LüoL V×Q×I× GLUHQL\RU
Transkript
LüoL V×Q×I× GLUHQL\RU
7UEDQWDUW×üPDV× +D\GL NDG×QODU V|PUOPH\H ª °±¶°.&$-°4° 4BZ,BTN5- %XUMXYDSDUWLOHULQ WLPVDK\U\ü ª \DíDVÜQ VRV\DOLVW LíÁLGHPRNUDVLVL )UDQVD·GD LüoLV×Q×I×GLUHQL\RU ,J¦YNÀNRN_NPNF^GT^ZSHFI»S^FNƦNXÂSÂKÂJRJPQNQNP^FÆÂSÂS^»PXJQYNQRJXNSJ PFWÆÂ +WFSXÂ_HF Iµ[»ÆY» 8ÂSÂKF PFWÆÂ XÂSÂK R»HFIJQJXN Gµ^QJ TQZW NÆYJ 0HWDO7ú6·OHUL VDGHFHPHWDO7ú6·OHULGHùLOGLU Türkiye işçi sınıfı içerisinde mücadele birikimiyle önemli bir yere sahip metal işçilerinin her kazanımı emeğin korunması mücadelesini geliştirecek, sınıfa karşı sınıf duruşunu ilerletecektir. ª $KELUGHüX ûLOLROPDVD\G× İşçi sınıfı bugün Fransızca dövüşüyor, doğrusu şu; işçi sınıfı aslında proleterce dövüşüyor, proletaryanın devrimci dilinden dövüşmeyi de elbet başaracak. Kendi sınıf çıkarı için dövüşen işçiler, kendi sınıf çıkarı için delice dövüşen burjuvaziye yanıt vermeyi böyle öğreniyor. ª %LU´EHEHNµ YHELU´oDQWDµ “Fatmagül’ün Suçu Ne?” gündeme hangi oyuncuya daha iyi tecavüz edildiği ile oturdu. Medyanın ve “sosyal medya”nın derhal devreye soktuğu foto galeriler, videolar, en “sert” tecavüz sahnelerinin bulunduğu filmlerden/sahnelerden yayılan ª Özelleştirme, taşeronlaştırma ve bununla birlikte gelen iş cinayetleri, madenlerdeki değişim sürecinin sadece bir yönü. Asıl olaraksa, tümden en gelişmiş teknolojiyle maden... ª NƦNRJHQNXN ñíÁL0HFOLVL267ñ0nGH Sendikada örgütlendikleri için işten atılarak direnişe geçen UPS işçilerinin, Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde tek başına direnişe başlayan Türkan Albayrak’ın, Tuzla’da tek başına direnişte olan Zeynel Kızılaslan’ın ve çeşitli emek kollarında çalışan işçilerin sesini duyurmak için OSTİM metro çıkışındaydık. daha sessiz”. Tabii efendim ne demek!? Burjuva diktatörlüğünün baskıları ve provokasyon girişimleri İşçi Meclisi’mizin sınıf kardeşlerimizle buluşmasını engelleyemez. Biz sesli ajitasyon yaparken etrafımızı birden polisler sararak bir gerginlik ve provokasyon ortamı yaratmaya çalıştılar. Burjuvazinin polisinin etrafımızı sarması ve kimlik kontrolü yapmasının asıl amacı ise bizim üzerimizden OSTİM işçilerine gözdağı vermekti. Ankara’dan İşçi Meclisi Okurları Polisin bu tutumunu, burjuvazinin ‘demokrasi ve özgürlük’ palavralarını anlatarak sesli bir şekilde teşhir ettik. Etrafta işçiler de birikmeye başlamıştı. Bu arada İşçi Meclisi okuru OSTİM işçileri de yanımıza gelmişlerdi. Provokasyonu boşa düşen polis geri adım atarak yanımızdan uzaklaştı. OSTİM işçilerinin yanımıza gelmeleriyle birlikte kimliklerimizi geri alırken sivil polis “gazete satışı yapmamızda bir sıkıntı yokmuş da, bağırarak satmamalıymışız, kabahatler kanunu varmış, vatandaş şikayetçi oluyormuş, para cezası kesilirmiş” gibi laflar geveledi. Aldığı cevap karşısında da, yardımcı oluyormuş pozlarında (çevrede birikenlerin gözünde fazla teşhir olmamak için) “tabii bağırabilirmişiz ama biraz Burjuva Demokrasisinde İşçilere Özgürlük Yok! Yaşasın Sosyalist İşçi Demokrasisi! Mersin Limanı’nda bir çığlık Öncelikle İşçi Meclisi gazetesine başarılar diliyorum. Emek sömürüsü olmadan da yaşanabilir mi? Elbette, hem de öyle bir yaşanır ki! İnsan düşündükçe hemen bir şeyler yapmak istiyor. Her işçinin emekçinin temel görevidir emek sömürüsüne karşı birşeyler yapmak. Mersin gibi bir yerde asgari ücretle çalışıyorsan, bir de bu yetmezmiş gibi işçinin cebine göz dikmiş para hırslı patronlar varsa vay işçinin haline… Bu sömürüye karşı bir şeyler yapmak, her işçinin emekçinin görevidir diye düşünüyorum. Tüm işçiler ve emekçiler el ele verseler zammızulmü elbette bitirirler. Yeter ki el ele versek. Yaşasın İşçi Emekçi Birliği! 'HYULPFL3UROHWDU\DnQÜQLONVD\ÜVÜÁÜNWÜ Proletarya Sosyalizminin Temel Çizgileri başlığını taşıyan 170 sayfalık dergide önsözün ardından “Emperyalist Kapitalizmin İçsel Dönüşümü”, “Faşizm Çözülüyor”, “Proletarya Devrimi ve Proletarya Sosyalizminin Ayırt Edici Çizgileri: Teori, Program, Strateji, Taktik ve Örgütlenmede Temel Kopuş Halkaları”, “TİKB: Tarihsel-Siyasal-Örgütsel Sorunlar”, “Yeni Bir Örgüt ve Önderlik Anlayışı: Teorik, Siyasal, Örgütsel, Pratik Çalışmaların İç İçe Yürütülüşü”, “Gelişkin Bir Sınıf Çalışmasına Doğru” bölümleri yer alıyor. Derginin arka kapağından: “Kolay ve kısa dönemli çözümler yoktur. Bunların vaatçisi de olmayacağız. Bizi son derece zorlayacak, canımızı yaka yaka ilerleyeceğimiz stratejik bir bakış içerisinden, çözümün taktik halkalarını oluşturarak, her adımda, her aşamada daha ileriye giderek, kendimizle savaşarak zorlu bir yolda ilerleyeceğiz. Bizim açımızdan açık ve net olması gereken şudur: Sınıf devrimciliğinde somutlanmış, maddi toplumsal temelini işçi sınıfında, bilincini komünizmde bulan -çok kararlı bir çubuk bükmeyle bunları laf olmaktan çıkartacak- proletarya sosyalizmi!” İsteme Adresi: Pina Basım Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu-İSTANBUL Tel: 0212 2512089 İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:3 - Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92 NƦNRJHQNXN 7ÖUEDQWDUWÜíPDVÜ +D\GLNDGÜQODUVÐPÖUÖOPH\H tahakkümüne, aile kurumuna, hele ki ev hizmetçisi konumuna halel gelmeyecekti. ‘Zeytini ekmeklen ye, sokağa türbanla çık…‘ Türban “özgürlüğü”, işte bunun “özgürlüğü”. Türbanlı burjuva kadınlar, daha “görünür” oldu; makam otolarına, ciplere, lüks restoranlara, “İslami yaşayışa uygun alternatif tatil köyleri”ne kuruldu… İşçi, emekçi, eğitim görmek isteyen milyonlarca kadına ise yol türbanla gösterilmek isteniyor. “Teferruat” mı?! 0FIÂSÂSYTUQZRZS MJWFQFSÂSIFY»WGFSQ TQRFPPTÆZQZ^QF[FW TQRFXÂSÂSÖµ_L»WQ»P× IN^JXF[ZSZQRFXÂS JQGJYYJPNPFGZQ JYRJ^JHJÀN_9»WGFSÂS N¦NSIJMJRJWPJÀNS PFIÂS»_JWNSIJPN YFMFPP»R»S»SMJR IJGZWOZ[FXÂSÂKXFQ XN^FXFQYTUQZRXFQGNW GT^ZSIZWZÀZSXFPQ TQIZÀZSZGNQJHJÀN_ 0FIÂSÂSµ_L»WQJÆRJXN NƦNXÂSÂKÂSÂS PZWYZQZÆZ^QFF^S R»HFIJQJUTYFXÂSIF XÂSÂKFPFWÆÂXÂSÂK XF[FÆÂSIF^FYÂ^TW Televizyonlarda her akşam türban tartışması var. Her tartışmada, türbanın kadının İslam dinine göre yaşama tercih ve özgürlüğünün ifadesi olduğunu bir kez daha “öğreniyoruz”. “Türban, devlet vesayetine son”muş! Devletin artık vesayet etmeyeceği kim peki? Yüzde 50’sinden fazlası asgari ücretle, sigortasız, güvencesiz çalışan işçi sınıfı? Bırakalım mesleğini yapmayı, herhangi bir işte çalışabilme ihtimaline bile sevdalı genç, diplomalı işsizler, eğitim emekçileri... Yaz kış ürüne göre oradan oraya, üstelik de ırkçı faşist baskılarla karşılaşarak seyrüsefer halindeki Kürt tarım proleterleri? En küçük sendikal talep için dahi işten çıkarılan mücadeleci işçiler? Burjuva devletin Orta Vadeli Program‘ında “esnek çalışma”ya tabi tutulacak derken türbanlısını türbansızını ayırmadığı kadın işçiler? Daha ölüsü bile bulunamayan madenciler? Hayır, çayıra salınan “cumhur”, bu değil. Önceki dönemin dar TÜSİAD temelini genişleten, bağımlı tekelci burjuvazinin yeni bileşimi. Erdoğan, özgürlük derken, tekelci burjuva sınıf egemenliğinin daha geniş bir zemine oturmasını kastediyor. Bastırılan tüm kesimlerin sınıfsal-toplumsal olan hariç sisteme içerilme özgürlüğü! Ulusal sorunun, kadın sorununun, mezhepler soru- nunun… sermaye için ehven burjuva liberal çözümü! ‘Ekmeklen ye, türbanla çık…’ Dinler, kölenin kölesi kadına örtünmeyi emretti. İslamiyet, ergenliğe ulaşan -bu, sıcak ülkelerde 9 yaşa bile düşebilir- kadına örtün, ziynetlerini gizle, dedi. Kapitalizm, ülkemizde kadın özgürlüğünün en temel unsurlarını onyıllarca ondan sakındı. Dine, geleneklere yaslanarak kadını erkeğin ve ailenin hizmetine koştu! Bugünün kadın özgürlüğü diye çığrışan burjuvaları, kadının her yönlü esaretinin üzerine yan gelip yatmışlardı… Neoliberal kapitalizm kadın ve çocukların, erkeğin sosyal güvencesine dayalı korunmasına her tür güvenceyi yok ederek son verdi. Herkesin çıplak, güvencesiz işgücü olması kuralı, artan yoksullaşma, göçler ve kırın çözülmesi, kadının ev yükü ile birlikte sermayeye gitgide daha fazla koşulmasını getirdi. Ülkemizdeki biçimlenişiyle neoliberal kapitalizm, kadına hem ev emekçisi, hem vasıflı/vasıfsız ama güvencesiz işgücü, hem tüketici, hem ev doktoru, hem ayakkabı boyacısı… profilini verirken ona sokağa çıkış kapısını da açtı. Mahallesinin dışına çıkmamış, bir gece bile ev dışında kalmamış kadına hayatı gösterdi. Fakat bir koşulla: Erkeğin kadın üzerindeki Kadının toplumun her alanında türbanlı olmak koşuluyla var olmasının “özgürlük” diye savunulmasını elbette ki kabul etmeyeceğiz. Türbanın içinde hem erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün hem de burjuva sınıfsal-siyasal-toplumsal bir boyunduruğun saklı olduğunu bileceğiz. Kadının özgürleşmesi, işçi sınıfının kurtuluşuyla aynı mücadele potasında, sınıfa karşı sınıf savaşında yatıyor. Bu yangını bezlere büründürüp söndürmenize, yeni kadın kuşaklarını zehirlemenize izin vermeyeceğiz diyeceğiz. Dini, mezhebi vb yüzünden kimseye baskı yapılmamasını savunurken, “özgürlük” adına “Haydi başörtülü kızlar okula” sloganlarının peşine de düşmeyeceğiz! Fakat işçilere tek düşman olarak AKP hükümetini gösterip burjuva sınıf egemenliğini gizlemeyi kendisine görev bilenleri unutmayalım! Başını TKP‘nin çektiği bu kesimler, dinin yaşamda daha fazla yer bulmaması adı altında -en son yan çizip kıvırtan CHP‘den sonra- kaderimizi ordunun, Yargıtay Başsavcısı’nın vb gürlemelerine bağlamamızı istiyorlar. Dinin toplumsal-sınıfsal temellerini kurutmak için hiçbir şey yapmadan, polisiye ve askeri tedbirlerle onu -hem de büyük bir sahtekarlıkla- geriletmeye çalışmanın tam da yangına benzin dökmek anlamına geldiğini gizliyor; sınıf işbirliğinin en kirlisine, darbecilerle kucaklaşmaya girişiyorlar. Sınıf mücadelesine en uzak olanların türban yasağına en sevdalı olmalarının sebebi bu… Kadınlar ve işçi sınıfı, türban tartışmasında tıpkı liberal “özgürlük” savunucuları gibi bunların da burjuva karakterini bir kez daha bir görmek, kendi özgürlük ve kurtuluşunun yolunu sınıf dışı tuzaklara düşmeden çizmek zorunda! NƦNRJHQNXN %XUMXYDSDUWLOHULQWLPVDK\ÖUÖ\ÖíÖ Burjuva muhalefet partilerinde de burjuva siyasetin yeni neoliberal düzlemine geçiş ve bu çerçevede dönüşüm sarsıntıları arttı. Saadet Partisi bölündü. MHP referandumdan ciddi oy ve irtifa kaybederek, daha fazla içe dönüp savunmaya çekilerek çıkabildi. CHP’nin ise Kemal Kılıçdaroğlu ile girdiği “kırmızı çizgilerinin” silinmesi ve liberal dönüşüm süreci, türban konusunda yeni gelgitler ve sarsıntılar ile hızlanıyor. Tüm burjuva muhalefet partilerine sirayet eden bu sarsıntı ve çatlamalarda, burjuva rejimin önceki biçiminin ve geleneksel devlet ideolojisi-politikası kodlarının, tüm kurum ve organlarıyla çözülmesinin hızlanmasını görmeliyiz. Tıpkı ordu ve yargı gibi, geleneksel rejim partisi karakterine sahip CHP, MHP, SP gibi partilerin bu sarsıntı ve çözülmeyi daha şiddetli yaşamasında şaşıracak bir şey yoktur. Bu, burjuvazinin ihtiyacına artık yanıt vermeyen geleneksel devlet rejimin tüm kurum ve organlarıyla çözülmesi ve azami sömürü ve azami egemenlik için yeniden yapılandırılmasının geleneksel burjuva partileri nezdindeki ifadesidir. Referandumdan eli güçlenerek çıkan AKP ise, eski rejim kalıntısı muhalefetin yaşanan çözülme ve liberal dönüşüm sarsıntılarıyla zayıflamasıyla, genel seçimlere daha rahatlamış biçimde ve pervasızlaşarak gitmektedir. Sınıf bilinçli işçilerin burjuva siyaset sahnesindeki bu gelişmelerden çıkarması gereken dersler şunlardır: 1- Karşı karşıya olduğumuz yalnızca AKP’nin güçlenmesi değil, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ve sömürüsünün yeni bir temelde örgütlenmesidir. AKP bunun bugünkü yürütücüsüdür. Ancak di- ğer burjuva partilerin de ondan bir farkı giderek kalmamaktadır. Tüm burjuva partileri ve devlet kurumları, burjuvazinin bu yeni egemenlik biçimi çerçevesinde yeni bir potaya dökülmekte, bir nevi AKP’lileşmektedir. 2- Buna, önceki rejim ve kalıntılarına yapışarak karşı koymaya çalışmak nafile çabadır. Bağımsız sosyalist devrimci sınıf savaşımı çizgisine sahip olmayan tüm burjuva ve küçük burjuva siyasetler, bu süreçte hızlanan bir çözülme yaşamakta, ya eski rejim kalıntılarına tutunmaya çalışarak ya da AKP ve neoliberalizm yörüngesine girerek, eriyikleşmektedir. Asıl yapılması gereken, burjuvazinin bu yeni egemenlik düzleminden geriye değil, ileriye doğru bağımsız sınıf mücadelesini geliştirmektir. Burjuva sınıf egemenliğinin yeni biçimi olan neoliberal burjuva demokrasisinin, kendisine tam karşıt bir eksenden gelmeyen her türlü kurum ve partiyi, her türlü hareketi, her türlü muhalefeti nasıl kolayca yutup öğüteverdiğini iyi görmeliyiz. Bunun karşısında ancak sosyalist devrimci proleter mücadele çizgisi ve sosyalist işçi demokrasisi ile çıkılabilir ve başarılı bir mücadele yürütülebilir. SP: Erbakan ve Milli Görüş çizgisindeki Saadet Partisi’nin oy oranının azlığına karşın, geleneksel radikal dinci, antibatıcı, anti-siyonist söylemleriyle politika sahnesinde ve (kendisinden kopmuş) AKP üzerinde belli bir etkisi ve basıncı vardı. AKP benzeri liberal islam çerçevesinde Numan Kurtulmuş’un da partiden geniş bir kesimle birlikte ayrılmasıyla, Erbakan ve Milli Görüş çizgisinin de ıskartaya çıkartılma süreci hızlanmış oluyor. CHP: Deniz Baykal operasyonuyla CHP’de burjuva egemenliğin ve politikasının neoliberal düzlemine geçişin startı verilmişti. Orduya ve yargıya dayalı politika yapan CHP, ordu ve yargıda çözülmeyle birlikte boşlukta sallanmaya başlamıştı. Kılıçdaroğlu ile CHP, önceki rejim partisi görünümünden sıyrılıp neoliberal siyaset düzlemine geçmeye çalıştıkça, önceki varlık kodları olan antiAKP’cilik, türban ve Kürt sorunundaki söylemlerini değiştirmeye çalıştıkça, büsbütün boşa düşüp AKP’nin oyuncağı olmaya başladı. CHP’deki iç çözülme ve dönüşüm sarsıntılarının bugünkü gelgitleri ne olursa olsun, daha neoliberal-kemalist bir çizgiye, bir tür İngiltere’deki Blair benzeri “üçüncü yol” versiyonuna evrilmesi ile sonuçlanacaktır. TKP, Halkevleri gibi ulusalcıdevletçi reformist hareketler ise burjuva muhalefet partilerinin çözülmesinin doğurduğu boşluğu doldurmayı marifet sayarak, onların yerini alıyorlar! MHP: Referandumdan ciddi oy, taban ve konum kaybederek çıktı. Faşist rejimin bu elikanlı faşist partisinin, faşist rejimin çözüldüğü, burjuvazinin Kürt, Alevi, Ermeni, Kıbrıs sorunlarında neoliberal politika düzlemine geçtiği yerde, zemin kaybetmesi kaçınılmazdı. Burjuvazi onu yedekte tutmaya ve ihtiyaç duyduğu yerde vurucu güç olarak kullanmaya devam edecek, ancak neoliberal siyasetin yeni düzleminde biraz daha geri plana çekecektir. NƦNRJHQNXN %LUoEHEHNpYHELUoÁDQWDp toplumsal çürüme kokusuna, bulvar tiyatrocusu Ali Poyrazoğlu’nun tecavüzle ilgili aşağılık ‘muhabbet’i, bu ‘muhabbet’e kadınlar dahil gülüşülüp alkışlanması eklendi. Cinsel taciz ve saldırganlığın emekçiler, gençler arasında da yaygın dili, kendisine yeni bir fantezi daha edindi! Vedat Türkali’nin senaryosuna dayanan “Fatmagül’ün Suçu Ne?” 1986’da filme çekildiğinde hangi toplumsal etkiyi yaratmıştı bilmek zor. O yıllara damgasını vuran, Ümit Efekan’ın yönettiği “Madde 438”di. TCK’nın 438. maddesinde, “fuhuşu kendine meslek edinen bir kadın”a tecavüz edildiğinde, suçluya verilecek cezanın üçte ikisine kadarı indirilir deniyordu. 1990’da bir tecavüz olayında verilen cezanın kurbanın fahişe olduğu gerekçesiyle indirilmesinin ardından Anayasa Mahkemesi’ne yasanın iptali için yapılan başvuru reddedildi. Olayın yarattığı tepkilerle birlikte yasa yürürlükten kaldırıldı. Tecavüzcünün kurbanıyla evlenerek cezadan kurtulması ise, ta 2005’e kadar yasalardaki yerini korudu. Ancak dizinin kadın sorununun çok daha gün yüzünde olduğu 2010 yılındaki etkisi, bu yükün sistemin yüzüne tokat gibi çarpılması olmadı. Onun yerine, her 29 saniyede bir -saatinize bakın!- bir kadının -çevrenize bakın!- tecavüze uğradığı, en gelişmiş kapitalist ülkelerde “bile” tecavüz olaylarının ancak yüzde 20’sinin rapor edildiği bir dünyada -kapitalist topluma bakın!- “Fatmagül’ün Suçu Ne?” gündeme hangi oyuncuya daha iyi tecavüz edildiği ile oturdu. Medyanın ve “sosyal medya”nın derhal devreye soktuğu foto galeriler, videolar, en “sert” tecavüz sahnelerinin bulunduğu filmlerden/sahnelerden yayılan “Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi”… Sıra, kapitalizmin ayrımsız her şeyi “ürüne” dönüştürme, kadını aşağıladıkça kendisi de düşkünleşen bir yığına çevirdiği erkeği “ürüne yönlendirme” kuralına uygun olarak “Fatmagül donu” ve “şişme Fatmagül’e” gelmiş. İnsanın en doğal ve en insani edimlerinden birini, içinde bırakalım aşkı, artık insanın bile olmadığı tiksinti verici bir kullanım ilişkisine çeviren kapitalizmin “erotik ürün sanayii”, kimbilir hangi merdiven altında, kadınıyla erkeğiyle kimbilir kaç işçiye bu püsürü ürettirmiş. Bu rezaleti bugün “herkes” yadırgadı, “ahlak ve edep dışı” bulup kınadı. Ne gam! Ve ne ikiyüzlülük! Aynı “herkes”, kadını hiç değilse “seyirlik bir nesne” olarak görmeye devam etmiyor mu? O halde burada “kınanan”, aşağılık da olsa bir “aşırılık” olmuyor mu? En gelişmiş, kadının en “özgür” olduğu söylenen, parlamentolarında yüzde 50 temsil oranına ulaştığı kapitalist ülkelerdeki “piyasa”nın ülkemizde geleneklerimizden, aile yapımızdan dolayı tutunamayacağını mı düşünüyoruz yoksa? Aynı geleneklerin, aynı aile yapısının içinde neleri saklı tuttuğunu ve şimdi çözüldükçe kustuğunu unutarak? Pornografinin internet ortamında en fazla aranan konu olduğunu gözardı ederek? Gençlerin diline düşen Mavi reklamındaki “Vay vay vay çantaya bak…” mı? Sokağın en “alışılageldik” taciz formatıyla o, kimsenin ilgisini çekmiyor!! Kadınların ezilmişliğini, cinsel saldırı nesnesi olmalarını sadece “empati yaparak” ortadan kaldıramayız. Nerede oturuyorsanız oradan düşünürsünüz ve kökleri binlerce yıla dayanan bu kire bir şekilde ortak olursunuz. Kapitalizm sırf bu nedenle bile bir gün fazla yaşamamalıdır. Ama… aynı zamanda bizzat kapitalist sistemin çocuğu olan bu sanayii yerle bir etmenin, onu plastikleriyle boğmanın sırası gelmedi mi? Geriye dönük yapılan bir araştırmaya göre, ABD’de 17,7 milyon kadın ve 2,8 milyon erkek yaşamının bir kesitinde tecavüze uğradı. Araştırmanın ertesi yılı, 300 bin kadın, 92 bin erkek tecavüze maruz kaldı. ABD nüfusu 300 milyon. ABD’de her 4 kız ve 6 erkek çocuktan biri cinsel tacize uğruyor ve ancak 20 tacizciden biri ağır cezaya çarptırılıyor. Toplumsal çürümenin en belirgin göstergelerinden biri olan tecavüzdeki artış, cinsel saldırganlığın geleneksel tabulara bağlanamayacağı gelişmiş kapitalist ülke devletlerini “meşgul” ediyor; cezaların ağırlaştırılması, tecavüzcülerin kısırlaştırılması gibi yöntemler dahil tartışılıyor. Tecavüzün rapor edilmesindeki en önemli engellerden biri, soruşturma ve mahkeme sürecinin ayrı bir tecavüz olması. İtalya, Güney Kore ve Avustralya’da mahkemeler, blucinli bir kadına tecavüz edilemeyeceği gerekçesiyle tecavüzcüyü beraat ettirdi. Avrupa’nın çocuk fuhuşu turizminin gözdesi Güneydoğu Asya ülkelerine Türkiye’deki firmalar da bayi “motivasyon” gezileri düzenliyor. Angelina Jolie’nin ilk yönetmenlik denemesini yapacağı film, onbinlerce Bosnalı kadın ve çocuğa tecavüz edilen toplama kamplarında, “tecavüzcüsüne aşık olan bir Boşnak kadını” anlatıyor. Bosnalı kadınlar, bir başka “şişme bebek” hikayesi olan bu Hollywood temasına karşı “Toplama kampında aşk olmaz” diye öfkeyle haykırdılar. Bosna Hersek devleti ise, “Kaynağın kötüsü olmaz” diyerek filmin Bosna’da çekilmesini kabul etti! NƦNRJHQNXN 0HWDO7ñ6nOHULVDGHFHPHWDO7ñ6nOHULGHðLOGLU -N¦GNW9Á8XFIJHJJPTSTRNPYFQJUQJWQJÖJPRJÀNRN_N¦NSR»HFIJQJJIJWJP×PF_FSÂQFRF_'ZWOZ[F_NN¦NSJPTSTRN[JXN^FXJYF^W IJÀNQINW3JTQNGJWFQ^JSNIJS^FUÂQFSIÂWRFJPTSTRNPTQIZÀZPFIFWXN^FXNXN^FXNTQIZÀZPFIFWYTUQZRXFQ[JP»QY»WJQGNWXFQIÂWÂIÂW Metal sektöründe patronlar ve işçiler 2008 krizini nasıl geçirdiler? Metal patronları, tepesinde oturdukları burjuva devletle birlikte, bu krizi de fırsata çeviriverdi: Vergi muafiyeti, teşvik primleri, “istihdam giderlerini azaltıcı önlemler”, sömürünün önünün daha bir açılması… Biz işçiler için ise sıfır zam, sosyal haklarımızın gaspı, esnek çalışma, toplu işten çıkarmalar!.. Metal sektöründe TİS sürecine bu koşullarda girildi. Metal sektörü tekelci burjuvazinin can damarlarından biridir. Bu yüzden MESS’in TİS stratejisi her zaman burjuvazinin bir bütün olarak işçi sınıfına saldırı stratejisi olarak hazırlanır. Bunun, metal grup sözleşmesindeki somut ifadesi; güvencesizlik ve esnekleştirme, sıfır zam, ikramiyelerin çalışma günleri esasına göre belirlenmesi (yani ikramiye hakkının uçurulması da diyebiliriz) vb. vb… MESS’in metal işçilerinin sırtındaki zehirli hançeri Türk Metal Sendikası esnek çalışmayla derdi olmadığını kerelerce ispatlamıştı. İstediği zam oranı ise %5+25 kuruş! Metal işçileri arasında ücret makasını daha bir açıp bölünmesine hizmet eden, saat ücreti 4 TL’nin altında olan metal işçilerinin ağırlıklı bir bölümü için sıfır sözleşmenin bir başka versiyonu! Buna yanıt metal işçisinin Türk Metal hançerini sırtından söküp atmak olmalıdır. Birleşik Metal İş ise TİS’de esnek çalışmanın dayatılması anlamına gelecek maddelerin grev nedeni olduğunu önden ilan etmiş olmasına rağmen işçi sınıfının mücadele kapasitesini geliştirecek hiçbir hazırlığın içerisinde değil. Hazırlanan TİS taslağına damgasını vuran, asgari savunma çizgisidir. Hak kazanmak için mücadele değil, süregiden hak kayıplarını bir nebze azaltma çizgisidir. Bunu aşan tek talep işgünün 8 saatten 7.5 saate, haftalık çalışmanın da 37.5 saate düşürülmesi talebidir. (Metal işkolunda çalışma saatlerinin düşürülmesi ve “6 saatlik işgünü insanca yaşanacak ücret” önümüzdeki günlerde uluslararası işçi sınıfının ortak talebi olarak sıkça gündem olacaktır. İşçi sınıfı uluslar arası bir sınıftır. Taleplerimizin belirlenmesinde bu da temel bir belirleyen olarak devreye girmelidir.) TEKEL işçilerinin eylemleriyle kısmi bir canlanma yaşayan işçi sınıfının öz savunma eylemleri, son dönemlerde metal sektöründe giderek ağırlaşan çalışma koşulları ve düşen ücretler zemininde de kendisini his- settirmeye başladı. Metal sektöründe de örgütlenme arayışları ve işten atılmalara karşı direnişler gelişiyor. Pasif direnişler yerini bugün için sınırlı kalsa da, işgal ve eylemli dayanışma eylemlerine bırakmaktadır. Dün metal sektörünün kümeleşme noktalarından biri olan Gebze’de işgalin adı ÇELMER’di, bugün MUTAŞ Demirçelik… MESS patronlarıyla kolkola ihanet sözleşmesinin taslağını hazırlayan Türk Metal’e karşı öfkenin adı dün Bursa’da Bosch, Renault işçileriydi, bugün alttan alta kaynayan Ford Otosan işçileri… İşte metal TİS’lerinde burjuvaziyi ve sınıf işbirlikçilerini rahatsız eden, ihanet belgesini imzalayıvermeyi zorlaştıran güç bu alttan alta gelişen işçi öfkesidir. Ancak metal işçisinin örgütlenme arayışları, öfke birikimi bir mücadele kanalı bulamadığında tıpkı Türk Metal’in ‘98 ihanetine karşı gelişen öfke patlaması gibi sönümlenir. Bu öfke birikimine yön verecek olan sınıfın mücadele programı ve öz örgütlülükleridir. Metal işçileri işyerlerinde, sendika ayrımı yapmadan havzalarda işçi komiteleri ve meclislerini örgütlemeli, TİS komiteleri kurmalı, güvencesizlik saldırısıyla karşı karşıya olan sınıfın tüm bölükleriyle ortak mücadele platformlarında buluşmalıdır. Sendika ağalarının ihanetinin önüne geçecek olan ancak metal işçilerinin ortak mücadele programı ve mücadele inisiyatifini geliştiren taban organlarıdır. Hiçbir TİS sadece ekonomik taleplerle, “ekmeğimiz için mücadele ederek”, kazanılamaz. Burjuvazi için ekonomi ve siyaset ayrı değildir. Neoliberal yeniden yapılandırma ekonomik olduğu kadar, siyasi, siyasi olduğu kadar toplumsal ve kültürel bir saldırıdır. MESS patronlarının dayattığı esnek çalışmayı İş Yasası’ndan, “istihdam giderlerini azaltmayı ve istihdamı artırma”yı (kısa zamanlı çalışma, telafi çalışma, işçi kiralama vb. gibi esneklikte sınır tanımayan uygulamaların yanısıra, bölgesel asgari ücret) hedefleyen Ulusal İstihdam Stratejisi’nden bağımsız ele alabilir miyiz? Mutaş işçilerinin fabrika işgali, işçilere yiyecek ve su verilmesini dahi engelleyen polis ablukasından, devlet teröründen bağımsız düşünülüp örgütlenebilir mi? Ve yine Mutaş işgali, direnişi duyar duymaz soluğu sınıf kardeşlerinin yanında alan Yücel Boru, Çel-Mer işçilerinden bağımsız düşünülebilinir mi? Ve bizim TİS stratejimiz sadece hak kayıplarını bir nebze azaltmakla sınırlı olabilir mi? Bu da TİS sürecinin protesto niteliğini aşmayan eylemlerle asla olamaz. Fransa’dan yükselen sese kulak verelim; grev, işgal, blokaj! Türkiye işçi sınıfı içerisinde mücadele birikimiyle önemli bir yere sahip metal işçilerinin her kazanımı emeğin korunması mücadelesini geliştirecek, sınıfa karşı sınıf duruşunu ilerletecektir. Metal Grup TİS’i dün de sadece Metal TİS’i değildi, ama artık hiç değil! Kahrolsun Ücretli kölelik düzeni! TİS komitelerimizi, işçi meclislerimizi kuralım, TİS sürecinin inisiyatifini elimize alalım! Kahrolsun Türk Metal ağaları! Grev, işgal, blokaj! 6 Saatlik işgünü, insanca yaşanacak ücret! İşten atılmalar yasaklansın! Kölece çalışmaya, kölece yaşamaya hayır! Birleşe birleşe kazanacağız! NƦNRJHQNXN ñíVL]OLðLPL]LQHYUHOHUL Bir umutla ayrıldığım iş ortamına, umutsuzluklarla geri dönmek zorunda kalıyorum. Beni buna zorlayan ”işsizlik”! Ayrılırken daha iyi koşullarda ve beni mutlu edebilecek iş bulma umudum, işsizliğin karanlığında kaybolmamak için, bu kez işin koşul ve şartlarına bakmadan bir iş bulma isteğine dönüşüyor. Çünkü işsizlik de beni yalnızlaştırıyor, eve hapis edip, sosyal ortamdan uzaklaştırıyor. Tabii bu süreçte bir de işten ayrılırken hiç hesaba katmadığımız çevre faktörü var. “Nasılsın kızım, nereye kızım?” soruları yerine “İş bulabildin mi kızım?” , “Çalışıyor musun” soruları başlıyor. Bu ve buna benzer sorulara “işsizim” demiyorum; çünkü, sınavlarım oluyor her defasında. Sınavlar hiç bitmiyor, KPSS, AÖF, bankaların açtığı sınavlar…. diye alıp başını gidiyor sınav isimleri. Sonuçları her defasında olumsuz olsa da, umutsuz olunmuyor! Bu nedenle benim işsizliğimin diğer adı sınavlar. Çünkü sınavlara hazırlanmak için işten ayrılıyorum, yoksa çalıştığım işte çok ”mutluyum”!!! Aslında benim işsizliğimin evreleri var. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum ve biliyorum ki her işsizin işsizlik evreleri var, hatta bazılarının sonu intihar bile olabiliyor: 1. Evre: “Oh beee….” Çünkü benim emeğimi sömüren, beni benden uzaklaştırıp, yabancılaştıran, yalnızlaştıran işten kurtuldum, özgürüm. Yeniden hayal kurma cesareti gösterip, umutlanıyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. 2. Evre: Bu mutluluğun yerini “Neden çıktım ki, hiçbir işyeri bir diğerinden farklı değil, hepsi emek sömürüsü üzerine kurulu, keşke kalsaydım, hiç değilse beni tanıyorlardı, alışmıştım da…. üfffff param da bitti, aileme yük oluyorum. Almak istediklerim, yapmak istediklerim ne kadar da fazla. Bunlar için paraya, para için de acil bir işe ihtiyacım var” biçiminde pişmanlık içeren cümleler alıyor. 3. Evre: “İşsizim, yalnızım, beni sevmiyorlar, çünkü bir işe yaramıyorum. Sadece tüketiyorum, ilk bulduğum işe girmeliyim, sınavlar da bitti. Şimdi herkese işsizim demek…… üffff…. keşke…….” 4. Evre: Yeni ve farklı bir iş, aynı kendinden uzaklaştırma, aynı yalnızlaştırma, aynı mutsuzluk... Durum bu. Peki ya çözüm? Çözüm yok mu sizce arkadaşlar? Ankara’dan bir İşçi Meclisi okuru %HQÁÐ]ÖPÖJHUÁHNOHíWLUHFHNRODQÜP Üniversiteyi bitireli yıllar olmuştu, hatırlıyorum yana yakıla iş arıyordum. Biliyordum bu işin aslında en zor iş olduğunu. En zor işti benim için de işsizlik! İlk iş olarak bir arkadaşın tavsiyesiyle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvurarak ücretli öğretmenlik yaptım. Şimdi bakıyorum da gerçekten ücretli kölelikti yaşadığım: Kendi imkanlarımla gidiş-dönüş yapıyor, kendi imkanlarımla karnımı doyuruyordum ve üstelik sigortam da “okulun bütçesi yok” bahanesiyle ödenmiyordu. “Bu böyle olmayacak” dedim ve bir yıl sonra binbir zahmetle, binbir aracıyla perakende ve turizm sektöründeki bir holdingte bir iş buldum. Maaş asgari ücret, servis ve yemek de var. Ya sonrası? Ölü gibi bir yaşam, saatlerce karşılığı alınmayan zorunlu mesailer, hafta sonu da dahil olmak üzere resmen kölece bir yaşam. Yaşadığım yerin küçük bir ilçe oluşundan burada çalışanlar için bunlar bile lütuf gibi geliyordu. Oysa ki, saatlerce gece mesaisi yapıp ertesi gün işe 15 dakika geç kaldığım için maaşım kesildiğinde ilgili müdür “Mesaiye kalman senin sorunun, zamanında bitirseydin işini” diyordu. “Kamu” dedim tekrar, ne de olsa “devletin güvencesi”! Yine binbir zahmet ve aracıyla ilçe belediyesine bağlı belde belediyesinde iş buldum bu sefer de. Bu kez en azından zorunlu mesai yok diye sevinirken, Belediye başkanı çoktan patron olmuş da haberim yokmuş meğer. Asgari ücret veriyor, “Fakat seni 5 ay 29 gün çalıştırabilirim” deyiverdi. Meğer kamuyu çoktan parçalamışlar, beni de geçici mevsimlik işçi statüsünde almışlar işe. 5 ay 29 gün sonrası “Sözleşmeni yenileyemem, böyle idare et, bir çözüm bulacağım” dedi ve buldu: 1 yıl güvencesiz çalıştırma! Belde belediyelerinin kapanıp İlçe belediyelerine bağlanmasıyla sayın patron başkan tekrar lütfetti, “sigortanı yaptık ki ilçe belediyesine devrolabil diye”, aslında işin hukuksal boyutu korkutuyordu onu… Artık mangalda kül bırakmayan, “özgürlüğün ve emeğin bekçisiyim” diyen CHP‘li bir belediyedeydim, görece daha iyi şartlarda sigortam ödeniyor ve mesai ücretimi az da olsa alabiliyordum. Ne mi oldu? 1 yıl sonra “kadro fazlası” diyerek sözleşmemi yenilemediler ve işten çıkarttılar beni ve benim gibi 100’e yakın arkadaşı. Ertesi günlerde gözümüzle gördük, yeni arkadaşları işe aldıklarını. Şimdi sigortasız bir işte çalışıyorum, çünkü bu düzende yaşamam için kazanmam lazım az da olsa. Nasıl da alıştırdıklarını görüyorum bir taraftan da bizi, azla yetin işçi! Sen kimsin ki! Ben kim miyim? Çözümü gerçekleştirecek olanım. Çözüm bizim kendi meclislerimizde. Kendi yönetimlerimize ihtiyacımız var, patron veya burjuva demokrasisinin partileri bi- zim için değil, ait oldukları sınıf için demokrasi dağıtıyorlar ve hiç birisi işsizliğe çözüm değil, bizim kurtuluşumuz proletarya demokrasisinde. Bizim kurtuluşumuz kendi ellerimizle yaratacağımız dünyada. Onların demokrasisinde işçi ve emekçiler için çözüm yok. Yaşasın sosyalist işçi demokrasisi! İstanbul’dan bir İşçi Meclisi okuru NƦNRJHQNXN )UDQVDnGD LíÁLVÜQÜIÜGLUHQL\RU Geçtiğimiz iki ay boyunca dünya işçi sınıfı, emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı Fransızca dövüştü! Gazetemiz İşçi Meclisi yayına girdiği sırada Fransa işçi sınıfı son iki aydaki 7. genel grevini gerçekleştirmek üzereydi. yapılan röportajda “Biz emeklilik yasasını geriye çektiremiyebilir, yenilebiliriz, böyle de olsa üzülmem, çünkü yol açıldı” dedi. Bu ifade tesadüf değil. Emeklilik yasa tasarısının geriye çekilmesi için yaklaşık iki aydır süren grev ve gösteriler son etaba girmiş durumda. Yasa çıktıktan sonra yapılacak genel grevlerde izlenegelen reformist hat aşılıp genel grev genel direniş çizgisine sıçranmaz, tüm hayatı kilitleyecek, daha kitlesel ve eylemin politik karakterine uygun bir tutum geliştirilmezse işçi sınıfının devrimci bir kararlılık ve özveriyle sürdürdüğü eylemlerin başarıyla sonuçlanması olasılığı görünmüyor. Sınıfa karşı sınıf mücadelesi böyle olur işte. Tüm ülke ulaşım ağını felç etmek, Fransız burjuvazisini -çalışmayınca işçiler- iki litre benzine mahkum etmek, ülkenin tüm lise ve üniversitelerini bloke etmek, burjuva demokrasisinin işçiler için değil, sermaye için bir demokrasi olduğunu başı sıkışan burjuva devletin polis saldırısıyla tüm dünyaya bir kez daha teşhir etmek böyle olur işte! Geleceğin sınıfı proletaryanın gücünü bugünden göstermesi demek ki böyle oluyor. İşçi sınıfının tüm hayatı felç etmesine karşın Fransız toplumundan aldığı destek Sarkozy hükümetini şimdiden gelecek seçimler için kara kara düşündürüyor. “Babalarımızı emekli etmezseniz biz nasıl iş bulacağız” diyen liseli ve üniversiteli gençler, işçi sınıfının yanında, onunla birlikte dövüşünce nasıl bir güç ve dinamizm katıyorlar, bunu Fransa’da görüyoruz bir kez daha. Öğrencilerle işçilerin, işçi sınıfının vasıf, yaş, cinsiyet, milliyet tanımadan kolektif bir bilinçle direnmesi böyle oluyormuş diyoruz. Grevlerin içinden… Grevlerin seyrine ilişkin olarak bazı öncü işçilerden aldığımız bilgiler şöyle: Marsilya, Havre, Toulouse ve rafinerilerde, Paris’in bazı bölgelerinde grevler daha canlı olarak sürüyor. Eğitim emekçilerinde ise grevlere katılım oldukça düşük. Grevler, neredeyse bütünüyle kamusal alanla sınırlı. Bu da grevlerin etkisini çok azaltıyor. Fransa’da en az 30 milyon işçi olduğunu varsayarsak, kitlesel grevlere katılımın 2 ila 3 milyon 100 bin arasında olması eylemin zayıflığı olarak ortaya çıkıyor. Keza grevci kitlesinin büyük sayıda olduğu yerlerde dahi grev kırıcılık yaparak çalışmaya devam edenlere yönelik hiçbir şey yapılmıyor olması da bir sorun. Grevlerin daha yükseltilmesi ve hayatı durduracak bir genel grev düzeyine çıkartılması amacıyla çeşitli devrimci grup ve kişilerce yürütülen girişimler ise cılız ve etkisiz olarak kaldı. Bu amaçla farklı sendikalar içerisinden ortak imzalı bir metin çıkarıldı. Fakat metin, gerek sürecin ve grevin değerlendirilmesi yönüyle, gerekse hedef koyucu olmayışıyla ve temellerinin zayıflığıyla sonuçsuz kaldı. Yukarda belirttiğimiz birkaç bölgede grevler ve gösteriler daha canlı geçmesine karşın onların içerisinden sendikaların içinde ya da dışında ortaya çıkmış veya nüvesel farklı sınıf örgüt biçimleri bulunmuyor. Kuşkusuz tüm hareketin bilgisine sahip değiliz. Yerel düzeylerde devrimci etki yaratmaya yönelik çalışmalar az da olsa var. Fakat bunlar hareketin yığınsallığı içerisinde kaybolan bir durumdalar. Sözü edilebilir bir etkileri yok. Bu sadece sayısal olarak çok az olmaktan da kaynaklanmıyor, politik perspektif sunma ve örgütsel biçimler önerme yönüyle de, sınıfın siyasal bilincini geliştirme amaçlı bir faaliyeti örgütleme yönüyle de çok zayıflar. Yasa geçti… Fransa son bir ay içerisinde 7. genel grevini yaşıyor. Yine de emeklilik yaşını yükselten yasanın parlamentodan geçmesi engellenemedi. Burjuva meclis, işçilerin meclisi değil! Bu tarihsel gerçeği işçi sınıfı Fransa’da bir kez daha tecrübe etti. Parlamentoda geçen ay boyunca iki reformist parti, Sosyalist Parti ve Komünist Parti çok sayıda değişiklik önergesi vererek yasanın çıkmasını geciktirmeye çalıştılar. Fransa’da işçi sınıfı etkin ve köklü bir sosyalist devrimci partiye henüz sahip değil. Siyasal inisiyatif sendikalarla paslaşma halinde parlamentoda değişiklik önergeleriyle engelleme muhalefeti yürüten Sosyalist Parti’de. Sosyalist Parti yöneticileri, popüler isimleri büyük eylemlere kattılar ve her gün hükümete saldıran açıklamalar yaptılar. Bu süreçte Sarkozy’ nin UMP’si zayıflarken Sosyalist Parti ise kaybetmiş olduğu oyları geriye almış görünüyor. Yasayı değiştireceği vaadiyle de kitlelerin umudunu seçime doğru çekiyor. Eylemlerin örgütleyicisi sendikalar ve özellikle CGT. Sendikaların özellikle CGT’nin süreçteki belirleyiciliği, eylemin etki gücünü büyütmekle birlikte zayıf karnını da oluşturdu. Çünkü sendikalar direnişçi bir geleneğe sahip de olsa, aşağıdan sınıf tarafından ittirilseler de, kendiliğinden bilincin, bugüne dek Sosyalist Parti ve Komünist Parti’nin parlamentodaki muhalefeti ile bağlantılı bir hareket geliştirmenin dışına çıkmış değiller. Militan bir sınıf hareketi geleneğinden geliyor olmanın canlılığı CGT’li bazı işçi gruplarından yansıyor olmakla birlikte, eylemler süresinde ekonomist reformist bir hattın dışına çıkılmadı. Bunun sonuçları görüldü. Son etaba girerken Yaptığımız konuşmalarda yaklaşık iki aydır kitlesel biçimler kazanarak süren grev ve gösterilerin sınıf hareketi üzerindeki etkisini ölçmeye, anlamaya çalıştık. Bir kadın işçi kendisiyle Bir yenilgi durumunda sınıf hareketinde belli bir gerilemeye yol açacak olsa da sınıfın belli bölüklerine özgüven kazandırması yönüyle de eylemin sınıf üzerinde etkisi olacak ve sendikal ve siyasal yeni arayışlara da yol açacaktır. Kesin olan bu. Ayrıca bunun daha devamı da var. Fransa 6 Kasım’a, yeni bir genel greve hazırlanıyor. Avrupa burjuvazisi, emeklilik yaşını Avrupa genelinde bir çok ülkede 65’e çekmişti. Ancak Fransa işçi sınıfı başarıya aç işçi sınıfı hareketine yeni bir soluk taşıdı. Akdeniz ülkelerindeki kriz dalgası ve birbiri ardına ekonomik çöküşler ulusallığı aşmayan, ancak yaygın ve kitlesel işçi eylemleriyle karşılanmıştı. Bunun birikimi oluştu. Sönümlenmeye yüz tutan ateş bu kez Fransa’da harlandı. İşçi sınıfının Fransızca dövüşmeyi hatırlaması önümüzdeki dönemde İngiliz işçi sınıfına da esin kaynağı olursa, AB burjuvazisinin Almanyaİngiltere-Fransa’dan oluşan üçlü sacayağındaki dengesizlik büyüyecek. Avrupa’daki burjuva demokrasisi, işçi sınıfının tepkisini düzeniçi/sendikal mücadele ve reformist partiler aracılığıyla sistem içinde çözüm yönünde soğursa da, siz bir de inisiyatifin biz işçilere geçtiği, kendi mücadeleci sınıf örgütlenmelerimizle, devrimci işçi meclis ve konseyleri ile bu eylemlerin öncülüğünü yapacağımız günleri düşünün. İşçi sınıfı bugün Fransızca dövüşüyor, doğrusu şu; işçi sınıfı aslında proleterce dövüşüyor, proletaryanın devrimci dilinden dövüşmeyi de elbet başaracak. Kendi sınıf çıkarı için dövüşen işçiler, kendi sınıf çıkarı için delice dövüşen burjuvaziye yanıt vermeyi böyle öğreniyor. NƦNRJHQNXN Grevci bir işçi veya bir öğrenci değilseniz grevin soluğunu duyacağınız, gücünü hissedeceğiniz yerler metrolar ve sokaklar. Trene bindiğiniz andan itibaren grev yapan işçiler, boykotçu öğrenciler, yürüyüşe katılmak için yola dökülmüş büyük gruplarla bir aradasınız. Yürüyüşe gitmek için bindiğim trende boykota giderek okulu kırmış, öğrenci neşesiyle yürüyüşe katılmak için yola çıkmış liseli bir öğrenci grubuyla karşılaştım. Yürüyüş alanına kadar onlarla birlikte gittim. Genç ve eylemde olmanın canlılığıyla «ertesi gün de sürecek mi?”, “süresiz mi yapacağız?” soruları ve yanıtlarıyla aralarında boykotu konuşuyorlar. Liselerden boykota katılımda önceki grevlere göre hızlı bir artma var. Öğrenci hareketindeki gerileme önceki kitle grevlerine düşük katılımda görülüyordu. 12 Ekim grevine ise lise öğrencileri kitlesel ve canlı bir katılım gösterdiler. 357 ile 400 arasında lisede boykot gerçekleştirildi ve lise öğrencileri yürüyüşlerde de aktif olarak yer aldılar. Halen liseliler ve üniversiteliler eylemdeki en aktif ve militan kesimi oluşturuyor. Yürüyüş alanına başka bir trenle gelen bir yoldaş lise öğrencilerinin “Boku yedin Sarkozy/Gençlik sokağa iniyor!” sloganını attıklarını söyledi. Montpellier lise öğrencileri caddeyi çöp bidonlarıyla kapatarak blokaj gerçekleştirdiler. Liseli ve üniversiteli gençlerin genel grevin en canlı ve mücadeleci kesimini oluşturması tesadüf değil. Öğrenciler, karar alma ve uygulama süreçlerinde gazetemiz İşçi Meclisi’nin savunduğuna benzer biçimde bir çeşit doğrudan demokrasi uyguluyorlar. Tüm okulun katıldığı 500 ila 1000 kişilik toplantılarda eylemin biçimi, zamanı birlikte belirleniyor; ardından işbölümüyle, militan blokajlar gerçekleştiriliyor. Léonard De Vinci Lisesi’nden bir İşçi Meclisi okurunun mektubunu yayınlıyoruz: Hemen hemen tüm liseler yaklaşık bir haftadan beri seferber oldular. Tüm öğrenciler sokaklara döküldü. Bir ay içerisinde beş kere, üç milyon kişi sokaklarda birleştiler emeklilik reformunu protesto etmek için. Bunlara rağmen, Sarkozy emeklilik reformunu gerçekleştireceğini dile getirdi. Bu liselileri daha da kızdırdı. Bu açıklama herkesi greve doğru yönlendirdi. Geçen hafta olduğu gibi, bu hafta da daha ileri gidebileceğimizi göstereceğiz devlete. Yani geleceğimizle oynamalarına izin vermeyeceğimizi… Lisemizde demokratik bir şekilde eylemlerimize devam etmemiz gerektiğine karar verdik ve bunu göstereceğiz. Geleceğimiz bizim elimizdedir, ama onu elde edebilmek için güçlerimizin birleşmesi şarttı! Fransa’daki Türkiyeli göçmen işçilerin Fransız işçi sınıfının mücadelesine uzaklığı temel bir sorun. Yoğun olarak bulundukları inşaat sektöründe işçiler arasında 10-15 yıl çalışarak birikim yaratma ve daha fazla çalışmama düşüncesi yaygın. 42 yıl çalışma ve sonra emekli olma düşüncelerinde yer almıyor. Sınıf niteliğinin ve bilincinin gelişmemişliğiyle kısa dönemli beklentilerle hareket ediyorlar. de önce göçmen emekçileri vuracak olan bu yasaya karşı mücadele etme duygu ve bilinci de gelişmiş değil. Bırakalım genel göçmen emekçiler kitlesini, devrimci örgütler ve işçileşmiş devrimcilerde dahi Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfı mücadelesine kayıtsızlık derecesinde bir uzaklık vardır. Enternasyonalist bilinç, mücadeleye ve yaşama inmediği gibi, Fransız işçilerden Bu geri bilincin kaynağında Avrupa’da süregelen devrimci çalışmanın demokratik göçmen faaliyeti niteliğinde oluşu bulunmaktadır. Bu duyarsızlık ve geri bilinç, göçmen emekçilerin düzensiz çalışma koşullarıyla da birleşince Fransız işçiler genel grev yaparken ona katılmayan ve çalışmaya devam eden bir göçmen işçi kitlesi fotoğrafı ortaya çıkartmaktadır. Sadece emeklilik yaşının 60’da kalması için değil, kamu harcamalarının daraltılmasıyla göçmenlerin sosyal haklarını daraltmaya başlamış olan saldırılara karşı bu ülkelerdeki mücadeleyle bütünleşen yeni bir hat oluşturmak zorunludur. Yürüyüş alanına kadar birlikte gittiğimiz grupla metroya geçtiğimizde CGT’li işçilerin bulunduğu vagona bindik. Metroda herkes grevci, herkes yürüyüşçüydü. CGT’li işçiler gösteriye trende başlamışlardı. Bir anda Enternasyonal söylenmeye başlandı. Ardından sloganlar, bağırışlar, Sarkozy’e selam göndermeler, avcı borusu ve düdük sesleri… Ardından grevcilerin dilinden düşmeyen «Geriye çekin, geriye çekin/çekmezseniz ne olacağını biliyorsunuz!» başladı. Bu bir tür tekerleme gibi, alaycı ve meydan okuyan bir şekilde şarkı gibi başlıyor, kısa, kesik vurgulu sloganlarla bitiyor. Genel grevi başarıyla bitireceğimize inanıyoruz ve gerekirse daha da ilerigidebileceğimizi göstereceğiz. ”Gerçekçi ol Imkânsızı iste” Che Guevara Paris’teki yürüyüşe ”A BAS LE REGİME DE’SCLAVAGE SALARİE / PROLETARİAT REVOLUTİONNAİRE” (Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni / Devrimci Proletarya) pankartıyla katıldık. Pankartımızı 1830 barikatçılarının anısına dikilmiş Bastille Anıtı’nın parmaklıklarına, sendikaların arasında bir süre yürüdükten sonra da güzergah üstünde bir başka yere astık. Eyleme çağıran duyuru afişlerimiz Strasburg Saint Denis’ye asıldı. Belli sayıda bildiri dağıtımı gerçekleştirildi. Bu sınırlı çalışma öncekinden farklı bir bilinç ve duyarlılık yaratmaya yetmedi; bunun kısa dönemde olmayacağını da bilen ısrarlı bir devrimci çabayla çalışmamızı farklılaştıracak ve bu ülkelerdeki sınıf mücadelesinin bir parçası da olacak yeni bir duruşu ortaya çıkartacağız. NƦNRJHQNXN %DQNDODUGDÐUJÖWOHQHOLP Kriz çığlıklarının ayyuka çıktığı, işsizliklerin yoğun yaşandığı şu dönemde, kar açıklayan bir bankada çalışıyorum, fakat bunun yanında çalışanlara yapılan zam oranları ise açıklanan karla ters orantılı, aksi kapitalizmin özüne aykırı olurdu zaten. Bu ters orantı sadece kar oranları ile değil, mevcut hakların bile zaman içinde sinsice, garip bir şekilde buharlaşmasında da kendini gösteriyor. Örnekse, gişede çalışan personele, müdür insiyatifine her ay sabit olarak verilen bir miktar prim, “sistem iyileştirmesi” aldatmacası ile, iptal edilerek, performansa dayalı prim sistemine geçiliyor. Dolayısıyla her ay sabit olan bu kazanç, tahmin edilebileceği üzere oynak bir hal alıyor; kimse kimseye ne kadar prim aldığını söyleyemiyor, hem yasak hem de aslında hiç de adil olmadığının herkes farkında, her şeye rağmen bazılarının yüzü gülüyor, bazılarının ise tam tersi….. Banka çalışanlarının örgütlenememelerinin başlıca sebebi olarak, performansa dayalı prim sistemi uygulaması baş sıralarda yani. Patronlar ve temsilcileri bunu büyük ustalıkla kullanıyor. Ayrıca, önce banka personeli olan, fakat zaman içinde taşeron firmaya aktarılan bir grup çalışan var ki, bu taşeronlaştırma zaman içinde banka personelinin büyük bir bölümünü kapsayacak gibi görünüyor; üretim süreci kendini güncellerken hizmet sektörü de bundan nasibini böylece alıyor. Öncelikle temizlik personeli ve bir kısım güvenlik görevlisi bu kapsamda başka firmalara aktarıldı, bunun neticesinde maaşlarında ciddi oranda bir azalma ve özel sağlık sigortası kapsamından çıkartılma, en bariz mevcut hak gaspı olarak sayılabilir. Gişe ve diğer operasyon kadroları da, yakın bir zamanda taşeronlaştırılacak gibi görülmekte. Bunun sinyalleri verildi. Artık operasyon kadroları şube müdürüne bağlı değil, hepsi genel müdürlük bün- yesinde toplandı. Bu gerçekleştiği zaman kar oranlarında yine ve yeni bir artış söz konusu olacak. Çalışanlar olarak bütün bunların farkında olmamıza karşılık, iş güvencesinin son derece pamuk ipliğine bağlı olması, böyle bir ortamda eli ve kolu aynı anda bağlayıveriyor. Sürekli olarak işsiz kalmakla ve yedek işsiz ordusu da kullanılarak hem ailemiz tarafından, hem de yöneticilerimizce tehdit ediliyoruz. Yani mahalle baskısı burdan da vuruyor bizleri. Zaten kurgulanan sistem öyle güzel işliyor ki, biraz önce bahsi geçen yüzü gülen arkadaşları ilk önce karşımızda buluveriyoruz. Böylelikle birbirine yabancı, kendine yabancı bir çalışan güruhu olmaktan öteye geçemiyoruz, münakaşalar hep tek taraflı, hep kişisel boyutta oluyor. Uğranılan haksızlıkların asıl sebebi, bizi bu halde sömüren zihniyetin ta kendisi olan kapitalizm, bu şekilde kendini gizlemeyi başarıyor. Ama biz onu her halinden biliyoruz, tanıyoruz. Bir kaç yıl öncesinde Türk Telekom çalışanlarının, bankaları da etkileyen yarım günlük iş bırakma eylemini hatırladığımda ise, her şeyin daha bitmediğini düşünüyorum. Bile isteye bankaların iş bırakma durumu olmamasına karşılık, Telekom hatlarına bağlantılı çalışma sebebi ile yarım gün boyunca iş dünyasının nasıl kitlendiğini görmek önemli ve aynı zaman da bir o kadar da keyifli idi. 8 saat görülen çalışma satlerinin nasıl da öyle olmadığını, 24 saatimizin en az 12 saatini işyerine hibe ettiğimizi düşünmek bile tüyler ürpertici. Kendine vakit ayıramayan, adeta köleleşmiş insanlar olmak istemiyoruz. Öyleyse örgütlenerek, bu işi biz de başardığımızda, sorunlarımızı o zaman çözmeye başlayacağız. $ODUP Köşemizin ismi bir çok yerde merak konusu olmuş. Bizde bu sayımızda köşemizin 7. Alarm olmasının nedenini açıklamak istedik. İşçi Meclisi’ni çıkarmaya karar verdiğimizde, İşçi Meclisimizin hangi ihtiyaca cevap vereceği, içeriğini tartıştık. İşçi Meclisimiz işçilerin sadece okuduğu bir yayın olmamalıydı. Metal sektöründen bir grup işçi arkadaş İşçi Meclisinde sürekli bir köşemiz olsun dedik. Binlerce dolar maaş alan burjuva kalemşörleri köşe yazarlarından neyimiz eksikti. Köşemizin isim ne olsun tartışması yaparken bir arkadaşımız 7. Alarm olmasını önerdi. Nedeni ise çalıştığımız fabrikada yaşadığımız bir olayı anlatarak açıkladı. Bilirsiniz fabrikalarda işbaşı, çay saatleri, öğle ve akşam paydosu olmak üzere günde yaklaşık 6 defa alarm zili çalar. En kahredicisi ise işbaşı olanlarıdır. Yavaş hareketlerle gidilir işin başına. Yoğun bir şekilde ,»SIJPJ_ mesaiye kaldığımız GZFQFWR ama yinede ücretUFYWTSN¦NS lerimizi zamanında alamadığımız ¦FQÂ^TW bir dönemdi. Tep&QFWRÔÂL»S ki olarak işbaşını belirten alarm zili LJQJHJPGN_ çaldığında ağırdan ¦FQFHFÀÂ_ alarak makinalarımızın başına giderdik. Köşemizin ismini öneren arkadaş o günlerde şöyle demişti. “Günde 6 kez bu alarm patron için çalıyor. 7. Alarmı gün gelecek biz çalacağız.” İşte köşemizin ismi böyle ortaya çıktı. İşçi ve emekçi kardeşlerimizin öneri, eleştiri, ve katkılarını bekliyoruz. Fransa da işçi-emekçiler ve öğrenciler emeklilik yasa tasarısına karşı haftalardır kitlesel bir direniş sergiliyorlar. Öğrencilerin, işçi ve emekçilerle birlikte gelecekleri için sokaklarda barikat barikat verdikleri mücadeleyi Fransa burjuvazisi “demokrasiye karşı yapılan eylemler’’ olarak gösterme çabası içerisinde. 1999 yılını unutmadık. 17 Ağustos depreminde “özgürce” ölüyorken yıkıntılar arasında biz, bizim burjuvalarımız bir gece geçiriverdiler mezarda emeklilik yasasını. Sizin demokrasisiniz, mezarda emeklilik, açlık, yoksulluk, geleceksizlik ve gerçek özgürlüğümüzün önüne bir perde olarak koyduğunuz liberal özgürlüklerden başka bir şey değil. Fransa işçi ve emekçilerinin emeklilik yasasına karşı verdiği mücadele bize nasıl kazanacağımızın yolunu gösteriyor. Fransa’dan öğrenciler sesleniyor ’’babalarımız emekli olmazsa bize iş yok.’’ Bizde diyoruz ki; biz mücadele etmezsek, çocuklarımıza gelecek yok. [email protected] İşçi Meclisi Okuru Bir Banka Çalışanı NƦNRJHQNXN $KELUGHíXìLOLROPDVD\GÜ Şili’de, Cerro San Jose Bakır ve Altın İşletmesi’nde, yerin 700 metre altında 69 gün kaldıktan sonra kurtarılan 33 işçiden 31’i hastaneden taburcu edildi. Yeraltında aşırı nem yüzünden zatürre teşhisi konulan, dişlerinde apse olan iki işçinin tedavisi ise sürüyor. Şili Cumhurbaşkanı Sebastian Pinera, kurtarılan madencileri kaldırıldıkları Copiapo Hastanesi’nde ziyaret ettikten sonra; ikinci hamleyi de yaptı: “Ülkemizde madenlerin insanlık dışı koşullarda çalışmalarına asla izin vermeyeceğiz! San Jose’deki kazanın tekrarlanmasını önlemek amacıyla bir yasa tasarısı hazırlayacağız. Bu konuda radikal bir değişim gerçekleştireceğiz. Şili’deki madencilerin güvenliği, gelişmiş ülkelerdeki meslakdaşlarıyla aynı düzeyde olacak.” NASA’ya kadar uzanan, dünya çapında bir kurtarma operasyonuna dönüşen, madencilerin kurtarılmasının ardından; işçi sağlığı ve güvenliği hamlesi. Ne oluyor? Şili Cumhurbaşkanı Pinera, bu hamlelerin arka planını şöyle açıklıyor: “İnsanların artık Şili’yi, yıllarca askeri rejim tarafından yönetilen bir ülke olmaktan çok, halkının madencilerini kurtarmak üzere birleştiği bir ülke olarak hatırlamasını umuyorum.” Ah işte; bizim Çalışma Bakanı’nı hasetinden çatlatan da tam burası! “Biz olsak 3 günde çıkarırdık!” diye, sahneye rezilce zıplamasının nedeni tam da bu işte! Aynı ligde mücadele eden iki kapitalist ülkenin, mali sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda girdikleri değişim sürecindeki rekabeti. Şili, madencilerin yaşadığının dünya çapında öğrenilmesinin ardından, bunu bir fırsat olarak değerlendirip, kapılarını tüm dayanışma ve desteklere açarak, dünya çapında bir kurtarma operasyonuyla birlikte, tüm puanları topladı. Madenlerde çalışma koşullarını düzelteceği sözü vererek de, prim yapmayı sürdürüyor. İçeriye; işçi sınıfı ve emekçilere yönelik olarak; faşist diktatörlüğün amansızca bastırdığı ihtiyaçları, biriken kin ve öfkeyi, kapanmamış yaraları, gerek o döneme ait yargılama süreçleriyle, gerekse madenlerin başına cumhurbaşkanlarını dahi koşturarak, burjuva demokrasisinin kanallarında soğurmaya çalışıyor. Türkiye ise, hala, deprem sonrasında dünyanın her yerinden akan yardımlara yasak koyan; 2008-2010 arasında 182 maden işçisinin iş cinayetiyle katledildiği; sadece 2010’un ilk altı 2F^ÂXÔYF?TSLZQIFPÔYF RJ^IFSFLJQJSLWN_ZUFYQFRFX XTSZHZSIFNƦNSNSHJXJIN ¦ÂPFWÂQÂWPJSNƦNSNSHJXJIN MFQFLµH»PFQYÂSIF¦ÂPFWÂQRF^ GJPQN^TW ayında, 66 maden işçisinin öldüğü; Başbakanının maden cinayetlerine “kader” dediği, bakanların “güzel ölüm!” dediği, iş cinayetlerinin olduğu madenlerin başına ambulanstan önce jandarmanın gönderildiği, bir ülke olarak duruyor… Şimdi, ölçütler değişti, beklentiler ve basınç alabildiğine arttı. Üstelik tam da, işçi sağlığı ve güvenliği hizmetini taşeronlaştıracakken; sermayeyi, 50 işçinin altında sömürdüklerinden, işçi sağlığı ve güvenliği hizmetini muaf tutacakken! İpi ilk kim göğüslerse, ölçütü o koyup, parsayı o topluyor. Türkiye burjuvazisi ve devletinin dövünmesi hiç de boşuna değil. Madenlerde, çok yönlü bütünden giriştiği dönüşüm süreciyle, öne çıkmayı hedefliyordu. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve bununla birlikte gelen iş cinayetleri, madenlerdeki değişim sürecinin sadece bir yönü. Asıl olaraksa, tümden en gelişmiş teknolojiyle maden haritalarının çıkarılması, akredite edilmesi, taşeronların sürdüğü tarlaya emperyalist maden tekellerinin, yerli ortaklarla birleşerek konması, madenlerde çalışma koşullarının geliştirilmesi, iş güvenliğiyle ilgili yasa ve yönetmeliklerin çıkarılması vb., bütünden akmakta olan bir dönüşüm süreci. Ah, bir de şu Şili olmasaydı!.. Onlar dövünedursunlar; biz eleştirinin ötesine geçmeliyiz. Birincisi; Çalışma Bakanlığı’na bağlı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü’dür! Hazırlanan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Yasa Tasarısı, tümden yırtılmalı; tüm işkollarından, mühendisler dahil işçi komitelerinin talep ve kararları doğrultusunda, yeniden yazılarak, eylemlerle yaşama geçirilmesini dayatmalıyız. İkincisi, Şili Cumhurbaşkanı Pinera’nın, “halkının madencilerini kurtarmak üzere birleştiği bir ülke” anıştırması; kapitalizm koşullarında, olanaksızdır. Maden işçileri, sınıf kardeşlerini kurtarmak için seferber olsalar dahi; madenin sahibi San Jose Bakır ve Altın İşletmesi, sahip olduğu donanımı onların eline vermezse, ne olacak? Sermayenin devleti, cumhurbaşkanını değil, jandarmayı koşturursa ne olacak? NASA, kapsülün yapımına izin vermeseydi? Ya, o hep duyduğumuz, “kaynak yok!” ekosu ortalığı kaplasaydı?… İşte bu yüzden; kapitalizm koşullarında “halk birleşemez”; çünkü, işçiler, emekçiler, birbirleriyle doğrudan ilişki kuramazlar; onları bir araya getiren işgüçlerinin meta olması, işgüçlerini sömürüp semiren, üretim koşul ve araçlarına sahip sermaye, onları sömürülecek işgücü konumunda zorla tutan devlet vb.dir. Kurtarma operasyonunda da, sermayenin ve devletinin, icazetine tabidirler. Bunlara tam karşıt biçimde ve etraflarını ve zihinlerini, yaşamlarını ve emeklerini kuşatan bu prangalara karşı savaşarak, kazanıp/ kaybederek ama bu yolda güçlenerek, kanırta kanırta ilerleyerek, gün gün birleşerek sonunda kendi dünyalarını kuracaklar, başka bir yolla değil! NƦNRJHQNXN <ÜNÜOVÜQEXNHQW Kondulara saldırdılar. Kepçe, zabıta, çevik kuvvet, cop, gaz, kurşun. Ardlarında yıkılmış evleri bıraktılar. Bir de Zehra’yı… “Çocuklarımı benden daha fazla seven olabilir mi?” Sultanbeyli’de, 17 Nisan 2009’da, halde işçilik yapan Tuncay Yarap, gecekondusunu yıkmaya gelen ekipler karşısında, kendi kızını rehin aldı. 4 aylık kızı Zehra’nın boğazına bıçak dayadı: “Burası için çocuğumu da öldürürüm!” Uzun süren ikna çabalarından sonra, çocuğunu bıraktı. Gözaltına alındıktan sonra, kondusu yıkıldı. Tuncay Yarap, şunları söyledi: “Hal’de işçiyim, günde 10 lira kazanıyorum. Ayda 300 liraya geçim savaşı veriyorum. Olay günü önce komşularımın evini yıktılar. Onları teselli etmek için yanlarına gittim. Sonra benim evime de göz yaşartıcı bomba attıklarını görünce, içeri koştum. Bir anlık öfkeye kapıldım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kesinlikle çocuğumu öldürmek gibi bir niyetim yoktu. Çaresizlikten ne yapacağımı bilemedim. Benim hayatım, herşeyim zaten çocuklarım. Bu evi onlar için yapmıştım. Çocuklarıma bir bardak süt getirmek için gece gündüz çalıştım. Bu yıkılan evi 10 bin lira borç altına girerek çocuklarım için yaptım. Onları benden daha fazla düşünen, benden daha fazla seven olabilir mi?” “Gecekondu, çocuktan daha önemli o pislik için” Saldırı, sadece kepçe ve copla yürütülmedi. Kondularda yaşam savaşımı veren işçi, emekçiler; sermaye medyası tarafından hedefe çakıldılar, aşağılanıp dışlandılar. “Fakirmiş… Gecekonduda yaşıyormuş… Acımıyor muymuşuz kendilerine? Hadi oradan maskaralar! Sizin neyinize acıyacakmışım? Gelip, dere yatağına ev yapıyorsunuz. Sonra da başlıyorsunuz ağlaşmaya: ‘Devlet nerede? Devlet yok mu?’ diye. Devlet mi çağırdı sizi oraya? Fakirmiş.. Yalan… ‘Fakirim’ diyen hokkabazın günlük geliri, devletin genel müdüründen çok daha fazla. Hele, memurunun, öğretmeninin, polisinin, subay astsubayınınkinden üç dört misli. Benim memurum, öğretmenim, polisim, subayım, işe her gün tıraş olmuş, ütülü pantolon temiz gömlekle gidecek. Öbür soytarı, kokuşmuş üst baş. Bir haftalık sakal ve belki de bir hafta hiç çıkarılmadan giyilmiş elbise ile dolaşacak. Hazinenin ya da özel şahsın arazisini işgal edip gecekondu dikecek. Sonra o gecekondular, görevliler tarafından yıkılmak istendiğinde, çatısına çıkacak iki üç yaşındaki bebeyi de kolundan tutup, kurbanlık koyun gibi sallandıracak ve bağıracak: ‘Bu evi yıkarsanız, bu çocuğu öldürürüm’ diye. Öldürür tabii. Çünkü gecekondu, çocuktan daha önemli o pislik için. Geri zekalı sapık için, çocuk yapmaktan kolay ne var? Atar karıyı aşağıya. Çıkar horoz gibi üstüne. Beş dakikada Beşiktaş işi, yeni bir çocuk yapıverir. Ama ev yapmak kolay mı bir daha?… Yok mu bir de ‘fakirik, fukarayık’ ayakları. Ve bunları savunan popülistler yok mu!” (Memduh Bayraktaroğlu, Akşam gazetesi, 9 Kasım 1995; İstanbul Alibeyköy’de yaşanan sel felaketi üzerine) Sermayenin dayattığı yeni yaşam tarzı Kondular, yerlebir edildi; ediliyor. Sermaye, çılgın gibi gayrimenkule akıyor. Kamu arazileri, kondu bölgeleri, SİT alanları parsellenip, toptan kapatılıyor. Yapay göllü, havuzlu, bahçeli, teraslı siteler, residanslar, villalar yükseliyor… 100 binlerden başlayıp, milyonlarca liraya varana kadar! Ev almak, ev sahibi olmak; dev çaplı kampanyalarla teşvik ediliyor. “Kira eder gibi ev sahibi olun!”, “10 bin lira peşinle ev sahibi yapıyorum!” vb. Tüm bu kampanyalarla, sermaye, topluma, işçi sınıfı ve emekçilere, kendi ihtiyaçları doğrultusunda, yeni bir yaşam tarzını dayatıyor. Mekanın, sağlığın, ulaşımın, eğitimin vb. herşeyin metalaştığı, paraya tahvil edildiği; sermaye birikiminin aracına dönüştüğü, bir yaşam tarzı. “Metaların dünyasının büyüyüp, insanların dünyasının alabildiğine küçüldüğü bir yaşam.” Önceki dönemin dayanışmacı ilişkilerinin tümden yıkılıp, yerlerine bireysel olarak sahip olma, rekabet ilişkilerinin geçirildiği, bir yaşam tarzı. Yaşam boyu ipotek altında, taksitleri ödemeye bağımlı; bu yüzden de sermayeye köleliği alabildiğine arttırılmış bir yaşantı geliştiriliyor. “Amerikan rüyası”nın sonu Türkiye’de yeni başlayan, ABD’de korkunç bir yıkımla sonuçlandı. Konut kredileri kriziyle birlikte, ABD’de, 2007’den bu yana, 2,5 milyon eve, kredi taksitlerini ödeyememe nedeniyle, bankalar tarafından el kondu! Sadece geçen ay, el konan ev sayısı 103 bin! “Amerikan rüyası”, dev çaplı bir el koyma harekatıyla, işçi ve emekçilerin tüm birikimlerini yatırdıkları evlerden atılmalarıyla sonuçlandı… Geliştirilen, bize dayatılan, kapitalist kentsel dönüşüm ve yaşam tarzı, tekellerin sermaye birikimlerini arttırmaya, karlarını azamileştirmeye koşullu. Bizleri metalaşmanın bataklığında boğarak, insan olmaktan çıkarmayı hedefliyor. Buna karşı, artık ne sadece yıkımlara direnişle sınırlanabiliriz, ne de kondulara güzelleme düzülebilir. Ne de sadece, bize dayatılana hayır demekle sınırlanabiliriz… Egemenliğini kuran kapitalist kentsel dönüşüm ve yaşam tarzından ileriye; işçi sınıfının kentsel dönüşüm programını ve yaşam tarzını kurmaya yöneleceğiz. Fabrika işçilerinin, yıkım tehdidi altındaki semtlerde oturan işçi ve emekçilerin, mühendis ve mimarların yer aldıkları komitelerin temelinde yer aldığı; mekanı ve barınma hakkını sermayeleştiren tekellere karşı mücadeleyle birleştirilecek olan; sosyalist bir kent ve yaşam tarzının toplumsallaştırılması mücadelesi. NƦNRJHQNXN 'LUHQPH\LELUOLNWHÐðUHQGLN Merhaba. Kendini tanıtır mısın? -Adım, Elif Özlem Yağcı. Kaç yıldır TEKEL’de çalışıyordun, ne iş yapıyordun? Elif Özlem YAĞCI: 17 yıldır TEKEL’de çalışıyordum, İzmir’ de, İstanbul’da ve tekrar İstanbul’da geçti bu yıllar. TEKEL’de Tonga işçisiydim, yani açılmış tütünlerin balyalar halinde fabrikalara gitmesinde dikim işini yapıyordum. Tekel’ in kapanacağını nasıl duydun? Elif Özlem YAĞCI: 2008 yılında ilk olarak duydum, sendikadan gelmişlerdi TEKEL kapanacak dediler, ayrıntısını bilmediklerini söylediler. Ama bir taraftan da yaprak tütün kalacak demişlerdi. Bizi uyuttular resmen. Sonrasında Ankara sürecine varan direnişler. Senin açından nasıl başladı, nasıl gelişti ve nasıl bitti direniş? Elif Özlem YAĞCI: Böylesine bir direniş olacağını ummuyordum aslında, sendikayı işçiler sıkıştırdı eylemler konusunda. Sonrasında Ankara’ ya yola çıktık otobüslerle ama bizi Samsun yoluna götürdüler. Yolları kapattık. En sonunda Ankara’ya vardığımızda bir kısmımız Armada’nın önündeydik, bir kısmımızı da Abdi İpekçi Spor Salonu’na kapattılar. Bende Armada’nın önündeydim bizi Abdi İpekçi Spor Salonu’na götürmek için otobüs tuttular fakat biz kabul etmedik ve 3.5 saat yürüyerek kendimiz gittik. Bu arada Abdi İpekçi Spor Salonundakiler kapıları zorladılar ve içeriden mücadele ederek çıkabildiler. Polis sürekli saldırıyordu. Sendikaya en başından beri güvenmiyorduk ama halka inanıyorduk, şu anda yanımızda bulunmayan siyasi partiler, sendikalar ve diğerleri o süreçte eylem medyatik olduğunda bir an bizi yalnız bırakmadılar. Bitişini de sendika ağaları tarafından duydum. Mustafa Türkel mesaj gönderdi, 4-C’yi imzalayın diye. Mahkemede çözümleneceğini söylüyordu. Dağılma böyle başladı, bazı arkadaşlar imzaladı. Tekrar Direniştesiniz. Neden buradasın? Elif Özlem Yağcı: Sendika eylem kararlarını uygulamadığı için buradayım, güvenceli ve sosyal haklarımı alabildiğim bir iş istiyorum. Sendikanın bugüne kadar ki tutumu nasıl. Sizinle görüşmek istediler mi? Elif Özlem YAĞCI: 2 kişi temsilci istediler. Biz ise hep beraber gitmek istedik neticede her birimiz farklı yerlerden geliyoruz ama muhatap alınmadık. Neler yaşıyorsun burada, neler kazandırdı sana direniş? Elif Özlem YAĞCI: İlk önceleri işsizlik maaşı alıyordum ama azdı. Maddi manevi zorluklar yaşadım tabi ama ailem en başından beri yanımda. Ankara sürecinde daha çok güveniyorlardı sonuca fakat burada ilk günlerde pek umutlu değillerdi fakat ilk Taksim eylemimizi izlediklerinde inançları arttı onların da. Ev ortamına alışık olduğum için burası elbette zor, Yalnız kalamıyor, tam anlamıyla dinlenemiyorum fakat hep beraber olmayı beraber yaşamayı ve beraber direnmeyi öğrendim. İ.M. : Bir mesajın var mı? Elif Özlem YAĞCI: Evet Ankara’da olanlar, bizi desteklediklerini söyleyenler nerede? Medya, sendikalar, siyasi partilerin hiçbiri yok…. Neredeler ? Bir ölümün ardından Yazıldığı gibi yaşanmıyor ki ölüm. Bir dostun ölümünün açtığı yara kapanmıyor ki hiçbir teselliyle. Günlük koşturmacalar içinde kaybolan bizleri hor görüyor, iş cinayetleri ile kaybettiğimiz her işçi dostumuz. Ve dostluğumuz aynı sınıfa ait olmanın da ötesindeyse utanç içinde kalıyoruz onları uğular- ken. Bu utançla yazıyorum Mutasım’ın hikayesini. Urfa’da yüzlerce kilonun altında kalan, yüzünü ancak bir defa gördüğüm dostumun hikayesini. Kalbi patlamış, tek parça kalmamış bir bedenin geride bıraktığı öfkeyle doluyum şimdi. Kapitalizm sadece geleceğimize çakılmış bir tabut çivisi değil bugün- süzlük, şimdisizlik… Nefes alamadığımız, yarattığı boğuntudan sıyrılıp da kaderimizi kendi ellerimize alamadığımız bir dünya yaratıyor bize. Onların dünyasında Mutaassımlara düşen, gecenin bir yarısında ölmek oluyor. Ya onların dünyasında ölmeye devam edeceğiz ya da kendi dünyamızı yaratacağız. NƦNRJHQNXN o.DGÜQDSR]LWLID\UÜPFÜOÜNp 3RODWOÜn\DJLUPHGL Buradaki evden kastımız, derme çatma çadırlar… Derme çatma dediğimize bakmayın; kadınlar o koşullarda dahi toprağın üzerine serdikleri tertemiz kilimler, oldukça düzenli bir şekilde üst üste dizilen rengarenk yorganlar ve oturma odası görünümü verdikleri bir yaşam alanı yaratmışlar. Tabii bir de yemek yapma vazifesi var… Fakat mutfak konusunda pek de şanslı değiller. Çadırın önüne kurulmuş çamurlarla örülmüş ocaklarda yapıyorlar yemeklerini. “Böyle yemek pişirmek zor olmuyor mu?” dediğimizde, “Zaten pişirecek pek bir şey bulamadığımızdan çok da sorun olmuyor” yanıtını alıyoruz. Tabii bu 6-7 çocuğunu ve kocasını doyurma görevini yerine getirmesine engel teşkil etmiyor. Kadının her gün erkeklerle eşit çalışma koşullarında tarlada üretim sürecine dahil olması, eve gelindiğinde geleneksel işbölümünün devamını engellemiyor. Hatta kadınların “mesaileri” sabahları erken kalkıp kahvaltı hazırlamak, tarlada öğlen yenecek yemeği organize etmek; akşamları ise akşam yemeği, çadır temizliği, çamaşır ve bulaşık (elektrik ve su olmadan) gibi işler yüzünden daha da uzuyor. Referandum sırasında en fazla kullanılan sloganlardan biri de ‘kadına pozitif ayrımcılık’tı. Slogan, bir inşaat kapitalistine ilham verdi. Star Towers projesinde komşuluk ilişkilerini yeniden canlandırmaya dönük sohbet odaları gibi ortak kullanım alanlarının yanında, kadınlara özel yüzme havuzu da var. Tanıtım toplantısında, “… evlerin asıl hakimi olan kadınlarımıza özel ayrıcalıklar yapmayı ihmal etmedik” denildi. Geçtiğimiz günlerde, her yaz başı genellikle Kürt illerinden Ankara’ya çalışmaya gelen mevsimlik tarım işçilerini ziyaret ettik. Ziyaretimizin amacı özellikle kadın işçilerle sohbet etmek ve onların yaşadığı sorunları yakından görebilmekti. Ve görünen o ki, “pozitif ayrımcılık” Polatlı’ya girmemişti! İlk gittiğimiz andan itibaren kötü yaşam koşullarının kadınları iki kat daha fazla vurduğunu gördük. Zira kadınlar, erkeklerden farklı olarak hem evde(!) hem de tarlada çalışmak zorunda. Geleneksel kıyafetleriyle fotoğraflarını çekmek istediğimizde de ciddi bir dirençle karşılaşıyoruz. Birlikte çay içip sohbet ederken içeri bir erkek girdiğinde kadın hemen ayağa kalkıp yerini ona veriyor ve artık sohbete devam etmiyor… Kadına kodlanmış ve içselleştirilmiş ahlaki ve geleneksel değerler, işçilerin doğdukları yerden kilometrelerce uzakta olduğu gibi sürdürülüyor. Bunu bir çırpıda değiştirmek ne kadar zorlu olsa da, ücretlerin yükseltilmesi, insanca barınma -çocukların eğitim-koşullarının sağlanması. kahvaltı ve öğle yemeklerinin kapitalist tarafından temin edilmesi için mücadeleyle işe başlamak, kadınla erkek arasındaki ilişkileri de yerinden oynatmanın zorunlu ön koşulu! o.DQGÜUÜOGÜNp Ankara Üretiyorum Fotoğraf Atölyesi olarak bir haber üzerine bir Pazar günü yine yollara düştük. Haber; “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca ”Mevsimlik Gezici Tarım İşçilerinin Çalışma ve Sosyal Hayatlarının İyileştirilmesi Projesi” (METİP) ilk olarak pilot bölge seçilen Polatlı’ya bağlı Sarıoba köyünde hayata geçirildi” diye başlıyordu, Altyapı, elektrik, temiz su, yol vs. nin iyileştirileceği, herşeyden önemlisi de tarlada çalışmak zorunda oldukları için okula gidemeyen çocuklar için, çözümün aslında bu olmadığı bilinciyle ama yine de yüzümüzde tebessümle ve daha iyi koşulları fotoğraflayacağımızı, bambaşka bir Polatlı-3’ü herkesle paylaşmak ümidiyle fotoğraf makinalarımıza daha da bir güçle sarılarak otobüse bindik. Beklentimiz, prefabrik konutlar ve o şekilde bir okul görmek idi, hatta okulda Polatlı-1 ve 2’yi de gösteririz diye yanımıza projeksiyon cihazı ve bilgisayar bile aldık. Nasıl olsa artık daha önceki senelerde yaşadığımız elektrik sorunu ”çözülmüştü”… Sarıoaba köyüne girdiğimizde, durumu anlatarak konutların nerde olduğunu, tarlaya gitmek üzere olan Diyarbakırlı tarım işçisi arkadaşlara sorduk, bize garip bir şekilde gülerek az ilerde çadırların olduğu yeri tarif ettiler. Israrla prefabrik konutlar olduğunu hatırlattık. Yine güldüler, üstelik bu sefer daha da manidar… Tarif edilen yere gittik. Yine onlarca çadırdan oluşan bir çadırkent ama daha öncekilerden daha çok çadır, biraz daha nizami sıralanmış. Yüzümüzdeki gülümseme biraz azalmadı dersem yalan olur, sonra diğerlerinden daha büyükçe yanyana 3 çadır gördük. Okul olmalı diye düşündük ki tahminlerimiz doğru çıktı. Birdenbire etrafımızı küçük arkadaşlarımız kapladı. Maalesef ki doğru yerdeydik. Maalesef ki diyorum çünkü herşey aynıydı. Çadırkent aynıydı, ufak tefek farklılıklar ise şöyle; aralara serpiştirilmiş kabin tuvaletler, yani hem duş hem tuvalet. Dolaşmaya başladık, birde üzeri kapatılmış, altı açık geniş, boş ve garip çadırlar. Kabin tuvaletlerin fotoğrafını çekmek istedik. Kapısını açmaya çalıştık fakat açılması imkansız. Zorlamaya devam ettik fakat açılmak bilmiyor lanet kapılar. O anda küçük rehberimiz koşarak yanımıza geldi ve oraların vidalarla kilitli olduğunu söyleyince, yüzümüzde azıcık kalan gülümseme bu sefer tamamen gitti… Anlayacağınız kabin tuvaletlerin fotoğrafını sadece uzaktan çektik, zaten onlarda sadece uzaktan bakıyorlar, kullanılmıyor yani. Ayrıca 7 çadıra küçük bir kabin düştüğü detayı da belki dikkatinize değer. Boş ve garip çadırlara gelince, mutfak olarak tasarlanmışlar. Bulaşık yıkamak, yemek pişirmek için kadınlara özel yani, ama henüz tasarım halinde... Oralara da garip garip baktık, belki fotoğraflarda rastlarsınız siz de. Elektrik olayı ise şöyle; direkler var ama bağlantı yok, yani çadırlara henüz elektrik girememiş. Tekrar başa dönersem, okula girdik, gezdik, sıralar ve kara tahta süper. Çocuklarda bu durumdan memnun gibiler, arkada küçük bir de oyun parkı var. Velhaslı kelam biz ise çok kötü “KANDIRILDIK”… NƦNRJHQNXN 7ÖUNDQYH7ÖUNDQ Kadın işçilerin ve işçi sınıfının yaşamında 100 gündür bir Türkan var. 1992’de başlayan 18 yıllık işçi yaşamında hiç kendi isteğiyle işten ayrılmamış, konfeksiyon atölyelerinde, emekçi memur ve işçi hareketinin bir dönemki etkin mevzilerinden Gayrettepe Telekom’da ve en son Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde temizlik işçisi olarak çalışmış bir kadın işçi. Çalıştığı her işyerinde kölece çalışma ve yaşam koşullarına sessizce boyun eğmek yerine direnmeyi ve sınıf kardeşlerini örgütlemeyi seçen bir öncü işçi. Hiç kendi isteğimle işten ayrılmadım 2002 yılında taşeron temizlik işçisi olarak girdiği Gayrettepe Telekom’da, ne Türkan Albayrak ne de diğer taşeron işçiler işyerinde örgütlü sendikaların görüş alanına giriyorlar. Türkan sendikanın iş bırakma eylemlerine de katılmasına ve sendikayı aramasına rağmen bu çabaları hiçbir karşılık bulmuyor. Bir işçi olarak yalnız fiziki değil moral sınırları da aşan çalışma koşullarına tepki gösterince işten çıkarılıyor. Taşeron firma Piramit A.Ş., Sarıyer’de oturan Türkan’ı gidip gelmek zor gelir, vazgeçer diye Paşabahçe Devlet Hastanesi’ne yönlendiriyor. 2005 yılında çalışmaya başladığı son işyerinde işçilere imzalatılmak istenen kölelik sözleşmesi, Paşabahçe Devlet Hastanesi Acil kapısının karşısındaki direniş çadırının da sebebi oluyor! İşyerinde örgütlü Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş sendikasına arkadaşlarıyla birlikte üye olmak için harekete geçiyor. Kölelik sözleşmesini başlangıçta 96 işçiden 90’ı imzalamazken, patronun ve Sağlık-İş’in baskı ve tehditleri sonucu işçilerin önemli bir bölümü sözleşmeyi imzalamayı kabul ediyorlar. İşçilerin son kalan 10’unun da çözülmesiyle birlikte patron Türkan Albayrak’ı işten atacak cesareti kendinde buluyor. Türkan ise daha önce sendikal faaliyet ve eylemleri nedeniyle işten atılan işçilerin, kadın direnişçilerin yolunu izleyerek kuruyor 2 oda 1 salon çadırını; asıyor pankartlarını. Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde Acil Servis’in karşısından 100 gündür direniş umudunu saçıyor. Mucize gerçek olur Erkek işçilerin ağırlıklı olduğu temizlik işlerinde Türkan’ın varlığı kadın işçilerin örgütlenmesini kolaylaştırmış. Türkan, sözleşmeyi imzalamamak için en fazla direnenlerin kadın işçiler olduğunu, en fazla kadın işçilerin ayakta kaldığını söylerken gözleri gururlu. Toplantılara kadın işçilerin katılımını sağlamak için hastane bahçesinde bir araya geldiklerini anlatıyor. Hiçbir şeyin imkansız olmadığını, fakat çoğu AKP referansıyla işe giren işçilerin sözleşmeye hayır demesinin mucize gibi olduğunu söylüyor. Fakat çalışma koşullarının mücadeleye ne kadar yöneltici olduğunun da farkında. Aynı zamanda İstanbul’un en eski işçi bölgelerinden biri olan Paşabahçe’de kuşaklar boyu işçi olan, sendikalı olmayı doğal gören işçilerin sendikaya öcü gibi de bakmadıklarına işaret ediyor. Süleyman hep Başbakan! İşçilerin üye olmaya çabaladığı sendika Türk-İş’e bağlı Sağlık-İş. Sağlık-İş Türk-İş içerisindeki faşist sendikalardan biri. Dahası, tam bir “Süleyman hep Başbakan” durumu var! 77 yaşındaki Genel Başkan Mustafa Başoğlu, 1965 yılından bu yana, yani tam 45 yıldır ağalık koltuğuna çöreklenmiş durumda. Taşeron işçilerin örgütlenme çabalarına adres olan Sağlık-İş, işçilerin direnişini kırmak için pervasızca işe girişiyor. Ve Türkan Albayrak’ı terörist ve provokatör olmakla suçlayacak kadar gözü dönmüş bir tutum sergiliyor. Destek bir yana takoz olan Sağlıkİş’in pervasızlığı ancak, işçilerin yüzüne çarpacağı sınıf mücadelesi yumruğuyla püskürtülebilecek. Kazanmanın yolu mahkemeden geçmez Türkan Albayrak’ın açtığı işe iade davası 6 Ekim günü başladı. Üsküdar İş Mahkemesi‘nde görülen ilk dava 22 Kasım’a ertelendi. Türkan’ın işten çıkarılma gerekçesi, başkaldıran pek çok işçiyle aynı. Verilen işi yapmamak. Türkan Albayrak patronun bu saldırısına karşı iş arkadaşla- rını tanık gösterecek. Üstlerine aynı zamanda hastaları da riske atan hastabakıcılıkla ilgili işler de yıkılmasına karşın, o, işini savsaklamadan iyi yapan bir işçi. İşini iyi yapmadığı takdirde sınıf kardeşlerinin saygısını kazanamayacağını vurguluyor. Davanın epeyce sürdükten sonra işe iade kararıyla sonuçlanacağının, buna karşın işe alınmayacağının da farkında. Ama çadırı mahkeme kararına endeksli kurmadığını, her koşulda mücadeleye devam edeceğini söylüyor. Biz otururken gelen eşi Mustafa Albayrak uzun yıllar Hak-İş, Türk-İş ve DİSK’te çalışmış. Haklı bir vurguyla işyeri komitelerinin oluşturulmasına pratikten girilmesini, bu görevin devrimci öncü işçilere düştüğünü söylüyor. Türkan Albayrak’ın 18 yıllık işçi yaşamı taşeron, sözleşmeli çalışmaya karşı mücadele deneyimleriyle dolu. Telekom‘da iken taşeron işçilerin kadrolu olma umuduyla ses çıkarmadıklarını, Paşabahçe Devlet Hastanesi’ndeki hemşire ve doktorların da sıra hiç kendilerine gelmeyecekmiş gibi davrandıklarını söylüyor. “Benden önce atılan olsaydı çadırı kurdururdum herhalde” derken de gururlu. Artık işçi sınıfının her kesiminin asli çalışma biçimi haline gelen taşeron, sözleşmeli, esnek çalışmanın kader olmadığını, nasıl geldiyse geri gidebileceğini söylüyor son olarak. Direnince umutlu oluyorsun, Türkan Albayrak’ın direnişinin mesajı bu! si için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği‘ni kuran, siyasal konum itibariyle de darbeciliğe toplumsal destek sunan Türkan Saylan. Şu sıralar yayınlanmakta olan Türkan dizisi, özellikle eğitim görme, bir işte çalışma ve kendini buradan gerçekleştirme imkanından yoksun kalan milyonlarca kadını ekrana bağlıyor. Burjuvazinin onyıllara yayılı kadın politikalarından “özür dilemelerinden” biri aynı zamanda. TÜSİAD’ın adından “adam” kelimesini çıkarması gibi, bu da kapitalizmin kadına yönelik -emperyalist kapitalist ülkelerde çok daha ilerisi uygulananpolitikalarının sınırlarından birini gösteriyor. Burjuvazinin Türkanı model olamaz Kadın emekçilerin burjuva sınıf egemenliğinin yeni kadın politikasındaki yerini ise, gitgide çoğalacak olan sınıf örgütçüsü kadınlar gösterecek! Diğer Türkan mı? O, burjuva bir ailenin 1950’li yılların toplum ve üniversite ortamında cins ayrımcılığıyla başa çıkarak tıp alanında önemli bir mesleki kariyer elde eden, bunu insanlığa bir görev anlayışıyla yapan, genç kadınların eğitim görebilme- Gündüz gece direniş çadırında olan Türkan Albayrak’ın direnişine destek olmak, ziyarete gitmek için ona 0 530 777 68 79 numaralı telefondan ve pasabahcedirenisi. blogspot.com adlı internet sitesinden ulaşabilirsiniz. 9ALN`ZCAk9f+akDEgILk KAPITALIZMIkTARIHINkhePLagaNEkGeNDERECEgIZ .DV×P·GD$QNDUD·\D .ÐOHFHHðLWLPH $h&HEHFL.DPSV 6DNDU\D0H\GDQ× NÐOHFHÁDOÜíPD\DKD\ÜU YÖK’ün kuruluşunun 29. yılındayız. YÖK deyince binlerce öğretim görevlisi ve öğrencinin üniversitelerden atılması, üniversitelerin kışlaya çevrilmesi, bilim adı altında üniversitelere Türk-İslam sentezi müfredatların dayatılmaya kadar vardırılması hafızalarda yer etmiştir. Buna karşın 12 Eylül faşizmi ve üniversitelerdeki öğütme makinası YÖK, üniversiteleri dikensiz gül bahçesine çevirememiş, yeniden burçlarını dövmeye başlayan devrimci öğrenci hareketi ile karşı karşıya kalmıştır. 1980’li yılların sonlarından itibaren işçi sınıfının bahar eylemleri, emekçi memur hareketi, Kürt halkının serhıldanları ile eşzamanlı olarak nisbi bir yükselişe geçen öğrenci hareketi, 12 Eylül psikolojisinin okullarda da dişe diş geriletilmesinde belli bir rol oynadı. Çok geçmeden üniversiteler faşist rejimin ve üniversitelerdeki aygıtı olan YÖK’ün yoğunlaşan yeni bir baskı ve saldırı dalgasına konu oldu ve polis, panzerler, disiplin soruşturmaları, üniversitelerin ayrılmaz parçası olmaya devam etti. 6 Kasım, YÖK’ün üniversitelerin üzerine kara bir bulut gibi çöktüğü tarihtir. Öğrenci hareketi bu kara günü bir mücadele gününe çevirmiştir. 6 Kasım 29 yıldır öğrenci hareketinin mücadele taleplerini alanlara kitlesel olarak çıkarak gündeme getirdiği gündür. 6 Kasım aynı zamanda öğrenci gençliğin mücadele gündemini de yansıtır. 29 yıldır devrimci, demokrat, yurtsever öğrenci, eğitim emekçisi hareketleri YÖK’e, okullardaki polis-jandarma-idare baskılarına, karton kafa yetiştirme müfredatlarına karşı mücadele etti. YÖK’ün yıkılması başarılamadı. Ancak, verilen mücadeleler faşist rejimin üniversitelerdeki aygıtı olan YÖK’ün ipliğinin pazara çıkarılmasında, yıpratılmasında ve giderek çözülmeye başlamasındaki etkenlerden biri oldu. Bu süreç içerisinde YÖK de, sermayenin neoliberal dönüşümü çerçevesinde yapısal bir dönüşüm geçirmeye başladı. YÖK, yalnızca rejimin üniversite bekçisi olarak değil, üniversitelerin daha doğrudan tekelci sermaye iştahasına sunulması, özelleştirilmesi, özel üniversitelerin açılması, üniversitesanayi işbirliği, eğitim ve bilginin sermayeleşmesi, paralı eğitim, diplomalı işsizlik dönüşümünü yönetme misyonuna da sahipti. Bu açıdan da YÖK sopayı elden bırakmayarak ve her daim bunun önünü açmak için de kullanarak, üniversitelerde neoliberal dönüşümü yönetme lanetli görevini de bir noktaya kadar yerine getirmiştir. YÖK son dönemlerini yaşamaktadır. Bunun nedeni, üniversite sisteminin baştan aşağıya daha doğrudan bir sermaye birikim ve egemenlik aracı olarak yeniden yapılandırılmasının bir biçimi olan YÖK’ün giderek onun bir engeli haline gelmesidir. Üniversiteleri şirket, öğretim üyelerini ve öğrencileri daha doğrudan sermaye kölesi, öğrencilerin 4’te birinden fazlasını ucuz iş gücü ve tamamını bir iş kapısı için sınav cehenneminden başını kaldıramaz hale getiren YÖK açısından “işlem tamam”dır! O şimdi, giderayak üniversitelerde türbanın serbestleştirilmesi, sivil polisin sınıflara kadar girmesi gibi üniversitelerin sermaye birikiminin yeni organizasyonuna hazırlanmasında rol kesmektedir. Bu yüzden 6 Kasım’ı geleneksel planda “YÖK’ü protesto” ile sınırlamak, artık devrimci demokratik bir talep dahi olmaktan çıkmış, burjuva demokratik çerçevede burjuvazinin üniversite programından kendini ayrıştıramaz hale gelmiştir. Üniversitelerin yalnızca sermayeye üretim ve sömürü “girdisi” üreten değil, baştan aşağıya yüksek karlı bir sermaye birikim ve egemenlik sektörü olarak yeniden yapılanması hızlanırken, onları daha organik uzantısı haline getiren sermaye açısından da YÖK kurtulmaya çalıştığı bir yüke dönüşmüş durumdadır. YÖK burjuvazinin yeni neoliberal anayasa programı çerçevesinde ya kaldırılacak ya da ordu, yargı vb. de olduğu gibi daha geri plana ve alt düzeye çekilerek devamı sağlanacaktır. Üniversitelerde başlamış olan da çok daha doğrudan ve derinlemesine bir sermaye egemenliği ve sermayeleşme sürecidir. Üniversiteler ve eğitim sistemi sermayeleşirken öğrenciler ve eğitim emekçileri işçileşmektedir. Öğrencilere diplomalı ücretli köle, taşeron işçi olabilmek için bile kat kat sınav cehennemine indirgenmiş öğrencilik dayatılmaktadır. Neoliberal burjuva demokrasisinin YÖK’ün cesedini sündüre sündüre kaldırma ayinlerine kenar süsü olmak istemiyorsak, 6 Kasım gündemimiz, her zamankinden fazla şunları içermelidir: Yalnızca YÖK’ü değil, kapitalizmi tarihin çöplüğüne göndereceğiz! Kölece eğitime, kölece çalışmaya hayır! Ücret ve sınav köleliliğine hayır! Eğitimde sermaye için değil, bugünün ve geleceğin işçileri için demokrasi! Hayallerimiz metalaştırılamaz! Selam olsun Fransa işçi sınıfı ve öğrencilerinin birleşik mücadelesine!