kamutürk dergisi`nin 16. sayısını okumak için - Türkiye Kamu-Sen
Transkript
kamutürk dergisi`nin 16. sayısını okumak için - Türkiye Kamu-Sen
’ten… Kıymetli KAMUTÜRK okuyucuları… Kamu çalışanlarının ve Türk-İslam dünyasının gür sesi KamuTürk dergimizin yeni sayısı ile huzurlarınızdayız. Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonumuzun resmi yayın organı olan ve üç ayda bir yayınlanan KamuTürk 16. Sayısı ile okuyucularıyla buluşuyor. Hem Türkiye Kamu-Sen’imizin hem de KamuTürk dergimizin misyonu ve vizyonuna yaraşır bir sayı olduğuna inanıyoruz. Kamu çalışanlarının içinde bulunduğu sosyo-ekonomik ve psikolojik iklimi analiz etmeye, çözüm önerileri sunmaya devam ediyoruz. Siyaset tarafından bir ‘balon’ misali şişirilen, içinde ve dışında ‘boş’ havadan başka hiçbir şey olmayan ‘yetkilendirilmiş’ sarı sendika yüzünden memurların içine düştüğü buhranı yansıtmayı sürdürüyoruz. Bu sayımızda çok özel haber dosyaları, birbirinden ilginç özel röportajlar ve tarihsel anektodlar var. Ünlü dizi oyuncusu Hacı Ali Konuk ile Türk sineması ve sanatı üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk ile kamu çalışanları ve çalışma hayatına dair söyleşi yaptık. Köşe yazarlarımız sizler için yine her zaman ki gibi birbirinden çarpıcı konuları kaleme aldı. Sözü daha fazla uzatmadan siz değerli okuyucularımızı dergimizin yeni sayısıyla baş başa bırakırken, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz. ’ ’ 1 MAYIS TA KIZILAY DA ŞEHiTLERiMiZi ANDIK ALÇAK ALKOLiKLER Siz bir şehidin nasıl taşındığını bilir misiniz? ÖZELLEŞTiRME EKONOMiK VE SOSYAL YIKIM OLDU ULUCANLAR CEZAEVi MÜZESi 08 - ÖZELLEŞTİRME EKONOMİK VE SOSYAL YIKIM OLDU 10 - ”ANAYASA YENİLEME SÜRECİNDE TÜRKİYE VE TEHDİTLER” PANELİ 12 - 1 MAYIS’TA ŞEHİTLERİ ANDIK 18 - MEMUR AYLIK 7,5 ÇEYREK ALTIN KAYBETTİ 20 - MEMUR VERGİYE ÇALIŞIYOR 22 - “TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK KURUMU KANUNU” YÜRÜRLÜĞE GİRDİ 26 - KUT-ÜL AMARE: UNUTTURULAN BÜYÜK ZAFER 30 - DÜNYANIN İLK KADIN HÜKÜMDARI: TÜRK TOMRİS HATUN 32 - DÜNYANIN İLK KADIN SAVAŞ PİLOTU: TÜRK SABİHA GÖKÇEN 36 - TÜRK DEĞİLLER AMA KENDİLERİNİ TÜRK HİSSEDİYORLAR: FAYMONVİLLE KÖYLÜLERİ 38 - EMRAH BEKÇİ / TEŞKİLAT-I MAHSUSA – AHMED CEMAL PAŞA 44 - ESTETİK CERRAH TARIK ÇAVUŞOĞLU 48 - SEKSENLER DİZİSİNİN BEKÇİ BEKİR’İ: HACI ALİ KONUK 52 - İSMAİL KONCUK / TÜRKİYE KAMU-SEN GENEL BAŞKANI 58 - ERDAL ALTUN- Kendİ Mİlletİnİ Düşünmek ve Mİllİyetçİlİk… 60 - BİR ŞEHİDİN NASIL TAŞINDIĞINI BİLİR MİSİNİZ? 62 - NEDEN TEHCİR EDİLDİLER? (ERMENİ YALANLARI /ÇIĞLIK KİTABINDAN) 68 - Kemal AKAGÜNDÜZ / Bol keseden TRT! 70 - Doç. Dr. Şeref İba / Başkanlık sİstemİ üzerİne notlar… 72 - ÇOCUK İŞÇİLİĞİ… 74 - ALÇAK ALKOLİKLER 76 - TÜRKİYE’NİN DOĞUM İSTATİSTİKLERİ 78 - BÜYÜK ŞAİR YURDAKUL KABRİ BAŞINDA ANILDI 80 - ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ 84 - Emİne Ergün/ Çocuk gelİşİmİ uzmanı 86 - KALP-DAMAR SAĞLIĞI İÇİN 7 ALTIN KURAL 88 - Nam-ı dİğer KÜÇÜK PARİS: Arhavİ 92 - AZERBAYCAN 96 - KAZAKİSTAN’DA UYDU ÜZERİNDEN YAYIN YAPAN İLK UYGUR TV KANALI FAALİYETE GEÇTİ KÜNYE Türkiye Kamu-Sen Adına Sahibi İsmail KONCUK Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sedat YILMAZ TÜRKİYE KAMU-SEN YÖNETİM KURULU: Genel Başkan: İsmail KONCUK Genel Sekreter: Önder KAHVECİ Genel Mali Sekreter: İlhan KOYUNCU Genel Teşkilatlandırma Sekreteri: Fahrettin YOKUŞ Genel Eğitim Sekreteri: Hazım Zeki SERGİ Genel Toplu Görüşme Sekreteri: Necati ALSANCAK Genel Mevzuat Sekreteri: Mehmet ÖZER Genel Basın Sekreteri: Sedat YILMAZ Genel Dış İlişkiler Sekreteri: Ahmet DEMİRCİ Genel Sosyal İşler Sekreteri: Şerafeddin DENİZ Haber Koordinatörü: Esra Ocaklı YÜCE AR-GE Koordinatörü: Ercan HAN Editör: Gökhan ALTUNKAŞ Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf Ziya ERARSLAN Kültür ve Sanat Danışmanı Hasan Hüseyin YILMAZ Türk Kültür Sanat-Sen Genel Başkanı Hukuk Danışmanı: Avukat İlhan KARA Baskı Tarihi: Mayıs 2016 Hazırlık: YZE Medya Ajans - 0 530 363 55 91 www.yzemedya.com.tr Baskı: Semih Ofset Büyük Sanayi 1. Cadde Çilingir Sok. No: 26/47 06060 İskitler - ANKARA Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonu Yerel Süreli Yayın Organıdır. 3 ayda bir yayınlanır. Bu dergi Basın Ahlak İlkelerine uymayı taahhüt eder. Dergideki yazıların sorumluluğu yazı sahibine aittir. Yönetim Yeri : Talatpaşa Bulv. No: 160 Kat 7 Cebeci - ANKARA Tel: (0312) 424 22 00 (pbx) Faks: (0312) 424 22 08 www.kamusen.org.tr E-posta: [email protected] 4 “Ağlama yavrum, düşmanı sevindirme!” Mardin, Şırnak ve Diyarbakır’da bölücü terör örgütü tarafından şehit edilen 8 kahraman asker ve polisten 7’si memleketlerinde gözyaşları arasında toprağa verildi. Şehit Osman Belkaya’nın dedesi Abdullah Onar ise, tabutun başında saygı nöbetinde bulunan merasim polisinin ağlaması üzerine gözyaşını mendiliyle sildi. Abdullah Onar, “Ağlama yavrum, düşmanı sevindirme” dedi. 5 6 Adil bir gelir dağılımı için adil bir vergi sistemi şarttır Sedat Yılmaz Türkiye Kamu-Sen Genel Basın Sekreteri ve Türk Haber-Sen Genel Başkanı Ülke içinde gelir dağılımını düzenlemenin en etkin yollarından bir tanesi de uygulanan vergi politikalarıdır. Vergi politikalarının temel amacı, çok kazanandan çok, az kanandan az vergi almak yoluyla, toplanan vergilerin kamu hizmetleri aracılığıyla topluma döndürülmesi, böylelikle de düşük gelirli ile yüksek gelirli kesimler arasındaki dengenin sağlanmasıdır. önemli olan bir başka kriter, vergilerin dolaylı mı yoksa dolaysız olarak mı toplandığıdır. OECD ülkelerinde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerine oranı ortalama %35 iken, Türkiye’de bu oran 2015 yılında %68,5 olmuştur. Buna göre Türkiye’de adaletsiz vergi toplamanın bir göstergesi olan dolaylı vergilerin, dolaysız vergilerin yerine ikame edildiği görülmektedir. Ne yazık ki ülkemizde bu durum tersine bir yol izlemektedir. Kamu tarafından izlenen vergi politikasının temelinde belli kesimlerden yüksek oranda vergi alınması ve vergi vermesi gereken fakat vermeyenlerden vergi alınamaması yatmaktadır. Hal böyle olunca iktidarlar da kamu harcamalarına kaynak oluşturacak gelirlerin başında gelen vergiyi, tahsilin en kolay olduğu kesimden yani kayıt altında çalışan kesimden almakta ve kaynağından kesilen vergiler yoluyla kaynak ihtiyacını gidermeye çalışmaktadır. Bu durum ülkemizde öylesine çarpık bir hal almıştır ki, toplam gelir vergisi tahsilatının yaklaşık %50’si GSYİH’nın yalnızca %7’sini alabilen çalışan kesim tarafından ödenmektedir. Buna ek olarak 2003 yılında yıllık geliri 62 bin 500 TL’den yüksek olan en yüksek gelir grubundan alınan vergi oranı 5 puan indirilerek %40’tan %35’e çekilmiş, 2006 yılında yapılan bir düzenleme ile yıllık toplam brüt geliri 18 ile 30 bin TL olan orta - düşük gelirli grubun gelir vergisi oranı %25’ten %27’ye çıkarılmıştır. Gelir dağılımının vergiler yoluyla etkilenmesinde Yıllar içinde gelinen süreçte, ücretlileri ve düşük gelirli kesimi doğrudan ilgilendiren gelir vergisinin alt dilimi neredeyse hiç artırılmamakta ve düşük gelirli kesimin ödediği gelir vergisi oranı kısa sürede %15’ten %20 ’ye yükselmektedir. Buna bağlı olarak Hükümet, çalışanlar üzerindeki vergi yükünü iyice artırıp, 2015 yılında 12 bin lira olan %15’lik gelir vergisi üst sınırı- 7 nı, 2016 yılı için yalnızca 600 lira atışla 12 bin 600 lira olarak belirleyince bütün ücretlilerin üzerindeki vergi yükü iyice artmış, 2016 yılı içinde bir üst vergi dilimine geçmesi ve 5 puan daha fazla vergi ödemesi kesinleşmiştir. 2015 yılında enflasyon artışı %8,81 olmasına rağmen gelir vergisi alt dilimindeki artış yalnızca %5 olarak belirlenmiştir. Gelir vergisi dilimi alt sınırının düşük tutulması sonucunda asgari ücretli çalışanlar da 2016 yılı içinde bir üst kazanç dilimine geçeceklerinden, Ekim ayında ödeyecekleri gelir vergisi %15’ten %20’ye çıkacak ve maaşları azalacaktır. Kayıtlı çalışanları yolunacak kaz gibi gören bu vergi politikası, gelir dağılımının geniş kitleler aleyhine bozulmasında büyük pay sahibi olmaktadır. Çünkü bu yolla ücretli, sabit gelirli kesimin satın alma gücü önemli ölçüde daraltılmaktadır. Buna karşılık hazine bonoları ve devlet tahvillerinin vergiden muaf tutulması, rant gelirleri lehine gelir dağılımının bozulmasına sebep olmaktadır. Vergi politikalarındaki bu adaletsizlik nedeniyle, zaten düşük ücret alan ve büyük ölçüde ülkenin en fakir kesimini oluşturan kamu görevlileri, KİT çalışanları, işçiler ve asgari ücretliler kısa sürede bir üst vergi dilimine tabi olmakta, maaşları düşmekte ve Temmuz ayında aldıkları maaş zammının büyük bölümü artan gelir vergisi ödemesine gitmektedir. Ayrıca bilindiği gibi ücretli kesimin vergileri stopaj usulü ile kesilirken, diğer kesimlerin vergilerinin bir dönem sonra ve taksitler halinde tahsil edilmesi, hatta bir süre sonra çıkarılan vergi afları yoluyla indirime gidilmesi, enflasyonun AB ve ABD gibi gelişmiş bölgelere oranla yüksek düzeyde olduğu ülkemizde, izlenen vergi politikası ile gelir dağılımının geniş kitleler aleyhine bozulmasında rol sahibi olmaktadır. Şu anda TBMM gündeminde Gelir Vergisi Kanununda değişiklik öngören bir tasarı bulunuyor. Yaşanan bu olumsuzlukları gidermenin yolu, çalışanlar üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesidir. Bu tasarı vergi adaletinin sağlanması için bir fırsat olarak görülmeli ve uyarılarımız mutlaka dikkate alınmalıdır. Bunun için Türkiye Kamu-Sen olarak iki farklı öneri getiriyoruz: Birincisi, gelir vergisinin %15 orana denk gelen alt diliminin tatminkâr seviyede yükseltilerek çalışanların yıl içinde %20’lik vergi dilimine girmelerinin önlenmesidir. Bu konuda herhangi bir yasal düzenlemeye gerek yoktur. Her yılın başında Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından gelir vergisi tarifesi yayınlanmaktadır. Burada alınacak bir prensip kararı ile gelir vergisi alt diliminin yükseltilmesi sağlanabilir. İkincisi ise, kamu görevlileri, KİT perso- neli ile sözleşmeli personelin gelir vergisi kesintilerinden dolayı yaşadığı adaletsizliğin ve mağduriyetin giderilmesi adına 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 23. maddesine, Devlet memurlarına ödenen taban aylık tutarının söz konusu çalışanlar için Gelir Vergisi’nden muaf tutulmasını sağlayacak bir hükmün eklenmesi şeklindedir. Ülke içinde sosyal güvenliğin sağlanması, işsizliğin önlenmesi, emeğiyle yaşayanların korunması ve hayat standartlarının yükseltilmesi yoluyla sosyal eşitsizlikleri giderme işlevini yüklenen devlete sosyal devlet denir. Amacı, sosyal ve ekonomik açıdan güçsüz vatandaşlara yardım ederek sosyal adaleti ve insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyini sağlamak olan sosyal devlette, bu unsurların sağlanması devletin bir ödevi, vatandaşların da hakkı olarak ortaya çıkmaktadır. Öyle ise, adil bir gelir dağılımı sağlamak, sosyal devlet ilkesini benimsemiş olan ülkemiz için bir zorunluluktur. Bu nedenle gelir dağılımının daha adaletli bir şekilde gerçekleşmesinin ana unsuru olan vergi politikalarının biz çalışanlar lehine düzenlenmesini istemek her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının anayasal hakkıdır. Dolayısıyla bizler bu anayasal hakkımızı kullanarak yıllardır üzerimizde ağır bir yük olan gelir vergisi sorununun bir an önce çözülmesini istiyor ve bu konunun ülkemizi idare edenlerin yükümlülüğünde olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz. 8 ÖZELLEŞTİRME EKONOMİK VE SOSYAL YIKIM OLDU 9 Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezi’nin yaptığı ekonomik veriler araştırmasına göre, özelleştirme politikaları ülkemizin çalışma hayatına da büyük bir darbe vurdu. Özelleştirme uygulamalarının başladığı 1986 ile 2003 yılları arasında yalnızca 8,2 milyar dolarlık özelleştirme gerçekleştirilirken, 2004 ile 2015 yılları arasında ise 58,8 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Bu süreçte Tüpraş, Petkim, Türk Telekom, Erdemir, Sümerbank, Seka gibi yüzlerce kamu iktisadi teşekkülü satılarak, birçoğunun tüzel kişiliğine son verildi ve kapısına kilit vuruldu. hayatında görüldü. Özelleştirilen kuruluşlarda görev yapan memurlar maaşları dondurularak başka kurumlara gönderildi. Ailelerinden, evlerinden uzak kalan bu çalışanlar, yıllarca hiç maaş zammı almadan çalışmaya mahkum edildi. Bu kuruluşlarda işçi statüsü ile çalışanların birçoğu emekli edildi. Geriye kalanların büyük bölümü işten çıkartıldı. Ortaya çıkan bu mağduriyeti gidermek amacıyla, işten çıkartılanlar kamuda 4/C’li olarak çalıştırılmaya başlandı. Ancak 4/C’li statü; bu çalışanlarımıza daha önce aldıkları maaşın yarısını bile alamayacakları, izin haklarının sınırlı olduğu, fazla mesailerinin verilmediği, tayin terfi gibi haklarının bulunmadığı bir sistemi dayattı. Şu anda kamuda 4/C statüsünde çalışan 23 bin dolayında kamu görevlisi hizmet verirken, yaşadıkları bu mağduriyetin giderilmesi için kadro bekliyor. GENEL BAŞKAN: ÖZELLEŞTİRMENİN YARATTIĞI TAHRİBATI ONARMAK İNSANİ BİR SORUMLULUKTUR Araştırma hakkında görüşlerini dile getiren Genel Başkan İsmail Koncuk, “özelleştirme ne ekonomik olarak, ne de sosyal olarak bu topluma hiçbir fayda sağlamamıştır” dedi. Genel Başkan açıklamasında şunları ifade etti; “2004 ile 2015 yılları arasında özelleştirilen kurumların şimdi yeniden faaliyete geçirilmesi için trilyonlarca dolarlık yatırıma ihtiyaç vardır. Oysa bu kuruluşlar 58 milyar dolar gibi komik bir rakama elden çıkarılmıştır. Araştırmada, özelleştirilen şirketlerin %49’unun tesis ve varlık satışı, %33’ünün ise blok satış yöntemiyle bütün taşınmazları ile birlikte devredildiği belirtilirken, milletin vergileriyle kurulan yüz milyarlarca dolarlık şirketlerin mal varlıklarıyla birlikte 58,8 milyar dolar karşılığında sermaye sahiplerine peşkeş çekildiği ifade edildi. 2003 yılından bugüne kadar gerçekleştirilen özelleştirmelerin bir başka olumsuz yansıması ise çalışma Milletimizin vergileriyle kurulmuş olan bu işletmelerin ardından çalışanlara yapılan kıyım ise başka bir sosyal felaket olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kuruluşların özelleştirilmesi sonucunda buralarda çalışan işçi ve memurlar yıllardan beri her türlü olumsuz ekonomik koşullara karşı sahipsiz bırakılmıştır. Memurlar araştırmacı unvanıyla atıl bir vaziyette, maaşları dondurularak sefalete mahkum edildi. işçilerin bir bölümü ise, şimdi 4/C ucubesi altında yaşam mücadelesi veriyorlar. Türkiye Kamu-Sen olarak özelleştirme mağduru memurlarımızın haklarının korunması gerektiğini bir kez daha vurgularken, çalıştıkları kuruluşlar özelleştirildiği için adeta cezalandırılan 4/C’li çalışanlarımızın da toplu sözleşme görüşmelerinde kararlaştırıldığı üzere kadroya geçirilmesinin insani bir zorunluluk olduğunu ifade ediyoruz” 10 "ANAYASA YENİLEME SÜRECİNDE TÜRKİYE VE TEHDİTLER" PANELİ GERÇEKLEŞTİRİLDİ 11 Türkiye Kamu-Sen ve Türk Ocakları işbirliği ile düzenlenen, "Anayasa Yenileme Sürecinde Türkiye ve Tehditler" konulu panel Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi konferans salonunda gerçekleştirildi. Panelin başında başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin aziz ruhları için saygı duruşunda bulunuldu, ardından İstiklal Marşı hep bir ağızdan coşkuyla okundu. PROF. DR. MEHMET ŞAHİNGÖZ: TÜRK MİLLETİ, "TÖRE" YANİ HUKUK SAHİBİ BİR MİLLETTİR Panelin açılışında konuşan oturum başkanı Prof. Dr. Mehmet Şahingöz, "Türk milleti tarihin ötesinden beridir töreli bir millettir yani hukuk sahibidir" dedi. Şahingöz, "Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Bugün bu panelde konuşmacı olarak bizimle birlikte olan katılımcılarımızın her biri Türkiye'de alanlarında en iyi isimlerdir. Ülke olarak badireler içinden geçiyoruz ve bu badirelerin tam merkezinde ise anayasa var. Töre dediğimiz kavram anayasanın bizatihi kendisidir, Türk milleti tarihin en ötesinden beri töreli, yani hukuk sahibi bir millettir. Tarihçiler Türk'ü tarif ederken töreli olarak da tarif ederler. Bizim hukuk ve töre içerisinde söyleyeceğimiz çok şey vardır. Milletin temelini belirleyen ana unsurlar, milli kimlik, milli dil ve adalettir. Hukuku olan bir millet olarak yeniden bunları keşfediyormuş gibi yapılan çalışmalar milletimizi bir kıskaç içine almaktadır. Çok değerli hocalarımız bugün bizlere yeni anayasa adı altında dayatılmak istenenleri anlatacaklar. Son günlerde yaşanan olaylar hepimizce malum, terör çirkin yüzünü göstermeye devam ediyor ama Türk milliyetçileri terörün karşısında asla teslim olmadı ve olmayacaktır" dedi. Prof. Dr. Mehmet Şahingöz'ün konuşmasının ardından oturuma geçildi. Panelistler, Prof. Dr. Hasan Tunç, Prof. Dr. Murat Sezginer ve Prof. Dr. Vahit Doğan "Anayasa Yenileme Sürecinde Türkiye ve Tehditler" başlığı altında görüş ve düşüncelerini katılımcılarla paylaştılar. Panele Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Türkiye Kamu-Sen Genel Basın Sekreteri ve Türk Haber-Sen Genel Başkanı Sedat Yılmaz, Genel merkez Yöneticilerimiz ve çok sayıda davetli katıldı. 12 13 1 MAYIS’TA KIZILAY’DA ŞEHİTLERİMİZİ ANDIK Türkiye Kamu-Sen olarak, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününde, şehitlerimizi ve teröre kurban verdiğimiz vatandaşlarımızı, Kızılay meydanında, 34 vatandaşımızın haince katledildiği otobüs durağında dualar ve karanfillerle andık. Patlamanın olduğu otobüs durağına karanfiller bırakan Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Yönetim Kurulu Üyelerimiz ve konfederasyon heyetimiz ardından edilen dualarla bütün şehitlerimizi rahmet ve minnetle andı. Duaların ardından bir açıklama yapan Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, terörü bir kez daha lanetlerken, çalışma hayatında yaşanan sorunları da gündeme getirdi. KONCUK: ŞEHİTLERİMİZİ RAHMETLE ANIYOR, MİLLETİMİZE BAŞ SAĞLIĞI DİLİYORUZ Terörle mücadelenin yalnızca teröristi yok etmek bağlamında değil terör örgütlerinin insan kaynaklarını da kurutmak amacıyla yeni yaklaşımlar çerçevesinde yürütülmesi gerektiğini ifade eden Genel Başkan İsmail Koncuk, “Dünyanın her yerinde terör örgütlerine en yüksek katılım yoksulluğun yüksek, gelir dağılımının bozuk, adaletsizliğin yaygın olduğu yerlerden olmaktadır” dedi. Genel Başkan İsmail Koncuk açıklamasında şunları kaydetti; “Hak aramanın kutsal olduğuna inanan, ülkemizde hakkı ve adaleti hâkim kılmak için mücadele veren bir sivil toplum örgütüyüz. Hiç kuşkusuz ki, bir insanın yaşama hakkından daha değerli ve daha önemli bir hak da yoktur. Ne yazık ki, terör; asker, sivil, çocuk, kadın, erkek, Türk, Kürt demeden hepimizin yaşama hakkına tecavüz etmekte, içindeki kini ve öfkeyi mayınlarla, tuzaklarla, canlı bombalarla, kahbece planladığı eylemlerle dışa vurmakta; nice ocakları söndürmekte, nice canları yakmaktadır. 14 Millet olmak, acıyı da, sevinci de, coşkuyu da, matemi de paylaşmak ve her birimizin derdiyle dertlenmekten başka bir şey değildir. Sendikacılığın yolu da bir tek çalışanın derdi için, topluca mücadele etmekten geçer. Bugün 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü… Bugün çalışanlarımızın karşı karşıya bulunduğu tehditleri dile getirmek, sorunlara çözüm yolları sunmak ve emeğin, dayanışmanın, birlikteliğin gücünü kavramak adına son derece önemli bir gün. Ama anaların, babaların yüreklerine ateş düştüğü, bizlerin de her şehit haberiyle yasa boğulduğumuz bugünlerde bu Bayramı davulla, zurnayla kutlayacak da değiliz. Evlâtlarımızın yaşama hakları eli kanlı terör örgütlerince gasp edilirken, 1 Mayıs’ı bayram tadında kutlamamızın imkânı da yok. Biz hak mücadelesi verirken; hepimizin kardeşçe bu topraklarda yaşama hakkını kullanabilmesi uğruna canlarını feda eden güvenlik görevlilerimizi, akşam işinden, okulundan, dershanesinden çıkıp evine giderken kahpe bir tuzakla hayatını kaybeden sivil vatandaşlarımızı unutmamız mümkün değil. Bu nedenle, kahraman şehitlerimize olan minnetimizi ifade etmek ve teröre kurban verdiğimiz vatandaşlarımızı anmak adına, burada 34 vatandaşımızın canına mal olan terör saldırısının gerçekleştiği noktada, 1 Mayıs açıklamamızı gerçekleştiriyoruz. Bu vesile ile terörü, teröristi ve onların gizli-açık destekçilerini bir kez daha lanetliyor, terör saldırılarında hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza ve şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine ve milletimize de baş sağlığı diliyoruz. Elbette şu anda milletimizin ve devletimizin başına bela edilmiş olan bir terör sorunu ile karşı karşıyayız ancak küresel güçlerin piyonu haline gelerek askerimizi, polisimizi ve hatta sivil vatandaşlarımızı dahi şehit eden eli kanlı canilerin büyük çoğunluğunun da bu ülke topraklarından çıktığını unutmamak gerekmektedir. Dolayısıyla önceliğimiz teröristleri yok etmek kadar terör örgütlerinin insan kaynağını da kurutmak olmalıdır. Terör örgütlerine en fazla katılım, gelir düzeyinin en düşük, gelir adaletsizliğinin en yüksek olduğu, hukukun işlemediği ülkelerden olmaktadır. Bu bakımdan adil bir gelir dağılımı sağlamak, nimeti ve külfeti vatandaşlar arasında eşit olarak dağıtmak ve hukukun üstünlüğü ilkesini hayata geçirmek, toplumsal bütünlüğümüzün korunması, millet olma bilincimizin pekiştirilmesi ve devletimize olan güvenin artması adına son derece önemlidir.” KONCUK: İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR ÇALIŞMA HAYATI İSTİYORUZ “Bugün, güvencesiz ve kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı, yoksulluğun insanların kaderi olarak sunulduğu, çaresizliğin ve biat kültürünün pompalandığı bir dönemi yaşamaktayız” diyen Genel Başkan İsmail Koncuk, “Yalnızca kendi haklarımız, kendi geleceğimiz için değil, çocuklarımızın hakları, çocuklarımızın geleceği için de mücadele etmek zorundayız” dedi. Koncuk, “Bizler bu ülkenin kamu çalışanları, işçileri, işsizleri, emeklileri, yoksulları, kadınları, gençleri için mücadele yürütüyoruz. Türk milleti olarak barış içinde, özgürce yaşamak için, demokrasi için, ekmek için, daha güzel bir dünyada, baskısız, insan onuruna yaraşır bir hayat için mücadele yürütüyoruz. En temel insani ve demokratik haklarımız, sosyal adalet ve eşitlik için mücadele yürütüyoruz. Yıllardır her 1 Mayıs’ı Taksim tartışmaları içinde, biber gazı eşliğinde kutluyoruz. Artık çalışan sorunlarının biber gazında boğulmasını istemiyoruz. Emek, dayanışma, alın terinin ön plana çıktığı, çalışanların iş güvencesi, taşeronlaşma, sendikalaşma, ücret sorunlarının gündeme geldiği 1 Mayıslar istiyoruz. Bugün burada işçi, memur, emekli, işsiz her kesimden emekçimizin insan onuruna yaraşır bir yaşam talebini bir kez daha güçlü bir şekilde dile getiriyoruz. Bugün, güvencesiz ve kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı, yoksulluğun insanların kaderi olarak sunulduğu, çaresizliğin ve biat kültürünün pompalandığı bir dönemi yaşamaktayız. Çalışanların yarısı kayıt dışında, sosyal güvenceden, emeklilik hakkından mahrum bir şekilde çalışıyor. Çalışanlarımızın kıdem tazminatına göz dikiliyor, asgari ücret bölgeselleştirilmek, esnek ve kuralsız çalışma biçimleri yaygınlaştırılmak isteniyor. 2002 yılında kamuda 20 bin dolayında olan taşeron işçisi, 720 bine ulaştı. Devlet memuru kavramını kaldıracaklarını gözümüzün içine baka baka söylüyorlar: “ İşçi ile memur arasındaki farkı kaldıracağız, devlet memurlarını da iş güvencesiz çalıştıracağız, gerektiği zaman kıdem tazminatını vereceğiz ve kapının önüne koyacağız” diyorlar. Çocuklarımızın geleceğini çalmak, onları köleleştirmek isteyen, açlıkla, işsizlikle tehdit eden ve en olumsuz çalışma şartlarını dayatan bir anlayış söz konusu… Genç işsizlikte, işsizlikte, enf- 15 16 Hizmetlilerin ek gösterge sorunu; memurlarımızın, teknisyenlerin, şeflerin ek ödeme başta olmak üzere, maruz kaldıkları adaletsizlikler, çalışanlarımızı canından bezdirmiştir. Kamu çalışanlarımız düşük maaşla, elverişsiz ortamlarda adeta bir sefalet içerisinde hizmet vermeye çalışmaktadır. Emeklilerimiz de düşük maaşla, dışlanmışlıkla yüz yüze kalmakta ve yoksulluk içinde, mutsuz bir yaşama mahkûm edilmektedir” dedi. KONCUK: DEVLET MEMURUNA HASIM OLAN BİZE DE HASIMDIR! Çalışanların hayatlarının bugün artık kâbusa dönüştüğünü belirten Genel Başkan İsmail Koncuk, hükümetin dağ gibi yığılan sorunları görmezden geldiğine dikkat çekti. Koncuk, “Kıymetli basın mensupları, sizler de birer çalışan, birer emekçisiniz. Çalışma hayatındaki olumsuzluklardan en fazla etkilenen kesimlerden birisi de sizlersiniz. Biliniz ki, bu çeşit uygulamaların temel amacı, kamudaki istihdam güvencesini yok etmek ve çalışanlarımızı köleleştirmektir. lasyonda OECD ülkeleri içinde en ön sıralardayız. Her evde en az bir işsiz evladımız var. Biz yalnızca kendi haklarımız, kendi geleceğimiz için değil, çocuklarımızın hakları, çocuklarımızın geleceği için de mücadele etmek zorundayız. Sendikasızlaştırma yaygınlaşıyor, sendikal örgütlenmenin önüne engeller çıkarılıyor. Kamuda bizden olan olmayan ayrımı çalışma barışını bozuyor. Hâlâ ülkemizde 4/C gibi insanlık dışı bir istihdam türü mevcut ve bunların sayısı da giderek artıyor. Toplu sözleşmede karar altına alınan konular bile hayata geçirilmiyor, gereği yapılmıyor. Devletinin verdiği görevle, milletine hizmet eden kamu çalışanlarının yaşadığı sıkıntılar, her geçen gün katlanarak artmaktadır. Sorunlar çözüleceği yerde, her geçen gün yenileri eklenmektedir. Kamu görevlilerimizin haklarında aldıkları olumlu mahkeme kararları ısrarla uygulanmamakta, hukukun üstünlüğü ilkesi yerle bir edilmektedir. Kendi insanına, çalışanına, memuruna düşman bir anlayışa daha ne kadar sabredeceğiz? Bugün ne yazık ki, çalışanlarımızın hayatı kâbusa dönmüştür. Hükümet, çığ gibi yığılan sorunları görmezden gelmektedir. Birileri, çalışanların iş güvencesinin olmadığı, alınıp satıldığı, kiralandığı, istenildiğinde işten çıkarıldığı bir yapı istiyor. Bu kimseler, devletin vatandaşına parasız hizmet vermesini istemiyor. Onlara göre, her şey özelleşmeli ve para ile satılmalı. Bu sistemde, her çalışanın işsizlikle tehdit edildiği, sendikasız, dayanaksız, güvencesiz ve güçsüz bırakıldığı; düşük ücretli, düşük maliyetli bir istihdam piyasası yaratılmak temel hedeftir. Memurluk güvencesinin yok edilmek istenmesi, sözleşmeli personel çalıştırılması, 4/C’li geçici işçilerin sayısının her geçen gün artması, işsizlerin bir çığ gibi büyümesi, işte hep bu yüzdendir. Bu nedenle, ekonomik krizlerde fatura, çalışanlara çıkartılmakta, maaşlar düşmekte, işsizlik artmakta, ama ülkenin kaynağını da, krizin kaymağını da hep aynı kişiler yemektedir. Kurumlar arasındaki ücret adaletsizliği almış başını gidiyor. Maaşlar açıklanan enflasyon kadar artıyor; gerçek enflasyon karşısında eriyor. Ülke nüfusunun %20 ’sini oluşturan gençlerimizin beşte biri kayıtlı işsizdir. 350 bin ataması yapılmayan öğretmen, 430 bin iktisadi idari bilimler mezunu, 250 bin sağlıkçı, 1 milyon mes- 17 lek yüksekokulu mezunu, 2 milyon lise mezunu işsiz, aşsız, hayata tutunmaya çalışıyor. Bu ülkede iş bulmanın bir dert, çalışmanın ayrı bir dert olduğunu biliyor, sorunların çözülmesini istiyoruz. Defalarca devlet memuru kavramını ortadan kaldıracaklarını iddia ettiler. Kim devlet memuruna düşmansa bize dost olamaz. Devlet memuruna hasım olan bize de hasımdır. Bizim gözümüzde muteber değildir. Emeklilerimiz adeta kaderine terk edilmiştir. Emekliyi sıkıntıda bırakanlar, asla bizden olamazlar” dedi. KONCUK: BİZ BİRLİKTE TÜRKÜZ, TÜRKİYEYİZ Türkiye Kamu-Sen’in, her alanda mücadelesini kararlılıkla sürdüreceğini belirten Genel Başkan İsmail Koncuk, “Birlikteliğimiz,Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini, bir ve bütün olarak ilelebet payidar kılacaktır” dedi. Koncuk, “Biz, birlik içinde bütün bu haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. Hiçbir güç, bizleri yolumuzdan döndüremeyecek. Tüm çalışanların grevli toplu sözleşmeli sendikal haklara sahip olduğu bir Türkiye için, sosyal devlet için mücadele edeceğiz. Çoğulcu demokrasinin sınırlarını genişletmek, gerçek anlamda sendikal haklarımıza kavuşmak, sosyal devlet ilkesini hayata geçirmek için çalışacağız. Toplumsal barış ve huzurun sağlanması için, uzlaşma, hoşgörü ve bir arada yaşama kültürünün geliştirilmesi için sesimizi yükselteceğiz. Çevremizdeki ülkelerin savaşması için değil, barışması için, Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” şiarının hayat bulması için mücadele edeceğiz. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tüm kurumlarının hukuk devleti anlayışıyla hareket etmesi için uğraşacağız. Anti demokratik sendikal yasalar değişsin diye, toplu pazarlık ve örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılsın diye, vatandaşlarımızın yüzü gülsün diye mücadelemizi sürdüreceğiz. “İnsan onuruna yaraşır iş” herkesin hakkıdır. İstihdamın korunmasını, geliştirilmesini ve işsizliğin önlenmesini istiyoruz. Adil bir gelir dağılımı, hakça bir paylaşım istiyoruz. Güvenceli bir çalışma hayatı istiyoruz. Dar ve sabit gelirlinin üzerine bir karabasan gibi çöken vergi adaletsizliğinin son bulmasını istiyoruz. “Çalışanların, emeklilerin açlık sınırının altında ücret almasına bir son verilsin” diyoruz. Bütün bu olumsuzlukların üstüne, bizleri birbirimize düşürmek isteyen, her fırsatta milletimiz içine nifak tohumları ekmek isteyenler var. Ancak birliğimizi ve beraberliğimizi yenecek hiçbir güç de yok. Ne terör, ne işsizlik, ne güvencesizlik, ne de yoksulluk kaderimiz değildir. Bizler birlik oldukça, hiçbir güç, bizleri yok saymaya, haklarımızı gasp etmeye yetmeyecektir. Bu birliktelik, Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini, bir ve bütün olarak ilelebet payidar kılacaktır. Tek başımıza yalnız kalırız ama hep birlikte dağ olur, direniriz; sel olur, her engeli aşarız. Tek başımıza güçsüzüz ama hep birlikte yenilmez oluruz. Biz birlikte Türk oluruz, Türkiye oluruz. Ne mutlu Türküm diyene! Tüm milletimizin 1 Mayıs Emek ve Dayanışma günü kutlu olsun” diyerek sözlerini noktaladı. Genel Başkanımız İsmail Koncuk, Yönetim Kurulu Üyelerimiz, Genel Merkez Yöneticilerimiz, Şube Başkanlarımız ve üyelerimiz bombalı saldırının gerçekleştirildiği otobüs durağına kırmızı karanfiller bırakarak, şehitlerimiz ve teröre kurban verdiğimiz tüm vatandaşlarımız için dua ettiler. 18 Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezi’nin yayınlamış olduğu ekonomik veriler memur maaşının yıllar içerisinde nasıl eridiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Yayınlanan ekonomik veriler, kamu çalışanlarının maaşlarının son 13 yılda, hem çeyrek altın hem de dolar karşısında tutunamadığını ortaya çıkardı. MEMUR AYLIK 7,5 ÇEYREK ALTIN KAYBETTİ 19 2002 yılı itibarı ile ortalama memur maaşı ile 22,1 çeyrek altın alınabilirken 2015 yılında bu rakam 14,6’ya geriledi. Ortalama memur maaşı çeyrek altın karşısında %33,9 değer kaybetti. En düşük maaş alan bir memur 2002’de maaşı ile 14,9 adet çeyrek altın alabiliyordu; 2015’de aynı memur, maaşı ile ancak 10,9 çeyrek altın alabildi. En düşük memur maaşının çeyrek altın karşısındaki kaybı ise aylık %26,8 oldu. Memurlar geçtiğimiz yıl 2014 yılına göre yaklaşık yarım çeyrek altın daha kaybetti. Geçtiğimiz yıl bile, memur maaşının çeyrek altın fiyatları karşısında %3,5 değer kaybettiği görüldü.Ortalama memur maaşı 2002 ile 2015 yılları arasında çeyrek altın fiyatları karşısında %32,6; en düşük dereceli memur maaşı ise, %26,8 oranında değer kaybetti. GENEL BAŞKAN: BU HEZİMETİN SORUMLUSU TOPLU SÖZLEŞMEDE MEMURUN HAKKINI SAVUNAMAYANLARDIR Araştırma sonuçlarını değerlendiren Genel Başkan İsmail Koncuk, memur maaşlarının bütün mal ve hizmetler karşısında değer kaybettiğini ifade ederek “Konfederasyon olarak memur maaşlarının gelişimini ve kamu görevlilerimizin alım gücünü bütün kalemler karşısında düzenli olarak değerlendiriyoruz. Maaşların çeyrek altın karşısındaki durumunu ortaya koyduğumuz bu çalışma da yaptığımız araştırmaların bir bölümünü oluşturuyor “ dedi. Genel Başkan, değerlendirmesinde şunları söyledi: “Bilindiği üzere, ailelerimizin en önemli tasarruf kaynağı yastık altı olarak tabir edilen ve çeyrek altın şeklinde değerlendirilen tasarrufları idi. Biz biliyoruz ki, vatandaşlarımızın artık tasarruf etmek gibi bir imkanı kalmadı. Ancak, bu çalışma memur maaşlarının geride kalan 13 yılda üçte bir oranında değer kaybettiğini ortaya koyması açısından son derece önemlidir. Bu erime yaşamın her alanında kendini göstermekte ve kamu görevlilerimizin alım gücü günden güne erimektedir. Her ne kadar borçlanma yoluyla geleceğimizi ipotek altına alarak bugünümüzü idame ettirmeyi başarıyorsak da, alım gücümüz sürekli geriye gittiği için ileride borç ödeme acziyetine düşeceğimiz gün gibi ortadadır. Ekonomideki her türlü değişimi en yakından hisseden memurlar, emekliler, dar ve sabit gelirliler özellikle son yıllarda düşük maaş artışları, unutulan enflasyon farkı hakları, geriye dönük gasp edilen ekonomik kazanımları nedeniyle büyük kayıplar yaşamaktadır. Son 13 yılda çeyrek altın karşısındaki %32,6’lık kaybı bile Türkiye Kamu-Sen olarak haklı tepkimizin en açık dayanağıdır” dedi. 20 MEMUR VERGİYE ÇALIŞIYOR! Gelir vergisinin alt dilimi 2016 yılı için yalnızca 600 TL artırılınca, memurun sırtındaki vergi yükü de bir kat daha arttı. Memur maaşları azalmaya başlayacak. Temmuz’da alacağı zam bile vergi artışını karşılamayacak. Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezinin yaptığı araştırmaya göre gelir vergisi oranlarını belirleyen kazanç dilimlerinin yıllar içinde neredeyse hiç artmaması nedeniyle çalışanlar, daha yılın ilk aylarında bir üst kazanç dilimine geçiyor ve ödedikleri gelir vergisi oranı %15’ten %20’ye çıkıyor. Öyle ki, %15 oranında gelir vergisi kesilen brüt kazanç dilimi üst sınırı 2009 yılında 8,7 bin lira iken 2015 yılında bu rakam 12 bin lira, 2016’da ise 12 bin 600 lira oldu. Memurların tamamı Eylül ayına kadar %20’lik gelir vergisi dilimine girmiş olacak Hükümet, çalışanlar üzerindeki vergi yükünü iyice artırıp, 2015 yılında 12 bin lira olan %15’lik gelir vergisi üst sınırını, 2016 yılı için yalnızca 600 lira atışla 12 bin 600 lira olarak belirleyince bütün ücretlilerin 2016 yılı içinde bir üst vergi dilimine geçmesi ve 5 puan daha fazla vergi ödemesi kesinleşti. 2015 yılında enflasyon artışı %8,81 olmasına rağmen gelir vergisi alt dilimindeki artış yalnızca %5 olarak belirlendi. Bu politikalar sonucunda asgari ücretli çalışanlar da 2016 yılı içinde bir üst kazanç dilimine geçeceklerinden, Ekim ayında ödeyecekleri gelir vergisi %15’ten %20’ye çıkacak ve maaşları azalacak. Doktor, öğretmen, hemşire, KİT çalışanı, sözleşmeli personel gibi birçok kamu görevlisinin ödeyeceği gelir vergisi oranı önümüzdeki aydan itibaren %20’ye yükselecek. Böylece Hükümet, memurlara ikinci yarıyıl zammı olan %5 artışı daha vermeden, vergiler yoluyla %5 kesinti yapıp, verdiğini fazlasıyla geri almış olacak. Diğer kamu görevlileri ise önümüzdeki birkaç ay içinde aynı makûs kaderi paylaşacak; Eylül ayına gelindiğinde bütün memurların ödeyeceği gelir vergisi oranı %20’ye çıkmış olacak ve enflasyon yükselmeye devam ederken maaşları artmak yerine azalacak. 21 En fazla mağduriyeti KİT çalışanı ve sözleşmeli personel yaşıyor KİT’lerde ya da diğer kuruluşlarda çeşitli adlar altında sözleşmeli olarak çalıştırılan sözleşmeli personel, gelir vergisi bakımından en mağdur kesim oldu. Gelir vergisi matrahı 3500 TL olan sözleşmeli personel, Mart ayında 525 lira gelir vergisi ödemişken, Nisan ayının ortasında %20’lik vergi dilimine girecek ve Mayıs ayında ödeyeceği vergi miktarı 175 lira artışla aylık 700 liraya ulaşacak. Doktorlar 145 lira öğretmen 110 lira daha fazla vergi ödeyecek, memur maaşları azalacak Türkiye Kamu-Sen Ar-Ge Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre; 1. derecenin 4. kademesindeki 25 yıllık bir uzman doktor, Nisan ayında 435 lira vergi öderken, bu rakam Mayıs’ta 580 lira olacak. Böylece bu doktorun maaşı Mayıs ayında 145 lira azalacak. Haziran ayına kadar maaşından 330 lira gelir vergisi kesintisi yapılacak olan 4. derecenin 1. kademesindeki 25 yıllık bir öğretmen, bir üst dilime çıkınca 440 lira gelir vergisi ödeyecek. Bu öğretmenin maaşı da 110 lira azalmış olacak. Hemşireler de adaletsizlikten payını alıyor Çalışma, hemşirelerin de adaletsizlikten payını fazlasıyla aldığını ortaya koydu. Buna göre döner sermaye ödemesi de alan 1. derecenin 4. kademesindeki bir hemşirenin maaşından, şu anda 337,5 lira gelir vergisi kesilirken vergi oranında yaşanacak 5 puanlık artışla ödeyeceği vergi; Temmuz ayında 450 liraya yükselecek. Böylece bir hemşirenin ödediği gelir vergisi 112,5 lira artacak dolayısıyla maaşı da aynı oranda azalmış olacak. Memur ünvanlı kamu görevlilerinin maaşı Ekim ayında eksiye dönecek Araştırma, düşük maaşlı kamu görevlilerinin de gelir vergisi oranının %20’ye yükselmesi dolayısıyla kayıplar yaşayacağını ortaya koydu. Buna göre üniversite mezunu, 16 yıllık, 3. derecenin 2. kademesindeki memur ünvanlı bir kamu görevlisi, şu anda aylık 195 lira gelir vergisi öderken, bu rakam %20’lik dilime geçtiği Ekim ayında 260 liraya yükselecek. Memurların ödeyeceği vergi, yapılan zamdan ve enflasyondan daha fazla yükselecek Konfederasyonun Ar-Ge Merkezi tarafından yapılan araştırmada, vergi dilimi belirlenirken enflasyonun ve maaşlara yapılan zamların dikkate alınmaması nedeniyle, memurların ödediği verginin çok daha yüksek oranda artacağı belirtildi. Buna göre 2015 yılında sözleşmeli personel toplam 6 bin 554 TL gelir vergisi ödemişken bu rakam 2016’da 8 bin TL’ye ulaşacak. Sözleşmeli personelin ödeyeceği vergi de bir yılda %22 oranında artmış olacak. Aynı şekilde araştırmaya konu edilen bir doktordan kesilen gelir vergisi miktarı 2015 yılında 5 bin 729 lira iken 2016 yılında bu rakam %13,6’lık artışla 6 bin 510 liraya ulaşacak. 2015 yılında maaşından toplam 4 bin 213 lira gelir vergisi kesilen öğretmenin de ödediği vergi miktar %13,6 artarak 4 bin 785 lira olacak. Geçtiğimiz yıl 4 bin 284 lira gelir vergisi ödeyen hemşire bu yıl 4 bin 4905 lira; 2 bin 2257 lira vergi ödeyen memur ise bu yıl toplam 2 bin 556 lira gelir vergisi ödeyecek. Böylece memurun ödediği vergi hem enflasyon artışını hem de maaşına yapılan oransal artışları geride bırakmış olacak. Koncuk: “Ücretliler vergiye çalışıyor, zenginler muafiyetten yararlanıyor” Konu ile ilgili olarak açıklama yapan Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, asıl amacı çok kazanandan çok; az kazanandan az vergi almak olan vergi sisteminin, Türkiye’de yakaladığından vergi almak şeklinde işlediğini belirtti. Yetkililerin vergi toplamanın en kolay yolunu seçtiğini ifade eden Koncuk, vergi kaçıranların üzerine yeterince gidilemediği için işçi, memur ve asgari ücretliden kolayca vergi toplandığını, ülke ekonomisinin çalışanların kaynağından kesilen vergileriyle ayakta durduğunu söyledi. Memurların ve sözleşmeli personelin; iş adamlarından, sanayiciden, yıllık kazancı milyonlarca lirayı bulan işletmeciden daha fazla gelir vergisi ödediğini vurgulayan Koncuk, bu adaletsizlik nedeniyle memur maaşlarına yapılan zamların vergi artışından dolayı yaşadıkları kayıpları bile karşılamadığını, memurların yüzde 80’inin maaşının Haziran ayında alacakları zamma rağmen artmayıp azalacağını ifade etti. Genel Başkan İsmail Koncuk, “Ülkede daha adil bir gelir dağılımı sağlamanın en önemli yolu vergi sistemidir. Herkesten kazancı ile orantılı olarak doğrudan vergi toplanması gerekirken, harcamalar üzerinden toplanan dolaylı vergiye ağırlık verildiği için, bir çalışan elde ettiği gelirin üçte birini vergi yoluyla tekrar devlete iade ediyor. Bu oran ticaretle uğraşanlarda onda bir bile değil… Hal böyle olunca da vergi toplamanın en kolay yolu olan kaynağından vergi kesmek suretiyle bütün yük kayıtlı çalışanlar üzerine biniyor. Bu durum da gelir dağılımında büyük bir adaletsizlik yaratıyor. Vergi sisteminde yaşadığımız bu adaletsizlik nedeniyle Türkiye OECD ülkeleri içinde en yüksek gelirli kesimle en düşük gelirli kesim arasındaki farkın ne büyük olduğu ülkelerin başında geliyor. Bu mağduriyetin giderilmesi için ya her yıl maaş zamlarını vergi adaletsizliğini de hesaba katarak belirlemek ya da çalışanlar için farklı bir gelir vergisi tarifesi belirlemek gerekiyor.” dedi. 22 23 “TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK KURUMU KANUNU” YÜRÜRLÜĞE GİRDİ SENDİKAL AYIRIM YAPAN ZORBALAR YANACAK! KONCUK: AYRIMCILIK YAPANLARI TEK TEK TESPİT EDECEK VE BU KANUN KAPSAMINDA YASAL İŞLEM BAŞLATACAĞIZ Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu”na ilişkin değerlendirme yapan Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, kanunun son derece büyük önem arz ettiğini belirterek, işlerliği noktasında takipçisi olacaklarını belirtti. Kanunun 5. Maddesinin 4, fıkrasında; “Dernek Vakıf, Sendika, Siyasi parti ve meslek örgütlerine, ilgili mevzuatlarında veya tüzüklerinde belirtilen istisnalar dışında üye olma, organlarına seçilme, üyelik imkanlarından yararlanma, üyeliğin sonlandırılması ve bunların faaliyetlerine katılma ve yararlanma bakımından hiç kimse aleyhine ayrım yapılamaz.” Hükmüne yer verilirken, toplu özgürlükler arasında yer alan sendika özgürlüğü ihlaline ilişkin ihlallerde kapsama alındı. Koncuk, “Bu kanun önemli bir kanun olmakla birlikte ne derece işlerlik kazanacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ayrımcılık yapanları sendika olarak tek tek tespit ederek haklarında her türlü yasal işlemi başlatacağız. Bu konuda tüm teşkilatlarımızın ayrımcılık yapanları delilleri ile birlikte tespit etmesi önemlidir. Kanunun, özellikle son yıllarda gayri ahlaki yöntemlerle barışın tamamen bozulduğu çalışma hayatımıza yeni bir umut olmasını temenni ediyorum” dedi. Bu kapsamda, 4688 sayılı kanunun 18. Maddesi kapsamında sendika şube yöneticilerinin, işyeri sendika temsilcilerinin, sendika işyeri temsilcilerinin sırf sendika üyesi olmaları nedeniyle, maruz kaldıkları yer değiştirme işlemleri, sendikal baskı olarak nitelendirilecek sendika üyeliğine veya istifaya zorlama, bu kapsamda mobbing boyutuna kadar giden uygulamalar, sendikal faaliyetlere katılmadan dolayı disiplin cezası ile karşı karşıya bırakılmalar, 4688 sayılı kanun ve ilgili tüm mevzuatta yer alan hakların kullanılmasına engel olan hususların tamamı kanun kapsamına girmiştir. “KAMU KURUM VE KURULUŞLARI SENDİKAL AYRIMCILIK YAPAMAYACAK, AYRI TUTAN AYRIMCILIK TALİMATI VERENLER MÜEYYİDEYE TABİ TUTULACAK” Ayrıca; Kanunun tanımlar kısmında açıkça ifade edildiği üzere; ayrı, tutan ayrımcılık talimatı veren, sendikal ayrımcılıkla açıklanabilecek çoklu ayrımcılık tanımları yapılırken, bu tanımlarla örtüştüğü şekilde sendikal ayrımcılık yapan talimat vermeye yetkili kişilerde kanun kapsamında sorumlu olacaklardır. 24 TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK KURUMUNA BAŞVURULAR NASIL YAPILACAK? Başvuru hakkı ayrımcılığa maruz kalan gerçek ve tüzel kişiliğe tanınmıştır. Başvuru için herhangi bir ücret alınmayacaktır. Başvurular kurumun yanı sıra illerde Valilikler, ilçelerde ise Kaymakamlıklar vasıtası ile yapılabilecektir. TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VE EŞİTLİK KURUMUNA BAŞVURU SÜRECİ NASIL İŞLEYECEKTİR? 6701 sayılı “Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu” 20 Nisan 2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yürürlüğe giren kanunla birlikte, temel hak ve özgürlükler kapsamında sendikal hakların korunması, geliştirilmesi de kanun bakımından zorunlu olarak kapsama alındı. Ayrıca, geniş bir alanı ilgilendiren temel hak ve özgürlüklerin korunması, geliştirilmesi amacıyla kurumsal bir yapı öngörülürken, bu kurumsal yapının işleyişinde, temel insan hak özgürlükleri kapsamında hukuki ve idari bakımdan kamu idaresi, özel ayrımı yapılmaksızın ihlallerin izlenmesi, müeyyideye bağlanması, yargı kararına bağlanmış hususlarda, sonuçların izlenmesi amaçlanıyor. Kurumun re’sen tespit ettiği hususlar dışında, ilgililer öncelikli olarak ihlal gördükleri hususun düzeltilmesini ilgili taraftan talep edecek, talebin red edilmesi veya otuz gün içerisinde cevap verilmemesi halinde kuruma başvuru yapabilecektir. Ancak; telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ihtimali halinde, ihlali yapan ilgiliye başvuru yapılmaksızın doğrudan kuruma başvurular kabul edilecek, Dava açma süresinde Kuruma yapılan başvurular işlemeye başlayan dava süresini durduracaktır. Kurul başvuru ve resen inceleme kararı tarihinden itibaren 3 ay içerisinde başvuruyu sonuçlandıracak, tüm kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerden bilgi, belge isteme, inceleme yapma, yazılı ve sözlü bilgi alma hakkına sahip olacak, incelemelerinde bilirkişi görevlendirecek, tanık dinleyebilecektir. BAŞVURULAR HANGİ TARİHTEN İTİBAREN YAPILMAYA BAŞLANACAKTIR? Kanunun 19. Maddesinin dokuzuncu fıkrasında “işleme konulmayacak başvurular ve gerekçeli kabul edilmezlik kararları ile başvuruya ilişkin usul ve esasların yönetmelikle düzenleneceği hükme bağlanmıştır. Geçici 1. Maddeye göre; kanunun uygulamasını gösteren yönetmelikler Kurulun ilk toplantısını yaptığı tarihten itibaren altı ay içerisinde yürürlüğe girecek, kuruma başvurularda yönetmeliğin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren alınacaktır. Yönetmelik henüz söz konusu değildir. Bu nedenle başvuru süreci şu an için başlamamıştır.Kanunun Geneli itibariyle dikkati çeken hususlar aşağıdaki gibidir. 1-Kanunun temel amacı; insan onurunu temel alarak 25 insan haklarının korunması ve geliştirilmesi, hukuken korunmuş temek hak ve hürriyetlerden yararlanmada ayrımcılığı önleme ve eşitliği sağlamak amacıyla Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’nun kurulması, teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesidir. 2- Kanun 3. Maddesi ile her türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır. Ayrımcılık yasağının ihlali halinde kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ihlali sona erdirecek, tekrarına engel olacak adli ve idari yoldan takibini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlü olacaklardır. 3- Kanunun 5. Maddesi ile ayrımcılık yasağının kapsamı düzenlenmiş, kamu hizmeti alanlar aleyhine ayrımcılık yapılmayacağı esasa bağlanmıştır. Yine 5. Maddenin 4. fıkrasında; “ Dernek Vakıf, Sendika, Siyasi parti ve meslek örgütlerine, ilgili mevzuatlarında veya tüzüklerinde belirtilen istisnalar dışında üye olma, organlarına seçilme, üyelik imkanlarından yararlanma, üyeliğin sonlandırılması ve bunların faaliyetlerine katılma ve yararlanma bakımından hiç kimse aleyhine ayrım yapılamaz. İfadesine yer verilmiştir. 4- Kanunun 9. Maddesinde kurumun görevleri sayılmıştır. C) bendinde Milli eğitim müfredatında bulunan insan hakları ve ayrımcılık yasağıyla ilgili bölümlerin hazırlanmasına katkıda bulunmak ibaresi yer almaktadır. 5- Kurulun yapısı kanunun 10. Maddesinde düzenlenmiştir. Kurul biri Başkan biri ikinci Başkan olmak üzere on bir üyeden oluşacak, kurulun sekiz üyesi Bakanlar Kurulu, üç üyesi ise Cumhurbaşkanınca seçilecektir. Kurul üyeleri; yaş şartı dışında 657 sayılı kanunun 48. Maddesinde memurluğa giriş için sayılan şartları taşıyacak ve dört yıllık fakülte mezunu olacak, görevleri ile ilgili konuda en az on yıl çalışmış olacaktır. Bakanlar Kurulu bir üyeyi Yüksek öğretim Kurulu tarafından insan hakları alanında çalışan iki aday arasından, kalan diğer yedi üyeyi ise, insan hakları alanında çalışma yapan svil toplum kuruluşları, sendikalar, sosyal ve mesleki kuruluşlar, akademisyenler, avukatlar, görsel ve yazılı basın mensupları, alan uzmanlarının göstereceği adaylar arasından veya adaylık başvurusu yapanlar arasından belirlenecektir. Kurul üyesi olmak için gereken şartlar 4. Madde de sayılmıştır. Kurulun görev süresi 4 yıldır. İki dönem görev yapan üyeler bir dönem geçmeden aday olmayacaklardır. Üyeler kurulda görev yaptıkları sürece önceki görevleri ile ilişkileri kesilecektir. Bakanlar Kurulunca ilk yapılacak seçimde seçilecek üyelere dair başvurular ve aday bildirimleri Başbakanlığa yapılacak ve konuya ilişkin hususlar Başbakanlıkça ilan edilecektir. 6- Kurulun görev ve yetkileri içerisinde; insan hakları ve ayrımcılık yasağı ihlallerine ilişkin yargı kararlarının uygulanmasına ilişkin sorunları izlemek ve değerlendirmek, Görev alanıyla ilgili olarak yargı organlarına, kamu kurum ve kuruluşlarına ve ilgili kişilere talepleri halinde görüş bildirmekte sayılmıştır. 7- Ayrımcılık yasağından zarar gören; gerçek ve tüzel kişiye Kuruma başvuru hakkı tanınmıştır. Başvurular Valilikler, ilçelerde Kaymakamlıklar vasıtasıyla yapılabilecek ve başvurularda herhangi bir ücret alınmayacaktır. İlgililer öncelikle kanuna aykırılığı iddia edilen hususun düzeltilmesini, ilgili taraftan talep edecek, talebin red edilmesi veya otuz gün içerisinde cevap verilmemesi halinde Kuruma başvuru yapabilecektir. Ancak; telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ihtimali halinde, doğrudan kuruma başvurular kabul edilecektir. Dava açma süresinde Kuruma yapılan başvurular işlemeye başlayan dava süresini durduracaktır. 8- Kurul başvuru ve resen inceleme kararı tarihinden itibaren 3 ay içerisinde başvuruyu sonuçlandıracak, tüm kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerden bilgi, belge isteme, inceleme yapma, yazılı ve sözlü bilgi alma hakkına sahip olacak, incelemelerinde bilirkişi görevlendirecek, tanık dinleyebilecektir. 9- Kanun kapsamında ayrımcılık yasağıyla ilgili konularda sorunlara çözüm önerilerini tartışmak, görüş alışverişinde bulunmak üzere; kamu kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri, sendikalar, ilgili diğer kişilerin katılımıyla, istişare komisyonları kurulacak ve istişare toplantıları yapılacaktır. 10- Ayrımcılık yasağının ihlali halinde, ihlalin etki ve sonuçlarının ağırlığına göre; ilgililere bin Türk Lirasından on beş bin Türk Lirasına kadar idari para cezası uygulanacak, idari para cezası bir defaya mahsus olmak üzere uyarma cezasına dönüştürülebilecek, ancak tekrarı halinde ceza yüzde elli arttırılacaktır. İdari para cezasının kamu kurumu veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında uygulanması halinde, ilgili para cezası kusuru olan görevliye rücu ettirilecektir. UNUTTURULAN 2. ÇANAKKALE: 26 KUT’ÜL AMARE ZAFERİ Yusuf Ziya Erarslan Gazeteci-Yazar Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkansızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra İngilizlere karşı kazandığı ve bir tümeni bütün personeli ile birlikte esir aldığı eşsiz bir zafer… 27 Alman Prof. Naumark’ın dediği gibi: ‘’Tarihten Türkler çıkartılırsa tarih diye bir şey kalmaz.’’ Binlerce yıllık geçmişe dayanan Türk tarihi büyük acılara, soykırımlara, dramlara ve elbette daha çok büyük zaferlere sahne olmuştur. Her zafer mühimdir, kutsaldır ama bazıları var ki, okudukça okuyasınız gelir. Aradan asırlar geçse de efsanesi dilden dile dolaşır. Mesela Malazgirt, Fatih’in İstanbul’u fethi, Timur’un Hindistan gazası ve Çanakkale ilk akla gelenler… ve daha niceleri… Ama öyle bir muhteşem zafer daha var ki; aman Allah’ım… Kut Zaferi… Yani Kut’ül Amare Savaşı… Çanakkale’de esaslı bir Osmanlı tokadı yiyen İngilizlerin 1 yıl sonra (1916) bu kez Irak-Basra’da tarihi bir hezimet yaşadığı kutlu zafer Kut’ül Amare… 1.Dünya Savaşı’nda kazandığımız iki büyük zafer; Çanakkale ve Kut’ül Amare… Diyeceksiniz ki ‘’Çanakkale’yi ne kadar biliyor-unutmuyoruz ki, Kut’ül Amare’yi bilelim, unutmayalım!’’ Haklısınız… Çanakkale’yi bile unutmuştuk birkaç yıl öncesine kadar… Anzaklar sağ olsun, bıkıp üşenmeden dünyanın öbür ucundan her 25 Nisan’da gelip zafer ayinleri yaptıkları için utandık da Çanakkale Zaferi, Çanakkale Şehitleri için bir şeyler yapmaya başladık. Ama 100. Sene-i devriyesinde Kut için daha henüz onu bile yapmadık. Bu ayıp bize yeter! Gelelim bu muhteşem zafere… Kut’ül Amare’ye… Kut’ta 10.000 Mehmetçik uçmağa vardı ama kanları yerde kalmadı. Şımarık Türk düşmanı İngilizler 40.000 kayıp vermelerinin dışında 13 bin 300 askeri ile Türk birliklerine teslim oldu. Ağır silahlarla donatılmış, üstelik Hintli askerlerle takviye edilmiş koca bir İngiliz Tümeni’nin dörtte üçü yok edildi, geri kalanı silahlarıyla birlikte teslim olmak zorunda kaldı. Emperyalist İngilizler için utanç verici bir durumdu bu. Unutmak-unutturmak istediler bu utancı… Ve sanırım bunda başarılı da oldular. Kut’ül Amare Zaferi, bu zaferin başbuğu ve daha sonra ‘Kut’ soyadını alan Halil Paşa ve Basra Körfezi’nde kahramanca cenk eden yiğit alpler pek bilinmez! Bu savaşı ders kitaplarında bulamazsınız! Ne zafer kutlaması ne de 10.000 şehidimiz için anma töreni yapılmadı şimdiye kadar ne hikmetse! İngilizler unuttu, bize de unutturdular! Kendi tarihlerinden, hafızalarından çıkarıp attılar. Ama dünya tarihinden ve Türk tarihinden söküp atamayacaklar. Unutmadık, unutmayacağız Allah’ın izniyle… Türkler, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da olduğu gibi ‘Mevzu bahis vatansa gerisi teferruattır’ veciz sözünü Kut’ül Amare’de de dimağlara nakşetmişlerdi… Ve Halil Paşa (Halil Kut Paşa) zafer sonrası ordusuna yayınladığı bildirisinde şöyle demiştir: ‘’Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.’’ Ve Halil Paşa o bildirisinde şu sözleriyle Kut’ül Amare Zaferinin ‘unutulmamasını’ istemiştir: ‘’Bugüne Kut Bayramı namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Sühedamız, hayatı ulyatta, semevatta kızıl kanlarla pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban olsunlar.” 28 KUT-ÜL AMARE ZAFERİ VE DETAYLARI Aydın Ayhan ‘’ 1. Dünya Savaşı’nda Unutturulan Kutü’l Ammare Zaferi’’ başlıklı çalışmasında Kut’ül Amare Savaşını şöyle anlatıyor: İngilizler’in “Mezopotamya Seferi” adı verdikleri Irak Cephe’si, Hindistan’ın Bombay şehrinden hareket eden, İngiliz ve Hintli birliklerden oluşan kuvvetlerin 15 Ekim 1914’te Bahreyn ve 21 Kasım 1914’te Basra Körfezi’ndeki Fav Yarımadası’ndan başlayarak Irak Basra’yı işgali ile açıldı. Bu bölgede askeri gücü oldukça zayıf olan Osmanlı kuvvetleri işgale karşı direnemediler. Basra’yı geri almak üzere, Binbaşılıktan Yarbaylığa terfi ettirilen Süleyman Askerî Bey cephe komutanlığına atandı. Yerli Araplar ve gönüllülerden topladığı kuvvetlerle Şuayyibe’de İngilizlere karşı taarruza geçen Süleyman Bey, 3 gün süren savaşın sonucunda yenilgiye uğradı. Bu savaşta bacağından yaralanan Süleyman Askerî Bey, gözlerinin önünde kendi yetiştirdiği gencecik vatan evlatlarının şakır şakır öldüğünü görüp, üzüntüden Bercisiye koruluğu yakınlarında intihar etti. Artık önemli bir direnişle karşılaşmayacağına inanan İngilizler, Basra vilayetindeki önemli stratejik mevkileri ele geçirerek buradaki durumlarını sağlamlaştırmayı ve Bağdat’a İlerlemeyi hedefliyorlardı. Gerçekten de fazla bir direnişle karşılaşmadan önce Kurna’yi daha sonra da Amare’yi işgal ettiler. Ardından Kûtü’l-Amare’ye hareket ettiler. Albay Nurettin Bey tarafından olağanüstü azim ve kararlılıkla savunulan Kûtü’l- Amare, savaş malzemesi eksikliği ve kuvvet yetersizliğinden fazla dayanamayarak 25 Eylül 1915’te düştü. Kütü’1-Amare kaybedilmesi Bağdat’ı büyük bir tehlikeye fazla bir engel kalmamıştı. İngilizler Bağdat’a oldukça yaklaşmışlar, yolları üzerinde mağlup Osmanlı kuvvetleri düzgün bir şekilde Selmanipak’a çekilerek burada bulunan hazır mevzilere yerleşip, savunma önlemleri aldılar. 4 AY 23 GÜN SÜREN KUŞATMA 23 Kasım 1915’te Selmanipak’a taarruz eden İngilizler şiddetli bir direnişle karşılaş’tılar. İngilizler, Osmanlı kuvvetlerinin karşı taarruzu sonucu 4.500 kişi civarında kayıp vererek 25 Kasım’da Kûtü’1-Amare’ye doğru çekildiler. Burada hızla sıkı bir kuşatma altına alındılar. 1914 sonlarında Irak’a asker çıkaran İngiliz ve Hint askerleri, General John Nixon ve General Charles Townshend komutasında 1915 sonbaharında Bağdat’a doğru yürüyüşe geçti. Albay Nureddin Bey ( Nureddin Paşa) 27 Eylül 1915’te İngilizleri Kut önünde karşıladı. İlk önce Bağdat’ın 30 km güneyine kadar çekilen Türk ordusu, İngilizleri püskürttü ve General Townshend etrafı Dicle nehri ile çevrili Kut yarımadasında kuşatıldı. Nureddin Bey’in yerine Irak komutanlığına getirilen 52. Tümen Komutanı Halil Paşa kumandasındaki kuşatmayı yarmak için Basra’daki İngiliz genel karargahının yaptığı üç taarruz da büyük kayıplar ve fiyaskoyla sonuçlandı. Kut-ül Amare’de İngiliz birliklerinin komutanı General Townshend de diğer dörtgeneral ile birlikte esir alınmıştı İngiltere, General Aylmer komutasındaki birliklerin başarısız olan birinci taarruzun ardından Irak cephe komutanı J. Nixon’ı azledip Percival Lake’i bu göreve getirdi; ancak yeni komutan da kuşatmadaki birliklerini kurtaramadı. Çaresiz kalan İngilizler, savaşa birlikte girdikleri Rusya’dan yardım istedi. O dönemde İran’ın Kirmenşah bölgesini işgal etmiş olan Rus kuvvetlerinin komutanı Baratov’un Kut üzerine yaptığı saldırı da sonuçsuz kaldı. Kurtuluş ümidi kalmayan, erzak ve cephane sıkıntısı çeken General Townshend, Halil Paşa’ya 26 Nisan’da mektup yazarak Kut’u teslim etmeye hazır olduklarını bildirdi. Halil Paşa ise birlik, silah ve cephaneleri teslim etmesi şartıyla istediği yere gidebileceği cevabını verdi. Townshend ise tüm silah ve cephanesini yok ettirerek 29 Nisan 1916’da teslim oldu. 40 BİN KAYIP VERDİLER Yaklaşık 5 ay süren kuşatmanın ardından, 13 general, 481 subay ve 7 bini Hintli 13 bin 300 İngiliz askeri Türk birliklerine teslim oldu. Tarihe Kut ül Amare zaferi olarak geçen savaşlar sırasında İngilizler 40 bin kayıp ve esir verirken Türk birlikleri ise 25 bin askerini kaybetti. Kut ül Amare savaşı sırasında Türk birlikleri sınırlı sayıda uçakla önemli görevler yaptı. Keşif görevleri yapan Türk uçakları bir taraftan da düşman hedeflerini bombardıman etti. 26 Nisan 1916’da Kut ül Amare’deki İngiliz kuvvetlerine erzak yardımına çalışan bir İngiliz uçağı da Türk avcı uçağı tarafından düşürüldü. Ancak kazanılan bu tarihi zafere rağmen savaşın genelinde mağlup olan Türk ordusu, takviye edilen İngilizlerin bölgeyi Şubat 1917’de işgal etmesine engel olamadı. Irak’ın güneyine 1914 sonlarında çıkarma yapan İngilizler, ancak Mart 1917’de Bağdat’a ulaşarak kenti işgal etti. Halil Paşa zafer sonrası ordusuna yayınladığı bildirisinde şöyle demiştir: 29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emri… ORDUMA ..! Arslanlar!.. 29 1. Bugün Türkler’e şerefü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında sühedamızın ruhları şadü handan pervaz ederken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. 2. Bize ikiyüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a hamd-ü şükür eylerim. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir. 3. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve on bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kut’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. 4. Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. 5. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz. 6. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin parlak bir başlangıcıdır. 7. Bugüne KUT BAYRAMI namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Sühedamız, hayatı ulyatta, semevatta kızıl kanlarla pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban olsunlar. Mirliva Halil Altıncı Ordu Komutanı 24 / 04 / 1916 HALİL KUT PAŞA KİMDİR? Halil (Kut) Paşa (1882 1957) Enver Paşa’nın ondan iki yaş büyük amcası. “Kut’ül Amare Kahramanı” olarak bilinir. 1882’de İstanbul’da doğdu. Harp Akademisi’nde Mustafa Kemal ile aynı sınıfta okudu. İttihat ve Terakki Fırkası’na girdi. I. Dünya Savaşı’nda Kut’ül Amere cephesinde General Townshend komutasındaki İngiliz kuvvetlerini esir aldı. Ardından Irak askerî valiliğine getirildi. Goltz Paşa’nın ölümü üzerine 6. Ordu komutanlığına atandı. Mondros Mütarekesi’nin ardından İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Diğer İttihaçılarla birlikte Bekirağa Bölüğü’ne kapatıldıysa da Yahya Kaptan tarafından kaçırıldı. Sivas’a giderek Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal ile görüştü. Buradan Azerbaycan’a giderek Enver Paşa ve kardeşi Nuri Paşa ile buluştu. Kurdukları İslam Ordusu’yla Ermeniler’e karşı savaştı. Bu arada Ankara Hükümeti adına Moskova yönetimi ile görüştü. Sovyetler’in Ankara Hükümetine gönderdiği külçe altınları getirdi. Ankara Hükümeti’nin Türkiye’de oturmasına izin vermemesi üzerine Moskova’ya döndü.(1921) Enver Paşa, Türkistan’da Sovyet yönetimine karşı savaş başlatınca, Halil Paşa Rusya’yı terk ederek Almanya’ya gitti (1922). Kurtuluş Savaşı’ndan sonra hükümetin izniyle İstanbul’a yerleşti. 1957’de İstanbul’da vefat etti. Anıları, “Kut’ül Amare Kahramanı Halil Paşa’nın Anıları: Bitmeyen Savaş” adıyla 1972’de yayımlandı. 30 Dünyanın ilk kadın hükümdarı; TOMRİS HATUN 13 bin kişilik ordu ile 100 bin kişilik Pers ordusunu yerle bir eden Türk kadın başbuğ… Tomris hatun ve destan milattan önce 6. yy'da yaşayan İskit-Saka hükümdarıdır. Türkleri tek bir çatı altında toplayıp Turan Birliği'ni sağlayan Alp Er Tunga'nın torunudur. Ayrıca tarihte bilinen ilk kadın hükümdardır. Tomris Hatun döneminde Saka Devleti kendi tarihinin en parlak dönemini yaşamıştır. Tomris Hatun, bölgedeki hakimiyeti sağlamış fakat bu hiç kolay olmamıştır. Güneylerinde bulunan Pers İmparatorluğu ile amansız mücadelelerde bulunmuş, gerçekleştirdiği mücadelelerden en ünlüsü ise Pers İmparatoru Kiros ile verdiği mücadelelerdi. İmparator Kiros sürekli olarak Saka Devleti topraklarına akınlar düzenliyor ve Saka halkına büyük kayıplar yaşatıyor. Saka Türkleri ise imparator ile mücadeleye girmeden önce daha iyi bir ortamda savaşabilmek için geri çekiliyorlardı. Bu durumdan sıkılan Kiros, Tomris Hatun'a bir elçi gönderir ve devletinin kendine bağlanmasını ayrıca kendisi ile evlenmesini ister. Bunun sonucunda ise Tomris Hatun ve devleti ile uğraşmayacağını belirtir. Tomris Hatun, Kiros'un bu isteğini reddeder ve Kiros yüzlerce fil, savaş için eğitilmiş binlerce köpek ve 100.000 kişiyi aşan büyük bir ordu toplayarak Saka Devleti'ne saldırır. 31 Tomris Hatun ise 9.000'i kadından oluşan 13.000 kişilik ordusunu toplar ve uygun bir bölgede Kiros'u beklemeye başlar. Kiros ordusunu Tomris'in bir kaç km ötesinde mevziler ve plan yapmaya koyulur. Kiros önce, Tomris’in oğlunun emri altındaki Türk öncü kuvvetiyle karşılaştı ve onları bozguna uğrattı. Tomris’in oğlu düşmana yenilmenin verdiği yasla kendi kendini öldürdü. Bu savaşı kazanan ve gözleri dönmüş olan Kirus, Türk Hakanı Tomris Hatun’un da üzerine yürüdü. Türklerle, İranlıları bir kere daha karşı karşıya getiren bu savaş, pek kanlı oldu. Önce her iki taraf birbirlerine ok atmaya başladılar. Bu oklaşmalar öyle şiddetli oldu ki, iki taraftan yaralanmayan hemen hiç kimse kalmadı. Böylece gayet kanlı bir başlangıçtan sonra, ordular mızrak ve kılıçlarla göğüs göğüse geldiler. Türklerin kadın başbuğu ile İranlıların erkek hükümdarının idare ettiği bu müthiş savaşın sonu çabuk geldi. Her vuruşmada olduğu gibi, bunda da zafer kartalı, kahramanlık, askerlik kabiliyeti ve zekada üstün olan tarafın esiri oldu. Savaşı Türkler kazanmıştı. Yüce Türk Hakanı Tomris Hatun hem milletinin ve yurdunun mukaddes sevgisiyle ve hem de savaşta yenildiği için hayatına kıymış olan sevgili oğlunun, gönlüne saldığı büyük acı ile dövüşmüştü ve başardığı bu kahramanca dövüşle, İran ordusunun büyük kısmını cansız olarak yere sermiş olmakla beraber Kirus’u da öldürmüştü. Alp Er Tunga'nın torunu Türk hükümdarı Tomris Hatun Dedesi Alp Er Tunga'yı zehirlemiş olan, İranlılardan öcünü Tomris Hatun aldı. Tarih içinde İskitler olarak yer bulan, Saka Türklerinin ününü Asya'ya saldı. Tomris Hatun Turan ülküsünü hakim kıldı, Türk töresi hükmünce devlet görevi aldı. Gelip Saka Türklerinin hükümdarı oldu, İran'a sefer eyleyerek Perslere daldı. Güçlü bir memleket için mücadele verdi, Savaşta düşmanları hiç acımadan vurdu. Çinden gelecek saldırılara karşı durdu, Ülkeyi korumayı en büyük görev bildi. Türkün düşmanına Asena gibi dalarak, Ünlendi İran'ın bir çok yerini alarak. Erkek gibi güçlü yiğit bir kadın olarak, Yıllar yılı Acem ülkesine korku saldı. Kirus hayatında çok kan akıtmış bir hükümdardı. Bunun için, kahraman Türk kadını Tomris, bu kan akıtıcı adama, dünyaya ibret teşkil edecek bir muamelede bulundu ve Kirus’un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak “Hayatında kan içmeğe doymamıştın, şimdi, doya, doya iç!” dedi. Yusuf karar verdiği zaman yoldan dönmedi, Onun zamanında hiç bayrak yere inmedi. O düşman askerlerinden asla çekinmedi, Erkeklere karşı erkek gibi kılıç çaldı. Bu hadise yüz yıllarca dünya milletlerinin dillerinde söylendi durdu ve bugüne kadar ulaştı. Yusuf Tuna 32 Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı, dünyanın ilk kadın savaş pilotu, vatan ve millet sevdalısı Türk kadını…. SABiHA GÖKÇEN 33 Sabiha Gökçen (22 Mart 1913-Bursa – 22 Mart 2001 Ankara) Türkiye'nin ilk kadın pilotlarından birisidir ve dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotudur. Mustafa Kemal Atatürk’ün sekiz manevî evladından birisi idi. Uçuş kariyeri boyunca 8.000 saat civarı uçuş gerçekleştirdi; bunlardan otuz ikisi muharebe görevi idi. Adı, Sabiha Gökçen Uluslararası Havaalanı'na verilmiştir. Bursa Vilayet Başkatibi olan Hafız Mustafa İzzet Bey ile Hayriye Hanım’ın kızları Sabiha, 22 Mart 1913'te Bursa'da dünyaya geldi. Edirne Defterdarı olan babası Hafız İzzet Bey, Bursa'ya sürülmüştü. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden ve ağabeyi Neşet tarafından büyütülen Sabiha, 1925'te henüz 12 yaşındayken Bursa ziyareti sırasında evlerinin yakınındaki Hünkar Köşkü’nde konaklayan dönemin cumhurbaşkanı Atatürk’e ulaşmayı ve okumak istediğini iletmeyi başarmıştı. Atatürk, ağabeyinden izin alarak, zor şartlar altında yaşayan Sabiha'yı evlat edindi ve Ankara’ya götürdü. Sabiha, Çankaya İlkokulu, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji ve Üsküdar Amerikan Lisesi’nde eğitim gördü. Rahatsızlığı nedeniyle öğrenimini yarıda kesip Heybeliada ve Viyana’da tedavi gördü. Bir süre Fransızcasını ilerletmek amacıyla Paris’te bulundu. 1934'te Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra Mustafa Kemal Sabiha'ya Gökçen soyadını verdi. Havacılık kariyeri Sabiha Gökçen, 1935'te Türkkuşu'nun açılış töreninde yapılan planör gösterilerinden etkilenerek havacılığa ilgi duydu. Atatürk’ün de destek vermesi ile 1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girdi, Ankara'da yüksek planörcülük brövelerini aldı. 34 “Beni çok mutlu ettin… Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim… Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın… Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır, tahmin edersin değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir’deki Tayyare Mektebi’ne göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin ” O yıllarda kızlar askerî okullara alınmadığı için özel bir üniforma giydirilerek Eskişehir Uçuş Okulu’nda, 1936-1937 döneminde 11 ay boyunca özel eğitim aldı. Bu eğitim sırasında kendisine ilkokul öğretmeni Nüveyre Uyguç eşlik etti. Gökçen, brövesini aldıktan sonra Eskişehir’deki 1. Hava Alayı’nda altı ay görev yaptı, bu sırada Trakya ve Ege manevralarına katıldı. Hatay Sorunu ile ilgili çıkışı 1937'de Fransa'nın, Hatay'ı Suriye'ye devretmeye hazırlandığı yolundaki haberler, Ankara'da sert tepkiyle karşılandı. Mustafa belgeselinde Can Dündar'ın iddia ettiğine göre, Atatürk'ün emriyle Üniformasını giyen Sabiha Gökçen Fransız elçisinin önünde havaya üç el ateş etti ve "Hatay'ın vatana katılması için gerekirse silahlanırız" dedi. Olay sonunda yine Atatürk'ün emriyle tutuklanan ve mahkemeye çıkan ve yasa gereği bir gün hapis yatan Sabiha Gökçen'in çıkışı sayesinde Atatürk’ün planı tutmuş ve Fransızlara gözdağı verilmiş, kararlılık gösterilmiştir. Balkan Turu Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Kırım'a gönderilerek altı aylık yüksek planörcülük eğitimini Koktebel Yüksek Planör Okulu'nda tamamladı. Moskova'ya motorlu uçak okuluna gitmeyi planlıyordu. Ancak manevi kız kardeşi Zehra'nın ölüm haberini alınca bu düşünceden vazgeçerek ülkesine döndü. Bir süre dünyaya küsen Sabiha, Atatürk'ün ısrarları ile yeniden çalışmalara başladı. Eskişehir Havacılık Okulu’nda Savmi Uçan ve Muhittin Bey’den özel uçuş eğitimi aldı. 25 Şubat 1936'da ilk defa motorlu uçak ile uçmaya başladı. Gökçen'in, uçuş eğitimde gösterdiği başarılardan dolayı, Atatürk kendisine şunları söyledi: 1938'de uçağıyla 5 gün süren Balkan Turu yapan Gökçen’in ünü bu turla dünyaya yayıldı. Ankara'da bulunan Balkan Paktı heyeti üyelerinin Sabiha Gökçen ile tanıştıktan sonra kendisine uçakla başkentlerine gelmeyi önermeleri üzerine bu tur fikri doğmuştu. Gökçen, Atatürk'ün arzusu üzerine bu turu yanına bir makinist dahi almadan, tek başına gerçekleştirdi. Vultee tipi bir uçakla İstanbul'dan havalandıktan sonra Atina'ya ardından Sofya ve Belgrad'a gitti. Kendisine Yugoslav Genel Kurmay Başkanı tarafından "Beyaz Kartal" nişanı verildi. İstek üzerine Bükreş'te bir gösteri uçuşu yaptıktan sonra 6. gün olan 22 Haziran'da İstanbul'a döndü. Bu Balkan turu, basının büyük ilgisini uyandırmış, her yerde göklerin kızı olarak anılmasına neden olmuştur. 35 Son uçuşu 1953 ve 1959'da davet edildiği ABD'ye Türk toplumu ve Türk kadınını tanıtmak amacıyla giden Gökçen için büyük bir Amerika turu düzenlenmiştir. Son uçuşunu 1996'da 83 yaşında iken Fransız pilot Daniel Acton eşliğinde Falcon 2000 uçağıyla yapmıştır. "Dünya tarihine adını yazdıran 20 havacı" arasına katılışı 1996'da havacılık kariyerinin en büyük ödülünü almıştır. Amerikan Hava Kurmay Koleji'nin mezuniyet töreni için düzenlenen Kartallar Toplantısının onur konuğu olarak katıldığı Maxwell Hava Üssü'ndeki törende "dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan biri" seçildi. Bu ödüle layık görülen ilk ve tek kadın havacı oldu. Ölümü Sabiha Gökçen 2001 yılında, tam doğum gününde (22 Mart) Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde öldü. Öldüğünde 88 yaşında idi. Aldığı ödül ve madalyalar • THK'nın bir numaralı Övünç (Murassa) Madalyası ve beratı. • Yugoslav Ordusunun en büyük nişanı olan Beyaz Kartal Nişanı ve ordu brövesi. • Romanya Ordusu Havacılık Brövesi. • Trakya ve Ege Manevraları'ndan dolayı verilen hatıra madalyalar. Atatürk'ün ölümünden sonraki dönem Manevi babası Atatürk öldükten sonra hayatını yeniden düzene sokan Gökçen, kadınların orduda görev yapmasına ilişkin yasa çıkmadığı için ordudan ayrıldı ve Türkkuşu Uçuş Okulu'na başöğretmen tayin edildi. 1955'e kadar bu görevini başarıyla sürdürdü. Türk Hava Kurumu yönetim kurulu üyesi oldu. Hayatı boyunca toplam 22 değişik hafif bombardıman ve akrobatik uçakla uçmuştu. Gökçen, 1940 yılında Hava Okulu’nda askerî coğrafya ve topoğrafya öğretmeni Üsteğmen Kemal Esiner ile evlenmiş ve eşine kendi soyadını vermiş; ancak üç yıl sonra, 12 Ocak 1943’de eşini kaybetmiştir. • Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı kazanmasının 50. yılında TBMM'deki törende verilen mesleklerinde öncü kadınlar plaketi. • Selçuk Üniversitesi'nin fahri doktorluk payesi. • THK tarafından 1989'da verilen altın madalya. • 1991'de Uluslararası Havacılık Federasyonu'nun havacılığın bütün dallarında üstün başarı gösteren havacılara verdiği FAI altın madalyası. • 1996'da ABD'nin Maxwell Hava Üssü'ndeki törende "dünya tarihine adını yazdıran 20 havacıdan biri" ünvanı. • Ordu, çeşitli dernek ve kuruluşların verdiği 28 adet plaket. 36 Belçika’da bir Türk aşığı köy: Faymonville TÜRK DEĞİLLER AMA KENDİLERİNİ TÜRK HİSSEDİYORLAR Bine yakın insanın yaşadığı bu köyün meydanında Türk bayrağı dalgalanıyor, köyün tek oteli “Le Vieux (Eski) Sultan” ismini taşıyor, köyün tek futbol takımının adı ise RFC Turkania (Genç Türkler Birliği). Belediye binasının duvarındaki Türk arması ve içeri girince duvarda asılı duran Atatürk resmi gözlerden kaçmıyor. 37 Yaklaşık 100 haneden oluşan ve bin kişinin yaşadığı Faymonville köyünün her köşesinde bir Türk bayrağı görmek mümkün. Türk bayrağını taşımakla yetinmeyen köylüler fes gibi aksesuarlar kullanarak Türklere daha da çok benzemeye çalışıyor. Bine yakın insanın yaşadığı bu köyün meydanında Türk bayrağı dalgalanıyor, köyün tek oteli "Le Vieux (Eski) Sultan" ismini taşıyor, köyün tek futbol takımının adı ise RFC Turkania (Genç Türkler Birliği). Belediye binasının duvarındaki Türk arması ve içeri girince duvarda asılı duran Atatürk resmi gözlerden kaçmıyor. İşin ilginç yanı ise bu köyde tarihin hiç bir döneminde hiçbir Türk yaşamamış. Faymonville köylülerine Türk denilmesinin sebebi hakkında birçok rivayet bulunsa da en gerçekçi olanı 16.yy'a dayanıyor. 16.yy'da Osmanlılarla savaşmak için yardım adında kilise tarafından para toplanırken, Feymonville köylüleri diğer Valon (Belçika'nın içinde otonom bir bölge) köylerinin aksine Lüksemburg Düşesliği’ne bağlı oldukları için ödeme yapmayı reddetmişler ve bu sebeple "Hristiyanlık aleminin düşmanı ve Türklerin dostu" ilan edilmişler. O zaman düşman olarak görüldükleri için "Türk" ismi verilen Faymonville, Türklüğü benimsemiş hatta rivayet odur ki bir dönem kilise çanlarını susturup dua çağrısını ezan taklidi sesle yapmaya başlamışlar. Köyün yaşlıları 2. Dünya Savaşı ile ilgili çok ilginç bir anektod anlatırlar. Alman orduları 2. Dünya Savaşı sırasında köyün girişindeki Türk bayrağından dolayı bu köye zarar vermezler çünkü Türkiye ile saldırmazlık anlaşması vardır. Gerçekten Faymonville köyü çevre köylerin aksine Nazi işgaline uğramamıştır. 23 Şubat’ta düzenledikleri karnavala komşu köyler her yıl farklı farklı ülkelerin kıyafetleri ile, Faymonville sakinleri ise Türk bayrağının başı çektiği korteje Osmanlı kıyafetleri ile katılıyorlar. 38 Emrah BEKÇİ Araştırmacı / Yazar TEŞKİLAT-I MAHSUSA AHMED CEMAL PAŞA I – KANAL (SÜVEYŞ) TAARRUZU Tarihte ‘’1.Kanal Harekâtı’’ olarak bilinen hadisenin amacı; İngiltere’nin Hindistan üzerinden takviye olarak gelecek kuvvetlerini engelleyip, Mısır’da okumuş ve aydın tabakası vasıtasıyla iç isyan tertip edip, İngiltere’nin Batı’daki gücünü kırmak, böylelikle Batı cephesinde Osmanlı ve Alman iş birliğinin gücünü arttırmaktı. Birçok tarih kitaplarında yer alan hadise (Taarruz), ülkelerin siyasi tarihi açısından ele alındığı için tarafsız gözle irdelenmesi şüphe ile bakılması gereken bir nokta olarak görünmekte. Bundan dolayıdır ki hadisenin cereyan ve neticesi konusunda ‘’Teşkilat-ı Mahsusa Günlükleri’’ne göz atmakta fayda olacaktır. Okuyacağınız satırlar, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey’in nakilleri ile kaynak vesikaların ibrazı niteliğinde olup, konuyu okuyucu kendi zihninde daha iyi analiz edeceğini umarak hadiseyi (Osmanlı Yenilgisini) üzülerek ve ‘’Kanal Taarruzunda Şehit Olan Ecdadımızı Rahmetle Anıyor’’, tarihsel hadisenin yazılı nakline başlamak istiyorum. 39 Taarruzu) Mısır ve civarı ile alakalı mevzularında ve yine mümasil siyasi faaliyetinizde müşarünileyh ile temasta bulunmanız ehemmiyetle bildirilir.’’ Ardından birkaç saat sonra Mısır Fevkalade Kumandanı Abbas Hilmi imzasını taşıyan ikinci bir telgraf gelir. Yukarıda bahis ettiğim gibi, Osmanlı Harbiye Nazırlığı (Nazır Enver Paşa) İngiliz’lerin Hindistan üzeri Batı cephelerine takviyesini engellemek amacıyla, ‘’Süveyş Kanalı’’nda bulunan birliklerine bir taarruz kararı alır. Kararın alındığı sırada siyasi çekişmeler ve koltuk savaşları da Osmanlı Devleti içerisinde sürmektedir. Tarihsel olarak kaynaklarda yer almayan, ama Teşkilat-ı Mahsusa günlüklerine düşülen bazı hadiseler söz konusudur. Bunlardan biri, Osmanlı İstihbarat Reisi Eşref Bey’e gönderilen bir telgraftır. Bu telgraf ‘’GİZLİ VE ŞAHSA ÖZEL’’ ayrıca telgrafın eline geçtiği, okuduğu rapor edilerek geri bilgi verilecek kadar da önemli bir konuyu içerir. (Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa) El’ariş’te size iltihak etmek üzere mutemetlerimden Yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman Efendi, karargâhlık kadrosundan bir kısım ile yoldadırlar. İnşallah yakında sizlerle el ele vererek aziz vatanımız Mısır kıta’sının istihlasında beraber bulunacağız. Şahsiyetiniz, bu mesut neticenin tahakkuku için en kuvvetli teminattır. Bu şerefli günün tahassürü içinde bütün mücahit arkadaşlarınıza selam ve muvaffakiyet temennilerimi delaletinizle iblağ ederim, efendim. Mısır Fevkalade Kumandanı Abbas Hilmi (Eşref Bey, Teşkilat-ı Mahsusa Reisi) Eşref Bey Mısır’a bağlı Sina Yarımadası’nın kuzeyinde bulunan ‘’El-Ariş’’tedir. Başkomutanlıktan kendisine gelen telgrafta; ‘’Mısır Hidiv’i (Vali) Hilmi Paşa, bugünden itibaren Mısır fevkalade kumandanı olarak vazife almıştır. Harekatınızın (Süveyş Eşref Bey telgrafı aldıktan üç gün sonra Yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman Efendi gelir. Çölün metruk hali yanında gelenlerin ihtişamlı bir vaziyette çadırları ve imkânları tezat oluşturmaktadır. Bir süre sonra Adana’dan bir telgraf daha gelir. Gelen telgraf akılları karıştırmaktadır. ‘’Bahriye Nazırlığı vazifeme ilaveten, Dördüncü Ordu ve Mısır cephesi fevkalade kumandanlığı vazifesini de deruhte ederek geliyorum. Siyasi faa- 40 liyetinizin haricinde, mıntıkam dâhilindeki askeri çalışmalarıma yardımcı olacak malumatı ve kıymetli muavenetinizi rica ederim. Bütün mücahit arkadaşlarınızla gözlerinizden öper, muvaffakiyet temennilerimi ve muhabbetlerimi teyit ederim.’’ / Ahmed Cemal Paşa. ve mesainizi müşarünileyhle müştereken tespit ve idadeniz rica olunur.’’ (Ahmed Cemal Paşa) (Cemal Paşa’nın Eşref Bey’e Kudüs’ten Yazdığı Mektup) Soru: Mısır Fevkalade Kumandanı kim? Abbas Hilmi mi? Ahmed Cemal Paşa mı? ** Üst üste gelen telgraflar ve Mısır Fevkalade Kumandanlığına atandığını beyan eden iki önemli kişi. Aslında, durumun tutarsızlığı telgrafların gelmesiyle birlikte en başından beri net bir şekilde gözükmekte iken, Eşref bey’i de telaşlandıran hadisenin cevabını almak için gizli ve şifreli olarak bir telgrafla konu başkumandanlığa sorulur. Gelen cevap şaşırtıcı ve yapılacak taarruzun en başından kaybedileceğinin habercisi niteliğindedir. Başkumandanlık makamından gelen cevap şöyledir: ‘’Bazı fevkalade ahval dolayısıyla Hidiv Abbas Hilmi Paşa yerine Bahriye Nazırı Cemal Paşa Dördüncü Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir. Müşarünileyhin mıntıkası dâhilinde Filistin-Sina cephesi de vardır. Siyasi faaliyetiniz haricinde, askeri ihtiyaç Artık Mısır Fevkalade Kumandanın Ahmed Cemal Paşa olduğunu yazılı emirle anlayan Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Eşref Bey, Osmanlı devletinin karmaşık unsurları içerisinde, birliğin sağlanmasına inanan Ahmed Cemal Paşa’ya Taarruzdan ziyade farklı bir öneri sunmuştu. Eşref Bey’in kendisinden dinleyelim. Cemal Paşa’ya: ‘’.. kendisine, Suriye, Hicaz, Necid, Filistin, Lübnan, Yemen ve kısacası bütün Arap ülkelerinin kaynaşmakta olduğunu, Süveyş üzerine yapılacak bir harekatın artık ‘’Baskın’’ dan ileri gidemeyeceğini, çünkü Mısır’ın hemen hemen her tarafına yerleştirilmiş mutemed ajanlarımızdan gelen haberlerin, Süveyş kıyılarına Yeni Zelanda, Hindistan, Avustralya ve hatta bizzat İngiltere’den taze ve mühim kuvvetler sevk edildiğini, ağır çaptaki ve Mısır’da, bilhassa gençlik arasında ne kadar tesirli propaganda yapmış olsak da,Mısır’ın tam manasıyla diktatörü haline gelmiş olan Sör Con Maksvel’in bir iç ayaklanma ihtimaline karşı bütün tedbirleri almış bulunduğunu izah ettim.’’ 41 kani idi. Arap ayrılış hareketlerini bu inancı dolayısıyladır ki şiddetle bastırma yolunu tuttu. Müsamaha tanımadı. Hâlbuki bütün bu hava ve mesnetlerin yaratılış ve oluşu, bizden çok eski idi. Cizvit müesseseleri, İngiliz propagandası ve altınları, menfaatini her duygunun üzerinde tutmaya alışmış bu diyarda, yapacağını zaten yapmıştı. Geriye, daha iyi hatıralarla ayrılmak kalıyordu. Maalesef onu da yapamadık.’’ (Teşkilat-ı Mahsusa’nın Telgraf İçin Kullandığı Şifre) ** Osmanlı Gizli Servisi’nin Cemal Paşa’yı uyarması, paşa üzerinde bir tesir yaratmamış, Cemal Paşa’nın bölgeyi fiziki olarak bilmemesi Eşref Bey’i içten içe üzüyor, ama emirleri uygulamaktan başka da bir çaresi bulunmuyordu. Hatta konunun ciddiyeti ve alınacak hiçbir neticenin olmadığını tarihe şu satırlar ile şerh düşüyordu: ‘’..Cemal Paşa ile aramızda daha ilk günde esaslı fikir ayrılıkları belirmişti. Paşa, çöle hemen hemen ile defa geliyordu. Çok kısa sürmüş olan Bağdat valiliğinde tanıdığını zannettiği iklimin burası ile alakası yoktu. Kum deryası içinde yapılacak bir seferin başarısızlığı halinde, İslam âlemi içinde yaratacağı nevmidiyi kendisine anlattım, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Mısır ve çevresinde telkin ettiği manevi fikirlerin ve kurtuluş hareketlerinin uzun vadeli olduğunu, bir Türk bozgunun tevlid edeceğini zararın maddi olmaktan fazla, Kutsiliğine inandırılmış fikirlerin iflası olabileceğini söyledim. Cemal Paşa, bütün bu noktalarda benimle aynı düşündüğünü teyit etti, fakat Süveyş üzerine bir inişin ‘’şart’’ olduğunu, hatta kendisinin bunun için geldiği cevabını verdi. Bu cevabın tarih huzurunda ki değerini ve nasıl bir mazeret olacağını münakaşa edecek değilim. Söyleyeceğim şudur ki, Cemal Paşa, vazife gördüğü müddet içinde devlet otoritesinin devamını zaferlerde aradı, bu zaferlerin de ancak tam bir disiplin hayatı içinde temin edileceğine samimiyetle I.Kanal Taarruzu kalkışmayı planlayan Ahmed Cemal Paşa’nın komuta ettiği silahlı kuvvetin devleti olan Osmanlı şu haldeydi; İskenderun körfezi düşman donanmasının devamlı ateşi altında idi. Kanal Taarruzuna kalkan Osmanlı Devleti’nin ana malzeme sevkiyatı bu yol idi. Bağdat yolunun bazı bölümleri, henüz tamamlanmamıştı. Kısacası, Süveyş Kanalına yapılacak olan taarruzun başarı olması için mucize gerekiyordu. Ve savaş başlıyor… 1915 seneleri başında cereyan eden hadiseyi İngiliz kaynakları savaş sonrası neşrettikleri ‘’Harbin İngiliz Kaynaklarına Göre İzahı ve Resmi Vesikalar’’ adlı eserde, şöyle anlatıyorlardı. Bu eser, sansürlenen ‘’Türk Tarihi’’ açısında da büyük önem taşımaktadır. 42 ‘’… 1915 senesi başlarında Bir’ün-Nas’da görülen Arap Bedevilerinin hareketi, kanalı korumaya memur makamlar tarafından, harbin yarattığı fevkalade vaziyetten istifade etmek isteyen Arap Bedevilerinin ferdi hareketleri telakki edilmişti. Bunun ne büyük bir hata olduğu, bütün harp müddetince Türk gizli istihbarat teşkilatını idare etmiş ve hemen hemen bütün Arabistan’da şahsiyeti malum olan Eşref Bey’in bilmesi gerekirdi. Kal’atül-Nahl’de olduğu, Mısır İngiliz askeri istihbaratı emrinde çalışan bir Yahudi sarraf tarafından haber verildikten sonra, meseleye önem verilmiş ve Türklerin Süveyş üzerine ani baskın gibi cüretkâr bir plan tatbiki üzerinde araştırmalar yaptıkları kavranılmıştır. Daha sonra bu Yahudi ajana, bizzat Sör Con Maksvel tarafından büyük bir nakdi yardımda bulunulmuştur. Çünkü Türkler, Eşref Bey’in Kal’atül-Nahl’de, urban arasında topladığı ve maiyetindeki tecrübeli çetecileri takviye eden kuvvetleri kısa müddet içinde hazırlayıp, daha sonra yapılan taarruzu o günlerde yapmış olsa idi, Delta’nın bilhassa sağ bölümündeki müdafaa kuvvetlerimiz çok zayıftı ve çökebilirdi. Türk propagandasının bu günlerde, Mısır’da kesif bir hal aldığı ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın Kahire Hukuk mektebi talebeleri arasında tam bir ihtilal havası yarattığı da daha sonra endişe ile tespit edilmişti. Nitekim Mansura iplikçilerinden ve koyu milliyetçilerden Mehmed Halil namında bir genç, Abbasiye hastanesini ziyaret eden Mısır Sultanı (Mısır’ın Türklerle olan münasebeti kesildikten son Hidiv Abbas Hilmi Paşa İstanbul’a yerleştikten sonra Hidiviyet makamına gelen Hüseyin Paşa, Sultan unvanını almıştır.) Hüseyin’e rövelverle hücum etmiş, iki el ateş etmiş, fakat isabet ettirememiş, divan-ı harp tarafından idama mahkûm edilmişti. Kahi- re Hukuk talebeleri de, Sultan Hüseyin’in mekteplerini ziyareti sırasında, fakültelerini topyekûn terk suretiyle aleyhte nümayiş yapmışlardı. Bütün bu hareketlerin aynı zamana rastlaması, Türklerin İttihad-ı İslam propagandasını askeri harekâtla muvazi yürütme yolunda oldukça muvaffakiyet gösterdiklerini de anlatır. 43 Kudüs’te ve Halil-ür Rahman mıntıkasında bulunan Türk kuvvetleri, 1914 senesi Aralık ayı içinde takviye aldılar. Kudüs’e gelen ve Cemal Paşa’nın Erkânı Harbiye reisi olan Fon Kres Krensstayn Kudüs Yahudileri tarafından büyük heyecanla karşılandı. Pan-İslamizm taraftarlarını Medine’den getirdikleri müftü efendi, Cami-i Ömer’de toplanmış olan on binlerce Müslüman’a, mukaddes Mısır toraklarının kurtarılması günlerinin yaklaştığını müjdeleyen bir hitabede bulundu. Maddi hazırlıklar, manevi havayı müsait hale getirmek suretiyle tamamlamıştı. Cemal Paşa’nın merkezdeki kuvvetlerine kumanda ettiği Türk askerlerinin miktarının 25.000 civarında olduğu söylenebilir. Ocak ayında Harab Kuyu mıntıkasında 10.000 kişi tahmin edilen bir Türk kuvveti, deniz teyyarelerimiz tarafından görülmüştü. Ocak aynın 26. Günü güney ve merkez Türk kuvvetlerinin kanala yaklaştıklarını tespit ettik. Yeni Zelandalılar, Kahire’den trenle bu yaklaşma haberi üzerine derhal kanal mıntıkasına sevk edildi. Eğer kanaldan içeri girmek hususunda Süvetçer, Osin, Minerva, Selyo harp gemilerimizle, onları takip eden Fransızların Rekan, Dantre Kastro harp gemileri bu hareket süratini gösterememiş olsa idi, esir Türklerin daha sonra söylediklerine göre ‘’Kanalın Suyu İle Yıkanacak’’ Türk mücahitlerinin sayısı, karadaki müdafaa kuvvetlerimizin durduramayacağı kadar çoğalmış olacaktı. Türklerin karşısında, Hind, Yeni Zelanda, Avusturya ve İngiltere adalarından gelmiş en güzide askerler vardı. Türkler, elli iki günlük bir ge- cikme içinde idiler. İtiraf etmelidir ki, bu gecikmenin başlıca sebebi, malzeme yoksulluğu idi. Türkler, Kızıl Denizin gündüz-gece arasındaki bazen kırk dereceyi bulan sühunet farkından çok müteessir oluyorlardı. Türklerin maneviyatı, çölü, dedeleri Yavuz Sultan Selim gibi aşabilmiş olmanın gururuyla yerinde idi. Cemal Paşa tarafından ertesi sabah başlayacak hücum için verilmiş olan emirler, Türk kumandanının zaferden nasıl emin olduğunu anlatır. “Donanmamızın Türkleri gafil avladığına hiç şüphe yoktur. Bu hadise, harbi bizzat idare etmek arzusuna kapılan, fakat hiçbir zaman iyi bir erkânıharp veya kumandan olamayan Cemal Paşa ile bütün harbin devamınca mükemmel istihbarat yapmış olan Teşkilat-ı Mahsusa arasında rabıta veya irtibatın mevcut olmadığını gösterir. Harp gemilerimiz, Timsah gölü ile Büyük Acıgöl arasında mevzi almışlardı. Türk topçularının kanala kadar fiilen yaklaşmış olması ve ilk isabetli atışlarla Hind efradını taşıyan Harding gemisini batırmaya muvaffak olmaları, Türk kuvvetlerinin arkalarında ağırlıkları olarak çölü muvaffakiyetle geçtiklerinin en bariz delilidir. Türkler, araziden mükemmel istifade ettiler, ilerledikçe de takviye edildiler ve sahra toplarına mevzi aldıracak kadar da saflarımıza yanaşmaya muvaffak oldular. General Knoks ve Wilson’un 3 Şubat 1915 Çarşamba’yı, 4 Şubat’a bağlayan gecede büyük endişeler içinde kaldıklarına hiç şüphe yoktur. 4 Şubat gecesi, zifiri karanlıkta saflarımıza beş yüz adıma kadar sokulan Eşref Bey’in çeteleri ile şiddetli tüfek ateşi teati edilmişti. Gerilla harbi ile netice almak gibi. Kanal’ı aşabilmenin en kolay ve emin çaresini bulan bu seyyar kuvvetlerin yanında kuvvetlerimize bir Rum Doktor hediye ettiler.. Bu, bir casus muydu? Hala bilinmemektedir..’’ ** Yukarıda İngiliz harp kayıtlarında da görüleceği üzere, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ne kadar doğru bir halde hadiseyi yorumladığı. Cemal Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni bir felaketin eşiğine sürüklediğini, I-Kanal Taarruzunda hiçi hiçine hayatını kaybeden binlerce vatan evladının hayatlarını kayıp ettiklerini acı bir halde görmekteyiz. Türk tarihimizde çok az bilinen bu hadiseyi sizlere farklı kaynaklardan sunmaya gayret gösterdim. I-Kanal Harbinde, hayatlarını kaybeden ecdada Allah’tan Rahmet diliyor, ‘’Kamu-Türk Dergisi’’ okuyucularına, saygı ve selamlarımı Sunuyorum. 44 Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Doç. Dr. Tarık Çavuşoğlu: ESTETİK OPERASYON YAPTIRANLARIN KADIN ERKEK! Doç. Dr. Tarık Çavuşoğlu, ‘’Artık erkeklerde kadınlar gibi kendilerine bakıyorlar, saç ektiriyorlar, yüzlerindeki lekeleri aldırıyorlar vs. hatta yüzde 50 kadınlar yüzde 50 erkekler diye bir oranlama bile yapabilirim bu alanda. Bu açıdan hastalar çok mutlu bizde mutluyuz’’ diyor... Röportaj: Gökhan Altunkaş-Yusuf Ziya Erarslan Doç. Dr. Tarık Çavuşoğlu’nu tanıyabilir miyiz? 2003 yılından beridir Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı olarak hizmet veriyorum. Özellikle baş ve boyun cerrahisinde, ağız ve yüz cerrahisi alanlarında uğraş veriyorum. Son beş yıldır lazer yardımlı cerrahiler ve lazer yardımlı estetik uygulamalar sahasındayım. Bu saha içinde özellikle lazer liposaction, koltuk altı terlemesinin lazer ile tedavisi, lazerle yüz gençleştirme ve leke çıkartılması gibi lazer yardımlı uygulamalar ve cerrahiler konusunda çalışmalarım var. *Estetik cerrahi deyince hep belli başlı ameliyatlar aklımıza geliyor ama genel olarak içinde barındırdıkları dersek neleri katabiliriz? Tarık Çavuşoğlu: Elbette bu işin bir estetik cerrahi kısmı var ama birde rekonstrüktif tarafı da var. Bu buz dağının görünmeyen kısmıdır. Saç ekiminden tırnağa kadar, dudak ve damak yarıkları, çocuklardaki kafa ve 45 çene şekil bozuklukları bir bölgedeki kanserlerin çıkarılması ve onarımını içeren bir çok işlemi bünyesinde bulunduran geniş bir saha olarak tanımlayabiliriz. Bu işin popüler basında parlayan kısmı tabii ki estetik cerrahi. Bu kısım alanın yüzde 10 ya da 20’lik bir kısmını kapsarken buz dağının görünmeyen yüzde 80’lik kısmı rekonstrüktif cerrahidir denilebilir. HASTALARIN YARISI KADIN YARISI ERKEK… * Estetik operasyonlar son yıllarda çok ciddi bir artış gösterdi, bunun öncelikli sebepleri nelerdir? Tarık Çavuşoğlu: İnsanlar artık kendilerine bakıyorlar, sosyal kabul ve gereklilik için estetik görünüm son derece önemli. Örneğin bir şirketin CEO’su ya da bir banka müdürü, yönetici ya da bir memur sosyal hayatta artık görünümün önemini fark etmiş durumda. Eskiden tabu olarak görünen şeyler artık doğal yaşamın bir parçası. Eskiden sadece sahne sanatçıları bu işleri yaparken artık sade vatandaşlar bile bunları yaptırma rahatlığı içerisinde. Genç kızlar eksik gördükleri şeyleri değiştirmek istiyor ve bu yolda ilerleyebiliyorlar. Elbette eskiden de bu operasyonlar vardı ama insanlar bunu bir kader gibi kabul ediyorlardı. Artık insanlar kendilerini ifade edip istedikleri şekilde bunları yaptırabiliyorlar. Yine eskiden estetik cerrahi biraz daha üst segmente hitap eden bir alandı, özellikle maddi bakımdan. Artık sokaktaki adama dahi hitap edebilen bir alan haline dönüştü. Artık erkeklerde kadınlar gibi kendilerine bakıyorlar, saç ektiriyorlar, yüzlerindeki lekeleri aldırıyorlar vs. hatta yüzde 50 kadınlar yüzde 50 erkekler diye bir oranlama bile yapabilirim bu alanda. Bu açıdan hastalar çok mutlu bizde mutluyuz. *Toplumun estetik cerrahiye bakışı ve değişiminde basın yayın organlarının etkisi ne oldu? Tarık Çavuşoğlu: Medyanın korkunç bir etkisi oldu. Görsel basın ilerledikçe, TV’lerde insanların görünüşlerinin önemi, diziler ve filmler sayesinde daha ön plana çıktı. Bu algının gelişmesinde basın ve medya en önemli faktör diyebiliriz. * Geçmişte toplum estetik cerrahiye nasıl bakıyordu? Dini inançlar insanlar üzerinde nasıl bir etki yaratıyordu? Şimdi geline noktada bunlar daha da aşıldı mı? Tarık Çavuşoğlu: Artık her şeyi okuyan, yorumlayan bir toplum var. Bu konularda kendi yorumlarını da katıyorlar. Herkes şimdi kendi değer yargıları ve inançları ile bunu yoğurup kararlarını veriyor. Estetik cerrahi haramdır algısı yıkıldı. Dudak ve damak tedavisi de yapıyoruz, yani “Dudağında sıkıntı olan bir çocuğun kaderidir, bu böyle devam etsin” demek doğru değil. O insanlarda normal sosyal yaşama katılmak zorunda ve herkes gibi yaşamak zorunda. Bir çok ünlü insan dudak ve damak yarıkları ile dünyaya gelmiş ama bugün çok ön plandalar ve hayatlarını gayet güzel bir şekilde devam ettirmektedirler. Bu da plastik cerrahinin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir şeydir. Artık her şeyi okuyan, yorumlayan bir toplum var. Bu konularda kendi yorumlarını da katıyorlar. Herkes şimdi kendi değer yargıları ve inançları ile bunu yoğurup kararlarını veriyor. MERDİVENALTI YERLERDE OPERSYON YAPTIRMAYI! Operasyon yaptırmaya karar verdik, bunun belirli bir süreci var mı? Hemen bu gerçekleştirilebiliyor mu? Tarık Çavuşoğlu: Ben hastalarıma hep şunu söylüyorum, “Buzdolabı bile alırken 4-5 yeri dolaşıyorsunuz, mutlaka bu işlemi yapmadan birkaç hekimden fikir alın ve karar kılın. Sakın düşünmeden apar topar bu işlemleri yapmayın.” Burada hekime de önemli sorumluklar düşmekte. Ben her zaman hastanın istediklerini yapmıyorum ve hastayı yönlendirmeye gayret sarf ediyorum. O fikri söyleyip ötelediğim zaman o fikir mayalanıyor ve yeni değişik fikirlerde ortaya çıkıyor. Hastanın 46 her dediği yapılacak diye bir şey yoktur. Bizim hastayı yönlendirmek gibi bir misyonumuzda var. Talep varsa bizde arz edeceğiz düşüncesi bana göre son derece yanlıştır, sonrasında hasta mutsuz olursa biz de mutsuz oluruz. * Her alanda olduğu gibi sağlık sektörü de istismara açık bir alan. Bu işi sulandıran ve merdiven altına taşıyanlarda var, bu noktada vatandaşa tavsiyeleriniz nelerdir? Tarık Çavuşoğlu: İnsanlar fiyat kaygısı ile merdiven altı tabirini kullandığımız yerlerde bu işlemleri yaptırıyorlar. Maalesef bir şeyin bozulduktan sonra tekrar düzeltilmesi süreci çok zor. Genellikle bir çok konuda da tek kurşunumuz var ve hedefi o tek kurşunla vurmamız gerek. Vuramazsak bozulanı düzeltmek çok zor. İnsanlar o zaman mağduriyet için çare arıyorlar. Fiyat kaygısıyla merdiven altı yerleri tercih etmek yerine bu işlemi en iyi yapabilecekleri ve doktor gözetimin de olacak yerleri bulmak lazım. İşi yapan kişinin hekim olması lazım. Maalesef hekim olmayan ve ehil olmayan yerlerde bu işlemler yapılıyor. Hastaların mutlaka bu yönde araştırma yapmaları gerekli. LAZER LİPOSUCTİON İLE KİLOLARDAN KURTULMA… * Kilo belki de en büyük problemlerden birisi. Lazer liposuction uygulamasını Türkiye’de kullanan ilk isimsiniz. Biraz bu konuda bizleri aydınlatır mısınız? Tarık Çavuşoğlu: Uzun yıllar yurt dışında bu uygulama üzerine çalıştım ve uzun zamandır emek veriyorum. Bu uygulamaların avantajlarını gördükten sonra artık normal liposuction yapmıyorum. Normal liposuction da sarkma olayı korkulu rüya iken bunda çok faklı sonuçlar elde diyoruz. Bu uygulamada en önemli özellik sıkılaştırıcı olması. Kanama diğerinde çok daha fazla İnsanlar fiyat kaygısı ile merdiven altı tabirini kullandığımız yerlerde bu işlemleri yaptırıyorlar. Maalesef bir şeyin bozulduktan sonra tekrar düzeltilmesi süreci çok zor. Genellikle bir çok konuda da tek kurşunumuz var ve hedefi o tek kurşunla vurmamız gerek. Vuramazsak bozulanı düzeltmek çok zor. olurken bunda çok daha az kanama oluyor. İnsanlar birkaç gün içinde masa başı işlerine gidebiliyorlar. Lazer liposuction da üç ya da dört kesi açarak lazerle yağları parçalıyoruz ve o minik kesilerden parçalanan yağları dışarı alıyoruz. Sonrasında içerden bir sıkılaştırma işlemi yapıyoruz ki en büyük avantajı bu. Bel oyuğu olmayan insanların bel oyuğu ortaya çıkıyor, gıdı bölgesinde ciddi sonuçlar elde ediyoruz ve tek seansta bunu başarıyoruz. Bu operasyon bir kilo verme yöntemi değil. Nihayetinde kilo elbette veriyorsunuz ama amaç bu değil, amaç bölgesel olarak o yağlardan kurtulmak ve sıkıştırmak. * Koltuk altı terlemesi de ciddi bir sosyal sorun aslında. Bu konuda da çok ciddi çalışmalarınız var, detayları sizden dinleyelim. Tarık Çavuşoğlu: Bu konuda da Türkiye de çalışma yapan birkaç kişiden biriyim. Hastalarımızın yüzde 90’ın da ömür boyu koltuk altı terlemesini tek seansta yaklaşık bir ya da bir buçuk saatlik bir işlem sonrasında lokal anestezi yaparak bitiyoruz. Ömür boyunca insanlar bu dertlerinden kurtuluyorlar. Hastanede her hangi bir yatış söz konusu değil. Bu konu toplumda çok ciddi bir sosyal problem aslında. Bir çok insan bu sıkıntıları yüzünden kalabalıklar içerisine çıkamıyor. Kendini ifade etme sıkıntıları yaşayan insanlar var. Bunlardan tamamen kurtulmak o insanın sosyal yaşamında çok büyük artılar getiriyor. 47 *Estetik operasyonlarda moda akımı var mı? Tarık Çavuşoğlu: Her dönem bir akım olabiliyor. Mesela bu dönem lazer liposuction akımı var. Herkesin bölgesel bir yağlanması var. Böyle bir teknik var ve insanlar buna yöneliyorlar ve son derece mutlu oluyorlar bu operasyonlar sonrası. Çünkü yağları gidiyor, son derece fit bir görünüm sağlanıyor. Yan etkisi asla yoktur. Bundan sonraki süreçte kilo da alsanız o bölgelerde yağ birikmesi söz konusu olmaz. Kilo aldığınızda oranlı bir şekilde alır ama bir orantısızlık söz konusu olursa bunu zaten biz düzeltiyoruz. Lazer liposuction vücut şekillendirmede dünyada şu an altın standart bir yöntemdir. Saç ekimi konusunda da ciddi bir talep olduğunu biliyoruz. Bu konuda tavsiyeleriniz nedir? Lazer liposuction da üç ya da dört kesi açarak lazerle yağları parçalıyoruz ve o minik kesilerden parçalanan yağları dışarı alıyoruz. Sonrasında içerden bir sıkılaştırma işlemi yapıyoruz ki en büyük avantajı bu. Bel oyuğu olmayan insanların bel oyuğu ortaya çıkıyor, gıdı bölgesinde ciddi sonuçlar elde ediyoruz ve tek seansta bunu başarıyoruz. Lazer liposuction vücut şekillendirmede dünyada şu an altın standart bir yöntemdir. BOTOKS DÜZGÜN KULLANILIRSA HARİKA BİR SİLAH… *Botoks yine çok başvurulan bir operasyon, buna ilişkin neler söyleyeceksiniz? Tarık Çavuşoğlu: Botoks çok talep gören bir uygulama ve aslında bir besin zehridir. Ancak, teknoloji onu da öyle güzel evirdi çevirdi bir şekle soktu ki insanlara faydalı hale getrdi. Bu yöntemle kırışıklık oluşan kaslarımızı geçici olarak 6 aylığına bloke ediyoruz. Yüzün kas dengesiyle öyle ahenkle oynuyoruz ki, kaşlarımızı kaldırıyoruz, göz çevresi kırışıklılarını ortadan kaldırabiliyoruz. Etkin ve düzgün bir şekilde uygulandığında botoks harika bir silah elimizde ama ehil ellerde olması şartıyla tabii. Tarık Çavuşoğlu: Saç ekimi de merdiven altı merkezlerde değil ehil ellerde olması gereken bir uygulama. Kolay gibi görünen ama incelikleri olan bir işlemdir. Sorun şu ki, alınacak donör alacağımız saha tektir. Onu harcatırsa hasta, başka bir yerden alma şansımız yoktur. Saç ekimini plastik cerrahlar ve hekimler yapar. Hekim olmayanları saç ekimi yapması yasaktır. Bin TL daha ucuza yaptırayım diye gider ehil olmayan ellere bırakırsanız kendinizi, daha sonra olanı da düzeltme şansınız kalmaz. Yani geriye dönüş mümkün değil. * Estetik cerrah olmanın avantaj ve dezavantajları nelerdir? Tarık Çavuşoğlu: Ben estetik cerrahiye girerken işin sanat kısmı yoğun olduğu için girdim ve çok sevdim. Bizde bir ameliyatın birden fazla doğru yöntemi vardır. Sizin görüş açınız, yaratıcılığınız ve sanatçı yönünüze göre değişir. Bakışınız geniş açılıysa çok farklı yorumlar yaparsınız ve hastaya katkınız çok daha fazla olabilir. Plastik cerrah olmanın en güzel tarafı yeniden şekillendirmedir. Ben mesleğimi çok seviyorum. * Türkiye Kamu-Sen üyelerine yönelik neler söyleyeceksiniz? Tarık Çavuşoğlu: Estetik cerrahi konusunda insanlar haklı olarak “Benim bütçemi aşar, karşılayamam” diyor. Bu artık böyle değil. Ben Türkiye Kamu-Sen aileleri ve mensuplarına diyorum ki, “Renata Estetik ve Güzellik merkezi sizin kliniğiniz” tahmin edemeyeceğiniz kadar uygun ve güzel fiyatlarla en güzeli hizmeti size sunuyoruz. Türkiye Kamu-Sen bizim için çok değerli bir topluluk, biz onlara özel indirimler yapmayı da taahhüt ettik. İlginiz için çok teşekkür ediyorum. 48 Seksenler Dizisinin Bekçi Bekir’i Hacı Ali Konuk “Seyirciyi aldatamazsınız, kimin nasıl bir karaktere sahip olduğunu anlar’’ Röportaj: Yusuf Ziya Erarslan-Erdal Codur Türkiye onu izlenme rekorları kıran, TRT’de yayınlanan ‘’Seksenler’’ isimli dizi ile tanıdı. 1980’li yıllarda bir mahalle bekçisi yani bir kamu çalışanı olan ‘Bekçi Bekir’’ tiplemesiyle çok sevildi. Erzurum şivesi konuşan, saf, şakacı ve temiz kalpli ‘’Bekçi Bekir’i canlandıran tiyatro oyuncusu Hacı Ali Konuk ile keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Hacı Ali Konuk Kimdir? 1 Mayıs 1969 Erzurum doğumludur. Başarılı oyuncu eğitim hayatını tamamladıktan sonra oyunculuk için Müjdat Gezen Tiyatro Okuluna devam etmiştir. Son günlerde TRT 1`de yayınlanmakta olan Seksenler dizisinde Bekçi Bekir karakteri ile izleyicilere keyifli anlar yaşatan Hacı Ali Konuk bir çok yapımda rol almıştır. Rol Aldığı Dizi ve Sinema Filmleri • 1995 yılı başrollerinde Erol Günaydın ve Cengiz Kü- • • • • • • • • • çükayvaz olduğu unutulmaz diziler`den Çiçek Taksi dizisin`de rol almıştır. 2001 yılı Haluk bilginer ve Türkan Şorayın başrollerini paylaştığı Tatlı Hayat 2002 Sırlar Dünyası 2002 Şeytan Bunun Neresinde adlı sinema filmi 2003 Kampüsistan adlı dizi filmde 2003 yılı beğeni ile izlenen Kurşun Yarası adlı dizi filmde rol almıştır. 2003-Parmak İzi adlı beğeni ile izlenen dizi filmde 2005 Beşinci Boyut 2005-Karanlığın Gözleri adlı aşk ve aksiyon tadında olan yapımda rol almıştır. 2012 -TRT 1`in nostaljik dizisi Seksenler`de Bekçi Bekir rolünü canlandırmaya hala devam etmektedir. 49 50 Tiyatro macerası ne zaman başladı? Lisede okurken tiyatroya başladım. İzmit Şehir Tiyatrosu’nda bir çok oyunda rol aldım. Böylece tiyatro serüvenim başlamış oldu. Bir süre memuriyet döneminiz oldu, hatta dişçi olarak da çalıştınız galiba… Düzce’de bir memuriyet dönemim oldu. Daha sonra diş estetisyeni olan amcaoğlunun yanına İstanbul’a geldim. Onunla birlikte çalışırken diğer yandan da Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nden mezun oldum. Ardından Levent Kırca ile çalıştım. Hayatımda hep tiyatro vardı. Hemen her yıl bir oyun sergilerdik. Şu anda dizi çekimleri dışında ‘’Cibali Oyuncuları’’ isimli bir tiyatro grubumuz var, tiyatro yapıyoruz, yurt içi ve yurt dışı turnelere çıkıyoruz. Esasen çok eski bir tiyatro sanatçısısınız ama sizi ekranlardan tanıyoruz. Ekran tiyatroya göre daha mı ağır bastı? Şu anda ‘’Panik atak mahir atak/ Göğe Bakan adam’’ isimli bir oyunda oynuyorum. Benim için tiyatro hiçbir Tiyatroda Türkiye’nin yetiştirdiği çok önemli tiyatro sanatçıları var. Özellikle orta oyunu ve meddahlık alanında çok ustalarımız var. Ama yeni oyunlar yazılmıyor. Ben sadece Türk yazarların oyunlarını oynuyorum, yabancı yazarların oyunları oynamıyorum. Tabi Shakespeare ve Tostoy’un bir sürü eserleri var ama hem devlet tiyatrolarında hem de özel tiyatrolarda temcit pilavı gibi ha bire sahneleniyorlar. Bu kadar yeter artık. 51 zaman geride kalmaz. Ama şu bir gerçek ki tiyatronun medyada yansıması yer bulması dizi ve sinema filmlerine göre daha az. Yaptığımız oyunlar yurt dışında büyük ilgi gördüğü halde bu basına pek yansımıyor. Halkımızın tiyatro ile ilgisi ancak medyaya yansıdığı kadar maalesef. Tiyatroda Türkiye’nin yetiştirdiği çok önemli tiyatro sanatçıları var. Özellikle orta oyunu ve meddahlık alanında çok ustalarımız var. Ama yeni oyunlar yazılmıyor. Ben sadece Türk yazarların oyunlarını oynuyorum, yabancı yazarların oyunları oynamıyorum. Tabi Shakespeareve Tostoy’un bir sürü eserleri var ama hem devlet tiyatrolarında hem de özel tiyatrolarda temcit pilavı gibi ha bire sahneleniyorlar. Bu kadar yeter artık. Bizim toplumumuza ve bizim sosyolojik yapımıza ait oyunların gösterilmesi önemlidir. Bence asıl olan budur. Biz onu yapmaya çalışıyoruz. Özümüzle alakalı oyunlar sahneliyoruz. Bizim kökenimizde var meddahlık, Anadolu’nun neresine giderseniz gidin herkes meddahtır. Sizin için tiyatro mu, diziler mi sinema mı? Sinema ve televizyon elbet çok önemli iletişim aracı ama asıl olan tiyatrodur. Elbette tiyatro daha ağır basıyor. Tüm oyuncuların da tiyatro ile uğraşmaları gerekir. Çünkü tiyatro yaptığınız zaman oyunculuğunuzu geliştiriyorsunuz. Tiyatro canlıdır çünkü, mimiklerinizi, duruşunuz ne bileyim her şeyinizi geliştirirsiniz. Seksenler dizisi ile çok sevildiniz, hayranlarınız arttı. Bu kadar ünlü biri olacağınızı tahmin ediyor muydunuz ve bu sevgi nasıl oluştu? Bu elektrik ekrandan geçiyor insanlara… Ne kadar rahatsanız, ne kadar doğal ve samimi iseniz izleyici bunu fark ediyor. Seyirciyi aldatamazsınız. Seyirci kimin nasıl biri olduğunu, nasıl bir karaktere sahip olduğunuz anlayabiliyor. Benim şöyle bir şansım var. Seksenler dizisindeki oyuncuların hepsi tiyatro kökenli. Başta Soray (Şoray Uzun-Ahmet) Rasim ağabey (Rasim Öztekin-Fehmi), Berat Yenilmez (Pastacı Sami), Faruk Sofuoğlu (Kasap Bahtiyar), Ceyhun’dan (Ceyhun Fersoy-Şahin) tutun İlker’e (İlker Ayrık-Çağatay) hepsi yani tüm oyuncular çok sıcak ve candan oldukları için bu ekrana yansıyor. Benim şöyle bir şansım var. Seksenler dizisindeki oyuncuların hepsi tiyatro kökenli. Başta Soray (Şoray Uzun-Ahmet) Rasim ağabey (Rasim ÖztekinFehmi), Berat Yenilmez (Pastacı Sami), Faruk Sofuoğlu (Kasap Bahtiyar), Ceyhun’dan (Ceyhun Fersoy-Şahin) tutun İlker’e (İlker Ayrık-Çağatay) hepsi yani tüm oyuncular çok sıcak ve candan oldukları için bu ekrana yansıyor. 52 RÖPORTAJ: GÖKHAN ALTUNKAŞ Türkiye Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk’tan KamuTürk’e çok özel açıklamalar: “Bu sendikamsı yapı kamuda ne kadar büyürse kamu çalışanları o kadar kaybetmeye mâhkumdur!” Kamuda bir sendika türedi. İktidarla beraber palazlanan bir sendika. Ben buradan iktidarı da, sayın Başbakan’ı da uyarıyorum, bu ülkenin hükümetini, Bakanlarını da, Milletvekillerini de uyarıyorum. Kamuda istediğiniz kadar düzenlemeler yapın ama bu sendikamsı yapının bu rezil stratejisine göz yumduğunuz sürece yaptığınız hiç bir düzenlemenin kamuda olumlu bir sonuç doğurması mümkün olmayacaktır. 53 Türkiye Kamu-Sen olarak bu sene 1 Mayıs’ı kutlamadınız. “Analar ağlarken, yürekler yanarken 1 Mayıs’ı bayram tadında kutlamanın imkanı yoktur” diyerek, Kızılay’da 34 vatandaşımızın haince katledildiği otobüs durağında, hem teröre kurban verdiğimiz vatandaşlarımızı, hem de şehitlerimizi anmayı tercih ettiniz. Ülkemizin içinde bulunduğu ortam ve terör olayları hepimizce malum. Yaşanan süreç ve gelişmeler için siz neler söyleyeceksiniz? İsmail Koncuk: Türkiye Kamu-Sen Genel Merkezi olarak Genel Başkanlarımızın da katıldığı bir toplantıda ittifakla bir karar aldık. Her gün bir ya da birden fazla şehit geliyor, anaların, babaların göz yaşı sel oldu, kardeşlerin yüreği paramparça. Milletimiz üzgün. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma bayramı sendikacılık açısından son derece önemli bir bayramdır. Ancak biz Türkiye Kamu-Sen olarak 1 Mayıs’ı davulla zurnayla kutlamanın günü olmadığını düşünüyoruz. Milletimizin yüreğinin kanadığı şu günlerde 1 Mayıs’ı alanlarda kutlamayı doğru bulmadık ve Türkiye Kamu-Sen olarak bayram tadında 1 Mayıs kutlaması imkanı olmaması gerekçesiyle alanlara inmedik ve bu sene 1 Mayıs’ta Kızılay’da olmayı tercih ettik. Hain saldırının yapıldığı, vatandaşlarımızın şehit edildiği o durağa giderek orada bütün şehitlerimiz adına o mekana kırmızı karanfiller bıraktık. Biz Türkiye Kamu-Sen olarak milletimizin acılarını paylaştığımızı her zaman gösterdik ve göstermeye devam edeceğiz. Bu bir millet olmanın gereğidir. Millet olmak, tasada ve kıvançta bir olmak demektir. Elbette, hem sevinçlerimizi, hem de üzüntülerimizi paylaştığımızda gerçek anlamda bir millet olabiliriz. Bizler bu 1 Mayıs’ta bunu gösterdik ve şehitlerimizi unutmadığımızı, milletimizin acısını paylaştığımızı herkese bir kez daha ilan ettik. “Taşerona kadro” meselesi gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Başbakan “Kadro” dedi ama Maliye Bakanı farklı şartlar ortaya koydu. Geçtiğimiz gün Çankaya Köşkü’nde sayın Başbakan’a bu konuda “Verdiğiniz sözü tutun” dediniz. Detayları sizden alabilir miyiz? İsmail Koncuk: Sizin de ifade ettiğiniz gibi, geçtiğimiz gün Çankaya Köşkü’nde sayın Başbakan’la bir araya geldik. Burada söz aldığımda çalışma hayatının sorunlarını kendisine aktarırken taşeron meselesini de gündeme taşıdım. Sayın Başbakan’a, aynen şu ifadeleri söyledim, “2006 yılında kısmi zamanlı sözleşmeli öğreticilik adı altında bir istihdam türü çıktı ve öğretmenler 8 aylığına sözleşmeli olarak görevlendirildi. Millet olmak, tasada ve kıvançta bir olmak demektir. Elbette, hem sevinçlerimizi, hem de üzüntülerimizi paylaştığımızda gerçek anlamda bir millet olabiliriz. Bizler 1 Mayıs’ta bunu gösterdik ve şehitlerimizi unutmadığımızı, milletimizin acısını paylaştığımızı herkese bir kez daha ilan ettik. Türk Eğitim-Sen olarak bu düzenlemeye dava açtık ve iptal ettirdik. Tabii daha sonra öğretmen ve memurlar 4-B’li olarak istihdam edildi. 2007 yılından 2011 yılına kadar 4-B’liliğin iptal edilmesi için yapmadığımız eylem, söylemediğimiz söz kalmadı. 2011 seçimleri öncesinde bütün siyasi partiler 4-B’ye kadroyu seçim beyannamesine alınca Adalet ve Kalkınma Partisi 4-B’lileri kadroya aldı ama sonrasında da 4-B’li istihdam devam etti. Halen 4-B’li çalışanlar var. Şimdi taşerona kadro sözüne rağmen, taşeron çalışanları “Özel Statü” ile istihdam etmek istiyorsunuz. Bu doğru bir istihdam türü değildir. Bu özel statü şayet bu şekilde uygulanırsa süreç içinde hem hükümetinizin hem de sendikaların başı çok ağrıyacaktır. “Göç yolda düzelir” mantığı ile yapılan bu çalışmalar hiç doğru değildir. Dolayısıyla bu özel statü konusunun yeniden değerlendirilmesi doğru olacaktır. İster işçi yapın, isterseniz memur ama güvenceli bir sistem ihdas edilmelidir. Ayrıca esnek istihdam, kiralık işçi ve benzeri uygulamalar asla doğru olmayacaktır” dedim. Şimdi bakın, 14 yıl önce, yani 2002 yılında kamuda 20 bin taşeron vardı, bugün tam 720 bin taşeron olmuş. Kim yaptı bunu mevcut siyasi iktidar yaptı? Şimdi taşeronun mucidi olan siyasi iktidar bugün çıkmış “Kadroya alacağız” diyor. Sevindik, “Bir hata yapıldı ama en azından hatandan dönülüyor” dedik. Ardından Maliye Bakanı çıktı, “Özel statü vereceğiz” dedi. Bu nasıl iştir? Başbakan’ın söylediği kadro; ya kamu işçisi olmaktır ya da 4-A’lı devlet memuru olmaktır. Biz tüm sözleşmelilerin kadroya alınması mücadelesini veriyoruz. Nedir özel statü? Yeni bir istihdam modeli demektir. 4-A4-B, 4-C,4-D var şimdi de 4-E geliyor demektir. Ne idüğü belirsiz bir statüyü asla kabul edemeyiz. Bunlarla ilgili bir mücadele vereceğiz. Bir kere sağlam bir sendikal mücadele vereceğiz, daha diri ve kararlı bir sendikal mücadele. Nasıl mücadele edeceğiz? “Sayımız 1 milyon olacak” diyorlar, değil 1 milyon 2 milyon 600 bin memurda üye yapsanız da sizin sendikacılığınız tat 54 Korkmayandan herkes korkar. Yeter ki doğruyu yapın, kimseden korkmayın. Dik durun, tehdit eden var ise gelin yanımıza biz gerekeni yapalım. Bunlara boyun bükerseniz bunun sonu nereye gider? Bu ahlaksız anlayışla mücadele ederek bunları yok edebiliriz. Bu sendikamsı yapı kamuda ne kadar büyürse kamu çalışanları o kadar kaybetmeye mahkumdur. Hem ekonomik hem sosyal anlamda kayıplar yaşanır. vermiyor ve kayıplarla sonuçlanacak bir sendikal mücadelenin içine sürüklendiğimizi herkes görüyor. Dik durun, tehdit eden var ise gelin yanımıza biz gerekeni yapalım. Geçtiğimiz günlerde beni bir taşeron çalışan kardeşimiz aradı, “Sayın başkanım bu sendika geliyor, taşeron çalışanlara yazılı sınav geliyor, bizim sendikamıza üye olmazsanız sizin kadroya geçmeniz mümkün olamayacak” diyor. Bu bir alçaklıktır, gariban taşeron çalışanı bile korkutarak, bunları tehdit ederek tarih bile atma- dan üyelik formu doldurtuyorlar kenara koyuyorlar. Düzenleme yapıldığında “İşte bizim üyemiz” diye, gerekli yerlere verecekler. Böyle bir sendikal anlayış memura ne verebilir? Memuru korkutmak, huzursuz etmekten başka memura ne verebilir? Hiçbir şey veremez! Eğer biz bu ahlaksız anlayışın kamuda yer tutmasına göz yumarsak ki yummayacağız, sadece Türkiye Kamu-Sen üyeleri değil, kamu çalışanlarının hepsi aydın sıfatını hak eden insanlar, okumuş adam, aydın sıfatını üzerinde taşıyan bir insan bu tür teklifleri nasıl sessiz kalır? Bu tür tehditlerle, şantajlarla taşeron işçilere gelen var ise, bunların yüzüne tükürsün, iki tokat atsın ve yanıma gelsin . Bunlar kamu çalışanları korktukça üzerlerine geleceklerdir. Korkmayandan herkes korkar. Yeter ki doğruyu yapın, kimseden korkmayın. Dik durun, tehdit eden var ise gelin yanımıza biz gerekeni yapalım. Bunlara boyun bükerseniz bunun sonu nereye gider? Bu ahlaksız anlayışla mücadele ederek bunları yok edebiliriz. Bu sendikamsı yapı kamuda ne kadar büyürse kamu çalışanları o kadar kaybetmeye mahkumdur. Hem ekonomik hem sosyal anlamda kayıplar yaşanır. Genç işsizlik, 4-C’liler, Üniversiteli işçiler, İİBF’liler, Toplu Sözleşme kararları, uygulanmayan yargı kararları gibi bir çok sıkıntıyı da Çankaya 55 Köşkü’ne taşıdınız. Bu konularda kadrolarına geçirilmesi konusundaEskiden amele sayın Başbakan’dan talepleriniz ki karar da uygulanmamıştır. Bunlar pazarları vardı, neler oldu? toplu sözleşme kararlarıdır ve kanun giderdiniz oradan gereği bu kararlar mutlaka uygulanİsmail Koncuk: Çankaya Köşkü’nseçerdiniz. Şimdi o malıdır. Bu konuda zaman zaman deki toplantıda, çalışma hayatının ve bu ülkenin gençlerinin yaşadığı bir amele pazarlarının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı da sendikaların talepleri karşısında çok sıkıntıyı sayın Başbakan’a iletme modern şekli özel zor durumda kalmaktadır. Artık, bu şansım oldu. Ataması yapılmayan öğistihdam büroları kararların uygulanması için harekete retmenler meselesi sıkça gündemde. geçilmelidir. Bunları aynen sayın Başolacak ve artık Biz de bu konuda sürekli olarak öğretmen ataması yapılması yönünde Türkiye’de kiralık işçi bakan’a ilettim. çağrılarda bulunuyoruz. Sayın Baş- dönemi başlayacak. Bu Kamuda yaşanan ciddi huzursuzbakan’a, Ağustos ayında öğretmen luklardan birisi de yargı kararlarının alımı yapılmayacağına dair duyum- istihdam türü sadece uygulanmamasıdır. Sayın Başbakan’a kamu çalışanları lar aldığımızı, halbuki şu an yüz bin bu konuda da görüşlerimi ilettim ve öğretmen ihtiyacımız bulunduğunu değil 78 milyonu da Başbakanlık genelgesi ile kurumların söyledim ve Ağustos ayında mutlaka ilgilendiriyor. Kimler uyarılmasını talep ettim. Mesela Milli öğretmen ataması yapılması gerekliEğitim Bakanlığı buna en iyi örnektir. kiralık işçi olacak? liğini ifade ettim. Şu an Türkiye’de, Biz bu konuda uygulanmayan yargı 75 bin ücretli öğretmenle eğitim-öğSenin çocuğun, kararlarına yönelik açtığımız tazretim faaliyeti yaptığımız, sadece İsbenim kızım, senin minat davalarını da kazanmaya baştanbul’da 15 bin ücretli öğretmenin Sayın Başbakan’dan bu yargı yeğenin vs. Bu milletin ladık. görev yaptığını düşündüğümüzde karalarının uygulanmasına adına bir ciddi bir öğretmen ihtiyacı olduğu evlatlarını kiralık hale talimat vermesini istedim. görülmektedir. getirmeye çalışan Çalışma hayatında onlarca sorun Bunun yanı sıra, 400 bin ataması yavarken, yeni yeni sorunlar türebir düzenlemeden pılmayan öğretmen olduğu göz önütecek adımlarda atılmaya devam bahsediyoruz ne alındığında bu sayıyı eritmek için ediyor. “Esnek İstihdam” modeli yeni projeler üretilmesi gerektiğini dile getirdim. Me- de bunlardan birisi. Siz bunu sık sık konuşmalasela bu sayıyı eritmek için, öğrencilerimizin ödev ve rınızda gündeme taşıyorsunuz. Nedir Esnek isbenzeri çalışmalarını yönlendirmek üzere etüt öğret- tihdam ve Türkiye’de ne gibi sonuçlar doğurur? menlik sistemi uygulanabilir ya da AKP iktidarı tarafın- İsmail Koncuk: Yakın zamanda TBMM’de bir kanun dan büyük bir iddia ile başlatılan kurs merkezlerinde taslağı görüşüldü. Bu taslağa göre, özel istihdam bürogörevlendirilmek üzere öğretmen ataması yapılabilir. ları kurulacakmış, ve kiralık işçiler temin edilebilecekYine sayın Başbakan’a, ülkemizde 430 İİBF mezunu, miş. Eskiden amele pazarları vardı, giderdiniz oradan 1 milyon Meslek Yüksek Okulu mezunu olmak üze- seçerdiniz. Şimdi o amele pazarlarının modern şekli re ciddi oranda genç işsizler bulunduğunu belirterek, özel istihdam büroları olacak ve artık Türkiye’de kiragenç işsizliği en aza indirmek adına radikal tedbirler lık işçi dönemi başlayacak. alınması gerektiği yönünde çağrıda bulundum. Bu istihdam türü sadece kamu çalışanları değil 78 milyonu da ilgilendiriyor. Kimler kiralık işçi olacak? Senin çocuğun, benim kızım, senin yeğenin vs. Bu milletin 4-C’ye kadro toplu sözleşme kararı evlatlarını kiralık hale getirmeye çalışan bir düzenleme haline gelmesine rağmen hala uyguresmen TBMM’de görüşüldü ve devam ediyor. Bütün lanmamıştır. Ayrıca, toplu sözleşmede alınan 21 kararın hala haya- bu çalışma hayatını bozan anlayışlara karşı mücadele ta geçmediğini, bunlardan acil çözüm bekleyen, 4-C etmemiz lazım. meselesi ve üniversiteli işçiler konusunun artık çözül- 4-B yaptılar, 4-C, 4-D, vekil ebe, vekil hemşire, vekil mesi gerekliliğini de ifade ettim. Bakın, şu ana kadar imam, İHS, şimdi de esnek istihdam yoluyla kiralık işçi 21 toplu sözleşme kararı uygulanmamıştır. 4-C’ye dönemi geliyor. Çalışma hayatı adeta köstebek tarlasıkadro toplu sözleşme kararı haline gelmesine rağmen na döndü. Yapanda bu hükümet. Bunların tamamı özel hala uygulanmamıştır. Üniversiteli işçilerin memur sektöre ve kamuya ucuz iş gücü temini için çıkarılan 56 sistemlerdir. Memleketin evlatlarını ucuz iş gücü yapmanın yolunu arayan anlayışlardır. Bunlarla mücadele etmemiz lazım, anlatmamız lazım. Birlikte yaparsak bunu başarırız. Herkese, çalışanlara, ana ve babalara anlatarak bir tepki oluşturabiliriz. Buna sessiz kalırsak, sineye çekersek daha beter uygulamalar da gelir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa ilişkin tartışmalar zaman zaman gündeme getiriliyor. Bu konudaki net duruşunuz ve kırmızı çizgileriniz ortada. Sizce kamu çalışanlarının iş güvencesi noktasında bir sıkıntı yaşanabilir mi? İsmail Koncuk: 657 konusunda sayın Cumhurbaşkanı ne demişti? “657 değişmeli ki paralel ile mücadele edelim. Bu söz söylendikten sonra kraldan fazla kralcı olanlar harekete geçti. STK’ların temsilcileri, iş adamları koro halinde “657 Değişmeli” diyorlar. Geçen gün bir köşe yazarı, “657 sayılı yasa değişmeli” diye yazmış. “657’li kral, millet maraba! diyor. Bu izansız adam şunu düşünmüyor, sen hayatında acaba ortalama 2500 TL maaş alan bir kral duydun mu? 1600 TL emekli maaşı alan bir kral var mı? Yine geçtiğimiz günlerde aralarında benim de bulunduğum 25 sivil toplum örgütünün başkanı ile bir araya gelen Başbakan’a 657 sayılı kanun ile uğraşılmasından duyduğum rahatsızlığı dile getirdim. O sırada bir sivil toplum örgütünün başkanı “657 sayılı devlet memurları kanunu değişmelidir” dedi. Kendisine hiç yasayı okuyup okumadığını sordum. Olumlu cevap veremeyen o kişiye kendisini ilgilendirmeyen ve hiçbir bilgisi olmadığı yasa hakkında konuşmamasını ve ahkâm kesmemesini söyledim. Kraldan fazla kralcılık yapan bu adam, sadece birilerine yaranmak için bu şekilde konuştu ama devlet memurlarıyla uğraşmayın. 2 milyon 600 bin memurun geleceğiyle oynamayın. Bir insanın cumhurbaşkanı ya da Başbakan olması her söylediğinin doğru olabileceği anlamına gelmez. Bunu kabul etmiyoruz. Her fırsatta ta bunu kendilerine söylüyorum. kanunda devlet memuru ne yaparsa yapsın işten atılamaz diye madde yok. Çoğu kişi, 657 sayılı kanuna göre bu devlet memurları ne yaparsa yapsın, asla işten atılamaz şeklinde düşünüyor. Devlet memurlarının iş güvencesi diye bir şey yoktur. Çünkü kanunda devlet memuru ne yaparsa yapsın işten atılamaz diye madde yok. İş güvencesi kanun maddesinden değil, hukuka olan, yargıya olan güvenden kaynaklanıyor. Eğer yargı benim üzerimde hukuksuz bir karar uygularsa, ben yargıya giderim. Bundan kaynaklı bir iş güvencesi var. Anayasanın 125. Maddesi idarenin her türlü tasarrufuna karşı yargı yo- lunun açık olduğunu söylüyor. Ama bu durum bütün vatandaşlarımız için geçerlidir. Sadece memurlarımız için değil. Bu kanun esnaf için de var, çiftçi için de var, elbette memur için de olacak. Tek farkımız bizimle ilgili soruşturma açılacaksa, amirimizin izin vermesi gerekiyor. Bu durum da, bizim yaptığımız işin özelliğinden kaynaklanıyor. Hırsızlık yapılmış ise zaten soruşturma açılacaktır. Türk Ceza Kanunu’nda adam öldürmek ciddi bir suçtur. 657’ye tabi bir memur adam öldürürse işten atılır diye madde yok. Ama maalesef kanundan haberleri yok, Sayın Cumhurbaşkanı bunu söylemiş diye, o da döşüyor, ahkam kesiyor. Devlet memurlarının sınırsız, koşulsuz iş güvencesi vardır diyenler koskoca bir yalancıdır, sahtekardır. Anayasa’nın 125. Maddesi kaldırılması bile bizim yargı hakkımız ortadan kalkmaz. Ülkemizin üye olduğu uluslararası kuruluşlar var. İmzaladığımız uluslararası sözleşmeler var. İmzaladığımız uluslararası sözleşmelere, iç hukukumuz tezat düşerse o zaman uluslararası sözleşmedeki hüküm esas alınır. Dolaysıyla bizim yargı hakkımızı ortadan kaldırmak kolay değil. Kamuda performans değerlendirmesi konusu da yine çalışma hayatının önemli başlıkları arasında. Bu konuda sizin görüş ve düşünceleriniz nelerdir? İsmail Koncuk: Bugünlerde performans değerlendirmesi gündemde. Kamuda performans değerlendirmesi objektif olarak yapılması imkansız bir uygulamadır. Devlet Personel Başkanlığı’nda bir çalışma yapıldı. Kamuda performans konusunda taraflar bir araya geldi. Bu çalışmanın içinde biz de varız. Kamuda performans değerlendirmesi amacında olan insanlar, dünyadan bihaberdir. Dünyaya gözünü kapamış insanlardır. Memurlar hizmet üretiyor. Bu hizmetin kalitesini ölçebilecek objektif kriterler yokken, performans değerlendirmesinin hakkını vererek yapmak imkansız. Bu performans konusu içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ne çalışanlara, ne de hizmet kalitesini arttırmaya faydası olmayan bir sistem. Geçmiş yıllarda da uygulandı. Örneğin PTT’de de performans sistemi uygulanıyor. 57 Biz Türkiye Kamu-Sen olarak her zaman mücadelenin içindeyiz. Sonuna kadar da çalışanlarımız için var gücümüzle mücadeleye devam edeceğiz. Yandaş sendikanın piyonluğunu yapanlar, yarın bizimle karşı karşıya kalacaklar. Yarını düşünerek hareket etmeleri lazım. Memurların son yıllarda yaşadığı kayıplar hepimizce malum. Toplu sözleşme masasında böylesine bir sendikal anlayış varken, kamu çalışanlarının bundan sonraki süreçte bir kazanım elde edebilmeleri mümkün mü? Çoğu kişi, 657 sayılı kanuna göre bu devlet memurları ne yaparsa yapsın, asla işten atılamaz şeklinde düşünüyor. Devlet memurlarının iş güvencesi diye bir şey yoktur. Çünkü kanunda devlet memuru ne yaparsa yapsın işten atılamaz diye madde yok. İş güvencesi kanun maddesinden değil, hukuka olan, yargıya olan güvenden kaynaklanıyor. Bir postacının günde 15 km yürüyerek o performans kriterlerini aşması lazım. Bu konuyla ilgili yıllarca çalışma yapmış bir profesör hocamız yanıma geldi. Kendisine de sordum, objektif kriterlerin ortaya koyulup koyulamayacağını. Kendisi de bunun mümkün olmadığını söyledi. Bu performans kriterleri sadece, bir takım insanları korumaya yönelik uygulanır. Bunun soncunda da çalışma barışı ortadan kalkarak çalışanlar boğaz boğaza gelir. Bu konuda mücadeleyi birlikte yaparsak sonuç alabiliriz. Bu işi bilen insanlarla yola devam etmemiz gerekiyor. Bu millete doğruları anlatabilecek bir grup, sivil toplum kuruluşu kalmamış. bu sendikal anlayış o düzenlemeleri böylesine istismar ettiği sürece olumlu sonuçlar çıkamaz. İsmail Koncuk: Kamuda bir sendika türedi. İktidarla beraber palazlanan büyüyen bir sendika. Ben buradan iktidarı da, sayın Başbakan’ı da uyarıyorum, bu ülkenin hükümetini, Bakanlarını da, Milletvekillerini de uyarıyorum. Kamuda istediğiniz kadar düzenlemeler yapın ama bu sendikamsı yapının bu rezil stratejisine göz yumduğunuz sürece yaptığınız hiç bir düzenlemenin kamuda olumlu bir sonuç doğurması mümkün olmayacaktır. Mesela stajyer öğretmenlikle ilgili bir düzenleme yapılıyor. Bu sendikamsı yapı gidiyor stajyer öğretmene diyor ki, “Bak performans değerlendirme zamanı geldi, bu değerlendirmeyi bizim adamlarımız yapacak, arkadan yazılı sınav, sonrada sözlü sınav… Eğer sendikamıza üye olamazsan senin stajyerliğini kaldırmayız” diyorlar. Milli Eğitim Bakanlığı istediği kadar güzel düzenlemeler yapsın, bu sendikal anlayış o düzenlemeleri böylesine istismar ettiği sürece olumlu sonuçlar çıkamaz. Aynı örnekler sağlık alanında da verilebilir. Döner sermaye ile ilgili sağlık teşkilatında düzenleme yapılıyor. “Benim üyem olmazsan senin çalışacağın birimi değiştirir döner sermayesi az olan birime veririz” diyorlar. Bu nasıl bir anlayıştır? Kamu Türk okuyucuları için mesajlarınızı alabilir miyiz? İsmail Koncuk: KamuTürk dergimiz yayın hayatına başladığı günden beri hem kamu çalışanlarının hem de Türk dünyasının sesi-gözü-kulağı oldu. KamuTürk, Türkiye Kamu-Sen’in yayın organı olmaktan çıktı, Türk Milletinin, Türk ve İslam Aleminin hür kelamı haline geldi. Böyle bir yayın organına sahip olmaktan biz iftihar ediyoruz. Buradan tüm KamuTürk okuyucularına kalbi selam ve hürmetlerimi iletiyorum. Dergimizi hazırlayan yayın ekibini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum. 58 Osmanlı gemisinin batmak üzere olduğu 20. yüzyılın başlarında her millet, boğulmamak için kendi derdine düşmüştü. Gayrimüslimler her fırsatı değerlendirerek Osmanlıdan kopmayı başardılar. Geride kalan Müslüman unsurlar da kendi milletlerinin milliyetçiliklerini yaparak batan gemiden sağ salim kurtulmayı seçtiler. Açıkça söylemeliyim ki bunda pek de şaşılacak ve yadırganacak bir şey yoktur. Çünkü Osmanlının kimseyi kurtaracak gücü yoktu; Osmanlı can çekişiyordu. Böyle bir vaziyette en doğru olanı her Müslüman milletin kendisini kurtarmasıydı. İşte bu gerçeği gören aydın- lar ve devlet adamları, Batı’nın Osmanlıya silah olarak kullandığı milliyetçiliği, Batı karşısında Müslüman milletleri uyandırmada tek çare olarak gördüler. Çünkü milliyetçiliğin yükseldiği o dönemde ümmet düşüncesi Müslüman milletlerde pek aksi sedasını bulmuyordu. Cemalettin Afgani, bu acı gerçeği görenlerden biriydi: “Mademki milliyetçilik ölü toplumları diriltiyor, can ve heyecan veriyor biz de mensup olduğumuz topluluklara bu fikri aşılayarak onları uyandırmalı ve gelecek 59 mücadelelere hazırlamalıyız. Bu durumda Müslüman her kavim kendi milliyetçiliğini yaparak toplumunu diriltmeli ve Batı’dan gelecek sömürgeci hareketlerle savaşmaya hazırlanmalıdır.” Türk milliyetçiliğinin fikir babası Ziya Gökalp de bütün Müslüman milletlerin milliyetçilik yaparak kendilerini kurtarmalarını istiyordu. Görüldüğü gibi o buhranlı dönemde ortak akıl, bu realiteyi çok net ortaya koymuştu. Bu bakımdan sömürgecilerin karşısında Arap’ın kendi topraklarında Arap milliyetçiği yapması, Arnavut’un Arnavutluk’ta Arnavut milliyetçiliği yap- ması gayet doğal ve gerçekçiydi. Her Müslüman milletin milliyetçilik yaparak kendisini kurmak istediği o zamanda Osmanlı gemisinin kaptanı olan Türkler de en son olarak milliyetçiliğe sarılarak bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular. Herhangi bir milletin ferdinin, başka topraklarda yaşasa da kendi milletini sevmesi, kültürünü yaşa(t)mak istemesi biçimindeki milliyetçilik anlayışı en doğal insani bir haktır. Bu hakkın ihlali hem insani hem dini hem vicdani hem de evrensel değerlerin çiğnenmesidir. 60 Sİz bİr şehİdİn nasıl taşındığını bİlİr mİsİnİz? 61 Sizler bir şehidi hep al bayrağa sarılı bir tabutun içinde gördünüz. Peki siz bir şehidin nasıl taşındığını bilir misiniz? Şehit düştüğü yerden tabuta konacağı, al bayrağa sarılacağı, komutanlık töreninin yapılacağı alana hangi zorluklarla ve nasıl geldiğini? Şehit ve yaralıları çatışma alanlarından çıkartmak için daha nice şehit ve yaralı verildiğini... rağı üstüne atılıncaya kadar. Sahadan, mücadele alanlarından, silah arkadaşlarından ve silah arkadaşlığından “Bir Nefes” olarak atılan son toprağa kadar şehidin başında durmaya devam edecek. O da bir toprak atacak arka‘r’daşının üstüne. (Arka’r’daş ise Azeri Türkçesinde; “Onur ve Namus Arkadaşlığı” demek.) Böylece görevi sona erecek. Sadece millet için değil, milletin onuru için de ölündüğünü... Ve kaçacak oradan. Daha yeni; Dağlıca’da Ejder Yarbayın şehit düşen üsteğmenini çekmek için şehit düştüğünü. TA ŞEHİDİN DÜŞTÜĞÜ YERE KADAR! Şehitlerin, mermilerin roketlerin altında, çatışma toprağından, çamurundan, kayasından, molozundan, tozundan ve bunlara karışmış şehit kanından kaldırılıp, kucaklarda, sırtlarda, çatışma sıcağı yol verirse pançolarda, sedyelerde, sonra ciplerde, kobralarda, kirpilerde en nihayet helikopterlerde taşındığını bilmelisiniz. Abdullah Ağar, 27 Nisan 2016’ Yüksekova-Hakkari Not: Yer: Yüksekova Sabah dördünden sonra yine uyuyamadım. 91’i 92’ye bağlayan kış Şırnak Gabar Görmeç’te ‘ÇIĞ’a şehit verdiğimiz 65 Memedimiz; 64 komandosuyla birlikte şehit düşen Alaattin Üsteğmenim aklıma geldi. Şehit helikopterin içinde, dipte, siyah torbada! Ağladım. Birazdan “Yüksekova’dan Van’a Havada.” Sonra da okuduğunuz bu yazıyı yazdım. Helikopterin içinde şehidin ayak ucundaki kim peki? Ben, kamyonun sırtındaki al bayrağa sarılı 65 tabutla ‘Bir şehit refakatçisi olarak’ Şırnak’tan nasıl yola çıktığımı hiç unutamadım. Koca kırmızı bir kamyonla, bir kamyon şöförüyle ve 65 şehitle Cizre’den, Nusaybin’den, Mardin’den nasıl geçtiğimizi. O karda kışta kıyamette ve karla kaplı o gecede Mazı dağı geçidinin nasıl geçit vermediğini. 65 şehit yüklü o koca kırmızı kamyonun o yolda nasıl kayıp durduğunu, ikide bir nasıl yoldan çıkmaya kalktığını. Öndeki eskort polisimizin nasıl kaza yaptığını. Ancak gecenin köründe Diyarbakır’a ulaştığımızı. Fotoğraf o anlardan birine ait. O’nun adı da; “ŞEHİT REFAKATÇİSİ.” O, şehit naaşının gideceği bütün yol boyunca şehidin ya ayak ucunda ya baş ucunda duracak. Şehidin naaşı ile birlikte şehitten geriye kalanları çantaların torbaların ya da sarı bir zarfın içinde ailesine teslim edecek. Şehidin cenaze namazı kılınırken de, devlet töreni yapılırken de, kabrine konurken de başından ayak ucundan hiç ayrılmayacak. Ama hep ötede, bir kaç adım geride kenarda duracak. Şehidi uğurlayanlar, cenazesine katılanlar, siz, onun kim olduğunu hiç bilmeyeceksiniz. O ise bu anlar boyunca hep, al damgalı şehidin sarılı olduğu al bayraklı tabuta bakacak. Gözlerini de hiç ayıramayacak. İstese bile! Ta ki şehit mezarına konup, üstü kapatılıp, son top- Yolculuğun sonunda da Gülhane’nin morgu önünde Alaattin Üsteğmeninden kalanları ‘Sarı bir zarfın içinde’ ailesine nasıl teslim ettiğimi. Ve oradan Şırnak’a (!) kadar nasıl kaçtığımı. Gencecik bir teğmenken yaşadığım bu ağır acıyı hiç unutamadım. Fotoğraf: Nisan ayı ortalarında Yüksekova çatışmalarında şehit düşen özel harekatçı polis Mehmedimizin tahliyesinden. 62 Her sene temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp Türk Milletinin ve dünya kamuoyunun önüne konulan mevzuu: Ermeni olayları… NEDEN (Kaynak: Ermeni Yalanları / Çığlık Kitabı Türkiye Kamu-Sen Yayınları 2015) TEHCİR EDİLDİLER? Osmanlı tarih terminolojisinde geçen tehcir kelimesi, bugünkü tabirle tam olarak, ülke içinde bir yerden başka bir yere nakil anlamını taşıyan “zorunlu göç” karşılığında kullanılmıştır. Bu nedenle tehcirin anlamı, çoğu kimselerin ve özellikle Ermeni diasporasının kullandığı, yurt dışına çıkarma anlamındaki “deportation”la eşdeğer değildir. İkinci Dünya Savaşı’nda ABD ile Japonya arasında çatışmalar başladığı zaman ABD, Pasifik kıyısında bulunan Japon asıllı vatandaşlarını, güvenlik nedeniyle Missisipi vadisine nakletmişti. Bu nakilde Japonların herhangi eylemi olmamasına rağmen, potansiyel bir tehlikeye karşı böyle bir tedbir uygulamaya konulmuş ve nakil sırasında birçok Japon hayatını kaybetmişti. Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı zorunlu göç ise, ABD’deki Japonlardan çok daha farklı bir durum göstermektedir. Her şeyden önce Ermeniler, arka plânda bir devlet kurmak düşüncesiyle Birinci Savaş’tan 2530 sene önce silaha sarılmışlardı. Osmanlı Devleti’nin 1914 Kasımında Almanya’nın yanında savaşa katılması, Ermenileri destekleyen Batılı Devletlerle Rusya’yı, yeni bir politikayı uygulamaya itti. Ermenilerle gizli görüşmeler yapıldı ve silahlandırıldılar. Tiflis’teki Ermeni Bürosu da Ruslarla Osmanlı Devleti’ne karşı ittifakı teyit etmektedir. 30 Kasım 1914 tarihinde yayınladıkları bildiride, “Dünyanın dört yanından Ermenilerin Rus ordusu saflarına katıldığı, Rus bayrağının Çanakkale ve İstanbul boğazlarında dalgalanacağı, hristiyan inancından dolayı acı çekmiş olan Türkiye Ermeni halkının Rus koruması altında yeni ve özgür bir hayata kavuşacağı” vurgulanmıştır. Gerçekten de daha sonra Rus, İngiliz ve Fransız ordularında, Ermeni askerleri yer almıştır (Bkz. BELGE 1). Meselâ Alman istihbarat kaynakları, Şubat 1915 itiba- 63 riyle 592 Osmanlı Ermenisi ve 11.854 diğer Ermenilerden olmak üzere toplam 12.446 Ermeni’nin Fransız ordusuna alındığını bildirmektedir. Keza İngiliz Mareşal Allenby, Türkleri Şam’ın güneyinde yendiğinde, yanında 8.000 Ermeni savaşçının mevcut olduğundan bahsetmektedir. Trabzon’daki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Konsolosu Moricz de, 30 Ocak 1914 tarihli bir raporunda, Rusların, Ermeniler üzerindeki etkisiyle ilgili olarak şöyle demekteydi : “Ruslar, Ermenileri harekete geçireceklerdir. Bu maksatla çok para harcıyorlar, gizlice âsilerin hizmetine silah sevk ediyorlar ve bir Ermeni ayaklanmasının patlak vermesine aracılık ediyorlar”. Nitekim İstanbul’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Askerî Ateşesi Joseph Pomiankowski de Ermenilerle Ruslar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır: “Talat ve Enver Paşa, hemen harp başlar başlamaz, Ermenilerin düşman tarafını tutmaları, bilhassa Osmanlı ordusuna karşı düşmanca girişimlerde bulunmaları halinde şiddetli karşı önlemler alınacağı hususunda kesinlikle uyardı. Buna rağmen Ermeniler, Türklere karşı düşmanca faaliyetlerde bulunmaktan, bilhassa Türk silahlı kuvvetlerine saldırmaktan geri kalmadılar. Başlangıçta çok sayıda Ermeni asker, bazı Ermeni subayları, başlarında bir Ermeni milletvekili olduğu halde kaçıp Rusya’ya gittiler. Bunlar, Rus hududunu geçen Ermenilerle birlikte Ermeni gönüllü alaylarına katıldılar. Rusların safında Türk hududunu geçerek Müslüman halka barbarca saldırılarda bulundular. Ermeni haydut çeteleri Osmanlı ordusunun gerisine, ikmal kuvvetlerine, postalara ve bağımsız birliklere hücum ettiler. Türk hükûmeti ve ordusunun ileri gelenleri, Ermenilerin genel bir ayaklanmaya girişecekleri hususunda endişe etmekte haksız değildi. Gerçekten de bu isyan Nisan 1915’te Van’da patlak verdi” . İstanbul’daki Alman Büyükelçi vekili Neurath’ın, 26 Haziran 1915 tarihli raporunda belirttiği gibi, “Türk hükümeti, Doğu Anadolu’daki Ermeni halkını, yoğun olduğu eyaletlerde ihtilâl çıkarmalarını engellemek için askerî sebeplerden dolayı sürgün etmiştir. Ermenilerin o zamana kadar yürüttükleri faaliyetler ve kendi ülkelerine karşı olan dış güçlerle işbirliği yapmaları, tehcir kararını zorunlu hale getirmiştir. Buna rağmen daha tehcir kararı alınır alınmaz Osmanlı Devleti ile savaş halinde bulunan İtilâf Devletleri’nin bir bildirge yayınlayarak Osmanlı Devleti’ni suçlu ilân ettikleri görülmektedir. İşte tehcir bu şartlarda başlamıştır. ABD Başkanı Wilson’un, Amerika’nın savaşa katılımını meşrulaştıracak ve bunun için kamuoyu oluşturacak bir takım olayların bulunması yolundaki talimatı doğrultusunda, o sırada Osmanlı nezdinde büyükelçi olan Henry Morgenthau Ermeni tehciri meselesini ele almıştır. Morgenthau, ezilmekte ve yok edilmekte olan mazlum bir hristiyan millet olarak değerlendirdiği Ermenilerle ilgili gelişmeleri ve Ermenilerin zorunlu göçü sırasında meydana gelen bazı ölüm olaylarını, çok başarılı bir katliam propagandasına dönüştürmüştür. Henry Morgenthau’nun asıl raporlarıyla açık çelişkiler taşıyan bir “senaryo”, Büyükelçinin danışmanı ve tercümanı olan Türk Ermenisi Arshag K. Schmavonian, gazeteci Burton J. Hendrick ve Amerika Dışişleri Bakanı Robert Lansing tarafından hazırlanmış ve Morgenthau adına “Ambassador Morgenthau’s Story” adıyla (New York 1918) yayımlanmıştır. 1914’ten itibaren Fransızlar da, Ermenilere bir devlet kurmak için söz verdiler ve bunun için haritalar yaptılar ve onlarla sıkı bir işbirliğine girdiler (Bkz. BELGE 2). Musa Dağı Ermenilerine destek vererek, yaklaşık 5000 Ermeni’nin dağlara çekilmesine ve Osmanlı Devleti ile mücadele etmelerine yardım ettiler (Bkz. BELGE 3). Bu konuda Egyptian Gazette’si 21 Ekim 1915 tarihli nüshasında, Musa Dağı Ermenileriyle ilgili şu haberi geçmişti : 64 rın Kafkas ordusu ve Suriye ordularının ikmal yollarını basıyor ve gönderilen yardım konvoylarını vuruyordu. Bu hareket Rus Büyükelçisi’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 24 Şubat 1915 tarihli bir memorandumda, “Zeytunlu bir Ermeni’nin Kafkasya’da Kont Worontzoff Dachkoff ile temas kurduğu, Türk ordularının ulaşım hatlarına baskın yapmak üzere 15.000 kişilik bir kuvvet topladıkları, ancak silah ve cephanelerinin yeterli olmadığı, İngiliz ve Fransızlar tarafından İskenderun Limanı üzerinden bunun yapılabileceği....” şeklinde dile getirilmiştir. “…Tepenin eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağı’nın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5.000 kişi idik. Hayatta kalanlar, 4 yaşın altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4 –14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1.449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1.076 olmak üzere toplam 4.049 kişidir”. Daha sonra Musa Dağı Ermenileri Fransız savaş gemileriyle Süveyş Kanalı’nın Asya tarafında bulunan Lazaret toplama kampına yerleştirildiler. Bu arada İngiltere ve Fransa İskenderun körfezine çıkarma yapmayı plânlıyordu. Bu plân çerçevesinde Anadolu Ermenileriyle temas sağlandı ve silahlandırılmaları için girişimlerde bulunuldu (Bkz. BELGE 4). 12 Kasım 1914 günü İngiltere’nin Kahire’deki diplomatik temsilcisi M. Chcetham, Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta “Boghos Nubar Paşa’nın, Türkiye ile reformlar konusunda anlaşmak için pek umudu kalmayan Kilikya Ermenilerinin, Adana, Mersin ve İskenderun’a yapılacak bir çıkartmada Müttefiklerin safında gönüllü olarak yer alabileceklerini; bölgenin dağlık kısımlarındaki Ermenilerin de silah ve cephane ile donatılırlarsa Türkiye’ye karşı isyan edebileceklerini” bildirdiğini nakletmektedir. Ancak Suriye ordusu komutanı Cemal Paşa’nın Süveyş harekatı, çıkarmanın yönünü Çanakkale’ye çevirdi. Osmanlı ordularının Çanakkale, Kafkasya ve Suriye cephelerinde savaştığı bir sırada, savaş alanı olan bu üç bölgeyi birer çizgiyle birbirine bağladığımızda, üçgen içerisinde kalan bölgede Ermeni örgütleri, Osmanlıla- Çanakkale Savaşları’nın başladığı 18 Mart 1915 tarihinden itibaren Ermeniler Anadolu’da İtilâf güçleriyle eş zamanlı olarak eylemlerini genişlettiler. Van ve çevresinde gerçekleştirdikleri olaylarda sivil halktan pek çok kişiyi öldürdüler. Mahmudiye’de müslümanları toplu olarak katlettiler; camileri ahır haline getirdiler. 15 Nisan 1915’te Van, Çatak ve Bitlis’te isyan başlattılar. Van ve çevresinde memur ve jandarmaları öldürdüler, karakollara ve Türklere ait evlere saldırdılar, resmî binaları yaktılar. Ruslarla işbirliği yapan Ermeni kuvvetleri, 16/17 Mayıs gecesi Van’ın Ruslara teslimini sağladılar. Ermeni isyanları, Anadolu’nun batı kesimlerinde de bir hareketlenmeye sebep oldu. Topyekün bir isyan tehlikesi başgösterdi. Bu durumu İngiliz Albay Mark Sykes, Ermeni liderlerle yaptığı görüşmelerden sonra, 3 Ağustos 1915 tarihinde Kahire’deki İngiliz Kuvvetleri Komutanı Sir John Maxwell’e şu cümlelerle rapor etmiştir : “Talimatlarınızın gereği olarak, Boghos Paşa’nın sekreteri Malezian ve Hınçak liderlerinden Damadian’la dün görüştüm. Kıbrıs’ta yaklaşık beş bin Ermeni toplanacak ve Kuzey Suriye sahiline bir baskın için Müttefiklerin nezaretinde silahlandırılacak ve hazır bulundurulacaktır. Bu kuvvet, Bulgar ve Türk ordularında hizmet etmiş bin beş yüz kadar kişi ile Amerika Birleşik Devletleri’nde işçi olarak bulunan ve askerî deneyimi yetersiz kişilerden oluşacaktır..…Suedieh’e kadar uzanacak olan harekat için sekiz yüz kişi kullanılacak ve bu alanın yirmi mil kadar çevresinde isyan çıkarılacaktır. Geriye kalan kuvvetler 50-60 kişiden oluşan küçük birlikler halinde Ayas ile Payas arasındaki noktalara çıkartılacak; Zeytun ve Elbistan istikametinde daha Kuzeyde Makedonya hatlarındaki komiteciler gibi görevlendirilecektir” . 65 Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Ermeni ileri gelenleri, çıkacak muhtemel isyanların önlenmesi konusunda uyardı. Ancak uyarıların dikkate alınmaması üzerine bu olayları başlatan ve Ermenileri silâhlandıran komite yuvalarını dağıtmak için 24 Nisan 1915’te vilâyetlere ve mutasarrıflıklara “acele ve gizli” kaydı ile bir talimat yolladı. Bu talimat da, Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, evrakına el konulması ve komite ele başılarının tutuklanması bildirildi. Bunun üzerine, “bugün Ermenilerin soykırım günü” olarak nitelendirdikleri tutuklamalar gerçekleşti. Mısır’daki İngiliz Askerî Ofisi’ne Dedeağaç üzerinden ulaşan bir bilgiye göre, “24 Nisan 1915 gecesi üç Ermeni din görevlisi ile Ermeni gazetesi “Puzantion”un sahibi de aralarında olmak üzere toplam 1800 Ermeni yakalandı. Tutuklular Ankara’ya gönderileceklerdir. Tutuklananların 500’ü Taşnak, 500’ü Hınçak ve kalanlar da Ramgavar partizanlarıdır” denilmektedir. Tutuklanan Ermenilerin “Müttefik ordularına hizmet eden Ermeni gönüllüler veya müslüman katliamı sorumluları” olduğu İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral’e gönderilen şifre telgraflarda da kaydedilmektedir. Tutuklananlar, 25 Nisan 1915 tarihinde Ayaş ve Çankırı cezaevlerine sevkedildiler. Buna rağmen isyanların devam etmesi üzerine, Almanya’nın da telkiniyle Ermenilerin, savaş alanı dışında bulunan Suriye’ye nakli kararlaştırıldı. Bu durum Avusturya-Macaristan diplomatik belgelerinde özetle şu şekilde aktarılmaktadır : “Sert tedbirlerin alınmasının suçu Ermenilerindir. Ermeniler savaş başladıktan sonra Türk memurlarına ve Türk ordusuna karşı, akla gelebilecek her türlü düşmanca faaliyetlerde bulundular. Ayrıca Rusların gelmesinden sonra Van vilâyetinde Müslümanları acımasızca katlettiler” 66 TEHCİR NASIL GERÇEKLEŞTİ Tehcir, Çanakkale, Kafkasya ve Filistin’de savaşan Osmanlı ordularının lojistik destek yollarına yakın yerlerdeki Ermeniler ile örgütlere destek veren tüm Ermenileri kapsamıştır. Zorunlu göçe tabi tutulan İç ve Doğu Anadolu’daki Ermenilerin, savaş alanına uzak olan Suriye ve Şehr-i Zor bölgesine nakledilmeleri kararlaştırılmıştır. Naklin kolaylıkla gerçekleştirilmesi için ana yollar ve tren yolları seçildi. Haritada görüldüğü gibi, beş merkez, ana toplama alanı olarak belirlendi (Bkz. HARİTA I). Tehcire tabi tutulacaklara, hareket hazırlığı yapmaları için, konsolos raporlarında da yer aldığı gibi ortalama bir hafta süre verildi. Tehcir emri verilen Ermeniler, 2000’er kişilik kafileler halinde sevkedildiler. Kafilelerin korunması için, savaş dolayısıyla imkân nisbetinde koruma verildi (Bkz. BELGE 5). Osmanlı Devleti tehciri, 29 Ağustos 1915 tarihiyle vilâyetlere gönderdiği şifre telgrafta şöyle tarif etmektedir: “Ermenilerin bulundukları mahallerden çıkarılarak tayin edilen mıntıkalara sevklerinden hükûmetin beklediği gaye, bu unsurun hükûmet aleyhine faaliyetlerde bulunmalarını ve bir Ermenistan hükûmeti teşkili hakkındaki millî emellerini takip edemeyecek bir hale getirilmelerini temin esasına matuf olup, masum kişi ve şahısların imhası he-deflenmediğinden, sevkiyat esnasında kafilelerin can emniyeti sağlanmalı ve muhacirîn tahsisatından sarfiyat yapılarak iaşelerine ait her türlü tedbir alınmalıdır. ...Daha önce de tebliğ edildiği üzere asker aileleriyle, ihtiyaç nisbetinde sanatkâr, Protestan ve Katolik Ermenilerin sevkedilmemesi hükûmetçe kesin olarak kararlaştırılmıştır. Kafilelere saldırıya ve bilhassa gasb ve hiss-i hayvaniyelerine mağlup olarak ırza geçmeye teşebbüs edenlerle, bunlara ön ayak olan jandarma ve memurlar hakkında gecikmeksizin kanunî tedbir alınarak, şiddetle cezalandırılmalı ve bu gibiler derhal azl edilerek Divan-ı Harblere teslim edilmelidir. Bu gibi olayların tekrarından vilâyet ve sancakların yetkililerinin sorumlu tutulacağı beyan olunur” (Bkz.BELGE 6). Yukarıdaki belgede de yer verildiği gibi, Ermenilerin na-killerinden maksadın, onları imha maksadıyla yapılmadığı, onların savaşın bitiminde, yani 1918 yılı sonunda, evlerine geri döndürülmesinden de anlaşılmaktadır. Bununla ilgili olarak çıkarılan kararnamede, isteyenlerin geri dönmesi, dönmek istemeyenlere baskı yapılmaması, evlerine dönen Ermenilere tüm emlâkinin iadesi, müslüman olanların istedikleri takdirde eski dinlerine dönebilecekleri, yetimhanelerdeki ve zengin aileler yanındaki çocukların aileleri ve yakınları bulunarak teslimi, vergi borçlarının silinmesi, yolculuk sırasındaki tüm masraflarının devlet tarafından karşılanması gibi maddeler yer almakta idi (BELGE 7). 67 Kaynak: UK ARCHIVES FO 371/2484/46942, No. 22083; 30 Kasım 1914 tarihli Horizon'dan aktarılmıştır. Berlin’den 24 Şubat 1915 tarihinde yazılan rapor, Geschaeftsgang mit der Bitte in Wiedergabe nach Konstantinopel, imza, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi Berlin, 1 A, Türkei 183, Bd. 36, No. 7117, R. 14085. Aynı konuda bir haber Matin’in 23 tarihli nüshasında yer almıştır. Amerikan Kongresi’nin Kansas üyesi 23 Ocak 1920’de Kongre’de yaptığı konuşma (Bkz. The New Near East, Vol. 6, No. 7, Genel No. 31, Ocak 1920, s. 28). Österreichischer Haus-Hof-und Staatsarchiv, Politisches Archiv, XII, 463'den naklen N. Göyünç, "Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları", Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri, Bursa 2000, s. 10. Joseph Pomiankowski, Der Zusammenbruch des Ottomanischen Reiches. Erinnerungen an der Türkei aus der Zeit des Weltkrieges, Zürich, Leipzig, Wien 1928, s. 159'dan naklen N. Göyünç, Aynı makale, s. 12. İstanbul Alman Büyükelçi vekili Neurath’ın 29 Haziran 1915 tarihli raporu, Almanya Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi Berlin, 1 A Türkei 183, Armenien Bd. 37, No. 7122, R. 14086, No. 3898. İstanbul’daki Alman Elçiliğinden Metternick’in gönderdiği 18 Eylül 1916 tarih ve 567 nolu raporu, “Die Aufzeichnung über die armenische Frage”, Die Aufzeichnung ist von dem Botschaftssekretaer nach meinen Weisungen aktenmaessig angefertigt worden, s.13, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşivi, Berlin, A Armenien, Türkei 183, R. 14093, Bd. 44-45. Bu konuda orijinal bir araştırma için bkz. Heath W. Lowry, Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü'nün Perde Arkası, İstanbul 1991. US ARCHIVES NARA 867.4016/207. Bkz. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. XCVI, XCVII, Belge 265, 266, 272’den naklen Turquie/Vol. 870/ Syrie-Palestine. UK ARCHIVES FO 371/2146, No. 70404; Chcethem'den Sir Edward Grey'e, 12 Kasım 1914, Kahire. UK ARCHIVES FO 371/2484, No. 22083; Rus Büyükelçisinden İngiliz Dışişlerine 15 Şubat 1915 tarihli memorandum; Gürün, Ermeni Dosyası, s. 208. ATBD, Nisan 1987, Sayı 86, belge 2051. ATBD, Ekim 1985, Sayı 85, belge 2003, 2005. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. LXXIX, Belge 75’ten Turquie/Vol. 848850, 8 Mart 1915. UK ARCHIVES FO 371/2485, No. 115866; Albay Mark Sykes'ten Sir John Maxwell'e mektup, 3 Ağustos 1915, Kahire. BOA, DH. ŞFR., no. 52/96-97-98. UK ARCHIVES, WO 157/691/9; İngiliz Karargâhı Askerî İstihbarat Bülteni, 5 Mayıs 1915, Kahire. UK ARCHIVES, FO 608/78, (75631), No. 869; Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 20 Mayıs 1919 ve UK ARCHIVES, FO 608/78, No. 1094; Amiral Carthorpe Şifre telgraf, 21 Mayıs 1919. Bkz. BOA, DH, ŞFR, no. 52/102. Bunun için bkz. Hasan Dilan, Aynı Eser, I, s. XCI, belge 215’ten naklen Turquie/Vol. 862, 863. KA AOK NA 1915 K 3528 (15 Juli 1915, AO VI p. 4624'den naklen İnanç Atılgan, Das Kriegsjahr 1915 : Reaktion Österreich-Ungarns auf die Umsiedlung der Armenier innerhalb des Osmanischen Reiches anhand von Primaerquellen, Wien 2003, s. 190-191. 68 İyi yönetilmeyen TRT! Kemal AKAGÜNDÜZ Gazeteci Güya mahkeme iptal etti elektrik faturalarına yansıtılan TRT payını… Ama bu kararını uygulayan kim? Ya da saygı duyan (!) Bilirsiniz her ay evinize, o dönemde kullandığınız elektriğin faturası gelir. Sizin kullandığınız tüketime çeşitli kalemler eklenir, fatura kabardıkça kabarır. İşte o kalemlerin içinde yer alanlardan biri de, yüzde 2 oranında alınan TRT payı. Örnekle açıklayacak olursak; diyelim ki elektrik faturanız 100 lira geldi, bu 100 liranın içinden 2 TL TRT için sizin cebinizden isteniyor… Yani yaklaşık 35-40 milyon elektrik abonesi her ay düzenli olarak, TRT’ye para ödüyor. 69 2 saat 15 dakika, HDP’nin 1 etkinliğine 18 dakika ayırdı. Resmi rakamlar bunlar… O yüzden ben yoruma gerek bile duymuyorum… Tabloyu değerlendirmeyi sizlere bırakıyorum. TRT’nin yayıncılık ilkelerini (!) bir kenara bırakıp, TRT’nin kadrosunu tartışmaya açmak istiyorum bu noktada. Çünkü TRT’de çalışan sayısı 7 bin küsür. TRT bu parayla kasasını dolduruyor, kurumu döndürüyor… İşin bir de yargı kısmı var… Çünkü elektrik faturalarındaki kayıp kaçak bedeli üzerinden tahsil edilen yüzde 2’lik TRT payını mahkeme iptal etti. Güya iadesi de mümkün ödenen bedelin ama daha o parayı geri alan kimseye rastlamadım… Tabi TRT devlet kanalı, bunda hemfikiriz. Ancak soru işaretlerini aklımızda uçuşturan bir nokta var ki; o da özellikle seçim dönemlerinde TRT’nin siyasi partilere yer verme süreleri. Örnekle değil resmi rakamlarla yazacağım bu noktayı da. 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimi öncesi… Recep Tayyip Erdoğan’a üç günde 5 saat 26 dakika süre ayıran TRT Türk’e, diğer adaylara hiç yer vermediği için 7 program durdurma cezası verildi. 7 Haziran öncesi… AKP mitinglerine 18 saat, CHP mitinglerine 3 saat 57 dakika, MHP mitinglerine 2 saat 12 dakika, HDP mitinglerine 36 dakika yer verildi. 1 Kasım seçimi öncesinde tablo değişti mi? Tabii ki hayır. TRT ekranları AKP’nin 52 etkinliğine 21 saat, CHP’nin 29 etkinliğine 7 saat 8 dakika, MHP’nin 5 etkinliğine Para kaynağı vatandaşın ödediği elektrik faturalarından alınan TRT payı. Yani TRT çalışanlarının maaşı halktan geliyor… Ama TRT’nin yaptığı programlara bakıyorsunuz, çoğu –belki de hepsi- dış yapım. Yani TRT bir yapım şirketine dizi veya programı yaptırıyor ve para karşılığı satın alıyor. E sormazlar mı, bu 7000 kişi TRT’de ne iş yapıyor? TRT’de kadro yok mu? TRT’de ekipman yok mu? TRT’de stüdyo yok mu? Bunların hepsinin cevabı “var” ise TRT’nin elemanlarının bunları yapacak yeteneği, becerisi yok mu? Elbette var, hatta çok iyi bir kadroya sahip. TRT yayıncılıkta bir okuldur ama bu nitelikli kadrolar iyi yönetilmeyen kurum tarafından pasif hale getirildi. Yazık değil mi bu kadrolara? Haa birde merak ediyorum devletin bir kurumu neden ıslak mendil bastırır? Reklama mı ihtiyaç var? Siz hiç bir devlet kurumunun ıslak mendiline rastladınız mı? Mesela Başbakanlık; mesela Maliye Bakanlığı? Acaba bu ıslak mendillerden kaç tane yaptırıldı? TRT Destek Hizmetleri Dairesi Başkanlığı bütçesinden, bu ıslak mendillere ne kadar para ödendi? O para kimin cebine girdi? 70 Doç. Dr. Şeref İBA Yarı-Başkanlık Sistemi ve Fransa Örneği Üzerine Notlar Farklı hükümet sistemlerinin ya da değişik versiyonlarının uygulamadaki başarı karnesi, o ülkenin kendine has gerçekleri ve tarihi arka planıyla doğrudan ilgilidir. Fransa’da 5. Cumhuriyet öncesi siyasi tabloda, parlamento aşırı güçlenmişti. Siyasi iktidarın odağı konumundaki yasama organı, tüm siyasi sisteme hakim olmuştu. Bu soruna Anayasa yoluyla çözüm üretilmesi amaçlanmıştı. Dolayısıyla, 1958 Anayasası ile kurulan 5. Cumhuriyet, parlamentonun sistem içindeki gücünü azaltmak ve yürütmeyi güçlendirmek esasına dayanmıştır. Başka bir ifadeyle, tipik örneği Fransa olan yarı-başkanlık sisteminin çıkış noktasında, siyasi sistem içinde aşırı güçlü konumdaki parlamentonun dizginlenmesi hedefi yer almaktadır. Bu nedenle, yarı başkanlık sistemleri parlamenter sistem ile başkanlık sisteminin birtakım özelliklerini bünyesinde barındıran; parlamenter rejimlerde rastladığımız “yürütmenin istikrarsızlığı” sorunu ile başkanlık rejimlerinde görülen “yasama ile yürütmenin kilitlenmesi” sorununa çözüm arayan ve üreten bir rejimdir. Yarı başkanlık rejimi, yasama ve yürütme erklerinin karşılıklı uzlaşma ve işbirliği içinde hükümet etmelerine dayanan bir rejimdir. Hükümet Parlamentoya Karşı Sorumludur temelde, yarı başkanlık rejiminin parlamenter rejimlerde görülen özelliği devam etmektedir: Parlamento içinden çıkan bir hükümet (kabine) yine ondan aldığı “güvenoyu” ile görevine başlamakta, görevde kaldığı sürece “soru”, “meclis soruşturması”, 71 “meclis araştırması” ve “gensoru” gibi parlamenter sistemin denetim yollarına tabi olmakta ve “güvensizlik” oyu ile de görevden uzaklaştırılabilmektedir. Bir başka deyişle, parlamentoya karşı siyaseten sorumlu başbakan ve bakanlar kurulu, parlamentonun denetiminde ve onun güvenine bağlı olarak icraatını sürdürmektedir. Öte yandan, Halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı hükümet yetkilerine ortak olmaktadır. Ancak, kural olarak devlet başkanının siyaseten sorumsuzluğu devam etmektedir. Çünkü, parlamentoya karşı hesap vermez; hesabı verecek olan hükümettir. Böylece, yasama ile yürütme arasında zorunlu bir “uzlaşma” arayışına girilerek “kilitlenmenin” önüne geçilmek istendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, Cumhurbaşkanının Meclisi Fesih Yetkisi vardır. Günümüzde 6. Cumhuriyet tartışmalarının gündemde olduğu Fransa’da, 2007 yılında gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleriyle parlamenter sisteme geri dönüş anlamına gelebilecek sinyaller görülmüştür. Örneğin, sistemi çağın koşullarına daha uygun bir şekilde uyarlamak ve güçler kurgusunu daha dengeli ve etkin kılmaktır. Bahsedilen amaç doğrultusunda, V. Cumhuriyetin Anayasası yirmi dördüncü defa revize edilmiştir. Bu bağlamda, kohabitasyon dönemlerinin engellenmesi için yine birtakım adımlar atılmıştır. Tıkanıkları engelleme amacı ile cumhurbaşkanının ikiden fazla seçilemeyeceği düzenleme altına alınmıştır. Ancak, Türkiye’de yürütülen siyasi sistem tartışmalarında nedense bu noktaya hiç değinilmiyor olması son derece anlamlıdır. Kavramsal çerçeve bakımından parlamenter hükümet sisteminde, paradoksal bir durum olarak kuvvetlerin karşılaştırmalı üstünlüğüne baktığımız zaman, siyasi sisteme adını veren parlamento, güçlü/hakim kuvvet değildir. Gerçekten de, ülkemizde de parlamento siyasi sitem içerisinde yürütme karşısında sürekli zayıf ve giderek güçsüzleşen nitelik sergilemektedir. Sartori, “hükümet sistemlerinin sınıflandırılmasında şekli anayasanın ölü sözlerine değil, anayasal teamülleri de kapsayan maddi anayasanın yaşayan hükümlerine bakılmalı” demişti. Bu noktadan hareketle, Türkiye’de yaşanan sorun ne? Türkiye’de sorun esas itibariyle kuvvetler ayrılığı teorisinden kaynaklanmaktadır. Cari siyasi sistemde, yasama ve yürütme kuvvetlerinin fiilen aynı elde birleşmesi şeklinde çalışmaktadır. Bu fiili birliktelik sebebiyle, halihazırda cumhurbaşkanı, siyasi sistem içinde “tek hakim aktör” diğerleri ise siyasi oyuncular durumundadır. Hal böyle olunca, ülkemizde, parlamento, sistem içerisindeki zayıf silüeti ile tipik parlamenter sistem hüviyeti taşımasına karşın, yürütme organı, parlamentoya hükmetmek de dahil çok aşırı güce sahip olduğu için “isimsiz başkanlık sistemi” niteliği sergilemektedir. Kısaca, parlamenter sistemin bariz örneği yasama kuvveti, süper başkanlık sisteminin canlı örneği yürütme kuvveti, adı konulmamış “fiili başkanlık sistemi” olgusuna yol açmış durumdadır. Ancak, gelinen nokta, zaten doğmuş çocuğa isim vermekten ibaret bir husus değildir. Şöyle ki, iki başlı yürütme ile yasama çoğunluğunun aynı siyasi harekete mensup olmaması halinde yüksek düzeyde risk ve siyasi kriz üretme potansiyeli her zaman söz konusudur. Özetle, Türkiye’nin özgün şartları dikkate alınmadan soyut düzlemde yürütülen yarı başkanlık ya da başkanlık sistemi tartışmaları ihtiyatla karşılanmalıdır. Fransa’da son yıllarda, yarı-başkanlık sisteminden vazgeçme ve parlamenter sisteme geri dönüş anlamına gelebilecek anayasa değişikliklerine gidilmiş olması dikkatlere sunulması gereken kritik gelişmelerdir. 72 Kronik sorun: Çocuk işçiliği Türkiye’de 6-17 yaş arasında yaklaşık 900 bin çocuk işçi var. Çalışan çocuklar en fazla tarım sektöründe… 73 Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre nüfusun yüzde 29,4’ünü çocukların oluşturduğu Türkiye’de, çocuklarla ilgili kronik sorunlar var. Bunlardan ilki çocuk işçiliği. TÜİK 2012 verilerine göre, ülkede 6 - 17 yaş arasında yaklaşık 900 bin çocuk işçi var. Çalışan çocuklar en fazla tarım sektöründe. Çalışan çocukların yarısı da eğitim hakkından da mahrum. Çalışan çocukların yüzde 49,8’i okula devam ederken, yüzde 50,2’si okula devam etmiyor. Türkiye nüfusunun %29'unu çocuk nüfus oluşturdu Üç çocuktan biri yoksul Çocuk nüfus oranının en yüksek olduğu il Şanlıurfa oldu TÜİK verilerine göre Türkiye'de yaklaşık 16 milyon yoksul var. Yoksul fertlerin yüzde 44,3’ü çocuk. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (BETAM) 2014 verilerine göre de Türkiye’de her üç çocuktan biri şiddetli maddi yoksulluk çeken hanelerde yaşıyor. Çocuk maddi yoksunluğunda en yüksek oranlara sahip iki bölge Kuzey Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu. Yoksulluk çeken 7 milyondan fazla çocuğun yüzde 40’ı protein ihtiyacını et, tavuk ya da balıktan karşılayamıyor. Türkiye nüfusu 2015 yılı sonu itibariyle 78 milyon 741 bin 53 iken çocuk nüfus 22 milyon 870 bin 683 oldu. Birleşmiş Milletler tanımına göre "0-17" yaş grubunu içeren çocuk nüfus, 1935 yılında toplam nüfusun %45'ini oluştururken 2015 yılında toplam nüfusun %29'unu oluşturdu. Çocuk nüfusun toplam il nüfusu içindeki oranı illere göre incelendiğinde, en yüksek çocuk nüfus oranına sahip olan il, %47,4 ile Şanlıurfa oldu. Şanlıurfa ilini %47,1 ile Şırnak ve %45 ile Ağrı izledi. Çocuk nüfus oranının en düşük olduğu iller ise %17,5 ile Tunceli, %19 ile Edirne ve %19,5 ile Kırklareli oldu. 74 75 Sarhoş Hollandalı taraftarlardan, İspanya’nın göbeğinde Suriyeli mülteci kadınlara insanlık dışı davranışlar… ALÇAK ALKOLiKLER! Madrid meydanında oturan ve maç saatini bekleyen PSV taraftarları eğlenmek için çevredeki dilenci kadınları seçti. Sıcak havada, kafede biralarını yudumlayan PSV’liler, dilenci kadınlara para atıp onları bir sağa bir sola koştururken, alınan her para sonrası oley çekti. Bununla da yetinmeyen Hollandalılar mültecilere şınav çektirip para verdikleri bardakların içine bira döktü. Bu son derece üzücü olaylar İspanyol TV şovu El Chiringuito tarafından canlı olarak yayınlanırken, sosyal medyada adeta deprem etkisi yarattı. Görüntüleri hayretle izleyenler birbirinden çarpıcı yorumlar yaptı. İşte o yorumlardan bazıları: Hollanda’da PSV taraftarlarının mültecilere para atarak eğlenmesi. İnsanlığını kaybetmiş bir Avrupa profili. Bir Alçaklığın Anatomisi. Faşizm heryerde aynı hastalık. PSV’lilerin yaptığı mide bulandırıcı. Fakat dramatik olan, sığınmacıların kendilerine yapılan aşağılamayı umursamayacak kadar muhtaç olması. Muhtemel Hollandalı bir baba, “Ben sana PSV’li olamazsın demedim, insan olamazsın dedim” Sosyal medyayı sallayan PSV’li taraftarların İspanya’nın Madrid kentinde bozuk para atıp dalga geçtiği, şınav çektirdiği kadınları, şarkıcı Haluk Levent buldu. Levent’in çektiği ve Twitter’da yayınladığı bir video inanılmaz gerçeği ortaya çıkardı. Söz konusu görüntülerdeki kadınlar İstanbullu çıktı! Yani İstanbul’dan İspanya’ya gitmişler! 76 TÜİK’in 2015 Doğum İstatistikleri Araştırması’na göre Türkiye’de geçen yıl 1 milyon 325 bin 783 bebek dünyaya geldi 77 Türkiye’nin doğum istatistikleri… En Fazla Doğum Ş.urfa’da, Düşük Çanakkale’de… Canlı doğan bebek sayısı 1 milyon 325 bin 783 oldu Canlı doğan bebek sayısı revize edilen 2014 yılı verisine göre 1 milyon 345 bin 286 iken 2015 yılında 1 milyon 325 bin 783 oldu. Canlı doğan bebeklerin %51’i erkek, %49’u kızdı. Toplam doğurganlık hızı 2,14 çocuk oldu Toplam doğurganlık hızı, bir kadının doğurgan olduğu dönem (15-49 yaş grubu) boyunca doğurabileceği ortalama çocuk sayısını ifade etmektedir. Toplam doğurganlık hızı, 2014 yılında 2,18 çocuk iken 2015 yılında 2,14 çocuk olarak gerçekleşti. Yani, bir kadının doğurgan olduğu dönem boyunca doğurabileceği ortalama çocuk sayısı 2,14 oldu. Bu durum, nüfusun yenilenme düzeyindeki (2,1) doğurganlık seviyesinin üzerinde kalındığını gösterdi. Doğurganlık hızının en yüksek olduğu il 4,38 çocuk ile Şanlıurfa oldu Toplam doğurganlık hızının en yüksek olduğu il 2015 yılında 4,38 çocuk ile Şanlıurfa oldu. Bu ili 4,01 çocuk ile Şırnak, 3,80 çocuk ile Ağrı ve 3,55 çocuk ile Siirt izledi. Toplam doğurganlık hızının en düşük olduğu iller ise 1,53 çocuk ile Edirne ve Çanakkale oldu. Bu illeri 1,54 çocuk ile Kırklareli ve 1,55 çocuk ile Eskişehir ve Zonguldak izledi. En yüksek yaşa özel doğurganlık hızı 25-29 yaş grubunda görüldü Yaşa özel doğurganlık hızı, belli bir yaş grubunda bin kadın başına düşen ortalama canlı doğan çocuk sayısını ifade etmektedir. Yaş grubuna göre doğurganlık hızı incelendiğinde, en yüksek yaşa özel doğurganlık hızı 25-29 yaş grubunda görüldü. Bu yaş grubundaki doğurganlık hızı 2010 yılında binde 126 iken 2015 yılında binde 135 oldu. Diğer bir ifadeyle, 2015 yılında 25-29 yaş grubundaki her bin kadın başına 135 doğum düştü. Adölesan doğurganlık hızı düştü Adölesan doğurganlık hızı, 15-19 yaş grubunda bin kadın başına düşen ortalama canlı doğan çocuk sayısını ifade etmektedir. Adölesan doğurganlık hızı, 2010 yılında binde 34 iken 2015 yılında binde 25’e düştü. Diğer bir ifadeyle, 2015 yılında 15-19 yaş grubundaki her bin kadın başına 25 doğum düştü. Kaba doğum hızı binde 16,9 oldu Kaba doğum hızı, bin nüfus başına düşen canlı doğum sayısını ifade etmektedir. Kaba doğum hızı, 2014 yılında binde 17,4 iken 2015 yılında binde 16,9 oldu. Diğer bir ifade ile 2014 yılında bin nüfus başına 17,4 doğum düşerken, 2015 yılında 16,9 doğum düştü. Kaba doğum hızının en yüksek olduğu il binde 33,2 ile Şanlıurfa oldu Kaba doğum hızı illere göre incelendiğinde, 2015 yılında kaba doğum hızının en yüksek olduğu il binde 33,2 ile Şanlıurfa oldu. Bu ili binde 29,5 ile Şırnak, binde 28,7 ile Ağrı ve binde 27,1 ile Van izledi. Kaba doğum hızının en düşük olduğu il ise binde 10,4 ile Çanakkale oldu. Bu ili binde 10,5 ile Edirne, binde 10,7 ile Karabük, Kırklareli ve Giresun izledi. 78 BÜYÜK ŞAİR YURDAKUL KABRİ BAŞINDA ANILDI 79 Yurdakul, büyük bir şair ve milli bir aydındır. O, kendisini anlatırken, ‘ben halk adamıyım’ diyor. Annesini babasını anlatırken de onların halk evlatları olduğunu belirtiyor. Şair Milli orduya seslenirken de; ‘Ey Türk vur, vatanın bakirlerine Günahkar gömleği biçenleri vur Kemikten taslarla şarap yerine Şehitler kanını içenleri vur’ diyor. Tabii biz aydın tanımını da Mehmet Emin Yurdakul’dan öğreniyoruz. Aslında bugün kendini aydın vasfı içine koyan, milletin dertleriyle dertlenmeyenlerle ilgili de bir sözü var; ‘Bırak beni haykırayım, susarsam sen mâtem et; Unutma ki şâirleri haykırmayan bir millet, Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;’ Türkiye Kamu-Sen ve Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk, Genel Eğitim ve Sosyal İşler Sekreteri Cengiz Kocakaplan ve Türk Eğitim-Sen İstanbul Şube Başkanları ile birlikte doğumunun 147. Yıl dönümünde milli şair Mehmet Emin Yurdakul'u (D:13 Mayıs 1869 - Ö:14 Ocak 1944) kabri başında dualarla anıldı. İstanbul 4 No’lu Şube Başkanlığı’nın düzenlediği törende Mehmet Emin Yurdakul’un torunu Tomris Hanımefendi de hazır bulundu. Genel Başkanımız törende yaptığı konuşmada, bu ülkenin manevi mimarlarını unutmamamız ve unutturmamamız gerektiğine vurgu yaparak şunları kaydetti: “Mehmet Emin Yurdakul’u anmamıza vesile olan teşkilatımıza teşekkür ediyorum. Biz her zaman, Türkiye Kamu-Sen hareketini aynı zamanda bir aydınlar hareketi olarak da tanımlıyoruz. Yaptığımız faaliyetleri sadece sendikal faaliyet olarak görmüyoruz. Bu ülkenin manevi mimarlarını bizim unutmamamız ve unutturmamamız lazım. İnanıyorum ki, Mehmet Emin Yurdakul’u bu milletin evlatları her zaman minnet ve şuurla hatırlayacaktır. Bu dizelerden daha güzel bir tanım yoktur. Maalesef günümüzde, dünyevi menfaatler uğruna kendilerini aydın sanan insanların üç günlük dünya için karakterlerini ayaklar altına serdiklerini görüyoruz. Bugün aydın diye geçinen kimilerinin Mehmet Emin Yurdakul’un yaptığı aydın tanımının ne kadar uzağında bir yaklaşım içerisinde olduğunu görüyoruz. Yurdakul, milli ve tarihi duyguları içeren şiirlerinin yanı sıra, maddi ve tabi değerlerimize de vurgu yapan eserler ortaya koymuştur. Şu dizelerde olduğu gibi: Ey hemşehri, sakın kesme! Yaş ağaca balta vuran el onmaz; Bu kütükler 'Nice yıldır, hiç birine kervan gelmez, kuş konmaz' İşte böylesine büyük bir şair ve milli bir aydın olan Mehmet Emin Yurdakul’u rahmetle anıyor; bu vesileyle onu anmamızı sağlayan teşkilatımıza teşekkür ediyorum.” 80 81 Bir çok ünlü yazarın, politikacının, şairin hatta sinemacının yolu geçti Ulucanlar’dan… Sayısız idamlar yaşandı… Ve şimdi Ulucanlar Cezaevi Müzesi olarak tarihe ışık tutuyor DÜŞÜNCELERİ FARKLI OLSA DA KADERLERİ AYNIYDI! Düşündükleri, söyledikleri ve yazdıkları farklı olsa da, kaderleri onları Ulucanlar’da buluşturdu… Ulucanlar, unutturmak için değil umut edebilmek için kapılarını açtı Ulucanlar Cezaevi sadece infazların değil, tanınmış mahkumları ile de tarihe ismini yazdırdı. Çok gazeteci girdi kapısından, çok şair… Bir çok yazarın, politikacının hatta sinemacının yolu geçti Ulucanlar’dan. Şairler hiç eksik olmadı… Necip Fazıl Kısakürek de girdi, Nazım Hikmet de, Ahmet Arif de kaldı burada, Hasan Hüseyin Kormazgil de… Ulucanlar’da hapis yatan gazeteci ve edebiyatçıları sıralayacak olursak, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet Ran, Sami Cebeci, Yılmaz Güney, Ahmet Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Metin Peker, Oral Çalışlar, İpek Çalışlar, Beyhan Cenkçi Adnan Cemgil, Cüneyt Arcayürek, Fakir Baykurt, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Metin Toker bunlardan bazıları… Siyasi suçluların yolu da Ulucanlar Cezaevi’nden geçti. Bülent Ecevit, Muhsin Yazıcıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, Talat Aydemir, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mustafa Pehlivanoğlu, Fikri Arıkan, Ali Bülent Orkan, Muharrem Şemsek bunlardan bazıları… Açık kaldığı 81 yıl boyunca adı infazlarla, işkenceyle, acıyla anılan Ulucanlar Cezaevi, tüm bu gerçekleri ile bugün bambaşka bir görev üstleniyor. Ulucanlar Cezaevi, Yok saymak için değil, ders çıkarmak için, unutturmak için değil tekrar umut edebilmek için kapılarını açtı ziyaretçilerine… Bir kaç yıl öncesine kadar sadece mahkumların girdiği Ulucanlar Cezaevi, tüm geçmişi ile artık yeni ziyaretçilerini ağırlıyor. Ulucanlar Cezaevi üstlendiği yeni misyon ile birlikte özgünlüğünü de ziyaretçilerine fazlası ile hissettiriyor. Hangi köşesine giderseniz gidin, Ulucanlar Cezaevinde ziyaretçileri farklı bir anı, farklı bir hikaye, 81 yıllık bir tarih karşılıyor. Bütün yaşanmışlıkları ile birlikte şimdi bambaşka bir yüzle ziyaretçilerini ağırlayan Ulucanlar Cezaevi, bizleri Türkiye’nin yakın tarihi ile birlikte kendi içsel yolculuğumuza da çıkarıyor. 82 İlk durak Hilton Koğuşu Cezaevinin pek çok bölümü belirlenen bir güzergah dahilinde gezilebiliyor. Geçmişe duygulu bir yolculuk yapan ziyaretçiler ana kapıdan girdikten sonra karanlık, soğuk ve rutubet kokan ve sonu Hilton diye anılan 9. ve 10. koğuşa uzanan koridordan geçiyor. Koridorun sonunda, ziyaretçilerin karşısına “Hilton” denilen bölüm çıkıyor. Hilton’da daha çok edebi anlamda hepimizce bilinen isimler, şairler, gazeteciler ve yazarların kaldığı biliniyor. Bülent Ecevit ve Necip Fazıl Kısakürek Hilton’da kalan isimlerden ikisi. Ardından tek kişilik hücreleri gezebilirsiniz Hilton’un hemen yanından, ilk yıllarında Müteferrika olarak adlandırılan tek kişilik hücrelere geçiş yapılıyor. Henüz mahkumiyet kararı kesinleşmemiz tutuklular ile, cezaevinde disiplin suçu işleyen veya dışarıda işlediği suç nedeni ile diğer mahkumlardan ayrılması gerektiği düşünülen kişiler bu kısımlarda tutuluyordu. Dar koridoru, loş ışıkları, demir kapıları ve kapkaranlık tek kişilik hücreleri ile bu bölüm, cezaevi koşullarının daha net anlaşılmasını sağlıyor. Hiç bitmeyeceğini düşündüğünüz koridorda, işittiğiniz sesler ürpermenize neden olurken, karanlık, soğuk ve derin dehlizlerden özgürlüğe uzanan avlulara doğru ilerlerken burada kalan mahkumların bu zor koşullara nasıl dayandığını düşüneceksiniz. Koğuşlar, eski Türk filmlerini anımsatıyor Hücrelerin ardından sıra koğuşlara geliyor. Koğuşlar da o günkü koşullara uygun olarak düzenlendi. Bu düzenlemeler titizlikle yürütülen çalışmalar sonunda, Ulucanlar’ın tarihindeki hemen hemen her dönemi anlatacak materyallerle tamamlandı. Düzenlemesi titizlikle yapılan koğuşlarda demir ranza ve dolaplar, tahta masa ve sandalyeler, eski bir soba ve pek çok eşya dikkat çekiyor. Koğuşlardaki görsel zenginlik balmumu heykellerle tamamlanıyor. Bir mahkum sazın tellerine vuruyor, bir türkü duyar gibi oluyorsunuz. Bir mahkum efkarla yudumluyor çayını, bir başkası yatağına uzanmış özgürlüğün hayalini kuruyor sanki. Titiz bir araştırma ile elde edilen tüm bu eşyalar, balmumu heykellerin yarattığı etki ile birleşince koğuşlar, eski Türk filmlerindeki hapishane görüntülerini andırıyor sanki. Kendinizi Duvar filmi ya da Feride Çiçekoğlu’nun Ulucanlar’da çektiği Uçurtmayı Vurmasınlar 83 Filmi’nden bir kare izliyormuş hissine kapılabiliyorsunuz. Koğuşlar dışında avlular da, Ulucanlar Cezaevi’ne ait fotoğrafların yer aldığı bir açık hava sergisi görevini üstleniyor. Geçmişte mahkumların volta attığı, tespih çektiği, racon kestiği avlularda bugün onların yerine fotoğrafları yer alıyor. Tanınmış mahkumların cezaevi süreçleri ile ilgili fotoğraflarının yer aldığı avluda, bazı adli suçlulara ait Ulucanlar Cezaevi’nde çekilmiş eski fotoğraflar ve fotoğraflara ait bilgiler de bulunuyor. Film şeridi konseptinde özel olarak tasarımı yapılan ve sergilenen fotoğraflar, cezaevi tarihçesinin bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçmesini sağlıyor. Darağacına ''Müebbet'' hapis cezası! Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde idamların yapıldığı dar ağacı da sergileniyor. Toplam 18 kişinin infazının gerçekleştiği dar ağacı, daha önce hep önüne kurulan "Ulu Kavak" adıyla anılan ağacın bu kez arkasına yerleştirilmiş. Türkiye’de idam cezasının 2004 yılında kaldırıldığına dikkat çekmek amacıyla dar ağacı demir parmaklı bir hücreye yerleştirilmiş ve üzerine artık bu cezanın uygulanmadığına dair bir yazı yazılmış. Tanınmış mahkumların kişisel eşyaları da müzede sergileniyor 6. koğuş, Ulucanlar’da kalmış tanınmış isimlere ait bilgi, belge ve eşyaların bulunduğu koğuş olarak düzenlendi. Her ranzanın başında o kişilere ait fotoğraf ve biyografileri bulunuyor. Aynı koğuşta farklı zamanlarda Ulucanlar Cezaevinde kalan gazeteci, yazar, şair, siyasetçi, sanatçılara ilişkin eşyalar da sergileniyor. Bülent Ecevit’in şapkası ve kravatı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun namaz takkesi ve seccadesi, Mustafa Pehlivanoğlu’nun kardeşine yazdığı mektup, Fikri Arıkan’ın elbisesi gibi kişisel eşyalar da bu koğuşta yer alıyor. (Kaynak: Ulucanlar Cezaevi Müzesi) 84 ÇOCUKLARLA KALiTELi ZAMAN GEÇiRMENiN Emine Ergün Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı Aile Danışmanı 85 Hangi yaşta olursa olsun, çocuklar anne babaları ile zaman geçirmekten çok hoşlanırlar. Hatta anne babaları ile birlikte vakit geçirirken, zamanın nasıl geçtiğini anlamazlar ve onlara doymazlar. Günümüzde anne babaların çalışma hayatında aktif olması ile birlikte, çocuklar küçük yaşlarda kreş yaşantısına başlıyorlar. Anne babalarının mesai saatlerine göre sabah yedide kreşe gelip, akşam yedide eve dönen çocuklar da olabiliyor. Çocuk yaklaşık olarak günün yarısını kreşte geçirince, anne babasını fazlasıyla özlüyor. Akşam olup da anne baba ve çocuk evde buluştuklarında çocuklar anne babaları ile mümkün olduğunca çok zaman geçirmek isterken, anne babalar da evde onları bekleyen sorumluluklarını yapabilme telaşında olabiliyorlar. Benzer bir durum anneanne, babaanne ya da bakıcı tarafından bakılan çocuklar için de geçerli. Çocuklar kreşte değil, evde de olsalar, yine tüm gün akşam olmasını ve anne babalarının eve gelmesini dört gözle bekliyorlar. Peki, anne babalar akşam çocukları ile geçirdikleri sınırlı zamanları nasıl daha kaliteli hale getirebilirler. 1-ÇOCUĞUNUZU DİNLEYİN Eve geldiğinizde çocuğunuz sizi bütün gün görmediği için, size anlatacak çok fazla konu biriktiriyor ve bunların hepsini bir çırpıda size anlatmak istiyor. Onu dinliyormuş gibi yapmayın, dinlemek için kısa zamanlar ayırın. Zamanınız yoksa da “Anlatacaklarını merak ediyorum ama şu anda dinleyemiyorum, işimi bitirince seni dinleyeceğim” diyerek erteleyin. Ama işinizi bitirince de söz verdiğiniz gibi onu mutlaka dinleyin. 2-AKŞAM YEMEĞİNDE SOFRAYA BİRLİKTE OTURUN Akşam yemekleri, aile olarak geçirebileceğiniz çok değerli zamanlardır. Çocuk, akşam yemeğinde anne ve babasını evde ve aynı sofrada görmeli. Bu durum, çocuğa güven verir. Yemek sırasında o güne ait değerlendirmeler yapılabilir, keyifli kısa sohbetler edilebilir. 3-ÇOCUĞUNUZA BASİT SORUMLULUKLAR VERİN Eve geldiğinizde sizi bekleyen sorumluluklara çocuğunuza dahil edin. Onun yapabileceği basit işleri ona verdiğinizde, birlikte zaman geçirmiş olursunuz. Örneğin, siz mutfakta yemek yaparken, çocuğunuzun önüne de kıvırcık, marul, maydanoz gibi sebzeleri koyup, bunları parçalamasını isteyebilirsiniz. Bunları yapacağınız salataya eklersiniz. 4-ÇOCUĞUNUZA SÜREKLİ SORU SORMAYIN Siz işten geldiğinizde, çocuğunuzda kreşten ya da okuldan geldiğinde, ona gün içinde yaptıkları ile ilgili sürekli soru sormayın. Soru sormak, onunla sohbet etmek anlamına gelmez. Çocuklar kendilerine sürekli soru sorulduğunda kaygılanabilir, sıkılabilir, hatta bu nedenle de doğru olmayan bilgiler b ile verebilirler. Siz kendi günlük yaşantınız ile bilgi verin, neler yaptığınızdan bahsedin. Bu şekilde hem çocu- ğunuza model olmuş olursunuz, hem de onu zorlamadan o gün ile ilgili bilgiler almış olursunuz. 5-ÇOCUĞUNUZ İLE OYUN OYNAYIN Çocuklar hangi yaşta olursa olsun, oyun oynamak onlar için en temel ihtiyaçlardan birisidir. Çocuk oyun ile dünyayı keşfeder, öğrenir, kendini ifade eder. Anne babaların da çocuklarını daha iyi gözlemlemeleri ve tanımaları için, oyun en önemli araçlardan birisidir. Çocuğunuz ile oyun oynarken, onun tercih ettiği oyunları oynamaya özen gösterin. Siz ded oynadığınız oyundan keyif alın. Oyun oynamayı bir mesai gibi görmeyin, sıkılarak ve zorunlu olarak oyun oynadığınızda, çocuğunuz bunu fark eder. 6-ÇOCUĞUNUZA AYIRDIĞINIZ ZAMANI BÖLMEYİN Çocuğunuz ile oyun oynamaya ya da vakit geçirmeye başladığınızda, tam oyunun en keyifli yerinde oyunu bölmeyin. “Sen oyun oynamaya devam et, ben çamaşırları asıp geleyim” demek, çocuğa ayrılan zamanı bölmektir ve çocuklar bundan hiç hoşlanmazlar. 7-ÇOCUĞUNUZA AYIRDIĞINIZ ZAMANI BELİRLEYİN Çocuklar anne babaları ile ne kadar oyun oynasalar da onlara doymazlar ve yorulmazlar. Bu nedenle çocuğunuzla geçireceğiniz zamanı sınırlandırmanız da gerekmektedir. Oyun oynamaya başladığınız ve bitireceğiniz zamanı baştan çocuğunuza belirtin. Çocuk anne babası ile sınırlarını bilerek zaman geçirmeye başladığında, “Oyun zamanı bitti” cümlesini duyduğunda verebileceği tepkiler azalabilir. 8-ÇOCUĞUNUZU ELEŞTİRMEYİN, KIYASLAMAYIN Çocuğunuz ile oyun oynarken ya da onunla vakit geçirirken, söyledikleri, yaptıkları ve duygu düşünceleri için onu eleştirmeyin, diğer çocuklar ya da kardeşi/ abisi ablası ile kıyaslamayın. Duygu ve düşüncelerini ifade etmesine fırsat verin, bunların içinde doğru olmayanlar varsa da, bunu uygun bir dille ona belirtin, hatta doğru davranış kalıplarını kazanması için ona model olun. 9-ÇOCUKLA VAKİT GEÇİRMEK ANNENİN TEKELİNDE DEĞİL Çocuklarla zaman geçirmek, oyun oynamak söz konusu olduğunda, bu sorumluluk sadece annelerin göreviymiş gibi anneler üzerinden konuşmalar yapılır. Oysaki, çocuk gelişiminde, anne kadar baba da önemlidir. Çocuğun cinsiyeti kız da olsa erkek de olsa babası ile kaliteli zaman geçirmeli ve oyun oynamalıdır. 10-AİLECE ÖZEL ZAMANLAR GEÇİRİN Çocuğunuzun sosyal ve duygusal gelişimi için ve aile olma olgusunu ona yaşatmak için, ev içinde ya da farklı sosyal ortamlarda çocuğunuz ile birlikte ailece zamanlar geçirmeye özen gösterin. Hatta boşanmış anne baba bile olsanız, çocuğunuz için belli zaman aralıkları ile bir araya gelin ve birlikte zaman geçirin, sinemaya gidin, dışarıda yemeğe gidin. 86 7 KALP-DAMAR SAĞLIĞI İÇİN Doç Dr. Oğuz Taşdemir Dünyada erken ölüm nedenlerinin başında gelen inme; kalp damar hastalıkları ve özellikle beyni besleyen damarının tıkanma veya daralması sonucu oluşuyor. Avrupa’da 75 yaşından önce gerçekleşen tüm ölümlerin yüzde 42’si kadınlar yüzde 38’i olmak üzere kalp damar hastalıklarından oluyor. Türkiye’deki durumda bundan farklı değil. 2013 yılında oluşan ölümlerin yüzde 66’sı yine aynı sebepten. Kalp ve Damar Cerrahisi Doç. Dr. Oğuz Taşdemir kalp damar hastalıklarından korunmada başlıca uyulması gereken temel kuralları anlattı. Doç. Dr. Oğuz Taşdemir “Hastalığı oluşturan risk faktörlerinden korunduğu sürece kalp ve damar hastalığında ölümlerde yüzde 50’den fazla azalma görülüyor. Kardiyovasküler hastalıklardan korunmaya çocukluk döneminde başlayıp erişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde devam edilmeli, bunu yaşam şekli haline getirmelidir” diyor. 87 • Sigaradan uzak durun Her çeşit sigara içimi kalp damar hastalığı için kaçınılmaz bir risk faktörüdür. Kesinlikle içilmemelidir. Sigara dumanı olan yerlerden uzak durulmalı, pasif içicilik olmamalıdır. Gençlerin sigara kullanmaması teşvik edilmelidir. • Diyet yapın Genel olarak kepekli ürünler, meyve - sebze ve balık tercih edilmelidir. Doymuş yağların yerini doymamış yağ asitleri almalı, trans yağlardan kaçınılmalıdır. Mümkünse işlenmiş gıdalar hiç alınmamalı günlük tuz miktarı 5 gramın altında olmalıdır. Günlük lifli yiyecekler 30-45 gram alınmalı, meyve-sebze 200 gram ve haftada en az iki defa balık yenmelidir. Alkollü içeceklerin tüketimi kısıtlanmalı erkeklerde iki, kadınlarda bir bardağı geçmemelidir. • Fiziksel aktivite yapın Her türlü egzersiz kalp damar hastalığı riskini azaltır. Sağlıklı yetişkinler haftada 2.5 - 5 saat veya günlük 30 - 60 dakika orta şiddetli fiziksel aktiviteyi hayat tarzı haline getirmelidir. Ya da haftada 1 – 2.5 saat yoğun egzersiz yapmaları gerekir. • Beden ağırlığınıza dikkat edin Kilo verme, kan basıncı ve kan yağları üzerinde ve koroner kalp hastalığını azaltıcı etkiye sahiptir. Kilo fazlalığı olan ve obezlerin mutlaka kilo vermesi gereklidir. Bel çevresi kadınlarda 80 – 88 santim, erkeklerde 94-102 santim ise daha fazla kilo alınmamalıdır. Hem kilo alma hem de obezite kalp hastalığından ölüm riskini artırır. • Kan basıncına dikkat edin Kan basıncı yüksekliği tüm hastalar için yaşam riskli bir seyir takip eder. Hedef kan basıncı 140/90 mm Hg’nin altında olmalıdır. Yüksek kan basıncı olan hastalar, fizik aktivitelerini artırmalı, kilolarını azaltmalı, alkol ve tuz alımını kısıtlamalı, meyve-sebze ve az yağlı süt ürünleri tüketmelidir. • Kolesterol tehlikesi Hedef kan yağı LDL kolestroldür. Ayrıca HDL kolestrolü düşük ve trigliseridleri yüksek olanlar riskli birey sınıfına girer. Diyetle bu değerlerin normal kan değerlerine indirilmesi hedeflenir. • Diyabete dikkat edin Diyabeti olanlar, diyabeti olmayanlara göre kadınlarda 5, erkeklerde 3 kat daha risklidir. Kalp damar hastalıklarından korunmak için diyabetli hastalar kan şekerlerini normal ölçülerde tutmalı, HbA1c değerini yüzde 7’nin altında olmasına dikkat etmelidir. 88 Nam-ı dİğer KÜÇÜK PARİS: ARHAVİ Esra Ocaklı Yüce Türkiye Kamu-Sen Basın Danışmanı Benim adım mavi ve yeşil, kuş sesleri, dere şırıltısı, toprak kokusu, insan sevgisi… Ben festivalim katılmak isteyene, ben huzur-u sükûnum arayana… Kapatıp gözlerini, hiç eteklerime oturup da kuş seslerini dinledin mi? Toprak kokusunu çektin mi ciğerlerine dolu dolu? Ağustos yağmuruna yakalandın mı yaylalarımda? Mençuna Şelalesi’nin buz kokan sularına kendini bırakmayı denedin mi? Çay toplayan memleket insanıma “kolay gele” dedin mi? Asfalt görmemiş taş toprak uçurumlarımdan geçmeye cesaretin var mı? Bir elim uçurum, bir elim ağaçtır benim. Üşürsün ağustos ayının ayaz gecelerimde, ama Bir ateş, bir mısıra bakar … Ateş böcekleri eşlik eder gecene, bir de susmayan cırcır böcekleri… Dallarımın arasından kayıp gider, engin maviliklere kızıl güneşim, izlemeye doyamazsın Ben adım ARHAVİ… Nam-ı diğer, “Küçük Paris” Saymakla bitmez güzelliklerim, işte sana birkaçı; Mençuna Şelalesi, Ortacalar Çifteköprü, CİHA Dağı ve Kalesi, Ortacalar Merkez Camii, Metruk Kilisesi, Buzul göllerinden, Nogadid, Sarıgöl, Alacagöl, Büyük Agara ve Küçük Agara Ama asıl keşifçilerin mekanıyım ben… BENİM ADIM ARHAVİ… 89 Dallarımın arasından kayıp gider, engin maviliklere kızıl güneşim, izlemeye doyamazsın Ben adım ARHAVİ… 90 TARİHÇE: Karadeniz’in şirin kıyı ilçesi. Batısındaki Fındıklı ile arasındaki uzaklık ise, 15 km. İl merkezi, Artvin’e uzaklık ise: 86 km. Rize il merkezine uzaklık ise; 100 km. MÖ.831 yılından itibaren, Urartu egemenliği görülür. MÖ.200-150 yılları arasında: Roma imparatorluğu, yöreyi, Armanya krallığı adı altında kendisine bağlar. Bu durum: MS.532 yılına kadar sürer. Bu dönemde: Doğu Romalılar bölgede egemen olmasına rağmen, Türkmen İlbeyleri de, etkinliklerini sürdürmüşlerdir. 625-630 yılları arasında: Hazar Türklerinin egemenlikleri görülür. 1050 yılından sonra ise, yörede Selçuklu ve Osmanlı egemenlikleri görülür. 1471 yılında, Fatih Sultan Mehmet, Trabzon’daki Pontus İmparatorluğunu ortadan kaldırınca, bu topraklar, Osmanlı devletine kalır. 1915 yılında, Ruslar bölgeyi işgal ederler. Ancak, Çarlık Rusyasının iç işlerinin karışması nedeniyle, Rus kuvvetleri, 1918 yılında bölgeden çekilirler. 12 Mart 1918 tarihinde, Arhavi kurtulur. İlçe, 1954 yılında, ilçe statüsü kazanmıştır. Arhavi ismi, Arkabi isminden türemiş ve günümüze Arhavi olarak gelmiştir. 91 92 ANAYURTTAN ATAYURDUNA-3 Gökhan Altunkaş Türkiye Kamu-Sen Basın Danışmanı 93 AZERBAYCAN Başkent: Bakü Telefon kodu: +994 Cumhurbaşkanı: İlham Aliyev Başbakan: Artur Rasizade Para birimi: Azerbaycan Manatı Nüfus: 9,417 milyon (2013, Dünya Bankası verileri) Yüzölçümü: 86.600 km2 Komşu Ülkeler: Ermenistan, Rusya, Türkiye, Gürcistan, İran 94 Azerbaycan veya resmî adıyla Azerbaycan Cumhuriyeti. Batı Asya ile Doğu Avrupa'nın kesişim noktası olan Kafkasya'da yer alan ülkedir. Güney Kafkasya'nın en büyük yüzölçümüne sahip ülkesi olan Azerbaycan'ın doğusunda Hazar Denizi, kuzeyinde Rusya, kuzeybatısında Gürcistan, batısında Ermenistan ve güneyinde İran ile komşudur. Kendisine bağlı olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin ise kuzey ve doğusu Ermenistan ile, güneyi ve batısı İran ile çevrilmiştir, Türkiye ile de 17 km'lik sınırı bulunmaktadır. Azerbaycan, zengin bir kültürel mirasa sahiptir. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 1918 yılında kurulmuştur, ancak iki yıl sonra, 26 Nisan 1920’de Kızıl Ordu sınırı geçerek Azerbaycan'a girmiş, 28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuş ve ardından Sovyetler Birliği topraklarına katılmıştır. Ülkenin tekrar bağımsızlığını kazanması 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılması ile gerçekleşmiştir. Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan, Dağlık Karabağ bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki yedi rayonu işgal etti. Azerbaycan, üniter bir anayasal cumhuriyettir. Türk Konseyi ve TÜRKSOY'un aktif üyesidir. 158 ülkeyle diplomatik ilişkisi ve 38 uluslararası kuruluşa üyeliği vardır. GUAM, Bağımsız Devletler Topluluğu ve Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'nün kurucu üyelerindendir. 1992'den bu yana Birleşmiş Milletler'e üyedir, 9 Mayıs 2006'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kurulan İnsan Hakları Konseyi'nin üyeliğine seçilmiştir. Ayrıca AGİT ve Avrupa Konseyi'ne de üyedir, Barış İçin Ortaklık projesinde NATO ile işbirliği yapmaktadır. Diğer Doğu Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu ülkeleri ile karşılaştırıldığında Azerbaycan, sosyal ve ekonomik gelişme ile okuryazarlık oranında yüksek düzeylere ulaşmıştır. İşsizlik ve intihar oranları da düşüktür. Azerbaycan, 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren 95 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde iki yıllık daimi olmayan üyeliğe başlamıştır. DİL: Azerice ÖNEMLİ ŞEHİRLERİ: Bakü, Gence, Sumgayıt, Mingeçevir, Alibayramlı, Şeki, Lenkeran İKLİM / NE ZAMAN GİDİLİR? Kuru ve subtropikal karakterdedir. Kuzey bölgesinde kuru karasal iklim hakimdir. Bakü için Mayıs, Eylül ve Ekim aylarının idealdir, diğer aylarda sıcaklık, nem, rüzgar keyfinizi bozabilir. TARIMSAL ÜRÜNLER: Üzüm, pamuk, tütün, çay, sebze ve meyve YER ALTI KAYNAKLARI: tan, Azerbaycan Taş Sanatı - Eski Tarihi Abideler, Hudaferin köprüleri, «Ağoğlan» Kasır Kompleksi, Gülüstan Kalesi, Diribaba Türbesi… NE YENİR / NE İÇİLİR? Çeşitli pilav, çorba ve salata türleri olan Azeri mutfağında sebze yemekleri oldukça azdır. Mantı ve buna benzer hamurlu yemekler ise her restoranda kendini gösterir. Küçük mantılarla yapılan Düşbere , oldukça lezzetli bir çorbadır. Büyük bir tas içinde ikram edilir ve oldukça doyurucu bir özelliğe sahiptir. Yaygın olarak içilen bir diğer çorba ise yoğurt ve yeşillikle yapılan, kişnişle tatlandırılan Dovga’dır. Bu çorba, yazları bardakla soğuk olarak da tüketilebilmektedir. Yine lahana çorbası Borş farklı Azerbaycan lezzetlerinden biridir. Bizdeki börekleri andıran Kutab adlı yiyecek, üzerine yoğurt eklenerek ve sumak dökülerek yenilmektedir. Kebaplar ise lezzetleri bakımından ülkemizdekilerden farksızdır. Petrol, doğal gaz, kurşun, çinko, bakır, demir cevheri, barıt, kobalt, arsenik, mermer, kireç taşı, siyanit, maden tuzu ve kayatuzu Hazar’ın ünlü balığı Asetrin ise ızgarası yapılarak tüketilmektedir. Bunun yanında çok yaygın tüketilen ve içi kıymalı ya da patatesli olan Piroşki de bir tür hamur kızartmasıdır. TARİHİ YERLERİ NASIL GİDİLİR? Bayıl Kalesi, Kız Kalesi, Şirvanşahlar Sarayı, Ateşgah, Ramana Kalesi, Merdekan Kalesi, Şıh Kalesi, Gobus- THY’nin Bakü’ye günde dört seferi var. Azerbaycan havayollarının da İstanbul’a her gün seferleri var. 96 KAZAKİSTAN’DA UYDU ÜZERİNDEN YAYIN YAPAN İLK UYGUR TV KANALI FAALİYETE GEÇTİ Uygur Haber ve Araştırma Merkezi (UYHAM) Kazakistan’da uydu üzerinden yayın yapan ilk Uygur Tv. kanalının kurularak yayın hayatına başladığı açıklandı. Kaztr.com internet sitesinde yer alan bilgilere göre, Doğu Türkistan sınırlarına 300 km. uzaklıkta olan ve Uygur Türklerinin kalabalık ve yoğun olarak yaşadığı Kazakistan’ın eski başkanı Alma-Ata merkezli olarak yayın yapacak yeni TV kanalının adı ”Tenrıtag Uygur TV Kanalı ” olarak belirlendi. “Tanritag Uygur Tv. kanalının uydu üzerinden yayın yapacağı ve tüm Kazakistan’a yönelik yayın yapacağı de belirtildi. Tengritag Uygur TV kanalının Kazakistan’daki Uygur Türklerinin yaptığı bağışlarla kurulduğu de ifade edildi. Ayrıca, Tenritag Uygur TV.’nin Kazakça, Uygurca ve Rusça yayın yapacağı de kaydedildi. TV kanalının program ve yayın içeriği kültür ve eğlence formatında olup, programları daha çok Kazakça ve Uygurca olarak sunacağı ifade edildi. Kazakistan’da ilk kez kurulan ve Uygur Türkçesi ile yayın yapacak bu Televizyon kanalının kurulması ve yayına başlayabilmesi için Kazakistan’da yaşayan Doğu Türkistan asıllı Uygur Türklerinin(Kazakistan Uygur Diasporası’nın) maddi olarak büyük fedakarlıklar ve katkıda bulunduklarını ve yaklaşık 5 milyon Tenge bağış yaptıkları de bildirildi. Tengritağ Uygur TV kanalının kurucusu ve sorumlusu ve aynı zamanda Alma-Ata merkezli Uygur Kültür Merkezi Başkanı de olan Abdullan Uşirov, Uygurca yayın yapacak bir TV kanalı kurma projesini 1990’lı yılların başından beri düşündüğünü ve bu kanalın aynı zamanda Alma-Ata ve tüm Kazakistan’da yaşayan Uygur Türklerinin başta dilileri (Uygur Türkçesi) kültür-medeniyet gelenek ve göreneklerinin devam ettirilmesi ve yeni nesillere aktarılması için bir ihtiyaç olduğunu belirtti.