Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz
Transkript
Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz
Yürekte bukağı, zihinde nal, koşuyoruz koşmamaya... Edebiyat Dergisi V. sayı/Eylül 2015 Zor zamanlar… Ölümler, kıyımlar, sonu gelmeyen acılarla kuşa- tıldığımız günlerden geçiyoruz. Belirsizlik ve endişe yüklü bulutlar gibiyiz. Bense günlerdir şiire sığınır oldum. Bir bakıyorum, Oktay Rifat’a uzanmış elim, “Bir Aşka Vuran Güneş” odaya iyimser bir hava dolduruyor; bir bakıyorum Gülten Akın sıvazlıyor sırtımı… T. Adorno, Auschwitz’den sonra şiir yazmanın imkansız olduğunu düşünmüştü. İnsanlığın vicdanına duyduğumuz inancın tükendiği buhran anlarında, böylesi bir düşünceye yakınlaşıyoruz belki. Diğer bir deyişle bir yanımız, hayatın ağır realitesi karşısında edebiyatın işlevsizleştiğini, anlamsız bir eyleme dönüştüğünü düşünüyor; ancak diğer yanımız onda soluklanmaya devam ediyor. Lirik edebiyata duyduğu inanç ve heves ile burada, ellerinizin ara- sında. Sizi bir soluklanma anına çağırıyor. Yani şiir, hala yazılıyor. Sezin Seda Altun İÇİNDEKİLER Düş Dilan Özdemir 1-8 İçiş Kantosu John Butler Yeats 9 Mühim Şeyler Egemen Tuğluay 11-12 Gottonakis: Yılanlar Ülkesi Hükümdarı Emrah Zencirci 13-14 İpsiz Çapsız Bir Kaplumbağa Gökhan Sal 15-17 Bazı Yükselişlere Ve Geceye Dair Sesli Şiir Erbil Yaşmaklı 19 Gidenlerden Kalanlar Hilal Argun 20 İskelenin Kıyısında Émile Verhaeren 21 Sen Dolabı Irmak Ecem Aydemir 22-24 Sancı Yeşim Çınar 25 Etki İpek Büyükakın 26-27 Kahraman Bakım Acısı Mete Karaoğlu 28 Martılar S. Uzunoğlu 29-31 Pantha Rei Sezin Seda Altun 33 Gülmek Üzerine Ömer Gündoğdu 34 EYLÜL / 2015 DÜŞ Okur, Senin şu an okuduğun cümleler benim dört günün sonunda yazdık- larımı silip silip vardığım son duraktır. Oysa ne kadar sade görünüyor değil mi? Yalnızca sana mektup yazmak istemişim gibi. Yahut tam olarak bunları yazmak istemişim de basitçe yazmışım. Hayır. Dört gündür nasıl başlamam gerektiğini düşünüyor, bulamıyor, deliriyor, bunalıyor, mütemadiyen saçlarımı dağıtıyor, ellerimle kendimi severek teselli vermeye çalışıyor, pencereye çıkıyor, çocuklara sataşıyor, yine gelip masanın başına oturuyor, kalemi alıyor, bir süre düşünüyor ve çok da ağır olmayan bir küfürle kalemi elimden atıp tekrar aynı serüveni yaşamaya koyuluyorum. Dört günde kalemimden dökemediğim zehrim gözaltlarıma misafir, yüreğime ağırlık, ciğerime duman, omuzlarıma fil oldu. Yazamıyorum. Yazamıyorum çünkü yazacağım şeyi bulamıyorum. Yazmam gerek ama neyi? Seni, beni, mahalleyi, dünyayı, on senedir ölmüş olan annemi, beş senedir hatırıma gelmeyen babamı, çocukluk kahramanım bakkalcı İsmail abiyi, bisikletimi, kaybolan köpeğimi, ağaca takılan uçurtmalarımı değil. İstanbul’u, varmak istediğim nice kucağı, başımı sevgi hasretiyle koyduğum o titrek dizleri, denizi, kırmızı olan her şeyi, hayatımı değiştiren elleri… Bunları da değil! Bunların hepsini yazdım. Bunların hepsini yedim, sindirdim ve acı bir hisle tükürdüm. Masanın üzerindeki şu bardak bile biliyor her birini tek tek nasıl betimlediğimi uzun, ince bir yolda dört ayaklı yürür gibi. Uçurumumdan bahsetmiş miydim? Hani o her salı akşamı dönüp dolaşıp gittiğim yer? Hayır, hayır, içsel bir yolculuk değil bu. Dedim ya çok yazdım onları. Artık daha somut şeyler yazmak istiyorum. Daha yaşanabilecek ve yaşatabile- 1 LİRİK cek şeyler. Uçurum diyordum. Anlatmadım mı? O halde hemen başlamalıyım! Yalnız beni yarı yolda bırakmayacağını ve hikâyeme sorgulamadan, dudak bükmeden, başka işle meşgul olmadan inanmanı istiyorum okur. Ve kimseye anlatmamanı. Zira bu hikâyeyi duyması gereken biri varsa ben onu zaten bulurum. Bir zaman işsiz kaldım. Şirket işlerini ve insanların neden öğle paydos- larında yuvarlak olup sahte kibarlıklarından ödün vermeden, ellerini ovuştura ovuştura dedikodu yaptıklarını anlayamadığım; kendilerinden yaşça küçük patronlarının tükürüklü bağırışlarına nasıl katlandıklarını düşünüp durduğum, para için nelere göz yumabildiklerini gördüğüm ve buna pişman olduğum bir zamandı. Üstelik hiçbir şekilde anlamlandıramadığım bu insanlara ben de dâhildim. Fotokopi makinesinin önünde kravatımı düzeltiyordum. Şirketin en yaşlı çalışanı tuvaletten ellerini yıkamadan çıkmıştı, yemek saatinde aynı masada oturmamam gerektiğini düşünüyordum. Gözlerim makineden tek tek çıkan kâğıtlara kaydı. Beş yüz altmış tane kâğıdı fırında ekmek bekler gibi bekliyordum. Bir, iki, üç, dört, beş, …, yirmi yedi, …, otuz iki, …, kırk. Durdum. Ne yapıyordum? Saçma sapan beş yüz altmış kâğıt için neden ömrümün kırk beş dakikasını heba ediyordum? Etrafıma baktım. Annemin karnından yeniden doğmuş gibiydim. Bu gri şirkette, bir duvarında bile herhangi bir tablo asılı olmayan bu şirkette; bu, telefonların zırıl zırıl çaldığı, kadınların incecik “Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” seslerine -ki eminim evde eşlerine karşı böyle nazik değildirler-, tuvaletten ellerini yıkamadan çıkan bu adama; yemekleri yaparken kafasına bone takmayan aşçıya, oturduğum ruhsuz masaya ve ben bunları düşünürken hâlâ kâğıt öğüren bu makineye nasıl dayanıyordum? Yüz on iki, yüz on üç, yüz on dört, yüz on beş… -İstifa ediyorum! -Neden? -Burada çalışmak istemiyorum. 2 EYLÜL / 2015 -Tamam. Arkamdan kal diyeceğini sandığım patronum sağ eliyle kapıyı gösterirken ne çok yanıldığımın farkına vardım. Kapıyı açarken bir yeşilçam tiradı vermek, yapmak istediklerimin arasında olabilir diye düşündüm. -Siz insan harcıyorsunuz! Sabahın köründe buraya gelen insanlara, akşamın kör saatinde en az iki saatini yolda geçiren bu insanlara işlerini sevmeleri için bir şeyler yapın en azından. Beş yüz altmış kâğıdı topukları inleye inleye beklemek yerine çocuklarıyla zaman geçirmelerini söyleyin onlara. Hoş, siz insan harcıyorsunuz da dünya sizi harcamıyor mu sanki? Bembeyaz yüzünde hiçbir yaşama belirtisi yoktu bu terli adamın. Odadan çıktım. Dört adım atıktan sonra kapıyı çalmadan odaya girmenin hazzını yaşayarak kafamı içeriye uzattım: -Ve lütfen daha az tükürerek konuşun. Şirketten çıktım çıkmasına da ne yapacaktım? Kapının önünde öylece kalakaldım. Önümden arabalar vızır vızır geçiyordu. Korna sesleri aptallığımı mı yüzüme vuruyordu? Yaşlı bir kadın bastonundan güç alarak yürüyordu, ben neyden güç alarak yürüyecektim? Kaç okul bitirmiş insanların bile işsiz kaldığı bu şehirde ben nasıl iş bulacaktım? Gidecek bir yer olmalıydı. Hadi şimdi eve gittim diyelim, ya sonrası? Sonra da mı eve? Hep mi eve? Para kazanmalarına bu kadar kızdığım insanların içinde değil miydim ben de birkaç dakika önce? Para kazanmadan ne yapacaktım ki? Ne yiyip, ne içecek, sevgilime nasıl hediye alacaktım? -Evet, bir de sevgilim vardı benim.- Fazla mı karamsardım? Annemin “Kimse açlıktan ölmez.” deyişi geldi aklıma da biraz duruldum. Birkaç gün işsiz dolandım ortalıkta. Aylak aylak, acelesi olmadan sokakları dolanan bir köpek oldum çoğunlukla. Sarhoş gençlerden korkup kaçan bir kedi bazen. Çocuklarla seksek oynayan bir kurbağa ve kâğıttan uçaklarla uçabildiğini sanan bir kelebek. Hiçbir gün evde kalmadım neredeyse. 3 LİRİK Sıkılıyordum dört duvardan. Otobüs terminallerine, istasyonlara, pazarlara, dükkânlara, sahillere gittim. Büyük bir inatla yaşayan insanları izledim. Dirseklerimi dizlerime koyup onlara baktım, gözlerimi kapatıp seslerini dinledim. Onların arasında, onlarsız olmanın garip hissini onlardan habersiz yaşadım. Ve bir kez daha anladım; insan, insanın dayanağıdır. Muhtaç olduğudur. Yapmayı en sevdiğim şey, şehrin yukarısında kalmış bir tepeye çık- mak ve aşağı bakmaktı. Aşağı! -Ben senden büyüğüm ey şehir! Sense üzerinden geçen kuşların boş bulunup bırakıverdiği pisliğisin! Bu cümleleri sarf ederken nasıl rahatlıyordum okur, bilsen. Evet, diyordum. Evet, söyledim işte! -Bu defa eksilen sen ol şehir! Senin saçma keşmekeşinden bıktım! Düzenli ve büyük olmanla kandırıyorsun insanları. Onlar senin değil, benim insanlarım! Çünkü ne düzenlisin sen ne de büyüksün! Sonraları anladım ki benim çıkıp ahkâm kestiğim tepe bile şehrindi. Peki benim olan ne vardı? Parasızlıktan aç kalmış bir karın? Temizlemeye üşendiğim kirli bir ev? Saçları mis kokan bir sevgili? Hayır, hayır. O beni terk etmişti. Bazen köşeli koltuğumun en rahat yerine oturup kafamı duva- ra yaslardım. Bazen camdan bakar, bazen halıyı incelerdim. Ne var ki bir süre sonra koca bir iç geçirip, beş parmağımı birbirinden ayırmak, avuçlarıma bakmak ve hiçbir şeye sahip olmadığımı kendime göstermekten asla kurtulamazdım. Sonu olmayan bir tedirginlik soğuk ve karanlık esintisini yüreğime gönderirken ben ellerimi gözlerime iyice yaklaştırır, bana ait bir 4 EYLÜL / 2015 şeyler bulma umudunu kaybetmezdim. İşte bu fark ettiğim yokluklarım ve son zamanlarda sıkıntılarım sayesinde anımsadığım annemin kütüphanesi, beni yazmaya yöneltti. Yazdım. Boş bulundukça, yani neredeyse her zaman, yazdım okur. Arada sırada kafamı kaldırıp “Bunları ne yapacaksın?” diye sordum kendime. İnsanlar ne için yazarlardı? Onları masamın sağ köşesine emanet etmeye karar verdim. Büyük ihtimal zaman denilen şeytanın nefesi sarartacaktı onları. Artık her derdimi onlara söylüyor, çayımı onlarla içiyor, onların iki- lemlerine çare olmaya çalışıyordum. Onlar, yani kahramanlarım. Hayır, onları yarattığım için kahraman demiyorum onlara; beni kurtardıkları, gerçekten kahramanım oldukları için. Fakat bir gün biri bana yalnız onlarla büyümemin yanlış olacağı- nı, başkalarıyla tanışmamın bana daha iyi geleceğini söyledi. Onu dinledim. Bilmediğim yerlere gidip, bilmediğim insanlarla tanıştım. Bilmediğim günlerin bilmediğim saatlerini verip onları evime davet ettim. Bilmediğim marketlerden sırf ucuz diye kötü çaylar aldım. Getirdikleri kurabiyelerin yanında ikram ettim onlara. Yeni tanıştığım o insanların içinde en çok Ali Bey’i seviyordum. Sık sık gelirdi evime. Ona bey dememi sevmeyen bir adamdı. Her cümlemi “Lütfen, bana yalnız Ali diyebilirsin.” diyerek kesen bir adam. Üç numaraya traşlanmış saçları, uzun bir burnu, iri gözleri, dışarı doğru geniş bir alnı, dökülen saçları, siyah kalın bir paltosu, deri ayakkabıları vardı bu adamın. O da benim gibi işinden ve yaşama gayesinden bıkmış biriydi. Bana her defasında benimle karşılaşmaktan memnun olduğunu, benim cesur biri olduğumu, kendisinin de istifa etmeyi düşündüğünü ama buna hiçbir zaman cesaret edemeyeceğini söylüyordu. Kafamı yere eğip mütevazı yanımı Ali Bey’in yanına 5 LİRİK oturtuyordum bu anlarda. Güneşli bir gün yine Ali Bey’i evimde ağırlıyordum. Masamın üzerinde duran öykülerime takıldı gözleri. Birkaçını okudu ve çok beğendiğini söyledi. Sonraki gün tekrar geldi. Kısa bir sohbetten sonra bir öykümü daha okudu. Bu, neredeyse her gün tekrarlandı. Her gelişinde sohbetimiz daha kısa, okuduğu öykü sayısı daha fazla oluyordu. Bir gün bana aniden öykülerimi satmayı önerdi. -Kim alacak öykülerimi Ali Bey? -Öyle demeyin. Bunlara ihtiyacı olan çok insan var. Kimi senaristim diye başkalarının hikâyeleriyle geçiniyor, kimi yazamadıkça sinirlenip başkalarınınkini sahipleniyor. En azından bundan para kazanacaksınız. Büyük ellerinin ağırlığını omuzlarıma yükleyerek bunu düşünmemi söyledi. Kolay yoldan para kazanma yöntemi olabilirdi. İkna oldum. Önce saçma olduğunu düşünmekten kendimi elbette alamadım. Ama öykü satın almak isteyen insanları gördükçe gözlerim fal taşı, ağzım bir karış açık inandım bu işe. Bu insanlar genelde saçı sakalı birbirine karışmış, yüzünü akşam çökerken bir şarap şişesinden kadehe döken insanlardı. İlk tanıştığım ‘müşterim’: -Yazamıyorum beyefendi. Bana öykü verin, dedi gözlerimin içine bakarak. Korkarak verdim elimdeki öyküleri. Kimi dünyaya öfkeliydi, kısa cinayet hikâyeleri istedi. Kimi ağzın- daki şarap kokusu yüzünden hiç âşık olamadığını ve ona bir kadın vermemi istedi, kendimi Tanrı gibi hissederek ona bir kadın doğurdum sancılı mürekkeplerden. Kimi arkadaş istedi, deniz kenarında bir arkadaş gönderdim ona. Kimi istemeden girdiği rüyalardan sessizce kurtulmak için bir el istedi, 6 EYLÜL / 2015 gecemi gündüzüme katarak ona seveceği bir el yarattım. Ara sıra uykusundan uyandığını ve o eli tuttuğunu söylerdi bana. Okur, bu insanlar bana çok şey kattı. Onlarla yaşadım, yaşlandım, gördüm geçirdim. İlk zamanlarda çekinip korktum ama kafasını ellerine düşürmekten başka bir şey yapamayan bu aciz insanlara kelimelerimi uçurmak ve biraz olsun kilitlenmiş gözlerini açmak için elimden, parmak uçlarımdan, kalemimden gelen ne varsa yaptım. Fakat bir yerden sonra tükendim. Hiçbir şey bilmiyormuşum, hiçbir şey yaşamamışım gibiydi. Beynimin içinde dönüp duran görüntüleri yazıya aktaramamak beni deli ediyordu sanki. Kafamın içinde duvarlarıma çarpıp yankılanan bir çığlık dışarı taşmak istiyordu da taşamıyordu. Yazamamaya başladım. Ellerimdeki krampları hissetmemeye çalışarak ne kadar yaşanabilirse o kadar yaşarım diyordum, fazlasında gözüm yok. Bırak fazlasını, o kadarını bile yük görüyordum bazen. Anlayacağın okur, düştüm. Ama sonu yoktu bu düşüşün. Dizlerim üstüne boyuna düşüyordum. Gerçekliğinden emin olmadığım bir gece, tüm bunları odamın çat- lak ve ağlak tavanıyla konuştuğum bir gece, hızlıca, sanki yapacak işlerim varmış gibi kalktım; dönen başımın sakinleşmesini bile beklemeden paltomu giyip dışarı çıktım. Gökte yıldız, sokakta kedi, ağaçta rüzgâr, evlerde ışık, başımda akıl, ellerimde umar yoktu. Göğün kesafetiyle boğuluyordum. Kaldırıp başımı aya bakmak istedim, o bile ağır geldi. İnsanın suçlu hissettiğinde aya bakmaması gerektiğini söyleyen kahramanım hangisiydi? “Çünkü suçluysan ay bile yüzüne çarpar.” dememiş miydi? Ne yapıyordu şimdi? Ben ne yapıyordum? Kendimi Sabahattin Ali’nin Raif Efendi’si gibi hissediyordum. 7 LİRİK İçimde neden çıktığını bilmediğim bu ufak çaplı yangını biraz olsun dindirmek için göğsümü aça aça, rüzgârı içime davet ede ede yürüsem? Hasta olursam çorbamı yapacak birisi yok. Yalnızca yürüdüm. Kafamı kaldırdığımda o uçurumda buldum kendimi. O uçurum! Te- kin olmayan bir salı gecesinin on ikinci dakikasında paldır küldür yatağımdan çıkıp adımlarıma karşı gelmeden ulaştığım o uçuruma. Aşağısında binlerce ‘kendim’ gördüğüm uçurum. Bir görüntüm masa başındaydı, bir görüntüm tepede tiratlar atıyor, bir diğeri düşen başka bir kendimi yerden kaldırmaya çalışıyor ve biri de gözyaşını onlara, hepsine gönderiyordu isteksiz bir rüzgârla. Gitmek istedim. Onları görmeye daha fazla katlanamazdım. Hızlıca arkamı döndüm ve birdenbire aşağı düştüm. Uçurumdan düştüm okur, onların yanına! Binlerce kendimin olduğu o uçurum boşluğuna. Sonu yoktu bu düşüşün. Kanayan ve acıyan benliğimin üstüne boyuna düşüyordum. Tıpkı yazamamanın yetememek olduğunu anladığım o siyah beyaz günlerde olduğu gibi. İşte okur, her salı akşamı diyorum, orada bulmaktayım kendimi. Kahramanlarımın ve kendini bir şişe şaraptan ibaret sanan insanlarımın hepsi burada. Söylerken bile bu kadar inanmamıştım, meğer insanlar… onlar gerçekten benim insanlarımmış. Burası asıl dünyadır sizin de elbet bir gün farkına varacağınız. Burada hepinizin aslı saklanmakta ve sabırla beklemektedir geleceğiniz günü. Siz de bu uçurum başına gelecek ve kaçmaya çalışacaksınız. Fakat korkma okur, söyle insanlara korkmasınlar. Burası bizim kaçamadığımız ve kaçamağımızmış. Burayı nemli bir koltuk altı gibi kokan o dünyaya tercih edeceğinize eminim. Şimdi derinden bir “ah” sesi duyuyorum okur. Bir başkaldırış, bir acı çekiş, teslim oluş. Ölmek yahut toprak altından dirilmek. Burada yaşıyor muyum bilmem okur. Siz orada yaşıyor musunuz? Bilmem. 8 Dilan Özdemir EYLÜL / 2015 İÇİŞ KANTOSU Şarap ağızdan içilir Muhabbetse gözlerden Bundan öte bir hakikat mi var sanki Yaşlanıp ölmeden önce fark edilen Kadehimi ağzıma götürüyor Sana bakıyor ve iç geçiriyorum John Butler Yeats, The Green Helmet and Other Poems, 1912 Çeviri: Ayda Çayır 9 LİRİK Aman cânâ beni şâd et Terahhûm eyle imdâd et Dilersen terk-i kast eyle Bana sen kıyma, azâd et Firâkınla perişânım. Sana olsun fedâ, cânım. Geçip cevr-i sitemden gel, Mürüvvet eyle, insâf et. Anonim 10 EYLÜL / 2015 MÜHİM ŞEYLER Başlanık bu satırlar en başlan Durduğumuz kadar kayıbız elbet. Kimler neresi ve ken. buruşturup durduğumuz bir şey yaşamak. Düğümlü bir haydan. ve bulunur ki masallar ulaşık değil bir bir nedensiz burukluğa damlamış dünyaya mürekkebim şuradaki metanet kimlere kimlere arşın arşın fazla işte en çok da bilmem kaçıncı dünden seslenerek dem kılıyor şiir. çöpler üstünde yalın bir kediyle yken. 11 LİRİK bir dünya bir dünyaya özleniyor oysa bir görk kuşkusuz vardır tin bahçıvanı koridorlarca uzayan eller avuçlar, eller avuçlar bir gök elbet vardır bilinmez bir dünü silsile-y-i yarına paylayan 12 Egemen Tuğluay Çizim: Richard Cermak EYLÜL / 2015 GOTTONAKİS: YILANLAR ÜLKESİ HÜKÜMDARI (1) Yavaştır yaşamanın anlamı. İnsan kendi derinliklerinde gizlidir. Bilinmedik, yaşanılmadık onca fikir dünyası... Ve fikirlerin bir veba gibi tutsak kaldığı arsız Gottonakis! Alabildiğine açlığa hasret zenginler var! (2) Yaşamak tuhaf bir hastalık Gottonakis! Sana aldırmaz; öyle hemen de çıkıp gelmez sana! Avunmak aptalca bir tutum onun için! Sen onu ne denli bekliyor olsan da Gottonakis; idrakine giydirilmiş deli gömlekler var! Senin beklemen bir boşunalık duygusudur yalnızca. Gerçekler içinde hayallerin; olup bitenler içinde olmayacakların düşlenmesi gibi! Başını kaldır Gottonakis! - boyuna ve boşuna bir düşüşOysa; o, gelişmektedir sana doğru! Sen hiç bilmeden - beklerken ve en tuhafı da beyninde kendin için birikirken! Senin beklemen tuhaf ama dingin bir huzursuzluk halidir Gottonakis. Yanlışların ve doğrularınla biriktirdiğin onca umut çökmüştür bakışlarına! Ve senin o korkuların ki an be an en-sende bir kurt uluması kadar cürretkârdır. 13 LİRİK Evet!Gottonakis,YılanlarÜlkesiHükümdarıdır! (3) Gottonakis! Doğumunosancılıgecesindenbirşeyöğrendin: “yaşamanınanlamıbulunmamıştır;bulunmayacaktır.” Bilebilesırtlayıpbedeninibeynine,”gelmeyecekolanyaşamageldin!”Elinde-akrepyalnızlığınınordusunutaşıyarak! Zaman,zamanındaeksilenbirzamanGottonakis... Artık,”yasonuçsuzbirsonolarak-ölüm-gelecektir;yadayavaşyavaşölecektirGottonakis...” VeGottonakis... Tembellikkibirhavarilerormanıdır.Ormankibirkarıncayuvasıkadar depremlibirmahremdir. Vebuodandaduvarayazdığınmısralarhayatınazalanyanıdır:“Failimeçhulbircinayettiryaşam.İsyankiçağınbayrağıdır. Gottonakisbizdenbiridir.Amainsandeğildir.” EksikkalanbirşeydirGottonakis. Tuhafbirinsanîgüdü... Gottonakis... Emrah Zencirci Çizim: Richard Cermak 14 EYLÜL / 2015 İPSİZ ÇAPSIZ BİR KAPLUMBAĞA Merhaba sevgili okuyan. Ben darlanan adam olarak ilk yazı dene- memi gerçekleştiriyorum. Oturduğum yerde, yan masamda oturan adamın çizgi film karakteri şeklindeki dövmesine bakarken yazasım geldi. Bunu durduramadım. Aslında dövmenin kendisi çok orijinal olmasa da, daha önce kimsede görmemiştim. Ki ben sapıklık derecesinde dövme seven biri olarak, insanlarda buna dikkat ederim. Bu figürü hayatımızda hepimiz en az bir kere görmüşüzdür eminim ama hiçbirimizin aklına gelmemiştir kolumuza onu kazımak. Peki bu orijinallik midir, yaratıcılık mıdır, ikisi midir, hiçbirisi mi- dir? Bunu düşünürken buldum kendimi. Bu hayatta herhangi bir şey yapmaya çalışırken önceden yaratılmış imgelerle oyun hamuru gibi oynadığımızı düşünürsek, bu devirde kim nasıl yaratıcıdır ki? Eğer bu güneş altında her şey söylenmişse, ay ışığı altında saçmalayan biri yaratıcı mıdır, taklitçi midir, yoksa sadece deli midir? Keşke yaratılmış imgelerin hepsinin içini boşaltıp tekrar doldurma gibi bir şansımız olsa diye düşünürüm hep. Metaforlar ne kadar hoş olsa da artık sonbahar hüzün anlamına gelmese ya!.. Bu yazıda buna darlanacağım okur. Ve bir uğraş olarak içi çok da doldurulmamış şeyler kullanmaya çalışacağım. Bakarsın yeni bir şey yaratırız ( ya da en azından öyle yaptığımızı düşünür seviniriz). Bu yolda en az benim olduğu kadar senin de yardımına ihtiyacım var bu işte birlikteyiz. Düşünürsek insan en basit objeyi farklı amaçlarla kullanabildiği için 15 LİRİK yaratıcıdırbelkide.Misalelimizdebiripolduğunudüşünelim.Buipleçeşitli eşyalarıbirbirinebağlayabiliriz,ipatlayıpegzersizyapabiliriz,idamdüğümü atarızoartıkölümünsimgesidir.Yaniçeşitliişlerdekullanılabilirvekullanılmıştırda.Amakimseipiçorbaiçmekiçinkullanmaz.İstersedenerbaşarmaz diyebilirsinamabaşarırsagörürümseni.Belkiçorbaiçmeyidüşünmekyaratıcısürecinbaşlangıcıolsadayeterlideğildir,tekrartekrardenemeliveipin potansiyelindenkorkulmamalıdır. Sorabilirsinsenyapıyormusunbunudiye.Kesinlikeyapmıyorum. Bençorbasevmemzaten.Sevsemdecesurdeğilim.Cesaretlensemdesabırlı değilim.Benibirapartmanınilkkatındapencerekenarınakoyulmuşbirkaplumbağaolarakdüşün.Dışarıbaktığımdadünyanınbenimakvaryumumdan daha büyük olduğu çok bariz olsa da, ben ne oradan inebilecek donanıma sahibim ne de -ilk engeli aşsam da- en yakın su birikintisinin yerini kestirebilirim.Amabuyazıyıyazarkenyağmurunyaklaştığınıhissedebiliyorum. 16 EYLÜL / 2015 Birazdan her yer sırılsıklam olacak. Pencereden çıksam belki şu karşıdaki ışıklı yere kadar yürüyebilirim hazır etraf da ıslakken. Dünya o kadar olsa gerek ne kadar büyük olabilir ki? Birkaç yıllık kaplumbağa deneyimlerime dayanarak yağmurun te- kar yağacağını biliyorum. Ama o zamana ışıklı yer orada olur mu, ya da ben yürüyebilir miyim bilmiyorum. Burada sen devreye giriyorsun okur denen gizemli siluet. Eğer sen iple çorba içmeyi düşünmeye cesaret edebilirsen bu kaplumbağanın başına ne gelecek birlikte keşfedebiliriz. Ben çorba sevmesem de bu bir mazeret değildir. Gökhan Sal Çizim: Gökhan Sal 17 LİRİK Gezme ey gönlüm kuşu gâfil fezâ-yı ışkda Kim bu sahrânun güzer-gehlerde çok sayyâdı var Fuzuli 18 EYLÜL / 2015 BAZI YÜKSELİŞLERE VE GECEYE DAİR SESLİ ŞİİRDİR kilitleri kır mesela ayağın ağaç dünyadan ayrılıyoruz ormanlar yükselin rüzgarlara veda edin onlar kardeşinizdi işediğiniz geceye yürüyün perde çekiliyor ayaklarda alkışlar kıyamet kopuyor ne diyorsun veda ediyorsun elin bir sudur çok yanlış anlaşıldın çok affederim elbette sen ağaçsın ve beni bırakıp gitmen çiçekçedir kökler üzerimizden geçiyor çizgi gölge düş çizik gel gör bak dünya dümdüz asfalt irin leşe kokuyoruz saat kaç oldu saat kaç uyanmasak mı bugün bir değişiklik yapalım ne diyorsun demiyorsun iyi böyle tamam Erbil Yaşmaklı 19 LİRİK GİDENLERDEN KALANLAR Eren’e Kelâmınelikolubağlanmış Bitmezbuyangınınseyri Dünyeviolup birmezartaşınınhatrını, zihnimdepekiştiriyorum. Taşınıp,onlarcaomuzda, birikmeklekalmış üzünç yağmurdolmuş beyazoyuktaşına, nasiplensindiyemidirserçeler henüz 21ikensen yanıbaşındadualarveotlarbüyür bahçesanarköyünçocukları bizse, ağlayıpduruluruz güzelliğinekarşı hereylül,herekim birsonbahardandahason’bahar 20 Hilal Argun Çizim: Cem Alpay EYLÜL / 2015 İSKELENİN KIYISINDA ve bu gidenler bilinmeyen bir yerden geldiler, duyuyorlarsa eğer derin bir çığlık şüpheler kavşağında! Ağırım, çökkünüm; kalmak istiyorum, beceremiyorum; rüzgarlarla ve ışıltıyla argaçlanan bir yolun çarşafı işte şu buruk evren sonlamadan gitmek iyiye düşüyor oturmaktan, o galip bile, gece önünde sıradan eserinin, üzgün kalbinde, yaşamın ötesinde bırakan hopayıp zıplamayı bir yaşamla birlikte. Émile Verhaeren, Les Visages de la Vie 1899 Çeviri: Egemen Tuğluay 21 LİRİK SEN DOLABI Sen Senircikli Ne özlemidir o Gözlerinli gül Gülüşünlü gelir Düşlerim Sevircikli sen Sen sevince ne güzelsin Mavili gök dolar Işır içim Anlarım doluşunu Dolaşır sistemim Merkür’ün ayağına Takılır Neptün’üm Yıldızcıklı sevimde Terler venüsü Gecelikli Mars’ın Tendendir benim Dalaşım Derince senin Alfabeni çözemem Çözgünsün korkunca 22 EYLÜL / 2015 Kolumadokununca Anlarım Anlaşılıncaseni Coşarım Biterimçökkün Bubenimdirhal Vermemelimiduygun Senibeklerkenyoksun Bubenimdirmihayat Başkasınınelindesanki Birmaraz oyuncak Uzamım Yatayım Düşeyim Dikeyim Yanalım Sefersinbana Birinisevergibisevmedim Olmadım Oluncaseninle Unuttum Olmayı Olmalıklıbenimle Buyol 23 LİRİK Birlikte batmalı Bedenine Kırılmalı yekten Ortamızdan Sesimi giy Ah özledim Giyinince seni Kendimi soyunurum. Irmak Ecem Aydemir 24 EYLÜL / 2015 SANCI ne aşkın sonu var, ne doğumun, ne ölümün… ben aşkı, ölümler içinde do……..ğur……..dum. Yeşim Çınar 25 LİRİK ETKİ Yaşamak etki yaratmaktı. Her biri gizli güçleri olan süperkahramanlardı. Kimi yazdığı iki satırla, kimi sardığı yaprak sarmasıyla, kimi boyadığı duvarlarla, kimi temizlediği kirli, boş sokaklarla. Hepsi, bir diğerinin hayatını biraz daha güzel kılabilmek için verilen süper güçlerini kullanmakla yükümlüydü. Böylece kimsenin hakkı kimsede kalmıyor ve evren muazzam bir devinim ve delilikle tüm işleri tıkır tıkır yürütüyordu. Hele ki, bazıları gücünü genç yaşlarda sezip, yolunu önceden çizebilirse, bu büyük şans sayılırdı. Dünyanın mevsimini yazdan sonbahara devrettiği zamanlarda, iç- lerinden biri özel gücünü kaybetmiş, yerini uzun, sessiz bir bekleyişe bırakmıştı. Tüm hayatını ailesine ve çevresindeki insanlara hizmet etmeye adamış, takdir beklemeden yaptığı yemekleri, karşılık beklemeden diktiği elbiseleri ve her an muhabbete açık tavrıyla pek çoğunun hayatında iz bırakmıştı. Yaptığı tüm fedakârlıklara rağmen, hayatın ona hiçbir zaman kolay- lık sağlamamış olmasına içerlemedi. Çünkü bu yaşlı ve ufak kadın, yaşamın merhametini sonraya ertelediği bir zamanda doğduğuna inanıyordu ve insan, az da olsa akla yatan bir neden bulduğunda her şeyle baş edebilirdi. Evlerindeki mutfağın duvarında geniş bir hangara açılan, devasa bir kapı vardı. Yaşlı kadın dışında kimsenin girmediği ve yalnızca kendisinde durduğu kapının anahtarını tam da nefes almakta zorlanıp, hastaneye gitmeden 40 dakika kadar önce, kızının avuçlarına bırakacak ve ağzından şu sözler dökülecekti ; “Kapıyı açtığında sonu olmayan dev bir buzdolabı göreceksin. Sınırsız sayıda yaprak sarması, aşure ve puf böreği yaptım. Ben gittikten son- 26 EYLÜL / 2015 ra bile sonsuza kadar yiyebileceksiniz.” O an ikisinin de içinde olduğu his kelimelere dökülemeyecek kadar değerliydi. Birbirlerine baktılar ve sadece gülümsediler. Zamanın kendisini aceleci bir telaşa bıraktığı dakikalardı. Yaratıcıya eli boş gidilmezdi, yolun sonuna mutlaka bir şey götürmeliydi. Kendinden bir şey… Kızının koluna girip hastaneye gitmek için evden çıktıktan yaklaşık 10 dakika kadar sonra, lacivert pantolonun üstüne siyah tişört giydiğini fark etti. Ayakta durmakta güçlük çeken kadın, üstünü değiştirmek için eve geri dönmek istiyor, kızı bir türlü anlam veremiyordu. Ölüme giden bir insanın son ana kadar şıklığı elden bırakmaması komikti bir yandan. Eve geri döndüler. Kadın, lacivert pantolonunun üstüne beyaz bir bluz giydi, saçlarını taradı ve son kez aynaya baktı. Ölümün kendisini zarafete bıraktığı dakikalardı.. Kimse anlamadı neden geri döndüğünü, neden üzerini değiştirdiğini ve renk uyumsuzluğuna neden bu kadar takıldığını... Sebebi basitti aslında; onun için lacivert ile siyah uymazdı çünkü. İpek Büyükakın 27 LİRİK KAHRAMAN BAKIM ACISI Ruhumadoldudenizkabarıp kabarıpşarkılardan,karmaşadan dahaçokçakabarıkkarmaşızdan sızıp kimbilebilirAbidin? Mutluktangeçmeyiyahut sarmaşmışkederimutluedebilmeyi? çizilmezdenizliruhların okyanusavarması uçtukuşlar, kıruzayanyerlerin yuvalıağacından Mete Karaoğlu Çizim: Richard Cermak 28 EYLÜL / 2015 MARTILAR Güzel, güneşli bir gün. Ocak ayı. Resim sergime gidiyorum. Tab lolarımı duvarlarda yeniden görmek, ziyaretçi defterindeki yazıları okumak, gelenlerle konuşmak o kadar büyük keyif ki benim için... Paylaşmanın ve kendini ifadenin büyüsü... Kadıköy vapurunda güzel bir köşeye yerleştim. Elbette cam kenarı. Elbette kameram elimde. Gözlerim Haydarpaşa binasına, biraz ötedeki ona hiç de uymayan büyük minareli camiye, sonra bakımsız teknelere, arkadaki bakımsız küçük binalara gidiyor. Bir iki balıkçı teknesi motorlarını çalıştırıyor. Güzelim eski vapur- ların yerini almak üzere icat edilmiş Mavi Marmara tekneleri tıka basa insan taşıyor ve derme çatma iskelelerinin gişeleri, kulübemsi görüntüleri gözümü yoruyor. Güzel olanı, estetik olanı, bizim olanı, bu vahşi şehirleşmenin doymak bilmeyen iştahına hazırlıyoruz. Verdikçe fazlasını istiyor. Başka bir ülkede çekim odağı olabilecek Kadıköy sahilleri bakımsızlık, estetik duygusundan yoksunluk ve ruhtan gelen temizliğin olmaması nedeniyle kirli, sular bulanık, insanlar yorgun. Yıllardır böyle süregeldi... Bu arada Martılar can derdinde. Onlar yaşamak istiyorlar. Onlar bu kirli sularda balık tutmak, yıkanmak, bu havayı solumak, yaşamak istiyorlar. Vapurların etrafında dolaşıyorlar. Ekmekler ve simitler hazırlanmış, martılara fırlatılıyor. Tam bir cümbüş. Ama ben hüzünlüyüm. Onlara hak ettikleri temiz denizi ve temiz bir denizden yakalayacakları balıkları veremiyoruz. Onların beslendikleri yerler teknelerin motorlarından sızan atıklar, kıyıya vuran ve dalgalarda oynaşan çöpler, vapurlardan fırlatılan ekmek parçaları. Bizler kanserle, allerjik hastalıklarla, enfeksiyonlarla, ve bizleri yoran bu şehrin kirliliğiyle boğuşurken ve artık bunun üzerinde hiç düşünmezken, martıları bir dekor, bir fotoğraf karesi, canlı bir oyuncak gibi algılıyoruz. 29 LİRİK Martılaradına,onlarınölümemirleriniveriyoruz.Kimbiliryaşamsüreleri neolacak,hangigenetikhastalıklarlanesillerisürecek,düşünmüyoruzbile. Onlartümgüzellikleriyle,halabeyazkalantüylerivegüzelimgagalarıyla, masum,sakin,vapurlarınetrafındadolanıyorvedalgalardasallanıyorlar. Onlarabirözürborcumuzolduğunudüşünerekbuyazıyıyazmak istemiştimogün.Yazamadım. Martılar Martıyağmurualtındayım Beyazbirkuğununkanatlarında, mavinineteklerindeyim. Birboğazvapurundayım bacasındanuğultularüfüren. Martılardönüpduruyorbaşımda 30 EYLÜL / 2015 martıların saydam kanatları, gagalarında çığlıkları, ayaklarında telaş, gözlerinde yaşam Martılar dönüp duruyor camlarda, dalgalarda mavilerle sarmaş dolaş Arkada Galata, arkada başka vapurlar, Fonda İstanbul Bitmeyen bir tablo gibi İstanbul Martılar telaşta Ben bir oluyorum martılarla, beraberce gidiyoruz Fonda İstanbul... S. Uzunoğlu Fotoğraf: S. Uzunoğlu 31 LİRİK Dil-bestenim, meshûrunum, Üftâdenim, mecbûrunum. Recaizade Mahmut Ekrem 32 EYLÜL / 2015 PANTHA REİ Muazzez’e, gürültüyle avuçlarıma devrilen bir dağ, zaman ân bende vur, savur dilediğince yamarım ben sıyrıkları geçmişin ipiyle unutuyor yıkılmış bir dağ olduğunu bir taş gibi dururken ortasında hayatın aşıyor üzerimden ey benim en kadim esrikliğim bulmak istersen beni suya değil akışa sor Sezin Seda Altun Çizim: Richard Cermak 33 LİRİK GÜLMEK ÜZERİNE Gün yüzünü yüzüme çevirdiğinde Sarısıcak bir meltem Yosun kokusu burnumda Bir kaç kelam edilebilir belki Güzelliğin üzerine Şarkılar şiirler düzülebilir Mısralarca Fakat hiç bir makyaj malzemesi Gülüşün kadar yakışmayacak suratına 34 Ömer Gündoğdu Editör Egemen Tuğluay Yayın Kurulu Egemen Tuğluay Sezin Seda Altun Doğukan Demirbek Mete Karaoğlu Ömer Gündoğdu Grafik Tasarım Tuba Yavaş Desenler Richard Cermak Gökhan Sal Kapak Fotoğrafı Oktay Turan İletişim Bilgileri twitter.com/lirikdergi facebook.com/lirikdergi [email protected] www.lirikdergi.com Basım Alper Ajans Matbaacılık “Bir virgül dilimin ucunda, Ezik ve kekremsi, Her bütüne meydan okuyan” Oktay Rıfat
Benzer belgeler
Lirik Temmuz 2015
battıkça. Halatlarla bağlı umutlarımız babalara. Hepimiz çarkçıbaşıyız bilmem kaçıncı tekrarında unutkan bir melâl hâlinin.
Ne denmelidir bu sayı için?
En iyisi açın gönlünüzü bir iskele misali, eş...