bolvadin nasıl zenginleşir?

Transkript

bolvadin nasıl zenginleşir?
BOLVADİN
NASIL ZENGİNLEŞİR?
Kadim Kent’ten, Marka Kent’e Yolculuk
Mehmet Akif ÇAKIRER
YASAL UYARI!
5846 sayılı ve 2936 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasaları ve Türk
Ticaret yasası gereğince; fotokopi, tarama, yazma vs herhangi bir
yöntemle bir kitabı çoğaltarak satın alan, satan veya bir kitaptan
yazarın yazılı izni olmadan alıntı yapan kişi ve kurumlar;
Her bir kopya için 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası (para
cezasına çevrilmeksizin) 10.000 TL’den 150.000 TL’ye kadar
mahkemenin karar vereceği para cezası, Meslekten men ve
kopyalama ve basım cihazlarına el konulması, cezaları ile
cezalandırılır.
COPYRIGHT 
 Her türlü yayın hakkı saklıdır. Bu kitabın tamamı ya da bir
kısmı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre, yazarının izni
olmaksızın elektronik, mekanik, fotokopi ya da her hangi bir
kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, yayınlanamaz, depolanamaz.
BOLVADİN NASIL ZENGİNLEŞİR?
Mehmet Akif ÇAKIRER
Birinci Baskı: Mayıs 2014
Baskı: Tuğra Ofset
Bolvadin
2
Afyonkarahisar’da mühimmat deposunda
5 Eylül 2012 tarihinde
meydana gelen patlamada şehit olan
yirmi beş Mehmetçiğimizin aziz hatırasına.
Onlar bu ülkenin en büyük
zenginlikleriydi.
3
4
İÇİNDEKİLER
Sunuş
Önsöz
Teşekkür
10
12
16
1. BOLVADİN EKONOMİSİ
Bolvadin
Bolvadin’in SWOT Analizi
Bolvadin, Ekonomisinde Ağır Bir Bedel Ödüyor
Bolvadin’deki Düğün Ekonomisi
Bolvadin’den Bolquality® Çıkar Mı?
Bolvadin’de Ne İş Yapalım?
Krizler İyidir
Bolvadin’de Kiralık İşyeri Problemi Var
27. Geleneksel Kaymak Festivalinin Ardından
Borç Yiğidin Kamçısıdır
Küçülerek Büyüme Bolvadin’de Mümkün Mü?
Bolvadin’in Temel Yeteneği Nedir?
Katma Değer Üretemiyoruz
Bolvadin Nasıl Zenginleşir?
Bolvadin, Zenginleri İle Zenginleşir
Bolvadin, Köyleriyle Zenginleşir
BSD Sendromu
19
21
24
27
29
30
30
32
34
36
38
40
42
45
51
54
56
2. GİRİŞİMCİLİK
Bolvadin’de Girişimcilerimizin Hataları
Girişimciler En Büyük Devrimcilerdir
Bolvadin’de Statüko Hep 1-0 öndedir
Jeotermal Akar, Bolvadinli Bakar
Para Batırmak Bir Sanattır
Bolvadin’deki Ataleti Girişimciler Kıracak
Girişimciliğin En Büyük Engeli, Anne ve Babalardır
Okullar Girişimciliğin Önünde Bir Engel Mi?
Küçük Yatırımcı, Küçük Kalmamalı
Sabri Ülker’den, Bolvadinli Girişimcilere Bir Ders
Bolvadin’i, Bir Üst Lige Taşıyacak Olan,
5
59
63
64
66
68
70
72
75
77
78
Bolvadin’in Girişimcileridir
“Bir Tavuğum Olsun Ama Benim Olsun” Anlayışı Bitmeli
Birlikte İş Yapamama Kültürü
Soyadınız Sabancı Olsaydı, Gemileri Yakabilir Miydiniz?
3. TOPLUM
İçimizdeki İrlandalılar
Hallederiz Kültürü
Bolvadin’in İmajını Düzeltmek En Önemli İştir
Dünyamız Bolavadın
Belediye Gelsin Kurtarsın
Dernek Enflasyonu
Bolvadin Avrupa Birliği’ne
Girmede Bir Engel Olabilir Mi?
Bolvadin’de Bayanlar Artık İkinci Sınıf Olmamalı!
Bolvadin’in En Büyük Problemi Atalettir
Neden Bolvadin’den Işıkçı, Rejisör Ya Da Figüran Çıkmaz?
Problem Belli Ama Çözüm Ne?
Elçiye Zeval Olmaz
Bolvadin Önemli Bir Değerini Kaybetti
Bolvadin Lafla Değil, İcraatla Sevilir
Teşekkürler Hoyek
Barış Ceylan Ak
Bolvadin Aşkın Arabesk Halidir
Ortak Aklı Kullanmalıyız
Bolvadin’i İlham Verenler Zenginleştirir
Keşke Dememek İçin Günü Dahi Beklemeyin
Bolvadin’e Veda Değil, Bolvadin’e Vefa
4. LİDERLİK
Liderlerin Karakteri, Toplumların Kaderidir
Öyleyse Pasta Yesinler!
Sen Balı İyi Yaparsan, Sinek Bağdat’tan Gelir
Hayatın Sırrı Ölçülü Olmaktır
Liderliğin Bittiği Yerde Narsisizim Başlar
Karizmatik Lider, Seçim Sonucunu Belirler
Dunning-Kruger Sendromu
6
81
83
86
89
92
93
95
97
99
100
101
102
105
106
108
109
110
112
115
116
118
120
121
124
125
129
130
132
134
135
137
140
Kırık Cam Teorisi
Güzele Bakmak Sevaptır
Tandoğan İsmi Değişmeli Mi?
İdareci Çok, Lider Yok
Projesiz Hayat
5. MARKA YÖNETİMİ
Bir Logo Ne Kadar Önemlidir?
Türk Telekom, Logosunu Değiştirmekte Geçkaldı
Bolvadin’de Pazarı Görememek
Etkileyici Bir Marka İsmine Sahip Olun
Başkası Olma, Kendin Ol
Pastavilla Markasından Bolvadinli Girişimcilerin
Alması Gereken Ders Nedir?
Afyon Nasıl Marka Şehir Olur?
Kapılar Sembolik Yapılardır
6. REKABET
Rekabetin Özünü Yeterince Anladık Mı?
Perakende Sektöründe Resmi İyi Görün
Acı Bir Kayıp
Bolvadin’in Kaderi Komşularından Farklı Olamaz
Bolvadinli, Eğlenmeye Aç!
Bolvadin’de Tartışılmayanlar
Tehlikenin Ne Kadar Farkındayız?
Bolvadin Yanarken Keman Çalmak!
Buz Dağının Altını Gör
Fırsatlar, Sorunlarda Gizlidir
Başarı Tuzağı
7. EĞİTİM
Bolvadin’in Daha Akıllı Tavuk Ve Horozlara İhtiyacı Var
Bolvadin’de Eğitimin Önemi Yeterince Anlaşıldı Mı?
Hayat Adam Eder
Köşeyi Nasıl Döneriz?
Ne Kadar Okursan O Kadar Kazanırsın
7
142
143
146
147
149
152
155
156
158
161
165
167
175
179
180
181
183
185
186
187
189
190
193
194
197
198
200
201
204
Mevlüt Erdinç ve Dile Sahip Çıkmak
Üniversitenin Değeri Mezun Olunca Anlaşılır
Her Şeyin Daha İyi Anlatılabileceği Bir Yol Vardır
Kuyuya İp Atın
Öğretmenlikte Başarı Nedir?
Öğretmenim, Lütfen Yeteneklerimi Ortaya Çıkar!
Olumlu Düşüncenin Gücü
Olacaksan En İyisi Ol!
Nasıl Daha İyi Staj Yapabilirim?
Ek Yerleştirmeden Tercih Yapacak Üniversite Adaylarına
206
207
210
211
213
215
219
222
226
229
8. YÖNETİM
Dünyayı Etkileyen Üç Yönetim Modeli ve Türkiye
Aile Şirketlerinde Kadınların Etkisi
Sigara Paketine Kadro Yazılır Mı?
Bize Bir Şey Olmaz!
Heybeli’den Filmsel Değil, Bilimsel Yararlanmak
Coca-Cola Türk Markası Olsaydı Ne Olurdu?
Asansör Takım Olmanın İncelikleri
Senin Şirket, Torununa Kalır Mı?
Yönetimde Üç Filte Testini Uygulamak
232
234
237
239
243
244
245
246
249
9. PAZARLAMA
İş Dünyasında Başarının Anahtarı,
Müşteri Memnuniyetinden Geçer
Bolvadinli Üretir Ama Pazarlayamaz!
Tarihi Bolvadin Evlerini Pazarlayamadık
İş Dünyasında Niş Pazarlar Moda
Bolvadin’i Konumlandıramadık
Şehirler, Semboller ve Bolvadin
Şeker Hoca Anladı Ama Sen Anlayamadın
Niş Pazardaki Boşluğu Doldurun!
Sürüden Ayrılın, Kurt Kapmaz!
Kaymak Şenliklerini Yerellikten Kurtarmak Gerek
Bir Türkü Olsun, İçinde Bolvadin Olsun
Yeteneğini Pazarla
8
253
256
258
260
262
264
267
268
270
273
275
276
10. İNOVASYON
Şark Köşesini İnternete Taşımalıyız
Her İşin Bir Sonu Var Mı?
Bolvadin’de İlk Yapan Sen Ol!
Bir Tedavisi Olmalı!
Bilgi Çağında E-Mezarlık
Kadim Kente Yenilik Getirmek Boynumuzun Borcudur
Statüko ve Değişim Nedir?
2023’e Doğru Bolvadin’de Geleceğin İşleri
281
283
284
286
287
289
291
293
11. OKUYUCU MEKTUPLARI
295
12. RÖPORTAJLAR
310
SON SÖZ
315
YAZAR HAKKINDA
318
KAYNAKÇA
318
9
SUNUŞ
Evrensel başarı kültüründe
“Ölçebildiğin, tanımlayabildiğin ve planlayabildiğin
bir işi başarabilirsin.”
Rahmi Koç.
Bolvadin’e dair fikir üretmek hele hele eleştiri yapmak zorun
zorudur. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceksin. Yazdığın yazı da
eleştiri olacaksa…-Ki eleştirisiz köşe yazısı olmaz… Eskidendi o
leyleğin gagası üstüne sayfalar döktürmek…- Yazacaksan kim
olursa olsun;
küfretmeden, şahsiyetine saldırmadan, gıybet
etmeden,
iftira
etmeden
ayağına
basacaksın.
Yoksa
yazmayacaksın. Şair Nef’i; “Eleştirilecek babam da olsa oklarımı
ondan esirgemem.” diyor. Bizim memlekette değil ikaz ima
yoluyla da olsa eleştiri yapmaya kalksan ağır ödetirler adama.
İlgilisi, yetkilisi sana ödetemezse çoluk çocuğuna ödetir… Bu
yüzden de memleket geri gide gide ilerler. Yıllardır böyledir bu.
Saygıdeğer hocamız Mehmet Akif Çakırer bilim adamı
sıfatıyla bir nispet bu işin üstesinden gelmiş. 24 Eylül
Gazetesindeki yazılarını kitaplaştırmış. Kitap on bir bölüm. Hemen
hepsinin ana konusu Bolvadin ve sorunları… Kitap, “Bolvadin
ekonomisi,” “girişimcilik”, “toplum”, “liderlik”, “marka yönetimi”,
“rekabet”, “eğitim”, “yönetim”, “pazarlama”, “inovasyon” ve
“okuyucu mektupları bölümlerinden oluşuyor.
Çakırer; kitabını pazarlama, girişimcilik, rekabet, yönetim
konularındaki bilgilerini, düşüncelerini uçup gitmesin diye kâğıda
kaleme dökmüş. Öğrendiklerini, öğrettiklerini hepimizle paylaşma;
Bolvadinlinin yolunu aydınlatma, endişesiyle düzenlemiş.
Bolvadin’de ticari hayatta zenginleşmeden, sosyal açıdan
zenginleşmeden, eğitim açısından zenginleşmeden bahsediyor.
Dillendirmeye korktuğumuz konuları da korka çekine gündeme
taşımaya gayret ediyor. Ve teşhisini koyuyor: “Aslında fakir
ülkelerin fakirliğinin en büyük nedeni zihniyet fakirliğidir. Yeni ve
farklı düşünceyi açık olmayan, sorgulamayan ister ülke isterse bir
ilçe olsun gelişme gösteremediği gibi zenginleşemez.” Ve ekliyor:
“Bir ilçenin gelişim ve değişimi zamana bağlı oluşan bir süreçtir.”
Çakırer, bu kitabıyla da diğerlerinde olduğu gibi üniversitenin
asli görevlerinden biri olan akademik bilgiyi de yayıyor. –Bilgiyi
10
yaymak bilim üretmek kadar değerlidir, önemlidir. Japonya bu
yolla kalkındı. Bilgiyi üretme yerine bilgiyi yayma işine öncelik
tanıdılar. Bilgi bir topluma ne kadar çok yayılır, serpiştirilirse o
toplum o kadar verimli olur.- Kim demiş hatırlamıyorum: “Para ve
bilgi, gübre gibidir ne kadar çok yayılırsa o kadar çok işe yarar.”
21. Yüzyılda artık kör sağır, dilsiz yaşamayalım, bilginin
kılavuzluğunda önümüzü görelim, bilimin seslerini duyalım.
Bolvadin üzerine kafa yoran akil adamlara müteşebbislere adeta
reçeteler sunmuş. Bu reçetelerin içinde eğitim de yer almış. Kitapta
yeni kavramlarla karşılaşıyoruz: Dunning- Kruger Sendromu,
“karizmatik lider”, Swot Analizi, Bolquality® Birlikte İş
Yapamama Kültürü, Bolvadin’de Aşkın Arabesk Hali, Kırık Cam
Teorisi, Logo, Dünyayı Etkileyen Üç Yönetim Modeli, Niş
Pazarlar, İnovasyon, E-Mezarlık… vb. yüzlerce kavram ve terim…
“Peki kadim kente yenilik getirmek kimlerin görevidir? diye
soruyor ve cevaplıyor; Kadim kente yenilik getirmek sadece
Bolvadin’i yönetenlerin değil hepimizin görevidir.”, kadim kente
yenilik getirmek boynumuzun borcudur, diyor.
Bolvadin’i bir türlü konumlandıramadık; Bayat Sandıklı,
İscehisar de bu işleri becerdi de biz beceremedik diyor.
Bolvadin’deki
şirket
dağılmalarının,
kaplıcayı
karlı
çalıştıramamamızın sebeplerini yönetimlerin ehil ellerde
olmamasına, bilgiye değer verilmemesi ile açıklıyor.
Kurumsallaşmanın önemime değiniyor.
Türkiye’de şirketleri babalar kurar, oğullar yer, torunlar batırır,
katma değer üretemediğimiz, statükonun gücü, aile şirketlerinde
kadının rolü, konularındaki fikirleri ve Bolvadin, Eskişehir,
Safranbolu evlerinin fotoğrafları gerçekten çok çarpıcı…
Bolvadin’i homojen yapısını geriliğin engellerinden biri olarak
görmesi dikkat çekici. Çeşitlilik şehrin ilerlemesine imkân veren
üretkenliğe yol açar görüşünü ileri sürüyor. Bolvadin’in bir göbek
olmasını beldeye bir getirisi yok. Aksine tembelliğin ve
dinamizmin en önemli sebebi olduğunu örnekliyor: Homojenliğin
iyi ve kötü yanları var. Herkesin Maraşlı olması iyi, ama aşırı
homojen yapı, şehirdeki düşünce ve görüş çeşitliliğinin önüne
geçmiş. Homojen düşünce yapısının içinde orijinallik yok.
Gaziantep çok daha fazla göç almış; ancak göç edenler şehrin
11
kültürüne ayak uydurmakla birlikte, iş ve kültür hayatına renklerini
vermeye devam etmişler. Kontrast olarak Gaziantep'teki çeşitlilik,
şehrin ilerlemesine imkân veren bir üretkenliğe yol açmış.”
“Bolvadinliyi zengin kaynakların fukara bekçisi olarak görüyor;
Bolvadin kültürüne ekonomisine azıcık alın terinizi sokuyorsanız
Bolvadin’i seviyorsanız, memleketinizi seviyorsunuz, demektir.”
dileğinde bulunuyor.
Bu kitabın basımına başta belediyemiz sonra ticaret odamız
yardımcı olmalıdır. Daha sonra da ilgili tüzel kuruluşlarımız bir an
önce basımına, dağıtımına ve okunmasına aracılık etmeli. Bu
kitapta herkesin alacağı dersler var. Bu kitabı alın okuyun, ucuzca
öğrenin ve üzerinize düşeni yapın memleketin akilleri…
Bu kitap basılmalı ve Bolvadin üzerine kafa yoran
herkes okumalı. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 637, 3 Eylül 2012)
Osman Göker
12
ÖNSÖZ
Memleket isterim. Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Cahit Sıtkı Tarancı
Kime sorarsanız doğduğu ve büyüdüğü bu memleketi
sevdiğini söyleyecektir. Hayatı boyunca bu kadim kentin yararına
olacak hiçbirşey yapmamış olan bir kimseye de sorarsanız, belki de
ömrünü bu kentin sosyal, kültürel ve ekonomik gelşimine harcamış
insandan daha fazla sevdiğini söyleyecektir. Peki, memleket
sevgisi nedir? Bunun bir göstergesi var mıdır? Örneğin
çocuğunuzu severken ona sevginizi belli etmeden mi bunu
yaparsınız? Bu durumda çocuğunuz sizin onu sevdiğinizi nasıl
anlayacak? Sevgi, ancak sevdiğinizi belli ettiğiniz ölçüde ve
miktarda sevgi olabilir. Sevgi, sevdiğiniz uğruna verebileceğiniz ya
da
vazgeçebileceğiniz
fedakârlıklar
nispetinde
sevgi
olabilmektedir. Memleket sevgisi de çocuğunuzu sevmek gibidir.
Bolvadin’in kültürüne, Bolvadin’in ekonomisine ve toprağına
azıcık olsa da alın terinizi katabilmişseniz eğer, ancak o zaman
sizin Bolvadin sevginizden söz edilebilir.
Varolma, yaşayabilme, sadece senin olmasını isteme
arzusu ve bencilliği kesinlikle memleket sevgisi değildir. Uğruna
vazgeçebilmek, uğruna tercih yapabilmektir memleket sevgisi.
Uğruna uykusuz, uğruna yorgun ve bitkin kalıp ağlayabilmektir
memleket sevgisi. Karşılığı yoktur memleket sevgisinin. Sizinle
konuşmaz. Onu duyamazsınız. Onu fark edemezsiniz. Öldükten
sonra da sizi hala var eden değerler bütünüdür memleket sevgisi.
Kuşların, böceklerin, ağaçların çiçeklerin size boncuk boncuk
gülümsediği andır memleket sevgisi.
Memleketi sevmenin, eylemsel bir karşılığı ve sonucu
etkilemeyi hedefleyen, tutarlı ve inançlı bir bütünlüğü olmalıdır.
Kısacası memleket sevgisi ona hizmetle ölçülür. Bolvadin’in
işsizine iş imkanı oluşturmuş iseniz, Bolvadin’in düşünce
dünyasına katkı sağlamışsanız, tarlasının başında ter dökene, okul
sırasında dirsek çürütene katkıda bulunmuşsanız, ancak o zaman
Bolvadin sevgisinden söz edebilirsiniz. Aksi halde, sizin sevgi diye
bahsettiğiniz şey ancak hayatı sevmektir.
Bu duygulardan hareketle bir akademisyen olarak hem
memleket sevgimden hem de bilgimin zekâtını vermek
13
düşüncesiyle kadim kentimin gazetelerinde yazılar kaleme aldım.
Yerel bir gazetede her hafta, ticaret konusunda yazılar yazmak
oldukça güç bir durum. Ama insanların görüşlerini yerel
gazetelerde yazması, o yöre için büyük önem arz ediyor. İşte bu
sebeple yerel gazetelerde yazdığım yazıların daha kalıcı olması için
hepsini bu kitapta toplama gereğini duydum.
Her kitabın bir yazılış nedeni vardır. Benim de bu kitabı
yazmamın bir nedeninin olması gibi… Orhan Veli Kanık’ın,
Anlatamıyorum şiirinde dediği gibi: “Bilmezdim şarkıların bu
kadar güzel, kelimelerin de kifayetsiz olduğunu… Bu derde
düşmeden önce.” Bolvadin’in dertleriyle dertlenmek size kitap
yazdırabiliyor. Peki, beni bu derde düşüren sebepler neydi? Çınar
altında söylenmemiş yeni bir şey olmadığından ama yazıya
geçirilmemiş sözlerin olması mı? Zaten Emile Zola’da demiyor
mu: “Ancak yazıya geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar
boş çırpınmadan, rüzgârın alıp götürdüğü hayallerden başka bir şey
değildir.”diye? Yaşadığı kentin, çevrenin mutluluğuna, huzuruna
refahına katkıda bulunmanın herkesin insanlık borcu olması mı?
Gerikalmışlığın, yoksulluğun belini Ankara değil, Bolvadinlinin
kıracağını düşünmemden mi? Sözde “Anadolu’nun en geri kalmış
en eski kazası” ünvanını Bolvadin’e yakıştıramadığım için mi?
Bolvadin’i bir üst lige, siyasetçilerin değil de Bolvadinli
girişimcilerin taşıyacağını düşündüğüm için mi? Bolvadin’deki
işletmelerin yanlış uygulamalarına son vermek için mi? Edindiğim
tecrübelerin, benimle birlikte solucanlara yem olmaması için mi?
Artık Bolvadin’in bana ne verebileceğini değil, benim Bolvadin’e
ne verebileceğimi düşünmenin zamanının gelmesi mi yoksa? İşte
bütün bu sorulardan dolayı ve kısacası Bolvadin’e gönül borcum
olduğunu düşündüğüm için bu kitabı kaleme aldım. Bu kitabı
yazmalıydım çünkü başarılı işletmeleri olmayan Bolvadin
gelişemez ve asla gelişmiş medeniyetler seviyesine ulaşamaz. Bu
çalışmam bugünün ticari anlamda fotoğrafını çekerken, gelecekte
de Bolvadin’in ekonomisine yol göstermesini umuyorum.
Elinizdeki kitabın, bu yolda bir milat olacağı düşüncesiyle, kadim
kente hayırlı olmasını diliyorum.
Bolvadin, 1 Haziran 2014
Mehmet Akif Çakırer
14
TEŞEKKÜR
Hiç şüphesiz yetişmeme katkısı olan ve bana destek olan
insanlar olmasa bu kitap ortaya çıkmazdı. Her ne kadar kitabın
yazarı olarak ben görünsem de bu başarının arkasında görünen ve
görünmeyen birçok kahraman var. Bu isimlere özel olarak teşekkür
etmek istiyorum.
Her zaman vatana hayırlı bir evlat yetiştirmeyi en önemli bir
görev bilen annem Saime Çakırer’e ve babam Mustafa Çakırer’e,
Daha iyi eserler yazmama imkân sağlayan sevgili eşime ve
çocuklarıma,
Memleketimle ilgili eser yazma konusunda her zaman beni
destekleyen amcam Abdil Çakırer’e ve dayılarım Saim Pektaş ve
Nazım Pektaş’a,
Eserimi okuyup, yorumlayarak destekleyen:
Emekli Öğretim Görevlisi & Yazar, Osman Göker’e
Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi, Dekan Yardımcısı,
Doç. Dr. Ahmet Ayhan’a,
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Bakanlık Müşaviri
Özcan Pektaş’a
Albaraka Türk Katılım Bankası Ulus Şube Müdürü, Hasan
Doğruyol’a
Kitabı okuyarak redaksiyonunu gerçekleştiren ilköğretim
öğretmeni Nebahat Visem Parlar’a
Kitabın basımında emeği geçen Bolvadin Ticaret Odası
Başkanı Murat Tabak ve Bolvadin Ticaret Odası Yönetim Kurulu
üyelerine,
Yetişmem de büyük emekleri olduğunu düşündüğüm; ilkokul
öğretmenlerim Ayşe Uşaklı ve Ulviye Topçu’ya ve Bolvadin
Sağlık Meslek Lisesi’nden öğretmenlerim Nurhan Babaoğlu’na, ,
Yusuf Boyukısa’ya, Memduh Demirezen’e, İzzet Pektaş’a, Ali
İhsan Sağlam’a, Kemal Koyuncu’ya Mine Alsaç’a, Olcay
Bıçaksız’a ve merhum Naci Köksoy’a,
Kitabın kapağını tasarlayan Bolvadin Meslek Yüksek Okulu
Dış ticaret bölümü mezunu öğrencim Abdülkerim Turgut’a,
15
Katkılarından dolayı öğretim görevlisi Hurşit Dere’ye, öğretim
görevlisi Fatih Çamcı’ya ve tüm öğrencilerime gönülden
teşekkürlerimi sunarım. Yazımlarımı yayınlama fırsatını veren 24
Eylül Gazetesi sahibi Sadık Bosnalı ve Selçuk Bosnalı’ya, Yenises
Gazetesi sahibi Kadir Kalay’a, Işık Gazetesi sahibi Hünkâr Taha
Karaer’e, Bolvadin Kent Haber sahibi Barış Ceylan Ak’a ve
yazılarımı okuyup biran önce kitaplaşmasını isteyen tüm
hemşerilerime, bir kez daha teşekkür etmeyi borç bilirim.
16
1
BOLVADİN EKONOMİSİ
17
BOLVADİN
Ege Bölgesi’nin İç Batı Anadolu kesiminde yer alan
Bolvadin, Afyonkarahisar ilinin önemli ilçelerinden biridir.
Afyonkarahisar’ın merkez ilçeden sonra en büyük ilçelerinden biri
olan Bolvadin, 1924’te ilçe olmuştur. Yüzölçümü 1108
kilometrekare ve ortalama rakımı 1016 metredir. İlçede ekonomik
hayat; tarım, ticaret ve sanayiye bağlıdır. Halkın geçim
kaynağındaki ana unsur, tarım ve hayvancılıktır.
Anadolu’daki en eski yerleşim merkezlerinden biri olan
Bolvadin, 1107 tarihinde Türkler tarafından fethedilmiştir.
Selçuklular döneminde Haçlı Seferleri’ne sahne olmuştur. Tarih
içinde Selçuklular, Sahipata, Karaman-Beyşehirli oğulları
toprakları içinde yer almıştır. Bolvadin, I. Sultan Murat zamanında
Osmanlı topraklarına katılmıştır. Selçuklular döneminde bir uç
vilayeti olan Afyonkarahisar, Osmanlı idaresinde Karahisar ve
Karahisar-ı Sahib adıyla Anadolu beylerbeyi sancakları arasında
yer almış ve XIX. yüzyılda yeni bir idari teşkilatlanmaya gidinceye
kadar Anadolu Eyaleti’nin bir sancağı olma niteliğini
sürdürmüştür. Karahisar-ı Sancağı II. Beyazıd döneminde (14811512) yedi kazadan oluşmaktadır. 1839’da Hüdavendigar adıyla
18
teşkil edilen eyaletin içinde sayılarak kaymakamlık addedilmiştir.
1839 düzenlemesinden sonra sancağa bağlı kazalar, Karahisar-ı
Sahib, Sincanlı, Bolvadin, Çay, Nevahi-i Barçın, Han-Barçın
(Burçınlu), Şuhut, Karamık, Sandıklı, Çöl-Abad şeklindedir.
Karahisar Kaymakamlığı, 1867’deki idari düzenlemeden sonra ise
mutasarrıflık haline gelmiştir.
Karahisar-ı Sahib, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan
sonra oluşan yeni idari taksimatta Afyonkarahisar adıyla 1924’de
vilayet olmuştur. Afyonkarahisar vilayeti bu tarihte; Merkez,
Emirdağ, Bolvadin, Dinar ve Sandıklı adıyla 5 kaza, 12 kasaba ve
482 köyden oluşmaktaydı. Daha sonra, 1946 yılında Şuhut,
1953’de Sincanlı, 1958’de Çay ve Sultandağı, 1959’da İhsaniye ve
Dazkırı kazaları oluşturulmuştur. 1987’de Başmakçı, 1988’de
Bayat, 1990’da Hocalar, Kızılören ve İscehisar, 1991’de Çobanlar
ve Evciler ilçe olarak teşkilatlanmıştır.
19
BOLVADİN’İN SWOT ANALİZİ
Swot; kuvvetli ve zayıf yanları ile fırsatlar ve tehlikeler
kelimelerinin İngilizce karşılıklarının baş harflerinden oluşan ve
son zamanlarda oldukça yaygın olarak kullanılan bir analizdir. Bu
analizin amacı, bir organizasyonun bugünkü yapısı ile çevredeki
değişimlere karşı kuvvetli ve zayıf yanlarını belirlemek ve
çevreden gelebilecek fırsat ve tehlikeleri saptamaktır. Swot
analizini yöneticiler kendi işletmeleri için, girmek istediği veya
faaliyet gösterdiği sektörlere yaptıkları gibi iş arayanlarda
kendilerini iyi tanımak için yapabilirler. Swot analizinde “şimdi
neredeyiz?” sorusuna cevap aranmaktadır. Swot kısaltmasının
açılımı aşağıdaki gibidir.
Kuvvetli Yanlar (Strengths): İyi yapılanlar nelerdir?
Zayıf Yanlar (Weaknesses): Geliştirilmesi gerekenler nelerdir?
Fırsatlar (Opportunites) : Performans nasıl artırılabilir?
20
Tehditler (Threats) : Neler organizasyon için risk unsuru
olabilir?
SWOT analizinde amaç, bir yandan ilçenin güç ve
zayıflıklarının çalışanlar tarafından açıkça ortaya konulması, diğer
taraftan faaliyette bulunulan piyasada mevcut veya ileride ortaya
çıkabilecek fırsat ve tehditlerin değerlendirilmesidir. Diğer bir
ifadeyle, piyasadaki rekabet gücünün tespitinde, rakiplerin,
piyasanın, belki de en önemlisi Bolvadin’in kendi yapısal
durumunun açıkça ortaya konulduğu ve rekabet yeteneğinin
ölçüldüğü, çıkan sonuca göre de firma stratejisinin oluşturulduğu
bir yöntemdir. Bu çerçevede, Bolvadin ekonomisi açısından
SWOT analizi, ilçenin, ekonomik gücünü etkileyen güçlü ve zayıf
yönlerinin ortaya konulması suretiyle, piyasadaki mevcut olan ve
daha sonradan ortaya çıkması muhtemel yeni fırsat ve risklerin
değerlendirilmesi ve uzun vadeli tedbirlerin alınması olarak ifade
edilebilir. Burada amaçlanan da, öncelikle Bolvadin’in ulusal
piyasaya dönük olarak kuvvetli ve zayıf yönlerinin tespitidir. Bu
amaçla, muhtemel gelişmeleri göz önünde tutarak Bolvadin’in
hangi tedbirleri alması gerektiğini tartışmalıyız. Konuya ilişkin
katkılarından dolayı Hasan Doğruyol’a teşekkür ederim.
1. Bolvadin’in Kuvvetli Yönleri
Genç bir nüfusa sahip olması,
Büyük baş hayvancılığın gelişmiş olması,
Horan ve Akçan parklarına sahip olması,
Karayolları açısından büyük şehirlere
(Hinterland),
Okullaşma oranının yüksekliği,
Süt ve süt ürünleri sektörü,
Yumurta tavukçuluğu,
Alkaloid fabrikasının varlığı.
2.Bolvadin’in Zayıf Yönleri
Nüfusun göç vererek azalması,
Plansız ve geniş alanda yapılaşma,
Sosyal aktivite eksikliği,
Eber gölünü besleyen kaynakların azalması,
21
ulaşım
kolaylığı
Üretilen eti, sucuğu, kaymağı pazarlayamama ve ulusal marka
yapamama sorunu,
Yabancı sermayenin ilçeye çekilememesi,
Kaynak yetersizliği,
Düğün ekonomisi,
Heybeli Termal tesislerinin turistik imajının zayıflığı,
Bolvadin malı imajı ve markalarımızın olmayışı,
Yerli sermayenin yetersizliği,
Yatırımların zayıf ve beceriksiz yönetim anlayışıyla birlikte işinin
ehli olmayan insanlar tarafından yönetilememesi,
Yatırımları çeşitlendirememe ve sürü psikolojisi hastalığı,
Kurumlar arasındaki koordinasyonsuzluk, (Yönetişim)
İlçeye yakınlığa rağmen demir yolunun kullanılamaması.
3.Bolvadin’in Fırsatları
Yüksek Okulla birlikte üniversite ve sanayi işbirliğinin artması,
Çevre il ve ilçelerle yapılması muhtemel ticari işbirliği anlaşmaları,
Organize Sanayine gelebilecek yatırımlar,
Kırık Minare, Kırkgöz Köprüsü, tarihi Bolvadin evleri, tarihi
camiler, tekkeler ve türbelerin turizme kazandırılması,
Bolvadin’e okumak için gelen üniversite öğrencileri,
Yurtdışındaki Bolvadinliler,
Gurbetteki Bolvadinli iş adamları,
Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu,
400 kişi kapsasiteli ceza evi,
Heybeli Termal Tesislerinin modern turizm anlayışıyla sektöre
kazandırılması.
4.Bolvadin’in Tehditleri
Gençlerin sosyalleşmemesine bağlı olarak ortaya çıkan problemler
(Okulu bırakma, internet kafelere bağımlılık, okula yapılan
devamsızlık, kız kaçırma, sigara ve alkol tüketimi, motosikletlerle
aşırı hız yapmak ve sesleriyle toplumu rahatsız etmek),
Boşanma oranlarındaki artış,
Küreselleşme ile rekabetin artması ve yerel işletmelerin bu
rekabette kaybedecek olması,
22
Fabrika, sanayi ve kanalizasyon atıklarının Eber Gölüne atılmasına
bağlı olarak yaşanan çevre kirliliği,
İşsizliğe bağlı göçün artması ve nüfusun yaşlanması,
Bolvadin’de artan koku kirliliği.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 550, 25 Ekim 2010)
BOLVADİN, EKONOMİSİNDE AĞIR BİR BEDEL
ÖDÜYOR
İlerleme değişiklik olmadan mümkün değildir.
Kafalarını değiştirmeyenler hiçbir şey değiştiremezler.
George Bernard Shaw
Bolvadin ekonomisinde ağır bir bedel ödüyor. Elleri taşın
altına sokmamanın bedeli bu. Bolvadin’e bir yatırım yapılmaz
demenin bedeli bu. Yurtdışında birçok gurbetçisi olduğu halde
memleketlerine geldiği zaman yatırımlarını ev, arsa ve takı alarak
değerlendirmenin bedeli bu. Çok para kazandığı halde işyerini,
nasıl daha güzel hale getiririm dememenin bedeli bu. Hizmet
kalitesinin yükseltmediği halde nasıl olsa benden alış verişe gelir
anlayışının bedeli bu. Yarın çocuğunun okulu bitirip işsiz
dolaşacağını bildiği halde, kolundaki bilezikleri artırmayı
düşünmenin bedeli bu. Un, yağ ve şeker olmasına rağmen, helva
yapamamanın bedeli bu. Organize olmamanın bedeli bu. Çok
sesliliği koro haline dönüştürememenin bedeli bu. Elimizdeki
kaynakları verimli şekilde kullanmamanın bedeli bu.
Bolvadin bir değişim sürecine girdi fakat gerek ekonomik
gerekse sosyal açıdan bu kırılmayı bir türlü sağlayamadı. Bolvadin
ekonomik ve sosyal yapı olarak yatırımcılara fırsatlar sunabilen bir
yapıya sahip olduğu halde, bu alanı görebilen yatırımcı maalesef
yok. Bunun temelinde küçük olsun benim olsun anlayışı, çok
ortaklı yatırım anlayışının halen benimsenememiş olması ve
yatırımcılarda gerekli vizyonun olmaması yatmaktadır. Rekabetin
yoğun olduğu alanlara yatırım yapmak yerine, “niş alanlara” yani
kimsenin yatırım yapmadığı keşfedilmemiş alanlara yatırım
yapmak gerekiyor. Bolvadin’e yapılan yatırımın sosyal içeriğinin
23
hiç olmaması da ayrı bir eksikliktir. Yani Bolvadin’de çok kazançlı
yatırım olabilir fakat bu yatırımın Bolvadinlilere sosyal açıdan bir
getirisi maalesef olmamaktadır. Örneğin üç bin öğrenciye sahip
olan yüksek okulumuzun öğrencilerine yönelik yatırımların
olmaması da ilçemiz açısından büyük bir eksikliktir.
Aslında geleceğe yön vermek istiyorsak geçmişimizi iyi
analiz etmemiz gerekmektedir. Bolvadin’de dershanecilik yapılmaz
anlayışından dolayı üniversiteye hazırlanırken hafta sonlarında
dershane için Afyon’a gitmek zorundaydık. “Bu memlekette neden
böyle bir dershane yok? Acaba çok mu sermaye gerektirir? Acaba
bu dershanecilik işi çok zor bir iş midir?” Bu sorulara az cevap
aramadık doğrusu. Birkaç yıl sonra Bolvadin’e dershane açıldı ama
bu pastayı keşfeden Bolvadinli yatırımcılar değildi. Görüldü ki bu
memlekette dershanecilik yapılabiliyor. Şimdi özel okul bile var.
Buradan şu sonucu çıkartmak gerekiyor; Bolvadin’de yeni
yatırımlar yapılabilir ama biz bunları göremiyoruz. Risk almayı
sevmediğimiz gibi garanti kazancı düşünüyoruz. Bahsettiğim bu
yatırımların yapılması için Bolvadin’i keşfedecek olan yabancı
yatırımcıları beklemememiz gerektiğini düşünüyorum. Bolvadin’e
bir zamanlar dershane yapılmaz anlayışının cevabını aldık. Peki
Heybelide turizmin yanında seracılık yapılamaz mı? (Coğrafi
açıdan aynı özelliklere sahip olan Kütahya’nın Simav ilçesinde
bunu başarmışlar!) Mantar gibi üreyen tavuk çiftliklerinin bir
kısmının yerine örneğin alabalık üretim tesisleri kurulamaz mı?
(Özburun Belediyesi bunu başarmış.) Yani yatırımlarımızı
çeşitlendiremez miyiz? Aslında yapılan yatırımlarda yaşanılan
“yumurtaları aynı sepete koymanın bedelini”
hepimiz
ödemekteyiz. Şimdi de aynı hastalık devam ediyor. Üniversite
öğrencilerinin sayısı üç bin olunca sözde başarılı girişimcilerimiz
öğrenci yurdu yapmaya başladı. Onlara göre her kişi her işi yapar.
Fakat kimse kusura bakmasınlar ama bu iş böyle olmuyor. Bunları
söylediğimde girişimcilerimiz epey bozuluyorlar. Ve lafı: “Bu işler
kitapta yazılanlara benzemez. Hocam!” demeye getiriyorlar. Para
bende diyorlar. Kimse kusura bakmasın ama. Sadece parayla bir
yere gelinseydi, Avrupa’dan valizler dolusu para akan holdingler
bugün Konya’da işlerine devam ederlerdi. Parayla bu işler olsaydı,
ABD’de ki enerji devi Enron hayatına devam ederdi. Sadece
24
parayla bu işler olsaydı, Jet Fadıl, Siirt’te İmza markalı
otomobilleri üretmeyi başarırdı. Sadece parayla bu işler olsaydı
Telsim hala Uzanlar’ın elinde olurdu. Sadece parayla bu işler
olsaydı, yapılan ikinci un fabrikası bu gün çalışıyor olurdu. Sadece
parayla bu işler olsaydı Bolvadinliler yetiştirdiği büyükbaş
hayvanlarını uyanıklara kaptırmazdı. Para iş dünyasında tabi ki
önemli fakat tek başına bir hiç! Parayı kullanacak ve doğru
yönetecek kişinin bilgisine büyük ihtiyaç var! Asıl önemli olan şey
bu!
Bolvadin ekonomisinin düzlüğe çıkması için öncelikle
yatırım felsefemizin değişmesi gerekir. Yani Bolvadinliler’in
birikimlerini ev arsa ve takı gibi rant yatırımlarına değil,
Bolvadin’e sosyal açıdan geliştirecek yatırımlara yapılması
gerekiyor.
Ama
bunun
yanında
yatırımcıların
doğru
yönlendirilmeye ve bilinçlendirilmesine ihtiyaç vardır. Sonuç
olarak Gothe’nin de dediği gibi: “Düşünmek kolaydır, yapmak
zordur. Dünyada en güç olan da düşünüleni yapmaktır!”
Bolvadinliler aynı şeylerden şikâyetçiyiz, sorunlarımıza da aynı
çözüm ve önerileri getiriyoruz. Ama iş onları yapmaya gelince,
hareket haline getiremiyoruz. Değişimin çok hızla yaşandığı,
rekabetin hızlı ve acımasız olduğu günümüzde Bolvadinliler
problemlerimize acil çözümler bulmak zorundayız. Çünkü artık
değişime ve bununla birlikte gelişmeye şiddetle ihtiyacımız var.
Çünkü artık bu devirde zenginliğin ifadesi düğünlerde takı
yarıştırmak değil sermayeyi ilçe ekonomimize kazandırabilmektir.
Hayatınızı kurtaracak son not: Kendinize bir iyilik yapın ve
bir yönetim danışmanından tavsiyeler alın. Ya da en azından
yönetimle ilgili kitaplar okuyun.
(Bolvadin Yenises Gazetesi, Sayı: 531, 3 Temmuz 2003, 24
Eylül Gazetesi, sayı: 476, 3 Ağustos 2009)
25
BOLVADİN’DEKİ DÜĞÜN EKONOMİSİ
Anlatacağım fıkra tam bizlik olup Bolvadin’deki düğün
ekonomisini ey iyi şekilde anlatıyor. Bir bürokrat, yoksul bir
adamı ziyarete gitmiş demiş ki: “Senin oğlana bir eş bulalım,
zamanı geldi artık.” Adam: “Ben hayatımda oğlumun işine
karışmadım.” demiş. Bizim bürokrat: “Ama bu kız Rahmi Koç'un
kızı” deyince, adam:
“Aaaa... tamam o zaman” demiş ve durumu kabul etmiş.
Sonra bizim bürokrat Rahmi Koç'un evine gitmiş: “Kızınız için
harika bir koca adayı buldum” demiş. Rahmi Koç şaşırarak “Ama
benim kızım daha çok küçük” diye itiraz etmiş. Bürokrat “Ama bu
genç adam Dünya Bankası'nda başkan yardımcısı” deyince
“Aaaa... tamam o zaman” diyerek duruma hemen razı oluvermiş.
Sonunda bizim bürokrat Dünya Bankası başkanını ziyarete gitmiş
ve demiş ki “Başkanım, size harika bir başkan yardımcısı adayı
buldum.” Başkan: “İyi ama benim zaten ihtiyacımdan fazla
yardımcım var” deyince bürokrat: “Ama bu Rahmi Koç'un
damadı” demiş. Başkan da “Aaaaa... tamam o zaman” demiş.
Yaz ayının gelmesiyle Bolvadin’de “Senin oğlana bir eş
bulalım, zamanı geldi artık.” diyenlerin sayısı artmaya başlar.
26
“Askerliğini yapmış mı? İşi var mı?” diyen yoktur. Artık pek çok
düğün salonunda yer ayarlamak şimdiden imkânsız gibidir. Aynı
anda pek çok düğüne davet edileceğinizden hangisine gideyim
telaşı şimdiden başlar. İlçe ekonomisi açısından düğünler
ekonomimize ciddi anlamda hareket getiriyor. İlçemize
baktığınızda ekonomik durgunluk var gibi görünse de düğünler
ekonomik durgunluk tanımıyor. Normal şartlar altında bir kişi
herhangi bir ihtiyacını alırken bile yüz kez düşünmesine rağmen,
düğün döneminde alınan her hangi bir şey hiç sorgulanmıyor. Hatta
insanlar: “El ne der?” “Başkaları ne der?” “Akrabalar, eş dost ne
der?” diye düğün masraflarını çılgınlar gibi artırıyor. Oysa ki
bilmiyorlar mı ki alınan onca şeyin ödemesini bu gençler nasıl
yapacak ? Maalesef pek çok yeni evlilik eşyalara ya da “El ne der ?
anlayışına kurban gidiyor. Hayata yeni atılacak gençler ciddi
sıkıntıyla karşılaşıyor. Oysa güçleştirmek yerine kolaylaştırmak
büyüklere düşmüyor mu ?
Bir türlü anlayamadığım noktalar şunlar:
Askerliğini yapmayan, işi olmayan delikanlıların fıkrada olduğu
gibi evlendirilmesi.
Gençlere gereksiz müdahalelerde bulunulması. (Örneğin meslek
yüksek okulumuzdan mezun olduğu halde gencimizin Bolvadin
dışında çalışmasına ailesinin izin vermemesi)
Herkesin ağır olan adetleri eleştirmesine rağmen bu adetleri
şiddetle uyguluyor olması.
“El ne der?” anlayışına kurban verilen evliliklerin ve pek çok
mutlu başlangıç soluğu adliyede alıyor olması.
İpe sapa gelmeyen pek çok nedenin, evliliği bitirmesi.
Korumacı anne-babaların çocuğuna zarar verdiğinin farkında
olmaması…
Konfüçyüs boşuna “Bütün devletlerin temeli evliliktir” demiyor.
Sonuç olarak şunu söylüyorum: Gençleri kendi hallerine bırakın,
Bolvadin’de boşanmalar biter. Güçleştirmeyin, kolaylaştırın. (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 471, 29 Haziran 2009)
27
BOLVADİN’DEN BOLQUALITY® ÇIKAR MI?
Günümüzde gittikçe ağırlaşan rekabet koşulları ve değişen
tüketim kalıpları uluslararası arenada yer almak isteyen şirketleri
daha fazla katma değer ve daha fazla pazar payı anlamına gelen
güçlü markalar çıkarmaya teşvik ediyor. Tekstil ve hazır giyim,
otomotiv, elektronik, gıda gibi rekabetçi sektörlerimiz açısından
ihracatta markalaşmanın önemi gün geçtikçe daha da artmaktadır.
TURQUALITY, ülkemizin rekabet avantajını elinde bulundurduğu
ve markalaşma potansiyeli olan ürün gruplarına sahip firmaların,
üretimlerinden pazarlamalarına, satışlarından satış sonrası
hizmetlere kadar bütün süreçleri kapsayacak şekilde yönetsel bilgi
birikimini, kurumsallaşma ve gelişimlerini sağlamak suretiyle
uluslararası pazarlarda kendi markalarıyla global bir oyuncu
olabilmeleri amacıyla oluşturulmuş bir destek platformudur. Bu
bağlamda bence Bolvadin’in vakit geçirmeden BOLQUALITY®
platformu oluşturması gerekiyor. TURQUALITY Türk ürünlerini
dünyaya satarken, BOLQUALITY® ise Bolvadin’in ürünlerini
Türkiye’ye satacak. Büyük düşünen ve marka olmak isteyen
firmalarımızı bu yönde teşvik etmemiz gerekiyor. Peki bu amaçla
neler yapılabilir? Dediğim gibi, büyük düşünen ve özellikle de
pazarlama sıkıntısı yaşayan firmalar (sucuk, peynir, kuruyemiş,
lokum, haşhaş ürünleri gibi gıda üreticileri) BOLQUALITY®
kapsamına alınabilinir. Güzel bir logo bu platforma dahil olan
firmaların ürünlerinde yer alabilir. Bu sayede hem kalite bilinci
oluşturulmuş hem de ilçemizdeki pek çok firmanın kazancı artmış
olur. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 530, 16 Ağustos 2010)
BOLVADİN’DE NE İŞ YAPALIM?
Yeni bir akademik yıl başlamaya yakın, hep şu soruyla
karşılaşırım. “Hocam, Yüksek okula yeni bölüm açılıyor mu?”
İkinci soru da genelde şu olur: “Yüksek okulumuzun toplam kaç
öğrencisi oldu?” Bolvadin Meslek Yüksek Okul’u öğrencilerinin
sayısının artması ile ilçe ekonomisi arasında doğrudan bir ilişki
kuruluyor. Çok öğrenci varsa, ekonomi o yıl iyi geçecek kanaati
28
hâkim oluyor. Gerçektende yüksek öğrenim “bacasız sanayi”
şeklinde nitelendiriliyor. Üniversite öğrencileri yaşadığı bölgenin
ekonomisini olumlu yönde etkileniyorlar. Yararlanmasını
bilirseniz, üniversite bölge ekonomisini ayağa kaldırıyor. Fakat
problem şu ki: Acaba büyük olan bu potansiyeli yeterince
değerlendirebiliyor muyuz?
Ben açıkçası Bolvadinlilerin böyle her ilçeye nasip
olmayan
potansiyelini
yeterince
değerlendiremediğini
düşünüyorum. Klasik bir problem olan yapılanı yapma
rahatsızlığının bölge ekonomisine ciddi darbe vurduğunu
düşünüyorum. Madem öyle ne yapılabilir ki: Örneğin: öğrenci
yurdu sayısı fazla olan bu ilçeye neden yemek fabrikası
yapılmıyor? Nedenini söyleyeyim bir Bolvadinli bu işe
girişmediğinden! Biri bu işe girsin ardından ilçe yemek fabrikası
ile dolar. Yine ilçeye yüzme havuzu hizmeti verebilecek alanlar
yapılabilir. Örneğin Emirdağı’nda böyle bir yer var. Bunlarla
birlikte eğlence sektörü de düşünülebilir. (Go kart gibi) Kısacası
herkesin yaptığını yapmak yerine tatlı riskler almak, başarı oranını
çok yükseltecektir. O kadar, yurt geçen sene bu işi tam kapasite
yapamadığından başarılı olamadı! Sonuç olarak bir Norveç
atasözü, bu konuda kulağımıza küpe olmalıdır. “Bir köyde, herkes
birbirini tıraş ederek karnını doyuramaz.” (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 468, 8 Haziran 2009)
KRİZLER İYİDİR
İş dünyasında yaşanılan küresel krizden şikâyetçi olmayan var
mı? Her yerde konu dönüp dolaşıp yaşanılan küresel krize geliyor.
Hatta krizden etkilenmediği halde psikolojik olarak abartanlar da
var. Çoğu ekonomi yazarı “Bu kriz ne zaman biter?” sorusunun
cevabını arıyor. Arada bazı akademisyenlerin “Krizler fırsattır.”
beylik söylemine, iş dünyasından “Madem öyle, şu fırsat neyse
bize de söyle.” diye tepkiler de geliyor. Ben yaşamış olduğumuz
kriz hakkında daha radikal bir düşünceye sahibim. Krizlerin olması
iyidir. Krizler olmalıdır ve küreselleşmeyle birlikte gelecekte başka
krizler de olacaktır. Sizi anlıyorum. “Bunun neresi iyi?” diye
29
düşünüyor hatta bu yazıyı okurken sinirleniyorsunuz. O zaman
söyleyeyim:
- Krizler; modern işletme yöntemini uygulayanlarla,
babadan kalma yöntem uygulayan işletmeleri birbirinden
ayırır.
- Krizler; “Bir gram önlem, bin gram çözüme eşittir.”
diyenlerle, “Bize bir şey olmaz.” diyenleri birbirinden
ayırır.
- Krizler; yönetim danışmanını dinleyenle, yönetim
danışmanı olmayanları birbirinden ayırır.
- “İşe göre adam” diyenlerle, “Adamına göre işverenleri”
birbirinden ayırır.
- Krizler; “okyanuslara talip olanlarla”, “minareyi
kaybetmeyeyim” diyenleri birbirinden ayırır.
- Krizler; “Büyük olsun, bizim olsun.” diyenlerle, “Küçük
olsun benim olsun.” diyenleri birbirinden ayırır.
- Krizler; hesaplı kredi çekenlerle, har vurup, harman
savuranları birbirinden ayırır.
- Krizler; bilimsel işletmelerle, filmsel çalışan işletmeleri
birbirinden ayırır.
- Krizler; Ar-Ge’ye yatırım yapanlarla, kopya çekenleri
birbirinden ayırır.
- Krizler; geleceği inşa etme peşinde olanlarla, “Bugünü
kurtaralım. Allah kerim” diyenleri birbirinden ayırır.
- Krizler; “Uzmanlık olan işimizi yaparız.” diyenlerle, “Ne
iş olsa yaparız.” diyenleri birbirinden ayırır.
- Krizler; “Kurumsallaşan işletmelerle” “Kurumsallaşmayan
işletmeleri” birbirinden ayırır.
- Krizler; müşteri memnuniyetine önem verenlerle, önem
vermeyenleri birbirinden ayırır.
- Krizler; çalışan memnuniyetine önem verenlerle, önem
vermeyenleri birbirinden ayırır.
- Krizler; reklâma yatırım yapanlarla, “sineğin yağını hesap
edenleri” birbirinden ayırır.
- Krizler; eğitime yatırım yapanlarla, eğitime önem
vermeyen işletmeleri birbirinden ayırır.
30
Krizler; tasarıma önem verip “nevi şahsına münhasır
olanlarla”, “sürü psikoloji ile hareket edenleri” birbirinden
ayırır.
- Krizler; devlete iş yaparak palazlanan süz bitkilerinin dev
çınarlar olmadığını hatırlatır.
- Bir kriz; bin nasihatten iyidir. Başka bir ifadeyle krizler
sözün bittiği ya da başka bir değişle “Böyle gelmiş, böyle
gider.” anlayışının bittiği yerdir.
Sonuç olarak kabul edilmesi gereken bir gerçek var. Ülkemiz
nasıl bir deprem bölgesindeyse ve depremle yaşamak zorundaysak,
günümüzde tüm işletmeler küreselleşmeyle birlikte bu tür krizlerle
birlikte yaşamak zorundadır. Bu sebeple tüm firmalar zayıf
yönlerini krizden önce görüp güçlendirmeli, krizlere daha dayanıklı
işletmeler haline gelmelidir. Yarın çok geç olabilir! Unutmayın ki
krizler “elektrik kesikti, ödevimi yapamadım.” mazeretini hiç
dinlemezler. Bugün sahibi olduğunuz fabrikanın kapısının önünde
yarın güvenlik görevlisi olmamak için ev ödevinizi bugünden
yapmalısınız! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 467, 1 Haziran 2009)
-
BOLVADİN’DE KİRALIK İŞYERİ PROBLEMİ VAR
Bolvadin ekonomisinde ciddi anlamda kiralık işyeri
problemi var. Üzülerek söyleyebilirim ki Bolvadin’de bazıları
“Dükkânımı istediğim fiyata kiraya verip keyfime bakarım.” diye
düşünüyor. Benim anlayamadığım nokta ise; “Bu rakamdan bir
kuruş aşağı inmem. Gerekirse dükkân boş kalsın” düşüncesidir.
(Örneğin siz bir işyerine talip oluyorsunuz. İşyerine aylık
verebileceğiniz rakam en fazla 1.000 TL, fakat işyeri sahibi “1.200
TL’den aşağı olmaz. Gerekirse boş kalır.” diyor. İşyeri iki ay boş
kalırsa zaten aynı rakama geliyor. İki ayı geçerse dükkân sahibinin
zararı artıyor. Bu kadar diretmenin ne anlamı var?) Bazı dükkânlar
bildim bileli bomboş duruyor. Zaten Bolvadin çarsısı dar bir
alandadır. Bu durum da dükkân sahiplerinin işine geliyor ve başka
bir işyeri için alternatif yer bulamıyorsunuz.
31
Geçenlerde postane caddesinde benim sayabildiğim dört
dükkânda “kiralık” diye yazıyordu. Bu dükkânlardan bazıları
birkaç ay öncesine kadar faal durumdaydı. Maalesef Bolvadin’de iş
yapmak zaten zor bir de dükkan sahibine kira vermek ve bununda
birkaç yılda beklenmedik zam gelmesi ciddi bir durum. Bazı
işyerleri dükkan kirasının yüksekliğinden yer değiştiriyor. Bu
problemi çözemezsek zaten ciddi anlamda daralmış ilçe
ekonomisini hareketli hale getiremeyiz. Bu sebeple toplum
önderlerinin bu problemi çözmesi gerek. “Alan razı, satan razı
kardeşim!” diye düşünmemek gerekiyor. Maalesef bazı esnaflar
dükkan kirasının yüksekliğinden dolayı işyerlerini başka bir yere
taşıyor. Hatta işyerini kapatıyor. Kaybeden de ilçe ekonomisi
oluyor.
Peki ne yapmak gerekiyor? Bence en uygun çözüm
esnaflar, dükkan sahipleri ile uzun vadeli kira sözleşmesi yapmalı.
Kira artış oranını sözleşmede belirtilmeli. “Hallederiz sadıcım, hele
bir o güne çıkalım” düşüncesine karşı çıkmalı. Orta vadede çözüm
ise yeni alternatif işyerlerinin açılmasını sağlamak olmalı. Uzun
vadede çözüm ise bu dar çarşıya sıkışıp kalmak değil, yeni bir
cazibe merkezi ortaya çıkarmak olmalı. Yeni çarşı projesi bence
ciddi bir zorunluluk. Çarşıdaki adayı kaldırmak meselesine gelince
bence bu düşünce fantaziden ibaret. Bunu yapmak için ciddi bir
enerjiye ve büyük bir finalsal desteğe ihtiyaç var. Bunların yanında
daha da önemli olan şey insanları inandırabilmek gerekiyor. Bunu
32
yapabilen kişinin heykeli çarşıya dikilir mi bilmem ama gönüllere
bağdaşı kuracağına eminim. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 518, 24
Mayıs 2010)
27. GELENEKSEL KAYMAK FESTİVALİ
27. Geleneksel Kaymak Festivali’ne, her sene olduğu gibi
yoğun katılım vardı. Geçtiğimiz yıllarda gazetemize, festivaller
hakkında şöyle bir yorum yazmıştım: “Artık bu festivalleri
kutladığımız yer bu kadar halkı kesinlikle kaldırmıyor. Bu, bence
çok ciddi bir problem. Bunu da bir an önce çözmek gerekiyor.”
Ben bu problemi çözdüğünü düşündüğüm belediye başkanımızı
buradan tebrik etmek istiyorum. Festival alanının yeni tasarımı
oldukça iyi görünüyordu. Geçmişte orta alanda yer alan ve tabakta
kaymak figürünü yansıtan platform oldukça büyük yer kaplıyordu.
Bu alanın izleyicilere tahsis edilmiş olması gayet iyi görünüyordu.
Buna rağmen izleyicilerin yoğunluğu dikkatlerden kaçmadı.
Demek ki bu alan bile yoğunluğu kaldırmıyor. Festivale sponsor
firmaların olmasının ilçemiz adına güzel bir gösterge olduğunu
düşünüyorum. Demek ki ilçemiz esnafı iyi olan, Bolvadin için
güzel olacağına inandığı etkinlikleri destekliyor.
Yine aynı yazıda şöyle yazmıştım: “Bence kaymak
şenliklerini bir iki güne sıkıştırmak yerine bir haftaya yaymak
gerek. Çünkü insanlarımızın sosyalleşmesi için sadece Kaymak
Şenliklerimiz var. Bu sebeple organizasyonun içeriği
zenginleştirilip rahatlıkla Kaymak Şenlikleri bir haftaya
yayılabilir. İkincisi böyle bir durumda standları kiralayanlar da
bir hafta kiralamış olur. Bu söylediklerim daha önceleri yapılmış
olsaydı belki de Bolvadin’de ciddi anlamda fuarcılık da gelişmiş
olurdu. En önemlisi sosyal aktivite fakiri olan ilçemizde insanlar
eğlenceye doymuş olurlardı.” Evet tekrar söylüyorum şenliklerin
daha fazla güne yayılması gerekiyor. Özellikle iki önemli
sanatçının (Murat Göğebakan ve Ebru Yaşar’ın) aynı günde
33
şenliklere katılması yoğunluğu daha da artırdı. İkisinin ayrı
günlerde katılımı sağlansaydı daha iyi olurdu. Kısacası bu kadar
izdiham olmazdı. Örneğin Akşehir Belediyesi Nasrettin Hoca
Şenlikleri’ni on güne yaymış. Akşehir şenliklere sanatçı getirmenin
yanında kültürel aktiviteler de yaptı. Bence festivalde daha önceki
olumlu uygulamalar devam etmeliydi. Örneğin Heybeli Şiir
Akşamları festivale ayrı bir değer katıyordu, Heybelinin
tanıtımında da pozitif bir etkisi oluyordu. Maalesef bu olmadı.
Festivalin ilk yıllarında Bolvadin şiirleri, Bolvadin öyküleri ve
yarışmaları büyük ilgi görüyordu. Bunun yanında ilçemizde uzun
zamandır yapılmayan konferanslar da şenlikleri olumlu olarak
destekleyebilirdi. Ben açıkçası Kaymak Festivalini Bolvadin’in
sosyalleşmesi açısından en önemli araç olarak görüyorum. Hem
insan yoğunluğu hem de araç yoğunluğu tezimi doğruluyordu.
Bunun yanında keşke Koçum Alışveriş Merkezi’nin de açılışı
festivale yetişmiş olsaydı. Bence harika olurdu ve Bolvadin,
Mehmet Koçum’a böyle bir günde vefa borcunu ödemiş olurdu.
Evet bir festival daha böyle bitti. Her şey gönlünüzce olsun. (24
Eylül Gazetesi, Sayı:577, 11 Temmuz 2011)
BORÇ YİĞİDİN KAMÇISIDIR
Danışan dağlar asmış danışmayan düz yolda şaşmış.
Türk Atasözü
“Borç yiğidin kamçısıdır.”diye bir atasözümüz vardır. Bu
atasözünün anlamı sözlüklerde şöyle geçiyor: “Yiğit olan kişi
borcunun altında kalmaz. Borcunu zamanında ödemek için
karşısına çıkabilecek her zorluğa katlanır.” Belediyemiz de ciddi
şekilde borçlu bunu bilmeyen yok. Bu durumda ne yapılabilir? Bu
durumda yapılması gereken en önemli şey radikal kararlar almak.
Belediyemizin iller bankasına göre gelirinin geçmişe göre düşük
oranda olduğunu biliyoruz. Bu konu hakkında benim üç fikrim
var. Birincisi perşembe pazarının bulunduğu yeri imara açmak. Ve
böylece buradan oluşacak ranttan belediyeye gelir getirmek.
34
Perşembe pazarını da uygun gelişmeye açık bir yere çekmek.
Perşembe pazarı zaten nerede olursa vatandaş bir şekilde gidebilir.
İkinci alternatif ise şuan ki çevre yolunda bulunan itfaiyenin yerini
başka bir yere taşıyarak buradan rant elde edip bunu Horan
Parkının çevre yolu paralelince gelişimini sağlamak için harcamak.
Örneğin rahmetli Mehmet Koçum’un Horan Parkı’na yapay bir
şelale yaptırma projesi olduğunu biliyorum. Yine yapay bir gölet
yapılması Horan Parkını bölgenin tek markası yapar. Ankara’ya
giderken Temelli’den geçmişsinizdir. Düne kadar sıradan bir yer
olan bu yeri belediye başkanı yapay gölet yaparak adeta kasabanın
kaderini değiştirdi. Bunu bir kasaba yapabiliyorsa Bolvadin’de
Horan Parkında rahatlıkla yapabilir. Üçüncü ve en radikal karar ise
Heybeli Termalin işletmeciliğini üç ya da dört ayrı gruba rekabeti
özendirecek şekilde beş yıllığına özelleştirmek. Çünkü turizm
sektörü gibi her geçen gün daha da uzmanlaşan bir sektörde
devletçi mantıkla rekabet edemezsiniz. Ancak bu türden radikal
kararlar belediyenin elini güçlendirir.
Yerel Gazeteler Bir Okuldur Ama Herkes Mezun Olamaz
Ben yerel gazetelerin iyi değerlendirildiği takdirde bir okul
olduğunu düşünüyorum. Kütahya’da üniversite öğrencilik
yıllarımda Ekspres Gazetesinde, Bolvadin’de ise sırasıyla Yenises,
Işık ve 24 Eylül gazetelerinde yazılar yazdım. Öğrencilerime de
her zaman yerel gazetelerde yazı yazmanın ilerde onlar için bir
fırsat oluşturacağını ifade ettim. İşte bu fırsatı iyi değerlendirdiğini
düşündüğüm gazetemizde de yazan öğrencim Aytaç Ersoy
geçenlerde şöyle bir e-mail göndermiş. Bunu sizlerle paylaşmak
istiyorum: “Merhaba Hocam... Nasılsınız? Şuan Eskişehir Anadolu
Gazetesinde üç haftadır muhabir olarak staj yapıyorum. İlk
günlerde
yazdığım
haberler yayınlanmıyordu yazım
pek beğenilmiyordu. Şimdi haberlerim yayınlanıyor ve beğeniliyor.
Stajdan sonra gazetede muhabir olarak kal dediler. 24 Eylül’de iyi
ki köşe yazıları yazmışım. Yazmış olmanın bana katkısı çok oldu.
Sizin de katkınız çok, size teşekkür ederim. Bu mutlu haberimi
sizinle paylaşmak istedim. İnşallah ilerde çok daha iyi yerlerde
olacağım.” Dediğim gibi yerel gazeteler bir okul ama herkes
mezun olamıyor. Aytaç bu fırsatı iyi değerlendirdi ve bu yolda
35
ilerliyor. Umarım bu başarı ilçemizdeki gençlere de güzel bir örnek
olur.
Bolvadin’de Haftanın Güzel Haberi
İlçemizde son günlerde gördüğüm ve duyduğum en güzel
haber şehir merkezimizde yer alan un fabrikasının yola bakan
duvarının duygu duvarı haline gelmesiydi. Maalesef gençlerimiz
depresif ve bunalım türü yazıları duvarlara yazıyor ve bu da biz
yetişkinleri gençlerimiz hakkında endişelendiriyordu. Buna
kayıtsız kalmayıp bu duvarı beyaza boyayan ve bu duvara da
Duygu Duvarı diyen Eber Sürücü Kursunu bu sosyal
sorumluluğundan dolayı tebrik ediyorum. Bunun memlekete sahip
çıkmak adına güzel güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Dünya’da Haftanın Güzel Haberi
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir restoran en fazla gelen
müşterisini “En değerli müşteri” diye resmiyle birlikte duvarına
asmış. Bunun yanında müşterinin en sevdiği içecek ve yiyecekler
de yazıyor. Bu haber de beni etkileyen en güzel haberlerden biri
oldu. Bence bu yazıyı okuyan bir esnaf da müşterisine böyle tatlı
bir sürpriz yapabilir. Biz de bunu haber yaparız. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı:578, 18 Temmuz 2011)
36
KÜÇÜLEREK BÜYÜME BOLVADİN’DE MÜMKÜN MÜ?
Küreselleşen dünyada, devletçi mantıkla bir fabrikayı bırakın
bir çay ocağı bile işletilemez.
Philip McArthur
Günümüzde işletmeler özellikle kriz dönemlerinde daha
esnek hareket edebilmek için bazı varlıklarını ya satarak ya da
nakite dönüştürecek işler yaparak daha etkin hale geliyorlar. Buna
işletme literatüründe “küçülerek büyüme” diyoruz. Bu yöntem
özellikle esnek hareket etmek isteyen işletmeler için oldukça
önemlidir. Değilse, bir de bakmışsınız işletmenin sonu gelmiş.
Şüphesiz işletmelerin en önemli amacı büyümektir. Ama her alana
yatırım yapıp girerseniz bu sefer hormonlu büyüme yapmış olup
etkinliğiniz azalır İşte bu sebeple etkin olmak için de en etkin
yöntem “küçülerek büyümedir” Günümüzde özellikle hastaneler
yemek, temizlik, güvenlik ve bilgi işlem gibi alanlarda hizmet
alımına gidiyor ki buna dış kaynaklardan yararlanma (outsourcing)
deniliyor.
Kombassan Holding’in yönetim kurulu başkanı Haşim
Şahin başkanlığındaki yeni yönetim, göreve ilk geldiğinde ilk iş
olarak “Küçülerek büyüyeceğiz” açıklamasını yapmıştı. Ardından
da Afra gibi dev bir marketler zincirini elden çıkarmış ve diğer
yandan da bazı şirketlerde de yeniden yapılanma ve küçülme
37
politikasıyla, personel azaltılmasına gidilmişti. Bünyesinde,
Kompen ve Kongaz gibi devasa şirketleri bulunduran ve Türk
Turizm sektörünün en büyüğü olma yolunda ilerleme gösteren
Bera Otelleri ve inşaat sektörü gibi gelir trendi iyi olan
kuruluşların büyümesine kaynak aktararak gerçek reel büyümeyi
hedeflediklerini mesajını veriyorlar. Kombassan örneğini verdim
çünkü Amerikan ya da Avrupa örnekleri okuyucularımı etkilemez.
(Özel sektördeki örnekler artırıla biliriz. Sabancı holding elinden
Winsa ve Doyum firmalarını Koç ise Migros’u çıkarttı.) İkinci
örneğim de İstanbul Büyük Şehir Belediyesindeki İDO’nun 30
yıllığına özelleştirilmesidir. İDO'nun yüzde 100 oranındaki
hissesinin özelleştirilmesi ihalesinin açık artırma bölümünde en
yüksek teklifi 861 milyon dolar ile Tepe-Akfen-Souter-Sera Ortak
Girişim Grubu verdi. İDO’nun 30 yıllığına özelleştirilmesi sizce ne
kadar doğru? Bence bunun en önemli gerekçesi kamunun
köhneleşmiş yapısı ve özel sektörün dinamikliğidir. Tepe-AkfenSouter-Sera Ortak girişim grubu vereceği 861 milyon doları çok
kısa sürede çıkaracağına inanıyorum. Düşünüyorum da İDO, BDO
olsaydı bunu yapabilir miydik? Zaten bu yazının özünü de bu konu
oluşturuyor.
Tüm bunları neden anlatıyorum? Günümüzde işletmelerin
ve hatta belediyelerin uyguladığı bu yöntemi Bolvadin’de rahat bir
şekilde uygulayabilir. Bence bunu artık uygulamak zorundayız.
Bunun en büyük gerekçesi finansal açıdan belediyenin ekonomik
sıkıntı ile başbaşa kalmasıdır. Peki bu stratejiyi nasıl ve hangi
alanda uygulayacağız? Bu stratejiyi Heybeli termal tesislerinin
belirli bir süreliğine özel sektöre devri şeklinde uygulamak
zorundayız. Bu süre 3, 5 ya da 7 yıl olabilir. Zaten heybelideki otel
kısmını özel sektöre bu yöntemle vermiş (outsource etmiş)
durumdayız. Bu strateji sayesinde hem finansal açıdan rahatlamış
hem de esnek bir yapıya kavuşmuş olacağız. Ya yapmazsak ne
olur? Heybeli sadece Bolvadinlilerin bildiği ve sadece
Bolvadinlilerin gittiği bir yer olur. Ama biliyorum ki Bolvadin’de
tüm ülkeye adını duyuran bir gidenin bir daha gitmek istediği ve
üst düzey hizmetin sunulduğu bir Heybeli’yi hayal ediyor. Bu
hayalin gerçekleşmesi dileğiyle… (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 564,
11 Nisan 2011)
38
BOLVADİN’İN TEMEL YETENEĞİ NEDİR?
Kahramanmaraş'a tekstilin merkezi diye yatırım yapılır.
Kapadokya'ya peribacaları için gidilir.
Ama Kırşehir'in ya da Çankırı'nın bir teması yoksa bu şehirler
kendi yağlarıyla kavrulurlar.
Melih Arat
Öncelikle belirtmeliyim ki “temel yetenek” işletme
yönetiminde kullanılan bunun yanında şehirlerin yönetiminde de
kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Temel yetenek, bir işletmeyi
başka
işletmelerden
ayıran,
işletmenin
vizyonunu
gerçekleştirmesinde rol oynayan, rakipler tarafından kolayca taklit
edilemeyen bilgi, beceri ve yeteneği ifade etmektedir. Günümüzün
yönetim uygulamalarını etkileyen bir gelişme olarak temel yetenek
şunu ifade etmektedir: Her işletme, kendisine has bir yetenek
geliştirmelidir. İşletmeye rekabet gücünü verecek olan, bu temel
yetenektir. Temel yeteneğe verilecek en güzel örneklerden biri,
dünyanın en başarılı perakendeci firmalarından biri olan IKEA’dır.
IKEA’nın temel yeteneği, satın alma gücüne bağlı fiyatlandırma
yapması, benzersiz çağdaş çizgide ve yüksek nitelikte mobilya
tasarlaması ya da kendini böyle konumlandırmasıdır. Sony’nin
temel yeteneği ise minyatürleştirmedir. Perakendenin devi WalMart'ın temel yeteneği ucuz satmanın ötesinde lojistik yönetiminde
yatıyor. 3M'in temel yeteneği ise yenilik veya inovasyonda kendini
gösteriyor.
Şehirler için de temel yetenek; bir şehri, başka şehirlerden
ayıran ve diğer şehirler tarafından kolayca taklit edilemeyen bilgi,
beceri ve yeteneği ifade eder. Örneğin, Amerika Birleşik
Devletleri'nin finans ve medya merkezi New York'tur. Los Angeles
deyince akla film endüstrisi gelir. Las Vegas deyince akla kumar
gelir; Miami deyince plajlar ve tatil gelir. Bir şehir bir kelime ile
anılmaya başlandığı anda o şehir konuda bir çekim merkezi olur.
Moda için ya Paris'e ya da Milano'ya gidilir; alışveriş deyince akla
Dubai gelir. Yazılım ve çağrı merkezleri deyince Bangalore gelir.
(Bangalore, Hindistan'da Karnataka eyâletinin başkenti ve Asya'nın
silikon vadisi olarak adlandırılan şehir.) Tek kelimeyle anılan
şehirlerde başka şey yok mu, elbette ki var. Bir şehrin
uzmanlaşmak için seçtiği kelime ya da konu, o şehrin
39
lokomotifidir; diğer konular da şehrin diğer vagonlarını oluşturur.
İzmir'e Expo 2015 için seçilen tema sağlıktı ve İzmir'le çok az
ilgisi olan bir temaydı. Türkiye'de bir sağlık şehri varsa açık arayla
İstanbul'dur. İstanbul; üniversite hastaneleri, özel hastane sayı ve
kapasiteleri bakımından açık ara her şehrimizden ilerdedir. İzmir'in
sağlıkla pek ilgisi yoksa da şu sıra bir "eğitim" şehri olma yolunda
ilerliyor. İzmir'e şu sıra dokuzuncu üniversite kuruluyor. İzmir için
belki doğru bir tema "üniversite şehri olmak" olabilir!
Peki bu bilgiler ışığında Bolvadin için neler söylenebilir?
Bolvadin’in temel yeteneği nedir? Bolvadin’in temel yeteneğinin,
eğitim olduğunu düşünüyorum. Bolvadin’de milli eğitim
öğrencilerinin toplamda on bin olduğunu bunun yanında meslek
yüksek okulu öğrenci sayısının üç bin olduğunu biliyoruz.
Gelecekte de Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu’nun da
açılmasıyla toplamda öğrenci sayısının artması beklenebilir. Fakat
Bolvadin gelecekle ilgili stratejisini eğitim olan temel yeteneği
etrafında şekillendiremez ise ciddi sıkıntı yaşayacaktır. İfade etmek
istediğim konu, öğrenci sayısının bu kadar fazla olmasına rağmen
öğrencilerin gidebileceği bir kültür merkezinin olmamasıdır.
Konferans salonundan kafeteryasına, eğlence salonundan
kütüphanesine kadar bir merkezden bahsediyorum. Böyle bir
merkezi yaptırmak okul yaptırmaktan daha öncelikli olmalıdır
bence. Böyle bir merkez olmadığı sürece eğitim alanında temel
yetenek stratejisi geliştiremeyiz. Kültür merkezinin olmaması
konferansların olmamasına, konferans olsa da yeterli verim
alınamamasına yol açıyor. Bu eksikliğin giderilmesinin, birinci
önceliğimiz olması dileğiyle. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 567, 2
Mayıs 2011)
40
KATMA DEĞER ÜRETEMİYORUZ
Antep fıstığının yüzde 52'sinin Şanlıurfa'da
yetiştiğini biliyor musunuz?
Dahası, Gaziantep baklavasının yağı da,
yufkasının unu da buradan gidiyor.
Fıstık var, yağ var, un var ama baklava ustası yok!
Fikri Türker
Katma değer nedir? Genellikle bu soruyu öğrencilerime
sorduğumda ilk gelen cevap “vergi”dir. Gerçekten de bu ülkedeki
katma değer vergisinin (KDV) etkisiyle katma değer kavramının
anlamı bile yeterince anlaşılamamıştır. Hatta bu kavram vergiyi
çağrıştırdığından olumsuz bir anlam yüklemişiz. Katma değer bir
ürün ya da hizmetin üzerine konulabilen ek değerdir. Örneğin
Kurukahveci Mehmet Efendi 1871 yılında kurulmuş ve sadece o
günden bu güne öğütülmüş kahve satmıştır. Ulusal pazarı da yeterli
görmüştür. Kurukahveci Mehmet Efendi’den tam 100 yıl sonra
kurulan Starbucks bugün Türkiye’de 150 şubeye ulaştı ve alanında
dünya devi durumunda. Kısacası biri ürün üretmiş, diğeri ise
kahveden bir sektör ortaya çıkarmış. Katma değer budur. Eğer bu
felsefeyi kavrayamazsan kuruyup gidersin!
Maalesef bizim ülke olarak katma değer üretme yönünde
zaaflarımız var. Örneğin dünya fındık rezervlerinin % 75 kısmı
ülkemizde olduğu halde fındık borsası Almanya’nın Hamburg
şehrinde olduğu gibi Almanya bu borsayı sağdan soldan topladığı
fındıklarla idame ettirmektedir. Bunun yanında fındık Türkiye’den,
kakao Brezilyadan gelir ama en iyi çikolata Almanya’da yapılır.
İşte Almanların yaptığı katma değer ortaya koymaya örnektir.
Petrol Irak’tadır ama petrol firmaları ABD ve İngilizler’indir. Bor
rezervleri Türkiye’dedir ama bunu uzay sanayinde kullanan
ABD’liler ve Japonlar’dır. Ülkemizin üç tarafı denizlerle kaplı
olmasına rağmen ne balık tüketimimiz ne de yüzme bilen vatandaş
sayımız istenilen seviyededir. Ne zaman bu potansiyellerimizin
farkına varacağız açıkçası hep merak ediyorum!
Şehirlerin ya da ilçelerin geri kalmalarındaki en büyük sebep bu
yerlerin ekonomiye katma değer üreterek katılamamalarıdır. Antep
fıstığının yüzde 52'sinin Şanlıurfa'da yetiştiğini biliyor musunuz?
41
Dahası, Gaziantep baklavasının yağı da, yufkasının unu da buradan
gidiyor. Fıstık var, yağ var, un var ama baklava ustası yok!
Urfa’nın durumu bize çok benziyor. Bunun yanında katma değer
üreten köylerin olduğunu duymak Bolvadin için ilginç bir durum.
Anadolu'nun dört bir yanına yayılmış onlarca köy ürettikleri
ürünleri katma değeri yüksek pazarlara ihraç ederek kalkınıyor.
İşte Ekonomist Dergisinin araştırmasında yer alan ihracatla
kalkınan 25 köy. Bu köyler, pepinodan frambuaza, çilekten
kestaneye kadar birçok ürünü Almanya, Güney Amerika, Fransa,
Rusya, İtalya, İngiltere, Hollanda gibi çok sayıda ülkeye ihraç
ediyor. Bir zamanlar toprağını değerlendiremediği için köylerden
kentlere göç eden köylü profili, artık kabuk değiştirmeye başladı.
Yakın zamana kadar büyük ve orta boy işletmeler tarafından
gerçekleştirilen ihracat, bugün Anadolu’nun en ücra köylerine
kadar uzandı. Her biri ayrı girişimcilik örneği veren bazı köyler,
katma değer yaratan projeler geliştirerek yaptıkları ihracatla hem
milyonlarca dolarlık gelir sağlıyor hem de kendi markalarını
çıkarıyor. Köylerin kendi gelirlerini yarattıkları bu sistem pek çok
şirkete de parmak ısırtıyor. Kurdukları şoklama depoları ve damla
sulama yöntemiyle verimliliği artıran ve kayıpları minimuma
indiren birkaç yüz nüfuslu köy ahalisi, artık Almanya, Güney
Amerika, Fransa, Rusya, İtalya, İngiltere, Hollanda gibi pek çok
ülkeye ihracat yapar hale geldi. Girişimcilik ruhunu modern
tarımla birleştiren köylüler, tam anlamıyla kendi katma değerlerini
ortaya koyuyorlar.
Bolvadin’de kaşar peyniri yapılıyor mu? Evet. Peki,
Bolvadin’de tereyağı üretiliyor mu? Evet. Gayet de iyi üretiyoruz.
Ama bunu yöresel yemek olarak kullanamıyoruz. Karadenizlilerin
mıhlama ya da diğer adıyla kuymak yapmasını bilmiyoruz.
(Kuymak: tereyağı, kaşar peyniri ve mısır unu ile yapılıyor.) Ya
hocam iyi söylüyorsun da Bolvadin’de mısır unu üretilmiyor ki…
İyi de güzel kardeşim elin Almanı Türkiye’den fındık getirtiyor biz
niye bunu yapamayalım. İlçemizde bu kadar şark odası malzemesi
üreten var oduğu halde bunu konsept olarak sergileyemiyorsak çok
yazık! Bolvadin bu alan da bile bence marka olabilir. Bolvadin’de
yumurta üretiyor muyuz? Evet o kadar çok üretiyoruz ki çiftlilerin
kokusundan burnumuzun direği kırılıyor. Ama bu kadar yumurta
42
üretip de menemen yapamamak, ya da “Bolvadin’den geçiyorsan,
menemen yenilmeden geçilmez kardeşim.”
Bunu insanlara
söylettirmiyorsak çok yazık. Bu örnekleri farklılaştırmamız
gerekiyor.
Çay’dan Bolvadin’e gelirken çevre yolunda “imalatçı,
lokumcu” yazabiliyor. Yine Işıklar’da bunu görebiliyorsun. Biz de
Bolvadin lokumun anavatanı diye kasılıp duralım. Çevre yolundan
geçen biri Bolvadin’den ne alır? Maalesef sevgili dostlar inanın
hiçbir şey almadan gaza basıp gider. Oysaki biz de Çaylılar’ın
yaptığı gibi; para sadece çarşı merkezinden kazanılır felsefesi
yerine çevre yolundan da kazanılabilir diye düşünebilsek inanın
katma değer üretebiliriz. Gece Çay’da 40-50 kamyoncu araçlarını
park edip restoranlarda dinleniyor. Neden biz bunu
düşünemiyoruz? Bolvadin’de ticaret çarşı merkezine sıkışıp kalmış
ve yapılan ticaret nakit de değil. Bence Koçum Alışveriş
Merkezinin bir an önce fark edilmesi gerekiyor. İyi de hocam
çalışmaz ki diye düşünenler, mal kaptırıp ticarette zarar edenler,
buranın kirasını nasıl gözünde bu kadar büyütür anlamıyorum
açıkçası. Peygamber efendimiz demiyor mu? “Rızkın onda dokuzu
ticarettedir. Ticaretle uğraşın ve risk alın.” diye… Benim ağırıma
giden, Polatlı’dan yoldan geçen biri kavun, Çay’dan yazın kiraz,
vişne ve kayısı; Şuhut ve Sandıklı tarafından patates alır da neden
bizim ilçeyi transit geçer? İnanın anlaşılır bir durum değildir bu.
Sevgili dostlar, bence bizim en önemli sıkıntımız ticarette katma
değer üretememektir! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 592, 24 Ekim
2011)
BOLVADİN NASIL ZENGİNLEŞİR?
Ülkelerin, bölgelerin ve ilçelerin gelişmesinde ya da başka
bir ifadeyle zenginleşmesin de hep aynı faktörler yatar. Başka bir
ifadeyle, fakir olan ülke ya da bölgeler hep aynı şeyi yapıyor ve
önemli bir eşiği geçemiyordur. İktisatçılar bu durumu “fakirliğin
kısır döngüsü” teorisiyle açıklamışlardır. Peki, “fakirliğin kısır
döngüsü” nedir? Fakir olan ülkelerin geliri azdır, gelirin yanında
43
tasarruf azdır, tasarrufun azlığına bağlı olarak yatırım da azdır.
Bunun sonucu verim düşüktür ve gelir bir türlü artmaz. İşte bu kısır
döngü devam edip gider. Aslında fakir ülkelerin fakirliğinin en
büyük nedeni zihniyet fakirliğidir. Yeni ve farklı düşünceye açık
olmayan, bunun yanında bunları sorgulamayan ister ülke isterse bir
ilçe olsun gelişme gösteremediği gibi zenginleşemez de.
Zenginleşmeyi sadece ekonomik durumla açıklarsak, bu teori
yeterince sağlam saç ayaklarına oturamaz. İşte bu sebeple
zenginleşmenin yanında eğitim ve sosyalleşmeyi de eklememiz
gerekiyor. Çünkü bunlar birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır.
Bu teorik kavramların yanında, gelelim asıl soruya
“Bolvadin nasıl zenginleşir?” Öncelikle hemen belirtmeliyim ki
hiçbir bölge bir günde zenginleşmediği gibi bir günde de
fakirleşmez. Kısacası bölgelerin gelişiminde son zamanlarda
Türkiye’de moda olan “kısa yoldan köşeyi dönme” formülü yoktur.
Bir ilçenin gelişim ve değişimi, zamana bağlı oluşan bir süreçtir.
Bolvadin’in de gelişiminin üç önemli saç ayağına bağlı olduğunu
düşünüyorum. Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:
44
a) Ticaret alanında zenginleşme: Bolvadin’de geçmişte
lastik ya da gazoz fabrikalarının bulunması ticari açıdan o
dönemlerde başarılı olduğunu göstermesine rağmen bu başarıyı
günümüze yansıtamadığını görüyoruz. Günümüzde batan pek çok
işletmenin kurumsallaşamadan hayata gözlerini yumduğunu ve
ilçemizdeki işletmelerin çoğunun da girişimcilerimizin ömrüyle
sınırlı olduğunu düşünüyorum. Yani ticaretteki en büyük
sıkıntılarımız:
ticari
sürdürülebilirliği
yakalayamamak,
kurumsallaşamamak, ulusal bazda düşünmemek, değişime direnç
gösterip “biz babadan böyle gördük” anlayışına sahip olmaktır.
Bunların yanında ilçemizdeki işletmelerin e-ticarete ve
pazarlamayı önemsemesi bunun üzerine reklama hiç yatırım
yapmaması ticari alanda gelişmemizin en büyük engeli. Esnaf
kardeşime soruyorum neden bir reklam yapmıyorsun diye: verdiği
cevaba bakın: “Hocam bizi bilen biliyor.” Böyle bir gerekçe
olabilir mi? Türkiye’de geçtiğimiz ramazan ayında hatırlanan
marka Coca-Cola oldu. Adamlar “Bizi dünya biliyor, reklama ne
gerek var!” diye düşünmüyorlar. Ne tuhaftır ki ilçemizdeki
girişimciler reklama verilen paraya acıyıp ya reklam parasını
ödemiyor ya da bu parayı verirken elleri titriyor. Bunun en büyük
nedeni ilçemizde reklamın öneminin yeterince anlaşılamamasıdır.
Bir de klasik reklam mantığından kurtulup “Gerilla Pazarlama”
yapıp reklamı hem ucuza hem de ulusal çapta ses getiren şekilde
yapılması gerekmektedir. Geçenlerde bir haber dikkatimi çekti.
45
Bence bu haber, esnaflarımız için çok güzel bir örnektir.
Kocaeli'nde bir sigorta acentesinin dikkat çekmek için işyeri
tabelasına yerleştirdiği sırtında çuvalıyla binaya tırmanan hırsız
maketini gerçek sanan vatandaşlar polise ihbar yağdırıyor. "Bu
kadar sıkıntı olacağını tahmin etmedik." diyen acente yetkilisi ise
maketin kaldırılması yönünde kendilerine herhangi bir talebin
gelmediğini belirtiyor. Bu gerilla pazarlama tekniği, ulusal basında
bile ses getirdi.
Bunun yanında ticari hayat için pek çok şey söylenebilir.
Özellikle ulusal sermayeli şirketlerin Bolvadin pazarına girmesinin
pazarı derinden etkilediğini düşünüyorum. Örneğin, BİM, A101,
DiaSa ve bunun yanında Chi ve Hangar gibi firmalar pazarın
şekillenmesini sağladı. Bolvadin için son yıllarda en çarpıcı yatırım
çarşıdaki ucube bir binanın satın alınıp, baştan aşağı yenilenerek,
Bolvadin’de gitmez denilen pizza işinin yapılmasıdır. Bugün
öğrencilerim “Hocam pizzacıdan başka yere gitmiyoruz.” diyorsa
işadamlarımızın Bolvadin’deki pazarı görmesi gerekiyor. Hani
bakmakla görmek arasında fark vardır ya işte aynen öyle…
Yabancı biri gelip Bolvadin’deki pazarı daha iyi görebiliyor.
Bolvadin’de hala adam akıllı düğün salonunun olmaması (araç
46
park yeri, kolonların misafirleri engellemediği, tamamen geniş
alanda hizmet veren ve sırf düğün salonu için yapılmış bir salondan
bahsediyorum.
Apartmanın
bodrum
katındaki
boşluğu
değerlendirelim mantığından değil. Geçmişte belediyemizin bile
bir düğün salonu vardı.) ve insanların Afyon’da düğün yapması bu
pazarın hala keşfedilemediğini gösteriyor. Yazın haftada 25- 30
düğün yapılıyor. (sünnet düğünleri hariç) Bence bu alanda, müthiş
bir fırsat var ve insanlar düğün yaparken parayı düşünmeden
harcıyorlar.
b)
Sosyal
açıdan
zenginleşme:
Bolvadin’in
zenginleşememesinin en büyük engelinin sosyal açıdan olduğunu
düşünüyorum. Sosyal açıdan zenginleşememe ticari açıdan
Bolvadin’in zenginleşmesinin önünde bir engel olarak görülüyor.
İlçemizde hala kadınları çarşıya sokmuyoruz. Kabul edilmesi
gereken bir gerçek var ki: Kadınlar erkeklere göre daha fazla
tüketim harcaması yapıyor. Ama biz kadınları çarşıya sokmayarak
ya da onların rahatça gezip alışveriş yapacağı yerler tasarlamayarak
kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Bakın geçenlerde Yozgat’ın
Boğazlıyan ilçe merkezinde sayısı 20’ye yaklaşan birahanelere
tepki gösteren ilçe esnafından bir grup, ilçe kaymakamını ziyaret
ederek, rahatsızlıklarını dile getirdi. Çarşı içerisinde her köşede bir
birahanenin bulunduğunu, bunlara ilaveten yenilerin açılması için
hazırlıklar yapıldığını belirten esnaflar, “Yeter artık. Çarşıya bir
tane bayan müşteri gelemiyor. Bir bayan memur alışveriş yapmak
için dükkânımızın kapısını açamıyor. Esnaf olarak huzursuzuz,
tedirginiz. Bu ayıba artık dur denilmeli. Boğazlıyan’ın birahaneler
şehri olarak anılmasının önüne bir an önce geçilmeli.” diye
konuştu. Neyse ki Bolvadin’de birahane gibi bir problem yok ama
insanlar eşleriyle çarşıya çıkamıyorsa burada ciddi bir problem var
demektir. Bunun çözülmesi Bolvadin’i hem sosyal hem de ticari
anlamda geliştirecektir. Yazılarını ilgiyle takip ettiğim Melih Arat,
47
Kahramanmaraş için şöyle bir yazı kaleme almış:
“Kahramanmaraş'ın
nüfusu
önemli
ölçüde
Kahramanmaraşlılardan oluşuyor. Çok az göç alan bu şehirde
deyim yerindeyse herkes Maraşlı. Bu durumun iyi ve kötü yanları
var. Herkesin Maraşlı olması iyi, ama aşırı homojen yapı,
şehirdeki düşünce ve görüş çeşitliliğinin önüne geçmiş. Homojen
düşünce yapısının içinde orijinallik yok. Komşu il Gaziantep çok
daha fazla göç almış; ancak göç edenler şehrin kültürüne ayak
uydurmakla birlikte, iş ve kültür hayatına renklerini vermeye
devam etmişler. Kontrast olarak Gaziantep'teki çeşitlilik, şehrin
ilerlemesine imkân veren bir üretkenliğe yol açmış.” Bolvadin ve
Maraş bu noktada benzerlik gösteriyor. Göç alamıyoruz madem
farklı düşünceleri tartışmaya ve beyin fırtınası yapmaya gönüllü
olalım.
c) Eğitim açısından zenginleşme: Bolvadin’in en başarılı
olduğu alanın eğitim olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de hiçbir
ilçeye nasip olmayan okul sayısına sahibiz. Sayısal olarak bu kadar
öğrencinin ve bu kadar öğretmenin olması bunun yanında da 3500
civarında üniversite öğrencisinin ilçemizde olması gerçekten büyük
bir fırsattır. Fakat ilçemizde hala adamakıllı bir kültür merkezinin
olmaması ise büyük bir talihsizliktir. Bu kadar öğrencinin olmasına
rağmen ilçede hatırı sayılır kültürel aktivitenin olmaması ise başka
bir eksikliktir. Resim sergisinin, konferans salonun, eğitimlerin,
kültürel aktivelerin yapılacağı bir kültür merkezi olmadan bu kadar
sayıda öğrenciye sahip olmanın ticari anlamın dışında bir anlamı
olmadığını düşünüyorum. Bu eksiklik giderilemediğinden
geçenlerde organize edilen konferans kapalı spor salonunda
yapıldı. 2006 yılında Çay’da gördüğüm konferans salonunun hala
Bolvadin’de olamaması inanın açıklanamayan bir durumdur.
Sonuç olarak bu üç önemli konuda ilerleme olursa,
Bolvadin zenginleşir. Devlet Planlama Teşkilatı, Bölgesel Gelişme
ve Yapısal Uyum Genel Müdürlüğü’nün 2004 yılında yaptığı
48
İlçelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırmasına
göre Bolvadin 872 ilçe arasında gelişmişlik sıralamasına göre 242.
sırada yer alıyor. Bu sebeple “Bolvadin küçülüyor” edebiyatını
bırakıp “Bolvadin’i nasıl üst sıralara çıkabiliriz?” tartışmasını
yapmalıyız. Çünkü Bolvadin, ancak bu şekilde zenginleşebilir.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 595, 14 Kasım 2011)
BOLVADİN ZENGİNLERİ İLE ZENGİNLEŞİR
Sermaye düşmanlığı yapmak memleketi ilerletmez.
Sermayenin büyüklüğü de memleketin gönlüne girmeye yetmez.
Sosyal sorumluluk sahibi olanların isimleri ise asla unutulmaz.
Demokrat Parti iktidarı döneminde zengin bir ülkenin
zengin vatandaşları olmayı vaat etmişti. Milli Şef döneminin
yıkılmasında, toplumla birlikte kalkınma yerine bireysel zenginlik
vaat edilmesi önemli bir yer tuttu. Bu felsefe, Adnan Menderes'in
dilinden ifadesini buldu: “Her mahallede bir milyoner
yaratacağız.” Slogan yerine ulaştı ve Demokrat Parti, 1950
seçimlerinde oy patlaması yaşadı. En çok şaşıran CHP
yöneticileriydi. Adnan Menderes zenginleşmenin memleketten
zenginler çıkarmakla olacağını ve bu zenginlerinde ülkenin
kalkınmasına olumlu etki edeceğini düşünüyordu. Nihayetinde bir
ülkenin ya da bir ilçenin gelişmesi o yerin sahip olduğu zenginlere
49
bağlıdır. Zengini olmayan bir memleket gelişemez, büyüyemez ve
nihayetinde kalkınamaz. İşte bu sebeple Bolvadin’i de
zenginleştirecek faktörlerinden biri de zenginlerimizdir. Tabi bu
zenginlerin de Mevlana’nın, Vehbi Koç’un, Bill Gates’in ve son
olarak Hüsnü Özyeğin’in felsefesini yakalamış olmalılar. Bakın
Mevlana ne diyor: “Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su
alırsın, gerisi kalır” kısacası ne kadar zengin olsan ol, bu dünyada
ancak yiyebileceğin kadar yersin. Bu sebeple varlığınız
memleketin zenginliğine zenginlik katmalı. Bu felsefeyi anlayan
zenginlerimiz yok mu? Tabi ki var. Bugün pek çok camii ve okulda
bu kimselerin isimi geçiyorsa Mevlana’nın bu felsefesini
yakalamış demektir.
Vehbi Koç ölmeden evvel oğlu Rahmi Koç’a beni mezara
çoraplarımla gömün diye vasiyet etmiş ve bir de mektup vermiş.
Bu mektubu ben öldükten sonra ilk başın sıkıştığında açarsın
demiş. Gün gelmiş Vehbi Koç ölmüş. Vasiyeti gereği mezara
Vehbi Koç'u çoraplarıyla gömmek istemiş Rahmi. Fakat cenaze
namazını kıldıran hoca kabul etmemiş, ille de çoraplar çıkacak
demiş. Başka imam getirmişler, o da kabul etmemiş dinimize ters
diyerek. Başka hoca getirmişler tabi o da, o da hiçbiri kabul
etmemiş ve Vehbi Koç'u çoraplarıyla gömülmesine razı olacak
imam bulamamışlar. Rahmi Koç düşünüyor taşınıyor bir çözüm
bulamıyor ve birden babasının ilk başın sıkıştığında aç dediği
mektup geliyor aklına. Mektupta şöyle diyor: “Gördün mü oğlum
Rahmi! Ben Türkiye'nin en zengini olmama rağmen mezara bir
çorap dahi götüremedim !…”
Genel müdürken banka patronu olan Forbes’a göre
Türkiye’nin en zenginleri listesine geçen yıl ikinci sıradan giren
FİBA Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin için
kurduğu üniversite her şeyden daha önemli bakın bunu nasıl ifade
ediyor? “Türkiye’nin en zenginlerinin yanında ‘Gönlü en zengin’
sıralamasının yayınlanması gerekiyor. Türkiye’de insanlar
kazandıklarının ne kadarını paylaşıyor, bakmak lazım. Şimdiye
kadar 11 farklı ülkede 70 civarında şirket kurdum veya satın aldım.
Bu şirketlerin hiçbiri Özyeğin ismini taşımıyor. İlk defa ailemizin
adını bir kuruluşa verdim. Özyeğin Üniversitesi’ndeki öğrencileri
kendi ailemden bireyler olarak görüyorum. Onların mutluluğu,
50
onların akademik başarısı benim için herhangi bir şirketimin
gelişiminden, çok para kazanmasından daha önemli.”
Bir gün okuduğum gazetede
“Dünyanın en şansız
çocukları” diye bir haber vardı. Haber Bill Gates’in çocukları ile
ilgiliydi. Dünyanın en zengin adamı olarak bilinen Microsoft'un
sahibi Bill Gates, servetini, kendi çocuklarına değil de yardım
kuruluşlarına bırakma kararı almıştı. Gates, 58 milyar doları bulan
servetini Jennifer Katharine, Rory John ve Phoebe Adele isimli üç
çocuğuna bırakmak yerine yardım kuruluşlarına bağışlayacağını
açıkladı. Microsoft'a 33 yıl başkanlık yapan ve bu görevini de
görevi bırakan Gates, bu kararı eşi Melinda ile birlikte aldıklarını
söyledi. Gates, çocuklarına para bırakmamasıyla ilgili olarak, 'Bu
hangi çocuğun en önemli olduğunu söylemek gibi' yorumunu yaptı.
Parayı eşiyle birlikte kurdukları ve dünyanın en büyük yardım
kuruluşu olarak görülen Bill ve Melinda Gates Vakfı'na transfer
edeceğini belirten Gates, ailesine daha fazla zaman ayırabilmek
için artık Microsoft'ta 'part-time' görev yapıyor.
Sonuç yukarıdaki felsefeyi anlayan girişimcilerimiz
Bolvadin’in zenginliğine zenginlik katar. Bence Bolvadin’de bu
felsefeyi anlayanlar, özellikle bu memleketin gençlerine sahip
çıkmak adına gençlik merkezi ya da bilgi evi yaptırabilirler. Bu
memleketin gençlerinin en büyük ihtiyacı böyle yerlerin
olmamasıdır. Böyle yerlerin olmaması gençlerimizin kötü ortam,
aileden kopma ve ailesiyle kuşak çatışmasına itmektedir. Çin
Bilgesi Kuan Tzu'nun çok bilinen ve çok söylenen dizeleriyle
yazımı bitirmek istiyorum; “bir yıl sonrasını düşünüyorsan;
tohum ek ağaç dik, on yıl sonrasıysa tasarladığın ama yüz yıl
sonrasıysa düşündüğün; öyleyse halkı eğit... bir kez ürün verir,
ekersen tohum eğer dikersen bir kez, on kez ürün verir ağaç, eğer
halkı eğitirsen, yüz kez olur bu ürün...” Ben içimizden bu felsefeyi
yakalamış kişilerin geçmişte olduğu gibi gelecekte de olacağını
düşünüyorum. Ve bu kişilerin de gençlik merkezi, bilgi evi gibi
mekânlar yaptırarak isimlerinin böylece ölümsüzleşmiş olacağını
düşünüyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 646, 5 Kasım 2012)
51
BOLVADİN KÖYLERİYLE ZENGİNLEŞİR
Açıklanan nüfus sayımında
Bolvadin ilçesinin merkezi nüfusu 52 bin'den 31 bin'e gerileyerek
yüzde 40 azaldı.
wikipedia.org
Nüfusun büyüklüğü ve yapısı, kalkınma planlarının üzerine
bina edildiği temel yapıyı teşkil etmektedir. Nüfus, gelir ile birlikte
bir ekonomide mal ve hizmetlere olan talebin kompozisyonunu ve
miktarını belirler. Nüfusun büyüklüğü, yapısı, bilgi ve beceri
düzeyi, üretim sisteminin temel girdisini oluşturur. Gelişen bir
ekonomide nüfus ve nüfusun özellikleri, kaynakların sosyal ve
ekonomik sektörler arasındaki dağılımını büyük ölçüde etkiler;
kaynakların bu şekilde dağılımı da ekonominin büyüme hızını,
istihdam düzeyini, sektörel üretim artış oranları ile ihracat ve
ithalat oranlarını etkiler.
Bolvadin’de en çok konuşan konulardan biri de göç
konusudur. Pek çok kişi “elli iki binden otuz bir bine düştü
nüfus!” diye veryansın ediyor. Ben açıkçası Bolvadin’in nüfusunda
bu kadar düşme olmadığını, tüm ülkede olduğu gibi geçmişte
(adrese dayalı nüfus kayıt sistemine geçmeden önce) İller
bankasından daha fazla pay alabilmek için nüfusun rakamsal olarak
şişirildiğini düşünüyorum. Değilse böyle bir durumun olması başka
bir ifadeyle nüfusun yaklaşık % 40 göç vermesi anlamına geliyor.
Bu da pek mümkün olan bir durum değil. Peki Bolvadin göç
vermiyor mu? Tabi ki Bolvadin’de göç var ama bu rakam
abartıldığı gibi değil. Son beş yıl bunu gösteriyor. Diğer rakamlar
adrese kayıtlı olmadığı için bence mantıklı bir sonucu vermiyor.
Türkiye İstatistik Kurumu, adrese dayalı nüfus kayıt
sistemi (adnks) veri tabanını inceledim. Ve son beş yılın bir
dökümünü oluşturdum. Beş yılda merkezdeki azalma 359 kişiyken,
belde ve köylerdeki azalma 898 kişi durumdadır. Tabloda
köylerdeki göçün merkezden fazla olması dikkat çekici.
Bolvadin’in Emirdağ, Sandıklı ya da Dinar gibi çok fazla köyü
yok. Ve bu açıdan ciddi bir dezavantajı var. Bu üç ilçe köylerinden
ciddi bir gelir elde ediyor. Az köyü olan ve de göçün etkisinin fazla
olduğu köyler için Bolvadin, bir strateji belirlenmezse uzun vadede
52
bundan çok olumsuz etkilenir. Her köy için bir kalkınma modeli
oluşturulabilir. Kırsal kalkınmadan köylerimizin ekonomik olarak
yapılacak projelerle güçlü hale gelebilir. Örneğin Dipevler köyü
sulu tarımla ciddi anlamda kalkınmaya geçmişe benziyor. Beş sene
önceki köyle bugünkü Dipevler arasında olumlu yönde bir fark var.
Bunun yanında kabul etmemiz gereken bir gerçek var. Bu:
“Bolvadin köyleriyle zenginleşir ve fakir köyü olan bir ilçe
kalkınamaz.”
gerçeğidir. Bolvadin
merkezinin
gelişimi
köylüleriyle barışık ve köylerini zenginleştirme faktörüne bağlı
olduğunu düşünüyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 649, 26 Kasım
2012)
BSD SENDROMU
Zenginleşmenin üç yolu var:
Ürününü marka yapacaksın!
Şehrini Marka Yapacaksın,
Ülkeni Marka Yapacaksın!
Rifat Hisarcıklıoğlu
Fransızca “syndrome” kelimesinden dilimize geçen
sendrom, birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya
geldiklerinde tek bir hastalık olarak kendilerini gösteren şikâyetler
ve bulgular bütünüdür. Türk Dil Kurumunun sözlüğünde ise
“sıkıntı” anlamına geliyor. İlçemizde ciddi anlamda bir sendrom
yaşıyoruz. Ben buna BSD sendromu adını veriyorum. Gerçektende
ilçemiz şehircilik anlamında uzun yıllardan beri ciddi sıkıntıyla
karşı karşıya… Müstakil evlerin çok olması ve ilçemizin geniş
alana yayılması bu problemin ana konusunu oluşturuyor. İlçemizde
53
toplu yapılaşma geçte olsa yaşansa da hala toplu konutta nasıl
yaşanılır konusunda ciddi sıkıntılar var. Ama yazımızın asıl konusu
BSD sendromu… Peki nedir BSD sendromu? BSD sendromu
Bolvadin’in Silüetini Değiştirememe sendromudur. Gerçektende
uzun yıllardır tek katlı geniş alana yayılmış ve şehircilik açısından
dört beş bin nüfusa sahip kasaba görünümlü silüetimizi bir türlü
değiştiremedik. Açıkçası gelecekte de bu değişecekmiş gibi
görünmüyor. Geçenlerde Osman Göker hocamızın Bolvadin
Üzerine Düşünceler kitabında altını çizdiğim cümleleri okurken
dikkatimi çeken bir ifade ile karşılaştım: “Bolvadin’de çirkin
politikanın, en çirkin görüldüğü alan şehircilik alanıdır.” Kitapta
ifadenin bir politikacıya ait olduğunu ifade ediyor. Ama her hangi
bir isim vermiyordu. (sayfa 49) Gerçekten de şehircilik açısından
ciddi anlamda yol almamız gerekiyor.
Çok sevdiğim bir söz var. “Bir problemin üç çözümü
vardır. Benim çözümüm, senin çözümün ve gerçek çözüm.”
Bolvadin’de çoğu meselede çözüm “benim çözümüm ve senin
çözümün” aşamasında kalıp nihayetinde gerçek çözüme
ulaşılamıyor. Bunun yansımasını şehircilik alanında daha rahat
görebiliyoruz. Bir taraf yeni garajın ve belediyenin yeni yerini
doğru bulmazken diğer taraf ta TOKİ’nin kuruluş yerini ve
SGK’nin kuruluş yerini doğru bulmayabiliyor. Peki gerçek çözüm
ne? Bence ortak aklı kullanabilmek. Yani Bolvadin’in geleceğini
etkileyecek projelerde kamuoyunun fikrini almak. Ancak gerçek
çözüme bu şekilde ulaşılabilinir. Bakın ABD’nin en uzun süreyle
görevde kalmış başkanı olan Franklin D. Roosevelt’in çok güzel
bir sözü var: “Kamuoyunun desteği ile başarıya ulaşılır, onun
desteği olmadan hiç bir şey başarılamaz.” Roosevelt başkanlığa
dört kez seçilmiştir. ABD tarihinde Roosevelt'in dışında ikiden
fazla seçilmiş olan hiçbir başkan yoktur. Başarısının temelinde de
her zaman kamuoyunun desteğini almak yatmıştır.
Tekrar BSD sendromuna gelince… Bence Bolvadin’in en
büyük sıkıntısı eski çarşı (buğday pazarı) ile bugünkü çarşının
(adanın) birbirine çok yakın olmasıdır. Çünkü pek çok şehirde eski
ile yeni çarşı arasında ciddi mesafe vardır. Bu ciddi sorun kısa
vadede çözülecek gibi görünmese nasıl siyaset boşluğu
götürmüyorsa şehircilikte kendi yolunu buluyor. Bolvadin merkeze
54
sıkışmış görünümü günümüzün ihtiyaçlarını karşılamıyor. Yoğun
trafik ve araçların park yeri sorunu şehir için alternatifi zorunlu
kılıyor. Bu durumda şehir yeni bir cazibe merkezini arıyor. Belki
resmi olarak ifade edilmedi ama ben geleceğin yeni çarşısının
Bolova ve Hastane tarafında şekilleneceğini düşünüyorum. Bu tabiî
ki merkezi bitirmeyecek ama ticari anlamda tek kutuplu olmak
yerine çift kutuplu bir Bolvadin olacağını düşünüyorum. İlerleyen
günlerde bazı kurumların o bölgeye geçecek olması bu tezi daha da
güçlendirecektir. Yazımı bir güzel bir dilekle bitirmek istiyorum:
“Umarım geleceğin Bolvadin’i BSD sendromu yaşamaz.” (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 657, 21 Ocak 2013)
55
2
GİRİŞİMCİLİK
56
BOLVADİN’DE GİRİŞİMCİLERİMİZİN HATALARI
Bu yazımda Bolvadin’deki girişimcilerimizin yapmış
olduğu klasikleşen ve çözüm bekleyen hatalarından bahsetmek
istiyorum. Bunları sıralayıp açıklayacak olursam:
1.Minareyi Kaybetme Korkusu: Bolvadin’deki girişimcilerimizin
en büyük sorunlarından biri minareyi kaybetme korkusudur.
Girişimcilerimiz sadece Bolvadin’de iş yapma eğilimindedirler.
Çevredeki gelişime ve değişime kapalıdırlar. Bu sorunun
giderilmesi için şiddetle dışarı açılmaya ve değişen rekabet
kurallarını öğrenmeye ihtiyaç vardır. Bu işi Afyon’daki,
Eskişehir’deki girişimciler nasıl yapıyor? Bunları araştırmak
gerekir.
2.Sürü Psikolojisi ya da Koyun Ekonomisi: Yatırımların
fizibilitesi (Yapılabilirlik Araştırması) yapılmadan yapılmasını
ifade eder. Bu hatayı yapmanın en büyük nedeni çevrede başarılı
olan işletmelerdir. Girişimcide “Bizim Ahmet yapar da para
kazanır, ben para kazanamaz mıyım?” düşüncesi hâkimdir.
Girişimci parasına güvenir ve iş dünyasında başarının sadece
parayla kazanılacağını düşünür. Bu sadece Bolvadin’de değil pek
çok yerde görülmektedir. Örneğin Kayseri’de İstikbal grubunun
başarısı aynı işi yapan bölgede 350’ye yakın firmanın ortaya
çıkmasını sağlamıştır. Bolvadin’de çevrede peşi sıra açılan tavuk
çiftlikleri bunun en güzel örneğidir. Şimdiki trend ise öğrenci
yurdu yapmaktır. Dünün fabrikatörü bugün öğrenci yurdu açabilir,
yarın da büyükbaş hayvancılık işine daha sonra da kârlı diye inşaat
sektörüne balıklama dalabilir.
3.“Bir tavuğum olsun benim olsun” Anlayışı: Birlikte iş
yapamama nedeni ile ortaya çıkmış bir anlayıştır. Genelde çok iyi
başlayan ortaklılar başta konuşulmayan kurallar nedeni ile iyi
başlayan ortaklık heba olmuştur. Bu nedenle pek çok kişi tek
başına iş yapma eğilimindedir. Bunda geçmişte yaşanan para
vurgunlarının da etkisi vardır. Memleketimde ne zaman birlikte iş
yapalım düşüncesi yaygın olduysa para vurgunu olmuştur. En
trajik örneği de Sayha Holding’dir.
4.Rekabetin Özünü Anlayamama: Bolvadin’de ne hikmetse
rekabetin özü tam anlaşılamamıştır. Hala korumacılık ve
hemşericilik düşüncesi hâkimdir. Biri dev bir alış veriş merkezi
57
açacağım diye açıklama yapsa pek çok esnaf ağlamaya başlar.
“Ekmeğimizle oynama.” diye. Oysaki küresel rekabette ağlayana
emzik verilmemekte ve hemşericilik geçerli bir kural değildir.
Memlekete BİM gelmeden önce bir market işleten kişiye “BİM
geliyor sizi nasıl etkiler?” diye sordum. Verdiği cevap enteresandı:
“Hocam bizi BİM falan etkilemez.” Aradan geçen birkaç ay sonra
bizim marketçi iş yerini kapattı. Maalesef rekabetin özü tam
anlaşılmış değil. Çarşı merkezinde marketlerde satılan
yumurtaların çoğunun Bolvadin dışından gelmesi de bunun en
hazin örneğidir.
5.Müşteri Memnuniyetine Önem Vermemek: Maalesef bazı
işletmelerin müşterinin memnuniyetiyle ilgilendiği yok. Yüzü
gülmeyen esnaflarımız var. İşler kesat gidiyor diye ağlıyorlar fakat
bir tebessümü müşteriye çok görüyorlar. Çinliler milattan önce
söylemişler: “Yüzü gülmeyen kişi dükkân açmasın.” diye, Oysa
2010 yılında Bolvadin’de müşteriye tebessüm çok görülüyor. Fiş
istemezsen fiş verilmez. Kredi kartı kullanımı için POS cihazı
vardır. Pek çok esnafımız POS kullanımını bilmez. Alış verişte
kredi kartını çıkardığınızda kasadaki kişi belli yaşın üstündeyse
işiniz var. Hatta diyelim ki kredi kartınızdan yanlışlıkla para
çekildi ve kontrol edildiğinde yanlış anlaşıldı. Esnafımızda kredi
kartına parayı geri iade yapmasını bilen sayısı bir elin parmaklarını
geçmez. Bir gün bir marketten alış veriş yaptım. Kredi kartından
fazla para çekildiği anlaşıldı. Parayı geri iade etmesini bilmeyen
esnaf: “Ya bir ay sonra gelin çünkü para bir ay sonra hesaba
geçiyor. Ya da aradaki fark kadar bir şeyler alın.” demez mi? Bir
daha o markete alış verişe gitmedim. Ayağımı sürümüş olmalıyım
ki bu olaydan tam dört yıl sonra bu markette kapandı.
6.Veresiye Hastalığı: Her esnaf şikâyetinin birinci sırasında yer
alan veresiye olmasına rağmen hepside kalın kara kaplı defteri
çekmecenin ilk gözünde bulundurur. Bunun en önemli nedeni
rakibinin veresiye satış yapmasıdır. Alış verişlerde karşılıklı güven
esas olduğu için alacağını tahsil edemeyen esnaf çoktur. Veresiye
hastalığı yüzünden pek çok kişi işini batırmıştır.
7.Profesyonel Olamamak:
Günümüzde bir bakkal dükkânı
yönetmek bile geniş bilgi ve tecrübeye dayanır. Değişen rekabette
işletmelerin eş dost ilişkisini bir kenara bırakıp kurumsal yapıya
58
geçilmesi gerekir. Pek çok işletme uygun eleman bulamadığından
şikâyetçidir fakat çalışanın sigortasını yapmadığı gibi çok düşük
ücret de vermektedir. Kazan-kazan felsefesi yerine kazan-kaybet
felsefesi hâkimdir. Oysaki bu düşünce girişimcinin bindiği dalı
kesmesinden farksızdır. Geçenlerde kargo işi yapan biriyle
görüştüğümde anlattıkları karşısında şok oldum. Sucuk üretip
satışını yapan girişimcimiz sürekli mal gönderdiği müşterinin
adresini sigara paketinden bakıp kargo görevlisine yazdırmış.
Gönderilen sipariş adresin tam olmadığından İstanbul’un tüm
semtlerini gezmiş.
8.Pazarlama Kavramının Öneminin Hiç Anlaşılamamış
Olması: İşletmelerin pek çoğu sadece üretime odaklanmış
durumdadır. Fakat günümüzde işletmeler satabileceği ürünleri
üretme peşindedirler. Satamayacaksan üretme anlayışı günümüzde
kabul gören bir anlayış olmasına rağmen pek çok işletme
üretmekte fakat satamamaktadır.
9.Reklam Stratejisinin Olmaması: En kabul gören araç rakibin
yaptığını
yapmaktır.
Farklı
reklam
araçları
hiç
sorgulanmamaktadır. Reklama yeterli pay ayırmadığı gibi reklam
aracı da iyi seçilememektedir. Örneğin Bolvadin’de en etkin
reklâmın açık hava (outdoor) reklâmları olması gerekirken hiçbir
girişimci ve reklamcı bunu düşünmez. Emirdağ’da outdoor reklâmı
veren MediaMarkt’ın reklamını görünce inanın kahroldum.
10.Statükocu Zihniyet: Statüko olmazsa olmazımızdır. Yenilikçi
ve değişimci düşünceye karşı sert çıkışlar vardır. Olması gereken
koyun ekonomisidir. Farklı bir yatırıma hayır düşüncesi yaygındır.
Bolvadinli girişimciler statükoculuktan sınıfta kalmışlardır.
Yabancı yatırımcılardan her zaman golü yemişlerdir. Örnekler:
-Bolvadin’de özel okul işletmeciği yapılamaz. (Dün bunu
söyleyenlerin çocukları bugün bu okulda okuyor.)
-Bolvadin’de dershanecilik yapılamaz. (Bugün ilçemizde üç
dershane var.)
59
-Güzel bir restoran Bolvadin’e lüks gelir. (Bolvadin’de bugün
birbirinden güzel restoranlar var. Ve hizmet kalitesi de her geçen
gün artıyor.)
-Araç kiralama işi Bolvadin’de yapılamaz. (Pek tabii bugün
yapılıyor.)
-Bolvadin’de halı saha işletmeciliği yapılamaz. (Yapılıyor fakat
İstanbul’daki bir girişimcimiz sayesinde. Bugün üçüncü halı saha
bile yapılabilir. Fakat lokasyon sorununa dikkat!)
-Kitabevi açılamaz. Bugün bunu düşünen kırtasiyeler çoğunlukta
olduğundan kitap işine hiç iyi bakmamakta çünkü “Bolvadinli
kitap okumaz” anlayışı hâkimdir. Oysa geçtiğimiz yıllarda ilçemize
gelip çınar altında kitap satan girişimci halinden oldukça
memnundu. Ve çok ilginç “Ben bu kadar satışı Akşehir’de
yapamadım” diyordu.
11. Çevre Yolunu Yeterince Kullanamamak: Ülkemizde ulaşım
olanaklarının gelişmesi, özellikle karayolu ağının yurdun her yerini
sarması, motorlu taşıtların modernleşmesi, yaşam standardının
yükselmesi, ticaretin büyük ölçüde gelişmesini sağlamıştır. Fakat
Bolvadin’de esnaflar çarşının içine tıkanıp kaldığından çevre
yolundaki ticari potansiyeli görememiştir. Çevre yolundan geçen
birinin Bolvadin’de durması için hiçbir neden yok. Ne lokumcu, ne
sucukçu ne de hediyelik eşya satan biri yok. Afyon’u bırakın
Işıklar’da ve Çay’da bile bunları görüyorsun fakat Bolvadin’de
maalesef bu tür girişimler yok.
12. Heybeli’deki Potansiyeli Görememek: Maalesef rekabette
Sandıklı ve Afyon Heybeli’yi geçti. Bunda Heybeli’de özel
sektörün olmamasının da büyük payı var. Bunun yanında biz
şimdiye kadar Heybeli’yi hep turizm boyutuyla düşündük. Oysa
Heybeli’de seracılık hiç düşünülmedi. Seracılık büyük bir
potansiyele sahip. Maalesef Çobanlar bile seracılık potansiyelini
bizden çok önce gördü. Şimdi ihracat yapıp ciddi anlamda para
kazanılıyor.
Kısaca Bolvadin’de ki yanlışları söylemeyip açıklamaya çalıştım.
Yukarıda sıraladığım yanlışlıkları düzelttiğimizde bizi iş
dünyasında kimse tutamaz. Bol kazançlar dilerim.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 531, 23 Ağustos 2010)
60
GİRİŞİMCİLER EN BÜYÜK DEVRİMCİLERDİR
Evrensel kandırmaca döneminde,
gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.
George Orwell
Webster sözlüğünde devrim; “ani, radikal ya da toptan bir
değişim... temel bir yeniden yön belirlemesidir.” şeklinde
tanımlanmıştır. Girişimcilik gerçek bir devrimdir. Günümüzde
gelişmiş ülkeleri gelişmiş ülke yapan kesinlikle o ülkenin
girişimcileridir! Girişim olmadan, gelişme ve kalkınma olmaz.
Girişimci olmadan hiçbir şey başarılamaz! Dünyanın en kötü
iklimine sahip olabilirsiniz, ya da dünyanın en kötü coğrafyasına
sahip olabilirsiniz. Bulunduğunuz ülke birinci derece deprem
bölgesi de olabilir. Bunlara rağmen eğer ülke olarak
girişimcileriniz varsa yaşadığınız ülke cennet olabilir. Çünkü
girişimciler mazeret bulmaz, onlar günü kurtarma politikalarıyla
hareket etmez, onlar ülkelerindeki ürünleri, markalarını satarak
ülkesinin gelişmesine katkıda bulunurlar. Gelişen teknoloji
gerçektende dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Artık
gitmediğiniz köyde sizin köyünüz. Artık mazeret bulmaya vakit
yok bu sebeple girişimciliğin önemini toplum olarak kavramak
gerekir.
“Girişimciler en büyük devrimcilerdir.” demiştim. Onlar
sadece belirli bir ülkeyi belirli bir yöreyi değil dünyanın her
tarafında yaşayan insanların hayatlarını etkilerler. Zaten gerçek
devrimcilik belirli bir yöreyi belirli bir bölgeyi etkilemekten ziyade
dünyanın tamamını etkilemek demek değil midir? Soruyorum Bill
Gates olmasaydı iyi bir bilgisayar kullanıcısı olabilir miydik?
Henry Ford olmasaydı aynı otomobillere binebilir miydik? Yoksa
at üstünde geziyor mu olurduk? Adolf Dasler olmasaydı aynı hızla
koşabilir miydik? Thomas Edison olmasaydı geceleri bu kadar
aydınlık yaşayabilir miydik?
Girişimciler gerçek devrimcilerdir. Onlar zorla değil,
baskıyla değil daha iyi yaşamamız için hayatımızı kolaylaştıran
devrim yaptılar. Farkında olmadan yaşasak da yaşamış olduğumuz
hayatın derinliklerinde onların yapmış olduğu devrimlerinin izleri
vardır. Onlar hayatı kolaylaştırarak en büyük devrimi yapmışlardır.
Onların tanınma, popülarite kazanma gibi dertleri yoktur. Onların
61
kitabında zorlama ve baskı yoktur. Ve müşteriler her zaman
haklılardır.
Dünya tabiki her geçen gün yeni devrimcilerle
karşılaşacaktır. İş dünyasının devrimcilerinin işleri asla bitmez.
Onların yolculuğu sonsuz girişimcilik yolculuğudur. Kimse
bilmese de kimse göremese de hayatın derinliklerinde hep onların
imzası vardır.
Bolvadin MYO’dan mezun olduktan sonra bugün Turkcell,
Koç Bank, Yapıkredi Bankası, Şeker Bankası, Koç Alliance ve
Vodofone gibi şirketlerde çalışan öğrencilerimiz olduğu gibi
Antalya’nın Elmalı ilçesinden, Diyarbakır’a kadar ve Türkiye’nin
pek çok yerinde kendi işini kuran öğrencilerimiz de var. Bu ülkeye
girişimciler kazandırmak için öğrenci yetiştirmek bir eğitimci
olarak bana büyük bir gurur veriyor. Şunu çok iyi biliyorum ki bir
ülkenin kalkınması o ülkeden çıkan girişimcilere bağlıdır ve bir
ülkede girişimcilik kültürü var ise o ülkenin sırtı asla yere gelmez.
(Network Marketing Dergisi, Sayı: 3, Mart 2008, 24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 507, 8 Mart 2010)
BOLVADİN’DE STATÜKO HEP 1-0 ÖNDEDİR
Liderler; topluma yön veren onları yönlendiren ve geleceği
görebilen kişilerdir. Bolvadin’in geçmişine baktığımda maalesef bu
tarzda liderlerin varlığını pek göremiyorum. Vakti zamanında
demiryolunun Bolvadin’den geçmesi için teklif götürülmüş fakat
memleketin önde gelenleri bunun gereksiz olduğunu ve gelip giden
trenlerin o bölgede otlamakta olan camızları ezebileceğinden kabul
etmemişler.
Nihayetinde trenin Bolvadin’den geçmesi bu
memlekette gereksiz görülmüş. O kadar ilginçtir ki tren
istasyonunda “Çay” yazılı olsa da o istasyon iki ilçenin sınırında
kalacak şekilde yapılmış. İstasyona her gidişimde bu tren
istasyonunun ne bize, ne de Çay’a yar olmadığını hep düşünürüm.
Adnan Menderes döneminde açık çek alan Bolvadin’in
yine sözde önce gelenleri bir vizyonsuzluk örneği ortaya koyarak.
“Ne sanayi tesisi ne de bir fabrika isteriz. Biz Ağır Ceza
Mahkemesi isteriz.” denilmiş. Yine memlekete askeri birlik kurma
62
teklifi memleketin sözde önde gelenleri tarafından kabul
edilmemiş. Vay memleketimin haline vay…
Sözün kısası, bu memleketin makus talihinden midir
bilemiyorum. Memlekette hep statükocular galip gelmiş.
Değişimcilerin ikna çabaları hep boşa çıkmış. Değişimciler,
bakmış olacak gibi değil terk etmişler sevdalısı oldukları
memleketi. Bana en fazla söylenen ifadelerden biridir.
“Bolvadin’den kaçan kurtulur.” Bu fikre katılmasam da maalesef
kaçan kurtulmuş ama memleket kurtulamamış. Yazımı ilçemizde
yaşanmış bir hikâyeyle bitiriyorum.
Süleyman Demirel, başbakan sıfatıyla Bolvadin’e gelmiş
ve daha önce sözünü verdiği kağıt fabrikasının neden başka bir
ilçeye yapıldığını anlatmaya çalışıyordu. Halk öfkeliydi, zira
ilçenin hemen yanında bulunan Eber gölünde yetişen kamış
kilometrelerce uzaktaki Çay’daki fabrikaya götürülecekti. Demirel,
kendisine sitem dolu pankartlar açan Bolvadin halkını
sakinleştirmek için konuşmaya başlayacağı sırada büyük bir
kahkaha koptu. Tam bu sırada Demirel sırtında yabancı bir cismin
varlığını hissetti. Demirel'in hemen arkasında duran yaşlı bir köylü
eline aldığı iki metrelik kamışı Demirel'in sırtına değdirdikten
sonra bütün gücüyle haykırıyordu: "Kağıdın hammaddesi burada.
Sayın Başbakan bunu ne yapacağız bunu?" Keşke iş bukadarıyla
kalsaydı. 1990’larda Bolvadin il olma hevesiyle Süleyman
Demirel’in kapısını çaldıklarında bekledikleri ilgiyi bulamazlar.
Uzun yıllar sonra kendisiyle yapılan bir röpörtajda siyasette
unutamadığı hatırasının “Bolvadin’deki kamış” hikayesi olduğunu
söyler. Nihayetinde bu memlette statüko hep öndedir. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 477, 10 Ağustos 2009)
63
JEOTERMAL AKAR, BOLVADİNLİ BAKAR
Zengin kaynakların fukara bekçisiyiz.
Süleyman Demirel
Cennetin parsel parsel satıldığı bir dönemde adamın biri
kiliseye gelir ve cehennemi satın almak istediğini söyler. Adamı
ciddiye almazlar ve çok cüzi bir miktara cehennemin tamamını
satarlar. Ama adamın bir isteği vardır, mümkün oldukça bu alışverişi duyurmak ister. Kilise bunu bedavaya yapmaya, gülerek
karar verir. Cehennemin tamamını aldığını adam her yerde söyler.
Saatler ilerledikçe günler geçtikçe cennet satışları yavaşlar ve
nihayetinde biter. Nedenini anlamak çok güç değildir, gidilecek bir
cehennem olmadığı için cennetten yer almaya gerek yoktur. Kilise
cehennemin potansiyelini anlayamamıştır. Bu onlara, çok küçük
bir meblağa sattıkları cehennemi çok çok büyük bir para
karşılığında geri almaya patlar. Fıkradanda anlaşılacağı üzere
potansiyeli görebilmek ve bunu kullanabilmek oldukça önemlidir.
Kullanamaz iseniz bunun bedelini ağır ödersiniz.
Potansiyel; “durağan”, “henüz ortaya çıkmamış” anlamına
gelir. Türk iş dünyasının klişeleşmiş problemlerinin başında
potansiyeli kullanamamak gelir. 1856 yılında İngiltere Başbakanı
Benjamin Disraeli Osmanlı İmparatorluğu için şu tanımlamayı
yapmıştı: “Osmanlı, büyük bir gelişme potansiyeline sahiptir ve
daima potansiyeli olan ama bu potansiyeli hayata geçiremeyen bir
ülke olarak kalacaktır.” Potansiyelimizi kullanama sorunu aslında
her alanda karşımıza çıkar. Gerek iş dünyasında, gerek politikada
ve gerekse sporda hep gündemde olan bir konudur. Aslında bunun
en önemli nedeni sahip olduğumuz değerleri bilmemekten
kaynaklanıyor. Örneğin Türkiye, yapılan araştırmalarla en çok
güneş gören ülkeler arasında yer alıyor. Ülkemizde en az güneş
gören bölge Karadeniz. Ancak Karadeniz kadar bile güneş
görmeyen Almanya, güneş enerjisine yaptığı yatırımlarla ülkesinin
elektrik ihtiyacının önemli bir kısmını güneşten sağlıyor. Türkiye
ise Almanya’dan binlerce kat fazla güneş görmesine rağmen güneşi
sadece güney bölgelerinde evlerin çatısına kurulu panellerle sıcak
su elde etmek için kullanıyor.
Peki ya Bolvadin… Heybeli Termal Tesislerinin kıymetini
yeterince bildi mi? Heybeli’deki potansiyelin farkına yeterince
64
vardık mı? Sandıklı, Ömerli, Gazlıgöl maalesef bizim
göremediğimiz potansiyeli çok önceleri farkettiler. Bizler hala bu
potansiyeli görmemekte kararlıyız. Yine sürekli yazıyorum. Biz
Heybeliyi sadece turizim bazında düşündük. Jeotermal enerjiyi
seralarda kullanmak üzerine hiç yoğunlaşmadık. Bunu
farkedemediğimiz gibi bu potansiyeli Çobanlar bizden önce
keşfetti. Böyle potansiyele sahip çoğu ilçe bu potansiyelini hem
turizmde kullandı hem de seracılıkta kullandı. (Örneğin, Yozgat’ın
Sorgun ilçesinde kurulacak olan 10 dönümlük Jeotermal Sera’da,
yılda 500 ton ürün alınması bekleniyor. 70 kişiye iş imkânı
sağlayacak olan Jeotermal Sera’dan elde edilecek olan ürün,
Rusya’ya ihrac edilecek.) Okulumuzda düzenlen Ekonomi
Panelinde konuşan Ahmet Erdurmuş’un “Seracılıkta en önemli
olanın güneşi görmek olduğunu. Bunun yanında yıllık değerlere
bakıldığında Bolvadin’in Antalya’dan % 15 daha fazla güneş
gördüğünü”
söylemesi,
müthiş
bir
potansiyeli
nasıl
kullanamadığımızı bir kez daha hatırlattı. Ne olur, zengin
kaynakların fukara bekçisi olmayalım.
Bunu Duydunuz Mu?
Başmakçı İlçesi ciddi miktarda gül üretimiyle öne çıkıyor.
Zira Başmakçı Tarımsal Kalkınma Gül Kooperatifi Türkiye’de
mevcut olan en büyük gül üretici birliği. 1972 yılında kurulan
birlik, 2 bin 150 üyeye sahip ve kooperatifin gül ekili alanı 200
hektardan fazla. Başmakçı İlçesi’nde yaklaşık 800 üretici
bulunuyor. Gül çiçeği üretimi ise yıllık 400 ton civarında. İlçeden,
Fransa ve Almanya’ya ciddi bir ihracat var. Geçen yıl 750 bin Euro
ihracat yapan kooperatifin müşterileri arasında Almanya ve
Fransa’daki kozmetik şirketleri bulunuyor. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 480, 31 Ağustos 2009)
65
PARA BATIRMAK BİR SANATTIR
İşdünyasında şimdiye kadar para batırmak isteyen bir
kişiye rastlamadım. Hiç kimsenin de para batırmak isteyen biriyle
karşılaşacağını sanmıyorum. Fakat para kazanmak istediği halde
yaptığı yanlış yatırım sayesinde parasını batıran girişimcilere çok
şahit oldum. Gelecekte de bu duruma şahit olacağımdan eminim.
Peki girişimciler para kazanmak istediği halde neden böyle bir
yanlışa düşerler. Bunun pek çok nedeni var. İşte bunlardan bazıları:
1.Girişimcilerimiz iş dünyasıyla ilgili ne bir dergi, ne bir kitap
okuyorlar.
2.Girişimcilerimiz kendini geliştirme peşinde değil. Konferans,
fuar ya da iş gezilerinin getirisinin olacağını düşünmüyorlar.
3.Girişimcilerimiz hep ben kazanayım diye düşünüyor. Kazankazan düşüncesi maalesef yok. İşçinin ücretinden, sigortasından ya
da kaliteden ödün vererek kazançlı çıkacağını düşünüyor. Oysaki
girişimcimiz bindiği dalı kestiğinin farkında değil.
4.Girişimcilerimiz farklı bir yatırım yapabilme cesaretine sahip
değil.
5.Girişimcilerimizde sürü psikolojisi hâkim. Bolvadin tabiriyle
“Gördüğüne göneliyorlar.”
6.Girişimcilerimiz uzmanlaşmanın önemli olmadığını ve her işi
yapabileceklerini düşünüyor. 7.Hayvancılık sektöründen gıda
sektörüne, gıda sektöründen öğrenci yurt işletmeciğine anında
geçebiliyor. Kendine bir sektör belirleyip “Bu alanda ilçenin bir
numarası ben olmalıyım.” demiyor.
8.Girişimcilerimiz geçmişten ders almıyor. Batan tavuk
çiftliklerinden ya da un fabrikasından ders alınsaydı bu kadar yurt
kesinlikle olmazdı.
9.Girişimcilerimiz ne fizibilite yapıyor ne de yönetim danışmanlığı
hizmeti satın alıyor. Başka bir ifadeyle “Saldım çayıra, Mevlam
kayıra.” diye düşünüyor.
10.Müşterinin değeri hala anlaşılamamış. Duvarda iki levha aslı.
Birinde “müşteri veli nimetimizdir.” diye yazarken diğerinde:
“Satılan mal geri alınmaz” yazıyor.
11.Hem veresiye hastalığından nefret eder hem de kalın veresiye
defteri vardır.
66
Benim asıl anlayamadığım. Yaşlısından gencine,
okumuşundan cahiline pek çok kimse: “Hocam bu kadar öğrenci
yurdu Bolvadin için fazla değil mi?” diye sorarken
girişimcilerimizin öğrenci yurdu yapma hastalığına yakalanmış
olmalarıdır. İktisat kuralları bukadar öğrenci yurdunun gereğinden
fazla olduğunu söylerken, girişimcilerimizin bunun farkında
olmamaları çok düşündürücüdür. Herkesin öğrenci yurdu yaptığı
halde peki olması gereken nedir? Olması gereken Bolvadin’de
kimsenin yatırım yapmaya cesaret edemediği yatırımı yapmaktır.
Örneğin bir yemek fabrikası yapılıp, tüm yurtlara ucuz yemek
tedariki sağlanabilir. Öğrenci yurtları ucuza yemek hizmeti satın
alır, yemek firması da sürümden para kazanır. Sadece öğrenci
yurtları mı? Yurtların yanında yazın Bolvadin’deki düğün
ekonomisini unutmamak gerekir. Yazın haftada 25- 30 evlilik
gerçekleşiyor. Bunun yanında sünnet düğünlerini de unutmamak
gerekir. Resmi kurumlara servis yapılabilinir. Büyük şehirlerde iyi
bir trend yakalayan Simit Sarayları da Bolvadin’de iş yapar. Simit
yapmaktan bahsetmiyorum. Simit’in yanına çayı, peyniri ve farklı
çeşitleri sunmaktan bahsediyorum. Simit Sarayları üründe
farklılaşmaya giderek ciddi anlamda ciro yaptılar. Bunun yanında
ilçeye açılacak alışveriş merkezi Bolvadinlilerin akınına uğrar.
Bunun yanında Çay’dan ve Emirdağ’dan müşteri gelir.
Unutulmamalıdır ki böyle bir yatırımda profosyenel yönetim
şarttır. Zaten bu yatırımları hesaplı bir şekilde ilk yapanlar işlerinde
ciddi yol alacaklardır. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Para
batırmak bir sanattır, ilçemizde de bu sanatkarlardan maalesef çok
vardır. Bankaya kredi borcunu, başka bir bankanın kredisiyle
ödemek zaten bilinen bir gelenektir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
489, 2 Kasım 2009)
67
BOLVADİN’DEKİ ATALETİ GİRİŞİMCİLER
KIRACAK
Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir. Fakat Japonya
sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar,
Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha
uzaklara açılabilmişlerdir. Balık için uzaklara gidildikçe, geri
dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir - iki günden
daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır. Japonlar
tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Bu problemi
çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları
kurdurmuşlardır. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını
da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.
Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını
hissedebiliyor ve donmuş olanlara fazla para ödemek
istemiyorlardı. Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları
yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta
birbirlerine çarpa çarpa birazda aptallaşacaklardı, ama yine de canlı
kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların
da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette
günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre
lezzeti yine de etkilenmişti. Balıkçılar nasıl olacakta Japonya'ya
taze lezzetli balığı getirebileceklerdi? Japonlarda balıkları yine
teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de
köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından
yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze
kalabilmişlerdi. Buradan da görüleceği üzere problemlerden,
uzaklaşmaktansa içine atlamak, boğuşmak ve onları yenmek
gerekir. İlçemizde perakende sektöründe son zamanlarda ciddi bir
hareketlilik var. A101, DiaSa ve Tansaş son zamanlarda en çok
konuşulan konular arasında yer alıyor. Önemli olan Japon
balıklarının yaptığı gibi hareketli olmak ve işletmelerin sürekli
yenilik yapmasıdır. Eğer işletmeler yenilik yapamazlarsa yani
hareketli olamazlarsa köpek balıklarının yemi olurlar. Bu sebeple
kurumundaki ataleti kırmak zorundasınız.
68
EŞEĞİN GÖLGESİ
Meşhur Yunanlı Hatip Demostenes, bir gün Atina’daki bir
toplantıda konuşmak için kürsüye çıktığında, ahali aralarında
konuşmayı bırakıp gürültüyü kesmedi.
Bunun üzerine Demostenes halka hitaben şöyle dedi:
--“Size yalnızca iki cümlecik söyleyeceğim.”
Sözünü tamamlar tamamlamaz da, bir fıkra anlatmaya başladı:
--“Vaktiyle bir Atinalı bir yere gitmek için bir eşek kiralamış.
Eşeğini kiraya veren adam da aynı yere gideceği için beraberce
yola koyulmuşlar. Tam yarı yola geldiklerinde bir sıcak basmış.
Dinlenmek için mola vermek zorunda kalmışlar. Fakat ortalıkta hiç
gölgelik bir yer yokmuş. Eşeğin asıl sahibi hemen eşeğin gölgesine
sığınmış. Bunu gören öteki adam hiddetlenmiş:
--‘Oraya oturmak benim hakkım’ demiş.
--‘Niçin?’
--‘Çünkü eşeğini kiraladım ben!...’
--‘Ama ben eşeğin gölgesini kiraya vermedim ki!’
Derken aralarında muazzam bir kavga çıkmış...
Demostenes, sözün burasına gelince, hemen kürsüden indi. Halkın:
--“Sonra ne olmuş, anlatsana?” diye bağırması üzerine, tekrar
kürsüye çıktı:
--“Ey ahali,” dedi. “Sizin iyiliğiniz için bir lâf edeyim dedim,
dinlemediniz. Ama bir eşeğin gölgesini nasıl da merak
ediyorsunuz...”
Onun bu sözleri orada bulunanları fena halde utandırdı ve bu
sayede Demostenes, kendisini dikkatle dinleyenlere güzel bir
konuşma yaptı... (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 546, 6 Aralık 2010)
69
GİRİŞİMCİLİĞİN EN BÜYÜK ENGELİ
ANNE VE BABALARDIR
Ülkemizde girişimciliğin önündeki en büyük engelin her
zaman devlet olduğu söylenir. Bu aslında her şeyi devletten
bekleme alışkanlığımızdan kaynaklanır. Devletçi politika sayesinde
pek çok yatırımı devletin yapması, toplumda girişimciliği devletten
bekler hale getirmiştir. Hala pek çok başarılı girişimcinin arkasında
devletten aldığı ihaleler olması da bunun en güzel örneğidir.
Ülkemizdeki girişimciliğin, en büyük engelinin anne ve babalar
olduğunu düşünüyorum. Onların çocuklarını yetiştirirken
uyguladıkları yöntemler, yetişkin olduklarında ortaya çıkıyor.
Maalesef ülkemizden girişimci çıkmıyor. Bunun da en önemli
nedeni çocukları yetiştirmemizden kaynaklanıyor. Milletçe iyi
öğrenemediğimizi iki önemli konu var:
Birincisi çocuk
yetiştirmek, ikincisi de şirket yönetmek. Aslında ikisi o kadar
ilişkili ki: iyi yetişmemiş birey, topluma da çalıştığı şirkete de
sorun oluyor. İyi yetişmiş olsa bu sefer şirket iyi yönetilmediğinde
yine sorun oluyor. Çocuk yetiştirirken en büyük problemimiz de
onları sürekli engellemek. Ülkemizde maalesef çocuklar yetişirken
büyük engellemelerle yetişiyor. Bunu Çetin Atlan “Çocuk
Dediğin” başlığını taşıyan makalesinde çok güzel ifade etmiş.
Çocuk dediğin uslu oturur.
Çocuk dediğin büyüklerin sözünü dinler.
Çocuk dediğin her lafa karışmaz.
Çocuk dediğin “yapma” deyince yapmaz.
Çocuk dediğin “yat” deyince yatar.
Çocuk dediğin önüne konulanı yer.
Çocuk dediğin yeni icatlar çıkarmaz.
Çocuk dediğin ders çalışır.
Çocuk dediğin dik kafalılık etmez.
Çocuk dediğin çok soru sormaz.
Çocuk dediğin karşılık vermez.
Çocuk dediğin paylanınca önüne bakar.
Çocuk dediğin evi dağıtmaz.
Çocuk dediğin her şeyi istemez.
Çocuk dediğin her duyduğunu söylemez.
Çocuk dediğin anasından babasından korkar.
70
Çocuk dediğin “simdi seni gebertirim” deyince sus pus olur.
Çocuk dediğin her önüne gelenle oynamaz.
Çocuk dediğin büyüklerini üzmez.
Çocuk dediğin ikide birde zırlamaz.
Çocuk dediğin büyüklerin vurduğu yerde gül biteceğini bilir.
Çocuk dediğin ağaca da çıkmaz.
Çocuk dediğin kapının önüne çıkar.
Çocuk dediğin durmadan ıslık çalmaz.
Çocuk dediğin yemekten önce kiraz yemez.
Çocuk dediğin hep top pesinde koşmaz.
Çocuk dediğin kus pesinde de koşmaz.
Çocuk dediğin kız pesinde hiç koşmaz.
Çocuk dediğin büyüklerin bir dediğini iki ettirmez.
Çocuk dediğin zırt pırt televizyonu açmaz.
Çocuk dediğin söylenen işten kaçmaz.
Çocuk dediğin anasının babasının odasını açmaz.
Çocuk dediğin kapı çalınınca koşar kapıyı açar.
Çocuk dediğin insanin tepesine binmez.
Çocuk dediğin aksama kadar bisiklete de binmez.
Çocuk dediğin kimsenin dalına basmaz.
Çocuk dediğin ıslak yerlere de basmaz.
Çocuk dediğin sofrada adam gibi oturur.
Çocuk dediğin büyüklerin yanında oturmaz.
Çocuk dediğin haytalık etmez.
Çocuk dediğin çocukluğunu bilir.
Çocuk dediğin saygı suydu bilir.
Çocuk dediğin dersini de bilir.
Çocuk dediğin insanin kafasını şişirmez
Çocuk dediğin pırtlatmak için avurdunu şişirmez.
Çocuk dediğin çok gülmez.
Çocuk dediğin çağrılınca gelir.
Çocuk dediğin yemek saatinde eve gelir.
Çocuk dediğin yüzüne bakılınca kendine gelir.
Büyüklere gelince... Onlar büyüktür. Her şeyi yapabilirler. Ve
çocuklar yaşlanıp ölünceye dek, her şeyi sadece büyüklerin
yapabileceğine inanarak yasarlar.”
71
Maalesef çocuk yetiştiremediğimiz gibi çocukları
girişimciliğe de kanalize edemiyoruz. Peki, geleceğin girişimcisi
nasıl yetiştirilmelidir? Hiç düşündünüz mü? Bu soruya Troy Dunn,
“Geleceğin Girişimcisini Yetiştirmenin Kurallarını” başlığı altında
şu şekilde cevaplamış:
1. Çocuklarınıza güvenin. Hata yapmalarına izin verin.
Kabiliyetlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olun.
2. Çocuğunuzu size benzeyen biri olarak görmek yerine, kendinizi,
gelecekteki büyük bir işadamının babası olarak görün.
3. Önemli olan, çocuğa, kazanmayı ve insan yönetimini
öğretmektir.
4. Daha çocukken, paranın değeri, para kazanabilmenin ve
harcayabilmenin önemi kendisine anlatılmalıdır. Çocuğunuzun
kendi çabasıyla kazandığı ilk para, miktarı ne olursa olsun
kutlanacak bir olaydır.
5. Çocuğunuz, büyük işlerin, küçük işlerden doğduğunu bilmelidir.
6. Çocuğunuza, gereğinden fazla harçlık vermeyiniz. Üstelik,
harçlığından artırarak bir şeyler yapabilmeyi öğrenmelidir. Hazır
limonata içmek yerine, limonla, limonata yapmayı öğrenmelidir.
7. Çocuğunuz iş hayatını zevk alacağı bir macera olarak
görmelidir. Ona vereceğiniz mesajları, mesajlar kötü bile olsa,
gülümseyerek ve iyi yönlerini anlatarak veriniz.
8. Kendine güven, sabır, kendini anlatmaktan çok başkalarını
dinleme davranışı, sürekli gülümseme ve başkalarına içten
davranma, yeniden başlayabilme, enerjiyi iyi kullanma,
başkalarından farklı olma, hayal edip yaratabilme yeteneği, detaya
dikkat etme eğilimi, toplum karşısında konuşabilme yeteneği,
sözüne güvenilirlik, başkalarıyla işbirliği yapabilme yeteneği ve
lider olma isteği, çocuklarınıza verebileceğiniz temel hünerlerdir.
9. Çocuğunuzu yönlendirin ama hayatı hakkında kesinlikle onun
yerine karar vermeyin.
10. Çalışmayı öğretiniz ama ona çalışmanın ve paranın da her şey
olmadığını anlatınız.
(http://turklider.org 11 Temmuz 2008)
72
OKULLAR GİRİŞİMCİLİĞİN ÖNÜNDE BİR ENGEL Mİ?
Ben ilkokul mezunuyum.
Arkadaşlarım bunu söylememem konusunda beni uyarıyorlar.
Neden söylemeyeyim? Ben buraya geldiysem çalışarak geldim.
Evet ilkokul mezunuyum, ama kendimi yetiştirmekte bunu engel
olarak görmedim.
Ahmet Zorlu
Hiç duydunuz mu bilmiyorum. Aslında sözün orijinali,
“Tıp fakültelerinden her şey çıkar, arada sırada doktor da çıkar.”
Ben bunun işletme fakültelerinde de geçerli olduğunu
düşünüyorum. İşte bu sebeple bu sözü işletme fakülteleri için
uyarlamak istiyorum: “İşletme fakültelerinden her şey çıkar, arada
sırada girişimci de çıkar.” İşletme fakültelerinden mezun olan pek
çok öğrencimiz bugün iş dünyasında banka, medya, tekstil, turizm
ve gıda gibi pek çok sektörde yönetici, uzman, şef ve satış
temsilcisi gibi görevlerde çalışıyor. Bu bir başarı gibi görünse de
maalesef işletme fakültelerimiz girişimci çıkartamıyor. Ya da
mezun olan öğrenciler girişimci olmak istemiyor. Aslında bunun
pek çok nedeni var. Gelin isterseniz bunların üzerinde duralım ve
bu faktörleri sıralayalım:
1. Ticari hayata yeni alışan bir toplumuz. Osmanlıdan bu yana,
ticaretle hep azınlıklar uğraşmış, genelde Türkler, ticarete mesafeli
olmuşlardır.
2. Rahatı seven ve risk almayı sevmeyen bir toplumuz: Maalesef
gençlerden de bunu devam ettirmelerini bekliyoruz.
3. Üniversitede vermiş olduğumuz eğitimler teorikten öteye
geçemiyor. Üniversite- sanayi işbirliği maalesef ne kadar çok
konuşulsa da bir ilerleme yok.
Bu faktörlerin yanında çok ilginç bir durum daha var.
Ülkemizde eğitim seviyesi yükseldikçe bireylerin girişimci olma
ihtimali azalıyor. Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre ilkokul
mezunları üniversite mezunlarına göre daha girişimci. Ünlü
sanayicilerimizden biri diyor ki, “İyi ki devlet benim yaşadığım
ilçeye yatırım yapmadı. Yatırım yapsaydı muhtemelen ben de bir
işçi olur öyle kalırdım.” Bu olmayınca sanayicimiz hayata atılmak
zorunda kalmış ve başarılı bir iş adamı olmuş. Ünlü sanayicimiz
şöyle devam ediyor. “Benim şahsi kanaatim o ki, bir kişinin fazla
73
tahsil görmemiş olması bazı durumlarda da lehine bir şey. Tahsil
gördükçe insan masa başı işine alışıyor. Risk alma gücü kırılıyor,
girişim gücü kırılıyor. Yani herkesi okutsak, herkesi memur
yapsak, Türkiye daha iyi olmaz. Tam tersine, girişimci insanlara
ihtiyaç var. Tahsil yapan insanlardan girişimci çıkmaz demiyorum
ama aşağı yukarı sabit bir gerçek, tahsil gördükçe insanların
girişimci gücü kırılıyor… Fakat benim en çok üzüldüğüm,
eksikliğini hissettiğim şey eğitim seviyemin düşük olması.” Bu
sözlere ne eklenebilir. Bence ülke olarak en büyük sıkıntımız
entelektüel girişimci çıkartamamamız. Bunun için de bence
üniversite sanayi işbirliği çok önemli… Sanayimiz üniversitelerden
yeterince yararlanmalı, daha çok işbirliğine gitmelidir.
Bolvadin Meslek Yüksek Okulu’ndan mezun olduktan
sonra bugün Turkcell, Yapıkredi Bankası, Şekerbank, Nokia,
Pfizer, Adecco, Adil Işık, Türk Telekom, Ak Sigorta, Koç Alliance
ve Vodofone gibi şirketlerde çalışan öğrencilerimiz olduğu gibi
Antalya’nın Elmalı ilçesinden, Hatay’a, İstanbul’dan Diyarbakır’a
kadar ve Türkiye’nin pek çok yerinde kendi işini kuran
öğrencilerimiz de var. Bakın geçenlerde bir öğrencimden e-mail
aldım. Bunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Hocam ben Diyarbakır'dan Bolvadin MYO 2003-2005
mezunu işletme bölümü öğrenciniz Mehmet Kaya. Size teşekkür
etmek istiyorum. Vermiş olduğunuz eğitimlerin ve özgüven
kazanımının sonucunda kendi firmamı kurdum. Türk Telekom'un
Ankara'dan doğuya en büyük bayisiyim hep kendi işimi kurmak
istiyordum şimdi 15 SSK’lı çalışanım ve 4 mağazam var isteyince
olduğunun kanıtıyım galiba :) Vermiş olduğunuz emekler için
tekrar teşekkür ederim.” Öğrenciniz Mehmet Kaya
Değerli okurlar, demek ki okullar girişimciliğin önünde bir
engel değil aksine girişimciliği tetikleyen bir faktör de olabiliyor.
Yeter ki üniversitelerden yararlanmasını bilelim. Bir akademisyen
olarak bu ülkeye girişimciler kazandırmak haklı olarak büyük bir
gurur veriyor. Fakat Antalya’nın Elmalı ilçesinden, Hatay’a,
İstanbul’dan Diyarbakır’a kadar elde edilen girişimcilikteki
başarıyı Bolvadin’de Bolvadinli öğrencilerimizle yakalayamamanın nedenini de siz değerli okuyucularımın yorumlarına
bırakıyorum.(24 Eylül Gazetesi, Sayı x: 537, 4 Ekim 2010)
74
KÜÇÜK YATIRIMCI, KÜÇÜK KALMAMALI
Aç doyar, açgözlü doymaz.
Türk Atasözü
Ülkemizde iş dünyasının her alanında “kazankaybet” kültürü var. İş adamı “ben kazanayım, işçim kaybetsin”
diye düşünüp işçinin sigortasından ve fazla mesaisinden kesinti
yapıyor. İşçi bunun altında kalır mı sizce? Oda “ben kazanayım,
patron kaybetsin” diye düşünüp türkü söyleyerek iş yapıyor. Hal
böyle olunca aslında ikisi de kaybediyor. Verimli, kaliteli
yönetilemeyen söz konusu bu işletmeyi hiçbir müşteri tercih
etmiyor. Oysaki “kazan-kazan” kültürünü inşaa etseler belki de
anlatılacak küresel bir başarı hikâyeleri olacak. Bu düşünce
anlayışı İMKB borsasında ciddi olarak görülüyor. Ülkemizde
maalesef küçük yatırımcı her zaman eziliyor. Hiçbir zaman
küçük yatırımcılara fırsat verilmiyor. Böyle olunca da İMKB hep
gelişmekte olan borsa olarak kalıyor. Geçen hafta İhlas
Yayıncılık Holding İMKB’ye halka arz işlemi gerçekleşti ve bu
hafta Perşembe, Cuma günü gibi de işlem görmeye başlayacak.
Bu hisse senedi 1.30’dan halka arz edildi ve işlem görmeye
başlayınca hızla yükselişe geçecek gibi görünüyor. Bunları neye
dayanarak söylüyorum? Aynı grubun İhlas Gazetecilik halka arz
edilince günlerce tavan yaparak gitti. Altta gördüğünüz grafik
hisse senedinin performansını gösteriyor. Grafiğin altında yer
alan gazete kupürü de İhlas Yayıncılık Holding hissesine yoğun
75
ilgiden bahsediyor. Peki küçük yatırımcılara ne kadar hisse
verildi. Açıkçası ben küçük yatırımcıların gözetilmediğini
düşünüyorum. Bunları neden yazıyorum? İMKB’yi geniş tabana
yaymadığınız ve kontrolleri iyi yapmadığınız sürece
manipülasyonların her zaman olacağı kanaatindeyim.
NOT: Burada yer alan yatırım bilgi, yorum ve tavsiyeler
yatırım danışmanlığı kapsamında değildir. Burada yer alan
yorum ve tavsiyeler, yorum ve tavsiyede bulunanların kişisel
görüşlerine dayanmaktadır. Bu görüşler mali durumunuz ile risk
getiri tercihlerinize uygun olmayabilir. Bu nedenle, sadece
burada yer alan bilgilere dayanılarak yatırım kararı verilmesi
beklentilerinize uygun sonuçlar doğurmayabilir. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 541, 1 Kasım 2010)
SABRİ ÜLKER’DEN
BOLVADİNLİ GİRİŞİMCİLERE BİR DERS
Güneş güçlü bir enerji kaynağıdır. Her saat milyarlarca
kilovat enerjiyle yeryüzünü yıkar. Fakat başınızda bir şapkayla
saatlerce dışarıda dolaşabilirsiniz. Size fazla yan etkisi olmaz.
Lazer ise zayıf bir enerji kaynağıdır. Birkaç vatlık bir enerjiyi alır
ve homojen bir ışık akımında odaklandırır. Fakat bir lazerle
mücevherde delik açabilir veya kanser tümörünü çıkarabilirsiniz.
76
Odaklanma stratejisi, pazarın sadece bir kesimine konsantre
olmak suretiyle kendine uygun niş bir pazar temin ederek
rekabetçi konuma yükselmeyi amaçlar. Mesela belirli bir grup
tüketicinin üzerinde veya sınırlı bir coğrafî alanda veya ürünün
belirli kullanımları üzerinde kendini sınırlamak gibi. Bu anlamda
odaklanma, maliyet liderliği veya farklılaşma gibi diğer
stratejileri bütünleyebilir veya onları kullanabilir. Odaklanma
yoluyla rekabet gücü kazanmak, ya hizmet sunulan kesimde
maliyet liderliğine ulaşmak ya da farklılaşarak hedef kesimin
ihtiyaçlarını daha etkili biçimde karşılamak suretiyle
gerçekleşebilir.
Sabri Ülker
Odaklanmış şirketlerde tepe yönetimi en çok anahtar
beceriler üzerinde yoğunlaşır. Intel’in efsanevî başkanı Andrew
Grove şirketlerin “başkalarından daha iyi yapabildikleri şeyi iyi
anlamaları
ve
çabalarını
acımasızca
onun
üzerine
yoğunlaştırmaları” gerektiğini söylüyor. Kafayı neye takmak
gerektiği şu dört sorunun cevabıyla keşfedilebilir:
1. Gerçekte hangi müşterileri arzu ediyorum?
2. Hedef müşterilerim en çok neye değer veriyor?
3. Lazer gibi bir odak keşfedebildim mi?
4. Odaklanmayı şirket çapında bir sabit fikre dönüştürebildim mi?
77
Andre Gide şöyle söyler: “İnsan yalnız tek bir şey istemeli
ve durmadan onu istemeli, o zaman onu elde edeceğimizden emin
olabiliriz. Günümüzde bazı girişimciler gücünü hiçbir zaman belli
bir alanda yoğunlaştırmıyor ve herhangi bir alandaki gelişme
üzerine sürekli odaklanamıyor. Bunun sonucunda da
yapabileceklerinden çok daha azı ile yetinmek zorunda kalıyorlar.
Oysaki sahip olduğu kaynakları çok iyi organize edebilseler
kendilerini bile şaşırtacak başarıları yakalayabilirler. İş dünyasında
bir şeyi en iyi yapmanın yolu ona odaklanmak ve bıkmadan
usanmadan sürekli onu tekrar etmektir. Girişimci bir konuda
uzmanlaşmak veya belli bir hedefe ulaşmak istiyorsa, hedefinin
dışında zaman harcamadan zihinsel ve fiziksel enerjisini tek bir
noktaya odaklamalıdır. Çoğu girişimcinin ihmal ettiği en önemli
gerçeklerden birisi tüm kaynaklarını tek bir alana yönlendirdiği
zaman, bir alanda ne kadar büyük bir kapasiteyi yönetir duruma
gelebileceği gerçeğidir. Girişimci enerjisini ve zamanını birçok
şeye dağıtmak yerine bir alandaki gelişme üzerine yoğunlaştırdığı
zaman kendisini bile şaşırtacak başarılarla yüz yüze gelecektir.
Çoğu girişimcinin istediği başarıyı elde edemeyişinin asıl nedeni
gücünü hiçbir zaman belli bir alanda yoğunlaştırmayışı ve
doğrudan odaklanmayışıdır.
Peter
Drucker;
“Ekonomik
sonuçların
anahtarı
konsantrasyondur. Başka hiçbir verim prensibi bu temel
yoğunlaşma ilkesi kadar ihmal edilmemektedir.” diyerek
odaklanmanın önemini belirtir. 2002 yılında IBM’in yönetim
kurulu başkanlığından emekli olan Louis V. Gerstner bakın ne
söylüyor: “35 yıllık meslek yaşamımda, kendi işleri zora girdiği
zaman başka alanlarda denemeye karar veren onlarca şirket
gördüm. Finans işine giren Xerox, sinemaya el atan Coca Cola ve
ilaç sanayine yatırım yapan Kodak. Hepsi de geri çekilmek
zorunda kaldılar.” Başarılı bir girişimci olmak istiyorsanız
enerjinizi bir tek şey üzerine yoğunlaştırın. En güçlü ve en
yetenekli girişimciler bile enerji ve zamanlarını çok çeşitli işlere
dağıtırsa hiçbir şey yapamazlar. Zihinsel ve fiziksel enerjimizi
yaptığımız işe odakladığımız zaman, gücümüz inanılmaz derecede
artar. Aslında her girişimcinin içinde var olan bu heyecan verici
78
gücü hissedememesinin temel nedeni; enerjisini birçok işte
harcamasıdır.
Kısacası hareket alanınızı iyi tespit etmişseniz, yüksek
kazanca tamah edip başka (özellikle hiç bilmediğiniz) işlere
girmeyin. Odaklanma budur. Konuyu gazeteci Mustafa Özel’in bir
anısıyla bitiriyorum: “Hiç unutmam, 1989 veya 1990 yılıydı. Asıl
işi yumurta ticareti olan bir tüccar, petrol işine girmeye karar
vermişti. Galiba bir milletvekilinin tavassutuyla İstanbul'un dört
yerinde petrol istasyonu kurmak istiyordu. Yaptığı fizibiliteye göre
iş % 400 kârlı gözüküyordu. Sanıyorum 500 bin dolar kadar bir ek
sermayeye ihtiyacı vardı ve Sabri Ülker'in bu işe ortak olmasını
istiyordu. Ben iyi bir iş yakalamış olma heyecanıyla dosyayı
hemen Sabri Bey'e götürdüm. Şöyle beş dakika kadar inceledikten
sonra, "biz bu işi yapamayız" dedi. Neden efendim? "Çünkü bu iş
çok kârlı." Bir tuhaf olmuştum. Bu işi yapamayız çünkü çok kârlı!
Sabri Bey'in ciddiyetini bilmesem benimle dalga geçiyor derdim.
Kârlı iş iyi değil mi diye mırıldandım. "Kârlı iş herkese yaramaz
oğlum. Biz % 5, % 10 kâra alışmış insanlarız. Yüksek kâr bizi
bozar!" dedi. Donakalmıştım. Yüzümün hangi renge girdiğini
tahmin edemem. Benim bu kadar üzülmüş yahut tuhaflaşmış
olmama şaşıran Sabri Bey devam etti: "Sen petrol işinden anlıyor
musun Mustafa? Hiç bu işi yaptın mı?" Hayır efendim. "Eee, ben
de anlamıyorum. İş kötü giderse, paramız batar. İyi giderse, bizden
bilmezler. Petrol kokusu iyi koku değildir. Sen bize, bizim işimizle
irtibatlı dosyalar getir. Süt koksun, buğday koksun, kakao
koksun!"” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 557, 21 Şubat 2011)
BOLVADİN’İ BİR ÜST LİGE TAŞIYACAK OLAN,
BOLVADİN’İN GİRİŞİMCİLERİDİR
Çok sevdiğim bir deyim var. “Zenginliği başkaları ile
paylaşıp fakirliği benle paylaşıyorsun.” diye. Çok sevdiğiniz bir
dost vardır ve ekonomik durumu kötüdür. Böyle bir durumda ona
destek çıkar, derdine ortak olursunuz. Fakat zamanla bu sevgili
dostunuzun ekonomik durumu çok iyi hale gelir. Eski dost
meclisine gelmez olur. Etrafında başka arkadaşları türer. Ve sizi
artık tanımaz olur. Bu durum sizi ziyadesiyle üzer. İşte Bolvadin’in
79
durumu da böyledir. Bolvadin’den para kazanıp, bu zenginliği
başka yerlerde paylaşıyorsa kişi bunu eleştirmek gerekiyor.
Bir gün Bolvadin’le ilgili konuşurken bir arkadaşım
gözlemini anlatmıştı. “Bolvadin’de zengin ile fakiri arasında yaşam
standardı açısından hiçbir fark yoktur.” Dedi. Gerçektende
düşündüm de Bolvadin de zenginlerle fakirler arasında ciddi olarak
yaşam standardı açısından bir fark yok. Başa bir ifade ile
“Bolvadin’de zenginlerin gidip de, ekonomik durumu el
vermeyenlerin gidemediği yer yoktur.” Bunun yanında uzaktan
baktığınızda kılık ve kıyafet açısından da bir fark yoktur. Daha da
ilginci ve çarpıcı olanı ise hayata bakış ve vizyon açısından da
hiçbir fark yoktur. (Bu konuda istisnalar tabi ki vardır.) Oysaki
bunun böyle olmaması gerekir. Zenginlik sadece aylık ya da yıllık
gelirin üstünlüğü değil, hayata bakış açısının zenginli ve vizyonun
geniş olması anlamına gelir. Peki vizyon derken ne ifade
ediyorum? Yaptırılan okullar, yaptırılan camiler, kütüphaneler,
ekonomik durum el vermediği halde okumak isteyen çocuklara
verilen burslar gibi. Peki bunlar yeterli mi? Bunların yanında
girişimcilerimiz
sivil
toplum
kuruluşlarında
ağırlığını
göstermeliler. Bunların yanında bu ilçeden elde ettiği kazanımları
yine bu ilçeye katması da en önemli gerçeklerdendir. Çünkü
Bolvadin’i bir üst lige taşıyacak olan, Bolvadin’in girişimcilerdir.
Bütün bunları neden yazıyorum? Çünkü Bolvadin’in
gelişmesinde girişimcilerin yapacağı yatırımlar önem taşıyor.
Çünkü artık devlet küçülüyor. Devletin küçülmesine bağlı olarak
serbest piyasa ekonomisi önem kazanıyor. Serbest piyasa
ekonomisinin en önemli oyuncuları ise girişimcilerdir.
Girişimcilerimiz
yapacakları
yatırımla
vizyonlarını
da
göstermelidir. Girişimcilerimiz, gezdikleri şehirlerdeki trendleri
gezdikleri
ülkedeki
gerçekleri
“Bu
Bolvadin’e
nasıl
uyarlıyabilirim?” sorusunu sorgulamalıdırlar. Bunlar olmalı ki
Bolvadin bir üst lige çıkabilsin.
Bu haftaki yazımı bir hikâye ile bitiriyorum. Çok eski
zamanlarda, bir hükümdar varmış. Zenginliği tüm dünyaca
bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere, hazinesinin bir bölümünü
götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.
Hükümdarın yaşamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir bilge
80
kişiymiş. Günlerden bir gün bu bilge kişiyle otururken hükümdar
şöyle bir soru sormuş: “Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön
vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister
savaşçılar denli onurlu olsun, ayağına kapanır ağzından çıkacak bir
sözü beklerler. Şimdi senin gibi Bilge bir adamın fikrini merak
etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne
düşünüyorsun?” Bilge bu soru karşısında, Hükümdar’ın gözlerine
bakarak şu sözleri söylemiş: “Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve
uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak
suya servetinizin yarısını verir miydiniz? “Verirdim tabii.” “Zaman
geçti diyelim, susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki
bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?” Hükümdar
biraz düşünür ve ardından “Ölmemek için evet” der. Bunun üzerine
bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş: “Madem öyle, o zaman
övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki
bardak sudur.” Bilge kişi güzel söylemiş. Gerçekten zenginlik,
sanıldığı gibi mal, mülk, para, pul, hatta sağlık bile değildir.
Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir. Gönlünüz huzur içersindeyse
ve eğer başınızı yastığa koyduğunuzda, huzurla uyuyabiliyorsanız,
sizden zengini yoktur. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 575, 27 Haziran
2011)
“BİR TAVUĞUM OLSUN AMA BENİM OLSUN”
ANLAYIŞI BİTMELİ
Şirketleri günlük kaygılarla idare etmek doğru değil.
Gelecekteki kaygıları da taşımak
ve tedbirleri de almak zorundasınız.
Bir kurumu kişilerden bağımsız
devam ettirebilmek gerekir.
Bunun en başta metodu da halka açılmaktır.
Ali Ülker
Bu anlayış riske girmeyi sevmeyen ve işletmenin
tamamına sahip olmayı tercih eden mülkiyetçi bir zihniyeti ifade
eder. Dünyanın 16. büyük ekonomisi olan Türkiye’de dünyanın en
büyük 100 şirketi arasında şirketinin olmaması “küçük olsun,
benim olsun.” anlayışından kaynaklanmaktadır. Bakın bu konuyu
81
Mehmet Ali Birand nasıl ifade ediyor. “Gerçektende, ‘uzlaşıyı’
bizler günlük yaşamımızda dahi pek benimsemeyiz. Uzlaşmayı,
sanki kötü bir şeymiş gibi algılarız. Uzlaşmanın, ödün vermekle
hiç farkı olmadığına inanırız. Bundan dolayı, iki kişinin bir bakkal
dükkânı dahi kurması güçtür. Daima en önde bir kişi olur ve
diğerleri de onun dediğini kabul eder. Böyle yetiştirilmişiz. Son
dönemlerde bir oranda azalsa dahi, hala uzlaşmakta zorlanıyoruz.
İşte bu açıdan baktığımızda, siyaset dünyasındaki uzlaşı
çabalarının ne kadar boşa kürek çekme anlamına geldiğini daha iyi
görebiliyoruz. Ve üzülüyoruz… Liderler, ne zaman bir birleşme
veya ittifak fikri ortaya atılsa, bunu kendi konumlarına karşı bir
tehdit gibi algılıyorlar. Örnekleri apaçık ortadadır. “Küçük olsun,
benim olsun” yaklaşımı hala geçerli. Batı dünyasının gücü ise, tam
aksine bu uzlaşı kültüründen kaynaklanıyor. Kişiler değil,
kurumlar ön plana çıkarılıyor. Zayıflayanlar, kendilerini kurtarmak
veya güçlü olmasına rağmen, gücünü arttırmak isteyenler ittifaklar
kuruyor, uzlaşı formülleri bulabiliyorlar. Bu şekilde de, daha fazla
büyüyorlar. Bizler ise, küçük kalıyoruz.” Yine aynı konuya NTV
ekonomi yayınları yönetmeni Celel Pir’de kendisi ile yapılan bir
röportajda şunları söylemektedir: “Bizim bazı hastalıklarımız var.
Bunları aşmamız lazım. Ben dünyanın birçok yerinde benzer
sanayi bölgeleri gezdim. Kore’de, İsrail’de, ABD’nin dışarıda
yaptığı sanayi ile ilgili yerleri Avrupa’da ve Türkiye’de gördüm.
Türkiye’de küçük olsun benim olsun sevdasından vazgeçmeli.
Birlikte çalışmak ve yepyeni işlerle ilerleme konusunda
sıkıntılarımız var. Bu belki Anadolu kültüründen kaynaklanıyor.
Biraz da beraber yaşamayı, birbirimizden saygılı olmayı en başta
başaramadığımız için, işte de şüphelere düşüyoruz böyle sıkıntılar
olur mu diye.”
Küçük olsun, benim olsun anlayışı, ölçek ekonomilerini
yakalayabilmeyi güçleştiriyor. Bu da ölçek ekonomisini
yakalayanlarla rekabet imkânını kaybetme sonucunu getiriyor.
Ülkemizde işletme yönetimi anlayışımızda halka açılmaya, daha
büyük vizyonlara ağırlık vermeye ihtiyacımız var. Şeffaf
yönetimle, güven verici bir yaklaşımla, büyük ve verimli
olabilecek yatırımlara yönelmeyi seçersek bu kaynakları kullanarak
dünya çapında bir rekabet gücüne ulaşmamız mümkün olabilir.
82
Ama bu, işe bugünkünden farklı bir bakış açısıyla yönelmemizi
gerektiriyor. Bu nedenle, müşterimize daha iyi odaklanmalı, içerde
verimimizi artıracak çalışmalara, eğitime ağırlık vermeli ve işimizi
her gün bir önceki günden daha iyi, daha ucuza yapıyor ve şeffaf
bir yönetim anlayışına sahip olmalıyız. Bu da kurumsal entelektüel
sermayemizin daha etkin yönetimidir. Stratejik düşünceye,
entelektüel sermayenin yönetimine, kurumsallaşmaya ve kaliteye
daha çok önem vermek, rekabet gücümüzün gelişmesi için kritik
bir önem taşımaktadır.
Sonuç olarak ‘küçük olsun, benim olsun’ mantığından,
‘Birlikte, dünya çapında iş yapalım’ yönetim felsefesine geçmek
gereklidir. Bu değişim şeffaf yönetimi, kurumsallaşmayı ve çok
daha fazla hesap verebilir olmayı gerektiriyor. Kendi işinin sahibi
olanlar “Bu benim işim, kimseye hesap vermem” diyebilirler, ama
halka açıldığında veya başka ortaklarla çalışıldığında, herkesin
birbirine hesap verdiği, şeffaf bir yönetim anlayışının ortaya
konması gerekiyor. Bu yönetim anlayışını geliştirebilirsek, rekabet
gücümüzü de daha kolay artırabileceğiz. Bu vizyon değişimini
başarabilen işletmeler için Türkiye ve civar pazarlarda çok büyük
potansiyeller var. İşte bu pazarlarda önemli fırsatlar yakalanabilir.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 561, 21 Mart 2011)
83
BİRLİKTE İŞ YAPAMAMA KÜLTÜRÜ
‘‘Şark kurnazlığının” önemli özelliklerinden biri,
işin sonunda kurnazlığı yapanın faturayı ödemesidir.
Ercan KUMCU
“İşbirliği” kavramı, herhangi bir amacı gerçekleştirmek,
hedefe ulaşmak için, birden çok kişinin, kuruluş ya da kurumun
güçlerini birleştirmesini içerir. İşbirliği, son yıllarda tüm dünyada
sıkça kullanılmaya başlanılan bir kavramdır. İkiden fazla kişinin
bir araya gelerek çalışmaları sonucunda, tek tek oluşturacakları
etkilerin toplamından daha fazlasını elde etmeleri anlamına gelen
sinerji; değişen üretim ilkeleri ve tüketici tercihleri sonucu
işletmelerde kullanılma gereksinimi doğurmaktadır. Bunun sonucu
olarak da günümüzde dünyada, bireysel becerilerin yerini, çalışan
bireyler arasındaki karşılıklı işbirliği duygusu almıştır.
84
İşbirliği yoluyla güçleri birleştirme, dış çevremizin
yarattığı kısıtlamaları aşmanın yollarını bulmanın etkin
yöntemlerinden biridir. Toplumumuzun kültüründe işbirliğini
özendiren birçok atasözü ya da özdeyiş vardır. “Bir elin nesi var,
iki elin sesi var.”, “Tek el şaklamaz.”, “Birlikten kuvvet doğar.”
vb. Ne var ki, söylemde işbirliğini özendiren kültür değerleri
yaygın olmasına karşın davranışımızda hiç öyle değildir. Tam
tersine ortak çalışma alışkanlığı yok denecek kadar azdır.
Birbirimize olan güvensizlik ise alabildiğine yaygındır.
Hâkimiyetçi rekabetin, “rakibin bütün hatlarına saldır, bütün
potansiyellerini yok et, yok edemiyorsan paylaş” anlayışına dayalı
gerçeği, bırakınız küçük ve orta ölçekli girişimleri, uluslar ötesi iş
yapan kuruluşları bile işbirliğine zorlamaktadır; medya haberleri
arasında şirket birleşmeleri, ortak yatırımlar, şirket satın almalar ve
işbirlikleri önemli bir ağırlığa sahiptir. Bakın Ayşe Berkol bu
konuyla ilişkin neler söylüyor? “Bir Amerikalı ya da Avrupalı
"ekip, takım" dediğinde ne anlar biliyor musunuz? Birbirinden
bağımsız olarak yerine getirilemeyecek bir işlevi, farklı özelliklere
sahip bireylerin iş bölümü yaparak getirmesini anlar. Biz de aynı
kelimelerin çağrıştırdığı ne olduğuna şöyle bir bakalım. Şirket
içinde ve belli departmanlarda çalışanların, birbirleriyle uyum
içinde çalışmaları, arkadaş olmaları, birinin ihtiyaç duyduğu bilgiyi
diğerinden kolaylıkla temin edebilmesi, aralarında kavga gürültü
çıkmadan çalışabilmeleri ve birbirlerine müşteri hizmetleri
konularında yardımcı olmaları anlaşılıyor. Yani uyumlu bir grup
çalışanı olmak ile ekip üyesi olmak eş anlamlıdır.”
Usta şair Can Yücel yaptığı bir söyleşi de şunları söylüyor:
“Türkiye’de toplu iş yapmak güçtür; bizde toplu iş yapma becerisi
kıt… Türkiye’de sosyal, ekonomik durumun dağınıklığı,
perişanlığı zaman zaman yapılan olumlu işlerin tencere kapağı
kapatır gibi kapatılması, cuntalar… Hiçbir şey Türkiye’de toplu
olarak düşünülmüyor. Toplu olarak düşünme bir yöntem
meselesidir. Biz istediğimiz kadar çağdaş olmaya heveslenelim, bu
konuda yaya kalmış bir millet görünümündeyiz. Toplu işin altında
yatan şeylerin en önemlisi Türkiye’nin demokratik benliğini
yakalaması meselesidir. Bu benlik yakalanmayınca da toplu iş
olarak ancak dalavereyi, toplu kaçakçılığı, toplu banka batırmayı,
85
toplu kara para aklamayı yapabiliyoruz. Bu bakımdan bayağı
öndeyiz.”
Birlikte iş yapamadığımızın en ilginç örneği İsmar’dır.
İsmar'ı 1992'de yabancı hipermarket zincirlerinin Türkiye'deki
atağı üzerine 54 küçük market biraraya gelerek kurmuştu. Ancak
zamanla ortak sayısı 3'e indi. İsmar'ın esin kaynağı yabancı
sermayeli olan Metro. 1989 yılında Metro Türkiye'deki ilk
mağazasını açtığında perakende satış yapan marketler büyük bir
şaşkınlık yaşadılar. Aynı mal için bir mahalle bakkalının talep
ettiği fiyatla, Metro'nun fiyatları arasında ciddi farklar vardı.
İstanbul Marketçiler Derneği üyeleri düşünmeye başladılar: Metro
bu malı, bu fiyata nasıl satar? İsmar (İstanbul Marketçiler Birliği)
bu süreç sonucunda kuruldu. Güçbirliği yapmaya karar veren
market sahipleri alışveriş yaptıkları üreticilere bundan böyle
bireysel olarak alışveriş yapmayacaklarını bildirerek yeni koşullar
oluşturulmasını istediler. İsmar Genel Müdürü Hasan Yalçın o
dönemi şöyle anlatıyor: ‘‘Güçlerimizi birleştirdik ve durumu
avantaja dönüştürdük. İstanbul'da bu sayıda marketin bir araya
gelmesi önemli bir şeydi. Ucuz ve kaliteli malı ilke edindik, bunun
sonucunda tüketici kısa sürede İsmar'ı sevdi.’’ Fakat bir süre sonra
sorunlar çıkmaya başladı. ‘‘Biz güzel başladık ama aynı güzellikte
götüremedik, Türk toplumu olarak ortakçılığı bilmiyoruz, ticaret
kültürümüz de yok’’ diyor. Sorunlar çıkmaya başladığında ortak
sayısı 14'e indi. 14 olan ortak sayısı bugün 3'e inmiş durumda. (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 563, 4 Nisan 2011)
86
SOYADINIZ SABANCI OLSAYDI,
GEMİLERİ YAKABİLİR MİYDİNİZ?
Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret edemeyen insan
yeni okyanuslar keşfedemez.
André Gide
Aile işletmelerinin sonunu hazırlayan konulardan birini de
babalarını geçemeyen çocuklar sendromu oluşturuyor. Sıfırdan
zirveye çıkan ve belki de ilkokul mezunu olan babaların başarısını
geçemeyen çocukların sorunu ne peki? Babalarından çok daha iyi
eğitim almışlar hatta bazıları yurt dışında okuma başarıları gösterip
Amerika’da, İngiltere’de eğitim alıp yurda dönüyorlar. Ama bunca
kaliteli emeğin arkasından başarı gelmiyor. Bunun en büyük
gerekçesi babaların sahada yetişirken çocukların serada
yetiştirilmesinden kaynaklanıyor olmasıdır. Seradan iş hayatına
geçen genç jenerasyonlar resmen duvara tosluyorlar.
Geçen yaz TOSYÖV ve Hatay Destekleme Derneği ile
işbirliğince Adana’da Pendosis Tatil Köyü’nde düzenlenen iki
günlük organizasyonda Hataylı girişimcilere eğitimler vermiştim.
Bu örneği anlattığımda “Hocam sen resmen bizden bahsediyorsun.
Çocuklar ABD’de eğitim aldı ama gol atamıyorlar. Biz zamanında
böyle miydik? Çok iyi imkânları var ama kullanamıyorlar.” Diye
sızlanmıştı. Maalesef bu konu bizim iş dünyamızın temel sorunu
durumda.
Peki aileler nasıl hata yapıyor? Bizim zamanında imkânlarımız
yoktu deyip tüm imkânları seferber ediyor bu da çocukların
yetişmesini engelliyor. Çünkü onları var eden yokluklardı.
Çocukları ise varlık için de yaşatıyorlar. Bakın İshak Alaton ne
diyor: “Çocukları zenginlik içinde yaşatmak büyük günahtır.”
İkincisi çocuklarına hiçbir şekilde güvenmeyip yetki devri
yapmıyorlar. Burada da yavaş yavaş çocuklarına yetkilerini
devretmeliler ve onların yetişmesini sağlamalılar. Bazı
şirketlerimiz bunu şu şekilde çözmüşler. Çocukları iki yıl kurumsal
başka bir şirkette çalışıyor ve deneyim kazanıyorlar. Kurumsal
anayasalarında pek çok konu yazılı hale gelmiş. Peki genç
jenerasyonun hatası ne? Ciddi başarı kazanmadan fikirlerinin kabul
edilmesini istiyorlar. Bunun yanında iş disiplininden babalarına
göre çok uzaktalar.
87
Değerli okuyucular durum böyle olunca pek çok işletme belirli
bir süre sonunda inovasyon yapamayıp yerinde sayıyor. Bu da
şirketin sonunu hazırlıyor. Aslında pek çok genç ciddi bir başarı
kazanmak istiyor ama gemilerini yakamıyor. Gemilerini yakan tek
girişimci tanırım. Bu kişi de Ali Sabancı’dır. Sünnet düğününde
Ali Sabancı’ya altın bir künye hediye ederler. Künyede
“A.Sabancı” yazmaktadır. Yani isimi yazmamaktadır. Ali Sabancı
bu duruma çok içerlenir ve şunu fark eder. Sabancı’da kalırsa asla
Ali olamayacaktır. Şirketteki kabul edilmeyen fikirlerinin de
etkisiyle hisse senetlerini satar ve ESAS Holding’e geçer.
Pegasus’la Türk Havacılık tarihinde bir devrim gerçekleştirir.
Bugün ülkemizde insanlar çok ucuza uçabiliyorsa Sabacının değil
gemilerini yakan Ali’nin sayesindedir. Ülkemizde aile
işletmelerinde olup da ismi asla bilinmeyecek nice Aliler vardır.
Onlara Ali Sabancının hikâyesi örnek olmalıdır. Peki, sizin
soyadınız Sabancı olsaydı siz gemileri yakabilir miydiniz? (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 653, 23 Aralık 2012)
88
3
TOPLUM
89
İÇİMİZDEKİ İRLANDALILAR
Euro 2000 elemelerinde İrlanda ile oynadığımız baraj maçını
0-0 berabere bitirip şampiyonaya katılma hakkını kazandık.
Maçtan sonra Mustafa Denizli kendisine uzatılan mikrofonlara
gözyaşları ve öfke krizleri eşliğinde söylediği “Sadece İrlanda’yı
değil, içimizdeki İrlandalıları da yendik” cümlesiyle bu maçta
İrlanda’nın kazanmasını içten içe dileyerek, kendisinin başarısız
olmasını arzu edenleri kast ediyordu. İçimizdeki İrlandalılar tabiri
o günden bugüne bir fenomen oldu. Pek çok durum “İçimizdeki
İrlandalılar” tabiriyle anlatıldı. Peki kimdi içimizdeki İrlandalılar?
Bu memlekette içimizde yaşayan pek çok İrlandalı var. İçimizdeki
İrlandalılar dün vardı, malesef bugün de varlar. Korkarım ki yarın
da varlıklarına devam edecekler. Peki içimizdeki İrlandalılar
kimler? Alın size içimizdeki İrlandalıların listesi:
 Çocuğuyla ilgilenmeyen anne ve babalar.
 Müşteriye kaba davrananlar.
 Kaldırımı bırakın yola malzeme koyup, yolu tıkayan esnaflar.
 Pazara Emirdağlı pazarıları sokmayıp daha ucuza meyve ve
sebze yemememizi sağlayanlar.
 Kamuya ait binalara sprey boyalarla yazı yazanlar.
 Pazarda ürünlerin fiyatını ısrarla yazmayan pazarcılar.
 Çevre yolundan yeterince yararlanmayanlar.
 Üniversite öğrencisi olduğu halde yüksek okul öğrencisinden
tam dolmuş ücreti alanlar.
 Bolvadin MYO öğrencilerini rahatsız eden kendini bilmezler.
90
 Ekonomik kriz var deyip eli kolu bağlı öylece oturanlar.
 Nüfusu yarımız bile olmayan Çay’da Poyraz Center varken,
sermayesi olduğu halde bu tür yatırım yapmayanlar.
 Sırf başkaları yapıyor diye, daha farklı işler yapabilecekken
ısrarla tavuk çiftliği ya da öğrenci yurdu işletmeciliği yapanlar.
 Hala bakımsız dükkanlarla işletmecilik yapmayı sürdürenler.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 482, 14 Eylül 2009)
HALLEDERİZ KÜLTÜRÜ
Ülkemizde ki iş hayatında maalesef hallederiz kültürü var.
Peki hallederiz kültürü nedir?
Standartların olmamasıdır.
Planın, programın olmamasıdır.
Hesabın kitabın olmamasıdır.
Tarihin ya da bir sürenin olmamasıdır.
Kısacası müşterinin beklentilerinin gerçekleşmemesidir.
Siz bir iş yaptırırken bütün gazınızla esnafa standartlarınızı
verirsiniz.
91
O biraz dinler ve “HALLEDERİZ” der.
Siz anlatmaya devam edersiniz.
O bu sefer cümlenizin bitmesini beklemeden
“HALLEDERİİİİİİİİİİİİZ” der.
Peki halleder mi?
Kendince halleder.
Size ülkemizde sürekli yaşadığımız birkaç diyalog:
- Abi şuraya imza atman gerekiyor...
- Otur iki dakika hallederiz. ( yarım saat olur...) ee bir şeyler
içseydin...
- Akşam için söz vermiştin geleceksin değil mi?
- Hallederiz koçum, merak etme. (adam yoktur görünürlerde)
- Abi önümüzdeki haftaya kadar, işlemin kesin yapılması
gerekiyor. Problem çıkmasın ona göre!
- Hallederiz. (İşlem askıya alınmıştır)
Geçenlerde bir tanıdığım anlatıyor.
-Ya banyoda priz konulması yasak değil mi?
-Nereden çıktı?
-Eeeee ben ev yaptırdım.
-Banyoya da piriz konulmasını istedim. Usta demez mi? “Banyoya
priz konulması yasaktır.” diye.
Düşünebiliyor musunuz?
21.yüzyılda sen müşteriye hallederiz dersen ya da ukalalık
yaparsan ve hallettiğini düşünürsen.
Belki kendince halledersin ama piyasada bir gün seni halleder.
İstanbul’da Rami’de Gıda toptancılarının işleri bir dönem o kadar
iyiydi ki:
Rami esnafı müşteri yoğunluğundan şikâyetçiydi.
Hatta o dönem esnaflar derlerdi ki:
“Müşteri gitse de rahat etsek.”
Düşünebiliyor musunuz?
İşler o kadar iyiydi.
Peki, ne oldu?
Müşteriyle dolu olan o toptancılar geçmişini mumla arıyorlar.
92
Kendini geliştirmeyen, ileriyi göremeyen kim olursa olsun,
yenilmeye mahkûmdur.
Unutmayın işletme mezarlıkları bir dönemin vazgeçilmez
şirketleriyle doludur.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 519, 31 Mayıs 2010)
BOLVADİN’İN İMAJINI DÜZELTMEK,
EN ÖNEMLİ İŞTİR
Günümüzde işletmeler, markalar ve hatta şehirler için en
önemli konuların başında imaj yer alıyor. Peki nedir imaj? İmaj:
bir ürünün, bir kurumun ya da bir yerin nasıl bilindiğidir. Pek çok
şehir imajını düzeltmek ya da kendini yeniden konumlandırmak
için ciddi anlamda para harcıyor. Bir şehrin imajını düzeltmek
aslında belediyelerin en temel görevleri arasında yer alıyor.
Bolvadin denilince insanların aklından neler geçtiği çok önemli bir
konudur. Bolvadin’in imajı maalesef iyi değil. Bu imajı nasıl
iyileştirebiliriz diye düşünmeliyiz. Bunları sıralamak istiyorum:
Birincisi Motosikletler: İlçemizde motosikletlerin beyni
tırmalayan sesleri inanın çekilir gibi değil. Bunun yanında ters
yönde gitme ihtimali yüksek. Hele bir de motosikletli gençlerimizi
çevre yolunda Süpermen gibi motosiklet kullandığını görmek ciddi
sıkıntılı bir durum. Her an bir kazanın olması elde değil. Bir de
gençlerimizin bunu iddia amaçlı yapmaları işin farklı boyutu.
93
İkincisi At Arabaları: At arabalarını nasıl günümüz şartlarına
uyarlayabiliriz diye düşünmeliyiz. At arabaları Bolvadin
ekonomisinin bir vazgeçilmezi. Bunları kaldırmak tabiki hoş
olmaz. Ama bunlardan bazılarını fayton haline getirmek şehir
imajına inanın çok olumlu bir etki yapar. Böyle klasik at
arabalarının yerine fayton işi yapmak isteyenleri desteklemek
gerekir. Mikro krediler ya da Belediye ve STK’lar işbirliğince
örnek bir proje hazırlanabilir. Bu durumda insanlar atarabalarını
sadece yük ya da pazar eşyalarının taşımak için değil aynı zamanda
şehri gezmek için kullanabilir.
Üçüncüsü: Pazar yerinde ürünlerin fiyatını yazma konusunda ciddi
sıkıntılar var. Çoğu pazarcı hala ürünlerin üzerine fiyatları
yazmıyor. Bunu gören öğrenci ya da yabancılar ürünlerin fiyatları
hakkında şüphe ediyor. Başka bir ifadeyle “Ben öğrenciyim bana
farklı fiyata mı satıyor? Ben yabancıyım bana farklı fiyatta mı
satılıyor?” diye düşünüyor. Fiyatlar adamına göre olmasa da
müşteriler bu şekilde düşünüyorsa ciddi bir sıkıntı var diye
düşünüyorum. Bunu bir an önce gidermek gerek. Oysa Bolvadin
Ekonomisi panelinde konuşan genel müdür Özcan Pektaş bunu
94
Belediye başkanımızın yanında söylemiş ve başkandan bu konuda
söz almıştı.
Dördüncüsü Haskaymak Gerçeği: Haskaymak yaptığı işle
Bolvadin ile Afyon arasında bir köprü kuruyor. İnsanlar
Bolvadin’e ilk kez gelirken Haskaymak firmasıyla geliyor ve
verilen hizmete göre sadece Haskaymak firmasıyla değil
Bolvadin’in imajı hakkında genel bir değerlendirme yapıyor.
Yapılan araştırmalara göre ilk izlenim ilk yedi saniyede oluşuyor.
Ve kolay değiştirilmiyor. Haskaymak firmasından tanıdığım pek
çok kişide aslında şirketin bu durumdan kendilerinin de memnun
olmadığını söylüyor. Firmanın kurumsallaşması gerektiğini ve
gelirin daha artabileceğini biliyorlar. Şirket vakit kaybetmeden
kurumsallaşmaya gitmelidir. Bu durumda hem şirketin geliri
artacak hem de Haskaymak Bolvadin’in imajına ciddi katkıda
bulunacaktır. Yani bu durumdan onlar da, Bolvadinliler de ve
Bolvadin’e yeni gelenler de memnun kalacaktır. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 488, 26 Ekim 2009)
DÜNYAMIZ BOLAVADIN
Geçenlerde okulumuzdan mezun olan Bolvadinli bir
öğrencim ziyaretime geldi. Okulu uzatarak bitirmiş olmasına
rağmen iş dünyasında başarılı iş çıkartıp, hızla yükselerek bunun
acısını çıkartmaya çalıştığını söyledi. Bu öğrencim çoğu Bolvadinli
öğrencimin yapamadığı bir şeyi yaptı. Okulu bitirince Bolvadin’de
kalmak yerine tek başına Antalya’ya gidip orada ev tutup iş
hayatına atılmıştı. Maalesef, yüksek okuldan mezun ettiğimiz çoğu
Bolvadinli öğrencimiz hayatına Bolvadin’de devam ediyor.
Böylece Bolvadin’de kalarak yüksek okul okumayan
arkadaşlarından hiçbir farkı kalmıyor. Biliyorsunuz ki Bolvadin
istihdam açısından sıkıntıları olan bir ilçe. Bu sebeple mezun olan
95
ve dışarı açılmayan öğrencilerim her akşam kahvelerde okey ya da
kâğıt oynayıp Bolvadin’de hayatını törpülüyor. Öğrencilerimin
üniversiteden kazandıkları bilgi ve görgü birkaç yılda silinip
gidiyor. Bunun yanında mezun olduktan sonra büyük şehirlere
gitmek isteyen öğrencilerim de var. Bu seferde onlara aileleri
“azıcık aşım kaygısız başım.” anlayışıyla başka bir şehre gitmesine
izin vermiyor. Bu gençler de zaten özgüveni düşük olduğundan
ailelerine hayır diyemiyor. Maalesef bütün dünyamız Bolvadin.
Bolvadin’de doğup, büyüyüp ve ölenlere, ne acı vericidir hayat.
Oysaki Bolvadin’in dışında da bir dünya var. Hem de aklımızın
alamayacağı büyüklükte bir dünya… Neyseki askerlik var da bu
sayede dışarı çıkabiliyor çoğu gencimiz. Bolvadin’de çok yetenekli
olan pek çok gencimiz Bolvadin’de kalarak yeteneklerini
öldürüyor. Oysaki birkaç yıl başka şehirde kalıp iş yaşamını
görebilse hayatın özünü çok daha iyi anlayacak ve memleketine
çok daha iyi hizmet edecek.
Sint Antonius’un, çok sevdiğim bir sözü var: “Dünya bir
kitaptır, çok gezenler kitabın diğer sayfasını da okur.” Bizim en
büyük sıkıntımız hayatın Bolvadin sayfasını hatim edip, kitabın
diğer sayfalarına elimizi dahi sürmemizdir. Dışarıda bir dünya var
ve hayat Bolvadin’den dışarı çıkınca başlıyor. Dışarı çıkmayanlar
daha denizi görmeden, yüzmeyi öğrenemeden sığ sularda boğulup
ölüyor. Dünyamızın Bolvadin olması problemi sadece
öğrencilerimde mi var? Kesinlikle hayır. Bolvadin’de ticaret
yaptığı halde dünyası Bolvadin olan sözde girişimcilerimize ne
demeli? Sektöründeki gelişmeleri takip etmeyen, fuarlara
gitmeyen, işiyle ilgili kitap ve dergi takip etmeyen… Kısacası el
yumruğu yemeyip kendi yumruğunu gülle sanan girişimcilerimiz.
Küresel bir yumruğun geleceğinin farkında olmayan
girişimcilerimiz… Dükkânının birşeyler yapmazsa en kısa sürede
kapanacağını bilmeyen girişimcilerimiz… Bunların yorumunu da
siz değerli okuyucularıma bırakıyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
497, 28 Aralık 2009)
96
BELEDİYE GELSİN KURTARSIN
Televizyonlarda mutlaka görmüşsünüzdür. Genç bir adam
başlık parası yüzünden evlenememektedir veya vasıfsız
olduğundan iş bulamamaktadır. Ağzına tutulan mikrofondan
seslenir: Devlet bu konuya el atsın; devlet bize iş bulsun. Devlet
babadır, hesapsızca vermelidir. Devlet çiftçi borcunu silmelidir,
vergisini ödemeyeni affetmelidir. Devlet yatırım yapana, verim ve
rekabet şartlarına bakmaksızın yardım etmelidir, yatırımı teşvik
etmelidir. Hatta devlet para dağıtmalıdır, vatandaşının oğlunu
devlet kapısında işe yerleştirmelidir. Bu anlayış, bu kabul Türkiye
Cumhuriyeti kurulduğundan beri var oldu ve hâlâ da var olmaya
devam ediyor. Peki, bu beklentinin Bolvadin versiyonu nasıl?
Aşağıdaki fıkrada olduğu gibi:
Günün birinde trafik kazası olmuş ve kazada bir Amerikalı,
bir Yahudi ve bir Bolvadinli ölmüşler. Gitmişler yukarı. Defterler
açılmış. Demişler ki, “Yahu siz niye geldiniz? Bu defterlerde sizin
adınız yok. Bir yanlışlık var herhalde.” Çok sevinmişler. “Yalnız”,
demişler, “İşin bir bürokratik kısmı var. Biz bu kadar deftere
baktık, uğraştık, indiniz, çıktınız, bunun bir masrafı var. Bu da
5.000 dolar.” Amerikalı hemen “buyurun, 5.000 doları” demiş ve
hemen aşağıya inmiş. Kaza geçirdikten sonra ölen Amerikalıyı
karşılarında görünce sormuşlar: “Yahu nasıl geldin?”
Amerikalı: “Bir yanlışlık olmuş, masrafı ödedim geldim.” demiş.
“Peki Yahudi nerede?” demişler. Amerikalı: “O pazarlık ediyor”
demiş.
“Peki Bolvadinli nerede?” demişler. Amerikalı: “O, belediye gelsin
kurtarsın diye bekliyor” demiş.
Bu fıkra bizim belediyeden ne kadar çok beklentimiz
olduğunu anlatır. Maalesef her alanda belediyeden bir şeyler
bekliyoruz. Normal bir vatandaşın Belediye’den beklentileri belki
haklı görülebilinir fakat Bolvadin’de Belediye’den en çok beklenti
içinde olanlar, Bolvadin’de ticaret yapanlardır. Normal şartlar
altında özel sektörün kamu sektörünün önünde alması gerekirken
bu beklentinin sonucu Bolvadin’de kamu hep özel sektörün önünde
yer alıyor. Şimdiye kadar çevre yolunda pek çok işyeri olması
gerekirken bugün ancak belediyenin öncülüğünde böyle bir
çalışma yapılıyor. Belediye güzel bir çalışma yaptı, tebrik
97
ediyorum. Fakat üzüldüğüm nokta çevre yolundaki müthiş
potansiyeli belediye gördüğü halde esnafın göremeyişidir. Ve
onların hala babalarından kalan yöntemlerle ticaret yapmaya
devam ediyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 478, 17 Ağustos 2009)
DERNEK ENFLASYONU
İlçemiz dernekler konusunda ciddi bir zenginliğe sahip.
Her dönem, yeni derneklerin açıldığını görüyoruz. Bunun en
önemli nedeninin dernek kurmanın yasal olarak kolaylaştırılmış
olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. İlçemizin dernekler
yönünden zengin olması güzel bir durum. Fakat olumsuz bir durum
var ki, onların etkin olmayıp tabela derneği olmasıdır. Bir yörenin
gelişmişlik göstergesi, o yöredeki sivil toplum kuruluşlarının
etkinliğidir.
Asıl önemli olan dernekleri kurmak değil, onları daha etkin
hale getirmektir. Maalesef üzülerek söylüyorum ki, ilçemizde pek
çok tabela derneği var. Onların ne sesini ne de soluğunu hiçbir
etkinlikte duyamıyoruz. Bu sebeple derneklerimiz “körler sağırlar,
birbirini ağırlar”ın çok ötesine geçmek zorundadır. Bunun için
gönüllü olmak çok önemli, ABD’de pek çok kişi haftanın 4-5
saatini derneklerde gönüllü olarak çalışarak geçiriyor. Derneklerde
kurumsallaşma oldukça önemlidir. Dernekler kurumsallaşamadığı
için, bireylere bağlı hareket ediyorlar. O bireyler de dernekten
ayrılınca dernek çöküş dönemini yaşıyor. Sonuç olarak
söyleyebilirim ki derneklerimiz etkin olmak zorunda ve bunun
içinde kurumsallaşmalıdır. Önemli olan dernek kurmak değil
dernekleri yaşatabilmektir. (Karanlığa Işık Gazetesi, Sayı: 66, 29
Ekim 2009)
BOLVADİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRMEDE BİR
ENGEL OLABİLİR Mİ?
Bolvadin’e Çay ya da Çobanlar tarafından girerken her
seferinde aynı şeyi düşünürüm: Evet şehire girerken burnumun
direğini kıran o ağır kokudan bahsediyorum. Bolvadin’i kokuyla o
kadar özdeşleştirmiş olmalıyım ki; bu ağır kokuyu hissettiğimde
98
memlekete geldiğimi anlıyorum artık. Bu arada kafamdaki soruları
sizinle paylaşmalıyım: Yerel medya neden Bolvadin’deki koku
kirliliğinden hiç bahsetmiyor? Gerçekten de bu kokunun
anakaynağı nedir? Alkoloid Fabrikası mı, Tavuk çiflikleri mi?
Yoksa Akarçay mı? Koku kirliği ile akciğer kanserinin bir ilişkisi
olabilir mi? (Alın size bilimsel bir araştırma konusu!) AB’nin koku
kirliği ile ilgili standartları var mıdır? Evet AB’nin her şey de
olduğu gibi koku standartı da var. (Örneğin Almanya, koku
denetimini en iyi yapan ülkedir. Bunun yanında AB'nin belirlediği
koku algılama değerlerini ülkemize taşımak için 1986'da
hazırlanan 'Hava Kalitesinin Korunması Yönetmeliği'ni revize
edildi.) Düşünsenize Türkiye AB ile ilgili tüm işlemleri
gerçekleştirdi tam AB’ye girmek üzereyken. Arkadan bir ses
“Durun AB’ye giremezsiniz. Bolvadin’deki koku kirliliği AB
standartlarının çok üstünde!” diye düşünebiliyor musunuz?
Memleket koktuğundan AB’ye giremiyoruz. Olur mu, olur.
Adamlar zaten mazeret arıyorlar. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 487,
19 Ekim 2009)
BOLVADİN’DE BAYANLAR ARTIK İKİNCİ SINIF
OLMAMALI!
Yeni belediye başkanımız belli oldu: Nazmiye Kılçık…
Zaten toplumun genel beklentisi de bu yöndeydi. Umarım
memleketimiz için hayırlı ve uğurlu olur. Ulusal basına yansıyan
bilgilere göre hem Afyon hem de Bolvadin tarihinde ilk defa bir
bayan belediye başkanı oldu. Bolvadin tarihinde ilk defa bir
bayanın belediye başkanı olması bence çok önemli bir durum.
Nedenine gelince ilçemizde ki bayanlar genel olarak ikinci sınıf
durumdalar, hatta düğünleri ve misafirlikleri de saymazsak sosyal
hayatta pek yoklar. Ben yeni belediye başkanımızın, bayan
olmasının bu açıdan önem taşıdığını ve yapacağı uygulamalarda
“pozitif ayrımcılığı” güdeceğini düşünüyorum. Örneğin geçtiğimiz
aylarda Konya'da hanımlar lokali açıldı. Konya Meram’da belediye
tarafından yaptırılan hanımlar lokali sadece hanımlara hizmet
veriyor. Lokalde sosyal, sportif, eğitim ve kültürel faaliyetler
gerçekleştirilebiliyor. Böyle bir yerin ilçemiz aşısından da çok
önemli bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu proje bayanlarını
99
sosyalleştirecektir. Peki, neden bunları yazıyorum? Yıllar önce
tanıdığım birinden ilginç bir durum öğrenmiştim. “Bolvadin’de iki
bayan buluşmak istiyorsa, buluşulacak yer kendi evlerinden başka
bir yer olamaz.” Bu kural dışarıda üniversite okuyan kız
öğrencilerimiz için bile aynıdır. Kabul etmek gerekir ki
ilçemizdeki bayanların Bolvadin’de rahat bir şekilde oturacakları
ve sosyalleşecekleri yer yoktur. Böyle bir yer ilçemiz için çok
önemli bir ihtiyaçtır. Bunu yazmamın en büyük nedeni altını
çizerek söylüyorum: yeni belediye başkanımızın bayan olmasıdır.
Başka bir ifadeyle şimdiye kadar olduğu gibi yeni belediye
başkanımız erkek adayların arasından çıkmış olsaydı bunları zaten
yazmaya gerek olmazdı. Çünkü erkek mantığıyla gereksiz bir
yatırım olarak görülürdü… Ama ne olursa olsun ilçemizde
bayanlar ikinci sınıf olmasınlar. Her mahalleye bir ekmek fırını
yapmak yerine ilçemize böyle bir yer kazandırmak ciddi bir
başarıdır.
Bunun yanında Bolvadin’i yönetmek gerçekten zor bir
görevdir. Hatta belki abarttığımı düşüneceksiniz ama bana göre
İstanbul, Eskişehir, Bursa ya da Ankara Büyük Şehir Belediyesini
yönetmenin Bolvadin Belediyesini yönetmekten daha kolay
olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Çünkü bu belediyeler
kurumsallaşmış belediyelerdir. Gelelim Bolvadin’e… Bolvadin’de
her birey belediyeden çok ama çok şey bekliyor. Beklenti çok
yüksek: Fakiri: “su borcumu sil başkan.” derken, işsizi: “iş bul
başkan!” der. Hastası: “ilaç param yok! Başkanım…“ derken, iş
adamı ya da esnaf ise “benim falanca iş ne oldu?” diyor.
Bolvadin’de yaşayıp da belediyeden bir şey beklemeyen kişi yok
gibi… Kısacası imkânlar kısıtlı ama beklentiler sınırsız durumda.
Ben yeni belediye başkanımıza görevinde başarılar dilerken yazımı
Şeyh Edebali'nin Osman Gazi’ye verdiği nasihatle noktalıyorum.
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana...
Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak
sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler,
çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü
göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra
bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak,
gayretlendirmek, şekillendirmek sana..
100
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala
yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı
etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak
güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve
arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve
dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı
temizlemeliyiz.
Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede
ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur
gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için
daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok
önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek
açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç
da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın.
Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de,
diri
tutan
da
bu
irfandır.
İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün
fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve
adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket,
büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken
çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma!
Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme;
muhabbet ve itibarın zedelenir... Şu üç kişiye; yani cahiller
arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını
kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler
kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücadeleden korkma!
Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız,
kahraman, gözüpek) derler.
En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir.
Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve
kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare
edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur.
Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve
kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar..
(Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu
mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur.
101
Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu
başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman,
canavar kesilir!..
Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin
ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.
Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil,
bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden
devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine
de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak
için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey
memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.
Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..
Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi,
başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın
tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi, davanın esası olmalıdır. Sevmek
ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!
Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi
bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki,
nereye gideceğini unutmayasın...” (24 Eylül Gazetesi, 13 Aralık
2010, Sayı: 547)
BOLVADİN’İN EN BÜYÜK PROBLEMİ ATALETTİR
Bolvadin’de hayat ağır çekilmiş bir film gibi akar.
Çarşıda biraz hızlı yürürseniz, en az iki kişiye çarparsınız.
Yücel Çakmaklı
Yazıma bir fıkrayla başlamak istiyorum. “Şapka satarak
geçinen bir adamın yolu bir gün bir ormana düşmüş... Bir süre
yürüdükten sonra sıcaktan ve yorgunluktan bunalmış, bir ağacın
altına oturmuş. Şapkalarla dolu sepetini de yere koymuş ve uykuya
dalmış... Birkaç saat sonra adam tuhaf sesler duyarak uyanmış. Bir
de bakmış ki yanındaki sepet bomboş, şapkalar gitmiş. Bir de
kafasını kaldırıp ağaca bakmış ki, ağacın dallarında bir sürü
maymun var. Her birinin başında da kendi şapkaları... Adam
düşünmeye başlamış: "Ben şimdi ne yapacağım? Şapkaları bu
maymunlardan nasıl alacağım?" Düşünceli bir şekilde başını
kaşırken bir bakmış maymunlar da adamın taklidini yapıyorlar.
102
Onlar da başlarını kaşıyorlar... Adam ellerini havaya kaldırmış,
maymunlar da aynısını yapmışlar. Derken adam ne yapacağını
bulmuş. Kendi başındaki şapkasını çıkarıp yere atmış, tabii
maymunlar da başlarındaki şapkaları hemen yere atmışlar. Adam
böylece bütün şapkaları toplayıp sepetine koymuş bir bir... Aradan
50 yıl geçmiş... Artık adamın bir torunu varmış. O da dedesi gibi
şapka satıcısı olmuş. Günlerden bir gün onun da yolu aynı ormana
düşmüş. Hava yine çok sıcakmış ve genç adam bir ağacın altına
oturmuş, şapkalarla dolu sepetini de yanına koymuş ve uykuya
dalmış. Bir saat sonra uyanmış bir de bakmış sepetin içinde
şapkalar yok... Derken tuhaf sesler duymuş. Bir de başını kaldırmış
ki ağacın üstünde bir sürü maymun var. Hepsinin başında da birer
şapka.... Adam düşünmüş: "Dedem yıllar önce bana bir hikâye
anlatmıştı. Bu yüzden ben ne yapacağımı çok iyi biliyorum.”
Adam başını kaşımaya başlamış, maymunlar da aynısını yapmışlar.
Adam ellerini havaya kaldırmış, maymunlar da ellerini
kaldırmışlar. Ve adam gülümseyerek kendi başındaki şapkayı
çıkarmış yere fırlatmış. O anda maymunlardan biri ağaçtan inmiş,
adamın yere attığı şapkayı kapıvermiş. Adama da bir tokat atmış ve
"Sadece senin mi deden var sanıyorsun?" demiş.” Maalesef
ilçemizde hala dedesinden kalma yöntemlerle iş yaptığı halde
başarılı olmayı bekleyen işletmeler var. Dünya çok değişti ve buna
bağlı olarak müşteri beklentileri ve tercihleri de değişti. Örneğin
Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe gibi büyük takımlar için
tasarladığı özel terlikler, taraftarın büyük ilgisi ile karşılaşınca,
Twigy cirosunu katladı. Şirket, taraftar terliklerinin yanı sıra
yediden yetmişe herkesi cezbeden modelleri ile cirosunu 7 milyon
dolardan 18 milyon dolara taşıdı. Twigy’den önce terlik hiç bu
kadar farklılaşmamıştı.
Peki, atalet ne demektir? Atalet; durgunluk, tepkisizlik,
kararsızlık, hareketsizlik, isteksizlik, işsizlik, gibi anlamlara
gelmektedir. Aile hayatında çocuklarla ilgilenmemek, okul
hayatında öğrenmek için çaba göstermemek, toplum hayatında
neme lazımcılığı benimsemek birer atalet örneğidir. Atak, enerjik,
heyecanlı, istekli, akılcı, fırsatçı… çerçeve içerisinde hareket
ederek; bir öğrencinin öğrenmek için didinmesi bu yolda
öğretmenlerini zorlaması ve araştırmalar yapması onun girişimci
103
tutumuna işarettir. Böyle bir öğrenci, üzerinde oluşan öğrenme
ataletini kırabilmiş demektir.
İlçemizdeki ataleti kırmak için ne yapmak gerekiyor?
Küresel ölçekte düşünüp yeni fikirleri işlerimize uyarlamamız
gerekiyor. Yapılanı yapmak yerine, yapılmamışı yapmak
gerekiyor. Bunun içinde cesaret şart. Bolvadin Girişimciler
Derneği (BOLGİDER) cumartesi günü saat 14’de Boldav’ın
toplantı salonunda bayramlaşma gerçekleştirildi. Bunun yanında
ilçemizdeki ataleti kırmak için neler yapılabilir üzerinde beyin
fırtınası yapıldı. Toplantıda da ifade ettiğim gibi “geçmişi bir tarafa
bırakıp yeni olarak ne yapabiliriz” bunun üzerinde durmak
gerekiyor. Umarız bu toplantılar ilçemizdeki ataletin önüne
geçmek için iyi bir fırsat olabilir. Bu arada organizasyonda ciddi
emeği olan hemşerimiz Barış Ak’ı tebrik ediyorum. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 544, 22 Kasım 2010)
104
NEDEN BOLVADİN’DEN IŞIKÇI, REJİSÖR YA DA
FİGÜRAN ÇIKMAZ?
İnsanlar tecrübeleri nispetinde değil,
tecrübelerinden aldıkları dersler nispetinde olgundurlar.
Bernard Shaw
Geçenlerde sevdiğim bir dostum çok ilginç bir söz söyledi:
“Bolvadin kale gibidir. İçeridekiler dışarı çıkmak ister.
Dışarıdakiler de içeri girmek ister.” Gerçektende Bolvadin’de
özellikle Bolvadinli gençler dışarı açılmak isterken gurbetteki
hemşerilerimiz de Bolvadin’e gelmek istiyor. Peki, Bolvadin’e
hangisi daha duyarlı? Bolvadin’de yaşayanlar mı? Yoksa gurbette
yaşayan Bolvadinliler mi? Ben açıkçası uzun zamandır
Bolvadin’de yaşayanların problemlerle yaşamaya alıştıkları için
artık hayatı sorgulamadıklarını düşünüyorum. Dışarıdan gelenler
daha iyi hizmet, daha kaliteli ürünlere ulaşabildikleri için hemen
kıyaslama yapabiliyor. Yine memleketin problemlerine
dışarıdakilerin daha duyarlı olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni
ister gurbet deyin, ister memlekete duyulan hasret deyin ama
benim gözlemlediğim gerçek dışarıdaki Bolvadinliler’in
memleketteki gelişmelere daha duyarlı olduğunu biliyorum. Bir
ölüm haberini Ankara’daki hemşerimiz, Bolvadinliler’den önce
öğrenebiliyor. Hiç unutmam Bolvadinliler gurubuna bir yazı
göndermiştim. Sadece bir kişiden o da ABD’nin New Jersey
eyaletinden bir hemşerimiz cevap yazmıştı. Bolvadin’in dışında
yaşayıp memleket hasreti çekenlerin Bolvadin’e özlemini ve
duyarlılığını arttırdığını düşünüyorum.
İstanbul’da iş yapan ve hemşerimiz olan bir işadamına:
“Bolvadin’de Yücel Çakmaklı gibi bir yönetmen çıkarda nasıl
olurda bir figüran, bir ışıkçı, bir rejisör çıkmaz. Bolvadin yetenek
fakiri bir yer mi?” diye sormuştum. İşadamımız aynen şu cevabı
vermişti: “Üzgünüm ama Bolvadin yetenek fakiri bir yer. Ve
gençlerimizde çalışma şevki yok. Pek çok Bolvadinliyi işe aldım
ama aldığıma, alacağıma inan pişman oldum. Pek çoğu işi
gerektiği gibi yapamadı ve Bolvadin’e geri döndü.” Bizler
maalesef küresel rekabette çalışacak gençleri Bolvadin’den
çıkaramıyoruz. Hatta onların Bolvadin’den dışarı çıkmasına
müsaade etmiyoruz. Bolvadinli gençlerimizin önünü açmalı onları
105
seradan dışarı çıkartmalıyız. Çünkü dışarıda fırtına vardır, hava
soğuktur ama seradaysanız bunlardan haberiniz yoktur.
Gençlerimizin büyük şehirlerde tecrübe kazanmalarına müsaade
etmeliyiz. Maalesef o gün Bolvadin’den ünlü bir yönetmen
çıkmasına rağmen neden bir figüran, bir ışıkçı, bir rejisör
çıkmadığını öğrendim.
İçerde olup da hiç dışarı çıkmayan ya da askerliğini yapıp
Bolvadin’de hayatını devam ettirenden gençlerimiz başarıyı
yakalayamaz. Dışarıdaki hayatı görmeyen, Bolvadin’in dışında iş
tecrübesi olmayanlardan ya da başka bir değişle “dünyası Bolvadin
olanlardan memleketi bırakın kendine fayda gelmez.” Nice gençler
bilirim memlekette horoz gibidir, gurbette süt dökmüş kediye
döner. İşte o gurbet o genci adam eder. Gençlerimiz “dışarıda da
bir dünya var mı?” demedikleri sürece başarıyı yakalayamaz.
Bunun yanında gurbette kazandığı tecrübeleri memleketiyle
paylaşmayıp solucanlara yem edeceklerden de memlekete fayda
gelmez. Bu arada hemen belirteyim sekiz yıl Kütahya’da iş
deneyimim oldu. Bu da bana hayat tecrübesi olarak çok şey kattı.
Kısacası memlekete faydalı olmanın yolu gurbette tecrübe kazanıp
bunu Bolvadin’de Bolvadinlilerle paylaşmaktan geçiyor.
Dış Ticaret Günleri yüksekokulumuzda yapıldı.
“Şirketlerin profesyonel yönetilmesi gerektiği, pazarlamada ürün
faklılaştırılmasının ne kadar önemli olduğu, hala eski kutularla
lokum satışı yapılamayacağı, bir hasır bile farklılaştırılırsa ne kadar
satış yapılabileceği, bunun yanında dedelerimizden kalan
yöntemlerle şirketlerin yönetilemeyeceğinin altı çizildi. Yine
Afyon ekonomisinin pozitif yönde ilerlediği hatta bazı
girişimcilerin tarlaları göstererek devre mülk satışı yaptığı”
söylendi. Bunları duyunca “Afyonlular nasıl tarlayı gösterip de
devre mülk satarken biz arkasında belediye gibi kurumsal
güvencesi olan Nurtaş Villalarını satamadık?” sorusu aklıma
takıldı kaldı. Her zaman söylediğim gibi pazarlamasını bilirsen
tarlayı bile gösterip satarsın. Pazarlama müşterinin beyinlerini
kazanma savaşıdır. (24 Eylül Gazetesi, 15 Kasım 2010, Sayı:
543)
106
PROBLEM BELLİ AMA ÇÖZÜM NE?
Geçtiğimiz aylarda (18 Nisan 2011) Gündem Gazetesinde
yer alan haberde Bolvadin’de boşanma oranlarının yüksekliğinden
ve bu oranın Türkiye ortalamasının üç katı yüksek olduğundan
bahsediyordu. İşin ilginç olan yanı bu haber kamuoyunun
gündemini hiç meşgul etmedi ve haberle ilgili çok fazla yorum
yapılmadı. Oysa devletlerin temeli ailelerdir. Gelecekte
Bolvadin’de yaşanacak sosyolojik problemlerin habercisi Gündem
Gazetesinde yer alan haberdi. Bu oranı düşürmek hatta sıfırlamak
Bolvadin için hayati derecede önemli bir konu. Bunun için STK’lar
iş birliği yapmalı, kamu kurumları bu konuyu üzerine gidilmesi
gereken ciddi bir problem olarak görmeli. Camilerde, okullarda ve
gerekirse kahvelerde konuya ilişkin eğitimler verilmeli. Bunun
yanında bu oranın bu kadar yüksek olmasının nedenleri nelerdir?
Konusu bilimsel olarak araştırılmalı ve çıkan sonuç kamuoyu ile
paylaşılması gerekiyor. Konuyu bir hikâye ile bitirelim.
Kayserili bir adam ellisinden sonra biraz para kazanmaya
başlayınca tekrar evlenmeye kalkar. Oğulları buna karşı çıkarak:
“Aman baba bu yaptığın çok ayıp, anneme haksızlık olur. Onun
gösterdiği sevgi ve fedakârlığa reva mı? Ayrıca senin alacağın
kadın çok şeyler ister. Etme eyleme…” derler. Babaları: “Olsun
oğlum size ne, kazanan da benim harcayacak olan da.” der.
Çocukları bakarlar ki babaları laftan sözden anlamıyor. Çare olarak
Kayseriliye has keskin zekâlarını kullanırlar. Hem aileyi kurtarmak
hem de paranın azdırdığı babalarına ders vermek için kolları
sıvarlar. “Tamam baba seni evlendireceğiz. Yeni kadın geleceğine
göre artık annemin evde durması yakışmaz. Onu anneannemlere
gönderelim.” derler. Çocuklar kendi aralarında yaptıkları planı
uygulamaya koyarlar. “Baba sana çok güzel bir kadın bulduk.
Yalnız altın istiyor.”
-Olsun oğlum güzel ise paradan kaçmam.
-Tamam baba on bilezik , bir gelip inci alacağız , para..
-Baba burma alacağız para..
-Baba düzen düzülecek para..
- Baba çalgı tutulacak para...
107
Derken babalarını epey masrafa boğar ve evlenmek
istediğine pişman ederler. Nihayet annelerini bir güzel süsleyip,
boyalayıp gelinlikler içinde davullu zurnalı eve gelin getirirler.
Adam işi fark edemez ve hayatından çok memnun bir gün geçirir.
Herkes merakla sabahı bekler. Sabah olunca adam bakar ki kadın
kendi karısı... Her ne kadar belli etmese de hanımından utanır.
Çocuklarının ve çevrenin yüzüne bakamaz olur. Çocuklarsa bir
aileyi kurtarmanın sevincini yaşarlar... (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
572, 6 Haziran 2011)
ELÇİYE ZEVAL OLMAZ
Yerel gazetede yazı yazmak bazen ilginç diyaloglara neden
olur. Bazen yazdıklarınızdan daha çok yazmadıklarınız konuşulur.
Medyanın gücüne inanıldığından mıdır bilmem ama tanıdıklarınız
ya da yeni tanıştığınız biri dertlerini anlatmaya başlar. Ben,
eleştirilerin memlekete pek faydalı olduğunu düşünmediğimden bu
tarz yazıları yazmamayı tercih etmişimdir. Böyle olunca da “etliye
sütlüye dokunmuyorsun.” eleştirileriyle karşılaşıyorsun. Bugün bu
köşemde üzerime artık vazife olan okuyucu görüşlerini kimseyi
mümkün olduğunca kırmadan ileteceğim. Bunlar sırasıyla şöyle:
Belediyenin yaptığı en güzel iş çarşıdaki parkları paralı
hale getirmesidir. Çarşıda artık rahat nefes alabiliyorum.
Millet Vekilimiz Ahmet Koca’nın memlekete yapacağı en
büyük katkı Bolvadin-Emirdağ yolunu genişletmesidir. Gerçekten
108
bu yol Bolvadin’e hiç yakışmıyor. Bolvadin bu konuda vakit
kaybetmemeli.
Belediye, yüksek okula giderken kaldırımların refüjlerini
yaptı ama üstleri hala kum yığını ve yüksekokul öğrencileri
kaldırım tamamlanmadığından yolun ortasından gidiyorlar. Bu
konuda da vakit kaybedilmemeli.
Bolvadin’de bir sürü göl kooperatifi var. Bunları tek çatı
altında profesyönel bir yönetimle birleştirsek ve üyelerin
çocuklarına da istihdam için öncelik versek daha iyi olmaz mı?
Memlekette bir sürü atarabası var. Bunların yerine birkaç
fayton olsa. Belediye de bu kişileri desteklese güzel olmaz mı?
(Bazı güzergahlar atarabalarına kapalıyken, faytonlara açık olsa…)
Afyon’daki Ermen TOKİ’de hem camii hem de okul var.
Bolvadin TOKİ’de ise ne arar. Nerede okul? Çocuklar perişan…
Turizm gibi her geçen gün uzmanlık gerektiren bir alanda
Heybeli Termal’de belediye başarılı olamıyor. Bu dün de böyleydi,
bugün de böyle korkarım ki gelecektede aynı olacak. Bolvadin
Heybeli’yi bir turizm firmasına belirli şartlar altında (birkaç
yıllığına, en yüksek kira bedelini veren ve söktörel deneyimi güçlü
olan) tamamen kiralayabilmeli. Bu fikir kanaatimce Bolvadin’de
çok tartışılır ve kabul görmez. Ne kadar radikal bir fikir olsa da
bence gayet mantıklı. Görmeden bilemeyiz. Küçük olsun benim
olsun matığından da hızla uzaklaşmalıyız. Bugün Gazlıgöl ciddi bir
cazibe merkezi durumunda iken biz düne kadar Afyonlulara sıcak
su vermemeyi başarı saydık. Kaplıca küçük ama bizim oldu.
Medeniyet sohbetleri güzel bir uygulamaydı. Zaten sosyal
açıdan fakir olan ilçemizde bu etkinlik devam ettirilmeliydi.
Yücel Çakmalı’nın adı, sürekli ilçemizde yaşamalı. Bu
sebeple “Yücel Çakmalı Güzel Sanatlar Lisesi” ilçemize
kazandırılmalı. Bolvadin vefa borcunu bu şekilde ödemeli. Akşehir
bile Yücel Çakmalı’ya sahip çıkıyor. Bana okuyucularımdan ve
eşraftan gelen mesajlar bu şekilde. Dedim ya elçiye zeval olmaz.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 521, 14 Haziran 2010)
109
BOLVADİN ÖNEMLİ BİR DEĞERİNİ KAYBETTİ
Bu kentin insanı en iyi şartlarda yaşamayı ve en iyi hizmeti
almayı hak etmektedir.
Mehmet Koçum
Bazı durumlarda ne yazacağınızı, nasıl yazacağınızı
bilemezsiniz.
Eliniz bilgisayarın tuşuna gitmez.
Ve kelimeler kifayetsiz kalır.
Belediye başkanımız Mehmet Koçum’un ölüm haberini tüm
Bolvadinliler gibi bende derin üzüntüyle öğrendim.
Kara haber tez yayılır derler ya…
Bu haberi öğrendiğim de Afyon’daydım.
Her ölüm gibi bu kara haber de bizi hazırlıksız yakaladı.
Her karşılaştığımızda “yazılarını okuyorum” deyip gülümserdi.
Çoğu kişi Bolvadin için taşın altına elini koyamazken,
Onun yüreğindeki Bolvadin sevgisi her zaman ağır basmıştır.
“Ateşten gömlek” diye düşündüğüm Bolvadin Belediye
Başkanlığı görevine talip olup, bu görevi kazanmıştır.
Bolvadin’de her bireyin siyasi düşüncesi farklı farklıdır.
Ama kim Mehmet Koçum’un kişiliğine, sağlam duruşuna farklı
bir şey söyleyebilir?
Bazen okuyucularım “Neden siyasi yazılar kaleme almıyorsun?”
diye sorarlar.
Bunun iki nedeni vardı: “Birincisi tek siyaset vardır. O siyasette
ticarettir.” Siyasetle değilde ticaretle uğraşan şehirler bugün çok
110
hızlı gelişmişlerdir. Kayseri, Gaziantep, Konya ve Denizli buna
örnektir.
Siyasi başarılar iktisadi başarılarla taçlandırılmazsa sonuç hep
hüsran olacaktır.
İkincisi siyaset içimizdeki sevgi ve hoşgörüyü alıp götürüyor.
Bazılarına göre siyaset konusunda Bolvadin bir siyaset
okuludur. Siyasete gireceklere rahmetli Özal şu tavsiyelerde
bulunurmuş. Özellikle “acemi ve ne oldum delisi siyasetçilere”
dermiş ki; “Siyasette çok acemisiniz, siyaseti öğrenmek
istiyorsanız, ya Bolvadin’e gidin bir iki hafta gözlem yapın
gelin, ya da Kırıkkale’ye gidin siyaset öğrenip gelin.” Özalın
ben bu ifadelerine rağmen Bolvadin’deki yapılan siyasetin
aramızda ciddi önyargı oluşturduğunu düşünüyorum.
Bu da karşılıklı konuşmamaya ve sebebi belli bile olmayan
kırgınlıklara neden oluyor.”
Şimdi düşünüyorum da iyi ki siyasi yazılar yazmamışım.
Siyaseti bir tarafa bırakalım.
Mehmet Koçum, toplumun beğenisi kazanıp, tüm
Bolvadinlilerin yüreğine bağdaşı kurdu.
Bolvadinlilerin yüreğine bağdaşı kurmak her babayiğide nasip
olmaz.
Bolvadin maalesef çok önemli bir değerini kaybetti.
Koçum’un birleştiricilik ve toplumla iç içe olma konusundaki
başarılarını hep özleyeceğiz.
Allah rahmet eylesin ve mekânı cennet olsun.
ZITLIKLAR
Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı.
Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz.
Konforumuz arttı, ama zamanımız daraldı.
Diplomamız bol ama sağduyumuz az.
Uzmanlar arttı ama sorunlar çoğaldı.
İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı.
Çok para harcıyoruz ama az gülüyoruz.
Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz.
Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz.
Çok konuşuyor ama az gönül yeriyor ve bol yalan söylüyoruz.
111
Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik.
Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama komşumuza uğramak
için karşı sokağa geçmiyoruz.
Uzaya ulaştık ama kendi iç derinliklerimizden habersiziz.
Havayı temizledik ama ruhları kirlettik.
Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık.
Çok yazıyor ama az gelişiyoruz.
Daha çok plan yapıyor ama daha az sonuç alıyoruz.
Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla.
Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı.
Tanıdıklar çoğaldı ama dostlar eksildi.
Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı.
Daha mutlu olmak için somurtarak çalışıyoruz.
Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi yitirdik.
Ve nihayet: Hayata yıllar ekledik, yıllara hayat katamadık.
Ne dersiniz, acaba tüm bunların farkında mıyız?
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 545, 29 Kasım 2011)
BOLVADİN LAFLA DEĞİL, İCRAATLA SEVİLİR
Vatan sevgisi imandandır.
Hadis-i Şerif
“Çok iyi anlamalıyız ki; vatan lafla, sloganlarla
sevilmez, vatan eylemle sevilir. "Vatanını en çok seven görevini
en iyi yapandır." Bugün sokakta kime sorarsanız vatanını
sevdiğini söyler ama bu kadarının yetmediği apaçık ortada.
Demek ki vatan sevgisi başka bir şey, vatanı bir başka türlü
sevmek gerekiyor. Vatanı sevmek aşık olmak gibi ciddi bir
şeydir; başka sevgilere benzemez. Vatan uzaktan sevilmez,
Vatan yemek sever gibi, renk sever, kıyafet sever gibi, takım
tutar gibi sevilmez. Vatan öylesi de olur böylesi de olur,
kazansak da olur kaybetsek de olur diyerek sevilmez. Vatan
kerhen sevilmez. Vatan ruhla, bedenle, akılla, yürekle, bilekle,
tepeden tırnağa insanı insan yapan her şey ile her hücre ile
sevilir. Vatan tektir, birdir, vazgeçilmezdir, taviz verilmezdir,
112
hiçbir şeyle kıyaslanamaz, yerine hiçbir şey konulamaz. Maldan
mülkten, paradan puldan, candan canandan her şeyden geçilir,
Vatandan geçilmez. Çünkü Vatan'ın içinde hayatınız,
sevdikleriniz, milletiniz, atalarınız, tarihiniz, geçmişiniz,
geleceğiniz, namusunuz, onurunuz, refahınız, mutluluğunuz,
huzurunuz, hayalleriniz vardır. Vatan sevgisi sevgi kelimesinin
sınırlarını öylesine zorlar ki, o sevginin içini ruhla, kararlılıkla,
inançla, özveriyle, eylemle beslemezseniz, sevginizin Vatana bir
faydası olmaz, o sevgi ancak egonuzu tatmin etmeye yeter,
çoğumuzun yaptığı gibi... Vatan sevgisi belirli günlerde, anma
etkinliklerinde, törenlerde ya da sadece duygularda yaşanacak
bir heyecan değildir. Vatanı sevmenin eylemsel bir karşılığı ve
sonucu etkilemeyi hedefleyen tutarlı ve inançlı bir bütünlüğü
olmalıdır. Çoğumuzun iyi niyetinden şüphem yok, ama bugünkü
şartlarda sonucu etkileyemediğimiz, değiştiremediğimiz sürece
sadece iyi niyet yetmiyor. Vatan sevgisi evlat sevgisi gibi
olmalıdır. Bir anne, bir baba nasıl çocuğunu her ne yaparsa
yapsın, yaramazlık da yapsa, kötü bir şey de yapsa yine de
sevgisinde bir azalma olmaz, ilk günkü gibi evlat sevgisiyle
koşulsuz sever ve 24 saat, uykusunda bile evladının sağlığını, iyi
okullara gitmesini, iyi imkânlara sahip olmasını, geleceğini,
mutluluğunu düşünür ve bunu sağlamak için çalışır, araştırır,
fedakârlık yapar, kendi yemez yedirir, kendi giymez giydirirse,
gerçek vatan sevgisi de böyle olmalıdır. Ülkesini, insanları
gerçekten, içten, samimiyetle seven 24 saat, uykusunda bile
böyle düşünür, her davranışında böyle hareket eder.
Yaptıklarının, seçimlerinin, kararlarının ülkesine zarar
vermemesine, ülke hassasiyetlerine dikkat eder, onun da
ötesinde ülkesine, insanına faydalı olmasını, olan bitende
kendisinin de yapıcı, geliştirici, iyileştirici bir payı olmasını
ister.” Beni derinden etkileyen bu sözler Nasuh Mahruki’nin
Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir kitabından. Vatan nasıl
eylemle sevilirse, Bolvadin’de icraatla sevilir. Ben bu konuyu
bir hikâyemle açıklamak istiyorum.
Uzun yıllar önce amcam beni ve biraderimi mezarlığa
ziyarete götüreceğini söylemişti. Günlerden ne arife günüydü ne
de yenilerde bir cenazemiz vardı. Giderken yanımıza kâğıt ve
113
kalem almamızı istemişti. Derken kabristana gittiğimizde en
baştan başlayıp mezar taşlarındaki lakapları bir kâğıda
yazmamızı istedi. Birkaç ismin yeterli olacağını düşünürken
sonradan öğrendik ki mezarlık baştan sona taranacaktı. Ve her
birimizde ayrı ayrı üç noktadan başlayıp mezar taşlarındaki
lakapları yazacaktık. Ben o zamanlar buna açıkçası pek anlam
verememiştim. Kardeşimle beraber epey lakap çıkartmış bunları
da özenle yazmıştım. O gün yorucu, ama bu yorgunluğa değecek
bir iş mi yaptık merakıyla noktalanmıştı. Aradan birkaç yıl geçti.
Bizimde birazcıkta emeğimiz olduğu ve çok merak ettiğimiz
kitabın müsvettesi elimizdeydi. İlerleyen tarihte kitap
basılacaktı. Kitabın birçok başlığı vardı. Atasözleri, Değişler,
Bilmeceler, Tekerlemeler, Maniler, Ninniler, Dualar, Beddualar,
Deyimler ve Bolvadinli Sözlüğü bölümleriyle 12 bin 500 sözün
derlendiği 520 sayfalık eserdi. Bunlardan biride bizim mezarlık
mezarlık dolaşıp hikâyemizi oluşturan lakaplardı. Kitapta ne bir
sponsor vardı, ne de bir reklam vardı. Neyse uzatmayayım kitap
kimsenin maddi desteği olmadan bir emekli maaşı ile bastırıldı.
Kısacası kitabın yazılması bir emek, basımı başka bir emekti.
Nihayetinde amcam bu kitabı çok büyük emeklerin sonunda
çıkarttı. Ve gerçekten bence müthiş bir eser oldu. Sadece kitabın
bir bölümüyle meşgul olmak bile müthiş bir sabrı gerektirir diye
düşünüyorum.
“Söz Derlemeleriyle Bolvadin” isimli kitap 2007 yılında
okuyucularıyla buluştu. Amcam emekli olduktan sonra kendi
köşesine çekilmedi. Ve ilçemizin değerini çok sonraları
anlayabileceği bir kitap yazdı. Lafa gelince mangalda kül
bırakmayanların yerine, o “söz uçar yazı kalır” düsturu ile
hareket edip yazılı bir eser bıraktı. Bazıları Bolvadin’i lafla
severken o bir şeyler yaparak gösterdi. Öğretmelikten emekli
olduktan sonra bir köşeye çekilmedi. Neden bunları kaleme
alıyorum peki? Ne kitabın, ne de amcamın bu saatten sonra
reklama ihtiyacı var. Ama Bolvadin’in sözde değil özde
Bolvadinlilere ihtiyacı var. Sağlıklı olup, iyi eğitim alıp lafa
gelince kül bırakmayan bırakın kitabı bir yazıyı kaleme
almayanlara ne demeli? Ya da ekonomik durumu el verdiği
halde “zenginliği başka şehirlerde, fakirliği Bolvadin’le
114
paylaşan” girişimcilerimize ne demeli? Amcam Abdil Çakırer,
öğretmen emeklisi olarak ve memleket sevdalısı olarak bunu
yaptı. Sadece amcam mı? Bu duyguyu hisseden ve çok güzel
eserler yazan Osman Göker ve Muharrem Bayar hocalarımızı,
okul yaptıran işadamlarımız Ceylan Emet’i, Yusuf Kayabaşı’nı,
Naciye & Nurettin Taktak’ı bu noktada unutmamak gerekir. Bu
yazıyı memleketi tutkuyla sevdiğini iddia edip elini taşın altına
koymayanlar için yazdım. Bu yazıyı Bolvadin’in lafla değil
icraatla sevilebileceği düşündüğüm için yazdım. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 556, 14 Şubat 2011)
TEŞEKKÜRLER HOYEK
Türkü Bilmeyen Türk'ü Bilmez
Anonim
Cehennemde her ülkenin bir kazanı varmış. İçinde sıcak
kaynayan yağ olurmuş. Günah işleyenler bu kazanlarda
cezalandırılıyormuş. Kazandan kafasını çıkaranları zebaniler
kafasına vurarak geri kazana sokuyormuş. Baş zebani bir bakmış
diğer kazanlarda herkes çıkmaya çalışıyor ama Türkiye’nin
kazanından kimse kafasını bile çıkarmıyor. Baş zebani
zebanilerden birini çağırmış ve sormuş: “Niçin Türkiye’nin
kazanından kimse çıkmıyor? Yoksa orda günahkâr yok mu?”
Zebani cevap vermiş: “Olmaz mı? Çıkmaya çalışanı alttakiler
geri çekiyor.” demiş. Bu hafta yazıma çok sevdiğim bir fıkrayla
başlamak istedim. Maalesef ülkemizde pek çok emek takdir
edilmiyor. Ülkemizde kabul edilmesi gereken bir gerçek vardır
ki, ekmeğe basmayız ama yaratılanların en üstünü olan insanı
yerde görürsek üstünden geçeriz. Marifetler iltifata tabidir. Fakat
bizler iltifatlarda pinti, yıkıcı eleştirilerde ise bonkörüzdür. Mark
Twain bir keresinde şöyle söylemiştir. “İyi bir iltifat beni üç ay
idare eder.”
Ben Devrim hocayı yaklaşık beş yıldır tanıyorum. Ne
kadar sistematik bir çalışma prensibine bağlı olduğunu, ekipteki
oyuncular zamanla değişse de değişmeyen tek şeyin Devrim
hocanın Japonvari çalışma disiplini olduğunu biliyorum. Devrim
115
hocayı tek cümle ile ifade etmek gerekirse: “Bolvadin’e halk
oyunlarını sevdiren kişidir.” Hani reklamlarda kullanılan bir
ifade var ya: “Birileri gelir bir şeyleri değiştirir.” Devrim hoca
bu işe can-ı gönülden sarıldı ve bunu başardı. Kendi Balıkesirli
olsa bile bence o bu saatten sonra örnek bir Bolvadinli olmuştur.
Bu sebeple bu ekibin kıymetini bilmek gerekiyor. Bu ekip
Bolvadin için bir fırsattır. Sayısız Afyonkarahisar il birincilikleri
ve ilçemizi Afyonkarahisar adına pek çok yarışmada temsil
etmesi takdire şayandır. Hoyek 13 Mayıs 2011 tarihinde ilçemiz
kapalı spor salonunda enfes bir gösteri düzenledi. İlçemiz
maalesef sosyal aktivite açısından fakir bir ilçe bu sebeple
Devrim hoca ve ekibini tekrar kutluyorum. İyi ki varsın Devrim
hoca, iyi ki varsın Hoyek. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 569, 16
Mayıs 2011)
BARIŞ CEYLAN AK
Memleketimiz de fark edemediğimiz ya da fark etmek
istemediğimiz öyle güzellikler var ki… Bu yazımda bundan
bahsetmek istiyorum. Zaten toplum olarak eleştiri yapmada ki
bonkörlüğümüzü iltifat yapmada gösteremiyoruz. Barış Ceylan
Ak… Belki de tanıdınız bu ismi… Barış, Ak soğutmada bazı
beyaz eşya firmalarının servis işini yapıyor. … Neden böyle bir
yazı yazıyorum? Geçenlerde uzun aradan sonra Barış ile
görüştük. Her zamanki gibi pozitif enerjisi üstündeydi. Hemen
konuya girdi. “AB sürecinde proje yapıp hibelerden yararlanıp,
gençlerimize istihdam yaratan bir proje yapalım. ÜniversiteSanayi işbirliği şart…” Bir an düşündüm de memleketimiz de
116
kaç kişi bunu ciddi ciddi kendine problem edip, dillendiriyor?
Ekonomik durumu yerinde olduğu halde, memlekete hiç çivi
çakmadığı gibi “Bu memlekete bu yatırım fazla bile…” diye
düşünenler bunun vebalini nasıl ödeyecekler? Sadece kendi
kazancını düşünüp, geriye dönüp baktığında arkasında hiç sosyal
projesi olmayanlar ne düşünür bilmiyorum? Üzüldüğüm nokta
içimizde tek başına pek çok şey yapabileceği halde, hiçbir şey
yapmayanlara… Üzüldüğüm Barış bunu ciddi ciddi bir problem
yapmış iken, bazılarının görmezden gelmesi… İnsanların bir şey
yapmasından vazgeçtim, bunu düşünüp dillendirmesi bile
yaramı soğutur. Ama bunu görmezden gelmek inanılır gibi
değil. (Karanlığa Işık Gazetesi, Sayı: 74, 28 Ocak 2009)
BOLVADİN AŞKIN ARABESK HALİDİR
Bulamazsın ne başka bir deniz, ne de başka bir belde.
Bu kent peşini bırakmaz senin.
Dolaşacağın hep bu sokaklardır, bu kentin alanları,
kararan bu evler arasında yaşlanacaksın.
Hep bu kente varacaksın. Kaçabilirim sanma
Konstantin Kavafis
Şehir ve insanlar arasında bir etkileşim vardır. Nasıl insanlar
şehri şekillendiriyorsa, şehirler de zamanla insanları
şekillendirir. Bu yönüyle şehir, binası olmayan bir okul, kitapsız
bir kütüphane gibidir. Orada ne bir öğretmen, ne de formalı
çocuklar bulunur. Bütün öğrenciler, bu okula doğuştan
kaydolurlar ve asla mezun olmazlar. Şehirler kültürü bütün
ayrıntılarıyla ortaya koyan, medeniyeti bütün özellikleriyle
somutlaştıran yerlerdir. Her medeniyetin farklı bir şehir anlayışı
vardır. Şehri oluşturan kurumlar, bu kurumlara verilen önem
birbirinden farklıdır. Bu sebeple aynı medeniyetin bütün
şehirleri temel özelliklerde benzeşirler. Bir şehrin öyküsü o
şehirde yaşayanların, o şehre geçici süreyle gelmiş insanların, o
insanların kendi kişisel yaşamlarının, birlikte oluşturdukları
yaşamlarının, bu yaşamlarda oluşturulan mekânların öyküleridir.
Şehirler ve insanlar arasındaki ilişki hem şairlerin hem de
117
yazarların ilgisini çekmiştir. Bazıları bu ilişkiyi daha da ileri
götürerek her şehri bir bireye benzetmişler. Örneğin Orhan
Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı. Sen benim
sana susadığımda çeşmelerinden su içtiğim Şehr-i
İstanbul’umsun” derken yapılanların hepsi bu bağlamda
değerlendirilir. Bunun yanında, gerek şairler gerekse yazarlar
insanların sıfatlarını şehirlere yüklemişlerdir. Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın, hayatının geçtiği yerler olan Ankara, Erzurum,
Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerini anlattığı deneme türü eseri
Beş Şehir’de asıl konu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından
duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır. İlk bakışta
birbiriyle çatışır gibi görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde
birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği
şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir." olarak ifade ederken
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan İstanbul kitabında neler
söylüyor: "İstanbul şairin deyimiyle, 'lûtfu da hoş, kahrı da hoş'
bir şehirdir. İstanbul, oraya gelen ve orada yaşayan herkes için,
aynı anda hem gurbettir, hem vuslattır. İşte onun için, yaşanan
dramlar, trajediler dahi, İstanbul tutkusunun içinde onulmaz bir
aşka, kopması imkânsız bir tutkuya dönüşür. İstanbul aşkın her
halidir." Peki hiç düşündünüz mü? İstanbul aşkın her hali ise
Bolvadin aşkın hangi halidir?
Sizler ne düşünüyorsunuz
bilemiyorum ama ben
Bolvadin’in aşkın arabesk hali olduğunu düşünüyorum. Arabesk
kelimesi sanatta doğu ile batının sentezini ifade eder. Orhan
Gencebay'ın "Başa Gelen Çekilirmiş", "Sevenler Mesut Olmaz"
ve "Bir Teselli Ver" kırkbeşliklerinin plak dünyasında o güne
kadar görülmemiş satış rekorları kırması, Gencebay'ın kendine
özgü yorumuyla olağanüstü sayıda dinleyici bulması böylesi bir
konuya sinemanın da el atmasına neden oldu. 1970'li yılların
başında yine Orhan Gencebay ile başlayan arabesk filmler
furyası sinemamızdaki diğer türlere benzeseler de kendilerine
özgü birtakım farklılıklar içerdi. Acı, hüzün, kara sevda, çile,
horgörülme, dışlanma, kahrolma, yoksulluk, kötü yazgı,
yakınma, umutsuzluk, kadercilik, karamsarlık gibi motifler en uç
noktalarda bir arada kullanılır. Mutluluk ve sevinç saman
alevinden ibarettir. O da acının ve çilenin dozunu arttırmak
118
içindir. Sevgi genellikle gerçekleşmesi olanaksız bir çizgidedir.
Yoksul-zengin çelişkisi bu olanaksızlığı yaratan en önemli
etkendir. Gerçekleşmesi olanaksız sevginin önerdiği çözüm yolu
da hayli ilginçtir. Kısa sürede şan, şöhret ve servete kavuşmak.
Minibüslerin kimi yerlerine yapıştırılan "Sabret gönül bir gün
olur." özdeyişi bu önerinin sabırla yoğrulan bir başka ifadesidir.
Uzun lafın kısası Bolvadin’de yaşayıp da yaşadığı kadim kenti
sevmeyen yoktur. İnsanlar memleket sevgisinden dolayı bir
şeyler yapmak isterler. Bir şeyler yapar da. Fakat başka bir
hemşerimiz oda Bolvadin’i seven ve Bolvadin sevgisinden bu
yapılanın önüne geçer. İşin en ilginç tarafı ise aslında ikisi de
memleketlerini deli gibi seviyordur. Ama işte burada olay
arabeskleşir. Hani filmlerde çokça izlediğimiz repliklerle: “Ya
benimsin ya toprağın…”, “Bana yar olmayan hiç kimseye yar
olmasın….”
Yüksekokuldan Bolvadinli bir öğrencim geçenlerde bakın
şöyle bir yazı yazmış internetteki sayfasına: “Ne zaman bu
şehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini
bekliyorum. Gidersem dönmem çünkü biliyorum.” (Öğrencim
ne gidebiliyor, ne de kalabiliyor. Aslında arabesk kültürde en
fazla işlenen konu da budur: “Kalsam yürek dayanmıyor...
Gitsem gönül razı değil”…) Dedim ya İstanbul aşın her haliyse,
Bolvadin aşkın arabesk halidir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 591,
17 Ekim 2011)
ORTAK AKLI KULLANMALIYIZ
Danışan dağlar asmış danışmayan düz yolda şaşmış.
Türk Atasözü
Yazıma bir fıkrayla başlamak istiyorum. Yavru deve
annesine sormuş: “Anne niye bizim ayaklarımız bu kadar
büyük?” Anne deve cevap vermiş: “Çölde kuma batmamak
için.” Yavru deve tekrar sormuş: “Peki kirpiklerimiz niye bu
kadar gür?”Anne deve tekrar cevap vermiş: “Çölde kum
fırtınalarında kum kaçmasın diye.” Merakı yatışmamış olan
119
yavru deve bir soru daha sormuş: “Bizim niye hörgüçlerimiz
var?” Anne deve sabırla yanıtlamış: “Çölde çok uzun süre susuz
idare edebilmek için suyu hörgüçlerimizde depolarız.” Sonunda
dayanamayan yavru deve sormuş: “Peki anne, bu hayvanat
bahçesinde ne işimiz var?”
Bir gün dersteyken öğrencimin biri gazete kupürünü kesip
getirmiş. Gazete haberinde: “Çobanlar ilçesindeki toprak yerine
Hindistan cevizi lifleri içinde üretim yapılan ve termal suyla
ısıtılan seradan Avrupa ülkelerine geçen yıl 7 milyon TL’lik
domates ihraç edildi.” diye yazıyordu. Peki Heybeli Termal ne
kadar zarar etti. Tam 1 milyon TL. Arada yaklaşık 8 milyon
TL’lik fark var. Biz Heybeli’de ne termal turizm ne de sera işini
yapabildik. İyi de başta anlattığım fıkra ile konunun ne alakası
var? Bizim termal turizm alanında çok başarılı işadamlarımız
var mı? Var… Hem Ali Korkmaz hem de Ali Acar bu işin piri…
Bizim bu alanda sadece iş adamlarımız mı var? İş adamlarımızın
yanında turizm alanında çok başarılı akademisyenlerimiz var.
Umman’da bile turizm alanında başarılı akademisyenlerimiz var.
Peki, hem insan kaynağımız var hem de doğal kaynağımız var
da biz nasıl bu kadar başarısız olabiliyoruz? Bu kişilerden
yeterince yararlanmamız gerekir. Bunu yapabilir miyiz?
Geçmişte (6 Mayıs 1992) Eber Gölü için “Eber Gölü ve Çevre”
konulu sempozyum düzenlendi. Böylece Eber Gölü için çok
ciddi bir kamuoyu etkisi oluşturdu. Demek ki geçmişte bunu
yapmışız şimdi de yapabiliriz. İş adamlarımızın bağlantılarından
gerekirse önerebileceği özel sektör deneyimli yöneticiden
yeterince yararlanmamız gerekir. Akademisyenlerimizin de
önereceği yol haritasından yararlanmamız gerekir. Eğer
gerçekten bunu yapabilirsek petrol kadar değerli sıcak suyu
Bolvadin için gelir haline getirebiliriz. Çoğu zaman petrolü olup
da bunu kendi değerlendiremeyen Arap ülkelerine kızarız. Eğer
biz de bu termali değerlendiremezsek başkalarına değil kendi
kendimize kızmamız gerekir. Çünkü aşağıdaki Türkiye’nin
kaplıca haritasında göreceğiniz pek çok yer bizden sonra bu işe
girdi ve şimdi bizi geçti. Yarın Zafer havaalanı tamamlandıktan
sonra termal turizm rekabetinde gelişmişlik farkı daha da
artacak. Sanayinin merkezi Bursa bile artık turizmle anılmak
120
için çok ciddi yatırımlar yapıyor. Termal kaynağı olmayan yerler
yar altından sıcak su kaynağı bulmaya çalışıyor. Bizim ne yapıp
ne edip Heybeli tesislerini üzerine kafa yorup “ortak aklı”
kullanmamız gerekir. Hiç unutmuyorum bir kış vakti üç araba
Afyon’dan Heybeli’ye geliyoruz, karanlıktan Heybeli kavşağını
kaçırdık. Bu sebeple Heybeli’yi Afyon-Konya karayoluna
yaklaştırmamız ve o hinterlanda hâkim olmamız gerekir. (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 637, 3 Eylül 2012)
BOLVADİN’İ İLHAM VERENLER ZENGİNLEŞTİRİR
Sıradan öğretmen anlatır, iyi öğretmen açıklar,
üstün öğretmen o davranışı sergiler ve muhteşem öğretmen
ilham kaynağı olur.
William A. Ward
Walt Disney dünyada üç çeşit insan olduğunu söylermiş.
“Başkalarının cesaretini kıran, yaratıcılıklarını engelleyen ve
onlara yapamayacaklarını anlatan zehirleyiciler; iyi niyetli ama
kendi içine kapanık çim biçiciler, bunlar kendi çimlerini biçerler
ama başkalarına yardım etmezler. Son kategori, başkalarının
hayatlarını güzelleştirmeye uğraşanları, onları yükseltip ilham
verenleri içerir.” Son üç yıldır ilçelerin ya da bölgelerin nasıl
kalkındığını, kalkınırken hangi önemli stratejiler denediğini ve
bunu nasıl uygulamaya geçirdiklerini araştırıyorum. Bu
bilgilerle birlikte akademik bilgilerin ışığında da “Bolvadin nasıl
zenginleşir?” sorusunun cevabını arıyorum. Bu çalışmada pek
121
çok kişinin desteğini aldım. Bu önemli kişilerden biriside değerli
hocamız Osman Göker’dir. Kendisinin iki hafta önce kitap
çalışmamla ilgili yazısı yayınlandı. İlgisi için kendisine kuru bir
teşekkür etmek yerine gazetedeki köşemde düşüncelerimi ifade
etme gereğini duydum.
Osman Hocamız Bolvadin için fikir üretmenin ve bunu da
yazıya aktarmanın çok önemli olduğunu vurguluyor. 1997
yılında kitaplaştırdığı “Bolvadin’e Dair Düşünceler” çalışması
da bunu gösteriyor. Bu kitap aslında gelişmemiz için neler
yapmamız gerektiğini bunun yanında ne tür engellere
karşılaştığımızı gösteriyor. Peki neler söylüyor kitabında?
“Söz uçup gider, yazı kalır” “satıra geçmeyen, hatıra
geçmez” sözleri ölümsüz bir gerçeği ifade ediyor: Yazı her
zaman değerli ve önemlidir. Gerçekte dünyayı yöneten kalemdir,
mürekkeptir, kâğıttır tek kelime ile kitaptır. (s.128) (Kardeşi
Mehmet Ali Göker’in kitabı Bolvadin’e Elveda Kütahya’ya
Merhaba, Annesi Naime Göker’in Hayat Defterim ve
memleketimizle alakalı pek çok kitabın, derginin arkasında
Osman Hocamızın ciddi emeği vardır. )
Eleştiri hazır akıldır; ondan yararlanmayan akıl, akılsızdır.
Bu bakımdan eleştirileri daima faydalı hatta elzem
bulmuşumdur.
En
büyük
eksikliğimiz
eleştiriye
tahammülsüzlük, bu yüzden gelişemiyoruz. Eleştiri gerçeğe,
bilgiye, bilince, ölçüye dayanırsa yol gösterici; bunlara
dayanmaz da sezgiye, duyguya dayanırsa yıpratıcı olur. (s.57)
“Bolvadin’imiz daha güzel, daha yaşanır hale nasıl
gelişebilir. Bolvadin’deki hayat” ile ilgili gözlem ödevleri
öğrencilere yazdırılabilir, hatta yarışmalar düzenlenebilir; bu
ödevler rapor halinde basında yer alabilir. (s.44)
Dünya ülkeleri içinde Türkiye’nin konumu ne ise Türkiye’nin
içinde Bolvadin’in durumu da odur. (s.66)
Geçmişte “Bolvadin’e istasyon gelmesin, ahlakımız bozulur
diyen, dün “askeri birlik gelmesin namus elden gider” diyen
zihniyet bugün hangi akla hizmet ediyor bilinmez. (s.58)
“Kalite pahalı” olduğu için hemşerimiz rağbet etmiyor diyorlar.
Ucuz yaşamaya alıştırılmışız vesselam. (s.67)
Kooperatifler kendi aralarında birleşerek bir güç birliği de
122
oluşturabilirler. (s.27) (Kendisi 416 konutlu Bolova Yapı
Kooperatifinin kuruluşundan tamlanışına kadar başkanlığını
yürütmüştür. Yüzlerce kişinin ev sahibi olmasına öncülük
etmiştir.)
Sonuç olarak: gelişen şehirler veya ilçeler Walt Disney’in
dediği gibi zehirleyiciler ya da çim biçicileri sayesinde değil
ilham kaynağı olan kişiler sayesinde gelişiyor. “Hayatta kaç defa
nefes aldığımız değil, hayatımızda kaç anın nefesimizi kestiği
bize hayatımızı nasıl yaşadığımızı gösterir.” Değerli hocamız
Osman Göker için bu vecizeyi şu şekilde değiştirebilirim.
“Hayatta kaç kez nefes aldığınız değil, kaç kişinin hayatına
anlam kattığınız önemlidir.” Bu çalışmaya ve Bolvadin’le ilgili
pek çok çalışmaya anlam kattığı için Osman Göker Hocam’a
çok teşekkür ediyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 639, 17 Eylül
2012)
123
KEŞKE DEMEMEK İÇİN GÜNÜ DAHİ BEKLEMEYİN…
Bu hafta siz değerli okuyucularımla Can Dündar’ın bir
yazısını paylaşmak istiyorum. Rahmetli Vehbi Koç ile yapılan
bir televizyon röportajıydı. Yıllar önce..."Param var, malim var,
şanım var, mevkiim var, ama gel gör ki, iki kaşık bulgur pilavı
yiyemiyorum" demişti üzüntüyle. Domatesli bulgur pilavının
yanında turşu ve soğan çok uzun zaman önce yasak edilmişti
ünlü işadamına."Çok şükür bugünleri de gördüm ama..."diye
konuşmasını sürdüren ünlü sanayici "dünyanın en kudretli adamı
da olsan fark etmiyor..." diye eklemişti. Bir soğan, bir bulgur
bazen nelere bedel oluyor…
Emel Sayın'ın hayatının anlatıldığı bir programdı. Çok genç
yaşta başlayan yolculuğunda gücü, başarısı ve ışıltısından sonra
bugün geldiği nokta konuşuluyordu. Pek çok kadının yerinde
olmak istediği güzel, başarılı ve ünlü sanatçı,"Bir tek şeye
sızlıyor içim... Keşke bir çocuğum olsaydı "derken gözleri dolu
doluydu."Bana hep daha çok gençsin, önce işin, önce
sanatın,daha şöhretin başındasın dediler. Ama keşke kimseyi
dinlemeseydim. Keşke kimseyi dinlemeseydim..."
Gani Müjde ile söyleşi yaptığım bir programdaydık."Çok
küçüktüm ve babam kendi koşulları içinde beni şımartmaya
uğraşıyordu" diye başladı anlatmaya."Bir bayram arifesiydi.
Galiba kendi takım elbisesini verip bana bir elbise yaptırmış.
Çok mutluydu o bayram, bana bir şey giydirebildiği için. Ama
ben elbiseden hiç hoşlanmamıştım. Ağlamaya başladım, ben bu
çirkin şeyi giymem diye. Babamın bana bakışını hiç unutamam.
Galiba en fazla altı yedi yaşındaydım. Birden hiç beklemediğim
bir şey oldu ve babam bana hayatımdaki ilk ve son kez çok
şiddetli tokadını attı. Çok gücenmişti bana. Aradan yıllar geçti.
Şimdi İstanbul'un güzel manzaralı evlerinden birinde
oturabiliyor ve istediğimi alabiliyorum. Babam öldükten sonra
bir gün, babamın o bakışı geldi aklıma.Keşke geri dönüp o
sayfayı
silebilsem,öyle
isterdim
ki...Babamı
mutlu
edebilseydim."
Hayat bu kadar basit bir şeydi işte. Yaptıklarımız, yapmak
istediklerimiz,
özlediklerimiz,
pişman
olduklarımız,
124
onardıklarımız, onaramadıklarımız... Hepsi basit, minicik
şeylerdi ama ulaşamadıkça, çözemedikçe, yenemedikçe bize
kocaman geliyordu. Kitlelerin sevgisi, para, ün, güç… Hiçbiri,
hiçbiri bedel olamıyordu, özlemini çektiğimiz o şey her ne
idiyse...
Bir çocuk,
Sevildiğini bilmek,
Bir vicdan rahatlığı,
Bir tabak pilav,
Bir sağlıklı nefes...
Hayat bu işte, basit, küçük bir hadise...
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 645, 29 Ekim 2012)
BOLVADİN’E VEDA DEĞİL, BOLVADİN’E VEFA
Doğup büyüdüğüm Bolvadin’e,
ekmeğini yediğim, çocuklarımı büyüttüğüm
Kütahya’ya duyduğum vefada;
insanlarla paylaşacağım, bilgilerim;
sıkıntılarım sevinçlerim vardı…
Yoksa niye yazayım?
Mehmet Ali Göker
28 Aralık 2012 tarihinde Bolvadin MYO, Kırkgöz
Kampüsüne Bolvadinli hayırsever İşadamı Mehmet Ali Göker
tarafından yaptırılan Naime-Abdullah Göker Konferans Salonu,
il ve ilçe protokolün geniş katılımıyla açıldı. Gelin öncelikle
Mehmet Ali Göker’i daha yakından tanıyalım. Mehmet Ali
Göker 1948 yılında Bolvadin’de doğdu. İlk, orta ve lise
öğrenimini Bolvadin’de tamamladı. Mehmet Ali Göker
çocukluk yıllarından itibaren ticaretle yakından ilgilenip,
1972'de İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten
sonra babasının işletmesinde ticarete atılmıştır. İşletmeye ilk
katkısı, gelenekten gelen tuz ve kurukahve ticaretinin dışında
"toptan gıda" ticaretine başlamak olmuştur. 1980'e kadar
125
Bolvadin'de çalıştıktan sonra Kütahya'ya taşınmıştır. Kütahya'da
toptan gıda sektöründe işine devam etmiş, 1994'te işletmenin
ulusal ve uluslararası markalarla distribütörlük sistemine
geçmiştir. 2009'un sonunda aktif olarak faaliyet gösterdiği
Göker Tic. Koll. Şti. ve Göker Gıda A.Ş. unvanlı şirketlerini
Göker Gıda A.Ş. çatısı altında birleştirmiştir. Göker Gıda A.Ş.,
Kütahya merkez depo ve Eskişehir, Uşak, Afyon, Simav ve
Tavşanlı şube depolarıyla farklı sınırlarda Philip Morris SA,
Kraft, Ülker Golf, Kent, Eti, Tadım, Ekici markalarıyla toplam
200'e yakın personel ile hizmet vermektedir. 2009 yılında
nakliye sektöründe hizmet vermeye başlayan Göker A.Ş. 2011
yılı Kasım ayı itibariyle de inşaat sektöründe faaliyet
göstermeye başlamıştır.
Bolvadinli hayırsever işadamımız Mehmet Ali Göker’in 2009
yılında “Bolvadin’e Veda, Kütahya’ya Merhaba” isimli kitabı
yayınlandı. Ben kitabın pek çok yerini altını çizerek okudum.
Açıkçası Bolvadinli bir işadamımızdan Bolvadin’in ticari ve
sosyal hayatını öğrenmek bence hepimiz için gerekli. Peki
kitabında neler söylüyor?
Eniştem, kendi cebini ve çıkarını düşünen topluma hiçbir katkısı
olamayan “insanlara” acırdı. Böyle insanlar kendi gübresinin
üzerinde yeşeren otlara benzetmesi çok hoşuma gitmişti. Kendi
gübresi üzerinde yeşeren otlar gürbüz görünürler ama çevre
şartlarına dayanıksızdırlar derdi. (s.70)
Bolvadin’de ihtiyacın çok ötesinde ibadet yerleri vardır. Bugün
için (1970) 8 ilkokula ihtiyaç varken ekonomik sıkıntılar içinde
mücadele veren halkın sırtından ihtiyacın üç katı cami inşa
edilmiştir. (s.80)
Sağcısına da solcusuna da doğruyu gösteren olmadı. (s.83)
Önemli olan bu dünyanın imarına, tamirine faydası olacak eser
bırakmak… İnsan fani, toplum süreğendir. Yüce dinimizde
“amel-i cari” denilen budur işte… (s.135)
Statükocu insanlar, az okuyan insanlar, felsefenin ilgilendiği
konulara, şüphe ile hatta korku ile bakarlar. Hâlbuki felsefe ile
insan, başarıları arasında sıkı bir ilişki vardır. (s.245)
Batıda kural kuraldır. Delinmesi, arkadan dolaşılmasının önü
kapalıdır. Bizde de böyle olmalı. (s.230)
126
İyi eğitim yapılabilir, iyi siyaset yapılabilir. İyi ticaret
yapılabilir. Ama her yerde başarı; değerli olmaktan, rafine
olmaktan, değer katmaktan geçer. Değer katmak için; sözden,
öğütten ziyade eylemlerin önemli olduğunu söylerim.
‘Yaşayamayan, yaşatamaz’ Yüreğimiz ve aklımız işlerimizi
başarmamızı söylüyor. (s.191)
Ortaklarımın ya matematik bilgileri yoktu ya da hakkaniyet
duyguları… Ortak, kendi hukuku kadar ortağının da hukukunu
görme izanına, irfanına sahip olmalıdır. Bu arızalar
toplumumuzda
ortaklık
kültürünün
oluşmamasından
kaynaklanıyor. (s.120)
Ticaret, sözünde durma, sözünün eri olma sanatıdır. (s.116)
Dünyada en iyi şey sigarayı tatmamaktır. (s.106)
Sonuç olarak şunları söyleyebilirim. Bakın Peygamber
efendimiz (s.a.v.): “İnsan ölünce ameli kesilir. Ancak üç şey
yazılmaya devam eder: Sadakayı cariye (insanların uzun zaman
istifade ettiği çeşme, okul, yol, köprü, hastane, cami...),
kendisinden istifade olunan ilim (kitap vb.), kendisine duacı olan
salih evlat” buyurmuştur. Mehmet Ali Göker’de yaptığı bu
eserle umarım tüm işadamlarımıza örnek olur. Zaten Bolvadinli
işadamları eğitim konusunda oldukça hassas ve eğitimin
önemini anlamış durumdalar. Mehmet Ali Göker’in yaptığı
çalışmanın arkasından başka işadamlarımızdan da bu tarz
çalışmaların arkasının geleceğine inanıyorum. Bizim
insanımızın memleketinden ayrılırken bile aklında veda değil
vefa vardır. Hayırlı bir Bolvadinlinin vedası da işte böyle olur.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 654, 31 Aralık 2012)
127
4
LİDERLİK
128
LİDERLERİN KARAKTERİ,
TOPLUMLARIN KADERİDİR
Karakterin sözlük anlamı, ayırt edici nitelik; bir kimsenin ya
da bir insan grubunun tutumu, duruşu ya da tepki biçimidir.
Genel olarak, bir nesnenin, bir bireyin kendine özgün yapısı, onu
başkalarından ayıran temel belirti; bireyin davranış biçimlerinin
bütününü belirleyen ana özellik, biçiminde de tanımlanabilir.
Liderlik, karakter ile ilgilidir. Karakter, bir tarz değildir,
başarının malzemesi de değildir; karekter kişi olarak kim
olduğumuzla ilgilidir. Eğer öğrenmeye devam edersek
karakterimiz de gelişir. Bakın Warren Benis konuya ilişkin neler
söylüyor: “Ben bugüne kadar, hiç kimsenin, teknik yetkinliği
eksik olduğu için hedefine ulaşamadığını, işinden çıkarıldığını,
olduğu yerde saydığını ya da bir kenara atıldığını görmedim.
Oysa, yetersiz değerlendirmeler yaptığı ya da karakteri zayıf
olduğu için bu durumları yaşayan çok kişi gördüm. Üstelik
bunlar, başkalarına öğretilmesi en zor konulardır.”
Toplumlar, kendi kaderlerini kendileri belirleyemez.
Liderlerinin karakteri, o toplumun kaderi olur çıkar. Bir söz
vardır: “Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramaz.”
diye. Kırk akıllı bir delinin yaptığı işi değiştiremiyorsa, bir
ülkenin liderinin yaptığını o ülkenin tüm âlimleri bir araya da
gelse değiştiremez. Liderlerin karakteri yaşadığı topluma yön
verir. Tarih sayfaları bu konuyla ilgili örneklerle doludur.
Gelecekte de bu kural değişmeyecek. Dünyadaki her savaşta ya
da barışta liderlerin karakteri vardır. Saddam Hüseyin’in liderlik
tarzı, bir ülkenin kaderini belirlemedi mi? Yine George Bush’un
liderlik tarzı dünyayı adeta kan gölüne çevirmedi mi?
Hindistan’daki asıl kurtuluşu Gandi’nin pasif direnişi sağlamadı
mı? ABD’deki zencilerin köleliğini, bunun bir kader olmadığını
söyleyerek, “Bir rüyam var.” diyen Martin Luter King
belirlemedi mi? Hz. Muhammed (sav) yaşadığı dönemde
Arabistan yarım adasında köleliği kaldırmadı mı? Yeni doğan
kız çocuklarının canlı canlı toprağa gömülmesinin önüne
geçmedi mi? “Cennet anaların ayağı altındadır.” diyerek,
kadınları baştacı etmedi mi? Usame Bin Ladin’in 11 Eylül
saldırılarını organize ettiğini reddetmemesi, başta Afganistan ve
129
Irak olmak üzere diğer İslam ülkelerini de derinden etkilemedi
mi? Ne olursa olsun liderin karakteri, toplumların kaderi olup
çıkıyor. Bu kuralın istisnası çok azdır. Dolayısıyla liderlerin
sahip olduğu karakter o toplumun kaderini belirler. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 500, 18 Ocak 2009)
ÖYLEYSE PASTA YESİNLER!
Olayın geçtiği zaman, Turgut Özal’ın başbakanlık yaptığı
yıllardı. O dönemde hangi sanatçının kasetinin ne kadar sattığı
piyasaya açıklanamadığı için çoğu kişi tarafından da pek
bilinememekteydi. Semra Özal, Coşkun Sabah’ı yanına çağırtır.
Sohbet sırasında, “Beni Unutma” isimli albümünün o dönemde
2.500.000 satarak en fazla satan albüm olduğunu söyler. Semra
Özal bu rakamı Turgut Özal’a gelen satış raporlarından gizlice
öğrenmiştir. Ulaşılan bu satış rakamı hâlâ en fazla satılan albüm
rakamıdır. O dönemde Turgut Özal, düzenli olarak firmalardan
aldığı satış rakamlarına bakarak halkının ne türlü müzik
dinlediğini öğrenmektedir. Bu durum bir ülke liderinin halkının
130
ne tür müzik dinlediği ile ilgili olduğuna ve halkının her türlü
ihtiyacıyla ilgilendiğine en güzel örnektir.
Halkın içinden çıkan ve “Ben sizlerden biriyim.” diyerek
halkın oyunu alanlar, belli konuma gelince maalesef kendilerini
halktan soyutlamaktadırlar. Liderliğin olmazsa olmaz
kurallarından biri geldiği yeri unutmamak ve daha da önemlisi
halktan kopmamaktır. Ne iş yaparsanız yapın halktan
kopmamanız gerekiyor. Bu kural, siyaset, sanat ve iş dünyası
için de geçerlidir. Maalesef günümüzde pek çok lider halkından
uzaklaşmaktadır. Aç olan Fransız halkı için “Ekmekleri yoksa
pasta yesinler.” dediği rivayet edilen Fransa Kralı 16. Louis’nin
eşi kraliçe Marie Antoinette’nın hüzünlü sonu bunun en çarpıcı
örneğidir. Römorklu bir at arabası ile Paris sokaklarında bir
saatten fazla dolaştırılarak İhtilal Meydanı'na getirilen kraliçenin
hayatı bir giyotinde son buldu.
Hatırlarsanız ünlü aktris Hilary Swank, 1999'da “Erkekler
Ağlamaz” ve 2004'te “Milyonluk Bebek” filmlerindeki rolleriyle
“En İyi Kadın Oyuncu” dalında Oscar ödülünü kazanmıştı.
“Milyonluk Bebek” filminde bir kadın boksörü canlandırarak
Oscar ödülü kazanan Hilary Swank, koruma ve özel araç
kullanmadığını, metroda halkla iç içe olmayı tercih ettiğini
söylemişti. İki Oscarlı oyuncu, New York metrosunun
müdavimleri arasında yer alıyor. “'En İyi Kadın Oyuncu”
dalında altın heykelciği kucaklayan sanatçı, “Vatandaşların ilgisi
de çok hoşuma gidiyor. Hayatım boyunca hep metroyu tercih
ettim. Hem hızlı, hem de ucuz.” diyor. İnsanları gözlemlemeden
beyazperdede onları canlandırmanın mümkün olmadığını
kaydeden Swank, “Eğer insanlarla kontağımı kaybedersem nasıl
işimi yapabilirim? İnsanları görebileceğim en ideal yer metro.
Onların nasıl gözlüklerini takıp çıkardıklarını, gazetelerini nasıl
okuduklarını, iş çıkışında nasıl bitkin düşerek metrodaki
koltuklarında dinlenmeye çalıştıklarını gözlemliyorum.”
sözleriyle metroyu tercih nedenini anlatıyor. Başarıyı yakalayan
pek çok kişi ne hikmetse geldiği yeri unutuyor. Bu da yetmezmiş
gibi halkla arasına duvarlar inşaa ediyor. Tarih sayfaları bu tür
davranışların yapılacak en büyük hata olduğunu yazmasına
rağmen.
131
Sonuç olarak ne iş yaparsanız yapın fildişi kulelerden ayrılıp
halkın arasına karışmazsanız sonunuz hep hüsrandır.
Günümüzde işi bilen firmalar geleceğin ipuçlarını müşterilerinde
aramaktadırlar. Örneğin Harley Davidson’un üst düzey
yöneticileri zamanlarının önemli bir bölümünü motosikletli
gruplarla, yarışları izleyerek, rallilere katılarak yeni ürünleri
kullanarak geçirmektedirler. Zaten Harley markası da üründen
çok öte bir tutkuyu simgeliyor. Harley logosunun dövme olarak
ömür boyu bedenlerde taşınmak üzere seçilmesi bu büyük aşkın
göstergesi değil mi? Bu sebeple siz, siz olun, asla
müşterilerinizden kopmayın! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 481, 7
Eylül 2009)
SEN BALI İYİ YAPARSAN,
SİNEK BAĞDAT’TAN GELİR
İşleri iyi gitmeyen mobilyacıların en büyük problemi
ürünlerini teşhir edememeleridir. Başka bir değişle bu
memlekette neden bir showroom yok? Aklım buna hiç ermiyor.
İnsanların düğün alışverişini Çay’dan ya da Afyon’dan
yapmaları Bolvadin’de bu işi yapanlar hiçdüşündürmüyor mu?
Çay’da çok katlı bir showroom olduğu için Bolvadinliler’in pek
çoğu oraya alışverişe gidiyorlar. Afyon’u zaten anlatmaya gerek
yok. Bir arkadaşım çok güzel bir benzetme yapmıştı.
“Günümüzde alışveriş yapmak adeta tüketim canavarı olmak
anlamına geliyor. İnsan alışveriş merkezlerinde, showroomlarda
kendini tutamıyor. Bolvadin’deki en büyük problem içimdeki
tüketim canavarı harekete geçimiyor. Oysa Afyon’da bu tüketim
canavarını zaptedemiyorum.” Bir problem ancak bu kadar güzel
anlatılır.
Maalesef esnaf kardeşim, hem malı satamıyorum diyor.
Ama iş ürünü teşhir etmeye gelince atıyor çekyatı dükkan
kapısının önüne, öylece oturuyor. Çekyata oturacağına biraz
kafayı çalıştırsa inanın çok kazanacak ama nerde… Mobilya gibi
sektörde bir ürünü satmak istiyorsan iyi sergilemeyi bileceksin,
takımlarla iyi bir konsept oluşturacaksın. Bunun için de çok
geniş bir yerin olacak.
132
Yeni evlenecekler, müşteri olarak geldiği dükkânda oturma
guruplarına bakıyor. Üst katta gelişi güzel sergilendiğini, masa
takımlarının başka bir dükkânda olduğunu, diğer grupların daha
da başka bir yerde olduğunu görünce soluğu ya Çay’da ya da
Afyon’da alıyor. En fazla anlayamadığım nokta nüfusu yarımız
olan Çay’daki gibi showroom Bolvadin’de olamaz mı diye
sorsan “ölü yatırım, bizde işlemez hocam” derler. İyi ki Çay’da
showroom var ve böyle bir örneği verebiliyorum. Değilse iyice
havandan uçtuğumu söylerler. Sonuç olarak, hala babadan kalma
yöntemlerle iş yapanlar, batmaya mahkûmdur. “Sen balı iyi
yaparsan sinek Bağdat’tan gelir.” Tıpkı Bolvadinlilerin alışveriş
için Afyon’a ya da balık yemek için Çay’a gittiği gibi. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 479, 24 Ağustos 2009)
SORU: Şekilde görülen 9 noktadan kaleminizi kaldırmadan ve
çizdiğiniz doğrunun üzerinden ikinci kez geçmeden 4 doğru
çizebilir misiniz?
133
HAYATIN SIRRI ÖLÇÜLÜ OLMAKTIR
Hayatın bir sırrı var mıdır? Aslında yaşamış olduğumuz
hayatın, pek çok sırrı var. Bunlardan en önemlisi ise ölçülü
olmaktır. Buna, dengeli olmak ya da doz ayarlama kuralı da
diyebilirim. Dikkatimizden kaçsa da, hayatın her alanında ince
hesaplanmış ölçüler var. Vücudumuzdaki sıvı oranı ne kadar
önemliyse, beynimizin oksijensiz kalabileceği süre de belirlidir.
Aslında ölçülü olma kuralı pek çok alanda karşımıza çıkar.
Beslenmemiz belirli bir denge halindedir. Herhangi bir vitamini
belirli oranda almazsak bu vitaminin eksikliğine bağlı olarak
hastalıklarla karşılaşırız. Bir ülkenin ekonomisinde de ithalatihracat dengesi önemlidir. İthalat fazlasına bağlı olarak dış
ticaret açığı buna bağlı olarak cari açık verilir. Bu da söz konusu
ülkenin ekonomik krize girmesine neden olabilir. Yine
ameliyattaki bir hastaya fazla verilen narkoz öldürebildiği gibi,
az verilmesi de hastanın ameliyat yapılırken ayağa kalkmasına
neden olabilir. Kısacası nereye bakarsanız bakın ince
hesaplanmış ölçülerle karşılaşırsınız. Bu ölçülerden kaynaklanan
pek çok sorunla karşılaşabilirsiniz. Hayatımızda ki
problemlerinde temelinde ölçüler yatar. Bir probleminiz varsa
bilin ki, bir yerden kantarın topuzu kaçmıştır. Bir arkadaşınızın
söylediği bir şeye kırılmanız ilişkinizdeki ölçüyü yitirmiş
olmanızdandır.
Bizler maalesef ilişkilerimizde ölçülü olamıyoruz. Çıkan
problemleri çözerek kuralları koymaya çalışıyoruz. Bunları
yaparken de dostluklarımız zedeliyoruz. Pansuman tedbirler
ilişkilerimizi ayakta tutmaya yetmiyor. Ne zaman duracağını
bilmiyor pek çoğu… Kalibresini bilmiyor hayatın… Bir lafın
nereye gideceğini bilmeden fütursuzca konuşuyor. Başarılı olan
insanların hayatını incelerseniz onların ölçülü bireyler olduğunu
fark edeceksiniz. Ölçülü olalım. Yaptığımız her eylemi ölçülü
yapalım, ağzımızdan çıkan her kelimeyi ölçerek söyleyelim. Ne
zaman sarraflar gibi ölçülü olursak problemimiz olmaz. Fakat ne
zamanda pazardaki teraziler gibi olursak ölçüyü de kaçırmış
oluruz. Ve artık sorunlar ip yumağı gibi gelmeye başlar. (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 493, 30 Kasım 2009)
134
LİDERLİĞİN BİTTİĞİ YERDE NARSİSİZİM BAŞLAR
Narsisizm veya özseverlik, kendini mükemmel görmek,
başkalarını düşünmemek ve yargılanmaktan korkmaktır.
Narsisizm başka bir tabirle kişinin kendisine aşık olması olarak
da tanımlanan bir terimdir. Narsistik kişiler genelde ilgi odağı
olmayı, dikkat çekmeyi ve olayları kontrol etmeyi isterler.
Başkalarının hayranlığını ve sevgisini kazanmayı şiddetle
arzularlar. Kendileri hakkında mükemmeliyetçidirler. Dikkati
üzerlerine toplamak için tiyatromsu krizler yaratırlar. Bu kişiler
herkesin ve her şeyin kendilerine bağlı olması gerektiğine
inanırlar.
Mezarlıktan ıslık çalarak geçmek pek çok kimsenin yaptığı
şeydir. Narsisistlerin bir kısmı eksiklik, aşağılık duygusunu
bastırmak için kendilerine güveniyor rolü yaparlar. Korku ile
güven arasındaki zihinsel duvar çok incedir ve her an yer
değiştirebilir. Amacı bir insandan daha fazla bir şey olduğunu
ispatlamak olan bir kişi düşününüz. Bu kişinin en büyük
korkusu, sıradan bir kişi olmaktır. Kendilerini dünyanın en
büyük ve en değerli kişisi olarak hissettikleri için, bunu
kanıtlama çabası içinde çırpınırlar ve çok çalışırlar. Bunun için
yetenekli ve iddialıdırlar. Bilim, sanat, spor, politika,
komutanlık, liderlik ve ticaret gibi rekabet edilen her şeyi bu
kişiler keşfederler dersek abartılı olmaz. Narsisist insanların
yaptıkları işlerden hoşlanırız, ama kişiliklerinden nefret ederiz.
Liderlerin pek çoğu narsisisttir. Hitler, buna canlı bir örnektir.
Liderlik ile narsisistlik ince bir duvarla ayrılır. Liderlik
bittiğinde narsisizm başlar. Liderlerin çevresindeki dalkavuklar
onların içlerindeki narsisist yönlerini beslerler, büyütürler ve
onları narsisist canavar yaparlar. Öncelik içgüdüsü taşırlar bir
narsisist kendisi için iyi olanın tek iyi ve tek yol olduğuna
inanıyor ve vazgeçmiyorsa, onun hatâ yapmasını beklemek,
fakat onaylamadığınızı belli etmekten başka yapacak birşey
yoktur. İnsanda içgüdüsel olarak önce kendini sevme, kendi
ihtiyaçlarına öncelik verme duygusu vardır. Başkalarını
düşünmek, başkalarının ihtiyaçlarını önemsemek egomuzun
hoşuna gitmez. Ancak insan gibi yaşamak için egomuzun bu
135
yönünü dengelememiz gerekir. “önce can sonra canan” âdil bir
duygu değildir. “önce doğrular ve ilkeler-can veya canan
hoşlansa da, hoşlanmasa da” diyebilmek bilgece davranıştır.
Narsisist kişilerin başkalarının ihtiyaçlarını, arzularını,
yeteneklerini, isteklerini görme kabiliyetleri gelişmemiştir. Bu
sebeple empati yoksunluğu onları sevenlere acı çektirir. Çünkü
onları sevenler kimliksiz olmak zorundadırlar. Benmerkezci
narsisistleri seven pek çok eş veya kişi onların kendilerini
sevmeme nedenini araştırırlar, ancak bulamazlar. Kusurları
kendilerinde ararlar. Böyle narsisistlerin sevgilileri hayatlarını
mahvederler. Büyük politikacıların önemli kısmı narsisisttir. Bir
şeye ihtiyaçları olduğu zaman empatiye sahipmiş gibi davranır
ve rol yaparlar. Etkileyici, çarpıcı, rol yapıcı davranışlarını çoğu
zaman farkında olmadan gerçekleştirirler. Alçakgönüllü rolü
oynarken bile egolarını parlatmaktadırlar. Bu davranışlarının
ikiyüzlülükten tek farkı, bunu kişiliklerinin gereği olarak
yapmalarıdır. Satışı iyi yaparlar. İnsanları etkileme, göz boyama
konusunda çok başarılıdırlar. Karşı taraftaki kişinin neyi
duymak istediğini çok iyi fark ederler. Hayranlık duygusu
uyandırıncaya kadar işe devam ederler. İleri narsisistler
hayranlık duygusu uyandırdığı kişiyi artık yok sayar, küçümser.
Kendilerini övmekten utanmazlar. Zeki narsisistler gizli
övünmeyi çok yaparlar. Toplantılarda soru sorarken en az
konuşmacı kadar çok şey bildiklerini göstererek yorumlar
yaparlar. Sonuç olarak narsisistik kişi ile ilişki kurmak zorunda
iseniz, kararlı ve tutarlı olmalısınız. Ne istediğinizi tam olarak
bilmelisiniz. Pazarlık yapmadan karar vermemelisiniz. Böyle
insanlarla sağlamcı iş yapmak, bedeli peşin almak gerekir, yoksa
çok incinirsiniz. (24 Eylül Gazetesi, 20 Haziran 2011, Sayı:
574)
136
KARİZMATİK LİDER, SEÇİM SONUCUNU BELİRLER
Kendini lider zannedenin takip edeni yoksa
kişi sadece yürüyüşe çıkmıştır.
John Maxwell
Wall Street Journal haberinde, 2002'de yüzde 34, 2007'de
yüzde 47 ile seçimleri kazanan AK Parti'nin bu seçimlerde
yüzde 50 kazanmasının büyük zafer olduğunu belirtirken,
Financial Times (FT) gazetesinin internet sitesinde ise "AK Parti
Türkiye'de üçüncü dönemde oyları süpürdü" dedi. Peki bu
başarının altında yatan temel faktör nedir? Ben, karizmatik
lidere sahip olanların, karizmatik lideri olmayanlara galip
geldiğini ve karizmatik liderin seçim sonucunu belirlediğini
düşünüyorum.
Tarihin her döneminde var olan liderlik, toplumların
gelişmesinde ve yükselmesinde çok büyük bir rol oynamıştır.
Liderin sahip olduğu özellikler toplumun içerisinde bulunduğu
koşullarla paralellik gösterdiğinde bu durum, o toplumun
gelişim sürecini hızlandırmakta ve olumlu yönde bir
etkilemektedir. Bunun tersine toplumun içerisinde bulunduğu
koşullarla liderin sahip olduğu özellikler birbiriyle uyum
137
içerisinde olmadığında, liderin o topluma faydasından çok zararı
dokunmaktadır. Bu nedenle, toplumların içerisinde bulunduğu
duruma göre liderlerin sahip oldukları kişisel özellikler ve
yönetim şekilleri de değişiklik göstermekte ve bunlar farklı
liderlik şekilleri olarak ortaya çıkmaktadır.
Liderlik konusunda yapılan birçok çalışmada, liderliğin
doğuştan mı geldiği yoksa sonradan edinilen eğitim neticesinde
mi kazanılabildiği tartışılmaktadır. Liderlikle ilgili olarak ilk
geliştirilen teori kişinin sahip olduğu özelliklerdir. Bu teoriye
göre lider, fiziksel ve kişilik özellikleri açısından izleyicilerden
farklıdır. Liderlerin hangi açılardan izleyicilerden farklı
olduğunu açıklayabilmek için yüzlerce araştırma yapılmış ve
örnek olarak verilen şu özellikler üzerinde durulmuştur. Bunlar:
yaş, güzel konuşma yeteneği, dürüstlük, boy, zeka, samimiyet,
cinsiyet, bilgi, doğruluk, ırk, kişiler arasındaki ilişki, açık
sözlülük, yakışıklılık, iletişim kurma yeteneği, kendine güven,
başkalarına güven duyma, inisiyatif sahibi olma, hissel olgunluk,
kararlılık, karizma ve iş başarma yeteneğidir. Liderlik sürecini
açıklamaya çalışan bu teorinin ana fikri, liderleri başarılı ve
etkin yapan hususun, liderin taşıdığı özelliklerdir. Bu
özelliklerin için de en önemlisi karizma olgusudur. Büyük
liderlerdeki olağanüstü kişilik özelliklerini fark eden ve bunu
“karizma” kavramıyla sosyal bilim dünyasına aktarmaya çalışan
Max Weber, modern toplumda karizmatik lidere önemli bir işlev
yüklüyordu. Karizma kelimesi köken olarak Yunanca bir
kelimedir ve “ihsan edilmiş ve bağışlanmış”, “ilahî ilham
yeteneği” anlamlarına gelmektedir. Karizma; belli bir cazibe,
Allah vergisi mükemmel bir güçtür. Karizma, psikolojik çekim
olarak da tanımlanabilir.
Karizmatik lider, izleyicileri üzerinde oldukça önemli bir
duygusal güce sahiptir; özellikle de kriz zamanlarında, güçlü
emirler vermenin gerekli olduğu durumlarda izleyicilerini bir
araya getiren kişidir ve bu ilişki yüksek derecede duygusal bir
ilişkidir. Karizmatik lider, bu gücün izleyicilerinin hareketlerini
etkilediğine inanmaktadır. Karizmatik liderler; ekonomik,
sosyal, politik ya da dinsel gerilim anlarında öne fırlamaktadır.
Cezp edici bir çekicilik ve aşırı bir kendine güven duygusu
138
karizmatik liderler için başlıca koşuldur. Karizmatik liderler,
yüksek düzeyde kendine güven ve güç ihtiyacı hissetmekte ve
kendi inanç ve ideallerini izleyicilerini ikna etmekte
kullanmaktadırlar. Güce olan güçlü istekleri, karizmatik lideri
diğerini etkilemede kullanmaktadırlar. Ayrıca, kendine güven ve
ikna gücü, izleyicilerin liderin muhakemesine güvenmelerini
sağlamaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: karizma ilahi bir
lütuftur. Sonradan çalışıp çabalamakla kazanılamaz. Bu lütuf
çok az kişiye ihsan edilmiştir. Ve en önemlisi Türk toplumunun
en fazla istediği lider tipi karizmatik liderdir. “Türkiye’de
karizmatik lider kim?” diye sorulsa cevap apaçık ortadadır.
Tayyip Erdoğan’ı siyasette alternatifsiz kılan özelliklerinin
başında karizması gelir. Yapılan bir araştırmaya göre AK
Parti’ye oy verenlerin % 40’ı Recep Tayyip Erdoğan’dan dolayı
AK Parti’ye oy verdiklerini ifade etmişlerdir. İşte bu sebeple
diğer partilerin de rekabette yer edinebilmesi için karizmatik
lidere sahip olması gerekiyor. Durum böyle devam ettiği
taktirde, 2015 seçimlerinde de sonuç değişmeyecektir. (24 Eylül
Gazetesi, 13 Haziran 2011, Sayı: 573)
139
DUNNING-KRUGER SENDROMU
Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken
aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.
Bertnard Russel
Bu hafta elime geçen ve çok beğendiğim bir yazıyı aynen
sizinle paylaşmak istiyorum. Televizyon izlerken birilerine
bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar
gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Ya da işyerinizde
sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları,
sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı? Onlara bakıp "Bu
cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç
geçirdiniz mi? Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li
bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl
kadar önce bir teori ortaya attı: "Cehalet, gerçek bilginin aksine,
bireyin kendine olan güvenini artırır." Bunun üzerine bir
araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli
uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
1·Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark
edemezler.
2·Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedirler.
3·Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini
görüp anlamaktan da acizdirler.
4·Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle arttırılırsa, aynı niteliksiz
insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
Daha sonra Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında
bir test yapıldı ve klasik "Sınav nasıl geçti?" sorusuna
öğrencilerden yanıtlar istendi... Soruların yüzde 10'una bile yanıt
veremeyenlerin "kendilerine güvenleri" müthişti. Onların "testin
yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi
günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile
ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı. Soruların yüzde
90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise "en alçakgönüllü"
deneklerdi; soruların yüzde 70'ine doğru yanıt verdiklerini
düşünüyorlardı. Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve DunningKruger Sendromu'nun metni yazıldı: "İşinde çok iyi olduğuna"
yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten,
her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip
140
olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı
olduğunu düşünür! Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme'
karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur. 'Eksiler'
kariyer açısından 'artıya' dönüşür. Sonuçta, 'kifayetsiz
muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler... Bu
arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında
'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere
kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini
beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye
çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile
suçlanırlar...” Sonuçta, “Yetersiz ve Hırslılar” her zaman ve her
yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır.
Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.
“Yetersiz ve Hırslı” kişiyi nasıl tanırsınız?
1-. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
2- Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
3- Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
4- “Beşer şaşar” diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer
kendisinden başkası değildir.
5- Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş
gibi davranır.
6- Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere kötü
muamele eder.
7- İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir.
Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
8- İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini
yok etmeyi unutmaz.
9- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler. Gerekirse başkasının
sözünü tekrarlamak pahasına da olsa.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 565, 7 Mart 2011)
141
KIRIK CAM TEORİSİ
“Olumsuzluklarla mücadeleyi nasıl başardınız?" sorusuna
New York Valisi Guiliani'nin cevabı: "Metruk bir bina
düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen
tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş
atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında
hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir
binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen
oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok
kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp
torbasını kaldırttım." Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci
önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden
tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o
bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer
camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre
sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor.
Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine
düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini
tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta
içki şişelerini yola atanları bile yakalayıp haklarında işlem
142
yapmış. Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç
fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç
üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz." demiş. 'Kırık Cam
Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da
yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti. Zimbardo, suç
oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam
standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model
Oldsmobile bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı.
Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi. Bronx'taki otomobil üç
gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta
boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi
'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı.
Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin
beyazlar) da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de
kullanılmaz hale gelmişti. "Demek ki" diyordu Zimbardo, "ilk
camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin
vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.
Anlaşılıyor, herhalde... İşe ilk kırılan camdan başlamak lazım.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 555, 7 Şubat 2011)
GÜZELE BAKMAK SEVAP MIDIR?
Güzelliğin on para etmez.
Bu bendeki aşk olmasa
Aşık Veysel Şatıroğlu
“Güzele bakmak sevap mıdır?” diye hiç düşündünüz mü?
Sığ düşünceye sahip olanlar bu ifadeyi bir erkeğin güzel bir
bayana bakıp sevap kazanacağı şeklinde ifade ederler. Aslında
bu ifade ile bu açıklamanın hiçbir ilişkisi yoktur. “Güzele
bakmak sevaptır” sözü çok derinliği olan ama bu derinliğin
yeterince anlaşılamadığı bir sözdür. İslam âlimleri bu sözü şu
şekilde açıklıyorlar: “Güzel bir manzaraya bakıp bunda Allah’ı
görmek ve onun kudreti karşısında şükretmektir. Bunun yanında
toplumda biri güzel bir iş yaptığında toplumun diğer bireyleri
bunu sahiplenebiliyorsa sevap olan da budur. Örneğin bir
143
belediye toplumun bireyleri otursun diye bank yaptırıyor fakat
bireylerden biri çıkıp bu oturma yerini çiziyorsa ya da üzerinde
zıplayıp kırıp atıyorsa bu günah değil de nedir? Hiç unutmam
Çarşı Camiinin karşısında bulunan yer altı tuvaleti yenilenmişti.
Aradan sadece birkaç hafta geçtiğinde tuvaletin PVC olan
kapıları iç kısmından çakmakla yakılmıştı. Maalesef biz güzele
bakamayan ve bunun da sevabını alamayan bir toplumuz.
Bolvadin’de
gelişmemizin
önündeki
en
büyük
problemlerden biri de “güzele bakamamaktır.” Bir Belediye
Başkanı çok güzel bir çalışma yapar, ondan sonra gelen başkan
bu güzelliği davam ettirmez. Hatta bunun önüne geçmeye
çalışır. Çünkü bu güzellik devam ettirilirse başarı bunu yapana
çıkacaktır diye düşünür. Önceki dönemlerde kaldırımlarda arı
peteğini anımsatan altıgen parke taşlar Anavatan Partisini
sembolize ettiği için sırf bu nedenle söküldü. Yine ilçemizde
çarşı merkezinde yer alan parkın eski isimi değiştirildi. Önceden
Cevher Dudayev parkı iken sonraları BolvaÇay ve en son adı
Çınaraltı oldu. Şehir merkezindeki sembollerin (Boğa heykeli,
Geyik Heykeli, Haşhaş Figürü, Kaymak Figürlü Havuz, Saat
Kulesi) her biri zamanla kaldırıldı. Ya müzemize ne demeli?
Geçmiş zamanlarda yabancı turistlerin ziyaret ettiği
Afyonkarahisar’daki ilçelerin tek müzesi olmasına rağmen
maalesef yer değiştirdi ama açılamadı. Yine rahmetli Belediye
Başkanımız Mehmet Koçum döneminde yapına başlanan yüksek
okulun servis yolunun kaldırımlarının yapım işi başlanmasına
rağmen maalesef tamamlanamadı. En son olarak da şehir
144
merkezinde yer alan süz havuzları içi toprak doldurularak
çiçekler ekildi. Çiçekler açmasına açtı ama eski güzellik devam
ettirilemedi. Sonuç olarak toplum olarak güzel olarak yapılan işe
sahip çıkamadığımız gibi, belediye başkanları bazında da önceki
dönemde yapılan güzel uygulamalara sahip çıkılmadı.
Nihayetinde güzele bakmanın sevabını alamadığımız gibi güzele
bakmamanın günahını aldık. Derin korkum ise bundan sonra
gelecek belediye başkanlarının kendinden önceki dönemde yer
alan güzelliklere bakmamasıdır. Sevap alacağı yerde bu büyük
günahı işlemesidir.(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 590, 10 Ekim
2011)
TANDOĞAN İSMİ DEĞİŞMELİ Mİ?
Türk siyasi tarihinin ve düşünce dünyasının önemli
isimlerinden rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti, fakülte
öğrenciliği sırasında 1944 Mayısında meydana gelen olaylara
karıştığı için bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra
öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği
reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e
hitaben yazdığı ve "Yüksek makamın alçak vekiline" diye
başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir. İşte o yıllarda
Ankara valisi Nevzat Tandoğan, Serdengeçti'yi huzuruna çağırır
ve ona: "Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm
ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız.
Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var:
Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere
145
çağırdığımızda askere gelmek." der.
Yine aynı vali, o yıllarda Kastamonu'da sürgünde bulunan
ve Çankırı Üzerinden Ankara'ya getirilerek Isparta'ya sürgün
edilen Bediüzzaman Said Nursi'nin görüşme talebini kabul eder.
Tandoğan'ın makam odasında gerçekleşen bu görüşmede görgü
şahitlerinin aktardığına göre Vali Tandoğan, Bediüzzaman Said
Nursi'ye zorla şapka giydirmeye ve fiili olarak ta sarığını
çıkartmaya çalışır. Buna direnen Said Nursi, Vali'ye; “Bu sarık
ancak bu kelle ile beraber çıkar" der ve valilik binasını terk
ederken de "Nevzat, başından bul!" dediği rivayet edilir. (Üç yıl
sonra Ankara Cinayeti olarak tarihe geçen olaya adı karışan
Nevzat Tandoğan kafasına kurşun sıkarak intihar eder.)
Dönemin Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay'ın oğlu
Haşmet Orbay'ın adı Ankara`da işlenen bir cinayet hadisesine
karışır. Tarihe Ankara cinayeti olarak geçen bu olayda,
mahkemede de ifade edildiğine göre, Haşmet Orbay, Dr.Neşet
Naci Arcan isimli bir doktoru muayenehanesinde vurarak
öldürmüştü (16 Ekim 1945). Bütün bu olup bitenlerden, 17
yıldan beri Ankara Valiliğini yapan Nevzat Tandoğan`ın da
haberi olur. Mahkemede dile getirildiğine göre, Tandoğan
bildiklerini ilgili mercilere bildirmek yerine, o da yetkisini
cinayeti örtbas etme yönünde kullanarak, bu cinayeti üstlenmesi
için Reşit Mercan isimli kişiyi tehdit ettiği iddia edilir. Bir
müddet sonra, çok yönlü bir soruşturma başlatılır. Cinayetin
aydınlatılmamasında Vali Tandoğan`ın parmağının olduğu
anlaşılınca, mahkemenin Bolu'da yapılmasına karar verilir. 9
Temmuz 1946 günkü duruşma Bolu'ya çağrılan vali Tandoğan,
hiç ummadığı bir durumla karşılaşır. Mahkemede, cinayeti
kasten ve bilerek örtbas etmekle suçlanınca, tehevvüre kapılarak
hâkimlere bağırmaya başladı: `Buraya beni `tanık` olarak
çağırdınız, ama bakıyorum da `sanık` yerine koymaya
başladınız. Ben buraya tanık olarak geldim, sanık olarak
değil!..`Bu duruşmadan sonra Tandoğan arkadaşları, dostları
dahil herkesin, ona farklı bir gözle bakmaya başladığını
düşünmeye başlar. Vali Tandoğan, o akşam evine geldi; ancak,
bir türlü yatamaz.. `Bunu bana nasıl yaparlar?` deyip durur.
`Evet! Evet! Beni en güvendiğim kimseler ihbar etmiş olmalı`
146
diye kendi kendine bağırıp çığırmaya başlar. Nihayet kendini
tutamayarak silahını kafasına dayayıp tetiğe basar... Bu intihar
haberi, valinin evinde olduğu gibi, valilik makamında, CHP
genel merkezinde, Çankaya`da, Meclis`te, askeriyede,
Ankara`da ve hatta bütün Türkiye`de bomba etkisi yapar.
Şimdi böyle bir yazıyı neden kaleme aldım? Bu yazıyı kaleme
almamın en büyük gerekçesi Anadolu insanına öküz diye bilme
nezaketsizliğini gösteren valinin soyadı hala Ankara’da bir
meydan adı olması yenilir, yutulur bir iş değildir. Tandoğan
Meydanının yeni ismi Demokrasi Meydanı olmalıdır. Umarız bir
gün bunu da görürüz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 595, 21 Kasım
2011)
İDARECİ ÇOK, LİDER YOK
Kitaplarını ilgi ile okuduğum Faruk Türkoğlu’nun iki yazısını
sizlerle paylaşmak istiyorum. (Değişim Kültürü ve Hızlı
Büyüme Mümkün kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.)
1-İdareci "durumu idare etmek" taraflısıdır. Denge politikası
izler. İdareci maslahat (ortalığı yatıştırma) politikasını iyi
becerir.
Lider, uzun vadeli, kalıcı çözümler peşindedir. Atılım ve reform
yanlısıdır.
2-İdareci, kaynakları "idareli" kullanmak ister. Ayağını
yorganına göre uzatır.
Lider, yorganı büyüyen bünyeye göre uzatmanın planlarını
yapar. Büyüme ve gelişmeden yanadır.
3-İdareci, ilk bakışta büyük adamdır. Hep vazgeçilmez rolünü
oynar.
Lider ise kendini lüzumsuz kılar. Beynindeki her bilgiyi
özellikle gençlere aktarır. Elemanları onun yanında sorun
çözmenin zevkini yaşar.
4-İdareci göreve geldiği günün üzerinden aylar geçse de hep
bahane ve mazeret üretir. Geçmişi suçlar.
Lider koltuğa oturduğu günden itibaren her olumsuzluğun
sorumluluğunu alır.
5-İdareci slogan ve sembollerden, geçmişin kırıntılarından
medet umar.
147
Lider ise, hoşa gitse de gitmese de gerçeği söyler, uyarır.
6-İdareci, düzene ve denetime öncelik verir. O hep, "tatlı bir
huzur" peşindedir.
Lider ise, huzursuzdur. Kurumda biraz kaosta olsa heyecan
vardır. İnsanların yaratıcılığını geliştirir. Aşk olunca, meşk de
olur.
7-İdarecinin görüş ufku üç ayı geçmez. Kronik sorunlara kısa
vadeli çözümler bulur.
Lider ise, beynindeki radarı ile geleceğe nüfuz eder.
8-İdareci,"küçük adamdır. "Küçük olsun, benim olsun" der.
Lider ise daima en iyi hedef alır. Yönetimi kaybeceğini bilse de
"işi" büyütür, geliştirir.
9-İdareci için,"emir demiri keser. "O demokrasiden çok
hiyerarşinin erdemine inanır. İnsanları makine dişlisi gibi görür.
Bina ve malzemeye cömert, insana yatırımda pintidir.
Lider bir "insan mühendisi"dir. Önce insan der ve görevinin,
insanları başarılı kılmak olduğunu bilir. Kapısı hep açıktır.
10-İdareci, yenilikler kapıyı çaldığında, başarılı örneği taklit
eder.
Lider ise başarılı örneği kendi kültürüne transfer edip, hem
yerel, hem de global düşünür.
11-İdareci, protokol ve seremoniye çok önem verir. Makamda
kalmak için üretmek yerine beklemeyi seçer.
Lider için ise önemli olan performanstır. Koltuğundan olsa da
eski soruna yeni çözüm için gerekirse yukarısıyla da didişir.
12-İdareciden kuşku duyulur. Lidere güvenilir. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 644, 22Ekim 2012)
PROJESİZ HAYAT
Konuşuyor ve eleştiriyoruz. Herkes öfkeli. 10 yaşındaki
çocuktan bilim adamlarına kadar herkes işlerin yolunda
gitmediğinin farkında. Aksaklığın "nerede" olduğunu ezbere
biliyoruz. "neden" sorusunun cevabı da malum. Toplumsal
hayatın "hangi" alanlarında sorunlar yaşandığını da öğrendik.
Olumsuzlukların sorumlusunun "kim" veya "kimler" olduğu
konusunda herkes bir fikre sahip. Evde, işyerinde, paneller ve
148
seminerlerde, yolda, kahvede hep konuşuyoruz. Demeç, görüş,
eleştiri, istem bolluğu, ünlü gazeteci Şinasi Nahit Berker'in "Bu
memleket batarsa, uzun laftan batacak" sözünü akla getiriyor.
Ancak iş bu sorunların "nasıl" çözüleceğine gelince, fazla ses
çıkmıyor. Proje üretimi sahasında yaprak kımıldamıyor. "Projen
kadar konuş" dediğimizde cevap almak pek mümkün değil.
Günümüzde, nasıl sorusunun cevabı akılcı ve bilimsel projelerle
veriliyor. Çağdaş toplumların gündeminde sonu gelmez
tartışmalar, demeç savaşları laf oturtma yarışları ve kayıkçı
kavgası yok. Tartışmalar, proje bazında yapılıyor. Biz ise tüm
enerjimizi, sorunların ne olduğu, niçin olduğu konusunda
harcıyor, sıra çözüm proje üretmeye gelince başka bir gündem
konusuna el atıyoruz. Proje üretimine önem vermediğimiz için
beyinlerimiz giderek daha fazla tembelleşiyor. Proje üretimini
yalnız inşaat ve makine mühendislerinin görevi olduğunu
düşünüyoruz. Oysa küçüklü büyüklü tüm sorunlarımızın çözümü
projelere bağlı. Değişik mesleklerden gelen kişilerin
oluşturacağı proje ekiplerinin üreteceği çözümler, hayatımızdaki
çirkinlikleri azaltacak. Toplumun yenilenmesi, dünyadaki
değişim ve gelişime ayak uydurmamız için de onlara, yüzlerce
yeni fikir ve proje üretmek zorundayız. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 644, 22Ekim 2012)
149
5
MARKA
YÖNETİMİ
150
BİR LOGO NE KADAR ÖNEMLİDİR?
Logo, markaları ya da kurumları temsil eden görsel
simgelerdir. İşletmelerce seçilen renk ve tipografi değerlerinin,
rakip firmalardan farklı yapıda olması gerekir. Logo, işletmenin
kişiliğini ve imajını yansıtır nitelikte olmalıdır. Ve bu doğrultuda
logo oluşturulmalıdır. Logolar, işletmeler ve tüketiciler arasında
kurulan, şifrelerini iki tarafında bildiği bir iletişim biçimidir.
Logolar yalnızca kar amaçlı işletmelerin marka oluşturma
aşamasında kullandığı görsel semboller değildir. Sivil toplum
örgütleri, sosyal yardım vakıfları, organizasyon, konser ve
festivaller, kamu ve eğitim kurumları da kendilerine özgü
logolar kullanmaktadır.
Peki Markaların Logo Değiştirme Nedenleri Nelerdir?
Kurumun tamamıyla yeni bir kimlik oluşturması.
Yönetimin; kurumsal yönetim, kültür veya pazarlama
stratejisindeki bir değişikliği belirtmek istemesi.
Kurum, marka adını değiştirdiğinde, kimlik değişimini yansıtma
ihtiyacı duyuyor olması.
Var olan sembolün bazı nedenlerle tartışmaya yol açabilecek bir
hale gelmesi.
Var olan sembolün anlam veya içerik açısından zamanın
gerisinde kalmış olması.
Marka tasarımı eskiyip demode olması.
Var olan sembolün, akılda kalıcı olması konusunda yetersiz
kalması.
Sembol, yasal bir gereklilik nedeniyle değiştirilmek zorunda
kalmış olması.
Şirket el değiştirdiğinde de markanın aynı şekilde korunmuş
olması.
Şirketin bir birleşme geçirmiş ve farklılaşmış olması.
Dünyadaki Gelişmeler: Dünyadaki pek çok kurum
logoların ne kadar önemli olduğunu anlamış durumdadır.
Günümüzde pek çok marka eskiyen logolarını değişen şartlara
ayak uydurmak için daha dinamik hale getiriyorlar. Shell,
Westing Hause, Bayer, Agfa, AEG, Reanult gibi pek çok marka
dinamik logolara sahiptir. Yine bunun yanında Kodak firması
1907 yılında yaptığı ilk logosunu, 1935, 1960, 1971, 1987’e son
151
olarak da 2006 yılında değiştirerek daha dinamik hale getirdi.
İtalya otomobil markası Fiat ise günümüze kadar tam ondört kez
logosunu değiştirerek dinamik hale geldi. Yine Coca-Cola en
büyük rakibi olan Pepsi’nin kuruluşundan bu yana on kez
logosunu değiştirdi.
Türkiye’deki Gelişmeler: Marka kavramının önemi
ülkemizde yeni yeni fark ediliyor. Buna bağlı olarak da firmalar
logolarını değiştirmede biraz daha statükocu olabiliyorlar.
TRT’nin değişen logosu yüksek maliyetinden dolayı zamanında
eleştirilse de bugün çok beğeniliyor. Özelleştirmeyle birlikte
Tüpraş’ın ve Yapı Kredi Bankası’nın değişimi logolarına
yansıttığını gözlemliyoruz.
Peki neden bunları yazıyorum. Belediyemizin logosunda
kuruluş tarihi maalesef yok. Bence bu düşündüğümüzden çok
daha önemli bir konu. Köklü bir tarihi olan Bolvadin bunu
kurumsal anlamda da göstermelidir. Aşağıdaki logolar bunu en
iyi şekilde anlatıyor. Bolvadin Belediyesi, yeni logosuyla
tamamen yeni bir kimlik oluşturmalıdır. Ya da en azından diğer
belediyeler gibi kuruluş tarihini logosuna yansıtmalıdır.
152
Bakın geçtiğimiz aylarda Kırşehir Belediyesi kendisini
temsil edecek olan logoda Kırşehir’in en büyük kültür
değerlerinden birisi ve dünyanın ilk uzay gözlemevi ve aynı
zamanda Gökbilim Medresesi olan Cacabey Medresesi ve
turuncu kuşak ile ay ve yıldız gibi figürlere yer verildi. Yeni
logo gerçekten çok güzel. Bu bağlamda Bolvadin Belediyesi de
çok daha güzel logo tasarımı yapabilir. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 551, 10 Ocak 2011)
153
TÜRK TELEKOM LOGOSUNU
DEĞİŞTİRMEKTE GEÇKALDI
Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeler bu şekilde iken
özelleştirme ile daha dinamik hale geldiğini düşündüğümüz
Türk Telekom'un yapması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Türk Telekom Ne Yapmalı?
1- Logonun önemini fark etmeli.
2- Profesyonel şirketlerle çalışmalı.
3- Türk kelimesi daha büyük punto ile yazılmalı.
4- Telekom kelimesi birleşik ve küçük punto ile yazılmalı.
5-TT harfleri gibi logo değişime gidilmemeli.
6- Yeni bir marka sembolü belirlemeli.
7- Logodaki iletişimi ifade eden ok ve pullar terk edilmeli.
8- Renkleri değiştirmeyi tartışmalı gerekirse mavi-lacivert
renklerden, kırmızı-beyaza geçmelidir.
9. American Telecom'un yaptığı gibi bayrağın gücünden
yararlanabilir.
10. etelecom'un yaptığı gibi ay ve yıldızdan yararlanabilir.
Türk Telekom, özelleştirmeden sonra köklü değişime gitse de
reklâm harcamalarına yaptığı yatırımın yanında logosunu daha
dinamik hale getirmeli ve yeni tasarlanan logosuyla tamamen
yeni kurumsal kimlik oluşturmalıdır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
539, 18 Ekim 2010)
154
BOLVADİN’DE PAZARI GÖREMEMEK
Bir pazara sahip olun, bir imalathaneye değil.
Jeffrey J. Fox
Paul G. Hoffman, bakın ne güzel söylemiş: “Önemli
yanılgılardan biri, fabrikalar kurarak bir ülkenin sanayileşeceğini
sanmaktır. Hiç de öyle olmaz. Bir ülkeyi sanayileştirmenin yolu,
pazarlar kurmak ve geliştirmekten geçer.” Bence bu fikir sadece
ülke ekonomisi için değil bölgesel ekonomi için de geçerlidir.
Örneğin Bolvadin’de kalkınmayı pek çok kişi fabrika
kurulmasına bağlar. Ben açıkçası böyle bir fikre katılmıyorum.
Bolvadin’e iki yüz kişilik fabrika da açılsa Bolvadin’in sosyal
hayatı değişmez. Şehir yine beş bin kişilik bir kasaba izlenimi
verir. Geçenlerde ziyaretime gelen misafirlerim Bolvadin’in ilçe
merkezinin otuz iki bin nüfusa ve bunun yanında üç bin beş yüz
üniversiteli öğrenci sayısına sahip olmasına inanamadı.
Bolvadin’de neden büyük bir alışveriş merkezi yok hala
anlamış değilim doğrusu. İnsanların özellikle kışın vakit
geçireceği, stres atacağı yerlere ihtiyacı var. Ne zaman Özdilek
ya da Afyon’da bir alışveriş merkezinde olsam, kesinlikle
Bolvadin’den pek çok aileye rastlıyorum. Artık insanlar
alışverişi bir şeyler almak olarak görmüyor. Artık Bolvadinli de
alışverişi bir yaşam tarzı, stres atıp, eğlenme ve dinlenme olarak
görüyor. Bu imkânı ilçede bulamaylar, soluğu Afyon’da
alıyorlar. İddia ediyorum; Yimpaş Afyon’da değil de
Bolvadin’de olsaydı, daha fazla müşteri çekerdi ve Kiler’e
devredilmezdi. Çünkü Afyon’da çok fazla alternatif var. Bugün
büyük şehirler alışveriş merkezine doymuş durumdadır. Gün
geçtikçe de şirketlerin bu pazarlara girmesi çok zorlaşmaktadır.
Bu sebeple küçük şehirlere girmek daha büyük ilgi
uyandırmaktadır. Çünkü tüketimin şekillendiği ve de hiçbir
rakip firmanın olmadığı bu pazarlar gittikçe daha da önem
kazanmaktadır. Geçenlerde yabancı bir firma Türkiye’deki ilk
yatırımını İstanbul’a değil, Erzurum’a yaptı. Bunun sebebini
soran basın mensuplarına yönetici “Erzurum’da böyle bir
yatırım ilk olacak da ondan.” cevabını verdi.
Peki neden Bolvadin’de büyük bir alış veriş merkezi yok?
Bunun tek bir nedeni var: Girişimcilerimiz maalesef korkaklar
155
ve böyle bir yatırıma cesaret edemiyorlar. Biri böyle bir yatırım
yapıp, para kazanmaya başlasa bunu görenler yanına aynı binayı
yaparlar. Oysaki önemli olan piyasada ilk yapan olmak ve
kimsenin göremediği pazarı görmektir. Ayrıca Çay ve
Emirdağ’dan gelebilecek müşterileri de unutmamak gerekir.
Böyle bir durumda şehir bir cazibe merkezi olur. Yıllar önce
yüksek okul öğrencilerimiz Bolvadin’de bin kişiyle görüşüp
anket
çalışması
yapmışlardı.
Ankette
“Bolvadin’de
gerçekleştirilmesini istediğiniz yenilikler nelerdir?” sorusuna
bakın ne cevap verilmiş:
- Alışveriş merkezleri açılmalı: 350
- Çevre düzenlemesi yapılmalı: 259
- Eğlence merkezi açılmalı: 251
- Sosyal aktiviteler arttırılmalı: 128
- Diğer beklentiler: 12
Ben bu anketin bugün yapılsa insanların alışveriş ve eğlence
tercihlerinin daha da arttığını söyleyebilirim. İşte bu sebeple
girişimcilerimiz pazarı iyi görebilmeliler. Çünkü bir gün
mutlaka bu pazarı birileri fark edecektir. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 501, 25 Ocak 2010)
ETKİLEYİCİ BİR MARKA İSMİNE SAHİP OLUN
Alabileceğiniz en önemli pazarlama kararı,
bir ürüne ne ad vereceğinizdir.
Jack Trout
Bir marka isminin seçilmesi düşündüğünüzden daha da
önemlidir. Marka ismi belirlendikten sonra, marka kimlik
çalışması yapılarak bu marka adının üzerine çeşitli anlamlar ve
vaatler inşaa edilir. Seçilen marka adı, markanın değer
konumlandırması ile tutarlı bir ad olmalıdır. Farklı hedef kitle
aynı mesajı farklı şekilde görebilir veya aynı kelimeleri farklı
yorumlayabilir. Uluslararası pazarlamada da yabancı dilden
çevirmeler söz konusu olduğunda bu tür farklılıkların çok ilginç
sonuçlar doğurduğu aşikârdır. Örneğin; ünlü ABD şirketi
General Motors’un Chevrolet Nova Star marka otomobili
İspanyolca’da “yürümez” anlamına geldiği için, İspanyolca
156
konuşulan ülkelerde özellikle Puerto Rico’da pazarlanamamıştır.
Bunun üzerine General Motors bu markayı “Carilbe” diye
değiştirmiştir. Bir marka adında aranan nitelikler arasında
aşağıdakileri sayabiliriz:
 Marka ismi, ayırt edici özelliklere sahip olmalıdır.
 Marka ismi, kısa, öz ve akılda kalıcı olmalıdır.
 Marka ismi, uzun kurucu isimlerinden oluşan ibarelerden
kaçınmalıdır.
 Marka ismi, için seçilen kelimelerin anlamları her dilde iyi
araştırılmalıdır. Örneğin Koton markası Türkiye’de tanınmış bir
marka olmasına rağmen anlamı nedeni ile yurtdışında bir çok
ülkede tescil kriterlerine uygun değildir.
 Marka ismi, birçok ürün ve hizmette kullanılabilecek şekilde
düşünülmemelidir.
 Her ürün ve hizmet için, o ürün ve hizmet ile özdeşleşecek
ibareler seçilmelidir.
 Marka ismi, hem ticari unvan hem de marka olarak
kullanmanın sakıncalarını iyi düşünülere karar verilmesi gerekir.
Çünkü çıkarılabilecek yeni bir ürün veya imaj zedeleyecek
herhangi bir ürünün imaj kaybı firmanızı zor durumda
bırakabilir.
 Marka ismi jenerik isimlerden oluşmamalıdır.
 Marka ismi coğrafi isimler olmamalıdır.
 Marka ismi şahıs isimleri olmamalıdır.Çünkü aynı şahıs
isimlerinin aynı veya farklı alanlarda faaliyetlerinin olması
karışıklığa sebep olacaktır.
 En önemlisi seçilen marka ismi marka tescil başvurusu
yapılarak koruma altına alınmalıdır.
'Elti' Tutmayınca Adı 'Volt' Oldu
Volkswagen'ın ticari araçta Almanya'dan sonraki en büyük
ikinci pazarının Türkiye olmasında bir isim operasyonu da etkili
olmuş. Volkswagen'ın ticari araçta Almanya'dan sonraki en
büyük ikinci pazarının Türkiye olmasında bir isim operasyonu
da etkili olmuş. Markanın üç modelinden biri olan Volt'un ismi
Türkiye'de konulmuş. Bu sayede araç, hem kendi sınıfında hem
de marka içinde önemli bir satış başarısına ulaşmış. Bu
157
durumdan etkilenen şirket, Almanya'dan bir ekip göndererek
Türkiye'de gizlice pazar araştırması yaptırmış. Merkezde yapılan
ülke toplantılarında da bu konu 'başarı örneği' olarak anlatılıyor.
VW ticari araç satışlarının yüzde 15'ini oluşturan Volt ilk olarak
1997'de pazara sunuldu. Ancak araç Volt olarak değil bütün
dünyada olduğu gibi Türkiye'de de LT adıyla piyasaya
sürülmüştü. Ne var ki, bazılarının İngilizce okunuşundan
oluşturduğu Elti ismi pek çok müşteri için cazip gelmedi ve
model ilgi görmedi. Doğuş Otomotiv yöneticileri Almanya'dan
da izin alarak 2000'de Volkswagen'ın 'Vo'su ile LT'yi bir araya
getirip araca Türkçede karşılığı olan Volt ismini koydu. Antalya
tüm dünyada en fazla VW Volt modeli satılan şehir unvanını
alırken üst üste son iki yılda en çok Volt satan bayi de
Türkiye'den çıkmıştır. Bu yeni bir sürecin başlangıcı oldu; LT
artık Crafter adını aldı ve tüm dünyada bu isimle pazarlanmaya
başlanıldı. Türkiye'de ise Doğuş Otomotiv, Volt ismini koruma
iznini alarak modeli Volt Crafter olarak marttan itibaren satışa
sunuyor.
Türkçe İsim Tutmadı, Brillant'ı Tercih Ettik
1971 yılında Baba Nurettin Baydemir tarafından temelleri
atılan şirket uzun süre Fransa ve Avusturya'dan ithal ettiği tül ve
perdelerin perakende ve toptan satışlarını yaptı. 1989'dan
itibaren yurtdışı fuarlarını ziyaret eden Erdoğan Baydemir ve
kardeşleri, 'İthal ettiğimiz ürünleri neden üretmeyelim?' diyerek
kendi fabrikalarını kurdular. Baydemirler'in marka olarak
'parlaklık' anlamına gelen Brillant'ı kullanmalarının ilginç bir
hikâyesi var. Şirketin üretime ilk başladığında 'Baydemir' adıyla
158
gönderdiği ürünler, satılmadığı gerekçesiyle mensucatçılardan
geri dönüyormuş. Erdoğan Bayraktar hikâyenin kalan kısmını
şöyle özetliyor: "Neden geri gönderdiklerini sorduğumuzda,
'İnsanlar Fransız malı istiyor.' cevabını aldık. Oysa ürünler çok
kaliteliydi. Biz de bir gecede ismi Brillant yaptık. Zaten kalite
olarak Avrupalıların üzerinde olduğu için talep patlaması oldu."
Şirketin marka olarak Brillant'ı tercih etmesinin, yurtiçi olduğu
kadar yurtdışında da bir hayli işine yaramış. Baydemir'in
anlattığına göre Fransa'ya satılan Brillant marka ürünler
yüzünden orada bu işi yapan bir fabrika kapanmak zorunda
kalmış. Bu yüzden Fransızlar Baydemirler'e kızıyormuş. Toplam
1,4 milyar dolarlık üretim hacmine sahip şirket, ev tekstilinde
pazarın yüzde kırkını ellerinde bulunduruyor. Grup yılda altmış
milyon metre perde imalatı ile yüz bin futbol sahası
büyüklüğünde ev tekstili üretiyor.
Laz'a İtalyan Kulp Taktı New York'a Adım Attı
Artvin Arhavili Laz mobilyacı Yaşar Kababulut, Bulut
markasıyla Ankara'da mobilyacılık yaparken 2002 yılında Laz
ve İtalyan ismini çağrıştıracak 'Zoni' takısını birleştirerek
Lazzoni markasını ortaya çıkarmışlar. Müşterilerin İtalyan
mobilyaya olan ilgisinden dolayı böyle bir marka oluşumuna
gitmişler. Lazzoni markasını tescil ettiren Yaşar Kababulut, şu
anda şirketin 25 milyon dolar ciroya sahip olduğunu üç yıl
içerisinde 100 milyon dolar ciroya ulaşmayı hedeflediklerini dile
getiren Kababulut, New York'ta açılacak 600 metrekare
büyüklüğünde mağazada Ankara'da üretilen mobilyaların
satışının yapılacağını dile getiriyor.
Peki bu anlattıklarımın Bolvadin için ne önemi var?
Maalesef ilçemizde bazı ilginç firmalar var ki ürünlerinin
isimleri asla marka olamayacak nitelikte. Bu isimleri burada
zikretmek kanaatimce çok yanlış olur. İşte bu sebeple
girişimcilerimizin vakit kaybetmeden markalarının isimlerini
gözden geçirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ismin
güzelliği aynı zamanda markanın güzelliği anlamına geliyor.
Acımasız rekabet ortamında da iyi sunulmayan güzel çirkinden
farksız kalıyor.
159
Çifteler Halk Eğitim Müdürlüğü’nün Başarısı
Bu arada pazar günü yolum Eskişehir’in, Çifteler
ilçesinden geçerken bir şey dikkatimi çekti: Şehir merkezinde
yer alan brandada dev bir yazı: “İş Makineleri Operatörlüğü
kursu verilecektir. Müracaat: Çifteler Halk Eğitim Müdürlüğü”
İlçemizde çok fazla işsiz genç var ve bu belgeyi alanlara da
sektörde önemli bir ihtiyaç var. Bu arada hemen belirteyim
Çifteler ilçe merkezinin nüfusu 11.887 kişi yani Bolvadin
nüfusunun yaklaşık üçte biri… Buradan Çifteler Halk Eğitim
Müdürlüğünün başarısını tebrik ediyorum. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 549, 27 Aralık 2010)
BAŞKASI OLMA, KENDİN OL!
Günümüzde insanın başkalarını taklit etmesi yerine kendisi
gibi olabilmesi en zor durumlardan biridir. Eski topraklar bu
kurala “Nev’i şahsına münhasır olmak” derlerdi. Ne güzel bir
şeydir; insanın yeteneklerini keşfetmesi, neyi yapıp neyi
yapamayacağını bilmesi. “Başkası olma kendin ol” felsefesi, bizi
kendimize doğru bir yolculuğa çıkartır. Sahip olunan kaynakları
değerleri fark etmek; eksiklikler, boşluklar, kendine
güvensizliklere son vermek; ancak içinizdeki gerçek yeteneğin
ne olduğunu keşfetmek, uğruna emek vermek, sonrasında bunu
başarıya gidecek yolda eyleme dönüştürmekten geçiyor. “Ben
olduğum gibi görünmeye ve göründüğüm gibi olmaya itina
gösteririm. Mesela, bir tek şeyi saklamak ihtiyacı duymadım.
Tahsilliyim, kültürlüyüm, filan mektebi, filan üniversiteyi
bitirdim.” demedim. Lise ikiden ayrıldım, iyi talebe değildim.
Pamuk işçisi Hacı Ömer’in oğluyum. Gerçek bu…” Bu sözler
rahmetli Sakıp Sabancı’ya ait. Onu bu kadar sevdiren gerçekte
bu anlattıklarından bir başkası değil. Eğer Sakıp Sabancı kendi
gibi olmasaydı şüphesiz bu kadar seveni olmayacaktı. Charlie
Chaplin de film yapmaya ilk başladığı zaman yönetmeni,
zamanın ünlü bir komedyenini taklit etmesi için ısrar etti.
Charlie Chaplin, kendi bildiği gibi oynayıncaya kadar hiçbir
yere gelemedi. Unutmayın insanlar başkasını taklit ederek
160
başarıyı yakalayamaz. Bunun başka bir örneği Pele’dir. Pele,
dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olmanın yanı sıra bir
zamanlar Brezilya’da spor bakanlığı yapmış. Amerika’da pek
popüler olmayan Avrupa futbolunu gençlere sevdirmeye
çalışmış. Unicef, Unesco gibi kurumlarla birlikte dünyanın dört
bir yanında özellikle çocuklar için sosyal sorumluluk
projelerinde aktif rol oynuyor. Kendisinin kurduğu Pele
kampüsünde 8-18 yaş arasındaki çocuklara sadece futbolu değil,
ahlaklı bir sporcu olmasını da öğretiyor. “Futboldan kazandığım
şeyleri topluma vermeye çalışıyorum. Bu sayede Allah beni
zinde tutuyor.” diyor Pele ve şöyle devam ediyor: “Futbol
öğrettiğim bir çocuğa ilk söylediğim şey, ‘Bak sen ileride
mükemmel, yıldız bir futbolcu olabilirsin. Ama her şeyden önce
kendin gibi olmalısın ve en önemlisi kim olduğunu
keşfetmelisin’…”
İş dünyasında en önemli konuların başında işletmelerin
kendisi olma kuralı vardır. Başkalarını taklit ederek bir yere
varamazsınız. Unutmayın: başkalarının yolunda yürüyenler ayak
izi bırakmazlar. Özgün olmak varken neden kişiler başkalarını
taklit ederler? Bu soru Robert Frost’un çok güzel bir sözünü
hatırlatır. “Ormanda karşıma iki yol çıktı. Ben az gidilmiş olanı
tercih ettim.” Maalesef günümüzde insanlar az gidilmiş olan
yolu değil de, çok gidilmiş yolu tercih ederek kendileri olmayı,
özgün olma fırsatını kaçırıyorlar. Bunun en büyük sebebi şirket
yöneticilerinin özgüven problemi yaşaması ve başarıyı kısa
sürede yakalamak istemeleridir. Bir firma bilinen yolu denediyse
bizde o yöntemi deneyerek başarılı olabiliriz. Riske girmeye
gerek yok. Bilinen yol varken hiç kimsenin gitmeyi tercih
etmediği yolda bizim ne işimiz var. Başımıza her türlü musibet
gelebilir. Ormanda da tehlike vardır. Yırtıcı bir hayvan
karşımıza çıkabilir. Bu mazeretleri artırabiliriz. Fakat başarı için
bu yoldan gitmeye gerek var. Başkası olarak, bir başkasını taklit
ederek kısa vadede günü kurtarabilirsiniz fakat uzun vadede
kaybeden hep siz olacaksınız. İşte bunun garantisinin size
şimdiden verebilirim.
Selpak nasıl ki kâğıt mendille, Gillette nasıl ki tıraş bıçağı
ile özdeş markalarsa Sana da margarinle özdeşti. O dönem
161
piyasaya yeni giren Luna’nın hedefi eski, güçlü, güvenilir marka
olan Sana’ydı. Peki Luna güçlü rakibine karşı ne yaptı? Daha
iyi, daha lezzetli, daha ucuz bir margarin mi dediğini
sanıyorsunuz? Ürünü ortaya çıkaranlar da reklâmı yaratanlar da
kafa kafaya verdiler ve “Siz hâlâ annenizin margarinini mi
kullanıyorsunuz?” sloganıyla yeni kuşak ev kadınlarına “yeni”,
“modern”, “farklı” bir öneri getirdiler. Yeni kuşağa kendi
markasını, kendi çizgisini, stilini seçmesini önerdiler. Sonuç ne
mi oldu? Luna kendisi olduğu için Sana’ya karşı ciddi bir
galibiyet aldı. Bunun yerine çoğu kişinin düşündüğü gibi en
eskiye odaklansaydı şüphesiz başarısız olurdu.
Sana ile Luna arasındaki rekabetin benzeri ABD meşrubat
piyasasının iki büyük dev rakibi Pepsi ve Coca-Cola arasında
yaşandı. İki firma yaklaşık yüz yıldır kıran kırana rekabet
etmektedir. Bu iki şirket arasındaki rekabet, başvurdukları
strateji ve taktiklerle gerçek bir savaşı andırmaktadır. Kolalı
rekabette en üstün yere Coca-Cola’nın sahip olduğu, herkes
tarafından bilinir. Bu alanda Coca-Cola’yı yenmek için
Pepsi’nin yapabileceği bir şey yoktu. Klasiğe karşıysanız;
“Onlardan daha klasiğiz” diyemezsiniz. Halk buna
inanmayacaktır. Bu sebeple Pepsi oyunu ters yüz etti ve kişilerin
algılamalarını yeniden çerçelevedi. Pepsi kuşağından
konuşmaya başladıklarında ve “Pepsi Meydan Okuyor”
sloganını ortaya attıklarında zayıflıkları, güçlülüğe dönüştü.
Pepsi, “Elbette diğer arkadaş kraldı. Fakat biz bugüne bakalım
Dününkünü mü yoksa bugünkünü mü istersiniz?” dedi.
Reklâmlar Coca-Cola’nın geleneksel üstünlüğünü, onun
geleceğin değil geçmişin ürünü olduğunu göstererek, yeniden
çerçevelemeyle zayıflığa dönüştürdü. Pepsi’nin gelenekselleşmiş
olan ikincilik statüsünü yeniden çerçeveleyerek, şirketin
üstünlüğü haline getirdiler. Coca-Cola sonunda Pepsi’nin
sürdüğü görüş etrafında oynamak zorunda kaldı. Coca-Cola
kelimesinin önüne “yeni” kelimesini ekleyerek oyuna katıldı…
Pepsi çerçeveyi değiştirerek ve terimleri yeniden tanımlayarak,
yakın
tarihimizin
en
büyük
pazarlama
darbesini
gerçekleştirmiştir. Pepsi’nin logosunu dikkatli incelesek ilk
başlardaki logonun yazımı rakip Coca-Cola’ya çok benziyor.
162
1962 yılında adını sadece Pepsi şeklinde ifade ediyor. İlk
yıllardaki hâkim olan kırmızı renk yerini bugün Pepsi ile
özdeşen maviye bırakıyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 525, 12
Temmuz 2010)
PASTAVİLLA MARKASINDAN
BOLVADİNLİ GİRİŞİMCİLERİN
ALMASI GEREKEN DERS NEDİR?
1928’de kurulan Kartal Makarnaları’nın batmak üzereyken,
1992’de ismini değiştirip Pastavilla olması ile satış rekorları
kırması bilinmeyen ilginç bir marka öyküsüdür. Bugün Koç
Holding’e bağlı olan Pastavilla İşletmesi, Kartal Makarna adıyla
İsmail Hakkı Ulukartal tarafından İzmir Kemeraltı’nda
kurulmuştur. Şirketin yönetimi daha sonra Ali Ulukartal’a
163
geçmiş, şirket, 1990’lı yılların başında ekonomik krizle karşı
karşıya kalmıştır. Bu zor durumda Kartal Makarna’ya fabrikayı
kapatacaktı ya da yok pahasına satacaktı. Tam bu sırada
Ulukartal, profesyonel bir kişiden yardım istedi. Nur
Demirok’un Kartal Makarna’yı kurtarma plânı tamamen,
makarnanın İtalya ile özdeşleştirmesi üzerine kuruldu. İlk olarak
Kartal Makarna ismi Pastavilla’ya çevrildi. Marka olarak İtalyan
lisanlıydı ama Türkiye’de üretilen “ Türk Malı” imajı
vurgulamaya çalışıldı. İkinci olarak İtalya’ya gidilerek
Türkiye’de bulunmayan makarna kalıpları getirildi. Üçüncü
hamle buğday, güneş ve İtalya bayrağının da içinde olduğu bir
logo yaptırıldı. Dördüncü olarak; İzmirli İtalyan asıllı bir
Levanten olan Hugo Reggie aslında pazarlamayla hiçbir ilgisi
olmamasına rağmen sadece İtalyan ismine sahip olması
nedeniyle şirketin pazarlama müdürü yapıldı. Hugo Reggie
“Makarna Ustası” olarak lanse edilip bizzat reklamlara çıkarıldı.
Son hamle ise yapılan yeni imajla birlikte basının karşısına
çıkmasıydı. 1992 yılında, yabancı sermaye yatırımlarının henüz
cılız olduğu bir dönemde basının karşısına çıktı. Pastavilla
dünyanın tanıdığı İtalyan markası lezzet ve görünümünde, tabii
ki Pastavilla ile ciddi bir ilgi gördü. 1995 yılında şirket
hisselerinin tamamı Koç Topluluğu bünyesine geçti. Eylül 2009
dönemi verilerine göre 510.9 milyon TL ciro elde edilmiş olup
brüt kâr marjı % 21’e, net kâr marjı ise %8.23’e ulaşmıştır.
Pastavilla markası şu anda makarna pazarında Premium
segmentte pazar lideri konumundadır. Pazar payını muhafaza
ederek, kâr marjının yüksek tutulması stratejisini de devam
ettirmektedir. Kartal Makarnanın sahibi Ali Ulukartal
Pastavilla’yı Koç Holding’e sattıktan sonra 1996 yılında
İtalyanca “yeşil” anlamı taşıyan VERDE Zeytinyağı markasını
kurmuştur. Türkiye’de zeytinyağını ilk kez cam şişeye koyan
VERDE şu anda iç pazarda % 16 Pazar payına sahiptir. Ali
Ulukartal’ın markalaşmanın kişiliğini doğru yansıtan, marka
stratejisine uyum sağlayan yaratıcı isimler seçme başarısının
sonuçları ortadadır.
Tekrar başlığa geri dönersek, Bolvadinli girişimcilerin bu
hikayeden hangi dersi çıkarması gerekir? İlçemizde okadar
164
ilginç marka isimleri var ki bunların isimlerinde çok ciddi
sıkıntılar var. Yani ilçemizde birçok Kartal makarna var.
Bunların isimlerini açıklamak burada hoş olmaz. Ama
girişimcilerin biraz durup bunu sorgulamaları gerekir. Eminim:
“Hocam zaten para kazanıyorum. Bu saatten sonra ismimi nasıl
değiştireyim. Böyle bir riski nasıl alırım?” diye düşünüyorlar.
Oysaki ürünün sırıtan ismini değiştirip, daha iyi bir isim verilse
çok daha para kazanılır. Bunun en güzel örneği Pastavilla
örneğidir. 1928’de kurulan Kartal Makarna ismini
değiştirebiliyorsa ilçemizdeki işletmeler de bunu yapabilir.
Benden söylemesi…(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 564, 18 Nisan
2011)
AFYON NASIL MARKA ŞEHİR OLUR?
Şehirleri şehir yapan mekânlardır.
Mekânları mekân yapan kentlilerdir.
Marka şehir olmanın temelinde şehirlerin pazarlaması
vardır. 1970’lerin ortasında eski İngiliz endüstri şehirleri
Manchester, Birmingham ve Glasgow’da ilk şehir pazarlama
çalışmaları başladı. 1980’lerin ortasında Almanya’nın orta
ölçekli kentleri Mindelheim, Kronach ve Schwabach’de ilk şehir
pazarlama
projelerini
başladı.
1990’ların
başında
Avusturya’daki Ried ve Vöklabruck ilk şehir pazarlama projeleri
oldu. 1990’ların ortasından sonuna kadar Şehir Pazarlama,
birçok Avrupa ülkesinde profesyonelleşti ve 11 Avrupa
ülkesinin katıldığı “Şehir Pazarlama Birliği” kuruldu. Bugün
Avrupa çapında 2500’ün üzerinde şehir pazarlama projesi
devam ediyor.
İzmir Ekonomi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şayeste
Daşer bakın konu hakkında ne söylüyor? “Paris için ışık şehri
denir. Paris neden ışık şehir? Şehirde 11 bin şehir lambası var.
155 abide her gün ışıklarla aydınlatılıyor. Marka şehirler
oluşturmak istiyorsak, materyalleri doğru kullanmak
durumundayız. Pazarlama sanatı, marka oluşturma sanatıdır.
Eğer marka değilseniz düz ürünsünüz. Havlu üretiyoruz ancak
165
Avrupa’nın havlusunun üçte biri fiyatına satıyoruz.
Kumaşlarımız, İngiliz kumaşının dörtte bir değerinde.
Ürettiğimiz diğer ürünlerimizde de aynı sorun var. Peki bu
neden kaynaklanıyor? Değer geliştirmeyi beceremediğimizden
kaynaklanıyor.” "Napolyon, 'Bir gün dünya için bir başkent
seçilecek olursa, bu İstanbul olur' demiş. İstanbul Asya ile
Avrupa'nın, Doğu ile Batı'nın, Hıristiyanlıkla Müslümanlığın
birleştiği yer. Ama tüm bunlara rağmen değil dünya
başkentliğinden, 'güya' bir parçası olduğu Avrupa'dan bile çok
uzakta!" Bizler şehirleri markalaşma konusunda yeterince
başarılı olamadık.
Afyonkarahisar yerine Afyon olarak şehrin isminin
değiştirilecek olması kararı bu yazımı artık bir zorunluluk haline
getirdi. Öncelikle ismin kısaltılmış olması bir avantaj ama sanki
kamuoyunda şehrin isminin Afyon olunca hemen marka şehir
olunacağı düşüncesi hâsıl oldu. Ama unutmamak gerekir ki
Afyonkarahisar’dan önce de şehrin ismi Afyon’du. Kısacası
marka şehir olabilmenin yolu Afyon isminin altını doldurmak
gerekiyor. Peki bunlar neler olmalı?
1. Sosyal aktivitelerle: Jaz festivali iyi bir örnek ama
kamuoyunun desteğini alamadı. Yani Afyon’la Jaz örtüşemedi.
Ama belirtmeliyim ki böyle bir çalışma güzel fakat kamuoyu
bunu desteklemeliydi. Bireysel bir çaba olarak kaldı. Kurumsal
çabalar maalesef görünmedi.
2. Farklılıkları vurgulayarak: Her şey, 1986’da Roma’daki
İspanyol Merdivenleri’nde yapılan McDonald’s açılısının, Carlo
Petrini önderliğindeki grup tarafından tabaklar dolusu İtalyan
makarnası fırlatılarak protesto edilmesiyle başladı. Çünkü
“meydanın estetiği bozulacaktı” ve “yemek yeme, öyle abur
cuburla doymak ve o hızla tüketmek” değildir. O andan itibaren
daha yavaş ve anlamlı akmaya başlayan zaman, adına fastfood’a
bir tepki olarak slow food “yavaş yemek” denilen ve doğaçlama
şekillenen karşı hareket ile giderek yaygınlaştı ve ilerleyen
yıllarda yalnızca gıda üzerine değil, yaşam, yolculuk, eğitim,
okuma, para ve başka alanlarda da ortak bir “yavaşlık”
felsefesinden beslenen bir akım halini aldı. Süreç içerisinde,
İtalya’nın Barolo kentinde Slowfood “Yavas Yiyecek Birligi”
166
oluşturuldu. 1989’da Paris’te uluslararası boyut alan birliğin,
bugün 100’den fazla ülke temsilcisinden oluşan 80 bin üyesi
bulunuyor. Yavaş yiyecek kavramından esinlenen Cittáslow
“Sakin Şehir Hareketi”nin temeli ise 1999’da İtalya’nın Toscana
bölgesinde bulunan Greve in Chianti şehrinde, 30 kadar Yavaş
Yiyecek Şehri’nin katılımıyla atıldı. Sakin Şehir Hareketinin ilk
bildirgesinde, Küreselleşmenin insanlar arasındaki iletişimi,
kaynaşmayı ve değişimi kolaylaştırmasına karşılık, farklılıkların
törpülenerek, tek bir model insan oluşturmaya doğru gittiği ve
sonunda sıradanlığın hâkim olacağı bir düzenin yaratılacağı
konusunda endişeler bulunduğu dile getirilmişti. Bu endişelerin
giderilmesi, yerel değerlere sahip çıkılması, bu değerlerin
korunması ve geliştirilmesi amacıyla Sakin Şehirler kavramı
çerçevesinde bir ağ oluşturuldu. Kısacası siz farklı
düşünüyorsanız bir şekilde fark ediliyorsunuz.
3. Slogan belirleyerek: Amerika’nın hatta dünyanın en popüler
kenti olarak bilinen New York’un ününe ün katan değerlerden
birisi de neredeyse 30 yıldır aralıksız kullanılan oldukça başarılı
resmi slogan ve logosu “I love NY” oldu. New Yorkluların
yanısıra New York’a yolu düşmüş hemen her turistin “I love
NY” yazılı tişört, şapka ya da herhangi bir hediyelik eşya
almaması vaki değildir. "I love NY" -New York’u Seviyorumsloganı ve logosu New York eyaletinde turizmi kalkındırmak
amacıyla grafiker Milton Glaser tarafından 1977’de yapıldı.
Sevgi (Love) kelimesi yerine kalp sembolü kullanılınca tüm
167
dünya tarafından kısa sürede tanındı. 1977’den önce New
York’un tanıtımı için, "Fun City" (Eğlence Şehri) takma adını
kullanılıyordu. İyi bir kelime bulmaktan daha önemli olan şehrin
coğrafi ve üstün özellikleriyle anlam bütünlüğü sağlayabilen bir
kelimenin tercih edilmesi şarttır. Brüksel AB'nin merkezi olması
sebebiyle "Avrupa'nın Kalbi" sloganını seçiyor. New York için
ticaretten, yoğunluktan daha iyi kelime bulamadıkları için "I
love NY" kelimesini seçiyorlar. Love kelimesinin kalp işareti
olduğunu hatırlatayım. Şehriniz için bir slogan, bir cümle hatta
bir kelime bulabiliyorsanız, kendinizi anlatma konusunda büyük
adım atarsınız. Amerika'da diğer şehirler ve onları tanımlayan
kelimeler:
Arkansas: The Natural State (Doğal Ülke),
California: Find Yourself Here (Burada kendini bulursun)
Colorado: Fresh Air (Temiz Hava),
Kansas: As Big As You Think ( Büyük Düşün),
New Mexico: Land of Anchantment (Cazibe Ülkesi)
North Dakota: Legendary (Efsanevi),
Oregon: We Love Dreamers (Hayalperestleri Seviyoruz),
Texas: It's Like a Whole Other Country (Hoşlanacağın Diğer
Ülke)
Utah: Live Elevated (Uzun Yaşamak)
West Virginia: Wild and Wonderful (Vahşi ve Harika).
5. Dikkat Çekerek: Çin`deki Harbin Uluslararası Buz ve Kar
Festivali yapılıyor. Çin’in kuzeyinde yer alan Harbin’de kışın
sıcaklık ortalama eksi 35 derece… Festival nedeniyle bire bir
boyutlardaki buzdan binalardan bir şehir kuruldu. Her yıl 5
Ocak'ta başlayan 'Buzdan Heykeller Festivali'dünyanın dört bir
yanından binlerce insanı buraya çekiyor. Rengarenk ışıklarla
süslendirilmiş buzdan heykeller şehri için her yıl en az 800 bin
ziyaretçi bekleniyor.
İngiltere’de peynir yuvarlama yarışı
yapıyorlar. Ciddi bir spor dalı haline gelen bu yarışmalar
İngiltere'nin bazı bölgelerinde yapılıyor. Kırıkkale'de, 600
metre karelik alana, toprak zemin üzerinde 14 bin parke taş, özel
beton ve 1 ton boya kullanılarak yapılan ''Anıt Bayrak'',
NewsWeek dergisine kapak oldu. Vali Demirer, daha önce
168
Europe Dergisi ve Reuters Haber Ajansı'na konu olan projenin
aynı zamanda internetteki ‘Yahoo' arama motorunda da
dünyanın ilk 12 eseri arasında seçildiğini hatırlatıyor. Afyon’da
bu tarz başarılar göstermelidir.
5. Konsept Belirleyerek: Marka olmak söyleminiz, eyleminize
her şeyinizi bir bütünlük olmasını gerektirir. Eylemler olmazsa
söylemler havada kalır. İnandırıcılığını kaybeder. Afyon’da bu
tarz bir konsept belirlemelidir. Sadece Termal Turizm demek
yetmiyor. Bunu Frig vadisi, Kaleye Teleferik tarihi evler ve
sağlık turizmi ile bütünlüğü pazarlamak gerekiyor. Bu bütünlük
olmadan Afyon kendini marka şehir yapamayacaktır. Hala
kalesinin teleferiği olmaması ise ayrı bir tartışma konusudur.
Teleferik olmadan marka şehir olamayız.
169
6. Sembol belirleyerek: Semboller çağında yaşıyoruz. Marka
şehir demek semboller demektir. Semboller, insanlara özel bir
anlam ifade eden objelerdir. Şirket logoları, bayrakları ve ticari
unvanları kolayca hatırlanıp akılda kalabilecek sembollerdir.
Örneğin Mercedes’in üç köşeli yıldız logosu kaliteyle eş anlamlı
bir semboldür ve akılda kalan bir şeydir. Aynı şekilde
McDonalds’ın sarı yay şeklindeki işareti en ufak çocuğa bile
McDonald’s’ın nerede olduğunu işaret edebilir. US Air Force 1
çağrı adlı uçak ABD başkanını sembolize eder. Her marka bir
semboldür ve bunların anlamları vardır. Markalar için sembol
nasıl önemli ise marka bir şehir olmak içinde sembollere sahip
olmak çok önemlidir. ABD denilince Özgürlük Anıtı, Fransa
denilince Eyfel, İngiltere denilince Big Ben, Almanya denilince
Brandenburg Kapısı, Hindistan denilince Tac Mahal ilk akla
gelir. Peki İstanbul denilince ilk aklınıza ne gelir? Muhtemelen
kız kulesi ilk sıradadır. Örnekleri sıralaya biliriz. İzmir denilince
akla ilk saat kulesi gelir. Çanakkale denilince akla ilk şehitlik
abidesi gelir. Konya denilince akla ilk Mevlana türbesi gelir.
Ankara denilince akla ilk Anıtkabir gelir. Trabzon denilince akla
ilk Sümela Manastırı gelir. Bursa denilince akla ilk Ulu Camii
gelir. Kütahya denilince akla ilk çiniden yapılmış dev Vazo
gelir. Örneğin Nusret mayın gemisi bugün Tarsus’da
sergilenmektedir.
Oysaki
“Cumhuriyetin
kazanıldığı
topraklardasınız” sloganını söyleyen Afyon’da bulunsaydı daha
iyi olmaz mıydı? Tarsus gerçekten bu anlamda hiçbir şehrin
düşünmediği şeyi düşündü ve onca maliyetine rağmen Nusret
Mayın gemisi bugün Tarsus’da sergilenmektedir. Vizyoner
170
insanların yaşadığı şehirler Marka olma yarışmasında her zaman
diğer şehirlerden öndedir.
7. Sanatçılarla Çalışarak: Sanatçılara sahip çıkmadan, içindeki
değerlere sahip çıkmadan bir şehri marka yapmak imkânsızdır.
Sanatçılar bir şehrin bakış açısını değiştirmede öncülerdir. Onlar
olmadan marka olamayız.
8. Sıra Dışı Olarak: Charlie Chaplin film yapmaya ilk başladığı
zaman yönetmeni, zamanın ünlü bir komedyenini taklit etmesi
için ısrar etti. Charlie Chaplin, kendi bildiği gibi oynayıncaya
kadar hiçbir yere gelemedi. Unutmayın başkasını taklit ederek
başarı yakalanmaz. Pepsi ve Coca-Cola arasında yaklaşık yüz
yirmi yıldır kıran kırana rekabet vardır. Bu iki şirket arasındaki
rekabet, başvurdukları strateji ve taktiklerle gerçek bir savaşı
andırmaktadır. Pepsi ilk çıktığında logosu Coca-Cola’yı taklit
ediyorken yıllar geçtikçe farklılaşarak başarıyı kazanmıştır.
Önceleri Pepsi Kola isim sonradan sadece Pepsi’ye dönmüştür.
Anadolu insanı “mahalle baskısından” ya da “el ne der”
anlayışından farklı olmanın, farklı düşünmenin önemini pek
anlayamamıştır. Oysa bugün iş dünyası farklılıklar üzerine
kuruludur. Nasıl başka markaları taklit ederek marka
olunmuyorsa başka şehirleri taklit ederekten Marka şehir
olunmaz.
8. Doğru Konumlandırma Yapmak: Konumlandırma
pazardaki müşterilerin zihninde oluşan algıdır. Başka bir ifade
ile konumlandırma; pazarlamacıların kendi ürün, marka veya
şirketi için hedef pazarındaki müşterilerin zihinlerde bir imaj
veya kimlik oluşturma çabasıdır. Bakın Al Ries ve Jack Trout
konu hakkında ne söylüyor: “Konumlandırma, ürüne ne
yaptığınız değildir. Konumlandırma müşterinin aklına girmek
için yaptıklarınızdır. Yani ürün ile müşterinin zihninde
oluşturduğunuz
şeydir.
Kendinizi
burada
nasıl
farklılaştırdığınızdır.” Bir şehri konumlandırmak ise bireylerin
zihninde oluşan o şehrin algısıdır. Günümüzde her ülke kendini
ve şehrini farklı bir şekilde konumlandırmış durumdadır.
Örneğin: Helsinki, Stockholm, Kopenhag ve Chicago şehir
pazarlama departmanları kurarak, konumlandırma stratejisi
geliştirerek, projeler üreterek şehirlerinin gelirlerini artırmıştır.
171
Ülkemizde de Antep baklavasıyla, Safranbolu evleri ile kendini
konumlandırmaktadır. Çin Seddinden sonra Dünyada ikinci olan
Diyarbakır Kalesi surları hiç kuşkusuz görülmeye değer yerlerin
başında gelir. Yapısı, sağlamlığı, taşıdığı yazıtlar, kabartmalar
ve şekillerle surlarda 12 uygarlığın kitabelerini okumak
mümkündür. Surlar 5 kilometre uzunluğunda ve şehri bir kalkan
balığı gibi kuşatmaktadır. Bunun yanında en çok peygamber
diyarbakırada yaşamıştır. Buna rağmen Diyarbakır bunu
kullanamayıp Urfa kullanmış ve “Peygamberler Şehri Urfa” diye
kendilerini konumlandırmıştır.
9. Reklam Olmadan Asla: Reklamın iyisi kötüsü olmaz denir.
Marka şehir olmak için reklamlarınız olmalı. Reklam olmadan
marka olmak zor görünüyor. Çünkü banknot paramızda bulunan
şehir resimleri bile o şehrin turizm potansiyelini arttırıyor.
Örneğin Doğu Beyazıt İshak Paşa sarayının resmi
banknotlarımızda yer almasıyla daha popüler hale getirmiştir.
Bunun yanında AROG filmi Afyon Döğer’de çekildi ama
maalesef Afyon bunu reklam amaçlı hiç kullanamadı. Başka bir
şehir Cem Yılmaz gibi popüler birinin gelmesini iyi
değerlendirebilirdi.
10. Marka Şehir Marka Mekânlar Demektir: Çoğu zaman
yaşanılacak, gezilecek veya yatırım yapılacak yerlerin
değerlendirmelerinde basit klişelerin önemli etkileri olmaktadır.
Paris moda, İsviçre sağlık ve saat, Rio de Janerio karnavallar,
Afrika ülkelerinin pek çoğu yoksulluk, savaş, suç ve kıtlığı
çağrıştırmaktadır. Pek çoğumuz bu çağrışımların gerçeklerle ne
ölçüde bağdaştığının farkında değilizdir. Ancak bu klişeler ister
doğru olsun ister yanlış veya ister olumlu olsun ister olumsuz
buralara yönelik davranışlarımızı etkiler. Bu durum çok adil
görünmese de olumsuz klişelerden zarar gören ülkelerin, diğer
insanları bu klişeleri bir tarafa bırakarak gerçek koşulları
incelemeye ikna etmeleri oldukça zordur. Nitekim bazı ülkeler
ve şehirler, şu an bu ünü hak etmeseler de, çok eskiden elde
ettikleri ün ile yatırımcıların, turistlerin ve işletmelerin dikkatini
daha kolay çekmekte ve onları daha kolay ikna
edebilmektedirler.
Sonuç olarak Afyon marka şehir olmak istiyorsa ev ödevini
172
iyi yapmalıdır. Yazımı Fikri Türkel iş dünyamızdaki
markalaşmamak problemi üzerine düşüncesi ile bitiriyorum.
“Marka üzerine çok konuşuluyor. Bir ülkenin en kıymetli varlığı
markalarıdır. Fındığınız para etmiyorsa, kayısıyı pestil yapıp
kendimiz yiyorsak, zeytinyağımızı şişede değil dökme satıyorsak,
mermeri blok halinde ihraç etmek zorunda kalıyorsak sebebi
markalarımızın olmamasıdır. Geleceğin en kıymetli bor
yataklarına sahip olsak da, dört mevsimi aynı yaşayıp, kendi
kendine yeten bir ülkede yaşasak da, markasızlık bini bir paraya
düşürmektedir.”www.afyonolay.com (19 Kasım 2012)
Martı Dergisi, Haziran 2014)
KAPILAR, SEMBOLİK YAPILARDIR
Yazıma bir soruyla başlamak istiyorum. Soruyu okuduktan
sonra gözünüzü kapatın ve soruma cevap verin. İstanbul’un fethi
deyince nasıl bir resim hayal ediyorsunuz? Muhtemelen Fatih
Sultan Mehmet’in İstanbul surlarından içeri girişi aklınıza gelir.
(Nasıl bildim mi?) Günümüzde kapılar sembolik yapılardır. Ve
düşündüğümüzün çok ötesinde bir öneme sahiptir. Örneğin:
Branderburg Kapısı Almanya’nın Berlin şehrinin ana
sembollerinden biridir. Zafer Takı ise, Fransa'nın başkenti
Paris'te bulunan tarihi anıttır. Napolyon Bonapart, Austerlitz
savaşında galip gelen Fransız askerlerine seslenmiş ve “Evinize
Zafer Taklarının altından geçerek döneceksiniz” demiştir. Ve 18
173
Şubat 1806 tarihinde Zafer Takı'nın inşa edilmesini istemiştir.
Günümüzde şehirler bu tip sembolik yapılarla anılıyor.
Gelelim ülkemize… Ülkemizde üniversite sınavına
hazırlanan gençlere üniversite deyince neresi aklına geliyor
dediğiniz de muhtemelen İstanbul Üniversitesi’nin tarihi giriş
kapısı akla gelir. Bakın internet sitesi wikimapia.org İstanbul
Üniversitesi’nin kapısı hakkında ne söylüyor? “Üniversite
denince akla gelen ilk görüntü. Üniversiteler hatta ÖSS ve
YÖK’le ilgili tüm haberlerde gösterilen muhteşem kapı.”
Öğrencilik zamanlarımda Dumlupınar Üniversitesi’nin merkez
kampusunde giriş kısmına Osmanlı-Selçuklu yapımı tarzında
yapılan kapıya çok yüksek bedelle yaptıran dönemin rektörüne
halk tepki göstermişti. Bu kadar yüksek rakamı bu kapıya
vermenin ne gereği vardı. Fakat ilerleyen süreçte anlaşıldı ki bu
üniversitenin sembolü olduğu gibi kamuoyu bu kapıyı çok
beğenmişti.
Horan Parkı gerçektende Bolvadin’in incisi ve bence
buranın kadrini yeterince bilmiyoruz. Başka şehirden gelen
kişiler bunu daha iyi ifade ediyor. Afyon’dan gelen bir
arkadaşlarımız: “Afyon’da böyle bir yer yok.” diyor. Demek ki
burayı önemsemeliyiz. Ve ben Horan Parkına ne türlü yatırım
yapılırsa yapılsın pişman olunmayacağını düşünüyorum. Buraya
yatırılan bir lira iki lira geri dönüyor. Fakat dikkatimi çeken
nokta bizim bu parkın bir giriş kapısı yok. Bunu çok geciktirdik.
Şimdiye kadar neden yok açıkçası anlamış değilim. İşin ilginç
yanı ise pakın pek çok girişi var ama hiçbir yerinde böyle bir şey
yok. Bakın Sakaryabaşı Tesislerinde iki kapı var. İşin daha
ilginci bir şey söyleyeyim. Bizim olmayan ticaret bölgemizin
böyle bir giriş kapısı var. “Yani park var kapısı yok. Kapı var
ticaret bölgesi yok.” Bunlara nasıl tepki verilir bilemiyorum ama
en enteresanı bizim klasik tepkimizdir. Esnafa neden reklam
vermiyorsun diye soruyorum. Demesin mi ki: “Bizi bilen zaten
biliyor.” Maalesef elimizdeki değerlerin farkında değiliz.
Koçum zamanında Horan parkına yapay bir şelalenin
yapılacağını duyduğum da açıkçası çok heyecanlanmıştım. Yine
daha önceki dönemde de yapay bir gölet projesini duyunca da
aynı duygulara kapıldım. Ama maalesef ne gölet ne de şelale
174
parkta yer almadı. Ya da neden Horan parkında bir yüzme
havuzu yok? Bunların bence artık olması gerek. Horan parkının
çevre yolu girişinin olması parka nasıl beklediğimizden fazla bir
hareket getirdiyse bu tarz projelerde Horan parkını bölgenin
incisi haline getirecek ve çevreden pek çok kişi gelecektir. Artık
insanlar güzel bir yer varsa burayı gitmek için masraftan
kaçınmıyor. İşte bu sebeple Horan Parkı’nın girişlerine bu tarz
yerler yapılmalı. Belki başkalarınca gereksiz görünebilir. Masraf
kalemi diye düşünülebilir. Bence Horan Parkı’nın etrafı duvarla
çevrilirken bu kapılarında yapılması gerekirdi. Hatta bana
kalırsa Heybeli Termal’in Afyon-Konya karayoluna bile bu tarz
bir giriş yapılmalı. Bu kadar yoğun geçiş güzergâhından
geçenlerin aklında kalmalı. Umarım ileride bu tür çalışmaların
yapıldığını görürüz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 656, 14 Ocak
2013)
175
6
REKABET
176
REKABETİN ÖZÜNÜ YETERİNCE ANLADIK MI?
Rekabet edebilmek için geride kalmamalısınız.
Hareket eden bir hedefi vurmak her zaman daha zordur.
Al Ries
Geçtiğimiz günlerde esnaf bir arkadaşımla otururken söz
dönüp dolaşıp Bolvadin’de yapılan ticarete geldi. Esnaf
arkadaşım dediki: “Aynı ürünleri sattığım halde, hemşerilerimiz
gidip Afyon’dan alışveriş yapıyor. Bu nasıl Bolvadinlilik? Bu
nasıl hemşericilik anlayışı… Yok… Yok… Bizde hemşericilik
anlayışı gelişmemiş…” Böyle dert yandı esnaf arkadaşım.
Açıkçası üzüldüm. Acaba böyle bir hakkı var mıydı?
Üzüldüğüm nokta bu arkadaşımın hala rekabetin özünü
anlayamamış olması.
Gelişen teknoloji ve küreselleşmenin etkisiyle dünya
çok hızlı değişti. Bundan hem Türkiye hem de Bolvadin
nasibini aldı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Artık
insanlar internetten istediği ürünü alabiliyorlar. Tüketiciler artık
daha farklı, daha kaliteli ve daha ucuzunu almak istiyorlar. Artık
tüketiciler çalan yüksek müziğin temposuna kendilerini kaptırıp
alış veriş sepetini çılgınlar gibi doldurmak ve kredi kartını son
limitine kadar harcamak istiyorlar. Kredi kartı hesabı ödeme
tarihinde: “Bunu kim aldı? Bu kadar alış verişi kim yaptı?” diye
kara kara düşünse de. Yine alış veriş merkezlerinde saatlerce
vakit geçirmek istiyor. Şehir dışından bir misafiri geldiğinde ilk
alışveriş merkezine götürüyor. Bu arda hemen belirteyim bir
alıveriş merkezinde bir müşterinin harcadığı ortalama süre
dünyada 2.5 saat iken ülkemizde 3.5 saat.
Şimdi gelişmeler böyle olunca esnaf kardeşim hiç
şikâyet etmeyip işini geliştirmeye odaklanması gerekir. Çünkü
rakip dün karşı esnaf ya da Bolvadin’de seninle aynı işi
yapanlardı. Ama bugün rakip Afyon’da, Eskişehir’de,
Akşehir’de, Ankara’da senin işi yapanlar olduğu gibi dünyanın
başka yerinde internetten ürün satan sitelerde senin rakibin. Eğer
böyle düşünmüyorsan rekabetin özünü kavrayamadın demektir.
Serüvene koşmak için trenler bekliyorsan,
Güneşi yakalayıp gözlerine yerleştirmek için,
beyaz yelkenlerin gelip seni almalarını bekliyorsan,
177
Yarına inanmak için günbatımına,
İyi kalpli görünmek için zayıflığa,
Ve güçlü görünmek için öfkeye ihtiyacın varsa;
Demek ki, hiçbir şey anlamadın!
Jacques Brel
Perakende Sektöründe Resmi İyi Görün
Aşağıdaki grafiğe ve karikatüre iyi bakın. Lütfen daha iyi bakın.
Ne düşünüyorsunuz? Fazla rakam vererek kafanızı karıştırmak
istemiyorum. Ülkemizde her geçen gün organize perakendeciler
şubelerine bir yenisini ekliyor. Sonuçta pek çok bakkal
kapanmak zorunda kalıyor. Peki bu grafiği Bolvadin için nasıl
yorumlayabiliriz. Yakında BİM’in yanında Tansaş, ŞOK, A101
ve DiaSA gibi organize perakendecileri göreceğiz. Bunlardan
bazılarının Bolvadin’de yer aradığını biliyorum. Bu sebeple
perakende sektöründekiler işlerini ona göre yapmalılar. Yani
bugünler iyi günler. Yarın piyasanın hâkimiyeti organize
perakendecilerin eline geçmeden bir şeyler yapın. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 533, 6 Eylül 2010)
178
ACI BİR KAYIP
Avrupa pazarının doyması ile birlikte ülkemize yönelen
yabancı sermayeli marketlerin sayısı büyük şehirlerde hızla
artmakta ve holdinglerin de sektöre açılmasıyla birlikte
marketçilikte büyük bir rekabet yaşanmaktadır. Ülke genelinde
sayıları yüz binleri aşan, emek ve sermayesini birleştirerek
çalışan bakkal esnaf sayıları giderek artan dev mağazalar
karşısında zor duruma düşmekte, kısıtlı finansal imkânlarıyla
oluşturmaya çalıştıkları atılımları sonuçsuz kalmakta ve
işyerlerini kapatma noktasına gelmektedir. Bakkal esnafını son
yıllarda en çok rahatsız eden ve satış olanaklarını sınırlayan
unsurların başında dev mağazaların özellikle büyük şehirlerin
her tarafında ve giderek diğer şehirlerde de çığ gibi artması
geliyor. Dev mağazalar üretici firmaların miktar indirimli
toptan satışları ile de desteklenmekte ayrıca üretici firmalar
tarafından çeşitli promosyonlar sağlanarak ve raf kiraları
ödenmek suretiyle bu alışveriş merkezleri daha da uygun
koşullarla satış yapabilir olanağa eriştirilmekte ve böylelikle
daha cazip satış olanağı sunan yerler olarak özendirici bir imaja
sokulmaktadır. Üretici firmalar tarafından daha yüksek fiyatla
ürünlerini alan bakkal esnafı ise ürününü satışa sunduğunda
müşterisi önünde fiyat artışlarının sorumlusu olarak
179
görülmektedir. Her gün bir yenisi eklenen yabancı ve yerli
sermayenin oluşturduğu dev mağazalar ya da mağazalar zinciri
küçük esnaf ve sanatkârı özellikle de bakkal esnafını olumsuz
yönde etkiliyor. Bir de ilçemizdeki veresiye hastalığını da
üzerine eklediğimizde bakkalların işi gerçekten çok zor.
Tüketicinin, bakkalları tercih etmemesindeki sebepleri ise şöyle
sıralayabiliriz:
İmaj: Yanlış bilgi, bilinçsizlik ve psikolojik etkenlerden dolayı
müşterilerin bakkallar hakkındaki olumsuz imajı.
Fiyat: Süpermarketlerin, toptancılardan daha karlı mal
almalarıyla düşük fiyatlarla satış yapmaları.
Çalışma saatleri: Geç saatlere kadar açık olması çalışan kesim
için çok büyük kolaylıklar sağlıyor.
Seçenek azlığı: Süpermarketlerde daha çok markada aynı
ürünün bulunabilmesi sonucu seçme hakkı ve kıyaslama
imkânının olması.
Sürat: Az personelin çalışmasından dolayı hizmetin yavaş
olması.
Teşhir: İç dizayn eksikliğinden dolayı, müşterinin sadece
ihtiyacı olan ürünü alması.
Alan: 30-50 m2’lik mağazalarda müşterinin ürünle direk temas
edememesi ve sadece tezgâhın arkasından siparişini verebilmesi.
Çeşitli hizmetler: Süpermarketlerde her türlü ihtiyaç alınırken,
oyun bölümlerinin, otoparkın olması ve restorant gibi
hizmetlerden de yararlanılabilmesi. (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
558, 28 Şubat 2011)
180
BOLVADİN’İN KADERİ KOMŞULARINDAN
FARKLI OLAMAZ
Dün, dünle beraber gitti cancağızım;
bugün yeni şeyler söylemek lazım.
Mevlana
Ortaokul yıllarında tarih derslerinde öğretmenimden hep şu
cümleyi duymuştum. “Arkadaşlar, Türkiye’nin komşuları:
batıda Yunanistan ve Bulgaristan, doğuda Suriye, Irak, İran ve
Rusya’dan oluşur. Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, İran ve
Rusya (SSCB) bizim düşmanımızdır. Arkadaşlar unutmayın
Türk’ün Türk’den başka dostu yoktur!” Bu cümleleri sadece
tarih öğretmenimden değil konu açıldığında diğer
öğretmenlerimden de duymuştum. Ülkenin bu durumu diğer
arkadaşlarım gibi beni de üzmüştü. Düşünsenize komşuların
hepsi düşman… O zamandan beridir kıskanırım Avustralya’yı.
Ülkenin her taraf deniz ve hiç komşusu yok. Gel keyfim gel.
Zaman çok hızlı geçiyor. Bakıyorum da artık Yunanlılar
ülkemizden banka satın alıyorlar. Türkler, Yunanistan’a yatırım
yapıyorlar. Her yıl milyonlarca Rus turist ülkemize geldiği gibi
Türk yatırımcılar inşaat sektöründe Rusya’yı adeta yeniden inşaa
ediyorlar. Bugün İran’la Türkiye arasında ticaret hacmi 10
milyar doları geçti. Gürcüstan’la karşılıklı günü birlik vizesiz
geçişler yapılıyor. Ya biz bunlarla düne kadar düşman değil
miydik? Şimdi kazan-kazan stratejisi var. Her iki taraf da
kazanıyorsa düşmanlıktan daha önemli ekonomik kazanç var
demektir. Zaten yaşamış olduğumuz küreselleşme olgusu
ülkeleri, yerel yönetimleri, şirketleri ayrıca bireyleri daha çok
işbirliği yapmaya zorluyor. Örneğin: Afyon, “Kardeş Şehir”
uygulaması kapsamında Almanya’nın Hamm Belediyesi ile
kardeş oluyor.
Neden bunları anlatıyorum? Bolvadin’in uzun yıllardan bu
yana uyguladığı bu stratejisi bana hep o ortaokul yıllarımı
hatırlatıyor. Emirdağlılar’la aramızda bir demir perde var adeta.
Çay bize yakın olduğu kadar uzak. Çobanlar ilçesini sadece
Afyon’un yüzü suyu hürmetine yoldan geçerken görüyoruz.
Yunak yolu yapıldı ama sırf Yunak’a gitmek için o yolu
kullanan var mı? Komşu ilçelerden kız alınıp kız verilse de, bu
181
ilçelerle akrabalıklar oluşsa bile yine de aramızda ciddi bir
kopukluk var. Nasıl eskiden Türkiye yalnız ülke ise maalesef
Bolvadin’de yalnız bir ilçe durumunda. Bu yalnızlık problemi
diğer ilçeler için de geçerli.
Peki, olması gereken nedir? Bolvadin çevresiyle daha
iletişim halinde olmalı. Bunu kültürel ve ticari alana
kaydırabilmesi gerekir. Örneğin, Kaymak şenliklerine Çaydan
otobüsler kalkmalı, Kiraz Şenlikleri’ne Bolvadin’den otobüsler
kalkmalı. STK’lar ortak hareket etme kararı almalı. Esnaflar
işbirliğine gitmeli. İşi sadece belediyeye yıkıp kenara çekilmek
asla olmaz. Ayrıca bu stratejide kamuoyunun desteği olmadan
başarı mümkün olamaz. Bakın Franklin D. Roosevelt ne
söylüyor? “Kamuoyunun desteği ile başarıya ulaşılır, onun
desteği olmadan hiçbir şey başarılamaz.” Bu sebeple
kamuoyunun desteğini almalısınız. Sadece isim olarak iki ilçeyi
birleştirmeden
önce
insanların
kafasındaki
uçurumu
gidermelisiniz ve kamuoyunu inandırmanız gerekir, değilse
Roosevelt’in ifade ettiği gibi başarı gelmez.
Bence Bolvadin’in çevresindeki ilçelere öğreteceği ve çevre
ilçelerden de öğreneceği çok şey var. İktisadi anlamdaki kısır
döngüyü ancak bu şekilde kırabiliriz. Değilse New Yorklu bir
yatırımcı gelipde Bolvadin’e yatırım yapmaz. Elin New
Yorklusunu bırak, İstanbullu, Kayserili ya da Denizlili yatırımcı
bile organize sanayi bölgesine yatırıma gelmedi. Kısacası
Bolvadin sadece Bolvadin’de değil çevresinde de etkin olmak
zorunda. Değilse hep yalnız kalmaya mahkûm oluruz.
Bolvadin’in kaderi Çay’ın, Emirdağ’ın, Çobanlar’ın,
Sultandağ’ın kaderinden farklı olmadığı gibi onlarında kaderi
bizden farklı olamaz. Unutmayalım ki yaşadığımız çağ bireysel
becerilerin değil takım çalışmasının çağı yani Network çağı!
Bireysel becerilerinizle Messi gibi futbolcu olabilirsiniz ama
becerilerinizi başkalarıyla paylaşmazsanız Dünya Kupası’nda
Arjantin’e erkenden dönüş bileti alırsınız! (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 526, 19 Temmuz 2010)
182
BOLVADİNLİ EĞLENMEYE AÇ!
Bolvadinli aç! Küresel kriz falan değil ya da ekonomik
anlamda bir açlık söz konusu da değil. Bolvadinli eğlenmeye aç!
Bunu her Kaymak Şenliğinde gözlemlerim. Dile kolay bugüne
kadar tam yirmi beş şenlik yapıldı ve her seferinde de bu açlık
kendini gösterdi. İlk kez son Kaymak Şenliğinde bukadar halkı
Horan Parkı’nda gördüm. Hele Ferdi Tayfur konserinde gökten
adeta insan yağıyordu. Araçları park etmek isteyenler için de yer
yoktu. İnanır mısınız, hastaneye ya da çevre yoluna aracını park
edenler bile vardı. Bence Kaymak Şenlikleri’ni bir iki güne
sıkıştırmak yerine bir haftaya yaymak gerekiyor. Çünkü
insanlarımızın sosyalleşmesi için sadece Kaymak Şenliklerimiz
var. Bu sebeple organizasyonun içeriği zenginleştirilip rahatlıkla
Kaymak Şenlikleri bir haftaya yayılabilir. İkincisi böyle bir
durumda standları kiralayanlar da bir hafta kiralamış olur. Bu
söylediklerim daha önceleri yapılmış olsaydı belki de
Bolvadin’de ciddi anlamda fuarcılık da gelişmiş olurdu. En
önemlisi sosyal aktivite fakiri olan ilçemizde insanlar eğlenceye
doymuş ve bu tür organizasyonlarda daha az taşkınlık olurdu.
Yirmi beş yıldır bu festival yapılıyor. Acaba yirmi beş yıl
düzenlenen bu festivallerin üzerine her yıl bir şeyler koyabildik
mi? Bunu tartışmak gerek. Bunun yanında artık bu festivalleri
kutladığımız yer bukadar haklı kesinlikle kaldırmıyor. Bu, bence
çok ciddi bir problem. Bunu da bir an önce çözmek gerekiyor.
Bunları çözdüğümüzde ciddi bir anlamda yol almış olacağız.
Bolvadinli sadece eğlenceye değil, kaliteli hizmete, güler
yüzlülüğe, satış sonrası hizmete de aç. Bu açlığın giderilebilmesi
de işini iyi yapan, sürekli kendini ve kurumunu geliştiren esnaf
ve iş adamlarımıza bağlı! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 517, 17
Mayıs 2010)
183
BOLVADİN’DE TARTIŞILMAYANLAR
Bakın
George
Bernard
Shaw
ne
söylüyor?
“İşleyebileceğiniz en büyük günah, başkasından nefret etmek
değil, ona karşı kayıtsız kalmaktır. İnsanlık dışı olmanın özü
nefret değil kayıtsızlıktır.” Bolvadin’e bakıyorum da hep aynı
şeyler yazılıyor ve bazı konulara kayıtsız kalınıyor. Yerel
gazetelerin eski sayılarına bakarsanız ya da arşivlerini tararsanız
hep aynı şeylerin yazıldığını görürsünüz. Maalesef aynı kişiler
aynı şeyleri söyleyip tartışırlar. Oysa Mevlana ne kadar güzel
söylemiş: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere
konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni bir gün. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Örneğin
Bolvadin’e Çay ve Çobanlar tarafından giriş yolunda burun
kırıcı bir şekilde bir koku kirliliği var. Bunun sebebi nedir?
Alkaloid fabrikası mı, tavuk çiftlikleri mi ya da başka bir şey mi
bilmiyorum. Bildiğim felaket bir koku kirliliği olduğu. Peki,
sadece koku kirliliği mi yazılmayanlar? Bolvadin’de aslında
yazılmayan o kadar çok konu var ki… Peki, bunlar nedir:
Bolvadin’de işsizlik konuşulur da Bolvadin’de iş yapma
beceriksizliği hiç konuşulmaz. Örneğin işsiz diye birine iş
verisiniz ama onun keyfi yerindedir. Dünya yıkılsa umurunda
değildir. Sanki işveren odur. Üstüne üstlük gelecek kaygısı
yoktur.
Bolvadin’de okul ya da camii yaptırmak konuşulur da
Bolvadin’de adam akıllı kütüphane ya da kültür merkezi
yaptırmak hiç konuşulmaz.
Bolvadin’de siyaset konuşulur da, ticaret hiç konuşulmaz.
Bolvadin’de gençlerin girdiği sınav sonuçları konuşulur da,
gençlerin geleceği hiç konuşulmaz.
Bolvadin’de veresiye konuşulur da, esnafın veresiyenin önüne
nasıl geçeceği hiç konuşulmaz.
Bolvadinlilerin Afyon’daki alışveriş merkezlerine gittiği
konuşulur da Bolvadin’de seni Afyon’a gitmene sebep olan bir
alış veriş merkezinin yokluğu hiç konuşulmaz.
Bolvadin’de Eber Gölü konuşulur da, Eber Gölünün kirliliği de
konuşulur hatta yazılır ama Eber Gölü’nü kirletenler hiç
184
konuşulmaz.
Bolvadin’de ticaretteki durgunluk konuşulur da, esnafın çevre
yolunu değerlendirmediği hiç konuşulmaz.
Umarım bu saydıklarım ileride konuşulur, yazılır ve tartışılır.
İlçemizi ancak bu şekilde geliştirebiliriz.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 535, 20 Eylül 2011)
TEHLİKENİN NE KADAR FARKINDAYIZ?
Bireyler bir şeyin ihtiyaç olduğuna ne zaman karar verirler?
Elbette ki söz konusu olan şeyin eksikliğini hissetmeye
başladıkları zaman. Susarsan su içersin, acıkırsan yemek yersin.
Peki birşeyler öğrenmek istersen ne yapasın? Hayatı sorgulamak
istersen ne yaparsın? Bugün ilçemizdeki pek çok genç ve pek
çok öğrenci böyle bir durumda hiçbir şey yapamaz.
Yaşadığımız bilgi toplumunda en önemli görev üstlenen
kurumlardan birisi kütüphanelerdir. Çünkü kütüphaneler bilgi
ekonomisinin hammaddesi olan bilginin dağıtımından sorumlu
temel kurumlardır. Bolvadin’de bir kütüphanenin eksikliği var
mı? Bence fazlasıyla… Bu fikrime pek çok kişi katılmayabilir.
“Hocam ilçemizdeki kütüphaneye kaç öğrenci gidiyor?” diye
pek çok kişi sorabilir. Evet maalesef ilçemizdeki halk
kütüphanesinden yararlanan kişilerin sayısı bir elin parmaklarını
geçmez. Gitmesi için de bence bir neden de yoktur. Pek çok
kütüphane gibi ilçemizdeki kütüphanemizde teknolojik
gelişmenin gerisinde kalmıştır. Kitapların pek çoğu eski
baskıdır. Maalesef problem bu da değildir. Problem, ilçemizin
okul zengini olmasına rağmen yeni okul yapılmasıdır.
Kahvehane zengini olduğu halde yeni kahvehane açılmasıdır.
Problem varlıklı hemşehrimize “Bolvadin’e yapılacak en büyük
iyilik nedir?”diye sorduğumda: Cevabın hemşehrimizin ismini
taşıyan ya okul ya da camii yaptırmak olmasıdır. Eğer gelecek
yıllarda okulların yanına okullar yapılacaksa hiçbir kimse bir
kütüphanenin eksikliğini hissetmeyecekse bu çok üzüntü
vericidir. O zaman ilçemin gençlerinin kültür ve bilgi düzeyi hep
aynı kalacaktır. Çocuklarımız internet kafelerde bilgisayar
185
oyunları oynarken sigaralı bir ortamda kültürel erozyona
uğrayacak, hatta SBS ve ÖSS sınavlarında dökülecektir.
Bu memlekette en büyük eksiklik bir kültür merkezinin
olmamasıdır. Ücretsiz interneti olan, yeni kitapları olan,
kafeteryası olan bir merkezden bahsediyorum. Yaşlısından
gencine herkesi bir mıknatıs gibi kendine çekecek bir kültür
merkezinden bahsediyorum. İşte o zaman Bolvadin’de yaşamak
bir başka güzel olacaktır. Milattan önce 1000 yılında Kuan
Tzu’nun söyledikleriyle yazımı noktalıyorum.
Bir yıl sonrasıysa düşündüğün, tohum ek.
Tasarladığın, on yıl sonrası ise; ağaç dik
Ama yüz yıl ötesini düşünüyorsan; halkı eğit o zaman.
Bir kez tohum ekersen bir kez ürün alırsın
Ağaç dikersen o, on kez ürün verir,
Yüz kez olur bu ürün, eğitirsen halkı.
Birisine balık verirsen, bir defalık doyurursun,
Balık tutmayı öğretirsen, doyar ömrü boyunca.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 495, 14 Aralık 2009)
BOLVADİN YANARKEN KEMAN ÇALMAK!
Kardeşim sen düşünceden ibaretsin.
Geriye kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsen, gülistan olursun.
Diken düşünürsen, dikenlik olursun.
Mevlana
Bir işletmenin yaşamını devam ettirebilmesi için etkili kararlar
alabilmesi çok önemlidir. Ancak bu kararların geçmişin
politikalarına bakarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü
yaşayan bir canlı olarak işletmenin yaşamını devam ettirdiği
ortama uyabilmesi için o ortamın koşullarını devamlı olarak
tanıması gerekmektedir. 21. yüzyılın ilk yıllarında dünyada
globalleşme, hızlı teknolojik değişim, yeni oluşan pazarlar ve
müşteri beklentilerinin değişimi göze çarpmaktadır. Bu
186
gelişmeler sonucu ortaya çıkan ezici rekabet karşısında
işletmeler, daha stratejik düşünmek zorunda kalmışlardır.
İşletmeler için vazgeçilmez bir unsur olan strateji, daha iyi
yapmaktan ziyade, daha farklı yapma yolunda olmaktadır. Daha
farklıyı elde etmek, strateji oluşturma sürecine ve rekabete
bambaşka bir gözlükle bakmayı gerekli kılmaktadır. Sürekli
değişen müşteri ve pazar beklentileri dikkate alındığında
stratejik kararlar, yenilenen ve kendisini hızla daha da hissettiren
rekabet gücü elde etmek açısından son derece önem
kazanmaktadır.
Strateji kelimesinin sözlük anlamı, “Bir amaca varmak için
eylem birliği sağlama ve düzenleme sanatıdır”. Strateji kavramı
zaman içerisinde yönetim alanında da kullanılmaya başlanmıştır.
Yönetim biliminde strateji, “şirketi ve onun faaliyetlerini
tanımlayan, kaynakları, üst yönetimi, pazar bilgilerini ve sosyal
sorumlulukları bütünleştiren, örgütsel yapıyı belirleyen ve uygun
bir şekilde geliştirilebilirse ekonomik performansı iyileştiren
amaç ve politikalar modelidir.” Literatürde, kararların
sınıflandırılmasında ortak bir görüş birliği olmamakla beraber,
işletmedeki kararların yapısını yönetim piramidi dikkate alınarak
üç grupta toplamak mümkündür. Zira yönetim piramidinin her
üç düzeyi için farklı sorumluluk gurupları ve bunların
üstlendikleri farklı görevler bulunmakta olup bunların farklı
düzeylerde çıktılar üretmesi doğaldır. Bunlar; stratejik kararlar,
yönetsel kararlar ve eylemsel kararlardır.
Stratejik kararlar: İşletmenin gelecekte çevrede meydana
gelebilecek olayların derinliğine incelenmesini gerektirmektedir.
Yönetsel kararlar: İşletmenin yapısını ve şeklini vücuda getirme
ile ilgili kararlardır
Eylemsel kararlar: İşletme yöneticilerinin dikkat ve enerjisinin
büyük bir kısmını alan ve yöneticileri en çok meşgul eden
faaliyetlerle ilgili kararlardır.
Stratejik karar vericiler zamanlarının büyük kısmını
operasyonel
etkinlikleri
artırma
yöntemleri
üzerine
harcamaktadırlar. Ünlü strateji düşünürü Gary Hamel, bu
uğraşıyı şöyle niteliyor: “Rakipler sektörünüzü yeniden
şekillendirmeye çalışırken sizlerin operasyonel etkinlik artırma
187
yöntemlerini düşünmeniz, Roma yanarken keman çalmaktan
farklı bir şey değildir”. Sorun, rakiplerin neler yaptığına bakmak,
parlak ve çılgın fikirler aramak yerine zamanın çoğunu eylemsel
girişimlere
ayırmak
ve
bunu
kabullenmemekten
kaynaklanmaktadır. Gary Hamel, Bolvadin’le ilgili bir analiz
yapsaydı yorum muhtemelen şu şekilde olurdu: “Ulusal firmalar
Bolvadin’i işgal ederken sizin popülist politikalarla müşteri
çekmeye çalışmanız Bolvadin yanarken keman çalmaktan
farksızdır.” derdi. Düşünebiliyor musunuz? İlçemize doğalgaz
gelmesi pek çok tüp işiyle uğraşan esnafı zamanla etkileyecek.
Böyle bir durumda söylenebilecek en son şey: “Bolvadinli
esnafına sahip çık. Doğal gazı bağlatma. Tüpü bizden al!”
ifadesidir. Ama böyle bir yazıyı bir gün görürsem hiç şaşırmam.
Kısacası rekabet stratejimizi doğru bir rekabet felsefesi üzerine
inşaa etmemiz gerekiyor. Kazanmak istiyorsanız böyle
düşünmeniz şart! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 554, 31 Ocak 2011)
BUZ DAĞININ ALTINI GÖR!
Bir zamanlar otlağın birinde öküz sürüsü yaşarmış, ama
etraflarındaki sırtlanlar rahat bırakmazmış onları. Lakin öküzler
de güçlü ve kalabalıkmış. Sırtlanların saldırılarını bir araya gelip
kolayca def ederlermiş. Hiçbir öküzü avlayamamış sırtlanlar. Bir
gün toplanıp:‘Bu otlağı terk edelim, yoksa açlığımızdan
öleceğiz’ demişler. Sürünün en kurnaz sırtlanı karşı çıkmış:
‘Bana izin verin, bundan sonra size her gün ziyafet çekeceğim’
demiş. Eline beyaz bir bayrak alıp öküz sürüsünün liderine
gitmiş: ‘Barış için geldim. Biz size hep saldırdık. Ama kabahat
sürünüzdeki sarı öküzün. Yoksa biz sizi severiz. Bu çayırda
kardeş kardeş yaşayıp gitmek isteriz. Ama o sarı öküzün rengi
gözlerimizi alıyor, agresif oluyoruz. Onu bize verin, dostça
yaşayıp gidelim.’ demiş. Sürünün lideri heyetini toplamış.
Makul bulmuşlar öneriyi, ha bire çatışmaktan onlar da
yorgunmuş çünkü. Ama ala renkli yaşlı öküz karşı çıkmış
‘olmaz, taviz tavizi getirir, birliğimizi bozar’ demiş. Kimseye
dinletememiş. Sürünün selameti adına, Sarı öküz sırtlanlara
188
teslim edilmiş. Sırtlanlar, ziyafet çekmiş. Etin tadını aldıktan
sonra duramamışlar. Yine istemişler. Kurnaz sırtlan tekrar gitmiş
sürünün liderine, ‘sizin şu beyaz kuyruklu öküz var ya, barışı
bozmak için sinsi sinsi uğraşıyor. Kuyruğunu sallayıp bizimle
alay ediyor. Onu verin bize yoksa bu kardeşlik ortamımız uzun
sürmeyecek. ‘ demiş. Toplanmışlar, beyaz kuyrukluyu verelim
demişler. Ala renkli öküz karşı çıkmış yine ama dinlememişler.
Sırtlanlar beyaz kuyrukluyu da yiyip ziyafet çekmişler.
Devamında benzer olaylar sürüp gitmiş, siyah öküz, alacalı
öküz, derken sırtlanlar giderek semirmiş, güçlenmiş, berikiler
sayıca azalıp, moralman çökmüş. Sonuçta sırtlanlar
küstahlaşmış, artık bahane bile göstermiyor, istediklerini
sürüden alıp gidiyorlarmış. Toplanmış öküzler ’biz nerede hata
yaptık bu savaşı ne zaman kaybettik’ diye dövünmüşler, ala
öküz söz almış: ‘Bu savaşı sarı öküz’ü verdiğimiz gün
kaybettik!’ demiş.
Bu hikâyeyi neden anlattım? Çünkü iş hayatında da en
önemli işler asla en önemsizlerin insafına bırakılamaz. İş
hayatında önemsiz gibi gördüğünüz pek çok şey sizi geri
kalmaya iter. Şirketler bir anda iflas etmez ya da şirketler
rekabetçi ortamda bir anda geri kalmaz. Verilen tavizler (sarı
öküzler) işletmenin sistematik çalışmasını engeller ve bunlar
zamanla kötü sonu hazırlarlar. Bu sebeple müşteri şikâyetini
dinlemek gerekir. Avrupa’da konuya ilişkin bir araştırma
yapmışlar. Resimde de gördüğünüz gibi firmaya gelen bir
müşteri şikâyetini aslında yirmiş beş müşteri daha yaşıyor ama
bunu firmaya iletmiyor. Her müşteri şikâyetini ortalama on
kişiye anlatıyor. Böylece firma hakkında olumsuz fikre sahip
olan iki yüz altmış kişi oluşuyor. Bunların her biride beş kişiye
daha anlatıyor. Sonuçta bin üç yüz mutsuz müşteri daha ortaya
çıkıyor ve toplamda bir beş yüz altmış memnun olmayan müşteri
oluyor. Nihayetinde firmanın olumsuz imajı tüm hızıyla
yayılıyor. İşte bu sebeple bugün önemsiz gibi gördüğünüz
müşteri şikâyetleri aslında buz dağının altında yatan gerçekleri
gösteriyor. Bunlara kulaklarınızı ne kadar tıkarsanız tıkayın.
Gerçekler değişmiyor. İşte bu sebeple günümüzde pek çok firma
müşteriden kendilerini değerlendirmesi için dilek ve öneri
189
kutuları oluşturuyor. Anketler yaptırıyor. Tüm bu gerçekleri
dikkate almayanların sonu hep hüsran oluyor. Tıpkı hikâyede
olduğu gibi…(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 571, 30 Mayıs 2011)
FIRSATLAR, SORUNLARDA GİZLİDİR
Procder and Gamble, en başarılı ürünlerinden olan Pompers
atılabilir çocuk bağı, bir gece torununu bekleyen bir Procder and
Gamble mühendisinin aklına gelmiştir.
Torununun altını
değiştirmekte olan deneyimsiz dede bezlerin saklanma, yıkama
ve ütüsündeki güçlüğü gördü. Piyasada mevcut kağıt çocuk
bağlarını denediğinde ise kağıdın bez kadar idrar çekmediğini ve
çabuk yırtıldığını gördü. Bir tüketici olarak duyduğu bu ihtiyaç
onu mühendis olarak firmasına götürdü ve duyduğu ihtiyacın
diğer tüketiciler tarafından da paylaşılıp paylaşılmadığını
araştırmaya yöneltti. Procder and Gamble mühendisi yeni çocuk
bağı fikrini firma yöneticilerine götürdüğünde onlar milyonlarca
dolarlık bir gelişme ve yatırım projesine atılmadan önce şu
soruları cevaplandırmak zorundaydılar:
190
-Çocukların altını değiştirmek için yeni bir sisteme gerçekten
ihtiyaç var mı?
-Procder and Gamble ürününü geliştirecek örgütsel ve teknolojik
olanakları mevcut mu?
-Bu ürünün potansiyel piyasası ileride firmaya kar getirebilecek
kadar geniş mi?
Mühendisin duyduğu ihtiyacı diğer tüketicilerin de
hissedip hissetmediklerini anlamak için firma tüketici
araştırması yapmaya karar vermiştir. Firma binlerce annenin
çoğunun bez bağı kullandığını ve bunun bebekleri rahatsız
ettiğine inandıklarını gördü. Firma, fikir aşamasındaki yeni
ürünün geliştirildiği takdirde gerçek ve önemli bir tüketici
ihtiyacını karşılayacağına inandı. İkinci olarak tuvalet kağıdı ve
kağıt havlu yapmakta olan firma üretimin teknolojik sorunlarını
çözebileceğine, araştırma geliştirme merkezinde ürünü tüketici
ihtiyacına
tam
olarak
cevap
verebilecek
nitelikte
geliştirebileceğine, mevcut satış örgütünün ve kanallarının bu
mamul içinde kullanılabileceğine karar verdikten sonra üçüncü
soruya geçti. Procder and Gamble’ın hesabına göre Amerika’da
yılda on beş milyar kere bebek altı değiştiriliyordu. Bu istem
büyük miktarlarda üretime dolayısı ile düşük birim maliyetine
olanak verebilirdi. Bez bağlar tekrar kullanılabildiği için
atılacak olan kağıdın düşük maliyetli olması çok önemliydi.
Sonuçta firma her üç soruya da olumlu cevap verip ürünü
fikirden üretime geçirebilmek için gereken yatırımı yapmaya
karar verip dev bir sektörün ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Kısacası sorunların altında pek çok fırsatlar gizlidir. Fakat
çoğumuz bunu göremiyor. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 566, 25
Nisan 2011)
191
BAŞARI TUZAĞI
Filozofların yönlendirmediği toplumları
şarlatanlar yönlendirir
Condercet
Dünya’da başarılı olmak istemeyen var mıdır? Sanırım
böyle bir soruya evet diyecek bir babayiğit yoktur. Özellikle
günümüzde her birey çok başarılı olmak istiyor. Kişisel
gelişimle ilgili kitapların ülkemizde satışlarının artması bunun
göstergesidir. Fakat bazen çok istediğimiz başarı bizler için
adeta bir tuzak şeklini alabiliyor. Örneğin iş hayatında bir
zamanlar çok iyi para kazananlar müşteriden gelen değişim
sinyallerini algılayamıyor. Hal böyle olunca rekabette ciddi
anlamda geri planda kalınıyor. Bunun için şirketlerin ve
yöneticilerin bu başarı tuzağından kurtulmaları gerekiyor.
Kısacası bazen çok istediğimiz başarıyı kazanarak başarısızlığa
yaklaşabiliyoruz. Başarı tuzağı sayesinde elde ettiğimiz tüm
kazanımları kaybedebiliyoruz. İş dünyasında inşaat işiyle başarı
kazanan bir girişimci kendisinde bir keramet olduğu
düşüncesiyle hayvancılık işine giriyor. Hayvancılıktan
anlamadığı ve sırf kuru cesaretle girdiği bu girişimciliğin
faturası çok ağır olabiliyor. Bu sektörün zararı asıl işi olan inşaat
işine de zarar verebiliyor. Bunun dışında bir şekilde başarılı olan
girişimci değişimi zamanında algılamıyor ve direnç gösteriyor.
Geçmişteki başarı stratejisinin gelecekte de devam edeceğini
düşünüyor ve hazin son onu bekliyor. Başarı aslında bir nevi
tuzak oluyor.
1952'de Şanlıurfa’da kendi tabiriyle bir mağarada ciğerci
Ahmet Tatlı'nın yedi çocuğunun en büyüğü olarak dünyaya
gelen İbrahim Tatlıses, tam bir dipten zirveye hikâyesi yaşadı.
Soğuk demir ustası olarak çalışırken "Ayağında Kundura"
şarkısıyla meşhur olan İbrahim Tatlıses kasetleri, filmleri ve özel
hayatıyla sürekli kamuoyunun gündeminde oldu. Kasetleri
milyon satan, filmleri gişe rekorları kıran ve konserlerinde yeri
yerinden oynatan Tatlıses'in ünü sadece Türkiye ile sınırlı
kalmadı. Başta Ortadoğu olmak üzere birçok ülkede geniş bir
hayran kitlesi bulunan Tatlıses, iş dünyasında da bir sürü şirket
kurdu. Bir dönem özel jeti bile vardı. Fakat Geçtiğimiz yıl
192
uğradığı silahlı saldırıdan bu yana sahnelere çıkamayan ve
maddi açıdan zor günler geçiren ünlü türkücü İbrahim Tatlıses,
bir finansal kiralama şirketine olan 2 milyon 100 bin liralık
borcunu ödeyemediği, bu nedenle söz konusu firmanın 19 Ekim
2012'de İstanbul 2. İcra Dairesi'ne icra takibi başvurusunda
bulunduğu öğrenildi. Ve Tatlıses Havacılık, İbrahim Tatlıses
Turizm İşletmeleri, İdobay Müzik, İbrahim Tatlıses, ABC
İnşaat, Tatlıses Yayıncılık, Öztur Turizm, T Giyim, Tatlıses
Prodüksiyon, Tatlıses Gıda ve Ses Ajans gibi Tatlıses'in
şirketlerine ait menkul ve gayrimenkul mallarıyla üçüncü
şahıslardaki hak ve alacakları için ihtiyati haciz istendi.
Dünkü sabah gazetesinden aktardığım yukarıdaki bilgiler “ne iş
yaparsanız yapın bilmediğiniz işlere girmeyin” mesajını veriyor.
Günümüzde bilmediği işlere giren o kadar kişi var ki sormayın
gitsin. Ben ileride özellikle sonradan uzmanlığı olmadığı halde
hayvancılık işine girenlerle, inşaat sektörüne girenlerin ciddi
sıkıntıyla karşılaşacağını düşünüyorum. Örneğin bu yıl saman
fiyatlarının artması pek çok kişiyi sıkıntıya soktu. İnşaat sektörü
ise çok hızlı gidiyor. Ekonomik değil ama sektörel krizde
uzmanlığı olmayanlar bu işten derin etkilenecek. Ülkemizde
sadece iş arayanların değil, işadamlarının “ne iş olsa yaparım
abi” demesi ne kadar ilginç. Kısacası imparator bu duruma
düşüyorsa bence her alana yayılan “ne iş olsa yaparım abi
girişimcileri”de batabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 653, 24
Aralık 2012)
193
7
EĞİTİM
194
BOLVADİN’İN DAHA AKILLI TAVUK VE
HOROZLARA İHTİYACI VAR
Bolvadinli olmayıp uzun zamandır Bolvadin’de yaşayan
bir dostum anlattı. Bolvadin’de çarşıda çocuğuyla beraber
işlerinin peşinden koşarken Bolvadinli bir tanıdığı yaklaşıp
çocuğuyla birlikte çarşıda dolaşmasını kastederek “Tavuğun
akıllısı civcivlerini horozlara güttürür.” demiş. Bunları bana
anlatan sevgili dostum o anda böyle bir ifadeye pek anlam
veremese de sonradan anlamış neyin ne olduğunu. Meğerse
Bolvadin’de civcivleri gütme görevi tavuklarınmış. Bunun
yanında civcivleri güden horozlara da pek iyi gözle
bakılmazmış. İşte bu hikâyeden Bolvadin’in düşünce yapısını
varın siz düşünün.
Gerçekte bu memlekette civcivlerle ne tavuklar, ne horozlar
ne de başkalarının tavuk ya da horozları ilgileniyor. Tavuklar
misafirlikten, günlerden, gelin ertesinden civcivleriyle
ilgilenmekleri gibi horozlar da gündüz işte gece de yemeği
yedikten sonra soluğu kahvehane köşesinde alıyorlar. Sonunda
bu memlekette civcivler kendi halinde yetişiyorlar. Anne
tavukların bile civcivlerini serbest bırakmadığı bir dünyada
Bolvadin’deki aileler çocuklarını başıboş bırakıyorlar. Bunun
sonucunda toplumsal yapı çocukları büyütüyor ve böylece
çocuklar küfür etmenin alasını, sigara içmeyi, para bulursa alkol
alıp iki fırt çekmeyi, babasının verdiği okul harçlığını okula
gitmeyip internet kafede bilgisayar oyununu öğreniyorlar. Ne
annenin ne de babanın ilgilenmediği çocuklar Bolvadin’de
tinerci olmuyorlarsa, onlara Nobel Barış Ödülü verilmeli. İşin
daha ilginç olanı ise hem tavuk hem de horoz “benim civcivim
en iyi civciv” diye kendini avunduruyor. Onlar kendilerini böyle
avundurup dursun ama Bolvadin’in daha akıllı tavuk ve
horozlara ihtiyacı var. Hatta okadar akıllı olmalı ki bunlar
sadece kendi civcivlerini değil, kümeste olmayan civcivleri de
düşünmeli. Çünkü siz civcivlerinizi ne kadar korusanız eğitseniz
de sizin civcivin arkadaşı olan civcivleri onu da kendileri gibi
yapacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 557, 17 Ocak 2011)
195
BOLVADİN’DE EĞİTİMİN ÖNEMİ
YETERİNCE ANLAŞILDI MI?
Ana ve babaların çocuklarına bırakacakları
en büyük miras; eğitimdir.
Hz. Muhammet (sav)
Öncelikle belirtmeliyim ki bu konu bir konferansın konusu
olabilecek niteliktedir. Bir köşe yazısı için kesinlikle geniş bir
konu.
Bolvadin’de
eğitimin
öneminin
yeterince
anlaşılamamasının pek çok nedeni var. Kısaca açıklayacak
olursam:
Kötü Çevre Şartları: Geçenlerde gördüğüm bir akrabamın
çocuğu daha ilköğretim üçüncü sınıf olmasına rağmen okula
bıçakla gittiğini anlatıyordu. Maalesef öğrenciler başarılı
öğrencilere
değil,
yaramazlık
yapanlara
özeniyorlar.
Bolvadin’deki kötü çevre şartları insanı alır yutar. Belirli bir
yaşa gelip de kahveye gitmeyen, hesabına okey ya da kâğıt
oynamayan delikanlıya arkadaşları hatta çevre bile iyi gözle
bakmıyor. Bunu üniversiteye hazırlandığım yıllarda yaşayan biri
olarak iyi bilirim.
İyi Bir Kültür Merkezinin Olmaması: Farz edelim ki
öğrencisiniz arkadaşlarınızla ders çalışmak ya da bir konuda
araştırma yapmak istiyorsunuz. Böyle bir durumda siz ne
196
yaparsınız? Bolvadin’de hiçbir şey yapamazsınız. Eğer Halk
Kütüphanesini tavsiye ediyorsanız, orada yeni kaynakların
olmadığını hatırlatırım.
İlgisiz Veliler: Veliler toplantısına pek çok veli gelmez. İşin
ilginç yanı veliler toplantısına öğrenci velisi okula gelmeye
gerek de görmez. Ancak bir problem olduğunda gelir. Örneğin
disiplin cezası ya da öğrenciler arasında çıkan bir kavga velinin
okula gelmesi için iyi bir nedendir. Öğrenci velisinin ilgisi
öğrenci başarısına ciddi etkisi var ama Bolvadinliler bunun
farkında değil.
Bolvadinli Öğretmenlerin Çoğunluğu: “Doğduğunuz köye
peygamber olamazsınız.” diye bir söz vardır. Hangi fakülteyi
bitirirseniz bitirin sizi mahalleden kısa don giydiğiniz zamanlar
hatırlanır. Disipline edilmesi gereken bir öğrenciye gereken ceza
verilemez. Çünkü araya öyle hatırını kırmayacağınız kişiler girer
ki nihayetinde öğrenci üzerinde öğretmenin otoritesi kalmaz. Bir
de bunun üstüne sınıfta kalmanın da tarihe karışmasını eklersek
kaymaklı ekmek kadayıfı…
Rol Modeli Eksikliği: Öğrencilerimizin başarılı olabilmesi için
iyi bir rol modeline ihtiyacı var. Öğrencilik zamanımda da
bunun ciddi eksikliğini hissetmişimdir. Çünkü bu memlekette
eğitimde başarılı olanlar hep dışarıdadır. Dışarıya çıkıp başarıyı
yakalayanlardan da rol modeli olarak faydalanamazsınız.
Yerel Medyanın İlgisizliği: Bahsettiğim konu üzerine,
kamuoyunun ciddi bir ilgisizliği var. Genelde yerel medya ÖSS,
SBS, OKS gibi sınav sonuçlarını duyurur. Yerel medyada eğitim
konusu bir haberden öteye geçmez. Bence Bolvadin’de Eğitim
konusunun tartışılmasına ciddi biçimde gereksinim var. Yerel
Medya “Sit Alanına” önem vermek yerine eğitimdeki
yaşadığımız problemlere yer verseydi, Eğitim problemi ciddi
olarak masaya yatırılırdı.
Sivil Toplum Kuruluşlarının Etkin Olmaması: Ortaokul
yıllarımda çok iyi hatırlıyorum. Şu anki Kocatepe dershanesinin
olduğu binada Boldav vardı. Öğrenciler gece ders
çalışabiliyorlardı. Hatta bunu bırakın başımızda gönüllü
öğretmenler bile vardı. Geçenlerde Boldav’ın eski bültenlerine
baktım. Geçmişte öğretmenler ve okul yöneticileri düzenlenen
197
sempozyumda Bolvadin’deki eğitimi tartışmışlar. Şimdi
bakıyorum da böyle bir platform gerek bile görülmüyor.
Okul Çok, Kültür Merkezi Yok: Bolvadinli hayırseverler ya
okul ya da camii yaptırırlar. Bu memleketini seven güzel
insanların güzel memleketine duyduğu vefa borcunun bir
göstergesi. Bu tabii ki takdire değer bir durum ve ayakta
alkışlamak gerek. Fakat kafayı okul yapmaya takıp eğitimin
niteliğini artırmaya yönelik kültür merkezi yapamaya kimsenin
çaba göstermemesi işin en anlayamadığım yanı. Fakat okul
yapmaya verilen önem keşke bir kültür merkezi yapmaya da
verilseydi, inanın Bolvadin’in kaderi değişirdi. Eğitimle bir
ülkenin kaderi değişiyorsa Bolvadin’in de kaderi değişebilir. (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 499, 11 Ocak 2010)
HAYAT ADAM EDER
1990’lı yılların başlarında televizyonlarda ne “Deli Yürek”
ne de “Kurtlar Vadisi” vardı. Ama buna rağmen liseden çıkınca,
haftalık kavga programını okulca bilirdik ve bazen sıkıcı
derslerin bitip stresimizi atacağımız kavgaları izlemeye gitmeyi
dört gözle beklerdik. O kavgalar ki bugün televizyonda
yayınlansa inanın pek çok diziyi sollardı. Okula bir yıl erken
başlamamdan dolayı bizim gruba hep izlemek düşerdi. Yani
göğsümü gere gere anlatacağım bir kavga ya da disiplin cezası
olmamıştı. Kavga endüstrisi o kadar gelişmişti ki sırf kavgalar
içi özel ekipmanlar yaptırılırdı. Ve yeni yaptırılan ekipmanlar
kimseye çaktırılmadan sadece arkadaşlara büyük bir gururla
gösterilirdi.
Ne yalan söyleyeyim kavga var diye gidip avucumuzu
yaladığımız da oluyordu. Bazı kahramanlar vardı ki sadece
okulda değil tüm Bolvadin’de nam salmışlardı. Bu durum, bizim
kahramanlara olan hayranlığımızı bir kat daha arttırırdı. Bu
kavgalar, okullar arası olunca taraftar kitlesi katlanırdı. Bizim
grup bu kavgacı kahramanların bir film yıldızı bile olabileceğini
düşlerdi.
Aradan uzun zaman geçti. Bugünkü kavga endüstrisi ne
198
durumdadır bilemiyorum. Fakat bir şey gözümden kaçmadı. Lise
yıllarımızın yıldız oyuncularının normal hayatla olan
kavgalarında o mücadeleci ruhu yoktu. İş, güç ve çocuklar o
günkü kahramanların belini bükmüştü meğer. “Hayat adam
ediyor!” Geçmişe dönüp bu kahramanlardan birine o günleri
sorduğumda, garip bir tebessümle: “Keşke beni daha iyi
yönlendirselerdi. Keşke öğretmenlerimin sözünden hiç
çıkmasaydım. Keşke benim oğlum yapmaz diyen ailem benimle
daha çok ilgilenseydi.” dedi. Bu film kahramanlarının hazin
sonu beni hep etkilemiştir. Elin vurduğu yumruk değil; hayat
şartlarının vurduğu yumruk delikanlıyı yattığı yerden
kaldırmıyormuş meğer! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 550, 3 Ocak
2011)
KÖŞEYİ NASIL DÖNERİZ?
Son yıllarda ülke olarak gündemimizi meşgul eden konunun
başında “kısa yoldan köşeyi dönme” geliyor. Bir millet düşünün
ki yaşlısından gencine hepsi; “Köşeyi nasıl döneriz?” hesabı
yapsın. Evde, okulda, yolda, kahvede, pazarda hep aynı
muhabbet… Hep aynı soru…“Köşeyi nasıl döneriz?” İşi o kadar
abarttık ki yeni gelen nesil daha hayata atılmadan bu sorunun
cevabını arıyor. Bir gün sabahın erken saatinde marketten,
gazetemi alırken yolumu bir çocuk çevirdi. “Ağabey bir şey rica
etsem yapar mısın?” diye sordu. Merak edip “Ne istiyorsun?”
diye sorduğumda elindeki iddia kuponunu gösterip “Bunu benim
adıma yatırır mısın?” diye sordu. Ben de daha meraklı bir
199
şekilde sordum: “Peki sen neden yapmıyorsun ki?” dediğimde,
çocuk. “Ağabey iyi ama benim yaşım tutmuyor ki” dedi.
Çocuğun bu yalvarır tarzda iyilik yapma teklifini: “Yaşın
tutmuyorsa, oynamayacaksın.” diye sosyal bir mesajla geri
çevirdim. Maalesef emindim ki o çocuk benden sonra da başka
birine bunu rica edecek ve o kişi de büyük bir iyilik
yapmışçasına yatıracaktı. Bu işi yaparken de “Şimdiye kadar şu
fakire çıkmadı. Bari şu çocuğa çıksın.” diye düşünerekten.
Düşüne biliyor musunuz? Bir millet şans oyunlarıyla,
popstarlıkla, soyunup kazanmayla, hakaret edip kazanmayla,
kısa yoldan zengin olma yolunda… Konuyu abarttığımı
düşünebilirsiniz. Askerliğim son 45 günü sivil posta olarak
görev yapmıştım. Hafta içi her gün ganyan bayiine gidip
komutanımın verdiği kuponları yatırarak geçirmiştim. Ganyan
olayını da bu sayede öğrendim. Bir salona doluşmuş kalabalık
atların başarısına umut bağlamış. Ve maalesef ata umut
bağladığı kadar kendine umut bağlamamış.
Peki, bu kadar kazanmak için uğraş var ama ya
kazanların durumu nasıl? Onların hikâyesi nasıl? Kısa yoldan
köşe olanların sonu maalesef hep hüsranla sonuçlanıyor. Kısa
yoldan zengin olanların hayatını araştırdığımda maalesef kısa
yoldan gelen zenginliğin onlara yaramadığını gördüm.
Piyangodan ikramiye çıkıp ilk başta iyi hayata sahip olanlar
ardında acınacak hale düşüyorlar. Örneğin Amerikanlıların her
yıl şans oyunlarına ödedikleri paranın büyüklüğü 50 milyar
dolara yaklaşıyor. Bu rakam pek çok Afrika ülkesinin milli gelir
toplamından fazla. Oysa daha ilginç olanı şans oyunlarından
yüklü miktarda ikramiye kazananların hikâyesi. Şans
oyunlarının yaşamlarını değiştirdiği milyonerlerin çoğu
“Başımıza ne geleceğini bilmiş olsaydık, büyük ikramiye
kazandığımız bileti yırtıp atardık.” diyor. Son beş yıl içinde şans
oyunları milyonerlerinden ikisi kurşunlanarak öldürüldü. Biri
uyuşturucudan, bir diğeri ise aşırı alkolden hayata göz yumdular.
Üç milyoner ölüme teşebbüsten tutuklandı, 20 kadar piyango
zengini eşlerini boşadı, biri çeşitli kez soyguncuların kurbanı
oldu. Birini polis öldürdü.
Bir anda tüm ülkede popüler hale gelen Semra teyze ve
200
oğlu Ata’nın sonları da hepimize ibretlik hikâyedir. Bir anne için
en büyük acılardan birisi olan evlat acısını hissettikten sonra
ünlü olmuşsunuz neye yarar? Sonuç olarak söyleyebilirim ki
geleceğiniz yuvarlanacak olan toplara değil, koşan atlara değil,
atılan gollere değil sizin hayatınızdaki tercihlerinize bağlıdır.
Atlara, futbol topuna, şans topuna güvendiğiniz kadar kendinize
güvenin. Kafanızı köşeyi dönmeye değil, işinizi iyi yapmaya
yorun. Yazımı Moffatts Grubunun bir şarkı sözüyle
bitiriyorum.“Besteci olmak istiyorsan bir gitar al. Araba
yarışlarını kazanmak istiyorsan araba al. Picasso olmak
istiyorsan git boya al. Cennete gitmek istiyorsan ibadete başla.
Terfi etmek istiyorsan işe erken git. Ödül kazanmak istiyorsan
yarışmaya gir. Sen yaptıkların kadarsın! Yapmadıkların
değilsin.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 508, 15 Mart 2010)
NE KADAR OKURSAN O KADAR KAZANIRSIN
Girişimcilerin kazancı, sözcük dağarcıkları ile doğru orantılıdır.
Daha çok sözcük kullanarak konuşan ve yazan kişiler daha
büyük sorumluluklar alır ve en çok parayı onlar kazanırlar. Bu
durumun istisnası çok azdır. Girişimci şimdi kazandığından daha
fazla para kazanmak istiyorsa daha fazla okumalı ve bilgi
dağarcığını arttırmalıdır. Abraham Lincoln kitap ödünç almak ve
201
sonra da geri götürmek için kilometrelerce yürümekten
çekinmezdi. Günlük çalışmasını bitirdikten sonra mum ışığında
kitap okurdu. Onun kitaplara saygısı ve bağımlılığı ABD’de
liderlik yapmasında bir fark yaratmıştır. Eğer her gün bir şey
okuma alışkanlığı geliştirecek olursak bundan keyif almaya
başlarız. Okuma zamanının gelmesini sabırsızlıkla bekleriz.
Böylece düşünme yeteneğimiz gelişecek, sözcük dağarcığımız
genişleyecektir.
Unutmayalım ki girişimciler iyi birer
okuyucudurlar. Bir zamanlar “Mein Balıkçısı” diye, talihi ile
meşhur bir adam varmış. Mein kıyılarında balık pek az
tutulduğu halde bu adam ne zaman balığa çıksa boş dönmez,
sepetler dolusu balıkla gelirmiş. Adam bu yüzden para
kazanırken talihi de dillere destan olmuş. O kadar ki, birinin
fazla talihli olduğunu anlatmak için “Mein Balıkçısı gibi, talihli”
demek adet haline gelmiş. Günün birinde balıkçı ölmüş. Cenaze
için evine gelenler, Mein Balıkçısının evinde balık ve su
üzerinde zengin bir kütüphane olduğunu görmüşler. Adamın
balık avından neden boş dönmediği o zaman anlaşılmış.
Girişimciler rekabette Mein balıkçısı gibi olmak istiyorlarsa çok
okumaları gerekmektedir.
Balzac “Bilginin efendisi olmak için, çalışmanın kölesi
olmak şarttır.”der. Girişimcinin bilginin efendisi olması gerekir.
Bilgi toplumunda yaşadığımız bu süreçte bilgi gerçekten de
stratejik öneme sahip bir güçtür. Francis Bacon “Kurnaz insanlar
okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran olurlar, akıllı
insanlar ise ondan faydalanırlar.” diyerek okumanın ne denli
önemli olduğunu işaret eder. Taunsend “Ne kadar çok okursanız
o kadar çok öğrenir ve güç kazanır, yaşamınızın denetimini
kendi ellerinize alırsınız.” der. Hayatı boyunca çalışmış ve
önemli başarılara imza atmış otomobil sektörünün bir numaralı
ismi Henry Ford, yaşamı daimi bir yürüyüş olarak görür: “Hayat
benim anladığıma göre bir duruş değil, bilakis daimi bir
yürüyüştür. Kim ki “Ben artık yoruldum!” der ve istirahata
çekilirse, yerinde kalamaz. Aşağı doğru kayar.” Henry Ford,
yaşlanma ile ilgili bir soru üzerine şu cevabı verir: “Öğrenmeyi
bırakan kişi, yirmisinde de olsa sekseninde de olsa yaşlıdır.
Öğrenmeye devam eden kişi gençtir. Yaşamdaki en muhteşem
202
şey, zihnimizi genç tutmaktır.”
“Bilgi kuvvettir.” diyen Bacon, yıllar önce bilginin ne
kadar değerli bir kaynak olacağını görmüştür. Gerçekten de
günümüzde bilgi, kişilerin kuruluşların ve ülkelerin en önemli
bir kaynağı haline gelmiştir. Ülkeler gelişmişlik düzeyine göre
sınıflandırıldıklarında temelde bilgi üretmeleri ve tüketmeleri
göz önüne alınmaktadır. Bilgiyi sağlıklı bir şekilde saklamak,
işletmek ve zamanında kullanıcılara sunmak ülkelerin en önemli
itici gücü olmaktadır. Bilgiden bilgi üretilmesi olağan üstü
katma değer yaratan bir kaynaktır. Günümüzde dünyanın en
zengin girişimcileri bilginin işlenmesi ile ilgili yazılımlar
üretenlerdir. Bilgi için çalışan kişi ve kuruluşlar sanayi ürün ve
hizmet üreten işletmeleri geride bırakır olmuşlardır. Mucitlerin
hayatlarını araştıranlar, onların başarılarını okumaya ve
öğrenmeye borçlu olduklarını söylemektedirler. Meşhur
mucitlerin çoğu, buluşlarını kitaplardan öğrendikleri bilgilerle
gerçekleştirmişlerdir.
Telefonu icat eden G. Bell, bu fikri Alman yazar Helmholtz’un
sesle ilgili bir eserinden almıştır.
Uçağı icat eden Writght kardeşler, bu fikri bir kitaptan almıştır.
Elektriğin babası J. Faraday, bir kimya kitabından ilham
almıştır.
Walt Disney, ünlü insanların hayat öykülerini okuyarak ilham
almış ve hayatı değişmiştir.
Şimendifer frenlerinin mucidi George Westinghause, bu icadını
The Livinge adlı İngiliz dergisine borçludur.
Henry Ford, otomobil yapma fikrini bir Fransız yazarın ziraat
dergisinde yayınlanan makalesinden almıştır.
Microsoft’un kurucu ortağı Paul Allen 1974 yılında Popular
Electronics Dergisi’nde bilgisayar konulu bir haber görünce
soluğu Bill Gates’in yanında alır. Böylece kafalarında
Microsoft’u kurma fikri gelişir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 470,
22 Haziran 2009)
203
MEVLÜT ERDİNÇ VE DİLE SAHİP ÇIKMAK
Konfüçyüs’e: “Bir ülkeyi yönetmeye çağırılsanız ilk iş
olarak ne yapardınız?” diye sorarlar. Konfüçyüs şöyle cevap
verir: “Önce dilini düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa kelimeler
düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa yapılması
gereken şeyler iyi yapılamaz. Gereken yapılmazsa ahlak ve
kültür bozulur. Ahlak ve kültür bozulursa adalet yolunu şaşırır.
Adalet yanlış yola saparsa halk güçsüzlük ve şaşkınlık içine
düşer. Ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bu
sebeple söylenen sözü doğru söylemeli. Hiçbir şey dil kadar
önemli değildir.” Dilin memleket hayatındaki önemini belirten
Konfüçyüs’ün bu sözlerine eklenecek pek bir şey yoktur.
İnsanları birbirine bağlayan aralarında iletişim sağlayan en
büyük faktörlerden birisidir dil. İletişim boyutunun iyi olmasının
şartlarından biri iyi konuşmaktır. Sahibi, köle Ezop’a sorar:
“Dünyanın en güzel şeyi nedir?” Ezop: “Dildir, çünkü insan
dilini iyi kullanmasını iyi bilirse giremeyeceği gönül,
açamayacağı kapı kalmaz.”der. Efendisi: “Peki dünyanın en
kötü şeyi nedir?” diye sorduğunda. Ezop şöyle cevap verir:
“Yine dildir; çünkü insan dilini kullanmasını bilmezse başına
gelmeyecek kötülük, gelmeyecek bela kalmaz. ” Bu sebeple
dilimize yeterince sahip çıkmalıyız. Maalesef dilimize sahip
çıkmadığımızı çoğu kez gözümden kaçmıyor.
204
Fransa'nın önde gelen takımlarından Paris Saint Germain ile
anlaşma imzalayan milli futbolcu Mevlüt Erdinç, yeni
formasıyla basına poz verirken bir şey dikkatimden kaçmadı.
Formasında ERDİNÇ yazması gerekirken ERDING yazıyordu.
Oysa Kezman Fenerbahçe’de oynarken Türkçe’de olmamasına
rağmen Z harfinin üzerinde inceltme işareti vardı. Aynı
KEZMAN’da PSG’ye transfer olunca onun formasında
KEZMAN yazıyordu. Yani Fenerbahçe’nin yaptığını yapmadı.
Dilimize sahip çıkmalıyız ve Mevlüt’ün formasında ERDİNÇ ya
da en azından ERDINC yazmalı. Dilimizi önemsemeli ve
gereken değeri vermeliyiz. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 499, 23
Kasım 2009)
ÜNİVERSİTENİN DEĞERİ
MEZUN OLUNCA ANLAŞILIR
Maalesef pek çok şeyin değerini kaybedince anlıyoruz.
Tıpkı üniversitenin değerini okurken bilemediğimiz gibi… Bu
sebeple geçenlerde mezun olmuş iki öğrencimden aldığım
mektubu aynen sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Hocam, okulumuzun kıymetini; özellikle hem arkadaşlıklar
açısından, hem de eğitim açısından diplomayı alınca fark etmek
insanı ciddî şekilde yaralıyor. Araştırma yapacak bol vakit
olması, ders çalışacak, iktisadî konuları tartışacak bol bol zaman
olması, eğitim kadrosunun genç olması sebebiyle hocalarımızla
205
daha iyi iletişim kurarak dünyanın gittiği yeri genç eğitimcilerin
gözünden görme ve geleceğe daha kısa sürede hazırlanma,
zamanımızı daha iyi bir kariyer planlaması yapmak fırsatlarının
farkına varamayıp da, vaktimizi işimize yaramayacak şeyler için
harcamanın verdiği ıstırap inanın dayanılır gibi değil. Daha da
vahimi, bütün bu saydıklarım için Türkiye'de arayıp da
bulunamayacak olan yer Bolvadin. Çünkü insanın dikkatini
dağıtacak, ilgisini başka yöne çekecek, kısacası insanı
oyalayacak medeniyet unsurlarının olmaması, sakin, huzurlu bir
yapının içinde tüm gücümüzle geleceğe hazırlık için
çalışabileceğimiz yegâne eğitim üssü Bolvadin…
Ârif olan için Yale Üniversitesi Bolvadin MYO kadar
olamaz:) Hocalarımız "Türkiye'nin en iyi muhasebecileri
Bolvadin Meslek Yüksek Okulun'dan çıkardı" dediği zaman,
burada hiçbir şey yok, muhasebeciyi tarlada mı yetiştiriyorsun
diye dalga geçerdik. Fakat şu an Bolvadin'de olabilsem, öğrenci
arkadaşlarıma söyleyecek o kadar çok şey duruyor ki heybemde.
Anlatsam iki derste ancak biter. :) Dileğim, bizim yaptığımız
hataların bizden sonra tekerrür etmemiş olması ve gelecekte de
etmemesidir. Hocam, ben okuldan mezun olduktan sonra,
Ankara'da toplantı deşifre işleriyle uğraşıyorum. Meselâ sizin
verdiğiniz konferansta konferansın başından sonuna kadar
mikrofona yansıyan konuşmalar kaydedilir. İşte benim yaptığım
iş, o ses kayıtlarını metne aktarmak; yani, toplantının tutanağını
hazırlamak. Toplantıda kim ne söylemiş, tespit edip metne
aktarmak. Kısacası stenografım. İş dışında spor, müzik…
Yuvarlanıp gidiyoruz. Ayrıca açık öğretim dördüncü sınıfta iki
yıldır iş yüzünden kalıyorum; fakat, bu dönem hiçbir şey beni
okulu bitirmekten alıkoyamayacak. Bu dönemde tam da "Acaba
işlerimi nasıl genişletebilirim, ticarette nasıl başarılı olabilirim?"
diye ve bunun benzeri düşünceler kafama takılmışken web
sitenizi ziyaret ettiğim iyi oldu. Şu an vakit kısıtından dolayı
ayrıntılı inceleme imkânım olmadı; ama, pek çok soruma cevap
verecek makaleler dikkatimi çekti. En kısa zamanda onları da
inceleyeceğim. Gerçekten güzel bir çalişma olmuş, ellerinize
sağlik. Hatta tatile denk gelmeyen bir zaman diliminde özellikle
Bolvadin'i tekrar ziyaret etmek istiyorum. Sizinle yüz yüze
206
görüşmek ve sizden bazı konularda değerli fikirlerinizi
alabilmeyi de planlıyorum.” Saygılarımla öğrenciniz Aydın
DAĞLI
“Merhaba hocam ben işletme sınıfından 1. dönem sonunda
yatay geçiş ile okul değiştiren öğrenciniz Cihan Şen. Nasılsınız,
umarım iyisinizdir. Uzun zamandır size yazmak istememe
rağmen gerek okul gerekse stajım dolayısıyla zaman bulamadım.
Bu hafta okulumuz ders çalışmak için tatildi. Ben de bu sürede
stajımı tamamladım. Artık sadece sınavlarım kaldı. Sınavlar
bittikten sonra da yine aynı çalıştığım yerde 45 gün daha staj
yapacağım. Şansım varmış ki staj yerim çok güzel bir yer.
"Fresenius Medical Care". Diyaliz üzerine dünyanın en büyük
firmasında stajımı yaptım. Çoğu öğrencinin karşılaştığı fotokopi,
temizlik, çay getir götür vs. gibi işlerle karşılaşmadım. İlk beş
hafta eğitim verdiler. Daha sonra bir laptop verdiler.
Öğrendiklerimi uygulamaya başladım. O kadar iyi davrandılar ki
sanki yıllarca o şirkette çalışıyormuşum gibi geldi bana. Umarım
bütün öğrenciler de benim gibi staj yaptıkları yerlerden memnun
olurlar. Bolvadin’deki bazı öğrenciler yaz stajını yapmak
istemiyorlar ama o kadar faydalı ki gittiklerinde kendilerindeki
değişimi görecekler. İlk başladığımda bir iş yerinde nasıl
davranılır bunu bilmezken şimdi bunu çok iyi biliyorum.
Gerçekten deneyim açısından staj bana çok yararlı oldu.
Derslerinizde dediğiniz: “Kuru kuru bir üniversite diploması bir
işe yaramaz, kendinizi sürekli geliştirin.” sözünüzü hiç
unutmuyorum. Ve kendimi de bu yönde geliştiriyorum. Size çok
teşekkür ediyorum. Saygılarımla…” Öğrenciniz Cihan ŞEN (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 486, 12 Ekim 2009)
HER ŞEYİN DAHA İYİ ANLATILABİLECEĞİ
BİR YOL VARDIR
Birinci Hikâye: Hiç uygun olmayan bir vakitte hiç uygun
olmayan hareket yapan yahut laf söyleyen hakkında kullanılan
bu deyimin hikâyesi şöyle; Sultan II. Mahmut devrinde Mehmet
Efendi isminde bir zat yaşarmış. Münasebetsizlikle şöhret
207
bulmuş. Padişah bir gün onu dinleyip münasebetsizliğinin
derecesini ölçmek istemiş. Efendiyi huzura getirmişler. Uzunca
bir sohbet olmuş, ama adamda hiçbir münasebetsizlik yok.
Nihayet sohbet sona erip Mehmet Efendi birkaç kese altın
alarak oradan ayrılmış. Aradan günler geçmiş. Sultan Murad
Babıali’yi teftişten döndüğü bir sırada faytonuyla Cağaloğlu
yokuşunu çıkmakta iken Mehmet Efendi arabacıya seslenmiş:
- Hünkara arzım vardır, bildiriniz.
Sultan Mahmud sesi tanıyıp " Galiba önemli bir maruzatı var"
diyerek arabacısına biraz beklemesini söyler. Ne var ki yokuşun
en dik olduğu noktada durmuşlardır ve atların orda zabt
edilmeleri zordur; ayakları yokuş aşağı kaymaya başlar.
Mehmed Efendi gayet sakin, sorar:
- Padişahım, acaba zurna çalmasını bilir misiniz?
- Hayır, bilmem, der.
- Bendeniz de bilmem efendim.
- Öyle mi? der padişah, sözün sonunu bekleyerek. Bu sırada
fayton da geri geri kaymaya başlamıştır. Mehmet Efendi devam
eder:
- Evet efendimiz! Bursa’da halamın damadının bir yaşlı
teyzezadesi vardır?
- Eee!?
- O da zurna çalmasını bilmez Efendimiz.
- Ya!..
- Vallahi efendimiz, hatta..
Arabanın yokuş aşağı gideceğinden korkan Sultan Mahmud
dayanamayıp adamlarına bağırır:
- Çekin şu Münasebetsiz Mehmed Efendi’yi yolumdan yoksa
ya ben bayılacağım yahut atlar!
İkinci Hikâye: Alaca Camii’nin önünde dilenen kör bir dilenci
bir şairin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela
vardır. Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu
sorar. Dilenci de sekiz - on lira kadar olduğunu söyler. Bunun
üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirerek bir
şeyler yazar; “Şimdi buraya senin kazancını arttıracak bir şeyler
karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu
208
söylersin” der ve oradan ayrılır. Şair, bir hafta sonra dilencinin
yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci; “Bayım size ne kadar
teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok
merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?” Bunu üzerine şair
gülümser ve: “Tabelada - Doğuştan körüm, yardım edin
yazıyordu. Bense - Bahar gelecek, ama ben yine göremeyeceğim
- diye yazdım” der.
Sonuç olarak: Önemli olan, anlatılmak istenen şeyi en iyi
şekilde anlatmak olduğuna göre; Her şeyin daha iyi
anlatılabileceği bir yol vardır. Yeter ki onu bulmaya,
uygulamaya ve ufkumuzu bu doğrultuda genişletmeye
uğraşalım... (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 539, 14 Mart 2011)
KUYUYA İP ATIN!
Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar
cesur olmadıkça,
o memlekette kurtuluş yoktur.
İsmet İnönü
“Delinin biri kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz.” diye
çok sevdiğim bir atasözü var. Gerçekten de bazen öyle şeyler
oluyor ki hayatta değil kırk akıllı, kırk bin akıllı bile kuyuya
atılan taşı çıkaramıyor. Belki tuhaf bir soru gibi gelebilir ama
benim asıl merak ettiğim ise akıllılar kuyuya ip atar mı? Bence
akıllıların da en az delilerinki kadar kuyuya ip atabilecek
cesaretleri olmalı. Maalesef insanların geliri ve kariyeri arttıkça
risk almaktan da vazgeçiyorlar. Bırakın kuyuya ip atmayı, ipe
ellerini bile sürmüyorlar. Bu sebeple aklıselim insanların da
kuyuya ip atması gerekiyor. Belki birileri vardır diye…
Geçen hafta farklı gazetelerde iki ayrı yazı dikkatimden
kaçmadı. Birincisi İzmir’in 20 bin nüfuslu Bayındır ilçesinin
yılda 25 milyon lirayı çiçekten kazanması haberiydi. Düşündüm
de bir ilçeye çiçekçilik yaptırmayı kabul ettirmek kuyuya taş
atmak değil de nedir? Hani reklamlarda söylüyor ya: “ Birileri
gelir bir şeyleri değiştirir.” diye… Gerçekten de birileri gelip bir
şeyleri değiştiriyor. Ama işin ilginç yanı bazen bu
potansiyellerimizin farkında bile değiliz ki ikinci olarak
209
dikkatimi çeken haber bu yöndeydi. İkinci haberde ise
Hollandalıların, dünyada sadece Erzurum Karayazıda yetişen
ters lale soğanlarını ülkesine kaçırırken yakalandığından
bahsediyordu. Haberde ayrıca Türkiye’nin dağlarının bitki türü
bakımından en zengin özelliğe sahip olduğundan da
bahsediyordu.
Sonuç olarak şunu söyleyebilirim. Maalesef bizler
potansiyelimizin farkında değiliz. Bolvadin’in de müthiş
potansiyelleri var. Ama bunları bir türlü değerlendiremiyoruz.
Örneğin ilçemizdeki Bademli Mahallesi ismini badem
ağaçlarından almıştır. Fakat bu mahallede badem ağacına
rastlamanız mümkün değildir. Belli ki geçmişte bu alanda çok
güzel bademler yetişiyormuş. Çay’da Sultandağı’nda meyvecilik
yapılırken bizim ilçemizde yapılamamasını hiçbir mazeret
açıklayamaz. Sadece potansiyelimiz bu alanda değil… Bizler
gençlerimizin potansiyelinin de farkında olmadığımız için onları
kahve köşelerinde bulabiliyoruz. Geçenlerde bir okurumdan bu
konuyla ilişkili bir mail aldım. Bu maili aynen sizlerle
paylaşmak istiyorum:
“İyi günler Mehmet Bey. Öncelikle kendimi tanıtayım. Ben
yıldız kickboks vekil hocası Ali Küçükkartal. 2007 yılından beri
Bolvadin’imizin kapalı spor salonunda Bolvadinli gençlerin
kahvehane köşelerinde ya da internet kafelerde vakit
öldürmelerindense spora yönelmelerini sağlamak amacıyla
kickboks sporunu icra etmekteyiz. Sürdürdüğümüz mücadelede
binbir fedakârlıklarla ekip kurduk fakat belediyemizden destek
göremedik. Yaşları yediden yetmişe değişen ekibimizle 19
Mayıslarda, 24 Eylül Bolvadin’in Kurtuluş Günününde, 29
Ekimlerde şimdiye kadar yapılmamış mermer kırışları kata
çizimleri (kata: hayali dövüş sanatı) ve buna benzer onlarca
gösteri yaptık. Şimdiki amacımız ise Bolvadin’e tarihinde hiç
yaşanmamış bir kupa ya da derece hediye etmek. Şimdi sayın
gazeteci Mehmet Bey söyler misiniz bize dönüp bakmayan
belediyemiz sizce bize yardım eder mi? Maddi olmasa bile
manevi olarak destek olur mu? En azından kapalı spor salonuna
gelip antrenmanımızı izleyerek bizim yanımızda olduğunu bize
hissettirir mi? Bir gazeteci olarak bu konuya yazılarınızda
210
değinirseniz çok müteşekkir olurum. imza: Bolvadin için var
olmaya çalışan bir kaç kickboksçu” Umarım potansiyellerimizin
farkında oluruz. Umarım bu gençlere sahip çıkarız. Umarım
ilçemizde belli amaçla mücadele eden bu gençlere sahip çıkıp
onlara el uzatırız. (24 Eylül Gazetesi, 27 Haziran 2011, Sayı:
575)
ÖĞRETMENLİKTE BAŞARI NEDİR?
Öğretmen olmadan önce, başarı kendinizi yetiştirmekten
ibarettir. Başarı kendi kazanımlarınız, kendi performansınız,
üniversitede geçtiğiniz sınavlar ve nihayetinde aldığınız
diplomadır. Fakat öğretmen olunca, başarı tamamıyla
öğrencilerinizi yetiştirme meselesi olur. Artık sizin için başarı
öğrencilerinizi daha akıllı, daha büyük, daha cesur bireyler
haline getirme meselesi olur. Öğrencilerinizi destekleyip,
özgüvenlerini artırmak için yaptıklarınızın dışında, birey olarak
yaptıklarınızın herhangi bir önemi yoktur. Artık sizin için başarı
öğrencilerinizin başarısıdır. Başka bir ifadeyle: Öğretmen olarak
başarınız her gün yapıp ettikleriniz değil, öğrencilerinizin
performansı olacaktır.
211
Öğretmenlik önemli bir zihniyet değişikliğidir. Bazı insanlar
hayatlarında “Nasıl öne çıkarım?” diye düşünürler.
Öğretmenlikte ise böyle bir düşünce yerine “Öğrencilerimin
daha başarılı olması için onlara nasıl yardımcı olabilirim?” diye
düşünür. Bütün bunları yaparken şunu asla unutmayın: “Artık
bir öğretmensiniz. Önemli olan artık kendiniz değil,
öğrencilerinizdir.”
Lider olmak her şeyi değiştirir. Eğer öğrencilere liderlik
yapabilirseniz, onların kaderini değiştirebilirsiniz. Tarih, bu
konuyla ilgili örneklerle doludur. Anadolu’nun ücra bir köyünde
öğretmelik yapan pek çok öğretmen, kaderi çiftçilik olan
öğrencilerinin bakış açısını değiştirerek onları doktor, iş adamı,
mühendis, öğretmen ve mimar yapmayı başarabilmiştir.
Öğretmenliğin temel felsefesi de zaten budur. Bahsettiğim
öğretmenler, işlerine yüreklerini koymasalardı, sadece ayın on
beşinde maaşı almayı ve bir an evvel bulundukları köyden
kurtulmayı düşünselerdi: öğrencileri köylerinde babalarının
kaderini paylaşıyor olacaktı. Ne mutlu böyle öğretmenlere… Bir
toplum ancak bu şekilde gelişebilir. Eğer öğrencilerimiz anne ve
babalarından daha başarılı olamıyorsa öğrencilerimizle birlikte
öğretmenleri olan bizlerde başarısız olmuşuz demektir.
At yarışlarında “Kaybedecek ata bahis oynanmaz.” diye bir
tabir vardır. Kimse kulakları düşmüş ve başı öne eğik bir atın
kazanacağına inanmaz. Dolayısıyla kimse bu at üzerine bahis
oynamaz. Öğretmenlikte kendi sınıfınızı seçmiş olduğunuz
öğrencilere göre kendiniz oluşturamazsınız. Sizden verilen hazır
bir malzemeyi en uygun şekile getirmeniz istenir. Fakat bazı
öğretmenler sadece kazanacak öğrencilere oynarlar. Sınıfı üç ya
da beş gözde öğrencileriyle götürme gayreti içindedir. Bu
öğretmenlikte ciddi bir hatadır. Önemli olan kazananlara değil
tüm öğrencilere oynamaktır. Öğretmenden beklenende budur.
Lider Öğretmenlerin en önemli görevlerinden biri de geleceğe
yetiştirmiş olduğu liderlerle imza atmasıdır. Unutmayın ki
çırağı, ustasını geçemeyen sanat ölür. Öğretmenlerin de
kendisini geçecek nesiller yetiştirmesi gerekir. Bir toplumun
gelişmesi ve kalkınması o toplumun sahip olduğu liderlerle
doğru orantılıdır. Bir ülke ne kadar fazla lidere sahip ise o kadar
212
gelişme ve kalkınma gösterir.
Arthur Ward ne güzel söylemiş:“Sıradan öğretmen anlatır. İyi
öğretmen açıklar. Yetenekli öğretmen yapar ve gösterir. Büyük
öğretmen ilham kaynağı olur.” Ben de tüm öğretmenlerimizin
öğrencilerine ilham kaynağı olacağı bir eğitim ve öğretim yılı
diliyorum. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 483, 21 Eylül 2009)
ÖĞRETMENİM, LÜTFEN YETENEKLERİMİ
ORTAYA ÇIKAR!
Dünyanın büyük adamları,
okullarının en büyük öğrencileri değildi.
Çoğu zaman en büyük okulları bitirenler de hayatın büyük
adamları olmamışlardır.
Abraham Lincoln
Yaşadığımız bin yıl kesinlikle yeteneklerin bin yılıdır.
Günümüzde ülkeler barındırdıkları beyinlerin yetenekleri kadar
güçlüdür. Şirketler de sahip olduğu yetenekli çalışanlar kadar
güçlüdür. İnsanoğlunun sahip olduğu yetenek hiçbir zaman
günümüzdeki kadar önem kazanmadı. John Steinbeck: “Hiçbir
yeteneği olmayan insanlardan her şey beklenir.” diyerek
yeteneği olmayan kişilerin her türlü fenalığı yapabileceğini ifade
eder. Peki okullarımız öğrencilerin yeteneklerini ne kadar
ortaya çıkara biliyor? Bu sorun sadece ülkemizin bir problemi
değil, dünyadaki tüm ülkelerin temel problemidir. Dünya
döndükçe de bu soruyu eğitim kurumları her zaman
sorgulayacaklar. Acaba okullar öğrencilerinde var olan
yetenekleri ortaya çıkarabiliyor mu? Bilinen bir gerçek var ki
keşfedilmeyen yetenek ortaya çıkamaz ve geliştirilmeyen
yetenek ölür. Maalesef okul sıraları geliştirilemeyip ölen
yeteneklerle
dolu.
Başarıyı
yakalayanlar
hakkında
öğretmenlerinin söylemiş olduğu sözler tarih sayfalarında
hüzünlü bir hikâye olarak kaldı.
Eğitimciler olarak temel felsefemizin erdemli toplum
yetiştirmek olduğunu düşünürsek, öğrencilerimizin içindeki
yeteneği ortaya çıkartmalıyız. Üzülerek söylemeliyim ki bizler
213
olumsuz eleştiriler altında yetiştik. Ailede, okulda ve toplumda
olumsuz
eleştirilerle
yetiştiğimiz
için
çoğu
kez
başaramayacağımıza inandırıldık. Bu sebeple bunun acısını çok
kötü yaşadığımızdan, öğrencilerimizin yeteneğini keşfederek ve
öğrencilerimize doğru yönde rehberlik ederek onları
yetiştirmeliyiz. Bu ülkede maalesef üniversite sınavında çok iyi
puan almasına rağmen tercih ettiği mesleklerin ne iş yaptığını
bilmeden tercih yapan öğrenciler vardır. İsfohani; ‘İnsanların
yetenekleri yeraltındaki su gibidir, ondan yararlanabilmek için
toprağın kazılmasına ihtiyaç vardır.’ diyerek öğretmenlere adeta
bu yönde ışık tutar.
Başarılı öğretmenin, sıradan bir öğretmenden en önemli
farkı öğrencilerinin içinde saklı bulunan yetenekleri ortaya
çıkarabilmesidir. Acaba öğrencilerimizden kaçının yeteneğini
fark edip onları yeteneklerine göre yetiştirebiliyoruz. Acaba kaç
öğrencimiz sayemizde yeteneğini fark etti? Kaç öğrencimiz için
hayatında kilometre tasıyız? Kaçının geleceğinde yardımcı
oluyoruz? Ya da kaçının hayatında en önemli bir engeliz? Durup
düşünmeliyiz. Bir öğrencimizin yetenekleri sayesinde bir yerlere
gelmesini sağlamak nasıl mükemmel bir duyguysa onun
karşısında bir engel olup yeteneklerini öldürmek de bir suçtur.
Ve bence bu cehennemlik bir suçtur. Peki sizce okullarımız
dünyadaki tüm okullar da dâhil.
Bill Gates’ten daha iyi bilgisayar dâhisi çıkarabilir mi?
Edison’dan daha iyi bir mühendis yetiştirebilir mi?
Mendel’den daha iyi bir genetik mühendisi yetiştirebilir mi?
Beethoven’dan daha iyi bir müzisyen yetiştirebilir mi?
Gelin hep beraber başarıyı yakalayanlar ve öğretmenlerinin
onlar hakkında ne söylediklerine dair bir yolculuk yapalım.
Vizontele Tuuba filminde Yılmaz Erdoğan daha filmin
başında edebiyat öğretmenine bir gönderme yapıyor. Öğrencilik
yıllarında edebiyat dersinde kompozisyon yazamayan ve
edebiyat öğretmeninden azar işitmiş olan Yılmaz Erdoğan,
aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen filmin senaristi ve başrol
oyuncusu olarak öğretmenine ‘Öğrencilik zamanımda bana
kompozisyon yazamaz demiştin peki şimdi ne düşünüyorsun?’
diye göndermesini yapmıştır. Vizontele Türk sinemasında
214
toplamış olduğu hasılat ve izleyici bakımından da çok önemli bir
kilometre taşı olmuştur.
Michigan Port Huran İlkokulu öğretmeni, ailesinin
başarısız olduğu gerekçesiyle okuldan aldığı öğrencisi Thomas
Alva Edison için ‘O beyinsiz bir çocuk ve hiçbir işte başarılı
olamaz’ demişti. Fakat Edison elektrik ampulü başta olmak
üzere insanlığın hayatını kolaylaştıracak icatları nedeniyle tarih
boyunca unutulmayacak bilim adamları listesine adını
yazdırmayı başarmıştır.
Jonathan Swith, Trinity College’da disiplin suçu işlediği
için kınama cezası almış ve ancak özel müsaade ile kolejden
mezun olabilmişti. Fakat Jonathan Swith, dünyanın en büyük
yergi yazarlarından biri olmuştur. Gulliver’in Gezileri ve Basit
Teklif onun eserleridir.
Orlive Wright, yaramazlıktan dolayı okuduğu okulun
altıncı sınıfından kovulmuştu. Fakat Orlive Wright, 1903 yılında
erkek kardeşi ile birlikte dünyanın ilk güç kaynaklı uçağını icat
etti.
Bill Gates, 1975 yılında Harvard Üniversitesi’nden
atılmıştı. Fakat aynı yıl Gates, Paul Allen ile birlikte Microsoft
Firması’nı kurdu. Bill Gates, mikro bilgisayarları çalıştıran ilk
yazılımı tasarladı ve dünyanın en zengin iş adamı oldu.
Elvis Presley’in Memphis Tennessee- L.C. Humes
Lisesi’ndeki müzik öğretmeni, ona zayıf notu vermiş ve ‘sen
hiçbir zaman şarkı söyleyemezsin’ demişti. Fakat Presley,
1977’deki ölümünden önce, 600 milyondan fazla albüm ve
single satarak Rock’n Roll kralı oldu.
Henry Ford II, (Henry Ford’un torunu) Thomas
Hardy’nin romanları üzerine sınav kağıdı hazırlaması için bir
öğrenciye para verdiği için Yale Üniversitesi’nden atılmıştır.
Fakat Henry Ford II, 1945 yılında Ford Motorları fabrikasının
başkanı oldu ve iflasın eşiğindeki şirketi kar eden bir yatırıma
dönüştürdü.
John F. Kennedy, Connecticut’taki hazırlık okulu olan
Canterbury’de futbol takımına girememiş ve Chote
Akademisi’nde Latince’den kalmıştı. Harvard’daki ilk senesinde
sınıf başkanlığı seçimini kaybetmiş, ikinci senesinde öğrenci
215
konseyine girememiş ve Stanford Üniversitesi Ticaret
Okulu’ndan ayrılmıştı. John F. Kennedy 1946’da Amerika
Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi’ne, 1952’de Amerika
Birleşik Devletleri Senatosu’na seçildi. Ve 1960 yılında da
Amerika Birleşik Devletleri’nin 35. Başkanı seçildi.
James Fenimore Cooper, ilk senesinde yaptığı bir dizi
muziplik sonucunda Yale Üniversitesi’nden atılmıştı. Fakat
James Fenimore Cooper, dünyaca ün kazanan ilk Amerikalı
yazar oldu. Son Mohikan isimli eserinin de içinde bulunduğu
Uzun Süren Hikâyeleri yazdı.
Michael Jordan, daha ikinci sınıf öğrencisi olduğu için
lisenin önde gelen futbol takımından uzaklaştırılmıştı. Fakat
aynı Michael Jordan daha sonraları dünya spor tarihinin en
büyük basketbol oyuncularından biri oldu.
Bernard Shaw, yalnızca beş sene okula gitmiş olmasına
rağmen, öylesine güçlü bir yazar olmuştur ki; 1925’te Nobel
Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Gregor Mendel, gençliğinde üniversiteye kabul
edilmemişti. Daha sonra da Viyana Üniversitesi’ne girse de,
oradan da mezun olmadan ayrıldı. Profesörlerden biri onun
hakkında şöyle yazmıştı: “Mendel’de, bir bilim adamı için
gerekli olan berrak düşünebilme yeteneği yok”.Fakat Mendel
genetik biliminin kurucusu olmuştur.
Münih’teki ilkokul öğretmeni; ünlü fizik bilgini Albert
Einstein’e hiçbir işe yaramayacağını söylemişti. Fakat bu durum
onun ‘İzafiyet Teorisini’ ortaya koymasını engellememişti.
Enrico Caruso’nun ilk müzik öğretmeni: ‘Senin sesin
pencere kenarından gelen rüzgarın ıslık çalmasına benziyor.’
diyerek ona ders vermeyi reddetmişti. Fakat Enrico Caruso
İtalya’nın en büyük tenörlerinden biri olmuştur.
Savaş ve Barış adlı romanın yazarı Tolstoy, içinde
öğrenme isteği olmadığı gerekçesiyle kolejden atılmıştı. Fakat
Tolstoy dünya klasiklerine girmeyi başaran bir eser verdi.
Müzik öğretmeni, Beethoven hakkında “Müzisyen
olamaz.” dedi. Fakat Beethoven müzikte yeni bir çığır açtı.
Yukarıdaki örnekler göstermektedir ki; bu kahramanlar
öğretmenlerini büyük bir zevkle yanıltmışlardır. Peki ya tarihe
216
geçemeyen başarılar, ya kırılan hevesler, geliştirilemeyen
yetenekler… İşte bunu biz eğitimcilerin iyice düşünmesi gerekir.
Ülkemizde bir milyona yakın eğitimci var. Bu eğitimcilerin her
biri yılda fazla değil bir öğrencilerinin yeteneğini bile keşfetseler
inanın ülkede çok şey değişir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 498, 4
Ocak 2010)
OLUMLU DÜŞÜNCENİN GÜCÜ
Mark Twain, “İyi bir iltifat, beni iki ay götürür.” diyerek
başarılı ya da başarısız hemen her bireyin iltifata ihtiyacı
olduğunu ifade etmiştir. “Marifet iltifata tabidir.” diye bir
atasözümüz olsa da eğitim hayatında öğretmenlerin,
öğrencilerine iltifat etmekten çok, öğrencileri eleştirdiğine çok
kez şahit olmuşumdur. Hatta bazı öğretmenlerimiz, eleştirinin
daha ilerisine giderek öğrenciyi arkadaşlarının yanında rencide
etmeyi marifet saymaktadırlar. Öğretmenlerin öğrencilerine
hitap şekli oldukça önemlidir. Olumsuz davranışların en önemli
nedenlerinden biri sizin bir eğitimci olarak öğrencilerinize nasıl
hitap ettiğinizdir. Siz öğrencinize sürekli yaramaz, terbiyesiz,
ahlaksız gibi kelimelerle nitelendirmeler yaparsanız, o öğrencide
olumlu davranış zaten gözlemleyemezsiniz. “Bir adama kırk gün
delisin, denilse deli olur.” Atasözünden de anlaşıldığı gibi biz
eğitimciler de, öğrencilerimize kırk gün aynı şekilde
seslendiğimizde, öğrencilerimizin, kullandığımız ifadelere
benzemeye başladığını görürüz. Yani bizler öğrencimizin nasıl
olmasını istiyorsak ona göre bir hitap tarzı kullanmalıyız.
Eğitimciler olarak biraz sonra okuyacağınız Gana’da yaşanan
hikâye bizlere çok ders vermelidir.
217
Quwaku
Afrika kıtasında yer alan Gana’da Ashanti adıyla anılan
bir aşiret vardır. Bu aşiretin adetlerinden birisi şudur: Çarşamba
günü doğan çocuklara, Quwaku ismi veriliyor. Quwaku ismi
“saldırgan” anlamına geliyor. Çocuklara sürekli bu isimle hitap
ediliyor. Quwaku gel, Quwaku git. Yani saldırgan gel, saldırgan
git. Saldırgan şunu yap… Devamlı olarak bu çocuklara saldırgan
diye hitap ediliyor. Gana’da suç işleme oranlarıyla ilgili yapılan
araştırmalarda çok çarpıcı bir sonuç çıkıyor: Gana’da işlenen
suçların % 50’den fazlası, çarşamba günü doğan, hergün
“Saldırgan” diye hitap edilen Quwaku isimli çocuklar tarafından
işlendiği ortaya çıkıyor. Bu hikâyeden eğitimciler olarak
çıkarmamız gereken sonuç nedir sizce? Ben bu hikâyeyi
duyduktan sonra şuna karar verdim: Eğer öğrencilerimin
saldırgan olmasını istiyorsam onlara saldırgan diye hitap
etmeliyim. Yaramaz olmasını istiyorsam “yaramaz” diye hitap
etmeliyim. Kişiliksiz olmasını istiyorsam onlara hakaret içeren
kelimelerle hitap etmeliyim. Yok eğer öğrencilerimin “akıllı,
başarılı, mutlu, ve saygılı” olmasını istiyorsam onlara ona göre
güzel ifadelerle hitap etmeliyim.
218
THEGODISNOWHERE
Büyük gazetelerimizin birinde yönetici semineri veren bir
uzman, Türkler’in dünyada en kötümser milletlerden biri
olduğunu iddia etmiş. Peşinden de küçük bir test yapmış. Bitişik
sözcüklerden oluşan aşağıdaki cümleyi birkaç saniyeliğine
gösterip,
yöneticilerden
okumalarını
istemiş:
“THEGODISNOWHERE” Katılımcıların hepsi bu cümleyi:
“THE GOD IS NO WHERE” diye okumuş. Yani “Allah, hiçbir
yerde değildir” seklinde. Uzman acı acı gülümsemiş... “Tam
beklediğim gibi” diye mırıldanmış. Bati ülkelerindeki
seminerlerde katılımcılar bu cümleyi söyle okurlarmış: “THE
GOD IS NOW HERE” Yani: “Allah şimdi burada”...
Ülke olarak en büyük sıkıntılarımızdan birisidir olumsuz
düşünmek. Olaylara hep bardağın boş tarafından bakmak üzüntü
vericidir. Bizim yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz de bizim gibi
olumsuz düşünen birer birey olup çıkarlar. Peki gerçekten de
bardağın yarısı boş mu? Yoksa dolu mu? Konuyla ilişkili bir
hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum. 2005 yılında ABD’nin
Illinois Eyaletinde David’le tanıştım. David, beş yıl Türkiye’de
kalmış Türkçe’yi konuşabilen on dokuz yaşında bir Amerika
Birleşik Devletleri vatandaşı. Türkiye’yi ve Türk yemeklerini
çok seviyor. Tam bir Türkiye aşığı hatta iyi bir Fenerbahçe
taraftarı… Türkiye’de beş yıl kalmış biri olarak ona Türklerle,
Amerikalılar arasındaki en önemli farkı sorduğumda bana aynen
şunları söylemişti. “Bir Amerikalı sadece yaptığı işe bakıyor
ama bir Türk ise yaptığı işin dışında her şeye bakıyor.” Üzüldüm
ama bu cevaba kesinlikle katılıyorum. Öyle değil mi? Fatih
Terimin dışında herkes Türk Milli Takımı’nı daha iyi yönetir.
Yine, Başbakanın dışında herkes bu ülkeyi daha iyi yönetir.
Örnekleri daha da artırmak mümkün ama peki bizim asıl
yaptığımız işler! İşte orası büyük bir muamma! Asıl iyi
yönetilmesi gereken işin başında biz varız yani biz eğitimciler
ülkemiz için en önemli işi yapıyoruz. Peki biz işimizi gerektiği
gibi yapıyor muyuz? Tabiri caizse ağzı olan konuşuyor.
Konuşan Türkiye… Fakat kendi ilgi alanının dışında her şeyle
ilgi konuşan Türkiye.... Konuyu sevdiğim bir fıkra ile
bitiriyorum. Uluslararası bir üniversitede dersin hocası ilk ders
219
her milletten olan öğrencilerine filler üzerine bir ödev
hazırlanmasını istemiş. Ödevler hazırlanmış ve sınıfa
getirilmiş. Bakalım kimler ne yazmış?
Fransızlar: Fillerin güzellik sırları.
Çinliler: Fil pişirmenin bin yolu.
İngilizler: Safaride fil avlama teknikleri.
Almanlar: Filler ve fillerin Alman Dil ve Kültürü'ne etkileri.
Amerikalılar: Daha büyük ve görkemli fil nasıl yetiştirilir?
Japonlar: Daha küçük ve daha ucuz fil nasıl yetiştirilir?
Yahudiler: Filler en pahalı, en kârlı nasıl satılır?
Brezilyalılar: Fillerle karnavalda samba yapma metotları.
Türkler: Ne olacak bu fillerin hali?
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 515, 3 Mayıs 2010)
OLACAKSAN EN İYİSİ OL!
İşinden ne kadar zevk alıyorsan,
kazancın o kadar fazla olacaktır.
Mark Twain
Ülkemizde maalesef yaz ayları öğrenciler için dert
aylarıdır. Bu dönemde öğrenciler için hayati öneme sahip OKS
ve ÖSS sınav sonuçları açıklanır. Pek çok kimse sınav
sonuçlarınızı en az sizin kadar merak eder. Başarılı olduysanız
bir problem yoktur belki. Fakat genelde çoğu kimse için durum
sıkıntılıdır. Çünkü ne kadar çalışılsa da istenilen yer bir türlü
kazanılmaz. Anne ve babalar çocuklara hayatlarında isteyip de
sahip olamadıkları meslekleri tercih ettirmeye çalışırlar. Hayatın
en önemli kararı bu şekilde verilir. Bir şeyler tercih ederiz ama
bilmeyiz nelerin bizi beklediğini. Üzülerek söylüyorum, bu
ülkenin en büyük problemlerinden biri insanların yeterince
sevmedikleri işleri yapmalarıdır. Dünyaya tekrar gelinecek olsa
aynı iş kesinlikle yapılmaz. Oysa bir toplumun ileri seviyeye
gelmesi mesleğine tutkuyla bağlı vatandaşlarına bağlıdır.
Douglas Malloc’un da belirttiği gibi insanlar ne iş yaparsa
yapsın işlerini en iyi şekilde yapmalılardır.
Dağın tepesinde bir cam olmazsan
220
Vadide bir çalı ol
Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın
Çalı olamazsan bir ot parçası ol
Bir yola neşe ver
Bir misk çiçeği olamazsan bir saz ol
Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın
Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz
Yapılacak büyük işler, küçük işler var
Yapacağınız iş size en yakın olan iştir.
Cadde olamazsan patika ol
Kazanmak ya da kaybetmek ölçü değildir.
Sen her neysen onun en iyisi ol.
Richard Branson şöyle söylüyor: “İş eğlendirmelidir.
Yaptığınız işten zevk alın, başarı zaten peşi sıra gelecektir.”
Thomas Carlyle ise konuyla ilgili olarak şöyle söyler:
“Gençliğimde sandım ki hayat bir sevinçtir. Yetiştim ve gördüm
ki hayat bir çalışmadır. Çalıştım ve gördüm ki hayat bir
çalışmadır. Çalıştım ve gördüm ki çalışma bir sevinçtir.”
Tembelliği alışkanlık haline getiren toplumların sonunu Atatürk
şöyle yorumluyor: “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat
yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela
haysiyetlerini,
sonra
da
istikballerini
kaybetmeye
mahkûmdurlar.” Büyük önder çalışma konusunda da şunları
söyler: “Denilebilir ki hiç bir şeye muhtaç değiliz. Yalnız bir tek
şeye çok ihtiyacımız var. Çalışkan olmak.”Abraham Lincoln
başarısının sırrını soranlara aynen şu cevabı verir: “Hayatımda
işi eğlence, eğlenceyi de iş olarak kabul ettiğim için başarı
kazandım.” İş dünyasında başarı kazananların işlerini çok
sevdiklerini aynı zamanda çok çalıştıklarını görmekteyiz. Ray
Kroc, McDonald’s’ı bugün bildiğimiz anlamdaki haline ve
dünya çapındaki bir organizasyona dönüştürmek için bir ömür
boyu günde 18 saat çalışmıştır. Bugün ülkemizde çok önemli bir
kuruluş olan Eczacıbaşı’nın kurucusu Nejat Eczacıbaşı:
“Toplumların insan zenginliği, o ülkede yaşayan mesleğine
tutkulu insanların sayısı ile orantılıdır. Bilerek ve isteyerek
seçilmiş tutkular, insanların en güzel amaçlarına eşsiz yön
vericilerdir.” diyerek iş yaşamında başarının anahtarının o işe
221
tutkuyla bağlanmak olduğunu anlatır. Türk futbol tarihinde en
başarılı golcülerden biri olan Hakan Şükür ise şöyle
söylemektedir; “Eğer işinizden alacağınız zevk, ondan
kazandığınız parayı harcarken alacağınız zevkten fazlaysa doğru
bir iş yapıyorsunuzdur.”
Elektrik akımından nefret edip elektrik mühendisi olan
vardır. Hastane kokusundan nefret ettiği halde doktor olan
vardır. Kitap okuma alışkanlığı olamadığı halde kütüphanede
görevli olan vardır. Öğrenmeyi ve öğrencileri sevmediği halde
öğretmen olan vardır. Müşteriye, tatlı dil ve güler yüzü çok
görüp esnaf olan vardır. Evet en büyük problemimiz tutku ile
bağlı olmamak mesleklerimize. Hangi işi yaparsanız yapın, ya
yaptığınız işi sevin ya da seveceğiniz işi yapın. İtfaiyeci yangın
söndürmeyi sevmezse nasıl söner yanan evler? Doktor
hastalarını sevmezse, onlara tıbbi bilgilerinin yanında yeterli ilgi
ve şefkat gösteremezse nasıl iyileşir hastalar? Martin Luther
King ne güzel söylemiş: “Eğer sizden sokakları süpürmeniz
istenirse, Michelangelo’nun resim yaptığı, Beethoven’in beste
yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar
güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup ‘Burada işini
çok iyi yapan, dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş.’ desin.”
Fırıncı hamur yoğurmayı sevecek. Çöpçü çöp toplamayı ve
temizliği sevecek. Çöpçülükte sevilebilir mi? Bence hangi iş
yapılırsa yapılsın o iş sevilmeli. Kaldı ki ünlü bir düşünürün de
dediği gibi Zirveler daima boştur. Yani belki her işi yapan insan
bulabiliriz ancak her işi en iyi yapan her zaman bulamayabiliriz.
İşimizi en iyi yaparak o işin zirvesini dolduran biz olabiliriz.
Lise yıllarımda okuduğum bir yazı beni çok etkilemişti.
Japonya’ya giden bir yazar izlenimlerini anlatıyordu köşesinde.
Tokyo’da bir metroda sabah saatlerinde temizlik yapan bir
çöpçü yazarın dikkatini çeker. Sıradan bir temizlik değildir bu.
Çöpçü çöp kovasını öyle temizliyordur ki sanki çöp kovasının
boyasını kazırcasına… Bir çöpçü mesleğini bu kadar mı
önemser? Hangi işi yaparsak yapalım o işe yüreğimizi ve
sevgimizi katmamız gerekiyor. Ve en önemlisi sevdiğimiz işi
yapmamız gerekiyor.
…Hemen hemen her söyleyişi de merak edilen sorulardan
222
olan, iyi bir üniversitede, iyi bir eğitim aldığım halde, (Bilkent
Üniversitesi, İşletme Bölümü, 1992 mezunu) neden bu kadar
riskli bir hayat tarzı kurguladığım sorusunun cevabı orada da
pek çok kişi tarafından merak ediliyordu. Bu soruya çok basit
olarak hep ‘çünkü yaptığım şeyi seviyorum’ diye cevap veririm.
Seçim konusuna gelince, seçimlerimi her zaman seçmediklerime
de bakarak değerlendirmeyi daha uygun buluyorum. Çünkü her
seçim, başka şeyleri seçmeyiştir aslında. İnsan bir şeyi seçtiği
zaman onun alternatifi olan her şeyi seçtiği zaman, onun
alternatifi olan her şeyi seçiminin dışında tutuyor demektir.
Bence gözden kaçırmamız gereken şeylerden biridir bu. Neyi
seçtiğin değil de, neleri seçmeğimizi de görerek, hayatımızı çok
daha sağlıklı değerlendirebiliriz. Olaylara yalnızca kendi
gözlerimizle ev değil de, başka noktalardan da bakarak çok
boyutlu görmeyi denemenin daha sağlıklı olduğunu
düşünüyorum. Çünkü her seçim bir fedakârlıktır. İnsan istediğini
seçerken, neleri feda ettiğini de düşünmelidir. Bugüne kadar
gerçekleştirdiğim riskli dağ tırmanışlarını seçerken, terazinin
öbür kefesine de sağlığımı, geleceğimi, hayallerimi, ümitlerimi
ve sevdiklerimle paylaşımlarımı koyarım. Terazi öyle ya da
böyle hep dağın kefesinde daha ağır basar. Çünkü dağın
tepesinde, ilk bakışta görünmese de, anımsanmak, öğrenmek ve
bilmek de vardır ve hiçbir şey bundan daha da değerli olamaz.
Yine de her birey için değişebilecek bir eşiği olan ne kadar ve
nereye kadar zorlanmanın doğru olduğu sorusunun cevabı ancak
sağduyuyla verilebilir, insanın kendi sağduyusuyla… Bu sözler
çoğumuzun tanıdığı Nasuh Mahruki’ye ait. Peki, siz dünyaya
tekrar gelseniz aynı işi yapar mısınız? Yazımı, çok sevdiğim bir
Çin öğüdü ile bitirmek istiyorum.
Bir saatliğine mutlu olacaksanız; şekerleme yapın
Bir günlüğüne mutlu olacaksanız; balık avlamaya gidin
Bir aylığına mutlu olacaksanız; evlenin
Bir yıllığına mutlu olacaksanız; bir servete konun
Ömür boyu mutlu olacaksanız; işinizi sevin
(Sınırsız Gelişim Dergisi, Sayı: 1, Ekim 2006)
223
NASIL DAHA İYİ STAJ YAPABİLİRİM?
Meslek Yüksek Okulları iş dünyasına ara eleman yetiştiren
en önemli eğitim ve öğretim kurumlarıdır. Bolvadin MYO’dan
mezun olup da bugün Turkcell, Koç Bank, Koç Alliance,
Vodefone gibi şirketlerde çalışan öğrencilerimiz olduğu gibi.
İngiltere’de, Malezya’da, Belçika’da, ABD’de ve Almanya’da
çalışan öğrencilerimiz de var. Bunun yanında Antalya’nın
Elmalı ilçesinden, İstanbul’a kadar ve Türkiye’nin pek çok
yerinde kendi işini kuran öğrencilerimiz de var. Okulumuzda
okuyan öğrencilerin en büyük problemlerinden biri staj yeri
bulmaktır. Bu sebeple üzerinde durduğum noktalara dikkat
edilirse çok güzel staj imkânı elde edilmiş olur. Bunlar sırasıyla
açıklayacak olursam:
1. Kendimizi iyi tanımalıyız. İnsanın kendini tanıması her
zaman önemli olmuştur. Yunus Emre; “İlim ilim bilmektir. İlim
kendini bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır.”
derken, Sokrates ise öğrencilerine “Kendini tanı” der. İnsanın
kendini tanıma yolculuğu hayatının sonuna kadar sürecek bir
yolculuktur. Çünkü bireyin hayatta kısa vadeli projelerle sonuç
alması mümkün değildir. Unutulmaması gereken en önemli
nokta, günümüzde kendine yatırım yapmayan bireyler, gelecekte
224
yöneten değil yönetilen olacaklardır.
2. Stajdan ne istediğimizi iyi bilmeliyiz. Hayat tamamen
isteklerimizden oluşur. Kişinin isteği şahsiyetini ortaya koyar.
Peyami Safa “Ne istediğinizi söyleyin, ne olduğunuzu haber
vereyim” der. “Bir darı tanesi mi istiyorsunuz? Siz bir
serçesiniz. Bir kuzu mu istiyorsunuz? Siz bir kurtsunuz. Bir
zafer mi istiyorsunuz? Siz bir kahramansız.”
3. Kariyerimizi iyi planlamalıyız.
4. Gelecekte hangi sektörde çalışacaksak ona göre staj
yapmalıyız. Broker ya da dealer olmayı isteyen birinin Ak
Yatırım, Global Menkul kıymetlerde staj yapması gibi…
5. Sektörde en iyi olan kurumsallaşmış şirketlerde staj
yapılamalıdır. Bu şirketlerde stajyer öğrencinin statüsü
belirlidir. Aynı zamanda bir plana göre eğitim verilir.
6. Staj için acele edilmelidir. Çoğu zaman çok yoğun talep
gelen şirketlerin stajyer öğrenci kontenjanı dolabilir.
7. Tanıdık birilerini aramak yerine teknolojiyi çok iyi
kullanmalıyız. Örneğin google.com’da staj yazıp uygun şirket
araması yapılmalıdır.
8. Stajlar tehdit değil; bir fırsattır. DHL şirketinin bugünkü
CEO’su (üst düzey yönetici) stajını DHL’de yapmıştır.
9. Kendimizi staj yaptığımız şirkete ispatlamalıyız.
Unutmayın “En iyi referans yapılan iştir.”
10. Bernart
Shaw “İnsanlara bir şey öğretmeyin çünkü
öğrenmezler.” diyerek ilgi ve merak olmaz ise öğrenmenin de
olamayacağına işaret eder. Gerçektende merak ilmin
öğretmenidir. Tüm büyük başarılar derin merak ve ilgi
sayesinde olmuştur. Bu sebeple soru soran, sorgulayan ve
öğrenme odaklı staj yapmalıyız. Zorlu Holding Yönetim Kurulu
Başkanı Ahmet Nazif Zorlu yapılan bir röportajda şöyle söyler:
“Stajyerlere çok önem veriyorum ben ama hayal kırıklığına
uğruyorum. Fabrikanın içinde gezintiye çıkmış gibi
yürüyorlar. Oysa meraklı olmalı, öğrenmek istemeli, kendini
225
işine vermelidir.”
11. Stajlarda rotasyon oldukça önemlidir. Değişik
departmanlarda yapılan staj tek bir departmanda yapılan staja
göre daha avantajlıdır.
12. Genel müdürlüklerde yapılan stajlar şubelerde yapılan
stajlara göre daha avantajlıdır.
13. Staj için şirketler uygun CV (öz geçmiş) istemektedir.
Uygun CV yazmak hem stajda hem de iş bulmada çok
önemlidir.
14. Sonuç olarak size yakışan bir staj yapmalısınız. Naylon
yapılan bir staj, naylon bir kariyerin, naylon bir hayatında ilk
adımıdır.
www.hemenisara.com, (22 Ağustos 2011)
EK YERLEŞTİRMEDEN TERCİH YAPACAK
ÜNİVERSİTE ADAYLARINA!
Eğitime yapılan yatırım,
Geleceğe yapılan yatırımdır.
Maalesef ülkemizdeki gibi ilçemizde de yüksek okul
okumanın önemi yeterince anlaşılmış durumda değil. Başka bir
ifade ile bazılarında “Meslek Yüksek Okulu okuyup da ne
olacak? Olacaksa dört yıllık herhangi bir okul olmalı.” düşüncesi
var. Bir öğrencinin fakülte okuma imkânı varsa bunu
değerlendirmelidir. Fakat fakülte imkânı olmamasına rağmen
meslek yüksek okulu fırsatını bir elinin tersiyle itmesini hiç bir
gerekçe açıklayamaz. Hele birde ilçemizde 34 yıllık köklü bir
geçmişe sahip Meslek Yüksek Okulumuzun görmezlikten
gelinmesi inanılır gibi değil. Bu düşünceden hareketle özellikle
sosyal programlarda Bolvadinli öğrencilerimizin çok az
olduğunu hatta bazı sınıflarda hiç Bolvadinli öğrencinin
olmaması bir akademisyen olarak beni hep şaşırtmıştır. Yaklaşık
226
sekiz yıldır Bolvadin Meslek Yüksek okulunda görev yapıyorum
ve işe girme oranlarının çok şaşırtıcı bir şekilde yüksek
olduğunu düşünüyorum. Bolvadin’deki öğrencilerimizin iki hata
yaptığını düşünüyorum. Birincisi daha önceden de ifade ettiğim
gibi dört yıllık olma takıntısı. Bu arada hemen belirtmeliyim ki
Dikey Geçiş Sınavı ile fakülteye geçiş yapılabiliyor. DGS ile
fakültelere geçen pek çok öğrencimiz var.
İkinci ve daha önemli bir nokta ise okumak için gelip mezun
ettiğimiz (Bolvadinli) öğrencilerimiz maalesef dışarıdaki iş
fırsatları olduğu halde Bolvadin’den ayrılamıyor. Bolvadin’deki
iş fırsatları da takdir edersiniz ki çok sınırlı… İşte bu nedenle
mezun olduğu halde hayalindeki işe giremiyor. Burada ailelere
de önemli iş düşüyor. Gençlerin önündeki iş fırsatlarını
kovalayabilmesi için onlara başka şehir fırsatları verilmelidir.
Meselenin bir de başka bir boyutu var. Büyük şehirlerden
(özellikle Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa gibi) şehirlerden gelen
gurbetçi öğrencilerimiz var. Düşünsenize öğrenci büyük bir
şehirden Bolvadin’e geliyor. Okulu iki yılda bitiriyor. Okul
bitince de bir şekilde iş hayatına başlıyor. Açık öğretimden
okulunu devam ettirip fakülte mezunu oluyor. Bugün pek çok
kurumsallaşmış firmada mezun ettiğimiz öğrencilerimiz var.
Hatta kendi işini kurup patron olan öğrencilerimiz var. Onların
sevinci bize haklı bir mutluluk veriyor. Fakat bu mutluluğu
Bolvadinli gençlerimizle yakalamamız ya da onları
okulumuzdan mezun edip hala Bolvadin’de işsiz olarak görmek
acı veriyor. Hele onlarla aynı sıralarda oturup bugün çok iyi
yerde olan arkadaşlarıyla kıyasladığınızda mutsuzluğunuz
ziyadeleşiyor. Uzun sözün kısası ana kuzuları çok uzak
şehirlerden iki yıllık kompleksi yapmadan Bolvadin’e geliyor ve
bunun meyvesini de bir şekilde yiyorlar. Bizim gençlerimiz de
bu cesareti göstermeliler. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 589, 3
Ekim 2011)
227
228
8
YÖNETİM
229
DÜNYAYI ETKİLEYEN ÜÇ YÖNETİM MODELİ VE
TÜRKİYE
Yönetim modellerini ilaca, işletmeleri de hastalara
benzetirsek bir ilaç Avrupalı ve Amerikalı işletmeleri ayağa
kaldırırken aynı ilaç Türk işletmelerinde hastalığın
derinleşmesine neden olabilir. İnsanların değer yargıları ve
kültürleri ülkeden ülkeye, hatta bölgeden bölgeye değişebiliyor.
Bu sebeple söz konusu olan ülke hangisi olursa olsun ezbere ya
da hazır reçetelere dayalı olarak hiçbir işletme yönetilemez.
Türkiye’de iş hayatında faaliyet gösteriyorsanız “Türk Usulü
İşi” bilmeniz gerekiyor. Alaturka, bize özgülüğü, Türk’e
özgünlüğü ifade eden bir yaşam, düşünüş ve davranış şeklini
tarif eder. Gerçekten de bizim iş dünyasındaki uygulamalarımız
ne Amerikalılara, ne Avrupalılara ne de Japonlara benziyor.
Uygulamalarımız kitapta yazanlara benzemiyor. “Değerli bir iş
adamımız ölünce Amerika’da tahsilini bitirmiş olan oğlu
Türkiye’ye gelip babasının şirketlerinin başına geçti. “Batı
kültürü aldım, ne yapsam doğrudur.” diye düşündü. Babasının
uzun sürede biriktirebildiği servetin altından girip üstünden
çıktı. Bunu yaparken tek hatası Türkiye’yi tanımaması ve
Amerika’da doğru olan her şeyin Türkiye’de de doğru olacağına
inanmasıydı.”
Türkiye’de de iş kültürünün kendine has özellikleri var.
Bilgi Üniversitesi İşletme Bölümü Başkanı Prof. Beyza Oba
Türkiye’de şu anda hâkim olan iş kültürünü şöyle tanımlıyor:
‘Türkiye’de kararlar kısa dönemli düşünülerek alınıyor. Geçmişe
oranla artsa da risk alma ve girişimcilik hala çok yerleşik değil.
Bireylerin başarılı olarak kabul edilmelerinde sosyalleşmelerinin
büyük önemi var. Çoğunluğun sevdiği kişiler parasal başarı göz
önüne alınmadan da başarılı kabul edilebiliyorlar. Uluslararası
Eğitim Danışmanı Nesrin Malloy, Türk gençlerinin, şirketlere
başarı getirecek yetkinliklerini tam olarak kullanamadıklarını
düşünüyor. Çünkü Malloy’a göre Türkiye’de hala ‘saltanat’
düzeni hâkim.
A- Amerika Modeli
Takım ruhu teşvik edilse de bireysel başarı önde.
Karar verme, planlamadan önemli.
230
Kişisel inisiyatif alma özendiriliyor.
Kişiler; statü, ırk ve cinsiyetlerinden bağımsız değerlendirilmeye
çalışılıyor.
Sonuç odaklı ve kısa dönemli performans değerlendirmesi var.
Hızlı yükselme mümkün.
İşlerde kısa süreli çalışılıyor. Bu nedenle şirketler arası geçiş
fazla.
İşçi çıkarma, kabul edilebilir bir yöntem.
B- Japonya Modeli
Takım çalışması bireysellikten önemli.
Öğrenme, sürekli iyileşme, yenilikçilik kültürün bir parçası.
Milliyetçilik önemli.
İşlerde uzun yıllar çalışılıyor.
İşten çıkarma, kabul edilen bir yöntem değil.
Planlar, uzun vadeli; performans uzun dönemde
değerlendiriliyor.
Yükselme uzun zaman alıyor ve iş yetkinliğine bağlı.
Uzmanlaşma yerine, bütünsel bakış özendiriliyor.
C- Avrupa Modeli
Bireysellik Amerika’daki kadar olmasa da teşvik ediliyor.
Daha tutucu, girişimcilik ve dinamizm daha az.
Kültürlerin ve sistemlerin farklılığı kabul ediliyor.
Kişilerin hayat kalitesi ve refahı ön planda.
Çalışanların sosyal haklarının korunması önemli.
Planlar uzun dönemli yapılıyor.
Performansı uzun dönemli değerlendiriliyor.
Uzmanlaşma ve kapsamlı inceleme teşvik ediliyor.
D- Türkiye Modeli
Kısa dönemli düşünülüyor.
Risk almaktan kaçınılıyor.
Girişimcilik duygusu gelişmiş değil.
Planlar işe başlamadan önce değil iş sırasında yapılıyor.
Kişisel ilişkiler iş başarısında belirleyici oluyor.
Astlarla üstler arasındaki mesafe fazla.
Başarıları bireyler sahipleniyor, başarısızlıklar topluluğa mal
ediliyor.
Kadercilik yaygın.
231
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 528, 2 Ağustos 2010)
AİLE ŞİRKETLERİNDE KADINLARIN ETKİSİ
Eltiler kavgası yüzünden batan en az 500 şirket sayabilirim.
Rüştü Bozkurt
Kadınlar, tarih boyunca Alaturka Yönetim’de etkin olmuştur.
Şirket ortaklarının eşlerinin iş hayatına karışması sonucunda
ortaya çıkan kavgaya “eltiler kavgası” denir. Kadınlar arasındaki
bu güç mücadelesi, şirketlerin yıkmasına, ortakların hatta
kardeşlerin birbirine düşman olmasına neden olur. Güle oynaya
kurulan çok sayıda başarılı girişim, bu tarz “ilkel duygu” ve
“kıskançlık” sonucunda yok olup gider. Eltiler kavgasının
sonucu işlerin bölünmesi, aile enerjisinin parçalanması ve
kaynak israfının yaşanmasının bugün de işletmelerimizin çok
önemli sorunlarından biridir. Yazık ki bu bizim toplumumuzun
vazgeçilemez ve asla ihmal edilemez bir gerçeğidir. Öyle ki
bizim kültürümüzün bir parçası olarak atasözlerimize bile konu
olmuştur. Bunlardan bazıları: “Elti eltiye eş olmaz, arpa
unundan aş olmaz.”, “Eltinin bohçası eltinin bohçasıyla kavga
edermiş.”, “Elti gemisi yürümez.”, “Elti eltiden hoş olmaz, elti
232
eteğinden peş olmaz.” gibi. İşte tüm bu atasözlerimizde
gösteriyor ki eltiler kavgası ülkemizde aile şirketlerinin en
yıllanmış hastalığıdır.
Günümüzde büyük aile çözülüyor; çekirdek aile öne çıkıyor.
Geleneksel üretim metodları rekabet gücü yaratmıyor; iş yapma
tarzları değişiyor. Aile bağı, kan bağı, yeterli ölçü olmuyor;
işinde hünerli olmak öne çıkıyor. O nedenle aile bireylerine
dayalı iş yönetimi yerine yetenek odaklı iş yönetimi gerektiriyor.
Bizim işlerimizi yönetirken böyle bir odaktan bakmamız
gerekiyor… Ülkemizde “eltiler kavgasının” işlerin bölünmesi,
aile enerjisinin parçalanması ve kaynak israfı yaşamasının
nedeni olduğundan şirketlerimiz için çok önemlidir.
Kurumsallaşma kişiye bağlılığı en aza indiren bir metod olduğu
için eltiler kavgasının olumsuz etkilerini de en aza indiriyor.
Gerek dünyada ve gerekse ülkemizde başarılı olmuş şirketlerin
büyük oranda aile şirketleridir. İşte bu yüzden aile şirketlerinin
faaliyetlerini gelişerek devam ettirebilmeleri ülkemizin
ekonomik hayatı için büyük önem taşımaktadır.
Akrabalarla doldurulan yönetim kademeleri ile bir aile şirketi en
fazla iki kuşak ömür sürer. Kurumsallaşabilenler ise uzun
yaşıyor. Anadolu’da birçok aile şirketi, büyüme aşamasında
kardeşler arasındaki anlaşmazlık (buna kardeşlerin eşleri
arasındaki çekememezlik diyelim) yüzünden büyümeden
bölünerek iş hayatında küçük bir işletme olmaya mahkûm
oluyor. Anadolu’da birçok aile şirketinin eltiler arası
çekememezlik yüzünden yok olup gittiğini biliyoruz. İshak
Alaton, Alarko Holding’de oluşturulan ortaklık kültürünü
konusunu değerlendirirken, “Biz şirket işlerine ailelerimizi
karıştırmak istemediğimiz için rahmetli Üzeyir Garih ile ailecek
görüşmeyiz” şeklinde açıklama yapmıştı. Yine Tekfen’in
kurucularından Necati Akçağlılar, Feyyaz Berker ve Nihat
Gökyiğit Vehbi Koç’a bile parmak ısırtacak kadar uyumlu bir
ortaklığa sahiptir. Vehbi Koç onlara, “Üç ortağın uyum içinde
bir arada çalışması çok nadir görünür. Her ne yapıyorsanız
devam edin.” der ve ardından bir öğüt verir: “Ama bir şeyi size
hatırlatmak istiyorum; eşlerinizi bu işe karıştırmayın.” Nihat
Gökyiğit, “Zaten karışmıyorlar.” dediğinde ise “İyi işte böyle
233
devam edin.” Tavsiyesinde bulunur. Vehbi Koç eşleri, işe
karıştırmama kuralını uzun yıllar önce biliyordu fakat
günümüzde bilmeyen okadar girişimci var ki… Uzun yıllar
sonucu elde edilen pek çok şey bir anda kayboluyor.
“Aile İşletmelerinde Kurumsallaşma” konulu konferansta
kültürün, özellikle de aile kültürünün iş yapmasını belirleyen
çok önemli bir etken olduğunu beliten Dünya Gazetesi yazarı
Dr. Rüştü Bozkurt Aile işletmelerinde kurumsallaşmadan
yararlanmak isteyen girişimcilere aşağıdaki tavsiyelerde
bulunuyor:
1. Aile bireyleri arasında, özgür tartışma imkânı yaratarak ne
yapmak istediğinizi netleştirin.
2. Bir dış gözlemciden destek alarak “aile kültürünüzün” fırsat
ve tehlikelerini saptayın
3. Aile işlerini kan bağı ve aile bağı ölçüsüne göre değil “
yeteneğe göre” yönlendirmek için hangi metotlardan
yararlanacağınız üzerinde tartışın, ön bilgiler üretin, bir fikir
sahibi olun
4. Kurumsallaşma üzerinde kendini kanıtlamış bir “danışman”
ile “aile anayasası” denebilecek yazılı bir kontrat üzerinde
çalışın
5. Ortak irade, ortak değerler, ortak yasalar, ortak projeler ve
ortak kurumlar üzerinde bir antlaşma zemini yaratın.
6. İşinizin “yapısal ve ekonomik özelliklerini” saptayın.
7. Aile işinizi nasıl bir geleceğe taşımak istediğinizin orta ve
uzun dönemli hedeflerini netleştirin.
8. Düşledikleriniz ile uyguladıklarınızı izleyin, “sapmaları”
düzeltin. Göreceksiniz ki işlere hâkimiyetiniz artacak. Bünyeniz
sağlamlaşacak, iyi günler arayan gelişmeler hızlanacaktır. (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 524, 21 Haziran 2010)
234
SİGARA PAKETİNE KADRO YAZILIR MI?
Singapur 1960’lı yıllarda kişi başına düşen gelir 300
Amerikan doları ile en düşük ülkelerden biriydi. Ama
günümüzde kişi başına geliri 30.000 Amerikan doları olan bir
gelir düzeyine ulaştı. Singapur’un o dönemine liderlik yapan
başbakanı Lee Kuan Yew’e bu mucizenin nasıl başarıldığı
sorulduğunda şu yanıtı verdi: “Kaynaklarımız kısıtlıydı. Yollar,
barajlar, binalar yapabilirdik veya eğitime öncelik verebilirdik.
Biz ikinci yolu seçtik. Çünkü düşündük ki, biz insana yatırım
yaparsak, onlar zaten yolları da, santralleri de yaparlar.” Bu
hikâyeyi neden sizlerle paylaşıyorum? Eğer eğitime gereken
önemi vermezseniz, hiçbir konuda uzmanlaşamazsınız ve
nihayetinde de herkes her şeyden anlar. Tıpkı bizim ülkemizde
futboldaki gibi. Neden mi?
Milli Takımın yeni hocası Guus Hiddink ABD kampında
düzenlediği ilk basın toplantısında, “Biliyorsunuz, Türkiye’de
futbol çok seviliyor, futbolun ustaları var, herkes antrenör” diye
göndermede bulunarak “Herkes kendine göre bir kadro kurabilir,
şu oynasın, bu oynasın diye ama bu takımın teknik patronu
benim.” diye konuşması akıllara Hollandalı hocanın yirmi yıl
önceki Türkiye anılarını getirdi. 1990-91'de Fenerbahçe'nin
başına büyük umutlarla gelen Hiddink, dokuz aylık İstanbul
macerasını 2006'da yazdığı "İşte Benim Dünyam" adlı kitabında
235
özetlemişti. İşte Hiddink'in kaleme aldığı ilginç birkaç F.Bahçe
anısı: "PSV'den yılda 240 bin mark alıyordum. Fenerbahçe
Başkanı Metin Aşık ise 800 bin mark önerdi. Ayrıca villa tahsis
etti. "Kontratıma 'kadroyu ben yaparım' maddesi koydurdum.
Ancak Fenerbahçeli yöneticilerin hepsinin kendisine yakın
gördüğü bir oyuncusu vardı ve 'Benim oyuncum niye
oynamıyor?' diye şikâyet ediyorlardı. Hatta sigara paketinin
üstüne ilk on bir yazıp bana gönderenler bile oldu." Aradan
yirmi yıl geçmiş ama ülkemizde bazıları hala her şeyi herkesten
daha iyi biliyorlar.
BİR FIKRA
Çobanın biri dere kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Tam o
anda, Yanına bir Jeep yanaşmış. Brioni gömlek, Cerruti
ayakkabılar giyen, Ray-Ban gözlüklü ve YSL kravatlı bir sürücü
aşağıya inmiş ve çobana sormuş.
- Eğer kaç tane koyunun olduğunu bilirsem bana onlardan bir
tanesini verir misin?
Çoban bir adama birde koyunlarına bakmış,
- Tamam diye cevap vermiş. Genç adam arabasını park etmiş,
telefonunu bilgisayarına bağlamış bir NASA sitesine girmiş,
GPS´ini kullanarak yeri taramış, bir database ve logaritma ile
doldurulmuş 60 excel tablosunu açmış ve 150 sayfalık bir rapor
basmış. Çobana dönmüş,
- Tam olarak 1586 adet koyunun var demiş.
Çoban
- Doğru diye cevap vermiş,
- Koyununu alabilirsin. Genç adam koyunu almış ve jeep´inin
arkasına koymuş. Bu sefer çoban genç adama dönmüş.
- Eğer senin ne iş yaptığını bilirsem koyunumu geri verir misin?
Diye sormuş.
Adam,
- Evet neden olmasın diye yanıtlamış.
- Sen Dünya Bankası’nda Danışmansın demiş çoban.
Adam sormuş,
- Nasıl oldu da bildin?.
Çoban
236
- Çok basit diye cevap vermiş.
- Buraya çağrılmadan geldin, bu bir.
- İkincisi benim bildiğim bir şeyi bana söylemek için benden bir
koyunumu istedin.
- Üçüncüsü yaptığın hiçbir şeyden anlamıyorsun çünkü
köpeğimi aldın.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 532, 30 Ağustos 2010)
BİZE BİR ŞEY OLMAZ!
Türklerin tipik özelliklerinden biri de önlem alma bilincinden
yoksunluktur. Yabancıların önlem alma konusundaki titizliği,
anlamsız bir gayretkeşlik gibi görünür bizde… Bizim ortak
yaşam stilimiz “bir şey olmaz abi” umursamazlığımızdır.
Çetin Altan
“Bize bir şey olmaz” deyip önlem almayı ihmal eden yerli şirket
yöneticileri,
bu gafletlerin bedelini çok ağır öder.
Faruk Türkoğlu
Bu anlayış “Türk’e bir şey olmaz.” olarak da bilinir. Bütün
Türkler bunu dillendirmeseler de Allah tarafından özel olarak
yaratıldıklarına inanırlar. Özel yaratıldığından mı bilinmez ama
iş dünyasındaki kaygısızlığını ancak bu ilke açıklayabilir.
“Eşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a emanet et.” diye bir
atasözü olsa da Türkler iş dünyasında işi sağlam kazığa
bağlamadan Allah’a emanet ederler. Can Dündar, Türk
Sigortacılık Tarihini anlatan belgeseli; İş Bu Poliçe’de bu
durumu şu şekilde aktarır: “Sigorta bu topraklara yabancılarla
geldi. Gayrimüslimlerin elinde büyüdü. Müslümanlar için
günah, Türkler için frenk işi sayıldı. Osmanlı’da Müslüman
ahalisinin sigortacılıkla hiç ilgisi yoktu. Abdülmecit döneminin
İngiliz Büyük Elçisi Türk evlerinin girişine asılan ‘Allah
Korusun’ levhalarını görünce Sadrazam Keçeci Fuat Paşaya
“Bunlar nedir?” diye sormuş. Fuat Paşa da İngiliz’in
anlayacağı şekilde şöyle cevap vermiştir. “O gördükleriniz
Osmanlı Sigorta Şirketlerinin levhalarıdır.” Osmanlı
237
çarşılarında malın nerden gelip, nereye gittiği bilinir ama bu
nakliyatın kalkanı olan sigortanın ismi bilinmezdi. İsveç Sefiri
Dawson Osmanlı tebasının sigortacılık konusunda bilgisizliğini
şu şekilde not almıştı. “Poliçe hakkında yetersiz bilgileri vardır.
Deniz sigortacılığı hakkında da hiçbir şey bilmezler. Bütün
yollamalar Allahın adıyla yapılır. Yollanan şey hedefe ulaşsa
da, yolda batsa da hadise Allah’ın takdiri olarak kabul edilir. Ve
kadere boyun eğilir. Osmanlı’da Allah Korusun levhalarının
yanına gerçek sigorta şirketlerinin levhalarının asılabilmesi
epey zaman aldı.” Şimdi de sizlere “Bize bir şey olmaz.”
anlayışını aktaran ülkemizden örnekler vermek istiyorum. İşte
bunun örnekleri:
Mümin Sekman Türk Usulü Başarı kitabında konuya ilişki
ilginç bir tespitte bulunuyor. Yıl 1992 Arena muhabiri, hayat
kadını kılığına girerek otoyol kenarında müşteri beklemeye
başlar. Gizli kamera ve gizli mikrofonlardan her şey kayıt
edilmektedir. Gizli kamera ve gizli mikrofonlardan her şey
kaydedilmektedir. Muhabir tarifeyi soran kişilere AİDS’li
olduğunu söyleyip, oldukça iyi miktarda para istemektedir.
Sonuç; teklifte bulunan erkeklerin % 90’ı onun AİDS’li
olduğunu bilmelerine rağmen umursamazlar. İnsanların beş
dakikalık bir zevk için tüm ömürlerini tehlikeye atmalarında ve
bunu bilerek yapmalarındaki saçmalığı hiçbir şey açıklayamazdı.
Aynı program 1999 yılında aynı şekilde yeniden çekilir. Neyin
değiştiği araştırılır. Sonuç birebir aynıydı. “Ama ben
AİDS’liyim” diyen hayat kadını kılığındaki muhabire “Türk
Milletinin” verdiği cevaplar aynen şöyleydi:
Atın ölümü arpadan olsun!
Senin için göze alırım!
Bir çaresini bulurum, benim babam doktor!
Bir şey olmaz. Ben de AİDS’liyim!
Ölüm Allah’ın emri. Az ileride kaza yapıp ölmeyeceğimi kim
garanti edebilir ki!
Olsun, ben onu senin için göze alırım!
Hiç problem değil; okunduk daha önce!
Eşeğin ölümü arpadan olsun!
Bana bir şey olmaz ablacığım!
238
Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral
26 Nisan 1986 tarihinde Ukrayna’daki Çernobil Nükleer
Santrali'nde gece yarısı ardı ardına iki büyük patlama meydana
gelir ve dünya tarihinin en büyük facialarından biri yaşanır.
Patlamaların ardından yüzlerce kişi hayatını kaybederken,
radyasyon yüklü ölüm bulutları önce Avrupa'ya, daha sonra
Trakya ve Karadeniz Bölgesi'ne yayılır. O dönemde bölgede
yapılan araştırmalar sonucunda uzmanlar ve bilimadamları
yaptıkları açıklamalarda Doğu Karadeniz'de yetişen çay ve
fındıkları laboratuar ortamında incelenerek imha edilmesine
karar verilir. Bilim adamlarına göre, Türkiye'de 40-50 bin ton
çay vardı. ODTÜ'nün yaptığı araştırma raporlarında 'çayları
imha edin' ibaresine yer verildi. Rapor, dönemin Sanayi Bakanı
Cahit Aral başkanlığında kurulan Radyasyon Güvenliği
Komitesi'ne sunuldu. Komitede yer alan Atom Enerjisi Kurumu
Başkanı Prof. Dr, Ahmet Yüksel Özemre'nin, "Ölçümler
hatalıdır. Türkiye'deki çaylar temizdir" açıklaması üzerine, Aral,
canlı yayında radyasyonlu çayları içerek, "Biraz radyasyon
iyidir" şeklinde tepkisini gösterdi. “Bilim adamları çernobil
faciası sonrası yaptıkları açıklamalarda etkilerinin on yıl sonra
ortaya çıkacağını belirtmişlerdi. Aradan yirmi yıl geçti ve
Karadeniz'de kanser vakaları özellikle genç nüfusta artış
gösterdi” Hastalığın artmasıyla neredeyse her ailede bir kanser
vakası görülür oldu.
239
2005 yılında ise Türkiye Manyas'tan yurda yayılan kuş gribi
krizi ile karşılaştı. ABD'nin bile olası salgına 'ne biz ne dünya
hazır' dediği dönemde bir soru üzerine, veteriner hekim
kontrolünde kesilmiş, usulüne göre pişirilmiş tavuk etini gönül
rahatlığı ile yediğini bildiren Tarım Bakanı Mehdi Eker,
tedirginlik duymaya gerek olmadığını, herkesin de gönül
rahatlığı ile yiyebileceğini ifade etti.
Gerçekten de bize ne AIDS, ne kuş gribi, ne deli dana,
ne domuz gribi, ne Sars, ne küresel kriz ne de radyasyon bir şey
yapamaz. Vız gelir, tırıs gider. Nihayetinde de bize bir şey
olmaz. Peki bize bir şey olmaz da Bolvadinli’ye bir şey olur mu?
Bolvadinli’ye de bir şey olmaz. Neden mi? Geçenlerde sanayii
sitesinde faaliyet gösteren bir esnafla sohbet ediyorduk. İçeride
ne kadar mal olduğunu sordum. Çok yüksek bir rakam olduğunu
öğrendim. Ve dedim ki böyle bir işyerinde nasıl da bir güvenlik
sistemi olamaz dedim. Cevap hiç şaşırtıcı değildi. “Ya bize bir
şey olmaz.” Peki herkes mi böyle diye sorduğumda sadece bir
esnafın güvenlik sistemini taktırdığını iş yerine sistemi
taktırmadan önce hırsız girdiğini söyledi. (Yani hırsız girmese o
da taktırmayacak.) Sonuç mu? “BİZE BİR ŞEY OLMAZ!” (24
Eylül Gazetesi, Sayı: 474, 20 Temmuz 2009)
240
Frederick W. Taylor (1856-1915)
HEYBELİ’DEN FİLMSEL DEĞİL, BİLİMSEL
YARARLANMAK
Öğrenmek pahalıdır ama cehalet çok daha pahalıdır.
H. Clausen
Frederick W. Taylor yönetimde bilimsel metodu ilk kez tam
anlamıyla uygulayan kişidir. Taylor, işin yapılış tarzını gayet
ayrıntılı bir biçimde ele almış ve yöneticinin gerçek rolünü
belirlemeye çalışmıştır. Yönetim biliminde, “Bilimsel
Yönetimin Babası” unvanı ile anılan Taylor’un bir bütün olarak
varmayı düşündüğü hedef, endüstride yüksek verimliliğe
ulaşmaktı. Bilimsel yönetim yaklaşımı, yöneticilerin bilimsel
yaklaşımı kabul etmeleri halinde, örgütlerinde yüksek düzeyde
verimliliğe ulaşabileceklerini savunmuştur. Diyeceksiniz ki
yazıma niye bu ecnebiden bahsederek başladım. Taylor yönetim
kavramını bilimsel hale getirerek bir devrim yaptı. Taylor’dan
sonra iş dünyası “saldım çayıra Mevla’m kayıra!” yöntemiyle
işletmeleri yönetemeyeceğini öğrendi. Maalesef ülkemizde hala
bu tarzda yönetilen şirketler olmasına rağmen. İşletmeleri hala
tarım toplumundaki gibi yönetmemiz bizim, gelişmiş ülkelerle
en önemli farkımızı oluşturyor.
Maalesef bizler Heybeli Termal’den bilimsel manada
yararlanamıyoruz. Bunun en büyük nedeni gelen bir müşteri
nasıl olsa para verdim diye saatlerce sıcak suda kalıyor. Hatta
dinlenip dinlenip tekrar sıcak havuza giriyor. (Dedim ya nasıl
olsa para verdik!) Dinlenmek için de aşırı sıcak sudan sonra buz
gibi mermerin üzerine öylece uzanıyor. Aklınca şifayı bulmak
241
için… Ve nihayetinde şifayı da buluyor. Sağlam gittiği
heybeliden hastalanıp geliyor. Bunun bence en önemli gerekçesi
yöntemsel bir sıkıntıdır. Başka bir ifadeyle termalden nasıl daha
iyi yararlanabiliriz? Sorusunu sorgulamak gerekiyor.
Yararlanmasını bilirseniz bu tip şifalı suların her birinin ayrı ayrı
tedavi edici özelliği var. Bunlarla ne işim olur deyip kendinizi
şifalı suların sıcaklığına teslim edersiniz. Şifayı bulup gelirsiniz.
Bu sebeple bence kaplıcanın içine uyarıcı levhalarla müşteriler
bilgilendirilmelidir. İkincisi yönetsel anlamda kaplıca ile çamuru
ya da fizik tedaviyi birleştirebilmemiz gerekir. Üçüncüsü ve en
önemlisi bu işi artık bilimsel hale getirebilmemiz gerekir. Hani
ülkemizde adından çok bahsedilip, bir türlü gerçekleşmeyen
“üniversite sanayi işbirliği”… Örneğin Dumlupınar Üniversitesi
fizik tedavide bunu yaptı. Yani şifalı suyla, teknik bilgiyi (know
how) birleştirdi. Zaten günümüzde sağlık turizminde son trend;
olumlu çevre ve ılıman iklim koşullarında, sağlığı koruma ve
rehabilitasyon programları sunmaktır. Aksi takdirde bu iş bizde
hep yavan kalacaktır. Bizler de şifayı bulmaya devam edeceğiz!
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 512, 12 Nisan 2010)
COCA-COLA TÜRK FİRMASI OLSAYDI NE OLURDU?
Bu sorunun yanıtını isterseniz hemen vereyim: “Kesinlikle,
bir dünya markası olamazdı.” İyi ama neden? Eğer bir Türk
firması olsaydı, tarihsel geçmişi şu şekilde olurdu: Hacı
242
Kolazade Kayseri’nin bir köyünde dünyaya gelir. Küçük yaşta
ticarete çıraklıktan başlar. Ticarette para kazanmayı iyice
öğrenir. Ticaret onun için bir tutku olmuştur artık. Ticarette
adeta yapmadığı iş kalmaz. Çobanlık bile yapmıştır. Yine bir
gün çobanlık yaparken, Kayserinin dağlarında yetişen kola
ağacının yapraklarının ne kadar lezzetli olduğunu keşfeder.
Bunu suyla karıştırıp şurup haline getirir. Artık bu şurup yaz
aylarının en iyi ferahlatıcısıdır. Hacı Kolanın bu şurubu
Kayseride dillere destandır. Kayserili olup da bu şurubu
bilmeyen yoktur. Zamanla bu tat ülkenin her yerine yayılır. Hacı
Kolacızade’de
bunun
üretimini
modern
fabrikalarda
gerçekleştirir. Oğullarını da bu işe yerleştirir. Her biri üretimde,
dağıtımda görevler alır. Adeta bu işin çıraklığından yetişirler.
Kolacızade ailesi bu işten çok iyi paralar kazanırlar. Ve
Kayserinin değil, ülkenin en zengin aileleri arasına girerler. Hacı
Kolacızade, zamanla dört oğlunu da dillere destan bir düğünle
evlendirir. Hacı Kolacızade’ya, torunlarını da görmek nasip olur.
İşler tıkırında giderken oğlullarının eşleri şirkette hiç bir görevi
olmamasına rağmen şirketteki işlere dışardan müdehale ederler.
Bu müdehaleler artık önlemez hale gelince şirketteki
huzursuzluklar baş gösterir. Hacı Kolacızade ne kadar
oğullarıyla görüşsede şirketten kopmalar başlamıştır artık.
Oğulları arasında çıkan çatışma şirketten ayrılmaları da
beraberinde getirir. Sonra aynı sektörde faaliyet gösteren yeni
şirketleri de ortaya çıkarır. Has Coca-Cola, Mis Coca-Cola, Öz
Coca-Cola ve Hoş Coca-Cola isimleriye piyasada faaliyet
gösterirler. Bu hikaye ülkemizde neden dünya markası
çıkartamadığımızın hikayesidir. Maalesef pek çok şirketimiz
kısır çekişmelerden ve küresel düşünemediğinden yerel kalıp
gitmiştir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 511, 5 Nisan 2010)
ASANSÖR TAKIM OLMANIN İNCELİKLERİ
Asansör takım: bir ligde tutunamayıp küme düşen, fakat
düştüğü kümeye bol gelip tekrar çıkan takımlara denir. Her yıl
Türkcell Süper Lig’e çıkan takımlar bir şeyi gözden kaçırıyorlar.
Şampiyon olan takımın omurgasıyla oynadıkları yetmiyormuş
243
gibi teknik direktörü değiştiriyorlar. Bu bence takımların yapmış
olduğu en büyük stratejik hata bu durumdur. Takımın omurgası
ile oynamasalar bu takımlar kesinlikle çok daha başarılı olurlar.
Maliyet avantajını da unutmamak gerekir. Yani takımlar çok
fazla gereksiz transfer yapmamış olurlar. Hatta daha büyük bir
iddiam var. Süper lige çıkarken takımın kadrosunu hiç
bozmasalar o takım süper ligde orta sıralarda mücadele eder.
(Yükselen takım, nedense kendi oyuncularının çoğunun bir üst
ligde yapamayacağını düşünerek, tecübeli kisvesi altında, üst lig
görmüş oyuncuları kadrosuna katmaya çalışır ama ala ala bir
önceki sezon küme düşmüş takımın oyuncularını alır. Söz
konusu takımlar, büyüklere yem, taraftara eğlence, gazetelere
haber kaynağı olurlar.)
Hele bir de bu asansör takımlarımızın çok ilginç bir
fantezisi var. Süper lige çıkar çıkmaz teknik direktörü
değiştiriyorlar. Örneğin Bank Asya'dan bu sezon Turkcell Süper
Lig'e yükselen Bucaspor Teknik Direktörlüğüne Bülent Uygun
getirildi. Yoksa bilmediğimiz bir şey mi var? Teknik direktörleri
ikiye ayrılır. Turkcell Süper Ligin teknik direktörleri ve birinci
ligin teknik direktörleri…Siz takımı şampiyon yapın süper lige
çıkarın. Ardından aynı ligde debelenmeye devam edin. Bir de
özellikle teknik direktörün yabancı olması şartı var. (Daha havalı
oluyor.) Bunları yaptınız bir de ne yaptığı belirsiz birkaç yabancı
alın. Dedim ya bunları yapın asansör takım olun. En azından
birinci lige düşseniz de seneye şampiyon olup taraftarlarınıza
heyecan yaşatırsınız. Bu düşüncelerimi spor yazarı Ahmet Çakır
ile paylaştım. Çakır aynen şunları söylüyor: “Söylediklerinize
tek sözcük bile eklemenin gerekli olmadığı gün gibi ortada...
Süper Lige yükselen takımların yöneticileri buraya gelince bazı
aptallıklar yapmanın temel koşul olduğunu düşünüyorlar. Bunun
sonucu da söylediğiniz gibi oluyor.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
520, 7 Haziran 2010)
244
SENİN ŞİRKET, TORUNUNA KALIR MI?
Türkiye’de şirketleri babalar kurar,
oğullar yer, torunlar batırır.
Nejat Eczacıbaşı
Türkiye’de pek çok aile şirketi üçüncü kuşağa gelmeden
yok oluyor. Ayakta kalanlar ise el değiştiriyor. 30-40 yıl önce
kurulup bugünlere getirilen birçok şirketin torunlara kalmadığını
görüyoruz. Öyle ki sayısı bir milyon 720 bini bulan şirketlerin
yüzde 95’ini aile şirketlerinin oluşturduğu ülkemizde, pek çok
şirketin ömrü ortalama bir insan ömrünü dahi bulmuyor.
ABD’de, ikinci kuşağa kadar yaşayabilen aile şirketlerinin, oranı
yüzde 20’yi geçmiyor ve hatta bu yüzde yirminin ise ancak
yüzde 17’si üçüncü kuşağa kadar devam edebiliyor. Sonuçta,
birinci kuşak tarafından kurulmuş olan 100 aile şirketinden
sadece ve sadece 3.4 tanesi üçüncü kuşağa dek yaşamını
sürdürebiliyor. İngiltere’de de aynı durum gözleniyor. İngiliz
şirketlerinin sadece yüzde 3.3’ü üçüncü kuşağa devredilebiliyor.
Türkiye’de ise üçüncü kuşağın yönetimine devredilen şirket
oranı ise yüzde 10-15’ler arasında. Türkiye’deki şirketlerin
ortalama ömrü ise 30-35 yıl.
Aile şirketinde geçiş dönemi neden kritiktir?
• İşi devreden aile büyüğü ile işi devralan aile ferdi arasında
yaşanan kuşak çatışması
• Kardeşler veya kuzenler arasındaki rekabet
• Veliahdın kabul edilmemesi
• Bir sonraki kuşağa devir planlamasının iyi yapılmaması
• Ehil olmayan kişilerin yönetimde söz sahibi olması
• Aile ‘liderinin’ işi zamanında terk edememesi
• Yetenekli profesyonelleri aile şirketine çekmekte karşılaşılan
zorluklar
• Ailenin kültürü ile profesyonel yönetim kültürü arasındaki
çatışma
• Doğru ve işler bir ‘yönetsel’ yapı kurulamaması
• Aile şirketlerinin kurumsallaşmakta geç kalması
245
Ülkemizde Dağılan Aile Şirketleri
Uzan
2.kuşak
Has
2.kuşak
Cıngıllıoğlu
2.kuşak
Mermerci (Akfil Tekstil)
1-2.kuşak
Sultanahmet Köftecisi
2.kuşak
Komili
3.kuşak
Özgörkeyler
2.kuşak
Hattat
1-2.kuşak
Tatari
2.kuşak
Karaca
2.kuşak
Bezmen
3.kuşak
Sipahiler
2.kuşak
Vefa
4.kuşak
Simavi
2.kuşak
Üstünkaya
1-2.kuşak
Karacan
2.kuşak
Elginkan
2.kuşak
Çiftçiler
1-2.kuşak
Köllük (Boğaziçi İplik)
1-2.kuşak
Peki Uzmanlar Ne Öneriyor?
• Aile fertlerinin de diğer çalışanlar kadar çalışmaları gerekir.
• Küçük şirketler hariç bütün aile şirketlerinde bazı kilit
noktalarda aileden olmayan profesyonellerin istihdam
edilmesinde yarar var.
246
• Sorunlar çok kötü hale gelmeden, yönetimdeki sorun ya
aileden birine ya da profesyonel birine emanet edilmelidir
• Profesyonel desteğin ikinci veya üçüncü kuşakta alınması
şart. İş fazla büyümeden kurumsallaşmanın temelleri atılmalıdır.
• İş ve görev tanımları yapılmalı ve yazılı kurallar haline
dönüştürülmeli.
• İşletme içi personel, satın alma, görev yetki vb.
yönetmelikleri oluşturulmalı.
• Yetki ve sorumlulukları dağıtarak profesyonel bir yönetim
oluşturulmalı.
• Aile bireylerini, yaştan itibaren mülkiyet ve gelecek
kuşakların sorumluluğu konusunda yetiştirilmelidir.
• Çalışanlarına adalet ve sadakat duygusu ile yaklaşılmalıdır.
• Gücün kimde olduğu herkes tarafından görülebildiği için,
kararlar hızlı verilmelidir.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 562, 28 Mart 2011)
YÖNETİMDE ÜÇ FİLTE TESTİNİ UYGULAMAK
Yönetim, insanlara ilişkin bir şeydir.
Görevi, insanları ortak performansı
başarabilir duruma getirmek, onların
güçlü yanlarını etkili kılmak; zayıflıklarını da
önemli olmaktan çıkarmaktır.
Peter Drucker
Yönetim ve yöneticilik, insan yönetme bilimi ve sanatıdır.
Ancak, yöneticilik % 60 sanatsal, % 40 bilimseldir. İşi yönetmek
bilim, insanı yönetmek ise sanattır. Liderlik ise yönetimin
sanatsal yönünü ifade ediyor. Ülkemizde maalesef yöneticiler
çalışanlarına liderlik edemiyor. Bunun en önemli etkeni
yöneticilerin palyatif tedbirlerle günü geçiştirmesi ve geleceğe
dair vizyonlarının olmamasıdır. Machiavelli şöyle söylüyor:
“Liderin kalitesini anlamak için çevresine bakın.” Yani liderlik
edebilmek için yanı başınızdaki yardımcılarınızın iyi seçilmesi
gerekiyor. Burada da maalesef yöneticiler eleman seçiminde
pazardan karpuz seçerken gösterdiği özeni göstermiyor.
Ülkemizde yetenek yönetimi yok anlayacağınız. Bunun yanında
247
çalışanları yönetirken sağdan soldan tek taraflı doldurmalarla
onları yönetmeye kalkarsanız çuvallarsınız. Albert Einstein
“Önyargıları yok etmek, atomu bile parçalamaktan zordur.”
diyordu. Oysa günümüzde atom parçalanırken önyargılar
giderilmiyor. Her insan farklı bir dünyadır. Ve bu insanların da
bin kapısı vardır. Liderler bu bin kapıdan girmeye çalışırlar.
Fakat bin kapıyı bırakın bir kapıyı kullanmadan çalışanınız
hakkında peşin hüküm veriyorsanız, asla çalışanların gönlünü
kazanamayan bir yönetici olup çıkarsınız. Eğitim, karizma,
vizyon… liderlik için bunların hepsi şüphesiz önemli fakat ya
adalet… Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav) “adalet
iyidir, yönetici de olursa daha iyidir.” derken adaletin yöneticiler
için en önemli ilke olduğunu söylüyordu. Söylentilere göre
değil, sağdan soldan duyumlara göre değil yüreğinizdeki insan
sevgisiyle insanı yönetin. Örneğin ABD'li işadamı Sam
Chapman, sahip olduğu halkla ilişkiler şirketinde dedikoduyu
yasakladı. Dedikodunun verimliliği düşürdüğünü belirten
Chapman, uyarıya kulak vermeyen üç çalışanının işine bu
nedenle son verdi. Chapman çalışanlarına "Eğer birinizi
dedikodu yaparken yakalarsam sizi dedikodusunu yaptığınız
kişiyle yüzleştiririm" uyarısında bulundu.
Ya gül bahçenizde ki otlar… Ya da başka bir ifadeyle ne
sütü, ne eti olan, yolu tıkayan kutsal inekler… Ayrık otlarını
temizleyin… Gülleri çapalayıp bakımı ihmal etmeyin. Kutsal
inekleri de kurban etmek için kurban bayramını beklemeyin.
Kurumlarda değişimi yakalamak zordur. Bu sebeple değişime
hız verin. Bir milat belirleyip lafla değil, yaptıkları icraatları
yönetin. Çünkü “muhalefet söylem, iktidar eylemdir.” Eyleme
geçin!
Sokrates, saygıdeğer bir düşünür olarak Eski Yunan'da
hatırı sayılır bir ün yapmıştı. Bir gün tanıdık biri, Sokrates’e
rastladı ve dedi ki: “Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor
musun?” “Bir dakika bekle.” diye cevap verdi Sokrates: “Bana
bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni
istiyorum. Buna üçlü Filtre Testi deniyor.” “Üçlü Filtre mi?”
“Doğru” diye devam etti Sokrates; “Benimle arkadaşım
hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup;
248
söyleyeceğini gözden geçirmek iyi bir fikir olabilir. Bu, ona üç
filtre testi dememin sebebi. Birinci filtre Gerçek Filtresi. Bana
birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan
emin misin?” “Hayır” dedi adam, “Aslında bunu sadece duydum
ve...” “Tamam” dedi Sokrates; “Öyleyse, sen bunun gerçekten
doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi
deneyelim, İyilik Filtresi'ni. Arkadaşım hakkında bana söylemek
üzere olduğun şey iyi bir şey mi?” “Hayır, tam tersi” dedi adam.
“Öyleyse” diye devam etti Sokrates; “Onun hakkında bana kötü
bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin
değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre
daha kaldı: Yararlılık Filtresi. Bana arkadaşım hakkında
söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?” “Hayır gerçekten
yaramaz.” dedi adam. “İyi” diye tamamladı Sokrates. “Eğer,
bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar bir
şey değilse bana niye söylüyorsun ki?” İnsanları yönetirken
değil hayatınızın her alanında bu üç filtre testi’ni kullanmanız,
çok yararınıza olacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 648, 19
Kasım 2012)
HATALAR
• Eğer bir berber bir hata yaparsa, bu yeni bir tarzdır...
• Eğer bir şoför bir hata yaparsa, bu bir kazadır...
• Eğer bir doktor bir hata yaparsa, bu bir müdahaledir...
• Eğer bir mühendis bir hata yaparsa, bu yeni bir atılımdır...
• Eğer ebeveynler bir hata yaparsa, bu yeni bir kuşaktır...
• Eğer bir politikacı bir hata yaparsa, bu yeni bir hukuk
kuralıdır...
• Eğer bir bilim adamı bir hata yaparsa, bu yeni bir keşiftir...
• Eğer bir terzi bir hata yaparsa, bu yeni bir modadır...
• Eğer bir öğretmen bir hata yaparsa, bu yeni bir teoridir...
• Eğer bir patron bir hata yaparsa, bu bizim hatamızdır...
• Eğer bir personel bir hata yaparsa, bu bir "HATA" dır
249
9
PAZARLAMA
250
İŞ DÜNYASINDA BAŞARININ ANAHTARI,
MÜŞTERİ MEMNUNİYETİNDEN GEÇER
Güler yüzlü olmayan dükkan açmamalı.
Çin Atasözü
Son yıllardaki ekonomik durgunluk ve tüm dünyada
azalan müşteri talepleri, girişimcilere çok önemli bir ders verdi.
Müşteriler bir işletmenin sahip olabileceği en önemli varlığıdır.
Unutulmaması gereken bir konu müşterilerin alışveriş yaparken
duygusal bir ilişki kurmasıdır. Bu sebeple müşteriler;
sevmedikleri, kendilerini iyi hissetmedikleri işletmeler yerine,
önemsendikleri ve mutlu oldukları işletmelerde tüketim yapmayı
tercih ederler. Görüldüğü gibi iş dünyasının en önemli kavramı
müşteri memnuniyetidir. Çünkü müşteri olmazsa gelir olmaz,
gelir olmayınca da işletme olmaz. Dadidav ve Uttal’a göre
“Olumsuz söz, büyük lanettir. Memnun olmayan müşterinin
sesi, memnun olandan daha gür çıkar.” Araştırma sonuçlarına
göre memnun müşteri memnuniyetini beş kişiye söylerken,
memnun olmayan müşteri memnuniyetsizliğini yirmi bir kişiye
söylemektedir.
Rafarel Agua’ya göre, “Gerçek kar sadık müşterilerden
elde edilir. Sadece memnun olmuş müşterilerden değil.”
Günümüzde tüm girişimciler müşterinin önemini fark
etmek zorundadırlar. Girişimciler, müşteriyi memnun müşteriye,
memnun müşteriyi sadık müşteriye, sadık müşteriyi taraftar
müşteriye, taraftar müşteriyi fanatik müşteriye, dönüştürmek
zorundadırlar. Bunun temelinde şu felsefeyi yakalamış
olmalıdırlar. Müşteri daima haklıdır. İkinci kural, müşterinin
haksız olduğu durumlarda birinci kural geçerlidir. Girişimciler
için tek bir kişi bile önemlidir. Bugün bir müşteri kaybedilirse
yerine birden yenisi gelmez. Chang Labovitz ve Rasonsky’e
göre “Dünya çapındaki kuruluşlar müşterilerini sevindirmek için
var olurlar.” Çünkü iş dünyasında memnun olmayan müşteri geri
dönmez. Amerika’da yapılan bir araştırmada “müşteriler bir
işletmeyi neden terk ederler?” konusu araştırılır. Araştırmada,
“şirket çalışan ya da temsilcilerinin ilgisizlikleri yüzünden
müşteriler şirketleri terk eder” sonucu % 68’le birinci sırayı
251
almıştır. Wolkswagen eski üst düzey yöneticisi Jose Lopez,
müşteri memnuniyeti ile ilgili şunları söyler: “Kafayı mutlu
olmaya takmışsanız ona hiçbir zaman erişemezsiniz. Ama
başkalarına hizmet etme hususunda yoğunlaşırsanız mutluluk
derhal gelecektir. Ayın şey endüstri için de geçerlidir. Kar
aramaya takmışsanız karları asla bulamayacaksınız. Ama
müşterileri tatmin etme üzerine odaklaşırsanız her şeyi
kazanacaksınız.”
Uluslararası
Yönetim
ve
Teknoloji
Danışmanlığı Şirketi Accentura, dünyanın önde gelen araştırma
kuruluşlarından Wirth’in Worldwide ile Fortune 1000
şirketlerinin 150 üst düzey yöneticisini kapsayan görüşmeler
yoluyla 2002 yılında yapılan araştırma sonuçlarına göre: Müşteri
İlişkileri Yönetimi (CRM) ve müşteri sadakatine odaklanmanın
en büyük hedef olduğunu belirten yöneticilerin oranı % 91 ile
birinci sırada olmuştur
Türk ticaret hayatında yetmiş yıl gibi bir süre hizmet
vermiş olan Vehbi Koç, her bayi toplantısında söylediği, “İtibar
otuz yılda kazanılır, bir günde kaybedilir” sözleri bugün hala
izlerini sürdürmektedir. John Guaspari der ki; “Müşteri, “bu o
değil” diyorsa, o zaman gerçekten, bu o değildir.” “kurumsal
yaşamın gelgiti içinde, çok temel bir gerçeği kolaylıkla
unutabiliriz: kuruluşunuz müşterilerinize değer sağlamak
amacıyla vardır.” “Müşterilerin beklentilerini karşılamaktan
daha öncelikli beklentileriniz varsa, kefareti ödenmeyecek kadar
büyük bir günahın içerisindesiniz” demektir.
General Motors’un araştırma birimi, 1993 yılında bir
araştırma yaptı. General Motors bu araştırmayla, müşterilerinin,
şirketin ürünlerini seçme nedenlerini saptamaya çalıştı.
Araştırma sonuçları ilginç nedenler ortaya çıkardı. Müşterilerin
Genaral Motors ürünlerini seçmelerinin birinci nedeni, telefona
yanıt veren bayan personelin konuşma biçimi; ikinci nedeni,
müşteri ilişkileri müdürünün davranışları; üçüncü nedeni ise
ödeme çeklerini bıraktıkları muhasebe birimindeki personelin
davranışlarıydı. Beklenenin tersine, seçme nedeni olabilecek
hiçbir ürün özelliği, ön sıralarda yer almadı. Bu çarpıcı sonuçlar,
General Motors yöneticileri kadar, araştırmanın sonuçları ile
ilgilenen diğer yöneticileri de şaşırtırken, bir gerçeği de ortaya
252
koyuyordu. Yoğun rekabet ortamı, küreselleşme, bilgi
teknolojisinin gelişimi, yoğun ileri teknoloji kullanımı, çeşitli
kuruluşların ürettikleri aynı tür ürünler arasında pek farklılık
bırakmamıştı. Ürün özellikleri, ürün kalitesi, ürün fiyatları bir
birine yakındı. Farklılığı ortaya çıkaran ürünün pazarlamasında
sunulan hizmetin kalitesiydi. Farklılığı ortaya çıkaran müşteri
ilişkileriydi.
Girişimciler
için çok önemli
olan
müşteri
memnuniyetinin safhaları vardır. Girişimcinin nihai amacı
müşterilerini fanatik müşteri haline getirebilmektir. Fanatik
müşteriye en iyi örnek Harley Davidson firmasıdır. Harley
Davidson sadece motosiklet değil bir yaşam tarzıdır.
Vazgeçilemez bir anlayıştır. Müşterilerinin Harley Davidson
dövmesi yaptırması ise en ilginç örnektir. Girişimciler şunu çok
iyi bilmelidir ki bir ürün ya da hizmet bir müşteriye satılınca
amaca ulaşılmamıştır. Alışveriş, müşteriyle, firma arasında
oluşan sonsuz bir ilişki halidir.
1930’larda Henry Ford’un T modeli siyah Edsel marka
otomobili üretirken başlangıçtaki tek ve de iyi niyetli amacı, tek
model
otomobili
üretip,
hisse
senetlerini
de
mükemmelleştirmek, maliyetlerini düşürmek ve otomobilin
herkes tarafından alınabilirliğini sağlamaktı. “Daha çok sat, karlı
sat” temel felsefesiydi. Hatta bunun için Ford’un herkesçe
kullanıldığı “sunacağınız otomobil hangi renk olursa olsun, yeter
ki siyah olsun” sözü özdeyiş haline gelmişti. Ford tüm
otomobiller ucuz olsun diye siyah renkle yapıyordu. Fiyat
bakımından da farklılaştırılmamış pazarlama uygulanıyordu.
Fakat sonradan ünlü Amerikan General Motors (GM) firması
“zevkler ve renkler tartışılmaz” sözüne uygun olarak, değişik
pazar dilimlerinin değişik renk isteklerine cevap veren
otomobiller yapınca Ford firması rekabette geri plana
düşmüştür. Çünkü Ford firması tüketici yönlü olması gerekirken
üretim yönlü kalmıştır. Aynı örneği cep telefonları için de
verebiliriz. Cep telefonları da ilk çıktığı zaman tüm firmalar
tarafından siyah olarak üretiliyordu. 1995 yılına gelindiğinde
bazı firmalar cep telefonlarının çeşitli renk ve desenlerde
çıkararak tüketicilere birçok alternatifler sunarak tüketici odaklı
253
olmuştur.
Robert Bosch’un “İnsanların güvenini kaybetmektense,
para kaybetmeyi tercih ederim” sözü iş dünyasında müşterilerin
güvenini kaybetmemenin ne kadar önemli olduğunun en güzel
ifadesidir.
Temel değerlerin ve müşterinin güvenini
kaybetmeme fikrinin şirket kararlarını nasıl etkilediğini 1982
yılındaki Johnson and Johnson firmasının Tylenol örneği ile
daha iyi açıklayabiliriz. 1982 yılında Tylenol ürününü kullanan
kişilerin öldüğü raporları ortaya çıkınca, Johnson and Johnson
firması ürününü piyasadan çekip, 31 milyon kapsülü imha
etmiştir. Böyle bir karar inanılmaz bir maliyeti ortaya
çıkarmıştır. Fakat firmanın itibarını korumasının başka bir
çaresi de yoktu. Çünkü bu firmanın içinde 40 yıl önce
yerleştirilmiş bir karardı. Johnson and Johnson’da kurum
kültürü, birbiri ile bağlantılı dört parçadan oluşmaktadır. Bunlar:
1.Müşteriye hizmet ilk sırada yer alır.
2.Çalışanlara ve yöneticilere hizmet ikinci sırada yer alır.
3.Topluma hizmet üçüncü sırada yer alır.
4.Hissedarlara hizmet ise son sırada yer alır.
Böyle bir kurum kültürünü dikkate aldığımızda, inanılmaz
maliyet boyutuna karşın, müşteriler tarafından güvenilen kurum
imajı değişmemiştir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 514, 26 Nisan
2010)
BOLVADİNLİ ÜRETİR AMA PAZARLAYAMAZ!
Pazarlama sadece pazarlamacılara
bırakılmayacak kadar önemli bir iştir.
David Packard
Bolvadin’de bir hastalığa yakalanmışız. Hastalığın adı
Üretmek. Üretmek, bir hastalık olabilir mi? Evet eğer sadece
üretip bunu satamıyorsanız, bu ciddi bir hastalıktır. Bolvadin’de
iş dünyası üretiyor ama pazarlayamıyor. Yapılan işlerde
nedense işin pazarlama ayağı hep eksik kalıyor. Oysa
günümüzde şirketler satabilecekse, üretmek peşinde.
Satamayacağı ürünü günümüzde pek çok işletme üretmiyor.
Hatta üretim işini bugün çoğu işletme Çin, Hindistan ve bu gibi
254
emeğin, enerjinin ve vergilerin düşük maliyetli olduğu ülkelere
kaydırdı.
Bugün iş dünyasında üretim dönemi bitti. Artık pazarlama
dönemini yaşıyoruz. Bu sebeple pazarlamaya ağırlık vermek
gerekiyor. Bolvadin’de yapılan tavuk çiftlikleri, yapılan ama
çalışmayan un fabrikası, mantar gibi çoğalan öğrenci yurtları
bunun hazin örneğidir. Tüm bunlar Bolvadin’in işin üretim
derdinde olduğunu ama pazarlamayı hep ihmal ettiğini
gösteriyor. Hele Bolvadin’de bir markete gidip aldığım
yumurtanın Bolvadin’den değil de başka bir yerden geldiğini
öğrenince canım çok sıkılıyor. Lütfen söyler misiniz, kendi
pazarına hâkim olmayan başka pazarlara nasıl hâkim olabilir?
Hiçbir mazeret bu durumu açıklayamaz.
Bolvadin’de olup kırtasiyecilik yapan pek çok kişi “Bolvadin’de
kitap satılmaz.” dese de işi bilen satıyor. Bu yaz bir ay açık
kalan kitap fuarı bunun bekli de en güzel örneği. Demek ki
Bolvadin’de kitap da satılır ama Bolvadinli satamaz. Zaten bu işi
yapanlar da ya Afyon’dan ya da Konya’dan geliyorlar.
Yazımı memleketimizde gerçekleşmiş bir hikâye ile
bitiriyorum. Bir şirket vakti zamanın da Bolvadin’de imal ettiği
ürünleri çevre il ve ilçelere satıyormuş. İşler istenilen seviyede
değilmiş. Ne zaman şirkete bir pazarlama müdürü almışlar, işler
beklenenin de üzerine çıkmış. Yalnız bir problem varmış.
Şehirlerdeki bağlantıları gerçekleştiren bu müdür çok yüksek bir
maaşla çalışıyormuş. Bu şirketin sahibinin gözüne batsa da işler
iyi gittiği için seslenemiyormuş. Artık öyle bir zaman gelmiş ki:
şirketin sahibi: “Biz bu müdür olmadan da işleri götürürüz. Nasıl
olsa artık her yerde bağlantımız var.” diye düşünmüş. Nihayet
yüksek maaşıyla sürekli gözüne batan pazarlama müdürünü
gerekçesiz şirketinden kovmuş. Onun yerine hem Bolvadinli
hem de bu işi daha düşük maaşa yapacağına inandığı birini
getirmiş. İşler ilk zamanlar iyi gitse de sonraları siparişler birer
birer azalmış. Şirketin sahibi hata ettiğini anlasa da artık iş işten
geçmiş. Sonra ne mi olmuş? Şirket sırf ürünlerini üretip
satamadığından batmış. Evet, Bolvadinli üretir ama
pazarlayamaz. Çünkü pazarlama ciddi bir iştir. Pazarlama,
sistematik ve karmaşık bir kavramdır. Nasıl ev ödevini
255
yapmadığınız dersin hocasından fırça yerseniz, piyasada
pazarlamada ev ödevini yapmayan firmayı en büyük cezaya
çarptırır. Hangi işi yaparsanız yapın işin pazarlama yanını
unutmayın. Unutmayın ki “Nasıl olsa satarız” günleri artık
mazide kaldı. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 538, 11 Ekim 2010)
TARİHİ BOLVADİN EVLERİ’Nİ PAZARLAYAMADIK
Gazete ve dergilerin arşivlerinde geleneksel Türk evlerinden
dönüştürülen otel, pansiyon ve kafelerle ilgili haberleri
okuyorum. Örneğin bir haber aynen şu şekilde: “Tarihi
konaklarıyla ünlü Karabük'ün Safranbolu ilçesi ile doğal
güzellikleriyle tanınan Bartın'ın Amasra ilçesine, dört günlük
tatilde turistler yoğun ilgi gösterdi. Soğuk ve yağışlı havaya
rağmen tarihi sokakların günübirlik 22 bin 500 ziyaretçiyle
dolduğunu belirten Safranbolu Belediye Başkanı, şöyle konuştu:
''Geleneksel Türk evlerinden dönüştürülen otel ve pansiyonlarda
kalanların yanı sıra günübirlik gezide bulunanlar, esnafın da
yüzünü güldürdü. Gelen turistler arasında 800 civarında da
yabancı turist var. Turistlerimize belediye bünyemizin yanı sıra
acente ve özel çalışan 50 civarında rehber hizmet verdi.'' Bunun
yanında 2005 yılında başlatılan “Eskişehir Odunpazarı Evleri
Yaşatma Projesinin” tamamlanmasıyla birlikte Eskişehir’in yılda
üç yüz bin ziyaretçiyi ağırlayacağını öğreniyorum. Biliyorsunuz
Kütahya ve Afyon gibi çoğu şehirler, yöresel evlerini restore
ederek bunları ekonomiye kazandırdılar. İlçemizde de bazı tarihi
evlerin restorasyonu yapıldı. Maalesef bu evleri dış
restorasyonlarının yapıldığı halde ekonomiye kazandıramadık.
Bu bence çok ciddi bir problemdir. Ülkemizde tarihi evleri
restore edip ekonomiye kazandırma trendinden maalesef
Bolvadin olarak biz nasibimizi alamadık. Oysaki bu evlerin iç
restorasyonu da yapılıp ve ekonomiye kazandırılsaydı
Bolvadin’i daha iyi tanıtabilirdik. Günümüzde eski evler butik
otel, restoran ve kafe tarzında iş yapıyorlar. Bizde ise çoğu tarihi
evin restorasyonu bile yapılmadığında dökülüyor. Bolvadin’i bir
Safranbolu yapalım demiyorum. Ama bu ilçeye gelip de tarihi
256
Bolvadin evlerini görmek isteyen çok kişinin olacağını
düşünüyorum. Örneğin bize çok sıradan gelen pek çok şey
ilçemizdeki üniversite öğrencilerinin ilgisini çekebiliyor.
Atarabaları, patpatlar ve bence en önemlisi tarihi Bolvadin
evleri… Umarım tarih bizi, Bolvadin’in eski evlerini
pazarlayamadığımız için yargılamaz.
Sürekli yazılarımda pazarlamanın ne kadar önemli olduğundan
bahsediyorum. Yukarıdaki resim eski aktör Sir Henry Irving’in
Londra’da kaldığı evin üzerinde yer alıyor. Düşünsenize
yönetmen Yücel Çakmaklı’nın kaldığı evde böyle bir tabela var.
Güzel olmaz mı? Bir tabela deyip geçmemek gerekiyor. Bakış
açısı pazarlamada her zaman büyük önem taşıyor. Bolvadin
olarak değerlerimizi, kültürümüzü ve zenginliklerimizi dünyaya
bu şekilde sunmalıyız.
257
BİR FIKRA
Papaz ve maliyeci, aynı gün ölmüşler. Maliyeci cennete,
papaz da cehenneme gitmiş. Papaz, bu duruma itiraz edip, ilgili
melekle görüşmeye gitmiş; “Ben bu uygulamanızı adil
bulmuyorum. Dünyada tam 55 yıl süre ile kilisede kendimi
insanlara ve onları doğru yola yönlendirmeye adadım. Herkese
iyilik ettim. Siz de tuttunuz beni cehenneme, çok kişinin canını
yakan maliyeciyi de cennete gönderdiniz. Bu nasıl olur?” Melek
tebessüm ederek; “Haklısın, bu dediklerini ve yaptıklarını
biliyoruz. Ancak sen ne zaman kilisede vaaz vermeye başlasan,
insanlar seni dinlerken hep uyukladılar. Maliyeci ise ne zaman
bir işyerine vergi incelemesine gitse, oradakiler bildikleri tüm
duaları okudular.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 536, 27 Eylül
2010)
İŞ DÜNYASINDA NİŞ PAZARLAR MODA
İş arayan birinin “Ne iş olsa yaparım, ağabey…” demesi
bizde klişeleşmiş bir problemdir. Her işi yapıyor olmak ya da
uzmanlaşmamak ülkemizde sadece iş arayanların bir problemi
değildir. Maalesef girişimcilerimiz de “Ne iş olsa yaparız.”
anlayışına sahiptir. Bir dönem Alarko-Carrier’in reklâmında
girişimcinin söylediği gibi: “Un fabrikam, benzin istasyonum,
market, yağ fabrikam var, bunun yanında yarın yeni bir
işyerimin de açılışını yapıyoruz.” Ardından reklâm sloganı
giriyor. “Alarko sadece uzman olduğu işi yapar deyip,”
izleyiciye mesajı veriyordu. Her işe bir şekilde yatırım yapmak
geçmişin önemli rekabet stratejisiydi. Oysa günümüzde özellikle
küreselleşmeyle birlikte artan rekabetle işletmeler sadece uzman
oldukları işleri yapmak zorundadırlar. “Ya herkesin yaptığı bir
işi hiç kimsenin yapmadığı kadar iyi yapın ya da hiç kimsenin
akıl edemediği işleri bulup yapın.”diyen Rahmi Koç günümüzde
rakiplerden farklı işler yapmanın bir zorunluluk olduğunu
vurguluyor.
Niş pazara girmek de burada karşımıza çıkıyor. Herkesin
yaptığı bir işi yaparsanız herkesin kazandığı paraya razı
olursunuz. Ama hiç kimsenin yapmadığı işi yaparsanız fiyatı siz
258
belirlersiniz. Çünkü rakibiniz yoktur. Niş pazarlar daha önce
hiçbir girişimcinin fark etmediği ya da fark etse bile girmeye
değer bulmadığı pazarlar olduğu için başlangıçta rekabet yoktur.
Girişimciler niş pazarların ihtiyaçlarını son derece iyi analiz
etmeliler. Böylece memnun müşteriler, yüksek fiyatları ödemeye
razı olacaklardır. Örneğin: Ferrari son derece yüksek fiyatlı bir
otomobildir. Çünkü onun sadık müşterileri hiçbir otomobilde
ürün, hizmet ve üyelik gibi faydaları bulamayacağına inanırlar.
Günümüzde hangi sektörde olursa olsun, yaptığı işte yeni bir
çığır açan, yapılmayanı yapan ve bunu uygulayan girişimcilerin
gelecekte rekabet şansı büyüktür. Niş pazarlarda farklı ürünler
ya da hizmetler geliştiren girişimciler söz konusu rekabette
büyük rekabet avantajı elde edeceklerdir. Çok güzel bir Hint
atasözü vardır: “Bir şeyin yapılmaz olduğunu düşünerek
uyuyakalma; böyle yaparsan bir başkasının bu yapılmazı
yaparken çıkardığı gürültüyle uyanırsın.” İş dünyası yapılmaz
denen şeylerin bir anda yapıldığına şahitlik etmiştir. Tarih
sayfaları yapılmaz denen işleri başaran girişimcilerle doludur.
Peki Bolvadin’in niş pazarları var mıdır? Girişimcilerimizin
girmeye cesaret edemediği ya da fark edemediği niş pazarlar
nelerdir?
1.Tarihi Bolvadin evlerini restore ederek gerçek bir Bolvadin
Evi yapmak ve burada yöresel lezzetleri halkın hizmetine
sunmak. (İlçemizde bazı tarihi evlerin zaten dış restorasyonu
gerçekleştirildi.)
2.İngilizce ve bilgisayar kursu verebilecek eğitim kurumu.
3.Yemek fabrikası. Çay’da var. Bolvadin’de olmaması için
sebep ne olabilir?
4.Organizasyon şirketi.
5.Pazarlama şirketi. Ulusal bazda Bolvadin’e mahsus ürünleri
(et, yumurta, süt ürünlerini pazarlayacak)
5.Fidancılık işletmesi.
6.Hobi bahçesi. (Emekliler ve toprakla meşgul olmak isteyenleri
hedef alan bir pazar seçilmeli)
7.Outdoor reklâmcılık. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 504, 15 Şubat
2010)
259
BOLVADİN’İ KONUMLANDIRAMADIK
Konumlandırma, ürüne ne yaptığınız değildir.
Konumlandırma müşterinin aklına girmek için aptıklarınızdır.
Yani ürün ile müşterinin zihninde oluşturduğunuz şeydir.
Kendinizi burada nasıl farklılaştırdığınızdır.
Al Ries ve Jack Trout
Konumlandırma pazardaki müşterilerin zihninde oluşan
algıdır. Başka bir ifade ile konumlandırma; pazarlamacıların
kendi ürün, marka veya şirketi için hedef pazarındaki
müşterilerin zihinlerde bir imaj veya kimlik oluşturma çabasıdır.
Bolvadin’i konumlandırmak ise bireylerin zihninde oluşan
Bolvadin algısıdır. Günümüzde her ülke kendini ve şehrini farklı
bir şekilde konumlandırmış durumdadır. Örneğin Helsinki,
Stokholm, Kopenhag ve Chicago şehir pazarlama departmanları
kurarak, konumlandırma stratejisi geliştirerek, projeler üreterek
şehirlerinin gelirlerini artırmıştır. Ülkemizde de Antep
baklavasıyla, Kayseri sucuk ve pastırmasıyla, Safranbolu evleri
ile kendini konumlandırmaktadır. Afyon’daki ilçelerimizden
Bayat kökboyalı kilimlerle, İsçehisar mermerle, Sandıklı leblebi
ve termal turizmle kedini konumlandırmışlardır. Peki ya
Bolvadin kendini nasıl konumlandırıyor? Bence Bolvadin’in
ciddi bir konumlandırma sıkıntısı var. Lütfen söyler misiniz,
Bolvadin’de Heybeli Termal Tesisleri ile ilgili bir reklâm ilan
var mı? Bırakın başka ilçeleri Bolvadin’de Bolvadinliye Heybeli
Termal Tesislerini tanıtabiliyor muyuz? Heybeliyi tanıtan
billboardlar, ilan panolarını şehrin belirli yerlerine yerleştirmek
çok mu masraflı? Örneğin Aksel otobüsleri üzerindeki resimlerle
Akşehir’in konumlandırmasına olumlu yönde katkıda
bulunuyor. Bizde de Haskaymak otobüslerinin üzeri Bolvadin’i
ve Heybeli’yi anlatan resimlerle süslenebilir. Bu otobüsler
gittikleri her yerde Bolvadin’i anlatmış olur. Peki bunları
düşünmek için NASA’da mı çalışmak gerekli? Başka tesisler
bırakın kendi şehirlerini şehirlerarası yollarda bile kendi reklâm
panolarını yerleştirmişler. (Kütahya Tütav, Oruçoğlu gibi) Bunu
yapmak için özel sektör mü olmak gerekiyor?
Dünya’da ilk toplu iş sözleşmesinin 1766 yılında
Kütahya`da imzalanmış. Kütahyalılar bunu şehrin en görünebilir
260
yerine dev bir panoya yazmışlar. “Dünya’da ilk toplu iş
sözleşmesinin Kütahya`da imzalandığını biliyor musunuz?”
diye. Amaç şehri konumlandırabilmektir. Bu bağlamda
Bolvadin’in de bir şeyler yapması gerekiyor. Çünkü bir ilçe için
insanların zihinlerinde olumlu yer edinmek oldukça önemlidir.
Bolvadin’de birkaç yıl kalmış kişilerin beyninde acaba Bolvadin
nasıl bir yer ediniyor? Ben açıkçası Bolvadin imajının olumsuz
olduğunu düşünüyorum. Fakat iyi bir konumlandırma stratejisi
geliştirilirse bunun rahatlıkla pozitif yönde değişeceğini
düşünüyorum. Yıllar önce yüksek okulumuzda bazı
öğrencilerinin “Hocam ‘Kim 500 Milyar İster’ yarışmasında
Türkiye’nin en geri kalmış ilçesinin Bolvadin olduğu söylendi.
Doğru mu?” Sorusuyla çok karşılaştım. Oldukça da
üzülmüştüm. Böyle bir sorunun sorulmuş olmasının mümkün
olamayacağını, ifade etsem de ne kadar inandırıcı olabildiğimi
bilmiyorum. Siz ilçenizi bir şekilde konumlan-dıramazsanız
başkaları kötü bir söylemle konumlandırır. Unutmayın ki iyi
sunulmayan güzel çirkinden farksızdır. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 550, 3 Ocak 2011)
Aksel gittiği her yerde Akşehir’in konumlandırmasına katkıda
bulunuyor.
261
ŞEHİRLER, SEMBOLLER VE BOLVADİN
Semboller, insanlara özel bir anlam ifade eden objelerdir.
Şirket logoları, bayrakları ve ticari unvanlar, kolayca hatırlanıp
akılda kalabilecek sembollerdir. Örneğin Mercedes’in üç köşeli
yıldız logosu, kaliteyle eş anlamlı bir semboldür ve akılda kalan
bir şeydir. Aynı şekilde McDonalds’ın sarı yay şeklindeki işareti
en küçük çocuğa bile McDonald’s’ın nerede olduğunu işaret
edebilir. US Air Force 1 çağrı adlı uçak ABD başkanını
sembolize eder. Her marka bir semboldür ve bunların anlamları
vardır. Markalar için sembol nasıl önemli ise marka bir şehir
olmak için de sembollere sahip olmak çok önemlidir. ABD
denilince Özgürlük Anıtı, Fransa denilince Eyfel, İngiltere
denilince Big Ben, Almanya denilince Brandenburg Kapısı,
Hindistan denilince Tac Mahal ilk akla gelir. Peki İstanbul
denilince aklınıza ilk ne gelir? Muhtemelen Kız Kulesi ilk
sıradadır. Örnekleri sıralayabiliriz. İzmir denilince akla ilk Saat
Kulesi gelir. Çanakkale denilince akla ilk Şehitlik Abidesi gelir.
Konya denilince akla ilk Mevlana türbesi gelir. Ankara denilince
akla ilk Anıtkabir gelir. Trabzon denilince akla ilk Sümela
Manastırı gelir. Bursa denilince akla ilk Ulu Camii gelir.
Kütahya denilince akla ilk çiniden yapılmış dev vazo gelir.
Peki Bolvadin denilince akla ilk ne gelir? Ya da akıllara ne
gelmesi gerekir? Bu durumda iki seçenek var. Ya popüler ve
farklı yapılara sahip olmalısınız. (Ki bunu Türkiye’de en iyi
Safranbolu yapıyor. Eskişehir hatta Afyon’da bu trendi takip
ediyor.) İkinci seçenek ise şehri iyi ifade eden sembollere sahip
olacaksınız. Maalsef Bolvadin hiçbir şeyden çekmedi
sembollerden çektiği kadar. Eskiden şehir merkezinde tabakta
kaymak figürünü işleyen bir havuzumuz vardı. Daha sonra
kaymağın memleketi olduğunu düşündüğümüz ilçemizde Çınar
Altı‘nda boğa heykeli yerleştirildi. Bu ilçemizde çok tartışıldı.
Yine Dudayev Parkına saat kulesi yapıldı ama saatin dijital
olması tartışıldı. Büyük haşhaş figürü eski hastane yoluna
yapıldı ama o da uzun süre kalıcı olmadı. Kısacası Bolvadin’de
bu saydığım sembollerden hiçbiri kalıcı olmadı. Günümüzde bu
tür semboller şehirlerin pazarlanabilirliliğinde çok önemli. Ama
262
bu konuda Bolvadin çok bahtsız. Örneğin Çay ilçesindeki
dörtyolda bulundan kiraz sembolü oldukça güzel işlenilmiş.
Çay’ı çok iyi ifade ediyor. Yine Afyon’da haşhaş kapsülü içinde
Karahisar kalesini anlatan sembol oldukça profesyonel duruyor.
Bolvadin’in de vakit kaybetmeden kamu oyununda desteğini
alarak sembolünü seçmesi gerekiyor. Bunun yanında şehir
merkezinde yer alan tarihi evlere tekrardan bakmamız gerekiyor.
Geçenlerde öğrencimin gönderdiği çalışma beni çok etkiledi.
Galiba Bolvadin’e bir de üniversite öğrencilerinin gözünden
bakmak gerekiyor. Resimleri sizlerle paylaşırken bu çalışmayı
yapan değerli öğrencim Aytaç Ersoy’a da teşekkür ediyorum.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 568, 9 Mayıs 2011)
263
Çay‘da bulundan sembol, Çay’ı çok iyi ifade ediyor.
264
ŞEKER HOCA ANLADI AMA SEN ANLAYAMADIN
Gelişen teknoloji ile birlikte tüketicilerin ihtiyaç ve
talepleri gün geçtikçe artmaktadır. Birçok üreticinin olduğu bu
ticari pazarda müşteri ihtiyaçlarına karşılık verebilmek için
farklı olmak gerekir. Ama farklı olmak da yeterli olmayabilir.
Çünkü bu farkı hedef kitlenize hissettiremez ya da
açıklayamazsanız sizde diğerlerinden farksız olursunuz. Sizin
ürünlerinizdeki farkı hedef kitlenize sunmanın ya da anlatmanın
en iyi yolu reklamdır. Bu sebepledir ki reklâm müşterilere
ulaşmanın ve farkınızı hissettirmenin en pratik yoludur.
Tüketiciler, internet, televizyon, radyo, cep telefonu ve gazete
gibi reklâm araçlarıyla reklâm bombardımanına tutuluyorlar.
Böyle olunca da günümüzde teneffüs ettiğimiz hava; azot,
oksijen ve reklâmlardan oluşuyor. ABD eski başkanı Franklin D.
Rosvelt “Dünyaya bir daha gelecek olsam, reklâmcılık yapmak
isterim.” diyerek reklâmın ve reklâmcılığın önemini anlatmak
istemiştir. Buna rağmen günümüzde pek çok girişimcimiz
reklâmın önemini kavrayamamıştır.
Malatya Şeker Camii'nin “Şeker Hocası” nın ilginç öyküleri
sadece Malatyalıları değil tüm ülkede dilden dile dolaşıyor.
İsterseniz onu kendi dilinden dinleyelim: “Bir zaman cami yeni
yapıldığı zamanlarda dört avize gerekiyordu. Halde çalışan
birine; “Sen camiye avizeleri getir, ben senin reklamını
yapayım!” dedim. Cami doluyken cemaate; “Namazın farzı kaç
diye sorsam aranızda bilen olur, bilmeyen olur. Haydi ondan da
vazgeçtim. Abdestin farzını sorsam onu da bilen olur, bilmeyen
olur.. Ama kaliteli, ucuz sebze ve meyvenin hal binası No: 47
Şahin Topaloğlu’nda satıldığını bilip oraya gidersiniz!” dedim.
On beş gün sonra avizeleri getirdi. “Hocam, gelen giden benim
dükkânı soruyor, caminin başka ihtiyacı var mı?” diye sordu.”
Şeker Hoca caminin problemini kendi usulüyle yaklaşıp çözmüş.
Evet cami hocası bile reklamın önemini kavradığı günümüzde
maalesef girişimcilerimiz reklamın önemini kavrayamamıştır.
Oysaki iyi bir reklâm stratejisi olsa ciddi satışlar da arkasından
gelecektir. Milyarları elinde oynattığı halde reklama para
verirken eli titreyen ya da ne gereği var kardeşim diye düşünen
esnaflar hep kaybediyor. Gelecekte de kaybedecekler. İş
265
dünyasında reklâmın sermaye kadar önemli olduğu anlatan bir
hikâye ile yazımı bitiriyorum. Yahudi, son nefesini verirken iki
oğlunu yanı başına çağırarak vasiyetini açıklamış: “Size yüz
altın miras bırakıyorum. Bu yüz altının seksenini reklâma
harcayın kalanını da sermaye yapın” Şimdi soruyorum: Horan
Parkındaki su deposu Heybeli Kaplıcalarının reklamı için
düzenlenemez mi? Bolvadin’in içinde Heybeli Kaplıcalarının
Bolvadin’e ait olduğunu anlatan bir reklam var mı? (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 473, 13 Temmuz 2009)
NİŞ PAZARDAKİ BOŞLUĞU DOLDURUN!
Büyük girişimciler boşlukları doldurmak
ve yeni bir şey ortaya koymak için çalışırlar.
Charles Handy
Bu haftaki yazımın temel amacı, iş yaptığınız ya da yapmak
istediğiniz sektörde halen yeni bir şeylerin yapılabilecek ve para
kazanılabilecek olmasıdır. Gerçekten de “Artık, yeni bir ürün ya
da pazarlama tekniği geliştirilemez; çünkü artık o işte yapılması
gereken her şey yapıldı.” denildiğinde dahi, gerekli
araştırmalarınızı gerektiği şekilde yapabilirseniz, mutlaka
pazarda yer edinebileceğiniz yeni bir şeyler vardır. Yeter ki
görmesini bilin! Aslında, doymuş gibi görünen birçok alanda
halen yapabileceğiniz bir şeylerin var olduğunu görebilmelisiniz.
Mesela, yüzlerce firma yoğurt üretip pazarlıyor, diye
düşünseydi, meyveli yoğurtlar hiçbir zaman piyasaya
sürülmezdi! Demek ki yoğurt pazarı bile doymuş olarak
görülmemiş birileri tarafından... İçinizdeki yatırım ruhunu canlı
tuttuğunuz takdirde, yeni şeyler keşfetmeniz hiç de zor
olmayacaktır. İsterseniz bunu “doymuş pazar” olarak değil,
“benzer ürün ve hizmetlerle aşırı düzeyde doldurulmuş
sektörler” şeklinde değerlendirelim. İyi bir girişimci, ürününün
yeniliğinden çok, sektördeki uygulamalarını rakiplerinden farklı
olarak gerçekleştirme çabasındadır. Bunu iki maddede
verebiliriz: “farklılık” ve “yenilikçilik”. Bunları dikkatle ve
zamanında uygulamanız halinde, “doymuş pazar” diye bir şey
olmadığını görürsünüz. Ünlü strateji gurusu Gary Hamel, bakın
266
bu durumu nasıl açıklıyor: “Doymuş pazar olarak nitelendirilen
sektörlerde dahi -‘farklı’, ve ‘yenilikçi’ bir anlayışla
bakabilirseniz mutlaka yeni bir ürün ya da pazarlama tekniği
bulabilirsiniz. ‘Doymuş sektör’ yoktur. Olsa olsa, sektöründe
başkalarının tanımını düşünmeden ve tek doğru olarak kabul
eden ‘doymuş yöneticiler’ vardır!.. Sakın onlardan olmayın! Siz
siz olun! Hiçbir sektörü el atılması gereken ya da gerekmeyen,
şekilde düşünmeyin. Çünkü böyle bir ön kabul sizi yenilikçi
düşüncelerden çok uzağa götürür. Sıradanlaştırır... Bir de elbette
şu var: “Ben bu pazarda olmalıyım.” mantığıyla hareket etmeniz
ne derece ciddi bir hata ise, rakiplerinizin kavramlarına ve
fikirlerine sahiplenmeye çalışmanız da o derece büyük bir hata
olacaktır.
Sonuç olarak bazen herkesin rekabet ettiği bir pazar
ortamında mücadele etmek yerine, dikkat çekmemiş ya da o
güne kadar fark edilmemiş bir hedef kitle için ürün veya hizmet
üreterek kazanabilirsiniz! Ya da herkes, en karmaşık, en lüks, en
iddialı ürünle piyasaya çıkarken, siz çok basit bir ihtiyacı
karşılayan temel bir ürünle bir anda büyük bir atılım
yapabilirsiniz. London Business School’un yönetim profesörü
Prof. Dr. Patrick Barwise; “Basit olun, karmaşık ürünler
geliştirmeyin,
tüketicilerin
en
önemli
isteklerini
gerçekleştirmeye çalışın yeter.” Derken, Toyota’nın lüks
otomobil pazarındaki başarısını bu stratejiye bağlıyor. Ailesi ile
birlikte BMW almaya gittiğinde küçük oğlu, önce otomobile
hayran kalmış. Daha sonra arka koltuklara oturup zıplamaya
başladığında babasına birden bire şu soruyu yöneltmiş: “Peki
ben içeceğimi nereye koyacağım baba?” İşte Toyota bu fikri
geliştirerek niş pazarı çok önceden fark etmiş. Siz de gözünüzü
dört açıp “Bolvadin’de fark edilmeyen pazar var mı? Sorusuna
odaklanın ve cesaretli olun.” (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 524, 5
Temmuz 2010)
267
SÜRÜDEN AYRILIN, KURT KAPMAZ!
Ya herkesin yaptığı bir işi hiç kimsenin
yapmadığı kadar iyi yapın
ya da hiç kimsenin akıl edemediği işleri bulup yapın.
Rahmi Koç
Bizler bir işi başarabileceğimize kendimizi nasıl
inandırırız? Örnekleri izleyerek! Bir tanıdığımız bir işi
başarmışsa biz de o işi başarabileceğimize inanırız. “O da benim
gibi biriydi, o yapabildi, o zaman ben de yapabilirim.” diye
düşünürüz. Tanıdık biri yaptığında kendimize daha da güveniriz
ve o işi gözümüze kestiririz. Bir Türk bir işi başardıysa, onu
tanıyan tüm Türkler kendilerinin de o işi başarabileceklerini
düşünürler. İstanbul’a gelen ilk Karadenizli işadamlarından biri
müteahhitlik yapıp başarılı olunca, tüm Karadenizliler
müteahhitlik yapmaya başlamıştır. Birbirleriyle akraba veya
komşu olan üç bin Erzincanlı İstanbul'da balıkçılık yapıyor.
Minibüsçüler Siirt'ten, inşaatçılar Çorum'dan, halıcılar Uşak'tan,
pazarcılar Kars'tan, simitçiler Tokat'tan, fırıncılar Erzurumİspir'den ve müteahhitler çoğunlukla Trabzon'dan çıkıyor.
Evrensel
başarı
kültüründe,
“Ölçebildiğin,
tanımlayabildiğin ve planlayabildiğin bir işi başarabilirsin.”
inancı yaygındır. Bu nedenle Amerikalılar, başarı öykülerini
anlatan kitaplar okur, neyin mümkün olabildiğini anlatan
seminerlere katılırlar. “Türk usulü olabilirlik inancı” ise, yakın
görüş alanı ile sınırlıdır. Kısaca “O yaptı oldu; ben de
yapabilirim.” cümlesi ile özetlenebilir. Bu ifadedeki “o”
kelimesi Türk toplumunda arkadaş ve tanıdık çevresi ile
sınırlıdır. Çevredeki birinin bir işi yapması ve ihya olması
halinde, hemen onu tanıyanlar da aynı işe girmektedir. İşin
fizibilitesini yaparak girmek yerine “O yaptı oldu; ben de
yapabilirim”
inancı
tercih
edilmektedir.
Naim
Süleymanoğlu’nun gelmesinden sonra Türkiye, dört tane daha
dünya halter şampiyonu çıkartmıştır! Ticarette de durum daha
ileri seviyededir. Bazı iş adamlarının tekstilden iyi gelir
sağladığını gören birçok kişi, tekstil alanına girmiş ve Türkiye
bugün dünyanın sayılı tekstil üretimi yapan ülkeler arasına
268
girmiştir. Örneğin İstikbal Firmasının mobilya sektöründeki
başarısı Kayseri’de 350 kanepe firmasının kurulmasına neden
olmuştur. Konya’da Kombassan kuruldu. Bu firmanın başarılı
olduğunu gören diğer Konyalılar, hemen ardından 80 holding
kurdu. Bir işi bir Türk yapabiliyorsa; onu tanıyan bütün Türkler
de o işi yapabileceğine inanır. (İlçemizdeki tavuk çiftlikleri,
öğrenci yurtları, internet kafeler, cep telefonu işleri de bizden
örnekler.)
Farklı işleri yapmak bir yana dursun, ürünlere ve
markalara farklı isim verebilme cesaretimiz bile maalesef yok.
Örneğin ülkemizdeki tavuk sektöründeki markaların neredeyse
hepsinin adında piliç ifadesi geçiyor. Google’da piliç arayın,
Şeker Piliç, Er Piliç, Şen Piliç, Bey Piliç, Beyza Piliç, Ak Piliç,
Emre Piliç, Ömür Piliç diye alıp başını gidiyor. Yine “Sürü
Psikolojisi Sendromu” PVC kapı ve pencere sektöründe de
hâkim. Ne var? Hepsi pen... Kimi şupen, kimi bupen! Bu pen
enflasyonu sonunda Pimapen markası sürüden ayrılmak için
Dr.Pimapen diye markasını yeniden konumlandırdı. Yine Banvit
ve Winsa, sürüden ayrılma stratejisiyle kendilerini farklı
konumlandırmada başarılı markalar oldular.
Peki, ne yapmak lazım? Samsonite Üst Yöneticisi (CEO)
Marcello Bottoli “Bir girişimci kararlarını ekonomik gelişmelere
göre, rasyonel olarak alır.” diyerek girişimcilerin kararının
rasyonaliteye dayanmasını ifade etmiştir. Bu sebeple
günümüzün acımasız rekabet ortamında firmaların ayakta
kalması için tek şans farklılaşma yapmak. Ürün farklılaştırma
pazarlamanın önemli silahlarındandır. Ürün farklılaştırması son
yirmi beş yılda tüketime ve perakendeciliğe damgasını tam
anlamı ile vurdu. 1980 öncesinde pazardaki bisküvi türlerinin
sayısı onu geçmezdi. Farklılaştırma süreci sonunda bisküvi
çeşitlerinin sayısı 170'i buldu. Ayakkabıcılıktan dergiciliğe
kadar her alandaki farklılaşma, ortaya çıkan yeni talepleri
karşıladı, bazen de kendi talebini ortaya çıkardı. Farklılaştırma
karmaşık bir süreç ama aşağıdaki pratik yöntemler fikir
edinmeniz için yararlı olabilir:
-Bir üründen, zararlı olduğu düşünülen bir bileşeni çıkar. Örnek:
Kafeinsiz kahve, laktozsuz süt, şekersiz kola
269
-Bir ürüne yeni bir unsur ekle: Örnek: Meyveli maden suyu ve
soğuk çay.
-Farklı işlevler bir cihazda topla. Örnek: Fotoğraf çeken cep
telefonu.
-Ürünün aslına dön: Örnek: Kepekli ekmek, hormonsuz sebze.
-Farklı iş türlerinin çaprazlama. Örnek: Geleneksel simitçi
fırınları ile McDonalds'taki restoran konseptini birleştiren simit
sarayları...
Bu örneklerden yola çıkarak, ilçemizde bir sürü pideci varken
pideci dükkanı açmak yerine çiğ köfteci ya da balık restoran
açmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyorum. Ama hala bu
memlekette simit sarayı, kumpirci ve pizzacı yok. (4000’e yakın
yüksek okul öğrencisi olmasına rağmen!) Bu sebeple sürüden
ayrılın, kurt kapmaz! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 523, 28
Haziran 2010)
270
KAYMAK ŞENLİKLERİNİ YERELLİKTEN
KURTARMAK GEREK
İlimizde çoğu ilçe kendi çapında festivaller düzenliyor.
Kızılören İlçesi Yaz Şenlikleri, Çay ilçesi Vişne Festivali
düzenliyor. İscehisar ilçesinde geleneksel hale gelen Mermer,
Mozaik, El Sanatları, Makine, Araç ve Ekipmanları Festivali
(MERFES'07) düzenliyor. İlçemizde yıllardır Kaymak Şenlikleri
düzenleniyor. Fakat değil ilçelerimizin, ülkemizdeki illerin bile
düzenledikleri festivallerin toplam etkisi İspanyolların San
Fermin festivali ya da domates festivali kadar ses getirmiyor.
İfade ettiğim bu durum bizim pazarlama kavramını ne kadar
bilmediğimizin en ilginç örnekleri
olarak kalıyor.
4. Pazarlama Zirvesi için İstanbul’a gelen konuşmacı
Prof. Dr. Don Thomson’un açıklaması dikkat çekicidir. Don
Thomson “Türkiye, dünyanın en kötü pazarlanan ülkesidir.
Türkiye gerçeğe dönüşmeyi ve var olmayı bekleyen bir fırsattır.”
demiştir. Bu açıklamaların ışığında ülkemiz pazarlama
stratejisini gözden geçirmeli ve yeni pazarlama stratejileri hayata
geçirmelidir. İspanyolların yaptıklarını görünce insan ister
istemez üzülüyor. Bizler domates para etmeyince yollara
saçarken onlar işe yaramayan domatesleri domates festivalinde
birbirlerine atarak kutluyorlar. Bizler Kurban Bayramı’nda
başımıza gelebilecek en kötü işin kurbanlık boğanın kaçması
olarak düşünürken yine İspanyollar San Fermin festivalinde
sokaklara boğaları serbest bırakıp önlerinde de insanların
kaçmalarını bekliyorlar. İnanır mısınız her iki festivali görmek
için binlerce turist İspanya’ya geliyor. Bizde hiçbir ilçenin hatta
ilin yapamadığını İspanyanın ilçeleri yapabiliyor. Bizim
bilmediğimiz yerelin pazarlanmasını onlar dünya ölçeğinde
yapabiliyor. Peki bunu nasıl yapıyor İspanyollar:
1- Medyayı iyi kullanıyorlar.
2- Yereli pazarlarken statükocu düşünmüyorlar.
3- İşi eğlenceli hale getiriyorlar.
4- En kötü durumda bile para kazanmasını biliyorlar.
5- Kolay yolu değil, zor olanı tercih ediyorlar.
271
6- Dünyada kimsenin yapmadığını yapıyorlar.
7- Pazarlamayı memleket meselesi olarak görüyorlar.
8- Kesinlikle sıradışı düşünüyorlar.
9- Pazarlamada eğlenceyi ve heyecanı iyi kullanıyorlar.
Peki bu bilgiler ışında ne söylene bilir ? Kaymak
Şenlikleri’ni artık yerellikten kurtarmak gerekiyor. Anlık ve
statükocu düşünmemeliyiz. Örneğin bu yıl Alanya ve Gazipaşa
ilçelerinde, para etmediği gerekçesiyle 300 ton domates çöpe
döküldü. Alanya'da 50 ton, Gazipaşa'da ise 250 ton domatesi
satılmadığı gerekçesiyle çöpe atan üreticiler maliyeti bile
kurtaramadıkları için ne yapacaklarını bilemiyorlar. Dere ve çay
kenarları adeta domates çöplüğüne dönüşürken, seralarda
bulunan domatesler ise alıcı olmadığı için çürümeye terk
ediliyor. Böyle bir durumda sıradan bir İspanyol’un yapacağı
son iş domatesleri çöpe dökmektir. İspanyol domatesi festivalde
kullanıyor ve sırf bunu görmek için insanlar o şehre akın
ediyorlar. Sonuç olarak yerelin pazarlamasını bir memleket
meselesi olarak görmeli ve bol bol beyin fırtınası yapmalıyız.
Çünkü sıradışı düşünceler ancak beyin fırtınasının sonunda
çıkar. Şenlikler, beyin fırtınası ile belirlenen pazarlama stratejisi
ile ancak yerellikten kurtulabilir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 491,
16 Kasım 2009)
272
İspanya ve Türkiye’den Görüntüler
273
BİR TÜRKÜ OLSUN, İÇİNDE BOLVADİN OLSUN
Eskiler derlerdi ki: "Türkü bilmeyen Türk'ü bilmez!" Ne
kadar doğru bir söz. Ben bu aralar türkü sözlerine takıldım.
Bazen türkünün sözlerinde geçen bir yer ismi popüler oluyor.
İnsanlar o şehre gitmeseler de o şehrin ismini bir şekilde
biliyorlar. Çok ilginç ki bazen insanlar türkülerle dilimize
pelesenk olan bu yeri sırf görmek için gidiyorlar. Bu bilinçli mi
oluyor? Orası da ayrı bir tartışma konusu. Ama tartışılmaz bir
gerçek var ki o da bu yerlerin türkülerle bedavaya kendini
popüler yaptığı. Örneğin Maçka yollarının taşlı olduğunu
bilmeyen var mı? Muğla’nın Yatağan’ın Gevenes Köyünde
bulunan Belen kahvesini “Ormancı Türküsü” ile duymayan var
mı? Ya da Gesi Bağları türküsünü duymayan var mı? 2009
yılında yürürlüğe giren yasal düzenlemeyle Gesi belde niteliğini
kaybederek, “Kayseri Büyükşehir Hinterlandı” kapsamında
metropol ilçe Melikgazi’ ye bağlı mahalleye dönüştürüldü.
Türküde uzak bir yerden Gesi’ye gelin gelen kızın Annesine
karşı duyduğu hasret dile gelir. Haberleşmenin ve ulaşımın çok
güç olduğu devirlerde evlenip Gesiye giden gelin uzun bir
müddet Annesinden haber alamaz. Ve koca evi bu, zaten ulaşım
da kısıtlı ki kalksın annesine gitsin. Kimselere de soramaz.
Neticede anne hasreti ile kavrulup durur. Üstelik kocası da
çalışmaya gurbete gitmiştir. Kocasının ailesinin de kötü
davranması karşısında iyice bunalan gelin duygularını dizelere
vurmuştur. Gesi Bağlarının hikâyesi budur. İşte tüm bunları
türküler bizlere öğretir.
Bolvadin’de müzikle ilişkili olan pek çok kişi var. Bence
Sivil Toplum Kuruluşları ile birlikte Kaymak Şenliklerinde
“Bolvadin Türküleri” adı altında yarışma yapmalıyız. Söz, beste,
gibi çeşitli kategorilerde… Ve bu yarışmada da birinci olan
türküyü iyi bir halkla ilişkiler çalışması yaparak ülkeye
sunmalıyız. Memleketimizi bu şekilde türkülerle de tanıtabiliriz.
Bir türkü olsun istiyorum. İçinde Bolvadin, için de Horan ve
Kırkgöz geçen bir türkü… Ve memleketimi anlatan türkülerin
dillerde dolaşmasını istiyorum. Sizce çok şey mi istiyorum?
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 548, 20 Aralık 2010)
274
YETENEĞİNİ PAZARLA!
Dünyadaki yedi milyar insan içinde en az altı milyarı hayatı
boyunca kayda değer iş yapmadan,
bir baltaya sap olamadan göçüp gidiyor.
Böyle insanlar hiç yaşamamış olsa insanlık bir şey kaybetmez.
Ali Erkan Kavaklı
Hewlet Packard şirketinin kurucularından David
Packard, “Pazarlama, pazarlamacılara bırakılmayacak kadar
önemlidir.” diyerek pazarlamanın firma açısından hayati öneme
sahip olduğunu yıllar önce ifade etmiştir. Günümüzde ise
yaşadığımız hayatın her alanında pazarlamanın izlerini
görmekteyiz. Bir kaldırımı nasıl pazarlayabilirsiniz? Sıradan bir
kaldırımı nasıl popüler ve değerli hale getirebilirsiniz? İşte
pazarlama burada imdadımıza yetişiyor. Pazarlama sayesinde
sıradan bir kaldırımı, Ünlüler Kaldırımı haline getirebilirsiniz.
Türkiye’de boş gezen işsizler için “kaldırım mühendisi” ifadesi
kullanılırken, Hollywood'da “Ünlüler Kaldırımı”nda başarılı
sanatçıların isimlerini kaldırımın üstüne yazılıyor. Pek çok
sanatçı için kaldırımda isminin yazılı olması büyük bir onur.
Örneğin: Bridget Jones filmleriyle üne kavuşan oyuncu Renee
Zellweger, Ünlüler Kaldırımı’nda yıldız sahibi olmanın
kendisini
çok
heyecanlandırdığını ve “Bugünü
ve bu efsanenin bir parçası
olmaya davet edileceğimi asla
hayal
etmezdim.”
diyerek
isminin kaldırımın üstünde yazılı
olmasının ne kadar önemli
olduğunu ifade etti.
Öğrencilerin neden pazarlama
eğitimi alması gerektiğini Philip
Kotler şu şekilde açıklıyor: “Her
öğrencinin
pazarlama
dersi
alması gerekir, çünkü dünyayı
döndüren güç odur. Yalnızca
şirketler değil, herkes pazarlama
275
yapar. Siz de iş ararken, borç bulmaya çalışırken, kiralık daire
tutarken hep pazarlama yaparsınız. Pazarlama herhangi bir
piyasayı inceleme, dilimleri saptama, ihtiyaçlarını anlama ve
uygun üstün nitelikli şeyler sunarak onu kendinize bağlama
becerilerinden oluşan bir dizi içerir. Pazarlama daha çok
zorluklarla boğuşmaktan hoşlanan, sayılar yerine insanlarla
uğraşmayı tercih eden, birçok konuya birden el atmayı seven,
yenilik ve yaratıcılıktan keyif alan kişilere hitap eder.”
İş dünyası için çok önemli olan pazarlama kavramını iş arayan
ya da işini değiştirmek isteyen bireylerin uygulaması günümüz
rekabet ortamının bir zorunluluğudur. Ürünlerin çeşitliliğinin her
geçen gün arttığı, farklılaşmanın önem kazandığı bu acımasız
rekabet ortamında yetenek pazarlamasını bilmeyenler her zaman
beklentilerinin de altına razı olmak zorundadırlar. Çok önemli
bir yeteneğe sahip olduğunuz halde bu yeteneği
ticarileştiremiyorsanız
sıradan
bir
hayat
yaşamaya
mahkûmsunuz demektir. Çok iyi bir eğitim aldığı halde, iyi
referansları olduğu halde iş aramaya basit bir işlem gözüyle
bakanlar yenilgiyi her zaman kabul etmek zorunda kalacaklardır.
Yeteneğini pazarlamasını bilenler ise rakiplerine tur
bindirebileceklerdir. Bu kadar önemli ve derin olan bu konu iyi
özümsenip uygulanabilmelidir.
Dünyanın bekli de en zor işi müşteriye bir şeyler
satabilmektir. Çünkü müşteriler bir ürününün ya da hizmetin
satılmasını istemezler, satın almak isterler. Firmalar da aynı
müşteriler gibidir. Firmalarda çalışanın alınmasını değil, çalışanı
işe almak ister. Yetenek pazarlama anlayışının hareket noktası
her hangi bir şirkete iş müracaatında bulunarak kapak atmak
değil, işgücü alımına firmaların bakış açılarıyla bakabilmek ve
firmaların ihtiyaçlarını görebilmektir. Yetenek pazarlaması
sıradan bir iş arama anlayışından farklı olarak hedefteki firmanın
istek ve ihtiyaçlarını baz alır. Unutmayın ki; sıradan bir iş
aramada çalışanın istek ve arzuları vardır.
Yetenek
pazarlamasında ise firmanın istek ve ihtiyaçları söz konusudur.
Yönetmen Peter Jackson, “Yüzüklerin Efendisi” filminin çekimi
için ülkesi Yeni Zelanda’da platoyu kurup ve film hazırlıklarına
başlar. Film son dönemlerin en etkileyici, en yüksek bütçeli
276
filmidir. Başrolde oynamak her aktörün hayallerini
süslemektedir. Başkarakter Frado rolü için tam 200 aday vardır.
Ve haftalarca bu rolün oyuncusu için tartışıyorlardır. Elijah
Wood diye bir oyuncu bu 200 adayın arasında yoktur ve bu rolü
çok istemektedir. Hedefi rolü almak olan Elijah çok ilginç bir
şey yapar: Önce kitapları okur, sonra role uygun kıyafetler bulup
ve bir kameraman kiralar. Ormanda rolünden sahneler oynar.
Hazırladığı kasetleri Yeni Zelanda’ya, Peter Jackson’a yollar.
Yönetmen Peter Jackson, kasetleri son üç aday arasında karar
vermek üzereyken izler. Ve yönetmen o güne değin dişe
dokunur hiçbir filmde oynamamış Elijah Wood’u seçer.
Mühendisler arasında eski bir söz vardır: “ODTÜ’lü
mühendisler her gün denizin dibine milyonlarca yumurta
bıraktığı halde hiç sesi çıkmayan balıklara benzer. Oysa
Boğaziçili mühendisler tavuklar gibi bir iş yapar beş kez
yaptıklarını duyururlar.” Maalesef bu ülkede yetenekli ve
başarılı olduğu halde başarısını satamayıp silik bir hayat yaşayan
binlerce çalışan vardır. Yetenek pazarlaması iş başarmayı ve bu
başarıyı satmayı sağlar.
İş dünyasında başarı, doğru üniversitede doğru bölümü
bitirmek, doğru rol modelleri bulmakla, doğru arkadaşlarla
birlikte olmak, doğru sertifikaları almakla ilişkilidir. Bütün
bunlar kariyer yaşamınızda size yardımcı olur, ancak sizi zirveye
çıkarmaz. Yetenek Pazarlamasında başarı tamamen doğru bir
stratejiye sahip olmakla ilişkilidir. Çünkü bu strateji
kariyerinizde yönünüzü belirler, kariyer planınızı zorunlu kılar,
şirketlerle nasıl iletişim kurulması gerektiğini söyler, yine size
hangi yeteneklerinizin üzerine odaklanmanızın gerektiğini
söyler. İşte bu stratejiyi ne kadar iyi anlarsanız, başarı için
gereken doğru hamleleri gerektiği gibi uygularsınız. Gerçek şu
ki; eğer başarılı olmak istiyorsanız bu rekabet ortamında düzgün
bir pazarlama stratejisi içermeyen bir iş müracaatı ne kadar
başarılı yapılırsa yapılsın başarısız olur. Unutmayın sizi farklı
yapan tek şey personel arayan firmanın beklentilerine ve
düşüncelerine farklılığınızı anlatacak en iyi şeydir. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 506, 1 Mart 2010)
277
10
İNOVASYON
278
ŞARK KÖŞESİNİ İNTERNETE TAŞIMALIYIZ
Günümüzde E-Dünya, E-Ekonomi, E-İş, E-İşletme, ETicaret, E-Devlet, E-Türkiye ve E-Avrupa gibi “Elektronik”
kelimesinin ilk harfi olan “E” yi her kelimenin önünde görmeyi
artık kanıksıyoruz. Hızla gelişen bilgisayar, internet ve iletişim
teknolojileri, ekonomik hayat başta olmak üzere, sosyal ve
politik hayattan sağlık ve eğitim hayatına kadar bütün
kurumların ve insanların yaşamını etkiliyor. İnternetin etkisi, iş
hayatına, elektronik ticaret olarak, eğitime, ağlar üzerinden
uzaktan eğitim olarak, tıbba, uzaktan yapılabilen operasyonlar
olarak yansıyor. Bu etki sanal değil gerçek bir etkidir.
Bilgisayarlar, internet ve iletişim teknolojilerindeki, baş
döndürücü ilerlemeler sonucu, piyasaya, her geçen gün bir
birinden farklı yeni ürünler, hizmetler ve her kesime çok farklı
dünyalar sunuluyor. Kim olursanız olun tüm bu yenilik ve
ilerlemelerden bugün ya da yakın gelecekte etkilenmemek
mümkün görünmüyor. Yeniliklere uyum sağlamak ve bunun için
eski işine, eski ve demode olmuş iş yapış biçimine, rakiplerin
zorlamasından önce son vermek çoğu zaman daha akılcı bir
yöntemdir.
Günümüzde önemi gittikçe artan ve yaygınlaşan internet
kullanımı etkilerini birçok alanda göstermeye başlamıştır. Bu
etkilerden en önemlisi ticaretin elektronik ortama taşınması
olmuştur. Bilişim teknolojilerindeki gelişmelerin ticaret alanına
279
taşınması hem tüketicilere hem de işletmelere önemli avantajlar
sağlamıştır. Elektronik ortamda yapılan ticaret günümüzde
elektronik ticaret ya da e-ticaret adını almıştır. Birkaç yıl önce
dünya ekonomisinin anahtar sözcükleri olarak dünya gündemine
giren elektronik ticaret giderek son yılların üzerinde en çok
konuşulan konularından biri olmuştur. Tüm ülkeler ve kuruluşlar
bu yeni ve çekici sınırsız ticaret dünyasından daha çok pay
alabilmek için çeşitli teknolojik altyapılar geliştirmektedir.
Çünkü günümüzde artık elektronik ticaret şirketler için olmazsa
olmazlar arasında yer almaktadır. Bunun bilincinde olan ülkeler
uluslararası rekabet şansını yakalayabilmek için bilimsel
araştırmalardan elde ettikleri sonuçları ekonomiye kazandırmaya
çalışmakta bilgi ve iletişim teknolojilerini en yoğun biçimde
kullanmayı amaçlamaktadır.
Bolvadin’de şark köşesi ya da diğer bir ifadeyle şark odası
imalatı ve ticaretiyle uğraşan pek çok girişimcimiz var. Ama
maalesef işini internete taşıyıp bir şekilde Türkiye’ye seslenen
hatta yurt dışına seslenen girişimcilerimiz yok. İnternetten bir
web sayfası açmak çok maliyetli bir iş değil ama hiç tahmin
etmediğiniz yerlerden sipariş almak ya da bayiler bulmak müthiş
bir şey… Bunu başkaları nasıl yapıyorsa biz de kesinlikle
yapmalıyız. Bunu ilk yapan girişimcimiz rakipleriyle arayı
açacaktır. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 541, 1 Kasım 2010)
280
HER İŞİN BİR SONU VAR MI?
Ürünler gibi meslekler de doğar, büyür ve belirli bir dönem
sonunda ölür. Nasıl ürünler belirli bir dönem sonra yok oluyorsa
meslekler de belirli bir süre sonra önemini kaybeder. Her meslek
yaşanılan döneme göre farklılık gösterir. Bilgi teknolojileri,
modern hayat, talebin ortadan kalkması, bazı durumlarda da
mesleğin inceliklerini öğretecek insanların yok olması nedeniyle
artık bazı meslekler eski meslekler olarak anılmaktadır. Yıllarca
en gözde meslekler arasında yer alan birçok iş kolu, gelişen
teknoloji yüzünden bir bir tarih oluyor. Bazı mesleklerin isimleri
dahi unutulurken, kimi meslek yaşlı ustalarının ellerinde son
nefesini veriyor, kimi nostaljik amaçlı üretim yaparak ayakta
kalmaya çalışıyor. Günümüzde; semercilik, keçecilik, kaşıkçılık,
nalbantlık, çıracılık, değirmencilik, demircilik, basmacılık,
urgancılık, çömlekçilik, bıçakçılık, süpürgecilik, hallaçcılık,
bastonculuk, kalaycılık, sedefçilik, lehimcilik, bakırcılık,
sepetçilik, yoğurtçuluk, bileyicilik, mescilik ve taş ustalığı yok
olmaya yüz tutan meslekler arasında yer alıyor. Modası geçen,
devrini tamamlayan meslekler piyasadan sessiz sedasız
çekilirken, bazı meslek ve el sanatları kaybolmamak için
direniyor. En şanslı olanlar da, kültürel ve turistik değer taşıyan
meslek sahipleri. Tarihi konakların kafe ve restoran olarak
işletildiği günümüzde, sedefçilik, ahşap oymacılığı, bakırcılık
gibi el sanatları turistik amaçlı üretim yapıyor. Eskiden her evde
bulunan semerler arabaların yaygınlaşmasıyla unutulmaya yüz
tuttu. Yüzyıllardır gözde meslekler arasında olmasına karşın
kalaycılık birkaç ustanın çabasıyla yok olmaya karşı direniyor.
Bakır tencerede yapılan yemeklerin lezzetini bilenler halen
bunları kullanmayı tercih etse de, yeni nesil bakır tencerelere
rağbet göstermiyor. Günümüzde ağırlıklı olarak bakır eşyalar,
şark köşesinde dekoratif unsur olarak kullanılıyor.
2005 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunduğum süre
içinde beni en çok etkileyen konu iş yerlerinde yoğun
teknolojinin kullanımı olmuştur. Uçsuz bucaksız tarım
arazilerinde çalışan birinin görünmemesine rağmen çoğu iş, ileri
teknolojiler sayesinde yapılmaktadır. Wal Mart’ın bazı
mağazalarında kasalar tamamen teknolojiktir ve bu kasalarda
281
kasiyer çalışmamaktadır. (Bu teknolojiyi ülkemizde Migros
2009’da pilot olarak uygulamaya başladı.) Çoğu akaryakıt
istasyonunda çalışan bir benzin pompacısının olmaması ise en
ilgi çekici örneklerdendir. Akaryakıt istasyonuna gelen bir
müşteri benzini kendi doldurup, ödemeyi yine kredi kartıyla
kendi yapmaktadır. Bunun gibi her sektörde de ileri teknoloji
kullanılmaktadır. Ülkemizde yaklaşık on iki bin akaryakıt
istasyonu var. Sadece bu teknolojinin ülkemize gelmesi aile
bireyleri ile beraber iki yüz bine yakın kişinin hayatını derinden
etkileyecektir. Teknolojinin insanları
işsiz bırakması
yaşadığımız çağın bir gerçeğidir. Fakat bir diğer gerçek de
teknolojinin yeni istihdam alanları açtığıdır. Bazı meslekler
bittiği gibi yeni meslekler de ortaya çıkıyor. Unutmayın: her işin
bir sonu var ve hiçbir başarı sonsuza kadar sürmez. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 529, 9 Ağustos 2010)
BOLVADİN’DE İLK YAPAN SEN OL!
Bir sektörde ya birinci olacaksın
ya da ikinci olacaksın.
Değilse o sektörden çekileceksin.
Jack Welch
İlkler hiçbir zaman unutulmaz. Her müşteri için ilkler özel
bir anlam taşımaktadır. İlk alınan ev, ilk alınan araba, ilk
kullanılan herhangi bir marka gibi… Çünkü müşteri tarafından,
daha sonra karşılaşılan benzer durumda, o ilk deneyimler göz
önüne alınarak tepki verilir. Sektörde ilk olmak, yeni doğmuş
hayvanları damgalamak gibidir. Hiçbir zaman çıkmaz ve
unutulmaz. İnsanların en iyi bildikleri kişiler, ürünler, markalar,
adlar hep alanlarında ilk olanlardır. Atlantik’i hiç durmadan ilk
uçan kişinin ya da Ay’a ilk ayak basan kişinin ismini herkes
bilir. Ancak, ikincileri pek çok kişi hatırlamaz. Birçok sektörde
de herkesçe kabul görmüş bir lider firma bulunur. Bu lider
firmanın piyasa payı en yüksektir. Fiyat, ürün değişiklikleri
dağıtım ve tutundurma konularında diğer firmalar lider firmayı
282
takip ederler. Lider firmanın egemenliği sevilse de, sevilmese de
kabul edilir. Kodak fotoğrafçılık alanında, Coca Cola kolalı
içeceklerde, General Electric elektrikli ev aletlerinde, Microsoft
işletim sistemlerinde, McDonald’s ve Caterpiller’de kendi
sektörlerinde ilk ve lider marka olmuşlardır. Ülkemizde de
pazara ilk giren markalar, ürün kategorisine ismini verir. Tüp
gazda Aygaz, deterjanda Omo, plastik pencerede Pimapen kâğıt
mendilde Selpak ve margarin’de Sana ürün kategorilerine ismini
vermiştir. Yine ATM yerine Bankamatik diyoruz. Oysaki bu İş
Bankası’nın ATM’ye verdiği kendi markasının adıdır. Bu
özellikleri kabul ettiren markalar sonradan çıkan rakip markalara
karşı da başlangıçta rekabet avantajı sağlamış olur. Fakat bu
avantajın devam etmesi yine markanın performansına bağlıdır.
Bolvadin’de ilk kez yapılan işlerde başarılı olmak girişimciler
için oldukça önemlidir. Çoğu zaman önyargıyla yaklaşılan bu
işlerin başarılı olması, ilçemizde diğer girişimcilerin de ufkunu
açmıştır. İlçemizde ilk yapılan girişimleri listelersek ilçemizin
gelişim sürecini daha iyi kavramış oluruz.
İlk Sürücü Kursu: Eber
İlk Dershane: Kocatepe
İlk Özel Okul: Anafen
İlk Eğlence Merkezi: Oskar
İlk Alışveriş Merkezi: Doğruer AVM
İlk Halı Saha: Birdane Spor Tesisleri
İlk franchising restoran: Pizza Tomato
İlk Simit Sarayı: Yok!
İlk Yemek Fabrikası: Yok!
İlk şehir dışında dev alışveriş merkezi: Yok!
Yukarıda saydığım ve ilçemize ilk kez yapılan yatırımlara
kolay karar verildiğini sanmıyorum. Ama bu yatırımlar ilçemiz
için ilk yapılan yatırımlardı ve alanlarında her biri başarılı da
oldu. Eğer bir iş yapmak istiyorsan unutma: İLK YAPAN SEN
OL! (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 469, 15 Haziran 2009)
283
BİR TEDAVİSİ OLMALI!
Tıp teknolojisinin bu kadar gelişmesine karşın biyolojik
kısırlığın tespitinin yapılıp fikirsel kısırlığın tespitinin
yapılamaması ne kadar üzücü bir durum değil mi? İnsanoğlunun
fikirsel kısırlığa dikkat etmemesi bundan daha da üzücü olanıdır.
Toplum olarak fikirsel kısırlık hastalığına yakalandığımızı ve
bununda kronik halde olduğunu düşüyorum. Bu hastalığın da
bulaşıcı bir hastalık olduğundan eminim. Ne hikmetse yenilikçi
fikirler üretemiyoruz. Yenilikçiliği savunan fikirler hep dirençle
karşılaşıyor. Eski köye yeni adet getirmenin ne âlemi var Allah
aşkına… Semt ve Mahalle isimlerinin bile Karşıya, Bahçelievler
ve Atakent olduğu farklı isim bulamama hastalığımız bence
bunun en hazin örneğidir. Ülkemizdeki tavuk sektöründeki
markaların neredeyse hepsinin adında piliç ifadesi geçiyor.
Google’da piliç arayın, başlıyor Şeker Piliç, Er Piliç, Şen Piliç,
Bey Piliç, Beyza Piliç, Ak Piliç, Emre Piliç, Ömür Piliç diye alıp
başını gidiyor. Markalara farklı isim koyma cesareti bile
gösteremiyoruz. Düşünebiliyor musunuz?
Biz markalara ya da mahallelere farklı isim koyma cesareti
bile gösteremezken, zekice politikalarıyla daima gündemde
kalmayı başaran Dubai’de mimar ve mühendislerin projesi ne
kadar uçuk kaçık da olsa muhatap buluyor. `Çölün ortasına
kayak tesisi`, ya da `deniz altında ev` yapalım diyorsunuz sizi
kimse alaya almıyor. Özellikle denizi doldurarak yapılan suni
adacıklar çok revaçta. Su kanallarıyla köprülerin hoş bir armoni
oluşturduğu siteler kırk tane malikânesi olanları bile cezbediyor.
Düşünün, kapınızın önüne tekne de yanaşabiliyor, araba da park
edebiliyor. Nitekim denizi doldurarak yapılan palmiye
adalarından birincisi bitti, ikincisi satıldı bile, üçüncüsü ise geldi
geliyor. Şimdi deniz ortasına bir dünya haritası yapmaya
başlamışlar. 300 suni adacıkla şekillenecek olan dünya projesi
bugüne kadar duyup işittiğimiz lüks ölçülerini bile zorlayacak.
Dubai’nin 5 km açığına inşaa edilen adacık 60 milyon metre
kareyi buluyor. İddialara göre pek çok ünlü yerlerini ayırmış
bile. Florida`daki Disneyland`ı ikiye katlayan Dubailand için 18
milyar dolar harcandı. Şimdi de sırada dünyanın turistik
sembollerini taklit etmek var. Büyük bir hızla Eyfel, Pizza
284
Kulesi, Taç Mahal ve Giza Piramidi yapıyorlar. Daireleri
Venedik`i andıran kanallara bakacak olan Burj el Dubai de
dünyanın en yüksek gökdelen oldu. Dubai adeta bilgisayarda
kurulan bir hayal dünyası gibi alışveriş merkezleri, parklar,
limanlar yapılıyor, yollar açılıyor. Bizim fevkalade dediğimiz
binaları yıkıyor yerine yenisini yapıyorlar. İstanbul Levent`te
yapılması planlanan Burgu kuleleri üzerine çok şey söylendi çok
şey yazıldı. Tabiri caizse bir bardak suda fırtına koparıldı.
Dedim ya fikirsel kısırlığın bir tedavisi olmalı…(24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 509, 22 Mart 2010)
BİLGİ ÇAĞINDA E- MEZARLIK
“Bilgisayara hakim olan, dünyayı yönetir.”
Bir ABD doktrini
Globalleşme ile birlikte yaşadığımız çağa adını veren bilgi;
kullanılmadıkça değerini en çabuk yitiren, kullanıldığı zaman
güç haline dönüşen ve paylaşıldıkça çoğalan ender kavramlardan
birisidir. Bilgi toplumu, bilgi ekonomisi, bilgi yönetimi ile
birlikte e-ticaret, e-devlet ve e-vatandaş kavramlarının ortaya
çıktığı bu çağda bilgiyi üreten ve verimli olarak kullanan ülkeler
söz sahibi olurken, bunu yapamayan ülkeler geri kalacaklardır.
E-Devlet; devletin vatandaşlara karşı yerine getirmekle yükümlü
olduğu görev ve hizmetler ile vatandaşın buna karşılık devlete
285
karşı olan görev ve hizmetlerin karşılıklı olarak elektronik
iletişim ve işlem ortamlarında kesintisiz ve güvenli olarak
yürütülmesi biçiminde tanımlanmaktadır. Bu aralar e-devleti
bütünleyen “e-mezarlık” projeleri konuşuluyor. Belediyeler,
Mezarlık Bilgi Sistemi (e-mezarlık) projesinde mezar yeri
aranan kişilerin tüm kişisel bilgileri veri bankasına aktarılıyor.
Ardından kişinin mezar yeri ile ilgili sorgulama isim, soyadı ve
doğum tarihi gibi verilerden birine göre yapılabiliyor.
Sorgulama sonrasında bilgisayar sistemi aranan kişinin detaylı
adres (krokisi) bilgilerini içeren bir rapor halinde hazırlıyor.
Ziyaretçi isterse raporu alarak arayıpda bir türlü bulamadığı
mezar yerini gelişen teknoloji sayesinde anında bulunabiliyor.
Projenin temeli veri bankasına tüm verilerin girilmesi ve
mezarlığın bölümlere ayrılıp isimlendirilmesine dayanıyor.
Projeyi geçtiğimiz yıllarda Ankara Belediyesi Karşıyaka
Mezarlığı’nda hayata geçirdi.
Bir toplumun yaşayan vatandaşları kadar ölen
vatandaşlarına gösterdiği saygı ve verdiği önem bir gelişmişlik
göstergesidir. Mezarlık Bilgi Sistemi (e-mezarlık), özellikle
arife günlerinde yapılan mezarlık ziyaretinde bulunamayıp da
ziyaret edilemeyen mezarlıklara çözüm sunuyor. Bolvadin gibi
dışarıda yaşayan hemşehrilerimizin çok olduğu bir ilçede bu
projenin hayata geçirilmesi çok faydalı olur. Fazla maliyet
gerektirmeyen hatta üniversite belediye işbirliği ile yapılıp diğer
il ve ilçelere satılabilecek projenin önü açıktır. Tabi her işi
yaptık sıra ölenleri bulmaya mı geldi diyenler olabilir. Fakat
dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri takip etmek hakkımız
değil mi? İlçeleri bırakın, köylerin bile internet sayfasına sahip
olduğu bu çağda teknolojik gelişmelere duyarsız kalmamak
gerekiyor. (Bolvadin Yenises Gazetesi, Sayı: 528, 12 Haziran
2003)
286
KADİM KENTE YENİLİK GETİRMEK
BOYNUMUZUN BORCUDUR
Düşünmek kolay, yapmak zordur.
Dünyanın en zor işi düşünüleni yapmaktır.
Johann Wolfgang von Goethe
Bilgi ve teknolojik gelişmelerin hiçbir engel tanımadığı
günümüzde dünya hızlı bir şekilde değişiyor. Böyle bir dünyada
hemen hemen hiçbir şey aynı kalmıyor. Bolvadin, Anadolu’nun
en eski yerleşim yerlerinden birisi ve yaklaşık 10.000 yıllık
geçmişi var. Bolvadinliler olarak şunu sorgulamalıyız. “Böyle
değişen bir dünyada aynı mı kalmaya devam edeceğiz yoksa
diğer ilçeler gibi gelişecek miyiz?” Ben Bolvadin’de hiçbir
kimsenin bu soruya olumsuz cevap vereceğini düşünmüyorum.
Gelişmenin yolu, farklı fikirleri tartışmakla oluyor. Bugünün
gelişmiş ülkeleri sadece kişi başına düşen milli gelirin yüksek
olmasından değil, farklı fikirlere açık ve bu fikirleri
tartışabildikleri için bu durumdalar.
24 Eylül Gazetesinde uzun zamandır çeşitli konularla ilgili
yazılar yazmaktayım. Yazılarımı ana konular açısından
girişimcilik, yönetim, kişisel gelişim, eğitim ve memleket
meseleleri yazıları diye gruplandırabiliriz. Genel olarak “Bu
memlekette yeni olarak neler yapabiliriz?” Sorusuna odaklanmış
durumdayım.
Peki bu kadim kente yenilik getirmek kimlerin görevidir?
Kadim kente yenilik getirmek sadece Bolvadin’i yönetenlerin
değil, hepimizin görevidir. İşte bu sebeple de hepimizin kadim
kente yenilik getirmek boynumuzun borcu diye düşünüyorum.
Bir düşünsenize 1 Haziran 1914 yılında, Bolvadinliler Osmanlı
Döneminin ilk özel bankalarından olan "Bolvadin İktisadi
Osmani Bankası"nı kurmuşlar. Demek ki bu kadim kentte
zamanında ciddi yenilikler de olmuş. Önemli olan bugün
Bolvadin’e yakışan yenilikleri getirebilmektir. Örneğin bu
kadim kentte bir simitçi, simit sarayı kurmayı düşünmeli. Bunu
o simitçi yapamıyorsa başka bir iş adamımız simit sarayını
yapabilmelidir. Bir market bir alışveriş merkezinin kurulmasını
düşünülmeli bunu o yapamıyorsa kadim kentin bir yiğidi çıkıp
bunu yapmalıdır. Bunun yanında Bolvadinli eğitimcilerin de eli
287
kaleme varmalı ve bu eğitimciler düşüncelerini yazmalıdır. Bu
memleket ancak bu şekilde gelişebilir. Çünkü kadim kente
yenilik katabilmenin bir yolu da yeni fikirler üretip bunu
korkusuzca ve kimseyi kırmadan yazmaktan geçiyor. Maalesef
ilçemizde çoğu sohbette çok güzel fikirlere sahip insanlarla
tanışıp memleket meseleleri hakkında konuşuyorum. Onlardan
güzel bir fikir duyduğumda “Bu fikirleri neden yazmıyorsun?
Bu harika bir fikir.” diyorum. Fakat genelde cesaret
edemediklerini üzülerek görüyorum. Ben Bolvadin’in konuşarak
değil yazarak gelişeceğini düşünüyorum. Siz de bilirsiniz ki
“Söz uçar, yazı kalır.” Hatta çok sevdiğim bir söz var:
“Yeryüzünde söylenmeyen söz kalmadı bunlardan kaçı
anlaşıldı?” Bolvadin’le ilgili düşünceleri yazmak büyük önem
taşıyor. İnsanların düşündüğü fikirleri yazmaya cesaret edemiyor
olmalarını bir Bolvadinliye yakıştıramıyorum.
Sonuç olarak; kadim kente yenilik katmalıyız. Bu her alanda
olabilir. Sporda da, ticarette de, eğitimde de ve hatta siyasette de
yenilik katmalıyız. Fakat asıl yeniliği yepyeni fikirler üreterek
yapmalıyız. Tek şartla birbirimizi üzmeden, birbirimizi
kırmadan fikirlerimize saygı göstererek. Kadim kentimizin
yeniliğe ihtiyacı çok. Çünkü dünyada başka bir Bolvadin yok.
(24 Eylül Gazetesi, Sayı: 542, 8 Kasım 2010)
288
STATÜKO VE DEĞİŞİM NEDİR?
Yaşadığımız yüz yılı bu kadar enteresan hale getiren tek
gerçek “değişim” kavramıdır. Değişim bu yüzyıla damgasını
vuran tek değişmezdir. Bu gerçeklere rağmen, genellikle doğu
toplumlarında değişim geç algılanır ve geç gerçekleşir.
Değişime liderlik edememek ve değişime hep seyirci kalmak
doğu toplumlarının kaderidir. Bunun tek istisnası ise
Japonya’dır. Japonlar doğulu olmalarına rağmen değişimi
anlamışlardır. Bunun yanında dünyanın en kötü coğrafyasına
sahip olmalarına rağmen değişime liderlik etmişlerdir. Peki
nedir statüko? Nedir değişim?
Statüko, bir alışkanlık halidir.
Statüko, bir hastalıktır. Hem de tedavisinin değişim olduğu;
zamanında müdahale edilemez ise sonucun ölüm olacağı
hastalıktır.
Statüko, kolaya kaçmaktır.
Statüko, körü körüne bağlılık halidir.
Statüko, teslimiyetçilik halidir.
Statüko, başkalarını takip etmektir.
Statüko, boyun eğmektir.
Statüko, doksanıncı dakikada gol yemektir.
Statüko, fazlalıktır.
289
Statüko, problemdir.
Statüko, yolara taş koymaktır.
Statüko, taşları eteğine toplamaktır.
Statükocular, dinozorların kendisidir. Fakat nesillerinin
tükendiğine hala inanmazlar.
Değişim, eski alışkanlıkları terk etme halidir.
Değişim, bir başkaldırıştır.
Değişim, sancılıdır.
Değişim, acılıdır.
Değişim, zor olanı seçmek ve bu yolda gitmektir.
Değişim, gerekliliktir.
Değişim, zorunluluktur.
Değişim, taşın altına elini sokmaktır.
Değişim, doksanıncı dakikada gol atmaktır.
Değişim, çözümdür.
Değişim, yapmasını ve yakmasını bilmektir. Bazen, çölde Hz.
Nuh gibi gemi yapmak; bazen, Tarık Bin Ziyad gibi denizde
gemileri yakmaktır.
Değişimciler, statükocuların baş belasıdır. Çünkü
yaptıkları ya da yapacakları işin, yanlış olduğunu düşünürler.
Statükocuların dayanak noktası ya da güvenceleri ise geçmiş ya
da bugündür. Statükocuların bir şekilde başarılı olması, zaten
problemin ne kadar çetrefilli olduğunu göstermektedir. Fakat altı
çizilmesi gereken nokta ise, gelecekte statükocu düşünce ile
başarı yakalanamayacaktır. Başarı için hatta daha radikal bir
tabirle hayatta kalmak için, değişim şarttır. Siz statükoculukta
ısrar edin, çünkü mezarlıklar vazgeçilmez insanlarla dolup
taşmıştır! Buna rağmen çevrede pek çok statükocu kişiler vardır.
Onlar gemileri yapılması yerde de yakarlar, yakılması gereken
yerde ağlarlar. Onlar dünün doğrularıyla yarını bulmaya
çalışırlar. Taşın altına ellerini de sokmazlar. İşte statüko budur
ve onlara göre hayatın özünde de bu vardır. (24 Eylül Gazetesi,
Sayı: 485, 5 Ekim 2009)
290
2023’E DOĞRU BOLVADİN’DE GELECEĞİN İŞLERİ
Gelecekte bir gün gelecek.
Üretim yönetiminde ürün yaşam eğrisi konusu vardır. Tıpkı
insanlar gibi ürün ve hizmetler hatta işletmeler doğar, büyür ve
nihayet ölür. Müşteri ihtiyaçlarının yerini zamanla başka
ihtiyaçlar alır. Ürün yaşam eğrisi kavramı, ürünün satış
tarihçesini grafik olarak gösteren bir kavramdır. Aşağıdaki
şekilde gösterildiği gibi ürün yaşam eğrisi temel olarak dört
aşamadan oluşur: Bunlar giriş (sunuş-tanıtma) dönemi, gelişme
dönemi, olgunluk dönemi ve gerileme dönemidir. Bu eğri
üzerinde ürün hareket ettiğinde, rekabet, dağıtım, fiyatlandırma,
tutundurma ve pazar bilgisiyle ilgili stratejilerin periyodik olarak
değerlendirilmesi ve muhtemelen değiştirilmesi gereklidir. Ürün
yaşam eğrisini kullanmakla girişimciler, kârlı olabilecek ürünleri
daha iyi hale getirerek ürünün varlığını sürdürmesini
sağlayabilir, kârsız ürünleri ise piyasadan çekebilirler. Peki bu
bilgiler ışığında Bolvadin için neler söyleyebiliriz?
Gıda sektöründe işlerini adam akıllı yapanlar iyi yol kat
edecekler. Yine bu alanda bilinen markalar Bolvadin’e gelecek.
Gıda sektöründe müthiş potansiyel var. Bugün bu paranın %
80’i Bolvadin’de kalıyorsa gelecekte bu mümkün olmayacak.
Başka bir ifadeyle gelecekte Bolvadin’de BİM gibi ama
perakende yerine restoran işi yapan firmalar artacak. İlk dalga
çiğköfte işini yapanları sayabiliriz. (Adıyaman, Cesa, Komagene
ve yakında beşincisi geliyor.)
Bakkallar bir bir kapanıp piyasada ulusal marketler şubelerini
daha da fazla artıracaklar. Bugünkü gıda perakendecilerinin
yerini pazarda (Migros, BİM, DiaSA, A101) alıyor. Bu yüzden
yerli perakendeciler ya büyüme yolunu ya da pazardan çekilme
kararını alacaklar.
Hırdavatçıların yerini pazarda Tekzen, Koçtaş, Pratiker ve
Bauhaus gibi perakendeciler alacak. Bunların Afyon’da açılması
Bolvadin’i de derinden etkileyecek.
Bilgisayar sarf malzemeleri satanların yerini teknolojik ürünler
satan firmaların şubeleri açılacak.
Sarrafların yanında pazarda sadece marka ürünler satan Favori,
Goldaş ve Atasay gibi firmaların şubeleri açılacak.
291
Franchising tarzında girişimler artacak. (Çünkü bu işlerde işin
batma ihtimali % 5 iken, kendi kurduğunuz işlerde batma
ihtimali ilk yıl %50)
İnternet kafelerin önemi azalacak. Bunlar önce duraklama
ardından çöküşü yaşayacaklar. Çünkü internet her yerde olacak.
Örneğin müşteriler cep telefonunda ya da evinden internete
uygun fiyata girebilecek. Bunu zaten yaşıyoruz.
Reklam işini iyi gören iyi para kazanacak. Bilbord reklam işini
kurumsal anlamda yapana iyi para bırakacak.
Kahvehanelerin yerini konsept kafeler alacak.(Kahve Dünyası
ve Starbucks gibi firmalar gittikçe yayılıyor.) Bu trend şimdi
illeri etkiliyor dolaylı olarak ilçemizi de etkileyecek.
Canlı müzik yapan kafeyi ilk açan iyi para kazanacak.
Lokumun anavatanı diye bildiğimiz ilçemizde bu alanda yatırım
yapanlar da kazanacaklar.
İlk yüzme havuzunu yapan bu alanda başarılı olacak.
Emirdağ’ında bu işi yapanların sayısı ikiye yükselmiş.
İlk A sınıfı düğün salonunu açan kişiler ilerde çok iyi para
kazanacaklar.
Ve tabii ki e-ticarette niş bir alanı yakalayanlar da bu alanda
kendisinden sıkça söz ettirecekler. Sonuç olarak müşteri
ihtiyaçlarını ilk görenler ve risk alanlar köşeyi dönecek.
Unutmayın riske girmeden gelecek şekillendirilemez. (24 Eylül
Gazetesi, Sayı: 640, 24 Eylül 2012)
292
11
RÖPORTAJLAR
293
Bu röportaj
yayınlanmıştır.
www.bolvadinliler.com’da
2006
yılında
Ali Başpınar: Sayın Çakırer, bildiğimiz kadarıyla Bolvadin
Sağlık Meslek Lisesi mezunusunuz. Buna rağmen -çoğu meslek
liselinin yaptığı gibi geri çekilmeyip- eğitiminizi en üst seviyeye
çıkarma gayretini gösterdiniz. Meslek Liseli olmak eğitim
hayatında zor oldu mu?
Evet 1994 yılında Bolvadin Sağlık Meslek Lisesinden mezun
oldum. 1995 yılında Kütahya’da hem sağlık memurluğu yaptım
hem de yüksek öğrenimimi tamamladım. O tarihte meslek liseliler
katsayı problemi yaşamıyordu. Fakat bir çok görmediğimiz temel
dersler vardı. Tabi ki bunun sıkıntısını yaşadım. Fakat hem çalışıp
hem okumak beni hayata daha iyi hazırladı. Hayatın zorluklarını
insan görünce daha da hayatın özünü kavraya biliyor. Bir
Bolvadinli içinde hayat minareyi kaybedince başlıyor.
Ali Başpınar: Bu kitap herkese hitap ediyor mu?
Evet bu kitap ülkemizdeki her kesime hitap ediyor. Teorik
çalışmadan ziyade yaşadığımız hayattaki gelişmeleri ve hayatı
nasıl algıladığımızı ifade ediyor. Gerek hayatta gerekse iş
dünyasında pek çok kişi başarıyı ister fakat başarıya pek çok kişi
ulaşamaz bu sebeple her kesimin okumasında fayda görüyorum.
Maalesef anne ve babalar bizi girişimciliğe değilde memuriyet
294
mesleğine şartlandırıyor. Ülkemizdeki pek çok
ilköğretim
öğrencisine
gelecekte hangi mesleği yapacaksın diye
sorduğumuzda cevap polislik, doktorluk, askerlik, öğretmenlik
cevabının dışına maalesef çıkamıyor. Bence başarıyı merak eden
ve yakalamak isteyen her kişi okumalı.
Ali Başpınar: Peki Bolvadindeki girişimcilik faaliyetlerini nasıl
buluyorsunuz?
Küreselleşme dünyayı küçük bir köy haline getirdi. Dünyanın her
hangi bir bölgesindeki gelişme her yeri etkileyebiliyor.
Bolvadin’de küreselleşmenin etkisi altında kalıyor. Bu etki başka
şehirlere göre az olsada Bolvadin’deki işletmeleri derinden
etkiliyor. Fakat girişimcilerin bunun farkında olduüunu
sanmıyorum. BİM marketlerinin Bolvadin’e yatırımı marketler
tarafından kendilerini etkilemiyeceklerini düşündü. Fakat üzülerek
söylemeliyim ki derinden etkiledi. Yine üzülerek söylemeliyim ki
Bolvadin’deki işletmeler babadan öğrenilen yöntemlerle
yönetiliyor. Bence bundan daha büyük bir yanlışlık olamaz. Yine
girişimciler bir yatırım yaparken yeterli araştırma yapmadan
yatırım yapıyorlar. Yapımı tamamlandıktan sonra satılan un
fabrikası buna örnektir. Bence Bolvadin çok önemli bir pazar.
Fakat bunu yerli girişimciler fark etmiş durumda değil. Ne zaman
yabancı yatırımcı girecek o zaman gerçekler anlaşılacaktır. Migros
veya başka bir perakendecinin yatırımı piyasayı derinden etkiler.
Şimdiki işletme sahiplerinin de çocukları buralarda ancak işçi
olabilir.
Ali
Başpınar:
Bu
kadar
rağbet
göreceğinizi
bekliyormuydunuz?
Türkiye’de kitap maalesef az okunuyor. Kitap okuma oranı bir
ülkenin gelişmesiyle doğru orantılıdır. Japon’ya da yılda yirmialtı
kitap okunurken ülkemizde ise altı vatandaşımız ancak bir kitap
okuyor. Kitabımın iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum.
Ilerleyen yıllarda yani baskılarının geleceğini düşünüyorum. Zaten
kısa sürede ikinci baskısı gerçekleşti. Çok yakında da üçüncü baskı
gerçekleşecek. Anlatımın akıcı olması ve çekici örnekler kitabı bir
295
anda okunmasını sağlıyor. Bu yönde okuyucularımdan olumlu
eleştiriler alıyorum.
Ali Başpınar: Gençlerin en büyük korkusu işsizlik.Girişimcilik
biraz da sermayeye bakmıyor mu? Asgari ücretli işe razı olan
gençler nasıl girişimci olacaklar?
İşsizlik kesinlikle ülkemizin en önemli problemidir. Girişimcilik
ise bu problemi önleyecek tek seçenektir. Girişimcilik için sermaye
tabiki gerekiyor fakat bir girişimci yoksa değişen hiçbir şey olmaz.
Japonya dağlık, deprem bölgesi ve doğal kaynakları olmadığı halde
dünyanın ikici büyük ekonomiye sahip olması bence girişimciliğin
en güzel örneğidir. Sorunuza gelecek olursak zaten girişimciler
asla asgari ücrete razı olmazlar. Asgari ücrete razı olanlar da
girişimci olamaz. Girişimciler zor, çetin ama gidilmesi gereken
yolu tercih ederler. Bu yolda garantili kazaç yoktur, hesaplabilen
riskler vardır. Kaldı ki hem ülkemizde hem de ilçemizde
sermayesi olup girişimciliğin olmadığı bir çok örnek vardır. 200
milyara dükkan alıp üç aydır iyi bir iş fikri olmadığı için boş
bekleten biri bence girişimci olamaz.
Ali Başpınar: Ben üniversiteden mezun olduğumda bir anda
boşlukta hissettim kendimi. Ben onlarca kişiyi şu anda benzer
şekilde görüyorum. Bu kadar kalifiye insan bir potansiyeldir
ülkemiz için değil mi? Bu kitap bu durumdakilere de bir
motivasyon kitabı anladığım kadarıyla.
Hayatın özünde hatalar ve zorluklar var. Bunlar olmazsa zaten
başarılarda gelmez. Bu zorlukları hepimiz yaşadık sanıyorum. Tabi
en büyük sıkıntıda bizleri iyi birer yönlendiren ufkumuzu açan
kişiler olmadı. Hayatı belli bir dönem piyango tadında yaşadık.
Lisede çok zeki olup ÖSYS’da Türkiye derecesi beklediğimiz fakat
sıradan hayat yaşayan pek çok arkaşadışım var. Demek ki iyi
yönlendirmeye ve bizi bu yönde motive edecek kişilere ihtiyacımız
var. Kitabımın okuyucularıma motivasyon yönünde de faydalı
olacaşını düşünüyorum.
296
Ali Başpınar: Sitemizi takip ediyormusunuz?
Bence siteniz güzel bir alana hitap ediyor.Böyle bir işi başardığınız
için ne kadar teşekkür edersek azdır. Memleketinden uzak olupta
sayenizde bilgi ve iletişim sağlsyan nice hemşehrilerimiz var.
Fakat bence artık sanal alemdeki oluşumlar gün yüzüne çıkmalıdır.
Nitekim bunun başarılı örneklerinide görüyoruz. Bence her
Bolvadinlinin memlekete bir şeyler vermesi gerekir. Sadece
Ramazan ayında aç insanların karnını doyurursak onbir ay bu
kişiler yine aç gezer. Bu sebeple insanlara balık tutmayı öğretmek
gerekiyor. Sonuç olarak sitenize projeler üretmede büyük bir iş
düşüyor. Bence Bolvadinlikerin en büyük ihtiyacı dev bir vakıf
kütüphanesi. Eğer böyle bir olşum yapılırsa ilçemizde eğitimde
devrim yapılır. Böyle bir proje başlatıla bilinir.
Ali Başpınar: Sayın Çakırer, vaktinizi bize ayırdığınız için çok
teşekkür ederim.
İlginiz için ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar
dilerim.
297
YETENEĞİNİ PAZARLAYAMAZSAN
HİÇBİR ZAMAN İŞ BULAMAZSIN
Doğru bir pazarlama stratejisi uygularsanız dilediğiniz şirkette
çalışma
imkanına
kavuşabilirsiniz.
Selin
Güler,
www.yeniasir.com.tr, (09 Aralık 2009)
Lider Gişimcinin Yol Haritası', 'CEO Olmaya Götüren
Sözler', 'Lider Öğretmen' ve 'Yetenek Pazarlama ve İş Bulma
Sanatı' kitaplarının yazarı olan ve çeşitli üniversitelerde yetenek
pazarlama ve lider girişimcilik konularında eğitimler veren
Mehmet Akif Çakırer'le yeteneklerimizi pazarlama ve iş bulma
konularında konuştuk. Üniversiteden her yıl binlerce öğrencinin
mezun olduğunu ancak bu öğrencilerin kendilerini iş dünyası için
yeterince hazırlayamadıklarını belirten Çakırer; "Mezun
öğrencilerim beni en çok iş müracaatlarında neler yapmaları
gerektiği konularında arıyor. Kitap yazmamın en önemli nedeni de
öğrencilerin iş ararken ciddi bir rehbere ihtiyacı olduğudur" dedi.
Kapak atmak
Yetenek pazarlamayı; 'kişinin yatkınlığına bağlı olarak bir işi
başarma ve amaca uygun olarak sonuçlandırma becerisini
şirketlere sunabilmesi' olarak tanımlayan Çakırer, "Yani bir kişinin
becerilerini ticari ya da faydalı hale getirebilmesidir. Birey sahip
298
olduğu beceriyi ticari hale getiremezse iş dünyasında istediği yere
gelemez. Yetenek pazarlama anlayışının hareket noktası bir şirkete
kapak atmak değil, işgücü alımına firmaların bakış açılarıyla
bakabilmek
ve
ihtiyaçlarını
görebilmektir"
dedi.
Yetenek pazarlamada kendini tanımanın önemine değinen Çakırer,
"Kendini yeterince tanıyamayan biri yeteneklerini bilemez. Yunus
Emre de "İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini
bilmezsin ya nice okumaktır" diyordu. Bireyin kariyerinde de
kendini bilmesi önemlidir. Bu sebeple iş arayanlar kişisel SWOT
analizini yapmalıdır" diye konuştu. Şirketi tanımanın da iş
arayanlara yarar sağlayacağına değinen Çakırer şeyle konuştu:
"Pek çok kişi iş görüşmelerine şirket hakkında bilgi edinmeden
gider. Oysa günümüzde hiç bir işletme sadece özgeçmiş gönderen,
maaşı düşünen, katma değeri olmayan çalışana sahip olmak
istemez. İşletmeler, şirketi iyi gözlemleyen, şirket için projeleri
olan çalışan hayal eder. Bu sebeple özgeçmiş yazmakla uğraşmak
yerine çalışmayı düşündüğünüz şirketlerin bir listesini yapın.
Listelediğiniz şirketlerin rakiplerini analiz edin. Bu şirketlerin
SWOT analizini, ürünlerini rakiplerini, rakiplerin ürünlerinin
listesini çıkartın."
Kazanma savaşı
Günümüzde başarılı kişilerin kendilerini şirketlere
kabullendirmek için pazarlamadan yararlandıklarını anlatan
Çakırer; "Pazarlamanın sadece işletmelerin yaptığı bir uygulama
olduğunu düşünmek çok ciddi bir yanılgıdır. Pazarlama yapan
kişiler rakiplerine göre oldukça avantajlı konuma geliyor.
Günümüzde pazarlamacıların iddiası şudur: 'İyi sunulmayan güzel;
çirkinden farksızdır.' Bu nedenle iş ararken, pazarlamanın temel
bileşenlerinden biri olan etkileyici sunumda görsellik ve imaj
büyük önem taşır. Eğer doğru bir pazarlama stratejisi uygularsanız
dilediğiniz şirkette çalışma imkanına kavuşabilirsiniz" diye
konuştu. "Pazarlama müşterilerin beyinlerini kazanma savaşıdır"
diyen Çakırer, yetenek pazarlamanın, firmaların beyinlerini
kazanma savaşı olduğunu söyledi ve ekledi: "Bu sebeple her firma
için onlara özgü özgeçmiş ya da projeler geliştirmek doğru
pazarlama stratejisini oluşturur. Günümüzde bazı firmalar iş
299
ilanlarında 'şirketimizle ilgili projelerinizi gönderin' diye ilan
veriyor. İş müracaatlarını firmalara göre, sektörlere göre ve iş
ilanına göre farklılaştırmak gerekiyor. Bundan binlerce yıl önce
Çin'de yaşayan bilge Sun Tzu şöyle söylüyordu: 'Düşmanı ve
kendini tanı, yüz savaşta tehlike yaşamazsın. Düşmanı tanımaz,
kendini tanırsan kazanma ve kaybetme şansların eşittir. Eğer hem
düşmanı, hem de kendini tanımazsan, her savaşta kesinlikle
tehlikedesin demektir.'
Eğer Sun Tzu bugün yaşasaydı iş arayanlara aynen şunları
söylerdi: 'Şirketi ve kendini tanı, hiç bir iş müracaatında kötü
sürpriz yaşamazsın. Şirketi tanımaz, fakat kendini tanırsan işi riske
edersin. Eğer hem şirketi, hem de kendini tanımazsan, iş aramaya
devam edersin.' İş arayan gençlerimiz kendilerini mümkün
olduğunca farklılaştırabilmelidir. Şirketler ne diploma ne de
sertifika peşinde, şirketler yetenek peşinde." İş dünyasında
başarının doğru üniversitede doğru bölümü bitirmek, doğru
arkadaşlarla birlikte olmak ve doğru sertifikaları almakla ilişkili
olduğunu belirten Çakırer; "Bunlar kariyer yaşamınızda size
yardımcı olur, ancak sizi zirveye çıkarmaz. Yetenek
pazarlamasında başarı tamamen doğru bir stratejiye sahip olmakla
ilişkilidir. Çünkü bu strateji kariyerinizde yönünüzü belirler,
kariyer planınızı zorunlu kılar, şirketlerle nasıl iletişim kurulması
gerektiğini söyler, yine size hangi yeteneklerinizin üzerine
odaklanmanızın gerektiğini söyler. Bu stratejiyi ne kadar iyi
anlarsanız, başarı için gereken doğru hamleleri gerektiği gibi
uygularsınız. Gerçek şu ki; eğer başarılı olmak istiyorsanız bu
rekabet ortamında düzgün bir pazarlama stratejisi içermeyen bir iş
müracaatı ne kadar başarılı yapılırsa yapılsın başarısız olur" dedi.
Hayalleriniz olsun
Yetenekleri değerlendirebilmek için ticari hale getirilmesi
gerektiğini anlatan Çakırer; iş dünyasında hiçbir işletmenin işine
yaramayacak yeteneğin para etmeyeceğini anlattı ve ekledi:
"Ülkemizde maalesef çoğu kişi yeteneğine göre iş bulamıyor.
Böyle bir iş bulamadığı için de hayatta ciddi sıkıntılar yaşıyor.
Herkes yeteneğine göre iş bulamaz, ancak yeteneğini
pazarlayabilenler istediği işe sahip olur. "Kişi çok yetenekli de olsa
300
bu yeteneğini gösteremiyorsa iş bulamaz" diyen Çakırer, "Maalesef
ülkemizde olağanüstü yeteneklere sahip olduğu halde sıradan hayat
yaşayan pek çok kişi var. En büyük sıkıntıları yeteneklerini
pazarlayamamalarıdır" dedi. Gençlere de önerilerde bulunan
Çakırer, "İşsizlik rakamlarına rağmen gençlerimizin pozitif
düşünmelerini istiyorum. Kendilerini sürekli geliştirenler çok iyi
yerlere gelecektir. Ülkemizde yetişmiş eleman sıkıntısı var.
Bunların yanında gençlerimiz kısa yolan köşeyi dönme
düşüncelerini bir kenara bırakmalılar. Gelecekleriyle ilgili
hayallere sahip olmalılar" diye konuştu.
Şirketler kadın gibi düşünür
"Şirketler kadınlar gibi düşünür" diyen Çakırer, "Aslında pek
çok yönden her işletme kadınlara benzer" dedi ve ekledi:
"İşletmeler kadınların düşünce yapısına sahip. Nasıl kadınlar
evlenmek için çocuğuna en iyi baba olabilecek erkeği seçerse,
şirketler de kurumu amacına ulaştırabilecek en iyi adayı seçer.
Nasıl bir kızı bin kişi ister bir kişiye nasip olursa bugün de bir
işletmeye binlerce iş müracaatı oluyor ve işe girmeyi başaran
ancak bir kaç kişi oluyor. İşsizliğin temelinde şirketlerle, iş
arayanların farklı düşünmeleri neden olmaktadır. Bugün pek çok
üniversite mezunu işsizlikten, buna karşın pek çok şirket de aradığı
kalifiye elemanı bulamamaktan şikayetçi."
301
Mehmet Akif Çakırer, İnsan Kaynakları Yönetimi sitesi
www.hemenisara.com’un ekim ayı röportaj konuğuydu. Bu
röportajı sizlerle paylaşmak istiyoruz. (5 Mayıs 2011)
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Bolvadin Meslek Yüksek Okulu
öğretim görevlisi Mehmet Akif Çakırer ile insan kaynakları üzerine
konuştuk.
1-Mehmet Bey öncelikle okuyucularımıza kısaca
tanıtır mısınız?
kendinizi
Afyon Kocatepe Üniversitesi, Bolvadin Meslek Yüksek Okulu’nda
öğretim görevlisi olarak çalışmaktayım. Ayrıca Lider Girişimcinin
Yol Haritası, İşletme Yönetimi, Yetenek Pazarlama ve İş Bulma
Sanatı, Lider Öğretmen, ve CEO Olmaya Götüren Sözler kitabının
yazarıyım.
2-Çalışma alanı olarak neden İnsan Kaynaklarını seçtiniz? Sizi
302
bu alana yönelten faktörler nelerdir?
Gelişmiş ülkelerde İK’nın yerini Yetenek Yönetimi aldı.
Gelecekte
ülkemizde
Yetenek
Yönetiminin
öneminin
anlaşılacağını düşünüyorum. Birde ülkemizde en büyük
sıkıntılardan birinin yetenekleri keşfedememe sorunu olduğunu ve
bunun yanında bir şekilde ortaya çıkan yeteneklere sahip
çıkamadığımızı düşünüyorum. En önemli faktörler bunlardı.
3-Günümüzde insan kaynaklarının bulunduğu nokta ve
şirketler açısından taşıdığı önem üzerine görüşleriniz nelerdir?
İnsan kaynakları şirketler için hayati derece önemli bir departman
fakat istisnaların dışında ülke olarak insan kaynaklarının öneminin
farkında değiliz. Gelişmiş ülkeler İK’dan Yetenek Yönetimine
geçtiler. İşletmeler yetenekleri kadar başarılı, yetenekleri kadar
rekabet avantajına sahipler. Günümüzde iş hayatında rekabeti
yetenekler belirliyor. Aynı durum ülkelerin rekabeti için de
geçerli… ABD bugün beyin göçü ile yetenekleri toplayabiliyorsa
yetenek yönetiminin önemini fark etmiş olmasından
kaynaklanıyor. Bakın Bill Gates diyor ki: “Bizim en iyi 20
insanımızı alıp götürün, elimizde hiçbir şey kalmaz.” Ülkemizdeki
işadamları ya da yöneticiler ise “bana bir şey olursa bu şirket
mahvolur.” diye düşünüyor. Yani yetenek yönetimini bırakın “One
Man Show” dediğimiz tek adamlılık durumu… Kısacası Yeteneği
yönetemeyen şirketler bunun bedelini çok ağır ödeyecekler.
4-İş yaşamını bütün olarak ele aldığımızda bir ürün veya
hizmetin pazarlanması dışında iş yaşamının aktörleri olan
çalışanların kendileri ile ilgili tecrübe ve yeteneklerini
pazarlaması da öne çıkmaktadır. Bu bağlamda “Yetenek
Pazarlama ve İş Bulma Sanatı” adlı kitabınızda, çalışanların
kendi yeteneklerinin farkına varması ve kariyerlerine etki
etmesi için bu yeteneklerini nasıl yönlendirebilecekleri
hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Yetenek Pazarlamadan bahsedebilmemiz için bireyin kendini
tanıması gerekir. Kendini tanımayan ve kendinin farkında olmayan
303
biri nasıl kendini ifade edebilir. İşte bu sebeple yeteneğini
pazarlamak isteyen kişi kendine SWOT analizi yapmalıdır. SWOT
analizi ile birlikte birey kendini daha iyi ifade edebilecektir. Zaten
iş görüşmesinde İK uzmanın size soracağı sorular sizin SWOT
analiziniz çerçevesinde gelişecektir. Bunun yanında uygun network
oluşturmakta oldukça önemli bir konuyu ifade ediyor. Güçlü
ilişkiler geliştirmede yetenek pazarlamanın başka bir boyutudur.
Bir de benim ifade etmek istediğim bir durum var. İş arayanlar
mülakatlarda çok tutarsız davranıyor. Örneğin şirketi, ürünü,
departmanını araştırmalı kısacası iş müracaatı yaptığı firmanın
ciddi bir SWOT analizini çıkartmalı. Şirkete, ürüne ya da sektör
ilgisi olmayan sırf müracaat etmek için form doldurmuş birine
nasıl güvenip işi emanet edebilirsiniz. Bence ülkemizdeki iş
arayanların kaçırdığı en büyük fırsat şirketlere proje göndermek
yerine CV göndermeleridir. Şirketlere proje oluşturan adaylar ciddi
bir rekabet avantajı elde ediyorlar. İlgili bir aday tüm bu ince
noktalara dikkat etmelidir. Bir de bu kitabı iş arayanlara şiddetle
tavsiye ediyorum. Kısacası eski yöntemlerle işe giremezsiniz.
Şirketler yeteneğini pazarlayabilen kişileri arıyor.
5-“Nasıl Daha İyi Staj Yapabilirim?” başlıklı yazınızda
kurumsallaşmış şirketlerde hakkını vererek yapılan stajların
üniversite
öğrencilerine
ciddi
katkı
sağladığından
bahsetmiştiniz. Peki, bu durum üniversite öğrencilerine ne gibi
katkılar sağlamaktadır?
Öğrencilerimiz üniversitede hangi bölüm okurlarsa okusunlar en
büyük sıkıntıları gerçek hayattaki uygulamaların için de
olmamalarıdır. İşte bu nedenle öğrencilerimizin teorik bilgilerinin
yanına pratik bilgileri de koyabilmeleri için şiddetle onların staj
yapmalarına ihtiyacı vardır. Staj eğer hakkı ile yapılırsa ciddi bir
tecrübede kazanılmış olur. Bunun yanında stajda iyi performans
gösteren pek çok öğrenci iş teklifi alabiliyor. Başka bir ifadeyle
şirketlerde eline iyi kumaş geçince bunu değerlendirmek istiyor.
Fakat çoğu gencimiz stajı bir zorunluluk olarak gördüğünden
stajlar amacına ulaşamıyor. Stajyer öğrencinin isteği ve azmi bir
304
şekilde firma yetkilileri tarafından fark ediliyor.
6-Sizce iş arayan gençlerin dikkat etmesi gereken konular
nelerdir? Onlara ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
Öncelikle iş arayan gençlerin ülkemizde en büyük problemi onların
tecrübesiz olmasıdır. Bu sebeple iş arayan gençler ilk kez işe
gireceği durumda ücret konusunda çok katı tutum sergilememeli.
Özellikle ilk iş deneyimini bir öğrenme süreci olarak görmelidir.
Çünkü iş deneyimi olmayan gençler iş bulma sürecini uzatıyor. Bu
da gereksiz stres ve kariyer kaygısına neden oluyor. Bu sebeple
deneyim kazanmaya öncelik vermeliler. Bunun yanında iş hayatın
da gençlerimizin en büyük beklentisi işin masa başı olması.
Gençlerin masa başı iş yerine sahada olması ve bu yaşlarda sahada
mücadele etmesi gerekir. Zaten ilerleyen yaşlarda yöneticilik
pozisyonu gibi yerlere gelmesi kuvvetle muhtemeldir.
7-Birçok insan günümüzde oldukça popüler olan sosyal
paylaşım sitelerine iş bulabilmek için üye oluyor. İş arayan
kişiler sosyal paylaşım platformlarının iş bulma konusunda
yardımcı olduğu kanısında. Bu konuda siz neler
düşünüyorsunuz?
Gelişen teknoloji her alanda olduğu gibi iş bulma konusunda da
geçerli. Günümüzdeki iş alanlarının yarısının son otuz yılda
olduğunu düşünürsek gelecekte her alanda teknolojinin payı daha
da artacak. Ben bu trendin daha da artacağını düşünüyorum. Bunun
yanında iş arayan elemanın sosyal medyadaki durumu da önemli.
Düşünsenize kendi isim ve soyadından oluşmayan tuhaf bir mail
adresi kullanan kişi nasıl bir firmanın güvenini sağlayabilir. Sosyal
medyada insanlar gerçek hayatlarındaki gibi olmalılar. Dijital
ortamda veriler bir şekilde saklandığından ve gizli kalmadığından
kötü bir sürprizle karşılaşabilirler. Patronu ya da kurumu hakkında
sosyal medyaya negatif yazılar yazan birinin müracaat ettiği şirket
hakkında da kötü şeyler yazabileceği düşünülür. İş arayanlara
önerim: sosyal medyada kendiniz olun bunun yanında ifadelerinize
dikkat edin. Kısacası sosyal medyada itibarınızı iyi yönetin tıpkı
305
gerçek hayatta olduğu gibi. Dünya büyük olabilir ama iş dünyası
küçüktür. Ve iş dünyasındaki çalışanlar bir şekilde karşılaşırlar.
Bunu asla unutmayın.
8-Sizce işletmelerde işe alım süreci nasıl olmalı? Adayların
niteliklerini belirlemek için ne tür stratejiler takip edilmelidir?
Ülkemizde işe alımların çoğu hala tanıdık vasıtasıyla oluyor. Bu
sebeple ben açıkçası yeteneğin hep merkezde olması gerektiğini
düşünüyorum. İşe alım sürecinde bireyin yeteneği çok önemli bir
konu. Çok iyi bir üniversiteden mezun olan bir kişinin PR
departmanında başarılı olacağını kimse garanti edemez. Bunun
yanında işe alınan eleman çok iyi bir oryantasyondan geçmeli.
Birde İK uzmanları “biz sizi ararız.” İfadesinin yerine
“düşündüğümüz aday siz değilsiniz” diyebilme açık yürekliliğini
göstermelidir. Çok başarısız olan bir adaya ümit verilmemeli
bunun yanında eksik yönleri varsa söylenebilmeli. Biz sizi ararız
deyip aramamak İK departmanına bunun yanında kuruma olan
güveni sarstığını düşünüyorum. Kısacası daha şeffaf bir İK
yönetimini arzu ediyorum. Bazı şirketlerin eleman alımını bile
kamuoyuna duyurmadan yapması nasıl bir şeffaflık olabilir ki?
9-Tüm iş arayanların yarıya yakını, internet kullanıcılarının
ise 1/4'ü interneti iş arama amacıyla kullanıyor ve bu oran her
yıl artmaya devam ediyor. Buradan hareketle İK sitelerinin
geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bu oranın gelecekte artacağını düşünüyorum. Gelecekte iş
mülakatlarının bile e-mülakat şeklinde olabileceğini düşünüyorum.
Çünkü iş aramadan ziyada mülakatlar hem şirketler için hem de
adaylar için çok vakit alabiliyor. Gelecekte iş ve sektör
değiştirmenin daha da artacağını da hesaba katarsak gelecekte
dijital ortamda yapılacak olan mülakatlara hazır olmak gerekiyor.
Bu alanda ki İK firmaları da gelecek hakkında öngörü sahibi
olmalılar.
10-Son olarak sektörün yeni İK portalı olan hemenisara.com’
ailesine, bizlere bu alanda daha farklı hizmetler sunabilmemiz
306
için neler önerirsiniz?
Günümüzde en önemli konu gerek firmaların gerekse bireylerin
rakiplerinden farklı olmalarıdır. Hemenisara.com rakiplerinden
ismi gibi uygulamada da farklılık göstermeli. Bu çekirdek
yeteneğinden ayrılmamalı. Yani klasik iş arama sitesinden ziyade
hemen iş bulması gereken kişilere ve hemen eleman bulması
gereken kurumlara birinci derece öncelik vermelidir. Ancak
rakiplerinden bu yönde farklı olarak ayrışa bilir. Hatta şöyle bir
slogan olabilir: “24 saatte işiniz hazır.” Ben bu röportaj için
teşekkür ederim. Çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.
307
NİŞ PAZAR GİRİŞİMCİLİĞİ,
KANAL 3’ÜN PROGRAM KONUSU OLDU
Gazetemiz yazarlarından öğretim görevlisi Mehmet Akif
Çakırer Kanal 3 programında yayınlanan ve sunuculuğunu Lütfi
Öztaylan’ın yaptığı
Genç Vizyon'da program konuğuydu.
Bolvadin Meslek Yüksek okulunda yapılan çekimlerde yazarın
yayınlanan altı kitabı ve en son çıkan kitabı Niş Pazar Girişimciliği
konu oldu. Mehmet Akif Çakırer Genç Vizyon izleyicileri için
Kitaplarını İmzaladı. Niş Pazar Girişimciliği ve Lider Girişimcinin
Yol Haritası kitapları program sonrası Genç Vizyon programının
facebook sayfasından takipçilerine hediye edildi. Programın
kayıtlarına www.kanal3.web.tr/kategori/genc-vizyon adresinden
ulaşılabilinir. (24 Eylül Gazetesi, Sayı: 656, 14 Ocak 2013)
308
12
OKUYUCU
MEKTUPLARI
309
BOLVADİN DE YAPILANLAR
Geçtiğimiz aylarda yazmış olduğum “Bolvadin’de Statüko 1-0
öndedir”yazısına değerli hemşerimiz Doç. Dr. Nadir Ünal’dan bir
yazı gelmişti. Aynen yayınlamak istiyorum.
“Bolvadin’e hizmet etmiş olan hemşerilerimizin çalışmalarını
şükranla anmak isterim “Bolvadin’de Statüko” yazısındaki
konuları zamanındaki şartlara göre incelemekte yarar
görmekteyim. Yazıda değinilen konulardan bir kısmını, yakinen
bilen ve hayatta olan hemşerilerimiz bulunmaktadır. Öncelikle tren
hattı konusunu, zamanın şartlarına göre incelemek gerekir. Bu hat
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Hicaz hattı olarak Fransız ve
Almanlar tarafından yapılmıştır. Zamanın teknolojisine göre insan
emeği ile yapılan bu hat için sağlam zeminli güzergâh belirlenmiş,
Bilecik’te olduğu gibi bazı İl merkezlerine de uğramamıştır.
Bolvadin Çay arasında mevcut olan Akarçay ile arazinin bataklık
olması şimdiki hattın belirlenmesine büyük ölçüde etkili olması
ihtimali vardır. Rahmetli Adnan Menderes dönemindeki Ağır Ceza
olayı, Bolvadin’e bağlı iken İlçe olarak ayrılan Çay ve Sultandağı
nedeniyle Bolvadin’e bağımlı kılmak için Ağır Ceza Mahkemesi
ile lise açılmasına karar verilmişti. Bildiğim kadarıyla askeri birlik
verilmesi söz konusu değildi.
Kağıt Fabrikası yapılması sırasında Sayın Demirel'in yaşlı bir
köylü ile olan konuşmasını bilmiyorum, ancak o tarihlerde
Afyonda görevli olduğumdan Kağıt Fabrikasının teknik nedenlerle
Karamık Gölüne yakın olacak şekilde yapıldığını biliyorum. Bu
Fabrika için başta Afyon olmak üzere çeşitli iller ve ilçeler
istekliydi. Kağıt Fabrikası kuruluşunda güçlü su kaynağı gerekli
olduğu gibi daha önemlisi üretim sonucunda kalan kimyasal madde
içerikli suyun tahliyesi olmaktadır. Fabrikanın kurulduğu yerde
Karamık Gölünün su kaynakları kullanılmış ve kirli suyun tahliyesi
için Sultan dağları altındaki düdenlerden yararlanılmıştır. Bunun
gibi Şeker fabrikası kuruluşunda da benzer teknik şartların dikkate
alındığı o zaman açıklanmıştır. Diğer yönden Bolvadin'e yapılan
Alkaloit fabrikası Türkiye’de ilk ve Dünyada dördüncüdür. Bu
fabrikanın Bolvadin’de yapılması uzun bir macera olmuştur. Bunu
gerektiğinde detaylı olarak öğrenmekte fayda görürüm,
sevgilerimle.” Doç.Dr.Nadir Ünal
310
Hocam merhaba. Bolvadin’den Utku Isıtma’dan Ali Utku.
Söz konusu Bolvadin ağır bedel ödüyor diye bahsettiğiniz
satırlardaki Bolvadin’e gurbetçilerden yatırım yapılmıyor
demişsiniz. Gayet doğru yanlız şunu bilin ki bir o kadar da
yurtlarına yatırım yapmak, paralarının değerini kaybetmemesi için
yatırım düşünen insanlar var. Fakat ülke ve Bolvadin ekonomisine
yararlı olacak sektörleri tahmin edemiyor, tahmin edenlere de
güvenemiyor. Benim şahsıma teklif edilen sektörümle ilgili üretim
(fabrika) kuralım türünden birkaç teklif aldım ama beni tek yıldıran
Bolvadin’de kalifiyeli personel ve iş bilinci olan insanlar bulmak
ve çalıştırmak güç olduğundan geri planda kaldım. Benim
düşüncem öncelikle siz gibi tecrübeli kişilerin seminerler
düzenleyip, davetlilerinde küçük- büyük esnaf olmasına dikkat
etmeden, onların çıkarlarına bir çalışma yapılacağını lanse edip ve
seminer sonuna bir formla kendilerini hangi alanda, neyi
yaparken, kendilerini mutlu hissetiklerini örneğin satış-pazarlamainsan ilişkileri ve el sanatı gibi bilgileri elde ettikten sonra bu
formlar ve insanlar üzerinde çalışma yapılıp daha sonra farklı bir
seminerle gurbetçi hemşerilerimiz odaklı bir seminer düzenlenerek
onların yatırım düşünceleri ve yapılacak ürünlerin Avrupada
bulundukları yerlerde onlar için akılcı bir yatırım olarak
gördüğü sektör ve ürünleri ele alınıp, gurbetçi ortaklarında
aynı zamanda bulunduğu ülke ve bölgelerde üretilen mamulun
satış, tanıtım amaçlı ne kadar gayret göstereceklerini ögrenip iyi bir
organize ile esnaf - gurbetçiler ortaklığıyla bir yatırım yapılabilir.
Ve bu yatırım ortalam dört yılda Afyon’da parmak ısırtan 10-15 yıl
sonrada Türkiye ve Avrupa’da saygınlığını kazanacağını tahmin
ediyorum. Çünkü başarılı olamamaları için bir sebep yok. Herkes
bir nevi kendi işini yapıyor. Saygılarımla. Ali Utku (7 Nisan 2008)
Mehmet Akif Bey,
O kadar güzel şeyler yazmışsınız ki size bu yazdıklarınızdan
ötürü bir tebrik mesajı yazmayı inanın kendime bir borç bildim.
Sizi tebrik ediyorum. Bolvadin'i çok guzel irdelemişsiniz. Maalesef
ilçemizde icinde bulundugu bu kötü ve köhneleşmiş zihniyet pek
çok insanımıza ve gencimize zarar veriyor. Her ilçeye gelişimde ya
311
da değişik düğülerde daha önce hiç duymadiğim, görmediğim yeni
bir adetle karşılaşıyorum. Bu düğün alışverişlerinde de böyle.
Kesinlikle yeni bir girişim yok. Anca birisi bir iş yapar bunda da
başarılı olursa hiç araştırmadan incelemeden pazar kapasitesine
aldırış etmeden bilinçsizce açılan aynı işletmelerin sonu hep hüsran
oluyor. Sizinde verdiğiniz herkesin bildigi tavuk ciftlikleri v.s.
bunun en guzel örnekleri. Bizde şu anlayış var; önce binayı dikelim
sonra burada ne yapacagimiza karar veririz anlayışı. Diktiğin bina
senin sonradan karar verdigin isle uyum saglarmi saglamazmi bu
kesinlikle düşünülmüyor. Ben gençlerimizi hep bir bitkinlik,
usanmişlik ve umutsuzluk içerisinde görüyorum. Bazen tanıdığım
gençlerle konuşuyorum. “Ne yapayım? Nasıl yaparım? İş yok” gibi
karamsarlık içerisinde buluyorum. Pek çoğuna komik geliyor
söylediklerim. Diyorum ki "Hayal kurun". O nasıl olacak diyorlar.
Bir işi başarmanın ya da başarılı olmanın ilk yolunun ben hayal
kurmaktan geçtiğini düşünüyorum. İnsan ilk once hayal kurmalı,
umut etmeli, sonra bu hayallerinin peşinden koşmali, araştırmalı.
Pek çok kişi hayal kurar ama hayal kurmak ayrı şey hayallerinin
peşinden koşmak başka şeydir. Ama ilk basamak hayal kurmaktır.
Sonrası insanın kendi istek ve başarma hırsına kalmıştır. Maalesef
gençlerimizde ben bunu görmüyorum. Hep başkalarının hayallerini
konuşuyorlar. Eğitim, ögrenim devam eden bir şey. Her şeyin
bir şeyini, bir şeyin herşeyini bilmek gerekiyor artık. Benim
gençlere tavsiyem. (Rahmetli Sakıp Sabancı'ya aittir.)
Ne istiyorsunuz? Önce ona karar verin.
Boşluğu yakalayın.
Farkliliklari ve hedeflerinizi belirleyin,
Ayran gönüllü olmayın.
Güçlük ile başarısızlığı birbirinden ayırmayı bilin.
Ustanin yanında çıraklık deneyimi yaşayin.
Bugün Dünya’da en bol şey paradır,
Önemli olan proje üretmektir.
Saygılarımla...(19 Mayıs 2008)
Mustafa Karyağdı
New Jersey, USA
312
Aslen Emirdağlıyız 25 senedir Bolvadinde yasıyoruz.
Bolvadinli sayilirim. Bolvadin’de evimiz var. Babam uzun seneler
hem kredi yurtlar kurumunda hem de Bolvadin ve Çay MYO’da
yüksek okul sekreterliği yaptı. Halen Çay’da devam ediyor.
Çocuklugumdan hatırlarım Bolvadin; çevresindeki Çay Afyon,
Emirdağ, Bayat, Yunak, Akşehir gibi il ve ilçelerden ileri, gelişmiş
bir pozisyonu vardı. Bizim Eskisehir’deki akrabalar bir düğün
olcaksa Bolvadin’den gelir cuval cuval et götürürlerdi. Yine
kaymak şenlikleri daha coşkuluydu neredeyse şehir havası vardı.
Yalnız seneler gecti bizler büyüdük ilkokul ortaokul lise universte
derken herkes biryere dagıldı ortaokulda Bolvadin Anadolu
Lisesine Çay’dan Akşehirden ve komşu ilçelerden iki adet 302
dolusu öğrenci gelirdi. Sosyal kültürel anlamda benim gözümde bir
merkezdi. Bu süreçte Bolvadin’in bu ekonomik sosyo kültürel
anlamda kan kaybedişi karşısında bu durumları yerel gazetelerden
siyasi eleştri olarak okuyorduk. Siz akademik anlamda yaptıgınız
için tek diye düşünüyorum. Çünkü siz bu cesarete sahipsiniz ve
insanlarin
onünü
açmak
onların
deryalar okyanuslar
aşmasını dilediğiniz için ilksiniz. Biri tavuk ciftligi yapar
arkasından altı ay sonra bakmışsın on tane olmuş ve altı ay sonra
hepsi batmiş... Niye ortaklaşa bir iş yapmayı düşünmezler ki?
Bugün Metro’nun ve Buzlu’nun girdigi bir garajda Haskaymak
sadece Denizli Afyon Eskisehir’e gidiyor? Nerede ankara nerede
istanbul izmir... Biri öğrenci yurdu açar arkasından on tane daha
açılır. Ve bir bakmışsın yine hüsran ......
Oto yıkamada da böyle.... Hiç kimse başka bir sektöre
gireyim demiyor. Hep denenmişi deniyoruz. Güya zarar etmiyecez
ya ondan sonra daha fazla zarara giriyoruz. Ben kendi dalımda
girişim yapacaktım. Fakat Bolvadin’in nüfusunun göç vermesi,
çiftcinin kendi kendine anca yetiyor olması bu kan kaybeden
kadim kentten ayrılmam gerektigini düsündüm. Çünkü şartlar öyle
gerektiriyordu. Şimdi ise İstanbul’da İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nde çalışıyorum. Zaman zaman sizin yazılarınızı
okuyarak
moral
buluyorum.
İstiyorum
ki
her
Bolvadin’den yetişen hemşerimiz gözleri çakmak çakmak ne
istediğini bilen tuttuğunu koparan memlektine milletine faydalı
313
bireyler olsun. Özetle; bu milletin sizin gibi moral veren,
yönlendiren, yol gösteren güzel insanlara ve rehberlere ihtiyacı var.
14 Aralık 2009
Ramazan Koçak
Harita Muhendisi
İBB İsfalt A.S
314
SONSÖZ YERİNE:
CENNET BOLVADİN’İN YA ALTINDA YA DA ÜSTÜNDE
Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim
Sevgili dostlar şimdiye kadar her hafta yazılarımla sizlerle
beraber oldum. Çoğu zaman ilçemizdeki işletme yönetimimizin ve
pazarlama yeteneğimizin çok zayıf olduğunu, kısacası
Bolvadin’deki işletmelerin yönetim modellerini kısa sürede
değiştirmezlerse piyasayı küreselleşmenin etkisiyle büyük
ölçekteki firmaların işgal edeceğini ifade ettim. (Bu konuda
perakende sektörünün ciddi bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Özellikle piyasadaki sıcak parayı BİM, A101 gibi ulusal firmalar
çekiyor. Dün yerli sermayenin hâkim olduğu sektörde bugün
hâkimiyet ulusal firmaların lehine gelişiyor.) Bu eleştiriler ve
gözlemler daha iyi, daha kaliteli bir yaşam standardı olan Bolvadin
içindi. Dün bu eleştirileri algılamayan iş adamlarının durumu
bugün ortada… Eğer bugün bazıları bir şeyler yapmazlarsa yarın
bu kimseler için çok geç olacak. Unutmayın işletmeler mezarlığı
vazgeçilmez işletmelerin mezarıyla dolu…
Konunuz Bolvadin ve ticaret gibi bir alansa, siyasete hiç
girmeyecekseniz her hafta Bolvadin’de yerel gazetede yazı yazmak
gerçekten zor bir iş. Bu sebeple sizlere veda ediyorum. Biliyorum
memleket sevgisi yine beni yazdırmaya devam edecek. Ama en
azından her hafta yazamayacağım. Çünkü yeni şeyler söylemek
için yeni bilgiler okuyup özümsemek ve bunu da siz değerli
okuyuculara sunmak gerekiyor.
Sizleri seviyorum çünkü benimle aynı havayı teneffüs
ediyorsunuz. Bu yazıları okuduğunuza göre memleket meselelerine
ilgilisiniz. Ülkemizde insanlar zaten okumuyor ama buna rağmen
siz Bolvadin’de yerel gazete okuyorsanız işte buna saygı duyulur.
Şimdiye kadar yerel gazetelerde Bolvadin ile ilgili yazdığım
yazıları topladım. Yaklaşık yüz yazıyı bulan bu çalışmayı son
olarak kitaplaştırmayı düşünüyorum. Umarım gelecekte Bolvadin’i
315
ekonomik ve sosyal gelişimine katkıda bulunur. Biliyorsunuz ki:
“Söz uçar, yazı kalır.”
Karıncaya sormuşlar nereye gidiyorsun diye. Oda
“Kâbe’ye gidiyorum” demiş. Daha sonra yine sormuşlar; “bu
adımlarla mı?” karıncada; “gidemesem bile o yolda ölmüş olurum”
demiş. İşte benimkisi de bir nevi karıncalık hikâyesiydi… Amacım
daha güzel işleyen, daha iyi yönetilen, hem çalışanları hem de
işverenlerinin memnun olduğu işletmelere sahip bir Bolvadin’di.
Yürekten isterim ki Hakkâri’den, Edirne’den bir vatandaşımızın
aldığı ürünün üzerinde üretim yeri Bolvadin yazsın. Hatta bu da
yetmez yurtdışından da müşterilerimiz olsun. İnsanlar Heybeli’yi
görmek için değil yurt içinden yurtdışından kafilelerle gelsin.
Bunlar belki bir rüya bazıları için ama ben bunların basit ve etkin
pazarlama teknikleri ile bir gün gerçekleşebileceğini düşünüyorum.
Benim Bolvadin ile ilgili böyle bir rüyam var. İşte bu hayalle
yazdım bütün bu yazıları. Güzel haberlerinizi hep bekleyeceğim.
E-Mail adresim: [email protected] (24 Eylül Gazetesi, Sayı:
579, 25 Temmuz 2011)
316
YAZAR HAKKINDA
Mehmet Akif Çakırer; 4 Mart 1977 tarihinde dünyaya geldi. İlk,
Orta ve Lise eğitimini Bolvadin’de tamamladı. Üniversite öğrenimini, Dumlupınar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
İktisat bölümünde 1999 yılında tamamladı. 1999 Yılının temmuz
ayında Dış Ticaret Müsteşarlığı, Serbest Bölgeler Genel Müdürlüğü’nde, 1999 yılı Ağustos ve Eylül ayında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Eğitim Müdürlüğü’nde staj yaptı. 2002 yılında
Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İşletme Anabilim Dalı, Yönetim ve Organizasyon bölümünde yüksek lisans
yaptı. Askerlik hizmetini, kısa dönem olarak Tatvan’da 16 Ekim
2004 tarihinde tamamladı. 2003 yılından itibaren Afyon Kocatepe
Üniversitesi, Bolvadin Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Yazarın yayınlanmış diğer kitapları; Lider Girişimcinin Yol Haritası (5. Baskı, Ekin Yayınevi), İşletme Yönetimi (3. Baskı, Ekin
Yayınevi), Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı (2. Baskı, Ekin
Yayınevi), Lider Öğretmen (Crea Yayıncılık) ve CEO Olmaya
Götüren Sözler’dir (Crea Yayıncılık), Marka Yönetimi ve Marka
Stratejisi (Ekin Yayınevi) ve Elektronik Ticaret’tir. (Ekin
Yayınevi). Ayrıca Türkiye’nin ilk ve tek doğrudan satış dergisi
Network Marketing dergisinde yazıları yayınlanmıştır. Makaleleri317
ne kendisine ait www.lidergirisimci.com isimli web sitesinden
ulaşılabilir. Evli ve iki çocuk babası olan yazarın bireysel ve
kurumsal vermiş olduğu eğitimler aşağıdaki gibidir:
BİREYSEL EĞİTİMLER
Kariyer Yönetimi
Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı
Lider Yöneticilik
Lider Girişimcilik
Eğiticilerin Eğitimi ve Lider Öğretmenlik
İş Görüşmeleri ve Etkili Mülakat Teknikleri
KURUMSAL EĞİTİMLER
Müşteri İlişkileri Yönetimi ve Müşteri Memnuyeti
Pazarlama ve Satış Teknikleri
Çalışanları Motive Etme Teknikleri
Yöneticilikten Liderliğe Geçiş
Aile İşletmelerinde Kurumsallaşma
Değişim Yönetimi ve Rekabet Stratejileri
Niş Pazarlama Stratejisi
Marka Yönetimi ve Marka Olmanın Yol Haritası
Girişimcilik ve KOBİ Yönetimi
Alaturka Girişimcilik
3İ (İletişim, İnsan Kaynakları, İnovasyon) Eğitimi
İLETİŞİM
[email protected]
www.lidergirisimci.com
318
KAYNAKÇA
ARAT Melih, www.google.com
BAYAR, Muharrem, (2004)
Bolvadin Tarihi, Cilt: 2, Bilge Yayıncılık, İstanbul.
ÇAKIRER Mehmet Akif, (2008)
Elektronik Ticaret, Lisans yayınları, İstanbul.
ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2006)
Lider Girişimcinin Yol Haritası, Beyaz Yayınları, İstanbul.
ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009)
İşletme Yönetimi, Bolvadin.
ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009)
Yetenek Pazarlama ve İş Bulma Sanatı, Crea Yayınları, İstanbul.
ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009)
CEO Olmaya Götüren Sözler, Crea Yayınları, İstanbul.
ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2009)
Lider Öğretmen, Crea Yayınları, İstanbul.
ÇAKIRER, Mehmet Akif, (2012)
Niş Pazar Girişimciliği, Crea Yayınları, İstanbul
DÜNDAR Can, Keşke Demek İçin… www.milliyet.com.tr
GÖKER, Osman, (1997),
Bolvadin’e Dair Düşünceler, Ankara.
KARAKAŞ Mehmet, KONUK Osman, ÇAĞAN Kenan,
“Bolvadin’de Toplumsal Yapı ve Değişim”, Afyon Kocatepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi / Cilt: IX, Sayı: 2, Aralık
2007.
MAHRUKİ Nasuh, Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir,
www.nasuhmahruki.com, (11.4.2011)
ÖZTÜRK Hüseyin “Afyon’un Bereketli İlçesi Bolvadin” Vakit
Gazetesi (7 Temmuz 2004)
ÖZYURT, Ahmet. (2001), Afyon 2001 Yıllığı, Mina Ajans,
Ankara.
TÜRKOĞLU Faruk, Değişim Kültürü, İstanbul 1999
www.lidergirisimci.com
319