Öcalan`a Nobel`in perde arkası
Transkript
Öcalan`a Nobel`in perde arkası
“Ana gündemimiz Diyarbakır Büyükşehir özerklik” Belediye Başkanı Gültan Kışanak ile demokratik, adil ve kalıcı çözüm için, özerklik, alternatif yerel yönetim ve katılımcı demokrasi uygulamalarını konuştuk. ➜8 HAFTALIK HABER GAZETESİ • FİYATI 2.5 TL Öcalan’a Nobel’in perde arkası PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 2014 Nobel Barış Ödülü’ne aday olmasını sağlayan Kürdistan Bölgesi Ana Muhalefet Partisi, Goran Hareketi milletvekili Heval Kwêstanî, iddialı: Öcalan’ın Ödülü alması için gerekli ➜2 zemin var. SAYI 1 • 26 NİSAN-2 MAYIS 2014 • WWW.BASNEWS.COM Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkilileri BasHaber’e Barzani’nin planlarını açıkladı: Bağımsızlık gündeme geldiğinde, bu Yugoslavya gibi bir iç savaş örneği değil, Çekoslovakya gibi barışçıl bir bağımsızlık modeli olacaktır. ➜ 10 Bu ticarete sınır dayanmaz Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticaret hacmi yıllık 13 milyar dolara ulaştı. Beş sınır kapısının daha açılması gündemde. 2018’de 150 milyar dolar seviyesinden bahseden ekonomist ➜ 14 Yaşar “Sınırlar kalkmalı” diyor. “Ayrılma sağlam temelde olmalı” MİTHAT SANCAR Seçim sonuçlarının anlamı ve önemi ➜3 SENNUR BAYBUĞA Merhaba derken Kürdistan Bölgesi Hükümet Sözcüsü Sefin Dizeyi BasHaber’e konuştu: Bağdat yönetimi ile karşılıklı anlayış içerisinde ayrılmayı konuşabilirsek, sancısız bir şekilde, Çekoslovakya’da olduğu gibi, diğer ülkelerin bir şey yapmasına gerek kalmayacak diye düşünüyorum. ➜ 10 Erbil Başkonsolosu İnam: Sınırda beş yeni kapı açılıyor Erbil’de Beymen baharı MESUT YEĞEN Seçimler ve Kürd siyaseti ➜9 FLORİTA ULUK BENLİ 1915’den günümüze Ermeniler ➜5 “Aktepe, Ovaköy, Üzümlü, Derecik ve Gülyazı’da yeni hudut kapıları açılıyor. Habur Kapısı’nda mevcut iki köprüye ilaveten üçüncü bir köprü faaliyete sokuluyor.” ➜ 15 ➜7 FERHAT KENTEL Düzene karşıyken düzen olmak ➜2 BOTAN TAHSİN BasHaber’in yayına başlaması ➜ 16 ➜ 13 haber “Nobel’i Öcalan alacak” FERHAT KENTEL Düzene karşıyken düzen olmak “Nobel Barış Ödül’ü Öcalan’a verilirse çok Heval Kwêstanî mutlu olurum. Sonuçları ne olur diye düşünürsek, bence Türkiye’deki çözüm sürecine ciddi katkıları olur. Bir de Türk milliyetçilerinin Kürdlere karşı önyargılarının ve olumsuz fikirlerinin değişeceğine inanıyorum. Ödül Öcalan’a verilirse kendisinin halk tarafından da ne kadar sevildiği gerçeği ortaya çıkmış olur.” Hêmin Xoşnaw-Ranya BasHaber’in konuyla ilgili sorularını yanıtlayan Kwêstanî, Öcalan’ın Nobel’in en güçlü adaylarından biri olduğuna inanıyor. “Öcalan’ın adaylığı kabul edilmedi” haberlerine karşı başvurunun kabul edildiğini belirten e-maili gösteriyor. Öcalan’ın Nobel adaylığı için kimseyle fikir alışverişiniz oldu mu? Hayır. Bu başvuruyu yapmamın temel sebebi, Öcalan’ın dünya görüşünde ortaya çıkan değişimdir. Kendisi yakalandıktan sonra fikirlerinde ciddi bir değişim oldu. Bu benim için temel çıkış noktasıydı. Nobel adaylığı için başvurma fikrimin ikinci sebebi ise Öcalan’ın 2013 yılı Newroz’ unda tüm Türkiye halklarına verdiği barış mesajlarıdır. O mesajıyla Öcalan, Türklere ve Türkiye’deki bütün siyasi oluşumlara barış için elini uzattı. Halen silahların susması ve barışçıl bir çözüm için çabalıyor. Times dergisi de, Öcalan’ı dünyadaki en etkili 100 kişiden biri seçmişti. Bu yüzden Öcalan’ın Nobel alması gerektiğini düşündüm. Öcalan için yaptığınız adaylık başvurusu hemen cevaplandı. Sizce bu Nobel Komitesi’nin bu adaylığa sıcak baktığını mı gösteriyor? Evet, komite 50 yıl boyunca aday gösterenleri ya da aday gösterilenleri açıklamadı. Bilgiler hep gizli tutuldu. Ama aday gösteren kişi ya da kurum, adaylık başvurusu açıklandıktan sonra bunu kamuoyuyla paylaşabilir. Çünkü bu da bir şekilde o adaylığa destek istemek ve lobi faaliyeti yürütmek oluyor. Yine bu yıl aday olan pek çok kişi ya da kurumun adı basında yer aldı. Ben de aday gösterdiğim kişinin adaylığının kabul edildiği haberini basın-yayın organlarında yaymak istedim. Nobel Komitesi’ne göre aday gösteren kişinin bunu açıklamaya hakkı var. Abdullah Öcalan’ın durumuna bakarsak, savaşın bir tarafı. Barış Ödülü’nün alınabilmesi için savaşın diğer tarafından da bir kişinin aday gösterilmesi gerekiyor. Acaba Türkiye tarafından aday gösterilen kimse var mı? Aday gösterilenlerin kim olduğu henüz netleşmedi. Basındaki haberlere göre bir kurumun adaylığı kesin. Bunu öğrenebilmemiz için aday gösteren kişilerin bunu açıklaması gerek. Ben şimdiye kadar Öcalan’ın adaylığından başka Türkiye’de kimsenin aday gösterildiğini duymadım. 278 kişi ve kurumun Nobel Barış Ödülü için aday gösterildiği söyleniyor. Bu kadar aday arasında Öcalan’ın bu ödülü alma ihtimali sizce nedir? Nobel Komitesi’nden aldığım bilgilere göre 232 kişi ve 47 kurum aday gösterilmiş. Ben komitenin Öcalan’a ödülü vereceğine inanıyorum. Birincisi, bu ödülü alacak kişi halkların kardeşliği adına ciddi bir rol üstlenmiş olmalı. Bence şu an Öcalan şu anda Kürd ve Türk halkları arasında bir köprü durumunda. İkincisi, aday olacak kişinin barış görüşmelerini devam ettirmiş ve ilerletmiş olması gerekiyor. Kürd halkı ve PKK üzerinde ciddi bir etkisi var. 2 Ö ncelikle merhaba! Yeni bir mecra ve yeni bir tecrübe... Bundan böyle bu köşeden, bu pencereden dışarı doğru, size doğru sesleneceğim. Ben mi sesleneceğim, yoksa böyle bir pencereye yerleşeceğim için, sizden mi bana seslenişler gelecek, bilmiyorum. Muhtemelen ikisi birden olacak. Ama zaten “yeni bir tecrübe” biraz da böyle bir şey. Türkiye 30 Mart’ta “genel seçim” niteliğini bile aşan, adeta varlık-yokluk geriliminde bir “yerel seçim” yaşadı. Bu seçimler vesilesiyle Türkiye toplumunun derin meselelerinin, gerilimlerinin ana damarlarını görmek bir kere daha mümkün oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna hatta daha da gerilere kadar giden bir tarihsel süreç içinde siyasal, toplumsal ve kültürel gerilimler, bu gerilimlere bağlı olarak kutuplaşmalar hiç bitmedi. Toplumu sürekli yeniden tasarlamak iddiasından hiç vazgeçmeyen devlet karşısında çeşitli toplumsal gruplar kendilerini koruyabilmek için, cemaatlerine kapanarak direnmeye gayret gösterdiler. Bu direnişin en önemli aktörleri ve onların vücuda getirdiği hareketler Kürd hareketi ve İslami hareket oldu. Bugün devletle toplum arasındaki bu gerilime baktığımızda –son tahlilde- söz konusu hareketler karşısında modernleşmeci ve otoriter ulus-devletin güç ya da en azından “meşruiyet” kaybettiğini söylemek zor olmaz. Bir yandan Kürdlerin “ana dil” hakkından, “yerel yönetim” hakkına, hatta “özerk yönetim” taleplerine kadar konuşulan “yeni” durum Jakoben (ya da Kemalist) Türk devletinin öngördüğü bir sonuç değildi. Şüphesiz Güney Kürdistan’daki gelişmelerden bağımsız olmayan bir şekilde, gelinen bu aşamada artık hiçbir gücün Kürdlerin mücadele ede ede kazandıklarını tersine çevirmeye gücünün yetmeyeceğini söylemek de zor olmaz. Bu haliyle Kürd hareketi, her ne kadar Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesinde adeta yerel bir otorite, iktidar ya da meşruiyet dili tesis etmiş olsa da, Türkiye çapında hâlâ bir “hareket”, hâlâ “olmakta olan” bir hareket niteliğine sahip... Oysa İslami hareketin vermiş olduğu mücadelenin bir sonucu, uç ürünü ya da türevi olan AKP’nin varlığı ve on seneyi aşan hükümet performansı çok daha başka bir gerçekliğe tekabül ediyor. İslami hareketin en azından bir versiyonu ya da bileşeni olarak AKP’ye baktığımız zaman, artık “hareketi” değil; “devletleşen bir hareketi” ya da “düzeni” görüyoruz. Şimdiye kadar Kemalist devletin her vesileyle, darbe hazırlıklarında, darbelerde, çeşitli “operasyonlarda” uygulamış olduğu kutuplaştırma ve ötekileştirme tekniklerine artık AKP’nin kontrolü altında ortaya çıkan girişimlerde de bol miktarda rastlanabiliyor. 17 Aralık’ta Fethullah Gülen cemaatine atfedilen, şüphesiz büyük bir heterojen nebula olan “cemaatin” çeşitli kollarının karıştığı AKP karşıtı operasyon giderek AKP’nin seçim stratejisi için muhteşem bir fırsat sundu. “Cemaat”e karşı AKP’li bakanların, onların ailelerinin, yakın iş çevrelerinin karışmış oldukları yolsuzluk hikayelerinin yarattığı olumsuz etkiyi marjinalize edebilecek bir kuvvette karşı saldırı başlatıldı. “Devlet içindeki paralel yapı” (“Haşhaşilere karşı, yabancı güçlere, Pensilvanya’ya karşı İstiklal savaşı”), retorikleriyle, kafası karışık olan (eşyanın tabiatına uygun biçimde karışık olması da gereken) seçmenin önündeki “gri” alanlar temizlendi; hayatın sadece “siyah” ve “beyaz”dan oluştuğu gibi bir kurgu bütün seçim atmosferini kuşattı. Oysa çok iyi biliyoruz ki, siyaset sosyolojisinin mercekleriyle üstün körü bile baksak, devlet denilen yapının asla ve asla iki parçadan (bir “asıl olan” ve ona sızmaya çalışan “paralel olan”) oluşmadığı; tersine, devletin içinde farklı dinsellik, etnisite ve kültürlerden dünya kadar fraksiyonun, lobinin, askeri ya da sivil güç odaklarının olduğu ve bunların da kendi aralarında güç ilişkileri içinde çatıştığı ya da ittifaklar kurduğu görülebilir. İşte 28 Şubatçı, darbeci ya da Ergenekoncu mantığa sahip generaller tarafından devletin içine girişi “paralel bir yapının” girişi olarak kabul edilen bir AKP hareketi bu “karmaşık devlet” ve toplum ilişkilerini kendi lehine basitleştirerek çevirmesini bildi. “AKP üzerine” değil, “Erdoğan’ın kişiliği” üzerine, kişiselleştirme, özdeşleşme, kısaca “lider kültü” üzerine kurulu bir kampanya içinde yaşanan 30 Mart seçimleri Türkiye’de varolan kutuplaştırmaları yeniden üretti. Artık bugünden sonra, Türkiye “klasik Kemalist dönemi” büyük ölçüde aşmış görünüyor. Ancak “güven” sorunu olan bir toplum için düzen ve düzenin güvenli sularının, devamlılığın, istikrarın ne kadar önemli olduğu düşünülürse, “Kemalizm”in yeni bir ses ve nefes bulduğunu söylemek de çok zor görünmüyor. Ve unutmayalım; içine girdiğiniz yapıyı bir yandan değiştirirken, aynı anda o yapı da sizin içinize girer... Üçüncüsü, ödülü alan kişinin silahların susturulması ve barış görüşmelerinin ilerletilmesi için çalışmış olması gerekiyor. Ben bu konuda da aday gösterdiğim Öcalan’ın savaşın sona erdirilmesi ve silahların susturulması için ciddi bir rol oynadığını düşünüyorum. Öcalan 2013 Newroz’unda verdiği mesajla Türkiye’deki Kürd meselesinin barışçıl yollarla çözülmesi için silahların tamamen susturulması gerektiğini açıkladı. Aslında ben bunu ‘Kürd sorunu’ olarak adlandırmıyorum. Belki Kürd ve Türk meselesi demek daha doğru olur. Daha doğrusu sadece Türkiye’nin de değil bütün bölgenin en önemli meselesi. Kürd olduğum için Öcalan’ı aday göstermedim. Bu meselenin çözülme- sinin bütün bölgenin yararına olacağına inanıyorum. Benim yaşadığım ülkede de (Irak) sorunun çözümü için ciddi bir yararı olacak. Adaylar arasında şansı en yüksek olan aday olarak Öcalan’ı görüyorum. Çünkü Kürd meselesinin çözülmesi için oynadığı rol, dünya kamuoyu tarafından da biliniyor. Nobel Barış Ödül’ü Öcalan’a verilirse çok mutlu olurum. Sonuçları ne olur diye düşünürsek, bence Türkiye’deki çözüm sürecine ciddi katkıları olur. Bir de Türk milliyetçilerinin Kürdlere karşı önyargılarının ve olumsuz fikirlerinin değişeceğine inanıyorum. Ödül Öcalan’a verilirse kendisinin halk tarafından da ne kadar sevildiği gerçeği ortaya çıkmış olur. 3 gündem Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’nda 23 Nisan Çocuk Bayramı’nın öncesindeki buluşmasında 90’lı yıllarda gözaltında katledilen çocuklar anıldı. Cumartesi Anneleri’nin 19 Nisan, Cumartesi günü yaptıkları anma eyleminde gözaltında kaybedilen Özlem çocuklar arasında buluDağdeviren nan Seyhan Doğan, Davut Altunkaynak ve Münir Sarıtaş’ın yakınlarının yazdıkları mektuplar okundu, balonlar uçuruldu. İnsan Hakları Derneği (İHD) Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon Üyesi Sebla Arcan “Bu 23 Nisan’da da devleti yönetenler kutlama mesajları yayınlayacak, yine ‘çocuklar geleceğimizdir’ diyecek, dünyada ilk ve tek çocuk bayramına sahip olmanın önemine vurgu yapacaklar. Kimse devlet eliyle katledilen, kaybedilen çocuklardan söz etmeyecek.” dedi. Türkiye’de 1990’lı yıllarda yüzlerce çocuk, devletin askeri ve polisi tarafından gözaltına alınıp kaybedildi. Devlet yetkilileri sürekli inkarcı bir tutum gösterse de çocukların çoğuyla ilgili olarak işkencede öldürüldüklerine dair tespitler savcılık fezlekelerinde yer aldı. Benzeri olaylarda olduğu gibi Türkiye’de yapılan yasal girişimlerden hiçbir sonuç alınamadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nde açılan davalarda devletin suçu belgelendi. 12 yaşında Dargeçit’te gözaltına alınan Davut Altunkaynak’ın annesi Hayat Altunkaynak mektubunda şu ifadeleri kullandı; “1995’de askerler Dargeçit’teki evimize baskın yaptılar; oğlumu sordular, oğlum evde yoktu. Beni jandarma taburuna götürdüler; dövdüler, tehdit ettiler. Oğlum Davut’u da getirdiler, onu Filistin askısında gördüm. Kuş kadardı bedeni, baygındı; ‘Ana su ver’ diye sayıklıyordu. Ona su veremedim. Beni bıraktılar, Davut kaldı. Ondan bir daha haber alamadık. Bize onu serbest bıraktıklarını söylediler. “Söyleyin bana 12 yaşındaki bir çocuk neden gözaltına alınır, neden vahşice işkence edilir, neden kaybedilir?” Şükrü Sarıtaş’ın Yüksekova’da, 13 yaşındayken gözaltına alınarak kaybedilen oğlu Münir Sarıtaş için yazdığı mektup, Musa Anter’in oğlu Dicle Anter tarafından okundu. Sarıtaş oğlunun nasıl öldürüldüğünü anlattı: “Ben oğlumun gözaltına alınıp kaybedildiği tarihte cezaevindeydim. Cezaevinden çıktıktan sonra oğlumun kaybedildiğini öğrendim ve onu aramaya başladım. Dünya benim için zindan olmuştu. Oğlumun izini sürerken, Midyat Cezaevinde tutulan, Yüksekova Çetesi itirafçısı Kahraman Bilgiç ile görüştüm. Bilgiç bana Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul’un köylüleri, köy meydanında toplayarak işkenceden geçirdiğini söyledi. 73 yaşındaki Abdülkerim Yurtseven işkenceye dayanamayıp bayılınca, onu ve köyde ikamet etmeyen oğlum Münir’i yanına alarak, Yüksekova Dağ Tabur Komutanlığı’na getirdiği, burada Yurtseven’in tekrar dövülmesi üzerine kaburgalarının kırıldığı ve tabur revirine götürülünceye kadar öldüğünü, bu olay çocukların gözü önünde yaşandığından binbaşı Yurdakul’un çocukları atış poligonuna götürerek öldürdüğünü söyledi.” Y üksek gerilim ve sert kutuplaşma havasında girdiğimiz 30 Mart seçimleri geride kalalı üç hafta oldu. Bu süre içinde seçim sonuçlarına ilişkin pek çok şey söylendi, yeni bir şey söylemek hiç kolay değil. Böyle çok irdelenmiş, neredeyse didik didik edilmiş bir konuda yazı yazmak için klavyenin başına geçmek haliyle sıkıntılı oluyor. Bu gibi durumlarda Karl Valentin’in o sevdiğim sözünü hatırlıyor ve rahatlıyorum: “Aslında her şey söylendi, ama henüz herkes tarafından değil.” Evet, belki her şey söylendi, ama bu, benim de sözümü söylememe engel değil. Seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmelerde, öncelikle şu sorulara cevap aranır: Kim kazandı, kim kaybetti ve seçmen nasıl bir mesaj verdi? Kazanan–kaybeden meselesini açıklığa kavuşturmak için, genellikle önceki seçimlerin sonuçlarıyla bir kıyaslama yapılır. 30 Mart seçimleri bakımından da ilk ve en sık başvurulan yöntem bu. Son yerel seçimlerden (2009) sonra bir de genel seçimlerin (2011) yapılmış olması, karşılaştırmalı tahlil iştahını haklı olarak daha da kabartıyor. Karşılaştırma yöntemi, kazanan–kaybeden konusunda güçlü ölçütler sunsa da, her zaman tek başına doğru sonuç vermez. Daha kapsayıcı ve tatminkâr bir değerlendirme için, seçimin gerçekleştiği şartları ve bilhassa partilerin seçimlerden beklentilerini, daha doğrusu kendilerine koydukları hedefleri de dikkate almak gerekir. 30 Mart seçimleri açısından bu parametrelerin, en az eski–yeni oy oranları kıyaslaması kadar, hatta ondan bile önemli olduğunu düşünüyorum. Zira seçimlere olağandışı şartlarda girildi ve başlıca siyasi aktörlerin, bir yerel seçimin sonuçlarına bağlanamayacak özel hedefleri vardı. Seçim sürecini olağandışı kılan en önemli faktörün AKP ile cemaat arasındaki amansız ve kuralsız savaş olduğu şüphesizdir. Cemaat, yerel seçimleri Erdoğan’a bitirici veya sersemletici bir darbe vurma fırsatı olarak gördü ve hedefine ulaşmak için her yolu denedi. Örneği görülmemiş bir dinleme ve kayıtları ifşa operasyonuyla, hükümeti ve fakat esas olarak Erdoğan’ı sıkı bir kıskaca almayı denedi. Vahim yolsuzluk iddiaları art arda ortalığa saçıldı. Bununla da yetinilmedi, hükümetin dış politikasını ve çözüm sürecini sarsacağı umulan ses kayıtları da piyasaya sürüldü. Merkezinde cemaatin yer aldığı konusunda çok ciddi verilerin ve çok yaygın bir algının bulunduğu bu operasyona, CHP açıkça, MHP de mahcup bir şekilde katıldı. Bu çerçevede AKP’ye karşı doğrudan veya örtülü ittifaklar kuruldu. Bu operasyonun merkezinde yer alan gücün başlıca hedefinin, AKP’nin oylarını yüzde 40’ın altına çekmek olduğu söylenebilir. Böylece muhtemelen Erdoğan’ın ülke siyasetindeki ve partisinin içindeki otoritesinin ağır darbe yiyeceği ve hatta siyasi hayatının sona ereceği hesaplandı. CHP de, bu şartlarda oylarını biraz artırmakla bile, iktidar alternatifi haline gelme hayalleri kurdu. MHP’nin payına da, en azından gücünü koruması şartıyla, iktidar ortağı olma yolu açılacaktı. AKP’nin oy oranı yüzde 45 bandına oturunca, bu hesap boşa çıktı. Aslında AKP seçim kampanyasını parti olarak değil, Erdoğan üzerinden yürüttü. Erdoğan’ın temel taktiği ise, tabanının/seçmen kitlesinin kendi etrafında kenetlenmesini sağlayacak sert bir kutuplaştırma söylemi oldu. Bir taraftan da, sağ/muhafazakar seçmenin her zaman mesafeli durduğu, hatta alerji duyduğu “siyasetin siyaset dışı güçler tarafından dizayn edilmesi girişimi” temasını sürekli işledi. Bunlara ekonomik istikrar ve “hizmet” propagandasını da ekleyerek, yolsuzluk iddialarını geri plana atmayı başardı. Sonuçta kendisini siyaseten ayakta tutacak, hatta güçlendirecek oy oranına ulaştı ve seçimlerden galibiyetle çıkmış oldu. Bu kadar ağır bir kuşatmaya ve mahvedici olabilecek bir kampanyaya karşı AKP’nin elde ettiği oy oranı ve kazandığı belediye sayısı, parti ve Erdoğan açısından açık bir galibiyettir. Erdoğan bu sonuçla, hem partideki otoritesini pekiştirdi, hem de ülke siyasetine hedefleri doğrultusunda şekil verme imkânlarını elinde tuttu. Bu gücü nasıl kullanacağını, yakın zamanda cumhurbaşkanlığı seçimi bağlamında göreceğiz. Erdoğan’ın burada vereceği karar ve mesajlar, genel seçimler ve sonrasına dair planları hakkında da fikir verecektir. Seçim sonuçları, Erdoğan’a planlarını gerçekleştirme konusunda önemli bir avantaj sunmuş görünse de, tek başına bu “galibiyet”in kendisine bütün yolları açtığı elbette söylenemez. Bundan sonraki gelişmelerin seyri, şüphesiz pek çok faktörün ve diğer siyasi aktörlerin tutumlarına da bağlı olacaktır. Beklentiler ve hedefler açısından baktığımızda, CHP’nin 30 Mart seçimlerinin kaybedenleri arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Esasen partinin yönetim kademelerinin açıklamaları da, bu tespiti doğruluyor. CHP, bu seçimlerde oy oranını yüzde otuzların birkaç puan üstüne taşımayı hedefliyordu. Parti yönetimi, bunun için “riskler” almaktan da çekinmedi. Bu risklerin başında, cemaatle girilen örtülü ittifak geliyordu. Ayrıca Ankara ve İstanbul gibi genel oy tablosuna ve siyasal psikolojiye etkisi büyük olan şehirlerde, dışarıdan adaylar transfer edildi. Partinin tabanında ve yönetim çevrelerinin bir kısmında temkinle, hatta kuşkuyla, kısmen de tepkiyle karşılanan bu ittifak ve transfer politikası, şayet hedeflenen oy oranına ulaşılsaydı, bir “taktik başarı” olarak kutlanacak ve muhtemel huzursuzluklar böylece bastırılacaktı. Ama öyle olmadı, ne cemaatle ittifak oy oranını artırdı, ne de transferler o şehirleri kazandırdı. Bu durum, CHP’de eski kazanların yeniden kaynatılmasına yol açtı. Kılıçdaroğlu yönetimi, parti içinde birbirleriyle ontolojik uyumsuzluk içinde olan kanatları 2015’teki genel seçimlere kadar bir arada tutma politikasını yürütmekte zorlanacağa benziyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu havada ayrı bir iç huzursuzluk ve çekişme sebebi haline gelebilir. Gelelim Kürd cephesine. Kürd hareketi, bu seçimlere iki partiyle girdi, malum. Kürd illerinde BDP’yle, diğer illerde de HDP’yle. Kürd hareketi, 30 Mart seçimlerine, ülkenin genelindeki kutuplaşmadan uzak durarak ve kendi hedeflerine odaklanarak hazırlandı. Seçimlere “özgür kimlikle özyönetime” şiarıyla giren BDP, oylarını kayda değer bir biçimde yükseltmeyi ve yeni belediyeler kazanarak Kürd coğrafyasında yönetim gücünü yaygınlaştırmayı hedefliyordu. BDP’nin bu hedeflere tam olarak ulaştığı söylenemese de, seçimlerden galibiyetle çıktığı açıktır. Kürd coğrafyasının siyasal açıdan dinamik, kimlik ve özyönetim taleplerinin hayata geçmesi açısından belirleyici şehirlerinin büyük bir kısmını kazanmış olmak şüphesiz ciddi bir başarıdır. Kürd hareketi açısından özel yeri olan Diyarbakır ve Hakkâri’de oyların düşmüş olması, başarı sevincine burukluk katsa da, bu illerdeki bariz üstünlüğü, oy kaybının etkisini önemsizleştiriyor. Türkiye’nin batısına açılma projesi olarak kurulan HDP konusunda bir hayal kırıklığı yaşandığını kimse gizleyemiyor, gizlenecek gibi de değil zaten. HDP, aldığı sonuçlarla kuruluş amaçlarını gerçekleştirme noktasının şu an için uzağında duruyor. HDP’nin geleceği ve BDP’yle ilişkisi, Kürd hareketi için önümüzdeki dönem zorlu bir mesele olacağa benziyor. Seçim sonuçları, Kürd hareketinin, Öcalan tarafından çözüm sürecinin temel sütunlarından biri olarak ilan edilen demokratik siyaset konusunda çok ciddi mesafe aldığını ortaya koydu. En azından demokratik siyaset imtihanının bu ilk aşamasının başarıyla geçildiği kesin. Şimdi sırada, daha karmaşık ve çetin aşama var. Bu aşamanın özünü ise, yıllardır yaşanan yerel yönetim deneyimini özyönetim modeline dönüştürmek oluşturuyor. Bu konuda benimsenecek yöntemler, atılacak adımlar ve geliştirilecek uygulamalar, Kürd hareketinin gelişim yönünü belirleyecek ve Rojava’yı da içerecek şekilde Kürd coğrafyasının gelecekteki şekillenmesini etkileyecektir. Türkiye’deki sistem tartışmaları ve alternatif siyaset arayışları açısından da, buradaki tecrübe hayati önemde olacaktır. MİTHAT SANCAR Seçim sonuçlarının anlamı ve önemi dosya Erdoğan tanımaz, Gül belki! Alman gazeteci-yazar Wolfgang Gust Almanya’nın soykırımdaki rolüne dikkat çekiyor. “Ermeni Soykırımı” adlı kitabı da bulunan Gust, Alman arşivlerinde yer alan belgelerin kamuoyuna açılmamasına dikkat çekiyor. Gust ile yaptığımız söyleşinin satırbaşları şöyle: Soykırım unsurları Bugün soykırım olarak tanımlanan olgunun tüm unsurları Ermenilere uygulanmıştır. 1895-1896’da Yunus Demir Ermenilere yapılanlar, 1909 Adana Katliamı ve nihayet 1915-1916’da yaşananlar, Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin’in tanımına göre de soykırımdır. 2005’te Almanya Parlamentosu bu konuda bir bildirge yayınladı. Tüm siyasi partilerin ortak kararıyla çıkan bildiriye rağmen, Parlamento’daki tartışmalarda bazı milletvekilleri soykırım ifadesini kullanmıyor olabilir. Yaptırımları var Soykırımın tanınması konusunda devletlerin belli korkuları var olabilir. Soykırımın tanınması ekonomik ve finansal bir kargaşaya sebep olabilir. Bunun bazı Alman şirketlerine yansımaları olabilir. Bugün gelinen noktada bireysel olarak soykırıma katılan fail- lerin hiçbiri hayatta değil ve bireysel şu an hiçbir Türk tehdit altında değil. Bu Almanya ile çok benzer bir durum. İkinci Dünya Savaşı’nda 10 yaşındaydım. Savaştan sonra Almanlar ko- nuşmak istemiyordu. Almanlar savaşı kaybetti, ama Türkler pratik olarak savaşı kazandı. Atatürk Türkiye’yi kazananların tarafına çekti. 1915’te Dersim Doğu’daki bazı Kürdler, özellikle de Dersimliler arasında, sürgün yollarında öldürülen Ermenileri saklamak ya da korumak isteyenler oldu. Bu ABD’li misyonerlerin kayıtlarında da var. Ermenilerin Rusya’ya göç etmelerine yardımcı olan Dersimliler de var. Göç edemeyen bazı Ermenilerin Dersimlilerle evlendiği biliniyor. Sonraki yıllarda Dersim’e yapılan saldırının sebeplerinden biri de bu olabilir. ABD Türkiye’nin müttefiki ABD’de güçlü ve etkin bir Ermeni diasporası olmasına rağmen, ABD 1915 Soykırımı konusunda Türkiye yanlısı bir tutum içinde. Çünkü ABD, Türkiye ile müttefik olan ülkeler arasında. Bir cok ülke Ermeni Soykırımı’nı resmen tanımış olabilir, fakat 1915’teki sürece müdahil olan ABD, Almanya, Fransa gibi ülkelerin, 1915’te yaşananları soykırım olarak resmen tanımaları o kadar kolay görünmüyor. Mevcut Türkiye’ye bakacak olursak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1915’i bir soykırım olarak resmen tanıyacağını sanmıyorum. İlerleyen süreçte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu konuda belki farklı bir tutumu olabilir. 4 Vatandaşlık Gündemde B a ş b a kan Tayyip Erdoğan’ın, 24 Nisan’ın arefesinde Ermenice de dahil dokuz dilde yayımlanan ve gerek Türkiye gerekse dünya kamuoyunda geniş yankılar uyandıran taziye mesajı yeni adımların işareti olarak değerlendiriliyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun elinden çıktığı ifade edilen mesajla hedeflenen diyalog ortamının vatandaşlık hakkının iadesi ile geliştirilmesi söz konusu. Geçen Ocak ayında Ankara’da yapılan bir toplantıda dile getirilen ve Dışişleri Bakanlığı’nın sıcak baktığı bildirilen öneri doğrultusunda 1915 olayları sırasında Osmanlı topraklarından göç etmek zorunda kalan, o dönemin koşulları nedeniyle T.C. vatandaşlığını hiç kazanamamış ya da daha sonra kaybetmiş Ermenilerin torunlarına vatandaşlık hakkı tanınması gündemde. İnkârın sonlandırılması önemli Michigan Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Roland Grigor Suny, soykırımın başka ülkeler tarafından tanınmasını önemli bulmadığını, inkârcılığa son verilmesinin daha öncelikli olması gerektiğini savunuyor ve bu konuda Türkiye’de de değişimler olduğuna dikkat çekiyor. Değişimler de var Yaklaşık 100 yıl geçmesine rağmen, henüz tartışma aşamasındayız. Elbette bazı değişimler de var. 15-20 yıl öncesini düşünürsek, Ermeni Soykırımı hakkında “Soykırım yoktur, kötü bir şey olmuşsa da bu Ermenilerin hatasıdır. Ermeni çetelerini temizledik” deniliyordu. Tarihte ne olduğunu anlamak için ortak çalışmalar yaptık, bugün gelinen noktada, bütünsel inkâr yerine, Jöntürkler tarafından “tehcir” organize edildiği kabul ediliyor. Çanakkale’de Ermeniler de savaştı Bana göre bu çok da önemli değil, yaşananları soykırım olarak tanıyıp tanımamalarını çok önemsemiyorum. Resmi boyuttaki inkâr ve bundan vazgeçilmemesi beni daha çok endişelendiriyor. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki yıl, Türkiye de devlet olarak ÇanakkaleGelibolu kutlamalarıyla gündemi meşgul tutmaya ve soykırımı unutturmaya çalışacak. Oysa, Çanakkale’deki savaşa Ermeniler de katılıp mücadele etti. Fakat Talat, Enver ve Cemal paşalar Ermenilerin “tehlikeli” olduklarını savunarak Ermenileri sürgüne tabi tuttu. El konulan Ermeni mülkleri Almanya Yahudilerin mülklerini geri vermeye çalıştı. Bu karmaşık bir konu. Hukuki boyutları da var ve mahkeme- ye gitmek gerekiyor. Bu halledilebilir. Ama kaç Ermeni başvuru yapacak? Kaç kişinin elinde evrak var? Ermeniler terk etmek zorunda kaldıkları mülklere geri dönmek ister mi? Bunları cevaplamak zor. 5 dosya FLORİTA ULUK BENLİ 1915’den günümüze Ermeniler BasHaber -1915 yılında Osmanlı Devleti’ni yöneten İttihat ve Terakki rejiminin Ermeni halkına yaşattığı “büyük felaketin” üzerinden 99 yıl geçti. Modern tarihin kaydettiği ilk toplu katliam olarak kabul edilen Ermeni Je- 1915’te Ermeni Jenosidi’ne seyirci kalan insanlık, ancak 2. Dünya Savaşı yıllarında Yahudi Halkına karşı Hitler Rejimi’nin gerçekleştirdiği Holokost’un ardından soykırımların engellenmesi amacı ile harekete geçti. 1948’de Bir- de soykırımla yüzleşmede cesaret verici olması temenni ediliyor. Aksi durumda suç envanterini kapatmayan devletin benzer bir süreci Kürdlere de yaşatma eğilimini hep koruyacağı endişesi canlı kalıyor. nosidi geçtiğimiz 99 yılda Türkiye’nin yüzleşmekten kaçındığı en büyük travma oldu. Osmanlı’nın mirası üzerinden şekillenen T.C. devleti yöneticilerinin de tarihin bu hesaplaşılmamış yüzüne bakmaktan kaçınması, Ermeni halkının taleplerine kulaklarını tıkaması ile 24 Nisan, öfke, korku, intikam ve nefret gününe dönüşen bir sembol halini aldı. Geçtiğimiz yılların 24 Nisanlarının birinde Türk ordusunda askerlik yaparken “silah arkadaşı tarafından kazayla öldürülen” Ermeni genç Sevag Balıkçı bu nefret gününe verilen son kurban oldu. Ermeni gazeteci Hrant Dink, yüzleşilmediği için devam eden “büyük felaketin” katledilen güvercini oldu. İttihat ve Terakki Rejimi, 24 Nisan 1915’te İstanbul’daki Ermeni Hınçak ve Taşnak partilerinin 2 bin 250 üyesini tutuklatarak, Çankırı ve Ayaş’taki toplama kampları ve zindanlarına doldurdu. Bu tutuklama “büyük felaketin” ilk hamlesi idi. Ardından Ermeni ulusunun her ferdinde ve tanık olan her insanın vicdanında, zamanın sağaltamayacağı yaralar açan insanlık suçları işlenmesine başlandı. leşmiş Milletler (BM) Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ile bu suçu hukuksal bir tanıma kavuşturdu. Ancak Holokost’a karşı geliştirilen hassasiyetin, Ermeni Jenosid’ine karşı gösterilmemesi ve Türk siyaseti ve diplomasisinin bu konudaki uluslararası baskısı sorunun çözümünü engelleyen en önemli etkenlerden biri. Jenosid’in inkar edildiği, yüzleşilmediği sürece devam eden bir suç olacağına dikkat çeken uzmanlar, geçmişle yüzleşmenin, bu felaketin telafi edilebilir sonuçlarının ortadan kaldırılabilmesi için gerekli ilk adım olduğu konusunda hem fikir. Son yıllarda Ermeni halkına karşı Kürdistan’da işlenen suçlardan dolayı özür dileyen Kürd siyasetinin önde gelen aktörleri, devletin jenosidi inkar ettiği sürece aynı suçu işleme potansiyelini taşıyacağına da dikkat çekiyor. Ancak Kürd siyasetçilerin “özür dilemesinin” yeterli olmadığına dikkat çeken Ermeni aydınları, el konulan miraslarının iade edilmesini de istiyor. Kürdlerin katliamdaki rollerini kabul etmesinin devlet için 24 Nisan 1915’de Taşnak ve Hınçak yanlısı oldukları gerekçesi ile bir günde 2.500 Ermeni siyasetçi ve önde gelen şahsiyetini tutuklayan devlet zihniyetinin 2009 yılında binlerce Kürd siyasetçiyi KCK ve PKK üyesi diye suçlayarak tutuklamasının, geçmişin frekanslarının nasıl canlı kalabileceğine dair bir örnek olduğuna dikkat çekiliyor. İktidara geldiği ilk yıllarda Ermeni aydınlar ile ilişki kuran AKP hükümeti sonraki yıllarda bu konuda geleneksel devlet siyasetine geri döndü. AKP’nin, Ermeni Soykırımını yasal olarak tanıma tartışmalarının yürütüldüğü ülkelerin hükümetlerine yaptığı baskı ve Başbakan Erdoğan’ın bu konudaki uzlaşmaz sert tavırları, 100. yılında da Ermeni halkının acılarına ve kayıplarına kayıtsız kalacağına inananları huzursuz etmeye devam ediyor. “Vatandaşlık hakkı iade edilsin” Soykırım çalışmalarıyla tanınan yazar Sait Çetinoğlu, 100. yıldönümü öncesi diaspora Ermenilerin vatandaşlık hakkının iade edilmesi çağrısı yaptı. 1915’le hesaplaşma konusunda Türkiye’deki muhalif kesimleri de eleştiren Sait Çetinoğlu ile 2015 öncesi Ermeni Katliamı ve yüzleşme üzerine konuştuk: Soykırımın 100. yıldönümüne bir yıl kala ne tür gelişmeler yaşanabilir? Devletin dört yıllık bir projesi var. Türk Tarih Kurumu’nun internet sitesinden görülebilir. Ne tesadüf ki, böyle bir süreçte Sevan Nişanyan gibi cesur bir Ermeni aydın, bir bahane üretilerek dört yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Diğer önemli bir olay da, Türkiye’yi sıçrama tahtası olarak kullanan cihatçıların Suriye’deki Ermeni kasabası Kessab’ın işgal edilerek soykırımın ikinci kez yurt dışına uzatılmasıdır. Armenian Weekly gazetesinde, soykırımın yüzüncü yıldönümü konusunda, “Türkler, yani devlet, bizden daha iyi çalışıyor” deniyordu. Türkiye’deki “muhalif” kesim de bu konuda bir şey yapmaktan uzak. Bu hepimizin ayıbı, toplumun büyük bir ayıbı. Kürd siyasetinin önemli isimlerinden Ahmet Türk, 1915 Soykırımı konusunda özür diledi... Kürdler soykırım kurbanlarının adalet taleplerinin yanında olmalı en azından Ermenilerden, Süryanilerden ve diğer Hıristiyanlardan soykırım sürecinde gasp edilerek alınanların geri verilmesi konusunda Mor Avgin Manastırı’nın topraklarını işgal edenleri, bu topraklardan çıkaracak bir jestle soykırım mağdurlarının adalet arayışında önemli bir başlangıca imza atabilirler. Türkiye devletinin inkârcı tutumunda yüzüncü yıldönümü olması sebebiyle bir değişime yol açması beklenebilir mi? Hayır, devleti bir yere zorlayacak olan kesin taban var olmalı. Tabanda böyle bir eğilim yok. Mesela “Kürd Özgürlük Hareketi”nin bazı temsilcileri, “Dedelerimiz böyle bir şey yaptı, bunu kınıyoruz” demekle yetiniyor. 100. yıldönümünde daha yoğun etkinlikler beklenebilir mi? Batı Ermenilerinin bugünkü torunlarının ve bunların adalet arayışının yanın- 9 9 yıldır ölümü gösterip sıtmaya razı edilmiş ruhundaki tüm bastırılmışlık ile “cemaat” adı altında azaldıkça, insani değerlerini kaybettiğine ve suçlu olduğuna inandırılan bir halkın ferdi olarak dünyaya gelmişim. Kendisine uzaklaşamamanın verdiği huzursuzlukla, geçmişle yüzleşme cesaretini derinlere gömen, zaman zaman boyun eğmese de hemen hemen hiç başkaldırmayan bir yitikliğin içinde şekillenmiş bir Ermeniyim... Doğduğum coğrafya halklarının suçlu, vatan haini, öteki olduğumu; gözüme, kulağıma, aklıma, ruhuma sokmaya çalıştığında henüz sorgulamanın, yüzleşmenin anlamını bilincime ulaştıramadığım yaşlardaydım. Kavrayamadığım onca durumu anlamak ve kendimi savunma güdüsü ile büyüklerime sorduğum tüm sorular cevapsız kalınca, merakın ve çaresizliğin ne demek olduğunu öğrendim. Dinim ve inancımdan dolayı öteki (pis Gavur, Ermeni dölü) olmayı, ismimin farklı oluşu, kampana ve ezan sesinin farklılığını az çok anlarken, siyasal olarak nasıl bir tehlike olduğumu hiç ama hiç anlayamadım. Ben büyüdükçe sorular da çoğalmıştı. Kabulü ya da reddi için hiç çaba göstermediğim tebaa, vatan haini, düşman gibi sıfatları çoktan çoğaltmıştı hakkımda. Çoğaldıkça üzerime yapışan, taşıyamadığım bu yükü anlamak için satır aralarını okumayı seçtim. Babamın bizi eğlendirmek için sorduğu, ‘’ben babamın kızı iken, babam benim oğlum oldu’’ bilmecesinin arasına sıkışmış, cevabını yıllarca bulamadığım geçmişimle ilişki kurmaya çalıştığım satır araları gibi… Farklı bir dine ve etnik kökene mensup olmamız öteki olmanın makul başka bir açıklaması olmuştu. Hristiyan ve Ermeni olmanın ağırlığını daha önce görmüştüm, inkârın akli karşılığı idi bir bakıma... İnsan yaşlandıkça, fiziksel gücünü kaybettikçe, bastırılmışlıklar zihinde yeniden canlanır. O günleri yaşamış insanların anılarını anlatırlarken duydukları acıyı, korkuyu ve çaresizliği onları tekrar tekrar dinlediğimde anladım. 100.yılına bir kala hala sorgulanamayan soykırım gerçeğinin bedeli; dilinle, inancınla, kültürel aidiyetinle kendin olamaman, baskılanman ve inkar edilmendir. Günahı ve sevabıyla susup içe kapanarak var olma çabandır Ermeni olmak. Bu coğrafyada yaşayan korkak-inkarcı halklar gibi suskun, dinleyici olmayı reddediyor; sıtmaya razı olmak istemiyorum. 1915 gerçeği ‘özür’ ve ‘iade’ ile telafi edilebilecek bir trajedi değil, aksine karşılıklı kabul ve travmaların tedavi edilmesiyle, ders çıkarılması gereken utançlı bir yaradır. Dileğim o ki; Bu coğrafyada 1915’den günümüze dek yaratılan düşmanlıkların, yaşanan acıların son bulması; trajedinin bütün yönleriyle korkusuzca tartışılmasıdır. da olan ve destekleyenlerin giderek yükselen bir eylemlilik içinde olacağını düşünüyorum. Bunun Türkiye’ye yansımaması düşünülemez. Türkiye’den yükselecek vatandaşlık hakkının iade edilmesi ve nüfus kayıt bilgilerine erişimin sağlanmasının talep edilmesi ve bunun destek bulması başlangıç için önemli bir adım olabilir. inceleme 6 Türkiye: Generallerin Dönüşü Aliza Marcus, Halil Karaveli Türk Ordusu’nun artık (ülke siyasal hayatında) eskisi gibi etkili olmadığı farz ediliyor. Geçen üç yıllık süre zarfında Türk Ordusu’nda görevli üst kademedeki bir cok subay Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu, demokratik olarak seçilmiş hükümete karşı darbe girişimi suçlamasıyla yargılanmış ve cezaevine konulmuştu. Erdoğan’ın Türk siyasal hayatında askerin karar alıcı rolünü başarılı bir şekilde azaltma yoluna gitmesinden ve askerin sivil yönetimin emrine vermesinden sonra cezaevine konulan subayların yeniden yargılamasın yolunda bir hamle yapıldı. Türkiye’de yaşanan bu geliş- nel Başkanı olduğu AKP oyların yüzde 43’ünü aldı. CHP, Ankara ve İstanbul’da da kontrolü elinde tutan AKP’ye karşı seçim zaferi kazanamadı. Sandıkta güçlü bir zafer kazanan Erdoğan, Gülen Cemaati’ne karşı aktif bir şekilde eyleme geçmek için artık hazır. Polis ve yargıda etkin olan Gülen Hareketi’nin 17 Aralık 2013’te başlatılan geniş çaplı yolsuzluk soruşturmasının arkasında olduğuna, bazı işadamları ve Başbakana yakınlığıyla bilinen bazı siyasetçilerin çocukları hakkında soruşturma açılmasının aslında Erdoğan’ı hedeflediğine dair bir kanı var. Hükümet çevreleri nez- yapılan, ülkenin en üst beş askeri komutanının üyesi olduğu, Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sırasında kurulmuştu. Milli Güvenlik Kurulu’nda, “paralel yapı” olarak tanımladıkları Gülen Hareketi’nin/cemaatinin ülke güvenliğine tehdit oluşturduğuna dair oybirliğiyle karar alınmıştı. Gülen cemaati faaliyetlerine karşı Türkiye’de “total savaş” ilan edilmiş ve devlet görevi icra eden Gülen Hareketi kadrolarının tespit edilip, tasfiye edilmesi eylem planı onaylanmıştı. Birkaç hafta sonra Anayasa Mahkemesi, hükümete karşı darbe girişimi içinde bulunmakla suçlanan komutan- iddiası soruşturması olayı ve tapelerin sosyal medyaya sızdırılmasıyla birlikte geçtiğimiz sonbahardan itibaren tamamıyla çökme yaşandı. Ancak Erdoğan askeri erkânla işbirliğine gitmede benzer riskleri yaşayacağa benzemiyor. Aksi halde, onun hatası olur. Şu sıra askerlerin Başbakan Erdoğan’a karşı duydukları öfkeyi içlerine atmaları ve ortak geleceğe dönük hareket etmeleri için yeterli nedenleri var. Askerler, subaylarının mahkeme önüne çıkarılması amacıyla delil toplanması ve yargılanması olayında Gülen Cemaatini suçluyorlar. Genel Kurmay eski Başkanı İlker Başbuğ geçen ay ceza- meler İslamcı esaslara dayalı politika yapan Erdoğan hükümetine karşı darbe yapılması tehdidini yalnızca azaltmadı, aynı zamanda, Başbakan’ın İslami eğilimi olan diğer muhafazakâr kesimlerin ve liberallerin desteğini almasını daha da pekiştirdi. Bütün bu gruplar Silahlı Kuvvetlerin daha önce istismar ettikleri konuların bedelini ödediklerini görmekten mutlu olmuşlardı. Erdoğan ile eski bir müttefiki, Pensilvanya merkezli eski vaiz Fethullah Gülen’in müritleri İslamcı muhafazakâr kesim arasında birkaç ay önce patlak veren iktidar mücadelesi Türkiye’deki sosyal dinamiklerde değişikliklerin meydana gelmesine neden oldu. Başbakan Erdoğan da tırpandan geçirdiği generallerin durumunu yeniden gözden geçirmeye başladı. Başbakan ve kurmayları yeni bir adım atarak, mevcut askeri yetkililer her ne kadar omuz vermiş olsalar da, siyasal aktör olarak ordunun rolünün yeniden desteklenmesi yönünde açıklamalarda bulundular. Erdoğan’ın gittikçe artan oranda otokratik ve anti demokratik hale gelen yönetimine karşı bir referandum olarak görülen 30 Mart yerel seçimleri Başbakanın vaadetmiş olduğu programına devam etmesi için ihtiyaç duyduğu halk desteğini aldı. Sert muhalefetine rağmen sosyal demokrat CHP oyların yüzde 26’ını alırken, Erdoğan’ın Ge- dinde Gülen Cemaati destekçilerinin Erdoğan’a karşı düzenlenen tele-kulak olayından ve iddia edilen bazı yolsuzluk olaylarına Başbakanın karıştığını ima eden sosyal medyaya servis edilen tapelerden sorumlu oldukları kabul ediliyor (Erdoğan tapelerin ve iddiaların gerçekliğini kabul etmedi). Başbakan Erdoğan, seçimlerin yapıldığı günün gecesinde yaptığı zafer konuşmasında, bundan böyle, esas endişe konusunun Gülen Hareketi olduğunu açıkladı. “İnlerine kadar gideceğiz. Bedelini ödeyecekler” şeklinde açıklama yaparak bu kaygısını ifade etti. Seçimlerden önce, Twitter’e getirilen yasaklama da dâhil, Erdoğan’ın gittikçe artan otokratik yönetim tarzı, liberallerle aralarında sürtüşme yaşanmasına neden olmasından dolayı, aynı zamanda, medya sektöründe, sanat çevrelerinde ve iş dünyasında bulunan muhalifler üzerine baskı yapılmasına neden oldu. Bütün bunları kendi başına yapmayacak. Eski düşmanı asker gücüyle birlikte yönetmekte olduğu devletin kişiliğine tehdit teşkil eden bu güçleri tırpandan geçirme planını yaptığını ifade etti. Bu durum generallere ayrıcalıklı eski siyasal konumunu tekrar kazanma fırsatını doğurdu. Başbakan Erdoğan ile Genel Kurmay arasında meydana gelen bu de facto ittifak 26 Şubat’ta lar arasında olan Genel Kurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un ömür boyu hapis cezasını hükümsüz kılarak serbest bıraktı. Başbuğ, 7 Mart’ta tahliye olduğunda Başbakan Erdoğan şahsen kendisini arayıp tebrik etmiş ve diğer komutanların da tahliye olmasını umduğunu bildirmişti. AKP ağırlıklı Türk Parlamentosu’nda, Şubat ayında, bir cok askeri komutanın mahkûm edilmesine karar veren Özel Yetkili Mahkemeler’in kaldırılmasına yönelik çalışma yapılması kararı alınmıştı. Cezaevinde olan bir cok subayın da yakında tahliye edileceği anlaşılıyor. Erdoğan, 30 Mart gecesi seçim sonuçları ardında yaptığı balkon konuşmasında, Gülen Cemaati mensuplarının devlet kadrolarına alınması konusunda hata yaptığını söylemişti. Devlet çarkında kendine yer bulan Gülen Cemaati müritleri güçlendiler ve hükümetin olağan idari faaliyetlerinde doğrudan söz sahibi olmaya çalıştılar. AKP hükümetinin PKK ile barış süreci görüşmelerine itiraz ettiler. Gülen Cemaati taraftarı olarak görülen İstanbul Cumhuriyet savcısı Şubat 2012’de Başbakan Erdoğan’ın MİT Müsteşarı olarak atadığı Hakan Fidan’ı, PKK’ye yönelik Kürd açılımı konusunda ifade vermek üzere mahkemeye çağırdı. Gülen Cemaati ile hükümet arasındaki ilişkilerin yapısında, Başbakanın dâhil olduğu yolsuzluk evinden çıktı ve Gülen Hareketi’nin oluşturduğu tehdidin etkisizleştirilmesinin ülkenin öncelikli sorunu olduğunu açıkladı. Tahliye edilmeden kısa bir süre önce “Şayet yolsuzluk söz konusu ise, elbette ki ele alınması gerekiyor. Ancak, seçimle iş başına gelen bir hükümetin, vatandaşın seçimi dışında kalan yollarla, bir darbe manevrası marifetiyle iktidardan indirilmesi girişimi seçenek dışında kalması gerekiyor” şeklinde beyanat vermişti. “Kıdemli subaylar/komutanlar prestijlerini ve morallerini kırıp geçiren, kendilerini sorgulayan mahkemelere karşı öfkeli değiller. Ancak, Gülencilerin askeri kadroları ve dava dosyaları üzerindeki etkisinden kaygı duyuyorlar. Gülen Cemaati yanlısı genç subaylar, geçen yıllar zarfında, yüksek rütbelere ulaştılar. Üst rütbeli bazı subaylar Gülen Cemaati yanlısı askerlerin kendilerini devirme kaygısını da taşıyor. Öte yandan muhtelif konuları içeren hükümet karşıtı tapeler, Cemaat taraftarlarının ulaştığı seviyeyi gösteriyordu. Ancak, Erdoğan’ın atadığı MİT Müsteşarı, Genel Kurmay Başkanı ikinci yardımcısı ve Dışişleri Bakanı’nın hazır bulunduğu, Suriye’ye müdahale senaryosunun görüşüldüğü toplantıda konuşulanların sosyal medyaya sızdırılması derecesinde olduğu bilin- 7 kent, yaşam, çevre Kandil Belediyesi statü ve bütçe istiyor PKK’nin kontrolündeki Kandil Dağı eteklerinde bulunan köylere beş yıldır hizmet veren Kandil Belediyesi, Kürdistan Bölge Yönetimi’nden destek bekliyor. Omer Çawşîn-Kandil Kandil’de önümüzdeki ay, belediye başkanlığı seçimleri yapılacak. Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) kontrolünde bulunan Kandil Dağı eteklerindeki köylere hizmet veren Kandil Belediyesi, Kürdistan Bölgesi Hükümeti’nden belediye statüsü ve bölgedeki diğer belediyeler gibi bütçe verilmesini istiyor. Kandil Belediye Başkanı Şêx Umer, ‘Hükümetten, parlamentodan ve valilikten bizi belediye olarak resmen tanımalarını talep ediyoruz. Hizmet bölgemiz çok geniş bir alanı kapsıyor ve burada kısıtlı imkânlarla hzimet vermeye çalışıyoruz. Hükümetin bize yardım etmesini istiyoruz’ dedi. Umer, bir bütçeye sahip olmaları durumunda bölgeye çok daha iyi hizmet verebileceklerini söyledi. Pirdeşal Köyü ve Kandil Belediyesi Meclis Üyesi Elî Mehmûd Xidir, hizmet bölgesinin 75 köyü kapsadığını ve bu alanda yaklaşık 10 bin kişinin yaşadığını söyledi. Bahar aylarında halkın dağın eteklerine pikniğe geldiğini belirten Xidir şunları söyledi: ‘Kış aylarında soğuktan içme suyu kaynakları donuyor. Elimizde yeterli imkan olmadığı için içme suyu için bile hizmet veremiyoruz. Yaklaşık beş yıl önce kurulan belediyeye bir ay sonraki seçimlerde meclis üyeleri seçilecek. Seçilen üyeler arasında yapılan bir seçimle de belediye başkanı belirlenecek. Ancak bu kez eşbaşkanlık sistemiyle bir kadın ve bir erkek başkan seçeceğiz. Bu da halkla daha kolay iletişim kurmamızı sağlayacak. Partilerin çekişmelerinden uzak, hizmet amaçlı bir meclis oluşturmayı planlıyoruz ve bu seçimi de PKK’nin gözetimi altında yapacağız’ Belediyenin temel hizmet araçlarından yoksun olduğunu vurgulayan Xidir, şunları söyledi: “Ancak bölge halkının yardımlarıyla bazı hizmetlerimizi sunabiliyoruz. İşin zor tarafı kış şartlarında kar seviyesinin yüksek olduğu dönemlerde köylere hizmet götürmek. Kandil Belediyesi olmasa, bölgedeki köylere ulaşım yolları yoğun kar yağışı nedeniyle bazen 10-15 gün kapalı kalabilir. Bölgenin doğal güzelliklerinin korunması için de projelerimiz oluyor. Şimdiye kadar bölgedeki bazı hayırseverler sermayedarlar sayesinde projelerimizi gerçekleştirebildik.” Bölge halkının belediye hizmetlerini yetersiz bulduğunu ancak bölgedeki huzur ve sükunetten memnun olduğuna işaret eden Xidir, köylerde suç oranının sıfıra yakın olduğunu bildirdi. miyordu. Bu sızdırılma hadisesi, en üst düzeydeki askeri makamların da dâhil olduğu, üst düzey rütbelerde görev icra edenlerin hiç birisinin tapeler olayından muaf olmadığına işaret ediyor. Askeri makamlar, Gülen Cemaati mensuplarının devlet faaliyetlerinde öncü rol almasına olanak veren ve büyük bir maharetle toplanan delillerle isnat edilen iddiaların ne anlama geldiğinin farkında olmayan Başbakan Erdoğan olmasaydı subayların şimdi cezaevinde olmayacaklarını biliyorlar. Askerler, her şeye rağmen yaşadıklarının gerçek bir rövanşını alabilmek ve iktidar ayrıcalığını yeniden talep edebilmek için tek çarenin AKP ile işbirliğinden geçtiğini biliyor. Ancak, askerlerin Erdoğan’a sadık kalmala- rı için herhangi bir nedenleri de yok. Onlar, Gülen Cemaati’ne karşı derinden kızgın oldukları kadar Başbakan Erdoğan’a karşı da öfkeliler. Askerlerin dönüşü kısa vadede Erdoğan için faydalı olabilir, ancak, gelecekte potansiyel yeni bir tehdit olmalarına da zemin hazırlayabilir. Türkiye tarihinden alınan dersler aleni olarak orta yerde duruyor: Askerler her zaman zafer kazanır. Çok sayıda Osmanlı Sultanının otoritesine karşı çıkan güçlü Yeniçeri Ordusu, Sultan II. Mahmut tarafından 1826’da bozguna uğratılmış olmasına rağmen, ordunun ülke siyasetinde oynadığı rolü sona erdirememişti. Türkiye’de tarihsel gelişmelere mola verildiğine pek ihtimal vermeyin. Çeviren: Nizamettin Karabenk G erginim. İnsan bu kadar gerginken bir ayrılık mektubu bile yazamaz, yazsa da geri dönülemeyecek bir noktaya evirir ayrıldığı insanla ilişkisini. İlk kez yazı yazacağım bir yerde neşeden çok hüzne dair yanımızla bir şey demeye çalışmak sanırım zor olacak. Bu da benim diyetimin küçük bir parçası olsun. Bu ülkede çok derdimiz var bizim. Doğan her çocuğun bilmem ne kadar borçla doğduğu hep yazılır çizilir de lanetimizle ve yalanın suskunlaştırdığı benliğimizin yükü ile doğan çocuklarımızdan hiç bahsedilmez. Bu coğrafyada yaşayan bizlerin doğurduğu her çocuk, geçmişin yükü, laneti ve geleceğin sorumluluğu ile doğuyor. Bu sorumluluk belki aktarılıyor çocuğa belki de sonraki nesle aktarılarak, git gide artan bir ağırlığı taşıyarak devam ediyor nesillerin gölgelerle kuşatılmış lanetli hayatlarına. Biz bu yükü hafifletebilecek güce sahip miyiz değil miyiz bilmiyorum. Yaşım orta denen zamanlarına yaklaştı, kendimi bildim bileli de bana bir kısmı devirle bir kısmı da sonradan öğrenerek geçmiş ortak lanetimizin ağırlığı ile yaşıyorum. Lise ikinci sınıftaydım, okul birincisi olmak için notları yüksek tutmaya çalıştığım bir dönem. Her derste bir dönem ödevi verilir ya da öğrenci konuyu kendi seçerdi. O seçtiğin alanda bir sunum hazırlatırlar sana, beğenirlerse tüm sınıflara gidip anlatıcı olursun. Tarih öğretmenimiz bana ‘Ermeni Meselesi’ başlıklı ödevi verdi, kendince en duyarlı olduğu ve en zor çalışma diye titizlendiği meseleydi bu. Ödevim çok beğenildi ve ben iki sınıfta daha bu sunumu yaptım. Onaltı yaşındaydım ve kahramanlık hikayeleri bana gülünç gelse bile zulüm hikayelerinin aslını astarını henüz bilme derdimiz yoktu. Kim zalimse o zalimdi , kahramanlık komikti ama zalimler ve zulüm gerçekti. Aradan çok uzun yıllar geçti, ben o ödevi anlatırken neler anlattığımı gerçekten hatırlamıyorum ama garip bir şekilde o zaman bana yaptırılan işin mahcubiyetini duydum hep. İyi münazaracıydım, ‘çok hareketli’ bir ödev hazırlamış olmalıyım ki Türk-İslam sentezcisi hocamız beni bu sunumu bir çok yerde yapmaya layık bulmuştu. Çokça kullanıldığı için bu ülkede git gide içeriksizleşen ‘yüzleşme’ hikayem aslında bu bana yaptırılan şeyi sonraki yıllarda hatırlamamla aklıma geldi. Zulmü tartışmıyorduk evet ama faillerle ilgili ciddi bir kafa karışıklığımız vardı. Osmanlı’da savaşa giden atların ve humbaracıların sayılarına kadar bize anlattıkları tarih kitaplarının epeyi komik geliyorsa, komik gelmeyen diğerlerinin de kim bilir ne yalanlarla dolu olabileceğini okuma yazma işinde daha da ehlileşince fark ettim. Küçük kızım okula başlayıp da bir gün evde ‘düşman birlikleri’ diye başlayan bir cümle okuduğunda derhal ve keskin bir tepkiyle ona ’düşman diye bir şey yoktur dönem dönem çıkarları çelişen devletler’ vardır demekteki, çocuğu birden serseme çeviren çıkışımın da sebebi bu tohumun onun kafasına atılmasına bile engel olma isteğimdi. O çocuk şimdi ders kitaplarında düşman kelimesinin geçtiği cümleler okuyor evet fakat kafasında bu yaşta bunları yazanların zekasıyla alay etmeyi öğrendi. O’nun düşman halklar kavramı yok, biz onu öldürdük. Tüm bunları ardı ardına neden sıralıyorum; siyaset denen şey tek bir şeye hizmet etmiyor aslında; insana ve yaşama. Bu iktidarcılık oyunu ve adına insanlık tarihi dedikleri yalanın içi hep siyasetin diliyle ve vermek istediği yönün işaret ettiği kelimelerle doldurulur. Canlı da, insan da hele de çocukta yaşama dair, vicdana dair ve yaşamın kendisine dair ne izler bırakır kimse bilemez. Biz bu coğrafyada birlikte bahçelerimizi komşu kıldığımız aynı su ile mahsüllerimizi suladığımız, bıçaklarımızı ödünç alıp verdiğimiz komşularımızı –evet- öldürmüş insanlar topluluğuyuz. Öldürdük, öldüremediklerimizi kendi bahçelerinden ve evlerinden kovduk. Öyle bir kovduk ki bu sesin yok ettiği kalp ve beyinlerimiz aynı zamanda şizofrenik bir davranış geliştirerek, kendini kovduklarının ve öldürdüklerinin ‘düşman’ olduğuna ikna etti ve nesillere sözüm ona eğitim denen, tarih denen el yazmaları ile bunu yutturarak yüzyıl boyunca kurtulamadığı laneti ile yaşadı. Ama mezardan bile yoksun bıraktıkları o kapı komşularımızın mazlum ruhları aradan geçen yüzyıla rağmen sesleri ile peşimizde olmaya devam ettiler, bırakmadılar yakamızı ve bırakmayacaklar. El koyduğumuz malları bizi rahat ettirmedi, bıraktıkları bahçeleri çorak araziye çevirdik. Ve hala ama hala o şizofrenik yazmalarımızla kendimizi ve çocuklarımızı kandırmaya, unutturmaya çalışıyoruz. Neler olmuş, hangi bölgede kim kimin katili olmuş, tüm bunlar artık ortalara saçılmış durumda, kimse kimseyi kandırmaya çalışmasın. Bizim 23 Nisanı’mızdan başka artık 24 Nisanı’mız da var. Ve bandolarla, sert yürüyüşlerle çocuklarımızı şenlendirebileceğimiz bir gün değil, bir gün öncesi gibi değil. Ve işte bu aslında bizim yüzyıldır kaçmaya çalıştığımız hakikatimizin ta kitap ortası. Çocukluğumuzu ilk gençliğimizi esir alan ve kafamızda gerçek olmayan bizi insan kılmayan düşmanlıklar yaratan bu lanetimizin savunmanı eğitim sistemimizden ve kitaplarından kurtulmak zorundayız, kendimiz için değil ama zehiriyle yaşamaya mahkum kıldığımız doğurduğumuz ve doğuracağımız çocuklarımız için. Bu coğrafyada yaşayan, yaşamış ve artık yaşamasının önü yaşayabilenler nedeniyle kesilmiş tüm halklar için, bu toprakların ortak tüm evlatları için, acılarımızın üzerini örterek değil biraz aralayıp tutar tutmaz merhem sürerek ve lanetlerimizle hesap görmeden korkmadan içimizi temiz ederek yaşayabileceğimiz ve tüm çocukları da yaşatabileceğimiz günler olsun diliyorum. Bu ülkenin belirli gün ve haftalarının tümü bando, şiir ve halk oyunları üzerine kuruludur, artık bize sessizce sükunetle oturup kara kara düşüneceğimiz bir anma günü lazım. SENNUR BAYBUĞA Merhaba derken Basnews Medya Limited Şirketi İmtiyaz sahibi: Botan Tahsin Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı - Yayın Koordinatörü: Yavuz Şimşek İdare Müdürü: Yeter Polat Haber Merkezi: Ronya Esra Şaran, Özlem Dağdeviren, Leyla Denli, Aziz Tekin, Yunus Demir Grafik: Ayhan Kaya Hukuk Danışmanı: Hamiyet Çelebi Adres: Meşelik Sokak, No: 22, D: 3, Beyoğlu, İstanbul Tlf: 0 212 243 27 79 Faks: 0 212 243 27 60 E-mail: [email protected] [email protected] Web: basnews.com Baskı: Ezgi Matbaası Adres: Sanayi Caddesi, Altay Sokak, No.14 Yenibosna-İstanbul BasHaber / BasNûçe gazetesinde yayınlanan haber, yazı, fotoğraf ve her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketine aittir. söyleşi 8 Türkiye kamuoyu Gültan Kışanak’ı hem Barış ve Demokrasi Partisi milletvekili hem de Selahattin Demirtaş’la birlikte partinin eş başkanı olarak görev yaptığı dönemde Kürd sorununun çözümü için dille getirdiği cesur çıkışlarıyla tanıyor. İmralı’da tutuklu bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın doğrudan muhatap alınmasını önerisini yüksek sesle ilk dillendiren oydu. 2012 Ağustosunda Şemdinli’de PKK gerillaları ile kucaklaşan BDP’ liler arasındaydı. “Kürdistan’da özgür ve eşit olmak istiyoruz. Özerk bir yönetim istiyoruz.” “Hepimiz Kürd halk önderi sayın Öcalan diyalog ve müzakerenin muhatabıdır dedik. Bugün sayın Öcalan resmi olarak muhatap alınmış, görüşme ve diyalog başlamıştır.” “Sayın Öcalan özgür olacak, halkıyla buluşacak.” “Bugün barışa doğru bir adım atılacaksa, cezaevlerinin de kapısı açılmalıdır.” sözleri de Kışanak’ a ait. Kışanak 30 martta yapılan yerel seçimlerde yüzde 58 gibi yüksek bir oy oranı ile Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçildi. Amed tarihinde bu görevi üstlenen ilk kadın olarak şehri diğer eş belediye başkanı Fırat Anlı ile birlikte yönetecek. Kışanak demokratik, adil ve kalıcı çözüm, demokratik özerklik, alternatif yerel yönetim ve katılımcı demokrasi uygulamaları başta olmak üzere yapacağı işlerle daha çok gündeme gelecek. Kışanak ile arkadaşımız Ronya Şeran görüştü Siz de eskiden bir gazeteciydiniz. Sonra milletvekili oldunuz. Şimdi de Amed Büyükşehir Belediyesi eş başkanısınız. Sizi bu şekilde dönüştüren şey nedir? Doğrusu hiç tercihim değildi. Hani bu tabi ki çok büyük bir soru. “Tercih etmediğin bir hayatı nasıl yaşıyorsun?” diye sorarsanız. Sonuçta benim bireysel hayat planlamamda böyle bir gidişat yoktu. Biraz da bu kadın hareketinin çalışmalarının yarattığı bir sonuç oldu diyebilirim. Çünkü ben hem gazeteciydim hem kadın aktivistiydim. Yani ikisini birlikte yürütmeye çalışıyordum. Biraz da gazeteciliğin yarattığı bir birikim var tabi. Gazetecilik son derece önemli bir çalışma alanı. 12 yıl kesintisiz gazetecilik yaptım. Bu bende bir birikim yarattı. Ben tabi ki emeğimi verdim. Bir basın emekçisi, Özgür Basın geleneğinin bir bireyi olarak elimden gelen her şeyi katmaya çalıştım. Ama o 12 yıl da bana çok şey kattı. Bunun yarattığı bir birikim vardı. Bir deneyim vardı. Kadın hareketinin de biraz bu kadın aktivistlik yönümün etkisiyle bu birikimi artık siyasette bir politik mücadeleye dönüştürmem yönünde bir beklentisi oldu benden. Böyle bir talepleri oldu. Milletvekilliğine başladıktan sonra da bu işin önünü kesmek artık mümkün olmadı. Milletvekilliği gibi genel siyasette etkili bir görevle karşı karşıya kaldıktan sonra o artık kendi içinde her defasında yeni bir görev senin önüne koyuyor. Bundan kaçmak çok da mümkün olmuyor. Belediye başkanlığı da biraz böyle oldu. Biraz yine kadın hareketinin, partimizin, genel hareketimizin önerileri ve beklentileri doğrultusunda bir görev olarak önümdeydi. Ben de bu görevi yapmak için elimden gelen gayreti sarf edeceğim. Demokratik özerklik söylemleriniz gündem konusu oldu. Kürd halkı demokratik özerklik konusunda ne durumda? Demokratik özerkliğinde iki boyutu var. Birisi demokratik özerkliğin kendisi aslında toplum odaklı bir proje yani diyor ki, egemenlik ilişkileri olabilir, bir devlet organizasyonu olabilir, bu devlet organizasyonu demokratik değişime karşı direnebilir ama siz onu beklemeyin. Toplum olarak kendi iç ilişkilerinizi demokratik olarak örgütleyin. Siz toplum olarak kendi iç ilişkilerinizi demokratik olarak örgütlerseniz, bu devlet sistemi demokrasiye duyarlı hale gelmek ve değişmek zorunda kalacak. Bu iddiayı taşıyan bir proje bu nedenle asıl bizim tartışmamız gereken kısım bu boyut diye düşünüyorum. Yani bir toplum kendini nasıl örgütleyecek? Kadın nasıl örgütlenecek, gençlik nasıl örgütlenecek, çiftçiler, köylü- ler vs... Herkes kendisini bu özgürlük mücadelesinin, demokratik toplum mücadelesinin içerisinde nasıl konumlandıracak? Asıl önemli olan konuşmamız gereken inşa dediğimiz şey de bu. Bunu yaparsak öbür boyutu yani demokratik özerkliğin ikinci boyutu olan yasaların değişmesi, devletin tutum değiştirmesi, Kürdleri kabul etmesi, tanıması haklarını teslim etmesi daha kolay olacak çünkü en nihayetinde bu egemenlik ilişkileri zorlanmadıkları yerde çözülmezler. Yani egemenlik ilişkilerini zorlayacak bir toplumsal zemin lazım. Evet belki geçen 30 yıllık süre içerisinde çok sert bir mücadele yaşandı, bu sert mücadele bir gündem oluşturdu, bir zorlayıcı etken oldu, bir değişim dinamiği ortaya çıkarttı ama asıl gerçek anlamda çözüm gücü toplumun demokratik dönüşüm sürecidir, örgütlü bir topluma dönüşmesidir. Bu konuda önemli bir mesafe kat ettik ama eksiklerimiz var. Türkiye halkları buna hazır mı? Uygulanabilir bir proje mi şu an itibari ile Türkiye’de Demokratik Özerklik? Ben Türkiye’nin artık ana gündemi haline geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim, Türkiye artık bu konuyu tartışıyor ve çok öteleyebilecekleri bir konu değil. Devletin de buna karşı çok kayıtsız kalabileceğini düşünmüyorum. Ayrıca Kürdlerin bu öngörüleri şöyle bir şeye yol açtı. Birincisi başka hak özneleri “Bizim de bir hak özgürlük sorunumuz var, biz de bunun mücadelesini vermeliyiz” diye bir duygu yarattı. İkincisi Kürdlerin kazanımlarından yararlanan zeminler oldu. Kadın özgürlük mücadelesi açısından, kadının eşit temsili açısından Kürd kadınları bir eş başkanlık modeli ortaya koydular. Bunu yaklaşık 10 yıl fiili olarak uyguladılar, çeşitli kademelerden geçerek uyguladılar. En nihayetinde bugün siyasi partiler yasası değişti eş başkanlık sistemi yasal bir durum haline geldi. Burada bir terslik yok. Normalde bütün değişim süreçleri böyledir, toplum kendi ihtiyacına göre kendisini konumlandırır, meşruiyeti dayatır ve yasalarda buna ayak uydurur. Yoksa yasalar ta fi tarihinden beri yazıldığı gibi kalırdı toplumsal muhalefet olmasaydı. Toplumsal muhalefet bunu sürekli değişmeye zorlar. Meşruiyetini halktan alır. Toplumun örgütlü yapısından alır, zorlar. O nedenle ben Türkiye’nin artık bu demokratik özerklik tartışmalarına kayıtsız kalabileceğini düşünmüyorum hatta en son ben bir açıklamada bulundum; yerel yönetimler özerk olmalıdır diye bir şey söyledim ve Manisa belediye başkanı da çıkıp söylemiş demiş ki; biz de pay istiyoruz. Bu normal bir şey. 9 söyleşi Çok sert tepkiler aldı bu söylem. Ben çok sert tepkiler aldığını düşünmüyorum. Yani bu ülkede değişime direnen küçük bir gurup var, onlar zaten ırkçılıkla özdeşleşmiş düzeydeler. Onları dışında tutarsak hani bu ırkçılık düzeyine indirgenmiş marjinal küçük bir grubu dışında tutarsak ben olumlu tepkiler aldığını söyleyebilirim. Olumlu düzeyde tartışıldı, “Niye özerkliği tartışmıyoruz, niye yerel yönetimlerin ekonomik kaynaklarını güçlendirilmesini tartışmıyoruz, niye Kürd sorunu çözümünde bunun da bir model olacağını tartışmıyoruz.” diyen çok ses çıktı. Geçtiğimiz günlerde ilk halk meclisi toplantınızda oldu bu da bu projenin meclise diyorsun ki “Sen hiçbir siyasi karar alamazsın.” Yani normalde meclisler yasama organıdır. Yasama ne demektir? Kural koymaktır yani kural koyma yetkisi olmayan bir mecliste yasamadan bahsedilebilir mi? Belediyelerde belediye meclisleri yasama organı değil yasaya göre tamamen idari bir mekanizmanın daha kolay işlenmesi için, halkçıymış gibi gözükmesi için kurulmuş bir mekanizma. Biz diyoruz ki; “artık mış gibi olmayacak.” Bunu halk seçiyorsa, halk meclis olarak seçiyorsa bu da meclis olarak çalışacak. Bu siyasi vesayeti kırmanın en önemli yolu belediye meclislerini gerçekten bir halk meclisi gibi çalıştırmak, kural den kadın politikalarına, dezavantajlı gruplar için kurulacak eşitlik komisyonundan kültür ve turizm konusunda kurulacak komisyonlara kadar hayatın her alanına dair sözünü söyleyebilecek, politika geliştirebilecek, çözüm önerebilecek komisyonlar kuracağız. Biz meclisi böyle güçlendirmeyi düşünüyoruz ve meclisi güçlendirerek bu vesayet yaratan yasaları değiştirme potansiyelini de açığa çıkaracağız. Şu anda belediye yasası tam bir vesayet yasasıdır. Neleri yapacağını değil neleri yapamayacağını tarif eden yasalar bunların değişmesi lazım. Daha demokratik daha halkın iradesine saygı gösteren yerel meclisleri güçlendiren fiiliyata dökülmesinin bir parçası mı? Tabi şimdi yerel yönetimler üç boyutta vesayet altındalar. Mali bir vesayet altında, idari bir vesayet altında ve siyasi vesayet altında. Şimdi bunların her üç boyutunda da gelişme kaydedilmesi lazım değişim dayatılması lazım. Siyasi vesayetin işlediği zemin belediye meclisleridir. Halk gider oy verir, belediye meclis üyelerini seçer, bir meclis oluşur ama o meclisin yetkisi yok. Yani şöyle bir yasa düşünebilir misiniz “bu meclisi halk seçti ama halkın ihtiyaçları doğrultusunda siyasi bir karar alırsak fesh olur” böyle bir yasa var. Türkiye belediyeler kanununda meclisin fesh edebileceğini ön gören hükümler içerisinde bu var. Diyor ki; “Belediye meclisi yasayla kendisini tanımlamış görevler dışında herhangi bir konuda siyasi bir karar alırsa o meclis fesh olur” diyor. Belediye başkanı görevden alınır. Yani hem sen ona meclis diyorsun hem halkı kandırıyorsun “sen meclis seçiyorsun” diyorsun, halk gidiyor oy veriyor ve meclis üyelerini seçiyor. Bir meclis kuruluyor. Ama sonra koyabileceğini tartışmaktır. Yani halk seçmiş; demiş ki “Benim yerime git. Beni temsil et.” Yani halk ha Anakara’ daki parlamentoya üye seçmiş ha belediyesine meclis üyesi seçmiş, en nihayetinde halk kendisini temsil etme yetkisini birine veriyor. “Beni temsil et. Git benim sorunlarımı çöz. Benim adıma karar al. Geçici bir süreyle beş yıllığına sana yetki veriyorum. Git bu işleri yap” diyor. Ama yasalar diyor ki; “Hayır yapamazsın” O nedenle biz belediye meclisini bir halk meclisi, bir kent meclisi olarak çalıştıracağız. Diyarbakır büyük şehir belediye meclisi bu hafta yaptığı toplantılarda hep bunu tartıştı. Hangi konularda komisyon kurar? Bu komisyonların görevi, misyonu, sorumluluğu ne olur? Nasıl bir çalışma yürütür? Bunları tartışıyoruz ve belediye meclis üyesi arkadaşlarımızın ortaya çıkardığı öneriler doğrultusunda yaklaşık 15 komisyon kurulacak. Belki bir iki gün daha var tartışma süremiz. Belki bir iki sayı daha artabilir ama en az bir 15 komisyon kurarak eğitimden sağlığa, yerel ekonomiyi güçlendirme- yasalar haline dönüşmesi lazım. Diyarbakır’ın bir çok sorunu var ve bunlardan biri gençliğin uyuşturucuya bulaşması diye biliyorum, bununla ilgili bir çalışma var mı? Bu konuda çalışma başladı. Arkadaşlarımız bir madde bağımlılığıyla mücadele eylem planı çıkaracaklar. Biz şöyle bir yönetim öngörüyoruz; kentte ki bütün dinamikleri biz karar süreçlerine katacağız. Onlarla birlikte planlama yapacağız. Onun için bu madde bağımlılığıyla mücadele eylem planı için de bizim sosyal hizmetler daire başkanlığımız kentte ki bu konuyla ilgili bütün sivil toplum örgütleri, bütün sosyal taraflarla toplantılar, görüşmeler yaparak önümüze bir yıllık bir eylem programı çıkaracak. Yani kim ne yapacak? Belediye ne yapacak? Büyük Şehir belediyesi ne yapacak? İlçe belediyesi ne yapacak? Gençlik meclisleri ne yapacak? Bu konuda çalışma yapan başka kurumlar ne yapacak diye herkesin görevinin tanımlandığı, tüm toplumsal dinamiklerin seferber olduğu bir süreçten bahsedebiliriz. MESUT YEĞEN Seçimler ve Kürd siyaseti 3 0 Mart seçim skorları Kürd siyasetinin en güçlü temsilcisi BDP-PKK hattı için neye işaret ediyor? Galiba birkaç neticeye. İyisi de kötüsü olan birkaç farklı neticeye. İlk bakışta, BDP-PKK hattı seçimlerden başarıyla çıkmış görünüyor. Malum, 1991’den beri neredeyse kesintisiz devam eden “oyların istikrarlı bir biçimde arttırılması eğilimi” 30 Mart’ta da tekrar etti ve BDP (+HDP) oyların yüzde yediye yakınını aldı. BDP (+HDP)’nin başarısı bununla da sınırlı kalmadı ve daha önce 8 olan il belediye başkanlığı sayısı son seçimlerde 11’e ulaştı. Urfa gibi Kürd hareketinin geleneksel olarak zayıf kaldığı yerlerde alınan oyların önemli oranda arttırılması ve Erzurum ve Elazığ’a bağlı birkaç ilçede belediye başkanlığının kazanılması da BDP-PKK hattının 30 Mart’ta başarılı olduğunu gösteriyor. Ancak seçim skorlarının BDP-PKK hattı için işaret ettikleri bunlarla sınırlı değil. 30 Mart, BDP-PKK hattı için iyi neticelerin yanında nahoş neticeler de üretmiş görünüyor. İlk nahoş netice elbette seçimlerde gerçekleşen genel başarının, beklenenin epey altında kalması oldu. BDP (+HDP)’den beklenen, yüzde on barajının aşılabileceğini gösteren, hiç olmazsa yüzde yedinin üzerinde bir oy almasıydı. Malum bu olmadı. İlk nahoş neticenin sebebi de olan ikinci nahoş netice ise elbette HDP’yle ittifakın BDP’nin oylarını arttırmaması oldu. Skorlar, BDP-HDP ittifakından arzulanan, “Kürdlerin haricinde kalan yurttaşlarda heyecan yaratma” işinin gerçekleşmemiş olduğunu gösteriyor. Kanımca, bu ikisinden de nahoş olanı, az da olsa gerçekleşen genel oy artışının Kürdistan’da homojen bir biçimde gerçekleşmemesi ve bazı yerlerde yaşanan oy kayıpları oldu. 30 Mart skorları BDP-PKK hattının Kürdistan’daki seçim performansında hep gözlenen çeşitliliğin bu kez iyice arttığına işaret ediyor. BDP’nin seçim performansı açısından bakıldığında Kürdistan’da kabaca 5 mahal oluşmuş görünüyor. Ağrı, Erzurum, Kars ve Urfa gibi eskiye nazaran oy artışı kaydedilen yerler. Şırnak, Batman ve Siirt gibi eskiden alınan yüksek oyların muhafaza edildiği yerler. Bingöl gibi eskiden olduğu gibi çok da yüksek oy alınmayan yerler. Diyarbakır ve Hakkari gibi geçmişten daha az oy alınan yerler ve son olarak Adıyaman ve Malatya gibi geçmişte olduğu gibi şimdi de teveccüh gösterilmeyen yerler. Bu heterojen performans birkaç gelişmeye birden işaret ediyor. Evvela, belli ki Adıyaman ve Malatya gibi yerlerde bir ‘geri dönüş’ artık imkansız. Buralar Kürd siyaseti açısından artık kaybedilmiş yerler, bu belli. İkinci olarak, BDP-PKK hattı bazı mahallerde zirveyi görmüş ve inişe geçmeye başlamış görünüyor. Üçüncü olarak, bazı mahallerde yeni bir şeyler yapılmazsa sınırlara ulaşılmış görünüyor. Son olarak da BDP-PKK hattının Urfa, Ağrı, Kars ve Erzurum gibi yerlerde önemli bir gelişme potansiyeline sahip olduğu anlaşılıyor. Bu heterojen performansa neyin yol açtığı önemli bir mesele ve elbette ciddi ve etraflı bir analizi hak ediyor. Ancak vaziyetin, objektif durumun kendisi zannımca Kürd siyasetinin karar alıcılarına önemlice bir mesaj veriyor: Kürd siyasetinin siyasi enerjisini, siyasi yaratıcılığını Kürdistan merkezli kullanması galiba Kürd siyasetinin akıbeti açısından daha hayırlı olacak. Seçmen desteğinde zirve yapılan yerlerde yaşanmaya başlamış görünen inişi engellemek, potansiyel destek görülen yerlerde aktüel desteğin peşine düşmek ve desteğin durağanlaştığı yerlerde hareketlenme sağlamak için Kürdistan merkezli bir siyasi yaratıcılığa ihtiyaç var; 30 Mart seçim sonuçları buna işaret ediyor. manşet 10 Kürdistan Bölgesi Hükümet Sözcüsü Sefin Dizeyi “Kürdistan Bölgesi’nin dünya enerji sektöründe gözle görülür bir etkiye sahip olduğuna” dikkat çekerek şu değerlendirmeyi yapıyor: Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var. Türkiye için en yakın, en ekonomik ve teknik açıdan en kolay enerji elde etme yolu Kürdistan Bölgesi’dir. Sadece bu da değil, Türkiye aynı zamanda Avrupa’ya enerji nakletme yolları için merkez olmak istiyor. Şiwan Serabî / Hewlêr Kürdistan Bölgesi Hükümet Sözcüsü Sefin Dizeyi, enerjinin Kürdistan ve Türkiye ilişkilerinde ortak ve önemli bir faktör olduğuna dikkat çekerek, iki tarafı da aydınlık bir geleceğin beklediğini vurguluyor. 1992’den 2003’e kadar Kürdistan Demokrat Partisi (PDK) temsilcisi olan Dizeyi, iyi derecede Türkçe biliyor ve Türk olan eşi de Kürdistan ve Türkiye arasında son yıllarda gelişen siyasi ve ekonomik ilişkilerden dolayı son derece iyimser. Kürdistan Bölgesi ile Türkiye arasındaki ortaklık ve petrol sevkiyatı anlaşmasını bazı kesimler endişeyle karşılıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye ile Kürdistan Bölgesi Hükümeti arasında petrol sevkiyatı ile ilgili imzalanan ve birkaç aydır yürürlükte olan anlaşmanın aslında iki yıllık bir arka planı var. Anlaşmadan önce de Kürdistan petrolü Türkiye üzerinden sevkediliyordu. Elbette biz bunu anayasal bir hak olarak görüyoruz, yani yasal hakkımızı kullanıyoruz ve aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti de söz konusu anlaşmalara taraftır. Bununla birlikte Türkiye, hükümetimizin Bağdat ile petrol sevkiyatı konusunda anlaşmaya varmasını istiyor ki bu da Irak’ın tamamı için faydalı olacak bir anlaşma. Tabii biz de Bağdat’la anlaşmaya varmak isteriz ama Kürdistan Hükümeti’nin istediği mekanizmanın Sefin Dizeyi işletilmesi şartıyla. Bunun için de Bağdat hükümeti’nin hiçbir zaman bütçeyi veya memur maaşlarını bize karşı bir koz olarak kullanmaması gerekiyor. Ve Irak’ın tamamının çıkarları için bu petrol sevkiyatından en iyi şekilde nasıl yararlanabileceğini düşünmesi gerekiyor. Dediğim gibi Bağdat’la uzlaşıya varma konusunda endişeler baş gösteriyor ama ortada bir anlaşma var. Bu anlaşmanın iki tarafı var ve beklentiler mevcut. Tabii ki diyalog yoluyla Bağdat’la uzlaşmak isteriz ama önümüzde seçimler var. Bu kadar kısa bir sürede uzlaşıya varılması zor görünüyor. 12 gün sonraki seçimler neticesinde Irak’taki siyasi tablonun gözle görülür bir şekilde değiştiğini göreceğiz. O zaman Kürdistan Bölgesi’nin Ankara ile yaptığı anlaşmayı sorunsuz bir şekilde yürürlüğe koyması için eli güçlenmiş olacak. Bu tabloyu, ‘Kürdistan gelecekte ekonomik olarak Türkiye’nin bir parçası olacak’ şeklinde okuyabilir miyiz? İster istemez Kürdistan Bölgesi’nin 1991’den 2003 yılına kadarki süreçte kendiliğinden Irak’ın diğer bölgelerinden ayrıldığını söylebiliriz. 2003 sonrasında ise Kürd siyasetçiler Bağdat’a gitti ve orada ortaklığa dayalı bir sistem kurmak için istekli bir tavır sergiledi. Neticede Kürdistan Bölgesi ile Iraklı siyasetçiler arasında oluşturulan federalist, çok-partili, demokratik yapı, maalesef iki-üç siyasi parti tarafından bozuldu. Sadece bu ortaklık anlaşmasını değil, anayasanın kendisini de ihlal ettiler. Bunun sebebi de Kürdistan Bölgesi’nin her zaman ekonomik özgürlüğünü elde etmek istemesiydi. Çünkü Bağdat’ın ekonomiyi bize karşı bir silah olarak kullanmasından çekiniyorduk. Ama bunu, yani gelecekte olması muhtemel olumsuz gelişmeleri beklemeye gerek kalmadı ve bugün maalesef Bağdat Yönetimi, bütçe payını bize karşı koz olarak kullanıyor. Hem de en kötü şekilde halkımızın rızkını kesiyor. Bu kabul edilemez. Bir yandan Bağdat’ın bu tür girişimlerinden çekiniyoruz, bir yandan da ekonomik özgürlüğümüzü kazanmaya çalışıyoruz. Elbette ki ekonomik özgürlüğümüzü kazanalım dediğimizde bu hemen Irak’tan kopalım, siyasi bağımsızlığımızı kazanalım anlamına gelmiyor. Ama ya- BasHaber- Kürdistan Hükümeti Brüksel temsilcisi Dellawar Ajgeiy, Bashaber’e yaptığı açıklamada Erbil ile Bağdat arasındaki ilişkilerin olumsuz yönde ilerlediğine dikkat çekerek, Kürdistan’ın Irak’tan ayrılma talebi konusunda Avrupa Parlamentosu’ndan destek istedi ve şöyle konuştu: “Bağdat ile Kürdistan Hükümeti’nin ilişkileri kötü durumda. Bağdat ile Erbil arasındaki bu kötü gidişatın neden olacağı tüm sonuçlar için kendimizi hazırlıyoruz. Olası sonuçlardan biri Kürdistan Bölgesi’nin Irak’tan ayrılmasıdır. Kürdistan Bölgesi’nin ayrılması durumunda Avrupa’dan destek talebinde bulunuyoruz. Avrupa Parlamentosu’nun Kürdlere arka çıkmasını bekliyoruz. Çünkü Avrupa Birliği’nin halkların bağımsızlığını ve kendi geleceğini tayin etme hakkını savunduğunu biliyoruz.” Ajgeiy, Kürdistan’da bulunan petrol ve diğer enerji kaynaklarının Kürdlerin çıkarı doğrultusunda kullanılmasının da önemli bir konu olduğunu vurgulayarak, Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Av- saların bize tanıdığı hakları kullanarak, ekonomik olarak özgür olmak istiyoruz. Aynı zamanda yardım etmeye çalışan dost ve müttefiklerimizle de uzlaşı içerisinde çalışmak niyetindeyiz. Türkiye’yle bu konuda aynı fikirdeyiz, son iki yıllık süreçte bunun için hazırlık yaptık, çünkü Türkiye, Kürdistan’ın çok geniş ve önemli bir pazar olduğunu görüyor. Türkiye’yle Kürdistan arasında 8-9 milyar dolarlık bir ticaret hacmi var ki Irak’ın tamamıyla olan ticaret hacmi 12 milyar dolara yakın. Yani, Almanya’dan sonra Türkiye’yle en çok ticaret yapan ülke Irak ve bu ticaretin büyük bir çoğunluğu Kürdistan Bölgesi’yle yapılıyor. Türkiye’yle olan bu geniş kültürel, siyasal ve ekonomik bağlar, bugün sözü edilen iyi ilişkilerimizi daha çok geliştiren bir olguya dönüşüyor. Türkiye ile olan bu iyi ilişkilerinizin ülkedeki Kürd meselesinin çözüm sürecinde etkisi var mı sizce? Doğrudan etki olarak değil ama fikirsel olarak bir yansıma olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu ekonomik gelişme fır- satını şöyle okursak, Türkiye doğal bir gelişim seyriyle Avrupa ülkelerinin seviyesine ulaşmalı. Örneğin Türkiye’nin komşusu olan Yunanistan, ekonomik krizle boğuşuyor. Evet, 2003’ten 2009 yılına kadarki süreçte Türkiye, Kürdistan Bölgesi’ni gözardı ederek doğrudan siyasi ilişki kurmayı reddetti. İlişkilerini Bağdat’la kurmayı denedi ama görüldü ki Irak’ta istikrarsız bir ortam var ve siyasi anlamda da durum belirsiz. Bu da Türkiye’nin yüzünü Kürdistan Bölgesi’ne dönmesine sebep oldu. Kürd siyasetçilerinin doğru politikaları bölgede bir barış ve istikrarın oluşmasını önayak oldu ve bunda Kürdistan Bölgesi’nin statüsü başlıca etkenlerden biri oldu. Sadece Irak’ta da değil, bölgedeki genel istikrarsızlık, Türkiye’nin en azından ekonomik ilişkiler açısından, politikalarını gözden geçirip yüzünü Kürdistan’a dönmesini gerektiriyordu. Bu da bir şekilde güçlü siyasi ve kültürel ilişkiler kurulmasını zorunlu hale getiriyordu. Şimdi yeni sınır kapılarının açılması için çalışmalar yürütülüyor, bunun amacı 11 manşet rupa Parlamentosu yetkililerinin enerji kaynakları konusunda da Kürdler’den yana görüş bildirmesini istediğini söyledi. Çekoslovakya modeli Son zamanlarda Bağdat ile Erbil arasında gerilen ilişkiler sonrasında giderek daha sık dile getirilen bağımsızlık konusunda BasHaber’e konuşan Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkilileri Barzani’nin planlarını açıkladı: “Kürdistan Bölgesi’nin bağımsızlığı gündeme geldiğinde, Yugoslavya gibi bir iç savaş örneği değil, Çekoslovakya gibi barışçıl bir bağımsızlık sınavı olacaktır. Bağımsızlık şiddetle değil barış ile olacaktır. Bu nedenle Avrupa Parlamentosu Irak Kürdistan’ının bağımsızlığı konusunda Kürdleri desteklemelidir.” Kürdistan’ın Irak’la ilişkisi kalmadı Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani, geçtiğimiz hafta SkyNews kanalına yaptığı açıklamada bağımsızlığın Kürd halkının en doğal hakkı olduğuna dikkat çekerek Irak’a bağlı kalmaları durumunda da konfederalizm dışında hiçbir alternatifi kabul etmeyeceklerini söylemişti. Barzani, sözkonusu açıklamasında; “Bağımsızlık, bütün uluslar gibi Kürd halkının da en doğal hakkıdır, ama bu ne zaman olur, bilinmez. Her ne kadar şu anda bağımsızlık için en iyi fırsat olsa da Kürdler nasıl davranacaklarını biliyorlar, bir cok Arap tarafı bizi anlıyor ve saygı duyuyor.” demişti. Barzani, şu değerlendirmeyi yaptı: “Sykes-Picot sorununun çözülmesi lazım, bu başarısız sürecin çözülmesi için de şu an en iyi zamandır ve ülkemiz sakinlerinin kendi kaderleri hakkında karar vermeleri lazım. Irak şu an bölünmüş ve parçalanmış durumda, Kürdistan Bölgesi’nin ve Batı Irak’ın merkezle hiç bir ilişkisi kalmamış, ayrıca merkez kendi elinde olan şeyleri de koruyamıyor, bundan dolayı da konfederalizm zamanı gelmiştir, federalizmin ve mevcut deneyimlerin Hewlêr ve Bağdat arasındaki ilişkilerde başarısız olduğu ispatlanmıştır, daha iyi bir yol bulmalıyız ve en iyi yol ise şu an için, konfederalizmdir, bu da anayasa sorunlarının çözümüne bağlı.” Maliki: Irak bölünemez Barzani’nin açıklamalarına tepki gösteren Irak Başbakanı Nuri Maliki ise, Kürdlerin bağımsızlıktan bahsetmesinin kabul edilemez olduğunu savundu. Maliki, geçtiğimiz günlerde Lübnan Hizbullahı’na yakınlığıyla bilinen Menar TV’ye yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Hiç kimsenin ne Kürdistan’da ne de başka bir yerde yasaların dışına çıkmaması gerekiyor, yasada, ‘Irak, bağımsız federal bir ülkedir’ deniliyor, bu da Irak’ın bölünemez olduğunun garantisi, bu yüzden de kimsenin bundan daha fazlasını istemesi kabul edilemez.” aynı zamanda iki parçadaki Kürdlerin de birbiriyle daha iyi ilişkiler kurmasını sağlamak. Bu politikayla Türkiye daha çok öne çıkan bir ülke oldu ve endişelerin giderilmeye başlamasıyla ilişkiler hızla gelişti. Bunun dolaylı yoldan Türkiye’deki ‘çözüm süreci’ne bir etkisi olacaktır. Umarım Başkan Mesut Barzani ve değerli kardeşim Başbakan Neçirvan Barzani’nin son iki yılda harcadıkları çabalar boşa gitmez. Çünkü defalarca Türkiye’yi ziyaret ettiler, Türkiye’yle ilişkilerin düzelmesi için emek sarf ettiler, Kandil’le görüşerek Türkiye’yle olan ilişkilerinde arabulucuk yaptılar ve aynı zamanda Türkiye başbakanı da İmralı’yla doğrudan görüşmelerin yapılmasını sağlayarak Türkiye’nin bu süreçte ön planda olmasını sağladı. İstenen düzeyde olmasa da bu çabalar neticesinde Türkiye’deki Kürd meselesinin çözümü için kapı aralanmış oldu. Önemli adımlar atıldı ve atılacak olan yeni adımlar için de iyimseriz. Türkiye’nin mesela Kerkük gibi hassas olduğu konular vardı. Bu konular hak- kında Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik görüyor musunuz? Evet, Türkmen meselesi gibi Türkiye’nin hassas olduğu bazı konular vardı. Şimdi bizim bu konulardaki tutumumuzdan övgüyle sözediliyor. Kürdler ve Türkmenlerin birlikte iyi bir gelecek kurabileceğinden söz ediliyor. Yani Kürdlerin bağımsızlık ilan etmesi ya da Kerkük meselesi artık bu hassas konulardan değil ve gündem teşkil etmiyor. Bazen Irak anayasasına saygı duyulması gerektiği şeklinde açıklamalar yapılıyor. Türkiye de Irak halkının seçimlerine ve isteklerine saygı duyuyor zaten. Kürdistan Bölgesi’nin Türkiye’deki temsilcilik düzeyini arttırmayı düşünüyor musunuz? Hükümetimizin Türkiye’deki temsilcilikleri son dönemde ortaya çıkan bir şey değil, 1991 yılından bu yana PDK ve YNK gibi başlıca Kürd partilerinin zaten temsilcilikleri vardı. Şimdiye kadar pek bahsedilmedi onlardan ama gelecekte daha çok gündemde yer alabilirler. Elbette gelecekte diploma- Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani’nin bağımsızlık ve mevcut durumun korunması yönünde iki ayrı plan üzerinde çalıştığı iddia ediliyor. Plan özetle ”istikrar içinde istiklal” olarak ifade ediliyor. tik, kültürel ve siyasi ilişkilerimizi geliştirmek için yeni temsilcilikler açmak işimizi kolaylaştırır. Bu bahsettiğiniz tablo, bölgede eski Osmanlı haritasının yeni bir şekilde geri dönüşü anlamına gelmiyor mu? Bu konudaki görüşünüz nedir? Her gelişme Türkiye’de seçilmiş bir parlamento ve Türkiye halkının arzusu dahilinde meydana geliyor. Yeni bir sistem seçmek Türkiye halkı için eski sistemi terk etmek demektir. Ama sınır meselesinden bağımsız olarak değerlendirirsek, Türkiye ekonomisi ve siyasetiyle İslam coğrafyasında etkinliği olan önemli bir ülke. Ama NATO üyesi ve Avrupa Birliği’ne aday, yani bu politikalara bağlı ve söz konusu tarafların siyasetine inanıyor. Elbette sınırlarını ve etkinliğini genişletmek isteyecektir ama şimdiki dünya düzeninde toplumlar ve devletler arasında barış, kardeşlik ve huzuru esas alan sağlam ilişkilerin kolay kurulmadığını da biliyor. Ama dediğim gibi Türkiye yeni bir sistem için eski sistemini terk ediyor. Irak’taki siyasi tablo tamamen değişirse ve Kürdistan, Irak’tan koparsa, Türkiye için öngörünüz nedir? Zaten Kürdistan Bölgesi, 1992 yılında parlamentosunda federal yönetim ilan etmeye karar vermişti ve bu da artık Irak anayasasıyla örtüşüyor. Biz bu doğrultuda devam etmenin ve Kürdistan’ın haklı mücadelesini böyle yürütmenin daha doğru olduğuna inanıyoruz. Bağdat’taki yöneticilerin de Irak halkının isteklerine saygı göstermesini istiyoruz. Halkın %80’i mevcut anayasa için evet oyu verdi. Ama Irak’ın şimdiki durumunun sorumlusu Kürdistan Bölgesi değil. Yani Irak’ın şu an fiilen parçalanmış durumda olmasının sebebi biz değiliz. Ama maalesef Irak’ın parçalanmaya doğru gittiğini görüyoruz ve tek arzumuz Kürdistan Bölgesi’nde huzurun, güvenliğin, Kürdistan halkının saygınlığının ve bölgede son 10 yılda yakalanan istikrarın korunması ve elbette geliştirilmesi. Mazlum halkımız hâlâ terörist saldırılara maruz kalıyor. Biz halkımızın daha iyi bir hizmet almasını ve yaşam standartlarının yükselmesini istiyoruz. Ama bölge siyasetçileri her türlü tehdit ve saldırıyı hak olarak görürken, söz konusu Kürdler olunca Kürdistan’ın bağımsızlık hakkı olmadığını savunuyor. Böyle bir durumda Türkiye ne yapacak sizce, öngörünüz nedir? Bu bir haktır, bir tercihtir. Zamanı geldiğinde karşılıklı anlayış çerçevesinde, savaşmaya gerek kalmadan bunun gerçekleşeceğine inanıyorum. Çünkü Bağdat’taki siyasetçilerin çoğu da Kürdlerin artık kendi kaderini tayin etmesi gerektiğine inanıyor ve ayrılabilirsiniz diyor. Ama bence ayrılmanın sağlam bir temele oturtulması gerekiyor. Çünkü Irak’taki Kürdistan toprağının yüzde 45’i şimdiki Kürdistan Bölgesi’nin idaresi dışında kalıyor. Eğer Bağdat yönetimi ile karşılıklı anlayış içerisinde ayrılmayı konuşabilirsek, sancısız bir şekilde, Çekoslovakya’da olduğu gibi, o şekilde olursa diğer ül- kelerin bir şey yapmasına gerek kalmayacak diye düşünüyorum. Çünkü Kürdistan Bölgesi istikrarlı bir bölge. Kimi yorumculara göre Türkiye ile imzaladığınız petrol anlaşmasından sonra Türkiye’nin gözetimiyle bağımsızlık ilan edebilirsiniz, sizce bu yorumlar ne kadar gerçekçi? Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var. Bir ay önce Süleymaniye’deki Amerikan Üniversitesi’nde katıldığı bir konferansta Ahmet Davutoğlu şöyle dedi: “Türkiye’nin enerji ihtiyacı var ve dünya artık en kolay ve en ekonomik yoldan enerjiyi elde etmek için yarışıyor.” Türkiye için en yakın, en ekonomik ve teknik açıdan en kolay enerji elde etme yolu Kürdistan Bölgesi’dir. Sadece bu da değil, Türkiye aynı zamanda Avrupa’ya enerji nakletme yolları için merkez olmak istiyor. Şimdilik Avrupa’ya giden enerjinin yüzde 35’i Rusya’dan naklediliyor. Yakın zamanda Kürdistan’daki enerjinin yüzde 15’i Türkiye üzerinden Avrupa’ya naklediliyor olacak. O zaman Türkiye bir enerji nakil merkezi olacak. Bu yüzden de enerji etkili bir faktör konumunda. Kürdistan Bölgesi şimdi dünya enerji haritasındaki yerini keşfediyor ve gözle görülür bir etkiye sahip olacak. Enerji artık politikaları çökertiyor ve yeni politikalar üretiyor. Örneğin Birinci Körfez Savaşı’nda Kuveyt işgal edildi. Evet, orda bir devlet, başka bir devlete zulmetti, o ülkeyi işgal etti ve sonuçta Birleşmiş Milletler 36 devletin toplanmasına karar verdi. Acaba bütün o devletlerin amacı Kuveyt’i işgalden kurtarmak mıydı? Temel hedef buydu ama amaçlardan biri de enerji nakil yollarını tayin etmekti ve bunu başardılar. Şimdi Kürdistan Bölgesi’nin enerji politikası çok başarılı ve halk tarafından takdir ediliyor. Ama aslında bu politikanın sonuçları önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak. Kürdistan Bölgesi’nin de Türkiye’nin de enerji politikası en kısa yoldan enerjiyi elde etmek ve sevketmek üzerine kurulu. İki ülkenin de enerjide ortak çıkarları var, yani enerji politikasının birlikte belirlenmesi normal bir durum. kültür-sanat 12 “Ölüm unutma ile gelir” Dünyaca ünlü Kolombiyalı, Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez insanlara “aşk içinde yaşamalarını” tavsiye eden bir veda mektubu bırakarak hayata veda etti. Romanları, öyküleri ile dünya edebiyatında özgün bir yer edinen Marquez gazetecilik ve yayıncılık yapmış kararlı bir aktivist olarak da her türlü özgürlük mücadelesinin yanında durmuştu. 17 Nisan 2014 günü Meksika’da ki evinde yaşamını kaybeden Marquez veda mektubunda yaklaşık 87 yıllık yaşamından damıttığı tecrübeleri iletti: Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır, Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Gabo lakabı ile bilinen yazar, 1927’de Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Başkent Bogota’daki Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde başladığı hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı. Gabo her ne kadar Faulkner’ın etkisinde kalsa da asıl Sad nameyi Kafka’nın “Dönüşüm” romanından aldı. Annesinin kendisine anlattığı hikâyeler en büyük romanında yer aldı. “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk”, “Kırmızı Pazartesi”, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, “Labirentteki General”, “Aşk ve Öbür Cinler” ve “Bir Kayıp Denizci” “Benim Hüzünlü Orospularım” gibi unutulmaz eserlere imza atan Marquez, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Romanları 30’dan fazla dile çevrildi. New York Times “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı için eski ahitten sonra okunması gereken birinci roman diye tanıttı. Gabo aynı zamanda bir gazeteciydi. Bir sure yerel gazetelerde çalışan Gabo daha sonra El Espectador Gazetesinde çalışmaya başladı. Gazetenin temsilcisi olarak Paris, Cenevre Londra ve bir cok Avrupa’nın bir cok kentinde uzun yıllar larca pek çok büyük gazete ve ajans için çalışmayı sürdürdü. 1994’te kurduğu İber-Amerikan Yeni Gazetecilik Derneği (FNPI), bugün kıtanın en saygın gazetecilik kurumlarından biri. García Márquez, “büyülü gerçekçiliği”, “bizim algıladığımız şekliyle gerçekliğin arkasında, tam olarak kavrayamadığımız çok fazla şey olup bitiyor” diye kavrıyordu. Gazeteciliğe soktuğu kur- getiriyordu. Ona göre etik, her durum- çalıştı. Dünyanın en güzel mesleği olarak gördüğü gazeteciliği yazar olarak uluslararası alanda çok ünlenmesine karşın hiçbir zaman bırakmadı. Gazetecilik alanında sorduğu Bir gazeteci, önce bir eylem örgütleyip sonra onun haberini yapabilir mi? Hiç var olmayan bir kişilikle röportaj yapabilir mi? Gibi cevap bulunması elzem olan sorular ile gazetecilik etiğini sorguladı. Gabo, Yıl- gusal bölümler de bu yaklaşımla bağlantılı. Ekim 1996’da García Márquez “Dünyanın en iyi mesleği” başlıklı bir konuşma yaptı. Konuşma, yerleşik medya düzenin karşı çıkan genç Latin gazeteciler arasında hızla yayıldı ve sahiplenildi. Gabo, o konuşmasında gazeteciliğin “edebi bir alan” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor, ardından sözü, “etik” meselelere istediğini yazabilir”di: İnandırıcı bir da yeniden değerlendirilecek bir şey değil, “hava ve su” gibi gazetecinin asla ayrılamayacağı bir ilkeydi. Fakat Gabo’nun etiği, akademide yaygın olan gazetecilik tanımından epey farklıydı. Ona göre gazeteci, gerçekten ayrılmamalı, asla yalan söylememeliydi, fakat “iki şartı sağladıktan sonra biçimde yapması ve bilincinde, vicdanında, yazdığı şeyin gerçek olduğuna inanması idi. Gabo, bize bir onlarca roman bir o kadar da hikâye ve gazetecilik açısından cevaplanması kolay olmayan sorular ve okurken kelimeleri boğazımızda bırakan bir veda mektubu bıraktı. Gabo’nun veda mektubu: İnsan aşkı bırakınca yaşlanır Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey İnsanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim? 13 güncel Malula’nın büyüsü kaçtı İsa ve Meryem’in 16 yıl yaşadığı rivayet edilen Suriye’de Kalamun Dağları’nın eteklerindeki fantastik kasaba Malula’da insanlık tarihi siliniyor. Suriye’de, Kalamun Dağlarının eteklerinde yer alan, fantastik kasaba Malula, bir zamanlar çok bakımlı, görkemli, maYıldız nastırların ve kiliselerin Çelik olduğu bir yerdi. Kayalarından sızan suların şifa verdiği inancı ile ‘şifa veren yer’, ‘ibadethane’ve ‘gizlenen ya da gizli yer’anlamlar içerdiği gibi, Aramice’de de ‘geçiş yeri, geçit’ anlamına da geliyor. Şimdi bu ‘şifa veren, geçiş yeri’ yani ‘Malula’ boş bir Western kasabası gibi ıssız ama silah seslerinin duyulduğu, kan kokusunu maalesef burnumuzun ucunda hissedebileceğimiz bir yer haline geldi. Suriye’de 3 yıldan bu yana yaşanan çatışmalardan dolayı, İsa ve annesi Meryem’in 16 yıl yaşadığı da söylenen, 5 kilisesi, 2 camisi olan ‘Büyülü Malula’da da, yıkım çok ciddi boyutlarda. Özellikle kasabaya hakim tepedeki taş kilise ve St. Takla kilisesi yakılmış, ikonalar kayıp, kilisedeki haçların hepsi sökülmüş. Saldırıyı yapan gruplar arasında ağırlıklı olarak ‘Nusra Cephesi’nin adı geçiyor. Bu saldırılardan dolayı, kasaba halkı başka yerlere kaçmış. Suriye Devlet Başkanı Başar Esad 20 Nisan’da Paskalya kutlamaları için Malula’ya gitti ve ‘Suriye’nin her karış toprağına güvenlik, istikrar ve sevgi’ temennilerinde bulunarak dünyaya ‘biz bir aileyiz’ mesajını verdi. Küçücük bir kasaba olan ‘Malula’yı önemli kılan başka bir neden ise, İsa peygamberin ana dili olan Taberiye ve Nasıra dolaylarında konuşulan Galile Lehçesi-Aramice’nin kullanıldığı ve günümüze kadar ulaşmış, dünyadaki tek yerleşim olması. Böylece ‘insanlık tarihimiz’ için önemli olduğu gibi, Hıristiyanlar için de ayrı bir öneme sahip. Dünya mirası’‘Malula’ya saldırılar düzenleyen hükümet karşıtı muhalifler için ‘Malula’yı hedef kılan hangi özelliği idi? Yanıt: Suriye’de yaşanan çatışmalar sırasında, Lübnan sınırından lojistik sağlarken, onları başkent Şam’a ulaştırabilen önemli bir nokta olması. Ayrıca Şam-Humus- sahil yolu üzerinde olup, her türlü nakliye için hayati önem taşıyan stratejik bir yer olması. Bu özellikler muhaliflerin iştahını kabartmaya yetmişti. Malula’da olanlara biraz daha geriye gidip baktığımızda, ilk saldırıya Eylül 2013’te maruz kalan Malula’da Aralık 2013’te 12 rahibe kaçırıldı. Rahibeler Lübnan’a geçirilip, 9 Mart’ta serbest bırakıldılar. Fakat şimdi, rahibelerin nerede olduğu bilinmiyor. Kaçırılan rahibelerden biri ‘Nusra Emiri’ne teşekkür ederim. Ne şerefli insan’ dediğinde, Suriye Hıristiyanlarından çok tepki aldı. Bu söylem için kiliseler; ‘kendi görüşü, bizi bağlamaz’diye açıklama yapınca, rahibelerin şu anda büyük ihtimal ile Suriye içinde, sessiz kaldıkları söyleniyor. Malula için ne dediler? Yıllardır, Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerinde, Turizm Rehberliği yapan İlkay Aktaş, Suriye’de yaşananlarla ilgili Malulaların söylediklerini şöyle anlatıyor: ‘Suriye halkının çoğu yaşananları ‘savaş’ olarak değil, ‘devrim’ olarak görüyor ve diyorlar ki; yurt dışı, Rusya, veya Batı ile hiçbir çıkar ilişkisi ya da işbirliği içinde olamayız. Biz devrimden önce de, sonra da hiçbir yere gitmedik, gitmeyeceğiz, komşularımızı da, dostumuzu da, düşmanımızı da, biliyoruz. Bu sadece Hıristiyanların değil, tüm Suriye halkının bir olduğu olaydır. Biz bütünüz. Allah tüm kullarını farklı yaratmıştır. Bu farklılıklar bizim ihtilafa düşmemiz gerektiği anlamına gelmez.’ Daha önceleri Suriye’de de yaşarken gördüğüm ‘Demokratik’ bir ülke olan Suriye halkı ancak böyle barışçıl dilekleri olur’ diyor. Amerika’da yaşayan Nadya Uygun’a ‘Amerika’dan Malula/Suriye nasıl görünüyor, diye sorduğum da ise bir BOTAN TAHSİN BasHaber’in yayına başlaması vesilesiyle… K ürd ve Türkler arasında yola çıkan barış kervanı, tıpkı Pakistan ve Afganistan arasındaki zorlu barış yolculuğunda olduğu gibi bir barış serüvenine başladı. Bu barış yolu dar, uzun, ve engebelerle dolu stratejik hedefleri olan zorlu bir yol olacak. Birkaç yıl önce bu zorlu yolculuğuna başlayan barış kervanı, her ne kadar olumsuz bir durumun ortaya çıkmasıyla durabilecek kadar hassas dengelere sahip olsa da, bundan doğabilecek kötü sonuçlar da bölgenin tamamını etkileyebilir düzeyde yıkıcı olsa da, kervan şimdilik yol alıyor. Gelişmelere göre bazen yavaşlasa da ne mutlu bize ki barış kervanı henüz yoldan sapmadı ve yürüyüşünü durdurmadı. Her ne kadar Erdoğan, Barzani ve Öcalan bu kervanın en önemli üç karakteri gibi görünse de, bu kadar hassas bir yürüyüşte elbette küçük karakterler de kervandaki yerini alıyor. Söz konusu üç önemli karakterin bu barış projesindeki rolleri belirleyici olmakla birlikte, küçük karakterlerin yaptıkları işler de özellikle toplumların birbirini anlaması ve fikir birliğine varabilmesi için bu süreçte önemli ve nadide bir rol oynuyor. Son zamanlarda daha kompleks bir sürece dönüşen durum, özellikle son yüzyılda siyasi ve demografik açıdan bir bütünün parçaları olan halklar arasında hiç de akilane temeller üzerinde kurulmamış olan yanlış statükonun değişmesine neden oldu. Şimdiye kadar binlerce Kürd ve Türkün hayatına mal olan bu yanlış politikalar artık yaraların sarılması için yeni bir hazırlığa girişiyor. Birlikte yaşama kültürünün ve barışın tesis edilmesi için savaşın bitmesi ve huzur ve istikrarın yeniden temin edilmesi gerekiyordu. Kürd ve Türk ilişkilerindeki son iki yüz yıllık süreç, pek çok acı ve tatlı gelimeye sahne oldu. Bu süreç aynı zamanda bize iki halk arasında her zaman bir iletişim ve alışveriş olduğunu ve güç dengelerinin aslında her zaman iki halkın lehine olduğunu da kanıtlıyor. Osmanlı İmparatorluğu, Kürdlerin cengaverliği sayesinde Avrupa’nın kalbine kadar ilerleyebildi. Çünkü Osmanlıların ilerleyişi, Kürdlerle kurdukları iyi ilişkilerle başarı sağlamayı mümkün kıldı. Kürdler, her zaman Arap Yarımadası’ndan yayılan İslam’ın kutsal mesajının koruyucusu olmuşlardı. 130 yılı aşkın bir süre önce Osmanlı sultanları, Kürd beylerini, Afrika’nın güneyine İslam’ın mesajını iletmek üzere gönderdi. Bu da bize Kürdler’in Osmanlı İmparatorluğu’ndaki güç dengelerinde ne kadar önemli bir yer tuttuğuna işaret eden binlerce tarihi örnekten yalnızca biri. Kürd ve Türkler arasındaki bu güçlü tarihi ilişkiler, daha sonra iki taraf açısından da sıkıntılı bir döneme girdi ve 18. yüzyıl başlarındaki gelişmelerle kayda değer bir değişime uğradı. Söz konusu dönemde sultanların Kürd mirleriyle olan ilişkileri bozuldu, Osmanlı bocalama dönemine girerek bir zamanlar dünyanın siyasi ve ekonomik gündeminde başrol oynayan bir aktörden parçalanan bir imparatorluğa dönüştü. Son yüzyılda ise idarecilerin Kürdlerin siyasi haklarını teslim etmek istemeyişi nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihi boyunca bölgede etkin bir siyasi güç olamadı ve Kürd meselesinin çözümsüz kalması, Türkiye’nin her zaman coğrafyanın sıkıntılı ülkeleri arasında kalmasına yol açtı. Ortadoğu’daki onca önemli gelişmeye rağmen Türkiye, bölge siyasetinde etkisiz kaldı. Karar vericilerin Ortadoğu için yeni bir harita çizilmesine karar verdikleri bu süreçte ise Türkiye’nin ciddi bir rol oynaması bekleniyor. Türkiye’nin bu rolü başarıyla oynamasını sağlayacak anahtar ise, gelecekte sağlıklı bir siyasi yaklaşımı seçtiği ve devamettirdiği takdirde, Kürd meselesinin çözümünde yatıyor. Böylece bu süreçte Türkler ve Kürdler Avrupa ve dünya siyaseti üzerinde, Osmanlı sultanlarının rüyalarının ötesine varan, ciddi bir etki yaratabilir, enerjinin gücü, ortaklık bilinci ve birlikte yaşama arzusu sayesinde imparatorluğun yıkılan duvarlarını aşarak çok daha ötesine uzanabilir. Bu perspektifle, ‘Bas Haber’ adıyla çıkacak olan gazetede barış için yola koyulan kervanın mütevazi bir üyesi olarak, halkların birbirini daha iyi anlaması, yakınlaşması ve ortak bir gelecek tahayyülü için yeni bir platform olmak iddiasıyla yayına başlıyor. Amacı, gelecek için daha iyi ilişkiler kurulmasına katkıda bulunmak, halkların birarada yaşama kültürüne katkıda bulunmak ve yeni bir adres olarak karşılıklı saygı ve anlayışı arttırmak olacak. Hıristiyan olarak düşüncelerini şöyle dile getiriyor: “Detaylı bilgi sahibi değilim. Şehrin 5 ay içinde 43 kere el değiştirdiğini duydum. En son Suriye ordusu ele geçirdi orayı deniliyor. Elbette, bu Ermeniler için iyi bir şey. Çünkü niteliklerinden bağımsız olarak, Ermeniler hep Suriye’de kollanmış bir toplum bu son savaşa kadar. Ermeniler gerek orada (Malula), gerek Kesab’da olanlar için, Batı’ya ve Türkiye’ye de çok kızgın. Zaten başlarına gelenlerden, sonra sığındıkları, yeniden yaşam kurabildik- leri yerler bir kez daha ele geçiriliyor ve onlara yine ‘techir’ düşüyor. Yani ‘bitmeyen çile’ ne diyeyim başka bilemiyorum. Oyuncak olmaktan bıkmış haldeler. ABD’ne de kızgın haldeler, ben de kızgınım. Çünkü politik malzeme olmaktan nefret geldi artık.’ Paskalya kutlamasında Malula’da olan bir Suriyeli de ‘yıkımın bu kadar büyük olduğunu tahmin etmemiştim, 2 bin yıllık blok taş kilise bile zor duruyor ayakta’ diyor. dosya 14 Bu ticaret sınır kaldırtır Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticaret her geçen gün hızla artan ticaretin boyutu, resmi verilere göre yıllık 10 milyar doları geçmiş durumda. Kayıt dışınında hesaba katılması durumunda 13 milyar dolarlık bir ticaretten bahsetmek mümkün. Ticaretin yapıldığı sınır kapıları yetersiz kalıyor. Beş sınır kapısının daha açılması gündemde. Ticaret hacminin 2018 yılında 150 milyar doları bulacağını tahmin eden ekonomist Süleyman Yaşar “Sınırlar kaldırılmalı” diyor. Türkiye ile Kürdistan Bölgesi arasındaki ticari ilişkiler son 10 yılda büyük bir hızla artarak resmi Cesim verilere göre yıllık 10 milİlhan yar doları aştı. Uzmanlar kayıt dışı olanın da hesaba katılması durumunda Türkiye’nin Kürdistan Bölgesi ile ticaretinde yıllık 13 milyar dolarlık bir boyuta ulaştığına dikkat çekiyor. 2018 yılında kayıt dışı ile birlikte 150 milyar dolara ulaşacak bir ticaret hacminden bahseden Ekonomist Süleyman Yaşar, ticaretin daha iyi yapılabilmesi için ilk aşamada iki ülke arasındaki sınır kapılarının çoğaltılması gerektiğine dikkat çekerken kendi kendi önerisini de dile getirdi: Bana göre sınırlar kaldırılmalı. Irak, Türkiye’ nin ikinci ticaret ortağı. Resmi verilere göre yıllık 12 milyar dolarlık ticaretin yüzde 70’i Kürdistan Bölgesi ile yapılıyor. Türkiye’nin 2013 yılının ilk dokuz ayında Kürdistan Bölgesi’ne yaptığı ihracat geçen yılın aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 9 artışla 8 milyar 473 milyon dolara ulaştı. 2014 mart ayındaki ihracat da, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 5,4’lük artışla 540 milyon 299 bin doları buldu. Bölge yatırım bakımından da çok daha avantajlı. Kürdistan güvenli Irak için yabancı yatırımları büyük önem taşısa da güvenlik endişeleri ve bürokratik zorluklar nedeniyle yabancıları Anadolu Aslanları İşadamları Derneği İzmir Şube Başkanı Zekeriya Hazırbulan Yeni kapıların açılması çok önemli. Hali hazırda sadece bir sınır kapısı var. Bu da kapıda kuyrukların uzamasına neden oluyor. Kapıdaki izdiham nedeniyle ticari malların teslim süresi uzuyor. Türkiye’nin 2012 yılı ticareti, 12 milyar dolar civarındaydı. Yeni kapılarla birlikte bu rakamın iki katına çıkacağını tahmin ediyoruz. her sektörde görmek mümkün değil. Yatırımlar daha çok güvenlik sorunlarının az olduğu Kürdistan Bölgesi’nde yoğunlaşıyor. Türkiye Körfez Ülkeleri ile birlikte Kürdistan’a yatırım yapanların başında geliyor, Türkiye’den yaklaşık 1600’den fazla firma bölgede faaliyet gösteriyor. Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki yatırımı da bugünkü verilere göre 1,1 milyar doları geçmiş durumda. Bölgede kara yolları, tüneller, havaalanları, büyük oteller, alışveriş merkezleri hizmet binaları gibi stratejik yatırım projelerinin çoğu Türkiye firmaları tarafından yapılıyor. 2011’de faaliyete geçen Erbil Uluslararası Havalimanı’nın yapımını Türk firmaları üstlendi. Erbil Adliye binası, Erbil Valiliği binası, elektrik santralleri üniversite binaları gibi ülke için önemli sayılabilecek daha bir cok stratejik inşaat projesi deTürk firmalarınca yürütülüyor. Beyaz eşyadan kozmetiğe Türk firmaları Kürdistan Bölgesi’ne gıda maddelerinden beyaz eşyaya temizlik malzemelerinden kozmetik ürünlere kadar bir cok ürün satıyor. Halen günde 2 bin 500 aracın geçtiği Habur Sınır Kapısı artık ihtiyacı karşılamadığı için yeni sınır kapılarının açılması gündemde. Tarafların imzaladığı protokole göre üç yeni sınır kapısı daha devreye girecek. Ekonomik ilişkilerin çok önemli olduğunu vurgulayan ve “Kuveyt ve Katar gibi bir bölge oluştuğuna” dikkat çeken ekonomist Süleyman Yaşar, gelişmeleri “Hem Kürdistan için hem de Türkiye için karşılıklı olarak baktığımızda refahı artıracak bir unsur” olarak değerlendiriyor. Türkiye’nin Kürdistan’da başta inşaat sektörü olmak üzere bir cok ekonomik sermayesi bulunduğuna ve bunun giderek arttığına dikkat çeken ekonomist Cemil Ertem şu değerlendirmeyi yapıyor: Önümüzdeki dönemlerde savunma Sanayi alanında da Kürdistan ile Türkiye arasında ilişkilerinin gelişeceğini düşünüyorum. Türkiye’nin bu alanda da ciddi ihracatları olacağını düşünüyorum. Kürdistan’ın dışarıya açılması ve Akdeniz üzerinden ekonomisini ilişkilendirmesi Türkiye aracılığıyla olmaktadır. Bu girişim bana göre bütün Ortadoğu ülkeleri için büyük bir imkândır. “Yeni sınır kapıları açılmalıdır” diyen Ertem geleceğe ilişkin öngörüsünü de açıkladı: Yakın gelecekte Irak’ın üç temel yapıda devam edeceğini düşünüyorum. Bu üç temel unsurdan biri Kürdistan bölgesi. Bağımsız bir Kürd devletinin bütün yetkilerini kullanacağı bir yapılanma. Bu yapılanma Türkiye ile çok ciddi siyasi ve ekonomi ilişkiler içerisinde olacaktır. Türkiye’deki barış sürecinin de bunu destekleyeceğini düşünüyorum Kürdistan AB’yi geçti Kürdistan bölgesindeki yatırımcıların yarısından fazlasını Türk işadamları oluşturuyor. Kürdistan bölgesi ekonomik faaliyetler bakımından giderek Avrupa Birliği ülkelerinden daha önemli konuma geliyor. Türkiye bugün Almanya’dan sonra en çok ihracatı Kürdistan Bölgesi’ne yapıyor. Türkiye kurulduğundan beri İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka gibi bir cok Avrupa ülkesiyle ekonomik ilişkiler geliştiren Türkiye’nin, son on yıl içerisinde Kürdistan’la kurulan siyasi ve ekonomik ilişkilerle birlikte durumu değişti. Almanya’nın dışındaki diğer Avrupa ülkeleri ve Türkiye’nin 1949’dan beri ticari ilişkilerde bulunduğu İsrail, Kürdistan’ın gerisinde kaldı. Ziraat Bankası Erbil’de açılan ilk Türk bankası oldu. Son üç yılda da Vakıfbank, İş Bankası, Albaraka Türk, Bank Asya faaliyete başladı. Türk ürünleri kaliteli imajı Kürdistan Bölgesinde kayıtlı Türkiye kökenli 1.600’ü aşkın şirketi faaliyet gösteriyor. Ülkenin bir çok noktasında gıdadan, tekstile, mobilyadan, beyaz eşyaya, ıslak mendilden, sabuna, deodoranttan diş macununa kadar Türkiye Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Sayar Gün geçtikçe artan ticaret, ekonomik boyutu yanında yarattığı kültürel, sosyal kaynaşma açısından da önemli ve değerli. Kürdistan Türkiye’nin ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında Almanya’dan sonra ikinci konumda ama verileri, ihracat yapılan ülkelerin nüfuslarına oranladığımız zaman Kürdistan ilk sıraya yükseliyor. Ulaşım imkânlarını ve lojistik alt yapımızı karşılıklı olarak güçlendirmemiz gerekiyor. 15 dosya markalı ürünle karşılaşmak mümkün. Türkiye’nin kozmetik ihracatı yaptığı ülkeler arasında Kürdistan Bölgesi birinci sırada. Halk arasında, diğer komşu ülkelerinkine ve uzakdoğu menşeli olanlara göre Türk ürünlerinin daha kaliteli olduğu imajı yaygın. Her geçen yıl ticaret hacmi artıyor Kürdistan bölgesinden son 10 yılda toplam 1 milyar 226 milyon dolarlık ithalat yapılırken, son beş senelik dönemde Güneydoğu’dan Kürdistan’a yapılan ihracat 2 milyar 261 milyon dolardan yaklaşık yüzde 43 artışla 3 milyar 242 milyon dolara yükseldi. Bu dönemde Kürdistan bölgesine gerçekleştirilen toplam ihracatın yaklaşık yüzde 45’i Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden yapıldı. Türk firmaları Kürdistan’da 2003’te 242 milyon dolarlık iş üstlenirken, bu rakam 2004’te yaklaşık dört kat artarak 1,2 milyar dolara ulaştı. 2005 ve 2006 yıllarında yaşanan güvenlik sorunları nedeniyle yatırımların azaldı. 2008 yılında üstlenilen işlerin değeri 1,4 milyar doları buldu. Türk inşaat firmaları 2011’de yaklaşık 1,8 milyar dolarlık proje üstlenirken 2012 yılında alınan projelerin bedeli 4,4 milyar dolara ulaştı. Özellikle Gaziantep ilinde üretim yapan bazı gıda firmalarının Kürdistan’da çok önemli satış rakamlarını yakaladığı vurgulanıyor. Kürdistan bölgesine yaklaşık 2,3 milyar dolarlık ihracat yapan Gaziantep tek başına Türkiye’nin bölgeye ihracatının yüzde 21’ini sağlıyor. Bölgede yeniden yapılanma çalışmaları kapsamında konut, ticari alan ve altyapı inşa çalışmaları yoğun olarak sürerken Diyarbakır’dan bazı inşaat firmaları da bölgede yoğun olarak faaliyet gösteriyor. Nitelikli eleman sorunu olduğu için Diyarbakır ve çevre illerden gelen inşaat ustaları buradaki inşaatlarda çalışıyor. Diyarbakır’dan Kürdistan’a yapılan ihracat da hızlı bir artış gösteriyor. İhracat 2008-2012 yıllarında yaklaşık yüzde 40 yıllık or- talama artış hızı ile 2012 yılında 107,2 milyon dolara ulaşılmış durumda. Kürdistan Bölgesi’ne yapılan ihracat Diyarbakır’ın toplam ihracatının yarısından fazlasını oluşturuyor Kürdistan bölgesindeki yatırımlar geçen yıla göre yüzde yüzden fazla artış gösterdi. Bölgede 2012’de 5 milyar 985 milyon dolar olan yatırım miktarı, 2013’te 12 milyar 419 milyon dolara yükseldi. 2006-2013 yılları arasında bölgeye toplamda 37 milyar 29 milyon dolar yatırım yapıldı. 644 yatırım projesi için Erbil, Süleymaniye ve Duhok’ta toplam 38 bin 712 dönüm arazi tahsis edildi. 21 milyar 33 milyon dolarla yatırımın en fazla yapıldığı il Erbil olurken Süleymaniye 11 milyar 427 milyon dolarla ikinci, Duhok 4 milyar 569 milyon dolarla üçüncü oldu. Yatırımlarda büyüme oranı 2006’da yüzde 1.18 iken, 2013’te yüzde 33.54’ye yükseldi. Güvenli olması nedeniyle Irak’ın bir cok bölgesinden sürekli göç alan Kürdistan bölgesinde artan nüfusun ihtiyacını karşılamak için yeni konutlar inşa ediliyor. Bölgeye yapılan yatırımların başında konut sektörü geliyor. Yatırımların yüzde 35’ini konut oluştururken sanayiye yüzde 31, turizme yüzde 15, ticarete yüzde 7; sağlık, banka ve tarıma yüz- de 2’şer yatırım yapıldı. Son yedi yılda toplamda 316 milyar Irak dinarı alt yapı, su, elektrik ve ulaşım masrafları olarak yatırım hizmetlerine harcandı. Türkiye’yi sırasıyla İran ve Çin takip etti. Türkiye’nin birinci derecede tercih edilmesinin nedeni Türk mallarının kalitesinden kaynaklanıyor.. Bölgenin en büyük şehri olan Erbil’e Türk Hava Yolları, Atlasjet ve Pegasus Havayolları’nın haftada 24 uçuşu bulunuyor. Havalimanında çeşitli ülkelere ait bayrak direklerinin başında Türkiye’ninki bulunuyor. Büyük bir şantiye şehri olan Erbil’de, Türk plakalı TIR ve kamyon çoğunlukta. Erbil’de Türk firmaları adeta yeni bir Dubai inşa ediyor. Binalar dikiliyor, yollar yapılıyor. Ülker, Vestel, Arçelik, Beko, İstikbal, Vakko, Divan, Alfemo, Merinos ve Aksa gibi sayısız Türk markası bilboard reklamlarında. Türk markalar Kürdistan caddelerinde Vakko’dan Beymen’e, Ülker’den Vestel ve Arçelik’e kadar Türk markaları Kürdistan bölgesindeki bir çok kentte caddeleri donatmış durumda. Türk firmalarının yarattığı istihdam ise 80 binden fazla. Erbil’de son beş yıl içinde irili ufaklı 10’a yakın alışveriş merkezi açıldı. İçerideki işyerlerinin yüzde 80’i ya Türk firması ya da Türkiye’den gelen girişimciler tarafından işletiliyor. Türk malları Kürdistan bölgesinde Kürdistan bölgesinde 2012 yılındaki 22 milyar dolarlık ithalatın, 13 milyar dolarlık bölümü Türkiye’den yapıldı. Türk girişimciler Kürdistan’daki otelleri işletiyor ve ülkenin en büyük alışveriş merkezlerine sahipler. 50 binden fazla Türk vatandaşı, başta inşaat olmak üzere bir cok sektörde çalışırken, bölgede ticaret ve inşaatta yüzde 70 ora- Van İşadamları Derneği Başkanı Ahmet Fatih Hatunoğlu Mart 2014’te Van ‘da Sayın Neçirvan Barzani’nin de katıldığı bir toplantı gerçekleşti. Burada bölgesel kalkınma ve Kürdistan bölgesiyle sürdürülebilir ticari ilişkilerin geliştirilmesi konusunda önemli hususlara temas edildi. Kürdistan bölgesiyle Türkiye arasında hızla büyüyen bu ekonomik ilişkiyi çok olumlu ve stratejik buluyoruz. Ekonomik gelişmelerin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde tesis edilmeye çalışılan barış ve kardeşlik sürecine de çok olumlu katkıları olacaktır. 900 milyon Dolarlık projeler Türkiye’nin Erbil Başkonsolosu Mehmet Akif İnam BasHaber’in soruları üzerine şu bilgileri verdi: Irak petrolünün dünya piyasalarına açılması, bu ülkenin gelirlerinin artması anlamına gelir. Bu da tabiatıyla Irak’ın normalleşmesine ve istikrarına katkıda bulunacaktır. Bölgenin istikrarı bizim için son derece önemlidir. Bu itibarla, Bağdat ile Erbil arasında petrol ihracatı ve bütçe konularında sürmekte olan görüşmelerin bir an evvel neticelenmesini arzu ediyoruz. Ülkemiz süreci yakından izlemektedir, taraflarla temas halindedir ve diyaloğu teşvik etmektedir. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) tarafından çıkarılan petrolün ülkemize test amaçlı akışı başlamış olup, halen Ceyhan’daki depolarda 1,5 milyon varil civarında petrolün biriktiği bilinmektedir. Halihazırda sözkonusu petrolün satışı bahis konusu değildir. Öte yandan, Mart ayında teknik nedenlerle Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı’ndan akışın gerçekleştirilemediği anlaşılmaktadır. Ağırlıklı olarak inşaat sektöründe faaliyet gösteren firmalarımız konuttan kamu binalarına, karayollarından hastane ve otellere kadar bir cok alanda önemli ve büyük projelere imza atmaktadır. 2013 yılında firmalarımızca IKB’de üstlenilen projelerin yaklaşık değeri 900 milyon Dolar seviyesine ulaşmıştır. Bu meblağ, aynı yıl Irak’ın tamamında üstlenilen projelerin yüzde 43’üne denk gelmektedir. IKB’ye ihracatımızın büyük bir bölümünü müteahhitlik projesi üstlenen firmalarımızın malzeme, makine ve inşaat ürünleri ile temel gıda, temizlik malzemeleri ve elektrik-elektronik ürünler teşkil etmektedir. İnşaat, tarım, enerji ve sağlık sektörü başta olmak üzere, ülkemizle bölge arasında önemli işbirliği potansiyelinin bulunduğuna inanıyoruz. Türkiye ve Irak arasında faal tek sınır kapısı Habur Kapısı’dır. Her gün 2500-3000 aracın, binlerce vatandaşın karşılıklı geçiş yaptığı, sözkonusu kapının ihtiyacı karşılamakta zorlandığı herkesin ortak düşüncesidir. Bu çerçevede, gerek Aktepe, Ovaköy, Üzümlü, Derecik ve Gülyazı’da yeni hudut kapılarının açılması, gerek Habur Hudut Kapısı’nda mevcut iki köprüye ilaveten üçüncü bir köprünün faaliyete sokulması amacıyla temaslar sürmektedir. magazin 16 Hewlêr’de Beymen baharı Ünlü Türk giyim markası Beymen bahar sezonu ürünlerini tanıtmak amacıyla Kürdistan Bölgesi’nin başkenti Hewlêr’de bir defile düzenledi. BasHaber-Hewlêr Beymen markası 2012 yılında Hewlêr’de bulunan Divan Otel kompleksinde şube açtı. Beymen, kendi markası dışında Kürdistan Bölgesinde farklı bir cok markanın da ürünlerini pazarlıyor. Bir cok ünlü Türk mankenin katıldığı defilede ilgi çeken isimlerden biri de eski Türkiye güzeli Özge Ulusoy oldu. Foto-Hozan Jaf Beymen’in Otel Divan kompleksinde bulunan Hewlêr Şube Sorumlusu Metin Topay, BasHaber’e yaptığı açıklamada, bu defileleri markalarının elbise, parfüm ve diğer ürünlerinin tanıtımı için her yıl periyodik olarak düzenlediklerini belirtti. Topay, bu büyük etkinlikler dışında misafirleri için de küçük defileler düzenlediklerini belirterek şöyle dedi: “Amacımız, markamızı iyi tanıtabilmek. Her yıl, yeni sezonlarda defileler düzenliyoruz.” Metin Topay, ülke dışındaki ikinci şubelerini Hewlêr’de açtıklarını söyleyerek diğer şubelerinin ise Mısır’ın Başkenti Kahire başkentinde olduğunu belirtti.
Benzer belgeler
31.05.2014
özerklik” Belediye Başkanı Gültan
Kışanak ile demokratik,
adil ve kalıcı çözüm için,
özerklik, alternatif yerel
yönetim ve katılımcı
demokrasi uygulamalarını
konuştuk.