haberler... haberler... haberler... haberler
Transkript
haberler... haberler... haberler... haberler
ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE İÇİNDEKİLER Prof. Dr. Cahit Kavcar Mehmet Genç Faik Ay Bekir Özgen Mehmet Rayman Prof. Dr. Osman Gökçe Ahmet Cengiz Prof. Dr. Şadan Gökovalı T. Ayhan Çıkın Etem Oruç Muharrem Karataş Rahim Gür Rıza Yetim Mustafa Ağır Ahmet M. Egemen Hüseyin Yaşar Emin Ugunlu Nabide Kılınç Şadiye Dönümcü Bahtiyar Takkalı Mevlüt Kaplan Ali Kaya Mehmet Karabacaklar Av. Hüseyin Özbek Turgut Dereli Muammer Özler Fuat Keyik Prof. Dr. Kemal Kocabaş Hatice Yücel Sevim Karaman M. Cevat Turan Prof. Dr. Ramazan Demir Hüseyin Uysal Tahsin Şimşek Av. Sabri Kuşkonmaz Ahmet Nuri Doğan Metin Güven Yeliz Güldal Nurettin Özkan Şener Tek Zekeriya Yavuz Salih Gözek Cuma Esentürk Mertcan Deliktaş Ayla Tarhan Kavrukkoca Müjgan Tutan Katlan Orhan Arık Esat Ersöz Azmi Ermiş Haberler Osmanlıca Düşkünlüğü .................................................................................................2 Sağım Solum Kravatlı Afrika ........................................................................................3 Kime Göre Biz Kimiz ? .................................................................................................4 Eğitim ve Barış..............................................................................................................6 Paslaşma ......................................................................................................................7 Bitmeyen Kavga ve Bir Uzay Profesörü ........................................................................8 Kara Elmas .................................................................................................................10 Cazkırlar’dan Profesörlüğe..........................................................................................11 Uğur Mumcu ..............................................................................................................12 Bitmeyen Yarış ...........................................................................................................13 Özdemir İnce Öğretmenime .......................................................................................14 Boz Urbalılardı............................................................................................................15 Suç Kimde ? ...............................................................................................................16 Köy Enstitülü Gözüyle 17 Nisan .................................................................................17 Aydınlanma Işığı .........................................................................................................18 Biliyor musunuz? .......................................................................................................20 Onların Hepsi Köy Enstitülüydü..................................................................................21 Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik ....................................................................................24 Medya Huzurevi Algısını Nasıl Yönetiyor? ..................................................................26 Vay Anam....................................................................................................................27 Atatürk Olmasaydı ......................................................................................................29 Gazi Dedem ................................................................................................................30 Dolu Dolu Yaşamak.....................................................................................................32 Son Umudumuz Anzak ..............................................................................................33 İzmir’e Yolculuklarım (2) ...........................................................................................34 Datça’da Gün Batımı ..................................................................................................35 Öğrencim Küçük Baba Olmuş ....................................................................................36 Yaşar Kemal’in Ardından .............................................................................................38 Yaşar Kemal Bodrum’da .............................................................................................40 Magoli Rufer Eyüboğlu, Yaşar Kemal .........................................................................41 Peşinden .....................................................................................................................41 Milli İrade, Millet İradesi Demek Değildir ..................................................................42 Teslim Olmadan ..........................................................................................................43 Gerçeğin Savaşı...........................................................................................................44 Diziler, Kostümler ve Sürdürülebilir Vasatlık .............................................................48 Clara Zetkin’den Ayşe’ye ............................................................................................49 Ne Yapacaksın İki Lirayı .............................................................................................51 Kravat .........................................................................................................................52 Berkin’e ......................................................................................................................53 Adabelenliyiz Biz Adabelen Biziz ...............................................................................53 Görmeyen Gözler .......................................................................................................54 Güzel Kız ....................................................................................................................55 Paradoks ....................................................................................................................55 Damla ........................................................................................................................56 Rüyalarda ..................................................................................................................56 Ustam ........................................................................................................................56 Öğretmen Olmak .......................................................................................................57 Zülfikar Ortaç .............................................................................................................58 Senin Kimsen Yokmu?.................................................................................................60 ...................................................................................................................................61 Eskişehir'de bir girişim: “Bu kitap herkesin!.. OKU-BIRAK Bir kitap da sen bırak" Ülke genelinde yaygınlaştırılmalı. Okuyan toplumda demokrasi olur!.. -1- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Önce Dilimiz OSMANLICA DÜŞKÜNLÜĞÜ Prof. Dr. Cahit KAVCAR Ankara Üniversitesi • Ülkemizde 2003 yılında, şimdiki iktidarın ikinci yılında açılan ve sayısı bugün 88'e ulaşan Sosyal Bilimler Liselerinde de okutuluyor Osmanlıca dersi. Hem de zorunlu ders olarak. O zamanki temel gerekçe, arşivlerdeki belgeleri okuyacak eleman yetiştirmekti. O liselerde okuyup da arşivde çalışan bir tek mezun var mı bugün? Onlar okuyup anlıyorlar mı acaba Osmanlıca metinleri? Bakanlık en küçük bir araştırma, inceleme yaptı ya da yaptırdı mı? Osmanlıca sevdalıları ne diyor bu sorulara? Şimdiki temel gerekçe ise mezar taşları okumakmış! Komik değil mi? • 28 harften oluşan Arap alfabesine Farsça “p, ç, j” harflerini eklemiş, Osmanlılar da 31 harften oluşan bu alfabeyi alıp kullanmışlardır. Bu harflerin bağımsız şekli ile sözcüğün başındaki, ortasındaki, sonundaki şekilleri farklıdır ve bunları öğrenmek yeni harfler kadar kolay değildir. Bunlar biliniyor mu? Giriş Aralık 2014 başında toplanan Millî Eğitim Şûrası'nın Din Şûrasına dönüştüğü ve ağırlığı Osmanlıcanın oluşturduğu görülmektedir. “Osmanlıca” dersini Şûranın en önemli konusu haline getirenler, ya Osmanlıcanın ne olduğunu bilmiyorlar ya da bilinçli ve kasıtlı olarak bilmezden geliyorlar. Öncelikle Osmanlıca yandaşları “Eski Yazı” ile Osmanlıca’yı birbirine karıştırıyorlar, “Eski Türkçe”den ise hiç haberleri yok. Önce kısa birer tanım yapalım. Osmanlıca, Arap alfabesiyle yazılan, Arapça, Farsça (İran dili) ve Türkçe karışımı, aydınlar arasında ve saray çevresinde kullanılan, halka yabancı bir yazı dilidir. “Eski Yazı” ise Arap alfabesiyle Türkçe yazılan, Harf Devrimi'nden önce kullanılan yazıdır. Eski yazıyı bilmek; Osmanlıca’yı okumak, anlamak ve yazmak için kesinlikle yeterli değildir. Eski yazıya halk arasında “Eski Türkçe” denir. Eski Türkçe alfabeyi bilmek, Osmanlıca metinleri okuyup anlamak için yetmez. Bilinmesi Gereken Temel Noktalar • Osmanlıca ile halkımızın yerinde bir deyişiyle Eski Türkçe’yi karıştırmamak gerekir. Arapça, Farsça, Türkçe bilmeden Osmanlıca öğrenilemez. Eski yazıyı öğrenen bir kişi Arapça öğrenmiş olmaz. Çünkü Arapça ayrı bir dildir. • Ülkemizde Osmanlıca’yı en iyi bilenler, üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı bölümü ile Tarih bölümü mezunlarıdır. Çünkü uzmanlık alanları bunu gerektirir ve onlar Türkçenin yanı sıra az çok Arapça ve Farsça da öğrenirler. • Arap alfabesinde sesli harf sayısı çok azdır ve bu alfabe Türkçenin yapısına uygun değildir. Örneğin “kef” ve “lam” harfleriyle yazılan bir sözcük “gel, gül, göl, kel, kil, kül…” biçiminde okunabilir. Doğru biçimi ise sözün gelişinden anlaşılır. Çocuklar bunu yapabilir mi? Yapmaları gerekir mi? • Bilim tarihçisi bir gazeteci yazar çok haklı olarak şu iki soruyu soruyor: “Osmanlıcanın liselerde öğretilmesini isteyenlerin, Osmanlıcanın geçirdiği evrimden haberleri var mı? Öğrencilere hangi Osmanlıca’yı öğretmeyi düşünüyorlar?” (Bahadır). Türkçenin ve Osmanlıcanın gelişme evreleri, dönemleri konusunda temel kaynakların başında, büyük dilci Agâh Sırrı Levend'in kaynakçada belirtilen önemli eserine bakılmalıdır. • Önemli bir konu ve soru da şu: şimdilik seçimlik denilen ama kısa zamanda zorunluya dönüşecek olan Osmanlıca dersini kim verecek? Kim öğretecek • Osmanlıca yaklaşık %75-80 Arapça ve Farsça’dan, %20-25 Türkçe’den oluşan karma bir dildir. Elbette ki bu oranlar dönemlere ve yazarlara göre değişiklik gösterir. Sözgelimi Tanzimat'tan sonra ve Millî Edebiyat döneminde Türkçe oranı yükselir. • Karma bir dil olduğu için, bu üç dilden birini örneğin Arapça’yı çok iyi bilen bir kişi Osmanlıca metinleri okuyup anlayamaz. Üç dili de az çok bilmek gerekir. İmam hatip okulu mezunları, hatta özel ilgisi ve merakı olanların dışında ilahiyat fakültesi mezunları da Osmanlıca metinleri, örneğin Fuzuli'nin “Su Kasidesi”ni, Baki'nin “Kanuni Mersiyesi”ni kolay kolay okuyup anlayamazlar. Çeşitli nesirleri anlayamazlar. Osmanlıca diye diye nutuk atan üst düzey yöneticiler de doğru dürüst bilmez Osmanlıca’yı. Şûra üyelerinin büyük çoğunluğu hiç bilmez. EĞİTİM BİR-SEN yöneticilerinden bilen var mı acaba? Peki, yarım yamalak eski yazıyı öğrenen çocuklar, nasıl okuyup anlayacak eski metinleri? Çok anlamsız ve gereksiz bir şekilde yorulmaktan, boşuna emek vermekten, eziyet çekmekten başka çocukların eline ne geçecek? İlgililer bunu biliyor mu? -2- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Osmanlıca’yı? Dışarıdan, örneğin Arabistan'dan “ithal” öğretmen mi gelecek? İmamlar ya da imam hatip mezunları mı girecek derse? Öğretmen sorunu kolay bir iş mi sanılıyor? Sonuç İyice düşünülmesi gereken önemli bir soru da şu: Öğretilecek Osmanlıca ülkenin hangi sorununa çare olacak, hangi soruna çözüm getirecektir? Bugün ülkemizde nitelikli eğitim, nitelikli öğretmen, bilimsel eğitim, araştırma, dış dünya ile yarışma, PISA sınavları, laik eğitim gibi birçok temel sorun varken niçin onlar görmezden geliniyor ve Osmanlıca öne alınıyor? Yoksa gizlenen ve bizim bilmediğimiz başka amaçlar mı var? Laik Cumhuriyetin devrim yasalarından Harf Devrimini, onun ardından Dil Devrimini yok etmek mi yoksa uzak hedef? Alfabe konusu, Cumhuriyeti ve devrimleri bir türlü içine sindirmeyen, bunlara saldırmak için fırsat kollayan kimi çevrelerce zaman zaman gündeme getirilir. Hem de birtakım kılıflar uydurularak ve gerçek niyetler gizlenerek. Neymiş, “kadın” sözcüğü “q” ile yazılmalıymış vb. Bu son şûra da çok uygun bir fırsattı ve onu değerlendirmeye kalkıştılar anlaşılan. Sözün özü bu… Ama Harf Devrimini yok etmeye bu şûranın da, her an fırsat kollayan çevrelerin de gücü yetmez. Bu çok iyi bilinmeli. Yer İstanbul Asker Hastanesi. 1. Dünya Savaşı'nda yaralanmış gazilerimize gelen mektuplarının, hastane imamı tarafından okunması... Harf ve Dil Devrimi neden gerekli idi?! Yanıtı yeterince açık değil mi? Sağım solum kravatlı Afrika Mehmet GENÇ Birkaç Kaynak 1-Atabek, Erdal (15 Aralık 2014), “Uygarlığın Neresindeyiz?”, Cumhuriyet Gazetesi. 2-Bahadır, Osman (12 Aralık 2014), “Hangi Osmanlıcayı Öğreteceksiniz?”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, sayı 1447. 3-Bursalı, Orhan (14 Aralık 2014), “Ekranda İnönü Üzerine Bir Yalan”, Cumhuriyet Gazetesi. 4-Demir, Veli (15 Aralık 2014), “Cumhuriyet Eğitimini Bitirme Şûrası”, Cumhuriyet Gazetesi. 5-Erinç, Orhan (13 Aralık 2014), “Mezar Taşı Uydurması”, Cumhuriyet Gazetesi. 6- Kavcar, Cahit (Kasım 2007), “Yazı Devrimi ve Türkçenin Yaşaması”, Çağdaş Türk Dili Dergisi, Sayı 237. 7-Kongar, Emre (11 Aralık 2014), “Osmanlıcayı Dayatanlar”, Cumhuriyet Gazetesi. 8-Levend, Agâh Sırrı (2010), Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara: Dil Derneği Yayını. 9-Tavşanoğlu, Leyla (14 Aralık 2014), “Pazar Konuğu Kemal Ateş'le Görüşme”, Cumhuriyet Gazetesi. [email protected] Sezdim seni… kendince apayrı anlam gibisin Üşenmeden alıp güneşe tutsam, baksam doyasıya Çekirdeği görünen Malatya kaysısından öte Zemheri soğukta Datça yamaçlarında falan Çoban aldatan günümde yeniyetme dal gibisin Kavradım seni… “küçük annem” dediğim tatsın Varılan menzil hep ötelenen öteki kendimizdir Akdeniz'in zil çalan eteklerinde değilsen eğer Ola ki Aydın dağlarında şaşkın bir erik dalısın Onca şair dil dökse sen nesin ne değilsin'e dair Sen orada, ben burada geriye erişilmez aşk kalır Anla beni… sağım solum kravatlı Afrika Gayrı finansal sabıkalarım kredi kartlarımda Terzideki kıç ölçüm bile polis kayıtlarında saklı Google amcam senden daha iyisini bulur diye Teknolojiye ipotekli sana sakladığım gülüşlerim -3- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE KİME GÖRE BİZ KİMİZ? Faik AY değişik yörelerde kullanılmaktadır. Türkün beşiği Orta Asya olmuş, oradan dünyanın dört bir yanına serpilmişlerdir.Ancak; Son zamanlarda özellikle de kimilerinin Ulu Hakan, kimilerinin de Kızıl Sultan dediği 2. Abdülhamit Türkler için “ETRAK-I Bİ İDRAK” diyerek onları aşağılamış, düşünceden ve algılamadan yoksun olduklarını belirtmiştir. Aşağılamalarına rağmen Türk adını kullanamamazlık edememiştir. Kendi soyunun varlığından haberdar değildir. Hükümdarlığı zamanında kaybedilen topraklarda bugün 15 ayrı devlet hüküm sürmektedir. Türk'ten o kadar uzaklaşmıştı ki, sarayda Müslüman Türkler yerine, Türk olmayan Müslümanlar (Arnavut, Boşnak, Hırvat, Çerkez, Pomak, Arap vs… ) ile azınlıklar görevlendirilmiştir. Kendilerini Türk olarak görmeyen halen Mardin Büyükşehir belediye başkanı olan Ahmet Türk, Türk olan soyadını değiştirmemektedir. Aşiretinin adı da Türk'tür. O da aşireti de bu ülkenin ekmeğini yemekte, her türlü nimetlerinden yararlanmaktadır. Her halde mensup olduğu Türk aşireti yüzyıllardır var. Kürtleşmiş Türk olmasın? Ziya Gökalp de Diyarbakırlı bir Kürt olmasına rağmen “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabını yazarak Türklerin nasıl olmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Geçenlerde yitirdiğimiz efsane Yaşar Kemal de Kürt'tür. Kendi ifadesiyle ününü, Türk diline ve Türk yazarı olarak adlandırılmasına borçlu olduğunu belirtmiştir. Orta Asya'da devleti kuranlara dünya tarihçileri Türk, Türk yurdu, Türkeli derler. Kurdukları devletlere de Göktürk, Uygur, Kutluk, Türkistan, Türkmenistan demişlerdir. Dikkatinizi çekerim adların hepsi Türkçedir. Güncel olarak dile getirilen 16 devleti kuran ve yıkan devletlerin hepsi Türk devletleri olarak anılmaktadır. Bizimkiler her ne kadar Türk adını anmakta sıkıntı çekiyorlarsa da 1285 yıl önce Bilge Kağan, Kültigin, Yuluğ Tigin, Yakın geçmişte Cumhuriyet Gazetesi'nin Bilim Teknik ekinde Sayın Doğan Kuban'ın bir yazısını okudum. Konusu, öz olarak “Biz kimiz, başkaları bizim için ne diyor?” Kendisi için, “Babam Midillili bir göçmen, annem Kafkasyalı Çerkez, ben ise İstanbul doğumlu öz be öz Türküm diyor.” Hepimizin geçmişini araştırsak, buna benzer sonuçlar çıkar. Bugün yeryüzünde 300 milyon Türkçe konuşan ve Türk olarak adlandırılan insan var. Bunların arasında kendilerini Türk olarak kabul edenler olduğu gibi, inkârcılar da vardır. Ne kadar inkâr edilirse edilsin gerçeği şöyle veya böyle dile getirirler. Yüce Atatürk, hiçbir ayrım gözetmeden Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran herkesi, Türk şemsiyesi altına almıştır. Türk adı yeni ortaya çıkmış bir kavram değildir. Ancak bu addan rahatsız olanlar ( Millet yerine ümmeti yeğlerler.) Türk adını mümkün olduğu kadar kullanmayıp ötelemeye çalışıyorlar. Yerine Osmanlı’yı Osmanlıca’yı yerleştirmeye çalışıyorlar. TV dizileri Osmanlı ile yatıp kalkmakta. Osmanlı tokadı, Filinta, Diriliş Ertuğrul. Osmanlıca tartışmaları vs… sanki bunlar Türk değil. Bunlar, Osmanlı’yı da bilmiyorlar. Peki, Osmanlı kim? Öz be öz Türk. Orta Asya dan Anadolu'ya ne zaman geldikleri kesin olarak bilinmeyen Üçokların Kayı boyu kolundan bir Türkmen aşireti. 11 ve 12. yüzyıllarda Anadolu'da barındıkları ile ilgili kanıtlar var. Selçuklu sultanı bunları Bizans'a komşu vilayetlere uçbeyi olarak görevlendiriyor. Ancak Kayı aşiretinden bir devlet doğuyor. Namık Kemal de vatan kasidesinde “Bir devlet yarattık bir aşiretten” diyerek bir devletin kuruluşuna işaret etmektedir. Kayı aşireti devlet kuran bir Türkmen aşiretidir. Türk adı Osmanlı’dan önce de, Kayılar’dan önce de vardı. İnsanlığın varoluşundan bu yana -4- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Anadolu'yu da Türk yurdu olarak görür. Zaten dünya İpekyolu üzerinde yer alan coğrafyaya Türkeli, Türkistan, Türkmenistan, Türki devletler der. Yüzyıllar önce değişik medeniyetlerle Anadolu'dan ayrılıp dünyanın dört bir yanına dağılan yurttaşlarımıza dünya ''TURCO'' der. Hatta yakın geçmişte Arjantin Devlet Başkanının adı da El Turco idi. Çünkü onun ailesi de yüzyıllar öncesinden Anadolu'dan göç eden yurttaşlarımızdandır. Tarih okuyanlarımız bilir. Osmanlının Avrupa'da ilerleme dönemlerinde Hıristiyan aileler yaramazlık yapan çocuklarını “Türkler geliyor, uyumazsanız sizi Türklere veririz.'' diye korkuturlarmış. Onlar için Anadolu'dan gelen kim olursa olsun Türk'tü. Türkiye de Kürtleşmiş Türkler olduğu gibi, Türkleşmiş Kürtler de vardır. Hepsi yurt içinde TC kimlik cüzdanını, yurtdışında da TC pasaportu taşırlar. Dünyanın algısı bu yöndedir. Türkiye insanının ortak paydası TÜRKÇE olan dilidir. İşgal yıllarında (1918-1922) Ege Bölgesi'nin pek çok yerinde yerli Rumlar ile sonradan yerleştirilmiş Rumlar vardı. Özellikle kıyı kesimlerde Çeşme, Karaburun, Urla, Seferihisar, Ayvalık, Edremit vs… yoğun bir Rum nüfusu vardı. Bunlar Rumca bilmez Türkçe konuşurlardı. İşgal zamanında Rumlara Rumca öğretmek için Yunanistan'dan öğretmenler getirilir. Karaburun'un Saip köyünde de Rum öğretmen derse başladığında Saipli Rumlar Rumca konuşmayı reddederler. Derler ki: “Bizim ne güzel Türkçe dilimiz var, başka dil istemeyiz.” Anadolu'da Rum nüfusunun yoğun olduğu yerlerden biri de Karamandır. Eski Yunanistan başbakanı Konstantin Karamanlis de Karaman'dan Yunanistan'a göç etmiş ailelerdendir. Yunanlı yazar EVANGELİA BALTA'nın ( balta soyadına dikkat, Türkçedir) İş Bankası yayınlarından yeni çıkan ''GERÇİ RUM İSEK DE RUMCA BİLMEZ TÜRKÇE SÖYLERİZ'' adlı kitabı Anadolu'yu yurt edinmiş bütün insanların ortak paydalarının Türk Dili olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. İsmet Zeki Eyüboğlu'nun “Tanrı yaratan topraklar ANADOLU” kitabında'' bilgi kızların çeyiz sandığı değildir.'' ifadesi yer alır. Bilgi kullanıldığı ve yararlanıldığı sürece faydalı olur. Ben de bu düşünceyle çeyiz sandığımı size açtım. Herkesin payına düşeni alması dileğiyle… Tonyukuk adına Orta Asya'da Orhun nehri kenarına diktikleri anıtlara “Tanrı Türk'ü korusun” ibaresini yazmışlardır. Dikkat ederseniz bu isimler de Türkçedir. Selçuklular Türk”tü. Ama saray dili Farsça ve Arapça idi. Halk hiç bir şey anlamıyordu. İdare edenle idare edilen arası tamamen kopuktu. Bunu sezen vezir Karamanlı Mehmet Bey bir sultan fermanı yayımlıyor ve diyor ki: “Bundan böyle sarayda, bağda bahçede, çarşıda pazarda Türkçe konuşulacaktır.” Gazneliler zamanında da bir bilge olan Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lügat-ı Türk adıyla bir sözlük hazırlıyor. Bu sözlükle Gazne Devletinde bulunan Araplara Türkçe öğretmeyi amaçlıyor. Halen kullandığımız pek çok sözcük o sözlükte yer almaktadır. Günümüzde Türklükten kaçıp Osmanlı’ya veya başka yerlere sığınanların Atatürk'ün tanımladığı Türklükten başka gidecek yerleri yoktur. Dinsel kayıtlarda da Türk adı vardır. Örneğin Nuh peygamberin 3 oğlu vardır. Birinin adı Yasef. Yasef'in oğlunun adı Türk'tür. Bu nereden kaynaklanabilir. Nuh Tufanı olayı Anadolu kaynaklıdır. Nuh'un gemisi halen Ağrı Dağında ya da Cudi Dağında aranmaktadır. Anadolu insanının Yasef'in oğlu Türk'ten türediği iddia edilmektedir. Yine Hz. İbrahim'in babasının adı Azer. Azer'in Türk olduğu bilinmektedir. Hz. İbrahim'in Urfa kaynaklı olduğu Urfa Kralı Nemrut tarafından mancınıkla yanan ateşin içine atıldığı, kutsal olan peygamber Hz. İbrahim'in yanmayıp kor halindeki odunların balığa dönüştüğü ve bugün bu balıkların Balıklıgöldeki balıklar olduğu rivayet edilmektedir. Bu söylenceye göre de Anadolu insanının Hz. İbrahim'in babası Azer'in (Türk'ün) torunları olduğu söylenir. Hz. Muhammed'in karşıtları ile yaptığı Hendek savaşında(627) Müslümanları barındırmak için kurulan Sahra Çadırlarının adı “GUBBA TÜRKİYA” yani Türk Çadırı. Peygamberimizin, deve kervanlarıyla ticaret için Şam'a Bağdat'a Halep'e, Acem illerine gittiği bilinmektedir. Araplar Müslüman olmadan önce de İpekyolu'nu kullanıyorlardı. Bu nedenle göçebe Türklerin çadırlarını örneklemeleri doğaldır. Anadolu'ya veya Anadolu'dan başka yerlere gidenlere başkaları Türk gözüyle bakar. -5- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE EĞİTİM ve BARIŞ Bekir ÖZGEN [email protected] TANIM: Dar anlamda “barış”; devletler arasında savaş olmaması, dostluk ilişkileri kurulması durumudur. Geniş anlamda ise; toplumda çatışmasız, kavgasız, bir yaşam ortamı sağlanmasıdır. İnsanların yarınlara güvenle bakabilmesi, erinç ve gönenç içinde insan gibi yaşayabilmesidir. Bu da tüm halkların ortak idealidir. Bu anlamda eğitim, insanın şeytansal yanlarını törpüleyip meleksel yanlarını güçlendirme; başka bir tanımla insanlaşması sürecidir. İnsan, nasıl insanlaşır pekiyi? Ağırlıklı olarak akıl ve doğrularla ulaşılabilecek bu adresi bulmak kolay mı? Birey, özgür ve üretken değilse, insanlaşamaz. Kendisi ve çevresiyle barışık olamadığı sürece, uygarlaşma yolunda atacağı adımlar yetersiz kaldığı gibi, erdem ve güzellik alanlarında da yaya kalır. GİRİŞ: Tarihin sayfaları hep savaş ve barışı yazar. İnsanoğlunun evrensel güvenine, özgürlüğüne ve kardeşliğine yönelik yığınlarca yapıtlar yazılmıştır. İncelemeler yapılmış, filmler çevrilmiştir. Besteler, güfteler söylenmiştir. Atasözleri ve deyimler üretilmiştir. Savaşı ve kötülükleri önlemek adına uluslar arası örgütler kurulmuştur. Ne ki, savaş durmamıştır, durdurulamamıştır. İnsan insanı, kardeş kardeşi vurmayı sürdürmüştür. Belli ki, bu iki karşıt olgu, hem bireysel hem de toplumsal birer gerçekliktir. Ve ikisini de yaratan insanın kendisidir. Öte yandan barışın dostunun az, düşmanının çok olduğu da bir gerçektir. Bu da barışın büyük bir bedeli olduğunu ortaya koymaktadır. Özveri gibi, yüreklilik gibi, dayanç gibi, kararlılık gibi, sevgi gibi çoğu erdemin birlikteliğine işaret etmekte; büyük ücretler ödenerek satın alınabildiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle de barışın ödülünün, bütün ödüllerin üstünde olduğu söylenebilir. BARIŞ İÇİN EĞİTİM: Bireyin değişimini sağlama görevi eğitimden beklene gelmiştir. Çağdaş eğitim, bilimsel bilgiyi yaratıp teknolojiyi insanın hizmetine sunarken, yerküreyi bir anlamda küçültmüş bulunmaktadır. Dünyada olup bitenler ayağımıza kadar gelmiş; yemek odamıza, salonumuza girmiştir. Yaşam büyük ölçüde kolaylaşmıştır. Ne var ki, yaşamın temel ilkesi olan barış ihmal edilmiş; neredeyse unutulmuştur. Barış eğitimi, bir türlü, çağdaşlığın olmazsa olmazı yapılamamıştır. Bireyin bilişsel, duyuşsal ve becerisel davranış niteliklerinin barış içinde gelişip gerçekleşebileceği uslara yerleştirilememiştir. Demokrasi öne çıkarılmak istenmişse de, demokrasinin ön koşulu olan barış, göz ardı edile gelmiştir. Barış eğitimi verilemeyince de, savaşlar meydanı boş bulmuş; gittikçe azgınlaşmış; peşinde yıkımlar, ölümler, acılar ve gözyaşları bırakmıştır. Bu olumsuz gidişin yarın da süreceğini savlamak bir kehanet değildir. Zira demokrasi sancağını elinde bulunduranlar, silah endüstrisini de tekellerine almışlardır. Ulusal gelirlerini büyük ölçüde silah satımından elde eder olmuşlar; gönençlerini başkalarının hastalığından, kıyımından, ölümünden sağlar duruma gelmişlerdir. Bugün, dünyadaki toplam silah satışının büyük çoğunluğunun yoksul ülkelere yapılmakta olması bunun kanıtıdır. Ve ne yazık ki, savaşın neden olduğu sağlık harcamaları astronomik rakamlara ulaşmıştır. Evrensel boyutlu bir barış eğitimi verilmezse, öyle görünüyor ki, daha çok savaşlar yaşanacak, dünya kıyımlar üzerine kıyımlar görecektir. OLAYIN TÜRKİYE BOYUTU: Bugünkü görüntüsüyle, ne yaygın ne de örgün eğitimde, kendi toplum dokumuza uygun bir barış eğitimi yürüttüğümüz söylenebilir. Böyle olduğu için de bencilliğin kaba yöntemlerle dışavurumu olan savaş, her fırsatta kendini gösterebilmektedir. Bir anarşi furyası başlamıştır. Trafik anarşisi, sığınmacı anarşisi, pompalı tüfek anarşisi, yargı anarşisi almış başını gidiyor. Kavga derseniz, hiç bitmiyor. Evde, sokakta, parlamentoda hızını kesmiyor. Küslükkırgınlık mı? Salgın ve çok yaygın. İktidarla -6- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE muhalefet, okuyanla okumayan, Türk'le Kürt, Aleviyle Sünni birbirlerine yan bakmayı sürdürüyorlar. Politikacılar, iktidarlarını yurttaşların ötekileştirilmesi üzerine kurabiliyorlar. Barış için savaşmazlarken, savaş için barışmayı marifet sayabiliyorlar. Bu durumda yurttaşımız şaşkın. Sonucu kınıyor, ama barış eğitimini kurumsallaştıracak olanın devlet; barış düşüncesini halka yayacak olanın da eğitim olduğunun ayrımında değil. Pekiyi, biz bir kavga, yaptırım toplumu muyuz? Öyleyse eğer, niçin? “Dayak cennetten çıkmadır,” diyen bir disiplin anlayışını benimsediğimiz için mi? Yine bu nedenle mi, bir yandan evde eşimizi, spor alanlarında rakiplerimizi dayaktan geçirirken; öte yanda sayıları az da olsa kimi öğretmenlerimiz, okulda öğrencilerini dövmekten vazgeçmiyorlar. Gelin hiç olmazsa bu noktada dürüst olalım. Ve barış eğitimini vermekle yükümlü olan eğitim ordumuzun, kendilerinin de durmadan cezalandırılmakta olduğunu itiraf edelim. Bol ceza alırlarken, neredeyse hiç ödül almadıklarını kabul edelim. Bütün bu olumsuzluklar yetmiyormuş gibi, bir de ders kitaplarının içeriklerinden kaynaklanan savaş ağırlıklı yaklaşımlar var. Tarih dersleri, öğrencilerimize cengâverlik ve dövüş dersleri olarak okutulmakta. İlkokul Sosyal Bilgiler yapıtlarında savaşlara ayrılan yer, barışa ayrılanların on katını geçmektedir. Savaşların nedenlerine, sınıfsal kökenlerine yeterince değinilmemekte; tarih ile uygarlık bağıntısı kurulamamaktadır. ÇÖZÜM: Ülkemizi ve dünyamızı kavga ve savaş belasından kurtaracak en etkili yatırımın, tutarlı bir “barış eğitimi” olduğu söylenebilir. Araştırmalar, kişilerin, düşman imgesinden ancak ve ancak eğitim yoluyla arındırılabileceğini kanıtlamaktadır. ÖNERİLER: Barış eğitimi için: Örgün ve yaygın eğitim aracılığıyla etkin bir demokrasi eğitimi yaşama geçirilmelidir. Bunu yaparken, gençlere özgürlük ve sorumluluk birlikte verilmeli; şiddetin nedenleri, etkileri ve sonuçları üzerinde durulmalıdır. Demokrasinin bir uzlaşma rejimi olduğu herkese, yaşanıp yaşatılarak benimsetilmelidir. Bireylerin özgün olduğu, birinin diğerine benzemediği, farklı değer ve düşünce dizgeleriyle yaşama bağlandıkları; bu olgunun da doğal olduğu algılatılabilmelidir. Eğitimin özel ve genel amaçları arasındaki insan hakları, devletlerarası hukuk, değişik kültürlere saygı öne çıkartılabilmelidir. Ders konuları bu doğrultuda seçilip, işlenebilmelidir. Savaşların yengini olmadığı vurgulanmalı; utkunun cephelerde değil, ancak beyinlerde kazanılabileceği anlatılabilmelidir. “Yurtta barış, Dünya'da barış” isteminin ancak tutarlı bir barış eğitimiyle gerçekleştirilebileceği düşüncesi, önce yönetenlere kabul ettirilebilmelidir. Yoksa ezilen, ırzına geçilen, açlığa tutsak ettirilen, kobay gibi kullanılan ve de öldürülenlerin arkalarından ağlamaktan öte yapabilecek bir şey kalmayacaktır. Unutmamalıyız ki, barış, onurla elde edilmezse, barış olmaktan çıkar. PASLAŞMA Mehmet RAYMAN [email protected] kutup düğmeleri buz iliğinden pişkin zamanlar gelir dayanır çatal kapıya içerden dışarı bakanların yakasını kimselere söylemeden ilikle dik tutmaktan başka soğuk rüzgarlara kapadım yakamı o gün bu gün yalnızlığın içindeyim oysa herkesin içinde bilirim yüksek ökçeden giden hayatı üstü başı yırtık yerden göğe kadar doğal tasarım ölümsüzlük içerir kabuğun içi gözlerimi toplayan damla yere düştüğüne pişman olma -7- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE BİTMEYEN KAVGA VE BİR UZAY PROFESÖRÜ Prof. Dr. Osman GÖKÇE [email protected] Ege Üniversitesi'nde çalışırken, beğendiğim ve saygı duyduğum bir bölüm başkanımız vardı. Kendi sözcükleri ile usulî, vicdanî ve ilmî olmakla övünürdü. Ben de hocamı böyle bilirdim. Türban konusu o günlerde çok sıcak ve gündemin başındaki konu idi. Sınıfa başörtülü giren iki öğrenci için tutanak tutmamı daha önce bana bir kaç kez söylemişti. Hocayı kırmamaya çalışmış, sesimi çıkarmamış, fakat dediğini de yapmamıştım. Bir tür duymazlıktan gelmiştim. ortaya çıkan sorunun yalnızca bir baş örtme sorunu olmadığını, bunun çok temel bir sorunun sıradan bir göstergesi olduğunu sizler de ben de biliyoruz. İşte o temel sorun beni çok ilgilendiriyor ve kaygılanıyorum. Ama o sorunla böylesi yöntemlerle başa çıkılabileceğini de sanmıyorum. Bir zamanki çıkarları gereği cumhuriyet ve laiklik karşıtlarını, yobazları, bağnazları kullananlar ve din istismarcılığı yapanlar, başta Cumhurbaşkanı (Süleyman Demirel) olmak üzere konuyu buraya getirenler bugünkü çıkarları gereği şimdi de cumhuriyetçileri, laik ve çağdaş düşüncede olanları kullanmak istiyorlar. Ortada dönen dolabı iyi bilip biz işimize bakalım hocam.” dedim. Bir gün çay saatinde bütün bölüm elemanları çay salonundaydık. Hoca bir sohbet havasında duyurmak ve uyarmak için konuyu bütün topluluğa dönerek anlattı. Birincilerin adını verip ikincilerininkini vermeden: “ İçinizden bazı arkadaşlar sınıfa başörtülü giren öğrenciler için yönetimin tutulmasını istediği tutanağı tutmaktadırlar. Fakat bazıları bunu henüz yapmamaktadır. Oysa bu bir YÖK emridir. Lütfen o hocalarımız da gereğini yapsınlar.” dedi. Hoca çok üzüldü. Tek bir söz söylemedi. Çayını yarıda bıraktı ve çekti gitti. Buz gibi oldu ortalık. Daha sonra da uzun bir zaman bana bu konuda tek bir şey söylemedi. Kızgınlık ve kırgınlık izi taşıyan hiç bir davranışta da bulunmadı. Olayın özünü o da biliyordu. Bu çay salonu olayından uzunca bir süre sonra sık sık odama gelir oldu, birbirimize daha da yaklaştık ve bu konuları sık sık konuşur olduk. Daha sonraki gelişmeleri birlikte yaşadık, birlikte gördük. Doğrunun yeneceği umudunu hiç yitirmedik. Birbirimizi hiç suçlamadık. Sağıma soluma bakındım. Kimseden hiç bir ses çıkmıyordu. Hocanın tutanak tutmuyorlar dediği hocalardan en azından birisi bendim. Bu uyarı üzerine bana göre söz bana düştü ve bende de sabır taşı çatladı. Oradakilerin tümüne dönerek: “Değerli arkadaşlar, hocamın sözünü ettiği asilerden birisi benim.” dedim gülmeye çalışarak. Hocama da dönerek: “Hocam, ben hocayım, saltanat zaptiyesi değilim. Üniversitede yönetimsel bir görevim de yok. Elimden geldiğince, sizlerin de bize öğrettiğiniz yolda iyi bir hoca olmaya çalışıyorum. Kimsenin nasıl giyindiği, nasıl bağlandığı beni ilgilendirmiyor. Üstelik başörtüsü adı altında Işıklar içinde yatsın Prof. Dr. Metin Talim Hocam. * Benim bu konudaki haklılığım ya da haksızlığım çok önemli değildi. Ama daha sonra üniversitemizde bir olay yaşandı ki bu çok önemliydi. Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümü Prof. Dr. Renan Pekünlü başörtüsü nedeniyle hapse girdi. -8- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Özetlemeye çalışacağım:Türban ya da başörtüsü sorunu 1951'de İmam-Hatip okullarının, kız öğrencilere dinî eğitim almaları için, kurs düzenlemesi ile başlamış ve 1960' ların sonu ve 1970' lerin başında gündeme çıkmıştır. Olayın bitmeyen kavgasının kronolojisi şöyledir: • 1982 - YÖK, yayınladığı kıyafet genelgesi ile türbanı yasakladı. • 1984 - YÖK, kıyafet genelgesindeki başörtüsü yasağını kaldırdı. • 1987- Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'ne bir madde eklendi. Üniversitede çağdaş kıyafet ve görünüm dışında bir kıyafet ve görünümde bulunmak disiplin suçu sayıldı ve türban yasaklandı. Ayrıca öğretim elemanlarından bu durumu izleyip gerektiğinde soruşturma açılması da istendi. • 9 Şubat 2008- Üniversitelerde türbana serbestlik getirenAnayasa değişikliği kabul edildi. • 5 Haziran 2008- 9 Şubat 2008 Tarih 5735 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun'un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa'nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edildi, türban yasağı da kalkmadı. • 13 Aralık 1983-21 Aralık 1987- 45. Hükümet (1. Özal Hükümeti) 'in başörtüsünü serbest bırakmak için YÖK yasasında yaptığı değişiklik veto edildi. Menderes döneminde yani 1950'lilerde Celal Şahin adında bir güldürü sanatçımız vardı. Dönemin kalkınma övünmelerinin gerçek yüzünü ve yapılan yolsuzlukları “Kaldır kaldırımı-İndir kaldırımı” nakaratlı bir şarkı ile dile getirir ve herkesi hem güldürür hem düşündürürdü. Bu kez de “Yasakla türbanı-Serbest bırak türbanı” biçiminde bir gözbağcılık çıktı ortaya. Aslında Celal Şahin'in anlattığı ile bu sonuncusu arasında çok da bir ayrım yok. Örnekler değişik, ama işin özü aynı. Bir gerekçe uydur. İster kaldırım yapıyorum diye, istersen herkes inancına göre yaşamalıdır diye ahkâm kes ve türban da türban diye dayat. Şamata çıkar, gürültü kopsun ve gözü açıklar malı götürsün. Bu ne iş böyle denmesin. Bu işlerin aslı hep böyle. • 27 Aralık 1988- 46. Hükümet (2. Özal Hükümeti) tarafından çıkarılan 3511 Sayılı Yasa ile yükseköğretimde türban serbest bırakıldı. • 1989 - Özal hükümetinin çıkardığı yasa zamanın Cumhurbaşkanı Kenan Evren 'in başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi ve böylece türban yasağı kalkmadı. • 1990 - Başörtüsüne izin veren üçüncü kanun çıktı ve fakat Anayasa Mahkemesi'ne götürüldü, kanun reddedildi ve türban yasağı yine kalkmadı. • 1997 - 15 Eylül'de YÖK Başkanlığı'nın bir genelgesi ile türbanlı öğrencilerin okullara alınması yasaklandı. • 1998 - 28 Şubat sürecinde bütün üniversitelerde YÖK tarafından türbanlı öğrencilerin kampüs içinde dolaşmaları yasaklandı. Bu yasağı uygulamayan rektörler hakkında soruşturma açılacağı bildirildi. Dönem işte böylesi bir dönemdi. Benim köyümde böylesi durumlar için “Batman (8 kiloluk eski bir ağırlık ölçüsü) çağala (çakıla) karışmış.” denirdi. Bul bulabilirsen sel yatağında, çakıllar içinde taş batmanı, ayır ayırabilirsen birbirinden. Toplumda da büyük küçük belirsiz, bilen bilmeyen belirsiz, yetkili yetkisiz belirsiz oldu. İnançlı inançsız belirsiz. Kimin ne söylediği belirsiz. Yani batman çağala karışmış. Ruhsatî (1835-1911) nin Sivas'tan seslendiği gibi “Dünyanın gidişi acaip • 29 Haziran 2004- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, açılan bir dava üzerine, Türkiye'de üniversiteye türbanlı girişin yasaklanmasının hukuka uygun olduğuna dair karar verdi. -9- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE yapmış. Bir durum tesbitinde bulunmuş yalnızca. Ama nasıl oluyorsa eğitim ve öğretime engel olmaktan cezalandırılmış, 2 yıl 1 ay hapis yemiş!.. Suç uydurmak, suçlu bulmak hukukun uzmanlık alanı oldu ülkemizde. Foça Cezaevi'nde ıslah ediliyor şimdi bir uzay profesörü!.. Örtünme gibi bir dinsel anlayış adına bir bilim insanının hapse girdiği bir ortamda bilim ve üniversiteden kimse bir iyilik beklememelidir. Din, Bilim, Üniversite ve Bitmeyen Kavga!.. oldu-Koyun belli değil, kurt belli değil”. Türbanla ilgili gelişmeler böylece sürüp giderken, son olarak yasalara karşın, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın türbanın üniversitelerde serbest bırakılması ile ilgili genelgesi de Danıştay tarafından iptal edildi. Danıştay'ın, öğretmenlerin okulda türban takmasını uygun bulmayan kararı hakkında “Efendi sen kim oluyorsun, buna Mecelle karar verir” diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AİHM'nin kararından sonra da “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır. Açarsın o dinin mensubuna, Musevi ise o dinin mensubuna, Hırıstiyansa o dinin mensubuna sorarsın, bunun dinde gerçekten emredici bir hükmü var mı? Varsa saygı duymak zorundasın. Ben diyorum ki dinde bunun yeri vardır!” açıklamasını yaptı (Türkiye gazeteleri, 15.Kasım.2005). -----------------------------*Prof. Dr. Osman Gökçe,10.02.2015, Bornova, [email protected] kara elmas Başbakan şeriatı, şeri hukuku yani ilahî kanunu işaret ediyordu. Buna göre, değiştirilemez ilahî kanunlar gökten indiğine ve kutsal kitaplarda yazıldığına göre üniversitelerde hukuk fakültelerine de gerek yoktu. Allah'n gönderdiği hukuktan üstün bir hukuk olamazdı çünkü!.. Ahmet CENGİZ [email protected] acının adı kara elmastır tragedyanın sevdadır yer altına gizli aşkların en tutkulusu dededen toruna Görüldüğü gibi hükümetler dahil siyasal İslamın gündeminden türban bir türlü çıkmıyordu. 24 saat türban oyunu oynanıyor ve 24 saat türban İslam'ın bir numaralı sorunu olarak gündemi işgal ediyordu. Bütün bu baş döndürücü gelişmelerden sonra işin özeti şu idi ki türban üniversitelerde fiilen serbest ve ancak hâlâ yasal olarak yasaktı. Prof. Dr. Renan Pekünlü de sandı ki hiç değilse Ege Üniversitesi'nde yasal yasak uygulanır. Öyle ya 23 Mart 2011 tarihli bir yazıyı fakültelerin duvarlarına astırarak (türban yasak) diyordu rektörlük. Ne cehalet!... Evet doğru olmak, doğruyu bilmek, doğru olanı ve yasal olanı yapmak ne cehalet!.. Gökyüzünün sırlarını araştıran Astronomi Profesörü Rennan Pekünlü de çok cahilmiş meğer(!).. Devlete inanmış, YÖK'e güvenmiş, rektörlüğünün verdiği talimata uymuş ve öğretim elemanlarına görev olarak verilen, yukarıda benim asilik gösterip yapmadığımı söylediğim bir görevi -10- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE “Ayhanlama” CAZKIRLAR'DAN PROFESÖRLÜĞE Prof. Dr. Şadan GÖKOVALI Bizim Menteşe dağları becenedir, gereğinden Vakteriştiğinde, hatta zamanı biraz geçtikten fazla ıssızdır. İnsanın az, dağ tanrılarının bol olduğu sonra, iki – üç cigara içimi yakındaki köy okuluna cangallardır. Göklerinde, kanadından kaval yapılan verilir Ayhan. Bizim oralarda, “Çalının ardı gurbet” kartallar, kapuzlarında çatal boynuzlu ceylanlar gezer. derler. Gurbete salınmıştır Ayhan'cık. Düşe kalka Yol kesen, hak getire. İnsan görseniz, şaşarsınız. Yörük mektebe gidip gelir Ayhan. Öğretmeni onu, o da kızı Ferayi'yi gören Menteşe oğlu Firuz Bey'in okuyup yazmayı kısa sürede beller. Ne harika bir şaşırdığı gibi. Düzenlerinde ekin yerine diken, dünyadır bu! Konuştuğun kişinin sesini duyar, kibrit aklanlarında yemiş yerine çalı, karaçalı, kızılçalı çöpü gibi resmini çizdiğinde, gözüne görünür. egemendir. Meyve yerine olsa olsa incir (ficus carica), Karain'de, Beldibi'nde, Göbeklitepe'de, Çayönün'de, dağ çileği (arbutus unedo), yaban mersini (murtus Alacahöyük'te, Çatalhöyük'te ve benzeri mağara ve communis), ahlat (pirus piraster) boy gösterir. Bunlar kayaaltı sığınaklarında yapıldığı gibi, Tanrı'nın işine kültürize edilmemiş cennet yemişleridir. Dikenler karışır, yaratma işine kalkışmış gibi olur. Yaratmanın çarığınızı deler, çalılar çakşırınızı yırtar. Bu dereli heyecanına, yaratanın işine karışmanın ürküsüne tepeli yerler tekin değildir. Özbaşına dolaşmak caiz kaptırmıştır kendisini. Alimallah, klanın bireyleri bunu değildir! sezse, kendisini tanrı yerine koyduğu için ya linç ya da aforoz eder bizimkini! Geceleri taa uzaklarda, ağaçlar arasında çoban ateşleri Düzene göre “ilk”den göz kırpar gezgine. Bir umut sonra “orta”! İyi de, ortamektep ışığıdır yolunu bulamamışa. daha uzak. Çalıyı aralayıp Demek ki; oralar da az biraz da geçecek, çarıkların siftah olsa, tüten ocaklar vardır. olarak asfalt zamkına yapışacak. Köprüsü var mı yok Bu körez ışıkların mu belirsiz. Bencik Çayı'nı göründüğü yerleşim geçecek. Ahiköy'e varacak, yerlerinden biri, köy küçüğü ortaokul kapısında Atatürklü Cazkırlar'dır. Ürünü artmaz, Türk Bayrağına selam dölü çoğalmaz. Eğir eğir duracaksın. Müdür şöyle bir pazara, doğur doğur mezara. saçını okşayıp: Halkın kısm-i küllisi (büyük T. Ayhan Çıkın gençliğinde çoğunluğu) , bur çimdik -“Cazkırlar'dan Ayhan Fakir Baykurt ile bir yemekte. kâğıda bir çizgi çizmiş, Çıkın”, diye kayda geçirecek. askerdeki oğluna iki satır Orta sıraları bambaşkadır. mektup yazabilmiş değildir. Şehirde eline bir kağıt Her otun, her taşın, her hayvanın, her memleketin ayrı tutuşturulsa tapu mu, ihbarname mi bilemez!.. birer adını, hatta kimilerini resimleriyle görüp Cazkırlar'da Çıkınların bir oğlu olur. Adını öğreneceksin! Hemen köye dönüp, köylülerine “Ayhan” koyarlar. Eski Türklerde baba tanrıya “Gün anlatabilse bunları: Han”, ana tanrıçaya “Ay Han” dendiğini bilmeden. -“Essah mı Ayhan,” derler, “bu dünyada başka Ayhan, akıllı uslu bir çocuktur. Yoldaş yokluğundan memleketler mi, ormanlarda bildiklerimizden ayrı oğlaklarla, civcivlerle oynar. Rastlaşabildiği bir iki hayvanlar mı varmış? Ora insanlarının da bizim gibi çocukla biccil oynar, cicoz oynar, saklambaç oynar. bir ağzı, iki kulağı mı varmış?” Oyuncağı olsa olsa çam kozalağı, pelit bebesidir. Eline Ah benim, “topraktan öğrenip kitapsız bilenim. geçirebildiği kiremit, kömür kırıntısıyla taşlara, Hoca Nasreddin gibi ağlayıp Bayburtlu Zihni gibi ağaçlara, anlamını bilmediği çizgiler çizer, şekiller gülenim!” yapar. Dersler, sınavlar, al eline diploma. Ne iş görecek -“Bu kısta (çocuk), okuyacak gibi görünüyor.”, bu ? Diploma karın doyurmaz ki ! Hele bu, İkinci derler. Dünya kapışması yıllarında! “Türk'e durmak -11- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” Bereket İkinci Atatürk, İsmet Paşa, savaşa sokmuyor bizi. Sonraları, el kadar çocuğa : -“İsmet Paşa, sen benim anamı- babamı gazsız, tuzsuz bırakmışsın”, dedirtecekler. Savaşın ölümcüllüğünü, savaşın o savaşı yaratanlara kar getirdiğini herkesten iyi bilen İnönü, çocuğa saçını okşayıp, güleç yüzle şunu diyecektir: -“Evet güzel çocuğum, dedeni-babanı tuzsuz gazsız bıraktım ama, seni anasız babasız bırakmadım!” ÜNİVERSİTE Mİ, O DANE DEMEK? İki bin yıl önce Pamukkale'de yaşamış Epiktetos demiş ya: -“Bir kez sınırı aşan için, artık sınır diye bir şey yoktur!” Cazkırlar'lı Çıkınların Ayhan, liseden de çıktıktan sonra, yol görünür onun garip serine (başına). Burstu, çıraklıktı, konu komşu yardımı derken, Ayhan, İzmir'de üniversitede bulur kendisini. Köye, köylüye yarar bir dal seçmelidir. Kuşkusuz, tarım ve kooperatifçiliktir bu. Oraya girer, başta “kıl aldırmaz, külyutmaz” Prof. Dr. Ali Aras olmak üzere, İzmir'de bu bilim dalının öncü hocalarından ders görür. Bir yandan da köyleri dolaşıp uygulamaları görür, daha güzel yarınlar için Ege köylüsüne yol gösterir. Bununla kalır mı? Hocalarının da öngörmesiyle kariyere kalır. Kuram ve uygulamada başarılıdır. Akademik aşamalara hızla geçer : doktor, doçent derken, en yüksek bilimsel sıfat olan “Profesörlüğü”, anasının ak sütü gibi hak eder. Bir yandan da türkü sözleri gibi dizeler düzmektedir. Yanındaki, yöresindeki şairlerle görüşür, ilk denemeleri hemşerisi Şadan Gökovalı'nın (yani bu satırların yazarının) yönettiği “GENÇLERLE BAŞBAŞA”nın “kadrolu” şairleri arasında yer alır. Ne sevinçtir o! Şiirinin yer aldığı sayfa dışa gelecek biçimde, Ege Ekspres gazetesini cebinde gezdirir. Evlenir. Oğlu olur, ona Tuğhan adını koyar. “Her ölüm, erken ölümdür” ya; Tuğhan çoğu kişiden daha genç ölür. Yokluğunu sindiremez oğlunun. Muzaffer Erdost'tun, acımasız ve bilisiz kişilerce öldürülen kardeşi “İlhan” için yaptığı gibi, adına oğlunun adına ekler:Artık “TuğhanAyhan Çıkın” olmuştur. Acının böylesi zarplısına can mı dayanır? Ayhan'ın duyarlı yüreği durur. Bereket uygun bir donör bulunarak, yüreği yenilenir. Kendisi, kendisine takılanın “bir delikanlı kalbi” olduğunu söylese de, yakınları “hayır, sen artık bir genç kız kalbi taşıyorsun” diye sevgi sözleri söyleyecektir. Ayhan'ın biriken şiirleri, Şadan'ın öngördüğü “ZAMAN ÇİÇEĞİ” adıyla kitaplaşır. Şairimiz artık kurtulma hızını almıştır. Sıra gelir ikinci kitaba. O da ülkemizin tanınmış yayınevi Papirüs tarafından 2005'de yayımlanır : “ORTAK KALPLER TÜRKÜSÜ”. İki kitabında baskıları çabucak tükenir. Eski Türklerin ozan babaları gibi, toplumsal olaylara, toplumcu öncülere akrostiş şiirler yazar. “BİR ÇIKIN ŞİİR” “Verba volant, scripta manent”tir; söz uçar, yazı kalır” ya, sıra gelir kitapların yeni baskısına. Şairimiz yine çalar sizin Muğlalı Şadan'ın kapsını: “Al bakalım hemşerim. Bunları kitaplaşmaya değer bulursan, isim babası ol!” Şadan'ın “mukadder” soruya yanıtı hazırdır: “BİR ÇIKIN ŞİİR: T. AYHAN ÇIKIN” sözleri dökülür dilinden. Bu kitaptaki şiirler mi? Görünen köy kılavuz istemez. Ben sizin genel vekiliniz değilim! Okuyun ve hükmü kendiniz verin. İşte bu kadardır Ayhan ÇIKIN ve bir ÇIKIN şiiri üstüne yazacağım. Sihirsiz kalın, şiirsiz kalmayın. T. Ayhan ÇIKIN'dan ZEYTİN DALININ UCUNDAKİ GÜZEL ADAM: UĞUR MUMCU (22 Ağustos1942, Kırşehir 24 Ocak1 993, Ankara) T. Ayhan ÇIKIN* [email protected] Zeytin dalının ucundaki güzel adam Karanlığın kapısındaki yarasalar Seni namlunun ucuyla değil Hain bir pusuda vurdular. Hangi karanlık düşler Kaplarsa kaplasın o burcu Senin aydınlık düşlerinle Işıklandıracağız canım güzelim yoldaşım Uğur Mumcu!.. * Prof. Dr. - Emekli öğretim üyesi -12- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yaşam Esintileri BİTMEYEN YARIŞ Etem ORUÇ [email protected] Dağlarda kar, sokaklarda ayaz, rüzgârın yoksul aradığı, kuşların saçaklara sığındığı, yelin ustura gibi kestiği günlerdeyiz. Böylesi günlerde dışarı çıkamayınca anılara dalar, düşler aleminde dolaşırım. Karıncalı Dağ, Gökbel, Arapdede derken Şeytanlı Kavak'a doğru inerim. Dereden akan ak köpüklü sulara karışır anılarım. İnsanın anayurdu çocukluğunun geçtiği yerdir, derler ya çocukluğumu, anamdan dinlediğim dünyaya gelişimi anımsarım… 1947 yılının sımsıcak bir yaz günü. Her yer cırcır sesi. “İncirler yeni ermiş, bir avuç kadar incir vardı sergide” derdi anam. Yoksulluğun gözü kör olsun, anam eli belinde, ekin biçmeye gitmiş Dağdibi'ne. Bir sancı, bir sancı utancından diyememiş annem kimseye bir şey. Atmış kendini mor, beyaz çiçekli hayıt ağaçları arasına, kıvrana kıvrana doğurmuş beni. Kesmiş göbek bağımı, belemiş püren, kekik kokulu otlara dönmüş tarlaya. Fatma Nine koşmuş yanına, vurmuş dizine: “Fadime kadın nur topu gibi bir oğlan doğurmuş, gelsenize!” diye. Belki de ben bu yüzden çok severim püren, kekik, mersin, çam kokusunu. Ne zaman içim sıkılsa dağlara, kırlara koşarım. Her şey başladığı yerde biter, derler ya ben de doğduğum yerlerden beslenirim. Yazılarımın ana kaynağı da onlar olmuştur hep. Kardan adam yaptığımız, inek, koyun güttüğümüz, erik, kayısı çaldığımız o çocuksu günler. Ve Karapınar Köyü'nde ilkokula başladığım yıllar. “ Çocuktum, ufacıktım, / Buldum yerde bir erik, / Kaptı bir Yılalrca o alageyik, / Hemen düştüm peşine….” alağeyiğin peşinde koştum ben. Onurluyduk, gururluyduk, yamalı da olsa çorabımız, ayakkabımız… Öğretmenimiz, Cahit Külebi'nin “Atatürk Kurtuluş Savaşında” şiirini okuturken dağlarda yankılanırdı sesimiz. “ Biz biliriz bizim işlerimizi / İşimiz kimseden sorulmamıştır./ Kılıçla, mızrakla, topla, tüfekle, / Başımız bir kere eğilmemiştir.” Nasıl gurulanırdık, efeler gibi dimdikti başımz. “Davranı ya deli gönül davranı,/ Kemal Paşa dinlemiyor fermanı, / Anası, bacısı, kızı, kızanı, / Bizim gibi millet görülmemiştir.” Bu dizeler bana Turgut Özakman'ın “Şu Çılgın Türkler” yapıtını anımsatır. “Yeter gayrı!” dersek, kimse duramaz önümüzde. Babam Nazilli Numune Çiftliği'nde gece bekçisiydi. Nazili Merkez Ortaokulu'nda okudum ortaokulu. Her gün okula giderken Demirci Mehmet Efe'nin oturduğu kahvenin önünden geçerdim. Her görüşünde : “ Kahveci bu çocuğa çay, simit, peynir getir!” diye bağırırdı. Ben çekine çekine saldalyeye otururken o başlardı anlatmaya: “Mehmet Ali deden benim yanımda kızandı. Kurtuluş Savaşı'nda çok kahramanlıklar g ö s t e rd i . E r k e n a y r ı l d ı aramızdan, mert, dürüst biriydi. Ben de senin dedenim. Derslerine iyi çalış, zayıfın olmasın,” derdi. Hem korkar, hem de çok severdim. Yoksulduk, Ortaklar Öğretmen Okulu'na gitmesem sanırım okuyamazdım. Adabelen dediğimiz bu okul yoksul çocukların kabesiydi. Şair Mesut Tarcan Öğretmenimi, İsmet Tarcan'ı orada tanıdım. Sevgi pınarı öğretmenlerdi. Onları tanıdıkça ufkum genişledi. Türk Dili, Varlık dergilerine abone yapardı Mesut Bey. Şiir denemelerimizden seçerek o dergilerde yayınlatırdı. Atatürk'le ilgili bir şiirim yayınlanmıştı Türk Dili Dergisinde. Nasıl sevinmiştim, sabaha değin koynumda tuttum dergiyi. Belki de ilk mayanın atılışıydı. Ne kadar şanslı biriydim ben. İzmir Eğitim Enstitüsü'nde İrfan Kantarcı ve Özlem Hanım Türkçe öğretmenlerimdi. Onların dersleri ders değil de bir şölendi benim için. İçimden ılık ılık çağlayanlar akardı. Dünya klasiklerini inceliyorduk harıl harıl. Kompozisyonlarımızın iyi olanlarına bastırdığı kitapta yer verirdi İrfan Bey. Uçardık havalara… Siirt- Eruh'tan başlayan öğretmenlik yaşantım, Isparta, Denizli, Aydın, Nazilli derken 30 yıl bitivermiş. Emekli olunca yoğunlaşan yazma çalışmalarım, basılmış 8 kitap ve basılacak onlarca kitap, deneme, şiir… Ömür yeter mi bilmem ki… Bazen çok dinç hissediyorum kendimi, dağlara taşlara vurup geziyor; araştırıyorum. Bazen de bitkin, yogun oluyorum. Celal Sahir Erozan'ın yıllar önce ezberlediğim şiiriyle avunuyorum: “Başımla gönlümü edemedim eş, / Biri altmış yedi, biri yirmi beş / En sonunda sardı bacayı ateş. / Başım dedi:Dinlen, gönlüm dedi: Koş! / Başım dedi: Durul, gönlüm dedi: Coş / Başım yüreksizdi; başım başıboş, / Varlığım arada kaynadı gitti,” derken bir şeylerin bittiğini anımsıyorum. Yaşam dediğin bir tadımlık bir düş, ölüm umrumda değil de ülkemdeki gelişmeler korkutuyor beni. Bilginlerin aydınlatamadığı toplumları şarlatanlar aldatır, diyorlar ya biz de böylesi günler yaşıyoruz. Korkum, kuşkum torunlarımıza yüzakı bir ülke bırakamamak. Tenler ölse de tinler ölesi değil, ben ruhların ölümsüzlüğüne inanırım. Che Guevara'nın dediği gibi: “Hayatta öyle şeyler yap ki; kazandığın şeyler kaybettiğine değsin.” Suçluluk duygusundan sıyrılabilsem rahat öleceğim, ölüm de gam değil hani. Bülent Güldal dosttun: “Bana türküler söyle öyle öleyim / Kuytu bir köşede sesinle dinleneyim.” Ölüm, türkülerle gelecekse hoş geldi, sefa geldi. -13- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öğrenci ve Öğretmen ÖZDEMİR İNCE ÖĞRETMENİME Muharrem KARATAŞ [email protected] Hocam bir kâğıt daha alabilir miyim? Bir kağıt, bir kağıt daha.. Haziran ayının sonları bir gündeydi sınav. Bunaltıcı sıcağa aldırmıyor, yazıyor yazıyordum. Aydın Lisesi'nde bir türlü başarılı olamadığım salt bir ders yüzünden aldırmıştım kaydımı Muğla'ya. Turgut Reis Lisesi'nin güneye pencereli bir sınıfında hırsımı alamıyordum felsefe dersinden. 1969 yılıydı. Sınav sonrasında, Bursa Bölge Ziraat Okulu'nda birlikte okuduğumuz arkadaşlarımızla buluştuk. Yöresel kültürümüzü paylaşır, gurbet ellerde “köylü” diye çağırırdık birbirimizi. Aşımız, ekmeğimiz birbirine benzer, aynı şiveyi kullanırdık. Amaç ortaklığımız aynıydı. Tez zamanda meslek sahibi olmak, memurluk maaşına kavuşmak, gerekirse o küçük maaşlarımızla aile bütçemize dahi katkıda bulunmak. Bunun için seçmiştik yatılı bir meslek okulunu. Bölüm seçeneğimiz de yoktu aslında. Öğretmenlik, sağlıkçılık, orman okulu, ziraatçılık hangisi denk gelirse. Bir yandan memurluğu cebe koymalı, gerekirse, koşullar elverirse yükseğini düşünmeliydik. O yıllarda lise dengi meslek o k u l l a r ı “ m u a d i l ” s a y ı l ı y o r, mezunları üniversite sınavlarına alınmıyorlardı. Hatta meslekleriyle ilgili dallara bile kabul edilmiyorlardı. Bunun için ilk duvarı aşmak, altı derslik fark dersleri sınavını vererek, “genel lise” mezunu olmak gerekiyordu. Bu nedenle yolum düşmüştü Muğla'ya. 24000 yerleşik oturanı bulunan o yılların Muğla'sında herkes birbirini bilir, konuşmasalar bile birbirlerine selam vermeden geçmezlerdi. Aynen, doğup büyüdüğüm, o yıllarda da memuriyet görevimi sürdürmekte olduğum Çine gibi. Sohbet sırasında nasıl olduysa, Muğla Merkez Ortaokulu ve Özdemir İnce konu edilince oturduğum yerden nasıl kalktığımı dahi hatırlamıyor, soluğu Merkez Ortaokulu'nun kapısında alıyordum. Mutlaka görüşmeliydim kendisiyle. 64'ten beri hiç görmemiştim; “ya beni tanımazsa” kuşkumu yenmeye çalışıyordum öte yandan. Tanımazsa, “ Çine Ortaokulu'nda şöyle öğrenciydim, filancayla aynı sırada otururdum, bir dersimizde şöyle bir olay olmuştu” kurgularımı devreye sokmaktı niyetim. Öğle arasıydı. Tam görüşebileceğim zaman diye düşündüm. O'nun için en uygun çalışma zamanının öğle araları olduğunu bilirdim. Çine'de de aynıydı. Öğle araları okulda olur, yazılı kağıtlarını o zaman okur, edebiyatla ilgili çalışmalarını o zaman yapardı. Boşluktan bolca yararlanırdı. Tesadüf, kapının önünde bulduğum ilk kişiydi. Heyecanım duygularımı bastırıyordu. Çok kısa bir tereddütten sonra, “ Muharrem, ne işin var buralarda” diye seslenişi, bir süredir beynimi kemirmekte olan “ya beni tanımazsa” kuşkularımı boşa çıkarıyordu. Ayrıca, beş sene sonra dahi unutulmamış bir öğrenci olmanın gururunu yaşatıyordu bana. Uzun bir 63-64 ders yılını birkaç dakikaya sığdırıyor, hızlandırılmış bir filmi sokuyordum devreye.. “ Çine Ortaokulu son sınıfta 3-B şubesindeydim. Sınıflarımızın yarı öğrencileri Fransızca, yarı öğrencileri İngilizce okurlardı. Ben İngilizce okuyanlardandım. Böyle olunca, ders saatinin adı (yabancı dil) olur, A şubesinin Fransızca okuyanlarıyla B şubesinin Fransızca okuyanları bir sınıf, A şubesinin İngilizce okuyanlarıyla B şubesinin İngilizce okuyanları ayrı bir sınıf oluştururdu. Hem Fransızca dersini, hem de İngilizce dersini ayrı saatlerde aynı öğretmen okuturdu. Asıl görevi Aydın Lisesinde Fransızca öğretmenliğiydi. Haftanın iki gününe sığdırdığı bu ek görevi için Çine'ye gelir giderdi. Dersimize ilk geldiği gün, yazı tahtasına ' Özdemir İnce, 1936, Mersin' yazmıştı. Uzunca sayılabilecek boyda, atletik yapılı birisiydi. Sporumsu giyinirdi. Büyük cebinin üzerinde küçük bir cebi de olan bir ceket taşırdı sırtında. Bizlerle hoş sohbetti, bizlere yakındı, o devirdeki öğretmen korkusu imajını yıkarcasınaydı davranışları. Ama, yazılı sınavlarda kuş uçurtmazdı sınıfta. ' Kopya çekmek yok ulan şakirtler ' uyarısı hala belleğimdedir. Gazi Eğitim Fransızca -14- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE paylaşımda bulunabilme olanağını elde ettiğim duygularım nedeniyle, yıllardır içimi kemirmekte olan kemirgenlerden kurtulmuş olmanın sevincini yaşıyorum. Sizi de bu sevincime ortak etmek, ne büyük mutluluk diye düşünüyorum. Saygılarımla birlikte, mutlu bir yaşam diliyorum size. Ülker Öğretmenime de saygı ve selamlarımı gönderiyorum. (07 Temmuz 2014) öğretmenliğini bitirdiğini, öğrenmeye çalıştığı İngilizceyi, İngilizce öğretmeni eşi Ülker İnce'nin yardımıyla geliştirdiğini anlatmıştı bize. Hatta, bitirme sınavlarımıza getirdiği Ülker Hanım'a, iyi bir öğrencisi olduğumu söylediğinde bayağı bir ayrıcalık yaşamış, gururlanmıştım kendimce.” Özdemir İnce ve Muğla Merkez Ortaokulu.. Bu iki kavramı bağlantılamakta zorlanmış, algılamakta çelişki yaşamıştım bir ara. Aydın Lisesi'nden Muğla Merkez Ortaokulu isteğe bağlı bir atama olmamalıydı. Köy Enstitülü ilkokul öğretmenlerimizin aşıladığı Atatürk bilincimize, ortaokulda eklediği değerli katkıları yadsınılacak bir gerçeklik değildi. “ Muharrem, beni sürdüler buraya” sözleri, soramadığım sorunun yanıtıydı aslında. O gün ilk kez duyduğum sürgün kavramı, memurluk yaşamımız sürecinde üstümüze yüklenen ve kanıksadığımız baskı unsuru olmalıydı. İyi çalışmanın, üretkenliğin, yurtseverliğin dikkate alınacak özellikler olmadığını, yandaşlığın, duymama ve görmeme politikasının önemli bir boyut kazandığını ilk o zaman anlamıştım. Atatürk ilke ve devrimlerinin örselenmeye başlandığı ve buna karşı dik duranların suçlu görüldüğü yıllar olmalıydı. Özdemir İNCE Hocam'ı yaşam sürecimde merakla ve gururla izlemeye çalıştım. Öğretmenliği bırakmasının ardından üstlendiği TRT'deki çeşitli ve başarılı görevlerini, Fransızca çeviri çalışmalarını, şiir ve kitap çalışmalarını, aldığı ödülleri gördükçe, “ işte benim öğretmenim” övüncümü paylaştım çevremle. Hürriyet Gazetesini O'nun köşesi için okudum yıllarca. Sonrasında “Aydınlık Gazetesi”nin sürekli okuyucusu olmaya başladığımda, kendilerini de gazetemde bulmamla büyük mutluluk yaşadım. İki yıl boyunca heyecanla takip ettiğim köşesinden cesurca saçtığı ışıktan bolca aydınlanmaya çalıştım. Gazetedeki son yazısı “Düşündüm”de okuduğum, köşe yazarlığı ile edebiyat arasındaki uzlaşmazlık bağlantısı vurgusunu irdeleyebilmemin ince ayrıntılarına yormaya çalıştım kafamı. Bu yazısından bir ay önce kaleme aldığı “Düşünmek İstiyorum”un ardından gelen bu yazı, düşünme sürecinin gazete yazarlığını noktalama yönünde geliştiğini gösteriyordu. Olsun varsındı. O'nun günümüze değin yazdıkları, bundan böyle de yazacakları vardı. Geride bıraktığı kitaplaşmış eserleri, güncelde ise bilgilerini ve görüşlerini yansıtabildiği bir internet sitesi vardı. Yeter ki bizim yararlanabilme yetimiz öne çıkarılmalıydı. Tanıyabilmiş olmanızı önemserim öğretmenim. Lakin, oldukça yoğun geçirilmiş elli yılın öncesinde kalan lokal bir yaşanmışlığın, unutulmuşlar arasında yer alabileceğini de olası bulurum. Size ulaşabilerek, Not: Bu yazımı Özdemir İnce Hocamla da paylaşmış olmaktan mutluluk duyuyorum. BOZ URBALILARDI Rahim GÜR [email protected] Anadolu tarlalarından derilmiş buğday gibiydiler Halkın çocuklarıydılar, Beslenip sağaltılarak gümrahlaştılar. Ninnilerle masallarla oyunlarla coştular Kültürle beslenip beceriyle donandılar Özlemi geceye sarıp günü paylaşanlardı. Yoksul halkının kara kalemini defterini Yetim hakkıyla verilen kitabı ekmek bildiler Öpüp başına koyarak kutsallarına aldılar Bilekle üretip akılla düşünmeyi deneyerek Yaratmaya üretmeye düşünmeye doğaya tutkulu Çıkış yolunun aydınlığını zorlayanlardı. Doğayı insanı çiçeği böceği doğuştan anlayan Ak kâğıda kara yazıya hasret evlerin çocuklarıydılar. Yalınayak, eski şayakla gelip boz urbalandılar Mandolin sesine kitap kokusunu katıklayıp yaşadılar. Kol kola oynayıp diz dize ağlayan kardeş oldular. Yirmi bir kaynaktan yunup yıkanıp el alanlardı. On üç yılda on beş bin olan boz urbalılardılar Tahta bavul ve mandolinle Anadolu'ydular Ben yoktu biz vardı en büyük gönenç halktı On beşler kaç kuşak katlandı Anadolu'da ölçmediler Aydınlık yarınların yorulmaz devrimcileriydiler Anadolu aydınlanmasının güneşi boz urbalılardı. -15- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Eğitim SUÇ KİMDE? Rıza YETİM [email protected] Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bu karanlık açmazın kıyısına neden geldik, nasıl geldik? Bunları bilmezsek, bu sorulara yanıt bulmazsak, olası değil, içine düştüğümüz kör kuyudan öl git çıkamayız. Peki, yanıt nerede? Yanıt, hiç kuşkusuz eğitimde. yerine koymayanlar var ya, işte onların zulüm ve işkencelerine, korkutma ve yıldırmalarına karşı dik durup hiç yılmayacaksın ki, gerçek aydınlığın belli ola. Korkup yılmayacaksın ki, karanlığın kuyusuna düşmüş olan ulusal eğitimi kurtarabilesin. Eğitim öz olarak, “Yetişkin bilincin yetişmekte olan bilince etkisi” olduğuna göre suç, hiçbir zaman yetişmekte olan bilinçte olamaz, yetişkin bilinçte, yani bizde olur. Demek ki, yetişkin bilinci iyi yetiştirememişiz. İnsan; insanı insan eden çağcıl, özgür, üretken, bilim ve aydınlıktan yana olan eğitimle eğitilebilir, Pavlov'un köpeği gibi koşullanmış, bellek ve bellemeye dayalı eğitimle değil. Eğer yetişkin bilinç, yani bizler, çağcıl bir eğitimle yetiştirilmiş olsaydık, her ne olursa olsun, karanlığa geçit vermezdik. Önemli olan, nicelik değil, nitelik. Nitelikli yetişkin, sayıca az da olsa, çoğunlukta olan nicelikli olanlardan her yönden daha etkilidir; nicelikli olanları, yani, beklediklerini bu dünyada değil, öbür dünyada arayanları, ellerinden tutup ancak nitelikliler aydınlığa çıkarabilir. Ürkmez korkmaz, geri çekilip teslim olmaz, her zaman gerçekleri ve doğruları söyler, karanlığı değil, aydınlığı imler, inancından ödün vermez, ölse bile geri adım atmaz nitelikli olanlar. Çünkü onlar, tutarlıdır. Çünkü öz çıkarını değil, toplumun çıkarını, toplumun yararını düşünürler. Özverilidirler, yaptıkları için karşılık beklemezler. Dirençlidirler, yapıp başarmak istedikleri konularda tüm engellemelere karşın, geri çekilmez direnirler, ödün vermezler. Savaş eridirler, savaşımdan geri durmazlar. Herkes görüyor biliyor ki, eğitim diye bir şey kalmadı bugün Türkiye'de. Yavrularımıza yazık, Atatürk'e karşı ayıp, Tonguç babaya karşı saygısızlık! Kör müyüz, neden görmüyoruz gözlerimizin önünde olup bitenleri? Çocuklarını seven, çocuklarını kendi canlarından bile üstün tuttuğunu söyleyen analar babalar nerede? Bu ne kadar büyük aymazlık, bu ne kadar korkunç bir tepkisizlik ve teslimiyet? Besbelli, bu ülkenin insanı iyi eğitilmemiş değil, tam tersine kötü eğitilmiş. Böyle bir eğitimle iflah olmayacağımız ortada. Hele bin dört yüz yıl geriye götürülmek istenen, insanı insanlıktan çıkaran, bilimi, barışı, birliği dirliği, sevgiyi dostluğu ve kadın varlığını yadsıyan eğitim diye yutturulan bu korkunç sarmaldan kurtulamazsak, halimiz nice olur bilinmez. Onun için bu açmaza tez umar bulmak zorundayız. Örneğin, insanı insan eden köy enstitüsü adlı eğitim kurumları vardı. O kurumlar, Atatürkçüydü, aydınlıkçıydı, bilimden ve barıştan, özgürlükten, egemenlikten yanaydı; üretken ve yaratıcıydı, öğrenci odaklıydı, yaparak yaşayarak eğitim ilkesinin uygulandığı özgür alanlardı, sorunlara çözüm üretilen yerlerdi; o kurumlarda kız erkek ayrımı yoktu, eğitim öğretim ve yönetim de öğrencinin elindeydi, oralarda durmadan okunuyor, hep okunuyordu. Peki, bu kurumların eğitim ilkelerinden yararlanarak Atatürkçü eğitim, yeniden düzene sokulup uygulamaya geçilemez mi? Neye olmasın, yetişkin bilinç, ama aydınlıktan yana duran korkusuz yetişkin bilinç isterse, dağlar bile devrilerek düz ova edilir. Bu, hem inanç, hem de duyarlık konusu. Varsa inanç, varsa duyarlık, Kurtuluş Savaşını nasıl utkuyla sonuçlandırdıysak, eğitim savaşını da öyle utkuyla sonuçlandırabiliriz. Yeter ki, eğitime yaşamsal önem veren insanların elleri ve yürekleri bir araya gelip aydınlığa doğru yürüsün. Unutmayalım, güneşin doğmasını bekleyen insan bitmedi, daha çok var ülkemizde. Onlar varken de umut tükenmez geleceğe umutla bakanlara. Var mı böyle aydın şimdi Türkiye'de? Yok diyemeyiz, ama yeterli değil. Çünkü çağcıl olmayan herhangi bir eğitim kurumunu bitirmek, belirli orunlara yükselmek yetmiyor. Önce insan olmak, kendini bilmek gerekiyor. Eğer kendini bilirsen, yüreğin ve usun, sevgiye de, bilime de, özgürlük ve aydınlığa da açık olur. Seversin insanları, seversin halkını tıpkı Atatürk'ün, Hasan Ali Yücel'in, İsmail Hakkı Tonguç'un sevdiği gibi. Usunla ellerin birlik olur üretip yaratmak için. Aydınlığa doğru yürürken hiçbir engelden korkmazsın. İnsanları kandırıp soyanlara, emeğe düşman olanlara, kadınları kızları insan olarak görmeyenlere, ulusal birlik ve yurt bütünlüğünü bölüp parçalamak isteyenlere karşı, doğa ve sanat düşmanlarına karşı; en önemlisi, seni insan -16- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE KÖY ENSTİTÜLÜ GÖZÜYLE 17 NİSAN! Mustafa AĞIR Bugünün gençliği, yaşayanları, iktidara alkış tutanları.. "Köy Enstitüleri" aydınlanma yuvalarının dünü ve bugününü pek bilmezler... Yaşamlarında ciddi emek olmayanların, alınteri olmayanların, Köy Enstitülü gerçeğini bilmeleri, anlamaları olası değildir. Köy Enstitüleri bu ülkede, sömürülen geniş halk yığınlarının uyanışı ve toprak ağalarına, emperyalistlere başkaldırışıdır. “Artık yeter aydınlık istiyoruz." diye haykırmalarıdır. İşte böyle karanlık ortamda, ne olursa olsun, tek parti iktidarı CHP vardı. Toprak ağalarının baskılarına, direnebildikleri kadar direndi CHP ve İsmet Paşa. Evet!.. Yüzyıllardır uyuyan insanları uyandırmak ve ayaklandırmak gerekiyordu. Köylü çağın kötü ve karanlık günlerini yaşıyordu. Köye çok yönlü hareket gitmeliydi. Köyü yeşertmek, meyvelendirmek için; bilgi-teknik gitmeliydi. Köyü ve yaşayanları uyandırmak ve canlandırmak köylüye bilgi ışığı getirmek gerekiyordu!.. Bunun için, bu devrim için ise; çağdaş, yürekli cesur devrimci önderler gerekli idi. İşte karanlığın aydınlığa dönüşebileceği hareket başlamak üzere idi. Ülkede sömürücü toprak ağalarının tüm baskılarına karşın; 17 Nisan 1940 yılında 3803 sayılı Köy Enstitüleri kanunu ile, Türkiye'de çağdaşlığın öncüsü olan "Köy Enstitüleri" kuruldu. Köy Enstitülerinin ilk kuruluş tarihi 1937'dir. Köy Enstitüleri, yüzyıllarca ezilmiş, horlanmış, aşağılanmış köy insanının "bilimin mürşitliğinde" yazgısını değiştirme mücadelesinin simgesidir. Bu nedenle tarihteki yerini ve güncelliğini koruyor ve koruyacaktır. Demokrat Parti'nin 1950 yılından iktidara gelmesi ile ne yazık ki. Köy Enstitüleri aydınlanma hareketine karşı bir savaş ve yıldırma saldırısı başladı. Toprak ağalarının ve emperyalist güçlerin baskıları ile, 27 Ocak 1954 yılında, çıkarılan 6234 sayılı yasa ile Köy Enstitüleri "ilköğretim okulları"na dönüştürüldü. Böylece Türkiye'nin aydınlanma ışığı söndürülmüştü. Bu hareketle birlikte, halkın aydınlanma yuvası olan, Halk Evleri'de kapatılmıştı. Demokrat parti döneminde, resmen ülkemizde karanlık dönemi başlamıştı. Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu; 'Karanlık dönem' Köy Enstitülerinin kapatılışının acı nir sonucudur. Hukukun yok edildiği, Cumhuriyet Kurumlarının bir bir elden çıkarıldığı, içinde bulunduğumuz sıkıntılı dönemin sorumlusu elbette ki iktidardır. Köy Enstitüleri Hareketi... Devrimci Cumhuriyet anlayışının bir ürünüdür. O anlayıştaki iktidar olmadan, günümüzdeki 'Köy Enstitüleri' ya da onların günümüzdeki yeni tipleri kurulamaz. Böyle bir iktidar oluştuğunda da modelin yeni toplumsal gerçeklik, eğitim bilimlerinin ve çağdaş teknolojinin verileri dikkate alınarak, yeniden oluşturulması gerekir.. Yaşasaydı Köy Enstitüleri'nin kurucu ismi İsmail Hakkı Tonguç da aynısını gerçekleştirirdi. Bir kez daha yineleyelim. Köy Enstitüleri toplumun en güçsüz ve ezilen kesimine, aklını özgürleştirip, yazgısını değiştirebileceği, yetkinliği kazandırmak amacıyla kurulmuştu.. Ne var ki ömrü kısa oldu... Rahmetli İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel'i saygıyla anıyorum. Köy Enstitülerinin anlatmak istediği galiba böyle bir şeydi: -17- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Nice 17 Nisanlara… AYDINLANMA IŞIĞI Ahmet M. EGEMEN [email protected] Dünya, ikinci kez “paylaşım” sürecini yaşarken, ülkemizde devlet bütçesinin bir bölümü, insanın geliştirilmesine ayrılmış, bu yönde eğitime yatırım yapılmış ve 17 Nisan 1940 tarihli 3803 sayılı yasayla, KÖY ENSTİTÜLERİ 'nin oluşturulması kararlaştırılmıştır. Bu tarihten itibaren, tarım işlerine uygun, geniş arazisi bulunan köylerde ya da onların yakınlarında Köy Enstitüleri kurulmuş, böylece köy çocuklarının kendi yörelerinde, kuramsal ve uygulamalı bilgi ve becerilerle donanması sağlanmıştır. O yıllarda, büyük oranda okulsuz ve öğretmensiz olan köylerimize, öğretmen yetiştirmek üzere açılan Köy Enstitüleri'ne, Türkiye'nin her yöresindeki köylerden, ilkokulu bitiren çocuklar arasından, sınavla öğrenci alınmıştır. Bu okullarda öğrenim gören gençler, atandıkları köylerde, üstlendikleri görevleri, başarıyla yerine getirmişlerdir. “Köy kökenli aydın“ kuşağı yaratmayı başaran köy enstitüleri, tüm eleştirilere rağmen kalıcı bir iz bırakmıştır. Köylünün üstündeki feodal ve dinsel baskıları yok edip ona aklın ve mantığın verilerini götürmüştür. Bu okullardan Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Mahmut Makal gibi birçok ozan ve yazar yetişmiştir. Eskişehir - Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü M. Rauf İNAN'ın, sınavı kazanan öğrenci adaylarına yazdığı aşağıdaki mektup, Köy Enstitüleri'nin niteliğini, verilen eğitim-öğretimin içeriğini vurgulaması açısından önemli bir kanıttır: “ Oğlum, Enstitümüze talebe olarak seçildin. Sana müjdeler ve kutlularım. Enstitümüzde hem okumanı, tahsilini ilerletecek, hem de ileri usullerde ziraat öğreneceksin. Bağcılıkta, sebzecilikte, arıcılıkta, tavukçulukta, hayvan bakımında, makine ile ekim, biçim ve harman yapmasında, zahire hazırlamada çalışıp iyice yetişeceksin. Ayrıca bir de sanat elde edeceksin. Dokumacılığı, dikiş makinesi kullanmayı, halı dokumayı, bisiklet ve motosiklete binmeyi, mandolin çalmayı da öğrenebileceksin. Burada, çok çalışman ve iyi yetişmen için her şey var… Senden, yalnız çalışmak…” Savaş yıllarına rağmen, ulusumuzun “AYDINLANMA IŞIĞI ” olan Köy Enstitüleri'yle, ülkemizdeki okul sayısı üç katına, öğrenci sayısı ise dört katına çıkarılmıştır. Böylece Köy Enstitüleri'yle, ulusumuzun bilinçlenmesi ve ülkemizin gelişmesi, çağdaş çizgide ivme kazanmıştı. Ancak aydınlanmaya karşı olanların rahatı ve huzuru kaçmıştı. Bazı politikacılar, çağdışı eski yaşam biçimini ulusumuzun kaderi olarak belirlemişlerdi kendilerince. Çıkarları için tehlike olarak gördükleri bu eşsiz projeye son verme başarısına (!) ulaşmışlardır sonunda… O dönemin bu siyasetçileri, Köy Enstitüleri'nin mimarlarından olan İsmail Hakkı TONGUÇ 'un ; “… İnsanoğlunun kazanacağı en büyük zafer, korkuyu yenmesiyle elde edilecek zaferdir… Köy Enstitüleri'nin iç yapılarında, öğrencilerin kendilerini idare etmeleri ilkesine dayanan bir gelişim sağlanacaktır. Bu kurumların varoluş nedeni, kişilik eğitimi olacaktır… Kişilik eğitimin temel direği, demokratik eğitimdir…” sözlerini özümseyebilselerdi ve kişisel beklentilerinden çok, ulusun çıkarlarını gözetselerdi eğer, Türkiye başka bir Türkiye, belki dünya da başka bir dünya olurdu şimdi. Türkiye; Dünyanın ikinci kez paylaşım savaşında, Atatürkün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine dayanan başarılı bir dış politika izlemiş ve tüm dış baskılara karşın, tarafsız kalmayı başarmıştır. Bu durumdan yararlanmak isteyen, Sovyetler Birliği savaşın sonlarına doğru, Türkiye'den Kars , Artvin ile Ardahan'ı ve Boğazlar'da askeri üs kurmayı istemiştir. Bunun üzerine Türkiye, ABD'den askeri destek isteğinde bulunmuştur. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamış, karşılığında ise; Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesini, Milli Şeflik, Beş yıllık kalkınma planları ve Köy Enstitüleri gibi uygulamaların da kaldırılmasını önermiştir. Ayrıca 1946 yılında hükümet, yaklaşan seçimleri yitirme kaygısı duymaya başlamış ve bu durum, iktidardaki karşıt milletvekillerinin Köy Enstitüleri'ne karşı örgütlü kampanyasıyla örtüşmüştür.. Halbuki 'tutucu çevrelerin yoğun eleştirileriyle karşılaşan ve toplam sayısı yirmi bire ulaşan Köy Enstitüleri, kısa sürede, yirmi bin mezun vermeyi başarmıştır. Anadoludaki karanlıkları, yirmi bin “ışık”, -18- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE aydınlatmaya başlamıştı o tarihlerde. Ancak bu süreç çok kısa sürmüş, 1947'de yaratıcılığın ön plana çıktığı eğitim anlayışı değiştirilmiştir. Programında ve yapılanmasındaki kuruluş hedeflerinden de uzaklaştırılmış, daha sonra ise, sıkı sıkıya bağlı olduğu "iş için, iş içinde eğitim" ilkesinden vazgeçilerek, üretimin eğitim ile olan bağı koparılmıştır. Bu olumsuzluk sürecinin oluşmasına etki eden gelişmeler olarak: a) TBMM'de görüşülen, Toprak reformuna yönelik “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” tasarısına, Aydın, Eskişehir ve İçel milletvekillerinden tepkiler gelmesi, b) 19 Mayıs demeçlerinde “siyaset ve düşünce yaşamında demokrasi ilkelerine daha çok yer verileceğinin” vurgulanması üzerine, dört ”yasama organının yürütme milletvekilinin üzerinde tam bir denetleme kurmasını” içeren bir önerge vermesi, c) Bu önergenin (Dörtlü Takrir'in) reddedilmesi ve dört milletvekilinin istekleriyle ilgili ısrarlı davranışları üzerine, bazılarının partiden ihraç edilmesi, bu ihraçları protesto eden milletvekillerinin istifa etmesi ve bunların önderliğinde, Demokrat Parti'nin kurulması, d) Köy Enstitüleri'ne yöneltilen öğrencilerin bir örnek giysisi ve müdürün bile aynı giysiyi giymesi, öğrencilerin yönetime katılması, karma eğitimin söylentilere yol açması, okul yapımında köylülerin sorumlu tutulmalarının köylülere angarya gelmesi, öğrencilerin okullarının inşasında çalıştırılmalarının hoş görülmemesi, köylere atanan öğretmenlerin yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşaması, ağaların seçtirdiği milletvekillerine yakınması, durmaksızın baskı yapması, eleştirilerinin yoğunluk kazanması, söylenebilir. Ayrıca,1950 seçimlerinden sonra; TBMM'deki parlamenterlerden bazılarının, oluşan çağdaş siyasi ve toplumsal yapıya yönelik bir atak başlatarak, Köy Enstitüleri'nin kapatılmasına zemin hazırladıkları yadsınamaz bir gerçektir. Bu süreçte, “Eğitimin üretim için yapılmalıdır“ amacından uzaklaşılmış ve Köy Enstitüleri'nin işlevi azaltılmıştır. Bu kurumlar 1951'de, klasik ilköğretmen okullarıyla birleştirilerek geleneksel eğitimin yerleştiği öğretmen okullarına dönüştürülmüş ve ne yazık ki 1954'te tümüyle kapatılmıştır. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve M. Rauf İnan, Köy Enstitüleri'nin kapatılmasının nedeni olarak, yapılan devrimlere,Atatürk karşıtlarınca başlatılan bir hareket olduğunu söylemişlerdir. Bu saptamanın en belirgin kanıtı, TBMM'deki bütçe görüşmeleri sırasında bir milletvekilinin “Köylere giden bu enstitü mezunları, kendilerini birer ATATÜRK zannediyorlar.” sözüdür. Ancak, bu söyleme en güzel yanıtı, Hasan Ali YÜCEL; “ Bu çocukların her birinin birer ATATÜRK olması temenni edilir !..” diyerek vermiştir… Günümüzde; YENİ KUŞAK KÖY ENSTİTÜLÜLER DERNEĞİ, yayınları ve etkinlikleriyle; Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'ların öncülük ettiği aydınlanma ateşinin kıvılcımlarıyla AYDINLANMA IŞIĞI'nın ışıldaması için başarılı çalışmalar yapmaktadır. Böylece Köy Enstitüleri ruhunu canlı tutup bu bilinci gelecek kuşaklara aktarmaktadır. İsmail Hakkı TONGUÇ'un; “…Önemli olan isim değil, özdür. Bu ulus gelecekte, kendi gerçeklerine özgü, Köy Enstitüleri benzeri kurumları mutlaka kuracaktır…” sözleri doğrultusundaki üstün çabaları ve yoğun emeklerinden dolayı onları gönülden kutlamak gerek. Yazımı sonlandırmadan önce, bilindik bir anekdotu paylaşmak istiyorum; ancak, biraz değişiklik yapıp Köy Enstitüleri'nin ruhuna uyarlayarak: “ Senfoni Orkestrası Anadolu'nun kırsal kesimlerinde Klasik Türk ve Batı Müziği konserleri vermektedir. Yine böyle bir konser sonrası, halkın konser ile ilgili görüşlerini almak isteyen bir gazeteci, yaşlı izleyicilerden birine sorar: - “ Konseri nasıl buldunuz? “ diye. Yaşlı izleyici yanıtlar; - “ Bizim köy, köy olalı böyle zulüm görmedi !..” - “ !!!..” Gazeteci çok şaşırır. Başka bir izleyiciye dönerek: - “ Gerçekten çok mu kötüydü? “ sorusunu yöneltir. O izleyici ise: - “ Emmi böyle bir müzik türüyle ilk kez -19 - ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE karşılaştığı için, bu şekilde tepki verdi kanımca. Ancak, Senfoni Orkestrası'nın Anadolu'nun kırsal yörelerinde böyle konserler vermesi takdir edilecek bir uygulamadır. Halkımız ile çağdaş dünyayı buluşturmak, onlara sanatsal değerleri tanıtmak ve müziğin evrensel özelliğini hissettirmek çok önemli… Müzisyenlerimizi ve emeği geçenleri tebrik eder, kutlarım…” dedikten sonra: - “ Ama yine de bir eleştiri yapmadan geçemeyeceğim… Orkestra son bölümü çalarken, Kemanlar, “fa diyezleri”, “fa natürel” olarak çaldı. Piyano ise, “es” yapmayı unuttu…” - “ !!!..Siz bunları nereden biliyorsunuz ? Müzisyen misiniz? Eğitim düzeyiniz nedir? - “ Bu köyün öğretmeniyim… KÖY ENSTİTÜ Mezunuyum…” - “ !!!..” (Not:2.izleyicinin yanıtı, köy enstitüsü mezunlarının niteliğini belirtmek için tarafımdan kurgulanmıştır.) Ayrıca gazeteci-yazar Yılmaz ÖZDİL bir yazısında; “…Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek…” ezgisini belleklerimize yerleştiren Berkant'ı, ”Köy Enstitüsü Ruhu'nun Türkiye'ye armağanı” olarak tanımlamıştır. Yazar; ”Köy Enstitüleri'nin eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası olduğunu“ vurgulamış, Berkant'ın yaşamından örnekler vererek ; ”… Hasanoğlan Köyü'nde dünyaya geldiğini, ”Köy Enstitüsü Ruhu”yla büyütüldüğünü, o günün koşullarında, ilkokuldayken mızıka ve akordeon, ortaokuldayken ise piyano çalmaya başladığını, on sekiz yaşına geldiğinde, orkestra kurduğunu ve saksafon çaldığını…” belirtmiştir. Bu da köy enstitülerinde sanata ne denli önem verildiğini ortaya koymaktadır. Bu iki anekdottan sonra, yazımın başındaki; Çifteler Köy Enstitüsü Müdürü M. Rauf İNAN'ın “okula çağrı mektubu” nu, bir k e z d a h a o k u m a k g e r e k i y o r. K ö y Enstitüleri'nin, ülkemizin kalkınması ve ulusumuzun aydınlanmasındaki yerini, değerini, niteliğini, verdiği eğitim-öğretimi anlatmak için başka söze gerek var mı bilmem? --------------------------------------- Çocuktan Büyüklerine: “Biliyor musunuz?..” Hüseyin YAŞAR* [email protected] Sürekli büyüdüğümü Sürekli değiştiğimi Sizden doğmama rağmen Sizden farklı olduğumu biliyor musunuz? Öğretilmeyi değil, öğrenmeyi sevdiğimi Yaptığım doğru ve yanlışların sonucunu Mutlaka görmek ve Yaşamak istediğimi biliyor musunuz? Yanlışlarımın, benim doğruya olan uzaklığımı gösterdiğini, Yanlışlarım oranında doğrulara yakın olduğumu, Tek yanıtlı testlerinizle tek tip adamlığa doğru gittiğimi, Giderek koyunun kurt ile gezemeyeceğini biliyor musunuz? Bir dağ yamacı, bir vadi olduğumu, Sizin sesinizi yankılandırdığımı, Şiddetin şiddeti, mutluluğun mutluluğu seslendirdiğini, Çamdan armut değil, kozalak düştüğünü biliyor musunuz? Öğrenmede meraklı olmamın şart olduğunu, Merakımın ilkokuldan bu yana giderek azaldığını, Okula/dershaneye hep ''aheste '' geldiğimi, ama Paydosta, büğelek tutmuş dana gibi okuldan/dershaneden Neden ve nasıl kaçtığımı biliyor musunuz? Çabalarımın fark edilmesini ve takdir edilmesini Bundan dolayı adımın anılmasını Yanlışımda köşeye sıkıştırılmamam gerektiğini Sıkışınca yalana başvurabileceğimi biliyor musunuz? Her konuştuğunuzu tam olarak duyamayabileceğimi Her duyduğumu tam olarak anlayamayabileceğimi Her anladığımı tam olarak yerine getiremeyebileceğimi Yerine getirirken hatalar yapabileceğimi biliyor musunuz? *Emekli Coğrafya Öğretmeni Kaynaklar;1-Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları. 2-Vikipedi ( Özgür Ansiklopedi ) -20- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Köy Enstitülülerin yaratıcılığı: ONLARIN HEPSİ KÖY ENSTİTÜLÜYDÜ Emin UGUNLU [email protected] 1956-1957 öğretim yılıydı. Kırklareli'nin okula. Sabah ve öğleden sonraki derslerimiz Polos Bucağı’nda ilkokul 4.sınıf öğrencisiydim. işlendi. Son dersten sonra evlerimize salmadı bizi O yıllarda nüfusumuzun %70'inden fazlası öğretmenimiz. Bahçeye çıktık, epeyce oynadık. köylerde yaşıyordu. İl, ilçe merkezlerine uzanan ''Ben zili çaldığımda sınıfınıza geleceksiniz.'' yollar son derece yetersizdi; merkezlere ulaşım demişti. Zil çaldı sınıfa girdik. Ders kitaplarımızın çok zordu. Çok az evde radyo vardı. Telefon yoktu, kapakları boyutlarındaki o tahtalarımıza soğan elektrik yoktu. Köylerde sadece hayvan ve insan doğrama tahtası gibi sapı olan bir şekil çizmiş.. gücüyle doğal, ama ilkel tarım yapılıyordu. -''İşte, şimdi bu çizgilerin sınırlarından Ailelerin gelir düzeyleri genelde çok düşüktü tahtalarınızı çakılarınızla kesin bakalım.” dedi.. köylerde. Üstelik ailelerin çocuk sayıları da Bu, bizim için ne kadar eğlenceli, zevkli bir fazlaydı. Ailelerimiz kırtasiye masraflarımızı bile işti.. Hepimiz yaptığımız bu işin neye güçlükle karşılarlardı. Bir ailenin yarayacağını merak ediyorduk, okulda birden fazla çocuğu olurdu öğretmenimiz bir açıklama genelde. Yeni alınan bir kurşun kalem yapmamıştı. Dayanamadım, sordum: bazı durumlarda yoksulluk nedeniyle - ''Öğretmenim ne olacak bu tam ortasından kesilerek iki kardeşe yaptığımız?''. pay edilirdi. -''Siz devam edin, dediklerimi Defterin, kurşun kalemin yapın, sonra söylerim.'' dedi. zorlukla alınabildiği böyle bir durumda, babalarımızın bize renk Evet, dediğini yapmıştık, Şimdi renk kuru boyalar, sulu boyalar hepimizin elinde soğan doğrama almaları o kadar da kolay değildi; tahtası gibi sapı olan bir şey vardı. hatta çoğumuz için olanaksızdı bu. Artık evlerimize gitme zamanı Peki, ama bizim de resim-iş gelmişti. Öğretmenimiz: derslerimiz vardı. Biz kuru boyasız, -''Yarın aynı malzemeleri yine sulu boyasız nasıl yapabilecektik getirin; ama yanında cam kırığı ve resimlerimizi?.. Düşlerimizi nasıl sekiz adet gazoz kapağı da getirin.'' renklendirebilecektik; renklere Emin Ugunlu'nun dedi. ilk şiir kitabı. Kutluyoruz. düşlerimizi nasıl katabilecektik?.. Saf çocuk şaşkınlığımız adeta İşte böyle bir ortamda Polos Kalesi'nin burcuna çıkmıştı. öğretmenimiz bir gün bize:'' Yarın Gazoz kapakları.. Bizim okula gelirken Türkçe kitaplarınızın kahvehanelerden topladığımız gazoz kapakları büyüklüğünde ve kalınlığında düzgün bir tahta oyunlarımızın temel araçlarından biriydi. Hepimiz parçasıyla çakılarınızı getirin.” dedi. Köyde tahta de bol miktarda vardı. parçasından bol ne vardı ki! Zaten bizim Ertesi gün bu malzemelerle geldik okula.. hepimizin koç boynuzundan saplı çakılarımız Yine son dersten sonra oyun ve tekrar sınıfa… O vardı; çünkü biz çocuklar o zaman hemen hemen cam kırıklarıyla bize bu saplı tahtalarımızı tüm oyuncaklarımızı kendimiz yapardık bu kazımamamızı söyledi öğretmenimiz. Hepimiz çakılarımızı kullanarak. Örneğin, yaş söğüt iştahla yapıyorduk bu işi.. İşimiz, oyun olmuştu. çubuğundan öyle güzel düdükler yapardık ki.. Hiçbir pürüz bırakmadık tahtalarımızda. Ertesi gün hepimiz bu malzemelerle geldik Tahtalarımızın tüm yüzeyleri ayna gibi olmuştu. -21- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sonunda iş tamamlandı; artık hepimizin eşek kuyruğunun kıllarından yapılan bir fırçası vardı. Öğretmenimiz: -''Ben gidiyorum, biraz sonra geleceğim, beni sessizce bekleyin.'' dedi. Biz fırçalarımıza bakıyoruz; ne olursa olsun sonunda bizim de üzerinde emeğimiz olan bir şeyimiz oldu. Bunun mutluluğunu yaşıyoruz. Derken öğretmenimiz elinde açık bir sandıkla geldi. Anladık ki bunun içinde soğan doğrama tahtasına benzeyen gazoz kapaklı tahtalarımız var. Numarasını okuduğu arkadaşımızı yanına çağırıyor, ona birkaç gün önce topladığı tahtalarımızdan kendine ait olanı veriyordu. Merakla baktık tahtalarımıza. Aman Allahım!!! Tahtalarımız renkler cümbüşü... Kırmızı, sarı, mavi, yeşil... Hangi rengi ararsan karnı yukarıya gelmiş gazoz kapaklarında var. Sonradan anladık ki Recep Kalkan, Hacer Kalkan, Sevdiye Çalımlı öğretmenlerimiz ve yine o sırada yedek subay olarak yaptığı askerlikten izne gelmiş ve daha sonra ortaokulda resim, lisede sanat tarihi öğretmenim olan Osman Çalımlı Hocalarım - Osman Hocamın teknik katkılarıyla herhalde - bize kuru toz boyalardan sulu boya dökmüşler. Kırtasiyecilerdeki boyalardan çok çok güzeldi onlar. İdealistliğin mayası vardı onların özünde. Biz bu boyalarla, o eşek kuyruğunun kıllarından yapılan fırçalarımızla ne patates baskıları, ne sulu boya serpmeler, sulu boya resimler yaptık bir bilseniz! Yoksunlukları yok etti öğretmenlerimiz. Düşlerimizi daha da renklendirdi, büyüttü o boyalar. Renklere düşler kattık o boyalarla. ‘'Ben ne yapayım, olanaklar yok. Vermeyince Mabut neylesin Mahmut!'' demedi öğretmenlerimiz. Mevcut varlarla mevcut olanaksızlıkları yok ederek çalıştılar. Onların hepsi Köy Enstitülüydü, Kepirtepeli'ydiler… Ben de öğretmen oldum sonunda üniversiteyi bitirerek. Ben de öğrenciliğim ve öğretmenliğimde o köy enstitülü öğretmenlerim gibi hep üretken olmaya çalıştım. Onların nezdinde tüm öğretmenlerimin önünde derin saygılarla eğiliyorum… -''Şimdi de gazoz kapaklarının mantarlarını kazıyın.'' dedi öğretmenimiz. Kolayca yaptık bunu koç boynuzundan saplı çakılarımızla.' -“Şimdi de gazoz kapaklarının karnı yukarı gelecek biçimde takunya çivileriyle tahtalarınıza çivileyeceksiniz gazoz kapaklarını.'' dedi öğretmenimiz. . Gazoz kapaklarını dörder dörder birbirlerine karşılıklı gelecek şekilde kendisinin getirdiği takunya çivileriyle çaktık tahtalarımıza.. -'Tahtalarınızın arka tarafına adınızı, soyadınızı yazın ve sonra bana getirin.'' dedi. Bu şekilde tahtalarımızı topladı öğretmenimiz ve bizi evlerimize saldı.. Galiba bunun üzerinden iki gün geçmişti ki son dersten sonra eve gitmeden önce bizlere şöyle seslendi: -''Yarın okula gelirken açılmamış kurşun kalem kalınlığında ve uzunluğunda kızılcık çubuğu ve eşeklerinizin kuyruğundan işaret parmağınız kalınlığında kıl kesip getirin. '' dedi. Bu, bizim için çok kolaydı. .Hepimizin evinde en az bir eşek vardı ve korumuzda kızılcık ağaçları doluydu. Şu anda bizim evde yoksa bir komşumuzda mutlaka vardır kızılcık çubuğu. Bunlar tamam da bu işin sonu nereye varacak? Meraktan çatlıyoruz… Eşek kuyruğundan kıl!!! Fakat öğretmenimize çok inanıyoruz,,. O bizi mutlaka bir güzelliğe götürecektir bunun sonunda.. Çünkü öğretmenimiz bize bugüne kadar hep güzellikler sundu. Dediklerini getirdik öğretmenimizin. Kızılcık çubuklarının kabuklarını soydurdu bize... Öğretmenimizin elinde bir teneke makası; passız, parlayan bir şerit şeklinde teneke... Numara sırasıyla çağırıyor bizi.. Numarası okunan, kızılcık çubuğu ve eşeklerinin kuyruğundan kestiği işaret parmağının kalınlığındaki kılla öğretmenimizin yanına gidiyor. Öğretmenimiz makasla kılları kesiyor, düzgün hale getiriyor; sonra onları kızılcık çubuğunun ucuna düzgün bir biçimde yerleştiriyor, şerit tenekeyle çubuğa sarıyor, kılları sağlamlaştırıyor ve bir bakıyoruz o arkadaşımızın bir fırçası olmuş. -22- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE O bir köy enstitülüydü: FAKİR BAYKURT'TAN ÇOCUKLARA politikacıların ve dini önderlerin savaşı kutsal ilan etmeleridir. Benim görüşüme göre, hayatta tek kutsal şey barıştır. Hiçbir şey savaştan daha kötü ve aptalca olamaz. Bu nedenle, siz geleceğin torunlarına savaş üzerine bir şiir bırakıyorum. Sizlere barış ve mutluluklar dilerim. Sizin Fakir Baykurt NEDİR SAVAŞ? En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına Bir tankla on derslikli iki okul Bir uçakla yedi köye bir hastane İki denizaltıyla üç ırmak çöle ulaşır Bir roketle koca şehir kurulur Bir taburun postallarıyla çocuklar Kızamıktan kurtulur Beş yıl birikse bir kolordunun parası Kansere ilaç bulunur Ölenlere dikilen anıtlar da para Kalanlara nişanlar kolay mı takılır Bir ordunun bütçesiyle on il bağlık bahçelik olur Düşün, ne yer, kaça semirir bir general Bırak atom savaşlarını bir an İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün Kimileri yıllar yılı bitmiyor Atılan bombalar, harcanan mermiler Alınteri vergilerden Yakılıp yıkılmış bir şehir Kolay mı yapılır yeniden Evlerin asansörü merdiveni penceresi Bir düşün serin kanla lütfen Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler Bir düşün serin kanla, ya da sor bir uzmana Yanıtla şu küçük soruyu rica ederim Aptallık değil de nedir, Nedir savaş? (1987) www.mehmethekim.com İnternet sayfasından Fakir Baykurt, 15 Mart 1995 tarihinde? Sevgili Torunlarıma, Torunlarımın Torunlarına? seslenişli bir mektup yazmıştı. Bu mektup onun çocuklara vasiyeti gibidir. Bu mektup aynen şöyledir: --------Fakir Baykurt Moerser Str. 238 D-47198 Duisburg Telefon 020 66 ? 35 234 Duisburg, 15.03. 1995 Sevgili Torunlarım, Torunlarımın Torunları Ben 20. yüzyılda yaşayan bir Türk yazarıyım. Şimdi 66 yaşındayım. Hayatım boyunca hem öğretmenlik yaptım, hem de kitaplar yazdım. Türkiye?de ve Almanya?da çalıştım. Bunun için iki vatanım var. Fakat ben aslında bir dünya vatandaşıyım. Belki sizler benim adımı artık tanımayacaksınız, fakat ben bu mektubun sizlere ulaşacağına inanıyorum. Bizim asrımız olan 20. yüzyılda birçok güzel şeyler var. Bilim ve teknik hızla geliştirildi. Hem de tehlikeli olacak kadar geliştirildi. Kısaca söylersem, yüzyılımızda kötü sayfalar iyi sayfalardan çoktur. Irkçılık, dışlama, dinsel fanatizm, milliyetçilik ve bizleri çok yoksul bırakan zenginlerin kar hırsı. Hepsinden de kötüsü savaştır. Çok daha acısı -23- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Kitap Mehmet Erbil Bir Kitap Yazdı: “KÖY ENSTİTÜLERİ VE YURTSEVERLİK” Nabide KILINÇ [email protected] tutan, Mehmet Erbil'dir… “Köy Enstitüleri ve Yurtseverlik” kitabının içindeki parçaları yaklaşık tamamına yakın okudum diyebilirim, birkaç parça belki gözümden kaçtı mı bilmem? Ancak kitabı dün gece oturdum saat geceyi aşmış 00.24, tekrar okumak, defalarca okumak, Köy Enstitülerini. Elbette çok etkiliyor bir devrin tanıklığı, Cumhuriyet'in sarsılmaz inancını daha çok yükseklere çıkarmak köy- kent arasındaki uçurumu kapatmak, memleketi Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği hedeflere ulaştırmak. İşte bunun en önemli canlı tanığı Köy Enstitüleri. Benim bu arada Sevgili Erbil'in kitabından en çok heyecanla öğrendiğim ve etkilendiğim şey Anıtkabir'de Hasanoğlan Köy Enstitüsü çocuklarının alınteri olduğudur. Bu heyecanlı yeri biraz açalım, kitabın sayfalarına dönelim; Ali Şahin öğretmen duygulanır anlatır, “1948 yılında Anıtkabir inşaatına Hasanoğlan'dan trene binerek geldik. Azıklarımızı bir kuşak içinde belimize sarardık. Omzumuzda kazma küreklerle Ankara Gar'ından yürüyerek Anıtkabir inşaat alanına gelirdik. O günlerde “bayrak direği” gelmişti, Amerika'dan. Orada yaşayan bir Türk iş adamı kendi fabrikasında yaptırmış. Çevre henüz düzeltilemediği için yol yok. Bu nedenle bayrak direğinin dikileceği yere direği çıkarmayı başaramamışlar. Tepe olan bölümün yolu çok dik. Düzeltilmesi gereği var. Kamyonlar bu dik yokuşlu tepeye tırmanamamış. Yetkililer Köy Enstitüsü yöneticilerinden yardım istemiş ve belirli günlerde kafileler halinde Ankara'ya öğrenciler taşınmıştır. Onlar yapı konusunda eğitim aldıklarına hiç zorluk çekmemişlerdir. Bu çalışmaya gönüllerinde yer etmiş olan Atatürk sevgisi, iş yapma eylemleriyle pekişerek daha da güçlenmiştir. Çünkü onlar bilirlerdir ki, “şimdi sözden çok iş zamanıdır”, öyle de yapmışlar yaparak, üreterek başarıya ulaşmışlardır. Yapı başı Mustafa Güneri “800 kişi ile çalışmalara destek verdik. 400 kişi kazma, 400 kişi küreklerle geldik, demiştir. Ali Şahin öğretmen ise bayrak direğine kadar olan yolu (Mehmet Erbil kitabını 10 Ocak 2015'te Payda Yayıncılık KızılayAnkara'da imzaladı.) Sevgili Erbil; Orada olmayı ne çok isterdim. Hani denir ya bazen, gitmeseniz, görmeseniz de göz, gönül, kalp durur mu atar heyecanla. Böylesine heyecan anlarını kendi gözlemimle arşivime, tarihe kaydetmek isterdim. Biraz erken olmuş, hava da soğuk. Don var buralarda. Kar bir pamuk savruğu kadar yağdı. Biraz daha olsaydı vakit. Kalbim orayı özledi. Sizleri, Ulus'u, sevgili Ata'mı özledi. Heyecanım artıyor, durmadan. Gözlerim ışıl ışıl sevinç yakıyor, o anlara. Geçen gün Mahmut Makal ve Naciye Hanım'la görüştüm. Hem de öylesine tesadüfle. Şimdi Naciye Hanım'ın yengesi Raşide Teyze ile tesadüfen buluştuk. “Haydi telefon açalım Ankara'ya.” dedik, konuştuk. Şimdi ben de bilemeyeceğim birden yakın aile bağlarını. Ancak şu Naciye Makal'ın kitabı (Bindim Tütün Küfesine)bana yol gösterdi o aileye tanıklığımı. Diyorum ki, bir de heyecanım sanatoryum caddesine gideceğimiz yolu tutacağız. Öyle değil mi? Bir de Çankaya'ya sevgili Başkana gidelim randevu alarak. Gidecek pek çok heyecanlı yerler var, geldiğimde. Şimdilik biraz erken oldu, şu kitap imza gününüz. Olsun heyecanım orada ise. Yollar nedir ki? Yollar sizi bana bağlayan. Mahmut Makal sordu? Kitabı yolladı mı Erbil dedi, evet evet dedim . Ancak yakındır okuyacağım, yorumlarımı yazacağım, dedim. Elimde bir arkadaş getirdi. Tayfun Er'in Erguvaniler kitabı var. Türkiye'de iktidar doğanlar. İçinde ilginç yaşam kesitleri var. Gerçi daha benzer Soner Yalçın'dan okumuştum. Türkiye'de görebileceğimiz önde olan insanların Yahudi, mason oldukları, yönettikleri. Dünyayı ötedir yönetmiyor mu Yahudiler? O nedenle hemen kitabın ardından bir kitap daha var benzer, ancak şu imza gününe olay olan kitabınızı büyük bir zevkle okuyacağım. İmza anınız, geleceğe biriktirilecek olaylardır. Gün ve kişilere tarihe tanıklık edecek, ışık tutacaktır. Sevgi ve selam dileklerimle.(N.K) Sevgili Mehmet Erbil Ankara'da oturur. Köy Enstitüleri sevdalısıdır. Hasanoğlan Köy Enstitüsü deyince belgeleri, görselleri ile tarihe, geleceğe ışık -24- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Antalya'ya, oradan doğruca okula, Aksu Köy Enstitüsü'ne geldik. Bizi idare odasına götürdüler. Güleç yüzlü, dazlak kafalı, insana insanca bakan bir adamın karşısına çıktık. Hoş beşten sonra bu adam, yitiririz diye paramızın bir kısmını aldı, defterine yazdı. Adam haftaya gelip kendisinden harçlık almamızı, söyledi. Bir şeyler yazdı çizdi, sonra bir abla çağırarak beni ona teslim etti. “Bak Şehriye, ” dedi. “Bu küçük kızımız okula alışıncaya kadar yanından hiç ayrılmayacaksın”. Ambardan ölçüsüne uygun elbise al, yatağını göster.” İşte Enstitülerin, sıcak yuvaların, insan canları. Vatan evlatlarını aynı ateşle yetiştiren. Hepsini saygıyla selamlıyorum. Yazımda, heyecan olunca birden kitabın sayfalarına daldım. Eminim sevgili Erbil bu heyecanımı görecektir. Yüzümün gülümsemesini. Bir gök kuşağı alıp yolladı Mehmet Erbil. Yerkesik ziyaretlerinde bulundu. Ancak bir gün de Yerkesik sokaklarında dolaşalım birlikte. Kitabın imza günü vardı 10 Ocak'ta. Bir daha belki fuarda. Hayırlı olsun. İnsan üşür mü bu havada. Üşümez. Ankara hala eksi 14 derece altında seyrediyor olsa da. Bu denli sıcak yuvanın o görkemli insanlarının içinde. . Mehmet Erbil kimdir? Hiç tarif etmeden onu Hasanoğlan Köy Enstitülerinin sevdasını hayatının, yüreğinin içine geçirmiş bir değerli yurtsever, ressam, bir sıcak güzel kalp, bir onurlu duruşun sahibi, desek yeter . Adıyaman'da 1948 yılında doğdu. Resim İş Gazi Eğitim Enstitüsü'nün Resim İş bölümünü bitirdi. 1981 yılında görevli bulunduğu Ankara Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Lisesi'nde açılan 100 yıl Atatürk Müzesi'nin açılışına üç yıllık bir çalışma ile katkıda bulundu. Anadolu'nun kırsal peyzajının yaşam koşullarını şiirsel gerçekçi bir çizgi, anlatım ile resimlerine, yazılarına, araştırmalarına taşıdı. 19 kişisel sergi açtı. Çok sayıda karma sergiye katıldı. Ankara'da kendi atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. Uzanıp giden yol sizi bana bağlayan Sevgili NaciyeMahmut Makallar, tüm beraber bir arada sohbetlerini, toplantılarını heyecanla sürdüren emekçiler,gerçek yurtseverler, siz Sevgili Mehmet Erbil bu kalp heyecanlı, sizinle imza gününde. Sevgiyle selam olsun sizlere!.. Emeklerinize, nice güzel buluşmalara, birlikteliklere size ve sevgili ailenize nice sağlıklı yıllar, birlikte buluşmalar diliyorum. Panda yayıncılık üyelerine sevgilerimi, teşekkürlerimi iletiyorum. Saygılarımı yolluyorum hepinize. (Yerkesik, 10 Ocak.2015) N. Kılınç, Mehmet Erbil'le... düzelterek Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri olarak biz yaptık. Bu yaptığımız stabilize yol bayrak direğinin yerine değin çıkarılabilmesini sağlamıştır” demiştir. Oluşturulan bu toprak yol, diğer araç, gereçlerinin de yapı alanlarına ulaşımın kolaylaştırmıştır.” Köy Enstitüleri bir sevdanın, Cumhuriyet'in ürünüdür. Köy Enstitüleri'nin üstüne örtülen toprak Türk milletinin geleceğini ve çocuklarının üstüne örtülmüş bir topraktır. Bu konuda çok şeyler söylendi, çok şeyler karalandı. Amaç karanlıkları açmak, yarasayı gecelere çağırmaktı. Karanlık neydi? Türk milletinin aydınlanacağı barış ve sevgi topraklarında, vatanını tekrar kuşatan bir akım ,kör bir bağ.Onun temsilcileri, yöneticileri, çıkarları, işbirlikleri idi. Bugün Türkiye'nin geldiği yer, uzaklaştığı sevgili Ata'sının Türk milletine armağan ettiği geleceğin yırtılan ilkeleri, amaçları. Yaşanan süreçler, acılar, savaşlar neydi? Kurtulan yurt toprakları, vatan yeniden millet. Bugün gidilen yol ne oldu? Kitabın sayfalarına döner isem içinde neler buldum?: Kitapta Mahmut Makal'ın sıcak anlatımlarını önsözünü buldum. Çok heyecanlandım. Öyle akıcı, etkileyici, sade, sesi aydınlık, özlem sevgi dolu. Kitabın arka sayfalarında , “Yerkesik ve Naciye Makal'ı buldum. Biraz da Naciye Ablanın Aksu'ya gidişinden söz açalım ve onu dinleyelim: “On bir yaşındaydım. 1942 Şubat'ının soğuk bir günü'nde ağabeyimle birlikte yaya, köyden Muğla'ya gitmek üzere yola düştük. Köy Enstitüsü'ne kayıt işlemi yaptıracak, sonra geri dönecektik. Birkaç ay sonra okuldan haber gelince okula gidecektim. Elimde çıkın, başımda bürüntü vardı. İlkokulu bitirir bitirmez “günahtır” gerekçesiyle başımı örtmüştü, babam. Neyse yine bir kamyon yolculuğundan sonra, -25- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Medya “Huzurevi” Algısını Nasıl Yönetiyor? Şadiye DÖNÜMCÜ* [email protected] yerleştirilenlerin bu durumu kabullenememesi; aile içi şiddete maruz kalanlar ile toplum tarafından bir şekilde “ötekileştirilen” yaşlılara aynı binada hizmet verilmesi vb. nedeniyle –haklı olarak- eleştirilir. Ancak kurum bakımının, sosyal yardımlarla desteklenmeyen çoğu yaşlının “yüksek yararına” olan bakım şekli olduğu da unutulmamalı. Yaşlının “yüksek yararı” gözetilmezse… Alıştığı, bildiği, hakim olduğu, kendini güvende ve özgür hissettiği, değişik yaşantılar kaydettiği, sevdiklerinin ya(kı)nında olduğu evinden, kendi isteğiyle ya da başkasının dayatmasıyla ayrılarak huzurevine/yaşlı bakım rehabilitasyon merkezine/bakımevine yerleş(tiril)en yaşlılar; burada toplumsal statüsünü tamamen, çevre denetimini ise göreli olarak yitirdiğini düşünür. O zamana dek tanımadığı ve bambaşka kültürlerden gelen insanlarla 7/24 bir arada yaşamaktan kaynaklı çok yönlü sorunlar yaşar. Radikal bir karar Yaşadığı süreden daha kısa süre, üstelik giderek artan ve ağırlaşan sağlık sorunlarıyla beraber ve eski yaşantılarına sahip çıkarak yaşaması gerektiğinin bilincinde olsa da yaşlılar değişiklik ve yeniliklerden ürker. Ölüm kaygısı artan, geçmişte kaydettiği –bazıgüzellikleri unutan yaşlıların hasret duyduğu, özlediği, hayret ettiği, hüzünlendiği “şey”ler artar ama kendilerine ayna da tutmazlar. Kurum bakımı yaşlı insanın günlük hayatını –neredeyse- tamamen değiştirdiğinden gereken her yerde “huzurevindeki yaşamın ilk günü/ haftası/ayı/ yılı zordur” derim ben. İşte tüm bu nedenlerle hayatında “radikal” bir değişiklik –yoksa 'devrim' mi demeli?- yapan insanlar neden kınanır, daha ötesi neden haber yapılır? M.M.-N.A.-M.E.-N.K.-N.Ç.- S.S.-B.K.-S.H.V.S.- M.K.D ve… “Evli ve 2 çocuk babası olmasına 'rağmen' 3 aydır huzur evinde yaşayan ünlü spiker huzurevinde” diye neden haber yapılır? “'12 yaşındayken bale yaparken keşfedilen, Yeşilçam'a da dansı ve oyunculuğu ile emek veren 'Gecekondu Yosması' filmiyle şöhreti yakalayan N.A. Sevgili medya; “ünlü”lerin, “meşhur”ların yaşlılık günlerinde kurum bakımından yararlandıklarına ilişkin haber yapmanız şart mı? Yanıt “Evet, şart” ise söyleminizde özenli olsanız! Sanal âlemde “Evli ve 2 çocuk babası olmasına 'rağmen' 3 aydır huzur evinde yaşayan ünlü spiker M.M.” başlıklı haber metni kısacıktı ama alt metni çok uzun, yoğun, detaylıydı. Haberin öznesinin huzurevi tercihine değil; haberin “rağmen”li yargılayıcı ve ötekileştirici diline; huzurevi olgusunun sosyal boyutuna; medyanın toplumdaki huzurevi algısını –nasıl- yönettiğine takıldım. Bir yaşlı bir eve sığdırılamayınca… Bizim toplumumuzda yaşlılığa, yaşlanmaya bakış açısı çocukluk itibarıyla atasözleri, deyimler ve kalıp yargılarla şekilleniyor, malum. Hayatın son evresi olan yaşlılık dönemine ilişkin toplumca dayatılan ayrımcı, ötekileştirici, dışlayıcı bakış açısı nedeniyle bil(e-meye)rek ya da ayrımında ol(amaya)rak 'kurum bakımı'ndan yararlan(an-mak) isteyenler yaşlılar ve onların yakınları eleştirilir, dahası kınanır. Oysa hayat dayatınca yani “iş başa gelince” –sadece- bir yaşlının bile bir eve sığmadığı/ sığdırılamadığı anlaşılır ve sonuçta o yaşlı en az 20, en çok 1059 akranının olduğu kuruluşa yerleştirilir. Kurum bakımı “cem'an tu kaka” ilan edilirse… Her yaşlının ve/veya ailesinin öznel koşulları farklı olduğundan kurum bakımı bazı yaşlılar için ilk, bazıları için son, bazıları için ise ilk ve son seçenek. Ayrıca kurum bakımını “cem'an tu kaka” ilan etmek kadar“cem'an harika” ilan etmek de doğru değil. Kurum bakımı yaşlıları toplumsal hayattan soyutladığı; onları ailesinin yakınlık, sevgi ve ilgisi ile bedensel temasından –çoğu kez- yoksun bıraktığı; onların öz güvenini –göreli- azaltarak psikolojik ve sosyal sorunlara yol açtığı; kamusal ekonomik maliyeti yüksek olduğu; yaşlıların vardiyalı çalışan görevlilerle düzenli/sağlıklı ilişki geliştirilemediğinden gereksinimlerinin fark edilmediği ve sorunlarının çözümlenmesinde aksaklık/yetersizler yaşandığı; “sosyal yoksunluk” ve/veya “ekonomik (yoksulluk)” nedenlerle kuruma -26- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Mersinde huzurevinde” “''Uzun yıllar sokaklarda, otobüs duraklarında ve esnafın yardımları ile yaşam mücadelesi veren bu nedenle çeşitli hastalıklar yaşadığını söyleyen Yeşilçamın ünlü ismi M.E. Kayışdağı Darülacezede” “' ''Kalça kemiği kırılan, ileri yaşı nedeniyle iyileşemediğinden tekerlekli sandalye ile yaşamını sürdüren ve psikolojik sorunları da olan Yeşilçamın emektar oyuncusu S.H., İstanbul da Huzurevinde” “Milaslı resim, heykel ve ney sanatçısı N.K. Fethiye'de bir huzurevinde yerleştirildi” “T'RT İstanbul Radyosu ses sanatçılarından N.Ç. Mersinde huzurevinde” “'''''Yeşilçamda 300e yakın filmde kamera karşısına geçen Şişko Nuri lakaplı S.S. Samsunda bir huzurevinde” “'Bir süredir maddi sıkıntılar yaşayan usta oyuncu B.K. Bursada Huzurevi'nde” “'Birçok TV dizisinde de rol alan tiyatro sanatçısı V.S. İstanbulda bir huzurevi'nde” “'Sanat Tarihi araştırmacısı, fotoğraf sanatçısı, bestekâr, müzikolog, yazar, ressam ve koleksiyoncu M.K.D. 6 yıldır Marmariste bir huzurevinde”diye neden haber yapılır? Sahi niye? Çocukluğumun zarif, şık, güzel, insanın içine işleyen sesiyle “Artık yeşerecek bir dalım yok” diyen o güzelim kadına ilişkin “Behiye Aksoy huzurevinde yaşıyor", "Ünlü assolist huzurevine düştü", "Efsane assolist şimdi huzurevinde", "Ünlü yıldız şimdi huzurevinde" ve "Bir zamanların yıldızıydı! Şimdi huzurevinde yalnız!" başlıklı haberleri okuduğumda da içim acımış, “sahi niye?” diye sorup isyan etmiştim, Bianet aracılığı ile. Yakalandığı Alzheimer(ALZ) hastalığı nedeniyle “küçük bir bebeğe dönüşen” ünlü sanatçının, çifte bakıcı desteğine rağmen bakımı güçleşince oğlu tarafından İstanbul'a getirilerek bakımevine yerleştirildiğini öğrenen sevgili medyamız atıvermişti. "Bir zamanların yıldızıydı! Şimdi huzurevinde yalnız!" mealindeki başlıkları. Sevgili medya ; “ünlü”lerin, “meşhur”ların yaşlılık günlerinde kurum bakımından yararlandıklarına ilişkin haber yapmanız şart mı? Yanıt “evet, şart” ise söyleminizde özenli olsanız! O “ünlü”lere, “meşhur”lara saygı gösterseniz; biraz empati geliştirseniz ne olur? Herkesi ve her şeyi infaz etmeseniz ne kaybederseniz medyalığınızdan? (ŞD/AS) ----------------------------------------------* Şadiye Dönümcü. Sosyal hizmet uzmanı. OZANCA VAY ANAM! Bahtiyar TAKKALI bahtiyartakkalı@hotmail.com Elleri koynunda ağlar gözleri Geri döner diye saldın vay anam Dudaktan dökülür türkü sözleri Kar yağmış perçemin yoldun vay anam Param olsayıdı öderdim bedel Vatan beklemeye yoksullar gider Dönmeye bilirim sütün et halel Yüreğine ateş koydun vay anam Fakirin çocuğu şehit oluyor Şehidin sırtından beyler soyuyor Oğulları yün yatakta uyuyor Terhis günlerimi saydın vay anam Kuraların döndü sense dönmedin Nerde kaldın benim yiğit Mehmet'im Doya doya ak sütümü emmedin Bayrağa künyemi sardın vay anam Askerlik ocağı yan gelip yatmaz Üç beş Mehmetçiğe meclis toplanmaz Böyle bir zihniyet namussuz yobaz BAHTİYAR yıldızı kaydın vay anam (21.03.2015 DİKİLİ) *Tüm Şehitlerimiz anısına, Vatan size minnettardır. Yeriniz ışık, mekânınız cennet olsun.(B. Takkalı) -27- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yaşam tutkunu bir köy enstitülü: KADRİ GÜLHAN Çoğumuz rastlamışızdır. Birçok meslekte emekli olup belli bir yaşa gelen kişiler, artık bir kenara çekilip sanki ölümü bekler durumdadırlar. Oysa yine çoğumuz gözlemiştir ki, Köy Enstitüsü çıkışlılar neredeyse 90 yaşına gelmesine karşın ileriye dönük daha yapacağı çok şey olduğunu söyler ve yapacaklarını sıralarlar. Bu, toplumumuzda alışılmışın dışında bir durumdur. Kavaklıdere'de Bakırcılık Sanatı ve Öyküleri, Kızılçullu Köy Enstitüsü kitaplarını yayımlamıştır. Şimdi de çalışma direncini yitirmeden “Sırtında Tarih Taşıyan Adam” adlı kitabını yayıma hazırlamaktadır. Bir taraftan yazarken ayda da iki kitap okuduğunu belirtiyor. Bir taraftan köy enstitüleriyle ilgili yazılarını yayımlarken, bir taraftan da 12 yıl boyunca Bornova ve Kemalpaşa ADD şubelerinin katkılarıyla köylerde 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş gününü, köylülerin de bayramı olarak ulusal bilinç içinde onlarla birlikte kutlanmasını sağlamıştır. Bu nedenle köy enstitülerinin kuruluş yıldönümünde köy enstitüsü ruhunu yaşayan ve yaşatmakta olan Kadri Gülhan'dan söz edelim istedik. O, köy enstitülerinin ilk öğrencilerinden ve Sağlık Memurluğu bölümünün İlk sağlık Kolu Öğrencisi… O, bizim Ortaklar Köy Enstitüsü'nün kuruluşunda okulumuzun ana yolunu kazma kürekle açanlardan Kızılçullu Köy Enstitüsü mezunu, 89 yaşında ve hala yazılarıyla dergimizde yer alan Ağabeyimiz… Yaşadığı Konak İlçesi Kılıçreis Mahallesinde Park yapılmasına da öncülük etmiş, mahalle halkında çiçek ve ağaç sevgisi yaratmak için çaba göstermiştir. Doğduğu yer olan Kavaklıdere'yi de unutmamış ve bir kamyonet kitap hediye ederek orada Halk Kütüphanesinin kurulmasına önayak olmuştur. İlçe Belediyesi bu hizmetine karşılık bir sokağa adını vermiştir. Kadri Gülhan, Türkiye'nin ilk sağlık memurlarından olup yüzlerce köyümüzde “Koruyucu Halk Sağlıkçısı” olarak görev yapmış. Aldığı eğitimle Türkiye'nin ışın yöntemiyle ilk kanser tedavi (radyoterapi) teknisyeni olarak Ege Bölgesindeki kanserli hastalarımızın İzmir Devlet Hastanesi'nde ışınla tedavilerini yapmıştır. O, şimdilerde 68 yıllık eşi Sultan Hanım'la Konak Kılıçreis Mahallesi'ndeki alın terleriyle yaptırdıkları beyaz badanalı evlerinde ve evlerinin bahçelerindeki çiçekler içinde, Nar ağacı ve çatıya uzanmış asmalarının gölgesinde dostlarıyla buluşarak köy enstitülerinin verdiği coşku içinde yaşamaktadırlar. Elbette kendi deyişiyle “dünyanın en yüce insanı Atatürk'ü ve büyük devlet adamı İsmet İnönü” yü benliğinde duyarak ve her an anarak… Bu uğraşı içinde başta kanser tedavisi ve çeşitli konuları içeren yazılarıyla yazın yaşamında yer almıştır. İzmir'de Demokrat İzmir Gazetesi'nde yedi yıl sürekli, Cumhuriyet ve diğer gazetelerde de yazılarını yayımlamış ve ödüller de almıştır. Yerel gazete Muğla İlkadım Gazetesi'nde de beş yıl yazarlık yapmıştır. Bu yüzlerce yazılarının yanında “Kalemimle Köy Enstitüleri, Atatürk Yolunda Olanlarla, Daha nice yıllar aramızda olmasını dilerken, “Yaşamı her zaman, tüm köy enstitülülerle birlikte hepimize örnek oluştursun!..” diyoruz. -28- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE 18 Mart Çanakkale savaşlarının 100. Yıldönümü. M. Kemal'i ve şehitlerimizi bir kez daha saygıyla anıyoruz. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun… Biliyor muydunuz? Anzaklar neden binlerce kilometre uzaklıktaki ve Güney Yarım Küreden Çanakkale'ye gelip savaştılar?.. 1900'lerin başında, Büyük Britanya İmparatorluğu'nun kontrolünde olan Avustralya, İngiltere tarafından atanan bir genel vali tarafından idare ediliyordu. Birinci Dünya Savaşı için İngiltere, Avustralya-Anzak Ordusu'ndan yirmi bin asker istemişti, ancak Anzak Ordusu bu sayıda askeri karşılayabilecek güçte değildi. Savaşa çok sayıda gönüllünün de katılması gerekiyordu. Bir madenci kasabası Broken Hill'de yoksulluk içinde yaşayan Mola Abdullah ve Gül Muhammed adlı iki Afgan deveci vardı. Bunlar, kendilerine deve veren Hintli Khan Bahadur ve Walhanna Assau'nun yanına gitmişler ve bir iş almışlardı. Bu, 1 Ocak 1915 sabahı mezarlık yakınlarındaki bir işti. O gün yeni yıl piknik treni 1200 kişi ile sabah 10.00'da hareket etmişti. Tren kasaba mezarlığının yanına geldiğinde aniden kalabalığın üzerine ateş açılmış, sekiz kişi ölmüş ve bir anda trende büyük bir panik başlamıştı. Kasabanın güvenlik kuvvetleri her nedense hemen olay yerinde belirmişti. Trendekiler hemen etrafta koşmaya başlamışlar ve iki kişi yakalamışlardı: Bunlar Afgan deveci Gül Muhammed ile MolaAbdullah'tı. İkisi de hemen öldürülmüştü. Halk silahlanmış ve Müslüman Afganların olduğu yoksul teneke mahalleyi ateşe vermek üzere yola koyulmuştu. Ancak kulaktan kulağa saldırıyı iki Türk'ün yaptığı konuşuluyordu. Türklere ölüm çığlığı atan Broken Hill'ilerin dayandıkları nokta ise saldırganların yanlarında taşıdıkları söylenen Türk Bayrağı'ydı. Ertesi gün Avustralya'daki tüm gazetelerde saldırının iki Türk'ün işi olduğu ve bu acımasız katillerin masum halkı öldürmekten çekinmediklerini yazıyordu. Ancak bir Alman gazetesi işi biraz daha abartmıştı ve Türk birliklerinin Sydney'e doğru ilerlediğini yazmıştı. Her şey önceden planlanmıştı. Türk bayrağı hazırlanmış ve saldırı tüm kasaba halkının bir arada olduğu bir güne denk getirilmişti. İşi organize eden ise Avustralyalı Teğmen Resch ve Komiser Dimond'dan başkası değildi. Her şey planlandığı gibi yürümüştü. Sonrasında savaşa gönüllü asker bulmakta zorlanan İngiltere bir anda bu sorununu çözmüştü. Gazetelerin olayı büyütmesiyle herkeste bir Türk düşmanlığı belirmişti. Gönüllülerden Çanakkaleye gitmek üzere uzun kuyruklar oluşmuş ve herkes cani Türkleri öldürmek için bilenmişti. Onları yok etmeden artık bu Güney Yarımküre'de bile kimseye rahat yoktu. Anzak ordusu artık Çanakkale'ye hazırdı!.. Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. ATATÜRK OLMASAYDI Mevlüt KAPLAN [email protected] Ata yolu büyük iz Durmaksızın gideriz Ne yapardık ne deriz? Atatürk olmasaydı... Tutsaklık kol gezerdi, Kul canından bezerdi, Bizi düşman ezerdi, Atatürk olmasaydı... Zor oyunu bozardı, Dertlerimiz azardı, “Kim okur, kim yazardı” Atatürk olmasaydı... Biriz ve beraberiz Her an onu izleriz, Ne olurdu halimiz? Atatürk olmasaydı... -29- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü DESTAN OLMUŞ BİR SAVAŞIN ÖYKÜSÜ GAZİ DEDEM Ali KAYA* [email protected] Havası, suyu serin; denizleri gibi tarihi de çok derin bu topraklarda duygularımızı sözcüklerle anlatmamız olası değil. Kitapların anlatamadığı, film karelerine giremeyecek kadar derinlemesine köklü bir tarih yatıyor buralarda... Bir İmparatorluğu çökerterek yok etmeye gelenlerin; “GELDİKLERİ GİBİ GİTTİKLERİ YER” deyim şimdi. Yıllar önce Çanakkale Boğazı'ndan geçerken vapurda ilginç bir olaya tanık olmuştum. Yıllarca belleğimden silinmeyen o olayı sizlerle paylaşmak istedim. İçinde bulunduğumuz gemi, arkasında köpükler bırakarak suları yara yara ilerlerken martıların çığlıkları motorun sesini bastırırcasına gürültülü… Vapurun bacasından çıkan boz bulanık kirli dumanlar gökyüzüne yükselerek bulutlara karışıyordu. Geminin güvertesinde dolaşırken yaşlı bir adam takıldı gözlerime. Başında el örmesi takkesi, başka renk iplikle yamanmış, sırtında yıpranmış, abamsı bir ceket. Gerçek kumaşı neredeyse kaybolmuşçasına üzerine yama üstüne yama yapılmış bir pantolon ve ayağındaki bir tek ayakkabısıyla dikkat çekecek kadar belirgindi her şey... Yaşadığı yıllara tanıklık etmiş o pamuk sakallarını arada bir okşar gibi sıvazlarken soluk alıp vermekte zorlandığını gördüm. Belli ki nefes darlığı çekiyordu Gazi Dedem. Elinden hiç düşürmediği koltuk değnekleriyle, hem ayakta durmaya, hem de yaşama tutunmaya çalışıyordu. Yüzündeki derin çizgileri, mor halkaların yarım ay şeklinde çevrelediği gözaltı torbaları, ileriye fırlamış elmacık kemikleriyle tam bir Anadolu insanıydı. İple tutturulmuş kalın çerçeveli gözlüğündeki kalın merceklerin arkasından uzaklara bakarken gözleri ufalıyor ve yüzündeki çizgiler daha da belirginleşiyordu. Bu yaşlı adamı çok yorgun ve üzgün görmüştüm. Böyle uzaklara dalıp gitmesinin ardında mutlaka bilmediğim bir şeyler olmalıydı. Aklından geçenleri bilemezdim elbette, ama çok duygusal anlar yaşadığı her halinden belliydi. Çevresinde olup bitenlerin hiçbiri ilgilendirmiyordu onu. Ne dürbünle uzakları gözleyenlerin, ne resim çekenlerin, ne de gemide yalpalayarak yürümeye çalışanların hiç biri umurunda değildi. Elinden düşürmediği koltuk değneklerini yan tarafa koymuştu. Herkesin bir çift ayakkabısı varken, onun ayağındaki o bir tek ayakkabıya takılmıştı gözlerim. Öbür bacağında boş bir çuval gibi sarkan pantolonun paçasını düzgünce katlayıp diz üstünde iple bağlamıştı. Uzaklara bakarken öylesine duygulu anlar yaşıyordu ki!.. Çukurda kalmış gözlerinden süzülen birkaç damla gözyaşını elinin tersiyle silerken, o an nedenini pek anlayamadığım tarifsiz kederler içindeydi! Herkes iki ayağı üzerinde yürürken, tek bacağıyla yarım kalmış hayatını sürdürmeye çalışan bu adam kimdi ve tek başına ne işi vardı böylesi bir yolculukta?.. Selâm verip oturdum yanına. Kendimi tanıtıp gazeteci olduğumu söyledim. Hâlini hatırını sordum. İyi olduğunu söylese de lâfın gelişiydi bu. Benimki de lâf mı yani… İyi olmasa ne işi vardı buralarda, öyle değil mi?.. Herkes gülüp eğlenirken ondaki bu duygusallığın nedenini - bir sakıncası yoksa eğer- öğrenmek istediğimi söyledim. Derin bir ah çekti yüreğinin ta gizli köşesinden gelen nefesiyle! Bir yüzüme baktı, bir de dizden aşağısı olmayan yarım kalmış bacağına. Sonra, kaldırdı başını, boşluğa bakar gibi baktı. Yine dalıp gitti uzaklara. Boşta kalan eliyle de o pamuk sakallarını okşar gibi birkaç kez sıvazladı yine. Sonra, kaldırdı yere eğik başını, yüzüme baktı. Göz göze gelince tepeden tırnağa alıcı gözlerle süzdü beni. En çok da ayaklarıma takıldı -30 ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE gözleri. “Uzun hikâye be evlat, uzun hikâye benimkisi…” diye söylendi kısık bir sesle… Kısa bir sessizlik oldu. Martılar, vapurun çevresinde uçuşurken çıkardıkları seslerle yiyecek istiyorlardı vapurdaki yolculardan. Gazi Dedem onların sesini bastırmak için bilgece bir edayla sesini biraz daha da yükselterek şöyle sürdürdü konuşmasını: “İnsanın iki ayağı üzerinde sapasağlam durabilmesi ne büyük bir nimet, ne bulunmaz bir devlettir” dedi. Yarım kalmış bacağından kaldırdı bakışlarını, uzaklara bakarken daldı gitti. Sonra da titrek bir sesle: “Bu bacağın yarısı oralarda kaldı, biliyor musun!?” deyince beynimden vurulmuş gibi oldum sanki. Hiç beklemediğim bu söz karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Yaşanmış bir savaşın o ölümcül sahneleri film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. “Şu ağarmış sakallarım henüz yeni terlemişti o zamanlar. Askerlik çağıma bile gelmemiştim inan evlat… “Vatan tehlikede” dediler, tarladaki çiftimi çubuğumu yüz üstü bırakıp koştum cepheye. Sağlam gittik, işte böyle yarım döndük köye, ama düşmana geçit vermedik valla…” derken coştu baya da.. Sonra bilgece sözlerini şöyle sürdürdü Gazi Dedem: “Şu boğaz var ya, bu Çanakkale Boğazı, Anadolu'ya vurulmuş öyle sağlam bir kilittir ki… Bu kapıyı iyi korumak gerekir evlat. Yoksa boş bırakırsan giren bir daha çıkmaz ve Anadolu gitti mi gider elimizden, bir daha da geri alamazsınız. Bunun sayısız örnekleri var önümüzde. Koskoca imparatorluk nasıl battı sanıyorsun evlat? O nedenle dişimizi tırnağımıza takıp o aşkla ölümüne savaştık. Binlerce değil, yüz binlerce şehit verdik bu kavgada.” Duygularını, kaygılarını anlıyordum Gazi Dedemin. Dilimin döndüğünce ben de bir şeyler söyledim. Konuşmamıza renk katmak için, bir şiirle bağladım sözlerimi. “Eski Dünya, yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer /Kaynıyor kum gibi, tufan gibi mahşer mi mahşer/Yedi iklim cihanın duruyor karşında /Ostralya'yla beraber bakıyorsun, Kanada! / Çehreler başka, insanlar, deriler rengârenk /Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk!..” “İşte öyle bir savaşın öyküsü bu şiir” dedim. “Sözün bittiği, savaşların başladığı, destanların destanı olmuş bir savaşı bundan daha güzel ne anlatabilir ki” diye de ekledim. Bayağı sardırdık Gazi Dedemle. Sanki yıllarca susmuş da kendisini dinleyecek biri çıkınca, zembereği boşalmış saate dönüvermiş gibi hep konuştu garibim. Ağzı da bayağı lâf yapıyordu hani… Eee ne de olsa onca yaş yaşamış, güngörmüş adam! Yolculuğumuz boyunca hep o konuştu, ben sustum. Ağzım açık, hayranlıkla onu dinledim: “Ne çok insan öldü!.. Nice babayiğitler gitti. O gencecik öğrenciler öğrenimlerini yarıda bırakıp da koşmuşlardı cepheye. O çocuklardan hiç biri geri dönemedi biliyor musun?! Her şeyi dün gibi hatırlıyorum ve her şey hâlâ gözlerimin önündedir. Mustafa Kemal rüyalarıma girer her gece. Gazi Paşamı görürüm düşlerimde, koşar ellerinden öperim!..” derken gözlerinin nemini kuruluyordu bir yandan da… “Olan oldu, ölen öldü, aradan bunca sene geçti. Bu toprakların kurtulması için yüz binlerce vatan evladı can verdi. Bugün çağrılsam, bu yarım halimle yine koşar giderim! Biz yine de ucuz atlattık. Bir bacağımızla kurtulduk. Kaybımdan dolayı da hiçbir zaman yüksünmedim. Bedenimden kopup giden bacağım oralarda bir yerlerde kalmış olmalı. Etlerim çoktan kurda kuşa yem olmuştur da kemiklerim nerededir şimdi kim bilir!..” Çok duygusal anlar içindeydik ikimiz de!.. Her konuşmasının ardından bir süre susuyor, k e n d i n i t o p a r l a m a y a ç a l ı ş ı y o r, s o n r a sürdürüyordu konuşmasını. “Aradan yıllar geçti. Savaş biteli de çok oldu zaten. O Birinci Cihan Harbinin arkasından, bir İkinci Cihan Harbi daha yaşandı. Onda da çok insan öldü çookk!..” Ben de: “Savaşları, bir bahane uydurup birileri başlatır. Yıllar sürer ve bir gün sona erer elbette... Sonunda ölüm, zulüm, kan ve barut… Ama kazanan olmaz hiçbirinde. Savaşlarda tek kazanan silah tüccarlarıdır hep. Savaşlardan sonra terhis olur, çeker gidersin köyüne…” Bir süre duraksadı Gazi Dedem. Başını öne eğdi önce, sonra kaldırdı. Uzaklara bakarken -31- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE -“Biz de öyle yaptık… -Peki, ya ondan sonra?.. -Ondan sonrası gördüğün gibi işte… İnsanın en çok gücüne giden ne oluyor, bilir misin evlat? -… -'Aç mısın, susuz musun, evin barkın var mı?' diye soran olmaz, olmadı da o günden beri! Evinde aşın, önünde işin var mı?' da demedi hiç kimse bunca sene. Koltuğumun altındaki şu iki değnek, bir de aha şu madalyadan başka neyim var ki şu yalan dünyada… Köyde oturduğum ev bile babamdan kalma. Ev de eve benzese. Başımızı soktuğumuz bir yıkıntı işte! Yine daldı gitti uzaklara… Sonra, unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi, bana doğru birden çevirdi başını; - “Haa, bir de ölmeyecek kadar da bir aylık bağladı devletimiz, o kadar… Bunlar bir şey değil de… Yanımdan gelip geçenlerin acıyarak bakmaları yok mu, en çok bu gidiyor insanın gücüne! Oysa ben bu bacağımı onlar yaşasın diye kaybettim. Kimseden bir beklentim falan da yok, sakın yanlış anlama... Azıcık ilgi, hal hatır sorma, saygı görme hakkımız olsa gerek, diye düşünüyorum, haksız mıyım? Biz kaç kişi kaldık şu dünyada. Yarım bacakla hâlâ yaşıyor olmamızın bizden başka kimse farkında değil. Göğsümüzde onurla taşıdığımız şu şeref madalyasını bile – inan oğlumuz- boncuklu delinin süsü gibi görenler bile var. Bu, çok acı bir durum! Bak sen merak edip geldin, yanıma oturdun. Halimi hatırımı sordun. Allah bin kere razı olsun senden! Ben de içimi dökmüş oldum, rahatladım, içim ferahladı. Fena mı oldu bak? Farkına varılmanın mutluluğunu yaşattın bana. Sağ olasın evlat, sağ olasın!..” dedi Gazi Dedem. Onu tanımaktan, derdini dinlemekten, bu kısa deniz yolculuğunda söyleşide bulunmaktan mutlu olmuştum! Bir gazilik öyküsü yarım kaldı, sonuna kadar dinleyemedik Gazi dedemizi. Zaman yetmedi, iskeleye çoktan varmıştı gemimiz. Bir kısacık bacağın, o uzun öyküsünü anlatmaya yetmedi eldeki zaman. “Bu yarım kalan bacağımın parçaları oralarda kaldı” sözü, her şeyi anlatmaya yetmişti aslında. Dolu Dolu Yaşamak Mehmet KARABACAKLAR “Geçmiş sende değil, Gelecek sana ulaşır mı? Bilinmez… Sen, Gününü gün etmeye bak Odur dolu dolu yaşamak!” Böyle diyenlerden değilim Bir ayağım geçmişte Bir ayağım gelecekte yaşarım, Bilirim ders çıkarmayı maziden Yüceltmek için insanlığı Geleceğe dönük Düşler kurarım, Üç boyutlu yaşarım zamanı ben Verimli yaşamak isterim hayatı Geride iz bırakmak Ve Bedensel ömrün bittiği yerde Yeniden doğmak! -32- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Çanakkale Savaşı Filmi SON UMUDUMUZ ANZAK Av. Hüseyin ÖZBEK* [email protected] Yayınlanmamış romanın, gösterime girmemiş filmin olağanın dışına taşan tanıtımından hep pirelenmişimdir. Okuru, seyirciyi tava getirmek, basılmamış eserin, gösterimi başlamamış yapımın müşterisini yaratmak cinliği olarak bakmışımdır. Russel Crowe'nin “Son Umut” filminin pazarlanmasında da aynı yöntem izlendi. Sermaye medyasının çekim öncesinden başlayan kampanyası filmin gösterim arifesinde daha da yoğunlaştı. Son Umut pazarlamacılarının işini kolaylaştıran en önemli etken kuşkusuz ki Türk halkının derin bilinçaltında yaşattığı Çanakkale algısıdır. Avustralyalı yapımcı-oyuncu Crowe'un, Yılmaz Erdoğan ile Cem Yılmaz'a verdiği rol ise Türkiye pazarına yönelik bir hesabın sonucudur. Filmin ağırlıklı sahnelerinin çekildiği ülkenin insanlarını sinema salonlarına çekmenin akıllıca bir yönetimi olarak değerlendirilmelidir. Son Umut, Çanakkale muharebelerinde kaybolan üç oğlunu arayan Avustralya' lı baba Joshua Connor'un hikâyesini anlatıyor. Barbar Türklere ders vermek için geldikleri Gelibolu'dan dönmeyen evlatlar, umutsuz bekleyişin intihara sürüklediği anne, karısına verdiği sözü tutup ver elini Türkiye diyen Avustralyalı baba filmin girizgahı oluyor. Her batılının bilinçaltındaki oryantalist tortular Crowe'nin İstanbul'a ayak basmasıyla resmi geçide başlıyor. Şehrin her zerresine sinmiş şark atmosferi, sokakların, yapıların egzotik panoraması, batılı beyaz adamı şaşırtan karmaşası hayal perdesinden akıp gidiyor. İstanbul'a ayak basar basmaz bavulunu kapan afacanın ardından –hırsız sanmıştır - nefes nefese konaklayacağı pansiyonu bulan Connor burada gönlünü çalacak hırsızla karşılaşacaktır: Küçük hanutçu Orhan'ın annesi Ayşe Çanakkale şehidi bir yedek subayın karısıdır. Ömer, şehit ağabeyinin dulu Ayşe' yi ikinci eş olarak nikâhına alıp pansiyona konma hesabındadır. Batı filmografisinin değişmez kuralı ise egzotik güzel batılının, kötek şarklının hakkıdır! Connor'a abayı yakan pansiyoncu Ayşe özelinde bu değişmez racon bir kez daha tekrarlanıyor. Kocasını şehit eden düşmanın babasına gönlünü kaptıran Türk kadın karakterinin bizim Çanakkale'mizde yeri olmasa da ötekinin Gallipoli' sinde özel bir önem taşıdığı anlaşılıyor. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde batılı terbiye içinde yetişmiş olsa bile bir Türk kadınının pansiyon işletmesi, yabancı müşterilere hizmet etmesi, kadın erkek bir arada oynaması, Anzak' a abayı yakması gibi dönem sosyolojisine uygun olmayan gönül parantezini burada kapatıp konumuza dönelim. İngiliz makamlarının zoraki engellerini aşıp Gelibolu'ya ulaşan baba, oğullarından 4 yıl sonra Anzak Koyundadır. Bir İngiliz heyeti de ölülerinin yerlerini belirlemek ve haritalara işlemek için aynı bölgede bulunmaktadır. Çanakkale muharebelerinde işgalcilere karşı savaşmış Binbaşı Hasan (Yılmaz Erdoğan) ile Cemal Çavuş'un ( Cem Yılmaz ) bulunduğu bir Türk heyeti de İngilizlere refakat etmektedirler. Filmin ilerleyen sahnelerinde Binbaşı Hasan'ın, Connor'un oğullarını tanıdığı ortaya çıkacaktır! Anzak baba ile muhabbeti ilerleten binbaşının gözleri önünde 1915 hengamesi tekrar canlanıvermiştir. Yaralı Türk askerini çatışmanın en kanlı safhasında şefkatli kollarına alıp Türk siperlerine teslim eden o kahraman Anzak'ı hemen hatırlamıştır! Mehmetçiğin bir bebek itinasıyla kucaklayıp düşman siperlerine bıraktığı yaralı Anzak hikâyesinin de resmi tarihin uydurmalarından biri olduğunu bu vesile ile öğrenmiş oluyoruz! Medyanın Son Umut hakkında uyandırdığı nafile umutlar, kampanyanın başarısı olarak not edilmelidir. Çanakkale destanının görselini izleyip, Anafartalar kahramanını beyaz perdede seyretmek hevesiyle sinema salonlarını dolduranlar son umut kırıntılarını da koltuklarda bırakarak dışarı çıkacaklardır. Geçen asır Çanakkale'yi işgalcilere dar eden Mehmetler, 100 yıl sonra sömürgeci tetikçileriyle hayal perdesinde eşitleneceklerini kuşkusuz ki düşünemezlerdi.Analarının ak sütü gibi helal zaferlerine işgalcilerin ortak edileceğini yemin billah söyleseler de inanmazlardı. Hele özgür bir vatan bıraktıkları kimi torunlarının işgalcileri övgüdeki sınır tanımazlıklarını hayal bile edemezlerdi. İyi ki Mehmet'in hakkını Anzak'a veren Mükremin Çıtırları görmeden bu dünyadan göçüp gittiler. (6 Ocak 2015) * İstanbul Barosu Genel Sekreteri -33- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bir Zamanlar İZMİR'E YOLCULUKLARIM(2) Turgut DERELİ [email protected] Muğla'dan İzmir'e ulaşmak 1950'li yıllarda yaklaşık 12 saat süren bir serüvendi. Bu yolculuğun ilk etabını Muğla-Aydın karayolu oluşturuyordu. Rampaları inleyerek çıkan, inişlerde şoförün zorlukla kontrol ettiği, genelde 40-50 BG benzinli motora sahip Austin ya da Morris markalarını taşıyan otobüslerdi yolculuk yaptığımız araçlar… Rampada durmaları neredeyse olanaksızdı. Elindeki tahta takozuyla aşağı atlamalı, arka tekerliğin altına takozu hemen sürmeliydi “şoför muavini”… Yolda lastik yarılmaz, karbüratör memesi tıkanmaz ya da motor su kaynatmazsa 6 saat sonra serüvenin ilk etabı biter, Aydın'a ulaşabilirdik. Gecikmek demek, Aydın'da bir gece otelde kalmak ve yolculuğu ertelemek demekti, ertesi gün saat 13.00'te istasyona gelecek kara trene kadar… Denizli-Nazilli yolcularını da alarak Aydın'a ulaşan kara tren, istim üstünde kara dumanlar saçarak Aydın ovasında ilerlerken başınızı pencereden dışarı çıkarmaya gelmezdi pek… Zaten uyarılırdık da. Çünkü özünüze kaçacak bir kömür parçası gününüzü zehir edebilirdi. Otobüste, Gökbel dönemeçlerini geçerken altı saat süreyle sallanmaktan iyice acıkmış olurdunuz. İstasyonlarda her mola verilişinde vagonlara hücum ederdi su satıcıları… Çöp şişçiler, simitçiler, gevrekçiler… Tespih, çakmak, esans, nane şekeri satıcıları… Bu günün gençleri plastik şişelerde tertemiz satılan kaynak sularının değerini bizler kadar bilemezler elbet. TemmuzAğustos sıcağında iyice susamışsınız ve karşınızda elinde bir testi, kalaylı bakır maşrapa ile çıkagelmiş bir çocuk… Gelin de içmeyin bakalım belki bir havuzdan, belki bir kuyudan, belki rastgele bir sokak çeşmesinden alınmış o suyu… Hazır yiyecekler, konserveler, çeşitli bisküviler insanların bilgi ve ilgi alanlarının dışındaydı. Zaten bisküvi denince büyük mukavva kutularından çıkarılarak terazi ile tartılıp satılan “petite beurre”leri anlardık biz. O yüzden de hala tuzlu bisküvi lezzeti yer almaz damak tadımda… Çöp şişlerin yapıldığı etlerin kaynağı konusunda da türlü rivayetler hiç eksilmezdi. Zaman zaman da bu rivayetleri doğrulayan haberler yer alırdı yazılı basında… Gelin bu durumda açlığınızı seyyar satıcıların getirdiği yiyeceklerle bastırın bakalım. Benim çözümümü annem bulmuştu. Yolculuklarımda Muğlalıların “ince börek” dediği, oldukça ince açılmış yufka içine ıspanak ve peynir serpilmesiyle hazırlanan sacda pişirilen bir börek türüydü benim azığım. Annem, yeterli miktarda küçük bir sepete koyar, gerektiğinde arkadaşlarımla da paylaşabileceğimi söyledikten sonra, işi bittiğinde sepeti işine yarayacak birilerine vermemi isterdi. 1964'te Aydın-İzmir karayolu asfalt kaplama olarak kullanıma açıldı. Önceleri köprülerin menfezlerin olmadığı bazı yerlerde dere yataklarından ilerleyen yol artık terk edilmişti. Aydın-İzmir arasında karayolu ulaşımı hızla gelişmeye başladı. -34- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Motorlu araç sayısı arttığında, İzmir'in girişini oluşturan bu semtte, oto tamirhaneleri de açılmaya başladı. Sözünü ettiğim yıllarda anayol üstündeydi bu atölyeler… Çevreleri yağ, kir-pas içinde olurdu hep. Akşam olunca iki kanatlı tahta kepenkler kapatılır, üzerine uzun bir demir sürgü yerleştirilir, demir sürgünün ucuna da bir asma kilit takılırdı. Akşam saatlerinde bütün semtlerde olduğu gibi burada da ücretlerini halkın ödediği resmi elbiseli gece bekçileri düdüklerini çalarak dolaşırlar, dükkânlarını onlara emanet eden esnaf, evinin yolunu tutardı… Geçmişte, İzmir Belediye otobüsü Aydın'da bulunduğum yıllarda özellikle Germenciklilerin kullandığı “Hagar açıldı” biçiminde söylenen yerel bir deyim işitmiştim. Açıklaması şöyleydi. 1950'lerin ikinci yarısında ülkede büyük bir döviz kıtlığı yaşanmıştı. Ülke dış ticaretini serbest döviz ile yapamıyordu. Dış ticaret “kliring” denilen borçları karşılıklı olarak “mal” ile ödemeyi öngören anlaşmalarla yürütülmeye çalışılıyordu. Bu kapsamda, bir kuzey ülkesinden tütün karşılığında “Hagar” marka adı sanı duyulmamış kamyonların dışalımına başlandı. Ucuz olduğu için çokça da satılıyordu Hagar'lar... Ne var ki bu kamyonların motorları rampa da su kaynatıyor, şoförünü yarı yolda bırakıyordu. Germencikli Ahmet Usta da satın almıştı bunlardan birini… Ahmet Usta'nın, ilk İzmir seferinde Ortaklar'dan sonraki dik yokuşu tırmanmaya başladığında içinde bir endişe vardı. Acaba Hagar onu yolda bırakır mıydı? Ne var ki yokuşa sarınca adeta Hagar yeni bir güç kazanmış, tırmanıyor ha tırmanıyor… Ahmet Usta Mutluydu. Hagar, “açılmış”tı. Kolunu açık pencereden dışarı uzattı. Kaportayı okşamaya başladı. “Aslanım Hagar; sana iftira atmışlar, sen koçmuşsun, koç!” Bir süre sonra, muavinin acı feryadı duyuldu “Usta, Usta! İpler çözülmüş pamuk balyaları birer birer dökülüyor.” Aslan Hagar'ın(!) açılmasının sırrı böylece anlaşılmıştı. İşte böyle öykülerle geçen yolculuklar sonunda İzmir'e ulaşıyordunuz. “Yağhaneler Semti” adını orada uzun süredir var olan zeytinyağı atölyelerinden alıyordu. Çevrede yaşayan halkın zeytinlerini sıkıp yağa dönüştürmek için kurulan atölyelerden… DATÇA’DA GÜN BATIMI Muammer ÖZLER [email protected] İçimde büyüttüğüm çağlarla geldim Balıkaşıran'lara. Bademlerin gölgesinde uyudum, Zeytinlerin dibinde uyandım. Gün gibi biliyorum şimdi Harcanan emeklerimi. Sevgi renginde emeklerim, Umut renginde. Lâfa tuttu beni, on bir ay çiçekleri Hep bu yüzden göverdi dillerim. Atıyorum kendimi, En kuytu köşelerine, çocukluğumun. Oğul vermiş arılar gibi Periliköşk. Limon çiçeklerinin kokusu geliyor Uzaklardar, taa Kızlan'ın altından. Akşamlar uzun uzun iniyor, Gün batımının kızıllığında, Kendi kendine akıyor, işte zaman Sömbeki Adası'nın üstünde dolanıyor, ay Göğün rengini soruyorum; “Deniz” diyor, Ve gün batıyor, Knidos açıklarından. -35- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Yaşanmışlıklardan ÖĞRENCİM KÜÇÜK BABA OLMUŞ Fuat KEYİK* [email protected] Birleştirilmiş sınıf düzeni kurmamız gerekiyor. Bir yandan yoklama yaparken bir yandan da sınıf sınıf öğrencilerin oturacakları yerlerini saptıyordum. Bu arada gelmeyen öğrencilerin arkadaşlarına, niçin gelmediklerini soruyorum. Bir tanesi dışında diğerlerinin yarın geleceklerini söylediler. Ancak beşinci sınıf öğrencisi olan İbrahim'in-ismi öyle olsun-, artık okula hiç gelmeyeceğini kendilerine söylediklerini bana ilettiler. Nedenini sordum, bilmediklerini belirttiler. Kendi kendime Yıl 1973. Ordu-Ünye ilçesine bağlı Bolluk Köyü'nün Kabakeşir mezrasındaki ilkokulda, tek olarak yaptığım öğretmenliğimin ikinci yılı. Kısa süre sonra görevimi bırakacağım. Çünkü geçen sene yatılı olarak kazandığım Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü'ne, sonuç telgrafının elime geç gelmesi ve 15 km'lik yolu yaya yürümeyi göze alamadığımdan gitmemiştim, bu sene ise girdiğim sınav sonucunu erken öğrendim ve gideceğim. Ama gündüzlü olarak kazandığım aynı okulun açılış tarihine dek öğretmenliğime devam kararı verdim. Hem görev yaptığım okulu eğitim-öğretime hazır duruma getirip, yeni kayıtları yapmak hem de alacağım son maaşımı yeni öğrenciliğimde kullanmak istiyordum. Ayrılacağımı ise ne öğrencilerime ne de köylülere son günüme dek söylemedim. Öğrencilerimin morali bozulsun, köylülerin bana ilgisi azalsın istemiyordum. Her şey olağan şekilde devam ediyordu. -“Allah Allah niye böyle yapıyor bizim Sarıoğlan? Bekleyelim bakalım birkaç gün” dedim... Nerdeyse hafta bitiyor, bizim İbrahim'den çıt yok. Perşembe günü evine yakın arkadaşlarına: -''İbrahim ve babası yarın okula gelsin. Okula gelmemek suçtur. Gelmezlerse öğretmen jandarmaya haber edecek, deyin '' diye sıkı tembih ederek İbrahim'i ve babasını okula gelmeleri için çağırdım. Ertesi gün sabahleyin İbrahim'i okul bahçesinin bir köşesinde top oynayan arkadaşlarını izlerken gördüm, sevindim. Ama bir gariplik vardı. İbrahim okul önlüğü giymemiş. Gömlek üzerine giyilmiş, biraz bol gelen bir ceket ve başında koyu bir kasket vardı. Şaşırdım. El ettim, çağırdım. Yaşına göre sınıfın irisi olan İbrahim, ürkek adımlarla boncuk boncuk terlemiş bir durumda yanıma geldi: Bir köylüye ait olan ve yazın fındık deposu olarak kullanılan okulun, eğitim öğretime hazır hale getirilmesi gerekiyordu. Önce azıcık bir duvarı olan müdür odasının badanasını yaptım. Sınıfımızı yazdan kalan fındık artıklarından temizledim. Tahta duvarlara mevsim şeritleri, yıllık plan, takvim gibi dokümanları raptiyeledim. Bu ara yeni öğrencileri kayıt ediyordum. Gelecek yeni öğretmene eksik bir şey kalmasın diye de tüm dosyaları ve evrakları bir kez daha gözden geçirdim… Ne olacak acar adama (?) iş mi dayanır? Nitekim kısa sürede okul açılışa hazır hale geldi. Gelsin artık Pazartesi günü… Ve ilk zil, zıııırr!.. -''Hoş geldin İbrahim. Yavrum niçin okula gelmiyorsun? Okula gelmemek suçtur. Gelmezsen yasa gereği jandarmalar zoruyla getirilirsin. Üstelik baban da ceza alır... Hem niçin önlükle gelmedin okula?'' dedim. İbrahim tedirgin, önce sağa sola baktı ve yakınımızdaki öğrencilerin duymasını istemediği bir tavırla: “Haydi, toplanın çocuklar, İstiklal marşı söyleyeceğiz!” Öğrenciler benim önümde, az sayıda veliler ise onların arkasında toplandılar. Açılış törenimiz kısa sürdü, sonrası sınıfa girdik. -36- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE -''Öğretmenim, yalnızca ikimiz konuşabilir miyiz?'' dedi. Başımla olur, dedim ve kolumu omuzuna koyarak müdür odasına götürdüm İbrahim'i. Oturduk birer sandalyeye: Aybaşı geldiğinde, Eğitim Enstitüsü'ne gideceğimi öğrencilerim ve köylülere söyleyerek duygusal bir vedalaşma yaptım. Küçük baba İbrahim'i ve diğer öğrencilerimi, henüz yerime bir öğretmen atanmadan bırakmanın hüznü ile nokta koydum ilkokul öğretmenliğime. -''Anlat bakalım, ne oldu?'' diye bir kez daha sordum. Gözleri yerde biraz düşündü, alnındaki terini eliyle sildi ve sonra derin bir nefes alarak bir çırpıda, İbrahimin bu durumu uzun süre kafamı kurcaladı, durdu. Hatta ağabeyinden kalan çocuğa da babalık yapacağını öğrendiğim İbrahim'i bu zamana değin aklımdan çıkaramadım. -''Öğretmenim ben evlendim, onun için okula gelmek istemiyorum.'' deyiverdi. Şaşırmıştım bu ummadığım gerekçeye! Arka arkaya sorular yönelttim hemen. Ne yazık ki 40 yılı aşkın bir süre sonrasında bile hala örf, töre ve yanlış yorumlanan dinsel inanışlar nedeniyle çocuklarımız, olumsuz yönde etkilenmeye devam ediyor. Küçük babalar, özellikle küçük gelinler hiç gündemden düşmüyor. Hala 6 yaşındaki kızlarla evlenilebileceğini savunan dinci sapıklar var. Kızları okutmayıp erken yaşta evlendirerek erkeğinin kölesi olmasını isteyen karanlık zihniyet hala etkin. Sanırım çözüm, laik ve çağdaş bir eğitim sistemini toplumun her kesimine yaymaktan geçiyor. Atatürk'ün çizdiği rotadan ilerleyip ülkemizi çağdaş ülkeler düzeyine, hatta üstüne çıkarmayı başarmak gerekiyor. Bunun için kendimize güvenmeli ve el birliği ile bilimsel yöntemlerle çok çalışmalıyız. Yoksa daha çok, ''Yazık oluyor küçük babalara, küçük gelinlere!'' deriz. -''Neee!.. Nasıl?.. Senin yaşın çok küçük İbrahim. Kimle niye evlendin, anlat bakayım!'' İbrahim oldukça utangaç, fışıl fışıl terliyor. Ama artık o koca bir adam olmuş(!). Cesaretini toplayarak anlattı başından geçenleri: -''Öğretmenim yazın abim hastalanıp öldü. Bir süre sonra babamlar dul kalan yengemi benimle evlendirmeye karar vermişler. Ben olmaz, dedim. Beni dinlemediler. Yengem başka biriyle evlenirse abimlerin fındık tarlaları da yeni kocasına gidermiş. Törelere göre tarlaların bizde kalması için benim yengemle evlenmem gerekiyormuş. Ben istemedim, ama zorla nikah (imam) kıydırdılar. Ben artık adam olduğum için şapka ve ceket giyiyorum. Eğer okula geleceksem önlük giymem.'' deyiverdi. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Bu ne biçim anlayış, ne biçim töre? Yazık değil mi bu çocuğa? Yaşamı boyunca kendinden oldukça büyük birisiyle evlilik sürdürmek, çok kötü bir durum. Keşke elimden bir şey gelse… Anlaşılan, çaresiz, okulda ceketli ve şapkalı bir öğrencim olacak. Hayır desem 5.sınıfa gelmiş İbrahim'i temelli kaybedeceğim. Biraz düşündüm, toparladım kendimi ve açıkladım kararımı İbrahim'e: ----------------------Fuat Keyik diyor ki: *1954 yılında doğdum. İlkokul ve ortaokul dönemim, o zaman nahiye, şimdi ise ilçe olan Denizli'ye bağlı Bekilli'de geçti. Nazilli Öğretmen Okulu'nu 1972 yılında bitirip Ordu-Ünye'nin Bolluk Kabakeşir Köyü'ne atandım.1973-1977 arasında Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü'nde okudum ve matematik öğretmeni olarak Sivas Şarkışla Ortabucak Ortaokulu'nda görevlendirildim.. Daha sonra Denizli ve İzmir'deki çeşitli okullarda görevimi sürdürdüm ve 2004'te emekli oldum. Altı yıl da dershanelerde çalıştım. Emeklilik günlerimi saz kursuna katılmak, dağ yürüyüşlerine çıkmak ve ara sıra da anılarımı yazmakla değerlendiriyorum. -“İbrahim'ciğim keşke evlenmemek için daha çok direnebilseydin. Ben çok üzüldüm. Okulunu bitirebilmen için bu şekilde gelmeni kabul ediyorum. Derslerine iyi çalış, olur mu?'' deyip öperek sınıfa gönderdim. Bu şok durum beni çok etkilemişti. -37- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE YAŞAR KEMAL'İN ARDINDAN Prof. Dr. Kemal KOCABAŞ [email protected] okumuştuk. Bizim kuşak, Köy Enstitülü yazarlar ve Yaşar Kemal, Orhan Kemal ile toplumsal gerçeklik ve köy sorunlarını tanıdı. O yıllardan beri hayatın her evresinde Abdi Ağalara karşı mücadelenin içinde olduk. Yaşar Kemal ile karşılaşmam ve kucaklaşmam 2011 yılında oldu. Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED)-2011 Aydınlanma Onur Ödülünü 17 Nisan 2011 günü İzmir'de Türk edebiyatının çınarı, halk kültürümüzün güçlü kalemi, Köy Enstitülülerin dostu, yazar Yaşar Kemal'e vermeyi kararlaştırmıştık. Üç ay öncesinden kendisiyle haberleşmeye başladık. “Hoca, ben yaşamım boyunca hep Köy Enstitülüler ile beraber oldum ve hep de enstitüleri savundum, gelmez miyim” dediğinde çok mutlu olmuştuk. Etkinlik tarihine kadar yaklaşık dört-beş kez telefonlaştık, bize enstitüler ile ilgili yazılarını gönderdi, dostluğumuz gelişti. 17 Nisan 2011 günü Ekonomi Üniversitesi girişinde eşi Ayşe Hanımla beraber kırk yıllık dost gibi birbirimize sarıldık. “Hoca, elimi hiç bırakma, çok önemli bir iş yapıyorsun” diyerek bizi yüreklendirdi. Salon doluydu, Yaşar Kemal ile yan yana oturduk. Tören öncesi DEÜ-Devlet Konservatuarı sanatçılarının seslendirdiği halk ezgilerine büyük bir mutlulukla eşlik etti. Sonra ödül töreni başladı ve mikrofona gelen Yaşar Kemal; “Köy Enstitüleri dünyada kurulmuş en büyük enstitülerinden birisidir. Şu anda uygulanan eğitim sistemi ise Yunanistan'da 4. yüzyılda uygulanan bir sistemdir. Anlayacağınız inanılmaz kötü bir sistem uygulanıyor. Ben dünyada nereye gittiysem Köy Enstitülerini anlattım. Bundan sonraki kitabımda da Köy Enstitülerini anlatacağım. Biz bugünün çağdaş Türkiye'sinde yaşıyorsak bunu Cumhuriyetin kurduğu Köy Enstitülerine borçluyuz,” derken salon onu ayakta alkışlıyordu. Sonra akşam yemeğinde yan yanaydık. 1940-1950'li yılları anlattı. Hep birlikte ilk kıtası “Yenice yolları bükülür gider/Zülüf ak gerdana dökülür gider/Yiğidin sevdiği güzel olunca/Ömrü arkasından sökülür gider” olan “Yenice Yolları” türküsünü söyledik. Yaşar Kemal; Köy Enstitüleri hareketinin hep içinde "Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar. Yoksulluk bütün insanlığın utancıdır.” Yaşar Kemal “İnsan var, Karartır ak gündüzü, İnsan var Ağartır Gecemizi” Sabahattin Eyüboğlu “Türklerin En Kürdü, Kürtlerin En Türkü” Sait Faik 28 Şubat 2015 Cumartesi günü Seferihisar'dayız. Köy Enstitülerinin kuruluşunun 75. Yılı ve Hasan-Ali Yücel'in aramızdan ayrılışının 54. yılı anısına Seferihisar Belediyesi, Seferihisar Kent Konseyi ve Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneği imecesiyle gerçekleştirilen “Tohum Takas Şenliği” ve üç oturumluk çalıştayın sonuna gelmiştik. Salona gelen bir haberle tüm salon irkildi. Türkiye İnce Memedi'ni kaybetmişti. Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer sahneye çıktı ve Yaşar Kemal anısına tüm katılımcıları bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Herkes üzgündü, bir yanını kaybetmiş gibiydi. Zira Yaşar Kemal Türkiye idi, bir vicdan abidesiydi, bu toprakların Homerosuydu, direnişin, doğanın, iyiden güzelden yana olanların, böcü börtünün, Türkçenin sesiydi… Yaşar Kemal ile Ortaklar İlköğretmen Okulu yıllarında okuduğum İnce Memed kitabıyla tanışmıştım. Daha sonra da diğer romanlarını -38- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE olmuştu ve Köy Enstitülerinin dostuydu. 17-18 yaşlarında Sabahattin Eyüboğlu'nun ricasıyla Hasanoğlan'a gittiğini öğrencilere Anadolu masallarını, destanlarını anlattığını, öğrencilerle yaptığı bu söyleşilerinin sabahlara kadar sürdüğünü söylerken yüzü gülüyordu ve mutluydu. Yaşar Kemal; bir Karacaoğlan hayranıydı. Adana'da yapılan olan bir kültür evine Yaşar Kemal adı verilmesine itiraz ederek “Karacaoğlan” adının verilmesini sağlamış, 17 Nisan 2011 akşam yemeğinde espriyle karışık evliliklerini yaparken eş adaylarına hep “Karacoğlan'ı bilir misin?” diye sorduğunu coşkulu kahkahalarla bizlere aktardı. Yaşar Kemal; enstitü düşüncesini, felsefesini, Tonguç'u hep yazılarına taşımış, Tonguç'u çok iyi anlamıştı. Geleceğin eğitim sisteminin bu kazanım üzerinden gelişeceğine inanarak, “Bir karanlık devir geldi. Baba Tonguç'u, onun çocuklarını, hepimizi yendiler. Baba Tonguç'u Köy Enstitülerinden atıp, onun çocuklarının elceğizleriyle yaptıkları eseri yıktılar. Baba Tonguç bir şey biliyordu: İnsanların en büyük haklarından biri, birincisi okuma haklarıdır. Karanlıklardan kurtulma haklarıdır. Bunun için çarpıştı. Ve bunun için öldü. Hem de bahtiyar öldü. Tonguç, tarihimizin büyük adamlarından biriydi. Aydınlıklarımız onlardan gelir, öyle adamlardan. İnanmış adam Tonguç Baba bize aydınlık, bize sevinç, bize güç, bize inanç sağlamlığı göndermeye devam edecek. Köy Enstitülerini tarihin hiçbir devrinde kimsecikler kapatamayacak… 17 Nisan düşüncesi ölmeyecek. Gittikçe de bir çığ gibi büyüyor. Gericiler, sömürücüler bu çığın önünde tutunamayacaklar. Yakında çok yakında göreceksiniz Anadolu bütünüyle 17 Nisanı bir milletin uyanışını kutlayacaktır ,” enstitü umudunu hep canlı tuttu. Yaşar Kemal insan haklarına, emeğe ve demokrasiye tutkun, ülkenin onur duyduğu duyarlı bir aydındı. O hep umudun insanı olarak yaşadı. “İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır. Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü ile olmuştur. Çok söyledim, tekrar söylüyorum. Ya demokrasi ya hiç? Ve Türkiye hiçe layık değildir? Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma. Selam olsun, korkunun üstüne yürüyenlere. Selam olsun insanlık toptan tükenmedikçe umudun da tükenmeyeceğini gösterenlere. İnsan soyu içinde en güzelleri, en kutsanacak olanları onlardır” ifadelerini bir aydın sorumluluğuyla, tüm sahiciliğiyle ortaya koyuyordu. Yaşar Kemal'in kaybı dış dünyada da büyük yankı buldu. Washington Post “ Onun insan doğasının derinliklerini keşfetme ve karakterlerinin evrensel özelliklerini ortaya çıkarma yeteneği, romanlarının toplumun bütün kesimlerine erişebilmesini sağlamıştır” ifadeleriyle haberi geçerken, New York Times “Yaşar Kemal'in zorba toprak ağalarının, vurdumduymaz bürokratların ve adaletsizliğe karşı savaşan köylü kahramanlarının coşkulu öykülerini anlatan yapıtları, memleketi Güney Anadolu'daki Çukurova'da geçer. Geniş kitlelere seslenen renkli bir anlatımla, adaletsizliği acımasızca eleştiren iki düzineden fazla kitap yazmıştır” denildi. New York Times, Yaşar Kemal'in, “ Eğer edebiyatı keşfetmeseydim, destanlar söyleyen bir halk ozanı olurdum” sözlerini de haberinde yer verdi. Guardian'ın haberinde, Elia Kazan'ın “Yaşar Kemal geleneklerin en eskisinde, Homeros geleneğinde yazan bir romancıdır, başka hiçbir sesi olmayan insanların sözcüsüdür.” sözleri aktarıldı ve ayrıca ünlü yazar John Berger'ın “Yaşar Kemal bin kilometre boyundadır ve iki taştan sevecen ve büyüleyici bir öykü çıkartabilir.” sözlerine yer verdi. Yaşar Kemal yerelden evrensele yürümüş bir yazardı. Ortaokul ikinci sınıf yıllarında “İnce Memed” romanıyla yaşamıma giren, 2011 yılında birlikte olma-kucaklaşma onurunu taşıdığım ve bir kuşağın bilinç dünyasında, Anadolu'yu, sömürüyü, ağalık sistemini, başkaldırıyı, itiraz etmeyi, adalet ve eşitlik duygusunu içselleştirmesine öncülük yapan edebiyatımızın çınar ismi Yaşar Kemal'i saygıyla selamlıyorum. -39- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE YAŞAR KEMAL BODRUM’DA Hatice YÜCEL Eğitimci taaaa bugünlere kadar. Toplantı o gün için, Halk Eğitim Merkezi olarak kullanılan kilisenin izbe alt katındaki salonda oldu. Konuşmacıların değerine, izleyicilerin duyarlılığı ve ilgisi de katılınca başarı kendiliğinden geldi. O günkü çalışmalardır ki, Bodrum'un entellektüel yapısına, doğru taşlar koymuştur. Ancak yeterli olamamıştır. O gün, Yaşar Kemal'in neler dediğini pek anımsamıyorum. Bildiğim, bir zamanlar onun Bodrum'dan geçtiği ve devrimci tohumları buraya da attığıdır. Hem de eğitim ve çocuklar için. O günlerde, sınıfta o k u t t u ğ u m “ K ı r m ı z ı S a k a l l ı To p a l Karınca”sını özetleyen ve sorular yönelten öğrenci temsilcisi “Sevgi Kavcar” a: “Ben o kitabı aslında büyükleri düşünerek de yazdım. Ne güzel bir şey ki çocuklar daha çok sevdi. Büyükler anlamazlıktan geldi, her zamanki gibi…” dedi. Hey gidi günler hey! Nerelerden nerelere gelmişiz! Anadolu'nun, insanı, dili, kalemi, önderi, bilgesi, Yaşar Kemal'i sonsuzluğa uğurlarken yaşamımıza kattığı direnç, umut, çaba, bilgi, arayış için teşekkürler. Ruhun bizimle kaldı. Sana yetişmeye çalışacağız. Ne mutlu sana ve senin gibilere… (02.03.2015) ------------------- Üç yüze yakın öğrencisi on öğretmeniyle Bodrum Ortaokulu'nda çiçeği burnunda bir Türkçe Öğretmeniyim. Doğduğum, doyduğum ve sevdiğim bu şanslı yerde, ödünsüz, korkusuz, güzel günlerin geleceğine inanmış, Bodrum maviliğince huzurlu bir öğretmen. TÖB-DER'li olmanın sevinci içindeyiz, bugünkü gibi paramparça değiliz. Öğretmenler odamız, küçücük ve mütevazi olsa da hiç eksilmeyen Türk Dili, Varlık, Yeni Ortam, Cumhuriyet Gazetesi ve dergileri ne olduğumuzu gösteriyor. İlköğretim Müfettişi Maksut Doğan, basın yönetmenimiz sanki. TÖB-DER'in o ayki seminer konusu “Çocuk Kitaplarıydı”. Yapılacak panelin konuşmacılarıysa, Yaşar Kemal, Ülkü Tamer, Erdal Öz ve Karikatürist Mıstık'tı. TÖBDER'DEN Süleyman Pamir temsilci, ben; Bodrum Ortaokulu'ndan panel yöneticisi, bir öğrencim ve veliden oluşuyorduk. Gittikçe gözümde büyüyen Yaşar Kemal'le panel öncesi Öğretmenler Lokalinde buluşuyoruz. Kalbim heyecandan çıkacak. Ben kim, Yaşar Kemal kim? Onda iz bırakmalıyım. Umuduna merhem olmalıyım. Bizden biriymiş, kırk yıldır oradaymış gibi masamıza oturdu. Panelle ilgili bilgilendirmemi, dersini ezberlemiş bir çocuk gibi yaptım. Bu provamın ardından, önce anlamlı bir gülüş, sonra: “Dersini iyi bellemişsin güzel öğretmenim. İşte, tam senin gibiler Köy Enstitülerinde olacaktı, öğretmen okullarını yönetecekti. Göreceksin bu günler nasıl olacaktı” dedi. Paneldeki başarımı bıraktım, bu sözler o günlere kadar taşıdığım korkularımı güvensizliğimi sildi süpürdü. Bana rüzgâr oldu, taç oldu, aşk oldu, kalem oldu Not: Bu yazı Bodrum GÜNDEM gazetesinden alınmıştır. Hatice Yücel'e Katkı: Yaşar Kemal Bodrum'a geldiğinde ben de orada öğretmendim. O, yalnız Türkiye'nin değil dünyanın da yakından tanıdığı yazarımızdı. O güne değin İnce Memet başta olmak üzere birçok kitabını okumuştuk, öğrencilerimizin de okumasını sağlamıştık. Çünkü o bir dil ustasıydı. Öğrencilerimiz dilimiz Türkçe'nin güzelliğini, tadını ve anadilinin önemini onun yapıtlarını okuyarak kavrayacaklardı. O günkü toplantıda öğrencilerimize şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: -“ Eğer bir yazar olmak istiyorsanız bana özenmeyiniz. Çünkü ben ortaokul sonrası okuma olanağı bulamadım. Raslantılar sonucu yazar oldum. Bu nedenle okullarınızı mutlaka bitiriniz ve sonra yazar, ozan olunuz. Her zaman benim gibi bir şans yakalayamazsınız.” O, toplumu aydınlatmayı yapıtlarıyla sonsuza dek sürdürecektir. İsmail TUNA -40- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Geçmişten Bir Yaprak Magoli Rufer Eyüboğlu, Yaşar Kemal PEŞİNDEN Sevim KARAMAN Cevat TURAN [email protected] Sene 2004. İstanbul Gümüşsuyu'ndaki Zeynel Apartmanı sahibi Behiye Hanım'a bayram ziyaretine gitmiştik rahmetli eşim 1962 mezunu Güral Karaman ile birlikte. Biz orada otururken incecik, çok nazik bir bayan geldi. Tanıştırdılar. İşviçre vatandaşı, piyanist ve bodrum katta kiracıymış. Yazar Sabahattin Eyüpoğlu'nun da eşiymiş. Eşimin öğretmen olduğunu duyunca çok sevindi, Hele Ortaklar Öğretmen Okulu mezunu olduğunu öğrenince heyecanlandı. Eşi, eşinin kardeşi Mualla Hanım ile birlikte onların bu okulların çoğunun yapımında çalıştıklarını anlattı. Bu coşkulu sevgisi bizi çok etkiledi, ayrılırken evine uğradık. Tüm duvarları kitaplık olan bu evde bir tek piyano var, bütün penceresi tek, ama kediler onun dostu. Çok alçakgönüllü bir yaşamı var. Özel piyano dersi veriyor Yaşar Kemal ve eşi Tilda çok sevdiği arkadaşları. Bize anlattı. Ben o yılbaşı ona bir Aydın Tekstil yeleği gönderdim. Ev sahibi Behiye Hanım yeleği verince çok sevinmiş Öğretmenin hediyesi diye. Köy Enstitü Öğretmenlerini çok seviyordu. Güral'a Sabahattin Eyüpoğlu'nun bir kitabını imzalayıp bırakmış. 2007 yılında ölümü ile ilgili haberlerini Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde gördük. Kitap, o öldükten sonra ulaştı elimize. Behiye Hanım: -“Magoli Rufer Eyüpoğlu'nun cenazesinde üç kişi vardı, Türkan Saylan, Yaşar Kemal, bir de ben.” dedi Behiye Hanım. -“Neden?” diye sordum. -“Ateist olduğu için Papaz da yoktu Hoca da; kimsesizler mezarlığına gömüldü.” dedi. Onun eldivenli zarif saygılı Köy Enstitülerine olan coşkulu sevgisini hiç unutmayacağım, Işıklarda yatsınlar Türkan Saylan, Magoli Rufer Eyüpoğlu ve Ulu Çınar Yaşar Kemal. Yaşar Kemal vefat edince Behiye Hanım'ın onun ölümünü anlattığı bu anı aklıma geldi. Yazayım, paylaşayım, dedim. (Mart 2015 – Nazilli) Kişilerin peşinden koşmayasın Olay seline dalıp, taşmayasın Dinle, düşün öyle üret fikrini Yozlar kayalığına çarpmayasın… Bek bas yere, sakin ol kaymayasın Sevgi ateşinde piş, çiğ kalmayasın Aydınlıkta yürü sen adam gibi Sakın ha karanlıkta uçmayasın… Kuru toprağa tohum ekmeyesin Yoz otu ürün diye biçmeyesin Mertlik meydanında nara atıp da Namertler cephesine geçmeyesin… (Cevat Turan-61) -41- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Milli İrade, Millet İradesi Demek Değildir Prof. Dr. Ramazan DEMİR [email protected] ikbalci soytarı takımı da dahildir... İşte bunlar bu milli kimlikli kavramların ırzına tecavüz ediyorlar!... Hangi milli kimlikli kavramlara tecavüz var? *Millet iradesi... *Milli irade... *Halk iradesi... *Millet... *Halk... *** En taciz edilen, en çok yumruklanan kavram "milli irade" kavramıdır... Çapsız ve cehalet örneği zevat düşüncelerini, amaçlarını anlatmak için "milli irade" ifadesi kullanılıyor... Kin ve hırslarının ilacı olarak Türk Milletinin geleceğini feda etmek için bu milli kavramla sığlaştırılamaz! “Milli irade", geçmişten bugüne, bugünden geçmişe ve geleceğe devam edecek olan millet iradesi yerine kullanılıyorsa ki -öyle kullanılıyordoğru değildir. Yanlış terminoloji... Çünkü millet, ezelden ebede var olan, varlığı süren, inandığı, yaşayıp yaptığı, uyguladığı kültürün bir yansıması olan varlıktır. O, milli iradedir, bir bütündür, istismarı olamaz!.. O'nun iradesi sandıkla tespit edilemez!.. Sandıkta tespit edilen "Milli İrade" değil sadece halkın iradesidir. *** Halen yaşayan kesimine de halk denir. Oyu yaşayanlar kullanabildiği için sandıktan çıkan milli irade değil, sadece halkın iradesidir. Bu da seçtiklerine her şeyi yapma imkân ve yetkisini asla vermez. Toplumun devamlılığını anlatan, varlığını ebedileştiren kavramlar olduğu kadar, aynı toplumun günlük yaşamını düzenleyen, anlatan kavramların olduğu gibi... Türk Milleti için çoğu kez "Türk'ün aklı gözündedir" ifadesi kullanılırdı, halen kullanan var mı, sormak gerek... Son beş yıldan beri bu değerlendirme kriteri artık unutuldu; Ülkemin insanı gördüklerine, dokunduklarına değil, hileyle uydurulmuş gayri ahlaki her türlü yalana ve iftiraya, yani duyduklarına, söylenenlere inanıyor. Elbette ki söylenene inanılır, eğer söyleyen doğru insan ise!... Peki, ya yalancı, hırsız, hilekâr, çirkin politikacı ise! Kalitesi ve kapasitesi tartışmalı diplomalı, hırs, kin, nefret yumağı haline gelmiş çirkin politikacılardan ise; yedikleri tencereyi kirletme seviyesizliğini gösterecek kadar çukurlaşmışlardan ise!.. Çoğunun anlamını bilmediğinden emin olduğum bazı kavramları dillerinden düşürmemeleri tesadüfi olmaktan öte bilinçli bir tahribatın öncülüğünü yapıyorlar!... Bilgisizliklerini cehaletlerini kapatmak, gizlemek için, Türk milletinin ebediyetini (sonsuzluğunu) anlamlandıran deyimleri de kendilerine kalkan yapmaktadırlar. Bunu yapanlar sadece çirkin politikacı tipi mahlukatlar değil elbette; isminin önünde kalabalık unvanlılardan tutun da köşe kapıcı medya kalemşorlarına, kiralık beyinlere, besleme medya patronlarına kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor!.. Bir kısmı efendilerine yaranmak için, "aferin" almak için, önlerin biraz daha fazla kaynak konulmasını sağlamak için yardakçılık yapmayı marifet sayıyorlar! Kula köle olmayı "kazanç" sanan biatçi ve -42- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sadece belli bir süre içerisinde mevcut anayasal düzenle çerçevesi belirlenmiş hukuka göre yönetme yetkisi verir! Bu bağlamda; "sandıktan çıktık her şeyi yaparız" diyen örgütlü cehalet mensupları yanılıyorlar, her şeyi yapamazsınız; mevcut yasalara uyarak kurallara, geleneklere uyarak ancak "hizmet" edebilirsiniz... İşkembeden atarak, her şeye maydanoz olup Donkişotluk yaparak devleti yönetemezsiniz! Halkın oyuyla, çoğunluk oyuyla iktidar oldunuz diye mandacılığı kabul edemezsiniz! Türk Milletinin bağımsızlığını riske atamazsınız! Milletin egemenliği üzerinde oyun oynayamazsınız, ikbal için, iktidar için yabancıya peşkeş çekemezsiniz! Sınırları kanla çizilmiş, şehit kanıyla yoğrulmuş kutsal vatan topraklarını kısmen ya da tamamen, bölemezsiniz, satamazsınız! Devlet aklıyla oynayamazsınız, kendinizi "X" sayıp devletin aklını bir kenara koyamazsınız onu kirletemezsiniz! Onun içindir ki devletin ve milletin ebediliğini belli kurallara bağlayan irade, yani milli irade, devletin kurucu ve uygulayıcı felsefesine uygun anayasasında değişmez ilkeler, maddeler koymuştur... Onun için "Anayasanın ilk 3 maddesi değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" kuralını koymuştur! İşte bu milli iradedir... Bu millet iradesi değildir... Milletin oyuyla verilen yetki milli irade değildir, görev tayinidir... *** Görevin sınırlarını da yine anayasanın beşinci maddesinde yazılı amaçla sınırlamıştır. O görevler ve amaçlar dışında verilen millet iradesi kullanılamaz, devlet yönetilemez! Tersini yapmak suçtur! Devletimizin işleyişini ilelebet devamını sağlamak için kurallar konulmuştur; bunların bir kısmı yasalardır. İşte bu yasalardan biri de Türk ceza yasasının 302. Maddesidir. Milli iradeyi yanlış anlayıp yanlış mecralara sürüklemeye kalkan cahil yöneticilere verilecek ceza belirlenmiştir; ağırlaştırılmış müebbet hapistir! Milli irade ile millet iradesinin aynı şey olmadığı, halk iradesi hiç olmadığı, %50 oyla seçilmiş olmanın ise hiç ama hiç olmayacağı anlaşılmalıdır. Birey akıl kirlenmesi yaşayabilir, ancak devlet aklı kirlenemez! Devletin böyle bir riski yoktur... TESLİM OLMADAN Hüseyin UYSAL Sana gelmek kutsanmaktır / biliyorum ülkendeki bu kaçıncı gezgin ve bu / benim kaçıncı bozgunum gezgin güncelerinde / ataerkil kirli sular gibi / akıyor ihanetin oysa dört nala atlarım ovalarında / kaçak bıkmadım göçerlikten ve ben varoşlarındaki göçmen nüfus hem yerleşik hayvanlar mı olur hem kulluk değil midir evcillik doğamdır / bıkmadım sınır dışı edilmekten anarşist / kimliksiz / kaçak kutsanmadan / doğama uygun çocukları kaybedilmiş analar gibi solgun / ama teslim olmadan hiç bıkmadım ülkende muhalif yaşamaktan -43- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Balkan Gezisi: 2 “Gerçeğin Savaşı, Düşün Barışı Gördüğü” Coğrafya (10 Ekim 2014 Cuma, Poçitel, Mostar, Saraybosna ) Tahsin ŞİMŞEK [email protected] Trebinje, Bosna'nın güneyinde bir kent. Sanki İç Anadolu'nun kendini dinleyen kentlerinden biri. Hüzün, güzden daha belirgin hissediliyor. İç savaşta Müslümanların en büyük zararı gördüğü bölgelerden. Bosna-Hersek'in Adriyatik'e açılan bir kapısı var: Neum. Hırvatistan'ın kıyı topraklarından ortasından ayrılıp Bosna'ya bırakılmış, Adriyatik'te 20 km'lik bir kıyı. Dubrovnik'in batısında, Neretva'nın denize döküldüğü yerin doğusunda. Bosna'ya denize çıkış vermek istemeyen Batı'nın direnişi, Süleyman Demirel'in politika başarısıyla aşılıyor. Nato'nun 5. Maddesindeki olanağı, ustaca kullanıyor. Konu, uluslar arası siyasetten açılınca şunu da belirtmekte yarar var. Hırvatistan – Sırbistan anlaşmazlığında Türkiye, Sırbistan'dan yana ağırlığını koyuyor. Devlet olmak, biraz da budur; “kinler tarihi”ni yazmak değil. Tebinje'den yukarı, kuzeybatıya yol alıyoruz. Kilometrelerce bir sis denizi. Sanki bir gölü izliyoruz sürekli. Yol boyu geçtiğimiz kasabalarda, örneğin Stolaç'ta, Bosna-Hersek ve Hırvatistan bayrakları yan yana. Demek ki halk, etnik kimliği ile devlet kimliği arasında bir karar verebilmiş durumda değil. Bu bölge, çay kültürünün bulunmadığı bir coğrafya. Batılılar Türk kahvesine de uzun yıllar kuşkuyla bakmışlar. Özellikle Batı aristokrasi; çünkü uyuşturucu içerdiği kanısındadırlar. Osmanlı'nın bu yolla kendilerine zarar vereceğinden kuşkulular. Sevdalinka, bu coğrafyanın sevda türküsü. Elbette Ayşe Kulin'in bir romanının adı. Bosna edebiyatının belleğimde kalan adı ise Zuko Cumhur. Rehberin ağzından defterime düşen “Yazılı, yazılı ifadeni göstermek için önemli; esas olan sözlüdür.” tümcesi, Z. Cumhur nedeniyle mi defterime düştü, şu anda anımsamamın olanağı yok. Poçitel: Bir Müslüman köyü. Osmanlı'nın bu coğrafyanın güneybatısında Adriyatik'e doğru geldiği son nokta. Bosnalılar için başlangıç toprağı. Kuzeyden akıp gelen Neretva Irmağı'nın kıyısında. Potiçel, turizmden iyi kötü yararlanmayı öğreniş. Köylüler, tarla ürününden el işine, neleri var, neleri yok dökmüşleri köy yollarına. Bizim Şirince'de daha derli toplu. Gözüm Poçitel Kalesi'nde kaldı. Osmanlının durduğu yerde, sakarlık yapıp düşünce, ben de durdum Uzaktan bakmakla yetindim; yaralı ayağımın acısını içime bastıra bastıra. Yolculuk, Mostar'ın doğusundaki Lagay Tekkesi. Bura, bir Alperen ocağı, bir Bektaşi tekkesi. Dahası olağanüstü güzellikte bir Saklıkent. Fethiye'nin Saklıkent'ine benzer, bir mekânla başka bir coğrafyada buluşmak, hem şaşırttı hem sevindirdi beni. İklim güzel, oksijen bol. Tekkenin açılmış kitap biçimindeki dört dilli mermer kitabesinde şu bilgi veriliyor: [15. yüzyıl başlarında Alperenler (dervişler) tarafından; “Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek” idealiyle kurulan tekke; Kadiri, rufai, Halveti ve Nakşibendi tarikatlarına ev sahipliği yapmış ve halen devam etmektedir. Türbe (Sarı Saltuk ve Şeyh Açıkbaş), ibadet odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden oluşmaktadır.] Keşke Tanrı'yı anlatan “Yaradan” sözcüğü doğru yazılsaydı, eki kesme işaretiyle ayrılsaydı. “Hamam”da “-lık” eki kullanılmasaydı. Sarı Saltuk, Aziz Naum'dan sonra burada da karşımıza çıkıyor. Din, kendini korumak mı istiyor, huzurun peşine mi düşüyor? İkisi de doğru kanımca. Meryemana, Sumela, Gemile koyu açığındaki kilise bunun örnekleri değil mi? Lagay Tekkesi de bir benzeri. Din ticaretine söz yok… Üstelik Suudi etkisi ve parası her yerde. Mostar'a dönüşte, ovanın ortasında sergilenen bir uçak dikkatimizi çekiyor. Savaş uçağı üretilen dönemin sembolik anısı.. Kadınların çokluğu dikkati çekiyor. Bütün coğrafyanın özelliği bu. I. ve II. Dünya Savaşları, yıllarca süren iç savaşlar nüfus dengesini bozmuş. Bu yüzden kadınlar bakımlı olmak zorundalar. Öyle elimi sallasam ellisi değil. Elli el birden sallanıyor; bir yakışıklıya. İşe gidenin de on beşi bayan ikisi erkek!... -44- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Mostar; bir köprü şehir; “yıkıntılar arasında inatla açan bir kır çiçeği (BGA)” Poçitel'deki Neretva Irmağı buraya gelin gelmiş. Savaş, nehrin gerdanlığını da çekip alıvermiş boynundan. Duvarlarda hâlâ kurşun izleri. Yolumuzun üzerinde Koski Mehmet Paşa Camii. Bahçe terasından Mostar Köprüsü'nü seyretmek ücretle. Soruyorsunuz cami ahalisinden birine, aldığınız yanıt şu: “Biz Türkçe bilmiyoruz, Arapça biliyoruz.” Ataol Behramoğlu da tanık olmuş aynı duruma: “Özel bir okulda öğrenim görüyormuş. Buralarda yaygın bir adı var: Eden. 'Eden, başka bir yabancı dil öğrenecek misin' 'Evet.' 'Hangisini?' 'Arapça' 'Neden?' 'Çünkü Arap ülkeleri bize yardım ediyor…' (BGA)” Bizim 500 yılda yapamadığımız işi, 1990'dan bu yana Araplar yapmış. Din, iman deyip Arapçayı öğretmişler. Mimar Sinan'ın Balkanlardaki tek yapıtı Karagöz Bey Camii de bu kentte. Caminin altından köprüye doğru ilerliyoruz. Yollar damlataş döşeli. Kara dayanıklılığı nedeniyle yeğleniyor. Resimler de hayaller de sizi aldatabiliyor. Dağların arasındaki keskin bir vadide, üstelik batıdan doğuya akan bir ırmağın üstünde hayal ettiğim köprüyü, düz bir ovada, kuzeyden güneye akan bir ırmağın üstünde görmek, hayal kırıklığına uğrattı beni. Üstelik Bolu dağları beklerken kıraç Ege dağlarıyla karşılaştım Mostar'da. Benim hayal kırıklığıma karşın, Mostar Köprüsü (1557) gerçekten görkemli. Mimar Hayrettin gerçekten mimari bir deha örneği sergilemiş. Köprüyü iç savaşta yıkan, Hırvatlardır. Ne var ki bu kötülük de Sırpların üzerine yıkılmıştır.Algı dünyası. Bu köprünün görkemi köprünün güneyine, köprü ayaklarının dibine inince daha güzel fark ediliyor. Neretva'nın serinliği de… İnsanın içi böyle serinleyince, gönül başka şeyler istiyor. Bir kadeh şarap, bir dost sohbeti, iki güzel silueti… Ve yüreğe düşen dize tohumları. Şiirin kurduğu köprüler de güzeldir. Apoliner'in Mirabeau Köprüsü, Orhan Veli'nin Galata Köprüsü, Külebi'nin Cebeci Köprüsü, Metin Demirtaş'ın Porsuk Köprüleri… Bu da benim şiirimdeki “Mostar Köprüsü”: Drina Köprüsü'nü okumuştum Andriç'in Ne Osmanlı'yı ne Sırp'ı abartan Nedense belleğim birleştirivermiş Mostar'la komşu Drina'yı Görünce şaşırdım doğrusu Köprü köprü de hani Dağ dediğin biraz Posbıyık olmalı değil mi Gürbüz hayaller gibi, Çağıl çağıl akmalı su Düşlerine atlayıvermeli bir delikanlı Sağol Mimar Hayreddin Yakışmış sana el almak Sinan'dan Şimdi düşler el alıyor şurada Yaşam emziren nice güzelden Evet, güzeldir bir köprünün Nereden bakarsan bak Bir genç kız memesine benzemesi Ayaklarının dibindeyim şimdi Evet, böyle bir güzele Her açıdan bakmayı bilmeli Eğer, tarih su sesini sevmişse bir kez Ne iyi akıl ettin be Birol, kaldırıp Yarına şiir sağarken Birlikte birer kadeh şarap içmeyi Taşı taş olarak görenlere nispet Bu fotoğrafı mutlaka bir kız çekmeli 23 Kasım 2014 Yol boyu, köprü üstü ürünlerini satmak isteyen kadınların işgalinde. Pazarlıkla, 20 avroluk bizim Milas işine benzer masa-sehpa örtülerini, 10 avroya aldık Birol'la. Koski Mehmet Paşa Camii'nin üstündeki ana caddeyi aşınca kentin mezarlığını görüyorsunuz. Böylesine bakımlı bir mezarlıkla ilk kez karşılaştım desen yeridir. Daha da önemlisi, çok kültürlü bir yaşamın mezarlığı da çok farklı oluyor. Hilal, sarık, haç hepsi aynı fotoğraf karesinde. Sonra da nice ünlümüzün yattığı İstanbul Aşiyan Mezarlığı'nı anımsadım;, bir kez -45- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Kitapçı vitrinlerinde RTE kitapları. Avro yerine ulusal paralarını kullanmakta ısrarlılar.. Bizim AKP, kendi yandaşlarını desteklediği, kendi yandaşlarına para yağdırdığı için Türk-Müslüman birliğinden, temsilinden söz etmek olanaklı değil. Bu savruluşta belki tarihinin hiçbir döneminde Sırp etkisinden kurtulamamanın, hep bir kimlik bunalımını yaşamanın payı da var. “Hulislija, önceki dönemde de sanatçıların başarılı olabilmek için Sırp kadınlarıyla evlenmek zorunluluğunu duyduklarını söyledi; Emir Kustirica, İskender Kulenoviç, Osman Cikiç vb. adları örnek olarak saydı… (BGA)”. Bizim yazar ve şairlerimiz de İstanbul deyip İstanbul işitmiyorlar mı? Hele Arabesk'te MüjdeAr'ın, İstanbul uğuruna yaşadıkları!.. Savaşın izleri her yerde. Yıkık duvarlar, duvarlarda binlerce kurşun izi. Savaşın insan ruhundaki yıkımı daha onarılmaz. Bu görüntü karşısında Mostarlı küçük Mirza'nın sözlerini anımsamamak olası mı? “Anneciğim, keşke kedi ya da fare olsak. Hiç değilse savaş başlayınca saklanırız… (BGA)” Holiday İnn, savaşta dokunulmayan tek bina. Gazetecilerin mekânı. Latin Köprüsü'nün karşısındaki kütüphane, tümüyle zarar görmüş; yeniden yapılmış. Bakanlar, işlerine bisikletle ya da özel arabalarıyla gidip geliyorlar. Eski Saraybosna gezimiz çarşı ortasındaki tarihi çeşmeyle başlıyor. Eski Üsküp'ü bir kez daha anımsıyorum. Türk insanının kent yaşamı, hemen hemen her yerde aynı. Kanuni'nin eniştesi damga vurmuş kendin dününe. Vakfı (1537), camisi, bedesteni aynı adı taşıyor: Hacı Hüsrev Begov. “Gazi Hüsrev Bey Camii, servileri, şadırvanı ile huzur dolu bir köşedir; bir yanıyla bizim artık kaybettiğimiz Bursa, edirne, İstanbul'un Fatih, Aksaray semtidir. (EDS” Bu arada Sırp Ortodoks kilisesini geziyoruz. Arka bahçesinde insanlar satranç oynuyor. Hırvat kilisesi de görkemli. Bahçesinde burayı ziyaretinin anısına dikilen Papa'nın heykeli. Ve yan sokaktaki “Fidan Tours” tabelası dikkatimi çekiyor. Türkler yine paranın peşinde. Bir yerlerden müzik sesleri geliyor; “iç çekiş güzelliğinde bu halk türküleri (BGA)”. İzzet Sarayliç'le, “ama ben, laf olsun diye değil, mecburum / memleketimde ölmeye (YBÇ)” karşılaşmayı ne çok isterdim, bir köşe başında, şiirin “kuğu şarkısı”nda. Kuğu şarkısı, “kuğunun ölmeden önceki o olağanüstü ötüşüdür (YBÇ)” Çünkü çok kuğu öldü bu topraklarda. Sarayliç de şair, Radovan Karadziç de. Çetniklerden, sniperlerden (keskin nişancı) az çekmedi Saraybosnalı. Çocuğundan kadınına… Evet, Radovan Karadziç bir şairdi, hem de ruh daha incindim. Yahya Kemal, Tanpınar, Orhan Veli, Attila İlhan layık olmak, farklı bir özeni gerektirmez mi? Yolculuk, Saraybosna'ya. Yol üstünde ilk mola yerimiz, Zdrava Voda. Jablanica'ya yakın, su kenarı bir konaklama yeri. Bitki örtüsü artık değişiyor; her yer yemyeşil. Erincin bağdaş kurduğu gürültüsüz bir mekân. Böyle yerlerde daha çok kalmak isterdim; ama turla gezmek, biraz da koşturmak. Jablanica, II. Dünya Savaşı'nda partizan savaşlarının en şiddetlisinin verildiği yer. Bir Alman albayına karşılık, bir okulda yedi yüz kişi öldürülür. Osmanlı coğrafyasında olduğumuz artık yer adlarından da belli. Konjic'i geçtik; Konyalıların kurduğu bir kent. Şimdi de Pazaric'den geçmekteyiz. Foça, Tuzla gibi adlar da bize yabancı değil. “gerçeğin savaşı, düşün de barışı gördüğü (YBÇ)” Saraybosna'da rehbere göre Müslüman nüfus % 80. Saraybosnalılar, iç savaşta en büyük yardımı İran'dan görüyorlar. Bizim Süleyman Mercümek'imiz ise, toplanan Bosna paralarını bir yerlere aktarıveriyor. Yo l b o y u g ö r d ü ğ ü m ü z s e ç i m a f i ş l e r i , Saraybosna'nın tüm ana caddelerinde. Dikkatimi çeken isim, Bakır İzzet Begoviç; Alia İzzet Begoviç'in oğlu. Partinin amblemi ampul. Üçlü afişlerdeki ilk fotoğrafta türbanlı bir kadın. “16'ıncı asrın en önemli ve hâlâ önemini koruyan hafız şehri, Bosnalı Sudi Efendi'nindir. ESD” İlber Ortaylı, bir özlemin peşinde koşarak böyle düşünüyor olsa da ben aynı kanıda değilim. Ama şu saptamaya bir şey diyemem: “Hafız gibi demir leblebi sayılan büyük İran şairinin İranlılara ve Türklere parmak ısırtacak en iyi yorumunun Bosnalı Sudi yapmıştır. (İOS)” Ben dinin safiyetine değil ticaretine tanığım. Cami sokaklarında ve merdivenlerinde şalvarlı, kara sakallı, takkeli adamlar; kara çarşaflı, türbanlı kadınlar. Saraybosna'da türbanını tak, al ayda 300 avronu. Yeni cami yapımından eskinin restorasyonuna, sakaldan çarşafa Suidiler işi çoktan bitirmişler. Bu yeni durumu, Atatol Behramoğlu tümcelerle somutlamış: “Kahkahalarla gülmeyi seven bir insanım. Fakat Bosna-Hersek'i, Saraybosna'yı gördükten sonra içimde sürekli bir ağlama duygusu var. (BGA)” Fes satan dükkânlara rastlamak da olası. Örneğin, fotoğrafını çektiğim fes resimli bir tabelada “FES – Mula Mustafe Başeskije – Sarajevo” szöcükleri okunuyor. “Kebap” sözcüğünün “cevab”a dönüştüğünü de tabelalardan fark ediyorum. “banjaluckı cevap, sarajevskı cevab, sis cevab…” Ne Saraybosna kebabı ne şiş kebap yemeye zaman bulabildim. -46- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE hekimi. O da bir başka tür sniper. Bosnalı kadınlar affetse, kuğular affetse şiir affetmez. İşte somut bir örnek, keskin nişancı kurşunuyla ölen Suada Dilberoviç anısına Vrbanja Köprüsü'ne konan plakette şu dizeler var: “Damlayan kanım akmaya başladı / ve kurmadı Bosna (YBÇ)” Dönüp dolaşıp bedestenin önüne geliyoruz. F. Ferdinad ve eşi Sophie'nın ölüme yolculuğu, bedestenin önünden başlıyor. Hacı Hüsrev Bey Caddesi'ni aşıyor, kalabalık nedeniyle buralarda silahı çekecek ortam bulunamıyor. Miljacka Irmağı üzerindeki Latin Köprüsü'nde Gavrilo Princip, otomobili durdurmanın bir yolunu buluyor ve silahını çekiyor. 28 Haziran 1914, saat 01.15. I. Dünya Savaşı'yla insanlık çok kanlı bir dönemece giriyor. Tam yüz yıl, bu yaz geride kaldı. Latin Köprüsü'nün karşısında yamaçlarda Eski Saraybosna'nın Bursa'yı anımsatan görünüm dikkatimi çekiyor. Kentler, yerleşimlerini zaman içinde tepeden düze, doğuna batıya doğru genişlettiler. Hem trafik zorladı buna, hem Batı'ya bir adım daha yakın olma isteği… Akşamına, “Hollywood”dayız. Otelimizin adı bu. Savaş dünyasının ironisi de böyle absürt oluyor. -----------------------------------------------Tahsin Şimşek diyor ki: Aşağıdaki Mustafa Kemal Sınavı, benim 9. kitabım. Bu kitabımda "Cumhuriyet, Bilim ve Ütopya, Yeniden İmece, Müdafaa-i Hukuk, Tan Edebiyat, Afrodisyas Sanat, Adabelen, abece, Öğretmen Dünyası" dergilerinde yayımlanan yazılarımı bir araya getirdim. Afrodisyas'tan 'Günaydın Yeryüzü'ne ve Afrodisyas O Beyaz Merhaba'yla doğduğum topraklara, Şiire 'Yüklü' Halk Bahçesi'yle Türkçeme borcumu ödemeye çalışmıştım. Bu kitabımla da Mustafa Kemal'e borucumu ödemeye çalışıyorum. Mustafa Kemal Sınavı Araştırma-Deneme, 228 sayfa Tahsin Şimşek Afrodisyas Sanat Yayınları (34. Kitap), Nisan 2015 Bazı yazı başlıkları: Bir Devrim Öyküsü: Nutuk Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar Kurtuluş Savaşı Romanları Cumhuriyet Aydınlanmasında Edebiyat Işığı Mustafa Kemal'e Düşen Şair: Tevfik Fikret Devrimin Dört Süvarisi Harf Devrimi ve Uluslaşma Laikliğe Layık Olmak Lozan'ı Anlamak ve Yaşatmak Deniz'deki Mustafa Kemal Mustafa Kemal Sınavı ·Kitapta, “Sunu”yla birlikte 25 yazı bulunmakta. Son bölümde şairin, Mustafa Kemal temalı 10 şiiri ve 11 şiirinde yer alan Mustafa Kemal dizeleri yer almakta. Tarihten bir yaprak 1920 yılındaki bu belgenin üstündeki açıklamayı dikkatle okuyunuz. Bağımsızlığın önemini anlatmak için fazla söze gerek var mı? -47- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Sinema Diziler, kostümler ve sürdürülebilir vasatlık Av. Sabri KUŞKONMAZ [email protected] izlenme ölçümlerinde ilk üçe girecektir. On yıldır hiç şaşmadım. Şimdi bir tane dizinin adını vererek, diğer kötüleri ayrı tutmak istemiyorum. Ama yenilerde bir tanesinin jeneriğinde “Hiçbir canlıya zarar verilmemiştir” gibi afilli profesyonel incelikler… Ama görüntüde var bir eziyet; sabah yola çıkacak kervan için develer akşamdan dolu dolu yüklenmiş. O deve o yükle sabaha kadar nasıl durur ey izleyiciler? Yok ki ortalıkta aklı başında bir Yörük. Onlar ki konalgaya geldiklerinde, önce deveyi düşünürler. Deveyi sular, beslerler. Toparlanıp yola çıkarken de çişine varıncaya kadar tüm ayrıntıları ile ilgilenirler. Öyle ki, “kaşanak” vererek, yani sesle ıslıkla onu çişe tutarak, yola rahat çıkmasını sağlarlar. Bu sözcüğü Kaşgarlı'da da bulabilirsiniz! Bütün sorunlar bitti de işimiz develerin çişine mi kaldı, diyebilirsiniz. Vasata ulaşmak için deve yükü çaba gerekiyor. Tarihi “deve etmeye” girişenlerin etki ve egemenliğini görünce, örneği deveden verdik… Dizilerdeki tek sorun akşamdan yük sarılan develer olsa, hiç sorun değil. Ama ana sorun, her şeyin kurgusal gerçeklik boyutlarından bile farklı hale getirilmesi. Sunulanın gerçek gibi kabule zorunlu kılınması. Ki, “paralel” operasyonunda yargısal aşamanın gündeme girmesi; dizi senaristlerinin, yönetmen ve yapımcının gözaltına alınması durumu özetliyor. Her alandaki vasat-altı ve kurgusal gerçeklik-altı dünyaya mahkum ediyorlar bizi. Yeni Türkiye dizi filmleri gerçekliğine hoş geldik. Bu arada, aklı yüklü devede kalıp üzülen, özellikle hayvan severlere bir not; o deve yüküyle birlikte bizim sırtımızda, deveye bir şey olduğu yok. Haftaya dize; “ Eskimden kalanları büyütüyorum şimdi” (Aydanur Saraç, Akköy, sayı 81) Tarih öncesi bir zamandaydık. Ortaklar Öğretmen Lisesi günlerinde. Orta iki veya üç. Bedene çoktan sirayet eden sinema zehri nedeniyle, sosyal kol olarak Teknik Aletler Kolu'nu seçmiş, Iskra marka film gösterim makinesini çalıştırmayı öğrenmişim. Öğretmenimiz Ramazan Verel, okulda gösterimi yapılacak filmleri seçimini öğrencilere bırakıyordu. Köy Enstitüsü geleneği sürüyordu yani. Ortaklar'da o tarih öncesi, şimdi bize yaşanmamış gibi gelen zamanlarda, karar mekanizmalarına öğrenciler katılıyordu. Milliyetçi Cephe eli kulağında. “Ülkücü şuura” sahip birkaç öğrenci, gelmekte olan sağcı hükümetten güç alıp istekte bulunuyor, “Tarih şuuru için, tarihi filmler gösterilmeli.” Çok bilmişliğim üzerimde; “Tarihi film mi var sanki, hepsi elde kılıç, Allah Allah, şakkada şukkada!” diye eleştiride bulunuyorum. Yaşım ve entelektüel donanınım bu kadar bir eleştiri düzeyine olanak veriyor o zamanlar! Tarih öncesi bitti. Vasat devri de geldi geçti. Post-vasat devrinde, vasat altı bir dönem koşullarında yaşıyoruz. Bu arada ben kendimi biraz eğitmeye çabaladım; bugünlerde sinema televizyon alanında doktora yapmaya çalışıyorum. Ama şimdi tarih konulu televizyon dizileriyle ilgili görüşümü sorsalar, o tarih öncesi zamanlarındaki eleştiri düzeyimi yükseltmeye hiç ama hiç ihtiyaç duymam. Sadece bir cümle eklerim: En klasik entrika şablonları ile…” cümlenin gerisini aynen yazarım. Tarihi, giyilen kostümden ibaret sayan bir anlayış egemen olunca, aynısı dizilerde de yineleniyor. Böylesi bir sığ biçimcilikte, vasatı bile tutturmak olanaksız. Sürdürülebilir vasatlık için dua etmeliyiz bu zamanda. Çünkü vasatın olanaksızlığı gelip girdi hayatımıza. Meraklarımdandır; televizyon dizilerinin ilk bölümlerini izlerim. Ne zaman “Eyvah bu dizi çok kötü!” desem, bilirim ki o dizi ertesi günkü -48- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Geçmiş 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü tüm kadınlarımıza kutlu olsun!.. CLARA ZETKİN'DEN AYŞE'YE Ahmet Nuri DOĞAN [email protected] 1970'li yıllar… Bir fabrikanın grev “erkeklerden korunma” ve “ayıp” kültüründen çadırındayız. İş çıkışı grevci arkadaşlara destek gelmeydi. Ortaklar başka bir kültüre buladı bizi. olmak için gittik. Gece nöbetçileri ile kışın ayazına Yabanlık doğallığa dönüştü. “Cins” açlığı giderek direniyoruz. Ortada büyük bir sobada mazot yanıyor. törpülendi. Adına kardeşlik demeye başladık bu Üzerinde mavi çaydanlık ve demlik… İstimi iletişimin. Giderek erkek veya kız olmanın üstüne üzerinde… Grevci arkadaşlar her gelene çay ikram çıkartılıyorduk çünkü. ediyor. Çadır oldukça büyük ve bir köşede grevci bir Cumhuriyet'in öğretmenleri olacaktık. Ondan anne arkasını dönmüş çocuğunu emziriyor. Küçük önce de yurttaştık. Öyle bir doğallıktı ki bu, kız bir döşek, içinde bebek giysilerinin olduğu belli olan arkadaşımız “çıkar ceketini düğmen düşecek bir iki poşet ve ucuz basit çok sayıda oyuncak… dikeceğim” ya da “şu kravatını düzgün Grevcilerin grev bebesine armağanı… Bu köşe bağlamamışsın çıkar bağlayacağım” noktalarına bebek köşesi. Bebeğini emzirip altını değiştiren geldi. Kadın öğretmenlerimiz anne özlemini, kız genç anne yanımıza geldi. Yüzünde arkadaşlarımız “ kız kardeş” anlatımı zor bir gurur. Anne olmanın özlemimizi gideriyordu. Elbette gururu mu? Direnişçi olmanın gururu “sevgililikler” de yaşanıyordu… mu? Ya da ikisi birlikte mi? Tam bir Çoğunlukla öğretmenlerimiz de kararlılıkla ve içtenlikle “Hoş bilirdi doğal karşılardı aşk meşk geldiniz” dedikten sonra; “ Çay işlerini. Mezun olup ayrılırken verdiniz mi arkadaşlara?” diye sordu. kucaklaştık. Yıllar sonra Aynı kararlı otoriteyle; “Açlıklarını karşılaştığımızda eşlerimiz de sordunuz mu arkadaşların?”… kucaklaştı. Şu anda yazarken bile Bir ilkokul bahçesinin ilk günü. tıkanıyorum. Kadın, anne, bebeği İkinci sınıf öğrencileri kuyrukta. kucağında ve emeğinin hakkı için Öğretmenlerini teker teker direnişte. Hem de gece nöbetinde… kucaklıyorlar. Ve Ayşe öğretmen her Erkek arkadaşları gelmesini biri için ayrı ayrı eğiliyor. Kuyruğun istememişler, bebeği olduğu için. bitmesini bekliyorum. Ben de Grevcilerden birisi anlattı o öğretmen arkadaşa iyi ders yılı duymadan. Söyleyeni paylamış. dileyeceğim. Öğrenci kuyruğunun “Ben çocuğumu boşuna bitmesi bir yana azalmadığını fark doğurmadım. Onun hakkı için ettim. Ayşe öğretmenini öpen bir kez mücadele ediyorum. Hem hakkımı C. Zetkin ve R. Luksemburg daha kuyruğa giriyordu. hem de çocuğumu korumasını 8 MART DÜNYA EMEKÇİ bilirim!” KADINLAR günü geride kaldı. Herkes kendi Bunları yazarken Öğretmen Okulu yıllarını meşrebine göre kutladı. Kimi otellerin salonlarında, anımsadım. Ortaklar'da geçirdiğim altı yılımı... Biz kimi daha mütevazi lokanta ya da salonlarda, kimi bir nasıl iletişim içindeydik kız arkadaşlarımızla? Bizim gül kimi bir karanfille ya da bir içten gülüşle. Hakkıdır Öğretmen Okulu'na girdiğimiz yıl alınmıştı ilk kez elbet de her kadının… İçtenlik olsun yeter. yatılı kız öğrenciler. Yaşlarımız 11-12 civarında. 1857'de Newyork' da fabrikada yakılan 129 Çocuğuz hepimiz. İkinci, üçüncü… sınıflar derken kadın işçi ile başlayan “kadın olma” savaşımı birlikte büyüdük. Erkek çocuklardık biz. Çoğumuz İstanbul – Pendik'te “Grevci Ayşe”ye kadar uzanıyor. köylerden gelme, “amcana pipini göster” İkinci Enternasyonal'de Clara Zetkin'in; “Kadının kültüründen gelen erkek çocuklar. Kızlar da -49- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE özgürlüğü, tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır.” söylemi ile başlayan bir gün bugün. Paris Komününün en etkili unsuru da kadın. O yılmaz komitacısı. Hem ana olarak hem kadın olarak. Hem doğurdukları için kavga veriyor hem kendisi için. Hep iki insan o. Yaşanmakta olandan çok, yaşanacak olana odaklıdır o nedenle. Avrupa aydınlanmasının ve genel olarak her aydınlanma kavgasının, her devrimin en etkili unsurudur ve konusudur “kadın”. Hakları erkeklerden sonra alınsa da geri kalmaz kavgadan. Anadolu Devrimi için de öyle. Kurtuluş Savaşının Halide Edip'inden, savaşta onbaşı – çavuş rütbelerinde savaşan Halidelere, çete savaşına katılan “ Çete Ayşe”lere ve top mermisi üzerine yatırdığı bebeğiyle, cepheye mermi taşıyan “adı yok” kadına dek. Oysa Kurutuluş Savaşımız yıllarında kadının işlevi buyken, “çağdaş” Avrupa'da Nobel Ödüllü büyük bilim kadını “Marie Curie” ödülünü alırken erkekler karşısında ( hem de bilimci erkekler) konuşması sorun oluyordu. Yani dememiz odur ki; öğretmen okulunda benim kız “arkadaşım Ayşe”, Kurtuluş Savaşındaki “Çete Ayşe”, grev çadırındaki “grevci Ayşe” hep var oldu. Buna şehit annesi “Ayşe”leri ve nice adsız “Ayşe”yi de ekleyin. Tüm toplumsal geriliklere karşın Ayşe; “ve odunda/ ve tütünde/ ve karasabana koşulan/... ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen…” olsa da hep vardı. Türkiye'de kadın konuşulurken, buna 1934 de kadına seçme ve seçilme hakkının verildiğini ve neredeyse Tüm Avrupa ülkelerinden önce bu hakkın kabul edildiğini ekleyin… Aslında Cumhuriyet Aydınlanmasının en akça pakça yanıdır belki de ülkemizde kadın sorunu. Bu nedenle yetersiz de desek geçmişimiz o kadar da kirli değil… Ne oldu şimdi? Bunca yıl sonra neredeyiz? Neden kadın ölümleri, tacizler, her türlü hodbinlik, açlık bu denli arttı. Oysa kadın bakanlığımız var. Derneklerimiz, örgütlerimiz, sığınma evlerimiz var. “Kadın hakkı” televizyonlarda, gazete köşelerinde dillerden düşmüyor. Herkes 'haktan' yana!... 8 Mart'larda çiçekler kırla. “Elleri öpülesiymiş”, “cennet ayaklarının altındaymış”, “ağlamasınmış” … Kadın hakları çilekeş Cumhuriyet Kadını'nı aşamadı. Hatta geriye gitti. Çünkü “kadın hakkı” kurnazca bir tutumla “insan hakkı” nın parçası olmanın dışına taşındı. Çiçek böcek hakkına, cinsiyet hakkına hapsedildi… Tıpkı “özgürlük” gibi “ demokrasi” gibi “eşitlik” gibi. Bu kavramlar gibi “kadın hakkı” da, dinci ve liberal sahtekârların malzemesi oldu. İnsanın insanlaşma mücadelesinin temel unsuru olan “özgürlük, eşitlik, demokrasi” kavramları ikincil kimliklerin kışkırtmanın aracına dönüştürüldü. Etnik ayrımın, mezhep ayrımının, cins ayrımının malzemesine… Ağızlarına emek mücadelesini, bağımsızlık mücadelesini almayan sahtekâr ilerici, hak savunucusu kesildi. Riyakârca ve de ikiyüzlülükle. Ayrışmayı körükleyen her söylemin insanlaşma mücadelesi önünde engel olduğunu da bilerek. Bu nedenle, bu koşullarda Clara Zetkin'in, Rosa Lüksemburg'un dediği gibi gerçekten kadın hakkını savunacaksak bu hakkın aslında “insan hakkı” olduğunu vurgulamalıyız. Ve de insan hakkının da emek mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olduğunu… Kadın hakkı liberal yardakçının, yeni tip züppe aydının, işbirlikçi dincinin elinden sökülüp alınmadığı sürece, yeni biçimde düşünen “ yeni insan tipi” yaratılamaz! (10 Mart 2015) Devlet Adamı dediğin böyle olur: Atatürk'ün, 29 Ekim 1937 günü gecesinde Cumhuriyet Bayramı balosunda Fransa Büyükelçisi Henri Ponsot'ya sohbet esnasında söyledikleridir: “Ben toprak büyütme isteklisi değilim; barış bozma alışkanlığım yoktur; ancak anlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu almadan edemem. Büyük Millet Meclisi'nin kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay'ı alacağım! Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem; yenilirsem bir dakika yaşayamam!” -50- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Adabelen'de hesap sorma olayı: “NE YAPACAKSIN İKİ LİRAYI” ? Metin GÜVEN [email protected] Ortaklar Öğretmen Okulu ikinci veya üçüncü sınıfta idim. Cuma akşamı sınıf ve aynı zamanda Resim Öğretmenimiz Ömer Sümer geldi. O yıllarda ailelerimiz parayı bizlere değil sınıf öğretmenimize verir, onlar da ihtiyacımız kadarını hafta sonları verirlerdi. Öğretmenimiz öğretmen masasına oturdu ve defterini çıkardı. Sırayla adlarımızı okuyor ve ne kadar istediğimizi soruyordu. Sıra bana geldi. -Metin ne kadar istiyorsun?, dedi. Ben de: -Öğretmenim 2 lira istiyorum, dedim. -Ne yapacaksın oğlum 2 lira parayı?, dedi. -Öğretmenim ayakkabımın altı delindi, onu yaptıracağım, dedim. -Kaldır bakayım ayağını, diyerek ayakkabımı kontrol etti ve: -35 kuruş sinemaya, 15 kuruş da *şambali'ye versen, eder 50 kuruş. Tutmaz ya, hadi 50 kuruş da ayakkabıya verdin, diyelim; etti mi 100 kuruş. Ne yapacaksın oğlum 2 lirayı?, diye sertçe çıkıştı. Öyle zor bir soru sormuştu ki gık bile diyemedim. Çıkardı 1 lira verdi. Ertesi günü Ortaklar'a gittim. Ayakkabımın delik yerine bir kösele parçası çaktırdım. Ayakkabıcı 40 kuruş aldı. Öğretmenimin hesabı tutmuştu. Yıllar sonra İzmir Namık Kemal Lisesi'nde öğretmen iken bir İstanbul dönüşü ziyaretime geldi sevgili öğretmenim. Karşılıklı çay-kahve içerken gözlerimi ayıramıyordum kendisinden. Çünkü ona bakarken okulum, öğretmenlerim, 5 yıl boyunca acı tatlı her şeyimi paylaştığım sevgili arkadaşlarım gözümün önünden birer birer geçiyorlar ve onlara olan özlemim daha da artıyordu. Bir ara kendisine yıllar önce aramızda geçen 2 lira meselesini anımsattım. Kahkahalarla güldü ve: -Bak Metin, sen matematik öğretmeni oldun, ama benim de matematiğim yabana atılmazmış değil mi?, dedi ve ekledi: -Metin o yıllarda sizlere ailelerinizden üç beş kuruş para gelirdi. Ben her seferinde istediğiniz kadar versem iki üç hafta sonra parasız kalırdınız. Ona da izin veremezdim. Ye r d e n g ö ğ e haklıydı öğretmenim. Onlar bize sadece öğretmenlik değil; ağabeylik, ablalık, annelik ve babalık yaptılar. Öğretmen maaşı ile geçinebilmenin sihirli formülünü o yıllarda hissettirmeden vermişler. Her biri eli öpülesi çok değerli öğretmenlerdi. Onlardan zorluklar karşısında direnmek ve ayakta kalmak adına çok şey öğrenmişiz farkında olmadan. Ölenlere Allah'tan rahmet, sağ olanlara da uzun ömürler diliyor ve ellerinden minnetle, saygıyla öpüyorum. ----------------------------------------------------*şambali: Dilimlenerek satılan bir çeşit irmik tatlısı.(Şam tatlısı) -51- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Avustralya’dan KRAVAT Yeliz GÜLDAL [email protected] Oğlumun adı Güneş ve 15 yaşında. Avustralya'da “Toorak College” adlı özel okulda okuyor. Biz hayatta neye inandıysak, neye yol aldıysak, hak nedir, hukuk nedir ve kul hakkı yememe nedir'i nasıl öğrendiysek, aynı şekilde oğluma elimden geldiğince öğrettim ve yaşı büyüdükçe o da bilinçlenip neyin doğru neyin yanlış olduğunu gördü ve kendi aklıyla düşünceleriyle yaşamaya karar kıldı. Oğlum Güneş, öncelikle Atatürk'e, mezhebine, insanlara aşık biridir. Bugün okulda boynuna astığı kravatın üzerinde bile MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN resmi vardır ve bunu bulunduğu her ortamda gururla taşıyan biridir. Oğlumun okulunun tam karşısında Arapların Okulu olan King Khalid Islamic College var. (King Khalid Islamic College) 'de okuyan gençlerle, oğlumun okulunda okuyan gençler, yolun karşı tarafında alış veriş merkezi olduğu için oradan alışverişlerini yapıyorlar. Bundan 6 ay önce bir gün (King Khalid Islamic Collegede okuyan Türk gençleri alış verişe giderken benim oğlum Güneş'in de okuldan çıkma saatine denk geliyor ve kapıda karşılaşıyorlar. Benim oğlumun boynundaki Atatürklü kravatı görünce ona laf atmışlar: -"Sen bunu neden taşıyorsun? Bu Müslüman düşmanı Yahudi; bu insan alkolik ve kadın oynatan alemci biri" diyerek sataşmışlar. Oğlum da uyarmış kibar bir dille: -"Sizi ilgilendirmez, bu benim düşüncem ve onurla taşıdığım bir liderimdir." diyerek. Aradan aylar geçiyor, yine bir gün denk geliyorlar oğlumla o çocuklar. Bu sefer hepsi üstüne yürüyerek: - "İşte biz öğrendik. Sen Aleviymişsin, sizler mum söndürüp ana bacı tanımayan ve aptes almayı bilmeyen, Müslümanlıkla alakanız olmayan insanlarsınız. Hele de bu İslam düşmanını boynunda taşıyorsun!" diye sataşmışlar. Güneş de: -“Siz nasıl bunları dersiniz bugün dünyaya mal olmuş insana, onca şehitlerimize, onca dökülmüş kana ve benim mezhebime laf atarsınız?” diye karşılık verince yumruk yumruğa girişmişler. Bunu gören iki okul müdürü de hemen hepsini toplamışlar velilerine haber verdiler. Hemen babasıyla okula gittik ve bir araya geldik tüm velilerle. Okul müdürleri neden oldu, nasıl başladı, diye çocukları sorguya çektiler. Güneş tek başına okulundan. King Khalid Islamic College'den de 4 kişi. Güneş'in okul müdürü: - "Güneş bunca zaman asla insan ayrımı yapmadı ve okulda herkesi eşit olarak gören sadece kendi inandıklarına ve değer verdiği düşüncelere saygılı bir genç" dedi. Öteki okul müdürü de: -"Biz de asla hiç bir zaman görüşleri ayrı olan insanlarla kavga edin, demedik ve ilk defa oluyor bu olay." dedi ve onların içindeki velinin biri: - "Benim oğlum haklıdır, çünkü bu çocuğun boynuna astığı kişi Türkiye'nin ve İslam'ın düşmanıdır, bu çocuk da zaten aleviymiş, ne beklersiniz ki?.." dedi. Orada ben de Güneş'in annesi olarak dedim ki: -"Ben sizin çocuğunuzda suç bulmuyorum, suçlu o çocuğu eğitendir. Gördüğüm kadarıyla siz TÜRK evladı değil, siz ARAP bir evlat yetiştiriyorsunuz. Hiç bir Türk evladının, kendine verilmiş kimliğe, bayrağına ve mezheplere laf söyleyeceğini zannetmem! Çocukta suç yok, siz nesiniz ki çocuğunuz ne olsun, şu zihniyete bakın. Sizlerin Türk olmanıza imkân yok, sizler Arapların uşağı olmuşsunuz!" dedim. Okul müdürleri uyarıda bulundular ve: - "Bir daha böyle bir kavga olursa bu konu adliye kadar gidecek!" dediler ve konuyu iki okul müdürü kapatmak için çaba gösterdiler. Sonra eve geldik. Sabah oldu. Baktım Güneş yine ayni şekilde giyinmiş. Dedim ki: - "Oğlum lütfen çıkar boynundakini, eve gelince takarsın ya da başka yerlerde, bunlar yobazlar bir şey yapmaya kalkarlar ve lütfen sorun çıkmasın." -52- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Bana dediği şudur 15 yaşındaki Türk gencinin ve yurtdışında yaşamış gencin sözleri: - "Anne, sizler bana 'Her zaman doğrun neyse, inandığın yol neyse o yola baş koy', dediniz. Benim de her görüşe saygım büyük, ama ekmek yiyip ihanet edenlere değil. Ben 15 yaşındayım. Neyin ne olduğunu biliyorum; gerçi o topraklarda büyümedik, örfü, âdeti sizlerden ve bir de yakınlarımızın sayesinde öğrendik.” Ben, benim ne dilimle ne dinimle ne de kültürümle bağdaşmayan bir okulda okuyorum ve ülkede yaşıyorum. Ben korkusuzca boynumdaki kravatı taşıyorsam sizin sayenizdedir. Ancak şimdi sen diyorsun ki bana 'Güneş özünü, örfünü, inandığın yolu bırak, korkak ol ve bir pısırık olarak yaşa; sen diyorsun ki 'Güneş Türkiye'de onca şehitlerimizi, onca akıtılan kanı unut ve öyle onursuz yaşa', diyorsun. "Anne, ben böyle öğrenmedim, yaşayamam ben bu yolda BAYRAĞIMI VE LİDERİMİ VE MEZHEBİMİ TAŞIMAKLA GURUR DUYUYORUM, UCUNDA CAN GİDECEK OLSADA!". Bir anne olarak BEN DUYACAGIMI DUYDUM. Türkiye'yi yönetenlere sesleniyorum. Türkiye'de bazı cahil kesimler susturulabilir belki. Ancak yurtdışındaki gençler susturulamaz. ----------------------------------- ADABELENLİYİZ BİZ ADABELEN BİZİZ Şener TEK [email protected] Kızılçullu'dan gelip, Adabelen'i kurdular Köyden, kırdan gelip kızlı erkekli durdular Örümcekleri, karanlıkları kovamadık, yordular Köy enstitüsü kapandı, can evimden vurdular Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik Eğitim, öğretim, bilim satılmaz pazarda Bilir bilmez, düzen değiştirir, bozar da Değişse de anı, Köy Enstitüsü'ydü nazarda Tonguç'un kemikleri sızlatıldı mezarda Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik Biz de geldik, mezun olduk dağıldık ülkeye, Kimimiz şehre, kimimiz kasabaya köye, Çapa'ya, Gazi Eğitim'e, Necati Bey'e Döndük, gördük yıkılmış, çökmüşsün niye Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik *Yazarımızın daha önce “Sert” olan soyadı, “Güldal” olarak değişmiştir. Değişmişsin, kalmamış Adabelen'in havası Bazen güvercinliktin, bazen kartal yuvası Bu ne hal, buraları baykuşa mı kalası Belli, Köy Enstitüsü'nü yok etme davası Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz dedik Ölüm yıl dönümünde seni özlemle anıyoruz. Yeni bina görüp seni bir yana attılar Seni yıkılsın diye özensizce kaktılar Geldik, yüreğimizde ateşleri yaktılar Suyumuza, aşımıza ağıları kattılar Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik BERKİN’e Nurettin ÖZKAN [email protected] Verin, bakıp onaralım dedik vermediler Kendileri bakıp onarmaya el sürmediler Her 16 Mart biz gördük, onlar hiç görmediler Kadir kıymet bilip de gönülden sevmediler Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik Ölüm çok erkendir Tüm çocuklar için, Bir ekmek için çıkmıştım, Pusudaki katili düşünmemiştim Gündüzümü karanlığa çaldın, Beni vuran katil Soruyorum sana, Senin çocuğun olsaydım ben, Yine vurur muydun O gündüzün şafağında. Sol şakağımdan Bize kalsan gözümüz gibi bakardık Onarır, sıvar, boyar yepyeni yapardık Derslere girer, yatakhanede yatardık Meşaleni yakar şanına şan katardık Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik Yuvamızsın, 16 Mart'ta gelmesek olmaz İçimizde güneşin, ışığın hiç solmaz Güvercinlik, kartal yuvası baykuşa kalmaz Kuru fasulye, pilavına kimseler dalmaz Suyunu içtik, ekmeğini aşını yedik Adabelenliyiz, Adabelen biziz, dedik -53- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Öykü GÖRMEYEN GÖZLER Zekeriya YAVUZ [email protected] Nisan ayı ortalarıydı. Doğa yeşile kesmiş, çiçek kokuları her yanı sarmıştı. O gün güneş bir başka gülümsüyor, bir başka ısıtıyordu hem bedenleri hem de yürekleri… Kampananın o kulağa hoş gelen sesiyle tüm öğrenciler dersliklerden bahçeye koşmuşlardı. Kovanlarından boşalan çalışkan arı sürülerini anımsatıyorlardı. Yazılı sınavda bunalan Zafer, derslik binasının önüne çıktığında kanını kaynatan bu bahar havasını derin derin soludu, bakışlarını gökyüzünün o engin maviliklerinde bir süre gezdirerek yorgun gözlerini dinlendirdi sonra da havuzlu, çiçekli küçük bahçeyi taradı bakışları. Kampananın yakınındaki bankta oturanlara gözleri iliştiğinde sevinçle titredi. Annesi ve babasıydı bankta oturup kendisine sevgiyle gülümseyenler. Koşarak atıldı konuklarının üzerine. Bir yumak oldular, öpüşüp koklaşarak hasret dindirdiler. İki ayı aşkın bir süredir görüşmemişlerdi. Oğullarının özlemine daha fazla katlanamayıp onu ziyarete gelmişlerdi. Hasret giderici o doyumsuz sohbetin kısacık teneffüs süresinde sonuçlanması olası mıydı? Bu kez kulakları tırmalayan, itici kampana sesiyle tüm öğrenciler dersliklere yönelmişti. Zafer sıkıntıyla, isteksizce dersliğin önüne yürüdü. İşte, ders öğretmenleri de geliyordu. Akları çoğalmış, özenle taralı saçları, renksiz kalın camlı gözlükleriyle gerçek bir beyefendi görünümündeydi. Umutla selâmladı öğretmenini. Banktaki konuklarını göstererek izin istedi. Ama ne yazık ki oralı bile olmadı öğretmen: “Ders her şeyden önde gelir. Özellikle bu günkü işleyeceğimiz konu çok önemli. Ailenle vedalaş ve hemen derse yetiş!” Bir anda uğradığı hayal kırıklığıyla ailesine doğru üzgünce yürüdü. Olanları işitmişçesine babası da: “Öğretmenin haklı, dersten geri kalma, biz burada senin dersten çıkmanı bekleriz.” Dedi. Annesinin yaşaran gözlerinden taşan, hasret yüklü bakışlara dayanamadı ve banka, yanlarına çöktü. “Sizi bırakıp gitmeye gönlüm el vermiyor, gitmeyeceğim. Ne yapabilir ki?” diye söylendi. Derse giren Öğretmen: “Biriniz harita odasından bir dünya haritası alıp gelsin bakalım! Hem o izin isteyen arkadaşınız da gelmedi değil mi? Adı neydi bakayım?” der demez Veysel yerinden fırladı ve öğretmene haritayı getirmeye gideceğini söyledi. Zafer'in en samimi arkadaşıydı. Önce arkadaşının yanına koştu, hemen derse gelmesini, öğretmenin kendisini sorduğunu söyledi ve harita odasına yöneldi. Zafer, babasının da ısrarıyla üzgün, isteksiz sınıfına yürüdü. Yerde zoraki sürüdüğü ayakları onu sınıfına taşırken sızlayan yüreği geride ailesiyle kalmıştı sanki. Kapıyı tıklatıp içeri girdiğinde öğretmenden işittiği sözlerle şaşkınlığa uğradı. “Bak, derse başlayabilmek için dakikalardır seni bekliyoruz. Bir haritayı bile bulup getirmeyi beceremeyip elin boş mu geldin be oğlum?” İki dakika önce gördüğü iki öğrencisini karıştırması, birbirinden ayırt edememesi nasıl açıklanabilirdi ki? Sebep, gerçekten bir görme bozukluğu muydu? Yoksa çevresindeki hiçbir şeyi, hiç kimseyi umursamayan dalgın, bencil bir kişilik miydi? Ya da sadece bakan ama görmek istemeyen, görmeyen gözler miydi? Aradan günler geçmiş, ilkbaharın sonuna gelinmiş, yaz yaklaşmıştı. Bir Pazar günüydü. Alabildiğine bastıran öğle sıcağı yazı aratmıyordu. Sıcaktan bunalan beş-altı erkek öğrenci yatakhaneye gidip soyunmuş, şortlarını giyerek dersliklerin önündeki bahçe havuzuna koşmuştu. Deniz özlemiyle kendilerini minik havuzun serin sularına bırakmışlardı. Gülüşler, bağırışlar arasında uçarak suya atlayanlar, perende atarak dalanlar, kulaç atanlar, sırt üstü yüzenler arasında Zafer de vardı. Bu neşeli gurubun yüzme gösterisini seyretmek üzere onlarca meraklı kız ve erkek öğrenci de havuz çevresinde birikmişti. Birden bire gür bir ses tüm öğrencileri hareketsizliğe, suskunluğa itti. Ağarmaya yüz tutmuş bakımlı saçları ve renksiz kalın camlı gözlükleriyle, beyefendi görünümüyle o günkü nöbetçi öğretmen havuz başında belirmişti. “Ne bu yahu, burayı plâja çevirmişsiniz, ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Çabuk havuzdan çıkın ve karşımda sıraya dizilin bakalım!” diye gürledi. Havuzdaki erkek öğrenciler birbirlerine bakarak gözleriyle anlaştılar. Hep birlikte havuzdan çıktılar -54- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ama nöbetçi öğretmenin önünde sıraya geçmek yerine bir anda fırlayıp, yemekhanenin ardından değişik yönlere kaçışarak yatakhanenin arkasındaki ormanda aldılar soluğu. Böyle bir kaçışı hiç beklemeyen Öğretmen, ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra peşlerinden koşmayı denedi ama hepsi çoktan gözden kaybolmuştu. Arkadaşlarının yatakhane penceresinden uzattıkları giysilerini ormanda giyerek değişik yönlerden okula döndüler. Öğretmenin hiç birini hatırlayamayacağından tamamen emin olan Zafer, hepsinden önce dersliklerin önüne dönmüş, kampananın yakınındaki banka oturmuştu. Alabildiğine otoriter bir edayla yanına yaklaşan nöbetçi öğretmen: “Kampana nöbetçisi sensin herhalde. Yemek ve mütalaa zamanlarını sakın geciktirme, takipte olacağımı sakın unutma!” diye gözdağı vermeyi ihmal etmedi. Hiç bozuntuya vermeyen Zafer: “Tamam hocam, siz hiç merak etmeyin, kampanayı tam vaktinde çalacağım(!)” diyerek yanıtladı. Arkasını dönüp afralı tafralı uzaklaşan hocasının ardından da sırıtarak söylendi: “Böylesine, yalnızca bakıp, görmeyen gözleri sen kimseye nasip etme Tanrım...” GÜZEL KIZ Salih GÖZEK [email protected] baykuş vakti sokağın köşe taşına yas'lı bir fahişe yerleşmemiş gülücüklerdir dudaklarında hüzün kasırganın gözüne söndürür sigarayı tiz bir mermi sesi uğultulu kovan boşluğu nasıl da yorar susmak savurgan günlerini sol yanını sığınak seçse pezevengin yarasının altından sızar acı uzaklarını gezen sokak akrep kıskacına lehimlemiştir korkusunu korkağın türküsünü mırıldanır o serseri ne günlerdi o en unutulmuş lavanta kokulu sandıklar gençkız hayalleri boşlukta çığlık seksek oynadığı irimler hangi yağmur memelerinde günah serpintileri küflü yalnızlıklarında hep /beyaz atlı prens/ düşlerinin masalıdır yontma hançer çağıdır üşüyen /rüzgar sunağında/ hangi yangınların külü çöker omuzlarına.! Geçmiş zaman olur ki … PARADOKS Cuma ESENTÜRK [email protected] köyümün çoktur okumuşu, aydınlatırlar köylülerini. bunun için açlığa katlanır köylülerim. özgürlük için büyütürler bebelerini. satarak köyün ağasına özgürlüklerini. köyümün çoktur okumuşu, aydınlatırlar köylülerini “bu hayat, hayat değil” derler. kendilerini zor doyururlar, köyümün okuyanları ama yine de kurtarmak isterler köylülerini, açlıktan ve yoksulluktan. satarak ülkemin ağasına özgürlüklerini. (Mart 1978) Yeni kitabıdır. Kutluyoruz… -55- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Gençlerimizden RÜYALARDA DAMLA Ayla Tarhan KAVRUKKOCA* Mertcan DELİKTAŞ [email protected] (Nail'e) Gidişin sanki dün gibi çiçekle, Ardında gözyaşında, birçok mendille, Gönüller senden ayrı ve sevgiyle, Rüyalarda anca seninleyiz biz. Yağmur yağıyor dışarda. Cama yapışıyor Havada kaybolan damlalar. Süzülüyorlar; Utanarak, korkarak... Yeni yollar çiziyorlar kendilerine, Kararsızca. İki damlanın yolu kesişiyor ansızın Ve birleşiyorlar, Ayrılmamak üzere. Derken; Bulutlar terk ediyor semayı Usulca. Ve güneş yerini alıyor Azrail misali. Kayboluyor bizim damlalar, Uçuyorlar geldikleri bulutlara, Bir daha inmemek üzere. Özlemin içimizde bitmeyen bir kor, Senden ayrı kalmak inan ki çok zor, Her gün aradığımızı şu taştan sor, Rüyalarda anca seninleyiz biz. Unuttuk sanma canım seni bir an, Ektiğin sevgi filizlendi inan, İsmin anılınca mutluyuz o an, Rüyalarda anca seninleyiz biz *1961 Mezunu USTAM Müjgan Tutan KATLAN [email protected] Ustam farklıyız seninle Ben gülün al'ını seviyorum Sen küle dönmüş halini Ben aşktan ölüyorum Sen ölümün kuytu köşelerinde demleniyorsun Ben dünyaya, kaderime isyanlar ediyorum. Sen sabırla kaderine kefen biçiyorsun Ben neyi unutuyorum be ustam Nedir beni sabırsız kılan? Mertcan Deliktaş diyor ki: Ben, Mertcan Deliktaş, 30 Mayıs 1998 ErzincanTercan doğumluyum. Hayatımın ilk altı senesi bu sevimli ilçede geçti. Ben, yedi yaşımdayken Erzincan'a taşındık ve ilköğretim yaşamıma Atatürk İlkokulunda başladım. Üçüncü sınıfa geçtiğimde Adana'nın Ceyhan ilçesine taşındık ve ilkokula Sakarya İlköğretim Okulunda devam ettim. Buradan mezun olduktan sonra Ceyhan Fen Lisesi'ni kazandım ve hali hazırda bu okulda 11.sınıf öğrencisi olarak öğrenim görüyorum. İletişim: İstiklal Mah. Ceyhunkent 1 sitesi J blok Kat:5 No:11 Ceyhan/Adana Mertcan Deliktaş ([email protected]) Söyle ustam Kırıldı mı senin de kalbin benim gibi Beni kıran gönüller, Anlayacaklar mı Bir gün beni? Zaman be ustam Daha çok taze yaram... -56- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE ÖĞRETMEN OLMAK Orhan ARIK* İnsan hayatında İlkokul öğretmenlerinin okumayı sevmesinde, ortaokul öğretmenlerinin hayatı tanımamızda, lise öğretmenlerimizin hayata hazırlanmamızda rolleri çok önemlidir. Üniversitede hocalarla birebir ilişki kurmadığımız için, üniversite hayatımız da olgunluk yıllarımız olduğuna inanırım.1967-1970 yılları arasında öğrenim gördüğüm Bodrum Ortaokulu'nda da harika öğretmenlerimizden eğitim aldığım için çok şanslıyım. -Tamam da pazar akşamları öğrencilere sinemaya gitmek yasak oğlum. -Biliyorum hocam, ama bu filmi… Cümlemi yarıda keserek; -Gel, dedi ve kolumdan tutarak diğer öğretmenlerimin itirazlarına zaman bırakmadan beni gişeye götürdü ve bana hem sinema ısmarladı hem de o zamanın çok sevilen gazozundan ikram ederek diğer öğretmenlerimizle filmi izlememi sağladı. Öğretmenlerimin her biri ile acı tatlı pek çok anım vardır. Ama bir tanesini hiç unutamam. Cumartesi günleri hariç haftanın diğer günleri akşamları sokaklarda dolaşmak, düğünlere, sinemalara gitmek veya herhangi bir eğlence yerinde bulunmak yasaktı ve bir öğretmenimiz tarafından görülmeniz durumunda ertesi günü kendimizi okul disiplin kurulunda bulabilirdik. O anda İsmail Bey'e duyduğum saygı ve sevgiyi anlatamam. Öyle bir sevgi ve saygıydı ki kendisine karşı bir hata yapacağım diye hep ödüm kopardı. Bu olay bir öğretmenin iyi öğretmen olmanın yanında iyi bir psikolog, iyi bir pedagog olması gerektiğinin göstergesi olarak beynimin bir köşesinden hiç silinmemiştir. O yıllarda Bodrum'da bir tane kışlık (kapalı) sinema vardı ve gelen filmler 2 gün oynatılır daha sonra başka film gösterime girerdi. Yanlış hatırlamıyorsam Eşref Kolçak ve Erol Taş'ın şimdi adını anımsayamadığım bir filmi pazar ve pazartesi için iki günlük gösterimde olacaktı. Filmi çok görmek istedim. Hafta sonu ödevlerimi yaptıktan, derslerime de çalıştıktan sonra biraz da notlarımın iyi olmasının verdiği cesaretle tüm riskleri göze alarak pazar akşamı filme gitmeye karar verdim. Yakalanırsam çocukça bir düşünce ile derslerime çalışmış ve ödevlerimi yapmış olmam en büyük savunmam olacaktı. Başta İsmail Tuna olmak üzere hayatıma yön vermede çok önemli katkıları olan tüm öğretmenlerimin önünde saygıyla eğiliyor, vefat edenlere cennet mekânı diliyorum. Not: Şu anda dergimizin de sorumlusu olan İsmail Tuna Öğretmenimle buluşup görüşüyoruz. -------------------------------------------*Bodrum Ortaokulu'nda okuduğum yıllar: 1967-1970 Tam sinemanın önüne geldiğimde üçüne de çok sevgi ve saygı duyduğum İsa Angın(Allah rahmet eylesin), Ali İhsan Yücel ve İsmail Tuna(Müdür Yard.) öğretmenlerim sinemanın önünde bekleyip öğrenci avcılığındalar. Üçü birden beni görür görmez İsmail Bey hemen öne atılarak bana doğru geldi ve bana: -Orhan, bu saatte burada ne işin var? -Hocam, tüm hafta sonu derslerime çalıştım, ödevlerimi yaptım. Bu filmi çok görmek istiyorum. -57- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Ortaklar Öğretmen Okulu'ndaki Edebiyat Öğretmenimiz ZÜLFİKAR ORTAÇ Esat ERSÖZ 1957 yılında girip 1963 yılı Haziran'ında mezun olana dek okuduğum öğretmen okulunda hepsi birbirinden değerli ve kişilik sahibi öğretmenlerimiz derslerimize girdi. Her bir öğretmenimiz için ayrı ayrı kitap yazılabilir elbet. Fakat aradan geçen 50 yılı aşkın sürede anımsayabildiğim bu öğretmenlerimizden bende en çok iz bırakanlar, Zülfikar Ortaç, Mehmet Kahvecioğlu ve Mesut Tarcan'dır. Ders çıkışında öğretmenimize, anlayamadığımız “Gerdan yaylasının perçem belini/ Lale sümbül bürüsün de gidelim” satırlarının ne anlama geldiğini sorduk. Öğretmenimiz bize “Zülfikar Bey'e sorun, çocuklar” demişti. Koşup öğretmenler odasının kapısı önünde Zülfikar Bey'e yetiştik. “Öğretmenim, bu şiirde şu iki satırın ne demek istediğini bize anlatır mısınız?” diye sorduğumuzda, gözlüklerini takıp okudu ve “Aman efendim, delikanlı sevdiğine sesleniyor. Yaz gelsin, nişanı yapalım. Boynuna altınları takalım da, evlenip buralardan gidelim diyor.” Engin bilgisi ve babacan tavırlarının yanı sıra öğrencilerine “Aman efendim” sözleriyle seslenişini bugün bile anımsıyorum... Zülfikar Ortaç öğretmenimiz tüm öğrencilerin gözünde erişilmez bir dev idi. Öğretmen iken annesine mektup yazdığında, mektubu baştan sona tekrar okuduğunu söylerdi. Nedenini sorduğumuzda: “Aman efendim anam, babam okuma yazma bilmezler. Köyde okuma yazma bilen sayısı az olduğundan genelde mektupları muhtara okuturlar. Muhtar okur iken nokta veya virgülü unuttuysam, edebiyat öğretmeni oğlunuz noktalamaları eksik yazmış demez mi efendim.” derdi. Ortaklara öğretmen olarak atanmadan önce Milli Eğitim Bakanlığında müdür olarak çalıştığını söylerlerdi. Paris Büyükelçiliğimizde de bir süre kültür ataşesi olarak görev yaptığını ve bu nedenle çok iyi Fransızca bildiğini de duymuştuk. Sabahtan dördüncü derste dersi olan öğretmenlerimizin çoğu, öğle yemeklerini yemekhanede öğretmenlere ayrılan bölümde yerlerdi. Zülfikar Bey'in yemekhanede yemek yediğini gören ise yoktur. Bir gün öğleyin dördüncü dersten çıktık. Yemekhaneye gidiyoruz. Önümüzde edebiyat öğretmenimiz Zülfikar Ortaç ve Milli Eğitim Bakanlığından gelen eski bir arkadaşı (Genel müdür yardımcısı ya da ona yakın bir unvanla görev yapan biri olabilir) yürüyorlardı. Tam yemekhaneye inen merdiven başına gelince, hocamız konuğundan eve gitmek için izin istedi. Konuk olan arkadaşı “buyurun yemeği birlikte yiyelim” deyince Zülfikar Bey “Aman efendim siz misafirsiniz. Siz buyurun. Öğrencilerimiz için verilen yemeğin lokması boğazımdan geçmez. Öğrencilerin hakkını yiyemem efendim” dedi. İşte hocamız bu yanıtı verip sonra da dönüp, eve yemek yemeye gidecek kadar düşünceli bir insandı. Gözlerimle 1. 2., ve 3. Sınıfta Türkçe dersimize İsmet Tarcan; 4.,5., ve 6. Sınıfta ise Edebiyat dersimize Zülfikar Ortaç Öğretmenimiz girdi. 2. veya 3. Sınıfta Türkçe dersindeyiz; Türkçe Öğretmenimiz İsmet Tarcan, Karacaoğlan'ı ve onun şiirlerini anlatmaktaydı. Öğretmenimiz Karacaoğlan'ın aşağıdaki koşmasını okudu: Eğer benim ile gitmek dilersen Eğlen güzel yaz olsun da gidelim Bizim iller kıraçlıdır aşılmaz Yollar çamur kurusun da gidelim Aşamazsın Karaman'ın ilini Köprüsü yok geçemezsin selini Gerdan yaylasının Perçem belini Lale sümbül bürüsün de gidelim Sökülsün dağların buzu sökülsün Öne insin, çöl ovaya dökülsün Erzurum dağının karı çekilsin Ak koyunlar yürüsün de gidelim Karacaoğlan der ki buna ne fayda Hiç rağbet kalmadı yoksula payda Bu ayda olmazsa gelecek ayda Onbir ayın birisinde gidelim. -58- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE uygulandığını biliyoruz. Edebiyat öğretmenimiz Zülfikar Ortaç mezuniyet sınavından bir hafta önce 60–70 soru hazırlayıp öğrencilerine dağıtır ve sınavda öğrencinin torbadan kura ile çekeceği üç soruyu yanıtlayacağını bildirirdi. Tüm müfredatı kapsayan bu soruları yanıtlayan öğrenci zaten sınıf geçmeye hak kazanmış olurdu. Öğretmenimizin bu yöntemi uygulamasının özünde; tüm öğrencilerini sevdiğini ve onları çok iyi tanımış olduğunu düşünmekteyim. Üç yıl boyunca derslerine girdiği öğrencilerini iyi tanımasından dolayı, her bir öğrencisinin hangi soruyu ne ölçüde yanıtlayıp yanıtlayamayacağını bilirdi. Bu nedenle bir öğrenci sorulardan 1-2 tanesini yanıtlamış ise, 3. soruyu yanıtlamasına çoğu zaman gerek kalmazdı. Hatta Edebiyat dersi mezuniyet sınavında ben tam 2. Soruya geçecekken, “Aman Efendim. Çok konuştun, çok anlattın efendim. Bu kadarı kâfidir. Buyurun sizi dışarı alalım” demiştir. Ayrıca, Zülfikar öğretmenimizin ben söz konusu bu sınavdan çıkarken içeriye giren ve sınavın yapılış biçimini beğenmeyen bakanlık müfettişini terslediğini ve “Beğenmediyseniz buyurun dışarı çıkın efendim” deyişini; bu arada sınavda bulunan öğrenci arkadaşımızın anlattığına göre; sınav komisyonunda bulunan diğer öğretmenlerimizin tir tir titrediğini de dün gibi anımsarım. Bu olaydan sonra duyduğumuza göre okul müdürümüzün, Zülfikar Bey'in okulumuzun en değerli öğretmenlerinden biri olduğunu, öğrencileri ile çok ilgili olduğunu, öğrencilerini çok iyi tanıdığını, öğrencilerinin de kendisini çok sevip saydığını söylemesi üzerine müfettiş bey sakinleşmiş. Zülfikar öğretmenimizin evinde tavanları hariç, duvarlarının tamamen kitap rafları ve kitaplarla dolu olduğunu ve evin altındaki depoda çok sayıda çuvallarda da kitaplar olduğunu, bunu gören arkadaşlarımızın anlatımından biliyoruz. Öğretmenlik yaşantısının son yıllarında görme sorunu nedeniyle uzun süre kitap okuyamadığı için başarılı öğrencilerinden bazılarını evine çağırır ve kitap okutturarak dinlerdi. Anımsadığım kadarı ile sınıf arkadaşım Yaşar Cumhur Demirhoca'yı zaman zaman çağırıp kitap okutturduğunu da biliyoruz. Ayrıca bizden 2 sınıf büyük olan Ali Yavuz Ağabeyimiz de Zülfikar öğretmenimizin evine sık sık kitap okumaya gittiğini yazmıştı. Atatürk'ün başlattığı aydınlanma devriminin “Cumhuriyet Öğretmenleri”nden bilge insan Zülfikar Ortaç, eskilerin deyimiyle, “nevi şahsına münhasır” (kendine özgü davranışları ve karakteri olan, başka benzeri olmayan, eşi bulunmaz) biriydi. Değerli öğretmenimiz Zülfikar Ortaç'ın mekânı cennet olsun, değerli hocamız ışıklar içinde uyusun. görmeyip, kulaklarımla duymasam belki ben de inanmayabilirdim.Ama olayın canlı tanığıyım. Zülfikar öğretmenimiz, çok temiz giyimli ve düzenli biriydi. Elbisesi her zaman temiz, düzgün ve ütülü, ayakkabıları her gün boyalı ve cilalı idi. Ceketinin sol yakasındaki mendil cebindeki kadife bez ile sık sık ayakkabılarını silerdi. Bu nedenle ayna aramaya gerek yoktu. Zülfikar öğretmenimizin ayakkabısına bakmak yeterliydi. Başındaki saçların çoğu döküldüğü halde, yanlarda ve başın arka kısmında seyrek de olsa bulunan saçlarını ceketin önündeki mendil cebinde taşıdığı tarağı ile zaman zaman taradığını görürdük. Mayıs ayı ortalarında okulun toplam 40 dönüm yer kaplayan sebze bahçesinde salatalıklara ve kabaklara ayrılan bölümden bazı arkadaşlarımız kopardıkları salatalıkları yastık kılıflarına koyup getirirlerdi. Biz de bu getirilenleri hep birlikte paylaşarak yerdik. Bir akşam giden arkadaşımız gece karanlığında fark edemediği için kopardıklarının çoğunun kabak, azının salatalık çıkmış olduğunu ertesi gün duyan Zülfikar öğretmenimiz telaş içinde “Aman efendim, gitti çocuklar gitti.” diye hayıflanmaktaydı. “Öğretmenim hayrola? Giden nedir?” diye sorduğumuzda; “Gitti efendim gitti. Bizim kabaklar salatalık niyetine gitti.” diyerek yakınmasını dile getirmişti. Sene sonunda girdiği sınıflarda kolay kolay öğrenci bırakmazdı ve şunu söylerdi. “Aman efendim, bazı arkadaşlarınıza namuslu bir dört vermektense, namussuz birer beş verip sınıf geçirttim efendim.” Bu söz hala kulaklarımızda çınlar. Öğrencilerini kırmazdı ama kırmadan eleştirisini de yapardı. Demokrat Parti iktidarı döneminde Cumhuriyet gazetesi okumak aydın insanlar için büyük bir risk idi. Cumhuriyet gazetesini bazı öğretmenlerimiz genellikle gazete adı “Cumhuriyet” sözcüğü içte kalacak biçimde katlayıp ceketin yan cebine koyarlardı. Zülfikar öğretmenimiz ise korkusuz kahramandı. “Cumhuriyet” yazısı dışta kalacak ve okunacak biçimde katlayıp ceketin yan cebine koyar, ö y l e y ü r ü r d ü . O d ö n e m d e M e s u t Ta r c a n öğretmenimizin yazdığı şiirlerin de zaman zaman yer aldığı aylık edebiyat dergisi “Varlık” çıkardı. Yine o dönemde “Varlık Dergisi” okumak da büyük bir cesaret örneği idi. Öğretmenimiz bu dergiyi de adı dıştan okunacak biçimde katlayıp cebine koyardı. Bizden iki sınıf büyük olan Ali Kaymak ve Cahit Kavcar da “Varlık” dergisi okurlar ve öğretmenleri ile değerlendirme yaparlardı. Öğretmen Okullarında 1963 Haziranına dek mezuniyet sınavlarında yapılan sözlü sınavların, daha sonraki yıllarda kaldırılıp yazılı sınavlar biçiminde -59- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE Görmeyenin birkaç saati: “Senin kimsen yok mu?” Azmi ERMİŞ azmiermiş@hotmail.com Otobüs durağa yaklaşınca her halde hastane durağına geldik diye düşündü. Yine de emin olmak için şoföre sordu. Şoför de: -“Evet abi, geldik. Sen nasıl anladın durağa geldiğimizi?” diye merakla sordu. Adam bu soruyu sıkça duyduğu için hiç şaşırmadan: - “Durağa yakın olan bir kasis var. Oradan anlıyorum.” diyerek otobüsün basamaklarını yavaş yavaş inmeye başladı. Adam otobüsten inince otobüsteki yolcular: - “Yazık nasıl gitcek gözleri de görmüyor yalnız başına bırakıvermişler sokağa.” diye yorumlar yapmaya başladılar. Bunları duyan şoför: -“O gider gözleri görmüyor ama onlar çok zeki oluyorlar.” dedi. Bunlardan habersiz olan kör adam, elinde kör bastonu, duraktan hastanenin kapısına doğru ilerledi. Aklına hastanede çalıştığı ilk gün geldi. Nice acı tatlı günleri geçmişti burada. Dile kolay, 14 yıl çalışmıştı. Oğlu bu hastanede dünyaya gelmişti, sıkıyönetim nedeniyle sokağa çıkma yasağı vardı. Anne ve babasına, baba olduğunu haber verememişti. Evde telefonu da yoktu. Kızının doğumunu ve babasını yitirişini anımsadı. Gözleri doldu. Hastanenin giriş kapısını eliyle koymuş gibi buldu. Eşi, oğlu ve kızı var, ama herkesin dünyaları farklı. Kendisini yapayalnız duyumsadı. Polikliniklere doğru ilerlerken kulağına gelen sesle irkildi. -“Hafız, hafız nereye gidiyon?” -“Doktora gidiyorum, ama ben seni tanıyamadım?” -“Tanımazsın, ben de seni tanımıyom; doğru ilerle, ho yana doğru!” Adam ilerlerken irikıyım birisine çarptı. Ortalık tıklım tıklım insan doluydu. Çarptığı adam: -“Amca nereye gideceksin?” diye sordu.Adam da: -“Özür dilerim, özürlüler merkezini arıyorum, dedi. -“Şuralarda bir yerlerde görmüştüm, dur bir bakalım.” Merkezi bulmuşlardı, ama kimse yoktu. Yardımcı olan kişi: -“Amca ben gideyim, sıram gelecek,” dedi.Adam: - Çok çok teşekkür ederim sağ ol, dedi sevgi dolu bir sesle. Sandalyede oturmaktan sıkılmıştı. Tam o sırada ayak sesleri geldi kulağına. O tarafa yönelerek “Günaydın!” dedi. Sesine karşılık veren olmayınca tekrar “Günaydın !”diye seslendi. Masada oturan görevli elindeki gazeteyi hışırdatarak lütfen bir günaydın çıktı ağzından. -“Ben kalp doktoruna geldim. Doktora gitmek için sizden yardım isteyecektim.” -“Sen bekle!”dedi görevli. Adam kızdı. Sürekli bekletiliyordu.Ayak sesleri tekrar duyuldu. Görevli: -“Fatma Hanım işte bu. Sen bunu kalp doktoruna götür.” Kadın: -“Yörüyebilecen mi, senin kimsen yok mu; seni niye yalnız yolladılar?” -“Var. Oğlum ve kızım var. Sana ne bunlardan? Sen işini yapsana!” dedi adam kızgınlıkla. Devamla: -“Senin bir yerinde özrün yok değil mi, bacağında, kolunda?” Kadın gerinerek: -Allaha şükürler olsun heç bir sakatlığım yok benim.” dedi ve adamın sırtından ittirdi. Birisine çarptılar.Adam: -“Gözünüzde bir sorun olmasın. Bakın insanlara çarpıyoruz durmadan. ben senin koluna gireyim ya da sen benim koluma gir böyle daha rahat gideriz.” Kadın: -“Günah, namahreme dokunmak!” dedi ve onu ceketinden çekerek doktorun yanına getirdi. -“Geldik, ben gidiyom.” -Nereye gidiyorsun? Benim işim bitmeden gitmek yok!” Kadın: -“Musubet adam, nereden çattık!” diye homurdandı. Adamın görmediğini anlayan hemşire kapıdan seslenerek: -“Gel amca, özürlülere öncelik var!” dedi. Doktor adamı perdenin arkasına alarak şikâyetlerini dinledi muayenesini yaptı. Doktor ve hemşirenin ilgisinden çok memnun oldu. Ayrılırken: -Sizlere yürekten teşekkür ediyorum. Mesleğinizi sevdiğiniz, insana verdiğiniz değerden belli. İnsan her yerde sizin gibi sağlıkçıları görmek istiyor. Sizi kutluyorum. Doktor: -“Amca her zaman bir sorunuz olduğunda gelin, seve seve yardımcı oluruz. Bizim görevimiz. Ben de her yerde güler yüz ve ilgi bekliyorum. Çünkü vatandaşlık hakkım. Doktorun elini sıktı. Otobüs durağına geldiğinde gönlünün bir tarafı yorgun, diğer tarafı dingin ve mutluydu. -60- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... DANIŞTAYA AÇTIĞIMIZ YÜRÜTMEYİ DURDURMA DAVASINDA KARAR VERİLDİ Ülkemizde nitelikli öğretmen yetiştirme sürecine Milli Eğitim B a k a n l ı ğ ı tarafından 2014 Haziran'ında son v e r i l m e s i n e d e n i y l e Danışta'ya a ç t ı ğ ı m ı z y ü r ü t m e y i durdurma istemli dava sonuçlandı. Kararın 3. sayfasında, r a p o r t ö r tarafından, Anadolu Öğretmen Liseleri'nin kapatılmasına ilişkin düzenlemenin, dayanağı olan yasalara aykırılığı belirtilmiş ve yürütmeyi durdurma talebinin kabulü gerekir, denmiştir. Ancak buna rağmen ret kararı verilmiştir. İtiraz dilekçemizi vererek savaşımımızı sürdüreceğiz. Sonuç alamasak da susmadık, diyeceğiz. 14.OLAĞAN GENEL KURULUMUZU YAPTIK 2001 yılında kurulan derneğimiz 15 yaşına girdi. 9 Şubat Pazar günü Bornova ADD binasında yapılan 14.olağan genel kurulumuz mevcut yönetim kurulunun görevini sürdürmesine karar verdi. Görev dağılımı şöyle: Mustafa ÖZMEN – Başkan, Ahmet ÖZDEN - Başkan Yardımcısı, Ömer ÇAKIR – Yazman, Cezmi DİKMEN – Sayman, Cuma ESENTÜRK – Üye Genel kurulumuzun bu güvenine çok teşekkür ediyoruz. ANTALYA 'DA ADABELENLİLER ADABELENLİ KORUYUCU AİLELER: Antalya'da yaşayan Adabelenliler düzenli olarak kahvaltı buluşmaları ile birlik ve beraberliklerini pekiştiriyorlar. Antalya YKKED üyeleri dostlarımızın da katıldığı buluşmaların sürmesini diliyoruz. Bugün ülkemizde devlet koruması altındaki 11.000 çocuk, ailelerinden ayrı yaşamak zorundadır. Bu çocuklarımızın, sevgi ve güven ortamında -61- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... büyümeleri için koruyucu ailelerin oluşumunda öncülük eden insanların arasında ŞEFİKA PULLUKÇU (YILDIZ) gibi adabelenli arkadaşlarımızın olması bizleri gururlandırıyor DOSTLARIMIZIN OKULUMUZU ZİYARETİ Dost ve kardeş derneklerden Hasanoğlan Öğretmen Okulu mezunlarının Kuşadası buluşmaları sonrasında okulumuzu ziyaret etmeleri bizleri onurlandırdı. Selam olsun Hasanoğan mezunu arkadaşlarımıza!.. GERMENCİK KAYMAKAMLIĞINI ZİYARETİMİZ: Germencik'teki kaymakamlık görevine yeni başlayan Ayhan IŞIK'ı yönetim kurulumuz adına ziyaret ettik ve görevinde başarılar diledik. Germencik Kaymakamıza derneğimizin sosyal ve kültürel faaliyetleri hakkında da bilgi verdik. BURSİYERLERİMİZLE KAHVALTI BULUŞMASI Derneğimizin öncülüğünde Adabelenlilerin ve Adabelen dostlarının maddi katkıları sonucunda, verdiğimiz burs desteğiyle İzmir'de okuyan üniversiteli bursiyerlerimize 8 Mart'ta verdiğimiz kahvaltıya, öğrencilerimiz yanında burs verenlerimizden de katıldılar. PAMUKKALE TERMAL GEZİMİZ: 28 Şubat-1 Mart günlerini kapsayan derneğimizin düzenlediği gezi, İzmir, Salihli, Denizli ve Aydın'dan katılan arkadaşlarımıza termal otelden yararlanma yanında, Pamukkale'deki doğal güzellikleri görme fırsatı da verdi. -62- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... derneğimizce düzenlenen radyo programına, okulumuz mezunlarından Faik AY, Dergi Yönetmenimiz İsmail TUNA, Dernek Başkanımız Mustafa ÖZMEN ve Gökçeada Atatürk Öğretmen Okulu mezunları adına İzzet TUNCER katıldılar. ÖĞRETMEN OKULLARININ KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PANELİ Ulusal Eğitim Derneği İzmir Şubesi, Konak Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi Benal Nevzat Salonu'nda ''Öğretmen Okullarının Önemi'' konulu paneli sundu. Konuşmacıları Adabelen Dergisi yazarlarından Köy Enstitülü Eğitimci Rıza Yetim, EğitimciAli Kaya olan panelde ilk sözü alan Rıza Yetim, köy enstitülerinin düşünen, yargılayan ve üretken insan tipini yetiştirdiğini, mezunlarının öğretmenliği sadece ders anlatmak olarak algılamadığını, köy enstitülü öğretmenin, öğrencilerinin her sorunuyla ilgilenerek ailesine, topluma ve ülkesine yararlı bireyler olarak yetişmesi için hiçbir özveriden kaçınmadığını, bununla da yetinmeyerek, halkını aydınlatmak için de çırpındığını söyledi. Ali Kaya, “Okullarından mezun olan yüz binlerce öğretmen, gereksinim olmasına karşın ekonomik önlem paketleri nedeniyle atanmamaktadır. Eğitim sistemi ile oynanarak biat edecek bir kuşak yaratılmak istenmektedir. Ne kadar zorlasalar da biat etmedik, etmeyeceğiz'' diyerek konuşmasını tamamladı. Panele katılan dernek yöneticilerimiz de konuyla ilgili görüşlerini açıkladılar. 1963 MEZUNLARIMIZ KUŞADASINDA Adabelen 1963 mezunları, 52.yıl için 28 Mart 2015 günü Kuşadası'nda buluştular. Özlem giderip gönüllerince eğlendiler. Bu buluşmaya o döneme yakın mezunlar da katıldılar. Birlikte olmanın mutluluğunu yaşadılar 54 YILLIK KARDEŞLİK SÜRÜYOR Okulumuz 1961 mezunları artık yılda en az üç kez buluşuyorlar. Okulumuzdaki kuru fasulye pilav günü sorası Kuşadası'nda buluşan Adabelenliler yine gönüllerince eğlendiler, kardeşliklerini perçinlediler. Gecede derneğimizin burs sistemine bir öğrencilik katkı toplayan 1961'lilere yürekten teşekkürler. CAN RADYO'DA ÖĞRETMENLİK KONUŞULDU: Öğretmen okullarının 167. kuruluş yıldönümü dolayısıyla yapılan etkinlikler çerçevesinde -63- ADABELEN EĞİTİM-KÜLTÜR-SANAT-AKTÜALİTE HABERLER... HABERLER... HABERLER... HABERLER... Lokalinde gerçekleşen bu toplantının konusu doğal olarak öykü, şiir ve toplumsal konulardı. Yazarlarımız bir ay boyunca okudukları, gördükleri ilginç konuları birbirlerine aktardılar Sürdürmelerini diliyoruz. GENÇ ADABELENLİLERİN BULUŞMASI Her yıl okulumuzdaki kuru fasulye- pilav günü sonrası Kuşadası'nda buluşan genç Adabelenli kardeşlerimiz, bu yıl da buluşmalarını sürdürdüler. Çağrıyı Öztürk SÖNMEZ kardeşimizin yaptığı geceye Dernek Başkanımız Mustafa ÖZMEN de katıldı. Gecenin onur konukları Öğretmenlerimiz Mustafa ALTINIŞIK ve NuriyeALTINIŞIK oldular. MAKBULE KAYA KONSERİNDEYDİK Bayraklı Belediyesi'nin düzenlediği konser çerçevesinde Adabelenlilerin gururu TRT sanatçımız Makbule KAYA, salonu dolduran binlerce kişiyi, söylediği türkülerle coşturdu. Biz de gururla ve coşkuyla izledik Makbule Kaya'yı… 1969 MEZUNLARIMIZ KUŞADASINDA: Düzenleyicisinin derneğimiz yöneticilerinden Cuma ESENTÜRK'ün olduğu buluşmaya, 115 kişi katıldı. 17 Ocak'taki özlem giderme ve muhabbet yoğunluklu geceye katılanlar düzenledikleri çekilişle derneğimizin burs sistemine bir öğrencilik burs katkısı sağladılar. Teşekkür ediyoruz. DENİZLİ'DE ADABELEN RÜZGÂRI ESTİ: Denizli'de yaşayan kardeşimiz Filiz ÖZTÜRK'ün koordine ettiği buluşmaya katılan arkadaşlarımız neşe ve coşku dolu bir gece yaşadılar. Gecenin onur konuğu Denizli'de yaşayan Öğretmenimiz Ramazan VEREL idi. DERGİMİZ YAZARLARINDAN BİR GRUP BULUŞMALARINI SÜRDÜRÜYOR: Bornova'da Ege Üniversitesi Lojmanları -64-
Benzer belgeler
haberler... haberler... haberler... haberler
Ahmet Cengiz
Prof. Dr. Şadan Gökovalı
T. Ayhan Çıkın
Etem Oruç
Muharrem Karataş
Rahim Gür
Rıza Yetim
Mustafa Ağır
Ahmet M. Egemen
Hüseyin Yaşar
Emin Ugunlu
Nabide Kılınç
Şadiye Dönümcü
Bahtiyar Tak...