Bilal Baş - İlahiyat Meclisi
Transkript
Bilal Baş - İlahiyat Meclisi
ن Dinler Tarihi II – Bilal Baş Ders Notları Patristik Dönem (100-600) Bu döneme aynı zamanda erken kilise ve erken hırisitiyanlık tarihi de denilir. Patristik dönem kilise babaları dönemi demektir. Hıristiyan geleneğinin kurucusu kabul edilen o dönemin dini liderlerinin otoritesinin geçerli olduğu bir dönem. İslamiyetteki ilk üç asır gibi. Kelam felsefe fıkıh ilimlerinin oluştuğu dönemler. Protestan, ortodoks, katolik olsun bütün Hırisityanların ortak inançları bu dönemde oluşmuştur. Hz. İsa ile ilgili doktrinel görüşleri âmentüleri bu dönemde oluşmuştur ve genel kabul görür. Bu dönemin en belirgin gelişmesi evrensel kilisenin doktrinel ve kurumsal bakımdan yapılanmasını tamamlanmasıdır. 600’den sonra avrupada Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından dolayı kilise siyasi bir boşluk bulmuş ve avrupanın 600’den 1500’e kadar bütün dini hayatını onlar kontrol etmiştir. Mesela 1095 yılında Papa bir vaaz ediyor ve yüzbinlerce kişilik bir ordu toplayır haçlı seferlerini başlatıyor. Orta çağda papalar oduları heretikler üzerine savaşa gönderiyorlar. Siyasi, dini, ekonomik ve kültrel (kitap yazılmasıi araştırma vs.) gücü kilise elinde bulunduruyor. 600’den önceki dönem ise bu yapılanmanın nasıl olduğunu gösteriyor. Bu dönemin başında Hırisityan kilisesi illegal, sayıca ve toplumsal statü bakımından önemsizdi, Roma toplumunun nüfusunda. Sıradan bir dini hareketti. Fakat bu dönemin sonunda Roma İmparatorluğunun bir dini olarak dünyanın dini olmuştur. Kilise babaları dediğimiz kişiler piskoposluk(çobanlık yapmak, bir kurumun işlerini deruhte etmek, vali) yaptılar. Teoloji yapmışlar. Kelam tartışmalarına katkıda bulunmuşlar. Risaleler yazmışlar ve dini liderlik yapmışlar. Kilise babaları sadece yazıp çizen insanlar değil. Kendi şahıslarında dini karizmaları var. İlim sahibi kişiler. Dini hizmet yapıyorlar. Kilise babaları bu dönemde bazı önemli toplantılar yaptı. Biz bunlara konsil diyoruz. Bu konsillerde kilisenin temel doktrinel yapısını oluşturuyorlar. İsa’ya kadar gelen bir gelenek zinciri oluşturarak evrensel Hırisityanlığın temellerini attılar. Apostorik (silsileye dayanan) gelenek oluşturdular. Kilise babaları 325 yılındaki ilk genel konsil olan İznik Konsil’ine göre İznik öncesi konsil babalar ve İznik sonrası konsil babalar diye ikiye ayrılır. Bunların içerisinde ikinci asırda yaşamış olan babalara biz Apolojistler1 diyoruz. İlk dönemlerde Hırisityanlar azınlık oldukları için ve pek çok rakipleri olduğu için rakiplerine ve kendilerine karşı “siz yanlış yoldasınız" diyenlere karşı bir mantık silsilesi içerisinde retoriğe göre bir takım risaleler kaleme alıyorlar. Böyle isimlendirilmesinin sebebi iki ana rakip gruba karşı Hırisityanlığın hakikat iddiasını savunan ve Kitab-ı Mukaddes’ten, yunan felsefesinden delilllerle desteklenmiş risaleler kaleme alıyorlar. Bu iki grup yahudiler ve gereko-romen paganlardır. Hıristiyanlık bu dönemde birbirinden farklı iki gelenek arasında kendisine bir yol çizdi. Bu geleneklerden biri içinden çıktığı semitik yahudi dini, diğeri ise giderek daha çok benimsediği greko-romen kültürüdür. Hırisityanlık 600 senesine geldiğimizde köklerini yahudilikten alan ve bu kökleri gerko-romen unsurla meczeden bir din haline geldi. İlk Hırisityanlar genellikle yahudi kökenli idi. Ama Pavlus’la beraber, onun misyonu çerçevesinde yahudi unsurlar giderek önem bakımından azalmaya greko-romen unsurlar giderek çoğalmaya başladılar. Neticede 600 senesine galdiğimizde Hırisityanlık sembolik olan yahudi unsurları çok az, greko-romen unsurları çok fazla ihtiva eder hale geldi. Hırisityanlık yahudiliğin devamı mı olacak yoksa greko-romen etki altında mı kalacak tarışması yaşandı. Nasıra Hırisityanlığı yahudi şeriatinin devamı olacak diyor. Pavlus Hırisityanlığı ise şeriat 1 Grekçe Apologia’dan geliyor. Bir fikri bir ideolojiyi bir dini düşünceyi savunmak için yazılan yazılardır. 1 ن mülgadır diyor. Sonunda Pavlus grubu kazanıyor. Bu tartışmada Centile tarafı yani Pavlus tarafı Hırisityanlığın yahudi kökenlerini kabul etmiyorlar. Yahudiler yahudi hırsitiyanlarına karşı risaleler yazıyorlar. Çünkü onlar İsa’yı kabul ettiler ve ona tabi oldular. Bunun yanında Hırisityanların ikinci rakip grubu Pagan filozoflarıdır. Bu filozoflardan Census, neo-platonist İskenderiyeli biridir. Bu adam Hırisityanlığa karşı ikinci asrın sonlarında bir reddiye yazıyor. Census ve onun gibi düşenenler “Tanrı enkarne oldu diyorsunuz. Bu ilkel paganların masallarındandır. Peki Tanrı neden kuş uçmaz kervan geçmez medenietin olmadığı, eğitimli insanları olmadığı, paranın olmadığı Galile’yi seçsin?” diyorlar. Centile Hırisityanları2 ise Hırisityanlığın yahudilikle alakalı bir karar vermesini istiyorlar. Bir kısmı sünnet olmanız gerekiyor diyor, bir kısmı gerekmiyor diyor. Bunları anlattıktan sonra akla şöyle bir soru gelebilir: Hırisityanlar madem greko-romen anlayışı benimseyeceklerdi neden sembolik olarak bir takım yahudi unsurlarını benimsediler ki? Eski ahiti benimsedik diyor ama ona uymuyorlar. Sebebi: helenistik kültürde ortak kanaatler var. Mesela onlardan bir tanesi kadi medeniyetlere önem vermek. O zamanda nevzuhur bir şey olmak en kötü damgayı yemek anlamına geliyor. Yani deselerdi ki “bizim yahudilikle hiç alakamız yok” kimse onlara inanmazdı. bir iddianın hakikat olabilmesi için kökenlerinin geriye doğru gitmesi gerekiyor. Justin Martry (103-165) Apolojist kilise babalarının ilki ve en önemlisidir. Pagan iken Hırisityan olmuştur. En büyük kilise babaları da doğma büyüme Hırisityan değil. Köken olarak yahudi değil. Klasik bir eğitim almış. Yahudi Tripo diye bir adamla tartışma yapıyor. Risalesi var bu tartışmayla ilgili. Bu eser karşılıklı konuşma şeklinde kaleme alınmış. Bir reddiye eseridir. Bu eserde eski ahitten deliller getiriyor. İsa’nın eski ahitteki vaatlerin karşılığı olduğu iddiasını destekleyen şeyler yazıyor. Hırisityanlar tevratı kabul edip okuyorlar ama kendi gözlükleriyle. Tora dediğimiz kısmı devre dışı bırakarak. Peygamberler ve kitaplardan da Hz. İsa’nın gelişini tebşir ettiğini düşündükleri pasajları öne çıkarıyorlar. Tevrat şeriati içerdiği için Tevratı yorumlayanlar da alegorik 3 yorumladılar. Alegorik yorum olmazsa Hırisityanlık olmazdı. Mesela sünnet konusunda Yahudi kökenli olanlar gerekli derken, Pavlus ve taraftarları buna gerek yok sünnet kalbin sünnetiydi dediler. Kalbin sünneti, kalbin temiz olmasıdır. Kalbin kötülüklerle bağlantısının kesilmesidir. Bu alegorik bir yorumdur. Dolayısıyla Justin de Tevrat’ın şeriate müteallık bahislerini alegorik olarak yorumladı. Böylece Hırisityanlık Yahudilik gibi bir şeriat dini olması gerekirken şeriatı yok saydı. Mesela temiz olmayan etin yenmesiyle ilgili hükmü manevi olarak yorumladılar. Yahudiler Hırisityan toplumunda azalınca eski ahiti orijinal dilinde anlayamaz oldular. Yetmişler4 çevirisini kullandılar. Yeni ahit doğrudan Grekçe yazıldı. Hz. İsa Aramice konuşyordu. Alegorik yoruma gittiğiniz zaman metnin o kadar önemi kalmıyor. Ama zahiri yorumu esas alsalardı metnin de muhafazası önemli olurdu. 3. asra geldiğimizde Centile özelliği o kadar fazlalaştı ki artık Yahudi kökenleriyle ilgili bu meseleler önemini kaybetti. Apolojistler greko-romen kültürle de çatıştılar. Onlara karşı yazılar yazdılar. Pagan entelleklüel seçkinleri Census gibi, köylü yahudilerin içinden çıkan bir toplumun alt kesimlerin ilglisini çeken bu yeni dinin yüksek Roma ve Grek kültürüne uyum sağlayamayacak yapıda olduğunu söylediler. En çok da Tanrı’nın İsa’nın hayatında enkarne olmasını eleştirdiler. Bu mitolojinin unsurları yüksek kültürü temsil etmiyor 2 Hırisityanlığı kabul etmiş ama kökeni yahudi olmayan Hırisityanlar. Sembolik 4 Yetmiş alimin ayrı odalara girip eski ahiti Grekçeye tercüme etmesi ve hepsinin aynı şekilde tercüme etmesinden dolayı bu ismi almış. 3 2 ن dediler. Pratik bakımdan Hırisityanlar iki suçlamayla yüzleştiler. Bir tanesi sivil itaatsizlikti. Hırisityanlar hiçbir zaman isyan etmedi. Yahudiler isyan ettiğinde bile. Pavlus, “bütün otorite Tanrı’dan gelmektedir. En kötü otorite bile kaostan iyidir. Bir yöneticiden suçlu olanlar korkar. Çünkü onun kılıcı kötülüğü engellemek içindir. İyi olan vergisini veren adam korkmaz. Bundan dolayı size olan tavsiyem şudur. Vergi hakkı olana vergiyi veriniz. Gümrük hakkı olana gümrüğü veriniz. İtaat hakkı olana itaati ediniz. İbadet hakkı olana da ibadet ediniz.”der. “Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya, Sezar’ın hakkını Sezar’a” ilkesi Hırisityanlara göre Sezar’ın hakkı devlete, Tanrı’nın hakkı kiliseye gittiği için problem olmamıştır. Fakat Tanrı hakkı ile Sezar hakkı çatışırsa Hırisityanların sadakati Tanrı’ya gider. Kiliseye bağlı kalırlar. Pagan ayinlerine katılmamanın sebebi bu çatışmanın örneğidir. Orta çağda da çifte kılıçlar teorisi vardır. Birisi dünyevi işlerle ilgili kılıç, diğeri uhrevi işlerle ilgili kılıçtır. İkincisi ise ahlaksızlık ithamıydı. Hırisityanlar İsa’nın son akşam yemeğini anmak üzere pazarlarıtoplanıp yemek yerlerdi. Dışarıdaki insanlar gizlice bu toplnatıda insan eti yediklerini söylediler. Ensest ilişkiye girdiklerini ileri sürdüler. Onlar da tabi ki bu ithamları çürütecek reddiyeler yazıyorlardı. İskenderiyeli Klement (150-215) Klement felsefeyle daha içli dışlı olmuş biridir. Daha sofistike deliller getirmiş. “Hırisityanlık Pagan kültürünün iyi yönlerini kemâle erdirmiştir.” Dedi. Hırisityanlık kilise babalarıyla birlikte bir argüman geliştiriyor ve argüman, “yahudilikten gelen nebevi gelenek kurtuluş tarihi içerisinde kemale doğru ilerme göstermiştir.” Hırisityanlık logos doktriniyle beraber “Hırisityanlık hem Yunan kültürünün kemalidir, hem de Yahudi nebevi geleneğinin kemalidir.” Yuhanna incilinin başı da öyle başlar. “başlangıçta söz(logos) vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve söz Tanrı’ydı.” Herşey kelam ile varoldu. Hırisityanlar da logos (evrensel akıl) doktrinini geliştirdiler. İlk defa Stoacılar logos fikriyle evrensel bir akıl olduğunu bütün insanların akıldan pay almak hasebiyle evrensel doktrine ortak olduğunu söylediler. stoacılar insanlığın kardeşliği gibi fikirleri ortaya çıkardılar. Kardeş olmalarının sebebi hepsinde ortak logos olması. Stoacıların evrensel akıl doktrinini benimseyehn Hırisityanlar da ilk defa evrensel bir din ortaya çıkarmışlardır. 2. asırda Hırisityanların başına bela olan gnostisizm diye bir mezhep vardır. Gnostisizm mezhebi tarihçilerin verdiği son bilgilere göre milattan önce birinci asırda Pagan olarak ortaya çıkmış bir mezheptir. Hırisityanlık ortaya çıktıktan sonra gnostiklerin tamamına yakını paganlığı bırakıp Hırisityan olmuşlardır. Dolayısıyla Gnostisizm mahkum edilmiş yani heretik sayılmış bir Hırisityan mezhebidir. İkinci ve üçüncü asırda Hırisityan kilise babalarının ençok mücadele ettikleri bir mesele olmuştur. Gnostikler ve o zamanın ortaya çıkan bir çok dinleri genelde soterios dediğimiz bir kurtuluş meselesiyle alakalıdır. Kurtuluş doktrini o zaman yaygın birşeydi. İnsanların içinde bulundukları durumdan manevi bakımdan kurtuluşa ihtiyaç duydukları varsayımına dayanır. İnsanoğlunun bu dünyadaki durumu kötüdür ve umutsuzdur. Kendi başına insanlığın kurtulma imkanı yoktur. Dolayısıyla dışarıdan gelen bir dini destekle kurtulması mümkündür. Maddeye bağlı olmaktan dolayı kötülük böyle tanımlanır. İnsanın dünyadaki varlığı bir düşüşün neticesidir. Yani insan bu dünyada bu bedene mahpustur. Dolayısıyla dışarıdan bir öğreti, kişi, şahıs, iman gereklidir. Dolayısıyla Hırisityanlığın doğduğu ilk asırlarda Hırisityanlığın yayıldığı temel yayılma bölgesi olan akdeniz coğrafyasındaki insanlar bu meseleyle çokça uğraşmışlar. Bu soterios meselesi de Hırisityanlığın şekillenmesinde temel bir etkendir. Onun alternatifi olan bütün dini etmenler bu temel problem üzerinden doğmuştur. Gnostisizm de bunlardan biridir. Gnostikler söz konusu kurtuluşun genellikle kendi dini 3 ن insiye5 çevrelerine olan bir fert gnostiklerin gösterdiği yaşam prensiplerine göre yaşadığı takdirde içinde mahpus olduğu bu dünyadaki durumunu değiştirecek şekilde kurtarıcı bilgiye ulaşacağıdır. Kişiye kendi durumuyla ilgili alemin durumuyla ilgili, alemdeki şer problemiyle ilgili bir bilgi gelir. Bu bilgi insanı aydınlatır ve o insanın bu kötülükten kurtulmasına vesile olur. Gnostisizm dünyaya pesimist bakar. İnsanoğlu dünyada mahpustur. Günahı neticesi düşmüştür. Bu dünyaya gelişi bir cezadır aslında. İslamın dediği gibi imtihan değil. Bu ceza olduğuna göre bu durumdan kurtulmak için ne yapmalıyız? Sorusunu soruyorlar. Mesela Mısır’da Valentinus var meşhur gnostiklerden. Kiliseyi en çok uğraştıran da Sinoplu Marcion’dur. 160 yılında ölmüş. Bir gemcinin oğlu. Zengin birisi ve Hırisityan oluyor. Daha sonra gnostisizme merak salıyor. Roma’da kendine ait bir kilise kuruyor. Çok taraftar topluyor ve ikinci asırda kiliseye rakip oluyor. Onun fikirleri o kadar çok yaygınlaşıyor ki kilise, bugünki kiliseyi tanımlayan bir çok şeyi ona tepki olarak ortaya koyuyor. Kilise tarihinde özellikle erken dönem şöyle bir şey vardı: mesela teslis doktrini, Hırisityanlar önce teslis doktrinine inanırlar, ama bunun mahiyetini tartışmazlar. Ta ki Aryus diye birisi çıkıp “oğul babadan aşağı konumdadır” derse, o zaman derler ki “ olmaması lazım ve doktrin ortaya çıkar. Bütün Hırisityanlık doktrin tarihi çıkanheretik akımlara karşı argümanlardan ortaya çıkmıştır. Bütün gnostiklerde bir düalizm var. Yani bir madde dünyası bir de ruh dünyası var. Madde dünyası kötü ve biz bu madde dünyasında mahpus haldeyiz. Mana dünyası iyi. Dolayısıyla insanın içinde de bir düalist yapı var. Ruhu var bedeni var. Ruhla beden ilişkisini birbirine zıt düalist prensipler olarak tanımlıyorlar. Yani ruh istemediği halde bedenin içinde mahpus. Markion bu düalist prensipten hareketle diyor ki “İsa’yı gönderen Sevgi Tanrısı cellatı gönderen kıskanç kabile tanrısı ise Yahudi Tanrısıydı.” Eskiahiti Yahve gönderdi. İçinde bedenle alakalı olduğu söylenen şeriat var. Şeriat emirleri onlara göre bedene karşılık gelir. Markion yazdığı incile eski ahiti almıyor. Yeni ahitte de ona göre sevgi tanrısını temsil eden havari Pavlustu. İnciller içinde de sadeve Pavlusa ait olduğunu düşündüğü on tane mektubu koyuyor. Dört incilden de Pavlusa yakın olduğu için sadece Luka incilini koyuyor. Luka Pavlus’un doktorudur. Markion manevi kurtuluşun gnosthis ile olacağını söylüyor. Her fert gnosthise erdiği zaman kendisine bir takım manevi bilgi gelir ve o bilgiyle kurtulur. Maddi dünyanın tamamıyla kötü olduğunu düşünüyor. Dünyayı tamamıyla terk etmek gerektiğini düşünüyor. Cinselliğin, çoluk çocuk edinmenin kötü olduğunu söylüyor. Kilise Markiondan dolayı bir çok şey oluşturuyor. Mesela ilk kutsal kitap kanonunu kilise babaları Markion’dan dolayı oluşturdular. Markiondan önce kiliseler çok organize değildi. Bir çok incil, mektup ve kutsal kitap okunuyordu. Markion kendi kanonunu yapınca kilise de buna karşı çıktı. Çünkü kilise kendisini Hz. İsa’yı gönderen Tanrı’nın Musa’yı İbrahim’i gönderen Tanrı olduğunu iddia ediyordu ve eski ahiti bunun için kanona koydu. Hıristiyanların kurtuşunun kilise vasıtasıyla olacağını söylemiştik. Buna eklezyoloji denir. Yani kilise dogması. Hırisityanlığın sunduğu kurtuluş kilise yardımıyla olur. Papalıkta her türlü dini mansıp için resmi şecereler vardır. Mesela papaların ki o ondan , o ondan … el almış diye Hz. İsa’ya kadar gider. Roma’nın ilk psikoposu Petrus’tur. Dolayısıyla manevi bilgi kesilmeksizin elden ele aktarılmıştır. Manevi bilgi bu adamlardadır. Cemaatin hamisi de kutsal ruhtur. Bu gnostiklerin zorlamasıyla oldu. Biz buna aportorik gelenek diyoruz. Kilise manevi kurtuluşun yegane nuh gemisidir. Bu gemi sembolü önemlidir. Gemi bir küçük alemdir ve alemde okyanusta da tektir. Tek olduğu için okyanusta kendi başına bir cosmosdur kutsal ruh sakramentle gelir. Sakrament dediğimiz şey bir gizemdir. Bilinmeyen bir manevi sırdır, yedi tane sakrament vardır. En önemli sakrament ekmek şarap ayinidir. Mistik olarak Hz. İsa’nın bedeniyle manevi bakımdan 5 Bir dini cemaatin kabul töreni 4 ن bütünleşme sembolizmi var. O anda kutsal ruhun tecelli ettiği görülüyor. Tecellinin sakramentlere bağlı olduğu söyleniyor. Roma imparatorluğuyla kilisenin ilk üç asırda yani resmi din olarak kabul edilmesine kadar Hırisityanlık Roma’daki bir çok din arasında hukuki bakımdan gayri meşrudur. Roma hukukuna göre ilk üç asırda kanun dışı bir din idi. Hırisityanlar sürekli zulme maruz kalmadılar. Bazı kriz dönemlerinde Roma İmp. Askerlerini kullanarak Hırisityanlara müdahale etti. Bunların sebeplerinde birincisi Roma Tanrılarına tapınmama. Toplu ritüellere pagan olmadıkları için katılmaması ve bu hareketin Roma hukukuna göre başkaldırı anlamı içermesi. İkincisi Romalılar mahiyetini bilmedikleri için Pazar toplantılarını yanlış anladılar.6 “Bu tür suçlar Roma Tanrılarının Roma toplumunun başına saldığı hastalılar ve doğal afetler şeklinde belalar getirmesine ve cezalandırmasına yol açmıştır.” Dediler. Romalılar böyle suçlamalarla Hırisityanlara belirli zamanlarda zulmettiler. Bu imparatorluk eliyle yapılmıştır. Ama bölgesel olanlar da vardır. Onun Hırisityanlık ilk üç asırda gizli kiliseler yapmıştır. İmparator Decius zamanında büyük zulüm oldu. İmparator Valerian zamanında zulüm oldu. Bu zulümler imparatorluk eliyle yapılanlardandır. Şehitlik bu üç asırda şehitlik ideali büyük önem kazanmıştır. Zulümlerden sonra 313’te Konstantin Hırisityanlığı kabul ediyor. … dediğimiz kilise babası “şehitlerin kanı kilisenin tohumudur” demiştir. Buna benzer fikirler bir çokları tarafından yazılmıştır. Çünkü şehitlik vasıtasıyla Hırisityanlar, Hırisityan olmayanlara karşı büyük bir propaganda yaptılar. Kilise babaları “bizim dinimiz hakikattir. Hakikat olmasaydı insanlar gözünü kırpmadan seve seve ölüme giderler miydi?” diye yazdılar. Dolayısıyla Hırisityan kilisesi bu zulümleri kendi lehine bir propaganda aracına çevirebildi. Zulümler neticesinde bir çok insan Hırisityan oldu. Hırisityan lık 313’e kadar zulüm gördü. 313’ten sonra meşru kabul edildi. 391’de Teodosyus döneminde ise Hırisityanlık Roma’nın resmi dini olmuştur. Ortaçağda Hırisityan dünyasında ceza hukuku öylesine gelişmiş ki mesela bir adam idam cezası verildiği zaman o suçun şiddetine göre şiddetlenen idam şekilleri vardı. Çok sofistike adam öldürme şekilleri çıkarmışlar. Konstantin Hırisityanlığı resmi din ilan etmemiş sadece meşru saymıştır. Kiliseleri meşru kabul etmiştir. Vergiden muaf tutmuştur. Zulüm sırasında devletin el koyduğu vakıf mallarını iade etmiştir. Papazları askerlik ve vergiden muaf tuttu. Dolayısıyla her bakımdan destekledi. Bazilika dediğimiz büyük kiliseler ilk defa Konstantin zamanında kurulmuştur. Konstantin, Hırisityanlığa saygı duyuyor fakat pagan olarak ölüyor. Hırisityan olmuyor. 337’de ölüyor. Ölüm yatağında Nikomedyalı bir psikopos tarafından vaftiz ediliyor. Konstantinle beraber Hırisityanlık yer altında olmaktan kurtulup devlet dini olmaya doğru yelken açtı. Hırisityanlar bundan önce Tanrı’nın yeryüzündeki gariban, mütevazi kullarıydı. Hırisityanlarda Tanrı’nın alçak gönüllülük sıfatı tecelli ediyordu. Daha sonra o debdebe ile Hırisityan Tanrısının kudreti gözükmeye başladı. Hırisityanlık güç dilini kullanır oldu. Hırisityanlar mazlumdular. 391’den itibaren Hırisityanlar zulmeden din oldular. 325 İznik konsilinden sonra aryüsçülere, 451konsilinden sonra monofizit denilen kiliselere ciddi anlamda zulmettiler. Kitaplarını yaktışar. Hapse attılar. Heretikleri7 kovalamaya başladılar. Resmi din olması 1. Teodosyus döneminde tamamlanan Hırisityanlığa Roma hukukunda bir hukuk sistemi ihdas ederek mümkün oldu. En çok Hırisityanlaşma bu dönemde oldu. Hırisityanlığın yayılması ilk üç asırda çok fazla olmuyor. Konstantin bu dini kabul ettiği zaman Hırisityan sayısı %10 civarında idi. Ama resmi din olmas sürecinde %90’a çıkıyor. 6 7 Kara büyü, ensest ilişki ile itham. Ortodoks olmayan resmi görüşün dışındaki kiliseler. 5 ن Çoğunlukla kılıç zoruyla oluyor. Ama bu yarı gönüllü Hırisityan olanlar Hırisityanlığı bozmuşlarıdır. Hırisityanlık ortodoksidir. Yahudiliğe göre ortopraksidir. Yani yahudi olmanın ölçütü yahudi gibi yaşamaktır, ameldir. Ama Hırisityanlık imana bakar. Onun için İznik konsilinde Tanrı ile oğul İsa’nın özleri birdir. Araya bir iyota sokunca özleri benzer anlamına geliyor. Tam bir değil kısmen bir. O iyotayı soktukları için bir grup insan öldürülmüştür. Dolayısıyla Hırisityanlık tarihi boyunca heretik grupları avlamıştır. İtalyada engizisyon mahkemesinin kayıtlarına hikaye formatında “peynir ve kurtlar” kitabı vardır. Bu kitapta gariban bir değirmenci var. Kendine göre din ile ilgili görüşleri var. “teslis bana hiç mantıklı gelmiyor. Muhammed’in kitabını okudum o çok iyi bir adam. Katolik kilisesinin öğrettiği şeyler yanlış.” Diyor. Sonra bunu engizisyon mahkemesine götürüyorlar. “sen böyle görüşler söylemişsin” diyorlar. Engizisyon ortaçağda avrupada bir hafiye teşkilatı idi. Devlet Dini Olmanın Neticeleri Devlet dini olduktan sonra 325 yılında ilk konsilini topladı. Ekümenik konsiller. Ekümenik yani büyük konsillerin yanında bölgesel konsiller var. Ekümenik konsiller imparatorluktaki piskoposların katılımıyla gerçekleşen konsillerdir. Konsiller oy çokluğuyla doktrinel meselelerde karar veriyorlar. İmparator da onların kararını onuyorr. Yasama haline getiriyor. Konsil sistemi o zaman ki eyalet idaresindeki belediye meclislerinin modelidir. Kiliseler orta çağda çok fazla toprağa sahiptiler. Avrupa topraklarının yarısı kilisenindi. Kilisenin çok büyük gelir kaynakları vardı. Bazilikalar bu dönemde yaygınlaştı. Bazilikanın kilisenin büyüğü olduğunu söylemiştik. Bazilika ve kiliseler doğuya doğru yapılır. Modern kiliselerde buna dikkat etmiyorlar. Bazilikalar büyük şehirlere yapılır. Daha sonra da katedraller yapıldı. Katedral, katedra (oturulan yer) den gelir. Bölgenin piskoposunun oturduğu yer manasındadır. 500-1500 yılları arasındaki en büyük kilise Ayasofya’dır. İstanbul ilk hıristiyan şehir olarak kuruldu. Kuruluşundan itibaren hırisityan oldu. Kilise dünyevileşti. O kadar servet kazanıldı. Kiliselerde ayak oyunları yapılmaya başlandı. Bunun neticesi olarak Antonius diye bir köylü 4. Asırda manastırcılık hareketini başlatıyor. Manastır hayatı yaşayan zahidler vardı ama manastırlar yoktu. Manastırcılık Hıritiyan manastırcılığı, insanlardan uzaklaşıp yalnız yaşamak çöle çekilmek uzlet hayatı yamak anlamlarına geliyor. Manastır, bu yalnız yaşayan insanların birarada evlenmeden mal mülk edinmeden sürekli ibadetle hayatlarını geçirdikleri yer. Ortaçağda bunlar hayatın içinden kurumlardır. Her mahallede bir manastır bulunurdu. Yaşlanınca insanlar malını manastıra bağışlar ve ölene kadar orada dururdu. Ölünce manastır mezarlığına gömülürdü ve her sene verdiği mal karşılığında ruhuna ayin yapılırdı. Modern dönemde manastırcılık azaldı ama ortaçağda çok baskındı. Katolik ve Ortodokslukta hala manastırcılık vardır. Ama Protestanlık bunu reddedmiştir. Martin Luther “bütün Hıritiyanlar ruhbandır” diyor. Manastıra girerken dört yemin edilir. Birinicisi iffet yemini yani evlenmeme, ikncisi mal edinmeme yemini, üçüncüsü üstlere itaat yemini, dördüncüsü de ordan ayrılmama yeminidir. Antonius 270 yıllarında gençken vaazda Hz. İsa’nın bir sözünü işitir. Hz. İsa’ya genç bir adam geliyor ve diyor ki “ ben kâmil bir insan olmak istiyorum. Allah’ın iyi bir kulu olmak istiyorum” diyor. O da “on emir var onları yap” diyor. “Onlar bana yetmez daha da iyi amel söyle” diyor. O da “neyin varsa git fakirlere dağıt sonra da gel beni izle” diyor. Eğer bunu yaparsan Tanrı’nın krallığında hazinen olur” diyor. Fakat incilde anlatıldığına göre adama zor geldiği için onu yapamıyor. Çünkü çok malı var. Bu vaazı dinleyen Antonius 6 ن bütün varlığını satıyor. Önce köyünü dışında bir mezarlıkta keşişin yanına gidiyor. Orada 20 yıl kadar kaldıktan sonra çöle gidiyor. Sonra aziz oluyor ve etrafında müridleri oluyor. Manastırcılık buradan doğuyor. Pakomius da Antonius’un çağdaşıdır. 346’da ölmüştür. Eski Roma subayıdır. Emekli olduktan sonra o da Mısır’a geliyor. Orta Nil kenarında bir yerde manastırlar inşa ediyor. İlk manastırla ilgili kuralları koyan kişidir.8 Öldüğünde dokuz erkek manastırı, iki-üç tane de kadın manastırı lideriydi. Her manastırın başında baş keşiş var. Onlar da Pakomius’a bağlı. Manastırcılık köklerini Elçilerin İşleri 4/32-37 den alır. İlk manastırlar bu pasajı kendilerine örnek aldılar. Çünkü bu zahid yaşam bizi Tanrı’dan alıkoyan şey bizim gönlümüzün bağlı olduğu dünyevi şeylerdir. Bir insanın ailesi olursa ister istemez onlara gönlü bağlanır ve Tanrı’dan uzaklaşır. Onun için evlenmemek lazım. Evlenmezse bir insanın akrabası da olmaz dünyaya bağı da olmaz. Bir insan bir yerde sosyal statü alırsa o da dünyaya bağlar. Bunların hepsini hayat boyu terketme vardır. Bunun bir kökü Hırisityanlık. İncillerde buna işaret var. Bir kökü de Pagan kültürüdür. O zaman ki Pagan kültüründe neoplatonist filozoflar arasında asketizm (zahidlik) yaygındı. Özellikle burjuvanın kadın ve erkeklerinde. Bunlar Pagan oldukları halde evlerini manastıra çevirip öyle yaşamışlardır. Onlar Platon’un bedeni küçümseyen ideaları büyütenikili ontolojisinden etkilenerek böyle yapıyorlar. Ruhu arındırmak adına bedenden kurtulma. Bütün asketik ideolojilerin temelinde ruh beden zıtlığı vardır. Mesela Augustin’e göre insan dünyaya bir günahın cezası olarak gelmiştir. Burası bir hapishanedir. Dünyaya olumsuz bir bakış vardır. Ama ruh maneviyat iyidir. Bütün manastırlarda yaşayan insanlar bu şekilde dünyevi zevklerden kendilerini arındırmak suretiyle meleklerin gök yüzünde yaşadığı ya da düşüten önce Adem ve Havva’nın yaşadığı hayatı taklit ettiklerine inanıyorlar. Bütün asketik teolojilerin arkasında şiddeti az veya çok bu anlayış vardır. Selanik’in doğusunda bir yarımada vardır. Manastır yarımadası denilir. Kadınların girmesi yasaktır buraya. Onbir tane manastır vardır. Ortodoks cemaatine ait manastırlardır. Yaklaşık 3000 kişi kalıyor. Özerk bir konumları var. Osmanlı zamanında da vardır özerk konumları. Kendilerine ait ticaret gemileri var. Manastırlar genelde yüksek yerlere kurulur. Tefekkür ve tezekkür yukarıdan bakınca daha güzel oluyor. Manastırcılık günümüzde de devam etmektedir. Manastırlar 4. Asırda kiliselere alternetif ruhban olmayan sıradan insanlar tarafından kurulan başlatılan bir hareket. Fakat bir yüzyıl sonra manastırlar kiliseye entegre edildi. Bunu kuran çöllere çekilen kişiler açısından kilise çok fazla zenginleşmişti. Fazlaca dünyevileşmişti. Kilisede manevi kurtuluş pek mümkün değildi. Papazların kendisi bile rüşvet alan kişiler haline gelmişti. Ama bir yüz bile geçmeden kilise onu kendi içine entegre etti. Sonra da manastırcılık ve kilise içiçe kurumlar oluyor. Orta çağda hem papalıkta hem ortodoks kilisesinde piskoposların çoğunluğu manastır keşişlerinden seçilmiş oluyordu. 9. Yüzyıldan sonra aslında Hıristiyanlık olmayan zahidlik evlenmeme yasağı Katolik mezhebinde bütün rahipler için şart koşuldu. Ortodoks kiliselerinde ise mahalle rahipleri gibi alt seviyedeki rahipler hariç tutuldu. Ama onlarında üst kademelere çıkamamaları engeli vardı. Bu manastırcılığın kiliseyi dönüştürmesiyle oluyor. Konsiller 325-451 arası dört önemli konsil toplandı. Konsillerin ana meselesi Hz. İsa ve teslisle ilgili hıristiyan doktrinlerinin doğru şeklini tespit etmek. Bunlar da durup dururken çıkmıyor. Aryus diye bir adam çıkıyor, bu konuyla ilgili Katolik kilisesinin kabul etmeyeceği bir doktrin ortaya çıkarıyor. Etrafında bir çok insanı ikna 8 Toplu ibadet edilecek. Yemekler toplu yenilecek. Keşişler bir örnek giyinecek. Keşişler birbirine bir kol boyundan fazla yaklaşmayacak. Manastır terkedilmeyecek… 7 ن ediyor. Bunlar bir harekete dönüşüyorlar. Kilise içinde ciddi ihtilaf ortaya çıkıyor. Bundan dolayı da Konstantin 325 yılında İznik Konsilini topluyor ve piskoposlara “lütfen bu meseleyi aranızda halledin.” Diyor. Kanun zoruyla kılıç zoruyla bir doktrini kabul ediyorlar. Diğerleri heretik oluyor. Bu konsiller her türlü ayak oyunu, zulüm entrika dönmüştür. İznik konsili9 ilk konsildir. 325 yılında yapılmıştır. Aryüs Mısırlı bir rahiptir. Yazdığı risalelerinde “Hz. İsa Tanrı’dır. Tanrısal bir varlıktır. Fakat babadan aşağıdır. Baba onu bütün zamanlardan önce yaratmıştır. Onun bir başlangıcı vardır. Fakat baba onun vasıtasıyla daha sonra bütün alemi yaratmıştır. Dolayısıyla İsa’nın konumu Tanrı’dır. İnsan değildir. Tanrısal bir varlıktır. Ama baba gibi bir Tanrı değildir. Bir hiyerarşi vardır. Baba en yüce Tanrı’dır. İsa onun altında insanların üstünde bir varlıktır.” Diyor dolayısıyla Hırisityan kilisesi bunu kabul etmiyor. Ne İsa’nın bir başlangıcının olduğunu, ne de onun babadan aşağı bir Tanrı olduğunu kabul ediyor. Ezeli ve babayla eşit özlerinin de aynı oluduğunu söylüyor. İznik Kredosuna bu ibareleri koyuyorlar. İznik Konsili bunun için toplanmıştır ve Aryüs ve arkadaşları heretik olarak kabul edilmişlerdir. İstanbul Konsili, İznik Konsilinin devamıdır. Yaptığı şey de Kutsal ruhu teslisin üçüncü unsuru olarak tasdik etmek olmuştur. Kursa ruh da baba ve oğul gibi bir Tanrıdır. Dolayısıyla teslis doktrini tamamlanmıştır. Teslis baba, oğul ve kutsal ruhdan oluşan hepsi aslında bir olan fakat hepsi bağımsız ve kudret sahibi tanrıdır. Bunu açıklamak zordur. Hıristiyanlığın bilmecesidir. İki tane zihni bakımdan imkansızı bir araya getiriyor. Birinci imkansız üç tanrı var ama Hıristiyanlık monoteisttir. İkinci imkansız da bu üç tanrı tek tanrıyı oluşturuyor ama birbirine bağlı ya da bir tanrının sıfatları şeklinde değil. Hem bağımsız hem de üçü bir oluyor. Teslis doktrinin özü budur. Efes ve Kadıköy konsili Hıristiyan kelamının en önemli ikinci problemi “kristoloji” için yapıldı. Kristoloji; Tanrı’nın oğlunun Nasıralı İsa dediğimiz tarihi şahsiyetin bedenine girerek enkane olduğudur. Tanrı beşer suretine giriyor. İnsanlar gibi yiyor içiyor, uyuyor, sonra da kanı dökülüyor öldürülüyor. Dolayısıyla Hz. İsa hayattayken onun tanrılığıyla insanlığı bir arada yaşamış. Kristoloji problemi bir teoloji problemi olarak bu iki tane insanlıkla tanrılık bir arada nasıl bulunduklarını açıklıyor. Bununla ilgili çeşitli görüşler var. Monfizit dediğimiz kiliseler (Kıpti, Ermeni, Gürcü kiliseleri) Hz. İsa yaşarken onun tanrılığı herşeye galip gelmiştir. Herşeyi o kontrol etmiştir. Bunu karşısında Nasturiler var. Onlar “aslolan insan tabiatıdır. Tanrılık sonradan ilave olmuştur” diyorlar. Ortodoks kilise (diyofizit) Kadıköy konsilinde “Hz. İsa yaşarken beşeriyetiyle tanrılığı ikisi bir arada birbirine üstün gelmeden uyum içinde yaşamışlardır” diyor. Dolayısıyla çarmıhta ölürken Tanrının kendisi de ölmüştür, beşeriyeti de ölmüştür. Bu dört konsil çok önemlidir. Bu konsillerdeki iki mesele; teslis ve kristoloji meselesi halledilmeye çalışılmıştır. 450’de Kadıköy konsilinde Nasturiler heretik ilan edilmiştir. Halbuki Nestoryus ondan önce İstanbul piskoposudur. Çok önemli biridir. Doğu kiliseleri yani monofizitler de heretik kabul edilmiştir. Hırisityanlıktaki ilk büyük ayrılma bununla olmuştur. Ortodoks ve Katolik ayrılması 1054 yılında oluyor. Roma Katolik, İstanbul Ortodoks ismini alıyor. İki piskopoz birbirini karşılıklı olarak aforoz ediyorlar. Üçüncü büyük ayrılma 1516’da Martin Luther meşhur 95 tezini Almanya’daki kilisenin duvarına çiviliyor. Böylece üçüncü büyük ayrılma oluyor. Protestanlık Katolik kiliseden ayrılmadır. Ortodokslukla alakası yoktur. Hırisityanlık Avusturalya, Yeni Zelanda, Güney Amerika, Kuzey Amerika’ya sömürgeyle geçmiştir. Zorla Hırisityan oldular. Kim nereyi kolonileştirmişse o bölge o mezhebe mensup oldu. Latin Amerika’yı İspanya kolonileştirdiği için orası Katolik oldu. bugün 1.1 milyar katolik olduğu söyleniyor. Bunların %40’ı buradadır. Konsiller iki önemli mesele üzerinde toplanmıştır. İlk ikisi teslis ile alakalıdır. Üç Tanrı ve üç Tanrı’nın birbiriyle münasebetleri ve birbirine göre düzeyleri tartışılıp karara bağlanmıştır. Son iki tanesi kristoloji ile ilgilidir. Kristoloji Hz. İsa’nın dünyadaki yaşamı sırasında Tanrı’nın onun bedeninde enkarne olması 9 Merak edenler için; Bilal BAŞ, Bir Hıristiyan Mezhebi olarak Aryusçuluk, Tez 8 ن meselesidir. Beşeriyet ve uluhiyetin aynı bedende bulunması. İşte bu iki tabiatın etten kemikten İsa’nın şahsında ne şekilde buluştuğunun ortaya konmasıyla ilgili meseledir. Bu iki meseleyi açıklarken Hırisityanlık büyük ölçüde greko-romen kültürünün yunan paradigmasının ve kavramlarını kullandı. Özellikle de Hırisityanlık Platon’un metafiziğinden çok ilham aldı. 1. İznik Konsili Konstantin Hırisityanlığı meşru bir din ilan ettiği andan itibaren bu dinin iç işlerine karışma ihtiyacı duydu. Bunlardan biri de bu konsilin toplanmasına sebep olan Aryusçuluktur. Aryus, Mısır İskenderiye kilisesine bağlı Dikaryapolis diye küçük bir şehrin baş piskoposu olan bir din adamıdır. Zeki ve manevi karizması olan bir adam. İnsaları etkileyen biri. İncilden bir takım ayetleri yorumuna dayanarak oğulun babayla eşit bir Tanrı olamayacağı doktrinini öne sürdü. Kitab-ı Mukaddes’te onun beşeriyetine yönelik bir çok ayet var. Matta ve Markosta daha fazla olmasına rağmen Yuhanna tanrılığını daha fazla öne çıkarıyor. Aryus beşeriyetle ilgili incil ayetlerini ortaya döktüğümüzde Hz. İsa’nın baba gibi Tanrı olması mümkün değildir dedi. Baba oğulu bütün varlıklardan önceki bir zamanda yaratmıştır dedi. Oğul sonra onun verdiği kudretle alemi yaratmıştır. Yaratıcı kelamdır. Pontus, Platus zamanında yeryüzüne bir beşer suratinde inmiştir dedi. Aryus kendi teolojisine göre oğula babadanaşağı bir konum verdi. Ansanlardan ve diğer varlıklardan daha üst bir konum verdi. Baba oğul diğer varlıklar şeklinde teslis içerisinde bir hiyerarşi ortaya koydu. Bunun karşısında Atanazius dediğimiz kilise babası vardır. Bu görüş ortodoks10 görüştür. Atanazius, Aryus’un görüşünü kabul edilemez bulmuştur. Ona göre oğul ile Tanrı ikisi eş olmalı, özleri aynı olmalıdır. Onun zamanda bir başlangıcı olduğu yaratılmış olduğu kabul edilemez. O da aynı baba gibi ezeli ve ebedi bir tanrıdır. İznik kredosunu büyük ihtimalle Atanazius kaleme aldı. Bu kredo 325 İznik konsilinde kabul edildi. 2. İstanbul Konsili İstanbul konsili Konstantinepol’de yapıldı. Burada da bir takım insanlar çıkıp kutsal ruhun teslise dahil olmadığı, melek olduğu gibi bir takım spekülasyonlarda bulundular. Bunun karşısında da 381 İstanbul Konsili kutsal ruhun da tıpkı baba ve oğul gibi aynı şekilde ezeli ebedi bütün sıfatları haiz bir tanrı olduğunu söyledi. Bunun karşısında Paganlar dediler ki siz babanın tanrı olduğunu oğulun onunla eşit ondan bağımsız olduğunu söylüyorsunuz ve kutsal ruhu da öyle söylüyorsunuz. O zaman bu üçü eşit ve bağımsız tanrı ise ve diğer taraftan monoteist bir dine mensup olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu bir çelişkidir. Monoteist ise bunlar bir tanrının sıfatları şeklinde olmalı.11 Eğer öyle değilse monoteist bir din olamaz. Fakat kilise bundan vazgeçmedi. Bunlar birbirinden bağımsız ayrıca ezeli ve ebedi olan birinin diğerine üstünlüğü olmayan bir yapıdadır dedi. Bu çelişkinin akılla çözülebilir bir tarafı yoktur. Onun için Hırisityanlar formüller üretti. Orta çağda bir teolog “anlayamadığım için inanıyorum” dedi. İman ediyorsunuz, marifet ve tecrübe yoluyla size bildiriliyor. Augustin “saçma olduğu için inanıyorum” dedi. 381 İstanbul konsili İznik Konsilinin teslisle ilgili başlatmış olduğu süreci tamamlayarak Kutsal ruhu da diğerlerine eşit bir şekilde katarak işi bitirdi. Bugün İznik- İstanbul kredosu böyledir. İznik kredosunun altına İstanbul kredosu ilave edilmiştir. Bu günümüzde Pratestanların ana damar bütün mezhepleri, Ortodokslar ve Katolikler tarafından İznik-İstanbul kredosu kabul edilir. 10 11 Küçük “o” ile yani resmi kabul Baba: yaratan idare eden Oğul: vahiy getiren insanlıkla ilişkiye giren Kutsal ruh: kutsayan 9 ن 3. Efes Konsili Teslis meselesi ilk iki konsilde çözüldükten sonra bu konsilde kristoloji meselesi masaya yatırıldı. İsa’nın uluhiyetle beşeriyet meselesinin ne olacağı konusu. Soru: İsa’da insan ve tanrı tabiatları yaşadığı müddetçe mahiyeti nedir? Bunun önemli olmasının nedeni Hırisityanlığın bir kurtuluş dini12 olması ve insanları içinde bulundukları manevi bozulmadan kurtulmayı vadeden bir din olmasıdır. Soteriyolojiye göre insanoğlu cennette günahsız bir iyi bir halde yaratıldı. Kurtarılmaya ihtiyacı yoktu. Adem ve Havva’nın günahı neticesinde ceza olarak dünyaya geldi. Dolayısıyla bu dünyada da giderek tanrıdan uzaklaştı. Uzaklaşmasının sebebi tanrıdan gaflet halindeydi. Günahta israr ederek günahı kendisine ait bir tabiata dönüştürdü. Dolayısıyla bedeninin, şehvet ve arzularının esiri haline geldi. Ruhunu kurtarması ve tanrıyla tekrar birleşmesi imkansız hale geldi. Bunun için tanrı hatırlatsın diye peygamberler gönderdi. Onları o gittikleri kötü yoldan tanrıya döndürsün diye. Fakat peygamberler yeterli gelmedi. Son çare olarak onların günahlarına kefaret olsun diye İsa’yı gönderdi. Dolayısıyla İsa’nın tanrı olarak yeryüzüne inmesi beşeriyet kisvesine bürünmesi, sonra dao kadar acı çektikten sonra bir adi suçlu gibi kanının dökülerek çarmıhta ölmesi neticesinde tanrı insanların günahlarının kefaretini kendi kanıyla ödemiş oldu. dolayısıyla tanrı insanları bu kötü durumdan kurtarıp kendisine döndürme eyleminin en büyüğünü İsa’nın şahsında gerçekleştirdi. Bu kendi oğlunu kurban etme kefaret olma gibi eylemler hep eski ahit şeriatinden alınmadır. İstanbul piskoposu Nestoryus, 431 konsilindeki önemli paya sahip. Nasturiler denilen grupla alakalıdır. Nestoryus, İsa beşerdir13, Tanrı (logos) bunun üzerine indi. Logos İsa ruhunun yerini aldı. İsa Nasıralı bir adamken logos geldi onun ruhunun yerine logos oturdu. İsa bu durumda tam insan değil. Çünkü insanlığının bir unsuru logos tarafından işgal edilmiş. İskenderiyeli Kiril ise İsa’nın hem tanrı hem de insan olduğunu söyledi. İsa’nın bedeninde tam insan ve tam tenrı ikisi beraber olması lazım. Bunun açıklamaları soteriyolojiye gidiyor. Çünkü İsa’nın beşeriyeti kurtarması için beşeriyetinin tam olması lazım. Dolayısıyla 435 Efes Konsili Kiril’in görüşünü kabul ederek Nestoryus’u heretik ilan etti. Nestoryus da kendi kilisesini kurdu ayrıldı. Fakat mesele bitmedi ve tartışmalar devam etti. 4. Kadıköy Konsili Kiril’in görüşündeki tanrı ve beşer tabiatlarının münasebetlerinin nasıl olacağı konusundaki tartışmalar için toplandı. Tanrılık mı beşeriyete hakim oldu, yoksa beşeriyet mi tanrılığa hakim oldu? Kiril, tanrılık İsa’nın beşeriyetini kuşattı dedi. İsa yedi, içti, uyudu ama onları yapan aslında tanrıydı. Bunu da ortodoks ve Katolik kilisesi uygun görmedi. Eğer böyle olursa onun insanlığı gitmiş oldu. bu monofizit bir görüştü. Tanrının insanlığı kurtarması mümkün değil. Onun beşeriyetini özgür olması gerekli dedi iki kilise. İsa kanını beşer olarak döktürmeli aynı zamanda tanrı olarak döktürmeli ki tanrının gerçekleştirmek istediği eylem tam olsun. 451 Kadıköy konsili ise tam bir kurtuluş için İsa’da iki tabiatın tam olarak bulunması ve herhangi birinin diğerine hakim olmamış olması gerekir dedi. Bu da bir diyofizit görüştür. İki tabiat var. İkisi de birbirinde bağımsız ve ikisi de tam. Çarmıhta ölen ikisi beraber. Monofizit dediğimiz görüş Mısır’da hakimdi. Kiril ve Eutike’nin görüşü. Kadıköy konsilinden sonra onları takip eden kiliseler ayrıldı. Kıpti kilisesi, Etiyopya kilisesi, Gürcü ve Ermeni kiliseleri ayrıldı. Bütün bu kiliseler monofizittir. Ortaçağ Dönemi (600-1500) Ortaçağ Hırisityanlığının kurucu babası Augustin’dir. Augustin’e dönemin Pagan entelektüelleri şöyle diyor: “Roma İmp. 800 yıldır ayaktaydı. Belki sonsuza kadar ayakta kalacaktı. Fakat siz Hırisityanlar 12 13 soteriyoloji Ruh, akıl ve bedene sahip 10 ن Hırisityanlığı seçip geleneksel tanrılarımızı terk ettiğiniz için bu tanrılar sizi cezalandırdı. Bundan dolayı imparatorluğunuz yıkıldı. Bundan dolayı Augustin, “Tanrı Şehri” kitabını yazıyor. Bu Paganlara yazılmış bir reddiyedir. Tarihte iki şey vardır: biri tanrı sevgisi, diğeri de hakimiyet hırs şehvet sevgisidir. Kötü yönetimler hırs sevgisi üzerine temellenmişlerdir. İyiler ise yani tanrı şehirleri tanrı sevgisi üzerine kurulmuştur. Kilisede devlet gibi teşkilat var. Kilise de imparatorluk da başta bir çok insanın zannettiği gibi Tanrı’nın yeryüzündeki krallığıdır. Augustin böyle olmadığını söyledi. Kilise yeryüzünde bulunduğu müddetçe Hırisityan da olsa imparatorluk da ikisi de şehvet sevgisi ve tanrı sevgisinin bulunduğu yerlerdir. Kilise tanrının şehri değildir. Azizler olabilir ama siz bilemezsiniz. Aziz kisvesinde şaytanlar da olabilir. Bunun hiçbir garantisi yoktur. Bu devlet içinde de aynıdır. Bunlar dünya varoldukça ne kilisede ne manastırda ne başka bir yerde bu ikisini temsil eden insanları ayrıştıramayız. Bu mesih çağında olabilir ya da ahirette olabilir. Dünyanın kuralı iyiyle kötünün hep yanyana olmasıdır. Her iki toplum birbirine karışık olarak mevcut olacaklardır.tarih bu toplumun birbiriyle çatıştığı bir ortamdır. augustin Hırisityanlık için önemlidir. Çünkü ortaçağ Augustin şekillendirdiği teolojiye göre şekil almıştır. Katolik kilisesinin büyük babasıdır. Sisitemi Paltoncu düalist anlayışa göre yazılmıştır. Orta çağ Papa Gregori ile başlıyor. Büyük papalık iddia eden kişidir. Tarihçiler onun 590’da papa olarak göreve başlamasından sonra orta çağın başladığını söylüyorlar. Orta çağ antik çağ ile modern çağın arasında medeniyetin dibe indiği kırılma dönemidir. İnsanın oluşturduğu kültürün seviyesi bakımından antik çağ zirvedir. Ortaçağda Hırisityanlık kilise ile bütün batıya tasavvut edince karanlık bir dönem okuma yazmanın bütün kültür faaliyetlerinin dib seviyede olduğu ve bütün bunların kilise ve manastırın kontrolünde olduğu insanların kilisenin tasavvutu altında yaşadıkları bir dönemdir. Ortaçağ bitince yeni çağ başlamıştır. Orada yine insanlar antik çağdaki medeniyet köklerine bakarak yeni bir gelenek inşa etmişlerdir. Ortaçağ isimlendirmesi bundan dolayıdır. Aydınlanmacı, rasyonalist, pozitivist bakış açısının bir ürünüdür, ortaçağ isimlendirmesi. Günümüz postmodern tarihçileri ortaçağla ilgili bu klasik ön kabulleri çürütmeye başladılar. Ortaçağ, aydınlanma ve tarih yazımcılığının ürünüdür. Antik çağ ile yeniçağ arasında insanlığın ürettiği medeniyet değerlerinin, kültür değerlerinin, ilmin rölantide olduğu, durağanlaştığı ve geriye gittiği bir kayıp dönem gibidir. Onun için ismi ortaçağdır. İki tane büyüğün arasında kalmış gibidir. Ama 1950’lerden sonra bir takım tarih uzmanları, ortaçağ ile alakalı alternatif görüşler söylemeye başladılar. Ortaçağ kavramı bir kısım eleştiriye maruz kalmıştır. Bizim bildiğimiz şekliyle kilisenin sultasında, kültür erezyonu var. Barbarlar Avrupa’ya hakim olmuş. Antik medeniyeti ve siyaseti temsil eden Roma imparatorluğu ortadan kalkmış, onun yerine Germen imparatorlukları hakim olmuş. Ortaçağ’ın ikinci kısmında zaten Avrupa’nın siyasi yapısı parçalı hale geliyor; feodal dediğimiz sistem ortaya çıkıyor. Küçük devletçiklerden oluşuyor. Dolayısıyla Roma gibi büyük bir medeniyet olmadığından dolayı kilise siyasi bakımdan meydanı boş bulduğu için ortaçağ Avrupa’sının en güçlü siyasi otoritesi haline geliyor. Hatta ortaçağ papalarının ortaya koydukları çifte kılıçlar teorisine göre: Tanrı’nın iki kılıcı vardır. Biri dünyevi otorite kılıcı, siyasi otorite kılıcı; bir de uhrevi otorite kılıcı. Kilise ikisini de tutar. Hem dünyevi otoritedir, hem de uhrevi otoritedir. Bu siyasi otoriteyi zımnen veya açıktan ortaçağda kilise iddia etmiştir. Vatikan bildiğimiz devlettir. Bütçesi var, ordusu var. İtalya’ya hakim. Heretik akımlara karşı Balkanlar’da savaş yönetiyor. Bir şehri kılıçtan geçirebiliyorlardı. Müslümanlara karşı ordu gönderiyorlardı. Papa bildiğiniz kraldı. Toprakları var. Avrupa’nın 1/3’ü şu anda bile kilisenin elinde. Bankaları var, tefecilik yapıyor. Ekonomide büyük aktör. Dolayısıyla ortaçağın en büyük özelliği bu: kilisenin dini ve siyasi otoritesi. 11 ن Antik çağda okuma yazma, kitap üretimi seküler kurumların elindeydi. Eğitimi aristokrat dediğimiz toplumsal sınıf alıyordu. Fakat Hristiyanlık ortaçağda tüm hayata hakim oldu. Roma imparatorluğu yıkıldı ve onun temsil ettiği tüm kültürel değerler yıkıldı. Böylece ortaçağda eğitim ve öğretim tamamen yokoldu. İnsanlar okuma yazma bilmiyorlardı. Okur yazarlar sadece rahiplerdi. Latince biliyorlardı, iyi eğitim alıyorlardı ve manastırlardaki keşişler gibi yaşıyorlardı. Kitap üretimi, istinsah yoluyla manastırlarda ve kiliselerde scriptorium denen yerlerde oluyordu. Yani kitap üretimi, bilim üretimi tamamen kilisenin tekelindeydi. Avrupa’da okuma yazma bilen sadece rahipler ve keşişlerdi. Sıradna insanlar bilmezlerdi. Hatta Biblia Pauperum denen ‘Fakirler İncili’ hazırlanmıştı. İnsanlar okuyamadıkları için kilise onlara kitab-ı mukaddesi çizgi roman halinde sunmuştu. Batı kiliselerindeki resimler de aslında daha çok eğitim amacı görüyordu. İnsanlar onları görüp anlıyorlardı. 1500 tarihinde ortaçağ hristiyanlığı bitiyor. Bu tarih hem Rönesans için önemli (15.yy) , hem de Reform hrıstiyanlığı için önemli (1516). Gelişmeler 571’ de Peygamberimiz (s.a.v) doğuyor. 6. yy’dan itibaren müslümanlar Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı ele geçirlider. Bu zamana kadar Anadolu dahil Ortadoğu bölgesi (Levant Bölgesi – Doğu Akdeniz), Mısır ve Kuzey Afrika’nın tamamı; hristiyanlığın kurulduğu ve neşv ü nemâ bulduğu anavatan aslında. Burası müslümanların eline geçiyor, bir daha da hiç gelmiyor. Müslümanlar Tarık b. Ziyad komutasında İspanya’yı da fethettiler. İspanya’nın sınırı olan dağları aşamadılar. İslam fethi Fransa’ya geçemedi. FSM İstanbul’u fethetti.14 Böylece 1000 yılına kadar Ortadoğu çoğunlukla müslümanların eline geçmiş oldu. Roma imparatorluğu, bir Akdeniz imparatorluğu idi; tıpkı Osmanlı gibi. Ekonomisinin, siyasetinin ve askeri gücünün merkezi Akdeniz ticaretiydi. Mesela Roma’da, kuruluşundan beri teşvik amaçlı olarak ekmek dağıtılıyordu. Bu ekmeğin buğdayı Mısır’dan geliyordu. Mısır müslümanların eline geçince iş kesiliyor, düzen bozuluyor. Okuma yazma, kitap neşri vs. faaliyetlerin papirusu de Mısır’dan. O da kesildi. Bütün ticaret Akdeniz gemi trafiğine dayanıyordu. O günlerde Roma yollarında kara üzerinden yük taşımacılığı çok zor. Deniz ticareti daha efektif. O zamanki hristiyanlığın can damarı Akdeniz. Müslümanlar gelip Akdeniz’i alınca sadece Avrupa kaldı geriye. Dolayısıyla Avrupa’daki feodal düzen ve kapalı ekonomi sistemi, Akdeniz’deki müslüman hakimiyetinin neticesidir.15 Böylece ortaçağ döneminin ekonomik ve siyasi şartları oluştu. Avrupa kendi içinde kapalı, feodal, hristiyan bir sisteme dönüştü. Feodal ekonomi tarıma dayanıyordu. Tarımın getirisi çok az olduğu için fakir bir ekonomi oluştu. Kuzey ve Batı Avrupa şehirleri kuruldu böylece. Ortaçağı oluşturan bir diğer önemli etken, Kuzey’den gelen barbar akımları. Roma imparatorluğu yıkılınca yeni siyasi düzen kuruyorlar. Barbarlar da en az Roma’lılar kadar medeniler. Barbar Yunanca konuşamayan anlamındadır. Kültürsüz değiller, Roma’yı 410 yılında yıkacak kadar gelişmişlerdi. 1095 yılında Papa IV. İnnocent’in16 meşhur vaazından sonra Haçlı Seferleri başlamıştır. Müslümanlar Filistin’i aldılar, ve Filistin’de Hz.İsa’nın Kıyamet Kilisesi vardı. Bu hristiyanlar açısından arzın en kutsal yeri – Tanrı’nın öldüğü ve dirildiği yer. Orayı geri almak amacıyla Avrupa’nın tüm devletlerinden ordu toplandı. 1300’e kadar sürdü bu seferler. Kimisi çok başarılı oldu. Kudüs’ü aldılar. Günlerce müslüman kanı akıttılar. 14 Roma’nın da fethedileceği müjdesi vardır. FSM Roma’yı da hedefledi ama nasip olmadı. Bu tez Henri Pirenne’ye aittir (Hz.Muhammed ve Charlamagne). 16 İlk haçlı seferlerini başlatan 1095 yılında Papa 2.Urban’dır. Fakat hoca 4. İnnocent dedi. 4. İnnocent 1200 yılında papa olmuştur. Tahkik edilmesi gerek. 15 12 ن Ortaçağ’da sanat ve mimari zirvesini yaşadı. Papalar, millet aç olmasına rağmen, Leonardo da Vinci ve Michaelangelo gibi sanatkarlara yüklü miktarda para veriyorlardı. Kiliseler, heykeller ve resimler yaptırdılar. Kilise endüljans belgesi satıyordu – cennetten arsa. Dünyanın tek kubbe altında en büyük binası Ayasofya’ydı. Vatikan ise ondan daha büyük olsun diye St.Peter kilisesini yaptırdı. Rönesans 1500’lü yıllarda başlayana kadar tüm resimler Kitab-ı Mukaddes’teki kıssaları canlandırıyor. 15.yy’dan sonra bir anda kesiliyor ve antik yunan mitolojisi tasvir edilmeye başlıyor. İlk defa Ortaçağda ulus devletler kuruldu. İngiltere (937), Fransa (843) kuruldu. İlk üniversiteler açıldı. Bologna (1088), Sorbonne (1200), Oxford (1096), Cambridge (1209) üniversiteleri o dönemde kuruldu. Üniversiteleri kurmak için Endülüs’teki sistemi taklit etmişlerdir. Skolastik felsefe, din ile felsefenin uzlaştırılması gibi problemlerle uğraştı. Ortaçağ islam felsefesi de bu konu ile ilgilenmiştir. Din ile felsefe aslında aynı hakikati söyler demeye getirdiler. Üniversitelerde müfredat da dini yapıya göre şekillenmiştir. En yukarıda, bütün ilimlerin anası teoloji’ydi. Onun altında felsefe, mantık, matematik vs. vardı. 5. yy’da St.Patrick, St. Columba ve St.Columbanus, bugünkü İskoçya’yı, İrlanda’yı ve Galler’i hristiyanlaştırdı. 6-7-8.yy’da İngiltere hristiyanlaştı. Augustine, o zamanın Papası I.Gregory’e mektup yazıyor: İngiliz paganları hristiyanlığı kabul ediyorlar, fakat ellerindeki putları da bozmak istemiyorlar. Augustine’e göre bu teklif kabul edilemez. Fakat Papa dedi ki “Bırakınız, onların pagan mabedleri de hristiyanlığa ihtida etsin, heykeller de ihtida etsin”. Yani kabul etti. Bugün Vatikan’ın etrafı heykellerle doludur. Bunlar eski Yunan tanrılarıdır. Hristiyanlar onları yıkmamışlar, sadece isimlerini değiştirmişler. Eskiden Apollo iken Mikail olmuş. Avrupa barbar kavimlerinin hristiyanlığı kabul etmeleri 12.yy’a kadar devam etmiştir. En geç İskandinav ülkeleri hristiyan olmuştur. Pagan adetlerini de hristiyanlığa getirmişlerdir. Fransa 5-7 yy’arası hristiyanlığı kabul etti. Slavlar, Ruslar ve Balkanlar’da Ortodoks Bizans Kilisesi tarafından hristiyanlaştırılmıştır. Oralar bu sebeple ortodokstur. Onları yapan da Cyril ve Methodius isimli iki kardeş. Kril alfabesini bulan adam. İncili tercüme edebilmek için onlara alfabe kuruyor. Papa I.Gregory (540-604) Ortaçağın kurucu figürü. Çok parlak bir adam. 573 yılında vali oluyor. 574 yılında keşiş oluyor. Fakat kilise onun idari yeteneğinden faydalanmak için 578 yılında onu İstanbul’a papalık elçisi olarak gönderiyor. 590 yılında papa oluyor. Fakat sıradan papalar gibi sadece din işleri ile ilgilenmiyor, her şeye karışıyor. Ordu kuruyor, Bizans imparatorluğundan bağımsızlığını ilan ediyor, çok zengin bir bütçe oluşturuyor, fakirlere sahip çıkıyor. İlk olarak evrensel Roma kilisesi ve kiliseye siyasi otorite iddia eden büyük Gregory’dir. Kendisi keşiş olduğu için papadan sonra manastırların kilisedeki etkinliği artıyor. Kilise rahipleri hep manastırladan seçilir oluyor. Daha sonra Katolik kilisesindeki rahiplerin ruhbanlığı prensibi gelmiş oluyor. Rahip olacak adam ruhbanlık yemini etmeli. Önceden bu yoktu, 9.yy’da geliyor. Manastırlar ortaçağ medeniyetinin tam kalbinde yer alan birkç müesseseseden biridir. Heryerde manastır var. Bizans’ta her mahallede manastır vardır. Manastır 4.yy’da ortaya çıktığında kiliseye tepki hareketi olarak başlıyor. Fakat 13 ن daha sonra kilise bunu bir şekilde kendisine mal edip entegre ediyor. Ondan sonra yöneticilerin ekseriyeti manastırlı oluyor.17 İkonoklazma Hareketi (726-843) Bizans kilisesinin içinde, İstanbul ve civarında çıkan bir ihtilaf. 125 sene sürmüş. İkona dediğimiz şey, Hz.İsa’nın, Meryem’in, meleklerin vs. heykel şeklinde veya resim şeklinde tasvirleridir. Fakat her İsa resmi ikon değil. İkon olması için onun kilisenin onayı ile yapılması lazım. Kilisenin onayladığı ressamlar tarafından yapılması lazım ve kilise tarafından takdis edilmesi lazım. İkonanın özel bir teoojik vasfı var, arkasında mührü oluyor. 5.yy’da başladı kullanımı. Paganlardan geldi. İkonların, ikonlara inan bir hristiyan ile ikonun temsil ettiği şahsın manevi varlığı arasında tavassut (aracılık) ettiğine inanılıyordu. İsa’nın heykeli var (ikon). Bir hristiyan onun önüne geçip mum yakıyor, dua ediyor. O ikon, dua eden ile ikonun temsil ettiği varlık (prototip) arasında aracılık ediyor. İslamiyet bunu tasvirleri yasaklayarak çözmüş. Hristiyanlar ise – özellikle ortodokslar – ibadet sırasında ikonaların manevi bir geçiş sağladığını düşünüyorlar. Özellikle soyut düşünceleri fazla gelişmemiş olan insanlara İsa’nın çektiği sıkıntıları anlatmak için yardımcı unsur olarak ibadette ikona kullandılar. Bu adet köken olarak paganizmden geliyor. Tüm paganlarda bu varıdır. Arap müşrikler bile putlara taparken, bizatihi onlara değil de onların üstündeki manevi varlığa taptıklarına inanıyorlardı. Putları sadece vasıta kabul ediyoruz derlerdi. Bütün dinlerde bu hassas bir mevzudur. İnsanın tabiatından dolayı tüm dinlerde kutsalın somutlaştırılması problemi vardır. Tüm din mensupları somutlaştırmak isterler. Türbeler, kabirler gibi. Hristiyanlığın içinden çıkan ilk ikonoklast (ikonları kıran, karşı çıkan) imparator III.Leo’dur. 843’de de ikonofil (ikon taraftarları)’lerin zaferi ile sonuçlanmıştır. Ondan sonra Ortodoks kilisesi ikonları takdis etti ve bugüne kadar kullanmaya devam etti. III.Leo dedi ki; ikonları ibadet sırasında kullanmak hristiyanlığın tevhidçi, monoteist doğasına aykırıdır. İkonlara tapmak caiz değil çünkü hristiyanlık bir tevhid dinidir; bu pagan adetidir dediler. Siz hristiyanlığı tekrar paganlaştırıyorsunuz dediler. 754’te Fenerbahçe’de konsil topladılar, ikon karşıtı göüşler oldu. 787 II.İznik Konsilinde ise ikonofillerin görüşleri tekrar takdis edildi. En son 843 yılında bu mesele ikonların zaferi ile kapandı. 3.yy’da hristiyanlık daha resmi bir din olarak kabul edilmeden önce Origen gibi Mısırlı hristiyan teologları, Celsus gibi paganlara karşı polemikler yazdılar. Putperestlere karşı tevhidçi vurgu vardı. Neoplatonist pagan filozofları ise diyorlardı ki biz ağaca, taşa tapacak kadar aptal değiliz. Siz bizim taşa tapacağımızı düşünecek kadar geri zekalısınız. Aynı argümanları 8.yy’da ikonoklastlar, ikonofillere karşı kullandılar. İkonofiller’de 3.yy’daki paganların argümanlarını kullandılar. Dediler ki biz İsa’nın resmine tapmıyoruz, ama İsa’nın resminin temsil ettiği manevi varlığa tapıyoruz. Bazı araştırmacılar ikonoklazmın kökeninde İslam’ın olduğunu söylüyorlar. Çünkü bu Leo dediğimiz adam Maraş’ta büyümüş; Emeviler ile Bizans arasında gidip gelen bir bölge, Araplar ile iç içe. Dolayısıyla tevhidçi müslümanlarla karşılaşmış. Kafa yapısı itibariyle oradaki müslümanlardan etkilenmiş diye bir iddia var. Müslümanlar da o zamanlar hristiyanlara karşı diyorlarmış ki; siz tevhidçi bir din olduğunuzu 17 Hans Küng adında bir rahip bu manastırcılığı reddediyor. Başta olmayan bir şey sonradan ihdas ediliyor. Karşı çıkmasının sebebi keşişlerin çocuk istismarı. 14 ن söylüyorsunuz ama bakın heykellere, putlara tapıyorsunuz. Ama Tanrı’yı nasıl temsil edelim meselesi, tüm dinlerde sorun olmuştur. Reform Dönemi (1500-1610) 16.Asır’da başlayan bu harekete reformasyon, yani yeniden şekilldendirme diyorlar. Bu hareketin Martin Luther ile başlayan iddiası, bozulmaya uğramış Katolik geleneğini, Kitab-ı Mukaddes esas alınarak yeniden şekillendirmek, aslına döndürmek. Protestanlık hareketi de diyorlar buna. Bu bir protesto hareketi. Katolik kilisesinin istismarına, bozulmalara, kokuşmalara ve özellikle de papalığın otoritesine karşı bir başkaldırı. Martin Luther 1483-1546 yılları arasında yaşamış. Hristiyanlık tarihinin gördüğü en önemli şahsiyetlerden birisi. Bir peygamber gibi yeni bir mezhebi ortaya çıkardı ve peşinden milyonlarca insan geldi. Ortodoks kilisesi içinde bir bölünme yok. Mesele Avrupa içerisinde oluyor, Katolikler bölünüyor. Bunun sebebi Ortodoks kilisesinin içinde papalık gibi bir manevi otorite kurumunun olmayışı olabilir. Çünkü papaların dini ve dünyevi otorite sahibi olmaları bir çok istismara yol açtı. İnsanları din adına mağdur ettiler. Bu bakımdan bu tepki hareketi Avrupa’da doğdu. St.Augustine Augustine’nin önemini ne kadar vurgulasak az. Bugunkü Tunus’da doğmuş, annesi hristiyan babası pagan. Çok zeki, kaliteli bir eğitim oluyor, retorikçi oluyor. Gençliğinde hristiyan değil, daha sonra maniheist oluyor. Metresi ile gayri meşru hayat yaşıyor. Platoncu felsefe ile ilgileniyor. Daha sonra hristiyan oluyor. Yazdıklarıyla kilisenin en önemli din adamı haline geliyor. Kendinden sonraki tüm geleneği dönüştürmüştür. Bunlardan en önemlisi de asli günah doktirinidir. Augustine’in ihtidasına sebeb olan şey, yaptığı günahlardan çok pişman olması. O sıkıntılı döneminde Pavlus’un Romalılara Mektubu’nu okuyor. Tıpkı Luther gibi. İman amel meselesini o da oradan fark ediyor. Augustine’i okuyan Luther protestanlığı başlatıyor. Vaftiz meselesi de Augustine’den sonra çıkıyor. Ama kiliseye intisap ederse Tanrı’ya dönmüş olur diye kompleks bir doktrini var. Çocuk vaftizi de bu doktrinin iyice yerleşmesinden sonra çıkıyor. Sebepleri Ortaçağ’da kilise bir sentez yapmıştı. Papalık otoritesine, skolastik düşünceye, kilisenin hegemonyasına dayanan bir dünya görüşü ortaya koydu. Bu yaklaşık 6.asırdan reforma kadar bu sentez yaşandı. Fakat 13. ve 14. asırda bu medeniyet sentezi, bu din merkezli sentez bozulmaya başladı. Çünkü öncelikle Avrupa’nın pekçok yerinde yeni düşünce hareketleri ortaya çıktı. Biz buna Rönesans/ Hümanizma hareketi diyoruz. Bu Avrupa’lı entellektüeller bir çığır açtılar ve eski Greko-Romen klasiklerini yeniden gündeme getirerek rönesans diye bir hareket başlattılar. Rönesans’ın getirdiği bir takım fikirler, Ortaçağ’da Hristiyanlığın yapmış olduğu senteze alternatif fikirlerin oluşmasına neden oldu. Mayalanma süreci bu. Bu süreçte mutlaka fikirlerin değişmesi söz konusudur. Ortaçağ’da Hristiyanlığın Avrupa’ya hakim olan ideal dünya görüşü; Rönesans’ın getirdiği yeni fikirler karşısında olumsuz yönde etkilendi. Rönesans, Hristiyanlığın dünya görüşüne meydan okdudu. Mesela Latince’nin hakim dil olması meselesi tartışıldı. Yerel dillerde neden İncil yok diye meseleler tartışıldı. 15 ن İkincisi 14. ve 15. asırda kilise aşırı derecede yozlaşmıştı. Chirstendom (Hristiyan alemi) ideali kendini en çok haçlı seferlerinde göstermişti. Ondan sonra milli devletler çıktı. Fakat Fransa ile İngiltere meşhur 100 Yıl Savaşları yaptılar (1337-1453) ve bu savaşlar Christendom idealini yalanladı. 1334’te İstanbul’da başlayan ve haçlı ordusu vasıtasıyla Avrupa’ya taşınan Kara Veba, 20 yılda Avrupa nüfusunun ¾’ünü yok etti. Bir de Hristiyanlar haçlı seferlerindeki vahşete tanıklık ettiler. Pek çok akl-ı selim sahibi Hristiyan kafasında dini sorgulamaya başladı. Haçlı seferleri büyük bir dönüşüm başlattı. Hayal kırıklığı ortaya koydu. 1330-1377 arasında papalık Avignon’a taşında. Papalık Fransa kralının nüfuzuna girdi. Avignon’da papa varken Roma’daki papa da papalık iddia etti. Böylece bir zamanda iki papa oldu. Hatta bazen 3 tane oldu. Papalık müessesesi siyasetin elinde bir oyuncağa döndü. Papalığa ait makam ve mevkileri bir menfaat şebekesine döndürdüler. Bu paraların başında olan da başpsikoposlardı. Bundan sonra psikoposları para ile satın alma diye bir şey ortaya çıktı. Acaip rüşvetler döndü. Halk bundan yaka silkti. Çünkü bu paraları halktan topluyorlardı. Buna kilise tarihinde biz Simony (papalıktan makam satma hastalığı) diyoruz. İtalya’da iç savaş oldu, haçlı seferleri oldu vs. Bunlar gibi uluslararası projelere papalık bir devlet gibi el attığı için çok paraya ihtiyacı oldu. Bu nedenle de makamları sattılar. Makamlar manevi ehliyete göre değil de paraya göre satıldı. Manevi ehliyeti olmayan müteahitler psikopos oldu. Papalık St.Peter kilisesini kurmak için Michaelangelo gibi büyük sanatkarlara iş veriyor. Papaların bütün dertleri, İstanbul’daki Ayasofya kilisesinden daha büyük bir kilise inşa etmek. Müthiş paralar gidiyor inşaatlarında. Bu paraları elde etmek için Johann Tetzel gibi adamlar var, papalığın vaizi. Bu adamları Avrupa’ya gönderip büyük yerlerde vaaz ettiriyorlar ve endüljans sattırıyorlar- cennetten tapu. Günahkar insanlar ölünce arafa gidecekler, sonra cennete geçecekler. Siz endüljans satın alarak arafta 500 sene kalacak adamı kurtarıyorsunuz. Bu sebeple para topluyorlar. Ayrıca ortaçağ’da relik dediğimiz bir şey var. Bunlar Meryem’in, hristiyan azizlerinin vs. şahsi eşyaları: asası, hırkası, mendili, kemikleri vs. En kıymetli relikler İsa’ya ait olanlar. Mesela İsa’nın çarmıhı, çarmıhından bir çivi. Ortaçağda bu reliklere insanlar çok itibar ettikleri için krallar kendi bulundukları bölgedeki relikleri topluyorlar, insanlar da o relikleri görmek için gelip para veriyorlar. Bu da büyük bir gelir kaynağı. Mesela Johann Tetzel hem endüljans satıyor, hem de yanında çok değerli bir relik koleksiyonu getirmiş. Aynı zamanda ondan da para alıyor. Hasılatın yarısı krala kalıyor, yarısı da St.Peter kilisesinin inşaatına gidiyor. Martin Luther (1483-1546) Önce John Wycliffe (v.1384) isimli İngiliz rahip var. Wycliffe Luther’e çok benzeyen şeyler söylüyor. Papanın mutlak otoritesini reddediyor, papalığı eleştiriyor, manevi konumunu reddediyor. Öldükten sonra Lollard’lar diye muhalif bir hareket doğuyor. Kilise onların canlarına okuyor. Mesela özdeğiştirme doktirinini eleştiriyorlar, kutsal kitabın tercümesini savunuyorlar. Bütün bunlar Luther’in öncüleri. Luther’in söylediği belki de hiç yeni bir şey yok. Daha sonra Jan Hus diye bir rahip çıkıyor Çekoslovakya’da. Wycliffe’den etkleniyor. Tüm kitaplarını Çekçeye çeviriyor. Din adamlarının ayrıcalıklarına karşı çıkıyor. 1415’te Hus kazıkta yakılıyor. Ondan sonra milli kahraman oluyor. Bunun dışında kısmen Desiderius Erasmus fikirleriyle papalığı eleştiriyorlar. Onlar başlatıyorlar ama başaramıyorlar. Martin Luther ise başlatıyor ve başarıyor. Ondan dolayı Martin Luther önemli. Luther’in zamanında şartlar müsait. Yaşadığı bölgede, Kuzey Avrupa bölgesindeki prensler zaten papalıkla papaz olmuşlar. Böyle bir adam çıkınca siyasi destek otomatik olarak geliyor. Onun hakkında aforoz kararı ve idam kararı çıkmıştı. Ama aforoz kararını eliyle yaktı Luther. Normalde böyle bir şeyi kimse yapamaz. Ama krallar onu korudu. Yoksa yeni bir şey söylemedi yani. 16 ن Luther insanların bu şekilde sömürülmesine çok kızıyor. Kendisi bir katolik rahibi. 1505 yılında Augustine tarikatine mensub bir Katolik manastırında keşiş oluyor. Bir müddet keşiş kaldıktan sonra 1507 yılında rahip oluyor Almanya’da. 1510 yılında bulunduğu bölgenin temsilcisi olarak Roma’ya gidiyor. Orada gördüğü bir çok olumsuz durum onu çok rahatsız ediyor. Döndükten sonra üniversitede Kitab-ı Mukaddes ile ilgili dersler veriyor. 1517 yılında Tetzel’e karşı meşhur 95 tezini yazdı. Onu Almanya’daki büyük kilisenin kapısına astı. Bu 95 tez, okunduğunda daha çok endüljans ve onun etrafında Katolik teolojisinin yanlış vaaz edilmiş hususlarını eleştiriyordu. Endüljansı reddediyordu, şefaati reddediyordu, azizlerin reliklerinin insanlar üzerindeki etkisini reddediyordu. Luther’in asıl fikri sola fide (yalnız iman)’dır. Herhangi bir dinde yaptığınız bir salih amel, Allah (c.c)’a kulluğunuzu göstermek içindir. Netice itibariyle bu salih amel vasıtadır. Ama insanların içinde olan bir sevk-i tabi, bu vasıta olan ritüelleri abartmaya, onları vasıtalıktan çıkarıp onları bir amaç haline getirmeye meyillidir. Bu tüm dindar insanlarda vardır. İnsanın bu eğilimden kurtulması için sürekli olarak bilincinin, özüne ait bilgiyle desteklenmesi gerekir. Aksi takdırde din tüccarlığa dönüşür. Hristiyanlığın düştüğü durum da oydu. Ben şu kadar oruç tuttum, benim cennete bu kadar yerim olması lazım vs. Luther’in tespiti sorun şu: Kilise halkın bu şekilde ibadetleri ve ritüelleri ticarete dönüştürme eğilimine menfaati için göz yumuyor. Kilise halkı bu duruma düşmekten kurtarması gerekirken kendisi endüljans satıyor. Luther bu mesele ile çok uğraştı. Dedi ki ben kurtuluşa ermek için keşiş oldum, her şeyden vazegeçtim. Kurtuluşun vesilesi açlık mıdır, mahrumiyet midir? Bu hem onun varoluşsal sıkıntısıydı, hem de papalığın o zamanki durumu ile örtüşüyordu. Kişisel arayışının neticesinde Pavlus’un şeriat-iman tartışmasını içeren Galatyalılara mektubu ve Romalılara mektubunu okudu. Augustine’in de Pelagianist’lere karşı yazdığı mektubu okudu. Bir de Meister Eckhart gibi Hristiyan mistiklerinden etkilendi. İşte bunlar Luther’in sola fide prensibini ortaya koymasına neden oldu. 3 Prensip 3 prensip var: Sola scriptura (sadece Tanrı’nın kutsal sözü), sola gratia (sadece inayet) ve sola fide (sadece iman). Sola fide; insanın manevi kurtuluşunu konu ediniyor. Kilise diyor ki endüljans satın alınacak, maddi ibadet yapılacak, haçlı seferlerine gidilecek, pazar ayinlerine katılınılacak vs. amellerin kendisi amaç haline getiriliyor. Luther ise diyor ki insanı yaptığı ameller asla kurtaramaz. İnsan kurtulacaksa imanı ile kurtulur. Fakat Luther insanın kurtuluşunda amellerin hiç yeri olmadığını söylemiyor. İnsanlar amelleri yapmaları lazım, fakat bu yaptıkları amellere gereğinden fazla anlam yüklememeleri gerekir. Sola scriptura ise endüljans gibi, araf gibi papalık geleneğinin uydurduğu pek çok tarihsel doktrininin, kutsal kitaba dönülerek kontrol edilmeli. Kutsal kitapta kaynağı olanlar kalmalı, diğerleri atılmalı. Dolayısıyla bir Selefi hareket gibi Hristiyan geleneğine toptan bir eleştiri getiriyor. Hristiyan dininin temel prensipleri, geleneğe bakılarak, konsillere bakılarak, papalığın yayınladığı deklerasyonlara bakılarak tespit edilemez. Sadece kutsal kitaba bakılmalı. Dolayısıyla Luther kutsal kitabı kontrol olarak kullanıyor. Sola gratia’da bir insanın kurtulması ya da cehenneme gitmesi tamamen Tanrı’nın elinde olan bir şeydir demek. Amel ile, yaptığı işler ile ilgisi yoktur. Kurtuluş tamamen Tanrı’nın rahmetine bağlıdır. Tanrı’nın yardımı olmadıkça kimse kurtuluşa eremez. Luther’in fikirleri çok kısa zamanda Kuzey Avrupa’da yayıldı. Müthiş bir etki doğurdu. Çünkü halk zaten böyle bir şeye hazırdı. Özellikle Kuzey Avrupa’nın kralları hazırdı. Luther kısa zamanda yargılandı ve 17 ن aforoz edildi. İdama mahkum oldu. Luther bu fermanı halkın gözü önünde yakıyor. Daha sonra onu bir prens kaçırıyor ve onun himayesinde bir süre saklanıyor. O sırada Luther İncil’i Almanca’ya çeviriyor. Bu ilk çeviri çok meşhur oluyor; hatta Almanca’nın oluşumunda klasik sayılıyor. 1525 yılında kendisi gibi keşişe olan Katharina von Bora ile evlendi. Keşişliğe karşı savaş açtı. Hareketini kabul eden tüm bölgelerde manastırlar kapatıldı. Protestanlıkta rahiplerin evlenmemesi gibi bir kural yok. Ama bir Protestan rahip şahsi olarak ruhbanlığı tercih edebilir. Speyer’de 1529 yılında bölgenin prensleri ile bir toplantı yaptı. Onlara milli kilise kurma yetkisi verdi. Ondan sonra Protestanlık daha çok yayıldı. Bu da kralların işine geldi. Çünkü papalığın bu uluslar üzerinde ciddi nüfuzları vardı. Prensler milli kilise kurunca papalığın nüfuzundan kurtulmuş oldular. Almanya kilisesi, Fransa kilisesi vd. kuruldu. Reform’un Yayılışı Reformcuların ardında yüzyıllar boyuna papalığın siyasi baskısından yılmış, bıkmış prensler ve krallar olmasaydı, yani siyasi destek olmasaydı reformcular hiçbir şey yapamazdı. Dönemin siyasi yapısı Avrupa’da ve birçok yerde reformu derstekledi. Şehir konsilleri yapıldı pek çok yerde. Bu konsillerde sözkonusu Luther ise benimsenip benimsenmeyeceği oylandı. Bu oylamalar neticesinde bir çok küçük krallık, protestanlığı kabul etti. Kabul etmeyenler Katolik kaldılar. Luther’den sonra onunla aynı zamanlı pek çok reformcu lide ortaya çıktı. Bir çok şehirde yaşlı konseyleri vardı. Bu konseyler reformla ilgili kararlar aldılar. Reform hareketinin prensiplerinin, o krallıkta nasıl uygulanacağı, kanunlara nasıl taşınacağı gibi konularda görüşmeler yaptılar, kararlar aldılar. Netice itibariyle 16. Asırda reform birden bire tüm Avrupa’da kendini gösterdi. 16. asrın şartları bu fikirlerin neşv ü nema bulması için doğal bir ortam oluşturdu. Birbiri ardına protestanlığı kabul eden şehirlerde ve devletlerde toplu, yukarıdan inme şeklinde reform hareketi yapıldı. Yani Luther’in, Zwingli’nin, Calvin’in fikirleri bir şehrin hayatına kanun yoluyla, dayatma yoluyla uygulandı. Reformdan önce Avrupa’da ki en önemli olgulardan bir tanesi manastırlardı. Ortaçağ Avrupa’sında Katolik kilisesinin yanı sıra en etkili olan ve en yaygın olan, en zengin olan kurumlar, manastırlar. Yüzlerce manastır, içinde binlerce keşiş, ve bunlara ait olan vakıf bünyesine alınmış olan hayır, hasenat, miras vs. gibi yollarla; kralların, prenslerin, kadın mensuplarının, kraliçelerin bağışları neticesinde devasa arazilere sahip idi. Protestan hareketinin çok önemli bir göstergesi, bu manastırlara karşı açtığı savaştır. Kendisi de bir keşişti. Sonradan manastır hayatının da aslında kutsal kitaba uymadığını, kutsal kitabın aile hayatını tavsiye ettiğini düşündü ve yazdı. Dolayısıyla evlenmemek, hayat boyu ruhbanlığı tercih eden ruhbanlığa karşı savaş açtı. Dolayısıyla Luther’in protestan reformunun neticesi olarak Hrısityanlık geleneğinde ilk asırlarda –tabir caizse- selef dönemi dediğimiz ilk asırlarda geleneğin daha bozulmamış olduğunu düşünürler. Bu dönemde olmayan, ilk asırlardan sonra ortaya çıkan bir çok unsura karşı bir duruş benimsedi. Mesela Katoliklerde en düşük mahalle papazından en üst kardinallere kadar evlenmemesi prensibi, 8-9. Asır’da kanunlaşıyor. Ondan önce de var; fakat ihtiyari. Yani daha sonra tedrici olarak ortaya çıkan; kitab-ı mukaddese dayandırılmaya çalışılan, ama aslında orada da olmayan bir prensip bu. İşte Luther’in ilk karşı çıktığı şeylerden biri bu. Luther’e göre ilk hristiyanlar, havariler evlenmeyi tercih ettiler. Kendileri misyon yoğunluğu vs. sebebiyle evlenmemiş olsalar bile prensip itibariyle hrıstiyanlığın evlilik hayatını, çoğalmayı, iyi çocuk yetiştirmeyi teşvik ettiğine inandı. Bugün de aynı şeye inanırlar. Dolayısıyla protestanlığı kabul eden hristiyan rahiplerin ilk yaptığı iş evlenmek oldu. 18 ن Manastırları kapattılar. Manastırların malları müsadere edildi. Bir çok yerde kamu bütçesine aktarıldı. Ortaçağda manastır ekonomisi diye bir şey vardı. Bizans’ta mesela Bizans ekonomisinin en büyük aktörlerinden bir tanesi manastırlar. Gemileri var, ticaret yapıyorlar, finans kurumları var, borç veriyorlar, tefecilik yapıyorlar vs. başında da profesyonel idareciler bulunuyor. İkona İsa’nın, Meryem’in resmleri ve heykelleri idi. Hristiyanlar ibadet esnasında meditasyon yapmak için; yani onların yaşamlarını, kutsallıklarını hatırlamak, anımsamak, onlarla özdeşleşmek için kullanıyorlardı. Kiliselerine bunları asıyorlar. Ortodokslarda bu daha önemli, fakat Katolik kiliselerinde de vardır. Mesela İsa’nın çarmıhı sırtına alıp Kudüs’te uğradığı 13 durağın her birinin tasvir edildiği bir ikona vardır. Hristiyanlar orada İsa’nın çile yolunu adeta kendi içlerinde yaşıyorlar. Dolayısıyla resimleri ve heykelleri çok aktif bir şekilde kullanıyorlar. Protestanlar ikonaları kırdılar. Yani bir ikonoklazma hareketi oldu reformda. Luther buna karşı değildi ama Karlstadt gibi daha radikal reformcular ellerine baltaları alıp kilisedeki heykelleri, resimleri dümdüz ettiler. Protestanlıkla Avrupa’da matbaanın açılması aynı zamana denk geliyor. Protestanlar medyayı kullandılar. Luther’in 95 tezi, birkaç tezi, Zwingli vs medya ile yayıldı. Matbaanın imkanlarını kullandılar. Almanca incili çok basıp dağıttılar. Dolayısıyla fikirlerin yayılması bundan da kaynaklanıyor. Bilinçli bir şekilde bastılar. Her yerde dağıttılar ve çok militandılar, ateşliydiler. Hepsi de bir şekilde Katolik kilisesinden muzdarip idi. Hepsi bir şekilde bir kazık yemişti. Çünkü kilise fırsatını bulunca baskı yapıyordu. Liturjiler Latince yapılıyordu. Ortaçağda kilise bilhassa Latince’yi öğretmiyordu. Bilgi rahip sınıfının elinde kalsın diye. Hareketin birden başlayıp ivme kazanmasıyla beraber liturjiler (ayin ve içindeki her şey) yerel dilde yapılmaya başladı. İnsanlar kendi dillerinde, anladıkları ibadetlere daha çok rağbet ettiler. Öbür türlü rahiplerin olduğu yerde rahipler ayini yapıyordu, dinleyiciler pasif durumdaydılar. Fakat protestanların ayininde herkesin katılması sağlandı. İlahileri daha bir coşku ile okurlar, yerel dil olduğu için. Herkes katılır. Genelde protestanların duruşu şu: hepsi otantik hristiyan geleneğinin peşine düştüler. Havarilerin, kutsal kitabın, ilk asırların geleneğinin sahih olduğunu; ondan sonra eklenen şeylerin uydurma olduğunu düşündüler. Ama aralarında vurgu farkı vardı. Bir kısmına göre havarilerin söyledikleri bile kabul edilemezdi. Ama protestanlığın ana çatısı, ilk yüzyılları kabul etti. Mesela ilk 4 konsili benimsediler: İznik, İstanbul, Efes, Kadıköy. İncil’in özellike St.Augustine’e dayanan yeni bir yorumunu benimsediler. Bu yorumun esası da; iman ve amel dikatomisine dayanıyordu. İnsan iman ile mi kurtulur, amel ile mi kurtulur meselesi. Amelin bir fonksiyonu olmadığını, Tanrı’ya yaklaşmak için yapıldığını, ama mutlak anlamda kurtuluşun imanla olacağını söylediler. Dolayısıyla protestanlık aslında Augustine’ci bir yorumdur. Katolik kilisesinde 7 sakrament vardı; protestanlık ise kutsal kitapta olmadığından dolayı 2’ye indirdi: vaftiz ve evharistiya. Diğerlerini yapmadılar. Protestan İlke Reform kendi içinde de bölündü. Luther’i herkes kabul etmedi. Protestan ilke, anarşist bir ilkedir, düzeni bozan bir ilkedir. Kilise içerisinde kutsal kitap ölçüsüne uymayan, kutsal kitaba açıktan zıt olan tüm unsurlara açıktna karşıyız, reddediyoruz demektir. Bu protestan ilkenin mahiyeti konusunda çko tartışma var. geleneği kutsal kitaba göre yeniden şekillendirme söz konusu. Reform demek budur zaten. Yeniden şekillendirmek demektir. Bu yeniden inşa, kutsal kitap esas alınarak yapılacak. Kutsal kitaba uyanlardan müteşekkil bir hristiyanlık ortaya koymaya çalıştı. Fakat bu ilkenin nasıl anlaşılacağı konusunda çok önemli vurgu farkları var. Mesela Luther gibi bazıları pozitif bir ilke olarak almışlar. Yani bir şey kutsal kitaba 19 ن doğrudan muarız ise onu atarız. Ama gelenekte olan bir çok unsur kutsal kitapta yok. Bu konularda sessiz kalmış görünüyor. Luther pozitif ilke olarak kullandığı için o unsurlara dokunmadı. Yani aslında Luther’in yaptığı protestan reformu, mesela endüljans gibi, kutsal kitaba doğrudan zıt olduğunu düşündüğü, Hristiyanlığın temel paradigmasına doğrudan aykırı olduğunu düşündüğü unsurları atmaktı. Ama Luther itidalli bir adamdı. O hareketi sonuna kadar götürmedi. O yüzden Lutherci kiliselerde az çok resim olabilir, ekmek şarap ayinini ötekiler gibi kutlarlar. Çok aşırı gitmediler. Fakat Anabaptist dediğimiz aşırı radikal gruplar sola scriptura prensibini negatif bi runsur olarak kullandılar. Bizdeki Vahhabilere benziyorlar. Kutsal kitaba muarız olanları zaten atıyorlardı. Fakat kutsal kitap bir konuda hiçbir şey söylememişse onu da atıyoruz dediler. Bu Hristiyanlığı primitif temellerine indirgemek demektir. Bu protestan ilkeyi anlamak konusunda herkes sola scriptura konusunda mutabık; ama bu sola scriptura nasıl algılanacak bu konuda birçok görüş ayrılığı var, birçok fraksiyon ortaya çıktı. Mesela İsviçre’nin Zürih kentinde reformcu Ulrich Zwingli, Luther’den farklı görüşleri savundu. Ulrich Zwingli (1484-1531) Bu tartışmaların en çok yoğunlaştığı konuların başında sembolik olan ekmek şarap ayininin nasıl yorumlanacağı konusu vardı. İncillere göre İsa son akşam yemeğinde havarilerine ekmeği bölüp “bunu yiyiniz, bu etimdir” demiş; şarabı ikram eder ve “bunu içiniz bu benim kanımdır” demiştir. Ekmek şarap ayininin özü: Hristiyanlar bir şekilde, özellikle ilk yıllarda bu ayini devam ettirerek Tanrı olan İsa’nın bedeni ile mistik bir birleşmeye ulaştıklarını düşünüyorlardı. Daha sonra bu Pazar ayinine dönüştü. Gizlice toplu komün yemek yiyorlardı. Katolik kilisesi dedi ki; bu ekmek ve şarabın, ayin sırasında papaz o ekmek ve şarabı takdis eden sözleri söyleyince özleri/cevheri değişiyor. Buna transsubstantiation deniyor, özlerin değişmesi. O ekmeğe/şaraba okununca o gerçekten İsa’nın bedeni ve kanına dönüşüyor. Katolikler hala bunun böyle olduğunu düşünürler. Bu konuda Luther başka bir şey söyledi; biraz değiştirdi ama kaldırmadı. Zwingli ise bunun tamamen sembolik olduğunu söylediler, öz değişimi falan olmaz bu hatırlamadır dediler. Bu derin bir teolojik konudur. Bunun bir ucu kristoloji’ye gider, bir ucu teslise gider, enkarnasyona gider vs. merkezi bir meseledir. Protestan reformcular arasındaki tartışmaların en önemlilerinden biridir bu. Her birisinin kendine has bir hermenötiği vardır (tefsir metodu). Neticede eğer siz dininizi ete kemiğe bürünmüş, tarihsel bir metin üzerine kuracaksanız; ilk karşınıza çıkacak problem hermenötiktir. Nasıl yorumlanacak, hangi yorum mutlak olacak meselesidir. Zaten özelde protestanlığın genelde hristiyanlığın en temel meselesi budur. Luther bir türlü yorumladı, Zwingli farklı yorumladı, Calvin başka türlü yorumladı. Zwingli’nin yaşadığı yıllar Luther ile aynı (v.1531). Fakat o İsviçre’de reform hareketini doğurdu. Zürih ilginç bir kent. Şehir konseyi bir karar alıyor, Zwingli’den reform istiyorlar. Şehir güvenliğinden eğitimine, ticaretten hukuğa kadar bir reform geçiriyor. Zwingli’nin ihdas ettiği protestan ilkelere göre. Dolayısıyla Zwingli’nin yaptığı reform, Luther’in reformlarına göre çok daha kökten bir reform. Hukukta buna kazulistik (meseleci) deniyor. Zürih’teki reform da kazulistik bir reform. Her mesele ile ilgili din esasına dayalı bir kanun oldu. Mesela Zürih’te ikonoklazma oldu, resimleri paramparça ettiler. Mesela evharistiya (ekmek-şarap) ayininde bir çok liturjik unsur vardı, Zwingli bunu sadeleştirdi. Katolik kilisesi çokça şekilci unsur oluşturmuştu. Zwingli bunu kitabı mukaddese göre düzenledi, merasimleri soyutladı. Kiliseden rölikleri kaldırdı. Rölikler ve ikonalar hristiyanlık tarihinde, kutsal kitapta olmayan şeyler. Hristiyanlar Akdeniz pagan kültürünün etkisiyle bunları çıkardılar. Protestan mentalite bunlara karşı çıktı. Zwingli bir şehirde toptan bir reform yapıldığı için, arkasında da devlet olduğu için rölikleri, orgları kaldırdı. Katolik kiliselerinin en büyük özelliklerinden biri klasik orglardır. Fakat orglar kutsal kitapta yok diye kaldırmıştır. Onlara göre İsa sinagoga 20 ن girdiğinde ne yapıyorsa onları yapmak lazım: kutsal kitap okumak ve vaaz. Fakat bir Katolik ayininde en önemli esaslardan biri ilahidir, orgdur, liturjidir. Kiliselerdeki resimleri kaldırdı. Ruhban kıyafetlerini kaldırdı. Ruhban kıyafetleri 4. Asırda Roma’da pagan rahip sınıfının ve şehrin ileri gelen yöneticilerinin kıyafetleri idi. Hristiyan kilisesi de bu kıyafetleri aynen kendisine almış. Bugün papanın kıyafetleri, kardinallerin kıyafetleri hep oraya dayanır. Protestanlar bunları tek tek inceledikleri için bunun hristiyanlıkta olmadığını ortaya koydular, ruhban kıyafetlerini de kaldırdılar. Luther bu kadar ileri gitmedi belki, ama Zwingli her şeyi tek tek inceledi. Popüler dindarlığa da karıştılar. Her şeye karıştılar. Evharistiya’da Altar dediğimiz bir şey var; eski mabetlerde kurbanın yatırıldığı kutsal masadır. Yahudi mabedinde de vardı. Hristiyanlar da Roma’dan etkilenerek kilisenin içine altar koydular. Altar da geleneğe uymadığı için Zwingli onun yerine basit bir masa koydu, altarı kaldırdı. İlahiler kaldırıldı. John Calvin (1509-1564) John Calvin’de Zwingli’nin Zürih’te yaptığını, yine şehir konseyinin davetiyle Cenevre’de yaptı. Kendisi reformun en büyük sistematik düşünürü. İnstitutes of the Christian Religion adında Latince yazdığı büyük külliyatı var. Hristiyan ilahiyatı, geleneği ile ilgili tüm görüşlerini sistematik olarak ele aldığı büyük bir eser. Bugünkü protestanların büyük çoğunluğu Calvinci’dir. Luther’den sonra en önemli adam. Özellikle Amerika kıtasına geçenler onlar, büyük bir medeniyet kurdular. Max Weber’e göre kapitalizm denen ekonomik sistemi ortaya çıkaran, kuzey Avrupa’dan kaynaklanan bir protestan hayat anlayışı. Burada bahsi geçen protestanlar, Calvinciler. Daha önce ortaçağda meslekler hiyerarşisi vardı. En kutsal meslek rahiplik, sonra diğer meslekler geliyordu. Protestanlığın ilk yaptığı iş, bu görüşü kaldırmak. Calvin dedi ki bir insanın para kazanması, üretim yapması, rahiplik-keşişlik kadar kutsaldır. Onun püritan ahlakına göre insan para kazanmalı, üretim yapmalı, ekonomik fayda üretmeli; ayrıca bu ekonomik faydadan kendi nefsi için faydalanmamalı. Yani parayı kazanacaksınız, ve harcamayacaksınız; parayı biriktireceksiniz. Bundan dolayı bu yoldan gidenler aileler boyu süren şirketler kurdular. Amerika böyle oluştu, Calvinci bir üretim çılgınlığıyla. Bir gömleği 20 sene giyerler, ama kapitali korurlar. Kapitalizmin babası budur. Anglikan Kilisesi İngiliz reformu ise meşhur kral VIII. Henry tarafından yapılıyor. Avrupa’nın aksine bu hareket yukarıdan aşağıya geliyor. Kral protestan olmaya karar veriyor, ondan sonra da din adamları çıkıyor ve onun anglikan dediğimiz teolojisini temellendiriyorlar. Kralın Aragorn’lu Catherine adında bir karısı var. Ondan boşanmak istiyor. Katolik kilisesinde boşanma yasak olduğu için papa izin vermiyor. Kral Anne Boleyn ile evlenmek istiyor. Zaten metresi. Papa ile arasında kriz çıkıyor. O da bunu bahane gösterip katolik kilisesinden ayrıldığını söylüyor ve Anglikan kilisesini kuruyor. Anglikan kilisesin bir yönüyle protestan ama bir yönüyle katolik unsurları da barındırıyor. Onun için ona via media diyorlar, orta yol. Hatta bazı teologlar onların hiçbir zaman protestan olmadığını söylüyor ama bayağı protestan oluyorlar. Henry’den sonra onun katolik kızı Mary tahta geçiyor. Dolayısıyla iş değişiyor, bir anda katolikler İngiltere’deki protestanları temizlemeye kalkıyorlar. Neyse ki o kadın fazla yaşamıyor, ondan sonra Henry’nin Anne Boleyn’den olan kızı Eliabeth geçiyor. Böylece Elizabeth Reformu oluyor. Çok uzun yaşamış; 45 sene tahtta kalıyor ve kilise reformunu tamamlıyor; Anglikan kilisesini tesis ediyor. 21 ن Anglikan kilisesi diğer protestan kiliselerden farklı. Çünkü kilisenin manevi otoritesi kral/kraliçe. Bugün İngiltere kraliçesi, kilisenin de manevi lideridir. Anglikan kiliseleri de bir çok protestan reformu yapıyorlar. Mesela manastırları kapatıyorlar. Araziler yağmaya uğruyor. Radikal Reform Reform bir protesto hareketiydi. Luther ve onun ardından gelenler hristiyan geleneği ile ilgili bir eleştiri ortaya koydular. Bu eleştirinin ölçüsü kitabı mukaddes idi. Kitabı mukaddese göre hristiyan geleneğinin 1500 yılda oluşturduğu ne varsa kitab-ı mukaddes esas alınarak gözden geçirilmeli, hristiyanlığın kitab ı mukaddeste ortaya konan prensiplerine ters olan ne varsa ortadan kaldırılmalı, hristiyanlık safiyetine dönüştürülmeli diye çıkan bir hareket. Fakat bu fikrin kendisi çok tehlikeli bir fikir. Çünkü Luther’in kendisi, geleneğe yönelttiği eleştiriyi mutedil bir düzeyde tutmuştu. Mesela ilk 4 konsilin kararlarını peşinen kabul etmişti. İlk 5 asırdaki hristiyan kilise babalarının söylediklerini, Augustine’nin söylediklerini kabul etmişti. Çünkü o ilk asırlarda hristiyanlığın özünün, kutsal ruhun kiliseyi himaye altına altıdığını düşünüyordu. Calvin’de böyle düşünüyordu, Anglikan’lar da. Fakat bizim Anabaptistler dediğimiz grubun başlattığı, daha sonra hristiyanlık içerisinde Avrupa’da, Amerika’da devam eden birçok hareket ise bu protestan eleştiri prensibini, gittiği yere kadar götürme tavrını benimsediler. Kitabı mukaddesi negatif bir öçlüt olarak kullandılar. Kitabı mukaddese baktılar ve kitabı mukaddeste olmayan ne varsa hepsini kırıp attılar. Büyük bir ikonoklazma hareketi. Luther’in kendisi hayatta iken anabaptistlerin çıkardığı bu isyanın bastırılması için krallara fetva verdi. Onları öldürdüler. Bunların derdi bizim selefilik hareketine benzer bir şekilde geleneği toptan reddetmeye karar verdiler. Bu çok tehlikeli ve düzen bozucu bir şey. Ana – yeniden demek. Anabaptist; yeniden vaftizciler demek. İlk hristiyan kilisesinde vaftiz, yetişkinlere uygulanan bir şeydi. İsa yetişkinliğinde Yahya tarafından vaftiz edilmişti. İlk hristiyanlar da yeni gelen mühtedilere belli bir süre eğitim veriyorlardı. Gentile olan, yani köken olarak yahudi olmayan insanlar hristiyan olmak istediklerinde ilk olarak cathecumen oluyorlardı. Yani vaftiz adayı, hristiyan adayı oluyorlardı. Bunu başarıyla geçince aday, vaftiz töreniyle nehirde yıkanır, kefen giyerek kamilen hristiyan olmuş olurdu. Şimdi uygulanan vaftiz ise çocuklara doğdukları zaman uygulanıyordu. Bu ilk asırlarda yok. Sonra ortaya çıktı. özellikle St.Augustine’nin bu asli günah meselesini hristiyanlıkta çok öne çıkarmasından sonra asli günahtan dolayı çocukların vaftiz edilmesi adeti doğdu. Aslında yok yani. Yetişkinler de vaftiz olmamaya başladı. Dediler ki asıl olan yetşkin vaftizidir. Çocuk vaftizini reddettiler. Daha sonra zaten çocuklukta vaftiz olmuş olan hristiyanlara yetişkinliklerinde bir daha vaftiz yaptılar. Onun için onlara anabaptist deniyor. Diğer görüşleri de protestan ilkenin aşırılığa götürülmesidir. Önüne ne geldiyse yıkma tavrı var. Her şey için kutsal kitaba bakıyorlar. Luther geleneğe baktı, makul ise kutsal kitapta olmasa bile onu muhafaza etti. Ama bunlar tam tersi. Kitabı mukaddesin değinmediği ama makul olan unsurları dahi ortadan kaldırıyorlar. Sonradan çıkan her şeye karşılar. Tam bir aşırı selef mantığı.Bugün Amerika’da bunların uzantısı olan Bible Thumpers diye bir grup var. Kitabı mukaddesin üzerine eline koyuyor, her şey ordan çıkacak diye düşünüyor. Radikal reformun devamı olan Amish’ler var. Teknoloji ile sıkıntıları var onların. Teknolojiye karşılar, eski ahit dönemindeki gibi yaşıyorlar. Çok evlilik var. Bu insanlar radikal bir değişim istiyorlar. İlk 4 konsilin kararları da dahil hepsinin yeniden kitabı mukaddes ekseninde inşa edilmesini savunuyorlar. Hepsi pasifistler, şiddete karşılar. Mesela Mennonite’ler var. Devamlı şiddet gören aileler bunlar. Asla cevap vermiyorlar, silah kullanmıyorlar, öldürmüyorlar. Kilise ve devletin tamamen ayrışmasını savunuyorlar. Devlet kiliseye karışmasın diyorlar. Ama Avrupa geleneğinde bugüne kadar böyle bir şey olmamış. Kilise mutlaka devlete müdahil olmuş. Fransız devriminde ilk defa 22 ن kilisenin dahil olmadığı, laik bir sistem kurulmuş. Amerika’da kilise devlete hiç müdahale etmedi. Ondan dolayı Amerika’da onbinlerce yeni kilise ortaya çıktı. Çünkü orada hürriyet var. Memuriyetten uzak durdular. Çok müttaki insanlar. Kamu parası olduğu içini vebalini ödeyemeyeceklerini düşünüyorlar. Çok zulüm gördüler. Luther onların katledilmesine cevaz verdi. Çoluk çocuk demeden dümdüz ettiler kasabaları. Kazığa bağlanıp ateşte yakılarak öldürüldüler. Luther ve Calvin, Yeni Ahit’teki İlk Cemaati tam oluşturamadılar, dediler. Onların hayali, Elçilerin İşleri kitabında anlatılan ilk cemaatin yaşamını olduğu gibi canlandırmaktı. Luther ve Calvin siyasilerle işbirliği yaptılar, kendi prensiplerine ihanet ettiler dediler. Andreas Karlstadt (v.1541) liturji usulü ile ilgili tüm unsurları kökten değiştirme yönüne gitti. İkonoklazma hakeretininin aynısını yaptı. Zürih’te tüm resim ve tasvirler kırıldı. Thomas Müntzer (v.1525) köylü ayaklanmasını çıkaran adam. Luther bastırıyor. Mesihçi bir harekettir, Tanrı krallığını tesis etmeye çalışır. Yani ilk hristiyan cemaatini oluşturmak ister. Kutsal ruh bu cemaat üzerine tecelli eder. Bu krallığı tesis etmek için devrim yapmak gerekir dedi. Ayaklanma çıkardı. Sosyal, siyasi pek çok problemleri var tabi. Onlar bu harekete katıldılar ama bedelini hayatlarıyla ödediler. 1648 yılında Avrupa’da mezhepten kaynaklanan 30 yıl savaşları oluyor. Daha sonra Avrupa, Westphalia Barışı’nı imzalıyor- mezheplerden dolayı savaşmayacaklarına dair. Bu bir dönüm noktası oluyor. Müntzer şehrinde Anabaptist bir cemaat oluşmuş. Müntzer cemaati, Elçilerin İşleri cemaatini esas aldı. Kimsenin özel mülkiyeti yoktu, aralarında sınıf farı yoktu, herkes kutsal ruhla beraber mutlu bir şekilde yaşıyordu. Amishler’de buna benzerdir. Jacob Hutter (v.1536) Anabaptist kilisenin liderlerinden bir diğeri. Hutterciler cemaatini kuruyor. Hepsi işkence ile öldürülmüş. Çok sade hayatları var. Çiftçilik yapıyorlar. Özel mülkiyet yok. Kiliselerinde müzik yok. Bol bol vaaz ederler. Kitabı mukaddesi zahiren yorumlarlar. Onun için birçoğu Yahudi geleneğini de önemsiyor. İman ile aklanmayı da kabul etmiyorlar. İlk cemaat gibi kutsal ruhun sürekli himaye ettiği, İsa’da tecrübe edilen bir hayat esas. İlk defa Yeni Ahit’i İsa’nın son 12 saatine hasretmiyorlar. İsa’nın pek çok sünnetini model kabul ediyorlar. Kendi hayatlarına tatbik ediyorlar. Dünyaya karşı züh anlayışı var. Bir gömleği 20 sene giyer. Başlarını örterler. Teolojiyi sevmezler, zanaati öne çıkarmışlar. Bildiklerini yaşamayı esas almışlar. Kilise gönüllülük esasına dayanır. Önceden kanuna bağlıydı. Yani Almansanız siz Katolik olmak zorundaydınız. Fakat bunlarda devlet kilisesi yok. Kilisede işler gönüllülük ile yapılır. Kilse devlet ayrımının öncüleri bu Anabaptistler. Luther, Calvin gibi ilk büyük protestanların kafasında devlet kilise ayrımı yok. Onlar beraber düşünmüşler. Fakat Anabaptistler bu konuda çok netler. Devlet asla işlerine karışmamalı. Bir bakımdan da haklılar. Kilise ve devlet arasındaki ilişkiden dolayı Avrupa çok çekmiş. Herkesi kabul etmezler. Bu kiliseye intisab etmesi için kendini ispatlaması lazım. Seçmeci ve elitistler. Disiplinli bir cemaat. Bütün hayatları programa göredir. Yemekler belli saatte yenilir, yatış kalkış saatleri bellidir. Pazar günleri iyi kıyafetler giyilip kiliseye gidilir vs. Zorunluluk değil gönüllülük esası vardır. Menno Simons (v.1561) kurduğu Mennocular var. Bunlar büyük sıkıntı çektikten sonra Amerika’ya yerleşmişler. Mennocular Yeni Ahit’i esasa alarak bir hristiyan cemaati tasarladılar. Hristiyan geleneğine karşı 23 ن olumsuz bir tavır. Geleneğin hepsi olumsuzdur, olmaması gereken şeyler olmuştur, din bozulmuştur demişlerdir. Toptan, radiakl bir reddediş hareketi. 1650’den sonra hristiyanlık, teolojik tartışmalardan bıkmış vaziyette. Luther’in söyledikleri Calvin’in söyledikleri vs. siyasi çatışmalara dönüşüyor. Protestanlar bundan bıkmışlar çünkü çok ağır bedel ödüyorlar. Dolayısıyla teoloji laf salatasından ibarettir, hristiyanlığın blinen prensiplerinin hayata uyarlanması esastır. Yeni ahiti literal yorumlarlar. Mesela Pavlus evli kadınların örtülü olmasını tavsiye ediyor. Ama bu rahipler hariç uygulanmıyor. İşte Anabaptistler örtünme emrini uyguluyorlar. Sade hristiyanlık ideali var. Sade yaşam. Birçok orta sınıf insan, ikinci el eşya kullanır. Gösteriş yapmazlar. Çok sade yaşıyorlar. Dünyaya ehemmiyet vermiyorlar, israf etmiyorlar, ama iyi çalışıyorlar. Kalan parayı da sadaka olarak veriyorlar. 24
Benzer belgeler
Mons. Luigi Padovese`nin Anadolu`da Yaşayan Hıristiyanlara
bizlere “Tanrı sevgidir” (1.Yuhanna 4,16) diyor. Öyleyse Tanrı
bizden ancak tek bir şey bekleyebilir o da sevgi dolu bir
cevaptır. Sevmek için yalnız bedenen değil aynı zamanda istek
ve yürekle ha...