediden yetmişe 150’ye yakın insanımızın hunharca katledildiği Maraş Katliamı 36’ncı yılında HKP İzmir İl Örgütü tarafından İzmir Karşıyaka’da bir kez daha lanetlendi. 24 Aralık Çarşamba günü saat 18.30’da Karşıyaka İZBAN önünde toplanarak çarşı boyunca yürüyüş yapıldı. “Maraş’ın Katili Kontrgerilla”, Maraş’ı Unutma Unutturma”, “Kahrolsun MİT-CİA-Kontrgerilla”, “Şeriat Ortaçağdır”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek” sloganları eşliğinde yapılan yürüyüş Çarşı girişinde son buldu. Burada HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Çolak açıklamasında, 36 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle, bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz ettiler” yalanını söyleyen Tayyipgiller arasında, aradan geçen 36 yıl hariç, hiçbir fark olmadığını belirtti. Açıklamanın ardından eylem sloganlarla sonlandırıldı. Emperyalistlerinin tetikçiliğini yapan alçaklardan derleşik ÖSO ve IŞİD adlı katiller sürüsü benzer katliamı Alevilere, Türkmenlere, Ezidilere ve Kürtlere karşı uygulamaktadırlar. Ve ne yazık ki bunlar bizim ödediğimiz vergilerle silahlandırılmaktadırlar. Bu alçaklar ordusunu da Tayyipgiller beslemekte ve desteklemektedir. Ve bugün bu alçaklar ordusu tarafından yapılan akıl almaz katliamların Maraş Katliamı’ndan hiçbir farkı yoktur. Çünkü bunların zihniyeti aynıdır. Yıllardır söylediğimiz gibi bunlar CIA Müslümanıdır. Tıpkı Taliban gibi, CIA tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmıştır. Ve yine halkımızın destansı Büyük Gezi Halk İsyanı’nda gençlerimizi katleden, yüzlercesinde onulmaz yaralar bırakan da aynı zihniyettir. Haklarımızın Ortaçağcı gericiliğe karşı haklı ve meşru isyanı bunların yüreğine korku salmıştı ve o korkuları hâlâ devam ediyor. Onun içindir ki Tayyipgiller gittikleri her yere binlerce korumayla önlem alıyor. Bunların yaptığı ihanetler o kadar büyük ki, bilincinde yaşamaya devam etmektedirler. Kaybedenler ve kaybedecek olanlar da insanlığa çektirdikleri acılarla beslenen sömürgenlerdir. Onlar yok olmaya mahkûmdur. Bugün için bu sömürgenler AB-D Emperyalistleri ve yerli ortaklarıdır. İnsanlık eninde sonunda bu kan emici keneleri ortadan kaldıracaktır. Yeni Maraş’lar, Sivas’lar yaşamak istemiyorsak; bu topraklarda, tıpkı Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi, Büyük Gezi Halk İsyanı’mızdan aldığımız güçle, halkımızla, onun bir parçası olan Bilim İnsanlarımızla, Aydınlarımızla, Ordu Gençliği’mizle ve bin yıldan beri birlikte yaşadığımız Kürt Kardeşlerimizle omuz omuza vererek, AB-D uşağı hainler cephesini yenilgiye uğratmak zorundayız. 24.12.2014 HKP Genel Merkezi Hırsızlığın, vurgunun zamanaşımı yoktur Eninde sonunda Halk önünde hesap vereceksiniz! B ir yıl önce Cumhuriyet tarihinin en büyük hırsızlık ve yolsuzluğu ortaya çıktı. Türkiye’yi 12 yıldan bu yana birlikte yöneten Tayyipgiller hükümeti ve cemaatin ittifakı, “paylaşım” kavgası nedeniyle bozuldu. Memleketi ve devleti paylaşımda anlaşamayan iki gücün savaşı sırasında; ihanetler, vurgunlar, hırsızlıklar bir bir ortaya döküldü. 17 Aralık 2013 sabahı Cumhuriyet Savcısı Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç’in talimatıyla, birçok kişinin gözaltına alındığı büyük bir operasyon başlatıldı. Gözaltına alınan kişilere, “rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık” gibi suçlamaların yöneltildiği operasyonu İstanbul Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz koordine ediyordu. O dönemdeki İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlaya’’ın oğlu Salih Kaan Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, işadamları Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in de aralarında yer aldığı 89 kişi gözaltına alındı. 25 Aralık’ta bu kez başka bir operasyon başladı. kasaları… Tape’lerle kesince kanıtlanan vurgunlar, hırsızlıklar, rüşvetler, 700 bin TL’lik saat, Reza’nın önüne yatmalar ve sıfırlanan milyon dolarlar… Operasyonda ortaya çıkan telefon görüşmeleri ve belgeler, Erdoğan ve ailesinin çeşitli vakıflar aracılığıyla çıkar ortaya serilen yüz milyarlarca dolarlık hırsızlıkların belgeleri, dosyalar hasıraltı edildi. Parti olarak ilk günden bu yana yaptığımız suç duyurularına karşı takipsizlik kararları verildi. Dün de 17 Aralık’a yönelik takipsizlik kararına sağladığını, trilyonlarca liralık vurgunlarda Tayyip’in doğrudan talimatlarının bitirici rol oynadığını gözler önüne serdi. İktidarları boyunca durup dinlenmeden kamu malı aşırırmışlar, faiz yemişler, hırsızlık vurgun talan yapmışlar. 12 yıldan bu yana Türkiye’de çaldıkları kamu mallarının tutarının 2 trilyon dolara vardığı hesap edilmektedir. yapılan itirazlar yine Başsavcılık tarafından reddedildi. Tayyip’in kendilerini savunmak maksadıyla yargıda, poliste ve idarede yaptığı kanunsuzluklar, hukuksuzluklar o biçimcil, içi boş ve sahte demokrasinin biçimini bile ortadan kaldırmıştır. Başta RTE olmak üzere bakanlarının ve milletvekillerinin bir saat bile yerlerinde kalmalarının hiçbir meşruiyeti kalmamıştır artık. Başbakanlık, bakanlık, milletvekilliği, cumhurbaşkanlığı gibi sıfatları da tümden yok olmuştur. 14 Aralık’ta Tayyipgiller, cemaate karşı yeni bir hamle başlatarak yayın organlarına operasyon düzenledi. Tayyipgiller kendince onların “inlerine giriyor.” Ergenekon Operasyonlarında olduğu gibi bu operasyonun da başsavcısı RTE’dir. Kendi hırsızlıklarının, vurgunlarının on milyarlarca dolarlık kamu malını yiyip yutmalarının tüm kanıtlarının ortaya döküldüğü 17 ve 25 Aralık’tan intikam alıyor. Tayyipgiller’in, bu son saldırısı bu paylaşım savaşının bir çarpışması, bir parçasıdır. Bu iki örgüt arasındaki savaşın galibinin kim olacağına karar verecek olan elbette ki her ikisinin de efendisi ve yapımcısı olan ABD Emperyalistleridir. Bu savaşın kendi çıkarlarına en uygun gelecek şekilde yürütülmesi ve sonlandırılması onların elindedir. İkisinden birinin tarafını tutmayacağız. Çünkü ülkemizde burjuva demokrasisi kırıntısı bile bırakmayan; Ortaçağ batağına saplayan, çalıp çırptıkça halkımızı İşçi Sınıfımıza ölüm, açlık, yoksulluk getiren bu iki güçtür. Çünkü bunların her ikisi de o kanlı soygunun, o hırsızlığın failidir. Bunların birini diğerine karşı desteklemek açıkça hırsızla aynılaşmak anlamına gelir. Bu nedenle ikisine karşı mücadelemizi tavizsiz sürdüreceğiz. Ve sonunda mutlaka başaracağız. Halk düşmanı, gerici, vurguncu bu hırsızlar halk önünde mutlaka hesap vereceklerdir. 17.12.2014 HKP’den 17 Aralık protestosu HKP İstanbul İl Örgütü, Cumhuriyet tarihinin en büyük hırsızlık ve yolsuzluğunu protesto etti. 17 Aralık’ın yıldönümünde alanlara çıkan Kurtuluş Partililer İstanbul’da da Galatasaray Lisesi önünde saat 20.00’da bir eylem yaptı. “Hırsız Var”, “Hırsız, Vurguncu, Din Tüccarı AKP”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Hırsızlar Halka Hesap Verecek” sloganları ile başlayan eylemde HKP İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina basın açıklamasını yaptı. Akbina, Tayyipgiller’in unutturma çabalarına karşı Sürecin takipçisi olacaklarını mücadeleyi tavizsiz sürdüreceklerini söyledi. Savcı Muammer Akkaş tarafından yürütülen soruşturmada 96 kişiye yöneltilen suçlamalar arasında “suç işlemek amacıyla örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat karıştırmak ve rüşvet” bulunuyordu. Savcı Akkaş, birçok iş adamının da aralarında bulunduğu 41 kişilik gözaltı listesi hazırladı, mahkemeden bazı iş adamlarının malvarlığına el koyma kararı çıkarttı. Akkaş, Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan için de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrı evrakı hazırladı. Ancak Emniyet, Savcının talimatlarını yerine getirmedi. Tayyipgiller ve avanesi suçüstü yakalanmıştı; ayakkabı kutularında milyon dolarlar, para sayma makineleri, para Söz konusu olan bir siyasi parti değil “çıkar amaçlı suç örgütü”ydü. Tayyip daha kendisi iktidara gelmeden İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde çalmaya başlamıştı. Kalpazanlıktan, ihaleye fesat karıştırmaktan, zimmetten, rüşvetten hakkında yedi tane dava açılmıştı. Hepsi de yüz kızartıcı suçlardan… Tutuklamaların, gözaltıların ve soruşturmaların sonucu ne oldu? Hiçbir şey! Bu ülkede zaten vurguncu halk düşmanlarına karşı işleyen bir ceza sistemi yoktu. Ama faşizm dönemlerinde bile rastlanmayan bir hukuksuzluk ortaya çıktı; 17-25 Aralık geriz patlaması sonrasında iş artık iyice şirazesinden çıktı. Kabak gibi Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! Şükrü Bulut 1952-6 Ocak 1976 Ali Bayık 1952-Ocak 1980 Semiha Kıvılcım Güldemir 1987-17 Ocak 2003 Necla Kıran 1962-20 Ocak 2006 Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli internet: www.kurtulusyolu.org Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. e-posta: [email protected] 43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz 3 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Elektrikte vurgun… (II) Özelleştirmenin amacı olarak kamuoyuna pompalanan ucuzluk, verimlilik, süreklilik vb.lerinin tamamen yalan ve özelleştirmeyi meşrulaştırmak için halkı kandırmaya, aldatmaya yönelik açıklamalar olduğu ortaya çıkmıştır. Ne ucuzluk sağlanmış (aksine her kalemde pahalanmış), ne verimlilik sağlanmış, ne kalite sağlanmıştır. İş güvencesi tamamen ortadan kalkmıştır. G eçen sayımızda “elektrik üretim ve dağıtımının özelleştirilmesinin ve yerli Parababalarına peşkeş çekilmesinin üzüntü verici hikâyesini anlatacağız” demiş ve bu konuyu işlemiştik. Bu sayımızda da elektrikte özelleştirmenin sonuçlarını ve yeni yılda (2015’te) bütün elektrik kullanıcıları için başlayacağı söylenen perakende satış konusunu inceleyeceğiz. Daha doğrusu özelleştirmenin ardından gelen perakende satışla nasıl yeni vurgun alanları yaratılacağını, yerli-yabancı Parababalarına nasıl yeni kârlar aktarılacağını göreceğiz. Önce bir halk düşmanının portresi Şimdi size bir eski bürokratı tanıtacağız. Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) Kurucu Başkanı Yusuf Günay’ı. Biz okuduğumuzda gerçekten çarpıldık; bir insan nasıl bu hale gelebilir, nasıl bu kadar halk ve vatan düşmanı olabilir? diye! Çok düşündük. Ancak bulamadık bunun nedenini. Yani bir insanın bu kadar aşağılaşmasını anlayamadık. Bizim yetiştirilmemiz, eğitimimiz, yaşama bakışımız, bilincimiz böyle bir şeyi kabul etmemize olanak vermedi. Para, makam, koltuk, ün, şan, şöhret… bunların hepsi tamam da bütün bunlar bu kadar halk ve vatan düşmanı olmanızı sağlar mı? Sağlamalı mı?.. Duygularımızı bir yana bırakalım ve okuyalım Yusuf Günay’ı. Ekonomist Dergisi’nin 3-9 Ağustos 2014 tarihli sayısından aktaracağız söylediklerini. Bakın halk ve vatan düşmanlığını, özel sektör yandaşlığını nasıl sergiliyor: “Fiyat politikası oturmadı “Piyasada fiyatlar rekabet ortamının gerektirdiği şekilde belirlenmiyor. Bu nedenle kısa vadede sağlam bir piyasa oluşması zor. Türkiye, AB ülkelerine göre meskende ucuz, sanayide pahalı elektrik kullandırıyor. Bu durum bile piyasadaki çarpıklığı gösteriyor. Oysa daha çok tüketen tüketicinin daha az maliyetle elektriğe ulaşması gerekiyor. Bu elektrik piyasasındaki tercihlerin doğurduğu bir sonuç. Kamunun sektördeki ağırlığı nedeniyle fiyatlar serbest piyasa mantığı ile oluşmuyor. Elbette bunun nedeni politik tercihler. Yani mesken sahiplerinin de sanayicilerin de birer oyu var. Ancak bu tarz bir yaklaşım sektörün serbest rekabet ortamında sağlam bir piyasa haline gelmesini engelliyor. Perakende piyasasına kısa sürede 150’den fazla firmanın girmesi doğal. Sonuçta Türkiye büyük bir Pazar, bu ilgi normal. Ancak üretim özelleştirmelerinin tamamlanmaması ve EPDK’nin rekabet koşullarına göre fiyat belirlememesi halinde kısa vadede birçok şirket sektörden çıkacak ya da kapanacaktır.” “Türkiye, AB ülkelerine göre meskende ucuz, sanayide pahalı elektrik kullandırıyor”muş, “Bu durum bile piyasadaki çarpıklığı gösteriyor”muş, “Oysa daha çok tüketen tüketicinin daha az maliyetle elektriğe ulaşması gerekiyor”muş… Ne olması gerekiyormuş ona göre? Meskende (evde, konutta) pahalı, sanayide ucuz elektrik kullandırmalıymış devlet. Çünkü sanayici çok tüketiyormuş… Ucuz elektrik onun hakkıymış. Sanayici üretim yapıyor, satıyor kâr elde ediyor, para kazanıyor. Hem de öyle böyle değil. Çok kâr ediyor. Ya halkımız? O, işçiyse 891 TL’lik Asgari Ücrete, kamu çalışanıysa yüzde 3’lük zamlara, köylüyse yok pahasına satılan ürününün, ettiği masrafı karşılamayan gelirine mahkûm. Varsın olsun! O az tüketiyor, daha çok tüketseydi… Zaten de kabahat devlette. “Kamunun sektördeki ağırlığı nedeniyle” oluyor bu durum. O zaman?.. Özelleştir gitsin! Sat gitsin! Parababaları kârlarına kâr katsın, halk ne olursa olsun… Canı çıkısın… Daha çok fakirleşsin… Ah demokrasi!.. Senden oluyormuş bütün bunlar. Niye mi? “(…) mesken sahiplerinin de sanayicilerin de birer oyu var.”mış. Ah o olmasaymış da görsünlermiş günlerini mesken sahipleri… Bir zamanların, Antik Çağın Atinası’nda da olduğu gibi olmalıymış. Sadece Asiller (günümüzdeyse “daha çok elektrik tüketen sanayiciler”, patronlar, Parababaları) oy kullanmalıymış. Neymiş öyle sanayicilerle mesken sahiplerinin birer oyunun olması. Eşit oylarının olması. Hiç eşitlik olur muymuş… Olursa? “(…) üretim özelleştirmelerinin tamamlanmaması ve EPDK’nin rekabet koşullarına göre fiyat belirlememesi halinde” ise “birçok şirket sektörden çıkacak ya da kapanacak”mış ne yazık ki. Oysa “Türkiye büyük bir Pazar”mış. Ne olurmuş “birçok şirket” pazardan bu büyük payı alsalarmış… Bütün bunları söyleyen ve 2001’de başladığı EPDK başkanlığından 2007’de görev süresi dolduğu için ayrılan Y. Günay’ın, EPDK Kanunu gereği 2 sene boyunca enerjiyle ilgili bir yerde çalışması yasaktı. Ancak bu yasak, “danışmanlık” adı altında delindi ve Y. Günay çalışmaya başladı. Kimin şirketinde, hangi şirkette derseniz, o da Y. Günay’in halk düşmanı, Parababası uşaklığından ibaret olan kişiliğini tamamlayan bir bilgi olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da “Patronlar Dünyası” adlı dergi yazıyor: “Türkiye’de rüzgâr enerjisinin mimarlarından olan Günay, Ağaoğlu’na Danışman olma haberini ilk kez Patronlar Dünyası’na açıkladı. “Ali Ağaoğlu, Günay için, “Rüzgâr işinde büyümek istiyoruz. Bu işi en iyi bileni getirdik” dedi. “Günay da, Ağaoğlu’nda şimdilik danışmanlık yaptığını, yasak süresi bitince kurumda görev alacağını söyledi.” ( http://www.patronlardunyasi.com/haber/ Yusuf-Gunay-simdi-nerede/58946) Pekiştirelim: nerede çalışacakmış Y. Günay? Ali Ağaoğlu’nun enerji şirketinde! Yani iki halk düşmanı birbirini bulmuş böylece. A. Ağaoğlu’nu tanıtmaya gerek var mı?.. Biz onu en çok, bundan 7-8 yıl önceki bir röportajında, 1970’li yıllarda deniz kumuyla yaptığı çürük inşaatlar konusunda işçileri suçlamasıyla tanıyoruz. İşte bu ve bunlar gibi “insanlar”, ülkemizin enerji vb. politikalarını belirliyorlar. Y. Günay konusunu çok uzattık bir iki bilgiyle daha bitirelim… Y. Günay’ı bu göreve, EDPK başkanlığına, kim öneriyor, kim getiriyor? Hüsamettin Özkan öneriyor DSP-ANAP-MHP hükümeti atıyor! Hani Ecevit’i sırtından bıçaklayan Brütüs. Hani “15 günde 15 yasa” emriyle Türkiye’ye gelen ve Bakan olan Kemal Derviş döneminde… Ona, Y. Günay’a, sorarsanız K. Derviş’le göreve gelmesinin ilgisi yok. O, K. Derviş bakan olmadan önce atanmıştır… Y. Günay için daha fazla söze gerek yok sanırız. Bu kadarı bile midemizi bulandırmaya yetti arttı… Peki niye bu kadar uzun yazdınız derseniz, şunu söylemek isteriz: Y. Günay vb.leri, kamu mallarının özelleştirilerek yerli-yabancı Parababalarına yeyim edilmesi süreçlerinde ortaya çıkmış-çıkarılmış bürokrat tipleridir. Halkseverlik, yurtseverlik, kamu malı koruyuculuğu söz konusu değildir bu tipler için. Tam aksine, kamu malına düşman kişilerdir. Bu yönde eğitilmişlerdir. Ve büyük bir çoğunluğu, İngiltere Kraliyet Kamu Yönetimi Enstitüsü’nde Modern Kamu Yönetimi Teknikleri ve Avrupa Topluluğu Hukuku konusunda eğitim görmüşlerdir. Yani tezgâhtan geçirilmişlerdir. Kişiliklerini, ruhlarını satmışlardır oralarda ve gelip uygulamışlardır oralarda öğretilenleri. Özelleştirme ve sonuçları Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), internet sitesinde; “ÖZELLEŞTİRME AMAÇLARI”nı şöyle belirtiyor: “Varlıkların verimli işletilmesi, maliyetlerin düşürülmesi “Elektrik enerjisi arz güvenliğinin sağlanması ve arz kalitesinin artırılması “Kayıp/kaçakta azaltma sağlanması “Yenileme ve genişleme yatırımlarının özel sektör tarafından yapılması “Rekabet sonucu sağlanan faydaların tüketicilere yansıtılması”. Okuduğunuzda kulağa gayet hoş geliyor. İyi diyorsunuz. Madem bunlar olacak, özelleşsin o zaman. Ama hemen ardından aklınıza şu sorular geliyor: Yukarıda sayılanları devletin kendisi niçin yerine getirmiyor da kamu malını (elektrik üretimini-dağıtımını-satışını) özelleştirerek özel sektöre açıyor? Madem bunlar gerekli ve devlet bütün bunları biliyor da niye kendisi bunları yapmıyor? Üstelik de bütün bunları bilen, yapan ve şimdi de (özelleştirildikten sonra) denetleyecek olan kendisiyken?.. Bu sorularımıza cevabı son maddede var gibi. Nedir o? “Rekabet sonucu sağlanan faydaların tüketicilere yansıtılması”. Yani? Elektrik alanında rekabet yokmuş. Kamu tekeli varmış. Şimdi özelleştirmeyle rekabet yaratılacakmış. Böylece varlıklar verimli işletilecek, maliyetler düşürülecek, elektrik enerjisi arz güvenliği sağlanacak ve arz kalitesi artırılacak, kayıp/kaçakta azaltma sağlanacak ve yenileme ve genişleme yatırımları özel sektör tarafından yapılacakmış. Mış mış mış… Peki özelleştirme sonucu öyle mi oldu? Hayır. Aksine. Devlet tekeli yerine, özel sektör tekeli geldi. Devlet, elektrik üretiminden tamamen çekilmek üzere, dağıtımdan ise tümden çekildi. Geçen sayımızda yazdık: “Toplam 4 şirket ve ortaklık toplam 40 şehrimizin elektrik dağıtımını üstlenmiştir. Ve aldıkları bu bölgeler-şehirler, elektrik kullanımının en çok kullanıldığı, sanayileşmenin ve nüfusun yoğun olduğu yerlerdir. Yani bu özelleştirmenin de kaymağını yerli yabancı Finans-Kapitalistler yemektedir. Ve yine aynen üretimde olduğu gibi Sabancı’nın EnerjiSA’sı dağıtım işinde de lider konumdadır. “Diğer 9 şirket de kalan 41 ilimizin elektrik dağıtımını almıştır. Tabiî bunların da çoğu Finans-Kapital şirketleridir, Akenerji, Çalık gibi…” diyerek. Yani Devlet tekeli yerine Özel Sektör tekeli gelmiş. E, hani rekabet yaratılarak faydaları tüketicilere yansıtacaktı?.. Geçiniz bunu… Kapitalizmin en yüksek aşaması olan Emperyalizm çağındayız yüz yıldır. Bundan yüz yıl önce serbest rekabetçi kapitalizm yeni bir aşamaya sıçradı ve tekelci kapitalizm haline dönüştü. Artık ortada yeni bir durum, yeni bir düzen söz konusu idi. Rekabet tümden reddediliyor, tekelcilik egemen kılınıyordu. Bu da kişilere ya da devletlere bağlı bir şey değildi. Aksine kapitalist üretimin kaçınılmaz sonucuydu. Bir üretim dalında 20 şirket kalmışsa o üretim dalında artık tekelcilik hâkim olmuş demektir ekonomi bilimince. Bizim ülkemizde ise bırakalım 20 şirketi, esas olarak 4 şirket, toplamda 13 şirket hâkim olmuş elektrik piyasasına. Bu 2000’li yılların sonunda Türkiye’de de (kaçınılmazca, zorunlu olarak, eşyanın tabiatına uygun olarak) gerçekleşiyordu gördüğümüz gibi. Üstelik de bizatihi devlet yapıyordu bunu. Yani özelleştirme sonucu yeni bir tekel yaratıyordu devlet. Kısacası ÖİB’in söylediği “serbest rekabet” mavalı gerçekleri yansıtmıyor. Peki asıl gerçek ne? O da şu: Uluslararası Parababaları ve onların finans örgütleri olan; IMF, Dünya Banka- Yüksek Okullar, Resmi Kuruluşlar, Resmi Sağlık Kuruluşları vb.lerinde İçme-Kullanma Sularına ait aboneliklerde de ortalama % 108 oranında artmıştır. Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ), dağıtım şirketlerine yaptığı toptan satışlarda zaman zaman indirim yapmakta ancak bu indirimler tüketicilere yani bizlere yansıtılmamaktadır dağıtım şirketlerince. Bunun sonucu olarak dağıtım şirketleri büyük kârlar elde etmektedirler bizim kesemizden. Aynı şekilde Kayıp/Kaçak oranları da çok yüksektir bildiğimiz gibi. “Kayıp enerji teknik bir sorundur. Elektrik enerjisi, üretim noktasından tüketim noktasına gelene kadar elbette bir miktar kayba uğramaktadır. Bu kaybın sıfır olması veya bir başka deyişle enerjinin kayıpsız nakli elbette mümkün değildir. Ancak bu kaybın minimum seviyeye çekilmesi dağıtım şirketlerinin sorumluluğunda ve dağıtım şebekelerinde tekniğe uygun olarak yapılması gereken periyodik bakımlar (bakım ve onarım) sı böyle istiyor da ondan. Onların emirleri doğrultusunda bu özelleştirmeler yapıldı. Üstelik de bildiğimiz gibi sadece elektrik alanında değil, tüm sanayi dallarında böyle yapıldı-yaptırıldı. Ülkemizde kamunun elinde birkaç parça şey dışında özelleştirilmedik bir şey, bir alan kalmadı. Sümerbank’tan Etibank’a, SEK’ten madenlere, otoyollardan köprülere, limanlara kadar aşağı yukarı her şey özelleştirildi ve bir avuç yerli-yabancı Parababasına peşkeş çekildi, birkaç yıllık kârları ya da arsaları karşılığında… Bu süreç sadece bizim ülkemizde mi böyle oldu? Başka ülkelerde farklı mı oldu? Hayır. IMF ve Dünya Bankası’nın emirlerini yerine getiren her ülkede (ister metropol, ister yarısömürge ülke olsun) bu böyle oldu. Bunun böyle olduğunu, İngiltere Greenwich Üniversitesinden Prof. Steve Thomas bize açıklıkla anlatıyor, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO)’nun 17-18-19 Kasım 2012 tarihlerinde düzenlediği; “Küresel Enerji Politikaları ve Türkiye” başlıklı Sempozyumda. Prof. Steve Thomas’ın verdiği bilgilere göre, İngiltere’de de süreç aynen bizim ülkemizde olduğu gibi işliyor. Amaçlar, hedefler ve sonuçlar aynen, neredeyse birebir tekrarlanıyor. ve şebeke için yapılacak yeni (yenileme, genişleme ve kapasite artırma gibi) yatırımlar ile ilgilidir. Dağıtım şirketlerinin 2011-2015 yıllarında yapacakları yatırımlar bir önceki döneme (2006-2010) göre 3,08 kat artmış ve tarifelere de yansıtılarak bir anlamda tüketici zaten bu işe ortak edilmiştir.” Yani dağıtım şirketlerinin bizzat kendilerinin yapması gereken yatırım bedelleri-paraları da biz tüketicilerden çıkarılmaktadır. Kaçak elektrik konusu ise elektrik özelleştirmelerinin önemli gerekçelerinden birisidir. Ve faturalarımızda da “Kayıp/ Kaçak Bedeli” kalemi olarak yer almaktadır. 10 yıldan bu yana dağıtım şirketlerinin kasasına para akmaktadır bu kalemden. Geçtiğimiz günlerde Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, bu konuda önemli bir kararın altına imza atmış ve bu konuyla ilgili açılan bir dava dolayısıyla “Elektrik Kayıp/Kaçak Bedelinin Tüketiciden Tahsil Edilmesinin Hukuk Devleti ve Adalet Düşüncesi ile Bağdaşmadığı” gerekçesiyle iptaline ve alınan paraların iadesine karar vermiştir. Yani milyonlarca lira dağıtım şirketlerince usulsüz ve hukuksuz olarak alınmıştır yıllardır. İade edilse bile bu büyük kaynağı şirketler sermaye olarak kullanmışlardır yıllardır. Ve devlet de buna göz yummuştur. “2011-2015 yılları için belirlenen yeni kayıp/kaçak hedefi oranları üzerinden; ulusal ölçekte 14,07 KRş/kWh olan 2010 yılı Türkiye Ortalama Elektrik Toptan Satış Fiyatı dikkate alınarak hesaplama yapıldığında kayıp/kaçak hedef yükseltmesi nedeniyle tüketiciden fazladan yapılacak tahsilâtın en iyimser tahminle yaklaşık 1,13 milyar TL olması beklenmektedir.” Faturalarımıza bir de Perakende Satış Hizmet ve Sayaç Okuma bedeli eklenmektedir her ay. Oysa elektrik dağıtımı kamunun elindeyken tek kalemdi bu. Özelleştirmeyle birlikte ayrı iki kalem haline getirilmiş ve iki ayrı para eklenmektedir faturalarımıza. Üstelik de; “2010 yılı sonuna kadar tek bileşen olarak tarifeye yansıyan bu faaliyet ayrıştırıldıktan sonra % 157 oranında zamlanmıştır. İki faaliyet toplam olarak, tarife içinde % 2-2,5 oranında bir pay oluşturmaktadır. “Perakende satış hizmeti faaliyetinin ayrıştırılması ile birlikte, aynı özelliklere/konuma sahip tüketicilere fatura edilen sayaç okuma bedelinde çok önemli bir eşitsizlik ortaya çıkmıştır. Örneğin 20 daireli bir apartmandaki sayaç odasında (panosunda) toplu olarak yer alan sayaçların aynı kişi tarafından okunmasıyla aynı (sayaç okuma) hizmeti alan tüketiciler, farklı tüketim miktarlarından dolayı aynı hizmete farklı bedeller ödemek zorunda bırakılmaktadırlar. Dolayısıyla bu uygulama ile 4628 sayılı Yasa ve ikincil mevzuatta özellikle vurgu yapılan “eşit taraflar arasında ayrım yapılmaması” ilkesi de bir anlamda göz ardı edilmektedir. Elektrik dağıtımındaki vurgun noktaları Elektrik üretim ve dağıtımındaki özelleştirmelerin sonuçlarını yani elektrik piyasasında yaşanan değişiklikleri somut olarak anlayabilmemiz için: 1- Elektrik Enerjisi Tüketim Bedelleri (Elektrik Tarifeleri) 2- Elektrik Enerjisi Hizmet Bedelleri, 3- Elektrik Dağıtım Tesisi Yatırımları ve 4- Elektrik Dağıtım Tesislerinin Bakım Onarımı gibi faaliyetleri incelememiz gerekmektedir. EMO’nun düzenlediği Sempozyum’da, TMMOB’den Olgun Sakarya, bu başlıklar altında yaptığı sunumda (özetleyerek aktarıyoruz) şunları tespit etmektedir: 1- Elektrik Enerjisi Tüketim Bedelleri; A) Perakende satış enerji bedeli, B) Dağıtım sistemi kullanım bedeli, C) İletim sistemi kullanım bedeli, D) Kayıp/kaçak (K/K) bedeli, E) Perakende satış hizmeti (PSH)-Faturalama bedeli, F) Perakende satış hizmeti (PSH)-Sayaç okuma bedeli bileşenlerinden oluşmaktadır. “Bu bileşenlerin toplamından oluşan tüketici tarifeleri son dört (2008-2011) yılda; tek zamanlı mesken (ev) abonelerinde % 91,3 (Kalkınmada Öncelikli İllerde mesken (ev) aboneleri içinde % 104,6) oranında, tarımsal sulama ve alçak gerilim sanayi abonelerinde ise % 84,7 oranında artmıştır.” Aynı şekilde Türkiye Kızılay Derneği, Türk Hava Kurumu, Darülaceze vb. ile Yeşilay Derneği, Müzeler, Resmi Okullar, Resmi Yurtlar, Resmi Üniversite, Resmi 4 Bu durum yapılan hizmetten bağımsız olarak fiyatlandırma yoluna gidildiğini, asıl amacın hizmetin bedelini tüketicilerden tahsil etmek değil, özelleştirilen dağıtım şirketleri için yeni ve garantili bir gelir kapısı yaratmak olduğunu göstermektedir. “Kaldı ki, tüketicinin bedel ödeyerek satın aldığı bir mal ve hizmetin ölçülmesi için de ayrıca bedel ödenmesinin mantığını anlamak mümkün değildir. Dağıtım sistemine sunularak tahakkuku yapılan elektrik enerjisi miktarının 2009 yılı verilerine göre 135 milyar kWh, güncel tarifede de PSH (Sayaç okuma) bedelinin 0,104 KRş/kWh olduğu göz önüne alınarak yapılan hesaplamada; tüketiciler, sayaçlarının okunması için dağıtım şirketlerine yıllık olarak yaklaşık 140 milyon TL ödemektedirler.” 2- Elektrik Enerjisi Hizmet Bedelleri Evlerine, işyerlerine elektrik bağlatmak için yeni abone olan tüketicilerden dağıtım şirketleri; bağlantı, kesme/bağlama ve güvence bedeli adı altında ücretler almaktadırlar. Ve bu bedeller her yılın son aylarında EPDK tarafından belirlenmektedir. “a) Bağlantı Bedeli: Tüketicinin dağıtım sistemine ilk bağlantı aşamasında bir defaya mahsus olmak üzere tahsil edilen bedeldir. 2005 yılına kadar her abone için güç (kWh) hesabıyla tahsil edilen bu bedel 2006 yılından sonra bağlantı başına alınan sabit bir bedel olarak tarifelendirilmiştir.” 2006-2011 yılları arasındaki bağlantı bedelleri yıllık artış oranları ile aynı yıllar arasındaki enflasyon oranları karşılaştırıldığında, bağlantı bedellerinin 2006’ya göre % 131,53 oranında arttığını görüyoruz. Aynı yıllardaki resmi enflasyon artış oranı ise % 67,97 olmuştur. Yani bağlantı bedeli artış oranı enflasyon oranının iki katıdır. Bu da dağıtım şirketlerinin yıllık olarak fazladan milyonlarca lira kâr ettiklerini göstermektedir. Her yıl yaklaşık 1-1,2 milyon yeni abone olduğu göz önüne alındığında bu yıllık olarak fazladan 29 milyon TL’nin dağıtım şirketleri tarafından iç edilmesi, haksız kazanç elde edilmesi demektir. b) Kesme-Bağlama Bedeli: Abonelerin çeşitli (parasızlık, geç kalma vb. gibi) nedenlerle elektriğinin kesilmesi ve tekrar Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 bağlanması sonucu alınan bedeldir. 2005 yılında 6,65 TL olan kesme/bağlama bedeli, yıllar içinde artırılarak gelinmiş, 2011 yılında ise bir seferde yapılan % 57,7’lik artışla 15,3 TL’ye çıkarılmıştır. 2011 yılı için yapılan artış sonucunda tüketiciler üzerinden dağıtım şirketlerinin kasasına fazladan aktarılacak kaynağın da yıllık olarak yaklaşık 25-27 milyon TL olacağı hesaplanmaktadır. Bu konuda geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir haber yukarıda söylediklerimizin somut kanıtıdır: “3 ABONEDEN 1’İ GECİKTİRİYOR “Vatandaş, mevcut uygulamada doğalgaz faturasını ödeyemediğinde yaklaşık 30 lira, elektrikte 20, suda 30, telefonda 40, internette 20 lira açma parası ödemek durumunda kalıyor. (...) “Bu kapsamda hazırlanan Abonelik Sözleşmeleri Yönetmeliği ile yeni yıldan itibaren şirketlerin bu keyfi uygulamaları sona erecek. Yönetmelikle birlikte dağıtım şirketleri, tahsilât yapan şirketler tüketiciden faturası dışında herhangi bir bedel isteyemeyecek. “Buna göre, 1 aylık gecikmenin ardından kesme ihbarı yapıp, hemen ardından şalteri indiren firmalar, bu işlem için para talep edemeyecek. Yapılan incelemelere göre, elektrikte 4 aboneden 1’i, doğalgazda 3 aboneden 1’i, suda her 5 aboneden 1’i faturasını geciktiriyor.” Gördüğümüz gibi Açma/Kapama bedeli adı altında bizlerden alınan-çalınan para böylesine büyük oranlara ulaşmaktadır. Ve dağıtım şirketlerinin haksız, hukuksuz yere çok büyük oranlarda kâr etmelerine neden olmaktadır. Yönetmelik değiştirilecek, bu soyguna son verilecekmiş. Şimdiye kadar neredeydiniz? Vurgunu vuran vurdu şimdiye kadar değil mi? Bir de umarız, “miş” olarak kalmaz. Hayata geçer. Haa dağıtım şirketlerinde oyun biter mi? Bitmez tabiî... Onlar yeni vurgun ka- H almayan ancak 2014 Aralık ayı faturasında görülen kalemler de var dağıtım şirketlerinin para aldığı. Bunlar: d) İletim Sistemi Kullanım Bedeli, e) Dağıtım Bedelidir. Bunlar da haksız olarak alınan paralardır. Bir de: f) Enerji Fonu g) TRT Payı adıyla para tahsil edilmektedir dağıtım şirketlerince. 3- Elektrik Dağıtım Tesisi Yatırımları “Elektrik dağıtım tesislerinin tüketicilere ihtiyaç duydukları elektrik enerjisini kaliteli ve sürekli olarak sunacak kapasiteye sahip olarak iyileş- Vakfı, Özkevser Vakfı, Reyhan Kültür Vakfı, Safa Vakfı, Sıcak Yuva Vakfı, Suffa Vakfı, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, Türkiye Gençlik Vakfı, Ümmet Vakfı, Bilim ve Sanat Vakfı, Dayanışma Vakfı, Erzurum Kültür ve Eğitim Vakfı, Florya Hizmet-İlim-Aile Kültür ve Çevre Koruma Vakfı, Fetih İlim Araştırma Vakfı, Sami Efendi Vakfı ve Bilal oğlan’ın Türkiye Gençlik ve Eğitim Vakfı vb... Yani Türkiye bir Vakıf cenneti olmuş. Ve “Yeni Türkiye”, “Vakıflar Türkiyesi” olmuş. Ve o “Vakıf”lar da Ortaçağcı gerici güçler ve Tayyipgiller’den... Tayyipgiler “Vakıf”ları neden seviyorlar? Neden bu kadar çok “Vakıf” kuruyorlar? Bunun kökleri tâ Osmanlı’ya hatta daha öncesine gidiyor. Bildiğimiz gibi Osmanlı’nın başlangıçtaki, ilk kuruluş yıllarındaki, İlkel Sosyalist Toplum geleneklerinin capcanlı bir biçimde yaşadığı dönemdeki toprak düzeni, Mirî Toprak düzenidir. Toprağın “Beytülmalilmüslimin (Bütün kiyesi ilk günlerinde Kadîm çağların en çiçeklenmiş, en adaletli, en insancıl düzenlerinden birini yaşadı. “Gel zaman git zaman ilk idealist Osmanlı İLP’leri (Gazileri: Şövalyeleri) ele geçen Osmanlı topraklarında yerleşip oturaklaşınca, açılan ticaret yolları üzerinde bezirgânlık ve tefecilik alabildiğine gelişti. “Gittikçe daha zengin Parababası kesilen Tefeci-Bezirgânlar, başta Padişah gelmek üzere bütün Gazileri savaş yapacaklarına keyif çatmaya, “bina ve zina” yapmaya, borçlanmaya alıştırdılar. Borcun altından kalkamayan devlet, en sonunda Müslümanlar Hazinesi adına kontrol ettiği toprakları Parababası Tefeci-Bezirgânlara teslim etti. Bu şeriata yani Allah’ın emrine aykırı olarak, dinsizce yapılan millet topraklarını kişilere aşırma usûlüne “MUKATAA: KESİM” Düzeni dediler. Kesim toprakları (hiçbir zaman hiç kimseye mülk olarak verilemediği halde, bunu herkesten önce Allah yasak ettiği halde) “MALiKANE” diye ömür boyu kesimcilere sözde “kiralandı”. Gerçekte ufak bir “muaccele” (acele getirilmiş) adlı para karşılığı olarak bedavadan ucuza satıldı. Müslümanların Ortak Malı) sayıldığı, bugünkü söyleyişle “Kamu Malı” sayıldığı bu toprak düzeninin yıkılıp yerine toprağın özel mülkiyetinin geçirildiği, toprağın kamu malı olmaktan çıkartıldığı düzen ise Kesim Düzenidir. Mirî Toprak Düzeninden Kesim Düzenine geçişte (toprağın kamu malı olmaktan çıkarılıp özel mülkiyet haline getirilmesinde) kullanılan araçlardan belki de en önemlilerinden birisi olmuştur “Vakıf”lar. Hikmet Kıvılcımlı bu olayı capcanlı bir biçimde bize şöylece özetleyiverir: “İşte Osmanlılığın gençlik çağı ve ilericiliği dediğimiz şey budur. Böyle köklü bir toprak devrimi yapan Osmanlı Tür- “Allah’ı aldatmak, Mirî toprağı yani milletin, şeriatın toprağını kişilere aktarmak Müslüman dinine aykırı bir zındıklıktı. Onu yapanların katledilmeleri vacipti. Ama yapanlar Tefeci-Bezirgânlarla paşalar ve beyler, hocalar ve efendiler idi. Bu üst tabakanın taş elinde koz elindeydi. Aralarında anlaşınca “işi kitabına uyduruverdiler”. Hâşâ, dediler, hiç Müslüman Malevinin toprakları kişilere mülk olarak satılır mı? Bunu yapamayız. Satış yapmıyor, bedeli kısmen peşin alınmış “kiralama” yapıyoruz. “Mukaata” yoluyla hazineye para sağlıyoruz, yahut “VAKIF” adıyla toprakları Allah’a adıyoruz. Bunu söylemekle Allah’ı Milli irade(!) ürriyet Gazetesi’nin 25 Aralık tarihli sayısının 9’uncu sayfasında “YENİ TÜRKİYE YOLUNDA ŞİMDİ YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM” üst başlıklı tam sayfa bir ilan vardı. İlanın alt başlığı ise: “17-25 Aralık, Türkiye’nin demokrasi tarihine kara bir leke olarak kazındı.” şeklindeydi. 2 paragraflık sözde Cemaat eleştirisi üzerinden (sonuçça) hırsızlık, vurgun savunusu ve sözde masum insanlara sahip çıkma gözyaşlarından sonra: “Biz aşağıda imzası olanlar; vesayete, karanlık suç örgütlenmelerine, tüm darbe girişimlerine karşı yapılan kararlı mücadeleyi bugün de gönülden destekliyoruz. YENİ TÜRKİYE yolunda üzerimize düşen sorumlulukların farkındayız. İyiliğin ve hayrın tavsiyesi ve yayılması için, hakkın ve hukukun korunması için, adaletin şaşmaz ilke olduğu, müreffeh ve lider bir ülke için çalışıyoruz. “YENİ TÜRKİYE yolunda bu toprağın çocuklarına ve dünyadaki mazlumlara söylenecek her güzel şeyin yanındayız. Bu konuda sorumluluğu olup fedakarca çalışan herkese sonsuz şükranlarımızı sunuyor, bu yolculukta aklı ve vicdanı olan herkesin yanımızda yer almasını temenni ediyoruz. Saygılarımızla... MİLLİ İRADE PLATFORMU” denilerek ilan metni bitiyor. Metnin altında ilana katılan kurumların adları-amblemleri var. Toplam imzacı kurum sayısı 141. Yani Tayyipgiller’den olan kurumlar bir ilan vermişler ve Tayyip ve Tayyipgiller’e sahip çıkıyorlar, Cemaate bindiriyorlar. Ancak imzacıların isimlerine bakınca dikkatimizi çeken şey şu oldu: Bu imzacı kurumların çok büyük çoğunluğu “Vakıf”. Kaç tanesi? Tam 63 tanesi... AKABE Kültür ve Eğitim Vakfı, Artvinliler Vakfı, Beyoğlu Eğitim ve Kültür Vakfı, Birlik Vakfı, Davet ve Kardeşlik Vakfı, Ensar Vakfı, Farukiye Vakfı, Girişimci İşadamları Vakfı, Hicret Vakfı, İhlas Vakfı, İlim Yayma Vakfı, İnsan Vakfı, İHH İnsani Yardım Vakfı, İmdat Vakfı, İrfan Eğitim ve Kültür Vakfı, İslami İlimler Araştırma Vakfı, İstanbul Vefa Vakfı, Kemal Efendi Vakfı, Klasik Türk Sanatları Vakfı, Mavera Eğitim ve Sağlık Vakfı, Mevlana Çelebi Vakfı, Muradiye Kültür lemleri üreteceklerdir en kısa sürede. 5-10 yılda onlardan vurgun vururlar kârlarının eksilmesine fırsat vermezler. c) Güvence Bedeli: Kullanım yerinin değişmesi ve/veya perakende satış sözleşmesinin sona ermesi veya sözleşmenin feshi halinde, müşterinin elektrik enerjisi tüketim bedelini ödememesi ihtimaline karşılık olarak, borcuna mahsup etmek üzere güç üzerinden alınan bir bedeldir.” Sadece 2011 yılını baz alsak; enflasyon oranı % 5,50 iken güvence bedeli artış oranı % 27,10 olmuştur. Yani dağıtım şirketleri bu kalemden de milyon TL’lik kârlar elde etmektedirler. Olgun Sakarya’nın araştırmasında yer tirilmesi, genişletilmesi ve yenilenmesi gerekmektedir. Bu nedenledir ki, yapılacak yatırımlar doğru planlanmalı ve doğru zamanda yapılmalıdır. Yapılacak yatırımların; arz güvenliği sıkıntısı yaratmayacak kadar erken, kaynak israfı yaratmayacak kadar da geç yapılması esastır.” Oysa yaşanan sürece baktığımızda, bu ilke göz ardı edilmiş ve dağıtım şirketleri yeni yatırımlar yaptıklarını-yapacaklarını beyan ederek bu maliyeti de tüketicilere yani bizlere fatura etmişlerdir. Gerçekleştirilen yatırımlar ne kadar ihtiyaca binaen yapılmıştır bir soru olarak ortada durmaktadır. Ki bunun gerekli olmadığını Maliye Bakanı Mehmet Şimşek dağıtım bölgelerinin birinin özel sektöre devri için düzenlenen törende yaptığı konuşmada “İngiltere ve İtalya’da yapılan bu tür özelleştirmelerden sonra elektrik kesintilerinin yüzde 40 azaldığını, yatırım ihtiyacının da yine yüzde 40’lar seviyesinde düşüş meydana geldiğini” söyleyerek itiraf etmiş olmaktadır. Bizde yatırımlar azalmamış aksine azaltılmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın, bir kez daha tekrarlayalım, zorunlu yatırımlar elbette yapılmalıdır. Hem de en yeni teknolojiler kullanılarak. Ama gereksiz, verimsiz, eski teknolojiler kullanılarak şişirme yatırımlar yaparak değil... 4- Elektrik Dağıtım Tesislerinde Periyodik Bakımlar “Elektrik dağıtım tesislerinin (varlıklarının) verimli işletilmesinin en önemli ayağını periyodik bakımlar oluşturmaktadır. Periyodik bakımların zamanında, ehil kişiler tarafından ve tekniğine uygun olarak yapılması, arz oluşumuna karşı önemli kazanımlar sağlamakta ve dağıtım şebekesinin ekonomik ömrünü uzatarak gereksiz yatırımların da bir aldattıklarına inandılar. “Bildiğimiz gibi, gerek “Malikâneler”, gerek “Vakıflar”, gerekse ona benzer toprak ve mülk tahsisleri, tefvizleri Müslümanların Malevinden aşırıldılar. O büyük çiftlikler ilkin mukataacıya “kaydı hayatla” (yaşadığı sürece) bağışlandı. Sonra, bir daha arayan soran bulunmadı. Çünkü arayacak olanların kendileri artık Türk, Müslüman din yahut dünya derebeyleri olmuşlardı. Kendi kendilerini Tanrı mahkemesine verip dava açamazlardı ya... İş “ruz’u mahşer”e (kıyamet gününe) kaldı. “Balık baştan kokmuştu. Alttaki ufak ekinci çalışan köylüler alın terleriyle bayındırlaştırdıkları topraklarda köle durumuna düştüler. Koca Osmanlı toprakları malikâne, vakıf vb. adlarıyla, babalarından miras kalmışça, derebeyleşmiş sınıfın eline geçti. Çapulculuk üstün geldi.” (Hikmet Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, Derleniş Yayınları, Dördüncü Baskı, 2011, s. 65-66) İşte toprağın ve toprağın üstündeki binaların özel mülkiyet durumuna getirilmesinin aracı olan Vakıflar bugün de aynı işlevi yerine getiriyor. Bu olgunun, bu gerçeğin en son, en canlı örneği Tayyip’in Bilal oğlanının vakfı “Türkiye Gençlik ve Eğitim Vakfı (TÜRGEV)’e çekilen kıyaklardır. TÜRGEV’e devlet hem arsa, hem binalar (hem de ne binalar) vermektedir hemen hemen her şehirde, ilçede. Üstelik de beş kuruş para almaksızın... Partimiz HKP, Konya’da TÜRGEV’e peşkeş çekilen, bedava verilen yüzlerce odalı Kamu Yurdunun verilişine itiraz etmiş ve en azından Konya’da, bir müddetliğine de olsa, çok az bir para bile olsa para ödemesini sağlamıştır hatırlayacağımız gibi açtığı davalar sonucunda. TÜRGEV medyaya yansıyan örneklerden sadece bir tanesi ve çok küçük bir örneğidir. Medyada sık sık, vakıflara bedava verilen arsaların, binaların haberlerini okumaktayız. Ve bu oranlar çok büyüktür. Aşağı yukarı, nerede bir vakıf varsa orada mutlaka bir Kamu Malı (toprak, bina, para, bedava elektrik, su, doğalgaz vb.) aşırıcılığı vardır. İşte bu yüzden Tayyipgiller ve ortakları vakıfları sevmekte, vakıflar kurmaktadırlar. Yani yukarıda da saydığımız gibi vakıfları- anlamda önüne geçilmektedir.” Yine EMO, dağıtım şirketlerinin ilan ederek yapmış olduğu programlı elektrik kesintilerini yaklaşık 2 yıllık bir sürede günlük olarak izlemiş ve yapılan bakım ve onarımlar için ne kadar kesinti yapıldığını tespit etmiştir. Yapılan izleme sonucu, “bazı yerleşim yerlerindeki periyodik bakım onarım çalışmalarının çok yetersiz kaldığını, buna karşılık yeni tesis yatırımı için elektrik kesintilerine gidildiği” saptanmıştır. Sonuç Olarak Yukarıda yazdıklarımızın toplamından bakacak olursak araştırmamızın, incelememizin bu bölümünde şu sonuçlara ulaştığımızı görüyoruz. Özelleştirmenin amacı olarak kamuoyuna pompalanan ucuzluk, verimlilik, süreklilik vb.lerinin tamamen yalan ve özelleştirmeyi meşrulaştırmak için halkı kandırmaya, aldatmaya yönelik açıklamalar olduğu ortaya çıkmıştır. Ne ucuzluk sağlanmış (aksine her kalemde pahalanmış), ne verimlilik sağlanmış, ne kalite sağlanmıştır. İş güvencesi tamamen ortadan kalkmıştır. Yani, elektrikte özelleştirme, kamunun bu işi başaramadığını söyleyerek kitleleri özel sektöre yöneltme çabalarına, verimli, ucuz enerji sağlanacağı yalanlarına karşılık tam aksi sonuçları doğurmuştur. Özelleştirme sonucu bir yandan stratejik öneme sahip elektrik enerjisi alanı yerli-yabancı Parababalarına aktarılmış, diğer yandan üretim ve dağıtımı ele geçiren özel sektör şirketleri vasıflı, kalifiye, sendikalı uzman personeli ya işten çıkarmış ya da sendikaları etkisiz hale getirerek, işçi çıkarmayla tehdit ederek ücretlerini düşürmüştür. Ve bu personelin yerine de vasıfsız, uzman olmayan ve asgari ücretle çalışan, sendikasız işçiler almıştır. Taşeronlaştırma uygulaması hızla çoğaltılmıştır. Yani özelleştirme her açıdan halkımızın, İşçi Sınıfımızın zararına olmuştur. Ne elektriğe ödediğimiz ücretler düşmüş ne de verimli bir sektör olmuştur. Gelecek sayıda: Perakende satış ve yeni vurgun alanı nın sayısının çok olmasının Tarihi kökleri burada yatmaktadır. Bir de bunların görünürde adları “Vakıf” ama gerçekte her biri “Tarikat”. Ve bildiğimiz gibi her bir tarikatın şeyhleri var. Ve o şeyhlerin masum kadınları (hatta erkekleri) kandırarak yaptıkları ahlâksızlıklar var. Bunları (tarikatları, cemaatleri, şeyhleri) saymaya kalksak sayfalar yetmez. Nereden nereye... Mustafa Kemal bundan yaklaşık 85-90 yıl önce: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” “Bir takım şeyhlerin, dedelerin, sey- yitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir millet nazariyle bakılabilir mi?” diyordu. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki anlayışı buydu Kuvayimilliyeci atalarımızın. Ama ne yazık ki gördüğümüz gibi, Türkiye Vakıflar, Şeyhler, Dervişler, Müritler ve Mensuplar Türkiyesi’ne dönüşmüş-dönüştürülmüş durumda. Kim tarafından? ABD Emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri Ortaçağcı gericiler, Tayyipgiller-Fethullahçılar ve bilumum tarikatlar, cemaatlar tarafından. “Yeşil Kuşak Projesi” işte tam da bu Türkiye’yi amaçlıyordu. Hedefi buydu. Ve yine ne yazık ki amaçlarına, hedeflerine şimdilik ulaştılar. Ama şimdilik! Er ya da geç ama mutlaka Türkiye’de Demokratik Halk İktidarı kurulacak ve o iktidarda bilim egemen olacak. Mustafa Kemal’in ideali gerçekleşecek; Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olmaktan sonsuza dek kurtulacak. Ülkemizde Aydın Gençliğin temsilcisi, Konyalı genç Mehmet Emin’ler olduktan sonra bu bir hayal değil...❑ 5 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Watson Nobel Madalyasını Neden Sattı? Yine at izini it izine Kapitalizm Her Şeyi Metalaştırıyor! Doğan Yücel Watson, bugün artık yaşamının sonlarına gelmiş, 86 yaşında birisi. Ödül madalyasını neden satılığa çıkardığı konusunda gerekçe olarak “paraya ihtiyacı olduğunu, ödülün bir bölümünü üniversitelere bağışlayacağını ve David Hockney adlı ressamın resimlerini alacağını” gösteriyor. Sağken Nobel madalyasını satan ilk bilimci Watson. Y akın zamanda ölüm yıldönümü nedeniyle andığımız ünlü ozanımız Neşet Ertaş, bir türküsünde şöyle der: İnsan doğan gene insan ölseydi Belki de dünyada hayvan kalmazdı Geçtiğimiz hafta basından Nobel Ödülü sahibi James Watson’ın, ödül olarak kendisine verilen altın madalyayı, Nobel Ödülü töreninde yaptığı konuşma- madalyasını neden satılığa çıkardığı konusunda gerekçe olarak “paraya ihtiyacı olduğunu, ödülün bir bölümünü üniversitelere bağışlayacağını ve David Hockney adlı ressamın resimlerini alacağını” gösteriyor. Sağken Nobel madalyasını satan ilk bilimci Watson. DNA yapısını keşfeden Nobel ödüllü bilimcilerden Francis Crick’in madalyası da 2004’te ölümünden sonra satılığa James Watson nın notlarını ve elyazmasını satılığa çıkardığını öğrendik. Ve madalya, hemen, bir hafta içinde, beklentinin üzerinde “iyi bir paraya”, 4.1 milyon dolara satıldı. James Watson, 1953’te DNA’nın yapısını bulan üç bilimciden birisi. (Diğerleri Francis Crick ve Maurice Wilkins. Aslında bu keşifte çok önemli katkı sağlayan Rosalind Franklin’i de saymak gerek.) Bu bilimcilerden Watson, Crick ve Wilkins, 1962’de, DNA yapısını oluşturan “nükleik asitlerin moleküler yapısını ve canlı materyalde bilgi transferinin önemini keşfetmeleri” nedeniyle Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü ile ödüllendirildiler. Bu keşif, bilim tarihinde dönüm noktalarından birisidir. Yirminci Yüzyılın belki de en önemli keşfidir, denebilir. Bugün yaşadığımız ve gördüğümüz, birbiriyle ilişkili üç büyük teknolojik gelişmenin (iletişim-bilişim - moleküler biyoloji) birisidir ve insan sağlığı ile doğrudan ilişkisi nedeniyle en önemlisidir. Watson, bugün artık yaşamının sonlarına gelmiş, 86 yaşında birisi. Ödül çıkarılmış ve geçen yıl 2.27 milyon dolara, yenileyici tıp alanında faaliyet gösteren Çinli bir girişimci tarafından satın alınmıştı. Watson’ın madalyasını alansa henüz bilinmiyor. Ama büyük olasılıkla ticari dürtülerle alındı ve bu amaçla kullanılacak. Kapitalist düzen böyledir. Her şeyi, ödülleri bile metalaştırır. Para (veya sermaye diyebiliriz) başlıca çekim gücü haline gelir kapitalist sistemde. İnsan yaşamı para çevresinde döner, insan düşüncesi paraya odaklanır. Bilimciler de paranın bu çekim gücüne kaptırırlar kendilerini. Watson’ın durumu da bundan ibarettir. Watson, vaktiyle emperyalist-kapitalist sistemin kirliliklerine karşı mücadele etmiş birisi aslında. ABD’nin Vietnam Savaşı’nda gösterdiği vahşete karşı çıkan, savaşın sonlandırılması için ABD askerlerinin Vietnam’dan çekilmesini isteyen az sayıdaki bilimciden birisi. Gene radyaoktif kirliliğin önlenmesi için, Hiroşima saldırısının 30’uncu yıldönümünde (1975), nükleer enerjiye karşı çıkan bilimadamları arasında yer alıyor. Ne var ki, 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan gerici süreç Watson’ı da etkilemiş olsa gerek ki, 2007’de “Artık solu bıraktım. Çünkü genetiğe değer vermiyorlar. Çünkü genetiğe göre, yaşamdaki başarısızlıklarımızın nedeni kötü genlere sahip olmamızdır. Sol ise yaşamdaki başarısızlıkları bozuk düzene bağlar”, diyor. Böylece düzenin pisliklerini veya toplumsal adaletsizlikleri genetik yapıya bağlıyor. Bu gerici yaklaşıma Sosyal Darvinizm diyebiliriz ancak. Watson, aynı yıl, bu gerici yaklaşımını daha da geliştirerek ırkçılığa vardırır. Londra’da yayımlanan Sunday Times adlı gazeteye verdiği bir söyleşide şunları söyler: “Afrika’nın geleceği konusunda doğal olarak kötümserim. Çünkü bizim tüm sosyal politikamız Afrikalıların zekalarının bizimkiyle aynı olduğuna dayanıyor. Oysa tüm testler bunun gerçek olmadığını söylüyor.” Watson bu yaklaşımını “Bazıları, tüm insanlar eşit zekayla doğar düşüncesindeyse de, siyahi işçilerle çalışanlar bunun doğru olmadığını görür”, diyerek açıktan ırkçılık yapar. Watson’ın saçmalamaları bu kadarla da kalmaz. Güneşe daha fazla maruz kalanlarda veya siyahilerde cinsel dürtülerin (libido) daha yüksek olduğunu, şişman biriyle karşılaşıldığında insanın kendini kötü hissedeceğini, bilimde kadınlarla çalışmanın erkekler için eğlenceli olduğunu ama aynı ölçüde verimli olmadığını belirtir. Bütün bunlar Watson’ın ırkçı sözlerinin pek de dil sürçmesi olmadığını göstermektedir. Pozitif bilim alanında Nobel almış bir bilimcinin, özellikle de genetik biliminin temelini oluşturan DNA’nın yapısını keşfeden bir bilimcinin, bu yaklaşımını görmek gerçekten çok üzücü. (Ödülün satış işlemlerinin ABD’de tam da siyahlara saldırıların arttığı ve buna karşı şiddetli gösterilerin yapıldığı bir zamana denk gelmesi de ilginç.) Oysa, toplumsal sorunların nedeni genetik yapımız değildir. Düzenin ekonomik altyapısıdır. Bu düzenin üstyapıdaki (eğitim, kültür, hukuk, sağlık, refah durumu, bilim) hep bu altyapının yansımasıdır. Emperyalist-kapitalist sistem, dünya halklarını kandırmak için, ne yazık ki, genetik bilimini de kullanıyor. Ve ne yazık ki, Watson da bu kandırmacaya alet oluyor. Kaçınılmaz olarak gerici gidişten bilim ve bilimadamları da nasibini alıyor. Bilim genel olarak hep ileri gitse de, zaman zaman gericileşebiliyor da… Tıpkı Watson’ın 1967’de yayımladığı “İkili Sarmal” adlı kitabın önsözünde yazdıkları gibi: “… Bilim, dışarıdan insanların sandığı şekilde doğrudan, mantıklı bir şekilde ilerlemez. Tam tersine, bilimin ileriye (bazen de geriye) doğru olan adımları çoğunlukla kişiliklerin ve kültürel geleneklerin büyük rol oynadığı son derece insani olaylardır.” (James D. Watson, İkili Sarmal, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 1994) Watson’ın göremediği, her şeyi paraya “tahvil eden” kapitalizmin, insanları bireyciliğe çektiği, insancıl değerleri törpülediği, manevi değerleri bile yozlaştırabildiğidir. Sonuçta bilim de bu rüzgârdan etkileniyor! (26.12.2014 tarihli Cumhuriyet Bilim ve Teknik Eki’nden alınmıştır.) karıştırıyorlar G eçtiğimiz günlerde Yargıdaki F Tipi savcıların dördü HSYK tarafından görevden uzaklaştırıldı. Bunların arasında en bilineni; masumiyet karinesi, savunma hakkı gibi burjuva hukukunun en temel kurallarını hiçe sayıp, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak yürüttükleri Ergenekon, Balyoz, OdaTv gibi operasyonların baş aktörü Zekeriya Öz. Diğerleri de bu operasyonlara farklı zamanlarda dahil olanlar… Elbette bu savcılar bu davalarda büyük suçlar işlemişlerdir. Ancak görevden uzaklaştırma gerekçelerine baktığımızda, yukarıda belirtilen davalardaki suçlarına rastlayamıyoruz. Örneğin, Zekeriya Öz; “çok sayıda usulsüz eylem, Ali Ağaoğlu’nun parasıyla Dubai’de tatil yapmak, 17 Aralık operasyonu sonrasında Emniyet’e gelip polisleri tehdit etmek, Twitter’da siyasi mesaj atmak, Tayyip Erdoğan’a hakaret etmek”, Celal Kara; “17 Aralık’ta gözaltına alınanlara savunma hakkı vermemek”, Mehmet Yüzgeç; “somut bilgi ve bel- Zekeriya Öz ge olmadan gözaltı işlemi yapmak, mal varlıklarına el koymak”, Muammer Akkaş; “25 Aralık soruşturması sonrasında Adliye önünde bildiri dağıtmak” gibi gerekçelerle açığa alınmışlardır. Yani savcıların açığa alınmaları kararının tamamen 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarındaki işlemleri nedeniyle alındığını görmekteyiz. İyi de bu adamların yukarıda belirttiğimiz CIA operasyonlarındaki suçları ne olacak? Çok kısa birkaç örnek verirsek; Gönderecekleri bir çağrı kâğıdı ile pekala ifade vermeye gelecek olan, 70-75 yaşındaki insanları gece yarılarında evlerine baskın yaparak gözaltına aldıran, saatlerce sandalye üzerinde uykusuz bırakan bunlar değil miydi? Türkan Saylan gibi, iyilik meleği bir biliminsanının ölümcül bir hastalıkla mücadele ettiğini bile bile evine baskın yapıp arama-tarama yapanlar bunlar değil miydi? Operasyonların biri bitip diğerinin başladığı günlerde, daha başka kimlerin gözaltına alınacağını, gözaltına alınanlardan kimin tutuklanıp kimin serbest bırakılacağını yandaşları olan Pensilvanyalı İblisin Turhan Çolakkadı yayın organlarına servis edenler bunlar değil miydi? Bizzat uydurdukları sahte delillerle yürüttükleri yargılamalarda onlarca-yüzlerce insana, ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet hapisten tutun da onlarca yılı bulan cezaları veren/verdiren bunlar değil miydi? Daha onlarcasını sayabileceğimiz bu suçlarından hiçbirisi soruşturma kapsamında bulunmamaktadır. İşte tam da burada at izi it izine karıştırılmakta… Savcıların, haklarında yürütülen soruşturma süresince görevden uzaklaştırılmaları, soruşturma sonunda idari ve adli yönden yargılanacak olmaları, Ergenekon, Balyoz, OdaTv vb. davalardaki mağdur kitlesini, hatta bazı avukatlarını memnun etmektedir. Bu kitle içindeki İP’lileri ayrı tutmalıyız. Zira bu ekip, baştan itibaren “yolsuzluklar ikinci plandadır” diyerek 17-25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonuna karşı çıkmışlar, Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İblis arasındaki post kavgasında kayıtsız şartsız Tayyipgiller’den yana tutum almışlardır. Yayım hayatına başladığı ilk günden itibaren ve özellikle de Ergenekon operasyonları sürecinde ağzından salyalar akarak İlericilere, Demokratlara, Laiklere, Mustafa Kemalcilere saldıran Akit Gazetesi’ne demeçler vererek; “Cemaate karşı T. Erdoğan’la işbirliği yapabiliriz” diye mesaj göndermişlerdir. Nitekim Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonlarının birinci yıldönümü olan geçtiğimiz 17-25 Aralık’ta da konuyu görmeyerek, sanki Ergenekon savcılarından intikam alınıyormuş, HSYK demokrat, laik bir yapıya kavuşturulmuş gibi yayınlar yaparak her zamanki hainane görevlerini yerine getirmişlerdir. Son yıllarda yönünü iyice Ortaçağcı şeriatçılara, cemaatlere, AB-D’nin kayıtsız şartsız uşaklarına çeviren Yeni CHP’nin Sorosçu yönetimi de Tayyipgiller’le F Tipi Cemaat arasındaki bu iktidar kavgasında, kayıtsız şartsız Pensilvanyalının yanında yer aldı. Sözde savcıları “kahraman” ilan ettiler. Bir de bizzat bu Pensilvanyalı Ortaçağcıların yayın organları var.. Bunlar da hızlarını alamayarak, savcıları görevden uzaklaştırmanın “yeniden örgütlenmeye başlayan derin yapıların Ergenekon’un intikamını alma girişimi” olduğunu yazmaktalar. İyi de yukarıda da belirttiğimiz gibi, savcılar hakkındaki iddiaların hiçbirinde Ergenekon sürecinde yaptıkları hukuksuzluklar, işledikleri suçlar bulunmamaktadır ki… Tıpkı Ergenekon operasyonlarına; Veli Küçük, İbrahim Şahin gibi gerçek Kontrgerilla elemanlarını buradaki suçlarından değil de AKP’ye karşı düzenlenen bir iki toplantı ve mitinge katılmalarından dolayı dahil ederek kafa bulanıklığı yarattıkları gibi... Böylece hem bu katillerin gerçek suçlarının unutulmasını sağlamış oldular hem de bu isimleri gören birçok ilerici kesimin bu CIA Operasyonuna desteğini kazanmış oldular. Savcılar olayında da, Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İblis arasında kıyasıya yürütülen post kapma, iktidar nimetlerinden yararlanma, kamu mallarını aşırma savaşında, taraflar birbirine acımamaktadır. Ergenekon sürecinde bu operasyonların planlayıcısı CIA ve uygulayıcısı Tayyipgiller’in iktidar gücünü arkalarına alarak tetikçilik yapan bu savcılar, Tayyipgiller’in hukuk bürosuna dönüştürülen yargı içinde “özel yetkiler”le donatılmış “seçkin” insanlar değil miydi? Bu nedenle de bizzat Tayyip’in zırhlı aracını vererek ödüllendirdiği, AB-D Emperyalistleri tarafından da “orduyu etkisizleştiren, sivil siyasetin önünü açan cesur savcılar” diye sırtları sıvazlanan bunlar değil miydi? Evet bunlardı… Ama ortaklık bozulunca taraflar, birbirinin yıllardır bildiği kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye ve rakibine öldürücü darbeler vurmaya başladı. Başka bir ifade ile AKP’lilerin rüşvet ve yolsuzluk batağına saplandıkları sadece 17-25 Aralık Operasyonu ile mi ortaya çıktı? Ya da bu yolsuzlukları İblisin yargı içindeki elemanları bilmiyor muydu? Tabiî ki biliyorlardı. Uygun zamanı kollayarak, sürekli olarak yeni yeni delil biriktirdikleri de görülmüş oldu. Öyleyse bu savcıların; Ergenekon sürecindeki suçlarına ek olarak bir de TCK’nin 283. Maddesinde öngörülen “Suçluyu Kayırma” suçundan da “9 aydan 7,5 yıla kadar hapis cezası” istemi ile yargılanmaları gerekmektedir. Sonuç olarak; Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İblis arasındaki bu kavgada taraflardan birinden yana olmak bilerek ya da bilmeyerek rüşvete, yolsuzluğa, hırsızlığa, tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenmesine yandaş olmaktır. Çünkü her iki taraf da bu suçların failleridir. Her ikisinden de hesap sorulmalıdır. Bunların birbirlerinden gerçek anlamda bir hesap sorması beklenemez. Çünkü ne Tayyipgiller “demokrasi kahramanı”dır ne de İblisin adamları “halkın, cumhuriyetin savcıları”dır... Demokratik Halk İktidarında her ikisinden de bütün suçlarının hesabı sorulacaktır.❑ 6 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 HKP, sefalet ücretine karşı alanlarda Ankara 30 Aralık günü 2015 yılı Asgari Ücreti belirleme toplantısını protesto etmek amacıyla Çalışma Bakanlığı önündeydik. Çankaya İlçe Başkanımız Bayram Karkın’ın okuduğu basın açıklamasında, Asgari Ücretin sefalet ücreti olduğunu haykırdık. “İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme Son”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, Zam Zulüm İşkence Halk Düşmanı AKP” sloganlarımız, “Sizin Fıtratınızda İşçiye Kadeh Kadar Değer Vermemek Var”, “Sizin Zenginliğiniz İşçiden Çaldıklarınızdır”, “Sefalet Ücretine HAYIR” dövizlerimiz ve Parti Bayraklarımız eşliğinde; AB-D Emperyalistlerinin, onların örgütleri Dünya Bankası, IMF’nin, Parababalarının, Ortaçağcı Tayyipgiller’in İşçi Sınıfımıza, Halklarımıza hiçbir hak vermeyeceğini, bunun onların fıtratına uymadığını, onların kene gibi emekçilerin kanlarını emerek semirdiğini haykırdık. Emekçi düşmanlarından derleşik Asgari Ücret Tespit Komisyonundan İşçi Sınıfımızın yararına hiçbir şey çıkmaz. Bunlara umut bağlanamaz. Bunlar Devletin kendi kurumlarının açıkladığı rakamları bile İşçi Sınıfımıza çok görürler. Emekçilere reva görülen asgari ücret, bunların her birinin bir günlük eğlencesini, yemesini içmesini bile karşılamaz. Bunların zenginliği halkımızdan çaldıklarıdır. Bunlar İşçi Sınıfımızdan çaldıklarıyla alırlar zırhlanmış milyonluk arabaları. Çalınan paralarla yapılır kaçak saraylar. Çalınan paralarla yaratılır yandaşlar. Çalınan paralarla dağıtılır kömürler, makarnalar. Çalınan paralarla beslenir, halklarımızı uyutmakla, sefayı öbür dünyaya havale etmekle görevli yobazlar. Çalınan paralarla satın alınır televizyonlar, gazete- ler, televizyoncular, gazeteciler. Şimdilik sürebildiğiniz kadar sürün sefanızı. Çünkü eninde sonunda, bir avuç olan siz nükleer atıklar için refah düzeni olan bu düzen yıkılacak. Eninde sonunda halklarımız bu gidişe dur deyip ayağa kalkacak. Yürüyecek zulmün üstüne üstüne. İşte o zaman sizleri ne kaçAK saraylarınız, ne de zırhlı arabalarınız, ne ağababalarınız kurtaracak. İzmir HKP İzmir İl Örgütü olarak, 2015 Yılı sefalet ücretini İŞKUR İzmir İl Müdürlüğü önünde yaptığımız basın açıklaması ile protesto ettik. Ellerimizde bayraklarımız, pankartlarımız ve dillerimizde sloganlarımızla haykırdık Parababalarına ve onların işbirlikçisi Tayyipgiller’e İşçi Sınıfımıza reva gördükleri sefalet ücretini. Haykırdık öfkemizi, kinimizi, haykırdık gelecek güzel günlere olan inancımızı. Bursa HKP Bursa İl Örgütü olarak, insanca yaşam ücreti için alanlardaydık. 28 Aralık günü saat 13.00’da Fomara Meydanı’ndaki basın açıklamasını İl Başkanımız Av. Halil Ağırgöl okudu. Sık sık, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son”, “AKP zam Zulüm İşkence Demektir”, “Sefalet Ücreti Değil İnsanca Yaşam Ücreti” sloganlarımızı attık. Açıklamamızda, ülkemizde insani düzeyde yaşamaya yetecek bir ücret uygulaması olmadığını, işverenden daha işverenci sarı sendikacıların, işveren ve iktidar temsilcilerinin, işçinin çıkarına bir asgari ücret belirlemek yerine, her yıl milyonlarca insanımız için sefilce yaşamaya yetecek bir ücreti belirlediklerini vurguladık. Açıklamamızda, işsizlik ve pahalılık arttıkça suç oranlarının da arttığını, her gün ortalama 6 insanımızın iş kazalarında hayatını kaybettiğini, her gün bir kadının hayatını şiddet sonucu yitirdiğini, her gün iki kişinin uyuşturucu nedeniyle öldüğünü, özellikle son 20 yılda ülke nüfusumuzun % 26 oranında artarken suç oranının % 400 oranında arttığını belirttik. Halkımızın katlanmak zorunda olduğu işsizlik ve pahalılığın bir avuç vurguncu için cenneti yarattığını, buna karşı örgütlü şekilde mücadele edilmesi gerektiğini vurgulanarak, halkımızı Partimiz saflarına çağırdık. “İşsizlik Kötülüklerin Anasıdır!”, “Sefalet Ücreti Değil İnsanca Yaşam Ücreti” pankartlarını açtığımız basın açıklamamız sloganlarımızla sona erdirildi. kacılığının Türkiye Temsilcisi TÜRK-İŞ pazarlık yapacak gibi görünecek, Para- 70 kuruş olarak bildirdi.. Kendi kurumlarının rakamını asgari ücrete uyarlasalar bu şu anki asgari ücrete % 60 zam yapılması anlamına gelir. Ama yapmazlar, yapamazlar! Halklarımızın ürettiği kaynakların, ar- tıdeğerlerin gideceği yerler bellidir. Yerli-yabancı Parababalarının, yerli satılmışlaAçlığın, yoksulluğun, rın cebidir bu kaynakların gideceği adres. sefaletin adıdır Asgari Ücret Cumhurbaşkanlığının bütçesi yüzde yüz Alınteriyle geçinmeye çalışan emekçiartar, Diyanetin bütçesi eğitime, sağlığa lerden çaldıklarıyla, atalarımızdan yadigâr ayrılan bütçeyi geride bırakır; asgari ücret bütün değerlerimizi yerli-yabancı Parabayine artmaz. Köşklerde, saraylarda otubalarına peşkeş çekerek aldıkları komisranlar anlamazlar açın halinden. Onlar yonlarla, kendinden önceki tüm satılmışlainsanlıklarını bilinçlice, gönüllüce dünrı kıskandıran hırsızlıklarla, yolsuzluklarla ya menfaatine satmışlardır çünkü. beslendi, bitleri kanlandı Tayyipgiller’in. Parababalarının bu ekonomik ve siyasi 12 yıldır haklarımızın sırtına kene gibi yazulmünü, yarattıkları bu kanser düzenini pıştılar, emdikçe emiyorlar kanını. ortadan kaldırmanın yolu, başta İşçi Sınıfıİşçi Sınıfımızın başını sarı gangster mız gelmek üzere tüm emekçi halklarımızTÜRK-İŞ ile HAK-İŞ ile bağladılar. Gela birlikte Halk Kurtuluş Cephesini örmekçim derdinden başka bir şey düşünemez ten geçmektedir. Demokratik Halk İktidarı duruma getirdiler, sendikasızlaştırdılar. kurulduktan sonra son verilecek bu hayâHalklarımız, İşçi Sınıfımız hesabını sorasızca saldırılara. Demokratik Halk İktidarı mıyor çektiklerinin, sorgulayamıyor neden kurulunca yaşam bulacak Halkın Kurtuluş bu duruma düşüPartisi’nin Programı. rüldüğünü. İşte o zaman; Yargı, Tayyip“(…) Günümüzde giller’in hukuk uygulanmakta olan bürosuna dönüşasgari ücretin böyletürüldü. SorguAralık ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.232 ce 4 mislinden fazla layacak Savcı, bir artış sağlanmış yargılayacak Yar- Lira, yoksulluk sınırı da 4.014 Lira olarak, üstelik bu olacak. Normal geçim gıç bırakmadılar. rakamlar TÜRK-İŞ tarafından açıklanmış iken, İşçi Sı- endeksi de üretimimiTürk Ordusu’nun verimindeki artışa nıfımıza 2015 yılı için reva görülen zam günlük 1 Lira. zin başını tören paşaparalel olarak yüksellarıyla bağladılar, Ar damarının patlamasının, utanma duygusunun yok tilecek. Kişi emeğinin, CIA Operasyon- edilmesinin, yüzsüzlüğün tavan yapmasının sonucu- sağlığının ve ulusal larıyla sindirdiler. verimliliğin zararına Soramayan, sor- dur bu günlük 1 Liralık zam. olan prim usulü kaldıgulamayan Türk rılacak. Ücretler, her Ordusu Mustafa hafta başı muntazam Kemal Devrimleödenecek. Genel tarinin bekçisi değil til günleri tam ücretli artık. Var olma koşulu sorup sorgulamak baronluğu yapanların oluşturduğu komis- olacak. Zorunlu haller ve işin niteliğinolan, bilim üretmesi gereken Üniversiteler yonun vereceği zam da bu kadar olur an- den dolayı o günler çalışana çift günzapturapt altında; soramıyor, sorgulayamı- cak. Halklarımıza yansımasını görmesek delik verilecek. Kadın, çocuk, din, ırk, yor, üretemiyor. TÜBİTAK bilim merkezi de, Türkiye ekonomisinin ve Kişi Başına farklarına bakmaksızın: AYNI İŞİ göreolmaktan çıkarıldı, hurafeler üretiliyor ar- Düşen Milli Gelirin büyüdüğü dillendiri- ne AYNI ÜCRET verilecek.” tık orada. Tayyipgiller’in hırsızlıkları bu liyor Tayyipgiller tarafından. Bu büyümeO kutlu güne ulaştıracağız başta İşçi merkezde aklanıyor artık. Sınıfımız gelmek Halklarımızı. Çünkü biz ler(!) Asgari Ücrete yansıtılmış olsaydı, 2015 yılı Asgari Ücreti, böylesine bir DİSK-AR’ın, Türkiye İstatistik Kurumu vatan aşkını söylemekten ve gereğini yaportamda belirleniyor. Daha doğrusu belir- ve Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine maktan korkar hale gelmektense ölmeyi lendi. Yıllardır bilinmektedir ki, Asgari dayanarak yaptığı araştırmanın sonuçlarına yeğleyen, Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrenciÜcret Tespit Komisyonu, Tayyipgiller ta- göre, Asgari Ücret net 1.667 Lira olacak- leriyiz. rafından IMF, Dünya Bankasının direk- tı. Hadi DİSK-AR’ı geçelim. Devletin kenHalkız Haklıyız Kazanacağız. tifleri doğrultusunda önceden belirlenen di kurumu, Tayyipgiller’in isteği doğrultu30.12 2014 -ki 2015 yılı için bu oran yüzde 3+3’tür- sunda enflasyon rakamı açıklayan TÜİK rakamın İşçi Sınıfımıza yedirilmesi için bile ağır işlerde çalışan bir işçinin geçimi Halkın Kurtuluş Partisi oluşturulan bir mizansendir. CIA Sendi- için gereken asgari tutarı net 1.424 lira Genel Merkezi Asgari Ücret basın Açıklamamamız: babalarının Temsilcileri ise TÜRK-İŞ’in oyunun gereği masaya getirdiği teklifi çok bulup; yanarız, batarız diye feryat figan edecek, Tayyipgiller, Bütçe imkânları buna elveriyor diyecek ve Asgari Ücret adı altında sefalet ücreti İşçi Sınıfımıza dayatılacak. Aralık ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.232 Lira, yoksulluk sınırı da 4.014 Lira olarak, üstelik bu rakamlar TÜRK-İŞ tarafından açıklanmış iken, İşçi Sınıfımıza 2015 yılı için reva görülen zam günlük 1 Lira. Ar damarının patlamasının, utanma duygusunun yok edilmesinin, yüzsüzlüğün tavan yapmasının sonucudur bu günlük 1 Liralık zam. Paraları sıfırlayamayanların; emekçilerin alınterinden çalınanlarla servet biriktirenlerin, emekçilerin aidatlarıyla sendika Katillerden hesabı halkımız soracak Ş anlı Gezi İsyanı’mız sürecinde; Türkiye’nin dört bir yanında olduğu gibi 1 Mayıs Mahallesi’nde de halkımızın, iktidarın bu Şeriatçı-Ortaçağcı gidişine tepkisini göstermek için yaptığı eylem sırasında, kasıtlı olarak kitlenin üzerine sürülen aracın çarpması sonucu hayatını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş’ın, 24 Aralık’ta, Kartal Anadolu Adalet Sarayında beşinci duruşması vardı. Davanın görüldüğü Adalet Sarayı önünde geniş güvenlik önlemleri alındı ve çevik kuvvet adliye binasının kapısında konuşlandırıldı. Halkın Kurtuluş Partisi ve çeşitli demokratik kitle örgütleri de davaya destek olmak için oradaydılar. İlk duruşmadan itibaren avukatların ısrarla üzerinde durdukları daha geniş bir salon talebi, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından reddedilmesi nedeniyle duruşma yine küçük bir salonda gö- rüldü. Mahkeme heyeti önce salonun küçük olmasını bahane ederek Ayvalıtaş’ın ailesinin ve basın emekçilerinin duruşmayı izlemesine izin vermese de avukatların itirazları sonucunda aileyi ve basın emekçilerini salona almak zorunda kaldı. Duruşmayı Ayvalıtaş ailesinin yanı sıra Hasan Ferit Gedik’in annesi Nuray Gedik ile Berkin Elvan’ın annesi Gülsüm Elvan da izledi. Bugüne kadar duruşmalara hiç katılmayan sanık Cengiz Aktaş’ın can güvenliği olmadığı bahanesiyle bu duruşmaya da katılmadı ve duruşmalara katılmak istemediğine dair mahkemeye dilekçe verdi. Ayvalataş’ın avukatlarının sanık Cengiz Aktaş’ın tutuklu yargılanması talebini reddeden mahkeme başkanına Mehmet Ayvalıtaş’ın babası “sizi Allaha havale ediyorum” diyerek tepki gösterdi. Duruşma 15 Mart 2015 günü saat 09.30’a ertelendi. Duruşmaya katılan avukatlar duruşma sonrası yaptıkları açıklamada, içerde sadece usulen bir yargılanma yapıldığını ve gerçekte bir tiyatro oynandığını dile getirdiler. Biz de Kurtuluş Partililer olarak Halkçı Hukukçularımızla beraber “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek” ve “Gezi Şehitleri Ölümsüzdür” sloganları attık. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bu davaların takipçisi olmaya devam edeceğiz. 24.12.2014 Mehmet Ayvalıtaş Ölümsüzdür! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür! Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam! Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer 7 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Başyazı Deniz Baykal denen bu hainden, ahlâk fukarasından hesap soracak bir tek CHP’li de mi yok yahu! Baştarafı sayfa 1’de kurucu arkadaşlarımız ile birlikte benim evimi ziyarete geldiler. Yemek yedik, sohbet ettik. Sohbet esnasında, bizim Medya ve Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Şeyda Açıkkol, bir soru sordu. Dedi ki gazeteci ve hazırda olan arkadaşlara; “1- Ak Parti ile ilgili düşünceniz nedir bu gelinen noktada? “2. Biz yeni bir parti kurduk Merkez Parti ile ilgili ne düşünüyorsunuz” “Orada muhtelif arkadaşlar vardı, demin yukarıda ismini söylediğim Ak Parti’ye çok hizmet eden, fikir babası, halen içinde olan, çok müdafaa eden gazeteci yazar, benim de eskiden beri tanıdığım, düşünce insanı olarak bildiğim Abdurrahman Dilipak da vardı. Hatta benden yaşça büyük olduğu için ben ona ağabey diye hitap ederim. O da orada vardı. Bu soruy mukabil işte insanlar fikrini söylerken o da fikrini söyledi. Dedi ki ”Ak Parti bende bunu çokta yazdım” dedi, ”saklamaya gerek yok her yerde de bu mevcut” dedi. “Ak Parti bir proje partisidir” dedi. ”Ne projesi” dediler. ”Bir tarihte, 90’lı yıllarının başından sonra küresel güçler, emperyalist güçler bunun içinde ABD, İngiltere, İsrail falan Türkiye’ye gidip gelmeye başladı. Bizlerle de görüşmeye başladı. ‘Niye gelip gidiyorlardı?’ dediler. Bundan sonra Türkiye’de siyasal İslamcılar ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam. Çünkü, Erbakan hoca ve ekibi gittikçe yükselen trendde puan almaya başlamış. Biz sizinle çalışmak istiyoruz biz anlaşma yapalım” yani kendi anlattı. “Cem Özer: Neden Erbakan Hoca madem yükseliyor onunla anlaşma yapmıyorlar? “Abdurrahim Karslı: Erbakan hocaya teklif etmişler. Hatta bunu da söyledi. “O kabul etmedi” dedi. Yani nasıl bir anlaşma? “Anlaşma şu: “1. Biz sizi iktidara taşıyalım. “2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim “3. Size gerekli finansal destekleri getirelim. “Cem Özer: Yani o zaman kabul ediyor ameliyatı. Memleketi üzerinde kendine yana olursa ameliyatı kabul ediyor... “Abdurrahim Karslı: Tabiî. “Cem Özer: Ben memleketin üzerinde ameliyat yaptırmam derken, o zaman yaptırıyor. “ERBAKAN’A TEKLİF ETTİLER KABUL ETMEDİ “Abdurrahim Karslı: Demiyor tabiî. Yani Erbakan hoca bunları kabul etmiyor. Ama Erbakan hocanın ekibi şimdi Ak Parti’yi kuranlar bunu kabul ediyor. Bunun içinde de Tayyip Bey ve Abdullah Bey var. ”Bende vardım” dedi o müzakere ekibinin içinde. Hatta insanlar orada garip garip bakınca orada huzurda olan Ali Bulaç Bey de vardı gazeteci yazar. “Ali Bey’in de haberi var o da biliyor bu ekibi.” dedi. Sonra biz bunları yapalım sizden de istediğimiz şu: “1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. “2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi. “3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız. “Hatta orada DSP’li bir Bakanımız vardı Aydın Tümen onunda ismini söyleyeyim kızmaz inşallah. Aydın Tümen dönüp bakınca ters ters dedi ki; ”Kızmanıza gerek yok. Sosyal demokratlardan da bu projenin içinde olanlar vardı. O zaman CHP’nin başında olan Deniz Baykal, ona da çünkü Cumhurbaşkanlığını verecektik” dedi. ”Ama o sıra dedi anlaşma gereği hiç çalışmadı gitti sırt üstü yattı. ‘Nasıl olduysa anlaştık’ diye, proje bozuldu Abdullah Bey’e teklif ettik” dedi. “Cem Özer: Zaten Deniz Baykal, eğer evet demeseydi siyasi hayatımızda Recep Tayyip Erdoğan daha sonra olacaktı. “Abdurrahim Karslı: Tam olarak değil aslında. Daha değişiği, bu iktidar bir proje iktidarı olduğu için muhalefette bu proje gereği iktidarın destekçisi. Dediğiniz gibi meclise girmesi Tayyip Bey’in Deniz Bey sebeptir. Ama erken seçimi teklif eden de Devlet Bahçeli’dir. “Cem Özer: Yani bozalım iktidarı… “BU PROJE TÜRKİYE’Yİ BÖLER “Abdurrahim Karslı: Bozalım ve yani o ekonomik bunalımdan siyasi bir bunalım çıkardılar. Ak Parti iktidarı gerçekten projedir. “Cem Özer: Tam da çözülmüştü ekonomi… “Abdurrahim Karslı: Tam da çözülmüştü ekonomi… “Cem Özer: Kemal Derviş geldi, falan filan… “Abdurrahim Karslı: Birden işler tersine döndü. Bunu millet yaşadı. Yani bunu Abdurrahman Bey bunu ısrarla söyledi. ”Ya ben bunu kaç defa yazdım. Zaten Türkiye bunu yaşadı.” Beni de göstererek dedi ki “O zaman ben bu arkadaşa gittim geldim bir hafta anlattım böyle böyle çalışalım diye bu kabul etmedi. Reddetti beni.” Doğru. Bana göre öyle bir teklif Türkiye’nin bölünmesi, İslam’ın tahrip edilmesiydi. Sırf Türkiye’nin değil, Büyük Ortadoğu projesi bütün Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının değiştirilmesi, ekonomik imkanların küresel güçlere bağlanması demektir. “Cem Özer: Peki şöyle bir şey yapmıştır iktidar tamam bunlar bizim oyunumuza gelsin bunlar önümüzü açsınlar “Cem Özer: Yani Hamas şimdi… “Abdurrahim Karslı: Efendim akıllı insan ne düşünür. Şimdi İsrail’e karşı iki tane kuvvet var. 1. Filistin Kurtuluş Örgütü 2. Hamas. “Filistin Kurtuluş Örgütü uluslararası camiada meşru organ kabul ediliyor. Bir de Hamas var. Bütün uluslararası camia da şunu terör olarak kabul ediyor. Biz bunu tahrik etmek yerine madem bizim sözümüzü dinliyor biz de kuvvetliyiz ağabeyiz, ne der insan siyaseten, siz kendinizi fesh edin nasıl olsa uluslararası illegal bir örgüt olarak kabul ediyorsunuz, şu Filistin Kurtuluş Örgütü’ne iştirak edin. Zaten en sonunda birleştiler. Dolayısıyla buna kuvvet verip bununla iştirak etse biz meşru bir organı müdafaa edecektik. Biz öyle yapmadık. Verdik gazı Hamas’a Gazze’ye gidiyoruz diye, gidebildik mi? 3 kişi öldürdüler diye binlerce kişiyi İsrail’e öldürttük. Bunu beraber yaşadık. Yani ağaç meyvesini verdi diyorum. Biz gidecektik oraya ambargoyu kaldıracaktık, Mavi Marmara Gemisi’ni gönderdik insanlar öldü. Ne oldu? Sonuca bakmamız lazım. One Munite demekle bu işler hallolmuyor. Numan Kurtulmuş’un da ifadesiyle, hukuken önlerini açtık bütün kurum ve kuruluşlarda. Önlerindeki engelleri kaldırdık. “Hamas’ı mahvettik. “Mısır’ı darma duman ettik. “En çok kafa tutan Suriye’yi yerle yeksan ettik. “Bunun dışında da Ürdün, Libya hep- sonra biz bunların dediğini yapmayıveririz biter gider... “Abdurrahim Karslı: Belki öyle düşünmüş olabilirler. Ben ne düşündüklerini bilmiyorum ama şunu söyledi Abdurrahman Bey, dedi ki “Bu projeyi diğerleri kabul etmedi, biz ve bu projenin içinde ‘evet’ diyen Abdullah Bey’le Tayyip Bey ‘evet’ dedi. Bu bir projedir. Merkez Partinin başarı şansını şimdilik görmüyorum. Çünkü proje henüz tamamlanmadı” dedi. “İSRAİL’İN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AKP KALDIRDI “Cem Özer: Peki bir şey söyleyeceğim. Ama şimdi İsrail’in güvenliğinin önünü açmak diyorsunuz. İsrail’e en çok kafa tutan ekip. Takır takır kafa tutuyor. “Abdurrahim Karslı: Kafa tutuyor dediğiniz zahiren hal böyle. Ama Numan Kurtulmuş’un da anlattığı bir şey var. Ben de hukukçuyum sizde hukukçusunuz. Biz İsrail’e kafa tuttuk. Ama bütün uluslararası kurum ve kuruluşlarda engelleri önlerinden kaldırdık. Bugün kaldırdık. Bir sürü kuruluşlarda mesela ortak olamayacağı birçok kuruluşlarda biz veto hakkımızı kullanmadık geldi ortak oldu. İsrail’deki yasak olan silahların üretimi var mıdır yok mudur filan diye biz tekini istemedik Türkiye olarak. Ondan da öte biz fiilen de İsrail önündeki engelleri kaldırdık. “AKP’NİN SAYESİNDE İSRAİL ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK GEZİYOR “Cem Özer: Nasıl kaldırdık “Abdurrahim Karslı: Hamas en büyük engeldi biz tahrik ettik ettik İsrail Hamas’ı dümdüz etti. si yok şu anda. “Yani İsrail artık elini kolunu sallayarak geziyor. Güvenliğini arttırdık. Lütfen Ak Parti’nin getirdiği neticeyi dinleyin. İçerde PKK’yı makbul ve mübarek yaptı. Dışarıda da İsrail’in önünü açtı. İslam adına da bir sürü terör örgütü icat etti.” (http://www.odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200) İhanet Anlaşmasının içinde Pensilvanyalı İblis’in cemaati de vardır Abdurrahim Karslı’nın bu açıklamalarını Ali Bulaç da aynen doğrular. İsterseniz olayın daha netçe ve kesince kanıtlanması ve ortaya serilmesi için tereddütsüz anlaşılması, kavranılması için yani bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmamak için Ali Bulaç’ın konuya ilişkin Pensilvanyalı İmam’ın Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı makalesini aktaralım: “AK Parti bir proje miydi? “Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söyledi: “1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.” AK Parti’den istenenler de şunlardı: “a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.” “(…) “1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?” Ben ana fikir olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de İslami-muhafazakâr aktörlerin belirleyici rol oynadığı bir döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına saygı göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda değiliz ama Batı’nın süren tahakküm ve hegemonyası altında Ortadoğu böyle devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı. “Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince, Amerikalıların görüşme trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin “bazı değişiklikler”le AK Parti olarak ortaya çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu! “Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti. Erbakan hoca vefatından önceki son görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeleri bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir. “Karslı’nın evinde Dilipak, şunları da söyledi: “AK Parti böyle kuruldu ama Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor.” “Bu köşeyi takip edenler, benim ilk günden AK Parti’nin BOP merkezli politikasına muhalefet ettiğimi; kuruluşta Amerikalılara ve Batı’ya -bölge ve İsrail adına- verilen taahhütlerin çok ağır olduğunu yazdığımı, bol keseden taviz ve taahhütlerde bulunmadan da bölgesel politika yürütmenin mümkün olduğunu savunduğumu bilirler. Elbette kıyamete kadar Batı’ya bağımlı kalmayacaktık ama bağımlılıktan kurtulmanın yolu bu değildi. “M. Ali Bulut’un yazdığına göre o dönemde bu proje rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na da teklif edilmiş. Yazıcıoğlu, Erdoğan’a: “Kardeşim zaman ve hadiseler bana öğretti ki, Amerika’nın desteğindeki bir siyasete hizmet edilmiyor. Eğer millete dayanarak siyaset yapacaksan geleyim. Aksi takdirde Amerika hep kendine hizmet ettirir.” Tayyip Bey ona, “Bir müddet Amerika’nın dediklerini yaparız, sonra millete hizmet ederiz. Mani olurlarsa dirsek vurur, gideriz.” deyince rahmetli, “Amerika dirsek vurulacak bir güç değil. Fil ile gireceğin yataktan ezilerek çıkarsın.” demiş, teklifi nazikçe reddetmiş. (…) (Bkz. Haber7, 11 Ocak 2014) (Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 22 Aralık 2014) Dilipak, yerli işbirlikçilerin ihanetini doğrular Yeni Akit yazarı kaşar, ölüsü kokmuş Ortaçağcı Abdürrahman Dilipak da olayı inkardan gelmeye ve projeyi bugün “Pa- ralel Yapı” diye adlandırdıkları Pensilvanyalının cemaatinin üzerine yıkmaya çalışırken, tevil yoluyla da olsa aslında, ikrar etmiş, doğrulamış olmaktadır. Bugün en sadık Tayyipçidir ya Dilipak, o sebeple ihanet antlaşmasını Pensilvanyalının üzerine yıkarak amigoluğunu yapıp küpünü doldurmaya devam ettiği için Tayyipgilleri bu işten kurtarmaya çabalamaktadır. Fakat ne kadar debelenirse o kadar batmaktadır. Ve ihaneti ortaya döküp doğrulamış olmaktadır. Şu birbiriyle çelişen, tutarsız, mantıksız cümlelere bakın: “Son bir kaç gündür sosyal medyada bir haber dolaşıyor. A. Karslı’nın bir tv kanalı ve özel sohbetlerindeki açıklamalarının basına yansıyan şekli ile, “AK Parti’nin ABD tarafından kurdurulduğu” şeklinde bana atfen bir iddia dolaşıyor… İşin aslı, her zaman yazdığım söylediğim gibi, Paralel yapının AK Parti’yi desteklemesi ve AK Parti’ye dayatılan BOP projesi ile ilgili. AK Parti’yi projenin siyasi ayağını oluşturması için destekleyeceklerdi… Bunun da maksadı İsrail’in varlık ve güvenliği açısından sorun teşkil etmeyen, Batı değerler sistemi ve siyasası için risk oluşturmayan, alameti farikaları yok edilmiş bir din icat etmek ve ABD’nin, NATO’nun askeri ve stratejik hedefleri ile uyumlu bir siyaset ve din algısı üretmekti... Bu maksatla bunların abileri 90’ların başında benim de kapımı çaldılar. Ben bunu 91’de, 93’te açıkladım ama insanlar komplo olarak gördüler… Bu irade Erdoğan’ı başından beri istemedi, Erdoğan’a şiir okudu diye siyaset yasağı getirenler de bunlardı… Gül, tezkereyi geçirmeyince ve bugün adına paralel yapı dediğimiz ılımlı İslamcıların derin devlete entegre ve enjekte edilmesine karşı çıkan derin devlet içindeki Ulusalcı - Kemalist kadroları tasfiye edemeyince, risk alması açısından Erdoğan’ın siyaset yasağını kaldırdılar. Yine de Erdoğan’a güvenmedikleri için Baykal’ı Cumhurbaşkanı yapacaklardı akıllarına göre. O günlerde Zaman’ın yazarları bu projeye destek veriyorlardı... MİT, emniyet, medya ve finans öncelikle paralel yapının kontrolüne geçecekti... Zaten ordu da bu plana göre paralelin paraleline girecekti... Erdoğan, Gül’ü Çankaya’ya gönderince plan çöktü. Baykal, rolünü iyi oynayamadığı için bilinen senaryo ile tasfiye edildi. Yerine geçici olarak Kılıçdaroğlu getirildi... Ve bugünkü süreç başladı.” (A. Dilipak, Yeni Akit, 19 Aralık 2014) Çok net bir şekilde görüldüğü gibi, Dilipak da tüm Tayyipgiller şürekası gibi tam bir düzenbazdır, madrabazdır, din tüccarıdır. Bütün ömürlerini din, iman, Allah, Kitap diyerek geçiren bu Amerikan uşağı, insan düşmanı, vatan millet düşmanı asalaklar zerrece ahlâk, namus, vicdan, dürüstlük, mertlik taşımamaktadırlar. Bunların tümü yiv sıyırmış cıvatalar gibi tüm insani değerleri sıyırıp atmışlardır bir köşeye. Ve bir asalağa, bir vurguncuya, bir kan içiciye, özetçe insanlıkla zerrece ilgisi olmayan bir yaratığa dönüşmüşlerdir... Yerli İşbirlikçilerin tamamının ipleri ABD’nin elindedir Bütün bu uzun aktarmalar şunu göstermektedir ki Türkiye’de burjuva partilerinin tamamını ABD Emperyalistleri oynatmaktadır. Dikkat edelim; Amerikalılar 1990’lı yıllarla birlikte heyetler halinde neredeyse hemen her gün kimleri ziyaret ediyorlar? Ortaçağcıları-Siyasal İslamcıları-Yezid-Muaviye dininin savunucularını ve MHP orijinli faşistleri. Ne diyorlar bunlara? Türkiye’de sizin önünüzü açacağız, sizi iktidara getireceğiz, size güçlük çıkaracak hareketleri, kurumları “opere” ederek tasfiye edeceğiz. Yani yolunuzun üzerinden süpürüp atacağız. Engel oluşturabilecek durumdan çıkaracağız. Siz de bunun karşılığında bizim şu istediklerimizi yapacaksınız. Bu ihanet önerisini kimler kabul etmiyor, yukarıdakilerin aktarımına göre? Necmettin Erbakan’la Muhsin Yazıcıoğlu. Bunlar neden kabul etmiyorlar? 8 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Başyazı da boş durmuyor. Kemal’in teklifiyle ilgili o da düşüncesini belirtiyor: “Medyada yeni bir iddia ortaya atıldı, Nazlı Ilıcak CHP’den milletvekili adayı olacak diye... “Hiç zannetmiyorum. Olmaz, yapamaz, annem CHP’ye gitmez, yaparsa çok ayıp olur. Kendi düşüncesine ayıp etmiş olur. Sol bir partiden sanmıyorum. Annem olsa bile ben oy veremem.” (Hadi Özışık’ın yaptığı röportajdan, internethaumurlarında değildir. Bunların tek düşün- Sorosçu Kemal’in de TESEV kurucusu ber.com) düğü Tayyip gibi koltuktur sadece. Tabiî olduğunu inkâr etmişlerdi. Fakat sonradan Evet, yoldaşlar, ne diyor M. A. Ilıcak Tayip’in vurgunculuğu da var. Korkunç bir Barış Yarkadaş belgesiyle birlikte ortaya annesinin CHP’den aday olmasına? iştiha ile Türkiye’nin tüm varlıklarını ta- koyunca bu gerçeği, direnemediler. Çıktı “Olmaz, yapamaz, annem CHP’ye gitlan ediyor Tayyipgiller. Bunlarsa koltuğa, Sosrsçu Kemal, “evet” dedi, “TESEV’in mez, yaparsa çok ayıp olur. Kendi düşünmakama razılar. Öyle bir farkları var Tay- kurucu üyesiyim.” cesine ayıp etmiş olur.” Görelim nasıl dedi bunu: yip’ten ve Tayyipgiller’den. Ama AmeriBu dolandırıcı gerici bile böyle bir şe“TESEV’den istifa etmeyecekan uşaklığında hiçbir farkları yok. yin çok ayıp olacağını bir anlamda ahlâk Bilmiyor ki Sorosçu Kemal; Ameri- ğim. TESEV bir dernek değil ki istifa dışı olacağını söylüyor. Annem bunu yapka’nın kendisine biçtiği rol AKP’ye payan- edeyim. Vakıf... Kurucularından biri mamalı, diyor. Yaparsa ben oy vermem, da olmak, Mecliste muhalefet rolü oyna- de benim. Ben dilekçe verip üyelikten diyor. mak ve süreç içerisinde de CHP’yi eritmek, istifa ediyorum desem bile, bunun huBenim netçe bildiğim, bu kişi, bir zaiyice etkisizleştirmek, küçültmek. Dikkat kuken bir geçerliliği yok... Ben kurucu manlar sahibi olduğu Tercüman Gazeteedersek, Tayyipgiller iktidarından bu yana üye olduğum zaman ne Soros vardı ne si’nin kuponla halka televizyon vereceğini CHP bu rolü kusursuz oynamakta ve ken- de başka bir şey... TESEV’e üye olmak söyleyerek yoksul halkımızı dolandırmıştı. disine verilen görevi eksiksiz bir biçimde suç değil. Ben sadece TESEV üyesi değiBu dolandırılan mağdurlar arasında asgari lim ki. Ben aynı zamanda Vakıf 2000’in yerine getirmektedir. ücretten emekli maaşıyla 3 çocuklu evini Şimdi, CHP’de ne olup bittiğini en de üyesiyim.” (http://arsiv.gercekgundem. geçindirmeye çalışan benim kız kardeşim yakından bilen ve CHP hakkında bugüne com/?p=429121) ve iki gözü de Behçet Hastalığından dolayı Kanıtlarıyla ortaya konunca TESEV’cidek bizim en mahrem ve doğru bilgileri görmeyen eşi de vardı. Bu nedenle eminim edindiğimiz Barış Yarkadaş’ın şu sözlerine liğini, Vakıf 2000’ciliğini inkâr edemiyor yapılan aşağılık işin olduğundan. kulak verelim. Hepsi de doğrudan gözleme artık Kemal Efendi. Sadece “bu suç değil”, Ayrıca medyada da o günlerde geniş öldayandığı için doğrudur Yarkadaş’ın dile diyor. Evet, şu anki kanunlar çerçevesinde çüde yer aldı bu dolandırıcılık olayı. belki öyle görülebilir. Ama sadece biçimce. getirdikleri: İşte bu kişi bile TESEV’ci Kemal’in “CHP’nin temel sorunu birilerine Yoksa vatana, millete ve halka düşman bir Nazlı Ilıcak’la iş tutmasını “çok ayıp olur, öykünmek, birilekendi düşüncesine ayıp rini taklit etmek etmiş olur” diye değerlenolmamalıdır. Bak diriyor. ne oldu? Nazlı IlıAma Kemal Efendi cak ismi dolaştı CHP’ye bir ömür samimiyetle hizmet etmiş ve CHP’nin hiç utanmadan, hiç yüzü değil mi ortada?ilkelerine sahip insanları azgın bir saldırganlıkla tasfiye et; kızarmadan bu aşağılık işBazı yöneticiler partiyi, ömürlerini CHP’ye ve sola düşmanlıkla geçirmişleri yıllardır yapmakta hiç görüşmüş hiç kimtereddüt etmiyor. Yapıyor. se kendini kan-olan gericilerle, Ortaçağcılarla, Amerikan ajanlarıyla dolBir de iki gün önce dırmasın. Nazlıdur. Bu ahlâksızlık değil mi? Bal gibi ahlâksızlık. Ama sen siyasi ahlâktan söz ediIlıcak’la CHP’yene bileceksin siyasi ahlâkı, utanmayı, sıkılmayı. yordu. “İktidara geldiğigelmesi konumizde ilk bir hafta içinde sunda görüştüler. siyasi ahlâk yasası çıkaraBunu ilk yazan da cağız”, diyordu. benim. Öyle kimSen hangi yürekle sise, efendim olmadı yasi ahlâktan söz ediyormolmadı, demesin. sun? 200 tane isim belirlemişler sağdan. Gene fantezi dünya- örgüt, CIA bağlantılı bir örgüt, en azılılarından bir suç örgütüdür aslında TESEV. sındalar, hayal peşindeler. “Ne oldu? Hemen reddetmek zorun- Onun kurucusu olmak da, üyesi olmak da da kaldılar. Çünkü CHP tabanı Nazlı o suçu işlemektir. Kemal burada bir okkalı yalana daha Ilıcak’ı kusar, kabul etmez, oy vermez. Kimse kendini kandırmasın.” (Barış Yar- başvuruyor. Ne diyor? “Ben kurucu üye olduğum zaman kadaş, Halk TV’de yayınlanan “Yol Haritane Soros vardı ne de başka bir şey...” sı” Programından, 28 Ocak 2015) Niye yokmuş Kemal Efendi? Görüyor musunuz yoldaşlar, ahlâksızlıHenüz anasından doğmamış mıydı o ğın, namussuzluğun, gericileşmenin düzeyini ya da düzeysizliğini. Adam 200 isim zaman Soros? Ya da henüz tıfıl bir ergendi, bu işlerle belirliyor. Tabiî avanesiyle birlikte. Hem uğraşmıyor muydu, he? de nereden? Vardı, vardı. Bunu sen de adın gibi biSağdan. Yani ABD-AB Emperyalizmine ömür boyu uşaklık etmiş, ajanlık etmiş liyorsun. Ama savunmaya cesaret edemitiplerden. Bugüne dek halk düşmanlığı et- yorsun. Can Paker ve Liboş Mehmet komiş tiplerden. Devrimcilere, sosyalistlere, numunda değilsin çünkü. Onların sırtında antiemperyalistlere, Mustafa Kemalcilere, yumurta küfesi yok. Sorosçu olduklarını Tam Bağımsızlıkçılara ve laiklere azgın söylemekte sakınca duymuyorlar. Ama sen bir Washington-Pentagon-CIA bir kin ve düşmanlık beslemiş, sergilermiş tiplerden. Sermayeye, yerli yabancı Para- Operasyonuyla CHP’nin başına getirilmiş babalarına hizmette sınır tanımamış ve hiç düzenbazsın. Senin görevin yukarıda andıklarımız. Mustafa Kemal’in ve Kuvakusur etmemiş kişilerden. Yahu senin kaç milletvekili seçtirme yimilliyecilerin kurduğu CHP’yi tümden gücün var ki zaten? Ne kadar oy potansi- öldürüp yerine bütünüyle Amerikancı, Sorosçu, ipleri tamamıyla CIA’nın elinde yelin var? Yeni CHP’yi yaratmak. Yani Eski CHP’yle En fazla 150 diyelim. Sen 200 kişi belirliyorsun sağdan. De- hiç ilgisi olmayan bir zombi CHP ortaya çımek ki kendileri ve sağdan belirledikle- karmak. Onu da önemli ölçüde başardın. O ri kişiler girsin Meclise, diyorlar. Peki ya yüzden böyle fırıldak çeviriyorsun, Soros gerçek CHP’lilerden? Yani CHP’ye gönül yoktu filan, diyorsun. Ayıp ya, ayıp… Gelelim Nazlı Ilıcak meselesine. Nazvermiş içtenlikli insanlarımızdan? Onları boş ver, diyorlar, onlardan kimse girmesin. lı Ilıcak, Kemal’in bu teklifine ne dediğini açıkça, doğrudan telaffuz etmedi. Ama Onlar bize oy getirsin yeter. Zaten ne demişti Amerikan uşağı ve buna cevap niteliği taşıyan şöyle bir karar ajanı, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı bildirdi: “Bu kadar erken söylenir mi bilemiOrtaçağcı Mehmet Bekaroğlu, TESEV’ci Kemal’in utanmazca bir sahtekârlıkla ge- yorum ama gerekçeleriyle birlikte, önünel başkan yardımcılığına getirdiği bu ka- müzdeki seçimlerde kime oy vereceğimi açıklıyorum: Selahattin Demirtaş için oy şar gerici? kullanacağım.” (Bugün Gazetesi, 28 Ocak “Ulusalcılar giderse parti güçlenir.” Onun güçlenmekten anladığı, CHP’nin 2015) Nazlı Ilıcak, durduğu yeri ve muhatasiyasette güç sahibi olması değil tabiî. CHP’nin tümden Mustafa Kemal ve laiklik bını açıklamış oluyor böylece. Yukarıdaki düşmanı Ortaçağcılarca ele geçirilmesi. O açıklama tabiî aynı zamanda İmralı’yadır. “ey Öcalan, beni gör artık. Senin adına bunu kast ediyor, öyle demekle aslında. İşte Sorosçu Kemal de buna uygun bir Meclise girersem size hizmette kusur etgirişim başlatmış, yukarıda Yarkadaş’ın mem”, demektir bu mesaj. Kim bilir, belki de görür Öcalan… söylediğine göre. Demek ki Nazlı Ilıcak CHP ile anlaşaBir de yine utanıp arlanmadan bu ahlâksız girişimi inkâr ediyor CHP’liler. Yeni mamış. TESEV’ci Kemal’in teklifi bir uzCHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Veli laşıyla noktalanmamış. Ilıcak’ın oğlu dolandırıcı, her dönem Ağababa inkâr ediyor böyle bir girişimde bulunduklarını. Hani ilk ortaya çıktığında iktidardan yana oynayan Mehmet Ali ılıcak 40 yılın Amerikan ajanı, vatan, millet ve halk düşmanı Nazlı Ilıcak’tan bile daha onursuz çıkan Sorosçu-TESEV’ci Kemal’den ve Avanesinden hesap soracak bir tek yürekli, namuslu CHP’li de kalmadı mı gayrı? Baştarafı sayfa 1’de saygıyla selamlıyorum’. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu konuşuyor: ‘Siyasete girmeyen tarikata saygılıyım’. “- 22.04.2011 Cuma akşamı Kemal Kılıçdaroğlu’na, Habertürk televizyonunda katıldığı ‘Türkiye’nin Nabzı’ programında şu soru soruldu: ‘Türkiye’de irtica tehdidi var mı?’ Kılıçdaroğlu, anında, kendinden emin tok sesle, ‘Hayır’ cevabını verdi. “Eylül 2010’da Almanya’ya yaptığı gezi sırasında bir Alman gazeteci Kemal Kılıçdaroğlu’na sordu: ‘Laikliğin tehdit altında olduğunu düşünüyor musunuz?’ “Kılıçdaroğlu bu soruya şu yanıtı verdi: ‘Hayır. Bugün için Türkiye’de laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir tehlike görmüyoruz’. “Aynı günün öğle yemeğinde buluştuğu Türk gazetecilerden biri aynı soruyu bir kez daha sorunca, Kemal Kılıçdaroğlu şunları söyler: ‘Gerçekten böyle bir tehlike görmüyorum. Aksini söylersem bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem’. “- Yeni CHP PM Üyesi ve Ankara milletvekili adayı Mason Bülent Kuşoğlu konuşuyor: ‘Tekke ve zaviyeler yeniden açılsın. Bugün mühendis, doktor gibi çağdaş bilimleri bitirmiş insanların gidip bu tür kurumlarda (yani Tekke ve Zaviyelerde) mürit olarak bulunmaları gerekmektedir’. “Atatürk’ün kurduğu parti olduğunu iddia eden bu kişilere hatırlatalım: Atatürk 1925 yılında, tekkelerin kapatıldığı gün Kastamonu’da şöyle haykırmıştı: ‘Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. (…)” (http://www.kalinka.com. tr/default.asp?islem=sayfa&id=300) Evet, yoldaşlar; bunca halk düşmanını, ABD yandaşını, hizmetkârını partiye doldurmakla yetinmiyor. Bu yönde yeni girişimlerine olanca pervasızlığıyla devam ediyormuş adam. Besbelli ki yukarıdaki efendisi (ABD) böyle buyruk veriyor buna. “Aferin oğlum Mehmet, sen bu yolda de- vam et”, diyor. Bu da sanıyor ki ABD’ye sadakatte kusur etmezse Tayyip’i olduğu gibi, kendisini de iktidara getirir, başbakanlık koltuğuna oturtur. Ona oynuyor besbelli. Bunların halk umurlarında değildir. Halkın dertleri, sorunları, çektiği acılar, vatanın ve milletin şu anda karşı karşıya bulunduğu tehlikeler, Türkiye’ye dayatılan Yeni Sevr Haritası-BOP Haritası hiç Sadece Tayyipgiller’in yaptığı vurgunculuk ve diğer bilumum yüz kızartıcı, akçeli işler değildir, siyasi ahlâksızlık. Senin yaptığın da siyasi ahlâksızlıktır. CHP’ye bir ömür samimiyetle hizmet etmiş ve CHP’nin ilkelerine sahip insanları azgın bir saldırganlıkla tasfiye et; partiyi, ömürlerini CHP’ye ve sola düşmanlıkla geçirmiş olan gericilerle, Ortaçağcılarla, Amerikan ajanlarıyla doldur. Bu ahlâksızlık değil mi? Bal gibi ahlâksızlık. Ama sen ne bileceksin si- yasi ahlâkı, utanmayı, sıkılmayı. Amerikan Emperyalistleri yaptıkları operasyonlarla boşuna getirmedi seni ve tayfanı CHP’nin yönetimine. CHP’yi bu hale yani eskisiyle uzaktan yakından bağı kalmayan, olmayan Yeni CHP haline getiresiniz diye getirdi. Tayyipgiller gibi durmak yok, yola devam, diyerek devam edin bakalım ihanetlerinize, vatan millet ve halk düşmanlığına. Ne diyelim?.. Desek de sizler anlayacak insan olmaktan çoktan çıkmışsınız. Fakat unutmayın; bu halk koyun sürüsü değil. Bir gün uyanacak, bilinçlenecek, örgütlenecek. Tayyipgiller’le birlikte sizden de ihanetlerinizin hesabını soracak. Bunu da aklınızın, belleğinizin bir kenarına not edin… 9 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 hisleri beslemektedirler. “2. Gelenekçiler: İslam dininin kurallarına sadakatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler. Köktendincilere kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve Batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu grup da, demokratik İslam’ın örneği ve geçiş vasıtası olmak için uygun düşmez. “3. Modernistler (Ilımlı İslam): İslam’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda eylemli bir arayış içerisindedirler. Hz. Muhammed dönemindeki uygulamaları değişmez esas olarak kabul etmekle birlikte, o günlere ait sosyal ve tarihi koşulların bugün artık geçerli olmadığının da farkındadırlar. Temel değerleri; bireysel vicdanın üstünlüğünün yanı sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslam dünyasının, küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslam, Demokratik İslam’ın örneği ve esas vasıtası olmak için en uygun olanıdır. “4. Laikler: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamusal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık genellikle yarı demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik gruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir. “Bakınız… “Hiç öyle gizli saklı yapmıyorlar bu işleri. “Rapor açık açık neler yapılması gerektiğini belirliyor: “1. Önce Ilımlı İslam’ı destekle. Bu kapsamda; özellikle mali destek sağla, liderlik modeli oluştur ve bu modele uygun liderler belirle. İslam’da devlet ve dinin ayrı tutulabileceğini, bunun inanca zarar vermeyeceğini, aksine onu güçlendireceği fikrini destekle. “2. Gelenekçilerin kusurlarını eleştir ancak onları köktendincilere karşı destekle. Sufiliğin kabulünü ve popülerliğini teşvik et. Modernistlere yakın görünüşten gelenekçilerin, modernistler ile ortak hareket etmelerini destekle. “3. Köktendincilerle mücadele et. Bu kapsamda; yasadışı faaliyetlerini açığa çıkar, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarını gündeme taşı, kahramanlaştırılmalarını önle. “4. Seçici bir şekilde laikleri destekle. Bu kapsamda; köktendinciliğin ortak düşman olarak algılanmasını teşvik et, milliyetçilik ve solculuk temelinde ABD karşıtı güçlerle bağlaşma oluşturma heveslerini kır. “Uzun uzun yazmaya gerek var mı? “Listeye bakın, Türkiye’nin 2000’den sonraki sürecinde perdenin arkasında kimlerin olduğunu anlarsınız. “Ne yazıyorlar; Erdoğan şöyle “Kahraman” böyle Kasımpaşalı “yiğit”! “Hadi leen!.. “Kimin ne yaptığı ortada; “sihirli el” sırıtıyor!” (Soner Yalçın, agy, s. 205-212) Çok net bir şekilde görüldüğü gibi, Deniz Baykal ihanet anlaşmasının kendisine yüklediği görevleri tam anlamıyla eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor. Hem de diğer parti yöneticilerinin aksi yöndeki tüm eleştiri ve uyarılarına rağmen. Sözleşmesine sadık davranıyor hain. Sanıyor ki ihanet süreci tamamlandığında kendisini Çankaya’ya oturtacaklar. Gördüğümüz gibi bu sermayenin burjuva siyasetçileri; makam için, koltuk için her türlü ihanete, namussuzluğa, alçaklığa teşnedir. Yeter ki kendilerine ABD’li efendileri tarafından bir yem uzatılsın. Sürecin sonunda, tanık olduğumuz gibi, ABD ve Tayyipgiller, Baykal’ın ağzının ortasına katır çiftesini yapıştırıyorlar ve Baykal kıçının üzerine oturuyor. Ha, Baykal da haindi ama CHP tabanından gelebilecek baskılardan dolayı sözleşmede şart koşulan ihanetleri süratle ve tereddütsüz gerçekleştirmekte kendisine düşen görevi yapmakta ayak sürüyebilirdi ya da mızmızlanabilirdi. İşte o sebepten Baykal yaptığı ihanetiyle baş başa kaldı. İşin tuhafı, sonunda başka bir ahlâksızlığı gündeme getirilerek kaset operasyonuyla CHP tepesinden de alaşağı edildi. Bu operasyonda esas hedef Baykal’dan ziyade çevresindeki etkin konumda olan ulusalcı yöneticiler, milletvekilleriydi. Onların tasfiyesi amaçlanmıştır öncelikle. Onların yerine de bugünkü Sorosçu-TESEV’ci, Sev- rci hainlerden derleşik ve TR 705 gibi resmi ajanlardan, Murat Özçelik gibi Amerikanofillerden ve Mehmet Bekaroğlu gibi tüm ömrünü Mustafa Kemal, Laik cumhuriyet ve Türk düşmanlığıyla geçiren uşak Ortaçağcılardan oluşan şebeke getirilmiştir. Bunların görevi Türkiye’nin Yeni Sevr bataklığına itilmesinde AKP’ye Meclisteki diğer muhalefet partileriyle birlikte yardımcı olmaktır. Baykal’ın yerine yine bildiğimiz gibi Sabahattin Zaim’in İngiliz ajan üniversitesi Exeter’a pazarladığı Abdullah Gül gibi sıfır numara İngiliz ve Amerikan ajanı bir kişi getirilmiştir. Bilindiği gibi bu kişi 2 Nisan 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel’la 2 sayfa 9 maddelik Sevr benzeri bir ihanet anlaşmasını imzalamıştır. Gül de Tayyip gibi ABD’li efendilerine hizmette ve Türkiye’ye ihanette hiçbir sınır tanımaz. Tayyip’ten farkı denge sorunu yani psikiyatrik bir sorunu olmamasıdır. Soner Yalçın’dan yaptığımız aktarmada yazar şöyle bir görüş ortaya atmaktadır: “Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir.” Bu anlayış da ne yazık ki Soner Yalçın’ın gerçek demokrasinin ne olduğunu bilmediğini gösterir: İşin biçimcil yönüne bakalım: Bizzat kendisi kitabın önceki bölümlerinde Tayyip Erdoğan’ın 1 milyar dolar civarında vurgun yaptığını kanıtlarıyla birlikte ortaya koymaktadır. Şimdi böyle bir insanın nerede olması gerekir? Hırsızlıklarının bedelini ödemesi için cezaevinde. Hem de en azından 30-40 yıllık ağır mahkûmiyete uğramış olarak. Bunun yargı sürecinden kurtulması ayrı bir hukuksuzluk olayıdır ve onu kurtaran kişiler, mahkemeler de ayrı bir suç işlemişlerdir. Öyleyse bu kişinin hukuka uygun çalışan bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önüne acilen çıkarılması gerekirdi. Hâlâ da gerekir bizce. İkinci olarak Türkiye’de ve dünyada 20’nci Yüzyılla birlikte zaten burjuva demokrasisi bitmiştir. Finans-Kapitalin azgın vurgunu, zulmü, tahakkümü ve tüm bu yaptıklarını gizleyebilmek için de halka yönelik aldatmacası-kandırmacası vardır. Bunun adına biz “demokrasicilik oyunu” diyoruz. Tüm sermaye örgütleri ve medya hatta adliye mekanizması arkasında olan Tayyip Erdoğan’la, onun AKP’siyle; bizim gibi bir avuç insanın yüreğindeki inançtan ve beynindeki teorik bilinçten başka hiçbir şeyi olmayan ve yerli-yabancı tüm sermaye güçlerinin düşman olduğu bir partinin aynı seçimlere girip yarışmasında bir hakkaniyet, eşitlik, adalet olabilir mi hiç? Böyle bir demokrasi olur mu hiç? Bu bir hiledir, tuzaktır, aldatmacadır, kandırmacadır, düzendir ve namussuzluktur. Eğer sadece sandık sonuçlarıysa demokrasinin ne olduğunun ölçütü, o zaman 1946 sonrasının en demokratik yoldan seçilen, en demokrat devlet başkanının Kenan Evren’in olması gerekir. 12 Eylül Faşist Darbesinin önderi Kenan Evren’in olması gerekir. Ve ABD’nin direktifleri doğrultusunda hazırlanan 12 Eylül Anayasasının da aynı dönemin en demokratik anayasası olması gerekirdi. Neyse, geçelim... İhaneti, vatan satıcılığı böylesine somut, elle tutarca ortaya çıkmış olan kanıtlarla ve canlı tanıklarla bilinir olmuş Deniz Baykal’dan yaptığı aşağılık işin hesabını sorabilecek, yüzüne tükürebilecek bir tek içtenlikli, inançlı, yiğit CHP’li yok mu yahu!.. CHP’nin kapısına dayanırdın. “Ulan bu ne halt etmektir. Mustafa Kemal, İsmet Paşa Partiyi bu hale getiresiniz diye mi miras bıraktı size? Bu millet, bu hainlikleri, bu namussuzlukları yapasınız diye mi bunca oyu verip meclise gönderiyor sizi?”, der ve tükürürdü bunların suratına. Çağrışım oldu: Rahmetli babam, köyden göçüp şehre geldiğimiz aylarda bitişik komşumuz, yine rahmetli Pekmezci Mehmet Ağa’nın (Ağa bizim oralarda Abi yerine kullanılır) şu teklifiyle karşılaşır: “Yahu Yakup Ağa” der Pekmezci Mehmet Ağa, “gel seni de bizim köylüler gibi bir devlet kurumuna yerleştirelim.” Babam: “Ulan Mehmet, benim diplomam yok, bir şeyim yok. Okuma yazmayı askerlikte öğrendim. Devlet işini nasıl yapacağız biz?” “Sen işin o tarafını karıştırma.”, der Mehmet Amca. “Sanki benim ve bizim Hatunsaraylıların var mı? Bizim Kara Mustafa hiç bunlara takılmaz halleder işi.” Kastettiği, Demokrat Parti Konya Milletvekili Muhittin Güzelkılıç’ın kardeşi, Konya’nın ünlü kapalı çarşısı olan “Saray Çarşısı”nın kardeşiyle ortaklaşa sahibi olan Mustafa Güzelkılıç’tır. 1950’li yıllardır, DP iktidardadır. Kara Mustafa bugünkü Tayyipgiller’in illerdeki yöneticilerinin yaptığı işlerin aynısını yapmaktadır. O bakımdan onun her telefonu karşı konulamaz buyruk mertebesindedir yerel yöneticiler için. Giderler Saray Çarşısı’na. Mehmet Amca tanıştırır babamı. “Bizim bitişik komşu. Köyü de köyümüzün bitişiği üstelik.”, der. (Eksile, bugünkü adıyla Çatören). İstenileni de söyler Mehmet Amca. “Kolay”, der Kara Mustafa; “Hallederiz Yakup Ağa’nın işini.” O arada sorar: “Yakup Ağa da bizim partiden değil mi?” Mehmet Amca durumu bildiği için yüzüne bakar babamın. Babam; “Yo”, der “Ben Halk Partiliyim. Partiye de üyeyim. Sadece oy vermekle kalmam.” Kara Mustafa: “Bundan sonra oradan istifa edip bizim partiye üye olacaksın Yakup Ağa. Oyunu da buraya vereceksin. Bak ekmeği buradan yiyeceksin artık.” Rahmetli babacığım yüzüne kırbaç yemiş gibi olur. “Ulan”, der; “sizin partinizin de, iş için, menfaat için partisini değiştirenin de…” Galiz bir küfür savurur. “Mehmet, niye getirdin beni böyle adamların yanına.”, der ve çıkar gider oradan. Pekmezci Mehmet Amca da çalıştığı işyerinde bu Güzelkılıç’ların babasının birçok köyün arazisini zapt etmiş bir toprak ağası olduğunu, köylülerin onun bu zulmüne dayanamayarak isyan edip onu öldürdüklerini anlatır iş arkadaşlarına. Bu da Kara Mustafa’nın kulağına gelir. Mehmet Amca da anında işten kovulur. O da köydeki sınırlı sayıdaki tarlasını yarıcıya vererek oradan gelen ekmeklik, bulgurluk, un ve buğdayla bir de yoksul mahallemizde açtığı küçük bakkal dükkanından gelen gelirle geçimini sürdürdü. 5 çocuğunu yetiştirip büyüttü... Sonrasında sevgili, mert babacığım dört çocuklu ailesini, bildiği, şehirde yapabileceği tek işi yaparak, aile ekonomisi biçiminde yaptığımız büyükbaş hayvan besiciliğiyle geçindirdi. mokrat Parti adlı Finans-Kapital hareketinin sınıfsal yapasını anlatması açısından dedemin ve babamın bir anekdotunu da nakledelim: DP iktidarı yani Bayar-Menderes Hükümeti tam anlamıyla bir ABD yapımı Finans-Kapital+ Tefeci-Bezirgan iktidarıydı. Olay şu: Yıl 1928 veya 1929. DP Konya milletvekili Muhittin Güzelkılıç’ın babası Hatunsaraylı Bahri Ağa köyün ağasıdır. (Ağa burada gerçek anlamda arazi sahibi Tefeci-Bezirgan anlamındadır.) Bahri Ağa, kendi köyündeki yoksul köylülerin toprağını önemli ölçüde gasp ettiği gibi komşu üç köyün; bizim köy olan Eksile’nin, Çomaklar’ın ve Sadıklar’ın yoksul köylülerinin arazilerini de ele geçirmiş durumdadır. Özel silahlı adamları, yanaşmaları vardır. Tabiî ırgatları da... Köylüler, yoksulluktan, açlıktan kıvranmaktadır. Ama ağaya da karşı gelmek, kelleyi ortaya koymayı gerektirmektedir. Onu da o güne kadar göze alamamıştır kimse. Köylülerin yaşlı ve görmüş geçirmiş olanları dedeme gelirler: “Bu duruma bir çare bulabilir miyiz Efe Dayı?”, derler. Dedem, seferberlik ilan edildiğinde babamı ninemin karnında üç aylıkken bırakıp Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ve onu takip eden Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mıza katılmak üzere cepheye koşar. Ve 8 yıl sonra döner köyümüze. Döndüğünde babam 7 yaşında bir oğuldur. Cephede sayısız yoldaşı Mehmetçiği şehit vermiş, yine sayıya gelmez emperyalist işgal ordusunun askerini haklamıştır. Yani o kadar çok ölüm ve kan görmüştür ki, artık ölüm onun için sıradan bir şey olarak algılanmaktadır. İnsan bu kadar yıl ölümle iç içe yaşayınca köye döndüğünde çiftçilikle uğraşmak artık ona ağır gelir. Dedem de birkaç yıl sonra, babam 12 yaşına geldiğinde, çifti çubuğu, ekini harmanı babamın omuzlarına yıkıp, sorumluluğuna verip geçmiştir. Artık belinde tabancası, omzunda mavzeri, kendisi gibi Ulusal Kurtuluş Savaşçısı arkadaşlarıyla o köy senin bu köy benim ahbap ziyaretleri yapmakla vakit geçirmektedir. İşte bu yapı ve anlayıştaki bir insan, önüne böylesine haklı ve meşru bir dava konulunca, kuşkusuz bundan bana ne, kendi başınızın çaresine bakın diyemez. Nitekim diyememiştir de... “Gidin, eli silah, taş, sopa tutan yediden yetmişe ne kadar erkek varsa toplayın. Filan gün sabah vakti filan yerde buluşacağız. Ama bu vasıftaki herkes gelecek. Gelmeyene toprak yok.”, der. 3 köyün erkekleri belirlenen yer ve saatte buluşurlar. Tabiî bu çalışmadan Bahri Ağa’nın da haberi olmuştur. O da CHP’nin mirasını tüketen bu Amerikancı hainlerden hesap sorulmalıdır Bu ahlâksız ve işbirlikçi haine; “Ey hain nedir bu yaptığın?”, diyebilecek bir tek babayiğit çıkmayacak mı CHP’den? Eğer öyleyse yazık… Çok yazık… Ve öyleyse Sorosçu, TESEV’ci Kemal ve kendisi gibi sefaletlerden derleşik ekibinden de hesap soracak kimse çıkmaz. Ey rahmetli babacığım neredesin? Hey babacığım, iyi ki üyesi olduğun ve bir ömür boyu gönül verdiğin CHP’nin bu hallere düştüğünü Hacı Fettah Mezarlığı’na gidip yattın da görmedin. Adım gibi biliyorum, yaşasaydın ve sağlığın elverseydi eğer, yürüyecek durumda olman bile yeterliydi, hiç duraksamazdın bu durumları duyup görünce. Bozkır depmesi külotlu efe pantolonunu bacaklarına geçirir, üzerine Suriye kaçağı kruvaze ceketini giyer, boyun bağını boynuna dolar ve kasketini çekerek Deniz Baykal Liboş Mehmet’in villasında: Liboş Mehmet’in karısı Canan Barlas’ın doğum günü partisinde. Yine bir çağrışım daha oldu. Babam, Dereli (Konya Bozkır İlçesinin Kasabası) Efe Dayı’nın ya da Mustafa Efe’nin oğluydu. Cesareti, yiğitliği, mertliği, ataklığı ondan öğrenmişti. Burada bugünkü Tayyipgiller’in kendi öncülleri olarak sürekli andıkları ve öğündükleri 1946 Hareketinin yani De- adamlarıyla birlikte, bu köylülerin bir hareketi olursa karşılık vermek üzere hazır beklemektedir. Dedemin önderliğinde toplanan yoksul köylüler, Bahri Ağa’nın Hatunsaray köyüne doğru yürüyüşe geçerler. Ağanın gözcüleri haberi ulaştırır. Ağa da silahlı adamlarıyla birlikte hareket eder. İki köyün arasında bir yerde karşı karşıya gelirler. Ağa tarafından birkaç kez korkutup ürkütme ve bozgun yaratma amacıyla tüfek patlatılır. Fakat dedem tuttuğu yoldan dönücü ve başladığı işi yarım bırakıcı değildir. Hiç aldırmadan yürür. Tabiî köylülerimiz de. Karşı karşıya gelir taraflar. Bahri Ağa adamlarının önündedir. Böylece de ölümcül yanlışını yapmış olur. Çünkü karşısındaki köylülere komuta eden adamın niteliğini bilmemektedir. O güne dek yaptığı gibi, ben bunları kuru gürültüyle korkutup köylerine döndürürüm. Sonra da bildiğimi yaparım, diye düşünmüştür. Durun! Diye bağırır elini kaldırarak isyancı köylülere. Bu son sözleri olur. 10 yıllar boyunca haksızlığa uğramanın, ezilmenin, aşağılanmanın verdiği hınç ve kinle dolu köylüler hiç aldırmazlar bu söze. İsyancıların ileri gelenleri “vurun ulan”, der. Tüm isyancılar kaptıkları taşları yağmur gibi yağdırırlar ağanın üzerine. Babam da oradadır ve 13 yaşındadır. Olayı bütün canlılığıyla yaşar. Ve bana her seferinde aynı heyecanı duyarak anlatırdı. Köylüler ellerine ilk gelen taşlarla saldırırlar ağaya. Öyle ki yağmur gibi yağar taşlar. Babam burayı şöyle naklederdi: “Bir iki taştan sonra Bahri Ağa yıkıldı yere. Ve birkaç dakika içinde ağanın üzeri bir metre yüksekliğindeki bir çoka (taş yığını) oluşturacak şekilde taşla kaplanmıştı, Bahri Ağa’nın.” Bunu gören adamları, yüzgeri edip kaçmakta bulurlar kurtuluşu... Köylüler, o güne kadar uğradıkları zulmün kendilerine verdiği acı ve öfkenin tesiriyle sadece kendilerinin tarlalarını kurtarmakla yetinmezler. Ağanın Hatunsaray köyünün yakınına kadar olan bölgedeki topraklarını da ele geçirirler. Ve paylaşırlar aralarında. Bu hazin son, ağanın çocuklarında panik durumu yaratır. Köyü terk ederek şehre gelirler. Ellerindeki nakitle bir han satın alırlar ve onun işletmeciliğini yapmaya başlarlar. 1946’ya kadar yürütürler bu işi. Bayar’lar, Menderes’ler DP’nin Konya’da kuruluşunu yapmaya geldiklerinde onları ilk karşılayan ağanın hancılıkla uğraşan Muhittin ve Mustafa adlı oğulları olur. Sonrasında da bilindiği gibi Muhittin, Konya milletvekili seçilir DP’den. DP dönemince Konya ondan sorulur hale gelir artık. Burada şu noktayı da belirtelim: İsyan sonrasında dedem, birkaç köylü yoldaşıyla birlikte tutuklanır. Hapis yatar bir süre. O günlerde ağanın artıkları bir mahkum satın alarak cezaevinde öldürtmek isterler. Dost görünümünde yaklaşır, yakınında olur kiralık mahkum. Dedem ranzanın üst katında kalıyormuş. Bir keresinde oradan aşağıya inerken kiralık kişi şişi dedemin karnına vurur. Fakat şiş tam da beldeki palaskanın üzerine gelir ve delip geçemez içeriye. Dedem hemen atlar üzerine ve yıkar yere. Vurur birkaç darbe. Diğer mahkumlar alırlar elinden. Bir daha da böyle bir şeye teşebbüs edemez ağanın ardılları. Dedem de zaten çok yatmaz. Çünkü kavga köy kavgasıdır. Fail belirsizdir. Böylece de kim vurduya gitmiş olur Bahri Ağa. Konuyu biraz dağıtır gibi olduk belki. Ama DP’nin devamı olan AP’nin DYP’nin, ANAP’ın, Molla Necmettin’in partilerinin ve en son Tayyipgiller’in nasıl bir kökene, nasıl bir vurguncu asalak, sömürgen, insan düşmanı sınıf yapısına sahip olduklarını göstermesi açısından bizce önemli bir örnektir, olaydır bu. Dikkat edersek, Tayyipgilleri’in de ruhiyatları tümüyle Bahri Ağa’nınkiyle, Bayar Menderes’lerinkiyle birebir aynıdır. O yüzden bunlar birbirinin izini sürmektedir ve birbirine övgüler düzmektedir. Neyse dağıtmayalım konuyu… Sonuç olarak: Bu CHP, ihanetten, Yeni Sevr sürecini yürütmekte olan Tayyipgiller’in AKP’sine payanda olmaktan ve gün be gün çözülüp erimekten başka hiçbir yere gidemez… 05.01.2015 10 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Devrimci-Mücadeleci-Kitlesel bir Birleşik Kamu-İş için! Birleşik Kamu-İş’i bukağı gibi sımsıkı saran kahredici eylemsizlik kabuğu acilen kırılmalı; Düşmanı güldürmekten, dostu yormaktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli. Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı eylemlerle kitle seferberliği sağlanarak başarmaya kitlenen militan bir mücadele hattına sıçranmalı an geçirmeden. B ünyesinde 9 sendikayı barındıran, Biz Halkçı Kamu Emekçilerinin de üyesi bulunduğumuz Birleşik Kamu İş Konfederasyonu, 3. Olağan Genel Kurulunu 13-14 Aralık 2014 tarihlerinde Ankara Sürmeli Otel’de gerçekleştirdi. Açılış konuşmalarının ardından Genel Kurula davet edilen kurumlar adına yapılan konuşmalara geçildi. Aralarında CHP milletvekillerinin de bulunduğu konuşmacılar kamu çalışanlarının çeşitli sorunlarına değindiler. Konuk konuşmacılar kapsamında Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran da bir konuşma yaptı. Konuşmasına dünyadaki ve ülkemizdeki bütün kötülüklerin kaynağının AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar olduğunu belirterek başlayan Kıran, Tayyipgiller İktidarının ülkemize Yeni Sevr’i dayattığını, Ortaçağcı bir toplum inşa etmeye çalıştığını vurgulayarak tüm bu saldırılara karşı birlikte, ortak bir mücadele hattının örülmesi gerektiğini dile getirdi. Kongre’de Halkçı Kamu Emekçileri olarak kamu emekçileri mücadelesine bakış açımızı anlatan bir bildiri dağıttık. Genel Kurul’a katılan delegeler bildirimize yoğun ilgi gösterdi. Dağıttığımız bildiri metni aşağıdadır: Devrimci-Mücadeleci-Kitlesel bir Birleşik Kamu-İş için! Kongremizi gerçekleştirdiğimiz bugünlerde ABD ve AB Emperyalistleri sömürü düzenlerini daha da perçinlemek için, “Büyük Ortadoğu Projesi” ile halkları birbirine düşürmekte, Ortadoğu’yu kan ve gözyaşına boğmaktadırlar. Bu amaçla Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi parçaladıkları gibi ülkemizi de en az üçe bölerek, Sevr Antlaşması’nı tekrar hayata geçirip coğ- rafyamızda güçsüz kukla devletler oluşturmak istemektedirler. Tayyipgiller Hükümeti de ülkemizin yeraltı-yerüstü kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekerken, aynı zamanda şefleri Tayyip, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını yapmaktadır. Yakın Tarihimize bakarsak; yerli Parababaları özellikle 24 Ocak (1980) Kararları ile özelleştirmelere hız verirken, bir yandan da 12 Eylül Faşizminin ürünü 1982 Anayasası ile İşçi Sınıfına tanınan hakları yok etme çabası içine girmişlerdir. 12 yıldır ülkemizi yöneten AKP, uyguladığı ekonomi politikaları ile yoksul halkımızı; işçimizi, çiftçimizi, esnafımızı, memurumuzu ve diğer emekçilerimizi daha da yoksullaştırmış ve köleleştirmiştir. Taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılması, işverenlerin işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda gerekli önlemleri almaması nedeniyle her yıl yüzlerce çalışanımız, emekçimiz hayatını kaybetmektedir. En yakın olarak Soma’da resmi rakamlara göre 301 madencimizin, İstanbul Mecidiyeköy’de 10 inşaat işçimizin, Ermenek’te 18 Madencimizin hayatı Parababalarının kâr hırsına kurban gitmiştir. Tayyipgiller Hükümeti bir yandan vurgunlarını yapıp küplerini doldururken, bir yandan da antiemperyalist, Mustafa Kemalci, yurtsever, demokrat ve namuslu askerleri, bilim insanlarını, gazetecileri, aydınları Ergenekon-Balyoz adı verilen CIA Operasyonları ile sesini çıkartamaz ve yerinden kımıldayamaz hale getirmektedir. Tayyipgiller hırsızlıklarının, yolsuzluklarının duyulmaması, bilinmemesi için de kendi hukuk bürolarına dönüştürdükleri yargıdan çıkarttıkları haber yasaklarıyla medyayı susturmakta veya olmadı satın alarak yandaşlaştırmaktadırlar. Tayyipgiller, bir yandan yargı çalışanlarına siyasi baskılar uygularken, bir yandan da hâkim ve savcılara yüksek zamlar yaparak yargıyı iyice ele geçirip, kendi hukuk bürolarına çevirmeye çalışmaktadırlar. “Sağlıkta Dönüşüm” adı altındaki uygulamalar ile sağlık ticarileştirilerek alınıp satılan bir metaya dönüştürülmüştür. Sağlık çalışanlarının mevcut sorunları dururken, 11.10.2011 tarihli 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sağlık Bakanlığı, başta Yunanistan olmak üzere yurtdışından “ithal hekim”’ getirmeye çalışmaktadır. Tabiî bu kararname ile asıl amaçladıkları; - Sağlığı özelleştirmek ve piyasalaştırmak, - Hekimlerin örgütlü direncini kırmak, - Ücretleri düşürüp, işsiz hekim furyası oluşturmak - Tıp fakültelerini ve devlet hastanelerini işlevsiz kılmaktır. Kamuda, Yardımcı Hizmetler Sınıfında görev yapan çalışanların hak gaspları, 4b ve 4c statüsünde çalıştırılan kamu emekçilerinin iş güvenliğinin olmaması ve ücret adaletsizliği de kamu çalışanlarının çözüm bekleyen diğer sorunları arasında yer almaktadır. Eğitim alanında yapılanlara baktığımızda; 27 Aralık 1949 tarihinde “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma” ile Milli Eğitim çökertilmiş, milli olmaktan çıkarılmıştır.1954’te Menderes Hükümeti tarafından, çağdaş eğitim kurumları olan Köy Enstitüleri kapatılmıştır. İşte bu tarihlerden itibaren eğitim-öğretim, emperyalistlerin tekeline sokulmuş ve dünyaya örnek gösterilen eğitim sistemimiz hızla yozlaşmaya, gericileşmeye başlamıştır. Eğitim alanındaki bu gericileştirme politikaları Ortaçağcı Tayyipgiller döneminde hız kazanmıştır: - Öğretmen Okulları kapatılmış, Fen Liseleri arka plana itilmiş, bilimden ve bi- limsel eğitimden hızla uzaklaşılarak bilim dışı hurafeler eğitim sisteminin temelini oluşturmuştur. - 4+4+4 sistemi ile İmam Hatip Okullarının sayısı artırılmış, Ortaçağcı eğitim kurumları yaygınlaştırılmıştır. - Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) ile A grubundaki tercihlerine yerleşemeyen öğrenciler, B grubunda İmam Hatip Liselerine yerleştirilmiştir. Bazı öğrenciler ise evlerinden çok uzakta olan bir eğitim kurumuna gönderilerek mağdur edilmişlerdir. Bildiğimiz gibi TEOG yerleştirmeleriyle gayrimüslim öğrencilerimiz bile İmam Hatip Liselerine yerleştirilmiştir. - Ortaöğretimde (liselerde) dini derslerinin sayısı artırılarak, Arapça, Kur’an-ı Kerim, Hz Muhammed’in Hayatı (Hz. Muhammed’in insan, hayvan, doğa sevgisini anlatmazlar, anlattıkları da Hz Muhammed’i ifade etmez) gibi dersler zorunlu-seçmeli dersler haline dönüştürülmüştür. - Daha birkaç ay önce, 22 Eylül tarihinde MEB’e bağlı okullardaki kılık kıyafet ile ilgili yönetmelikte yapılan değişiklikle “türban yasağı” kaldırılarak laik eğitime bir darbe daha vurulmuş, medrese eğitiminin önündeki bir engel daha kaldırılmıştır. - Özel okullara 2500 ile 3500 lira arasında yapılan devlet desteği ile bir yandan eğitimdeki özelleştirmenin önü açılırken, bir yandan eğitimde eşitlik ilkesine aykırı davranılmaktadır. Amaç, devlet okullarını tümüyle kaldırarak yerine özel sektörün açtığı okul görünümlü ticarethaneler getirmektir. - Son olarak “19. Milli Eğitim Şurası” adını verdikleri din şurasında kendine sendika süsü vermiş bir ajan örgüt olan Eğitim-Bir-Sen kanalıyla akıl ve bilim dışı öneriler yapılmış, kararlar alınmıştır. MEB’in kabul etmesinin kesin olduğu bu “tavsiye” kararlarında din dersinin ilkokul 1’inci sınıftan başlatılması, anaokullarında “değerler eğitimi” adı altında din eğitimi verilmesi, ortaöğretimde Osmanlıcanın zorunlu olması, karma eğitimin kaldırılması gibi Ortaçağcı adımların atılması öngörülmektedir. Dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 1225 lira, yoksulluk sınırının ise 3990 lira olduğu bu dönemde, Tayyipgiller’in bir kurumu haline gelen, sendikacı görünümlü hainlerden derleşik Memur-Sen’in toplu satış sözleşmesi ile kamu çalışanlarının ücretleri, enflasyon rakamlarının bile gerisinde bırakılmıştır. Kısacası kamu emekçilerinin kazanılmış birçok hakkı gasp edilmiş, eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm kamu hizmetleri özelleştirilerek piyasacı bir ekonomiye terkedilmiş, emekçilerimiz yoksulluğa mahkûm edilmiştir. Tüm bu ihanetlerin altına imza atan Tayyipgiller erken bayram etmesinler. Bu ülkede kamu emekçilerinin hak mücadelesinin geleneğini yaşatanlar da vardır ve onlar bu hainane gidişe karşı kararlıca mücadelelerini sürdürmektedirler. Bizler Halkçı Kamu Emekçileri olarak; sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışı ile antiemperyalist, antifeodal ve antişovenist ilkelerden taviz vermeden mücadelemizi sürdürüyoruz. Bu bakış açısıyla, insan onuruna yakışır bir yaşam için tüm kamu çalışanlarını örgütlü mücadeleye çağırıyoruz! Türkiye’de İşçi Sınıfı açısından yıllardan beri nasıl bir “sendikalar faciası” yaşanıyorsa, bugün Kamu Emekçileri Cephesinde de bir “sendikalar faciası” yaşanmaktadır. Bu durumun ana sebeplerinden biri, sendikaların, sürece müdahale edici, geniş, kapsamlı, somut, militan, doğru taktikler geliştirebilen; üyeleri tarafından netçe anlaşılmış ve içselleştirilmiş açık, net, sürekliliği olan ve mutlaka sonuç alıcı örgütlenmeler ve mücadele stratejilerinin dolayısıyla da politikalarının olmayışıdır. Bu özellikler kimi tüzük ve programlarda yer almış olsalar da kâğıt üzerinden yaşama geçip ete kemiğe bürünememişlerdir. Etkin sendikal stratejiler ancak içinde yaşanılan toplumun sınıf ilişki ve çelişkilerini doğru tahlil ederek uygulanabilirler. Ayakları yere basmayan, diğer ülkelerden ithal program, ithal strateji ve politikalarla bu iş yürümez. Kısacası üretilecek sendikal stratejiler kendi ülke orijinalitemizi yansıtmalıdır. Bilindiği gibi strateji sözcüğü bir askercil savaş terimidir. Ama zamanla insanoğlunun her alanındaki davranışlarında, özellikle de sınıflar savaşı alanında kullanılagelmiştir. Klasik anlamıyla strateji denince akla, özgücün başlıca vuruşunun yönünü belirlemek ve dolayısıyla da bir aşama sırasında vurucu güçlere yerlerini aldırışı düzenlemek gelir. Daha da netleştirirsek; strateji belirli bir hedefe veya amaca ulaşmada en etkin ve başarılı olan ya da olacak yolların ana hatlarıyla ortaya konması ve içinin doğru ve etkin çeşitli taktik, parola ve yöntemlerle doldurulmasıdır. Doğal olarak doğru strateji, doğru politikaların, pratik mücadele yol ve yöntemlerinin oluşturulmasını kolaylaştıracaktır. Bu yüzden de madde ve manaca İşçi Sınıfına yakın olan Kamu Çalışanları (memurlar) sendikalarında doğru sendikal politikalarla donanarak sendikal örgütlenme ve militan bir sendikal mücadele yürütmelidir. Bunun yolu da Devrimci Sınıf Sendikacılığı anlayışını sendikalarda etkin kılmaktan geçer. Bu sendikal anlayışın temel belirleyicileri şunlardır: 1. Sınıf sendikacılığı: İşçi Sınıfının işverenlerle olan çatışmasını yalnızca işyeri sınırları içinde tutmakla kalmaz. Mücadelenin toplum yaşamının tüm kesimlerine yansıdığını kabul eder. Mücadeleyi diğer işkollarıyla, diğer emekçilerle, genel ülke ve dünya sorunlarıyla, politik-ideolojik mücadeleyle bütünleştirir. Sınıf sendikacılığı, sınıf mücadelesi temeline dayanır. İşgücü-sermaye işbirliğini savunan sarı sendikacılıkla mücadele eder. 2. Kitle sendikacılığı: Siyasi, dini, felsefi görüş ve ulusu ne olursa olsun tüm emekçileri kapitalist sömürüye karşı örgütler, yönlendirir ve mücadeleye sokar. 3. Devrimci sendikacılık: Sendikal hareketin sınıf mücadelesi temeline oturup oturmadığına bakar. Devrimci sendikacılığın amacı, İşçi Sınıfının kapitalist sömürüden temelli olarak kurtulmasıdır. Bugün Kamu Emekçileri cephesinde de yaşanan “sendikalar faciası”nın biricik ilacı “Devrimci Sınıf Sendikacılığı”dır. Devrimci Sınıf Sendikacılığının uğruna mücadele edeceği en temel talepleri ve ilkeleri de şunlardır: 1. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere Kamu Emekçileri dâhil tüm halkımızın örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılmasını hedeflemek, 2. Fiili ve meşru mücadele anlayışını savunmak ve kendisini antidemokratik yasalarla sınırlamamak, 3. Ülkemizin ekonomik-toplumsal-kültürel-yeraltı-yerüstü tüm zenginliklerinin emperyalist talanına ve sömürüsüne karşı mücadele etmek, 4. İşçi Sınıfıyla, diğer emekçilerle ve gençliğimizle dayanışmaya girmek, * Sendikal örgütlenmeler İşyeri Komiteleri esas alınarak yürütülmelidir. *Her şubede birer örgütlenme komitesi oluşturulmalıdır. Bu komiteler işyeri örgütlenmelerinde, Şube Örgütlenme Sekreterliği ve Genel Merkez Örgütlenme Sekreterine bağlı olarak çalışmalıdır. * Şube Örgütlenme Komitesi aylık çalışma raporunu, Şube Yönetim Kuruluna ve Şube Temsilciler Kuruluna sunmalıdır. * Sendikaların gücü örgütlenme kapasiteleri ve üyeleriyle arasındaki bağın sağlamlığıyla ölçülür. Bu yüzden kitlenin günlük sorunlarıyla yakından ilgilenilip en küçük talepler önemsenmelidir. Sendikal politikaları oluştururken kitlenin somut talepleri üzerinden hareket edilmelidir. * Örgütlenme, sürekli olması gereken bir süreçtir. Sadece yetki zamanları yaklaş- 5. Başta halkımızı taa can evinden vuran kanser illetinden beter İşsizlik-Pahalılık olmak üzere geniş halk yığınlarını ve gençliğimizi ilgilendiren tüm sorunlara karşı mücadele etmek, 6. Bilimsel düşünce ve davranış kurallarını, sendikal mücadelede en etkin bir araç olarak kullanmaya çalışmak, 7. İşçi Sınıfının devrimci mirasına sahip çıkarak, sınıf dayanışmasını güçlendirmek için ulusal ve uluslararası birlikler/ platformlar oluşturmak ve ortak eylemler gerçekleştirmek, 8. İşçi Sınıfının kanı, canı pahasına yaratılan ve kazanılan günlerin kutlanmasına ve bu uğurda kaybettiğimiz devrim şehitlerinin, halk kahramanlarının anmalarına aktif olarak katılmak, 9. Emperyalizme, Feodalizme, Şovenizme karşı savaşımı demokrasi güçlerinin manifestosu olarak görmek. 10. Yardımlaşma sandıkları kurmak, paranın enflasyon-devalüasyon gibi oynaklıklarında işgücünün değerini gözeten denetimi sağlamak, 11. Her türlü ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele etmek, 12. İşsizlik sigortasını daha işlevsel kılmak ve benzeri sigortaların kurulması için mücadele etmek, 13. Bugün için memur sendikacılığı henüz literatürdeki sendika aşamasına gelememiştir. Sendikanın olmazsa olmazı Toplusözleşme ve Grev’dir. Mücadelenin ana eksenlerinden bir tanesi de Grev ve Toplusözleşme hakkının elde edilmesidir. Bu hakkın kazanılması için aktif mücadele yürütmek, 14. Konfederasyonumuz henüz kurumsallaşmasını tam anlamıyla gerçekleştirememiştir. Devrimci sınıf sendikacılığı ilkelerinin yaşama geçebilmesi için bağlı sendikaların konfederasyonlarla ilişkisi vücudun diğer organlarla ilişkisi gibi tam bir uyum içerisinde olmalıdır. Konfederasyona bağlı her sendika yöneticisi kendisini konfederasyona bağlı diğer sendikaların yöneticisi gibi görmeli ve öyle davranmalıdır. Her sendikamız örgütlenme çalışması yaparken üyesi olduğu sendika ile birlikte konfederasyona bağlı diğer sendikalara da örgütlenme ve üye yapmalı onları da kendi bütününün parçası olarak görmelidir. Yukarıda saydığımız, bir anlamda sendikal örgütlenme politikamızın da temellerini oluşturan Devrimci Sınıf Sendikacılığının ilke ve taleplerine, örgütlenme prensiplerini de eklemeliyiz: * Sendikaların örgütlenme alanları işyerleridir. tığında örgütlenme faaliyetleri yoğunlaşmamalıdır. * Genel bir üye, üye olmayanlar ve potansiyel üyeler profili çıkarılıp işyerlerinde bu veriler ışığında çalışmalar yürütülmelidir. * Gerekiyorsa bu konuda profesyonel örgütlenme uzmanları eğitilip istihdam edilebilir. Ama bu kişilerin hedefi örgütü nitelikçe ve nicelikçe büyütmek olmalı ve maaşları da o işkolundaki çalışanların maaşlarının ortalamasından yüksek olmamalıdır. * Sendika üye aidatlarının elden toplanması yöntemine geri dönülmelidir. Aidatların kaynaktan kesilmesi yöntemi, uygulama sonuçları da göstermiştir ki, bu yöntem üye ile sendika arasındaki ilişkiyi zaafa uğratmaktadır. Kamu Çalışanları olarak kendimizin, İşçi Sınıfının ve gençliğimizin yakıcı, acil sorunlarının yanında; Yeni Sevrci kuşatma, Şeriatçı tırmanış, Kürt Sorunu, Kadın ve Çevre sorunu vb. gibi ülkemizin birçok sorununda çok şeyler yapabiliriz. Yapmalıyız da. AB-D Emperyalizminin Ilımlı İslam (Şeriat) maşasıyla başlattığı Yeni Sevrci saldırısına karşı Antiemperyalizm, Antifeodalizm, Antişovenizm ilkelerinden zerrece ödün vermeden; Dillerde pelesenk olan Devrimci Sınıf Sendikacılığı ve Demokratik Merkeziyetçi yığın örgütü, laf olmaktan çıkarılıp hayata geçirilerek; Birleşik Kamu-İş’i bukağı gibi sımsıkı saran kahredici eylemsizlik kabuğu acilen kırılmalı; Düşmanı güldürmekten, dostu yormaktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli. Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı eylemlerle kitle seferberliği sağlanarak başarmaya kitlenen militan bir mücadele hattına sıçranmalı an geçirmeden. Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı! Şeriat Ortaçağdır! Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi! Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz! Yaşasın BİRLEŞİK KAMU-İŞ! Kafa bulmaya bak! B u ABD’li kurumlar ve o kurumlarda bulunan yöneticiler de bir hoş doğrusu. Çok şakacı insanlar. Espri yetenekleri çok gelişmiş. İsterlerse insanlarla çok iyi kafa buluyorlar. Nereden mi çıkardık bütün bunları? Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı’nın her yıl verdiği “Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü”nü Türkiye’den Hasan Cemal adlı “gazeteci”ye vermişler de ondan... “Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü” ve Hasan Cemal(!) Güldürmeyin ya da kafa bulmayın Allah aşkına... 11 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Tayyipgiller’in “Din Şurası”ndan Eğitimin daha da Ortaçağcılaştırılması çıktı Sözde Eğitim Şurası’nda yapılan öneriler ve alınan kararlar, çocuklarımızın sağlıklı gelişimi ve daha iyi eğitim görmelerine yönelik değildir. Bu öneriler ve kararlar, çocuklarımızı gencecik yaşta hurafelerle ve dogmalarla doktrine etmeye yöneliktir. Başka türlü ifade edersek; Tayyipgiller’in o kirli hayal dünyalarındaki Ortaçağcı topluma giden yolun taşlarını döşeme çabalarıdır bunlar. S on günlerde “19. Milli Eğitim Şurası”nda yapılan tartışmalar ve alınan kararlar toplumumuzun geniş kesimlerince tartışılmaktadır. Bildiğimiz gibi, Eğitim Şuralarının temel amacı, eğitim öğretim sürecindeki sorunları ortaya çıkarmak, bu sorunlara yönelik çözüm önerileri getirmek, eğitim sistemine entegre edildiğinde olumlu sonuçlar yaratabilecek yeni yöntem, teknik ve materyallerin kullanımını yaygınlaştırmak, kısacası eğitim öğretim sürecini, bulunduğu gelişmişlik düzeyinden bir adım daha öteye taşımaktır. Ülkemizdeki Eğitim Şuralarına baktığımızda ise bu toplantıların çoğunlukla siyasi iktidarı ellerinde bulunduran kesimlerin çıkarlarına uygun öneri ve kararlar üreten mekanizmalardan başka bir şey olmadığını görmekteyiz. Durum böyle olunca ve Türkiye’yi de son 12 yıldır Ortaçağcı bir “Çıkar Amaçlı Suç Örgütü”nün yönettiği göz önünde bulundurulunca, son günlerde sözde Milli Eğitim Şurasından çıkan akıl ve bilim dışı öneriler ve kararlar bizleri çok da şaşırtmamaktadır. Daha önce de sıklıkla belirttiğimiz gibi, bugün ülkemizi yöneten Ortaçağcı Tayyipgiller İktidarının nihai amacı, ülkemizi bir din devletine dönüştürmektir. Onlar bir yandan vurgunlarıyla, hırsızlıklarıyla, yolsuzluklarıyla servetlerine servet katarken, diğer yandan halkımızı Gerçek İslamiyetle hiçbir ilgisi olmayan, hatta tam anlamıyla onun antitezi olan CIA İslamıyla, Washington İslamıyla, Pentagon İslamıyla uyutmaya çalışmaktadırlar. Kafalarındaki Ortaçağcı toplum biçimini yaratmak için de iktidara geldikleri günden bu yana her alanda olduğu gibi Eğitim alanında da Ortaçağcı uygulamaları insanlarımıza dayatmaktadırlar. Tayyipgiller’in Eğitim alanındaki Ortaçağcı uygulamalarında tetikçiliği ise kendine eğitim sendikası süsü vermiş, siyasi iktidarın dolaysızca borazanlığını üstlenen Ortaçağcı Eğitim Bir-Sen yapmaktadır. Bu örgüt bir sendika, hele de bir eğitim sendikası asla değildir. Tayyipgiller’in yaşama geçirmeyi planladığı şeyleri öncelikle toplumumuzun gündemine sokmakla görevli, iktidardan beslenen, onun tarafından yönlendirilen bir kukladan başka bir şey değildir bu örgüt. Tayyipgiller’in kamu çalışanlarına yönelik tehdit, baskı ve yıldırma politikalarından dolayı ne yazık ki bu sendika görünümlü ajan örgüt ve bağlı bulunduğu konfederasyon sayıca kabarmış ve birçok hizmet kolunda yetkili hale gelmiştir. İşte “19. Milli Eğitim Şurası”nı, gerçek niteliğiyle ifade edersek “Din Şurası”nı, bu Ortaçağcıların önerileri ve aldırdıkları kararlar şekillendirmiştir: “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasıyla başlayan ve Antalya’da devam eden 19. Milli Eğitim Şurası’na anaokulu ve ilkokul 1, 2 ve 3’üncü sınıflara zorunlu din dersi verilmesi ve karma eğitimin sonlandırılması tartışmaları damga vurdu. “(...) “Şuraya katılan Eğitim-Bir-Sen, komisyon için hazırladığı raporda kız ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta ders aldığı karma eğitimin kaldırılması önerisinde bulundu. “(…) “Osmanlı Türkçesi dersinin zorun- lu olması komisyonda kabul edildi. Ancak bu ders için yeterli sayıda öğretmen yok. (Şurada konuyla ilgili alınan nihai karar, bu dersin Anadolu İmam Hatip Liselerinde zorunlu hale getirilmesidir. - Halkçı Eğitim ve Bilim Emekçileri) “(...) “İlkokuldan sonra Kur’an kurslarında hafızlık eğitimi almak isteyen ortaokul öğrencilerine tanınan 1 yıllık muafiyet hakkı 2 yıla çıkarıldı ve ara verilen sürelerde öğrencilerin dışarıdan sınavlara girmesi karara bağlandı.” (Hürriyet, 5 Aralık 2014) Yukarıdaki akıl ve bilim dışı öneriler ve kararlar, Tayyipgiller’in hayata geçirmeye çalıştığı şeylerin, bir başka ağızdan seslendirilmesinden başka bir şey değildir. Görüşülen bu konular Şura tartışmalarının sa- dece bir kısmını oluşturmaktadır. Bunların dışında okul öncesi eğitimde öğrencilere ilahi öğretilmesi, yemek duası öğretilmesi gibi önerilerde de bulunmuştur Eğitim Bir-Sen. Ayrıca halkın sağlığını düşündüklerinden değil, tamamen Ortaçağcılıklarından, Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Liselerinde “Alkollü İçki ve Kokteyl Hazırlama” dersinin kaldırılması önerilmiş ve karara bağlanmıştır. Eğitim alanında hayata geçirilmeye çalışılan bu uygulamalar pedagojik açıdan incelendiğinde, her bir maddenin çocuk gelişimine ne kadar zararlı olduğu bilimsel kanıtlarıyla ortaya konulabilir. Ancak bize göre böyle bir çabaya bile gerek yoktur. Böyle bir tartışma bilimsellik sınırları çerçevesinde yapılacak bir tartışmadır. Ne var ki sözde Eğitim Şurası’nda yapılan öneriler ve alınan kararlar, çocuklarımızın sağlıklı gelişimi ve daha iyi eğitim görmelerine yönelik değildir. Bu öneriler ve kararlar, çocuklarımızı gencecik yaşta hurafelerle ve dogmalarla doktrine etmeye yöneliktir. Başka türlü ifade edersek; Tayyipgiller’in o kirli hayal dünyalarındaki Ortaçağcı topluma giden yolun taşlarını döşeme çabalarıdır bunlar. Sözde Eğitim Şurasının bu şekilde tartışmalara ve kararlara sahne olması yukarıda da belirttiğimiz gibi şaşırtıcı değildir. Şurayı oluşturan 600 delege içinde bu Ortaçağcı önerilere karşı çıkabilecek delege sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Başta Eğitim-İş olmak üzere bu akıl ve bilim dışı öneri ve kararlara karşı çıkan birkaç onurlu sendika temsilcisi ise, Tayyipgiller’in meşrebine uygun biçimde, Muaviye-Yezid yöntemleriyle “dinsiz” olarak damgalanmıştır: “(…) Öneriler Şura Genel Kurulu tarafından da benimsenirse, Milli Eğitim Bakanlığına ‘tavsiye kararı’ olarak sunulacak. Önerilere muhalif üyeler ‘Sen Allah’ı mı tartışıyorsun’ sözleri ile susturulurken, toplantıları basın mensuplarının izlemesi yasaklandı. “Söz konusu tekliflere bazı Şura üyelerinden itirazlar geldi. ‘Anaokulu çocuklarına Allah, cennet-cehennem kavramlarını anlatamazsınız. Somut düşünme çağında olan bir çocuğa bu soyut kavramları öğretmezseniz. Bu kavramlar ancak aile tarafından öğretilmelidir’ sözleri, ‘Sen Allah kavramını mı sorguluyorsun, tartışıyorsun? Seninki görüş değil dinsizlik. Din deyince neden aklına hemen cehennem geliyor’ tepkisi ile karşılandı.” (Cumhuriyet, 4 Aralık 2014) “Tavsiye” niteliğinde olan bu Şura kararlarının MEB tarafından kabul edileceğinden en ufak bir kuşku duymamaktayız. Çünkü bu önerileri yaptıran da, bu kararları aldıran da, alınan bu kararları “tavsiye” olmaktan çıkarıp uygulamaya geçirecek olan da Tayyipgiller’dir. Tayyipgiller alınan bu kararların içerisine öğretmenlere yönelik birtakım kısmi iyileştirmeleri de ekleyerek toplumun ve eğitim-bilim emekçilerinin gözünü boyamaya çalışmaktadır. Yandaş medya da olayın Ortaçağcılık boyutunu gizlemek, sadece öğretmenlerin özlük haklarının iyileştirildiği algısını yaratmakla görevlendirilmiştir. Ancak biz Halkçı Eğitim ve Bilim Emekçileri çok iyi biliyoruz ki sözde Eğitim Şurasında alınan bu kararlar, Mustafa Kemal önderliğinde zafere ulaştırdığımız Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Mücadelemizin en önemli kazanımlarından biri olan Laik Eğitimi bütünüyle ortadan kaldırmaya yöneliktir. Daha genel anlamda ifade edersek; Tayyipgiller’in Cumhuriyet’e, laikliğe, ilericiliğe, bilime karşı açtığı savaşın devamıdır tüm bu yaşananlar. Ancak bizler şunu da çok iyi biliyoruz: Tarih boyunca geçici zaferler kazanmış olsalar da doğruya karşı savaşan, bilime karşı savaşan zorbalar her zaman kaybetmiştir ve kaybetmeye mahkumdur. Eğitim BirSen’e mecburiyetten üye olmuş on binlerce eğitim-bilim emekçisi de dahil olmak üze- re yüzbinlerce eğitim-bilim emekçisinin ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kendilerine bıraktığı mirası sahiplenen milyonlarca insanımızın bu gidişten memnun olmadığını da çok iyi biliyoruz. Tayyipgiller erken bayram etmesin. Bu ülkede Kamu emekçilerinin onurlu bir mücadele tarihi vardır. Bu mücadele geleneğini tüm bilincimizle sahiplenen bizler asla yılgınlığa düşmeyeceğiz, pes etmeyeceğiz. Elbette bu günler de geçecek. Örgütleneceğiz, çığ gibi büyüyeceğiz ve günümüzün çağdaş Muaviye’lerini, Yezid’lerini oturdukları o Kaç-Ak Saraylarından indireceğiz, hesap soracağız. Halkız, Haklıyız, Kazanacağız, Zafer mutlaka bizim olacak! 07.11.2014 Halkçı Eğitim ve Bilim Emekçileri Laiklik ve emeğe polis şiddeti Bilimi envai çeşit gazla soluksuz bırakmak isteyenlerin, kendi “maske”lerini ellerine verecek ve Tarihin çöplüğüne göndereceğiz! E ğitim-İş Sendikası, “Laik Eğitim ve Emeğe Saygı” adı altında başlattığı yürüyüşün son durağı olarak 20 Aralık tarihinde, Ankara’ya gelerek, Milli Eğitim Bakanlığı önünde yapacağı basın açıklamasına Tandoğan’da polis müdahale etti. Türkiye’nin dört bir yanından gelen öğretmenler, Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri ve onlara destek veren Kurtuluş Partililer, Yatağan’dan başlattıkları yürüyüşe Soma, Bursa, İnegöl, Eskişehir ve diğer illerden katılanlarla birlikte bu sabah Ankara’ya geldiler. Planları, Milli Eğitim Bakanlığı önünde, ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürmek isteyenlere, bi- len gözaltına alınanlardan Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı ve MYK Üyesi Av. Pınar Akbina’nın üstü, Ankara Barosu Avukat hakları Merkez, TOMAK avukatları, Kurtuluş Partili Hukukçuların tüm itirazlarına, Pınar Akbina’nın tüm direnişine rağmen, Savcılık talimatı denerek zorla yere yatırılmak ve darp edilmek suretiyle aranmış, durumu tutanağa geçirmemek için polis direnmiştir. Daha bir gün önce, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde “-7 denilen yerde, çok soğukta güreş minderi üzerinde yatırıldık”larından ağlayan, insanlığı Ortaçağ gericiliğine götürmek için yıllardır kurdukları okullarda beyin yıkayan Cemaatçiler de, onları “ağ- limsel eğitimin önünde oluşturulan her türlü engele karşı çıkmak için basın açıklaması gerçekleştirmekti. Ancak polis, sabah daha saat 10.30’da, daha Ankaralı eğitim emekçileri gelmeden, buluşma noktası ve yürüyüş başlangıcı Tandoğan’da, hiçbir nefes alacak nokta bırakmadan Ankara dışından gelen yürüyüşçülere ve onlara destek olmak üzere saat 10.00’da alana gelen Kurtuluş Partililere TOMA’lardan sıkılan tazyikli su ve biber gazları ile acımasızca saldırdı. Can havli ile Tandoğan Orduevine sığınan eylemcileri almak için Orduevine girmeye çalışan polise nizamiye- latan” Tayyipgiller de aynı maskeyi kullanıyorlar. Maskenin sahibi ise AB-D Emperyalizmi! Halkın Kurtuluş Partililer, insanlığın kurtuluşu biliminin ışığında, bilimin aydınlattığı korkusuz yürekleriyle, her yerde gösterdikleri kahraman direnişlerini bugün bir kez daha göstermişlerdir. “Laik Eğitim ve Emeğe Saygı” Yürüyüşünü düzenleyen eğitim emekçileri ile aynı bedende atan yürekleri, Tayyipgiller’i ve onların uşağı oldukları Finans-Kapital Sermayenin polisleri karşısında sadece tazyikli su gücü ile bir an için geriletilmiş, atılan gazdan gözleri görmediği, solukları tıkandığı halde tekrar de görevli erler kahramanca bir direniş sergilediler. Onlarca eğitim emekçisi, Eğitim İş Sendikası Genel Başkanı Veli Demir, Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı ve MYK Üyesi Av. Pınar Akbina, Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan (daha sonra Emniyet’e götürülmeden bırakılmıştır), Büro-İş Sendikası Yönetim Kurulu Üyesi Binali Keskin’in de bulunduğu birçok öğrenci yaka paça gözaltına alındı. Eylemi dağıtmak maksadı ile hareket eden polis güçleri, her zaman bıraktıkları çıkış noktasını bu kez bırakmamışlardı. Bu nedenle amaçları adeta eylemcileri ezmekti. Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesine götürü- tekrar barikatın önüne gelmişlerdir. Ta ki, orantısız güçle derdest edilinceye kadar... Tayyipgiller’e de Fethullahçılara soluk veren sadece ve sadece “maske”leri! O da düşecek. Az kaldı! 20.12.2014 Yaşasın Laik-Bilimsel-Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Şeriat Ortaçağdır! Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 12 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 Halkın Davası İşe iade davaları (2) olarak düzenlediği yazılı başvurunun bir nüshasını işyerinde yetkili kişiler tarafından şirket kaşesi, teslim alanın ad ve soyadı, imzasıyla ve tarihlendirerek alındı yaptırabilirse bu yöntemle masrafsız olarak başvuru yaptığını kanıtlayabilir. 3. İşçinin işe başlatılması Sorularınız için mail adresimiz: [email protected] G eçen sayımızda işe iade davası açma koşulları ve süresi üzerinde durmuştuk. Bu sayımızda da işe iade davasının sonuçları üzerinde duracağız. Öncelikle belirtmek gerekir ki İşçinin iş sözleşmesi sona erdirildikten sonra başka bir yerde çalışmaya başlaması işe iade davası açmasına engel değildir. İşe iade davası mantığı düşünüldüğünde haksız bir şekilde işten çıkarılan işçinin dava süresince çalışmaması elbette ki işçiden beklenemeyecektir. Kıdem, ihbar tazminatı ve sair yasal haklarınızın ödenmiş ve tarafınızca teslim alınmış olması da işe iade davası açmak için engel teşkil etmez. İşe İade Davasının Sonuçları İş Yasasına göre işe iade davaları 2 ay yerel mahkeme, 2 ay yüksek mahkeme olmak üzere toplam 4 ay içerisinde bitirilmek zorunda olan acele işlerdendir. Ancak ne yazık ki adalet sistemimizin ağır aksak işleyişinden dolayı bu davalar da yıllarca uzamaktadır. İşe İade Davası sonucunda mahkeme, feshin geçersizliğine ve işçinin işe iadesine karar vermiş ve karar kesinleşmiş ise, dava süresince boşta geçen süreler için işçinin en fazla 4 aylık ücreti tutarında tazminat ödenir. İşçiye verilen yemek, servis vb. gibi sosyal haklar da bu hesaba dahil edilir. İşe iade kararına ve işçinin süresi içinde işbaşı yapmak için başvurmasına rağmen işe alınmaması durumunda kıdemine göre işe başlatmama tazminatına karar verilir. İşe başlatmama tazminatı işçinin en az 4, en fazla 8 aylık ücret tutarında olur. Mahkemece işçinin iş akdinin sendikal nedenle feshedildiğine hükmedilmiş ve karar kesinleşmiş ise, işçinin başvurması halinde, işbaşı verilse de verilmese de, boşta geçen süreler için 4 aylık tazminatın dışında, ayrıca işverenin, işçinin bir yıllık ücreti tutarından az olmamak üzere tazminat ödenmesine karar verilir. İş akdinin feshinin geçerli olduğunun ispatıyla davalı işveren yükümlüdür. İş akdinin sendikal sebeple feshin de ise sendikal sebebin ispatıyla davacı işçi yükümlüdür. 1. İşçinin işverene başvuruda bulunması Feshin geçersizliğine ilişkin kesinleşen kararın işçiye tebliğinden sonra, işçi 10 iş günü içinde işverene başvurmak zorundadır. On iş günü geçtikten sonra yapılan başvuruyu işveren kabul etmek zorunda değildir. Bu süre hak düşürücüdür. Kanunla belirlenmiş olan on günlük süre kesin süredir ve taraflara ya da hâkime bağlı bir süre değildir. Bu nedenle belirlenen süre içinde yerine getirilmesi gerekir. İşçi bu süre içinde başvurmaz ise akdin feshi geçerli sayılır ve işveren sadece geçerli feshin hukuki sonuçları ile sorumlu olur. 2. İşe başvuruş şekli İşe iade başvurusunun nasıl yapılacağı konusunda İş Kanununda herhangi bir düzenleme yoktur. Ancak sözlü başvuruyu kanıtlamak zor olacağından, ispat açısından işçi için en iyisi, noter veya posta yoluyla işverene başvurmak olacaktır. Özellikle noter kanalıyla işe iade başvurusunda bulunmak, işçiye büyük bir ispat kolaylığı sağlayacaktır. Bir diğer yöntem de işçinin bizzat işyerine giderek işe başlamak üzere başvurusudur. Bu durumda işçi iki nüsha İş Kanunu Madde 21 uyarınca, feshin geçersizliğine karar verilse işveren işçiyi, başvurusunu tebliğ aldıktan itibaren 1 ay içinde işe başlatmak zorundadır. Eğer işveren işçiyi işe başlatırsa, dava süresince işçinin çalıştırılmadığı boşta geçen süre için en çok dört aylık ücreti tutarındaki doğmuş bulunan ücreti ve diğer haklarının işçiye ödenmesi gerekecektir. İşveren işçinin talebi doğrultusunda işçiyi işe başlatma kararı verir ise, eğer daha önceden peşin olarak işçiye ödenmiş ihbar tazminatı ile kıdem tazminatı var ise, ödenmiş olan bu tutar işçiye tazminat olarak ödenecek tutardan mahsup edildikten sonra artan miktar işçi tarafından işverene ödenecektir. İşçinin işine başlatılması durumunda işveren, işçinin iş sözleşmesi feshedilmeden önceki aynı yerdeki aynı işi, aynı koşullarda, sahip olduğu bütün haklarıyla işçiye vermek zorundadır. Başka bir deyişle işyerinde makineci olarak çalışan bir kişinin işe iade kararından sonra işyerinde temizlik gibi başka bir görevde işe başlatılması kabul edilemez bir durum olup işverenin işe iade yönünde düşüncesinin olmadığının göstergesi olacaktır. İşçi, eskiden sahip olduğu aynı haklarla ve işe başlatma tarihinde aynı kıdemdeki işçilerin aldığı zamları da uygulayarak (ücret, kıdem, ikramiye, araç tahsisi, sosyal haklar v.s) işine başlatılmak zorundadır. Hukuk mu dediniz?.. K onya’da bir hukuk skandalı, adalet skandalı yaşanıyor: M. E. A. adlı 16 yaşındaki lise öğrencisi bir genç, güpegündüz okulu basılarak, sınıfından polislerce alınarak önce çocuk şubeye, ardından da 18 yaşından küçük olduğu için savcıya ifade veriyor ve çıkarıldığı Konya 1’inci Sulh Ceza Mahkemesi tarafından “cumhurbaşkanına hakaret suçu”ndan (TCK 299) tutuklanarak Konya E Tipi cezaevine konuluyor! Türk Ceza Kanununun 299’uncu maddesine göre dava açılırsa M. E. A., Cumhurbaşkanına hakaretten 1 yıldan 4 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak. M. E. A.’nın işlediği iddia edilen “suç”un nedeni ne? Ortaçağcı gericilerce katledilen Devrim şehidi Kubilay’ı anmak için gerçekleştirdikleri basın açıklamasında yaptığı konuşma. Ne demiş o konuşmasında M. E. A.: “Yolsuzluğun, rüşvetin, hırsızlığın başı olan Erdoğan’ı, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı değil KaçAk Saray’ın hırsız Tayyip’i olarak görüyoruz.” Vay sen misin bunu söyleyen? Üstelik de Konya’da... Atın içeri görsün gününü. Herkese de ibreti alem olsun. Kimse de böyle bir şeye cesaret edemesin bir daha... Aynı olayın bir benzeri de İzmir’de yaşandı geçtiğimiz günlerde. İş cinayetlerini protesto etmek için bir eylem bir izin? Yok! Yine “olan hukuk”a göre, tutuklama tedbiri, soruşturma ya da kovuşturma aşamasında, suçun ortaya çıkarılmasını engellemeye dönük şüpheli ya da sanığın eylemleri sebebiyle verilebilir. Örneğin şüphelinin kaçma girişiminde bulunması, delilleri karartma eylemi içinde olması vb. durumlar olmalı. M.E.A., basın açıklamasını yapmış, emniyet kaydetmiş, deliller toplanmış, çocuk kaçmadığı gibi bilakis okulunda, dersinde… Hangi tutuklama nedeniyle tutuklanıyor bu genç yurtsever kardeşimiz? Belli ki zat-ı muhteremden “gelen” ve yasada bulunmayan tutuklama nedenleri var olayda. Devam edelim: 5271 sayılı CMK’nin 100’üncü ve devamı maddeleri dikkate alınmalıdır yine hukuk kurallarınca. Yani tutuklama ölçüsüz olacaksa verilemez. Üstelik yine evrensel hukuk kurallarına göre; çocukların tutuklanmadan yargılanması esastır. Yine Çocuk Koruma Kanununun 4. maddesinde “Çocuklar hakkında gerçekleştiren ve burada birer konuşma yapan Partimiz İl Başkanı ve İl Sekreterimiz hakkında, yine aynı gerekçeyle “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla dava açıldı. Yani bundan böyle durum bu! fazla cezalandırılabilmesine olanak sağlayan ÖZEL BİR SUÇ TİPİ de olmaz. özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirlere son çare olarak başvurulması” kuralına yer verilmiştir. “Demokratik” bir “hukuk düzeni”nde, salt sözel açıklamadan suç çıkarılamayacağı gibi, hakaret suçunun bir makama özgü hali ve bu makama yapılan hakaretin iki kat 4. Davanın reddi halinde İşçi tarafından açılmış işe iade davası süre veya çeşitli sebeplerle iş mahkemesi tarafından uygun bulunmayabilir. Bu durumda mahkeme işçi tarafından açılan işe iade davasını reddeder. İşçinin bu ihtimalde sorumluluğu yargılama masrafları ve karşı taraf kendini avukat ile temsil etmişse yasal vekâlet ücretini ödemektir. Unutmamak gerekir ki işçi tarafından açılmış işe iade davası reddedilse bile fesih geçerli ama haksız fesih ise işçinin yasal olarak hak ettiği ve işveren tarafından kendisine verilmeyen kıdem, ihbar ve tüm sair işçilik alacakları dava yoluyla işverenden istenebilir. İşe iade davasının kaybedilmesi bu taleplerde bulunmaya engel değildir. 5- İşe iade kararıyla ilgili uygulamayla ilgili sorunlar Bazı kötü niyetli işverenler, işe iade kararını boşa düşürmek için, özellikle de feshin sendikal nedenle yapıldığına hükmedildiği durumlarda, işçiyi işe başlatma niyeti olmasa da gel işbaşı yap deyip, işçiye ödenen ihbar ve kıdem tazminatını da geri alarak kısa süre sonra tekrar işten çıkartmaktadır. 4 ayda bitmesi gereken davanın yıllarca sürmesi, davanın derdest olduğu zamanda girdiği işten ayrılıp eski işine dönen işçinin ikinci fesihten sonra yeniden dava açma masraflarını denkleştirmesi, yeniden iş bulma zorluğu birlikte düşünüldüğünde işçi lehine olan bu hak işçi aleyhine dönmekte. İşverenin bu aleni kötü niyetli davranışı nedeniyle işçi ciddi mağduriyetlere uğramaktadır. İş güvenliği adı altında düzenlenen işe iade davasıyla ilgili mevzuat, kötü niyetli işverenler karşısında tam tersi sonuçlar doğurmaktadır. Oysa işverenlerin bu kötü niyetinin önüne geçmek çok kolaydır. İşine geldi mi Meclisteki çoğunluğuna dayanarak nerdeyse her gün bir torba yasa çıkartan Tayyipgiller iktidarı, çok ağır müeyyideler getiren bir yasal düzenlemeyle işverenlerin bu kötü niyetinin önüne geçebilir her an. Ama bunu istese tabiî… Başta AKP gelmek üzere Meclisteki partilerin hepsi burjuva bezirgân partileri olduğundan, hepsi işveren kafasıyla düşündüğünden, işçi lehine, çalışanlar lehine yasal düzenlemeleri zorda kalmadıkça yapmazlar. O halde “iş başa düşmekte”! İşçisiyle, devrimci sınıf sendikalarıyla, işçi dostlarıyla, kendine emekçiden yanıyız diyen hukukçularıyla, partiler dahil her türden halk örgütleriyle görev bunlara zoru dayatmakta… Tutuklama süreci ve hukuk Önce şekli hukuk açısından bakalım olaya: Kâğıt üstünde var olan yasalara göre Cumhurbaşkanına hakaret suçunun kovuşturması Adalet Bakanlığının iznine tabidir. Dolayısıyla şekli şarta bağla bir suçta, tutuklama tedbirinin orantısızlığı açıkça göze çarpmaktadır. Var mı böyle bir başvuru? Var mı Peki bu olayda bu hukuk kuralları işletilmiş midir? Hayır. Bu yasa maddesi hiç göz önüne alınmadan hemen, acilen tutuklama verilmiş ve atılmıştır cezaevine M. E. A. Niye? Yargı artık Tayyipgiller’in Hukuk Bürosudur da ondan! “Yeni Türkiye”de Kubilay’lar anılmayacak, Laikliğe, Cumhuriyete sahip çıkılmayacak. “Yeni Türkiye”de hırsıza hırsız denilmeyecek, rüşvet verene, rüşvet alana seslenilmeyecek, vurguncuların vurgun parası üstelik faiz ödenerek iade edilecek... “Cumhurbaşkanı”na, Tayyipgiller’e asla bir eleştiri yöneltilmeyecek. Kimse bunu aklından bile geçirmeyecek! “Yeni Türkiye” artık böyle bir Türkiye olacak. Bundan başka bir şey değil. Hukuk mu? Adalet mi? Yasalar önünde eşitlik mi? Geçiniz bunları bir kalem... Bunlara gerek yok artık “Yeni Türkiye”de. Varsa vurgun, yoksa hırsızlık... Geçerli akçe bunlar artık. Ya Tayyipgiller’densin ya da düşmansın. İkisinin ortası yok bundan gayrı. Bakın, geçen 17 Aralık’ta Konya’da meydana gelen başka bir olayı da şöyle anlatıyor Konya Baro Başkanı Fevzi Kayacan: “17 Aralık Gar’da yapılan törenler sırasında söz konusu hırsızlık olan bir diyalog sonucunda karakola götürülen bir vatandaşımızla ilgili nöbetçi savcı tarafından ifadesinin alınarak serbest kalması talimatı verilmiş. Ardından bir takım harici girişimler sonrasında vatandaşımız Sulh Ceza Hâkimliğine sevk ettirilmiş ve nihayetinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştır. Ancak ilk ifadeyi alan nöbetçi savcının tutuklamaya sevk etmemesi nedeniyle yıldırım hızıyla, (Savcı) Recep Altun, zorunlu olmadığı halde Zonguldak iline savcı olarak geçici görevlendirilmiştir.” İşte bu! Hukukun, adaletin geldiği nokta bu! Biz Halkın Kurtuluş Partisi olarak, genç M. E. A.’yı bu yiğitliğinden, cesaretinden, kararlılığından ötürü kutluyoruz. Ve M. E. A.’lar varsa Tayyipgiller’e geçit yok! diyoruz. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne ederlerse etsinler, hangi hukuksuzluğu, adaletsizliği işletirlerse işletsinler sözümüzü söylemekten, mücadelemizi vermekten vazgeçmeyeceğiz. Tayyipgiller’in soygun, baskı ve sömürü düzenini ve bu düzeni koruyan sözde “hukuk”larını tarihin çöplüğüne göndereceğiz. “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir!” Ailesine, arkadaşlarına geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor, bu yazı hazırlanırken serbest kaldığını öğrendiğimiz M. E. A.’yı yeniden aramızda görmenin mutluluğunu dile getiriyoruz. M. E. A.’nın mücadelesi mücadelemizidir! 26.12.2014 HKP Genel Merkezi Uyanan ve mücadele eden İşçi Sınıfımız kazanacak! D İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, Metal Sanayicileri Sendikası’yla (MESS) yapılan metal işkolu grup toplu iş sözleşmesindeki taleplerini kamuoyuna duyurmak için 21 Aralık Cumartesi günü Gebze’de bir miting düzenledi. Mitingin bir diğer hedefi de Sarı Türk Metal’in MESS’le 3 yıllık sözleşme imzalayarak İşçi Sınıfına yaptığı ihanet de protesto etmekti. Mitinge DİSK Genel Başkanı Kani Beko, Nakliyatİş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve diğer sendika yöneticileri de katılarak destek verdi. Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan ve sendikalaşma mücadelelerini işyeri önünde başlattıkları direnişle sürdüren ve 51 gündür direnişte olan Zet Farma İşçileri de mitinge katılarak metal İşçilerine destek oldu. Ayrıca, Ülker Direnişçi İşçileri, direnişte olan Dev Sağlık-İş üyesi Maltepe Üniversitesi Hastanesi İşçileri de mitinge katıldı. Çeşitli siyasi partiler ve kitle örgüleri de mitingde yer aldı. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, metal işçisi kardeşlerimize destek olmak için mitinge katıldık. Toplanma noktasına flamalarımız, bayraklarımız ve pankartımızla yürüdük. “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Metal İşçisi Yalnız Değildir”, “Kahrolsun Sarı Sendikacılık Yaşasın Devrimci Sendikal Mücadelemiz” sloganlarımızla metal işçilerine desteğimizi haykırdık. Sarı sendikacılığı protesto ettik. İşsizliği, pahalılığı yaratanın Tayyipgiller İktidarı olduğunu vurguladık. Toplanma noktası olan Gebze Trafo Meydanı’na geldikten sonra, buradan yürüyüşle miting alan Cumhuriyet Meydanı’na gittik. Yürüyüş sırasında sloganlarımızla halkımıza sesimizi duyurduk. Miting alanında yapılan konuşmalar ve atılan sloganlarda, MESS’in dayatmalarına karşı mücadele etme kararlılığı vardı. Metal işkolu grup toplu iş sözleşmesi, aileleriyle birlikte yaklaşık 150 bin işçiyi ilgilendiriyor. Birleşik Metal-İş’in MESS’le yaptığı görüşmeler uyuşmazlıkla sonuçlanmıştı. MESS metal işçilerine yüzde 3,78’lik bir zammı reva görmüştü. Arabulucu aşamasından da bir sonuç alınamamıştı. Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu’nun verdiği bilgiye göre, Birleşik Metal-İş üyesi işçiler bir süredir mesai eylemi yapıyordu. İşverenlerin yıl sonu teslimatları nedeniyle fazlaca talebi olduğunu, fazla mesai eyleminden rahatsız olduğunu söyleyen Serdaroğlu, sözleşme imzalanana kadar bu fazla mesai yapmama eyleminin devam edeceğini belirtmişti. İşçi Sınıfımız bir yandan, Parababalarının kâr ve sömürü düzeninde inim inim inlerken, diğer yandan da Sarı Sendikacıların ablukasında kan ağlıyor. Uyanan ve mücadele eden İşçi Sınıfımız elbet kazanacaktır. 21.12.2014 İst. Anadolu Yakasından Kurtuluş Partililer 13 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 HKP, Dilipak’ın itiraflarını yargıya taşıdı HKP, Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı’nın açıklamaları üzerine harekete geçti. Karslı, evindeki bir sohbette Abdurrahman Dilipak’ın “AKP’nin bir proje partisi” olduğunu ve ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kurulduğunu; ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri olduğunu aktadırdığını dile getirdi. Konuya ilişkin HKP, Abdurrahim Karslı, Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç ve Aydın Tümen’in tanık olarak dinlenmesini talep ederek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Dava dilekçesini aşağıda yayımlıyoruz: Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına Suç Duyurusunda Bulunan: Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Karanfil Sokak No: 24/15 Kızılay/ANKARA Vekilleri: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Ayça ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN Ortak adres: Kızılırmak Cad. 7/9 Kavaklıdere/ANKARA Şüpheliler: 1- Abdullah GÜL 2- Recep Tayyip ERDOĞAN 3- Suça karıştığı ortaya çıkarılacak diğer şüpheliler Suç: 1- Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak (TCK 302) 2- Temel millî yararlara karşı faaliyette bulunmak için yarar sağlama (TCK 305) Cem Özer’in “+1 TV”deki programına konuk olan Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı’nın açık- Abdurrahim Karslı lamalarından, AKP’nin kurulması, daha doğrusu kurdurulması sürecinde, Emperyalist merkezlerin istekleriyle, şüphelilerin Türk Ceza Kanunu’nun 302. Maddesinde tanımlanan “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya yönelik fiil işlemek” şeklindeki “Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozmak” suçunu ve aynı kanunun 305. Maddesinde düzenlenen “Temel Deniz Baykal millî yararlara karşı faaliyette bulunmak için yarar sağlama” suçunu işledikleri anlaşılmaktadır. OLAY ÖZETİ 1- “Abdurrahim Karslı programda Cem Özer’in sorusu üzerine evinde geçen bir sohbetin detaylarına verdi. Karslı, evine gelen bir grup gazeteciyle yemek yedikten sonra partisinin Medya ve Tanıtımdan Sorumlu olan ismi Şeyda Açıkkol’un “AK Parti ile ilgili düşünceniz nedir? Biz yeni bir parti kurduk, bu parti ile ilgili yaklaşımınız nasıl?” sorusunu misafirlere sorduğunu iletti. “Karslı’nın iddiasına göre, bu soruya konuklarından AKP’ye yakınlığıyla bilinen Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak çok çarpıcı bir cevap verdi. Karslı’nın iddiasına göre Abdurrahman Dilipak “AKP’nin bir proje partisi” olduğunu ve ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kurulduğunu söyledi. İddiaya göre; Dilipak ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri olduğunu ve anlaşmanın şu maddeler üzerinde olduğunu da belirtti: “1. Biz sizi iktidara taşıyalım. “2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. “3. Size gerekli finansal destekleri getirelim. “Abdurrahim Karslı, ABD, İngiltere ve İsrail’in isteklerini ise yine Abdurrahman Dilipak’ın şöyle anlattığını iddia etti: “1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız önündeki engelleri kaldıracaksınız. “2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi. “3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız. “Cem Özer: Böyle kara kutuları var iktidarın. Onlardan biri, sizin de yukarda bahsettiğiniz evinize gelen o 5 konuktan biri. O sohbeti bir daha burada yineler misiniz? Sakınca yoksa ve sıkılmazsanız... “AK PARTİ BİR PROJE PARTİSİDİR” “Abdurrahim Karslı: Yok yineleyeyim. Bir grup gazeteci arkadaş, bizim de kurucu arkadaşlarımız ile birlikte benim evimi ziyarete geldiler. Yemek yedik, sohbet ettik. Sohbet esnasında, bizim Medya Ve Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Şeyda Açıkkol, bir soru sordu. Dedi ki gazeteci ve hazırda olan arkadaşlara; “1- Ak Parti ile ilgili düşünceniz nedir bu gelinen noktada? “(...) “Orada muhtelif arkadaşlar vardı, demin yukarıda ismini söylediğim Ak Parti’ye çok hizmet eden, fikir babası, halen içinde olan, çok müdafaa eden gazeteci yazar, benimde eskiden beri tanıdığım, düşünce insanı olarak bildiğim Abdurrahman Dilipak da vardı. Hatta benden yaşça büyük olduğu için ben ona ağabey diye hitap ederim. O da orada vardı. Bu soruya mukabil işte insanlar fikrini söylerken o da fikrini söyledi. Dedi ki “Ak Parti bende bunu çokta yazdım” dedi, ”saklamaya gerek yok her yerde de bu mevcut” dedi. ”Ak Parti bir proje partisidir” dedi. ”Ne projesi” dediler. ”Bir tarihte, 90’lı yıllarının başından sonra küresel güçler, emperyalist güçler bunun içinde ABD İngiltere İsrail falan Türkiye’ye gidip gelmeye başladı. Bizlerle de görüşmeye başladı. ‘Niye gelip gidiyorlardı?’ dediler. Bundan sonra Türkiye’de siyasal İslamcılar ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam. Çünkü, Erbakan hoca ve ekibi gittikçe yükselen trendde puan almaya başlamış. Biz sizinle çalışmak istiyoruz biz anlaşma yapalım” yani kendi anlattı. “(...) “Abdurrahim Karslı: Demiyor tabi. Yani Erbakan hoca bunları kabul etmiyor. Ama Erbakan hocanın ekibi şimdi Ak Parti’yi kuranlar bunu kabul ediyor. Bunun içinde de Tayyip Bey ve Abdullah Bey var. ”Bende vardım”dedi o müzakere ekibinin içinde. Hatta insanlar orada garip garip bakınca orada huzurda olan Ali Bulaç Bey de vardı gazeteci yazar. “Ali Bey’in de haberi var o da biliyor bu ekibi.” dedi. Sonra biz bunları yapalım sizden de istediğimiz şu: “1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız önündeki engelleri kaldıracaksınız. “2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi. “3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız. “(...) “BU PROJE TÜRKİYE’Yİ BÖLER “Abdurrahim Karslı: Bozalım ve yani o ekonomik bunalımdan siyasi bir bunalım çıkardılar. Ak Parti iktidarı gerçekten projedir. “Cem Özer: Tam da çözülmüştü ekonomi… “Abdurrahim Karslı: Tam da çözülmüştü ekonomi… “Cem Özer: Kemal Derviş geldi, falan filan… “Abdurrahim Karslı: Birde işler tersine döndü. Bunu millet yaşadı. Yani bunu Abdurrahman Bey bunu ısrarla söyledi. “Ya ben bunu kaç defa yazdım. Zaten Türkiye bunu yaşadı.” Beni de göstererek dedi ki; ”O zaman ben bu arkadaşa gittim geldim bir hafta anlattım böyle böyle çalışalım diye bu kabul etmedi. Reddetti beni.” Doğru. Bana göre öyle bir teklif Türkiye’nin bölünmesi, İslam’ın tahrip edilmesiydi. Sırf Türkiye’nin değil, Büyük Ortadoğu projesi bütün Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının değiştirilmesi, ekonomik imkanların küresel güçlere bağlanması demektir. “(...) “İSRAİL’İN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AKP KALDIRDI “Cem Özer: Peki bir şey söyleyeceğim. Ama şimdi İsrail’in güvenliğini önü- Abdurrahiman Dilipak nü açmak diyorsunuz. İsrail’e en çok kafa tutan ekip. Takır takır kafa tutuyor. “Abdurrahim Karslı: Kafa tutuyor dediğiniz zahiren hal böyle. Ama Numan Kurtulmuş’un da anlattığı bir şey var. Bende hukukçuyum sizde hukukçusunuz. Biz İsrail’e kafa tuttuk. Ama bütün uluslararası kurum ve kuruluşlarda engelleri önlerinden kaldırdık. Bugün kaldırdık. Bir sürü kuruluşlarda mesela ortak olamayacağı birçok kuruluşlarda biz veto hakkımızı kullanmadık geldi ortak oldu. İsrail’deki yasak olan silahların üretimi var mıdır yok mudur filan diye biz tekini istemedik Türkiye olarak. Ondan da öte biz fiilen de İsrail önündeki engelleri kaldırdık. “AKP’NİN SAYESİNDE İSRAİL ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK GEZİYOR “Cem Özer: Nasıl kaldırdık “Abdurrahim Karslı: Hamas en büyük engeldi biz tahrik ettik ettik İsrail Hamas’ı dümdüz etti. “Cem Özer: Yani Hamas şimdi… “Abdurrahim Karslı: Efendim akıllı insan ne düşünür. Şimdi İsrail’e karşı iki tane kuvvet var. 1. Filistin Kurtuluş Örgütü 2. Hamas. “Filistin Kurtuluş Örgütü uluslararası camiada meşru organ kabul ediliyor. Bir de Hamas var. Bütün uluslararası camia da şunu terör olarak kabul ediyor. Biz bunu Ali Bulaç tahrik etmek yerine madem bizim sözümüzü dinliyor bizde kuvvetliyiz ağabeyiz, ne der insan siyaseten, siz kendinizi fes edin nasıl olsa uluslararası illegal bir örgüt olarak kabul ediyorsunuz, şu Filistin Kurtuluş Örgütünü iştirak edin. Zaten eninde sonunda birleştiler. Dolayısıyla buna kuvvet verip bununla iştirak etse biz meşru bir organı müdafaa edecektik. Biz öyle yapmadık. Verdik gazı Hamas’a Gazze’ye gidiyoruz diye, gidebildik mi? 3 kişi öldürdüler diye binlerce kişiyi İsrail’e öldürttük. Bunu beraber yaşadık. Yani ağaç meyvesini verdi diyorum. Biz gidecektik oraya ambargoyu kaldıracaktık, Mavi Marmara Gemisi’ni gönderdik insanlar öldü. Ne oldu? Sonuca bakmamız lazım. One Munite demekle bu işler hallolmuyor. Numan Kurtulmuş’un da ifadesiyle, hukuken önlerini açtık bütün kurum ve kuruluşlarda. Önlerindeki engelleri kaldırdık. “Hamas’ı mahvettik. “Mısır’ı darma duman ettik. “En çok kafa tutan Suriye’yi yerle yeksan ettik. “Bunu dışında da Ürdün, Libya hepsi yok şu anda. “Yani İsrail artık elini kolunu sallayarak geziyor. Güvenliğini arttırdık. Lütfen Ak Parti’nin getirdiği neticeyi dinleyin. İçerde PKK’yı makbul ve mübarek yaptı. Dışarıda da İsrail’in önünü açtı. İslam adına da bir sürü terör örgütü icat etti.” (http://www. odatv.com/vid_video.php?id=8D51H) 2- İşte bu görüşmenin basına yansımasının ardından, Abdurrahman Dilipak, Abdurrahim Karslı’nın sözlerine açıklık getirdi: “Merkez Partisi genel Başkanı Abdurrahim Karslı +1 TV’de Akit gazetesi yazarı ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen Abdurrahim Dilipak’ın “AKP bir proje partisi. ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kuruldu” şeklinde ifadeler kullandığını iddia etmişti. “Bu sözler üzerine Abdurrahman Dilipak, konuyu köşesine taşıdı. Dilipak yazısına, “Son bir kaç gündür sosyal medyada bir haber dolaşıyor. A. Karslı’nın bir tv kanalı ve özel sohbetlerindeki açıklamalarının basına yansıyan şekli ile, ‘AK Parti’nin ABD tarafından kurdurulduğu’ şeklinde bana atfen bir iddia dolaşıyor. İşin aslı, her zaman yazdığım söylediğim gibi…” diyerek başladı. Dilipak, söz konusu ifadelerin Cemaat’in AKP’yi desteklemesiyle ilgili olduğunu belirtti. Dilipak’ın yazısının konuya ilişkin bölümü şöyle: “İşin aslı, her zaman yazdığım söylediğim gibi, Paralel yapının AK Parti’yi desteklemesi ve AK Parti’ye dayatılan BOP projesi ile ilgili. AK Parti’yi projenin siyasi ayağını oluşturması için destekleyeceklerdi. Bunun da maksadı İsrail’in varlık ve güvenliği açısından sorun teşkil etmeyen, Batı değerler sistemi ve siyasası için risk oluşturmayan, alameti farikaları yok edilmiş bir din icat etmek ve ABD’nin, NATO’nun askeri ve stratejik hedefleri ile uyumlu bir siyaset ve din algısı üretmekti. Bu maksatla bunların abileri 90’ların başında benim de kapımı çaldılar. Ben bunu 91’de, 93’de açıkladım ama insanlar komplo olarak gördüler…” (http://www. odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200) 3- Tüm bu söylemlerin ardından, kendisinin tanık gösterilmesinin üzerine Ali BULAÇ köşesinde şu itirafları kaleme aldı: “AK Parti bir proje miydi? “Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söyledi: “1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.” AK Parti’den istenenler de şunlardı: “a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.” “Bu konuyu yazmamın iki sebebi var: İlki, Sayın Karslı beni de şahid gösteriyor. Konu sosyal medyada yer aldıktan sonra doğru olup olmadığını soran onlarca e-mail aldım. Yine yazmayacaktım ama Dilipak, Rotahaber’den Ünal Tanık’a konuşulanları teyid edince yazmaya karar verdim. İkincisi, AK Parti hükümetinin neden Batı’yla bozuştuğunu anlamak için artık bunları yazmak lazım. Evet, o toplantıda vardım, 40 senedir tanıdığım Abdurrahman Dilipak, bunları –ifadelerde bazı değişiklikler olsa da- anlattı. Mesele şu: “1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?” Ben ana fikir olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de İslami-muhafazakâr aktörlerin belirleyici rol oynadığı bir döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına saygı göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda değiliz ama Batı’nın süren tahakküm ve hegemonyası altında Ortadoğu böyle devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı.” “Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığ dosyayı verince, Amerikalıların görüşme trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin “bazı değişiklikler”le AK Parti olarak ortaya çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu! “Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti Erbakan hoca vefatından önceki son görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeler bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir.” (http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/akparti-bir-proje-miydi_2265819.html) 4- Yukarıdaki beyanlar, AÇIKÇA şüphelilerin, Türk Ceza Kanununun 302. Maddesinde tanımlanan “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin egemenliği altına koymaya veya Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya yönelik fii işlemek” ve aynı kanunun 305. Maddesinde düzenlenen “Temel millî yararlara karş faaliyette bulunmak için yarar sağlama” suçunu işlediklerini ortaya koymaktadır 305. Maddenin 4. Fıkrasında ifade edildiğ üzere “Temel milli yararlar deyiminden; bağımsızlık, toprak bütünlüğü, milli güvenlik ve Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel nitelikleri anlaşılır.” ABD, AB Emperyalistler ve Maşaları İsrail’in BOP projesi ve onun Türkiye uzantısı olan Yeni Sevr projesinin Türkiye toprakları üzerindeki amacı, Türkiye’y en az 3 parçaya bölmektir. Bunu da en iy “Ilımlı İslam” projesiyle yapabileceklerin bilmektedirler. İşte AKP’nin bu amaçla kurulmasın sağlayan şüpheliler, emperyalistlerin bu suçlarına araç olmuşlar, suçun Türkiye’deki icracısı olmuşlardır. Emperyalistlerin amaçları doğrultusunda AB-D Emperyalizminin egemenliğ demek olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’nin Eşbaşkanlığını yapmak (Tayyip Erdoğan’ın kendi ikrarıdır aynı zamanda) “devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı devletin egemenliği altına sokmak” eyleminin sübutu anlamına gelmektedir. Yine “toprak bütünlüğü”nün ve “bağımsızlığın” aleyhine olan bu projeleri hayata geçirmek “Temel milli yararlar aleyhine faaliyette bulunmak” suçunu da oluşturmaktadır. Yukarıda aktarılan sözlerin sahipleri olan Abdurrahim KARSLI, Abdurrahman Dilipak, Ali BULAÇ ve Abdurrahim KARSLI’nın tanık olarak gösterdiği Aydın TÜMEN’in tanık olarak dinlenmesiyle, suç tam olarak aydınlanacaktır. 5- CMK Madde 160/1 uyarınca “Cumhuriyet savcısı, kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen İŞİN GERÇEĞİNİ araştırmaya başlar.” Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 161/1 fıkrası uyarınca “Cumhuriyet Savcısı her türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdak maddede yazılı sonuçlara varmak için bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiy isteyebilir.” Yine aynı kanunu 161/4 emredici hükmü çerçevesinde “Diğer kamu görevliler de, yürütülmekte olan soruşturma kapsamında ihtiyaç duyulan bilgi ve belgeleri talep eden Cumhuriyet savcısına vakit geçirmeksizin temin etmekle yükümlüdür.” Şüphelilerin olay tarihinde herhangi bir yasal dokunulmazlıkları bulunmadığı gibi eylemlerinin sonradan seçildikleri kamu görevleriyle de ilgisi yoktur. Bu nedenlerle, haklarında kamu davası açılması için bir hukuksal engel olmadığı gibi, bilakis CMK’nin emredici hükümleri karşısında Cumhuriyet Savcılığının olayı soruşturma yükümlülüğü bulunmaktadır. Sonuç ve İstem: Abdurrahim KARSLI Abdurrahman Dilipak, Ali BULAÇ ve Abdurrahim KARSLI ve Aydın TÜMEN’in tanık olarak dinlenmesiyle, şüphelileri hakkında atılı suçlardan iddianame tanzimiyle cezalandırılmalarının sağlanmasını bilvekale arz ve talep ederiz. Suç Duyurusunda Bulunan Halkın Kurtuluş Partisi Vekilleri Av. Metin Bayyar Av. Sait Kıran 14 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 “Çözüm Süreci” ve Ordu Üzerine Baştarafı sayfa 16’da “1946 senesinde ben Samsun Tümeninin Kurmay Başkanı iken Türkiye’nin dış siyasetinde Sovyetler’le aramız hiç iyi değildi (Bunda bazı Batılı devletlerin teşvikleri de vardı). Bir ara Rusların Samsun’a bir çıkartma yapacakları ve oradan da Merzifon üzerinden kestirme yolla Başkent Ankara’ya yürüyecekleri haberi alındı. Tümence şehir içini terk ederek Samsun’a hakim tepeler üzerinde mevzilendik ve 3-4 gece sabaha kadar Sovyet çıkarmasını bekler olduk ve silahlara mermiler sürülmüştü. Hatta bir gece ben gözetleme nöbetinde beklerken sabaha karşı denizde yanıp sönen ışıkları görerek Tümen Kumandanımızı uyandırdım, galiba geliyorlar telaşına kapıldık. Az daha tetiklere basılacaktı. Sonra anlaşıldı ki, karanlıkta denize açılan bizim Karadenizli balıkçılar imiş.” (Sıtkı Ulay, Giderayak, Milliyet Yayınları, 1996) Ne diyelim? Karadenizli balıkçıların verilmiş sadakası varmış! Yurtsever, aydın subayların bile bu zokayı yutması düşündürücü… Orduya Amerikan nüfuzu, bu derece gerçeklerden uzaklaşmış subaylarımızı olayları daha da göremez hale getirdi. Öyle ki, Amerikancı DP iktidarını düşüren yurtsever 27 Mayısçı subayların ilk açıklamaları “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız” oldu. Daha sonra, CIA güdümlü Kontrgerilla veya Özel Harp Dairesi’nin operasyonları sayesinde Türk Ordusu’na en büyük darbeler vuruldu: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Faşist Darbeleri. Bu darbelerle ordu içindeki ilerici askerler tasfiye edildi. Ayrıca, ordunun halk gözündeki itibarı yerle bir oldu. Bu tasfiyelere rağmen Türk Ordusu’ndaki ilerici gelenek yok edilemedi. Sovyetler’in dağılması, Sovyet tehdidi kandırmacasını doğrudan doğruya ortadan kaldırdı. Bu sayede ordu subayları az çok gerçekleri görebilir oldular. İlerici gelenek aktive oldu; 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla başlayan süreç gerici dinci gidişe dur deme çabasıydı. Tayyipgil iktidarıyla orduya saldırı bir kez daha hız kazandı. Çuval geçirme olayı, psikolojik operasyonlar (psikolojik harp) ve arkasından gelen Ergenekon, Balyoz, Casusluk, Fuhuş vb. düzmece operasyonlarla ordu yıpratıldı, yüzlerce ilerici subay tasfiye edildi, ordunun başı Tombalak Paşa’larla bağlandı. Şu önemli noktayı da belirtelim: Tayyipgil ile Fetogil savaşı sonucu salıverilen Ergenekon ve Balyoz tutukluları yanıltmasın. Orduya saldırı hâlâ sürüyor. Sürmek zorunda. Çünkü emperyalist “çözüm” için Türk Ordusu’nun enenmesi (iğdiş edilmesi) şart. Yasal değişiklikler İç Hizmet Kanunu. Tayyipgil yukarıdaki tertiplerin dışında bazı yasal değişiklikler ile orduyu etkisiz bırakmaya çalıştı. Bunların başında ordunun İç Hizmet Kanunundaki değişiklik geliyor. Tayyipgil, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde TSK’nin görevini tanımlayan “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” ifadesi değiştirildi. Amaç, ordunun Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini ortadan kaldırmaktı. Yeni ifade şöyle oldu: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.” Bu sayede Tayyipgil, akıllarınca iktidarlarını garanti altına aldılar ama asıl önemlisi “çözüm süreci”nde ordunun Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi ortadan kaldırılmıştı. Tabiî ki emperyalizm ve Amerikancı Kürt Hareketi bu değişikli- ği görüp sinsice ellerini ovuşturdular. Olağanüstü Hal Valileri. Yeni yılın Ocak ayında ise valilere olağanüstü yetkilerin verileceği belirtiliyor. Tüm valiler, 81 ilin 81 valisi de, olağanüstü hal valisi haline getiriliyor. Bu hem Tayyip Diktatörlüğü’nün pekiştirilmesi, hem de askerin iç güvenlikten tasfiyesi anlamına geliyor. Jandarmanın Tasfiyesi. Bu yasal değişikliklerin tamamlayıcısı jandarmanın tasfiyesi olacak. O jandarma ki, özellikle kırsal kesimde ordunun halkla bağını kuran başlıca ordu birimidir. NATO’ya bağlı değildir (Benzer şekilde NATO’ya bağlı olmayan tek ordu olan 4. Ordu’nun, Ege Ordusu’nun da tasfiyesi gündemde). TSK’nin 1/3’ünü oluşturan, yaklaşık 200 bin kişilik bir askeri güçtür jandarma. İşte bu jandarma gücünün Jandarma Genel Müdürlüğü olarak İçişleri Bakanlığına bağlanması için yasal hazırlıklar yapıyor Tayyipgil. Böylece sadece kendine bağlı bir sivil güç oluşturuyor. Polisten farkı kalmayacak. Zaten daha başlangıçta 60 bin jandarma personelinin polis yapılacağı belirtiliyor. Kaldı ki, polis gücünü de artırıyor ve polisi ağır silahlarla donatıyor Tayyipgil. Bu değişiklikler, bu silahlı güçlerin halkımıza karşı kullanılacağı anlamına gelir. İktidarlarını korumak, emperyalist politikaları sürdürmek için böylesine acımasızlar. Bu değişiklikler Amerikancı Kürt Hareketi tarafından da alkışlanıyor. Aslında Oslo görüşmelerinde dile getirilen “Jandarmanın bölgeden çekilmesi” teklifi bu şekilde yerine getirilmiş oluyor. Kürt coğrafyasında onlarca jandarma karakolu kapatıldı. Bu süreç batıda da sürüyor. Süreç basına yeterince yansımasa da fiilen yürütülüyor. İşte Sakarya’dan bir haber: “JANDARMA TEŞKİLATI KALKIYOR “İçişleri Bakanlığı tarafından düzenlenen çalışmada özellikle Sakarya, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük şehirlerde jandarma teşkilatlarının kaldırılması da öngörülüyor. Bu kararın gerekçesi olarak ise jandarmanın görev yaptığı noktalarda polisin zaten gerekli hizmeti verdiği ve ekstra bir güvenlik biriminin bulunmasına gerek olmadığı yönündeki görüş belirtiliyor. “VALİLİK KARARI “Sakarya’da bu uygulama ise kademeli olarak başladı. Serdivan Kazımpaşa bölgesinde artık sorumluluk polise geçiyor. Akyazı, Hendek, Geyve, Taraklı, Karasu ve Kaynarca gibi bölgelerde bulunan jandarma karakolları da bir yıla kadar tamamen kapanmış olacak. Kazımpaşa’da polisin yetkilendirilmesiyle başlayan uygulamada böylelikle ilk adım atılmış oldu.” (http://medyabar. com/haber/78498/guvenlik-artik-emniyete-geciyor.aspx, 3 Kasım 2014) Kurtuluş Savaşında Jandarma. Kur- tuluş Savaşı günlerinde jandarma gerek Ege’de, gerekse doğuda daha Yunanlıların işgali başlamadan, Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte direniş hareketinin temel unsuru olmuştur. Ege’de: “… İzmir jandarma kuvvetleri genellikle direnişten yanadır. Eski Jandarma Komutanı Albay Avni Paşa (Paşa ve sonra milletvekili) Adana Ermeni sürgününden sanıktır, aranmaktadır. Yüzbaşı Sarı Edip (Efe), bölgedeki Rum ve Ermeni eylemlerine karışmış atak bir subaydır, tutuklanması istenmektedir. Bu jandarma subayları, Celal Bayar ile birlikte Küçük Menderes havzasına çekilmeyi ve beklenen Yunan istilasına karşı direnişi hazırlamayı daha Mart ayında kararlaştırırlar ve faaliyete koyulurlar. Yüzbaşı Arap Nuri, Yüzbaşı Hüsamettin, Ahmet Rıfat Kemerdereli, Fethi vb. gibi daha birçok jandarma subayı, milli direnişte duraksamasız yer alırlar. Duraksamalar gösteren Yüzbaşı Tahir Özerk, Ödemiş’te ilk direnişin başına geçer.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, 1995, s. 1177) Erzurum’da: “Atatürk Samsun’dan çıkıp Erzurum’a yol alırken Sıvas’ta yalnız kalır. Hatta İtilafçıların karşıt tertipleri ve Ali Galip’in (Padişahçı Ela- zığ Valisi – Kurtuluş Yolu) kuşkulu durumu karşısında acele Sıvas’tan ayrılır. Sıvas’ta çekingen, fakat İttihatçı bir Valiye rastlaması yine de bir şanstır. Atatürk, Erzurum’da yakınlığı, Ermeni olaylarına iyice karışan İttihatçı fedai subaylardan Küçük Kazım’dan görür. Kazım ve Cevat Dursunoğlu delegelikten istifa ederek yerlerini Atatürk’e ve Orbay’a (Rauf Orbay – K. Y.) bırakırlar, silahlı direnişin gelişmesini sağlama yolunda çaba gösterirler. Dursunoğlu, “İttihatçı suçlular”dan Jandarma Binbaşısı Küçük Kazım’ın Erzurum direnişine nasıl hız kazandırdığını anılarında açıklar: “Erzurum’da bir silahlı direniş azmi vardır, ama yine de direniş felaketli olur diye korkulmakta ve örgütlenmede çok gevşek davranılmaktadır. 10 Mart 1919’da İstanbul merkezine bağlı Erzurum Müdafaa-i Hukuk’u kurulur, fakat Dernek bir faaliyet gösteremez. Hükümeti kuşkulandırabilecek her hareketten kaçınılır. Başkanlığa İstanbul Meclisinde bulunmuş olan daha sonraki Heyet-i Temsiliye üyesi Hoca Raif Efendi getirilirse de, Dernek bir kıpırdama gösteremez. Teşkilat-ı Mahsusa’dan kellesi tehlikede Küçük Kazım gelince durum değişir. Dursunoğlu, Kazım’ın gelişini şöyle yazar: “Tam bu sıralarda, Martın sonlarına doğru, Küçük Kazım Trabzon’dan Erzurum’a geldi. Kazım, Erzurum’un her sınıf halkını yakından tanıdığı gibi, herkes de onu biliyordu. 1903-1907 ihtilallerine adı karışmış, Meşrutiyet’in başında Ömer Naci ile birlikte İran İhtilalcilerine yardıma gitmiş, buradan döndükten sonra da İstanbul’da kendisine sorumlu sekreterlik de (katib-i mes’ul) verilerek Muş Jandarma Komutanlığına gönderilmişti. O zamanlar Muş’ta ve Van’da azgınlaşan Taşnak komiteleri ile çok keskin ve başarılı mücadelelerde bulunmuş ve böylece siyasi örgütçülük niteliklerini geliştirmiş olan Kazım, 1914-1918 savaşında Van ve Erzurum cephelerinde büyük işler başarmış, Kargapazarı savaşlarında kahramanlıklar göstermişti. “Erzurum düştükten sonra, Giresun bölgesinde Pontusçularla uğraşmış ve bu çetin ödevi kısa zamanda başarmıştı. Zeki ve tecrübeli bir politikacı, cesur ve atılgan bir asker olan Kazım’ın Erzurum’a gelişi daha ilk gününden işe bir hamle verdi. Kazım, Erzurum’a vardığının ertesi günü bana geldi… Zamanın çok nazik olduğunu ve halkı toplamak için esaslı hareketlere geçmek gerektiğini, bunun için de her şeyden önce, memleketteki aydınların ve sözü geçen kişilerin örgütlerle ilgilerinin sağlanmasının gerektiğini anlattı. Bu düşüncelerde birleştik. Kazım, memlekette doktor, baytar, hukukçu, tarımcı, öğretmen gibi aydınlardan ve esnaf arasında sözü geçen hemşehrilerden elli-altmış kişilik bir liste yapmıştı. Bunları biraraya toplayarak, fikir ve hizmetlerinden yararlanmak gerekti. Ben Müdafaa-ı Hukuk’a bu öneriyi yapmayı üzerime aldım… Geniş ve toplantılara elverişli evde ilk toplantımızı yaptığımız gün Kazım’la konuştuğumuz fikirleri derneğe açtım. Arkadaşlar derhal kabul ettiler. Meğer Kazım, benimle konuştuğu gibi Başkan Raif Efendi ile, Süleyman ve Hüseyin Avni Beylerle de ayrı ayrı görüşerek onları da inandırmıştı. İki üç gün sonra Kazım ve Necati de (Albayrak) içinde olmak üzere, listedeki hemşehrileri çağırdık… Hükümette görevi olan bir iki arkadaşla yaşları ilerlemiş olanlar çekildiler. Yerine gizli oyla Kazım, Necati … seçildiler. Böylece daha türdeş bir yönetim kurulu meydana geldi.”“ (Doğan Avcıoğlu, agy, s. 1181-3) Bu bilgiler, sıcak savaş döneminde jandarmanın halkı nasıl kolayca örgütlediğinin göstergesi. Ordunun halkla bağıdır jandarma ve bu bağ jandarma tasfiye edilerek kırılıyor, ordu izole ediliyor. Bedelli ve Profesyonel Ordu. Ordunun izolasyonunda diğer bir Tayyipgil saldırısı “Bedelli Askerlik” olayı ve Özal döneminden beri pek dilden düşürülmeyen Ordunun Profesyonelleştirilmesi oldu. Yeni çıkan yasayla 18 bin lira bastıran hiç askerlik yapmadan, kışlaya adım bile atmadan, banka dekontunu göndererek, Tayyip’in deyişiyle “askerlikten yırtmış” oluyor. Yaratılan bu eşitsizlik, orduya vurulmuş en büyük darbelerden biridir. Ordunun bütünlüğü kaybolur çünkü, disiplin yiter. Bedelli uygulaması olan orduda asker savaşmaz. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı günlerinde bedelli uygulamalarına veya askerlikten “yırtma” çabalarına kesinlikle karşıdır. Savaş sırasında, 1921 yılında Konya’da bir medreseyi ziyarete gider. Medresede askerlikten muaf oldukları gerekçesiyle askere gitmek istemeyen medrese öğrencilerini ve hocalarını şiddetle kınar. O zaman gezide Mustafa Kemal’in yanında bulunan Sovyet Büyükelçisi Aralov’un anılarından okuyoruz: “Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınması için hemen yarın emir vereceğim.” (S. I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Yenigün Haber Ajansı 1997, s. 127-128) Bedelli, Osmanlı’da da vardı. Fatih zamanında bile zenginler açıkça olmasa da bedeli çağrıştıran uygulamalara giriyorlardı. Halil İnalcık’tan aktaralım: “Bursa’da Hoca İbrahim adlı bir zengin, 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Macarlara karşı seferinde “ol gazanın sevabında ben dahi bile olayın” diye 20,000 akça ile 20 süvariyi ulufe ile tutmuş ve sefere göndermiştir.” (Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2009, s. 25) İyi iş! Bir taşla iki kuş. Hem askerlikten “yırtma”, hem de büyük sevap kazanma! Düyun-u Umumiye kıskacındaki Osmanlı’nın züğürtlemesi nedeniyle hemen I. Emperyalist Savaşı arifesinde çıkardığı bedelli askerlik yasasına göre (8 Ağustos 2015), sadece Hıristiyanlar değil, 30 altın getiren Müslümanlar da “vatan hizmetinden” bağışlanır. Böylece, yarım milyondan fazla şehit verilen I. Emperyalist Savaş’ta zengin Müslümanların keyfi yerinde kalır. Halkımızın bugün hâlâ dillerde olan Sefer tası bakırdandır Yemen yolu çamurdandır Zenginimiz bedel öder Askerimiz fakirdendir ağıtı, o günlerden kalsa gerek. Bugün Tayyipgil’in amaçlarından birisi de bu. Bütçeye katkı. Daha çok gelir edde edebilmek için 2011’de çıkarılan bedelli yasasına göre 30 bin TL ve 21 gün askerlik şartını gevşeterek bugünkü haline dönüştürdüler. Ama daha da önemlisi, bedeli düşürerek daha çok vatandaşın askerlikten “yırtmasına” yol açtılar. Bir taşla iki kuş ama bu da orduya büyük bir darbedir. Profesyonel ordu ve böylece ordunun küçültülerek tasfiyesi de yıllardan beri gündemde ama henüz göze alamadılar. Bu çok daha tehlikeli ve büyük bir darbe olur orduya. Çünkü ordunun halkla bağı tümüyle koparılacaktır böylece. Ordu mensupları, tıpkı ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da vb. kullandığı güvenlik şirketlerindeki vahşi, insanlıktan çıkmış, acımasız sözde askerlere dönüşür çünkü. Bugün hükümetin güdümünde olan ve kınadığımız polis gücünün bile gerisine düşer. Bu değişikliği kısa zamanda yapabilmeleri şimdilik zor görünüyor. Ama emperyalizmin, dolayısıyla Tayyipgil’in gündeminde olduğu kesin. Profesyonel ordu girişimlerinin öncüsü ise “AB ülkelerine benzeme” bahanesiyle dayatılan “Sözleşmeli Sınır Birlikleri Projesi”dir. “Projeye göre bu birliğin personeli, Polis Akademisi’nde yetiştirilecek, Emekli subay ve astsubaylardan faydalanılacak, hatta basında yazanlara göre Jandarma’nın önce bir kısmı, daha sonra da tamamı doğrudan buraya geçirilecek ve TSK bünyesinden çıkarılacak. Bu yolla NATO’ya bağlı olmayan tek kuvvetimiz jandarmanın zamanla mevcudu azaltılacak ve sınır birliklerinin sayısı artırılarak oluşan bu hükümete bağlı kuvvet, bütün sınırları TSK’dan devralacak. Buna göre, Kara Kıvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı, Yunanistan ve Bulgaristan kara sınırlarından 5, Gürcistan, Ermenistan, Azerbeycan ve Suriye sınırlarından ise 10 yıl içinde çekilecek.” (Oktay Yıldırım, Mehmetçik, Kaynak Yayınları, 2011, s. 232) Ordu böylesine küçültülür, vahşice budanır ve zayıflatılırken polis gücü tersine sayıca ve donanımca güçlendirilir. Polis temel ve güvenilir güçtür. Tayyip’e göre “Emniyet teşkilatı statükonun bekçisi değil, değişimin öncüsüdür.” Ancak daha sonra dili sürçüyor olsa gerek: “Totaliter idaresinin ileri demokrasinin öncüsüdür.” diyor (Zaman, 2 Şubat 2011). Ve koca, 300 bin kişilik polis gücü askerlikten muaf tutulur. Bütün bunlar da Tayyip Diktatörlüğü’nün gereğidir ve orduya darbedir. Bunların dışında 50 bin kişilik bir profesyonel ordunun kurulma girişimlerinin olduğunu da basından öğrendik. Ordunun klasik yapısını bozmaya yönelik bu girişim de 8 Haziran 2011 tarih ve 27958 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Sözleşmeli Erbaş ve Er Yönetmeliği” ile yürürlüğe girdi. Profesyonel ordu halkımız için de, komşu halklar için de büyük tehlikedir. Eğer şu an Türk Ordusu’nun klasik yapısı yerine profesyonel bir ordu olsaydı, Tayyip çok rahat Suriye’ye girerdi. Özal zamanında “1 koyup 3 alma” kandırmacasıyla orduyu Kuzey Irak’a sokma girişimini zamanın Genelkurmay Başkanı Necip To- rumtay’ın önlediğini unutmuyoruz. Sonuç: Ne yapsanız kâr etmez! Normaldir. Emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin orduya saldırması normaldir. Tıpkı Mustafa Kemal’in 31 Temmuz 1920’de Afyonkarahisar Kolordu Karargâahını teftişi sırasında söyledikleri gibi “Ordunun ruhu zabitandır (subaylardır). … Düşmanlarımız herkesten evvel onları öldürür. Onları aşağılar ve hor görürler.” Bu anlamda orduya saldırı normaldir diyoruz. Ancak Tayyipgil-Fetogil çatışması nedeniyle askerlerin ve aydınların salıverilişlerini “Zafer” olarak nitelemek körlük, hatta halka ihanet olur. Nitekim, Mustafa Kemal aynı konuşmasında şunu da söylemiştir: “Allah göstermesin milletin istiklali ihlal edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır.” Emperyalist destekli Tayyip Diktatörlüğü’nün orduya nasıl zarar verdiğini gördük. Ancak, buna rağmen Türk Ordusu tümüyle dağıtılmadan Tayyip rahat edemez, edemeyecektir. Çünkü, Türk Ordusu kurucu ordudur. Cumhuriyet’i kurmuştur. Kurarken devlet ve millet ile bütünleşmiştir. Ordu mensupları büyük çoğunlukla halk çocuklarıdır. Ve Türk Ordusu’nun yüzyıllardır süren, devlet bunalıma girdiğinde, gericilik azıttığında devreye giren, sorunu en azından o an için çözen (27 Mayıs, 28 Şubat gibi) ilerici bir geleneği vardır. Türk Ordusu, Tayyipgil’in düşlediği gibi bir derebeylik ordusu (Sultan Ordusu, kaldı ki o Sultan Ordusu’nun bile ilerici damarı yok edilememiştir) veya emperyalist ülkelerin gerici orduları ya da sömürge ordusu yapısına kolayına sokulamaz. 12 Mart ve 12 Eylül Faşist darbelerine ve bugünkü Tombalak Paşa’lara rağmen bu böyledir. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı günlerinde Sovyetler ile yapılan görüşmelerde Sovyet Generali Frunze’ye şöyle der: “Bildiğiniz gibi eski ordumuz mütarekeden sonra silahsızlandırılarak dağıtılmıştır. Yine bildiğiniz gibi, ordu Sultanın ordusu idi ve onun iradesini yerine getirir, yalnızca onu tanırdı. Bu ordu günde üç kez ‘padişahım çok yaşa’ diye bağırmak zorundaydı. Yeni orduyu tamamen yeni prensipler ve temeller üzerine kurduk. Bu ordu, eski ordunun halkın davasına sadık kalmış kısımlarından ve emekçi köylü kitleleri arasından toplanan kişilerden oluşturulmuştur. Biz bu orduyu kurarken yalnızca tek bir amaç güttük. Bu da, bu ordunun Sultan ordusu değil halk ordusu olması, tek tek bireyleri değil, bütün halkın menfaatlarını savumasıdır.” (Aktaran Oktay Yıldırım, agy, s. 200-201) Türk Ordusu emperyalist güdümlü sömürge ordularından da, ortaçağcı derebeyi ordularından da farklıdır. Kendisine oynanan oyunları bozabilir. Bunun yolunu da Kıvılcımlı Usta gösteriyor: Bilinçli Halk Ordusu olmak! “Türkiye’nin Finans-Kapital zümresi, Tarihçil Devrimler gelenekli ve daha dün Milli Kurtuluş savaşı yapmış Türk Ordusu’nu, Kore Savaşı gibi uzak serüvenlerde Sömürge Ordusu yapmayı denedi. Türk askeri, Emperyalist lüks imtiyazı içinde yaşayan Amerikan askerine “Hanım” adını takarak döndü. O basit “Hanım” sözcüğünün çok yanlı derin anlamlarını, Türk olmayan bilemez. “Finans-Kapital, antika “Moskof”, modern “Gomoniz” korkuluğunu var gücüyle sömürerek Türk Ordusu’nu NATO vb.ne katarken “Hanım”laştıracağını umdu. Ekonomice ve Sosyalca bunun olanağı yoktu. Ne Türkiye genlikli, refah bir modern kalkınmış ekonomi temeline sahipti; ne de Finans-Kapital oturaklı ve tutarlı bir kapitalist sınıfının bütünlüğünü ve kendince haklılığını, meşruluğunu temsil ediyordu. O yüzden Türk Ordusu gerek maddesi, gerek ruhuyla, Finans-Kapitalin ne imtiyazlı metropol kastı, ne sömürge aylıklı askeri olamadı. “27 Mayıs bu ekonomik ve sosyal Kritik durumu gidermek yerine büsbütün açığa vurdu. Menderes DP’si, Türk subayını lojman vb. yem borularıyla “evcilleştireceğini” umdu. Aldığı karşılık umut verici olmadı. Demirel AP’si ORKO vb. yem borularıyla DP’nin CIA’dan öğrendiklerini yeniden uygulamaya çabalıyor. Bu, hacıağa çocuklarını Meclislerde “Transfer” etmek yahut halk oylarını kasaba tezgahında pazarlamak kadar kolay olacağa hiç benzemiyor. “O zaman T’ürk Ordusu’na tek yol kalıyor. Halk Ordusu olmak. 27 Mayıs ve sonrası, o çabanın bir denemesidir. Bilince çıkamadığı için kördövüşüne dönmüştür.” (Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, Derleniş Yayınları, 2014, s. 298)❑ 15 Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015 AKP’nin Metal İşçilerinin Grevini Erteledi Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar Bu nedenle Birleşik Metal-İş Sendikasının grevi aynı zamanda tüm İşçi Sınıfının grevidir. Çünkü bu grev MESS Patronlarına, Parababaları düzenine, sarı-gangster sendikacılığı ve işçi sendika düşmanı AKP’ye karşı verilen onurlu, haklı ve meşru bir mücadeledir. Birleşik Metal-İş Sendikası İşçi Sınıfının mücadele potansiyelini, İşçi Sınıfının tabandaki kararlığını iyi değerlendirebilirse ve bu süreci fiili-meşru bir mücadeleye dönüştürebilirse bu yasağı ortadan kaldırabilir. Bu yasak ancak mücadeleyle aşılabilir. İşçi Sınıfı tarihi bunun örnekler ile doludur. Bizler de bu bilinçle Parti olarak Birleşik Metal-İş Sendikasının greve çıktığı ilk gün İstanbul, İzmir ve Konya’da bulunan işyerlerinin önünde sınıf dayanışması için yerimizi aldık. Bizler Tayyipgiller’in ciğerini biliyoruz. Onların geldikleri ve temsil ettikleri sınıfın davranışlarından başka türlü davranamayacaklarını çok iyi biliyoruz. mücadelesi doğru önderlikle ve devrimci sınıf mücadelesi ile buluştuğu zaman aşamayacağı engel, başaramayacağı iş yoktur. Tayipgiller ve onların işbirlikçi sermayedarları bilsinler ki grevleri erteleyebilirler ama kendi sonlarını getirecek sınıf mücadelesinin zaferini erteleyemeyecekler. Er yada geç bu saltanat, bu parababaları düzeni yıkılacak ve işçi sınıfımız, halkımız iktidarda olacak. Buna inancımız tamdır. 31.01.2015 Yaşasın Metal İşçilerinin Onurlu Mücadelesi! Haklı Yaşasın Metal İşçilerinin Grevi! İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız! HKP İstanbul İşçi Örgütleri Komitesi Ama biz şunu da çok iyi biliyoruz. Dünya tarihi, insanlık tarihi ve İşçi Sınıfı tarihi çok büyük mücadeleler, direnişler ve kazanımlarla doludur. Bu nedenle Metal işçilerinin grevi meşrudur. İşçi Sınıfının En büyük sevdamızdır devrim D evrim ateşi bütün bedenimizi sarmış durumda. En derinlerden gelerek ruhumuza çarpan, vicdanımızı okşayan, dudaklarımızdan dökülen bir aşk bu. Ne güzel, ne kadar da hoş bir şey bu devrim. Ama insanlar bilmezler ki devrim; devrimi devrim yapanların özgür iradesi ve halkların kurtuluş mücadelesidir. İnsanlığından ödün vermemiş kahramanların mücadelesidir devrim. Devrim, zaferin yüreklerimizi ateşleyen akkoru, geceyi aydınlatan dolunayın parlaklığıdır. Ne olursa olsun masum ve karşılıksız bir adanmışlıktır bu. İnsanın kendi devrimidir kızıl. Bazen bir Partizanın gömleğinden toprağa düşen bir kan damlasıdır binlerce kızıl karanfile rengini veren, bazen dağlarda açan kızıl bir karanfildir. Şubat’ta açan, Ekim’de bereketli meyveler veren bir ağacın kızıl yapraklarıdır. Deniz Gezmiş’tir, Lenin’dir, Hikmet Kıvılcımlı’dır, Che’dir, onu arayanlarındır ve bilfiil devrim adına her şeydir. Devrim zaferin, halkların kurtuluşunun kızıl yolculuğudur. Kızıl bayrağımızın zeminidir ve katiyen kalbimizden sökülüp alınamaz. Bazen bir yoldaşın ellerindeki sıcaklıktır kızıl. Bazen ise sempatizanın sloganındaki kelimelerdir o kızıl. Özgürlük yolunda atılan bir adımdır, kızıla çalan bir gökyüzüdür, devrim sabahının ve bir akşam partizanın silahının ucundan ateşlenen bir zafer fişeğidir kızıl. Yoldaşın tam göğsünden çıkardığı bir yumruktur. Evladını kaybetmiş bir annenin isyanıdır kızıl. İnsanlığın bestelediği kızıl bir zafer marşıdır. İşte o kızıl halktır! O kızıl bir özgürlüktür! Kızıl şereftir! Kızıl onurdur! Kızıl bir başkaldırıdır haksızlığa karşı; kızıl bir devrimdir... Yaşasın Kızıl Devrimimiz! Konya’dan Kurtuluş Partili Bir Genç Yoldaş Taksim’de Kubilay’ı andık 2 3 Aralık akşamı saat 19.30’da Eğitim-İş Sendikası’nın çağrısı ile düzenlenen yürüyüşle 74 yıl önce Ortaçağcı gericiler tarafından Menemen’de katledilen öğretmen ve teğmen Kubilay’ı andık. Eylemde ayrıca hafta sonu Ankara’da düzenlenen eylemde yapılan vahşi polis saldırısı da kınandı. Yürüyüş Tünel Meydanı’nda başladı. Eyleme katılanlar “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Kubilay Öğretmen Ölümsüzdür”, “Öğretmene Uzanan Eller Kırılsın”, “Cumhuriyet Değil, AKP Yıkılacak” sloganları atarak Galatasaray Meydanı’na doğru ellerinde meşalelerle, dövizlerle yürüdüler. Galatasaray Meydanı’nda Eğitim-İş Temsilcisi basın açıklamasını okudu. Açıklamada, Öğretmen Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki’nin gericilerce vahşice katledildiği olayın gelişimi anlatıldı. Ardından günümüzde öğretmenlere, emekçilere yapılan baskılar ve laikliğe yapılan saldırılar kınandı. Basın açıklamasının ardından eylem sloganlarla sona erdi. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer DOSAB’da Termik Santrale Hayır D Kurtuluş Yolu/Bursa emirtaş Organize Sanayi Bölgesi (DOSAB)’da bulunan fabrikaların elektrik ihtiyacını karşılamak için yapılması planlanan kömürlü termik santral girişimi, Bursa Halkı tarafından protesto edildi. Yapılacak kömürlü termik santralden elektrik enerjisi elde etmek için günde 1200 ton kömür işleyecek. (Bu miktar, kış mevsiminde ortalama 1000 ailenin bir ay boyunca harcadığı mik- tara denk geliyor.) Setbaşı Mahfel önünde toplanan yaklaşık 2000 kişi, tepkilerini ellerinde bulunan siyah balonlarla Atatürk Heykeli’ne kadar, “Termiğe İnat Yaşasın Hayat”, “Bursa Yeşildir Yeşil Kalacak”, “Ölüm ile Komşu Olmak İstemiyoruz” sloganları atarak yürüyüş gerçekleştirdi. Burada bir konuşma yapan DOSAB’ın yakınında yer alan Panayır Mahallesi sakinlerinden Durmuş Berk, tesisin yapılacağını 4 ay önce öğrendiklerini ve o günden sonra uykularının kaçtığını dile getirdi. Çevre il ve ilçelerden her gün taşınacak bin 200 ton kömürün burada yakılacağını belirten Berk, “Asit yağmurları tarlalara ve çocuklarımızın üzerine yağacak. Bu santralin yapılmasına asla izin vermeyeceğiz” dedi. Kurtuluş Partililerin de katıldığı eylem halaylar eşliğinde son buldu. “Çözüm Süreci” ve Ordu Üzerine K Halk Kurtuluşçu Gençlik: Gericiliğe karşı Laiklik mücadelesini yükseltiyoruz Y ÖK Başkanı’nın Nakşibendi tarikatının “şeyhini” ziyaret ettiği, ahlak eğitimi maskesi ile CIA islamı eğitiminin okul öncesi eğitim kurumlarına kadar sokulduğu, azgın ve açıktan yürütülen gericilik yıllarını yaşıyoruz. Fethullah Gülen ve Tayyipgiller eli ile yürütülen CIA patentli “Ergenekon ve Balyoz” operasyonları, Ortaçağcı gericilik önündeki en örgütlü güç olan ordudaki yurtsever ve laik komutanları ekarte ederek Türk Ordusu’nu kıpırdayamaz hale getirdi. Gericiliğin bu denli pervasızca hareket edebilmesinin en etkin nedeni budur. Birinci Kuvayimilliye kazanımı olan, eksik de olsa başta kadınlarımız olmak üzere halkımıza çok şey kazandıran Laikliği savunmak, devrimci, yurtsever her hareketin birincil görevleridendir. Çünkü laikliğin silinmesi için, halkın uyuşturularak kolay yutulur lokma haline gelmesi için yürütülen projenin sahibi emperyalizmdir. Bu bilinçle, Halk Kurtuluşçu Gençlik’in örgütlediği foruma Yargıçlar Sendikası Genel Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Türkiye Öğrenci Velileri İşbirliği Derneği Başkanı Fe- ray Atalay, Ankara Cumhuriyet Okurları Derneği Dönem Sözcüsü Haluk Yalvaç, Tüm Öğretim Elemanları Derneğİ yönetim Kurulu üyesi Suay Karaman, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Özler Çakır, Gaizantep Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu’nun konuk konuşmacı olarak katıldı. 20 Aralık cumartesi günü Ankara’da Türk Hukuk Kurumu Salonu’nda gerçekleşen etkinlik sabahı, HKP’nin de ka- tıldığı Eğitim-İş Sendikası’nın düzenlediği “Emeğe Saygı ve Laik Eğitim” eylemine polisin saldırısı sonucu gözaltına alınan Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir adına Birleşik Kamu İş-Konfederasyonu MYK Üyesi Barış Düdü konuşma yaptı. Halk Kurtuluşçu Gençlik’in Türkiye’nin dört bir yanından gelen temsilcileri söz alarak coşkulu konuşmalar yaptılar. Sabahki eylemde gözaltına alınan HKP İstanbul İl Başkanı Pınar Akbina, gözaltı sonrası etkinliğe katılarak söz aldı ve Nakliyat İş’ten sınıf dayanışması DİSK Nakliyat İş Sendikası yöneticileri, iş yeri temsilcileri ve Zet Farma Direnişçileri, yeni yılı direniş çadırlarında karşılayan Ülker, BEDAŞ ve Maltepe Üniversitesi Direnişlerini ziyaret etti. S endika tercihlerinden dolayı işten atılan DİSK/Gıda-İş Sendikası üyesi Ülker Direnişçileri, taşeronlaştırmaya, kölece çalışmaya HAYIR dedikleri için sendikaya üye olan ve işten atılan Enerji-Sen Bedaş Direnişçileri ve Dev Sağlık-İş Üyesi Maltepe Üniversite Hastanesi Direnişçileri gece gündüz demeden, her türlü olumsuz hava koşullarına, işverenin saldırılarına, baskılarına rağmen işi-ekmeği-geleceği ve onuru için kararlıca direniyorlar. DİSK Nakliyat İş Sen- dikası’na üye oldukları için işten atılan Zet Farma Direnişçileri de 59 gündür hakları için mücadele ediyor, direniyor. Devam eden bütün direnişleri selamlamak ve sınıf dayanışması için Zet Farma Direnişçileri, Nakliyat İş yöneticileri ve Topkapı Nakliyeciler Sitesi işyeri temsilcileri direniş yerlerini 31 Aralık’ta ayrı ayrı ziyaret etti. İlk olarak saat 10.30’da Topkapı’da Ülker Fabrikasının önünde 66 gündür direnen Ülker Direnişçileri ziyaret edildi. Sloganlar ve alkışlarla karşılanan Nakliyat İş’liler, direniş yerine “Ülker Direnişçileri Yalnız Değildir, İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” pankartı astı. Buradaki ziyaretin ardın- dan Taksim’de BEDAŞ Genel Müdürlüğü’nün önünde 141 gündür direniş yapan BEDAŞ Direnişçileri ziyaret edildi. Burada da “Bedaş Direnişçileri Yalnız Değildir, İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” pankartımız direniş yerine asıldı. 15’te Laiklik için verilecek mücadelenin tüm gereklerinin HKP tarafından hakkıyla yerine getirileceğini ifade eden coşkulu bir konuşma yaptı. Forum; Halk Kurtuluşçu Gençlik’in “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Halkız Haklıyız-Kazanacağız” sloganlarıyla ve örgütlü mücadele çağrılarıyla son buldu. Kurtuluş Partisi Gençliği Doğa-yaşam savunucuları Kent Mitingi’nde buluştu M armara’nın dört bir yanından gelen doğa savunucuları Marmara Kent Mitingi’nde 28 Aralık’ta buluştu. “İstanbul Kent Savunması” ve “Kuzey Ormanları Savunması”nın çağrısı ile “Doğayı, emeği, İstanbul’u, Marmara’yı savunmak için” Marmara’nın dört bir yanından gelen yaşam savunucuları Süreyya Operası önünde bir araya geldi. Mitinge Yırca’da, Bursa’da, Sapanca’da, Çanakkale’de Kazdağları’nda Doğanın talan edilmesine karşı mücadele edenler katıldı. HKP olarak 11.30’dan itibaren Süreyya Operası önünde “Doğadan uzaklaştıkça insanın kalbi katılaşır” pankartımızla “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “Hırsız katil din tüccarı AKP” sloganlarımızı haykırdık. Kitle sloganlarla Altıyol’a doğru harekete geçti. Kadıköy’de polis yığınağına, TOMA’lara karşın Boğa’da kürsü kuruldu, konuşmalar yapıldı. Konuşmalardan sonra Yırca’dan, Çanakkale’den Validebağ’dan gelen yaşam savunucuları mitingi selamladı. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer CK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık aba altından sopa gösteriyor: “Müzakereler takvime göre yürütülmezse, müzakere taslağını kamuoyuna açıklarız” (23 Aralık 2014). Demek ki, Tayyipgil’in halkımızca duyulmasını istemediği, bu yüzden gizli tutulan bir içeriği var müzakere taslağının. Başka deyişle, kapalı kapılar ardında halkımızın başına çorap örülüyor. Birkaç gün sonra, CHP Sakarya Milletvekili Engin Özkoç, bundan yaklaşık 3 yıl önce, 26 Ekim 2011’de Mecliste “Terör” konusunda yapılan gizli oturumda BDP Grup Başkanvekili’nin çözüm süreci ile ilgili taleplerini “Türk milletine verdiğim sözü yerine getiriyorum” diyerek basına duyurdu. Talepler maddeler halinde şöyle: “1- Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi. “2- Öcalan’ın serbest bırakılması. “3- Özerklik koşullarının gündeme getirilmesi. “4- Eyalet başkanlarının TBMM’ye getirilmesi. “5- Özerklik hakkının saklı olması. “6- Her eyaletin kendi özerk güvenlik güçlerinin olması.” (Cumhuriyet, 29 Aralık 2014) Böylesine önemli bir açıklama medyada yer almadı. Üzerinde hemen hiç durulmadı. Tayyip Diktatörlüğü’nün baskısıyla olsa gerek… Kaldı ki, burada verilen maddeler de, Emperyalist Çözüm’ün kısa vadeli olup ancak BDP tarafından dile getirilebilenleri. “Süreç” Habur’dan sonra iki büyük darbe aldı. Birincisi Gezi Direnişi’miz. Diğeri, Tayyipgil ile Fetogil’in Gezi’nin de etkisiyle birbirine düşmesi. Tayyipgil, bu darbelere rağmen yukarıdan emperyalizmin, aşağıdan Amerikancı Kürt hareketinin baskısıyla, ürkekçe de olsa, iktidardan düşmemek için, yola devam etmeye çabalıyor. Amerikancı Kürt Hareketi ise “Süreç”in 17 ve 25 Aralık ile darbe aldığını görüp Tayyipgil ile Fetogil’i barıştırma çabalarına girişti. (Şu an Cemil Bayık’ın dile getirdiği PKK’nın Fetogil ile görüşme çabaları başka ne anlama gelebilir?) Önlerindeki engeller mi? Örgütsüz de olsa kamuoyunun emperyalist çözüme tepkisi seçimlerde öyle veya böyle yansıyacaktır. Bu yüzden g i z l i y o r l a r. Bunun dışında daha organize olan güçler Yüksek Yargı ve Ordu’dur. Yargıyı yüzde yüz olmasa da büyük ölçüde ele geçirdiler diyebiliriz. Ya ordu? Onca kumpasa, tertibe, fesata rağmen ordu hâlâ Tayyipgil’in korkulu rüyası. Türk Ordusu’na saldırı sürüyor Bu yüzden, Tayyipgil iktidardayken ve rüzgâr emperyalizmden doğru geliyorsa orduya saldırı bitmez. Cumhuriyet Türkiye’sinde Türk Ordusu’na emperyalist saldırısının kökleri 1940’lı yıllara dek gider. Dayanağı ise “Sovyet Tehdidi”dir. İkinci Emperyalist Savaş sonrasında Truman Doktrini kapsamında ABD ile imzalanan Askeri Yardım Anlaşması (12 Temmuz 1947) ve bir yıl sonra Marshall Yardımı kapsamında ABD ile imzalanan Mali ve Askeri Yardım Anlaşması (4 Temmuz 1948) ile Türk Ordusu’nun ABD tarafından “nötralize edilmesi”, ardından 1949’da NATO’nun kuruluşu ve Demokrat Parti (DP) iktidarında Türkiye’nin NATO’ya girişi (19 Şubat 1952), hep Sovyet Tehdidi zokasının yutturulmasına dayanır. Yurtsever subaylar bile bu zokayı yutmuştur. Örneğin, DP’yi alaşağı eden 27 Mayısçı demokrat subaylardan Emekli Tümgeneral Sıtkı Ulay anılarında şöyle aktarıyor: 14’te Tiyatronun müdürü… İ stanbul Şehir Tiyatroları Genel Müdürlüğüne, İmam Hatipli eski güreş hakemi Şevket Demirkaya atanmış. AKP hükümeti iktidara geldiği günden beri, tiyatroları bi- tirmeye çalışıyor. Şehir Tiyatroları, İstanbul’un yaşayan en eski sanat kurumlarından biri. 1914 yılında İstanbul Belediye Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa, Belediye Meclisinden çıkarttığı kararala, bugünkü Şehir Tiyatrolarının temeli olan “Güzellikler Evi” anlamına gelen “Darülbedayi”nin kurulmasını sağlar. Pek çok ünlü yerli-yabancı oyun bu sahnelerde oynanır. Ülkemizde Tiyatronun geçmişi İlkçağlara kadar dayanır. Ülkemizde her Antik şehirde bir tiyatro amfisi vardır. Sayılarının yaklaşık 150 tane olduğu bildirilmektedir. Günümüze kadar ayakta kalan en ünlüleri Aspendos, Efes, Afrodisyas gibi tiyatrolardır. Geleneksel tiyatrolarımız olarak da Ortaoyunu, Meddah- lık, Kukla tiyatrolarımız vardır. Tiyatro sanatı, insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü taklit etmek, öğretmenin temel yollarından birisidir. Şimdi tiyatroları kapatmaya çalışmak, Ortaçağ karanlığına geri dönmektir. AKP yöneticileri, sanatın pek çok alanına da düşmanca tavır içindedir. Melih Gökçek, bir dönem heykeller için “ben böyle sanatın içine tükürürüm” demişti. Tayyip Erdoğan, Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nı “ucube” diyerek kaldırtmıştır. İstanbul’daki Marmaray kazısında çıkan tarihi eserler, “üçbeş çanak çömlek” denilerek küçümsenmiştir. İstanbul’un tarihi dokusu yağmalanırken, tarihi camiler gökdelenlerin gölgesinde kalmıştır. İstanbul’un silueti, birkaç Parababası kaptıkaçtıcı kârlarına kâr katsın diye bozulmuştur. 15’te
Benzer belgeler
84. sayıya ulaşmak için tıklayın
Vekilleri: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin
BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN,
Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin
ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Ayça
ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar
AKBİNA, Av. Doğan ERKAN