Hologram tekniğinin izahı, "evren" ismiyle - E
Transkript
Hologram tekniğinin izahı, "evren" ismiyle - E
Dikkat: Bu e-Kitabı görüntü ayarınızı %100 ’e ayarlayarak okumanız tavsiye edilir . Sunu Hologram tekniğinin izahı, "evren" ismiyle tanımlamaya çalıştığımız sınırsız ve sonsuz tek varlık, yani "BÜTÜN'e" ait tüm bilginin hologramik bir biçimde her zerrede mevcut olduğunu anlamamızı kolaylaştırmıştır. Buna göre, evrenin holografik yapısında, bizim gözlemlediğimiz evrenimizde, olmuş veya olacak diye bildiğimiz her olay, her oluşum, zaten bilgi olarak yüklüdür... —Ahmed Bâki Bilincinizle, evren arasındaki dinamik ilişkiyi keşfetme yolculuğuna hazır mısınız?.. 2 HOLOGRAFİK BAKIŞ Ahmed Bâki www.yorumsuz.net.tc tarafından derlenerek size e-kitap olarak sunulmuştur. Kaynak: http://ahmedbaki.com Basım: Ağustos 2006 Zamansız-Sonsuz Boyutun kapısını açmak için . . Kozmik Bilinç için . . Olanların ÖTESİNE gitmek için . . Olanların ardındaki Ş İ F R E L E R İ çözmek için . . Yayın Listemiz >>> Sayfa 85 3 - yorumsuz bildiri - İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız düşünürlerin, yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini sizlerle paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur. Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratamayız. Bizim yapabileceğimiz tek şey; değişim-dönüşümün meydana gelebileceği, hoşgörü ve sevginin girebileceği bir alan, bir boşluk yaratmaktır. Dileğimiz size yararlı olabilmek... Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve farklı adlarla işaret edilen Yüce Gücün, bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz; ‘Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa... ’ www.yorumsuz.net.tc 4 HOLOGRAFİK BAKIŞ Ahmed Bâki Sayfa Sayfa 5 - GİRİŞ 38 - HOLOGRAMDA SEYAHAT 8 - HOLOGRAFİK EVREN VE ZAMAN 42 - ASTROLOJİ: Yeni Millennium'un Popüler Bilimi 11 - EVRENSEL BÜTÜNLÜK VE BİZ 52 - CHIRON'UN GETİRDİĞİ YENİLİKLER 16 - EVREN VE KOZMİK ZAMAN (Evrendeki Yerimiz - I) 60 - UZAYLILARIN İÇYÜZÜ 20 - İNSAN VE KOZMİK BİLİNÇ (Evrendeki Yerimiz - II) 78 - EK: Dünyanın Kaderini Kayıp Gezegen Şiron Mu Belirliyor? 24 - MODERN FİZİK VE TASAVVUFUN BULUŞMASI 31 - KUANTUM FİZİĞİNE GÖRE "BU DÜNYA BİR HAYAL" 85 - Yayın Listemiz www.yorumsuz.net.tc 5 HOLOGRAFİK BAKIŞ Giriş “Evren” ve “insan”ın anlaşılmasında, görünen veya varsayılandan çok daha farklı bir gerçeklik olgusunun farkına varılmış olması, bilimsel gelişmelere tarihinin en muhteşem ufkunu açmıştır. Henüz geniş kitleler tarafından bilinmese dahi, bilimin çağımızda ortaya koyduğu bu yeni model, düşünen insanı yepyeni anlayışların eşiğine getirmiştir ve insanlık boyutunda önemli gelişmelere öncülük edecektir. Modern bilimin bulguları, şimdiye kadar bakışını genelde birbirinden ayrı ve bağımsız varlıklar kabulüne göre geliştirmiş olan insan bilincini, artık bu alışkanlığını terkederek “ birlik” ve “bütünlük” anlayışına doğru bir sıçrama yapmaya yöneltmektedir. Bu gelişmelerin en heyecan verici yanı ise, özellikle Fizik, Nörofizyoloji, Genetik gibi evreni ve insanı inceleyen bilim dallarının açtığı yeni ufuklarda Tasavvuf öze erenlerinin izlerinin farkedilmeye başlanmasıdır... Klasik Fizikte uzun yıllar maddenin yapı taşının “atomlar” olduğu öğretilegelmişken, bugün artık Modern Bilim de, tıpkı yüzyıllardır Tasavvuf’un vurguladığı şekilde açıklamaktadır ki, maddenin esas yapı taşı “bilinçtir”. Atomaltı düzeydeki titreşim ve zerreciklerden itibaren herşeyi meydana getiren, evrensel bilinçtir ve bilinci işin içine katmadan evrenden bahsedemeyiz. Dolayısıyla, insan ve evren aynı bütünün tezahürleridir ve özde birdir. Bu temel gerçeklik yanısıra, gördüğümüz tüm bu varlığın holografik düzenlenmiş bir yapı olduğuna ve insan beyninin holografik esaslara göre çalıştığına dair bulgular, birçok 6 bilinmezin açıklamasının kolay hale gelmesini sağlamıştır. Bu sayede, geçmişte mecazlar ve benzetmelerle farkettirilmeye çalışılan sırlar, hakikatler yansıra Allah’ın tekliği, kadere iman, ölümötesi yaşam gibi dinin temel gerçeklerinin açıklanması ve çeşitli bağlantıların kurulması da kolaylaşmıştır. Holografik olarak düzenlenmiş bir evreni, holografik esaslara uygun şekilde çalışan beyinlerimizle algıladığımıza göre, o halde, doğru değerlendirmelere ulaşabilmek için yapmamız gereken şeyin de, yaşama bakışımızı, yani düşünce ve değerlendirme sistemimizi de bu holografik esasa uygun şekilde yeniden yapılandırmamız olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Holografik bakışa erişebilmek, Rasûlullah aleyhisselâm tarafından bize bildirilmiş olan, başta “ALLAH”a ve “KADER”e olmak üzere iman edilmesi gereken konuların hikmetine erebilme yolunda önemli bir anahtardır. Bununla birlikte, ALLAH’a ve KADER’e imanlı bakış ile yaşamı değerlendirebilmek, insanı, holistik bakış yoluyla evrenin gerçeğini anlamaya erdiren en büyük hazinedir. Aslında biraz derin düşünürsek, “Allah’ın her an her yerde mevcudiyetini, kudreti ve ilmiyle herşeyi kapsadığını, her birimin sadece O’nun takdirini yaşamakta olduğunu, hiçbir yerde O’ nun dilediğinden başka birşeyin yerine gelmediğini, her işte bir hayır olduğunu” ve bunlar gibi olguları kabul ederken, hep otomatikman holografik gerçekliği müşahedeye yönelmekte olduğumuzu; öte yandan, holografik bütünlüğün sonuçlarını kavradıkça da, Din’de önerilen sevgi, paylaşma, dostluk, cömertlik, şükür, hizmet, huzur ve barış gibi birlik bütünlüğe yönelten erdemlerin anlam ve değerini kavrama imkânına ulaşmakta olduğumuzu görebiliriz. 7 Evrenin holografik esasa göre varolduğu gerçeği, aynı zamanda, evrende çeşitli isimlerle işaret edilen tüm kuvvelerin insanın varlığında boyutlar olarak yeraldığı şeklindeki Tasavvuf öğretisinin farklı bir şekilde dile gelişidir. Görüldüğü üzere, modern bilimin bu alanlardaki tespitlerini iyi değerlendirebilirsek, geçmişte benzetme ve mecazlar yoluyla açıklanmaya çalışılmış olan gerçekleri çok farklı yönleriyle anlayabilmemiz ve kavramamız mümkün olacaktır. Bu kitabımız, çoğunluğu 1990’lı yıllarda birkaç dergide yayınlanan ve tüm eserlerimizi dünyanın her yerinden okuyucularımızla karşılıksız paylaştığımız “Tasavvuf & Bilim” başlıklı web sitemizde (www.ahmedbaki.com) yer alan, yukarıdaki açıklamalara temel teşkil eden düşüncelerimizi kaleme aldığımız yazılardan oluşmaktadır. Bu yazılarda, Tasavvuf öze erenlerinin Hazreti Rasûlullah aleyhisselâmın öğretisi ışığında yüzyıllardır açıklamakta olduğu, evrenin ve içindeki herşeyin “Allah ilminden”, yani “evrensel şuurdan” meydana gelmiş olduğunu ve bu şuurun, varlığın özünde, her zerrede mevcut olduğunu, çağdaş bilimlerin ortaya koyduğu tespitler beraberinde farklı bir gözle değerlendirme imkânı bulacaksınız. Kendimizde de mevcut olan bu evrensel şuur boyutunun ve onun özelliklerinin ne kadar bilincindeyiz? Takibeden sayfalarda bu sorunun cevabını hep birlikte arayalım!.. 8 HOLOGRAFİK EVREN VE ZAMAN Zaman, asla bizlerin düşündüğü gibi birşey değildir. Çünkü bizim "zaman'ımız", bizlerin, yani insanın algılama kapasitesinden doğan bir şekilde anlaşılmaktadır. Zaman, insanın, evreni algıladığı beş duyusunun eseri olan bir biçimde zihinlerimizde şekillenir. Grerçekte ise, sınırı, sonu olmayan "evrensel tek bir an" mevcuttur ve bu "tek an", değerlendiricinin algılama kapasitesinden doğan bir biçimde "zaman" şeklinde algılanır. 9 Hologram tekniğinin izahı, "evren" ismiyle tanımlamaya çalıştığımız sınırsız ve sonsuz tek varlık, yani "BÜTÜN'e" ait tüm bilginin hologramik bir biçimde her zerrede mevcut olduğunu anlamamızı kolaylaştırmıştır. Buna göre, evrenin holografik yapısında, bizim gözlemlediğimiz evrenimizde, olmuş veya olacak diye bildiğimiz her olay, her oluşum, bilgi olarak yüklüdür. Ve yine, evren içi olan her bir varlık, bu "holografik düzenlenmiş bilgi'yi " kendi algılama kapasitesi ölçüsünde değerlendirir. Çünkü "evrensel tümel bilgi'nin" bir sınırı ve dolayısıyla bir merkezi olmaması dolayısıyla, algılamanın oluştuğu, ortaya çıktığı her noktada, algılayıcıya "bütüne ait tüm bilgi" açıktır. Ancak, algılayıcı, kendi algılama kapasitesince bu bilgiyi değerlendirebilir. Yani, algılanan bilgi, tamamen algılayıcının algılama kapasitesinin bir eseridir. Zaten, algılayıcının kendisi de oradaki bilginin özden açığa çıkışından başka birşey değildir. "Evrensel tek an'da" evrene ait tüm oluşumların bilgi olarak mevcut olmasından dolayı, o boyutta herşey olmuş-bitmiş hükmündedir. Yani, evrenimizde ortaya çıkacak herşey " evrensel tek an'ın" kapsamında olup, bitmiştir. Ancak, sınırlı algılama kapasitesine sahip birimler, "bütüne ait bu tüm bilgi'nin" ancak kendi kapasiteleri elverdiği ölçüsünü değerlendirebilirler. O halde bizler, hologramik düzenlenmiş evrenin sadece içinde bulunduğumuz kesitine (boyutuna) ait bir bilgiyi algılamaktayız ki bu da içinde bulunduğumuz "bizim evrenimiz'dir". Algılamakta olduğumuz tüm bu bilgi, -sınırsız bir yapıdan alınan kesitsel veriler-, yani "bizim evrenimiz", kendi kapasitemizden doğan bir biçimde duyularımız önüne serilmektedir. Böylece de holografik evreni kapsayan "tek kozmik an'ı", kendi kapasitemizden doğan bir biçimde, yıllarla, aylarla, günlerle vs. ifade edilen bir biçimde şekillendirmekteyiz. Eğer holografik evreni bir başka kesitinden algılıyor olursak (farklı bir kapasiteyle), "şu anda içinde bulunduğumuz zaman" o boyuta göre belki birkaç saniyelik bir değer ifade edecektir. Çünkü, "bizim zamanımız", holografik evrenin sadece belirli bir kesitidir ki bu kesit belki de "kozmik tek an'a" nisbetle 10 okyanusta bir damla bile değildir. Öyleyse, "kozmik tek an'ı" ne şekillendiriyor isek, o boyuta ve algılama kapasitesine göre bir " zaman değerlendirişi" içinde oluruz. Başka bir haldeki "zaman" algılayışımız, şimdikiyle hiç mi hiç bağdaşmayacaktır... Nitekim, "bizim evrenimizin başlangıcı" diye kabul edilen big-bang anından şimdiye dek geçen zamanı kapsayan "kozmik yıl'a" nisbetle bir insan ömrü 10 saliselik bir anlam ifade etmektedir. Eğer bilinç boyutunda, bizde bir üst boyuta sıçrama gerçekleşirse, yani o boyutun bilgileriyle rezonansa girebilirsek veya bir diğer ifadeyle o boyutun bilgileri bizde açığa çıkarsa, içinde bulunduğumuz "kendi evrenimiz boyutu", bir rüya misali değere sahip olacaktır. Acı, tatlı günlerle, yıllarla geçen bir ömrün tamamı sanki uykuda yaşanmış bir rüya gibi hatırlanacaktır... O halde, bizlerin olageldiğini gözlemlediği herşey, sınırsız evrenin holografik yapısında mevcut bilginin kesitsel örnekleridir. Ve bizler, "tümel bilgi'nin" bizde açığa çıkan boyutunu "yaşadığımız zaman" olarak kabul ediyor, buna göre de geriye kalanını değerlendiriyoruz. "Kozmik tek an'a" göre ise HERŞEY, KENDİNDE, hologramik düzenlenmiş BİLGİ'den ibarettir, yani tüm zamanlar yaşanmıştır. Çünkü herşey, O'nun bilgisinde mevcuttur. Bizler dahi, O'nun bilgisinden oluşmuş, yeralan birimsel görüntülerden başka birşey değiliz!.. Fakat, aynı zamanda sahip olduğumuz bilinç yönüyle "tümel bilgi" sınırsız bir biçimde bize açıktır. Bilinç boyutunda bizde oluşacak derinliğine bir sıçrama ile, öz varlığımız, "evrensel Öz'de" mevcut tümel bilgiye vakıf olabilir. Yani, "BÜTÜN", kendi bilgisini bizde seyretmekte olur ki bu, şu anda da böyledir ve gerçek budur! Çünkü, o boyutta "tek bir an" ve "tek bir varlık" sözkonusudur. Holografik evren ise, tüm bunları kendi bilincinde oluşturan "Bilgi Sahibi'nin", diğer bir yönüyle "Sınırsız An'ın" sahip 11 olduğu ve kendinde ortaya çıkan özelliklerinin görünür olmasından başka birşey değildir... Acaba, mistiklerin "bütün alemlerin aslı hayaldir, çünkü herşey ALLAH'ın ilminde olmuş-bitmiştir" şeklindeki ifadeleriyle kasdettikleri Bilgi'nin "hologramik düzenlenmiş evrenleri", yani "varlığın gerçeği ve özü" müdür!.. Ve acaba,"tayyi mekan" ve "tayyi zaman" olayları, bu "hologramik bilgi'nin" değişik boyutlarına bilinç sıçramalarıyla gerçekleştirilen mekan ve zaman seyahatleri midir?.. Eğer insanlık, "Evrensel Bilinci" tanımak suretiyle günü geldiğinde kendindeki "öz değerlere" erişebilirse, belki de bu "holografik bilgi evreni'nde" değişik zaman ve mekan boyutlarına bilinç sıçramalarıyla seyahatler gerçekleştirebilecek güce erişecektir!.. Bütün bu anlatılanlar gibi, her sorunun cevabı da gerçekte evrensel hologramik bilgide mevcuttur; ancak, gerçeği, tabii ki bize "ZAMAN" GÖSTERECEKTİR... EVRENSEL BÜTÜNLÜK VE BİZ Evren ve onun yaşamı, asla bizlerin varsaydığı gibi bir oluşum değildir. Çünkü bizim gözlemlediğimiz "evrenimiz", sadece insanın algılama araçlarının duyarlı olduğu sınırlar içerisinde kalan küçük bir kesitdir. Aslı itibariyle ise, başlangıcı ve sonu olmayan, görünen ve görünmeyen diye ayrılmamış, her yönüyle sınırsız "bir bütünlük" sözkonusudur. Gözümüzle tesbit ettiğimiz sayısız nesnelerden oluşmuş dünya ise, bu temel bütünlüğün, algılama araçlarımız olan beş duyumuza karşılık gelen kesitsel bir görüntüsüdür. 12 Duyu araçlarımızın duyarlılık sınırlarından dolayı, yaşamımızı, evrenin özünde işleyen bu bütünsel sisteme göre değil, genelde gözümüzün verilerine göre sürdürürüz. Ve biz bu yaşam sistemini olduğu gibi değil, şartlandığımız ve olmasına alıştığımız bir şekilde değerlendiririz. Eriştiğimiz yaşam standartlarına rağmen, insanlığın hala kavga, kin ve nefret gibi ilkellik ve cehaletin eseri olan davranışlardan ve bunların karşılığı olan "mutsuzluktan" kurtulamamış olmasının nedenlerinden en önemlisi, evrenin aslını, kendini ve sahip olduğu orijinal özelliklerini yeterince tanıyamamış ve benimseyememiş olmasıdır. Oysa, sonuna yaklaştığımız bu yüzyılda, özellikle de 70’li yıllardan sonra, evrenin ve insanın gerçeğinin anlaşılması konularında öylesine şaşırtıcı bilimsel bulgular keşfedildi ki, bunların yaşama geçirilmesi için, kendimize ve dünyaya bakışımızda tümel bir düşünsel reformu benimsememizin gerekliliği ortaya çıktı. Herşeyden öte, bu sonuçlar, çağdaş ve düşünen insanın, artık dış dünya yerine, yaşamını tamamen kendi düşünsel dünyasına dönerek değerlendirmesi gerektiğini ortaya çıkardı... İk bakışta göründüğü gibi bu sonuç, dış dünyanın ihmal edilmesi anlamına gelmiyor. Tam aksine, dış dünyayla aramızda var kabul ettiğimiz ayrılığın, dahası sen ve ben, o ve biz ayrımının ortadan kaldırılması, iç ve dışın bütünlüğünün kavranılmasının gerekliliği anlamına geliyor. Quantum fiziğinin son bulgularına göre, evreni, şu anki alışageldiğimiz bakış açımıza göre değerlendirişimiz tamamen bir yanılgıdan ibaret. Yaşamı onun özünde işleyen sistemden habersizce değerlendiriyoruz. Çünkü, evreni yalnızca birbirinden ayrı "parçaların" oluşturduğu bir yapı şeklinde gözlemliyoruz ve herşey hakkında bu gözlemimize göre 13 yargıya varıyoruz. Aslında düşüncemizin bu görüşümüzle bloke olması, yaşamın gerçek yüzünü farkedemeyişimiz anlamına gelmektedir. Orijinal evren, gözümüzün yanıldığı gibi birbirinden ayrı “parçalardan” oluşmuş bir kütle değildir. Eğer evreni quantum düzeyinde gözlemleyebilecek aracımız olsa veya onu atomaltı düzey özellikleriyle idrak edebilsek, canlı ve cansız ayrımının olmadığı boşluksuz ve sınırsız bir yaşam okyanusuyla karşılaşırız. Bu yaşam bir bütündür ve her şeyi kapsar. Bizim duyularımızla algıladığımız veya algılayamadığımız herşey, bu "Sınırsız Bütün'den" meydana gelmiştir. Evrensel Bütünü, ayrı ayrı parçalara bölmek ve bu parçalara "BÜTÜN'den" ayrıymış gibi isimler takmak, tamamiyle görme araçlarımızın algı kapasitesinden doğmaktadır. Bu nesneler dünyası, gözlemcinin, yani bizlerin algı biçiminin bir ürünüdür ve GÖRESEL'dir. Çünkü, algı araclarımızın kapasitesi değiştikçe, algıladığımız nesnelerin biçimleri ve özellikleri de değişmektedir. Oysa, quantum düzeyinden bakıldığında evrende hiçbir şey asla bir diğer şeyden ayrı veya kopuk değildir. Quantum düzeyinde evrendeki herşey bir kumaşın dokuları gibi birbiriyle ilintilidir. Biraz daha ileri gidersek: Görünürdeki ayrılıklara rağmen, varolan herşey, bir başka şeyin uzantısı, hatta aynısıdır. Dolayısıyla ister görünen ayrılıklar olsun, ister görünmeyen bütünlük olsun, gerçekte evrende TÜMEL TEK'ten başka hiçbirşey yoktur. O TÜMEL TEK, asla parçalara ayrılmamıştır ve de parçalardan meydana gelmemiş bir BÜTÜNdür. Kısacası, evrende birbirinden bağımsız iki ayrı şey yoktur, sadece orijin TEK vardır. “Sen ve ben,” veya “siz ve biz” ayrımı, quantum düzeyinde geçerliliğini yitirmektedir. Bu evren, sadece onu oluşturan TEK’in yaşamının eseridir. 14 Bunu şöyle bir örnekle algılamaya çalışabiliriz: Elinizdeki bu sayfaya bakın! Sonra elinize, sonra oturduğunuz koltuğa ve bulunduğunuz mekanın duvarına! Aslı itibariyle, her bir şeye verilmiş “ben, sen, bu, şu, o” gibi ayrı ayrı isimleri ortadan kaldırdığınızda, geriye tek bir şey kalır. Dikkat edin! "Herbiri aynı şeyden meydana gelmiştir," değil; tümümüz aynı şeyiz. Tek birşey. İsimlendirme dışında, aslen bölünmemiş ve parçalara ayrılmamış. Parçalardan meydana gelmemiş. Öylesine sınırsız bir bütün ki, sizinle ben aynı olduğumuz gibi, uçsuz bucaksız gökyüzünde gece göz kırpan yıldızlar dahi aynı... Ne var ki, insanoğlu günümüz biliminin vardığı bu gerçeği farketmekten ve yaşamaktan hala çok uzak! Parçalardan oluşmamış bir BÜTÜN’ün, parçaları(!) gibi görünen nesneler ise gerçekte sadece ve sadece gözlemciye GÖRE öyledir. Ve yine her nesnede gözlenen özellik, BÜTÜN'e ait özelliklerin gözlenmesinden başka birşey değildir. Nesneler arasındaki farklılıklar ise, bu özelliklerin farklı bileşimler şeklinde gözlenmesi demektir. Yani, evrende ayrı ayrı parçaların gözlenmesi ve yine her birimin kendine has özelliklerinin olması da anlamsız değildir. Ancak bütün bunlar bir algıdan, tabir yerindeyse “gözlemci bilincin varsayımından” ibarettir ve gözleyene, yani size GÖRE'dir. O halde, her an farkında olmamız gereken bir gerçek var ki, o da, var kabul ettiğimiz herşeyin sadece bizim algılama şeklimizden doğan "göresel şeyler" olduğu ve herşeyin aslının Tek’e dayandığı. Aslında, insanlığın yaşadığı problemlerin altında da bu gerçeğin farkında olamayışımız yatar. Yaşanan her “mutsuzluğun” altında, evrenin temelindeki bütünlüğü, nesneler ile 15 olaylar arasındaki dinamik bağlantıyı olduğu gibi göremeyişimiz, bilemeyişimiz ve kabul edemeyişimiz yatar. Böyle olunca, karşılaştığımız olayları, bizimle bütün olan tümel sistemin orijinal işleyişine değil, kafamızda yarattığımız göresel sebeplere bağlarız. Bilim dünyası için de, kendi yaşamımız için de, toplumsal yaşam için de bu böyledir. Örneğin, vücudumuzun bir organında bir rahatsızlık teşhis ettiğimizde, onun vücudumuzun bütününe ait bir sorun olduğunun farkında değilizdir. Dünyanın bir kısmına müdahale ettiğimizde, aslında tümüne ettiğimiz müdahalenin farkında değilizdir... Dünyanın bir yerindeki zulme sessiz kalarak, diğer bölgelerdeki barışı koruyabileceğimizi ve tüm insanlığın zarar görmeyeceğini sanırız. Bunlardan daha önemlisi, karşımızdakine yaptığımızı, aslında tümden dolayı kendimize yaptığımızın bilincinde değiliz... Oysa, evren ve onun yaşamı boşluksuz bir bütün olduğu için, yapılan hiçbir fiilin neticesi kaybolmaz ve sistemde mutlaka yerini bulur ve ortaya çıkar. Yaptığınız her şeyle, elde edeceğiniz karşılığı oluşturursunuz. Değerli fizikçi David Joseph Bohm'un dediği gibi, “ dünyayı ayrı ayrı parçalar şeklinde kabul ederek verdiğimiz uğraşlar sadece işe yaramaz sonuçlar vermekle kalmıyor, aynı zamanda kendi neslimizi imha etmemize de sebep oluyor.” Zaten her sorun ve her mutsuzluk, “sen ve ben” kavgasından, “biz ve o” ayrımından kaynaklanmıyor mu?.. Öyle ise, gerçekçi olmak istiyorsak ve bilimin, insanlığın mutluluğuna katkıda bulunmasını amaçlıyorsak, bu bulgular ışığında kendi düşünce sistemimize dönmeliyiz. Herşeyden önce, evreni ve kendimizi algılayış biçimimizdeki yanılgıdan kurtulmalıyız. Dünyayı ayrı, ayrı parçalardan ibaret olarak kabul edip te bu yanılgı üzerine fikirler üretmek yerine, bütünlüğü ve birliği idrak etmeye gayret edip, bunu görmemize engel olan önyargı ve şartlanmalarımızı ortadan kaldırmalıyız. Bunun için önce TEK’i anlamak ve TEK’in yaşam 16 sistemini öğrenmek zorundayız. Ancak böylece, beynimizi, duyularımızın veri kapasitesiyle bloke etmekten kurtarıp, daha üst düzeyde değerlendirebilme imkanına ulaşabileceğiz. Sonuçta bu, dünyayı bireysel değer yargılarımız yerine, evrensel sistemin gerçeğine göre değerlendirebilmemizi kolaylaştıracaktır. TEK’i bilemediğimiz sürece, yanılgıdan kurtulamayız ve bunu başaramadığımız sürece de, tarih tekerrürden ibaret olmaya devam edecektir... Aslında insanlığın ulaşması gereken bu erdem, tarih boyunca değişik tarzlarda, zamanın şartlarına göre açıklanmaya çalışılmıştır. Çağdaş bilimsel bulgularla, dinsel öğretilerin ve mistiklerin mesajlarının benzer içeriklerinin ve paralelliklerinin keşfedilmesi bunu doğrulamaktadır. Bunun farkedilmiş olmasından dolayıdır ki, bilimin gözünde dini ve mistik öğretiler artık yeni bir anlam kazanmıştır. Bakın, Bugün Fizikçi Bohm’un, atomaltı dünyayı inceleyerek ulaştığı sonucu ve ifade ettiği gerçeği, büyük mutasavvıf Yunus Emre'miz şu dörtlüğüyle nasıl vurguluyor: "Sen sana ne sanırsan, Ayrıya da onu san, Dört kitabın manası Budur, eğer var ise..." EVREN VE KOZMİK ZAMAN (Evrendeki Yerimiz - I) Bir gece başınızı kaldırıp ta hiç gökyüzüne baktınız mı? Uçsuz bucaksız karanlıkta kıpırdayan milyonlarca yıldızı ve onlarla aramızdaki mesafeleri düşünmeye çalıştığınızda, ne kadar büyük bir ıssızlıkta yapayalnız olduğumuz hissi mutlaka içinizi kaplamıştır... 17 Üzerinde yaşadığımız şu koca gezegen Dünyanın büyüklüğünü bir hayal etmeye çalışın! Sonra da, Dünyadan 1 milyon 303 bin kez daha büyük, uydusu üzerinde yaşadığımız yıldızımız Güneşi: Hani şu başımızın üzerinde bir ateş topu gibi parlayan yıldızı! Bu büyüklüğü hissetmeye kimsenin hayal gücü yetmeyecektir. Onun için de Güneşi buradan seyrettiğimiz büyüklüğünde düşlemeye devam etmeyi seçeriz... Acaba, üzerinde yaşayan biz sakinlerinin gözünde bu kadar heybetli olan şu gezegenin ve çevresinde dönüp durduğu Güneşin, Evrende yeri ne? Hemen şunu söyleyeyim: Evreni bir yana bırakın, içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin bir başka köşesinden bakıldığında, ne bizler, ne dünyamız, ne de Güneş ismi anılır bir şey bile değil!.. İnsanın dünyadan gözlemleyebildiği, yani bizlerin gökyüzünde görebildiğimiz yıldızların sayısı yaklaşık 80 bin civarında hesabedilmiş! İçinde yeraldığımız Samanyolu Galaksisinde bulunan yıldızların sayısı ise, son bilimsel bulgulara göre yaklaşık 400 milyar civarında... 400 milyar, insanın algısı için sadece bir rakam olmaktan ibaret; çünkü hiç bir idrak, bunun ne anlama geldiğini kapsayabilecek güçte değildir... Ve bu 400 milyar akıl almaz büyüklükteki yıldızların arasında, yüzlerle, binlerle ışık yılı olarak ölçülen mesafeler var... Güneşten dünyaya ışık 8 dakikada ulaşıyor. Galaksi içerisindeki Güneşlerin birbiri arasındaki uzaklığı katetmesi ise yüzlerce, hatta binlerce yılı alıyor. Peki bu Galaksi içerisinde Güneş sistemimiz ne kadar bir yer tutuyor dersiniz? Kozmolog Profesor Carl Sagan'ın ifadesine göre, bulunduğunuz mekanda, havada uçuşan bir toz tanesi kadar birşey!... Bu toz tanesi içinde, gezegenler, bunlardan birisi Dünya ve onun üzerinde yaşayan bizler!... 18 İş bu kadarla bitmiyor: Dahası var! Bu bahsettiğimiz büyüklük sadece Samanyoluna ait; ve bu Galaksi ise, Evrende mevcut, milyonlarca galaksi içerisinde belki varlığı bile farkedilmeyen yalnızca bir gökada! Biz şimdilik bu kadarını bir yana bırakalım, yine dönelim Galaksimiz Samanyoluna! Bizim Güneşimiz ve onunla birlikte çevresinde yeralan komşu yıldızlar, yapılan hesaplamalara göre bu galaksi merkezinin etrafında, varolduklarından beri ancak 8 tur tamamlayabilmişler. Güneşin bu merkez çevresindeki bir kez dönüşünü, onun bir yılı olarak kabul edersek, bu takvime göre Güneş henüz 8. yaşını doldurmak üzeredir... Her birimsel yapının kendi algılama kapasitesine göre bir zamanı ve ona karşılık gelen bir takvimi hesap edilir. Dünya üzerinde yaşayan insanların bir günü veya bir yılı ile, Jüpiter üzerinde varsayacağımız bir birimin günü veya yılı birbirinden tamamen farklıdır. Dünya takviminde bir insan 60-70 yıl ömür geçirdiğinde, Jüpiter takvimine göre ancak 5 yıl gibi bir yaşam sürmüş olur. Çünkü Jüpiter, Güneş çavresinde bir turunu 12-14 dünya yılında tamamlar... Tüm bu değişen ölçümlerin yansıra, kozmolojide kabul edilen bir KOZMİK TAKVİM sözkonusudur. Bu Kozmik Takvime göre, Evrenin varolduğu kabul edilen Big-Bang anından yaşadığımız şu ana kadar geçen 15 milyar dünya yılı, bir "Kozmik Yıl" demektir. Dolayısıyla, biz bu "Kozmik Yılın, Aralık ayının son gününün son saatlerini" yaşamaktayız. Yani eğer dünyayı değerlendiren değil de, Evreni gözlemleyebilen bir algıyla bakabiliyor olsak, Evrenin varoluşundan şu ana kadar geçen, seyrine daldığımız 15 milyar yıllık süre, bize "bir kozmik yıl" ifade edecektir... 19 Peki bu "kozmik yıl" içerisinde, "güneş," "dünya" ve "insan" ne zamandan beri var?.. Hepsi de pek yaşlı sayılmaz. Güneşin "kozmik takvime" göre yaşı, henüz 4 ay kadar. Yani "kozmik yılın" Eylül ayının başlarında varolmuş. İnsan ise Aralık ayının son gününün son üç saatinde: Çünkü insanın Dünya üzerinde varolmasından buyana geçtiği kabul edilen 5 milyon yıllık süre, "kozmik takvime" göre 3 saat kadar birşey... Ya yaşadığımız şu günler, bir insan ömrü, "kozmik takvimde" ne ifade ediyor dersiniz?.. Nerdeyse bir hiç! Bir nefes verişinizde "Hu" deyişinizin alacağı süreden fazla bir şey değil!.. Belki 10 veya 15 salise! Kozmik takvimde 1 saniye ifade edebilmesi için ise dünyada asırlar geçmesi gerekiyor. Evet, işte dünyadaki tüm yaşamınız, evrensel zaman birimi kabul edilen, kozmik yıla göre, bir nefeste "Hu" deyişiniz kadar bir süre! Bu süre içerisinde doğumunuz, çocukluk, gençlik yıllarınız, acı, tatlı günleriniz, eşiniz, dostunuz, sevgileriniz, nefretleriniz, sağlık, hastalık zamanlarınız, dünyadaki tüm anılarınız, varınız, yoğunuz herşeyiniz ve nihayet dünyayı terkedişiniz, hepsi oldu ve bitti!... Hepsini bir "Hu!" da yaşadınız ve tamamladınız... Belki inanılır gibi değil ancak, bir insanın dünya yaşamının "evrensel gerçekler" karşısında gerçek yeri işte bu!.. Tamamen şartlanmalarımız ve bireysel dürtülerimiz yüzünden körü körüne sarıldığımız, uğrunda canlara kıyılan, günümüzde olduğu gibi kan ve gözyaşının durmak bilmediği dünya ve onun "geçici değerleri" evrende en fazla bu kadar bir yer ve zaman tutuyor? Belki bu bilimsel bulgular ışığında düşünmeye hiç vakit ayırmadık!.. Ne var ki yine de, henüz "alışkanlıklar ve toplumsal şartlanmalardan" çıkamamış, "dünyasal değerlerin" bile boyutlarını kavrayamaz bireylerken, dilimizden düşürmeyiz "EVRENSEL" kelimesini... Oysa, nerede, bilimsel gerçekçi düşüncenin "evrensel değerleri", 20 nerede sadece adına "evrensel" denen geçici dünyasal değerler!.. Ne güzel söylemiş büyüklerimiz, "En büyük erdem haddini bilmektir," diye! Tıpkı bilimsel düşüncenin işaret ettiği gibi! Eğer bu noktayı idrak ile yaşamayı başarabilirsek, o zaman "yaşam" bize yeni ufuklar açacaktır: Ve o zaman sormaya başlayacağız: Peki, tüm bu gerçekleri kavrayabilen "insanın," gerçek yaşamı ve gerçek değerleri bu kadarla mı kalıyor?.. Elbette tüm bunları kavrayıp, yaşayabilen bilinç, bu kadarla kayıtlı kalamaz... Öyleyse, elimizden geliyorsa, evrende bilinç olarak yerimizi anlamaya çalışalım... İNSAN VE KOZMİK BİLİNÇ (Evrendeki Yerimiz - II) İnsanın evrendeki yeri ve varlığının anlamı ne? Fiziksel bedenimiz itibariyle değerlendirdiğimizde, evrendeki sayısız galaksi içerisinde yeralan, bir galaksi içerisindeki, milyarlarca yıldızdan sadece biri olan Güneşin çevresinde dönüp duran gezegenlerden, biri üzerinde yaşayan canlı varlık; insan. Aslında çok uzaklara gitmeye gerek yok! Evren, galaksiler veya yıldızların büyüklüğü bir yana, yalnızca gezegenimiz dünya üzerinde bir insanın yerine bakınca, bir bedendeki bir hücre gibi bile değil, belki bir atom nisbetinde! Varın, öyleyse, güneşin yanında bir insanın yerini siz düşünün, sonra da düşünebiliyorsanız, Samanyolu galaksisinin yanındaki yerini... Bir insanın dünya üzerindeki yaşam süresini ele alınca ise, evrenin yaşam süresi içerisinde, bir saniye kadar dahi bir değer tutmuyor. Tüm bu verileri bir önceki yazımızda 21 genişçe incelemiştik.... Ve şunu sormuştuk: İnsanın varoluşunun gerçek manası nedir?.. Fiziksel bedeni itibariyle, daha güneş sistemi içerisinde bir "hiç" olan insan, biliyoruz ki, öylesine özelliklere sahip ki, kendisinde öylesine bir BİLİNÇ, bir irade gücü, bir algı mevcut ki; bu onu, fizik bedenin ötesinde, yaşadığı çevreyi, dünyayı, hatta diğer gezegenleri, diğer güneş sistemlerini, kavrayabilecek düzeye ulaştırıyor. Bu kavrayış, yani bilinç, insanın fizik bedeninin sınırlarıyla kayıtlı olmayıp, beden boyutunun çok ötelerine, galaksilere, evrene ulaşabiliyor... Buradan ortaya çıkan gerçek şu ki, insan diye isimlendirdiğimiz varlık, sadece fizik bedenle kayıtlı, fizik bedenden ibaret bir varlık değil! O halde, gelin, bu kez de, insanın bilinç yönüyle yerini ve varlığının anlamını farketmeye çalışalım ve bu yöndeki bilimsel verilere bir göz atalım... Bilinci itibariyle insanın, Evrendeki yeri ne? İnsan bilinciyle, evreni meydana getiren bilincin bağlantı noktası var mı, varsa ne şekilde? Fizik bedenin yer ve zaman olarak evrende bir sınırı düşünülebilir. Oysa, bilinç için ne mekansal, ne de zamansal bir sınır tanıyamıyoruz. Yani, bilinç, fizik evrenle kayıtlı bir yapı değil! Bu demek ki, bilince göre evren, yani bilincin kendi evreni, gözün evreniyle, gözle algıladığımız maddelerden oluşmuş yapıyla sınırlı değil. O halde önce, evrenin gerçek yapısı hakkında düşünmemiz gerekiyor. Nedir, evren, gerçekte? Hemen hatırlayalım. Aslında bizim, evren diye isimlendirdiğimiz nesnelerden ibaret olan şu içinde olduğumuz yapı, sadece 5 duyumuzun duyarlılık kapasitesine göre algılayabildiğimiz bir kesittir. Tüm bu nesneler ve tüm bu dünyamız, duyularımızın sınırları içerisinde kalan kesitsel yapıdır. Duyularımızın duyarlılık sınırları dışında kalan yapıdan ise habersiziz. Örneğin gözün algılayabildiği, gözün duyarlılık sınırları içerisinde kalan 22 dalgaboyları, gerçekte varolan sayısız dalgaboyları içerisinde çok çok küçük bir kesittir. Öyle ki, gözün tesbit edebildiği ve şu anda görmekte olduğumuz nesneler, aslında, evrende varolan sayısız dalgaboyları, sayısız imajlar içerisinde, çölde bir kum tanesi misali kadardır. (Gözümüz, şu anki yerine ultraviyole ışınlarını algılayabilen bir duyarlılık kapasitesine sahip olsaydı, dünyayı resimdeki görüntüsüyle algılıyor olacaktık.) Oysa, 5 duyu verilerinden yola çıkmak suretiyle, bilimsel veriler ışığında evrenin gerçek yapısını düşüncemizle keşfetmeye başladığımızda, görüyoruz ki evren, gerçekte içinde boşluğu olmayan tümel bir enerji kütlesi. Orijinal yapıda öylesine bir bütünsellik var ki, gözünüze göre, sizinle, şu anda elinizdeki bu sayfalar (veya ekran) arasında bir boşluk var gibi görünse de, gerçekte böyle bir boşluk yok! Çünkü bu sayfalar da, ekran da, sizin bedeniniz de, aradaki hava da, sırf atomlardan oluşmaktadır ve atomsal düzeyde birbirleri arasında bir sınır, bir ayrılık yoktur... Eğer daha da ileri giderek evrenin atomaltı yapısını düşünmeye çalışırsak, karşılaşacağımız sonuç, bölünüp, parçalanması sözkonusu olmayan, salt bir enerji kütlesi olacaktır... Beş duyu evrenimizde algıladığımız kesitsel imajlardan yola çıkarak gördük ki, evrenin orijinal yapısı bütünsel bir enerji kütlesidir. O halde düşünelim: Varolan herşey, bu evrensel enerjiden oluştuğuna göre, içinde yaşadığımız kesitte de gözlenen düzen, bu evrensel enerji boyutunda yürürlükte olan bir düzendir. Yani, bu evrensel enerji de, aynı zamanda, varolan düzeni yürüten evrensel bilinç orjinlidir... Evrenimizde varolan herşey, her an, her zerresinde Evrensel Bilincin hükümlerinin yürürlükte olduğu, enerjiden oluşmuştur... 23 İnsan bilincine gelince... Evren tümel bir enerji yapı olduğuna göre ve evrende hükmü yürümekte olan Tek bir bilinç varolduğuna göre, hiçbir insanın, hatta hiçbir nesnenin orijinal bilinci, bu evrensel bilinçten ayrı değildir. Dolayısıyla insandaki bilinç, orjini itibariyle Evrensel Bilinçle aynı özden meydana gelmiştir ve dahi O'dur. Kendini tanımak gayesiyle varolmuş insana açılan ufuk burasıdır: Bilincini madde evrenin bağımlılıklarından soyut bir şekilde tanıyabilmek ve böylece kendini, zaman ve mekanla kayıtlı olmayan evrensel bilinç boyutunun değerleriyle bilmek. Çünkü, evreni meydana getiren O'na giden yegane yol, insanın kendi özünden geçmektedir... Demek ki insan, evrendeki sayısız yıldızlardan biri çevresinde dönen bir kütlenin üzerinde yaşayan, bedenden ibaret madde yapılı bir varlık değil; gerçekte, Evreni meydana getiren BİLİNÇ ve GÜÇ'ün varlığıyla oluşmuş, tüm evrensel sırları kendinde bulabilecek kapasitede varolmuş bir bilinç yapıdır. Evren, bir galaksi veya bir insan bilinci aynı orjinlidir. Madde boyutundaki yaşamın terkedilmesiyle, kaçınılmaz bir biçimde insan, kendisini bu orijinal bilinç boyutunun değerleriyle bulacaktır. Ancak bu boyutu ne şekilde değerlendirebileceği, dünya yaşamındayken kendini tanıyabilmesi ve hazırlayabilmesi ölçüsünde olabilecektir. Bilinç, eğer kendi evreninin değerlerini ortaya koyabilirse, sınırsızlıkta her an yeni bir özelliğini gözlemleyerek kendi sonsuzluğunu yaşayabilecektir. İnsan için en büyük felaket ise, beş duyu verileriyle bloke olmuş bir bilinçle, kendisini aynada gördüğü bir bedenden ibaret sanarak dünya yaşamının sona ermesidir... 24 Sonsuzluğu yaşamak üzere varken, toplumsal şartlanmalar ve bedensel bağımlılıklardan kurtulamamış bir bilinçle, yaşamın sonluluğa mahkum olması ne acıdır. Eğer ifade etmek istediğimiz değer, zaman ve mekana bağlı olarak değişim göstermiyorsa, onun EVRENSEL oluşundan sözedebiliriz. Aksi halde, şartlanma ve bağımlılıklar blokajından kurtulamamış, bilinç boyutunun sınırsız değerleriyle yaşamaktan uzak bir haldeyken, bireysel, geçici dünya değerleri için "sonsuz," veya "evrensel" gibi tanımlamaları kullanmakla, sadece kuru bir lakırdı etmiş oluruz... MODERN FİZİK VE TASAVVUFUN BULUŞMASI Tasavvuf eserlerine göz atmış olanlarımız bilirler: Değişik alemlerden, farklı evrenlerden ve o boyutların farklı fizik yasalarından sözedilir. Bunlar, çoğu zaman bizim alıştığımız ve şartlandığımız fiziksel yasalardan çok, çok farklıdır. Onun için de kimimiz bunları sadece inanç meselesi kabul etmiş, kimimiz ise bu açıklamaların sırlarını araştırıp, onları keşfetmeye çalışmıştır. Günümüzde ise, artık konu bir inanç sorunu olmanın ötesinde, açıklanabilir bir bilimsel gerçekliğe dönüşmüştür. Önce, yaklaşık 7 yüzyıl önce yazılmış, El-İbriz isimli eserden buraya örnek olarak aldığım, şu paragrafı okuyalım: “Bir gün henüz fetih yapılmadan önce bir yere uğradım. Yolumun üzerinde ancak gemiyle geçilebilecek ölçüde bir deniz beliriverdi. İyice baktım ona. Yeryüzündeki denizlerden biri idi. Zatımda bu denizin üzerinde yürüme azmi (şüphesiz dileği) ve cezmi (kesin kararlılığı) doğdu, boğulmayacağım hakkında içimde kesin bir bilgi meydana geldi. Bir şey dokunamayacağını da 25 aynı kesinlik içinde düşündüm. Derken ayağımı bu kesin bilgi havası içinde suyun üzerine koydum. Batmadım. Azmim ve cezmim arttı. Yürümeye devam ettim, neticede öbür sahile ulaştım... Başka bir defa ise yine o denize uğradım, ama bendeki eski azim ve cezim yoktu. Yürümekte şüphe ettim. Bir ara denemek için ayağımı bastım, derhal suyun dibine indi, hemen çekip çıkardım. Anladım ki bu durumda suyun üzerinde yaya yürümem mümkün değildir. Yani buna güç getiremeyeceğim... " Asırlar önce yazılmış bir Tasavvuf eserinde yeralan bu satırlara yakın geçmişe kadar bir anlam vermek çok zordu. Onun için de kolayca gözardı edilebilirdi. Oysa şimdi Quantum Fiziğinin bulguları ışığında artık bunların ne masal, ne de bilim-kurgu hikayeler olmadığı anlaşılıyor!.. Sonuna yaklaştığımız bu yüzyılın başında Einstein'in açıkladığı izafiyet kuramı ile "madde" hakkındaki klasik görüş tamamen alt üst olmuş ve 70'lerden sonra iyice yaygınlaşan Quantum Kuramıyla da "maddenin varlığının kabulü" bilim dünyasında geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Maddenin varlığının, ancak onu algılayan gözlemci için geçerli bir varsayımdan ibaret olduğu kanıtlanmıştır. Sufilerin ifade ettiklerine göre, evrenin gerçek yüzü, gözün şartlandığı gibi, maddelerden oluşmuş, cansız bir dünya değildir. Gerçekte evren, herşeyin canlı olduğu bilinçli bir yapıdır. Ve Evrenin gerçek yüzünün tecrübe edilişi, insanın algı biçimini alt üst eden, muazzam, ani bir yaşayıştır. Yer ve gök algısı başka bir hale dönüşmekte, eşya hakkındaki tüm değerler geçerliliğini yitirmekte ve keskinleşen bir görüşle, tümel bir can ve bilincin, her an, her yerde kendini ifade edişine şahit olunmaktadır... 26 Yüzyıllar boyunca, klasik fizikte, madde, onu meydana getiren yapı taşlarının bileşimi olarak kabul edilmiştir. Yani, daha küçük parçacıkların biraraya gelerek, gördüğümüz, dokunduğumuz nesneleri meydana getirdiği varsayılmıştır. 1900'lü yılların ilk çeyreğinde, Einstein tarafından, gördüğümüz nesnelerin, onları meydana getiren enerjinin birer yoğunlaşması olduğunun açıklanması yerleşik klasik varsayımı ilk kez yerinden sarstı. Çünkü, gördüğümüz nesnelerin, gerçekte "maddi kütleler" olarak var olmadığı anlaşılmaya başlanmıştı. İzafiyet kuramı, kütlelerin daha küçük kütlelerden meydana gelmediğini, sadece enerjinin bir beliriş biçimi olduğunu ortaya koyuyordu. Bu durumda, Einstein, bir nesnenin kütlesinin belirli bir enerjiye eşdeğer olması sonucunu ortaya çıkarmıştı. Bunu, E=mxc 2 ile formüle etti. Bir kütlenin belirli bir enerjiye eşdeğer olması, o kütlenin, zannedildiği gibi durağan bir nesne olmadığı gerçeğinin de ıspatıydı. O halde aslında maddeler değil, onları meydana getiren evrensel bir enerjinin varlığı sözkonusuydu. Enerji kütlesinin madde diye gözlenmesi, sadece bizim algı biçimimizin bir ürünüydü... Şimdi sıra, maddeyi meydana çıkaran bu enerji yapının incelenmesine ve onun aslının açıklığa kavuşturulmasına gelmişti. Evrende gözlemlediğimiz ve madde adını verdiğimiz nesneleri, atomaltı düzeyde inceleyen fizikçiler, içinde bulunduğumuz şu evrene atomaltı düzeyden bakıldığında, herşeyin karşılıklı bir ilişkiler dokusu olarak gözlendiğini ortaya çıkardı. Hatta, o boyutta gözlenen evren, içinde boşluğun olmadığı, her noktasının birbiriyle ilintili olduğu, sınırsız ve bütünsel tek bir enerji yapı olarak gözlenmektedir. Bu tek ve homojen bütünsel yapı, parçalardan meydana gelmiş değildir. Bizim şu anda gördüğümüz nesnelerin veya boşluk diye algıladığımız alanların, atomaltı düzeyde birbirinden hiçbir farklılığı yoktur. Aralarında 27 onları ayıran, farklı kılan bir sınır sözkonusu değildir. Artık o düzeyde ayrı ayrı birimsel yapıların, parçaların varlığı tükendiğinden, ayrı ayrı parçalara bölünemeyen, parçalardan meydana gelmemiş, Tümel ve sınırsız bir BÜTÜNLÜĞÜN sözsahibi olduğu kanıtlanmıştır. Klasik inanışta "madde" diye isimlendirilen "yapılar", Quantum Fiziğinde, atomaltı boyutlarına inildiğinde, tamamen karmaşık bir ilişkiler dokusuna dönüşmektedir. Gözlediğimiz Evrendeki hiçbir nesnenin, atomaltı boyutta kesin bir şekli yoktur. Hiçbir şey o boyutta belirli bir sınır ve kesinlik kazanmış değildir, ancak herşey 'olabilir' görünmektedir. Yani, madde diye kabul ettiğimiz "ayrı ayrı şeylerin" atomaltı düzeyde ne ismi, ne de bir işareti henüz hiç yoktur. Oysa bu gerçeğin gözlemlendiği evren, işte şu anda içinde bulunduğumuz evrenin ta kendisidir. Burada insan bedeniyle, bir duvar veya bir su birikimi arsında bir sınır, bir ayrılık gözlense bile, atomaltı düzeyde böyle bir ayrım kaybolmaktadır. Bu tesbitlerden sonra, fizikçileri düşündüren yeni bir soru ortaya çıkıyordu. O halde, nasıl oluyor da insan, gerçekte sınırsız bir BÜTÜN olan TEK'i, ayrı, ayrı parçalar şeklinde gözlemliyor? Evet, nasıl oluyor da TEK'i, çokluk görüntüsünde yaşıyoruz?.. İşte bu sorunun cevabını QUANTUM TEORİSİ açıklığa kavuşturdu... Quantum fiziği, yüzyıllardır devam edegelen inanışa göre, maddeyi oluşturduğu kabul edilen parçacıkların, "temel yapı taşları" olmadıklarını, hatta bu parçacıkların "temel" olma özelliğine dahi sahip olmadıklarını tesbit etti... Nasıl mı?.. Şöyle ki: Atom fiziğinde, maddenin derinliğine inildiğinde gözlemlenen nihai parçacık dünyası, daha alt, daha mikro düzeyde başka parçacıklara ayrıştırılamaz duruma 28 gelmiştir. İş tamamen insan düşüncesine kalmıştır. Bahsedilen atomaltı öğeler çoğu zaman soyut varlıklar gibidirler, hatta birçoğunun kütlesi yoktur; nesnel değil, tamamen kuramsal ve düşünsel varlıklardır... Çünkü, atomaltı düzeyde herşey homojen tek bir BÜTÜN olarak var olduğundan dolayı, sözü edilen parçacıkların, BÜTÜN'den ayrı olarak, kendi başlarına hiç bir anlamı yoktur. Bunun sebebi, o düzeyde parçacık diye birşeyin gözlemlenmemesidir. Hiç bir anlama sahip olmadıklarından, aslında o haldeyken, "parçacık" olarak henüz bir varlıkları da yoktur! Bu düzeyde herşey, sadece "olasılık dalgalarından" ibaret gibi görünür... Peki, çokluk görüntüsü ve parçacıklar ne zaman var olmaktadır?.. İşte işin, üzerinde durulması gereken en ilgi çekici yanı burasıdır... Bu parçacıklar, ancak gözlemci tarafından, ölçümler arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak KAVRANINCA bir ÖZELLİK kazanmaktadırlar. Ne zaman ki yapılan gözlemler arasında bir karşılaştırma sözkonusu olur, o zaman her bir özellik belirmeye başlar. Her özellik, gözlemcinin kavramasıyla bir anlam kazanmakta ve buradan sonra da o özelliğin atfedildiği parçacığın varlığından söz edilmektedir... Dolayısıyla, nesnelerin, gözlemcinin düşünceleriyle, gözlenen yapı arasındaki karşılıklı ilişkinin bir ürünü olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda ortaya çıkan bir gerçek şudur: Gözlemcinin kendisi de bu gözlem zincirinin bir ögesidir ve ondan ayrı değildir. Eğer gözlemcinin KAVRAYIŞI olmasa, gözlenen yapının bir ANLAMI olamayacak ve parçacığın varlığından da söz edilemeyecektir. Her bir nesnenin yapısı ve özellikleri, gözlemcinin kavrayış biçiminin ürünüdür. İşte 2000'li yılların eşiğinde, Atom fiziğinin ortaya çıkardığı net gerçek şudur: İşin içine 29 insanı koymadan bu evrenden bahsetmemiz asla mümkün değildir. Fizik evren, ancak insanın kavrayışıyla birlikte var kabul edilmektedir. Her bir nesnenin var olması, bir özellik ve anlam taşıması, bilinç tarafından KAVRANMASINA bağlıdır. Gözlenen bu evren ve onun fiziksel yasaları, bilincin kavramasıyla anlam kazanmakta ve böylece de "var" kabul edilmektedir. Açıkçası, herşeyi ve kendinizi ne olarak kavrıyorsanız, şu anda öylesiniz. Ve bu da tamamen size göre öyle! Evrenin meydana gelişinde, "temel yapı taşlarının" varlığı söz konusu olmadığı için, içinde yaşadığımız evren, nesneler ve fiziksel yasalar, tamamen gözlemi yapan bilince GÖRE'dir. Herşey tamamen düşünsel bir kavrayıştan ibarettir. "Maddenin" varlığını belirleyen esas faktör, gözlemcinin algı kapasitesi ve kavrayış biçimidir. Başka bir ifadeyle, bulguların ne şekilde olacağı, yani nesnelerin varlığı ve onların özelikleri, olayın dışında olmayan, onunla birlikte olan, insanın kavrayış biçiminin ürünüdür. Gözlemci NASIL kavrarsa ve ne anlam verirse, evren, onun yasaları, nesneler ve özellikleri ÖYLE görünmektedir. Bu bulgular ışığında düşündüğümüzde, şu an içinde bulunduğumuz fiziksel yasaların, bilincimizin kavrayış biçiminin KARŞILIĞI olduğu anlaşılmaktadır. Yani, içinde bulunduğumuz ortam ve onun yasaları, aslında bilincimizde ortaya çıkan anlamların bir sonucudur... Fizik nesnelerin özelliklerini ve evrensel yasaları tayin eden bir BİLİNÇ ile bakmakta, Onun ile görmekte, Onun ile dokunmakta, kısacası Onun ile varolmaktayız. Gözlemci ve algı araçları neyi tesbit edebilecek düzeydeyse, sonuç olarak o tecrübe edilmektedir. Evrende gördüğümüz tüm bu fiziksel nesnelerin meydana çıkışında, bizim düşünsel tesbitlerimiz, yani bilincin varsayımı sözsahibidir. Biz NASIL bakarsak, evren bize ÖYLE görünür ve şu anda öyle görünmektedir. Tasavvufi ifadesiyle, biz ne isek, dünyamız da 30 ona göre olmaktadır. Ve içinde bulunduğumuz bu evreni, bu fiziksel nesneleri, tamamen bizim algılama ve kavrayış biçimimizden dolayı bu şekilde gözlemlemekteyiz. O halde, bunları kavrayan bilincin VARSAYIMI değiştikçe, yani evrenin atomaltı boyutlarına inildikçe, veya üstmadde boyutlarına çıkıldıkça, maddenin kabulünden doğan fiziksel yasalar geçerliliğini yitirecektir ve yitirmektedir. Fiziksel yasalarla kayıtlanmamış bir "varsayım duvarın" veya "düşünsel duvarın" içinden geçilebilecek, "düşünsel suyun" üzerinde yürünebilecektir. Ancak tabi bunları başaranın, kendi özbilinci yanında, maddeden ibaret bireysel varlığının da bir varsayımdan fazla birşey ifade etmemesi halinde... Atomaltı boyutta sınırılı yapısı olmayan bir duvarın ötesine düşünsel bir bedenin geçememesi, tamamen bilincin bir varsayımı ve insanın öyle şartlanmasıdir. Fizik dünyaya ait şartlanmalar kayboldukça, bilincin evrensel değerleri ortaya çıkacak; şüphesiz bir dilek ve kesin kararlılık, kendiliğinden ortamını bulacak ve her dilenen gerçekleşecektir... Evet... Artık bilimin ışığında inkar edilecek hiçbir yanı kalmamıştır ki, Sufilerin eserlerinde rastladığımız, "şöyle bir aleme ve zamana gittim, şöyle şöyle işlerle karşılaştım", gibi, önceleri kabul etmekte güçlük çekilen ifadeleri, kendimizde mevcut Evrensel Bilincin ve gizli kalmış güçlerin müjdeleridir... 31 KUANTUM FİZİĞİNE GÖRE "BU DÜNYA BİR HAYAL" Beş duyumuz sınırlarında algıladığımız dünya, elle tutulur, gözle görülür katı bir madde kütlesi!.. Ancak acaba, beş duyu sınırlarının dışında, başka duyularla bakabilseydik nasıl bir dünyada yaşıyor olacaktık? Gözlemleyen bilincimiz aynı kaldığında, tam şu anda bulunduğumuz yerden, algıladığımız dünya ne tür bir ortam olacaktı ve o dünyada --eğer hala varsa--, bizim kendi yerimiz ne olacaktı? Belki bambaşka kavramlarla dolu şimdikine hiç benzemeyen bir boyutta olacaktık, diyenleriniz olabilir. Şu anda ve burada... Peki, tüm bu kesitsel görüntülerin ötesinde dünyanın aslı ve gerçeği ne? 32 Aslında, eskilerin, yalan mı, gerçek mi, yoksa rüya mı olduğunu bir türlü çözemediği garip bir dünyada yaşıyoruz. O kadar garip ki, kiminin umursamaya değmez sayıp adeta sefasını sürdüğü ile, kimine adeta meydan okuyan; kiminin de onunla mücadele ettiği, adeta boğuştuğu, hep aynı dünya. Oysa, bilimin ve bilimsel düşünen insanın gözünde herşey artık çok farklı!.. Bir yanda bizim gibi toplumlar ve aydınları, sadece geçmişle meşgul olup, sorunlar bulup, onları bugün tartışmakla, sözümona, çağdaşlaşma yolunda adım attıklarıyla avunadursunlar; geçmiş yerine geleceğin inşası görevini üstlenmiş, 'evrensel insanın' gerisinde kalmamaya çalışan bilim çevreleri, yepyeni dev bulguların heyecanıyla kabına sığmaz hale gelmiştir. Siz istediğiniz kadar algıladığınız bu yaşamla, dünyayla mücadelenize devam edin, düşünen insan, kendi varoluş gayesini, yaşamın ve evrenin gerçeğini nerdeyse çözmüş olmanın verdiği rahatlıkla, adeta sizin ve dünyanın halini başka bir boyuttan gizli bir tebessümle seyre dalmış durumda. Bu ifadenin üzerinde duralım lütfen: Hala beş duyusuyla algıladığı dünyayla mücadele eden, veya bu algıladığı yaşamın NE olduğunu, ASLINI araştıran, gören ve ona göre seyre dalan günümüzün farklı insanı. Medya aracılığıyla haberdar edildiğimiz dünyada olup-bitenler bir yana, birazcık okuyan ve araştıran kimsenin gözünden kaçmayan güncel bir konu var: Birçok bilim dalı, özellikle Astrofizik, Kuantum Fiziği, Gen Mühendisliği gibi popüler bilim dalları, geldiği noktada artık, insanın içinde olduğu evrensel sistemi, insan düşüncesinin ‘Yaratıcı Düşünce’ ile olan bağlantısını ve dahi 'Tanrı' diye bilinen kavramın ne olduğunu çözmekle meşgul. Piyasada hiçbir yeni fizik veya genetik kitabı yoktur ki Tanrının ve insanın bilincinden bahsediyor olmasın, hatta tamamen konusu bunlar olmasın. Astrofizikçi Stephen Hawking'in dediği gibi, insanlık kendi gerçeğini açıklayan ‘Tek Tümel Kuramı’ buluncaya 33 kadar bilimin içine girdiği bu hızlı arayışının sonu gelmeyecek... A.B.D.'nde görüştüğüm gen mühendisinden işittiğim ve beni en çok şaşırtan bir ifade şu oldu: Artık bulgularımız sürekli olarak, beklentilerimiz doğrultusunda gerçekleşmekte! Dahası, diiyordu, şaşırtıcı olan o ki, gen mühendisliğinde öyle bir yerdeyiz ki, şimdi bulgularımızı, beklentilerimiz belirliyor! Sayısız diyebileceğimiz ihtimaller içeren bir sarmalda, hangi muhtemel genetik dizilimin etken olmasından şüpheleniyorsak, karşımıza mutlaka o dizilim çıkıveriyor. Bilincimiz neyi keşfetmek üzere bizi harekete geçiriyorsa, sonunda o şeyi keşfediyoruz. Bu ifadelerin anlamı şuydu: Düşüncemiz, bulgularımızı belirleyici olduğundan; sorumuz, bilginin yarısı anlamına geliyor. Buradan şu sonuca varıyordu: Bu demek ki, deney, deneyin sonucu ve bilincimiz aslında aynı bütünün birbiriyle ilintili elemanları gibi, birbirinden ayrı değiller ve moleküler düzeyde dahi bu çözülmemiş bağlantının eserleri gözlemlenebilmektedir. Gen mühendisliği konu olurken, biz henüz tüp bebekleri hatırlıyoruz. Klonning gibi değişik tarihlerde aynı bebeğin kopyelerini dünyaya getirme çalışmalarını bilenler ise biraz daha ilgili olanlarımız. Oysa, gen mühendisliği araştırmalarını yakından takip edenler, yukardaki düşüncelerle ve hatta dünyanın bir organizma olduğu, dahası her organizmanın kendinde gizli programını ortaya koyduğu, suç diye birşeyin omadığı, gibi düşüncelerle bambaşka gerçeklerle içiçe gelmiş durumdalar... Paralel şekilde, Atom Fiziğinde de, gözlemci, deneyin bir parçası kabul edilir. Durum daha da açıktır. Atom fiziği alanında, dünyada gözlediğimiz birimsel yapıların, kendi başlarına, yani Evrensel Bütünden ayrı olarak hiçbir anlama sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. Kuantum fiziği, içinde yaşadığımız dünyayı, gözümüzün yanıldığı gibi, birbirinden kopuk, ayrı ayrı bireysel elemanlara ayıramayacağımızı göstermiştir. 34 Fiziksel olarak madde diye gördüğümüz nesnelerin derinliklerine inildikçe, karşımıza çıkan, dünyadaki bütün nesneler arasında varolan karşılıklı bir ilişkiler dokusudur. Yani evrenin esasında her zerresi birbiriyle ilintilidir, hiçbir şey, hiçbir zaman tümden bağımsız hareket edemez. Burada dikkatlerden kaçmaması gereken en önemli nokta şudur: Tesbit edilen bu ilişkilerin en önemli elemanı, gözlemcinin kendisidir. Çünkü gözlemcinin kendisi de olayın bir parçasıdır ve bu Evrensel Bütünden ayrı, ya da bağımsız değildir. ‘Ben’ ve ‘evren’ ayrımı, hatta ‘madde’ ve ‘mana’ ayrımı atom altı düzeye inildiğinde, kaybolmaktadır, geçersiz kalmaktadır... Atom fiziği, işin içine insan bilincini katmadan evren hakkında konuşamayacağımızı, açık ve net bir biçimde ortaya koymuştur. Çünkü tüm evren, her zerresine kadar aynı bütünlüğün ve tekliğin ifadeleridir. Biz ise bu bütünlüğü algılayamadığımızdan, gözümüzün daracık kapasitesi dolayısıyla madde, ve maddelerinin hepsini birden de evren diye kabul ediyoruz. Oysa, gözün yanılsadığı gibi insanın dışında, sayısız parçaların birleşmesinden oluşan bir evren olmayıp; sadece sonsuz ve tek bir Bütün vardır. Yani, Modern fizik, evrensel düzeni, birbirine bağlı olan, ayrı ayrı parçalara bölünemeyen, parçalara ayrılması sözkonusu olmayan bir bütünlük olarak görmektedir. Ayrıca bu bütünlük ile onu gözlemleyen ve araştıran bilinç arasında da bir birliktelik vardır, ayrılık yoktur. İşte bu anlayış çerçevesinde, 'zaman ve uzayın' kafamızdaki klasik anlamları geçerliliğini yitirmiştir. Doğru zannettiğimiz, Evrenin birbirinden bağımsız nesnelerden oluştuğu görüşü ve klasik sebep-sonuç ilişkisi gibi kavramlar geçerliliklerini tamamen yitirmişlerdir. Artık evren, fiziksel ve düşünsel ilşkilerin birbirini karşılıklı olarak etkilediği büyük bir sistem ağı olarak algılanmaya başlanmıştır ve bu ilişkiler, yalnızca, tek Bütünle olan bağlantı aracılığı ile açıklanmaya çalışılmaktadır. 35 Fizikçiler, doğal fenomenler olarak kabul ettiğimiz bütün algıların, aslında insan düşüncesinin ürünleri olduklarını ortaya çıkarmışlardır. Bu ürünler de gerçekliğin kendisinden çok, gerçekliğin kavranılmasına yarayan kesitsel imajlar anlamına gelmektedir. Buna göre yaşadığımız, istisnasız tüm olaylar ve oluşumlar, evrendeki herşey, kesinlikle birbirleriyle ilintilidirler. Ve yaşamın gerçeğini anlayabilmek için de önce 'Tümü' anlamamız gerekmektedir. Zira, gerçekte varolan ve yaşayan O Tektir. Bu bulgular sonucunda, Yeni Fizik, insanın bilincinin dışında, evrenin ötesinde, mekansal veya boyutsal bir tanrı fikrini reddetmektedir. 'Tanrı' ismiyle farkettirilmek istenen, insanların kafasındaki imaj değil, esasında, sadece ve sadece kendisi varolan, insan bilncini de kapsayan, insan bilincinin birliktelik arzettiği sınırsız Tek'tir. Dinsel ve Mistik kaynaklarda bildirilen Onun Tek oluşu, kendisinin sınırsızlığı ve yalnızlığı dolayısıyladır. Çünkü varolan Bütün, parçalara ayrılamayan sınırsızdır ve kendi dışında başka hiçbir şey olmayan Tektir... Tüm bu bilimsel veriler ışığında, evrenin ve insanın klasik algılanış biçimi bir reforma hazırlanmaktadır. Bu, belki çok yakında kendimizi içerisinde bulacağımız düşünsel bir reform olacaktır. Bu gördüğümüz madde ve ayrı ayrı nesneler, esasında pratik açıdan yarar sağlayan birer var kabul edişten ibarettir. Kuantum kuramı gözünde, serbest ve ayrı fiziksel varlıklar kavramı, yalnızca bir idealleştirmeden, yani düşünsel olarak var kabul etmekten başka birşey değildir. Bu demektir ki fiziksel olarak var kabul ettiğimiz herşey, esasında düşünsel olarak var kabul edişimizden ibarettir. Gözümüz dolayısıyla yanılsadığımız maddi, nesnel bir dünyada değil, gerçekte düşünsel bir evrende yaşıyoruz. Bu düşünsel evren kendi sistemine göre, kendi yaşamını kesintisiz olarak sürmektedir. 36 Ancak bizler, kendimizi bu öz düşünsel değerlerle tanıyamamaktan ötürü, orijinal sistemi ve kendimizdeki evrensel düşünceyi sürekli olarak algılayamamaktayız. Bu da beynimizin nesnelerden oluşan görüntüsel dünyayla bloke olmasına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda, aslında bir anlamda hayal olan, eskilerin ifadesiyle yalan bir dünyada, kendimizi şartladığımız, bağladığımız bireysel isteklerimize göre yaşıyor, onlar gerçekleşince mutlu, gerçekleşmeyeince üzüntülü oluyoruz... Oysa, insanın bilinciyle birliktelik arzeden Evrensel Bütün kesintisiz bir şekilde kendi özelliklerini, kendinde yaşamaktadır. Tamamen bizim şartlanma ve beklentilerimizden bağımsız biçimde. Ve eğer biz, algı kapasitemizi bilgimizle ve beyin geliştirme teknikleri ile genişletebilirsek ve dünyaya, şartlandığımız nesneler birikimi olarak değil, gerçek düşünsel değerleriyle bakabilirsek, o zaman gerçeği görme imkanına erişebileceğiz. Bu da kendimizdeki evrensel bilinç boyutunun değerleriyle göresel olmayan bir yaşamı getirecektir. Acaba Hawking'in aradığı, anlaşılması gereken Birleşik Kuram, bu 'Tek' ve 'Tekin gözüyle bakış' mıydı? Buna 'evet!' demek olası. Varlığın gerçeğini kavramanın yegane yolu, 'bedenden ibaret bir birim olduğumuz inancıyla bakışı' terk edip, özümüz ve bilincimizin aslı olan Tek'in gözüyle bakma erdemine ulaşabilmektir. Bunun tek yolu da önce Tek'i ve Onun düzenini bilebilmektir. Doğayı ve olayları alıştığımız klasik biçimde değerlendirişimiz, tamamen bir yanılgıdır. Bunun için, çevremizde ve doğada olup-bitene, dünyaya, şartlanılmış klasik gözle, madde yapılı bir birey olduğumuz zannıyla bakmak yerine, her şeyin yerli yerince olduğu ve görenle görülenin ayrılığı olmadığı tek bir bilinçle bakabilmek gerekir. Bunu da ancak kendi düşüncemizde yaşamamız gereken bir reformla gerçekleştirebiliriz. O an, dünyamız, bir başka dünyaya dönecektir ki asl olan orijinal yapı da odur... 37 Evet, uzağında kaldığımız son bilimsel bulgular ve çağdaş düşünce bunları söylüyor. Aslında mistik düşünce de yüzyıllardır aynı gerçekleri vurguluyor. Dememiş mi bir Hacı Bayram Veli: 'Bayram ÖZÜ bildi / Bileni O'nda buldu / Bulan O Kendi oldu / Sen seni bil, sen seni!..' Bizim aydınımız, kitaplığını dolduran 'Mezhebler ve Sorunları', 'Başkan Nereye Koşuyor', 'Nasıl Giyinmeliyim', 'Bastırılmış Kadınımız', 'Ekonomik Darboğazımız' gibi eleştiri ve tarih kitaplarıyla övünedursun, nesnel sorunlarından biraz olsun düşüncesini soyutlayabilmiş toplulukların kitapçılarında , 'Evrenin Gerçeği', 'Tanrının Aklından Geçenler', 'İnsan Beyninin Bilinmeyen Güçleri', 'Evrensel Sırlar', 'Atom Fiziği ve Tanrı', 'Holografik Evren' gibi kitaplar satışta ilk sıraları almakta. Düşünen insan bu bulgular ışığında herşeyden önce kendini anlamaya çalışmakla ve geleceğini şimdiden kavrayabilmekle meşgul. Siz isterseniz, 'bu kadar ekonomik, siyasi sorunumuz varken bunları çözmeyi bir yana bırakıp ta atom fiziğinin bulgularına göre yaşamaya çalışmakla mı ömrümüzü geçirelim, bu sıkıntılar nasıl çözülecek?' diye karşı çıkın. Size sadece, "Haklısın dostum, senin varoluş gayen de bu olmalı," diyor ve ekliyor, "Ancak unutma, bütün bunlarla uğraştığını söylerken beyin kapasitenin sadece maximum %7'si gibi bir kısmını kullanıyorsun. Dahasını, dünyanın aslını kavramak için, biraz da geriye kalanını kullanmaya çalışsan! Kendini sadece fizik dünyayla kayıtlamayı biraz aşsan! Unutma, herşeye rağmen, senin kendin kadar kıymetli bir hazinen yoktur ve kendinden başkası için de var değilsin..." Ve hatta bizim Türkmenoğlu Yunusumuzun bir dörtlüğüyle bulunduğu boyuttan gülümsemesine devam ediyor:: ‘Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülkte yalan / Var, biraz da sen oyalan...’ 38 HOLOGRAMDA SEYAHAT Çağdaş bilimsel keşiflerle, mistik Sufi öğretilerinin en önemli ortak uyarısı şudur: İnsan, özüne dönerek, kendini, öz bilincinin değerleriyle tanıyamadığı sürece, evrendeki yegâne sermayesi olan "dünya yaşamını", fizik dünyanın şartlarına bağımlı olarak yanılgılar içerisinde tüketir gider... İnsanlığın büyük bir çoğunluğu, dünyayı ve yaşamı sadece beş duyuyla algılayabildiğimizden ibaret zannedip, sadece burası için herşeyi elde etmekle meşgulgen, bakın bilim dünyasında neler oluyor ve bunlar Tasavvuf eserlerinde nasıl karşılık buluyorlar: "Ölünce Yaşam" isimli eserinde ünlü bilimci Kenneth Ring, Ph.D. şunları yazıyor: "Eğer bilinciniz, fiziksel bedeninizin sınırlarına bağımlılıktan kurtulabilirse, holografik dünyaya girip, o boyutu tecrübe edebilirsiniz. Bedeninize ve bedensel algılama araçlarına bağımlı kaldığınız sürece, holografik alem ve boyut gerçeği sizin için sadece entellektüel bir konu gibi kalır. Oysa, eğer bedeninizden ayrılabilirseniz, o boyutu direkt tecrübe edebilirsiniz. Bu tecrübeden dolayıdır ki, mistikler, gördükleri şeyler hakkında bu kadar kesin ve inandırıcı konuşmaktadırlar. Ama orayı tecrübe edemeyenler ne şüphelerini üzerlerinden atabiliyorlar, ne de, yaşamı anlayışlarında bir değişime ihtiyaç hissediyorlar." Evrenin, esasta dev bir hologram olduğu gerçeğinden hareketle, zaman ve mekanın duyularımıza izafeten belirdiğini biliyoruz. Yani fizik dünyanın nasıl göründüğü ve bu dünyada geçen zamanın hangi biriminde olduğunuz, fiziksel duyularınızın algılamasının bir 39 ürünü... Mekânın varlığından şüphe etmeyecek derecede ona öylesine bağımlı halde düşünür olmuş ve şartlanmışız ki, mekanın olmadığı bir boyutun ve alemin nasıl birşey olduğunu hayal bile edemiyoruz. Oysa, bilinç olarak, mekana bağlı olmadığımız gibi, zamana bağlı olmadığımızı da kanıtlayan veriler var: Bunun en güçlü göstergesi, OBE (Out of Body Experience) denen, bireysel bilincin fizik bedenden ayrılıp farklı alanlara seyahat ettiğinin gözlendiği "beden dışı yaşam tecrübeleridir." Dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde insan bilincinin beden dışına çıkabildiği çeşitli şekillerde sürekli anlatılmıştır. Jack London'dan, Goethe'ye kadar birçok tanınmış kişi dahi kendi başlarından geçen OBE lerinden eserlerinde bahsetmişlerdir. Eğer küçük bir araştırma yaparsanız, Amerikan yerlilerinden, Mısırlılara, Yunanlara, Hindulara, Müslümanlara kadar her topluluk tarafından da bu gerçeğin bilinmiş olduğunu kolayca keşfedersiniz... Batılı olmayan 44 ülkede bu konuda yapılan bir araştırma sonucu, 41 ülke insanının, beden dışı yaşam tecrübelerine normal olarak inandığını ortaya çıkarmıştır. Yine dünyanın 488 topluluğu arasında 437'sinin beden dışı tecrübelere dayalı benzer gelenekleri, anma törenleri ve kutlamaları olduğu ortaya çıkmıştır... Değişik üniversitelerde, öğrenciler üzerinde sayısız anketler yapılmış ve örneğin Sauthompton Universitesinde ankete katılan 115 öğrenciden 19'unun; Avustralya New England Üniversitesinde 177 öğrenciden 36'sının başından beden dışı yaşam tecrübesi geçtiği belirlenmiştir. Yapılan anket sonuçlarının ortalaması alındığında, kabaca, bu yazıyı okuyan her beş kişiden birinin er veya geç, birgün bir yerde, yaşarken fizik beden dışına 40 çıkma tecrübesi yaşamış olduğu veya bunu yaşayacağı ortaya çıkıyor. Bu oran 10 kişide 1 bile olsa, aslında sanıldığından çok yaygın bir gerçekle iç içe olduğumuz anlaşılıyor... Tipik bir OBE, herhangi bir anda kendiliğinden yaşanabileceği gibi, sıkça, "yakaza" denen, uyku ve uyanıklık arası, uykuya geçme sırasında veya uyurken, zikir yapma sırasında, hastalık ve anastezi sıralarında, ayrıca şiddetli bir travma veya kaza geçirildiğinde görülüyor. Kaza geçiren bazı kimselerin, koma halinde olmalarına rağmen, sonradan olup-biteni anlatmalarının sebebi bu tecrübedir. NDE (Near Death Experience) olarak bilinen ve özellikle şiddetli kaza veya krizler esnasında ve sonrasında başından geçen bu tür "ölümötesi yaşam tecrübesini" anlatan kişilerin yayınlanmış yüzlerce kitabı şu anda piyasada mevcuttur. Bunların bir kısmı Türkeçeye de çevrilmiştir. Yüksek ruh gücüne sahip tasavvuf ehli zevat, beden dışı yaşam boyutuna geçişlerini, iradi olarak kontrol altına alabilirler. Bu tür tecrübelerde, kişi eskisinden daha güçlü bir "farkında oluş" haliyle, kendisinin aniden bedenden ayrı bir yerde olduğunu görür. Kapalı bir yerdeyse, genellikle tavana yakın bir konumda, aşağıdaki bedenini seyretmeye başlar. Uçuyor veya havada yüzer bir haldedir. Çoğunlukla ilk anda bir ferahlık ve gevşeme hissi hakimdir. Bundan sonrasında kişiden kişiye değişen çok farklı şeyler olabilir. Burada tecrübe biçimlerinde kişinin kendine bakışı, yetişme şekli, bilgi birikimi ve kendi gerçeğini tanıma düzeyi önem taşır. Zamansız ve mekansız bir şekilde, bilinç, holografik özellikler taşıyan bir bedenle, istenen yerde anında kendini bulabilir. Tıpkı GHOST (Hayalet) ve benzeri bir çok filmde seyrettiğimiz gibi mekan kayıtlarından bağımsız hale gelir, fiziksel duvarlardan veya kapılardan geçebilir. Zamanın fiziksel boyutuna tabi olmadığı için, düşünsel olan bir algıya geçer; isteği oluştuğu anda, kendini, düşündüğü yerde ve halde bulur. Bilinç kendini fizik bedenin kayıtlılıklarından bağımsız bir halde, beynin ürünü olan çok ince titreşimlerle yapılanmış hologramik bir bedenle bulur. 41 OBE tecrübelerinden elde edilen verilere göre, fizik bedenle yaşamın son bulmasıyla birlikte girilen boyut, şu an bilim dünyasının meşgul olduğu hologram tekniğiyle tesbit edilen özelliklerin yaşandığı boyuttur. Yani, evrenin holgramik boyutu. Ancak bu boyut, kendi yapısına uygun hologramik bir bedenle tecrübe edilebilmektedir. İşte OBE veya NDE denen ölüm ötesi tecrübeleri yaşayan kişiler, Din'de "ruh" ismiyle tanımlanan, bugünün lisanıyla "ışınsal hologramik beden" diyebileceğimiz bir bedenle bu evrensel hologramda seyahat etmektedirler. Bugün onlarca dile çevrilerek okunan, Muhyiddin Ibn Arabi, İbrahim Hakkı Erzurumî, Mevlâna Celaleddin, Abdulkadir Geylani gibi birçok Tasavvuf ehlinin eserlerinde bahsettikleri "göğe yükselme, başka bir alemi ziyaret etme" veya "tayyi mekan, tayyi zaman" gibi dünyanın zaman ve mekan kayıtlılıklarına bağımlı olmayan seyahat tecrübeleri, bugünün bilimsel verileri ışığında baktığımızda, "evrenin holografik boyutunda" yaşanan bilinç tecrübeleri ve bilinç seyahatleridir. Ölüm ötesinde yaşamın devam edebileceğine ihtimal vermeyen birçok kişi, başından geçen bu tür beklenmedik bir tecrübe sonrasında, ölüm diye bir sonun sadece fizik beden için geçerli olduğunu farketmiş ve çok farklı bir yaşam tarzı sürmeye geçmişlerdir. "Mavi Tüy" ve "Martı" gibi tanınmış eserlerin yazarı "Richard Bach" ve benzer eserler veren birçok kişinin, Tasavvuf ehlinin yaşama bakışındaki farklılık, başlarından geçen bu tecrübelerinden kaynaklanmıştır. Bu şekilde tecrübelere dayalı olarak yazılmış yüzlerce kaynak kitap bulmak mümkündür... Ve dünyanın neresinde olursanız olun, hangi zamanda yaşıyor olursanız olun, her insan için kaçınılmaz olan bir gerçek çıkıyor ortaya: Ölümün tecrübe edilmesiyle birlikte "holografik evren" boyutunda, "hologramik bir bedenle," düşünsel bir yaşamın başlangıcı... Bununla beraber; kendisini bekleyen bu sonsuz geleceğe ilgisiz, araştırmayan, fizik dünyayla kayıtlanmaktan kurtulamamış insanların çoğunluğu... 42 ASTROLOJİ: Yeni Millennium'un Popüler Bilimi İnsan düşüncesinin eseri olan her bilginin değeri olduğunu kabul ederek, inkarı bir yana bırakıp, bu günün bilimsel verileriyle bize ulaşan bilgilerin esrarını çözme yürekliliğini göstrebildiğimizde, sayısız bulgular ve değerlere erişebilmekteyiz. Binlerce yıl öncesinden beri mistik düşünürlerin ve bilginlerin eserlerinde değindiği, günümüzün ise özellikle gelişmiş ülkelerinde popüler hale gelen, onlarca üniversitede öğrenimi yapılan konusu “BURÇLAR İLMİ” veya güncel ismiyle “ASTROLOJİ” neyi anlatmaktadır? Birçok devlet başkanından, borsa tüccarına kadar, tanışan hemen herkesin, itibar etmekten kaçınamadığı, hatta bazı ülkelerde aylık raporlar halinde yayınlanmaya başlayan bu isabetli verilerin temelindeki bilimsel gerçekler neler olabilir?.. İnsanların bütün davranışlarını düzenleyen beyin yapıları ile, gezegen konumlarının nasıl bir bağlantısı olabilir?.. Bu kısa yazımızda “astrolojinin” sırlarına değinmeye çalışacağız. Bu konuyla ilgili olarak hem Evrensel Bilinci tanımak suretiyle “madde ötesi sırlara” eren mistik düşüncenin 43 açıklamalarına, hem de beş duyu verilerine dayalı bir sistemle “yaşam sistemini” açıklamaya çalışan bilimsel bulgulara yer vereceğiz. Artık çok sıkça gözlemlendiği üzere, günümüz bilimsel bulguları, mistik düşünür ve öze erenlerin “Evrensel Bilnci” anlamak suretiyle getirdiği açıklamalara paralellik göstermekte ve onların deşifre edilmesine ışık tutmaktadır. Konum itibariyle, Doğu ve Batı ilimlerinin kaynaştığı bir coğrafyada bulunmamız, böyle bir incelemeyi yapmamızı kolaylaştırıyor... Yaklaşık 400 MİLYAR yıldızın oluşturduğu kabul edilen Samanyolu galaksisi içerisinde orta büyüklükte bir güneşin uydularından biri olan Dünya üzerinde yaşayan canlı organizmadır, bizim gördüğümüz insanoğlu. Böylesi uçsuz bucaksız bir galaksiyi bir futbol sahasına uyarlarsak, galaksiye nisbetle güneş sistemimiz, havada uçuşan bir kıvılcım parıltısı gibidir. Ve o kıvılcım içerisinde Güneşin çevresinde kendi yörüngelerinde dönüp duran gezegenler. Bunlardan birisi de uydusu ayla birlikte dünya ve üzerinde bizler... Galaksi içerisindeki bizim güneşimiz gibi, yüzlerce, binlerce ve bazen milyonlarca yıldızın meydana getirdiği her bir yıldız kümesine BURÇ adı verilir. Samanyolu galaksisi içerisinde tesbit edilmiş, sistemimizi çevreleyen, bu tür, yüze yakın sayıda değişik isimlerle tanınan yıldız kümesi veya takım yıldız vardır. Günümüzden 8 yüzyıl önce Astroloji konusunda verdiği eserler ile İslam alemi yanısıra Batı dünyasında da yakından tanınan ve birçok eseri bilimsel incelemelere konu olmuş, büyük mutasavvıf Muhyiddin İbn Arabi, “Fütühat-ı Mekkiye” isimli eserinde “Dünyada oluşan herşeyin burçların tesiriyle meydana geldiğini” şöyle ifade ediyor: “Şunu da bil ki Hak Taala, daha evvelce anlattığımız Kürsi (Samanyolu) içerisinde şeffaf, dairevi bir cisim yaratmıştır. Bunu da 12 eşit parçaya ayırmış ve bu parçalara BURÇLAR adını 44 vermiştir. Bu burçlar, toprak, su, hava, ateş gibi unsurlardan olup, tıpkı dünya ehlinin unsurlarına benzerler. Hakk Taala her bir burçta cennet ehlinden bir meleği orada iskan ettirir. İşte bu burçlardan, cennetlerde oluşacak şeyler meydana getirilir.. Değişim ve karışıklıların tümü bu burçların değişmesiyle ve kurulan düzenin bozulmasıyla olur. Gerçek olarak alemimizin öncülüğünü bu 12 burçta bulunan 12 melâike yapmaktadır. Böylelikle bu 12 burç, âlemlerimizin gerçek olarak imamlığını yapmaktadır...” Astroloji Neyi Anlatmaktadır? Günümüzde astroloji, akademik anlamda, tamamiyle kişilerin doğum anındaki gezegen konumlarıyla, karakteristik özellikleri arasındaki bağlantıyı, istatistiki sonuçlara göre açıklayan bir araştırma sahasıdır. Astrolojinin klasik teorisi ise şudur: Kozmos ve insanoğlu, orjinini aynı özden alan yaratılışın ifadeleri olduğuna göre, her ikisi de benzer biçimde hareket ederler ve böylece, insanın yeryüzündeki eylemleri, göklerdekinin bir yansıması olur... Bir kaç gün ve gece eğer gökyüzüne bakarsanız, bir kaç gök cisminin yer değiştirdiğini ve hareket halinde olduğunu tesbit edersiniz. Bunların başında her gün doğup, batan Güneş ve Ay gelir. Onların yanısıra da beş küçük yıldız gibi görünen Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenleri hareket halindedirler. Öyleyse hareket eden bunlar olduğuna göre, insanın eylemleriyle bağlantılı olan da en başta bunlar olmalıdır. Güneş, Ay ve her bir gezegen yörüngesinde dolaşırken, sistemimizi çevreleyen, 12 eşit parçaya ayrılmış kabul edilen göğe karşılık gelen sabit takımyıldızların, yani 12 BURCUN sahasından geçer ve bunların kiminde temsil ettikleri enerji güçlenirken, kiminde ise zayıf düzeye düşer. İşte Güneşin ve bu gezegenlerin sizin doğum anınızdaki konumu, yani bulundukları burçlardan aldıkları enerji, sizin programınızı oluşturur ve sizin alın yazınız, Gökyüzünün o anki yansımasının 45 bir ifadesidir. Böylece, gezegenler her bir burcu gezdikçe, siz de doğum anında oluşan programınıza göre gelen enerjiyi değişik şekillerde değerlendirir ve davranışlar ortaya koyarsınız... Her gezegen kozmik enerjiyi farklı formlarda yansıtır ve bunun için herbiri, organizmayı motive eden belirli bir dalgaboyu bileşimi, yani belirli dürtüler, huylar ve ihtiyaçlar gibi karakter unsurlarını temsil eder. Bunların en güçlü olanı Güneşin doğum gününüzde yeraldığı burç, sizin öz burcunuzdur. Böylece siz, örneğin bir Oğlak veya Kova burcu insanı olursunuz. Güneşin bu burçtan aldığı enerji güçlü bir biçimde karakterinizde ortaya çıkacaktır. Benzer şekilde, doğum anınızda Doğudan yükselen burç ta Yükselen burcunuz olacak ve dışa yansıyan yeteneklerinizde gözlemlenecektir. Diğer gezegenlerin konumu da benzer şekilde kişisel karakterinizde etkin olacaktır. Beynin Anne Karnında Programlanışı Biliyoruz ki insan varlığındaki tüm oluşumlar, onun kişilik özellikleri beynin eseri olarak ortaya çıkar. Biyokimyadan, psikolojiye kadar insanın yapısını ve çalışma sistemini inceleyen birçok bilim dalı ortaya koymuştur ki insan dediğimiz organizmanın çalışma biçimi, tamamen fiziksel, biyolojik ve kimyasal kurallara dayanır. Algılama araçlarının duyarlı olduğu etkenler, onu değişik türlerde eylemlere geçirir. Bu eylemlerin ne şekilde olacağını belirleyen, BEYİN ve onun programıdır. İnsan beynini meydana getiren ve nöron diye isimndirilen 120 milyar hücre her beyinde farklı bir dizilim oluşturur. Her beyinde farklı olan bu dizilim modeli, yani beyindeki biyoelektrik kanallarının dizilimi, beyin ağları, bireyin kişiliğini çizer. İşte bu dizilim ve bağlantı modeli, “beynin programı” diye ifade edilir. 46 Beyin ilk temel programlamaya ana rahminde iken maruz kalır ve anatomik gelişmesini doğumdan hemen sonra tamamlar. Nöronlar ile onların kol ve uzantıları olan aksonların birbirleriyle bağlantıları, doğumdan önce her beyinde farklı bir biçim alır. Bu model, doğumla birlikte kesinleşir ve bireyin ömrü boyunca hiçbir değişikliğe uğramaz. Ayrıca, hiçbir beyin hücresi de yenilenmez. İşte her birimizin yeteneklerini beyindeki bu biyoelektrik kanallarının oluşturduğu bağlantı modelleri belirler. Her bireyin düşünce, anlayış biçiminden, acizlik, beceriklilik, zeka gibi tüm yeteneklerine kadar herşeyin temeli, ana rahmindeyken, normal şartlarda bir daha değişmemek üzere belirlenmiştir. Tüm yaşam süresince, her birimiz, bu beyin programımızın eseri olan bir biçimde ve kapasitede düşünür, hisseder, öğrenir, sever, kızar, çalışır, kısacası yaşamımızı sürdürürüz. Geçmişte yazılan tasavvuf eserlerinde, bireyin “alın yazısının” tesbit olunması diye ifade olunan olayla, tibbi araştırmalardan elde edilen “beynin programlanışı” olayı son derece enteresan bir paralelik göstermektedir. Aslında, Sufi kaynaklarında, her kişinin alın yazısı “FELEKlere” (gezegen yörüngelerine) bağlı olarak ve “KADER” kavramıyla ifade edilmektedir. Yine bizim “enerji” kelimesiyle tanımladığımız şey, “kudret” kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu konunun çok geniş bir biçimde ele alındığı, büyük mutasavvıf İbrahim Hakkı Erzurumi’ nin, birçok dile çevrilerek incelenen, 300 yıl önce kaleme alınmış “Marifetname“ isimli eserinden şu paragrafa değinelim: “Allahu Taala’nın kudreti ile, gezegenlerin ve burçların maddi yapılarda çeşit çeşit tesirleri daimi olduğundan, bütün halkın şekil, hal, ahlak ve tavrı henüz ana rahminde nutfe iken rast 47 gelen baht ve tali’leri tesirlerinden meydana gelmiştir. Hazreti Resulullah şöyle buyurmuştur: “Saadet ehli o kimsedir ki ana rahminde saadet ehli olmuştur; bahtsız olan da o kimsedir ki ana rahminde bahtsız olmuştur.” Halkın bütün şekil, sıfat ve mizaçları, feleki vaziyetler gereğince rahimlerde ayrı, ayrı olunca, eceli müsemmaları da mizaçlarına göre orada farklı tayin olunmuştur...” Bu açıklamalarla Erzurumi, insanların fiziki yapılarından, kişiliklerine kadar tüm özelliklerini belirleyen tesirlerin, enerji (kudret) sayesinde gezegenlerin konumlarına göre burçlardan (takım yıldızlardan) geldiğini ve tüm bu özelliklerin anne karnında iken programlandığını ifade ediyor. Beyin çekirdeği ve DNA molekülleri Diğer taraftan bilimsel bulgular ışığında yine biliyoruz ki, insanın fiziki yapısını ve karakter özelliklerini belirleyen tüm bilgi, onun genetik yapısında, yani DNA moleküllerini oluşturan bazların diziliş biçiminde gizlidir. Aynı şekilde, beynin sahip olacağı program türü — bağlantı modelleri— hakkındaki bilgi de, beyni meydana getirmek üzere seçilen, yani beyin çekirdeğini oluşturan hücrelerde yeralan DNA moleküllerinde gizlidir. Esasen, bireyin ne tür bir yapıya sahip olacağı, embriyodaki hangi hücrelerin hangi dokunun oluşmasında temel teşkil edeceğinin tesbiti, anne karnında ceninin dıştan gelen tesirleri değerlendirebilecek safhaya eriştiği, dördüncü ayın sonuna rastlar. Bu günde sonuçlanan bir başkalaşımla, çeşitli hücreler hedeflerini bularak, diğer komşu hücrelerden farklılaşmaya başlarlar ve değişik görevler alırlar. İşte oluşan bireyin yaşlamındaki en önemli an burasıdır. Zira gelişmenin tümü, bu başkalaşan hücrelerin etkinliklerinin artması ile olur. Beyin çekirdeği, yani beyni meydana getirecek yapı ilk kez bu günde tesbit 48 olunmuştur ve beyin dahil sinir sisteminin tüm bedende en yüksek düzeyde kalıplaşmasını bu temel oluşturur. Bu günde belirlenen beyin çekirdeğinde yeralan DNA moleküllerinin yapısında ne tür karakteristik bilgiler yer alıyorsa, dünyaya gelen birey tüm yaşamı süresince bu bilgilerin ortaya çıkaracağı beyin ağlarına sahip olacaktır. Doğumdan hemen sonra son şeklini alıp, kalıplaşacak beyin, bu şekilde yeteneklere ve özelliklere sahip olacaktır. Bu günden sonra artık yazgısı tümüyle kararlaştırılmıştır. DNA moleküllerinin içiçe olduğu kozmik ışınım Canlılarda, doğal olarak genetik dizilimi etkileyebilen ve değiştirebilen yegane enerji kaynağı “kozmik ışınlardır.” Canlı evriminde meydana gelen mutasyonların büyük bir kısmının kozmik ışınlar tarafından gerçekleştirildiği tesbit edilmiştir. Çünkü, her an dünya atmosferini bombardıman altında tutan kozmik ışınım ve atmosferden geçerek yeryüzüne ulaşan özellikle sekonder kozmik ışınlar çok yüksek enerjiye sahiptirler. Eğer saniyenin binde biri kadar bir sürede, bir ışınım bir DNA molekülüne çarpar ve parçalarsa, DNA dizinini meydana getiren iki kolonun taşıdığı bilgi kaybolabilir veya kopan parça bir başka biçimde farklı bir yere eklenerek yeni bir gen yapısının meydana çıkmasına sebep olabilir. Hatta, böyle bir değişim yalnızca bazların dizilişinde bir yer değiştirme ile de olabilir; bir gen yepyeni bir özellik kazanarak ortaya çıkabilir. O kadar ki, örneğin göz renginden sorumlu bir gen, yepyeni bir özellik kazanarak “mavi göz” genine dönüşebilir. Yeryüzündeki organizmaların genetik böyle bir değişimle ne kadar içiçe olacaktır: Güneşten gelen ultraviyole birinin derisinde yüzbinlerce hücrenin yapısını belirleyen DNA dizinlerinde meydana gelen olduğumuzu farkedebilmek için şu örnek yeterli ışınlar altında bir kaç saatlik güneş banyosu yapan DNA yapısı değişikliğe uğrar... 49 Varın buna göre, beynin oluşumu sırasında ve yaşam boyunca maruz kaldığı kozmik ışınların etkilerini siz düşünün. Üstelik, aslında esas etkileşim bizim gözlemleme imkanımız dışında, atomaltı, quantum altı boyutlarda gerçekleşmektedir. Dünya üzerindeki organizmalar için bu ışınımların en gelen kozmik ışınımın yoğunluğu dolayısıyla gündüz yeteneği ve hassasiyeti geceye göre zayıflar. Radyo rahatlıkla dinlenen kısa daga istasyonlar gündüzleri çoğaltabiliriz... güçlü kaynağı güneştir. Güneşten saatlerinde beynin konsantrasyon dalgaları bloke olur, örneğin gece dinlenemez. Bunun gibi örnekleri Güneşten gelen ışın yağmuru gibi, evrendeki çeşitli takım yıldızlardan (burçlardan) dahi her an yeryüzüne ulaşan kozmik ışınlar, bizlerin yapılarından çok çok kısa sürelerde geçmekte ve etkilerini oluşturmaktadırlar. Hücre faaliyetlerini düzenleyen DNA dizinleri bir yandan hücre biyokimyası ile biyoelektrik etkileşim içerisinde iken, diğer yandan atomaltı boyutun canlıları olan kozmik ışınlar ile etkileşim içerisindedir... Burçların etkileri Astrolojide, bireyin karakteristik yapısı üzerinde ön sırada etkin olan 3 enerji kaynağı, burçlar, Güneş ve sitemimizdeki gezegenler ile, yeryüzüne ulaşan kozmik ışınımın başlıca 3 kaynağı enteresan bir paralellik içerisindedir: Bunlar, 1. Uzak yıldızlardan, 2. Güneşten, 3. Gezegenleri çevreleyen manyetik alanlarda tutulmuş güneş rüzgarından kaynaklanan kozmik ışınım. Doğumla birikte anatomik yapısı tamamlanan beynin programını belirleyen ve bireyin 50 karakteristik özelliklerini çizen DNA dizinleri, yoğun bir şekilde kozmik ışınlardan etkilenmektedir. Her birey doğumdan önce oluşan bu beyin programına göre aksiyon ve reaksiyon biçimlerine sahip olmaktadır. Beyin programımızın oluşumu sırasında aldığı bu enerjinin eseri olan bir biçimde belirli huylara, mizaca, duygu, düşünce ve davranış şekillerine sahip oluruz. Yani bir bakıma, doğum anımızdaki gökyüzünün haritası, beyin haritamızın bir ifadesi olur. Belki de onun için yaşadığımızı “alın yazımız” kabul ederken, beklenmedik durumları “feleğin” üzerine atarız veya “feleğin çarkından” geçeriz veya zaman olur “felekten” gün çalarız. Bugünün ifadesiyle, kozmik enerjinin yönlendirdiği bir biçimde, beyin programımızın gereğini öyle veya böyle ortaya koyarız... Dünyamız, güneş çevresindeki yörüngesinde dolaşırken, dönem dönem belli yapıdaki kozmik enerjiye güçlü veya zayıf olarak maruz kalması sebebiyle de yılın belirli aylarında dünyaya gelen insanlar, astrolojide bahsedilen belirli karakteristik özelliklere sahip olurlar. Yani aynı burcun mensubu olurlar. Ebeveynlerden aktarılan genetik farklılıkları ve yeryüzüne ulaşan bu ışınımın temelde benzer özellikler taşımasına rağmen ne kadar anlık geçişlerle farklı bileşimler halinde olduğunu hesaba katarsak, her bireyin kendine has özelliklerinin olmasının sebebini anlayabiliriz. Özellikle güneş ve ayın insanlar üzerindeki bu tür etkilerinin yanısıra, yeryüzündeki birçok organizmada, örneğin göçmen kuşlar ve sürüngenlerin beyinlerinde bir tür kozmik ışın alıcısı görevini yapan bezlerin yeraldığı, hormonal düzenlerini kozmik enerjinin yönettiği, hatta bunlara göre yönlerini ve yumurtlama dönemlerini tayin ettikleri, tesbit edilmiş ve 51 üzerinde çalışmalar yapılan konulardır. Einstein’in madde ile enerji arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarması, evrendeki her şeyin özde sınırsız bir enerjiden meydana gelmiş olduğunu ve varolan her nesnenin enerji boyutunda birbiriyle ilintili ve bağlantılı olduğunu anlayabilmemizi kolaylaştırmıştır. Güneş sistemimiz ve dünya olduğu gibi, gezegenimiz üzerindeki tüm oluşumlar da sonsuza dek enerji boyutunda bu tek KOZMİK SİSTEME tabidir. Herbir şeyin oluşumunu belirleyen sistem, onların takibedeceği yolu ve varacağı nihai noktayı da belirleyendir. Peki, bedensel olarak kozmik bir robot durumunda olan insanın varlığı bu kadarla sınırlı mı? Bunun cevabını, bilim ve mistik düşünce ortak bir şekilde veriyor: Bizler, beş duyu kapasitemizden doğan bir şekilde algıladığımız sayısız galaksilerdeki, sayısız gezegenlerden biri üzerinde yaşayan madde bedenden ibaret birimler değil, tüm evrensel yapıyı meydana getiren, özde bir, yaratıcı düşünceyi (kozmik bilinci) kendi kapasitesi ölçüsünde ortaya çıkaran ve algılayabilen bilinç titreşimleriyiz... Öyle görülüyor ki, yüzyıllardan beri öze erenlerin ilmi olmuş Astroloji, bilimsel temelinin ve gerçek öneminin daha da netleşmesiyle, önümüzdeki yıllarda, belki de 21. yüzyılda sosyal yaşamda önemli bir yer alacak ve o zaman insanlar, birbirlerini daha rahatlıkla oldukları gibi kabul edebilecek, birbirlerine daha hoşgörülü bakabileceklerdir. Tabi bütün bu anlamlar beyin programlarında varsa!.. 52 CHIRON'UN GETİRDİĞİ YENİLİKLER Bundan önce son kez 1945 ve 1895 yıllarında dünyaya yaklaşan onuncu gezegen Chiron, 1996’da yeniden en yakın konuma geliyor, Günlük hayatımıza yön veren birçok keşfin, yeniliğin ve kuruluşun 50., 100. ve 150. yıldönümünü anacağız... Bir önceki “Asroloji” başlıklı yazımızda, yeryüzündeki yaşamın galaksimizdeki takımyıldızlardan gelen kozmik ışınlardan ne şekilde etkilendiğini ve dünyadaki canlı evriminin kaynağının bu kozmik ışınların sebep olduğu genetik değişim olduğunu görmüştük. Gezegenler ve burçların, insanın beyin programının şekillenmesinde ve toplumsal değişimlerde ne düzeyde etkili olduğunu görmek için, özellikle A.B.D.’nde onlarca fakültede, çoğunluğunu sosyolog ve psikologların oluşturduğu bilim adamlarınca istatistiki araştırmalar yapılmakta ve astrolojiyi doğrulayan ilginç sonuçlar elde edilmektedir. Bu yazımızda, gezegen konumlarının, özellikle Chironun konumunun, bilimsel gelişmeler ve toplumsal olaylarla ne derece bağlantılı olduğunu gösteren birkaç ilginç bulguya değineceğiz. Güneş sistemimizdeki gezegenlerin yeryüzüyle ilişkilerini, yakın dünya tarihiyle birlikte incelediğimizde, şaşırtıcı biçimde paralellik gösteren sonuçlar ortaya çıktığını görüyoruz. Satürnden daha uzak olan Üranüs, Chiron, Neptün ve Plüto’nun son iki yüzyılda gerçekleşen keşifleri, dünya üzerinde önemli olaylara ve dönemlere isabet etmiştir. Her bir dönemde yeryüzünde çok yoğun olarak yaşanan eğilimlerin ve beraberinde gelen kültürel yaşamdaki değişimin, keşfi gerçekleşen gezegenin enerjisiyle bağlantılı olduğuna 53 inanılmış ve az sonra göreceğimiz gibi, bu olaylar gerçekten de her bir gezegene bağlı olarak tarih içerisinde ritmik bir şekilde tekrar etmişlerdir... Asıl üzerinde duracağımız ilginç gelişmeler Chiron ile ilgili olmasına rağmen, önce, varlığı son iki yüzyılda keşfedilen diğer üç gezegene göz atalım. Tarihe baktığımızda, 1930‘lu yıllardan sonra, tüm dünyada hızlı bir değişim sürecine girilmiş olduğunu görüyoruz. Aslında o yıllarda insanlık, toplu olarak büyük bir korku ve tehdit altındaydı: Bu tehdit DEĞİŞİM idi! Değişim, her zaman bir önceki halin sona ermesi anlamına gelir. Tabi, hiç bir değişim kolay gelmez. Çünkü, kendimizi güvende hissetmek için, geçmişe, bilinene, rahata bağlanırız ve onlardan kopmaktan korkarız, kopmamak için elimizden gelen çabayı gösterir ve değişime karşı direniriz. Ancak ne varki, biz dirensek te, “değişim” gelmeye devam eder. Evrenin kuralları, belli bir süre sonra “değişimi,” kendiliğinden gerekli hale getirir. Plüto, güneş çevresindeki yörüngesinde bir turunu 248 dünya yılında tamamlar. Plütonun tesbit edildiği 1930’lu yıllara baktığımızda, çoğunluğu Amerika ve Almanyada olan bilimadamlarının, “atomu parçalama” çalışmalarını başlattığını görüyoruz. Öldürücü nükleer ve kimyasal teknoloji araştırmaları bu tarihlerde başlatılmıştır. Aynı yıllarda I. Dünya savaşının kahramanları, Hitler, Mussolini, Stalin gibi liderler, bu değişim sürecine damgalarını vurmuşlardır. Tüm dünyada bireysel, toplumsal, dinsel eğilimleri değiştiren bu enerji, varlığı bu tarihlerde ortaya çıkan Plütoya atfedilmiştir. Plüto, yörüngesinin dünyaya en yakın olduğu ve dünyaya göre en hızlı hareket ettiği sahadan, 1978-2001 yılları arasındaki süreçte geçmektedir. Güneş sisteminde yeni bir gezegen bulunduğunda, astrologlar ve sosyologlar, bu keşfin 54 beraberinde kültürel yapıda, bu gezegenin yönettiği kabul edilen enerjinin yönlendirdiği önemli eğilimlerin artış gösterdiğini gözlemlemişlerdir. Üranüs için de enteresan şekilde bir parallelik gözlenmiştir... Daha çok bilimsel ve düşünsel reformlara, özgürlüklerin elde edilmesine işaret eden bu gezegenin bulunduğu 1781 yılı, Amerikan ve Fransız devriminin gerçekleştiği yılların tam ortasına rast gelmektedir. Üranüsle beraber, aynı tarihte teknolojinin önemli kaynağı “elektrik” bulunmuştur. Binlerce yıldır değişmeden gelen kültürel yaşam, işte bu yıllardan sonra, teknolojinin de girmesiyle sürekli ivme kazanır bir şekilde değişmeye başlamıştır. Toplumlar ve bireyler, o tarihten sonra artık bir daha asla aynı olmamıştır. Yüksek sezgi, ilham ve mistik eğilimlerle ilişkili olduğu kabul edilen Neptün gezegeni, kendi tabiatına çok uygun bir şekilde, hesaplama yöntemiyle tesbit edilmiştir. Neptün, diğer gezegenler gibi ilk önce fiziksel olarak gözlenmemiştir. Gözleminden önce, matematik hesaplarla yörüngesi ve konumu tesbit edilmiş, ardından teleskop, tesbit edilen noktaya çevrilince, gerçekten de hesap edilenden 1 derece farkla orada olduğu görülmüştür. İngiliz, Fransız ve Alman astronomlar tarafından matematiksel hesaplar sonucu yapılan bu keşif, 23 Eylül 1846 tarihine rastlar... Bütün bunlara ilaveten, çok daha yeni ve ilginç bulgular var. 1977 yılında, Satürn ile Üranüs arasında yeralan yörüngesinde dolaşan yeni bir gök cismi, CHIRON tesbit edildi ve ilk kez teleskopla gözlendi. (Chiron, 1978'de gözlenen Plütonun uydusu Şaron ile karıştırılmamalıdır!) Chiron güneş çevresindeki eliptik yörüngesini 50-51 dünya yılında tamamlar. Bu yaklaşık yarım asırlık turunu tamamlarken, belirli bir dönemde dünyaya ve güneşe yaklaşır, kısa 55 bir süre böyle gider, ve daha sonra uzaklaşarak seyrine devam eder. Gezegenin Güneşe en yakın olduğu konum “Perihelion” diye isimlendirilir. Chironun dünyaya en yakın olduğu konum, dünyadan hareketinin en hızlı gözlendiği dönemdir. Chiron, yaklaşık 2 yılda tamamlanan bu hızlı geçişi sırasında, 14 Şubat 1996’da güneşe en yakın noktadan, 31 Martı 1 Nisana bağlayan gece ise dünyaya en yakın noktadan geçecektir. Hali hazırda, bu olay Terazi burcunun ilk derecelerinde meydana gelmektedir. Şimdi, Chironun dünyaya yaklaşımıyla birlikte, tarihte neler gözlendiğine gelelim. Yapılan hesaplamalara göre, Chironun bundan evvelki en yakın iki perihelion dönemi 1895 ve 1945 yıllarına rast gelmiştir. 1945 senesinin insanlık tarihindeki önemi herkesçe bilinmektedir. Hiroşima ve Nagazaki ’ye atom bombası bu yılda atılmıştır ve hem de bu olay Chironun dünya ile perihelionuna isabet eden Ağustos ayı içerisinde vuku bulmuştur! Bu oluşumu hazırlayan atomun parçalanması bu tarihten iki yıl önce gerçekleşmiştir. İnsanlık tarihindeki en geniş birleşme olan “Birleşmiş Milletler Teşkilatı’ nın” kuruluşu da yine aynı yıla isabet etmiştir. Bundan bir önceki perihelion döneminde ise, yani 1895 senesinde ise, yine insanlık tarihini etkileyen atomaltı düzeyle ilgili keşifler yeralır. Roentgen tarafından X-ışınlarının keşfi ve “Chiropractic” denen, sinir sistemine bağlı alternatif tıbbi yöntemin keşfi bu yıla rastlar. Enteresan bir şekilde bu her iki keşfin mucidi de tam 50 yıl önce, yani bir önceki Chironun yakın geçişi olan 1845 yılında dünyaya gelmişlerdir. 1845 beraberinde ise, bu kez yukarıda bahsettiğimiz Neptün gezegeninin keşfedildiğini görüyoruz. 56 Şaşırtıcı bir başka nokta, atomun parçalanması, x-ışınları ve chiropractic bulgularının her üçünün de, ışınsal boyutla, ayrıca insanın yapısı ve yaşamıyla bağlantılı olmasıdır. Chironun yaklaşımı, gamma radyasyonuyla, hem x-ışınlarıyla ve hem de atom bombasıyla, nükleer radyasyonla ilgili oluşumları beraberinde getirmiştir. 1945 ve 1895 yılında Chiron perihelionları kalmıyor.İşte bunlara birkaç örnek: ile gelen icad ve yenilikler bunlarla Bugün dünyanın hala birçok yerinde ilaç denince akla ilk gelen her derde deva Aspirin 1897 yılında Felix Hoffman tarfından yapıldı. Aspirin gibi tüm dünyaya yayılan Coca Cola ilk kez 1896'da üretildi... Sinema 1895 yılında bulundu. Dünyanın ilk bilgisayarı 1945 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde yapıldı ve bu ilk bilgisayar, ancak bugünkü bir hesap makinası fonksiyonunu görebilen ve bir odayı dolduracak büyüklükte sistemden oluşuyordu… Norris Bradbury gerçekleştirdi. 1944 yılında kurduğu ekiple 1945 yılında ilk atom bombasını Demek ki önümüzdeki yıllarda, uzayla, astroloji, genetik gibi bilim dallarıyla ilgili ve tıpta yeni buluşları bekleyebiliriz. Internet üzerinden görüştüğüm birçok Amerikalı astrolog 1996 yılında AIDS hastalığının tedavisinin bulunmasını ümit etmektedirler. 57 Burada bir noktayı vurgulamakta fayda var. Hiçbir yenilik veya keşfin önemi bulunduğu ilk yıllarda anlaşılamaz. Ancak zaman içerisinde onun önemi kavrandığından, bu bulguların değeri de yıllar sonra farkedilir. Chironun varlığı 1945 yılında henüz bilinmediği için, bu tarihte bir gözlem kaydı olmamıştır. Ancak, 1996 da Chiron tekrar en yakın konumuna geldiğinde, onu dünyadan seyredebileceğiz. Chironun perihelion döneminde ardarda gerçekleşen bu yenilikler aynı zamanda, fiziğin, dünyayı ve evreni atomaltı boyutta anlayabilmesi için önemli temel taşı olmuşlar ve bundan sonraki gelişmelere kapı açmışlardır. Peki Chironun bulunduğu tarihten buyana aynı paralelde buluşlar ve yeniliklere rastlıyor muyuz? Evet! Evreni ve insanı anlamamıza en son katkılarda bulunan Kuantum fiziği, Hologram tekniği ve onun verileri, Chironun tesbit edildiği 1977 yılından beri ağırlığını hissettirmeye başlamış; yine aynı yıllar sonrası insanlar eskiden hurafe diyerek bir kenara ittikleri gizemli kalmış madde ötesi gerçekleri araştırıp, orijinal şekliyle kavrama dönemine girmişlerdir. 1945 yılında atom parçalanırken, Chironun bulunduğu 1977 yılında bu kez atomaltı parçacık olan Quantların keşfini görüyoruz. Özellikle “hologram” konusunda, OBE denen “beden dışı yaşam tecrübeleri” ve NDE denen “ölümötesi yaşam tecrübeleri” farklı toplumlarda birçok kişinin karşılaştığı olaylar haline gelmiş ve ölümün tamamen bir boyut değişimi olduğu konusunda onlarca kitap yazılmıştır. Ülkemizde çok azımızın haberdar olduğu bu konularda, önde gelen Batılı fizikçilerin ve diğer bilim adamlarının eserleri birbiri ardına yayınlanmaktadır. Günümüzde bulgularından en çok söz edilen iki bilimadamı olan, Einstein’in asistanı ünlü Fizikçi David Bohm ve Radford Üniversitesi “Beyin Merkezi Başkanı” Nörofizyolog Karl Pribram, insan bilincinin, bedenin ölümünden sonra, 58 hologramik bir bedenle yaşamına devam edeceğini, bilimsel bulguları paralelinde, eserlerinde açıklamışlardır. Internet vasıtasıyla elimize ulaşan çok taze bilgilere göre, şu günlerde ABD’nde bilim çevrelerinin heyecanla takip ettiği yeni bir çalışma var: Kolunu kaybeden iki denek üzerinde yapılan çalışmalarda zamanla phantom limb sensation denilen, kaybedilen kolun varlığını hissetme şeklinde bir durum ortaya ciktığı ve beynin bu kolla ilgili uyarılar aldığı kanıtlanmıştır. Özellikle hastaların yüz ve omuzuna dokunuldugunda, gözleri kapalı halde iken "şimdi olmayan kolumun baş parmağıma dokunuluyor” şeklinde reaksiyonlar verdiği bildirilmektedir. Phantom limb sensation denen “kayıp organı ruhsal olarak hissetme” durumu, araştırmayı yapan Dr. Ramachandiran’ı, insanın fizik bedeni beraberinde, beyinle irtibatlı hologramik bir ışınsal bedeni olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer bu bulgular Nörofizyolog Karl Pribram’ın bulgularıyla birlikte açıklanırsa, önümüzdeki yıllarda, insanın, fizik bedeni yanısıra, hologramik ışınsal bir bedeninin varolduğunun ve fizik bedenin ardından yaşamına onunla devam edeceğinin kanıtlanması, bu gelişmeleri takip edenler için pek te şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bulgu, aynı zamanda OBE ve NDE denen tecrübelerin ne anlama geldiğini de açıkça ortaya koymaktadır. Evet, önce Neptünün hesaplama yoluyla keşfi, ardından x-ışınları ve gamma radyasyonu, ardından atomun parçalanması, nükleer radyasyon ve şimdi 1996’da insanın hologramik ışınsal bedeninin keşfi... Tüm yenilikler ve icadlar, bilimle, insan yaşamıyla ve atomaltı, hatta ışınsal yapıyla, projeksiyonla ilgilidir. Ve insan için ölümün olmadığının kanıtlanması, tarih içerisindeki en büyük yenilik olacaktır. Aslında, Chironun keşfedildiği tarihten beri, insanlık bilincinde adeta görünmeyen bir yenilenme yaşanmaktadır. Özellikle din, inanç, gerçeğin tanımlanması ve yaşanması konusunda, şartlanmalara dayalı anlayışın önemini yitirmesi ve yerini yeni güncel bir 59 anlayışa bırakması dikkatimizi çekiyor. Son 20 yıldan önce bir kitapçıda ne alternatif tıp, ne tanrıyla, dinle, ne astrolojiyle, ne meditasyonla ilgili bilimsel bir eser bulamazken, bugün Hindistandan Amerikaya kadar dünyanın her yerinde yüzlercesine rastlamanız mümkün. Bilimi ve toplumsal yaşamı yönlendiren bu bulguların benzer içerikte olmasını ve Chironla beraber gelmesini, ardarda tekrarlanan rastlantılar olarak kabul etmek makul olmayacaktır. Chironun yaklaşmasıyla, belki, yakın gelecekte, gezegenlerden ve burçlardan gelen kozmik ışınımın, insan genetiğini etkilediği ve beyni programladığı, dolayısıyla yeryüzündeki yaşamda söz sahibi olduğu somut biçimde ortaya konacaktır. Unutmayalım ki bir zamanlara kadar x-ışınlarının ne varlığından ve ne de genler üzerindeki etkilerinden haberdar değildik. Bunlardan öte belki, Einsteinden beri bilim dünyasının, ünlü astrofizikçi Steven Hawkings ’in aradığı, herşeyin özünü açıklayan “Unified Theory” (Teklik Kuramı) tüm dünyada açıklığa kavuşacaktır. Öyle görünüyorki, 1996 ve açıklanmasını da getirecektir… müteakip yıllar, beraberinde çok önemli (TEMPO Dergisi Aralık sayısında konu ile ilgili haber ve Ahmed Bâki ile Röportaj sonunda; Ek’de yer almaktadır) yeniliklerin e-Kitabın en 60 UZAYLILARIN İÇYÜZÜ Bazı Batı ülkelerinde yapılan incelemelerde, UFO denen varlıkların sanıldığı gibi objeler olmayıp, hologramik ışınsal bir fenomen oldukları yolunda kesin tesbitler elde edilmiştir. İlk kez 1940'lı yıllarda degişik yörelerdeki insanların havada uçuşuyormuş gibi ne olduğu anlaşılamayan, ışıklı nesnelere benzer bazı görüntüler algılamaları üzerine, konuya ilgi duyan kişiler, bunların gerçekten ciddiye alınacak kadar enteresan özellikler taşıdıkları kanaatine varmişlar… Hatta, bunların daha gelişmiş dünya dışı medeniyetlerden gelen ve zekice kullanılan araçlar olması ihtimali üzerinde durulmuş... Ancak bu varlıkların ve hatta içinden çıktığı kabul edilen varlıkların görüldüğüyle ilgili haberler yaygınlaştıkça ve değişik veriler biraraya getirildiğinde, bunların gerçekte dünyamıza dışardan gelen uzay araçları falan olmadıkları açıkça ortaya çıkmıştır. Dünya dışı varlıklar olma ihtimalinin bulunmadığına işaret eden basit bazı kanıtlar şunlardır: Birincisi, bunlarla ilgili kimi çevrelerce rapor edilmiş veya halk arasında kalmış binlerce, hatta milyonlarca, belki de milyarlarca gözlem sözkonusudur. O kadar haddinden fazla gözlemlenmişlerdir ki, evrendeki başka bir gezegenden dünya üzerine gerçekten bu kadar sık sayıda ziyaret olması düşünülemez, mümkün değildir. İkincisi, kendilerini uzaylı olarak tanıtan bu varlıklar başka bir gezegenden gelen birinden beklenebilecek şekilde değillerdir, böyle bir özellikleri yoktur ve astrofizikçilerin bulgularına paralel özellikler taşımazlar. Birçoğu fiziksel olarak insana benzer şekilde 61 görülüyor. Ancak, fiziksel varlıklar olmaları halinde, dünyanın atmosferini meydana getiren ve dünyadaki canlıların soluduğu havayla bir sorunları yok ve atmosferin kimyasal bileşimi onlar için bir engel teşkil etmiyor, ama bunun yanında, örneğin dünyadaki sayısız canlı türünden etkilenme veya mikroorganizmalarla enfekte olmak gibi bir endişeleri yok! Dahası, dünyanın yerçekimi ve kimyası onlar için sorun değil, güneşin elektromanyetik emisyonu umurlarında bile değil, hatta yüzlerinde insanlara benzer ifadeler taşıdıkları söyleniyor… Garip birşey de, hangi ülkede veya toplulukta kime görünüyorlarsa, onun dilini konuşuyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki bunların uzak bir yerden gelen fiziksel varlıklar olmaları sözkonusu değildir! Bir başka kanıt, yaptıkları işlerin ve davranış biçimlerinin uzaklardan gelip dünyayı ziyaret eden "yabancılara" ait olabilecek türden davranışlar olmamasıdır.. Örneğin, dünyadaki insanlar ile iletişim kurmak amacıyla doğrudan gelip ciddi, dürüst ve resmi bir temasa girmiyorlar. Beyaz Sarayın bahçesine inmektense, saçma sapan bir şekilde tarlasında dolaşan çiftçilere gözüküyorlar, parkta oynayan çocuklar veya araba kullanan sürücüler tarafından görülüyorlar. Uçuş sırasında pilotlar karşılarına aniden çıktıklarını söylüyor, onları takip etmeye başlıyorlar, endişelendiriyorlar, ancak saldırmıyorlar. Zaman zaman sadece kalabalıklar onları görsün diye gökte yüzlercesi bir anda cirit atarcasına dolaşmaya başlıyorlar, fakat hiç bir görüşme yoluna gitmiyorlar. Ve de eğer kimseyle görüşüyorlarsa, davranışlarının, söylediklerinin hiç bir mantıksal açıklaması yok. 50 yıldan uzun bir süreden beri bu saçma sapan davranış biçimleri böyle devam edegidiyor... Hepsinden daha enterasanı UFO denen varlıkların, zannedildigi gibi tanımlayamayan uçan "Obje" olmaları sözkonusu değildir, davranış biçimleri fiziksel nesneler gibi değildir. Dünya ile diğer yıldızlar arasında ışık yıllarıyla ölçülen mesafeleri hesaba katın! Üstelik, eğer teknolojik yeteneği bu kadar ilerlemiş bir medeniyetten geliyorlarsa ve ışık yıllarıyla 62 ölçülen böylesine akıl almaz yıldızlar arası mesafeleri katedebilecek teknoloji gücüne sahiplerse, neden dünya yüzüne bilemediğimiz bir teknolojiyi veya "nesneyi" bu güne kadar bırakabilmiş değiller? Neden ilk görünmeye başladıkları 1940'lardan buyana dünyadaki bu kadar gelişmeye rağmen bu konuda herhangi bir sonuç ortaya çıkmış değil? Bunlarla karşılaşanlar sadece garip bir olayın kurbanı olmakla kalıyorlar ve kazançları sadece kafalarının karışık bir şekilde bırakılması oluyor... Fiziksel objeler olmadıklarına bir işaret te, izlenebildiklerinde, akıl almaz bir süratle ilerlerken öylesine ani 90 dercelik keskin dönüşler yaptıkları söyleniyor ki, fiziksel bir nesne böyle bir manevrayla kesinlikle paramparça olması gerekir. Dahası var: Büyüklükleri değişebiliyor, birden bire gözden kayboluyorlar, yok olup gidiyorlar, hiç yoktan ortaya çıkıyorlar veya renk deşiştiriyorlar ve hatta durmadan şekil değiştiriyorlar. Kısacası yaptıkları hareketler, fiziksel bir nesneden beklenen şeyler değil, daha çok ışınsal bir görünüm... Astrofizikçi Dr. Jacques Vallea, bir kitabında bunların gözlemlerinin "holografik projeksiyonları" anımsattığını bildiriyor. UFO gördüğünü söyleyen kimselerle yaptığı görüşmelerde, bunların fiziksel olmayan ve ışınsal hologramik özellikleri daha da dikkatini çekmiş. İfadesine göre, diğer yıldız sistemlerinden gelmekten çok, aslında uzaylı sandığımız yaratıklar bizim dünyamızla aynı ancak insanın bulunduğu fizik boyutun dışında "farklı bir boyutta yaşayan varlıklar." Ayrıca, bunlara rastladığını söyleyen kişilerin bu tecrübeleri çoğu kez rüya gibi hissetmeleri, hayal mi gerçek mi gördüklerinde tereddüt etmeleri onların ışınsal ve hologramik yapılı olduklarının bir başka kanıtıdır. Bu tesbitlerle beraber, onların bugüne dek mantıklı bir icraatının olmaması ve saçma türde davranışlarıyla bir sonuca gitmeden sürekli insanları aynı tür şeylerle oyalamaları 63 üzerinde durulması gereken bir konudur. Örneğin, bugüne kadar uzaylı olduğunu bildiren böyle bir yaratıkla yapıldığı söylenen en uzun görüşme sırasında, herşey yabancı bir varlıkla temasa uygun şekilde sanılırken, geminin komutanı olduğunu iddia eden bu birey bir anda Nazi üniforması içerisinde görülmüştür. Yabancı bir medeniyetten olsa, böyle bir şeyin ne anlamı vardır? Hatta, bazıları komik anlamsız şarkılar söylerken ve görenlerin üzerine patates gibi garip nesneler fırlatırken görülmüşlerdir. Bu da bir uzay gemisinden beklenen birşey olmaktan çok uzaktır. Hatta kimisi bilinen birisinin tipine girebilmekte, o kişi olduğunu idddia edebilmekte veya bir kuş şeklinde veya garip dev bir böcek şeklinde görünmektedir... UFO gördügünü söyleyen insanlardan topladığı bilgilerle araştırmalar yapan Carl Jung, 1960 lı yıllarda, bunları önceleri uçan tabaklar olarak nitelendirmiş ve herhalde "bir tür modern mit" ile karşı karşıyayız demiştir. 1969 da yazdığı eserinde bunların dünamızda ancak başka bir boyutun yaşayanları olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Sözkonusu eserinde, uzaylı farzedilen yaratıkların yeni bir fenomen olmaktan çok, "yeni bir şekle bürünmüş eski bir fenomen olduklarını," çeşitli geleneklerde rastlanan veya kültürel, dinsel inançlarda da yeralan ve hiç te yeni olmayan, insanlık tarihi kadar eski, aramızda dolaşan varlıklar olduğunu ortaya çıkardı. Avrupa ülkelerinde Ortaçağdan beri "elves and gnomes" olarak bilinen "periler ve gulyabaniler," veya Amerikan yerlilerinin efsanelerinde bahsedilen "hayaletlerle" aynı özellikleri taşımaktadırlar. Seltik efsanelerinde veya Norse tanrıları olarak anlatılan veya görünmez şeytanlar diye geçen hep aynı varlıklardır. Değişen tek şey, sadece göründükleri zamana ve kültüre uygun yeni bir şekle girmiş olmalarıdır. Bunlar çok eskilerden beri bizimle dünya üzerinde ancak "farklı bir boyutta" yaşayan ve Anadolunun kültürüne ve efsanelerine de girmiş olan, cin, peri gibi çeşitli şekillerde bahsedilen, içinde bulunduğumuz yaşam sistemini açıklayan kitabımız Kuran'da "cin" ismiyle bildirilen varlıklardır. 64 Günümüzde "uzaylı" denen "cinlerin" varlığı çok eski veya çok yeni birşey değildir. Yüzyıllardan beri değişik tarzlarda, özellikle dinsel görüntülerle, dini inanış ve törenler kılıfı altında insanları meşgul etmeye devam etmektedirler. Bugün Çinden, Japonyaya, Afrika ülkelerine, Amerikan yerlilerine kadar hemen her kültürde değişik isimler altında bunlardan kaynaklanan törenler, festivaller, toplu veya bireysel seanslar devam etmektedir. Yüzyıllardır, yaptıkları iş hep aynıdır. 1972 yılında Türkiye'de yazılmış, uzaylılar konusunda tek kaynak kitap olan RUH-İNSAN-CİN isimli eserinde Araştırmacı-Yazar Ahmed Hulûsi, cinlerin, insanlarla aynı dünyayı paylaşan, ancak farklı bir boyutta yaşayan, "ışınsal yapılı", dini tabiriyle "dumansız ateş" yapılı varlıklar olduğunu açıklamıştır. Evet, farklı bir boyuta ve algılamaya sahip olduklarından, ayrıca, zaman ve mekan kavramları insanınkinden çok farklı olduğundan, onların mantığı ve zekası insan için faydasız saçmalıklardan fazla birşey ifade etmemektedir. Cinlerin tüm davranışları ve faaliyetleri hologram prensibine göre varolan ışınsal yapılı oluşlarıyla açıklanabilmektedir. Hali hazırda, cinler veya şimdiki tanımlarıyla uzaylı denen varlıklar, algıladığımız dünyada farklı bir boyutsal katmanın yaşayanlarıdır. Bunun için, insanların tam anlamıyla kavraması güçtür. Dini terminolojide de şeytanlık özelliğine sahip cinlerin farklı bir katmanda veya eski ifadesiyle "alemde" yaşadıkları vurgulanır. Çünkü evren, gerçekte sayısız katmanlardan meydana gelmiş quantum orjinli bir yapıdır ki, algılama araçlarımız dolayısıyla şu anda bizim içinde bulunduğumuz katman bunlardan sadece birisidir… 65 İşte Şamanların veya Avrupalıların efsanelerinde dragon kafalı yüzen gemiler olarak görünen cinler, şimdiki komputer nesline de uzay gemileri olarak görünmekte veya kendilerini uzaylı olarak tanıtarak kendilerine aldanan insanlara kurtarıcı tanrılar olarak aldatıcı fikirler empoze etmekteler. Dini öğretilerde, cinlerin şeytanlık özelliklerinden dolayı saf insanları kolaylıkla kandırarak inançlarından saptırabilecekleri vurgulanmıştır. Gerçekten de dikkatle incelenirse görülecektir ki, uzaylı diye kendini tanıtan cinler, önce insanlara çok farklı bir maceraya girdikleri izlenimini vermekte, ancak ardından, evliya, aziz, ermiş, peygamber gibi suretlere girerek sürekli olarak kendilerine inanan insanların inançlarını yönlendirmeye çalışmakta ve onları uçuk, boş hayallerle oyalamaktadırlar... Orijinal dini öğretilerden uzak olmaları ve araştırmadan yoksun yaşamaları sebebiyle, binlerce saf insan, günümüzde bu cin kaynaklı bilgileri uzaylı ve ermişler ile maceraları zannederek, yaşamlarını boş hayallerle harcamaktadırlar… Aslında bunca yıldan beri uzaylılar var mı yok mu, diye araştıranların üzerinde durması gereken şey, onların var olup olmadıkları değil, kanaatimce, ne şekilde var oldukları, ne tür bir amaca hizmet ettikleri ve insanlar üzerinde ne tür tesir bıraktıkları olmalıdır... UZAYLILARIN İÇYÜZÜ -II Hangi eğitim ve kültür düzeyinde olursanız olun, kendinizi ne tür şartlanmalarla bloke etmiş olursanız olun, kimsenin inkar edemeyeceği bir gerçek vardır ki, o da insanların büyük çoğunluğunun kabul ettiği ve değişik isimler ile andığı, insanın yanısıra dünyamızda mevcut olup, her an algılanamayan bir takım varlıklar mevcuttur. "Cin" kelimesini duyduğumuzda genelde birçok kişi "hadi canım!", "olur mu öyle şey!" gibi sözlerle hemen inkar ediverirdi. Oysa, tesbitlerimiz gösterdi ki, kendilerini "uzaylılar" veya 66 "uçan daireler" olarak tanıtan varlıklar aslında dünyanın birçok yerinde çok eskiden beri gözlenen "cinlerden" başkası değildir. Bir önceki yazımızda, kendilerini UFO veya "uzaylı" diye tanıtan varlıkların zannedildiği gibi yeni bir fenomen olmadığını, "yeni bir şekle bürünmüş eski bir fenomen olduklarını" bu konuyla ilgili eserler vermiş Batılı araştırmacıların ağzından açıklamıştık. Ve yine, Ortaçağda yazılmış eserlerde yeralan "elves and gnomes" denen "cinler ve perilerle" veya Anadoluda yazılmış kaynaklarda geçen "cinler, hayaletlerle" veya Şamanların, Avrupalıların efsanelerinde geçen "dragon kafalı yüzen gemiler olarak görünen cinlerle" aynı özellikleri taşıdıklarını belirtmiş ve değişen tek şeyin, sadece göründükleri zamana ve kültüre uygun yeni bir şekle girmiş olmaları konusunu açıklamıştık. Eskiden hayalet, peri gibi çeşitli görüntülerle insanları oyalayan cinler, şimdiki komputer nesline de uzay gemileri olarak görünmekte ve kendilerini uzaylı olarak tanıtmaktadırlar. Oysa, mantıki ve bilimsel gerçekler ortaya koyuyor ki, ne evrenin başka bir yerinden gelmeleri sözkonusudur, ne uzay gemilerine sahip olmaları, ne de insanlığa yeni bir teknoloji sunmaları! Sadece, dünyamızda bizlerle beraber, içice, ancak farklı bir boyutsal katmanda yaşayan ışınsal yapılı varlıkların insanlık tarihinden beri çeşitli ortam ve zamanlarda görülmesi ve inanan saf insanları hükümleri altına almalarıdır, olay. Şimdi incelememize kaldığımız yerden devam edelim… Önce birkaç önemli noktayı vurgulamalıyız. Birincisi, kendilerini "uzaylılar" veya "UFOlar" diye tanıtan varlıklar gerçekte isimlendirildikleri gibi "fiziksel nesneler" değillerdir. Yani UFO (Unidentified Flying Objects) ismindeki gibi "Tanınmayan Uçan OBJELER" değillerdir. Çünkü fiziksel nesne 67 özellikleri taşımıyorlar. Görenlerin anlattıklarına göre, büyüklükleri değişebiliyor, birden bire gözden kayboluyorlar, yok olup gidiyorlar, hiç yoktan ortaya çıkıyorlar veya renk değiştiriyorlar ve hatta durmadan şekil değiştiriyorlar. Kısacası yaptıkları hareketler, fiziksel bir nesneden beklenen şeyler değil, daha çok holografik projeksiyonları andırıyorlar. Ayrıca, yarım yüzyıldan beri bu son şekilleriyle gözlemlenmelerine rağmen, yeryüzünde olmayan herhangi bir nesne veya teknolojiyi dünyaya bırakabilmiş değiller. İkincisi, elimizde onlardan ulaşmış fiziksel bir veri olmadığına göre, bu konunun bilim adamı veya uzmanı sözkonusu olamaz. Ufolog, Uçan Daire Uzmanı gibi ibareler, sadece bu konuya ilgi duyan, heyecanlı insanların kendi yakıştırmalarıdır. Ayrıca, bunlarla karşılaşan insanlarının gözlemlerinin rapor edildiği çok sayıda dosya dışında, uzaylı diye tanınan bu varlıklardan edinilmiş ne bir nesne, ne bir fiziksel veri, ne de bunların incelendiği bir laboratuvar dünyanın hiçbir yerinde mevcut değildir. Günümüzde "Uzaylı" diye tanınan, geçmişteki adıyla "cinlerin" yapısını anlayabilmek için, önce evrenimizin yapısını bilmek zorundayız… Daha önceki yazılarımızdan hatırlanacağı üzere, evren, gerçekte sayısız katmanlardan meydana gelmiş quantum orjinli bir yapıdır ki, algılama araçlarımız dolayısıyla şu anda bizim içinde bulunduğumuz katman bunlardan sadece birisidir. Bizim duyu araçlarımızla tesbit edebildiğimiz ışınsal katmanın yani fiziksel evrenimiz olarak tesbit ettiğimiz dalga boylarının dışında sayısız dalgaboyları, sayısız makro veya mikro yapılı titreşimler ve bunların oluşturduğu sayısız katmanlar mevcuttur. Her bir katman kendi algılayıcısına göre bir yaşam ortamıdır ve her katmanın kendi yaşayanları vardır. Bizim yaşadığımız evrenimiz bunlardan sadece birisidir. 68 Aynı gerçek, geçmişte mistik eserlerde, insanın beş duyusu vasıtasıyla algıladığı "bu alemin" dışında, daha başka sayısız "alemler" olduğu ve her bir alemin de kendi yaşayanları olduğu şeklinde açıklanmıştır. Ükemizin Doğu ve Batı arasında köprü teşkil eden konumu dolayısıyla, Doğulu bilginlerin dini, mistik kaynaklarını ve Batı dünyasının fiziksel araştırmalara dayalı bulgularını birarada bulma imkanına sahibiz. Bu imkan bizi, belki dünyanın başka bir yerinde mümkün olmayan keşiflere götürmektedir. İşte bu satırlarla, böylesi bir gerçeği bilimsel bir dergiden ilk kez dünyaya duyuruyoruz. Yaklaşık yarım yüzyıldan beri çeşitli çevrelerde gözlenen ve özellikle Batı dünyasını meşgul eden, ne olduğu araştırılan "uzaylılar," diğer tabiriyle UFO diye bilinen varlıklar, yüzyıllardan beri özellikle Doğuda bilinen "cinlerin" kendilerini çağımız insanının eğilimlerine göre yeni bir şekilde sunmalarından başka birşey değildir... Tabi olduğumuz evrensel sistemi açıklayan kitabımız Kur'an, cinlerin yapılarını tanımlarken "semum" ve "maaric" kelimelerini vurgular. Gözeneklerden geçebilen, zehirleyici etkiye sahip ve dumansız ateş anlamlarına gelen bu kelimelerin bugünkü karşılığını "ışınsal, dalga titreşim" veya "radyasyon" şeklinde anlayabiliriz. "Cinler" veya "uzaylı" diye bilinen varlıklar, tıpkı "x-Ray" veya "Gamma ışınları" gibi, benzer bir ışınsal dalga titreşimden oluşmuş, insanın çıplak gözle algılama kapasitesinin dışında kalan, farklı bir boyutsal katmanın yaşayanlarıdır. İnsanlarla iletişimleri, beyne gönderdikleri bu türden titreşimler vasıtasıyla olmaktadır. Bu tür titreşimlere hassas olan beyinler, benzer bir etki aldıklarında, o etkiye karşılık gelen bir varlığı gözlemlemekte veya o varlıktan kendi içlerine bazı bilgilerin 69 doğmakta olduğunu kabul etmektedirler... Kendilerini "uzaylı" diye tanıtan "cinlerin" ne tür bir amaca hizmet ettikleri konusuna gelince... Bu konuda eserler veren Batılı araştırmacıların bulguları ülkemizde yazılmış, "RUH-İNSAN-CİN" isimli eserini kaynak aldığımız Araştırmacı-Yazar Ahmed Hulûsi'nin "uzaylılar" konusundaki açıklamalarını desteklemektedir. Amerikalı iki havacı subay N.Pachew ve T. Blann, sadece gerçeğin ortaya çıkması için yazdıklarını belirttikleri ve yakın zamanda yayınlanan eserlerinde, dünya dışı yaratıklar olarak görünen varlıkların, aslında, insanları aldatmakta olan ve inançlarını zayıflatmaya çalışan eskiden beri şeytan diye isimlendirilen varlıklar olduğunu belirtmektedirler. Gerçekten dini kaynaklarda da şeytanlık özelliğinin son derece zekice davranabilen cinlere ait olduğu ifade edilir. Kur'an'da "şeytan diye tanımlanan varlığın, cin olduğu açıkça belirtilmiştir." Uzaylılarla iletişimde olduğunu bildiren kişilerin yayınladıkları eserler tetkik edildiğinde görülmektedir ki, "cinler" yerleşik inançları zayıflatmak için kendilerini insanlığın yeni ve gerçek kurtarıcısı yerine koymaktadırlar. En büyük arzuları ise insanları hükümleri altına almaktır. İletişime geçmek için genellikle insanların dinsel eğilimlerine göre davranmakta ve inanç biçimlerini etkilemektedirler. Bunun için inanan kimselere kendilerini geçmişte yaşamış büyük zatların ruhları olarak tanıtmakta, onların adına "Altın Çağ Bilgi Kitapları" yazdırmakta, reenkarnasyon vaadlerine inandırmakta, Yüce ruh, Ana Rab, Işık boyutu gibi kavramlarla gökteki, başka bir galaksideki bir tanrıdan mesaj getirdiklerini iddia etmekte, kendilerinin insanlığın kurtarıcısı olduklarını empoze ederek süper şeytanlık örnekleri vermektedirler. Açıkçası, İslam'ın bildirdiği "ALLAH" 70 kavramından habersiz olan saf insanları göklerde oturan bir tanrı ile bağlantıda olduklarına ikna edip, insanları dini konularda bilgilendirme görevini üstlendiklerine inandırmaya çalışmaktadırlar. Görünen o ki, kurtuluşa ermek, yabancılarla kozmik organizasyona geçebilmek, uzaya açılmak gibi olmadık hayallerle insanları peşlerinden sürüklemekten başka hiç bir kabiliyetleri olmayan bu varlıklara, orijinal dini bilgilerden yoksun, araştırmadan yoksun birçok saf kimse herkesten farklı oldukları ve olağanüstü bir maceraya girdikleri edasıyla kolaylıkla kanmakta ve onlardan yardım bekleyerek yaşamlarını tüketmektedirler. Şeytanın, yani cinlerin yüzyıllardan beri yaptıkları yegane iş bundan ibarettir: Saf, bilgisiz, araştırmadan yoksun insanları, "ALLAH" ismiyle bildirilen varlığı anlamaktan uzak tutmak için egolarını okşayarak oyalamak ve hatta her birinin bir tanrı olduğu hayaliyle saf insanları kandırıp kendilerine bağlamak; böylece fizik bedenle sona erecek yaşamın ardından geçilecek ruh boyutu yaşamda onlara üstünlük elde edebilmek... İster "uzaylı" ister "UFO" veya başka birşey densin, "cinlerin" etkisinde kalmış beyinlerin, ortaya koyduğu davranışlarında en göze çarpan özellikleri şunlardır: 1. Mantıksal bütünlükten yoksun olmaları, ifadelerinin sürekli birbiriyle çelişmesi, 2. Büyüklük duygusunun aşırı gelişmiş olması, peygamber, yahut bir tanrı kabul etmesi, 3. Kendini kontrol mekanizmasının çok zayıf olması, kolayca bağlanma ve tabi olma, hatta bireyin kendini bir veli, 71 4. Sürekli tekrarların mevcut bulunması. Bir şeyin cin kaynaklı olup-olmadığını anlamanın ve cinlerden korunmanın en etkili duası Kuran'da verilen şu ayetlerdir… (Günde bunların 40 ile 100 kez zikredilmesi, tüm cin kaynaklı sorunlara karşı, beynin ürettiği dalgalarla kişinin çevresinde ışınsal bir korunma alanı oluşturur): "Rabbi enniy messeniyyeş şeytanu bi nusbin ve azab. Rabbi euzu bike min hemezatiş şeyatiyni ve euzu bike rabbi en yahdurun. Ve hıfzan min külli şeytanin marid. " (Sad:41, Muminun:100) Kozmik Mikro Dalgalar ve Mikrodalga Fırınlar Ruhun mikro dalga yapılı ve hologramik özellikli olması konusunda bazı yanlış anlamaları açıklığa kavuşturmak için, bilime bakıp, şu noktaları genel hatlarıyla hatırlayalım: Lisan konusuyla ilgili olanlarımız bilirler: Kullandığımız sözcüklerin birer yapılanış biçimi vardır. Birçok sözcük belirli bir kökten gelir. Yine birçok sözcük de iki farklı sözcüğün birleşmesinden meydana gelir. İki sözcüğün biraraya getirilmesi ve birleştirilerek kullanılması ile yeni bir anlam taşıyan sözcük ortaya çıkar. Bu iki sözcüğün ayrı yazılmasıyla anlaşılan mânâ, birarada yazılmasıyla oluşmuş tek sözcükten anlaşılan mânâdan farklıdır. Zaten bu farklılık olmasa, yeni bir sözcüğün üretilmesi ihtiyacı olmazdı. Bunlar her dilin yapısında yer alır. 72 Örneğin, "Bilgisayar" sözcüğünü ele alalım. Aslında bu sözcük 2 ayrı kök sözcükten oluşmuştur. Bilgi ve sayar. "Bilgi" ve "sayar" sözcüklerini birbirinden bağımsız olarak birçok farklı yerde kullanabiliriz. "Bilgisayar" ise kullandığımız bir sistemin adıdır. "Büyükçekmece," İstanbul'un bilinen bir ilçesidir. "Küçükçekmece" de öyle. Ama size "önemli evrakların büyük çekmecenin içinde olduğu" söylendiğinde, siz "koca ilçeyi" anlamazsınız. Önünüzdeki çekmecelerden daha büyük olanını anlarsınız. Lâtince kökten gelen ve birçok lisana girmiş "makro" sözcüğü "kaba-büyük" anlamına gelir. Zıddı olan "mikro" sözcüğü ise "mini-daha küçük" anlamınadır.* "Mikroskop" bildiğimiz araçtır. "Mikro" Skop (Scope) ise "küçük-minicik alan veya görüş sahası" anlamına gelir. Siz mikroskopla baktığınız yerde mikro bir alanı, küçük bir sahayı gözlemlersiniz. Evrende varolan herşeyin yapısı "dalgalar" şeklinde ortaya çıkan enerjiden meydana gelmiştir. Varolan her nesnenin yapısı temelde bu dalgalardan meydana gelir. Ardarda gelen 2 dalga tepesi arasındaki mesafeye "dalgaboyu" denir. Dalgalar arasındaki çıkış süresi (period) ne kadar kısa olursa, "dalgaboyları" da o kadar kısa olur. Çok sıklıkla üretilen ve birbirlerini yakından takip eden dalgalara, frekansı yüksek denir. Frekans yükseldikçe, dalgalar minikleşir. Kilometrelerce uzunluktaki dalga boylarından, milimetrenin, Angstrom'un milyonda biri büyüklüğünde dalga boylarına kadar sayısız dalga boylarından bahsedilir. Çıplak gözle algılayamadığımız dalgaboylarının varlığı ilk tesbit edildiğinde bunlara, "çok mini - daha içerde - çok daha ince yapılı" anlamına "mikro" dalgalar denmiştir. Ancak, 73 araştırmalar arttıkça, bu ince yapılı denen küçük dalga boylarından, daha ince olanlarına, yani "mikro" olanlarına rastlanmıştır. Örneğin, bunların bir kısmına "enfraruj" (kızılötesi) ışınlar, tâbiri kullanılmıştır. Bu arada, yenileri tesbit edildikçe tüm dalgaboyları içerisinde, ilk tesbit edilen kesit "mikrodalga" adıyla anılmıştır ve belirli dalgaboylarını ifade etmiştir. Dolayısıyla, tüm bu dalgalar gerçekte "mikro" dalgalar oldukları halde, sadece belirli bir kesite işaretle, "mikrodalga" tabiri kullanılmıştır. Fizikte "mikrodalga" diye isimlendirilen kesit, yalnızca, 1 metre ile 1 milimetre arasındaki dalgaboylarını, yani "infrared (kızılötesi)" ile "kısa radyo" dalgaları arasındaki yüksek frekanslı elekrtomanyetik dalgaları içeren kesiti tanımlar. 1.000 ile 30.000 arasında titreşimi olan elektromanyetik dalgalardır. Oysa bu kesitle beraber daha içteki tüm dalgalar, tabii ki "mikro" dalgalardır. Evren geçekte sayısız "makro" ve "mikro" dalgalar içerir. "Mikro" dalgalar içerisinde sadece bir kesitin adı ise "mikrodalga" olarak kalmış ve kabul görmüştür. "Enfraruj" gibi. Enfraruj, "kızılötesi" anlamına gelir. Ancak doğal olarak, bu noktadan itibaren, bunun altındaki tüm dalga boyları da aslında kızılın ötesinde kalır... Mikro denen dalgalar, çok-çok ince yapılı dalgalardır. Frekansları yüksektir. Sıklıkla ardarda geldiklerinden, titreşimler arasındaki mesafeler, diğer dalgaboylarına göre çok kısadır. Çıplak gözle tesbit edilemeyecek kadar "mikro" boyutta dalgalar mevcuttur. Bizim kullandığımız "mikro" sözcüğünün Arapça karşılığı ise "Lâtif" sözcüğüdür. "İnce, varlığı en ince boyutta olan, herşeyin özünde yeralan" anlamına gelir, "Lâtif" sözcüğü. Bazı Batı dillerinde bu sözcüğe karşılık "subtile" sözcüğü kullanılmaktadır ki bu da "sübtil" diye lisanımıza girmiştir ve "tesbit edilemeyecek kadar küçük". Anlamına gelir. Bir sözlük veya ansiklopedi karıştırdığımızda da, "mikro'nun" teknik anlamda kullanılan, kendi 74 başına bir sözcük olduğunu ve bahsettiğimiz anlama karşılık geldiğini görürüz. "Ruhun," kaba madde formunda değil, "Lâtif" yapıda olduğu Tasavvuf eserlerinde sıkça geçer. Yani "ruh" diye tanımlanan yapı, lâtif, başka bir sözcükle, "mikro" yapılıdır; kaba (macro) madde gibi değildir. lâtiftir, daha incedir ve daha içtedir. "Allah'ın kudreti," evrenimizde "enerji" biçiminde ortaya çıktığı ve var gördüğümüz her şey de neticede bu "evrensel enerjiden" meydana geldiği için, herşeyin yapısı belirli bir dalgaboyunda enerji içerir. "Ruhu," biz şu anki fiziksel algı araçlarımızla direkt tesbit edemediğimiz için, ruh, " lâtif," yani "mikro" yapılıdır, mikro dalga yapılıdır, denmiştir.... Tabi herkes, bilgisi ve niyeti düzeyinde, bununla kasdedilmek istenenin, "1 milimetreden, 1 metreye kadar olan mikrodalga kesiti" olmadığını farkeder ve gereğini değerlendirir... Doğal olarak biz, "mikro" dalga yapılı olmakla, "mikrodalga" kesitinde kalmayı birbirine karıştırmayız ve örneğin, yolumuz üzerinde görünen "kaba" taştan bahsedildiğinde, yolun "Kabataş'a" gittiğinden bahsedildiğini sanmayız... Ruhun hologramik oluşuna gelince... Bu konunun yerleşmesi için henüz zamana ihtiyaç olduğu şüphesiz. Çünkü, 5 duyu ötesini anlama çalışmaları içerisinde verilen örnekleri, 5 duyu sınırlarında yorumlayıp değerlendirmenin nasıl olması gerektiğini dahi henüz anlamış değiliz. Evvelâ bilmeliyiz ki bir şeyin "hologram" olması ayrı şeydir, " hologramik," yani hologramın özellikleriyle varolması ayrı!.. Hologram derken, genellikle hologram plakası üzerine kaydedilmiş resimleri anlarız. Bu, bir tekniğin adıdır. "Hologramik" ise "hologram özellikleri taşıyan" anlamınadır. Yani birşey için "hologramik" dendiğinde, 5 duyuyla bildiğimiz hologram nesnenin özelliklerini anımsatan, benzer özellikli birşeyden bahsedildiğini anlamamız gerekir. Ruhun 75 hologramik (veya hologramsal) diye açıklanması, ruhun özelliklerini anlamak isterseniz, bildiğiniz hologramın özelliklerini değerlendirin, anlamınadır. Yoksa, bilim kurgu filmlerde seyrettiğiniz hologram adamdan bahsedilmiyor burada... Nasıl ki bir hologramın her zerresinde bütüne ait tüm bilgi mevcutsa, nasıl ki hologram içinde nereye isterseniz oraya, o yönden bakabilirseniz, aynı şekilde hologramik özellikler taşıyan ruh boyutundaki yaşamda da, zaman ve mekân kayıtlılıkları olmadan düşünsel bir seyir olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü, müşahadelerinden ve ruhtan bahseden irfan ehli (ârifler), ruhun her noktasının göz gibi gördüğünü, düşündüğü yeri anında gördüğünü ve engel tanımadan her nesneden geçebildiği gibi özelliklerini bildirmişlerdir. Siz isterseniz bu açıklamaları kullanarak tekrar edin, isterseniz çağımız bilimsel anlayışına yer verir bir üslûpla, ruh "hologramik" özellikler taşır deyin, neticede aynı şeyi târif etmiş olursunuz. Her düşünce ancak kendi düzeyinde değer bulur. Onun için herkesin aynı düşüncede olmasını veya her düşünceyi aynı düzeyde değerlendirmesini beklemeyiz... İnsanların çok, çok az bir kısmı yeniliklere çabuk ayak uydurabilirken, önemli bir kısmı, çevresinin onayını aldıktan sonra, çok büyük bir kısmı da o yenilik tamamen yerleşip, faydalı oluşu kanıtlandıktan sonra ayak uydurabilirler. Simetrik şekilde, çok çok az bir kısmı yenilikleri hiç kabul etmezken, önemli bir kısmı çevrenin ve şartların mecbur bırakmasıyla, çok büyük bir kısmı da kendilerine zararsız olduğunu bizzat gördükten sonra kabul edebilirler. Kendimizi merkezde görmek yüzünden, gerçeği bilip değerlendirmenin de, kendi 76 çevremize ve itibar ettiğimiz otoritelere has bir özellik olduğunu sanırız. Yetiştiği dar çevreyi benimsemiş kimselerin, yeniliklere yaklaşmada referans noktaları kendi etraflarıdır. Oysa, bilgi ve bilinç düzeyini artırmada ve yeni şeyler keşfetmede sınır tanımayanlar, gerçeğin anlaşılması konusunda tüm insanlığa ve bilime açık olurlar ve her bilgiyi değerlendirmeye bakarlar... Aslında, çevremize çok yeni gibi görünen bu açıklamaların kabulünde zorlanmak, çağımız bilim dünyasından kopuk yaşadığımızın bir ifadesidir. Çünkü "holografik evren" veya "paralel evrenler" gibi konular artık tartışma konusu olmaktan çıkmış, keşfedilmesi gereken inceleme sahalarına dönüşmüştür. Gerçekte evrenin sadece bizim gördüğümüz haliyle kayıtlı olmadığını, içiçe boyutları olduğunu açıkladığı "Paralel Evrenler" isimli eserinde Kaliforniya Universitesi Fizikçilerinden Fred Alan Wolf, bu gerçeği şu ifadesiyle vurguluyor: "Şunu belirtmeliyim ki paralel evrenler düşüncesi yeni değildir, Quantum fiziğini ilk kez 1957 yılında vurmuştur... " Onlarca yıldır yazılmakta olan bu tür eserlerde, yeni keşifler için yarışılan bilimden haberdar olmamamız, güneşin veya dünyanın ikizlerinden bahsedilmesine şaşırıp kalmamız sonucunu doğurur. Belki bir tasavvuf eserinde yazılanlar kafamıza uymayabilir, inkâra kalkışabiliriz; ancak, aynı noktayı Stanford Üniversitesinden Karl Pribram'ın, Londra Üniversitesinden David Bohm'un veya Michael Talbot'un, Deepak Chopra'nın da tesbit edip, bunu insanlara açıklamak için kitaplar yazdığına şahit olursanız, biraz durup düşünmeniz yerinde olur. Zira, bilimsel yayınları takip edenlerimizin veya internetteki web sayfalarında gezinti yapanlarımız, nice insanın kendi tecrübelerinden esinlenerek değişik ülkelerden aynı gerçekleri anlattıklarına dikkat etmişlerdir: Hazreti Rasûlullah'ın açıklamalarından 77 haberdar olmayan ancak başlarından geçen OBE ve NDE denen beden dışı veya ölüme yakın yaşam tecrübeleri vesilesi ile ölüm ötesi yaşamın varlığını ciddiye alıp araştıran birçok kişi de bugün eserlerinde aynen "hologramlike body of frequencies" yani " hologramik ışınsal beden" tabirini kullanmakta, fizik bedenin ölümü sonrasında insanların böyle bir bedenle "hologramda seyahat edecekleri" ve bu bedenin de insan beyninin eseri olduğu sonucuna varmaktadırlar. Ne var ki, kimi insanlar, "dini" anlamaya çağdaş bilimler ışığında yaklaşmak isteseler dahi, aslında ilk dini bilgilere alıştıkları ve yetiştirildikleri dar çevrenin anlayış biçiminin belirlediği sınırlardan kolay kolay çıkamadıklarından, sonuçta, öğrenmenin getirdiği "tanrılarına inançsız" kalacakları korkusuyla, başa dönmeye meyleder ve sağlam duvarlarla çevrelenmiş kalelerinde kendilerini emniyette hissederler. Evrende kesintisiz bir sistemin işlediğini ve herkesin bir oluş gayesi olduğunu bilen ise, hiçbir şeyi yersiz görmez, ilmi elverdiğince olanı anlamaya ve seyretmeye çalışır, hakikati her gözden, dolayısıyla bir gözden görmeyi diler... Allah hepimize ilmiyle, hakikati görmeyi ve elimizdekilerin kıymetini bilmeyi nasip etsin. Kaynakça : Evrenin Kısa Tarihi - A Short Story of the Universe, Joseph Silk, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 46, Çeviri Murat Alev, 2. Basım Haziran 1997, Kozmik Mikrodalga Fon Işınımı (3. Bölüm) 78 EK: Dünyanın Kaderini Kayıp Gezegen Şiron Mu Belirliyor? Haftalık TEMPO Dergisi'nde Yayınlanan Haber - Röportaj (Tarih: 13 Aralık 1995 - Sayı:50) İnsanlığın kaderini; kayıp gezegen ya da onuncu gezegen diye nitelenen Şiron mu belirliyor? Plüton dinsel değerler evi Yay’a girdi; Uranüs yenilikler, reformlar, bilinçlenme ve deha evi Kova’ya girmek üzere. Bakalım başımıza neler gelecek? Araştırmacı yazar Ahmed Baki tüm bu gelişmeleri Tempo için yorumladı. İnsanların hem karşı konulmaz cazibesine kapıldığı hem de Çince kadar yabancı gelen karmaşık bir konu. Burcumuzun yaşamımıza etkileriyle “muhabbet” boyutunda da olsa ilgilenmeden yapamıyoruz. Bir yanda Başak, Aslan, Kova gibi hemencecik çağrışım yapan sözcükler, diğer yanda “Venüs, Mars ve Jüpiter’in kavuşum haline girmesi” gibi çözümlenmesi güç formüllere benzeyen cümleler… Astroloji kimi için bir eğlence kimi için yaşamın temeli. Her ne kadar bizde bilimsel temelleri pek bilinmese de, Üniversitelerinde kürsüler açan Batı’da astrolojinin gerçekleri ne kadar yansıttığı, yapılan istatistiklerle ortaya konuyor. Her gezegenin her burç sahasından geçerken ne tür etkiler yaptığı, o sırada dünyaya gelen beyinlerin ne tür bir “programa sahip olduğu” istatistiki verilerle saptanıyor. 79 Örneğin Merkür gezegeni her bir burcun sahasından geçerken doğanlar inceleniyor ve ortak yönleri ortaya çıkarılıyor. Astrologlar Merkürün zekayla ilgili olduğunu öne sürüyor ve Merkürün Başak burcundan geçişi sırasında yapılmış bir istatistiğin sonucunu veriyorlar: “Merkür Başaktayken doğanlarda öğrenme yeteneği çok güçlü oluyor, kavrama, detayları çabucak görme, keskin zekaya sahip olma özelliği ortaya çıkıyor. Tam karşı burçta, yani balıkta ise, Merkürün çabukluk ve keskin kavrama yeteneği flulaşıyor.” Gezegenler her bir burcun sahasını 20 gün ile 24 yıl arasında değişen sürelerde kat ediyorlar. Uranüs, Neptün ve Pluton gezegenlerinin ise farklı bir özelliği var: Burçların sahalarından geçtikleri sırada bireyler arasında değil ama jenerasyonlar arasında farklılıklar meydana getirdikleri saptanmış. Dolayısıyla; 46 kuşağı, 68 kuşağı gibi yeni dalgalar suyüzüne çıkıyor ve tarih böylece şekillleniyor. Bilmem 68 kuşağını ya da 46 ruhunu hiç bu gözle incelemiş miydiniz? Güneş sistemimizdeki gezegenlerin yeryüzü ile ilişkileri insanlık tarihi ile birlikte değerlendirildiğinde ise gerçekten şaşırtıcı paralellikler ortaya çıkıyor… 1996’da bizi nelerin beklediğine gelmeden evvel, araştırmacı-yazar Ahmed Baki’nin üzerinde durduğu bu paralelliklere bir göz atalım. Kötü Enerji ve Hitler Plüton ’un yaydığı enerjinin dünyayı etkilemeye başladığı 30’lu yıllarda insanlık büyük bir değişim dönemindeydi ve korku içindeydi!.. Bilim adamları tam da o yıllarda “atomu parçalama” çalışmalarına başlamıştı. İkinci Dünya savaşı patlak vermiş; Hitler, Mussolini, Stalin gibi liderler dünyanın değişim sürecine damgalarını basmıştı. Tüm dünyada bireysel, toplumsal ve dinsel eğilimleri değiştiren bu enerji; varlığı bu tarihlerde ortaya çıkan 80 Plüton gezegenine atfediliyor. Uranüs ’e gelince… Astroloji’de, bilimsel ve düşünsel yenilikleri, reformları, özgürlüklerin elde edilmesini ifade ettiği kabul edilen bu gezegen 1781 yılında dünyaya enerji yaymaya başladığı keşfedilmiş. Bu tarih de Amerikan ve Fransız devriminin gerçekleştiği yılların tam ortasına rastgelmekte. 1781 yılında insanlığın büyük buluşlarından elektriğin icat edildiği ve binlerce yıldır kendini olduğu gibi koruyan kültürel yaşamdaki hızlı değişikliklerde de, Uranüs ’ün parmağı olduğu söyleniyor. Yüksek sezgi, ilham ve mistik eğilimleri yönettiği kabul edilen Neptün’ün keşfi de doğasına uygun bir şekilde gerçekleşmiş. Fizksel olarak gözlenmesini sağlayan hesaplamaların yönetimi de sezgisel olmuş. Ve gelelim kayıp gezegen Şiron’a. Şiron’un ilk gözlenme tarihi, 1977. Güneş çevresindeki turunu 50-51 dünya yılında tamamlayan Şiron, belirli bir dönemde, kısa süre için dünyaya ve güneşe yaklaşıyor. Şiron’un dünyaya en yakın olduğu konum, 1996’da Terazi burcunda meydana gelecek. Şiron’un bu hareketinin dünyaya neler getireceği konusuna geçmeden önce, evvelki geçişlerinde nelere yola açtığına bakmalı… Şiron’un dünyaya en yakın olduğu bundan önceki tarih 1945. İnsanlık tarihindeki önemi malum: Hiroşima ve Nagasaki ’ye atom bombası bu yıl atılmış ve insanlığın en geniş katılımını bünyesinde barındıran Birleşmiş Milletler teşkilatı aynı yıl kurulmuş. 1945’ten bir önceki dönem ise, X ışınlarının “Roantgen” tarafından keşfedildiği sinir sistemine bağlı alternatif tıbbi yöntemin, “chiropractic”in keşfedildiği 1895 yılı. Bir başka 81 ilginç nokta da bu iki keşfin mucitlerinin Şironun dünyaya yakın geçtiği bir önceki dönemde; yani 1845’de dünyaya gelmiş olmaları. 1895 yılı aynı zamanda Uranüs’ün Güneş çevresindeki turunu tamamladığı yıl. Yani Uranüs Güneş çevresindeki 84 yıllık turunu tamamladığı, ilk kez gözlemlendiği ve elektriğin bulunduğu sıradaki konumuna geldiğinde ve Şiron dünyaya en yakın konumdayken, X ışınları bulunmuş. Değişim Başladı! Geçtiğimiz 11 Kasımda Plüton Yay burcuna girdi. “Bu manevi ve dinsel konularda daha çok değişime ve daha çok savaşa işaret ediyor” diyor Ahmed Baki ve devam ediyor: “ Önümüzdeki yıllarda farklı inanç biçimlerinin bir arada yaşadığı ABD’yi, Avrupa’yı, Bağımsız Devletler Topluluğunu ve Arap dünyasını yakından takip etmek gerek. Şu ana kadar gelişen olaylara baktığımızda enteresan gelişmeler görüyoruz zaten. Katoliklerde boşanma yoktur. İrlanda’da halk oylamasıyla boşanma hakkı verildi. Bir kaç hafta önce Hürriyet yazdı. Vatikan ilk kez Hz. Muhammed’e Kuran’ın vahiy yoluyla indiğini kabul etti. Bu açıklama Kuranı Kerim’in Hristiyan dünyasınca kabulü, böylelikle Hz. Muhammed’in otomatikman kabulü demek. Yani önümüzdeki yıllarda dinsel ayırımların ortadan kalkması beklenebilir. İnsanların dini kavrayış biçimlerinde büyük bir değişme, birleşme meydana gelebilir. Bunun sebebi ise Plüton’un yıkıcı olması; yani bir hali bitirip bir yenisini başlatması. Buna destek olabilecek bir başka veri de 12 Ocak 1996’da Uranüs’ün dehanın, yüksek aklın, reformun, yeniliklere kapı açan, bilinç sıçramalarına kapı açan, Kova burcuna giriyor olması. Ve dini anlayış biçimlerinde yenilenme öncesi yani doğum sancısı öncesi beklene; daha fazla kan, daha fazla gözyaşı . 82 Din ile günlük yaşam arasındaki ayrılığın ortadan kalkacağını yani dinin artık yaşamdan izole edilmiş bir kurum olarak kalmayacağını vurgulayan araştırmacı-yazar Ahmed Baki, “Tıpkı 20. Yüzyılın bilimi gibi, dinin de insanın kendi gerçeğini ve evrenin aslını anlamasına yönelik bir öğreti olduğu anlaşılacak” diyor. Ve içimizi çok daha fazla karartacak diğer muhtemel gelişmeleri ekliyor : "Önümüzdeki yıllar bağımsızlık ve özgürlük getirecek. Yani insanlar bunun için sokakalara dökülecek. Ve doğal felaketler artacak. Depremler, yanardağ patlamaları … Çünkü Ay, Uranüs ile Satürn’ün karşılıklı açılarının meydana getirdiği konum bunu gerektiriyor. Bu açılar depremleri yönlendirdiğinden Uranüs o fizik yapıda meydana gelecek taşkınlıklara vesile olacak ve 1996’da ortaya çıkacak yeni keşifler sonraki yıllarda Evren’in öz yapısının anlaşılmasına yardımcı olacak. Yani 96’da insanlığı büyük keşifler de bekliyor ve bunları 1945 doğumlular yapacak.” Bize düşen de herhalde önümüzdeki yılları beklemek ve astrolojinin bir bilim mi yoksa eğlence mi olduğunu yaşayarak tespit etmek. TASAVVUF VE ASTROLOJİ Araştırmacı-yazar Ahmed Baki “Tasavvuf ve Burçlar” konulu kitabının son hazırlıklarını yapıyor bugünlerde. Popüler Bilim, Bilim ve Teknik ve Ultra gibi bilim dergilerine çeviri ve makaleleri yayınlanan Ahmed Baki özellikle, kuantum fiziği ve hologram tekniğiyle ilgili bilimsel bulgulara felsefi açıklamalar getiriyor. “Tasavvuf eserlerinde gördüm ki, insanın alın yazısı denen olay, yıldızların konumuna bağlı olarak anlatılıyor. Bu konuda Türkiye’de bilinen iki eser var. Birincisi 12. Yüzyılda yaşamış Muhyiddin İbn Arabi’nin “Fütuhat-ı Mekkiye”si, ikincisi 1700’lü yıllarda İbrahim 83 Hakkı Erzurumi’nin “Marifetnamesi”. Bunları araştırdığımda her iki eserin de 30’dan fazla dünya diline çevrilip üzerinde araştırma yapıldığını gördüm. İbn Arabi, dünyada oluşan her şeyin burçların tesiriyle meydana geldiğini söylerken, Erzurumi “insanların fiziki yapılarından kişiliklerine kadar tüm özelliklerinin gezegenlerin konumlarına göre burçlardan geldiğini ve tüm bu özelliklerin anne karnında programlandığını” öne sürüyor. Beyin konusunu incelediğimizde gerçekten beynin programının son halini anne karnından çıkarken aldığını görüyoruz. Beyindeki hücreler doğumdan sonra hiçbir zaman yenilenmiyor. Doğum anı itibarıyle alçının kalıplaşması gibi kalıyor ve ömür boyu o hücreler kullanlıyor. Beyindeki bütün faaliyetler nöronlar arasındaki biyoenerjik faaliyet. Bu da herkesin beyninde farklı. Eğer siz doğumunuz itibariyle kırmızı renkten hoşlanacak bir beyin programına sahipseniz kırmızı renkten hoşlanıyorsunuz. Bir travmaya uğramadıysanız herkesin anlayış biçimi, düşünce yapısı, hatta karakter özellikleri tamamen beyin programının eseri olarak ortaya çıkıyor. Yine benim tespit ettiğim bir olay var. Erzurumi, insan beyninin anne karnında dördüncü ayın sonunda dışarıdan gelen tesirleri değerlendirmeye başladığını söylüyor. Bugün bazı bilim adamları da insan beyninin hücrelerinin belirlenmeye başladığı zamanın dördüncü ayın sonu olduğunu ve bilinmez bir şekilde o günlerde bir başkalaşım meydana geldiğini söylüyorlar. “Artık doğacak olan bireyin yazgısı tamamen kararlaştırılmıştır” diyorlar. Peki beyin programı nasıl oluşuyor? Burada da genetik konusuna bakmamız lazım. Her beynin programı, o beyni meydana getiren hücrelerin genetiğinde gizlidir. Genetik olarak hangi özellikleri taşıyorsa kişi, o özelliklerin ortaya çıkardığı bir beyin yapısına sahip oluyor. Yıldızlarla ve gezegen konumlarıyla insan karakterinin bağlantısı bu noktada 84 meydana geliyor. Çünkü bilimsel olarak tespit edilmiş bir olay var; yeryüzündeki bütün evrimlerin kaynağı uzayın derinliklerinden gelen kozmik ışınlar. Buna genetikte mutasyon deniliyor. Yani gende tekrar eski haline dönmemek üzere meydana gelen değişiklik. Ve tüm bilimsel veriler, tasavvuf eserlerinin gerçek bilgiler içerdiğini ortaya çıkarıyor. O gün “alın yazısı” denilen ifade, bugün “beyin programı” dediğimiz şeyin aynısı. Astrolojinin dinde yeri olamdığını savunanlar, “ötede bir Tanrı” inancına sahipler. Bu algıladığımız evrenin ötesinde, bu evreni yöneten bir Tanrı düşüncesi var. Oysa Kuran’ı incelediğimizde veya tasavvuf eserlerine baktığımızda, Allah ismiyle tanıtılan ve açıklanan varlık zannedildiği gibi bütün bu evrenin ötesinde uzayı yöneten yukarıda bir varlık değil. Allah ismini Kuran’daki manasıyla kavradığımız zaman ortaya çıkan gerçek şu: Astroloji, Tasavvuf eserlerinde incelediğimiz gibi sistemin nasıl işlediğini açıklayan bir mekanizmadır.” (Haber: Figen Akşit) Yayın Listemiz >>> Sayfa 85 85 Yayın Listemiz Aşağıdaki e-Kitap ve programlar sizin için hazırlanmıştır. www.yorumsuz.net.tc adresinden Ücretsiz indirebilirsiniz !. www.yorumsuz.net.tc • • • • • • • • • • • İnşirah -Hakiki Mutluluğun İslâmî Formülü Alt Beyin ’in Deşifresi / Bireyin Alt Beyinsel Eğitimi Dua ve Zikir -2Fîhi Mâ-Fîh -2Dua ve Zikir -1Fîhi Mâ-Fîh -1Cinlerin Deşifresi Gizli Gülşen -2O’ndan İşaretler Ölümden Sonra Yaşam Tam 12 ’den Vuran Sözler • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 86 Düşmanın Kardeşin Değildir Yeni Keşifler -3Altın Tavsiyeler -2Altın Tavsiyeler -1Tayy-i Mekân (Mekan Değiştirme) Hayat Ağacı (Kundalini) Etkili Sözler 5 / Mesnevi Bahçesi Metafizik Kaynaklara göre 3. Dünya Savaşı İbret Beyin Fırtınası -Online Sohbetler Enneagram /Materyalist mistisizm akımı Benim Adım CENİN -2Benim Adım CENİN -1Meşhurların Rüyaları- Kapıları Aralayan Şifre Orta Dünya ’nın İşgali Muhyiddin-i Arabi-Risalelerden Alıntılar Ortadoğu - Vaat Edilmiş Topraklar Kuantum Düşüncede İslami Motifler Terör Tekeli A.B.D. İnsan ve Din -2- • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 87 İnsan ve Din -1Amerika ’nın Matruşkası Aşk Penceresinden Asr-ı Saadet Dünyayı Yöneten gizli Örgütler Okunası, Çok Önemli Konular Cuma Notları -2Avrupa Birliğine NEDEN HAYIR ! Kur’anla Kucaklaşmak Psikolojik Harekât “B” SIRRINA ERMEK Gerçeğin Öğretisi/TASAVVUF Oruç’un Sırları Türkiye ya “Büyük Türkiye” olacak ya da “Yok” Olacak ! Yeni Keşifler -2İstihbarat Bilinç Ötesi Boyut RÜYALAR Parapsikoloji ve Parapsikolojik Harp Kıyamet Halleri CFR ve Yeni Dünya Düzeni Yorumsuz Seyir • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 88 Yeni Büyük Oyun / Yeni Soğuk Savaş İnternette Tıp Haberleri -1Yeni Keşifler -1Ölüm Terapisi Ölmeden evvel Ölmek Cemil Meriç Anısına Vatikan ’ın Gizli yüzü İz Bırakanlar Sonsuz Boyuta Açılmak – Zikir Bilinmeyen Vatikan II Cuma Notları I Bilinmeyen Vatikan I Tapınak Şövalyeleri - Gizli Dünya Devleti Günün Yorumu Allah’ı Bilmek Tsunami Altındaki gerçekler -H. A. A. R. P Sorgulayan Beyinlerin Kendine Soruları Allah indinde DİN 2. Bölüm Avrupa Birliği’nin Türkiye Politikaları Allah indinde DİN 1. Bölüm • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 89 Mir’at ül İrfan (İrfan Aynası) G. O. P ya da HAÇLILAR MI? AVRUPA BİRLİĞİ VE CHRISTENDOME KAVRAMI MARDUK ya da KAOS [Astroloji-Program] Astro Yükselen GİZ’li Gülşen 1 Depresyon Psikospritüel Kriz [Astroloji-Program] Yıldızlar Altında Aynadaki Evren Din’i Anlamada Reform Tao ’cu Uygulamanın Temelleri (Kültür Serisi-1) En Büyük Sır- İlluminati Şeytani Bilinci MARDUK ‘Yakın Gelecek ‘ mi? Metafizik Mucizeler ya da Yanılgılar Kur’an-ı Kerim Meali (Microsoft Reader formatında) Hz. İbrahim ’in Mirası Hz. Musa’nın Asa’sı ve KUNDALİNİ Dik Bahçene Solayım! Uzaylılar Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar II • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 90 Sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü Hallac-ı Mansur Din, Maneviyat, Psikoloji, Psikiatri İbn Arabi ile ilgili araştırma Serüvenim Evrenin Sırları Etkili Sözler III Beynimizi Kim Kullanıyor ? Yorumsuz Katalog (Güncellendi) Zamansızlık (timelessness) Hangi Evreni Algılamaktayız? Gönül Uyandırma Kıyametin Deşifresi Yorumsuz Katalog Çağdaş Bakışla Allah Taş ’taki Güç... Mutluluğunuz için... Etkili Sözler II Çağdaş Bakışla Cennet, Cehennem Rüya Yorumu Kader Gerçeği Evrensel Sırlar Rüyanın Dışındaki Rüya • • • • • • • • • • • • • • 91 [Astroloji-Program] Canopus Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar Holografik Beyin ve Evren Mesajlar I Uzaylıların İçyüzü Tanrı yok Allah var Reenkarnasyon Aldatmacası Astroloji-Yeni Millennium ’un Popüler Bilimi [Astroloji-Program] Planetium Modern Bilim ZİKİR ’i Keşfetti Etkili Sözler I Yıldızların Altında Çağdaş Bakışla Din [Astroloji-Program] PopHR www.yorumsuz.net.tc
Benzer belgeler
HOLOGRAM, M KROKOZMOS, MAKROKOZMOS ve BÜTÜNCÜL
Evren ve onun yaşamı, asla bizlerin varsaydığı gibi bir oluşum değildir. Çünkü bizim
gözlemlediğimiz "evrenimiz", sadece insanın algılama araçlarının duyarlı olduğu sınırlar
içerisinde kalan küçük ...