ﷲِ اﻟرﱠﺣْﻣنِ اﻟرﱠﺣِﯾمِ ﺑِﺳْمِ
Transkript
ﷲِ اﻟرﱠﺣْﻣنِ اﻟرﱠﺣِﯾمِ ﺑِﺳْمِ
ِﯾم اﻟر ْﺣﻣ ِن ﱠ ِﺑ ْﺳ ِم ﷲِ ﱠ ِ اﻟرﺣ BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimiz min-indillâh müeyyed (Allah tarafından desteklenmiş, yardım görmüş) ve şerîat-i mutahhara-i Muhammediyye ile mukayyed bulunduğu halde (Muhammed a.s nin temiz şeriâtine bağlı bulunan), isr-i pâk-i Peygamberîye iktifâen (Peygamber’in doğru yolu ile yetinen) lisân-ı edeple (edepli bir lisânla) min-indillah müeyyed olan (Allah tarafından doğrulanmış ve desteklenen) ve başkalarına da te’yîd eden (yardım edip destekleyen) ve şer’-i Muhammedî-i mutahhar ile mukayyed (Muhammed’in temiz şerîâti ile kayıtlanmış) olup başkalarını da takyîd eyleyen (bu kayıt şartlara göre değerlendiren) kulların zümresinden (kullar topluluğundan) olmaklığı Allâhü zü’l-Celâl Hazretleri’nden recâ (temenni) eder. Ve bu neş’et-i dünyeviyyede (dünyâ hayatında) (S.a.v.) Efendimiz’in ümmetinden olup bilcümle ahvâlde (bütün hallerde) ona tâbi’ olduğu (uyduğu) gibi, berâzih-ı uhreviyye (ahiret hayatında) ve merâtib-i İlâhiyye’de (İlâhî mertebelerde) o Hazret’in havâssı (seçkinler, arifler) zümresinde mahşûr (grubuna dahil edilmiş) olmasını ümîd ettiğini beyân buyurur (duyurur). İmdi, mertebe-i Ahadiyye’den (Sırf Zât, teklik mertebesinden) hakîkat-i Muhammediyye vâsıtasıyla (aracı ile), Hakk-ı Mâlik’in abd-i mahzı (Malik olan Hakk’ın tam bir kulu) olan Cenâb-ı Şeyh-i Ekber Efendimizin kalb-i pâkine (temiz kalplerine), bu Fusûsu’l-Hikem’den en evvel (ilk olarak) ilka (ilhâm) ve vahy olunan şey Kelime-i âdemiyyede (âdem kelimesinin) mündemic (içerdiği) “hikmet-i İlâhiyye” nin (İlâhî hikmetin) beyânında (açıklamalarından) olan fastır (kısımdır). “Hikmet-i İlâhiyye”nin Kelime-i Âdemiyye’ye (âdem kelimesine) tahsîs buyrulmasındaki (ayrılmasındaki) sebep budur ki: İlâhiyyet (İlahlık) bi’l-cümle (bütün) esmâ ve sıfât-ı Hakk’ı câmi’ olan (Hakk’ın tüm esma ve sıfâtlarını toplamış olan) bir mertebenin ismidir. Ve Âdem (İnsan), kemâlât âleminin (tamlıklar, olgunluklar, faziletler aleminin) miftâhıdır (anahtarıdır). Eğer Âdem (İnsan-insan-ı kamil) olmasa idi, mertebe-i Ulûhiyyet’in câmi’ olduğu (Uluhiyet mertebesinde toplanmış olan) esmâ ve sıfât (isimler ve sıfatlar) kemâliyle (tam olarak, bütün mükemmeliyetleri ile) zâhir olmaz idi (açığa çıkmazlardı). Zîrâ (çünkü) “İlâhiyyet” (ilahlık) “me’lûh” (kulluk) olmayınca zâhir olmaz (açığa çıkmaz). Ve âlemde (evrende) Âdem’den (İnsandan) gayri (başka) olan mezâhirin (görünme yerlerinin) hiçbirisinin taayyünü (oluşumu), bu cem’iyyetin (topluluğun) zuhûruna (açığa çıkmasına) müsâid (elverişli) değildir. O mezâhirde (görünme yerlerinde) İlâhiyyet’ten zâhir olan (açığa çıkan) şey, ancak onların Rabb-i hâssı olan (kendi öz rabbleri olan) ismin Rubûbiyyet (rablık) ve Ulûhiyyetinden (ilahlığından) ne kadar hissesi (payı) varsa, o kadardır. İmdi, âlem (evren) mazhar-ı ism-i Rahmân (Rahmân isminin açığa çıktığı, görüldüğü mahal) olduğu ve “etteenni miner Rahmân” ya’nî “teenni (ihtiyatlı ve akıllıca olup, acele etmeme) Rahmân’dandır” mısdâkınca (kriterince) âlemdeki zuhûrât (evrendeki hadiseler, oluşumlar) kaide-i tekâmüle (olgunlaşma kaidelerine) tâbi’ olup, kemâlât tedrîcî bulunduğu (olgunlaşma aşamalı ve yavaş yavaş geliştiği) cihetle (yön ile) ekmel-i mahlûkat (en mükemmel yaratık) ve eşref-i mevcûdâd (en şerefli varlık) olan Âdem (İnsan) en sonra geldi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan), bu suver-i nev’iyye-i kevniyyenin (var olan suret türlerinin) âhiri (sonuncusu) ve hâtemi (ve mühürü) oldu. Ve onda kâffe-i mevcûdâtın netâyici (tüm mevcûdatın neticeleri) ve zübdesi (özleri) ve hulâsası (esası) mevcûd oldu. Ve kemâl-i celâ (Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâ (Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyün) Âdem’in (İnsanın) vücûdu (varlığı) ile husûle (meydana) geldi. Zîrâ, esmâ-i ilâhiyyenin (ilâhî isimlerin) hey’et-i mecmûası (bütün hepsi) bâtında mertebe-i taakkulda (bilinç, şuur mertebesinde gizli) iken, Âdem (İnsan) bu hey’et-i mecmûa sûretine (bunların tümünün suretine) mazhar (görünme yeri) ve âyîne (ayna) oldu. Beyt: “Mahbûb-i hakîki kendi sûretini ızhâr etmek murâd etti. Âdem’in su ve çamur ma’rekesinde çadır kurdu. Kendi cemâlini temâşâ için topraktan âyîne yaptı. Kendi aksini gördü. Gayretten hepsini alt-üst etti. Tercüme : “Mahbûb-i hakîki (gerçek sevgili) kendi sûretini ızhâr etmek (açığa çıkarmak) murâd etti (istedi). Âdem’in su ve çamur ma’rekesinde (meydanında) çadır kurdu. Kendi cemâlini temâşâ (seyretmek) için topraktan âyîne (ayna) yaptı. Kendi aksini (görüntüsünü) gördü. Gayretten (kıskançlıktan) hepsini alt-üst etti. (karıştırdı)” İşte “hikmet-i İlâhiyye”nin (ilahi hikmetlerin) Kelime-i Âdemiyye’ye (Adem kelimesine) tahsîsindeki (ayrılmasındaki) sebeb budur. “Fass” bir şeyin hulâsası (özü) ve zübdesi (en seçkin parçası) ma’nâsınadır. Ve hâtemin fassı (yüzüğün taşı) hâtemi tezyîn (yüzüğü süsleyen, onu kıymetli) eden şeydir, ya’nî yüzüğün taşıdır ki, onun üzerine sâhibinin ismi yazılır. “Hikmet” ile “kelime”nin ma’nâları evâil-i dîbâce’de (daha önce dibace bölümünde) îzâh olundu. Vaktâkî Hak Sübhânehû ve Teâlâ kabil-i ta’dâd olmayan esmâ-i hüsnâsı haysiyetinden onların “ayn”larını görmek diledi; - ve eğer diler isen, vücûd ile muttasıf olmasından nâşî emri hasr eden kevn-i câmi’de kendi “ayn”ını görmekliği ve onunla kendi sırrı, kendine zâhir olmasını diledi dersin.- Zîrâ bir şeyin kendi nefsine kendi nefsi ile rü’yeti, o şeye mir’ât gibi emr-i âharda kendi nefsine rü’yeti gibi değildir. Çünkü, ona kendi nefsi manzûrun-fih olan mahallin verdiği bir sûrette zâhir olur. Öyle ki bu mahallin vücûdu olmaksızın ve onun ona tecellisi bulunmaksızın, ona sûret zâhir olmaz idi. Halbuki Hak Teâlâ âlemin küllîsini, kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka vücûd-i cesed olarak halk etmiş idi. Binâenaleyh, gayr-i mücellâ bir âyîne gibi idi. Ve hükm-i ilâhînin şânındandır ki, muhakkak o, bir mahalli ancak “nefh-i ilâhi” ta’bîr olunan rûh-i ilâhîyi kabûl etmesi lâ-büd olarak tesviye etti. O da ancak lem-yezel ve lâ-yezâl olan tecellî-i dâim feyzini kabûl etmek için tesviye olunan bu sûretten isti’dâdın husûlüdür. Ve ancak kabil kaldı. Ve kabil ise, ancak onun feyz-i akdesinden vâkı’ olur. Böyle olunca emrin küllîsi, ondan ibtidâ eylediği gibi, ona râci’ olur. İmdi emr, mir’ât-ı âlemin cilâsını iktizâ etti. Binâenaleyh Âdem, bu âyînenin ayn-ı cilâsı ve sûretin rûhu oldu. (1) Ne zaman ki, her türlü arazlardan, kusur, ayıp ve eksiklerden beri olan yüce Allah sayılması mümkün olmayan güzel isimleri itibariyle onların “ayn”larını (hakikatlerini, kendilerini, belirişlerini) görmeyi diledi; (ve eğer dilersen, varlık ile vasıflanmış olması sebebiyle işleri (tecellileri) kuşatan toplayıcı bir varlıkta (İnsan-ı kamil) kendi “ayn”ını (hakikatini, kendini, belirişini) görmekliği ve onunla kendi sırrının, kendine açılmasını diledi dersin). Çünkü bir şeyin kendi nefsini (kendisini) kendi nefsiyle (kendisi ile) görmesi, o şeyi kendisine ayna gibi olan başka bir şeyde görmesi gibi değildir. Çünkü, ona kendi nefsi (görüntüsü) bakılmakta olan mahallin verdiği (yansıttığı) surette/biçimde görünür. Öyle ki bu mahallin varlığı olmadan ve onun bu mahalle tecellîsi bulunmadan, onda kendisi için bir suret/görüntü açığa çıkmazdı. Oysa ki Hak Teâlâ âlemin tamamını, mükemmel olmakla berâber kendisinde rûh olmayan ceset gibi yaratmış idi. Bundan dolayı cilasız, mat bir ayna gibi idi. Ve ilâhî hükmünün şânı gereği O, bir mahalli ancak “ilâhi üfleme” olarak ifâde edilen ilâhî rûhu kabûl edici olarak düzenleyip hazırlar. O da ancak sonsuz ve kesintisiz olan dâimi tecellînin feyzini (Feyz sözlükte akış demektir. İlahi feyz Hakkıın yaratmaya yönelmesidir. Bu yüzden Feyz-i Akdes İlahi Zatın kendinden kendine şe’ninden varlığa meylini, Feyz-i Mukaddes ise şe’nin devamlılığından varlığın mevcudada meylini ifade eder. Bu ikisine birlikte Daimi Tecelli Feyzi denir) kabûl etmesi için düzenlenip hazırlanmış bu sûretten (bu feyz akışını kabul edecek) kabiliyetlerin açığa çıkarılmasından başka birşey değildir. Ve sadece (bu kesintisiz feyzi) kabul edici (kabil/edilgen) vardır. Ve bu kabul ediciler (kabil/edilgen) ise sadece onun feyz-i akdes’inden gerçekleşmiştir. (Feyz-i Akdes: İlahi isimlerin Hakkın ayan-ı sabite makamındaki isimlerle vücutlanma arzusundan dolayı Zat’ın ayanı sabite makamında ilmi suretlerle vasıflanmasıdır. Dolayısıyla bu makamda açığa çıkan Hakktan başkası değildir ve herşey ayan-ı sabiteden türer) Böyle olunca işlerin tamamı, ondan çıktığı gibi, yine ona geri döner. Şimdi iş, âlem aynasının cilâsını gerektirdi. Bundan dolayı Âdem, bu aynanın cilâsı ve bu sûretin rûhu gibi oldu. (1) Ma’lûm olsun ki (bilinsin ki), Zât-ı Ahadiyye’nin (tek olan Zatın) külliyyât i’tibâriyle (bütünsellik yönüyle) altı mertebesi vardır. Ve cüz’iyyât i’tibâriyle (kısımları yönünden ise) merâtibine nihâyet (mertebelerinin sonu) yoktur: Birincisi: “Lâ-taayyün”, (taayyünsüzlük (belirsizlik) “ıtlâk” (mutlaklık, kayıtsızlık) ve “Zât-ı baht” (sırf zat) mertebesidir. O mertebenin bu isimler ile tevsîmi (isimlendirilmesi) tâliblere (öğrenmek isteyenlere) tefhîm-i merâm (istenilenleri anlatmak) içindir. Yoksa Zât-ı Sırf (sırf zat) bi’l-cümle (bütün) sıfât ve nuût (sıfat ve vasıflardan) ve isim izâfesinden (isim yakıştırmasından) münezzeh (beri) olduğu gibi, kayd-ı ıtlâk (kayıtsızlık kaydından) ve selb-i taayyün mefhûmundan (oluşumun olmaması kavramından) dahi (da) mukaddestir (uzakdır, arıdır). Ve bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin künhüdür (özü, aslıdır). Onun fevkinde (üstünde) hiçbir mertebe yoktur, belki bi’l-cümle merâtib (bütün mertebeler) onun tahtındadır (altındadır). Ve zâtın bi’l-cümle niseb (bütün sıfâtları) ve şuûnâtı (fiilleri) ve onun kâffe-i merâtibi (mertebelerinin hepsi) kendinde kâmin (saklı) ve muhtefîdir (gizlenmiştir). Ve Zât, zâtiyyeti cihetinden (yönünden) âlemlerden ganî (zengin, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) olduğundan tecellîden müstağnîdir (belirip açığa çıkmaya da ihtiyacı yoktur, yani tecelli bakımından da gani dir). Onun tecellîsini (görünme ve bilinmesini) iktizâ eden (gerektiren) şey, zâtında muhtefî (gizlenmiş) ve kâmin (saklanmış) olan niseb (bağıntılar) ve şuûnâtıdır (keyfiyet ve hallerdir). Eğer kendisinde bu niseb (bağıntılar) ve şuûnât (keyfiyet ve haller) olmasa idi, Zât ebediyyen (asla, hiç bir zaman) mütecellî olmaz (tecelli etmez) idi. Ve bi’l-cümle niseb ve şuûnât (bağıntılar ve haller ve keyfiyetler), Zât’ta müstehlek (eryip sindirilmiş) ve muzmahil (yok) olduğundan onlar bu mertebede Zât-ı bahtın (sırf Zât’ın) aynıdır. Meşiyyet (isteme, irade) dahî (de) niseb-i sâire (diğer bağıntılar) gibi onun bir nisbeti (bağıntısı) olduğundan Hak, mertebe-i Ahadiyyet’te (Ahadiyet, teklik mertebesinde) meşiyyetî (iradi) değildir. Ve meşiyyet (irade) denilen nisbet (bağıntı) ise Zât’ın “ayn”ıdır. Ve bu mertebe, eltaf-ı latîf (lâtifin lâtifi, en şeffâf) olduğundan ve eksef-i kesîf (koyunun koyusu, madde) olan bu âlem-i şehâdete (bu şahit olunan aleme) ve esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) merdûd (gönderilmiş) bulunan insanın fikri bu mertebeye nazaran eksef (çok kesîf, koyu) bulunduğundan fikir ile Zât-ı Sırf’ın (sırf Zatın) idrâki (anlaşılması) mümkin değildir. Onun için hadîs-i şerîfte “Allah’ın zâtını tefekkür etmeyiniz” buyrulmuştur. İkincisi: “Vâhidiyyet” mertebesidir. Bu mertebenin husûlü (türeyişi, meydana gelmesi), Zât-ı Sırf’ta muhtefî (saklı) ve müstehlek (sindirilmiş) olan bi’l-cümle nisebin (bağıntıların), ya’nî sıfâtın (sıfatların) lisân-ı isti’dâd (istidâd, kabiliyet dili) ile zuhûr takazâsında (meydana çıkma isteğinde) bulunmalarından ve Zât’ın dahî (da) onları kendi mahbesleri (hapishaneleri) olan mertebe-i Ahadiyyet’ten (ahadiyet(teklik) mertebesinden) ıtlâk (salıvermeleri) için tenfîs etmesinden (nefeslenmesi) nâşîdir (sebebiyledir). İşte bu tenfîs (nefeslenme) ile o sıfâtın suveri (sûretleri) ilm-i ilâhîde (ilahi ilimde) sâbit (belirlenmiş) olur. Bu tenfîs (nefeslenme), Zât’ın kendisinde, yine kendisine, kendi zâtı ile vâkı’ (olmuş) olan tecellîsinden (görünüp, açığa çıkmasından) ibârettir. Ve bu tecellîye (görünüp, açığa çıkışa) “feyz-i akdes” (İlahi isimlerin Hakkın ayan-ı sabite makamındaki isimlerle vücutlanma arzusundan dolayı Zat’ın ayanı sabite makamında ilmi suretlerle vasıflanmasıdır. Dolayısıyla bu makamda açığa çıkan Hakktan başkası değildir ve herşey ayan-ı sabiteden türer) derler. Ve mertebe-i ilimde (ilmi seviyede, bilinçte) sâbit (belirlenmiş olan) olan suver-i sıfât (sıfat sûretleri), Zât-ı Hakk’ın (Hakkın Zatının) bunlarla taayyününden (açığa çıkmasından, belirmesinden, suretlenmesinden) ibârettir. Ve bu mertebenin ismi “Allah” dır. “Vahidiyyet” tesmiyesi (olarak adlandırılması) bi’l-cümle esmânın (isimlerin hepsinin) “Allah” ism-i küllîsi (tümel ismi) tahtında (altında) müctemi’ (toplanmış) olmalarından nâşîdir (sebebiyledir, dolayıdır). İlim mertebesinde (ilmi seviyede, bilinçte) müteayyin olan (belirli, aşikar ve meydanda olan, taayün etmiş olan) bu sûretlere, “a’yân-ı sâbite” (değişmez hakikatler, sabitlenmiş özler, ilmi suretler, tasarım projeleri, tip projeler v.s..) derler; ve “hakayık-ı İlâhiyye” (ilâhî hakikâtler) de ta’bir ederler (derler). Zîrâ Sıfât-ı İlâhiyye’nin sûretleridir; (ilâhi sıfatların sûretlerdir) ve mümkinâtın hakayıkı (olası varlıkların hakikâtleri) ve istinâd-gâhıdır (dayandığı yerdir). İşte bu mertebede meşiyyet-i Zâtiyye (Zâti irade, istekler) dahi, (de) niseb-i sâire (diğer bağıntılar) gibi, mahbes-i Zât’tan (Zat hapsinden) ıtlâk (serbest bırakılmış) olunduğundan Zât-ı sırf, (sırf Zât) nisbet-i meşiyyet (irade, istekler bağıntısı) ile mütecellî olmakla (tecelli eden, beliren olmakla), bi’l cümle suver-i niseb, (bütün bağıntıların sûretleri) bu nisbet-i meşiyyet tahtında (iradi istekler bağıntısı altında) “ilm-i ilâhî” (İlahi ilim) mertebesinde müteayyin olurlar (belirmiş, açığa çıkmış olurlar). Ve “meşiyyet”, (irade, isteme) Zât’ın zuhûr (açığa çıkma) ve ızhâra (açığa çıkarmaya) meyl (yönelmesinden) ve hâhişinden (arzusundan) ibârettir. Bu babtaki (konudaki) tafsîlât Fass-ı Dâvûdî nihâyetinde (sonunda) ve Fass-ı lokmânî evâilinde (başlangıcında) gelecektir. Bu mertebe-i Vâhidiyyet, Ahadiyyet mertebesine nisbeten (kıyasla) eltaf-ı latîf (lâtifin lâtifi) olan Zât-ı Hakk’ın bir mertebe, tekâsüf buyurmasından (inmesinden, yoğunlaşmasından) başka bir şey değildir. Ve Zât-ı sırf (sırf Zât) bu mertebenin bâtını, (gizli, görünmeyen tarafı) Vâhidiyyet mertebesi ise, Zât-ı Sırf’ın (sırf Zât’ın) zâhiri (bilinen, görünen tarafı) olur. Üçüncüsü: “Mertebe-i ervâh”tır. “Ruhlar mertebesi” Bu mertebe Zât-ı Mutlak’ın (kayıtsız, sırf zat’ın) mertebe-i ilimden (ilim mertebesinden) bir derece daha tekâsüfünden (yoğunlaşmasından) ibârettir. Öyle ki, mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) sâbit (belirlenmiş, değişmez) olan her bir sûret-i ilmiyye (ilmi suret, tip proje), bir cevher-i bâsît (basit öz cevher) olarak bu mertebede zâhir olur (açığa çıkar). Ve bu cevâhir-i basîta (basit cevherler) şekil ve levn (renk) ve zaman ve mekân (yer işgâl etme) ve hark (yırtılma) ve iltiyâmdan (bitişmeden) mücerreddir (tecrîd edilmiştir, soyutlanmıştır). Bu bir âlemdir ki, işâret-i hissiyye (hissedişler) ile tevhîm etmek (hissetmek, algılamak) mümkin değildir. Bu mertebede her bir rûh, kendisini ve kendi mislini (benzerini) ve kendi mebdei (başlangıcı, kökü) olan Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini müdriktir (idrak etmektedir). Bu âleme “âlem-i emr” (emr alemi), “âlem-i gayb” (gayb alemi), “âlem-i ulvî” (ulvi alem) ve “âlem-i melekût” (melakut alemi) derler. Bu mertebe Zât-ı Mutlak’ın (sırf Zât’ın) ayrılık ve gayriyyet nev’i üzere (ayrılık ve başka şekillerde) hâriçte zuhûrudur (dışta meydana çıkmasıdır). Bu ayrılık ve gayrılık (başkalık), buhâr-ı latîfin (şeffâf olan buharın) bir mertebede tekâsüf ederek (yoğunlaşarak) bulut olmasına benzer. Ve âlem-i ervâh (rûhlar mertebesi) Vâhidiyyet mertebesinin zâhiri (görünen tarafı), Vâhidiyyet mertebesi ise onun bâtınıdır (gizli, tarafıdır). Şu halde, mertebe-i ervâha nisbeten (rûhlar mertebesine göre) mertebe-i Ahadiyyet, bâtının bâtını (gizlinin gizlisi) olmuş olur. Dördüncüsü: Mertebe-i “âlem-i misâl”dir. (hayal alemi mertebesidir) Bu mertebede dahi (de) Zât-ı Mutlak’ın (Mutlak Zât’ın) tecezzî (bölünme) ve inkısâm (parçalanma) ve hark (yırtılma) ve iltiyâm (birleşme) kabûl etmeyen suver (sûretler) ve eşkâl (şekiller) ile hâriçte (dışta) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır). Ve bu âleme “âlem-i misâl” tesmiyesinin (ismi verilmesinin) vechi (yönü, nedeni) budur ki, âlem-i ervâhta (rûhlar âleminde) bulunan her bir ferdin âlem-i ecsâmda (cisimler âleminde) bürüneceği bir sûretin mümâsili (benzeri) bu âlemde zâhir olur (meydana gelir, prototip). Ve bir tâife (grup) ona “hayâl” derler. Zirâ bunları müdrik (anlayan, vâkıf) olan kuvve-i mütehayyiledir (hayâl gücüdür). Ve âlem-i misâle “âlem-i berzah” (ara alem, geçiş alemi) ve “mürekkebât-ı latîfe” (latif bileşikler) dahi (de) derler. Ve ehl-i tasavvuf ıstılâhında (tasavvuf ehlinin tanımlarında) âlem-i ervâh ve misâli (ruhlar ve hayal alemini) cem’ edip (birleştirip) “âlem-i melekût” (melekler alemi) derler. Ve âlem-i misâl (hayal alemi), âlem-i ervâhtan (rûhlar âleminden) âlem-i ecsâma (madde âlemine) vâsıl olan (ulaşan) “feyz-i mukaddes”sin (ilmi suretlerin varoluş sahnesine devamlı ve kesintisiz akışının) vâsıtasıdır (aracıdır). Ve ervâh (rûhlar) ve ecsâm (cisimler) arasında berzahtır (geçiştir, köprüdür). Ve berzahiyyeti (arada olması) hasebiyle (sebebiyle) her iki âlemin ahkâmını câmi’dir (hükümlerini kendinde toplamıştır) ki, onlar da zâhir ve bâtınıdır. Ya’nî mertebe-i misâl (hayal mertebesi) mertebe-i ervâhın (ruhlar mertebesinin) zâhiri (bilineni, açığa çıkmışı, görünen tarafı) ve mertebe-i ecsâmın (cisimler mertebesinin) bâtınıdır (gizli, bilinmeyen, görünmeyen tarafıdır). Şu halde, Zât-ı Mutlak (Mutlak Zat) mertebe-i misâle (hayal mertebesine) nazaran (göre), bâtının bâtının bâtını (gizlinin gizlisinin gizlisi) olur. Ve bu mertebe, gayb (görünmeyen) ve şehâdet (görülebilen) arasında hadd-i fâsıldır (ara, sınırdır). Ve cism-i mürekkeb-i maddînin (elementlerin birleşmesinden meydana gelmiş olan cisimler) aynı olmadığı gibi, cevher-i mücerred-i aklînin (saf akli cevherin) dahi (de) aynı değildir. Ya’nî âlem-i ervâh (rûhlar âlemi) ile âlem-i ecsâmın (madde âleminden) gayridir (başkadır). Ervâha nisbeten kesîf (rûhlara göre yoğun, koyu) ve ecsâma nisbeten latîftir (cisimlere göre latif, uçucudur). Şu kadar var ki, cevher-i cismânî (cismani cevher) ile cevher-i mücerred-i aklîye (saf akli cevhere) müşâbeheti (benzerliği) vardır. Ecsâma müşâbeheti (cisme benzerliği) budur ki, (şudur ki) ecsâmın (cismin) nasıl arzı ve tûlü ve umku (en, boy ve derinliği) varsa, sûret-i misâliyyenin (hayal sûretlerinin) dahi (de) arzı ve tûlü ve umku (eni, boyu ve derinliği) vardır. Ve onu ölçmek ve göz ile görmek mümkindir. Âyîneye mün’akis (aynaya aksetmiş) olan sûret gibi. Ervâha müşâbeheti (rûhlara benzerliği) budur ki, ervâh (rûhlar) nasıl nûrânî ve lâtif (şeffâf) ise suver-i misâliyye (hayal sûretleri) dahi (de) latîf ve nûrânîdir. Ve letâfet ve nûrâniyyetinden nâşî (dolayı) el ile tutulmaz ve bıçakla kesilmez ve eczâya tefrîk edilemez (küçük parçalara ayrılamaz, bölünemez). Rü’yâda görülen suver (biçimler) bu âlemdendir. Beşincisi: “Mertebe-i şehâdet” tir (şahit olunan âlemdir). Bu mertebe dahi (de) Zât-ı Mutlak’ın (sırf Zatın) tecezzî (bölünme) ve inkısâm (parçalanma) ve hark (yırtılma) ve iltiyâm (bitişme) kabûl eden suver-i ecsâm ile (cisimani suretler ile) hâriçte (hariçte) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır). Onun için bu âleme “âlem-i kevn ve fesâd” (var oluş ve bozuluş alemi) derler. Zîrâ suver-i ecsâm (cisim sûretleri) bir taraftan tekevvün eder (oluşur) ve bir taraftan bozulur. Ve bu âlem-i ecsâmın (cisimler âleminin) müfredât-ı besâitı (basit içeriği) müvellidü’l-humûzâ (oksijen), klor, sodyum, karbon, kils-i bakır, altın, gümüş ilh...(v.b.) gibi yetmiş küsur anâsırdan (unsurdan) ibârettir. Suver-i muhtelife (çeşitli sûretler) bu anâsırdan (elementlerden) ba’zılarının mekadîr-i muhtelife üzere (çeşitli miktarlarda) yek-dîğeriyle (bir diğeriyle) imtizâcından terekküb eder (karışımından meydana gelir). Bu anâsırın (unsurların) sûret-i umûmiyyede (genelde) üç hâli vardır. Onlar da gaz, mâyi’ (sıvı) ve sulb (katı) halleridir. Tafsîli (geniş açıklaması) hikmet-i tabîiyye (tabiat ile ilgili hikmetlerin açıklaması) ve kimyâ kitaplarında münderictir (yer almıştır). Ehl-i tasavvuf, (tasavvuf ehli) cism-i hayvânın (hayvan cismlerinin) dört rükun (temel) üzere bulunduğunu beyan ederler (açıklarlar) ki, bunlar da havâ (gaz), su (mâyi’), toprak (sulb) ve ateş (harâret)ten ibârettir. Bu âlem-i ecsâm (madde âlemi) merâtib-i sâirenin (diğer mertebelerin) cümlesinden (hepsinden) eksef (yoğun, en kesif) ve azhardır (en açık görülen ve bilinendir). Ve mertebe-i Ahadiyyet (Ahadiyet (teklik) mertebesi) bu mertebeye nisbeten (göre) ebtan-ı butûndur (batının batını, en gizli olanıdır). Ve âlem-i ecsâmda (madde âleminde) zâhir olan (görülen) her bir sûretin hakîkati, mertebe-i Vâhidiyyet’te (“bir”lik mertebesinde) sâbit (değişmez olan) olan a’yândır (hakikatleridir). Ve her birisinin âlem-i ervâhta (rûhlar âleminde) birer rûhu vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı), âlem-i ecsâmda (madde âleminde) gerek cemâd (cansızlar, madenler), gerek nebât (bitki) ve gerek hayvan olsun, rûhu olmayan bir sûret yoktur. Zîrâ, her bir sûret bir ismin mazharıdır (açığa çıktığı yerdir). Ve onu müdebbir (tedbir eden, idare edici) olan rûh o isimdir. “Cemâd”a cemâd (cansız dediğimiz maddeler, taş, toprak, maden..) denilmesi kendi taayyününün (oluşumlarının) âsâr-ı rûhiyye zuhûruna (rûhi eserlerin meydana çıkmasına) müsâid (elverişli) olmamasındandır. Suver-i ecsâm (cismani suretler) tekâmül-i tedrîcî ile (aşamalı, yavaş yavaş gelişerek) kendisinde âsâr-ı rûhiyye (kendilerinde rûhi eserlerin) zâhir olacak (meydana çıkaracağı, onları görünür kılacak) taayyün (oluşum) iktisâb eder (kazanırlar) ve âkıbet (nihâyet), en mükemmel sûret olan suver-i insâniyyede (insan suretinde) âsâr-ı rûhiyye (rûhun eserleri) pek âşikâr olarak zâhir olur (görülür). Fakat dikkât olunsun ki, bu merâtibde (mertebelerde) görülen istihâlât (hâl değişimleri) ve tağayyürât (başkalaşımlar) Zât-ı Mutlak’ın (Mutlak Zat’ın) değildir. Her bir mertebede Zât-ı Mutlak (sırf zat, mutlak zat), Zâtiyyeti üzere kâimdir (zati olarak mevcuttur). Tağayyürât (başkalaşımlar) ve istihâlât (hâlden hâle geçmeler), ancak onun ârızı (sonradan oluşan, gelip geçici) olan sıfâtındandır. Meselâ, buhârın zâtı latîftir. Bir mertebe tekâsüf edince (yoğunlaşınca) bulut olur. Bir derece daha tekâsüf edince (yoğunlaşınca) su ve yine tekâsüf edince (yoğunlaşınca) buz olur. Her bir mertebede buhar zâtiyyeti üzere (kendi zâtı ile) kâimdir. (mevcûttur) Zîrâ tağayyür eden (başkalaşan) şey buharın zâtı değildir; onun zâtında mündemic olan (bulunan) sıfât-ı ârızasıdır (zati olmayıp sonradan edinilen sıfâtlardır). Eğer buhârın zâtı tağayyür etmiş (değişmiş) olsa idi buz eriyip su ve tebahhurât-ı tedrîciyye ile (yavaş yavaş buharlaşarak) bulut ve bulut tekrâr telattuf ederek (şeffâflaşarak) buhar olmamak (olmaması) lâzım gelir idi. Zîrâ bozulan şey başka bir şey olur ve aslına iltihâk (katılma) ve rücû’ edemez (geri dönüşemez). Meselâ şarabın içine tuz konsa, bozulup sirke olur. Zâtı bozulduğundan, artık şarap olamaz. Altıncısı: Mertebe-i câmi’-i hazret-i insandır (tüm mertebeleri toplayan insan mertebesidir). Bu mertebe dahi kezâlik (bu mertebede de) Zât-ı Mutlak’ın (sırf Zât’ın) bir mazhar-ı etemmde (eksiksiz tam olarak, en güzel göründüğü mahalden) zuhûrudur (açığa çıkmasıdır). Ve bu mazhar-ı etemm (eksiksiz tam olarak en güzel görünmüş olduğu mahal) dahi (de) nev’i Âdem’dir. (İnsan türüdür) Ve ehl-i tasavvuf (tasavvuf sahipleri) âlem-i his (sezgisel, batıni alem) ve şehâdet (duyusal, görünen alem) ile “hazret-i insan”ı cem’ edip (birleştirip) “nâsût” (İnsanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin, değerin hepsi, insani öz,) derler. Ve işte bu mertebe kâffe-i merâtib-i (mertebelerin hepsini) cismâniyye (cismani) ve nûrâniyyeyi (nurani) ve vahdeti (vahdaniyeti) ve vâhidiyyeti (vahidiyyeti) câmi’ (toplamış) olan bir tecellî (oluşum, meydana geliş, açığa çıkış, biliniş) ve bir libâs-ı ahîrdir (giyilen en son giyisidir). Ve insan sûret-i İlâhiyye üzere mahlûk (ilahi suret üzerine yaratılmış) olduğundan bi’l-cümle esmâyı câmi’ (tüm isimleri kendinde toplamış) olan “Allah” ism-i şerîfinin (şerefli isminin) mazharıdır (görüntü mahallidir). Ve insan, kâmil ve gayr-i kâmil (kâmil olmayan insan) olarak iki kısımdır. Her ikisi dahi (de) bu ism-i mübârekin (mübarek ismin) mazharıdır (görüntü mahallidir). Fakat Enbiyâ (Nebî, Peygamber) ve Evliyâdan ibâret olan İnsân-ı Kâmil, tarîk-ı tasfiye ile (arınma, temizlenme yoluyla) mebdee rücû’ ettikleri (asıllarına geri döndükleri) ve kendi mevhûm olan (vehm ettikleri, var sandıkları) varlıklarından fânî (yok) oldukları cihetle (yönüyle) sâir efrâd-ı insâniyyeden (diğer insanlardan) bu kemâl (olgunluk) ile mümtâz (ayrılmış, seçkin) olmuşlardır. Ya’nî bu zevât-ı kirâm (ulu zatlar) Hak-perest (Allah’a tapan) ve efrâd-ı bâkiyye-i insâniyye (geriye kalan insanlar) ise hod-peresttir (kendini taparcasına sevenlerdir). Nitekim Mevlânâ (r.a.) buyurmuşlardır: ........................................... .................................. Tercüme : Her kim ki rubûde-i elesttir (Rabbiniz değil miyim? sözüne kapılmıştır) Tâ ahd-i “eles”ten o mesttir (Elest meclisinde ilahi hitab ile mestdir) Bağlanmış ayağı derd evinde (bağlı kalmış bu dert dünyasında) Can vermek için küşâde-desttir (el açandır) Kendinden o fânî Dost’la bâkî (kendinden geçmiş yok olmuş, dostta var) Hayret ki, o nîsttir ve hesttir (hayrettir ki hem yoktur ve hem de vardır) Bu zümredir ancak ehl-i tevhîd (sadece bu guruptan olanlar tevhid ehlidir) Bâkîsi cihanda hod-peresttir.(alemde geriye kalanlar kendine tapmakdadır) Ve her mertebe ve taayyün (oluşum) esmâ-i İlâhiyye’den (ilahi isimlerden) bir ismin mazharıdır (görünme yerdir). Ve insan “Allah” ism-i küllîsinin (tüm isimlerin toplamı olan Allah isminin) mazharıdır (görüntü mahallidir). Ve kâffe-i esmâ-i ilâhiyye cüz’iyyâtının (bütünü oluşturan ilahi isimlerin tümünün) küllün tahtında indirâcı (bütünün kapsamı altında olması, onda erimesi) gibi, ism-i Zât (Zat ismi) ve müstecmi’-i cemî’-i sıfât olan (toplanmış sıfat topluluğu olan) “Allah” ism-i küllîsinin tahtında mündemicdir (Allah tümel ismi kapsamı altında bulunurlar, erirler). Ve “Allah” ismi, nasıl ki hakîkatte ve mertebede cemî-i esmâ üzerine (bütün isimlerin) mukaddem (üzerinde) ise, “Allah” ism-i mübârekinin mazharı (mübarek Allah isminin görüntü yeri) olan hakîkat-i insâniyye (insani hakîkat) dahi (de) cemî’-i mezâhirin (tüm görüntü yerlerinin) zâtından ve hakîkatinden mukaddem (üzerinde) olmak lâzım gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı), hakîkat-i insâniyye (insani hakîkat) cemî-i mezâhirin (tüm görüntü mahallerinin) hakayıkını câmi’ (hakîkatlerini kendinde toplamış) ve kaffe-i merâtibi muhîttir. (bütün mertebeleri kuşatmıştır) Ve mertebe-i insandan hâriç (insan mertebesinin dışında) hiçbir şey yoktur. Nitekim Hz. Emîrü’l-mü’minîn, (müminlerin emiri) esedullâhi’l-gâlib (Allah’ın galip ve muzaffer arslanı) Ali İbn Ebî Tâlib (k.a.v.) Efendimiz “hazret-i İnsan”ın bu câmi’iyyetinden (her şeyi kendinde toplamışlığından) haber verip buyururlar: ............................................................. Tercüme : “Senin ilâcın sende olduğu halde bilmiyorsun. Ve illetin (hastalığın) senden olduğu halde görmüyorsun. Ve sen bir cirm-i sağîr (küçük bir cisim) olduğunu zu’m edersin (zannedersin), halbuki âlem-i ekber (en büyük âlem) sende müntavîdir (dürülüdür). Ve sen öyle bir kitâb-ı mübînsin (açık, büyük kitapsın) ki, muzmer (gizli) olan şey onun harfleriyle zâhir olur (meydana çıkar, görünür). Ve sen vücûdsun (varlıksın) ve nefs-i vücûdsun (varlığın kendisisin). Ve sende mevcûd olan şey hasr (kısıtlanmaya) ve ta’dâda (saymaya) gelmez. Senin hârice (dışarıya) ihtiyâcın yoktur. Kitâb-ı kâinâtta (evren kitabında) mastûr (yazılmış, mevcût) olan şeyler hep senden hurûc eder (çıkar).” İmdi, mertebe-i hazret-i İnsan (İnsan mertebesi) min haysü’t-taayyün (oluşumu bakımından) mertebe-i Ahadiyyet’ten eb’ad (en uzak) ve esfel-i sâfilîn (en aşağılarda) olur. Nitekim Hak Teâlâ buna işâreten: :“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm; Sümme redednâhu esfele sâfilîn” ya’nî “Andolsun Biz insânı en güzel sûrette halk ettik, sonra da onu esfeli sâfilîne reddettik” (Tin, 95/4-5) buyurur. Ve Zât-ı mutlak (sırf Zât) mertebe-i insanda (insan mertebesinde) bi-hasebi’t-taayyün (oluşumu bakımından) azhar (en aşikâr, görünen) ve bi-hasebi’l-hakîka (hakîkâti bakımından) ebtan-ı butûn (en gizli, en batıni) olmuş olur. Ve insan şecere-i kevnin (kâinât ağacının) semeresi (meyvesi) ve cemâl-i Zât’ın (Zât’ın yüzünün, görüntüsünün) âyînesi mesâbesinde (aynası durumunda) bulunduğundan, îcâdın (yaratmanın) illet-i gâiyyesi (arzulanma sebebi) İnsan’dan ibâret bulunur. Bu mukaddeme (ön açıklama) ma’lûm (anlaşılmış) olduktan sonra metnin ma’nâsını anlamak kolaylaşır. Şöyle ki: Cemî’-i izâfâttan (bütün tanımlamalardan) münezzeh (arı, temiz) olan Zât-ı Mutlak, (sırf Zat) kendi vücûdunda (varlığında) muhtefî (gizlenmiş) ve müstehlek (sindirilmiş, bitirilmiş) olan ve cüz’iyyâtı cihetinden (parçaları bakımından) hasr (sınırlamaya) ve ta’dâda (saymaya) gelmeyen Esmâ-i Hüsnâ’sı (güzel isimleri) haysiyyetiyle (bakımından), bu esmânın “ayn”larını (hakikatlerini) görmek dilediği vakit, emr-i İlâhî (ilahi emir) âyîne mesâbesinde (aynâ durumunda) olan âlemin (evrenin) cilâsını iktizâ etti (gerektirdi). Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan), rûhu ve aklı ve nefsi ve cesedi (ruhu, aklı, nefsi ve bedeni) haysiyyetinden (bakımından), bu mir’ât-ı âlemin (alem aynasının) ayn-ı cilâsı (cilası gibi) oldu. Zîrâ (çünkü) Âdem’in rûhu âlem-i ervâhın (rûhlar âleminin) ve aklı âlem-i ukulün (akıllar aleminin) ve nefsi âlem-i nüfûsun (nefisler aleminin) ve cesedi âlem-i ecsâdın (cesedler aleminin) cilâsıdır. Ve Âdem (İnsan (insan-ı kamil) tâmmü’l-hilka (yaradılışı tam, mükemmel) bir cesed olan âlemin (evrenin) rûhu oldu. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ hazretleri âlem-i ruhâniyyâta (rûhlar âlemine) Âdem’in rûhu ile ve âlem-i ukule (akıllar alemine) onun aklı ile ve âlem-i nüfûsa (nefisler alemine) onun nefsi ile ve âlem-i ecsâda (cesedler alemine) onun cesedi ile imdâd (yardım) eder. Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan (insan-ı kamil) bu cesed-i müsevvânın (şekillendirilip düzenlenmiş cesedin) rûhu olmuş olur. Ve işte Âdem’in (İnsanın) en sonra halk buyrulmasının (yaratılmasının) sebebi ve hikmeti budur. İmdi (buna göre) kemâl-i celâ (Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâ (isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan ikinci taayyün) Âdem’in (İnsanın) vücûdu (varlığı) ile olunca sen istersen dersin ki: “Zât-ı mutlak (kayıtsız zat) kabil-i ta’dâd olmıyan (sayılması imkansız) esmâ-i hüsnâsı (güzel isimleri) haysiyyetinden (bakımından) (zât-ı sırfı (sırf zatı) haysiyyetinden (bakımından) değil, zîrâ (çünkü) zâtı cihetinden (yönünden) tecellî (belirme, görünme) vâkı’ olmaz (gerçekleşmez)). Ba’de’l-adem (yokluktan sonra) vücûd (varlık) ile muttasıf (vasıflanmış) olduğu için emr-i ilâhîyi hasr eden (kuşatan) kevn-i câmi’de (varlık topluluğunda, kainatta) kendi “ayn”ını (hakikatini) görmekliği ve onunla kendi sırrı kendine zâhir (açılmış) olmasını dilediği, ya’nî kemâliyle (tam olarak, bütün olgunluğuyla) zuhûra (açığa çıkmaya) meşiyyeti (ilahi iradesi) taalluk ettiği (gerçekleştiği) vakit, emr-i ilâhî (ilahi emir) mir’ât-ı âlemin (evren aynasının) cilâsını iktizâ etti. (gerektirdi) Âdem bu mir’âtın (aynanın) ayn-ı cilâsı (cilası gibi) oldu”. Zîrâ (çünkü) kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) evvelce (ilk önce) adem-i izâfî (nisbi, göreceli yokluk) ile muttasıf (vasıflanmış) iken, ba’dehû (daha sonra) vücûd-i izâfî (nisbi, göreceli varlık) ile muttasıf (vasıflanmış) oldu; ve emr-i vücûdu (varlık emrini) hasr etti. (kuşattı) Çünkü kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) vücûd-i küllî (tümel vucud, varlık) ile muttasıftır; (vasıflanmıştır) ve vücûd-i küllî (tümel vücud) ile muttasıf (vasıflanmış) olan şeyde, a’yânın (hakikatlerin) zuhûru (açığa çıkması) ve tecellîsi (görünmesi) dahi (de) küllîdir. (tümeldir, toptandır) Binâenaleyh (bundan dolayı) zât-ı mutlak, (sırf zat) kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) mazharında (aynasında) taayyün-i küllî (tümel bir meydana çıkışla) ile müteayyin olmuş (meydana çıkmış, görünmüş, taayün etmiş) olur. Suâl: Allah Teâlâ, Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir. Ve âlem-i insânînin îcâdından (insanlık aleminin yaratılmasından) evvel, kendi Zâtını ve Sıfâtını bilir ve görür. Binâenaleyh (bundan dolayı), kendi “ayn”ını (hakikatini, özünü) müşâhede (görmek) için neden bir mazhara (görüntü mahâlline) lüzûm görsün? Cevap: Evet, Hak Teâlâ Hazretleri Zâtı ve Sıfâtı ile ezelîdir (başlangıcı olmayan eskidir). Ve Zâtını ve Sıfâtını bildiğine ve gördüğüne şüphe yoktur. Fakat bu biliş ve görüş, kendi Zâtını kendi Zâtında bilmek ve görmektir. Binâenaleyh (bundan dolayı), kevn-i câmi’de (varlık topluluğu, kainatda) esmâsı a’yânını müşâhedeye (isimlerinin hakikatlerini seyretmeye) meşiyyet-i İlâhiyye’si taalluk etmezden (İlâhi iradesi meydana gelmezden) evvel, Esmâsını ve Sıfâtını, kendisinin Niseb-i Zâtiyye’si (Zâtî bağıntılarını) ve şuûn-i gaybiyyesi (bilinmeyen, gizli kalmış fiilleri) olarak müşâhede eder (seyreder) idi. Bunun için Zâtında muhtefî (gizlenmiş) olan a’yân-ı esmâsının (isimlerinin hakikatlerinin) ahkâm (hüküm) ve âsârını (eserlerini) hâriçte vâkı’ (dışarıda olmuş) olan kevn-i câmi’de (varlık topluluğu, kainatda) müşâhede (seyir) etmek diledi. Zîrâ, bir şeyin kendi nefsini, bir mazharın (aynanın) tavassutu (aracılığı) olmaksızın, kendi nefsi ile rü’yeti (görmesi), o şeye âyîne (ayna) gibi olan emr-i âharda (diğer şeylerde), kendi nefsini rü’yete (kendini görmeye) benzemez. Gerçi kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) Zât-ı Mutlak’ın bir mertebe-i tenezzülü ve tecellîsi olmak (daha aşağı mertebelere inerek açığa çıkması) i’tibâriyle (bakımından), zât-ı Hak (Hakkın Zatı) bu kevn-i câmi’de (varlık topluluğu, kainatda) dahi (da) a’yân-ı esmâdan (isimlerin hakikatlerinden) ibâret olan kendi nefsini, mertebe-i Ahadiyyet’te (Ahadiyet (teklik) mertebesinde) kendi nefsini müşâhede ettiği (seyir ettiği, gördüğü)) gibi, müşâhede eder (görür). Velâkin, (ancak) iki müşâhede (görüş) arasında fark vardır. Evvelen, mücmelen (hûlâsa, öz olarak) rü’yet eder (görür) idi. Kevn-i câmi’ (varlık topluluğu, kainat) mertebesine tenezzülünde (indiğinde) tafsîlen (yayılmış, genişletilmiş, teferruatlı olarak) müşâhede eder. İcmâl (öz) ile tafsîl (detaylı) arasında fark olduğu zâhirdir (aşikârdır). Misâl: Bir mahbûbe-i devrân (zamanın sevilen kadını) kendisinin tenâsüb-i endâma (uygun sûrette) ve hüsn (güzellikte) ve cemâle mâlik (yüze sahip) olduğunu, müddet-i ömründe (ömrü boyunca) âyîneye (aynaya) bakmamış olsa, yine bilir ve görür. Fakat bu biliş ve görüş, kendi zâtını, kendi zâtında bilmek ve görmektir ki, ilm-i icmâlî (genel biliş) ve rü’yet-i icmâlîdir (geneli görmedir). Hiç bakmamış olduğu âyîne (ayna) kendisine arz olunup (sunulup) bunda muntabı’ (kendi görüntüsü) olan tenâsüb-i endâmını (uyumlu endamını) ve hüsn ve cemâlini (yüzünün güzelliğini) müşâhede ettikde (gördüğünde) kendisinde evvelki ilim (biliş) ve rü’yetten (görüşten) başka bir ilim (biliş) ve rü’yetin (görüşün) zevkı hâsıl olur (meydana gelir). Ve icmâl (genel, öz, özet) tafsîle (detaya, teferruata) münkalib (dönüşmüş) olur. Diğer misâl: Kendisinde ressâmiyyet (ressâmlık) ve hattâtiyyet (yazıcılık) ve mi’mâriyyet (mimârlık) sıfatları bulunan bir kimse, hiç resim yapmamış ve yazı yazmamış ve binâ inşâ etmemiş olsa dahi (da), kendinde bu sıfatlar olduğunu ve bu sıfatlarla berâber zâtını bilir ve görür; bu icmâldir (özet, genel biliştir). Vaktâki (ne zaman ki) bir resim levhası yapar ve yazı yazar ve bir binâ inşâ eder, o resim ve yazı levhalarında ve inşâ ettiği binâda zâtında bi’l-kuvve mündemic olan (potansiyel olarak saklı bulunan) bu sıfatları tafsîlen (bu nitelikleri açık ve detaylı olarak) bilmiş ve görmüş olur. Ve bu âsâr (eserler), bu sıfatların âyînesi mesâbesinde (derecesinde) bulunur. Binâenaleyh (bundan dolayı) evvelki biliş ve görüş ile sonraki biliş ve görüş arasında fark zâhir (aşikar) olur. Ve “emr-i âharda (diğer şeylerde) olan rü’yet”te, (görmede) şeye (birime şahsa) kendi nefsi, manzûrun-fîh olan (bakmış olduğu) mahallin (yerin) verdiği bir sûrette (görüntüde) zâhir olur (görülür). Eğer bu mahallin vücûdu (varlığı) olmasa ve şeyin o mahalle tecellîsi (etkileşimi) bulunmasa, o şeye sûret zâhir olmaz idi.(o kişinin görüntüsü açığa çıkmazdı) Ya’nî bâlâdaki (yukarıdaki) misâllerde îzâh olunduğu üzere, bir kimsenin kendi sûretini temâşâ etmesi (seyretmesi), ancak âyînenin (aynanın) vücûdu (varlığı) ile mümkin olur. Çünkü âyîne o kimseye evvelce zâhir olmayan (görünmeyen) bir sûreti (görüntüyü) ızhâr eder (gösterir). Binâenaleyh (bundan dolayı), o kimsenin nefsi, o kimseye, manzûrun-fîh olan (bakılan) âyînenin (aynanın) verdiği bir sûrette (biçimde) zâhir olur (görülür). Ve emr-i âharda (başka şeylerde) rü’yet-i sûret (görülen biçim) iki şeyden husûle gelir: Birisi mahall (yer), diğeri nâzırın (bakanın) mahalle (bu yerle) tecellîsidir (etkileşimidir). Eğer mahall (yer) olan âyîne (ayna) tamâmiyle musaykal (cilâlı) ve mücellâ (parlak) ise, nâzırın (bakanın) sûreti onda kemâliyle zâhir (tam mükemmellği ile görünür) olur. Değil ise nâzıra (bakana) âyînenin (aynanın) isti’dâdı (kabiliyeti) nisbetinde (ölçüsünde) bir sûret (şekil) görünür. Ve kezâ âyîne muhaddeb (dış bükey) veyâ muka’ar (çukur) veyâ muhaddebiyyet (tümseklikler) ve muka’ariyyet (çukurluklar) ile memzûc (karışık) ise, ona mukabil olmak sûretiyle (karşılık gelecek şekilde) mütecellî olan (tecelli eden, aynadaki görüntü) nâzıra (seyredene) kendi sûreti (görüntüsü) türlü türlü zâhir olur (görülür). Gerçi bu âyînelerde (aynalarda) zâhir (görünür) olan sûret (görüntü) dahi (de) nâzırın (seyredenin) sûretidir (görüntüsüdür). Velâkin, (ancak) manzûrun-fîh olan (kendisine bakılan) âyînelerde nâzırın (bakanın) sûretini (görüntüsünü) kemâliyle (tam ve mükemmel) gösterebilmek isti’dâdı (kabiliyeti) olmadığından, böyle muhtelif (çeşitli) ve noksan olarak irâe etmiştir (göstermiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı), ihtilâf (farklılık) ve noksan (eksiklik) nâzırın (bakanın) değil, âyînelerin (aynaların) isti’dâd (yetenek) ve kabiliyyetlerindendir. Halbuki Hak Teâlâ Hazretleri, âlemin hey’et-i mecmûasını (alemin tamamını) kendisinde rûh olmayan tâmmü’l-hilka (mükemmel olan) bir cesedin vücûdu olarak îcâd etmiş idi (yaratmıştı). Binâenaleyh (bundan dolayı), âlem gayr-i mücellâ (parlak olmayan, mat) bir âyîne (ayna) gibi idi. Ve âyîne (ayna) gayr-i mücellâ (mat) olunca, bi’t-tabi’ (tabii olarak) nâzırın (bakanın) sûretini kemâliyle ızhâr edemez (gösteremez). Ve muhakkak Hak Teâlâ bir mahalli, ancak “nefh-i İlâhî” (İlâhî nefes) ta’bîr olunan (denilen) rûh-i İlâhîyi (ilahi ruhu) kabûl etmek üzere tesviye etti ki (düzenledi ki), böyle olması hükm-i İlâhî (İlâhi hüküm) şânındandır. Rûh-i İlâhîyi (İlâhi ruhu) kabûl etmek için mahallin tesviyesi (düzenlenmesi) ise, ancak lem-yezel (son bulmaz) ve lâ-yezâl (son bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (Hakk’ın varlığa yönelmesi ve devamında varlığın mevcudada çıkışı olan devamlı ve kesintisiz olan akışı, feyz-i Akdes ve feyz-i Mukaddes’in toplamına tecelli-i daim feyzi denir) kabûl etmek üzere tesviye (düzenlenmiş) olunan sûretten (şekilden) isti’dâdı (yeteneğin) ızhâr etmekten (açığa çıkarılmasından) ibârettir. Ya’nî Hak Teâlâ rûhsuz bir cesed gibi âlemi îcâd etti (yarattı). Halbuki âlem bu halde kalamazdı. Çünkü Hak Teâlâ bir mahalli tesviye ederse (düzeltir, düzenlerse), mutlaka ona nefh-ı rûh (rûhu üflemek) için tesviye eder. (düzeltir, düzenler) Hükm-i İlâhî’nin (İlâhî hükmün) şânı budur. Ve kevn-i câmi’ (varoluşu kapsayacak) olan insandan mukaddem (önce) sûret-i âlemin tesviyesi (âlem suretinin düzenlenmesi), ancak bu sûretten isti’dâdı (kabiliyeti) ızhâr etmek (meydana çıkarmak) içindir. Zîrâ bu sûret lem-yezel (son bulmaz) ve lâ-yezâl (son bulmayacak) olan tecellî-i dâim feyzini (devamlı gelen tecellileri) kabûl eder. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, sûret-i âlemin rûhu (âlem suretinin rûhu) olan insanı îcâd eyledi. (yarattı) Nitekim “ve nefahtü fîhi min rûhî“ ya’nî “ve rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) buyurur. Ve nefh-i rûh (üflenen ruh), cemâd (cansız varlıklar) ve nebât ve hayvan hakkında âmm (genel) ve insan hakkında hâsstır (özeldir). Şu hâlde tesviye (düzenleme, haszırlama) mahall-i müsevvâda (tesviye edilmiş, düzeltilerek son şekli verilmiş olan mahalde) kabiliyyetin, ya’nî zâtî olan (zâta ait) isti’dâd-ı gayr-i mec’ûlün ızhârıdır (gizli kalmış, bilinmeyen kabiliyetin açığa çıkarılmasıdır). Çünkü eğer mahallin (yerin) isti’dâd-ı (kabiliyeti) mec’ûl-i vücûdîyi (açığa çıkan varlığı) kabûle isti’dâd-ı zâtîsi (kendi yeteneği) olmasa idi, feyz-i dâimi (sürekli gelen feyizleri) kabûl etmeğe müstaid (uygun) olmaz idi. Misâl: Üzerine kesîf (koyu) bir boya sürülmüş olan bir âyîneye (aynaya) sûret aksetmez. O boya âyînenin sathından (aynanın yüzeyinden) silinmeli ve onun sathında cilâ verilmeli ki, içinde sûret görünebilsin. Kable’l-cilâ (cilâdan önce) onda sûret görünmek isti’dâdı (yeteneği) yok idi. Ba’de’l-cilâ (cilâdan sonra) bu isti’dâd hâsıl oldu (meydana geldi). Bu isti’dâd istidâd-ı mec’ûldür (açığa çıkarılmış istidâttır). Fakat bir tahta parçasına ne kadar cilâ vurulsa onda âyîne (ayna) gibi suver (sûretler) mün’akis olmaz (yansımaz). Çünkü onda âyînenin isti’dâd-ı zâtîsi (zati, kendine ait istidâdı) yoktur. Ne kadar tesviye olunsa (düzeltilse) isti’dâd-ı mec’ûlü tahsîl edip (yetenek açığa çıkarıp, kazanıp) nâzırın (bakanın) sûretini kabûl edemez. (yansıtamaz) Diğer misâl: Yeni doğan çocuk tekellüm edemez (konuşamaz). Velâkin onda tekellüme (konuşmaya) isti’dâd-i zâtî vardır (zati yetenek vardır). Cismi ânen fe–ânen (gittikçe) büyüyüp tekemmül ettikçe (geliştikçe) tekellüme (konuşmaya) başlar. Fakat, yeni doğan bir hayvan ibtidâen (başlangıçta) tekellüm edemediği (konuşamadığı) gibi ne kadar büyüse ve ona kelâm ta’lîm edilse (konuşma öğretilse) tekellüm edemez (konuşamaz). Çünkü, kelâma (konuşmaya) isti’dâd-i zâtîsi (zati kabiliyeti) yoktur. İsti’dâd-ı zâtînin inkişâfı (zâti yeteneğinin gelişmesi) isti’dâd-ı mec’ûlün husûlüne (kendisindeki var olan yeteneğinin açığa çıkarılmasına) mütevakkıftır (bağlıdır). İmdi, mahall-i müsevvâda (düzenlenmiş, tesviye edilmiş mahalde) feyzi kabûl eden kabilden (kabul ediciden, istidatlı olandan) gayri (başka), hadd-i îcâddan hâriç (yaradılış sınırları dışında) bir şey bâkî (daimi) kalmadı; ya’nî âlem taht-ı îcâda dâhil (evren yaratılanlar zümresine, topluluğuna dahil) oldu ve taht-ı îcâda dâhil olmayan, ancak kabilin (kabul edicinin, istidatı olanın) vücûdu (varlığı) kaldı. Ve kabil (kabul edici, istidatı olan) ise ancak Hakk’ın feyz-i akdesinden vâkı’ (ilahi ilimden ayanı sabiteye olan tecellisinden olmuş) olur. Zîrâ mahall-i müsevvâda (düzgünleştirilmiş yapılmış mahalde) feyzi kabûl eden şey, onun ayn-ı sâbitesinde (hakikâtinde, ilmi suretinde) olan isti’dâd-ı zâtîsidir (zâti istidâdıdır); bu da gayr-i mec’ûldür (ortaya çıkarılmış değildir); ya’nî taht-ı îcâda dâhil olmuş (yaratılmış) bir şey değildir. Çünkü bu isti’dâd-ı zâtî (zâti istidâd) Zât-ı Ahadiyyet’te (Ahad olan Zât’da) mahfî (gizli) olan nisbetin (bağıntının) iktizââtıdır; (gereğidir) ve bu niseb (bağıntı) Hakk’ın aynıdır. Ve kabilin (kabul edicinin, istidatı olanın) vücûdu (varlığı) feyz-i akdesten, ya’nî tecellî-i Zâtîden (Zâti oluşumlardan, görünüb bilinmelerden) hâsıl olur (meydana gelir). Ya’nî Hak mertebe-i Ahadiyyet’te (Ahadiyet mertebesinde) kendi Zâtını kendi Zâtıyla bilir ki, Zâtında mahfî (gizli) bî-nihâye (sonsuz) niseb (bağıntılar) ve şuûnât (keyfiyetler, haller) mündemictir (içinde saklıdır, kapsanmıştır) ve bunlar zuhûr talebindedir (meydana çıkmak istemektedirler). Onların bu taleblerini is’âf (isteklerini yerine getirmek) için, kendi Zâtında, kendi Zâtına, kendi Zâtı ile tecellî ettikde (tecelli edince) onların sûretleri ilm-i İlâhî’de (İlahi ilminde) peydâ olur (açığa çıkar). Ve Hakk’ın nefsi bu mertebe-i Vâhidiyyet’te (Vahidiyet mertebesinde) bu nisebin (bağıntının) suver-i ilmiyyeleriyle (ilmi sûretleri ile) müteayyin (tayaayün edilmiş, açığa çıkmış) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı), burada îcâd (yaratma) mevzû’-i bahs (bahse konu) olamaz. Bu mertebe esmânın kesretinden akdes (isimlerin çokluğundan dolayı mübarek) olduğu için bu tecellî-i Zâtî’ye (Zâti tecelliye) “feyz-i akdes” (Mübarek ihsan, akış) demişlerdir. Ve her bir tecellîyi (oluşumu) kabûl edecek bir mahall (yer) lâzımdır ki, o mahal o feyzin (ihsanın) kabili (kabul edicisi) ve o tecellînin mir’âtıdır (aynasıdır). Bu tecellî-i Zâtînin mir’âtı (Zâti tecellinin aynası) ve bu feyz-i akdesin kavâbili (kabul edicisi) a’yân-ı sâbite (değişmez özler, hakîkatler, ilmi suretler) ve hakayık-ı ilmiyyedir (ilmi hakikâtlerdir). Ve bu hakayık (hakikâtler) ise, Zât-ı Hakk’ın gayri (Hakk’ın Zâtından başka) değildir. Ve yukarıda zikrolunan (adı geçen) merâtib-i sitteden (altı mertebeden) üçüncüden altıncı mertebeye kadar olan vücûdu-i mutlakın tenezzülâtı (inişleri), Hakk’ın “feyz-i mukaddes” inden (Ayân-ı sabitenin (ilmi suretlerin) yeteneklerine göre hariçte ortaya çıkışına "feyz-i mukaddes" denir. Yani sabit ayn'ların İlâhî ilimle sübût bulması "feyz-i akdes" sonucu iken, yine onun hariçte sûrî (şeklî) olan mümkinattaki ortaya çıkışı "feyz-i mukaddes" neticesinde olmaktadır.) vâkı’ olur (meydana gelir). Ve “feyz-i mukaddes” a’yân-ı sâbite isti’dâdâtının (âyan-ı sabitedeki şeylerin kabiliyetlerinin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) şeylerin hâriçte zuhûrunun (dışarıda açığa çıkmasının) mûcib olan (gereği olarak) tecellîyât-ı esmâiyyeden (isimlerin görünür olması ve biinmesinden) ibârettir. Ve tecelliyât-ı Zâtiyye (Zâti tecelliler) ve esmâiyye (isimlerin tecellileri) hakkındaki îzâhât ve tafsîlât Fass-ı Şîsî’de gelecektir. İmdi, mâdemki kavabilin ibtîdâsı (kabul edicinin evveliyatı) gayr-i mec’ûl (meydana çıkmamış) olan suver-i kevniyyedir (varlıkların sûretlerdir) ve hakayık-ı İlâhiyye (İlâhî hakikâtler) Zât-ı Hakk’ın (Hakkın zatının) ve suver-i kevniyye (kevnî sûretler) dahi (de) hakayık-ı İlâhiyye’nin (İlâhi hakikâtlerin) mir’âtı vâkı’ (aynası) olmuştur ve bunlar da Hakk’ın tecelliyât-ı Zâtiyye ve esmâiyyesinden (Zat ve isimlerinin tecellilerinden) ibâret bulunmuştur; şu halde emrin hepsi, (işlerin tamamının) ibtidâsı (başlangıcı) ve intihâsı (sonu) Hakk’tandır. Ve emrin kâffesi (işlerin hepsi) ondan ibtidâ ettiği (çıktığı) gibi, yine ona rücû’ eder. (geri döner) Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “İnnemâ emruhû izâ erâde şey'en en yekûle lehü kün fe yekûn; * Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu küllî şey'in ve ileyhi turceûn;” ya’nî “Bir şeyi irâde ettiğinde O’nun emri sadece ona “Ol” demektir. O hemen olur. * O ki Sûbhan’dır. Herşeyin mülkü ve hükümranlığı elindedir. Ve ona döndürüleceksiniz” (Yâsin, 36/82-83). Velhâsıl, (kısaca) Hak Teâlâ Hazretleri, kendi niseb (bağıntı) ve şuûnâtı (keyfiet ve hallerinden, işlerinden) olan esmâ-i bî-nihâyesinin (sonsuz sayıdaki isimlerinin) “ayn”larını (tıpkılarını, hakikatlerini) görmek dilediği vakit, onların suveri mün’akis olabilecek (görüntülerini aksettirebilecek) âyînenin (aynanın) vücûdu iktizâ etti (varlığı gerekli oldu) ; bu mir’âta (aynaya) muktezî (gerekli) olan eşyâyı (şeyleri) tehiyye buyurdu (hazırladı). Mertebe mertebe (basamak basamak) hazret-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) tenezzül etti (indi) ve âlemi halk eyledi (alemi yarattı). Ve âlem (evren) müstaidd-i cilâ (cilaya elverişli) bir âyîne (ayna) idi. Onda Âdem’i (İnsanı) îcâd etmekle (yaratmakla) mir’ât-ı âlemi (âlem aynasını) mücellâ (parlak) kıldı. Zîrâ Âdem (İnsan) tecellîyât-ı esmâiyyenin (isim tecellilerinin) cümlesini (hepsini) kabûle müstaiddir (kabul etmeye (mükemmel şekilde yansıtmaya) müsaittir). Ve âlem-i taayyünâtta (âlemde meydana gelmiş oluşumlar içinde), onun taayyünü (onun oluşumu) gibi ekmel (mükemmel) ve akbel (makbûl) bir taayyün (bir oluşum) yoktur. Ve mazhar-ı Âdem’de müteayyin olan (Âdemin görüntü mahallinde açığa çıkan, görülen) ancak Hak olduğundan, Hak Teâlâ kendi zâtını mir’ât-ı Âdem’de (Âdem aynasında) kemâliyle (tam ve mükemmel olarak) müşâhede buyurur (seyreder). Binâenaleyh (bundan dolayı), Âdem (İnsan) bi’l-cümle (bütün) merâtibi câmi’dir. (mertebeleri kendinde toplamıştır) Bu sûrette (bu şekilde) kemâl-i celâ (Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâ (isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü) Âdem’in (İnsanın) vücûduyla (varlığıyla) hâsıl olmuş (gerçekleşmiş) olur. Ve melâike dahi ıstılâh-ı kavimde “insân-ı kebir” ta’bîr olunan bu sûretin, ya’nî sûret-i âlemin, ba’zı kuvâsından oldu. Böyle olunca melâike o sûret için, neş’et-i insâniyyede olan kuvâ-yı rûhâniyye ve hissiyye gibi oldu. Ve onlardan her bir kuvvet kendi nefsi ile mahcûbdur, zâtından efdâl görmez. Ve muhakkak kuvâda indillâh olan her bir mansıb-ı âlî ve menzilet-i refia için kendi zu’munda ehliyet vardır. Zîrâ onların indinde, Cenâb-ı İlâhîye ve hakîkatü’l-hakayık cânibine ve bu evsâfı hâmil olan neş’ette kavâbil-i âlemin kâffesini, a’lâsını, esfelini hasreden tabîat-i külliyyenin iktizâ ettiği şeye râci’ olan beyninde, cem’iyyet-i ilâhiyye hâsıldır. (2) Ve melekler de sufilerin terimlerinde “büyük insan” denilen bu sûretin, yâni âlem sûretinin, bâzı kuvvetleridir. Böylece melekler alem için, insanın oluşumundaki rûhâni ve hissi güçler/kuvvetler (melekeler) gibidir. Ve bu kuvvetlerden her biri (her melek) kendisiyle perdelenmiştir, kendisinden daha faziletlisini görmez. Ve bu kuvvetler (melekler) Allâh katındaki her yüksek makâm ve mevki için kendilerinin ehil olduğunu zannederler. Çünkü onlara göre kendilerinde, “ilahi bir topluluk” bulunmaktadır ki bu topluluk; İlâhî ve hakîkatlerin hakîkati tarafıyla, âlemdeki yeteneklerinin, yükseğini, alçağını hepsini kapsayıp kuşatma özelliğini taşıyan tümel tabîatın gereksinimleriyle alakalı olarak, bu ikisi arasında bulunur. (2) Ya’nî melâike, (melekler) Evliyâullâhın ıstılâhında, (velilerin tanımlamasında) “insân-ı kebîr” (büyük insan) ta’bir olunan (denilen) cism-i âlem sûretinin (maddi alem sûretinin) ba’zı kuvvetlerindendir. Zîrâ âlem (evren) kendisinden peydâ olan (meydana çıkan) insanın vücûduyla (varlığıyla) berâber, hey’et-i mecmûasıyla (tamamı ile) cemî’-i esmâya mazhar (bütün isimlerin görüntü mahalli) olduğu için sûret-i İlâhiyye üzere mahlûktur (hakkın suretinde yaratılmıştır). Ve cism-i âlemin (maddi alemin) cüz’i sağîri (küçük bir parçası) bulunan insan, cemî’-i esmâ-i İlâhiyye mazhar (bütün İlâhi isimlerin görüntü yeri) olarak onun rûhu mesâbesinde (derecesinde) bulunduğu cihetle (yönüyle), cismen sağîr (cisim olarak küçük) ve ma’nen kebîrdir (manâ olarak büyüktür). Çünkü ma’nen âlemi dahi (de) câmî’dir (kapsar). Bu sebeple Evliyâullah, cisim i’tibâriyle âleme (madde yönüyle aleme) “insân-ı kebîr” (büyük insan) ve Âdem’e (İnsana) “insân-ı sağîr” (küçük insan) ve ma’nâ i’tibâriyle âleme (manâ yönüyle aleme) “insân-ı sağîr” (küçük insan) ve Âdem’e (İnsana) “insân-ı kebîr” (büyük insan) ta’bîr eder (derler). Ve cismen insân-ı kebîr (maddi olarak büyük insan) denilen âlemde, kuvve-i elektrikiyye (elektrik gücü), kuvve-i buhâriyye (buhar gücü), kuvve-i câzibe (çekim gücü) ve kuvve-i ani’l-merkeziyye (merkezkaç gücü) gibi birçok kuvâ-yı rûhâniyye-i kesîre (çok çeşitli rûhi güçler) olduğu gibi, onun eczâsından (parçalarından) olan her bir mahlûkta (yaratılmışta) dahi (da) kuvâ-yı nebâtiyye ve hayvâniyye (bitkisel ve hayvani güc) ve bunlarda dahi (da) alâ-vechi’t-teselsül (silsile yoluyla) lâ-yuad ve lâ-yuhsâ (sayısız hesapsız) kuvâ-yı muhtelife (çeşitli güçler) vardır. Halbuki melâike (melekler) suver-i hissiyye-i cismiyye (madde bedende duyular, hisler şeklinde) ile kâim (var) olan kuvânın (güçlerin) ve kuvâ-yı nefsiyye (nefsani gücün) ve kuvâ-yı akliyye-i kudsiyyenin (kutsi akıl gücünün) ervâhıdır (rûhlarıdır). Bunlar ahkâm-ı Rabbâniyye (Rabbani hükümleri) ve âsâr-ı İlâhiyyeyi, (İlâhi eserleri) avâlim-i cismâniyyeye (maddi alemlere) îsâl ederler (ulaştırırlar). Envâr-ı İlâhiyye (İlâhi nûrlar) ile kavî (donanmış, desteklenmiş) oldukları için onlara “melek” tesmiye olunmuştur (ismi verilmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler), âlemin (evrenin) sûretinde mevcûd olan (var olan) kuvvetlerin ba’zısı (bazılarından) olmuş olur: Şu halde melâike, (melekler) âlemin sûreti için neş’et-i insâniyyede (insanın yapısında) olan kuvâ-yı rûhâniyye ve hissiyye (rûhani ve hissi güçler) gibi oldu. Ve insandaki kuvâ-yı rûhâniyye (rûhani güçler) havâss-i bâtınesidir (iç duyularıdır) ki, onlar da “kuvve-i hiss-i müşterek” (ortak hissi güçler), “kuvve-i hayâliyye”, (hayâl gücü) “kuvve-i mütefekkire” (tefekkür, düşünme gücü), “kuvve-i vâhime” (vehim gücü) ve ”kuvve-i hâfıza”dır (hafıza gücüdür). Ve rûh-i tabîîsine râci’ (rûhûn yapısıyla alakalı) olan “kuvve-i câzibe” (çekim gücü), “kuvve-i mâsike” (tutma kuvveti), “kuvve-i hâzime” (muhafaza gücü), “kuvve-i dâfia” (itme gücü), “kuvve-i münmiyye” (geliştiren güç), “kuvve-i müvellide” (doğurtucu güç) ve “kuvve-i musavvire”dir (hayal gücü, tasvir etme gücü). Ve rûh-i hayvânî ve nefsânîsine (hayvani rûh, ve nefsine) âit olan ilim, hilm, (yumuşak huy), şecâat (cesaret), adâlet, siyâset, nahvet (kibir, gurur) ve riyâset (baş olma) gibi kuvvetlerdir. Kuvâ-yı hissiyye (hissi güçler) dahi (de) havâss-i zâhiresidir (dış duyulardır) ki, onlar da: “Kuvve-i sâmia” (işitme gücü), “kuvve-i bâsıra” (görme gücü), kuvve-i şâmme” (koklama gücü), “kuvve-i zâika” (tat alma gücü) ve “kuvve-i lâmise” (dokunma gücü) denilen beş kuvvetten ibârettir. Ve bu kuvvetler mahsus (kendilerine tahsis edilmiş) olan maddiyyâta (maddi şeylere) taalluk eder (ilişirler. bağlanırlar). İşte bu kuvâ-yı rûhâniyye (rûhani kuvvetler) ve hissiyye (duyular) insanın bedeninin müdebbir (yöneticisi) olduğu gibi, melâike dahi (de) cism-i âlemin (âlemin bedeninin) hey’et-i mecmûasını (hepsini) müdebbir (idare edicisi) bulunduğu için sûret-i âlemin (evrendeki suretlerin) kuvâ-yı rûhâniyye (rûhi güçleri) ve hissiyyesi (hisleri, duyuları) gibi oldu. Nitekim Hak Teâlâ “Fel mudebbirâti emrâ“ ya’nî “emri tedbir edenlere” (emri yerine getirip idare edenlere) (Nâziât, 79/5) buyurur. Ve Hz. Hayyâm bu rubâîde (dörtlükte) bu hakîkati hulâsaten (kısaca) beyân eder(açıklar) Rubai : (Dörtlük) Hak cihânın cânıdır. Ve cihan hey’et-i mecmûasiyle bir bedendir. Ervâh-ı melâike ise bu tenin havâss-i bâtıne ve zâhiresidir. Eflâk ve anâsır ve mevâlîd dahi a’zâ-yı insânî menzilesindedir. İşte tevhîd ancak budur. Ve bunun gayrisi bütün kesretten ibârettir. Tercüme : “Hak cihânın (evrenin) cânıdır. Ve cihan (evren) hey’et-i mecmûasiyle (tamamıyla) bir bedendir. Ervâh-ı melâike (meleklerin ruhları) ise bu tenin (bedenin) havâss-i bâtıne ve zâhiresidir (iç ve dış duyularıdır). Eflâk (yıldızlar) ve anâsır (unsurlar, elementler) ve mevâlîd (mevcutlar) dahi (de) a’zâ-yı insânî menzilesindedir (insanın organları derecesindedir). İşte tevhîd (birleme) ancak budur. Ve bunun gayrisi (bundan başkası) bütün (tamamen) kesretten (çokluktan) ibârettir.” Ve sûret-i âlemde (aledeki sûretlerde) vâkı’ olan (olmuş olan) her bir kuvvet kendi nefsiyle mahcûbdur (kendisiyle perdelidir). Kendisinden efdal (daha iyi, üstün) olan başka bir kuvvet görmez. Nitekim kuvve-i akliyye (akıl gücü) ile kuvve-i vehmiyye (vehim gücü), âlem-i insânîde (insan âleminde) saltanat (hükümdarlık) da’vâ (iddiâ) ederler. Biri diğerine münkad olmaz (boyun eğmez). Zîrâ akıl, kuvve-i nazariyyesiyle (görüş gücüyle), bi’l cümle (tüm) hakayıkı (hakikâtleri) gereği gibi idrâk (anladığını) ve ihâta ettiğini (kavradığını) iddiâ eder. Halbuki İmâm-ı Şâfiî Hazretlerinin şu; İdrâk-i ukulün nihâyeti ıkâldir düğümdür. Âlemlerin gâye-i sa’yi şaşkınlıktan ibârettir. Tercüme : “İdrâk-i ukulün nihâyeti (aklla anlamaya çalışmak sonunda) ıkâldir (bağ, köstek olur) düğümdür. Ve âlemlerin gâye-i sa’yi (çalışmasının sonucu) şaşkınlıktan ibârettir.” Beytinde buyurduğu gibi akıl, idrâk-i hakayıktan (gerçekleri anlamaktan) çok uzaktır. Bununla berâber herkes kendi aklını beğenir. Çünkü her ferdin aklı kendi nefsiyle ihticâb etmiştir (perdelenmiştir). Ve kezâ (böylece) vücûd-i insânîde (insan vücûdunda) akıl vehme ve vehim dahi (de) akla tâbi’ olmak (uymak) istemez. Ve kuvve-i bâsıra (görme gücü) bir şeyin müşâhedesinde (seyrine) müstağrak (dalıp gitmiş) olduğu vakit, kendi nefsiyle muhtecib (örtülmüş) olup, o sırada söylenen sözler kuvve-i sâmiaya (işitme gücüne) te’sîr etmez olur. Ve kuvve-i sâmia (işitme gücü) bir kelâmın (sözün) istimâ’ında (işitmekle) müstağrak olduğu vakit (dalıp gittiğinde) dahi, (de) kuvve-i bâsıra (görme gücü) muhîtindeki eşyânın (etrafındaki şeylerin) zevk-ı temâşâsından (seyretme zevkinden) mahcûb (perdelenmiş) olur. İşte melâikenin (meleklerin) hilkat-i Âdem (İnsanın yaradılışı) hakkındaki nizâ’ı (çekişmeleri) dahi (de) bu hakîkate (gerçeğe) müsteniddir (dayanır). Ve her bir kuvvet, indillâh (Allah katında) her bir mansıb-ı âlî (yüksek makam) ve menzilet-i refia (yüksek derece) için kendi zu’munca, (zannınca) nefsinde ehliyet (kendisinde yeterlilik, yetki) tasavvur eder.(olduğunu düşünür) Ve kendi nefsinde (kendisinde) gördüğü kemâl (bu fazilet), gayrin (başkalarının) kemâlini görmeğe hicâb (perde) olur. Halbuki, hakîkat-i hâl (gerçek durum) böyle değildir. Bu ancak bir zu’m (zannetme) ve tasavvurdan (düşünceden, kurgudan) ibârettir. Bunun sebebi budur ki, her bir kuvvet indinde (katında) Cenâb-ı İlâhî’ye (ilahi tarafa) (ya’nî her bir mevcûd (varlık) için bilâ-vâsıta (vasıtasız) bir vech-i hâs (ona özgü bir taraf) bulunan ve hazret-i vâhidiyyetten (vahidiyyet makamından) ibâret olan esmâ ve sıfât mertebesine) ve hakîkatü’l-hakayık (hakikatlerin hakikati) cânibine (yönüne) (ya’nî mevcûd (var olan) ve ma’dûm (ve yok olan) bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı (olası tüm hakikatleri) câmi’ (kendinde toplamış) olan hazret-i imkâniyyeye (mümkün olma, olabilirlik, imkan, olasılık makamına)) ve bu efsâfı (vasıfları) (ya’nî evsâf-ı hakkıyye ve halkıyyeyi (Hakk’ın ve halkın vasıflarına)) hâmil (sahip) olan neş’et-i insâniyyede (insanın yapısında) kavâbil-i âlemin (âlemin kabiliyetlerinin) kâffesini (hepsini) (ya’nî rûh-i tabîîye (rûhu kabule) müstaid (uygun)) olan cesed-i müsevvâyı (tesviye edilmiş bedeni) ve âlem-i tabîînin (evren mensublarının) unsurî, (hava, su, ateş, toprak) cemâdî, (cansız olarak bilinen, taş maden) nebâtî, hayvânî ve insânî bi’l-cümle kavâbilini (tüm istidatlıları)) a’lâsını (ya’nî melâikeyi) ve esfelini (ya’nî âlem-i cismânî-i unsurîyi (alemin madde olan unsurları)) hasreden (kapsayan) tabîat-i külliyyenin (ya’nî tabâyi’in (tabiatın) aslı olan harâret (ısı), bürûdet (soğukluk), rutûbet (nemlilik) ve yubûsetin (kuruluğun)) İktizâ ettiği (gerek duyduğu) şey arasında cem’iyyet-i İlâhiyye (İlâhi topluluk) vardır. Bu cümleyi îzâh (anlatabilmek) için birâz tafsîlât i’tâsı (açıklama yapmak) lâzım geldi. Cemi’iyyet-i İlâhiyyeyi câmi’ (tüm ilahi toplukların hepsinde) olan üç hakikat vardır: Birincisi: Hazret-i Vâhidiyyettir (çokluğun birliği mertebesi) ki, esmâ ve sıfât mertebesidir. Ve her bir mevcûda bilâ-vâsıta (vasıtasız) bu mertebeden bir vech-i hâss (ona özgü taraf) vardır. Zîrâ âlem-i eksef (en kesif, madde alemi) olan mertebe-i şehâdete (şahadet âlemine) kadar, bu mertebenin mâ-dûnunda (altında) bulunan her bir mertebede tekevvün eden (oluşan) herhangi bir mevcûd, (var olan şey) bu mertebede sâbit (belirlenmiş değişmez) olan bir ismin mazharıdır (görüntü yeridir). Ve bu isim, o mevcûdun vech-i hâssıdır (ona hasolan isimdir) ve o mevcûd (varlık) bu ismin zıllidir (gölgesidir). Gölge ile sâhibi arasında vâsıta (aracı) olmadığı gibi, o mevcûd ile bu isim arasında da vâsıta (aracı) yoktur. İkincisi: Hazret-i imkâniyyedir. Bu hazret bi’l-fiil (fiili olarak) mevcûd olmuş ve bi’l-kuvve (potansiyel olarak) mevcûd (var olan) ve bi’l-fiil (fiili olarak) ma’dûm bulunmuş (yok durumda) olan bi’l-cümle hakayık-ı mümkinâtı câmi’dir (olası tüm hakikatleri kapsar). Ve bu öyle bir vech-i kevnîdir ki (varoluş tarafıdır ki), rubûbiyetten (rablıktan) temeyyüz edip (farklılaşıp) ubûdiyyetle (kullukla) muttasıf olmuştur (vasıflanmıştır). Zîrâ, vücûd-i vâhid-i hakîkî (hakikati teklik olan varlık) vitr (tek) iken, bu hakîkat-i imkâniyye (imkan dahilindeki hakikatler) ile tecellî etmekle (görünüp, bilinmekle) şef’ (çift) olmuş ve bir vücûd (varlık) iki görünmüştür. Binâenaleyh (bundan dolayı), hazret-i imkâniyye (imkanlar mertebesi) bi’l-cümle keserâtın (çoklukların hepsinin) hakayıkını (hakikatlerini) câmi’dir (kendinde toplamıştır). Ve hazret-i imkâniyye (imkanlar mertebesi) mertebe-i vâhidiyyete mukabil (vahidiyet mertebesine karşılık) olduğu ve bi’l-cümle niseb (bağıntı) ve şuûnâtı (keyfiyet ve halleri, işleri) câmi’ (toplamış) olan vücûd-i vâhidin (tek varlığın) tenezzülünden (inişinden) başka bir şey olmadığı için bi’t-tabi’ (tabii olarak) cem’iyyet-i İlâhiyyeyi (İlâhi topluluklara) hâizdir (sahiptir). Üçüncüsü: Tabîat-i külliyye (tümel tabiat) mertebesidir. Bu mertebe hazret-i vâhidiyyet ile hazret-i imkâniyyeyi câmi’dir (birleştirmiştir). Ve âlem-i maddiyyât (maddi alem) bu mertebenin taht-ı hîtasındadır (kapsaması altındadır). Binâenaleyh (bundan dolayı), suver-i âlemde (alemdeki sûretlerde) bir vech ile (bir tarafdan) müessir (etken) ve bir vech (tarafdan da) ile müteessirdir (edilgendir). Ulûhiyyet (Uluhiyyet mertebesi) bu tabîat-i külliyyenin (tümel tabiatın) bâtını (gizli, bilinmeyeni, arka tarafı) ve bu mertebe Ulûhiyyet’in zâhiridir (önde/açıkta görünen tarafıdır). Zîrâ esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi isimlerin) suver-i kesîfesi (yoğun sûretleri, maddi biçimleri) bu âlemde bu tabîat-i külliyye (tümel tabiat) ile zâhir olur (meydana çıkar). Şu halde tabîat-i külliyye (tümel tabiat) suver-i Hakkıyye ve halkıyyeyi (Hak’ka ve halk’a ait sûretleri) câmi’ (toplamış) olan hakîkat-i külliyye-i İlâhiyye’ dir (ilâhi hakikat topluluğudur). Ve hak ile halk taraflarının kemâli ile zâhirdir (görülür). İşte, kuvâ-yı insâniyyeden (insandaki güçlerden) her bir kuvvet ve sûret-i âlem (evren sûretlerinin) kuvâsının (güçlerinin) ba’zısı mesâbesinde (derecesinde) olan melâikeden (meleklerden) her bir melek, kendi indinde (kendisinde), zikrolunan (adı geçen) cem’iyyet-i selâseyi (üç hakikâti) müşâhede ettiği (gördüğü) için, bu hakayık-ı selâseye râci’ (üç hakikâtle ilgili) bulunan her bir mansıb-ı âlî (yüksek makam) ve menzilet-i refîaya (yüksek dereceye) kendi zu’munda (zannında) ehliyyet (yetki) tasavvur (hayal) eder. Halbuki onun bu zu’mu (zannı) doğru değildir. Kendisinin cem’iyyet-i selâseyi câmi’ (üçünün hepsini toplamış) olması, kemâlâttan (kemallerden) ancak bir kemâl-i mahsûsun (kendisine ayrılmış olan bir kemâlin) mazharı (görüntü yeri) olması sebebiyledir. Ta’bîr-i dîğerle (diğer bir deyişle) ifâde edelim: Her bir kuvvet bir ismin mazharıdır (açığa çıktığı mahaldir). Ve isimde iki delâlet (işaret) vardır: Birisi Zât’a, diğeri kendisinin mevzû’ (konusu) olduğu ma’nâ-yı husûsîye (özel manâya) âittir. Zât bi’l-cümle (bütün) esmâ ve sıfâtın câmi’i (isim ve sıfatları kendinde toplamış) olduğundan Zât’a delâleti (işareti) i’tibâriyle (bakımından) herhangi bir isim alınsa, (hangi isim alınırsa alınsın) onda cemî’-i esmâ mündemic (bütün isimler dürülü, içkin) bulunur. Ve o isim bu i’tibâr ile (nedenle) hâiz-i cem’iyyettir (topluluğa sahiptir). Velâkin, (fakat) onun mazharı (görüntü yeri), ancak kendisinin âyînesi (aynası) olduğu cihetle (olması bakımından), bu mazharın taayyünü (görüntü yerinin yapılanması) onda mündemic olan (kapsanmış, saklı, içkin olan) diğer esmâ ahkâmının (diğer isimlerin hükümlerinin) zuhûruna müsâid (açığa çıkmasına elverişli) değildir. Ve mevzû olduğu ma’nâ-yı husûsî i’tibâriyle (konu olduğu özel manâ bakımından) her bir isim diğer esmâdan (isimlerden) ayrılır. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu i’tibâr ile (bu bakımdan) onda cem’iyyet (topluluk) yoktur. Fakat “Allah” ism-i câmi’inin mazharı (Allah tümel isminin görüntü yeri) olan İnsân-ı Kâmil’in taayyünü (yapısı) bi’l-cümle esmâ ahkâmının (bütün esma hükümlerinin) zuhûruna müsâid (açığa çıkışına elverişli) olduğundan, zikrolunan (adı geçen) hakayık-ı selâseyi câmi’dir (üç hakikati kendinde toplamıştır). Zîrâ ism-i câmi’ olan (bütün isimleri kendisinde toplayan) “Allah” bi’l-cümle (bütün) esmâyı muhît (isimleri kapsamış, kuşatmış) olan Zât’a delâlet (işaret) eder. Ve bu bahsin tafsîli (açıklaması) Fass-ı İdrîsî’de gelecektir. Ve bunu akıl, nazar-ı fikrî tarîkıyla ârif olmaz; belki bu fennin idrâki, ancak keşf-i İlâhî ile vâkı olur ki, ervâhını kabil olan âlem sûretlerinin aslı ne olduğu ondan ma’lûm olur (3) Ve bunu akıl, fikir yürütme yoluyla çözüp anlayamaz ; belki bu ilmin kavranması, ancak ilâhî keşif ile olur ki, rûhlarını kabûl etme yeteneğinde olan âlem sûretlerinin aslının ne olduğu ancak böyle bilinir (3) Ya’ni, bu tabîat-i külliyye fennini (tümel tabiatın ilimini) akıl, nazar-ı fikrî tarîki ile (akıl, fikir yürütme yoluyla) bilemez. Bu fennin idrâki (ilmin anlaşılması) keşf-i İlâhî (İlahi Keşif yoluyla) ile olur. Ve âlemde (evrende) tekevvün eden (oluşan) nâmütenâhî (sonsuz) sûretlerin aslı nedir? Ve onlar kendilerinin rûhu olan Esmâ-i İlâhiyye’nin te’sîrâtını (İlâhi isimlerin etkilerini) ne vech (yön) ile kabûl ederler? Ve mertebe-i Ahadiyyetten (Sırf Zât mertebesinden) âlem-i şehâdete (madde alemine) keyfiyyet-i nüzûlleri (inmelerinin esası, içüzü) nasıldır? Bunlar hep keşf-i İlâhî (İlahi Keşif) ile ma’lûm olur (bilinir). Nazar-ı fikrî tarîkıyla (akıl yürüterek) akıllarını isti’mâl eden (kullanan) ehl-i felsefe (felsefeciler), bu hususta hayret içindedirler. Nitekim, felâsife-i İslâmiyye’den (İslâm felsefecilerinden) olan Ebû Alî Sînâ, vefâtı zamânında bu tarîk (yol) ile sarf ettiği mesâînin (harcadığı zamanın) ve icrâ ettiği (yaptığı) tetebbuât (derinlemesine araştırma) ve tedkîkatın (incelemelerin) boş olduğunu ve hiçbir şey tahsîl edememiş (elde edememiş) bulunduğunu i’tirâf etmiş ve âtîdeki (aşağıdaki) beyt ile bu aczini (acizliğini) ikrâr (tastik) etmiştir: İ’tisâm-ı mahlûkat senin mağfiretindendir Sen’i vasfedenler sıfatından âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, bize tövbe-i hakîki ihsân et; zîrâ biz beşeriz. Biz seni Hakk-ı ma’rifetin ile bilemedik. Tercüme : “İ’tisâm-ı mahlûkat (yaratılmışlara istediklerini vermek) senin mağfiretindendir (Sen’in rahmnetin ile lütfundandır). Sen’i vasfedenler (anlatanlar, övenler) sıfatından (özelleklerini açıklamakta) âciz kaldılar. Yâ Tevvâb, (tövbe edenleri bağışlayan) bize tövbe-i hakîki ihsân et (hakiki tevbeyi nasip et); zîrâ biz beşeriz (insanız). Biz seni Hakk-ı ma’rifetin (gerçek hususiyetin ile tanıyamadık) ile bilemedik.” Ve felâsifenin (felsefecilerin) nerede hayrete düştükleri tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı İdrîsî’de gelecektir. Ma’lûm olsun ki, tabîat-i külliyye (tabiatın bütünü) Ulûhiyyet’in zâhiriyyeti (açığa çıkışı) olan Hakîkat-i Vâhidedir (Biricik, tek hakikâttir). Ve yekdiğerine (birbirlerine) zıd birtakım keyfiyyetleri hâiz (esaslara sahip) olan suver-i tabîiyye (tabiat sûretleri), her mertebede, o hakîkat-i Vâhideden (tek hakikâtten) zâhir olup (açığa çıkıp) taayyünât-ı müteaddide ile (çeşitli oluşumları) müteayyin olur (meydana getirir). Binâenaleyh (bundan dolayı), tabîat ve tabîattan zâhir olan (meydana çıkan) ecsâm-ı tabîiyyenin (tabat cisimlerinin) hey’et-i mecmûası (bütün hepsi), hakîkat cihetinden (yönünden) ayn-ı vâhidedir (tek kaynak) ve taayyün cihetinden (meydana gelişleri yönünden) uyûn-i kesîredir (çeşitli kaynaktandırar). Ve ayn-ı vâhide (tek kaytnak) dahi (da) Hakk’ın hakîkati olan ayn-ı Ahadiyye’dir. (Ahad olan Zât’ıdır) Ve bu suver-i tabîiyye (tabiatta bulunan sûretler) ayn-ı vâhidenin (tek kaynağın) taayyünât-ı muhtelifesi (çeşitli oluşumları) olduğu için, sâha-i taayyünâtta (oluşum sahasında) mevcûd olmayan bir şey, tabîattan zuhûr ettikde (açığa çıktıkça), veyâhut suver-i mevcûde-i tabîiyyeden (mevdanda olan tabiat sûretlerinden) bir takımı bozulup ma’dûm (yok) oldukda, o tabîat ne eksilir, ne de ziyâdeleşir (fazlalaşır) . Ve tabîata müteallık (ilgili) tafsîlât (açıklama) Fass-ı İdrîsî ile Fass-ı İsevî’de gelecektir. Ve tabîat-ı külliyye (tümel tabiat) kâffe-i merâtibde (bütün mertebelerde) suverin mûcidi (sûretlerin var edicisi) olan hakîkatin zâhiriyyeti (dış görünüşü, görünür tarafı) olduğu cihetle (olması bakımından), sûretler cismânî, aklî, ilmî, hayâlî, zihnî, nûrî, rûhânî ve ilâhî olur. Nitekim, hadîs-i sahîhde (sağlam kaynaklı hadîste) buyrulmuştur: “Muhakkak Allah Teâlâ, Âdem’i sûreti üzerine halk etti (yarattı). Böyle olunca Allah Teâlâ’nın cenâbına (büyüklüğüne) lâyık sûret-i İlâhiyye-i nûriyyesi (nurdan ilahi bir sureti) vardır.“ İmdi, ehl-i hakîkate göre sûretler, ya ulvî (yüksek) veya süflî (aşağı) olur. Ve ulviyyet (yücelik) dahi (de), hakîkî (gerçek) ve izâfî (göreceli) kısımlarına ayrılır: 1. Suver-i ulviyye-i hakîkıyye (yüce hakikat suretleri): Mertebe-i vâhidiyyette müteayyin olan (Vahidiyet mertebesinde aşikar, belli olan) esmâ-i Rubûbiyye (Rubûbiyet isimlerinin) sûretleridir. Bunların maddesi ve heyûlâsı (ilk maddesi, cevheri) amâ’-i Rab’dır (Rabbin amâdaki (ince şeffaf bulut) halidir). Ve bu suverin (sûretlerin) müessiri (etkileyeni) Zât’ı Ulûhiyyet’in (Uluhiyyet Zâtının) hakîkati olan Ahadiyyet-i Zâtiyye’dir. (Zâti Ahadiyyettir) Ve mertebe-i vâhidiyyetin (Vahidiyyet Mertebesinin) hey’et-i mecmûasının (bütün hepsinin) zâhiriyyeti (dışta görünüşleri) tabîat-i külliyyedir (tümel Tabiattır). 2. Suver-i ulviyye-i izâfiyye (yüce göreceli suretler): Ervâh-ı aklıyye (akıl ruhu), ervâh-ı müheyyeme, (aşırı sevgi ruhu) ervâh-ı nefsiyye (nefs ruhu) ve ervâh-ı melâike-i müheyyeme hakayıkının (Allah’a yakın olan meleklerin hakikâtlerinin rûhi) sûretleridir. Bunların maddesi nûr-i tecellîdir (Nur oluşumlarıdır). 3. Suver-i sufliyye (en alt tabakadaki suretler): Hakayık-ı imkâniyye (imkaniye hakikâtler) ile âlem-i ecsâm (cisimler âleminin) sûretleridir. Hakayık-ı imkâniyye (mümkün hakikâtler) sûretleri hazret-i imkâniyyede (mümkünat mertebesinde) müteayyin olan (aşikar, belli olan) niseb-i İlâhiyye’den (İlâhî bağıntılardan) ibârettir ki, Rab ve merbûb (kul) nisbetleri (bağıntısı) bu mertebede zâhir olur. (açığa çıkar) Binâenaleyh (bundan dolayı), hazret-i imkâniyye bi’l-cümle keserâtın (bütün çoklukların) suver-i hakayıkını (hakikât sûretlerini) câmi’dir (toplamıştır). Ve bunların maddesi amâ’-i merbûbdur. (kul olan ince şeffaf bulutdur) Amâ-i Rab’de (rab olan ince bulutta) müteayyin olan (aşikar olan) hakayık-ı ulviyye sûretleri (yüksek hakikat sûretleri) bu mertebede merbûbiyyetle (kullukla) muttasıf (vasıflanmış) olur. Ve hazret-i imkâniyye (imkanlar mertebesi) misâl-i mutlak (kayıtsız hayal) ve misâl-i mukayyed (kayıtlı hayal) ve berzah (geçiş, ara) âlemlerindeki sûretleri câmi’dir (toplamıştır). Ve bu suver âlem-i ecsâma (cisimler âlemin sûretlerine) nisbeten ulvîdir (yüksektir, yücedir). Ve bu sûretlerin maddesi ve heyûlâsı (özü, cevheri) enfâs (nefesler) ve a’mâl (ameller) ve ahlâk gibi a’râzdır (alemetlerdir). Binâenaleyh (bundan dolayı) bir kimse şer’a muvâfık (şeriate uygun) a’mâl-i sâliha îfâ etse (iyi işler yapsa) ve ahlâk-ı hasene (güzel ahlak) ile muttasıf (vasıflanmış) olsa, bunlar âlem-i berzahda (berzah aleminde) hûr (hûriler) ve kusûr (kasırlar, köşkler) gibi suver-i cemâliyye (cemâl sûretleri) ile zâhir olur. (açığa çıkar) Ve a’mâl-i seyyie (kötü işler) ve ahlâk-ı zemîmeden (beğenilmeyen hal, ahlâk) dahi (da) nâr (ateş) ve hayyât (yılanlar) ve akarib (akrepler) sûretleri peyda olur. (Mesnevi, Cilt 2, 958, 1406; Cilt 5. 2211.beyitlere bakınız.(A.A. Konuk) Âlem-i ecsâmdaki (cisimler âlemindeki) sûretler en sûflî (altta) olanlardır. Ve bunların maddesi cism-i küldür (tamamen cisimlerdir) ki, unsuriyyâttan (unsurlardan) ibârettir. Bunların ulvîsi (yükseği) hafîf olan “nâr” (ateş) ile “havâ”dır. Ve nâr (ateş) ile havâ, ervâh-ı havâiyye ve nâriyyenin (havaya ve ateşe ait ruhların) maddesidir. Süflîsi sakîl (altta, olanı ağır) olan ecsâm-ı sulbiyye (katı cisimler) ile mâyi’âttır (sıvılardır). Ve bunlar suver-i ma’deniyye ve nebâtiyye ve hayvâniyyenin (maden, bitki hayvan suretlerinin) meddesidir. İşte “tabiat “ bu sûretlerin kâffesini (hepsini) hâmil (kapsamış) olan bir hakîkattir. Bir vech (bir yönü) ile fâil (etken etki yapan) ve bir vech (bir yönü) ile münfaildir (edilgendir). Meselâ tabîatta harâret (ısı), bürûdet (soğukluk), yubûset (kuruluk) ve rutûbet (nem) vardır. Bu dört şey, tabîatın gayri (başkası) değildir. Fakat tabîat, harâretle (ısıyla) yubûsette (kurulukta) ve bürûdetle (soğuklukla) rutûbette (nemde) fâildir (üzerlerinde etkendir) ve yubûset (kuruluk) ile rutûbet (nem) sûretlerinde münfaildir (fiili kabul eden, edilgendir). Demek ki, tabîat bir vech (bir yönü) ile fâil (etki eden, etken) ve bir vech (bir yönü) ile münfaildir (etkilenen, edilgendir). Te’sîr (etki eden) ve teessürün (etkilenenin) kâffesi (hepsi) bu misâle (örnekle) kıyâs olunsun. (karşılaştırılsın). Ve kendi rûhlarını kabûl eden âlemin suver-i ma’kule ve mahsüsesi (akıl ve duyu ile idrâk edilebilir sûretleri) âtîdeki (aşağıdaki) îzâhât dâiresinde (açıklama çerçevesinde) tekevvün eder (oluşur). Şöyle ki, ervâhın kâffesi (rûhların hepsi) Nûr-i evvel (ilk nûr) olan “kalem-i a’lâ”nın (yüce kalemin) hakîkâtinde müteayyindir (taayyün etmiştir, oluşmuştur) Ondan sonra semâvât (göklerin) ve arzın (yerin) halkından (yaratılmasından) evvel, “levh-i mahfûz”da (ilahi ilimde) o maânîyi hâmil (manâlara sahip) olan hurûfun (harflerin) kitâbetiyle (yazılmasıyla) tafsîle gelir (açıklık kazanır). Fakat bu levh-i mahfûzda mersûm (resmedilmiş) olan suver (sûretler) ve eşkâl (şekiller) mütebeyyin (açık, aşikar) değildir. Ba’dehû (daha sonra) hubb-i zuhûr harâreti (aşk, muhabbet ateşinin meydana çıkması) ve haraket-i şevkıyye-i rûhâniyye (rûhî istek ve arzû ile hareket) inbi’âs etmekle (doğmasıyla), bu suver (sûretler) ve eşkâl-i gayr-i mütebeyyine (bu belirgin olmaytan şekiller) kendilerine mahsûs olan âlemlerinde, ya’nî âlem-i tabâyı’ (tabiat âleminde) ve anasırda (unsurlarında, ana ögelerinde) tezâhür eder (meydana çıkar). Onların tebeyyün (belirmesi) ve tezâhürü (meydana çıkması), ya’nî tesviye-i cesedi (cesedin hazırlanması, düzenlenmesi) tamâm oldukda (tamamlanınca) bu suver-i cesediyyeyi muzhir olan (bu cesed suretlerini açığa çıkarıcı olan) rûh-i cemâdîden (madeni ruhtan) sonra rû-i nebâtiyye-yi nâmiyye (yerden biten bitkilere) sârî olur (sirayet eder). Ba’dehû (daha sonra), rûh-i hayvâniyye-i müteharrike (hareket eden hayvani ruha) ve en sonra da vücûh-i mümkînenin (imkan dahilindeki valıkların) etemmi (en mükemmeli) üzere (olan), zuhûr-i İlâhî (İlahi zuhur) için, rûh-i insâniyye-i mükemmelenin (mükemmel insani ruha) sereyânı (geçmesi) vâkı’ olur (gerçekleşir). MİSÂL: Bir kâtib, ilminde olan maânîye (manâlara) sûret vermek için kalemini hokkaya batırır. Kalem ucunun mahmûl (yüklenmiş) olduğu mürekkep, o maânîyi hâmil (manâya sahip) olan hurûfu (harfleri) hâvîdir (ihtiva eder). Fakat kâtib mürekkep yerine soğan suyu isti’mâl etse (kullansa) ve bu su ile beyaz kağıt üzerine hurûfâtı (harfleri) nakşetse (çizse), kâğıt üzerinde eşkâl-i hurûf (harflerin şekli) mütebeyyin (belirgin) olmaz. Ve bu hurûf (harfler) manâların suveridir (suretleridir) ve ma’nâlar bu suverin ervâhıdır (suretlerin ruhlarıdır). Ve bu maânî (manâlar), bu hurûfta (harflerde) ittihâd (birleşme) ve hulûl (içine girme) olmaksızın mevcûddur. Ba’dehû (daha sonra) bu soğan suyu ile yazılmış olan hurûf (harfler) harâret-i nâra (hararetli ateşe) arz olundukda (tutulduğunda), hurâf-i mersûmenin (resmedilmiş harflerin) rengi kağıdın rengine muhâlif (aykırı) olarak zâhir olmakla (görünür olmasıyla) karî’ (okuyucu) onları okuyup, o hurûfta (harflerde) zâhir olan (görülen) ma’nâları anlar. İmdi ervâhı (ruhları) kabûl eden suver-i âlemin (âlem suretlerin) aslı bulunan tabîat-i külliyye fenninin (tümel tabiatın ilminin) idrâkı (anlaşılması) akıl ile değil, keşf-i İlâhî (İlahi keşif) ile mümkin olur. Akıl ancak kendi nefsini idrâk eder ve ona ancak kendi nefsiyle kendi nerfsinden aldığı şey münkesif (açılmış, keşf olunmuş) olur. Zîrâ aklın avâmil (aklın çalıştıranı) ve müessirâtı (tesir edeni) havâsstir (duyulardır). Akıl, vâsıta-i havâss (duyular aracılığı) ile kendinde müctemi’ (toplanmış) olan husûsâta (özelliklere) nazaran (göre) hükmeder (hüküm verir). Bu ise kendi nefsiyle kendi nefsinden aldığı hükümdür. Bu hükümdeki ihâtanın cüz’iyyeti (kapsanan kısımın ufaklığı) ise meydandadır. Onun için nazar-ı fikrî tarîkı ile (fikir yürütme yoluyla) akıllarını isti’mâl eden (kullanan) felâsifenin (felsefeciler, filozoflar) hakayık-ı eşyâya (şeylerin, eşyanın hakikâtine) ıttılâ’ı (vâkıf olmaya) şimdiye kadar mümkin olmadığı gibi, bundan sonra da ebeden (asla) mümkin olamayacaktır. Bunlar Hz. Hayyâm’ın buyurduğu gibi öküzden süt sağmak gibi abesle (boş şeylerle) iştigaldedirler (meşgûldürler). Beyt-i Hayyâm: Onlar ki, akıl ile sa’y ederler; Yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Tercüme ve izâh : Onlar ki, akıl ile sa’y ederler; (çalışırlar) yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Libâs-ı belâheti (akılsızlık elbisesini) giymeleri, ya’nî akıllarını terk edip keşf-i ilâhî ashâbı (ilâhi keşif sahibi) olan Enbiyâ-i Kirâm’ın (Peygamberlerin) getirdikleri ahkâmı (şartları, durumu) kabûl ve onlara tâbi’ olmaları, (uymaları) evlâdır (en münasiptir). Bu tebaiyyet (tâbi oluş) öyle olmalıdır ki, emr-i hakîkâtte (hakikat hususunda) bugün aklın hükmüyle bir yaprak bile satmamalıdır. Ya’nî ahkâm-ı Enbiyâyı ihâta-i cüz’iyye (Enbiyanın getirdiği hükümlerin çok az bir kısmını anlayabilecek kapasite) sâhibi olan akla tatbîk (akla uydurmaya çalışarak) ile i’tirâzâtta (itirazlarda) bulunmamalıdır. Ve keşf-i İlâhî (İlâhi keşif) kevn-i câmi’ (her şeyi kendinde toplayan varlığın, insanı kamilin) mazharının (görüntü yerinin) gayrisinde (dışında) vâkı’ olmaz (gerçekleşemez). Bunlar ise Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) (Allah onlara selâm etsin) ile Hz. Şeyh-i Ekber ve emsâli (benzeri) (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) (Allahü teâlânın rızâsı onlar üzerine olsun) gibi onların vârisleri (mirasçıları) olan kümmelîndir (kâmillerdir). Zîrâ, bunlar Allah ism-i câmi’inin (tümel isminin) mazharı (açığa çıkıp göründüğü yer) oldukları cihetle (yönüyle), Zât-ı Mutlak’ın (kayıtsız, mutlak Zât’ın) merâtib-i tenezzülâtını (mertebelere inişini) kendi nefislerinde zevkan (manevi haz ile, bizzat deneyimleyerek) müşâhede ederler (şahit olurlar, seyrederler). Ve söyledikleri ve yazdıkları hep kendi müşâhedâd-ı zevkıyyeleridir (müşahade deneyimlerdir). Ve onlar bu müşâhede (görüş) üzerine bilirler ki, tabîat-i külliyye (tümel tabiat) Ulûhiyyet’in (Vahdet mertebesinin) zâhiriyyeti olan (dışa çıkışı, görünürü olan) hakîkat-i vâhidedir (tek bir hakikâttir). Ve bu da külde sârî (bütüne yayılmış) olan Zât-ı Ahadiyye’den (Ahad olan Zât’tan) başka bir şey değildir. Bunun için Hak Teâlâ buyurur: “Ve huvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâhun” ya’nî “Gökteki ilâh da yerdeki ilâh da O’dur” (Zuhruf, 43/84) ve lisânı-ı Resûliyyeti (peygamberlik lisanı ile) ile de Bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi” deyip külde (bütüne) Zât-ı Ahadiyye’nin serayânı (Ahad olan Zât’ın yayılış) hakîkatini duyurur. İmdi bu mezkûr, “insan” ve “halîfe” tesmiye olundu. Onun insâniyyetine gelince, onun neş’etinin umûmundan ve hakâyıkın küllîsini hâsır olduğundan dolayıdır. Ve o, kendisiyle nazar vâkı’ olan gözden, Hak için gözbebeği menzilesindedir. Ve “basar” ile muabberün-anh olan odur. İşte bunun için “insan” tesmiye olundu. Zirâ Hak, onunla halkına nazar eyledi ve onlara rahmet etti. (4) Şimdi bu bahsedilen, “insan” ve “halîfe” olarak isimlendirildi. Onun insâniyetine gelince, onun oluşumunun genelliğinden ve hakîkatlerin tümünü kapsayıp, kuşatmasından dolayıdır. Ve Hakk için O, kendisiyle bakışın gerçekleştiği gözdeki, gözbebeği derecesindedir. Ve “görme” (basar) ile anlatılmak istenen odur. İşte bunun için “insan” olarak isimlendirildi. Çünkü Hakk, onunla yarattıklarına baktı ve onlara rahmet etti. (4) Ya’nî kuvây-ı âlemin küllîsini (âlem kuvvetlerinin tamamını) a’lâsını ve esfelini câmi’ (yükseğini ve alçağını toplamış) olan bu mezkûra (bahsedilene), ya’nî kevn-i câmi’a (kevni topluluğa), “insan” tesmiye olundu (insan adı verildi) ki, ism-i aslîdir (asıl ismidir). Ve “halife” tesmiye olundu (denildi) ki, ism-i lakabîdir (sonradan takılan adıdır, lakabıdır). Ona “insan” denilmesi, neş’etinin umûmî olmasından (yapısının genel herşeyi kapsar şekilde olmasından) ve hakayıkın cümlesini hasr (bütün hakikatleri kapsaması) ve ihâta etmesinden (kuşatmasından) nâşîdir (dolayıdır). Zirâ, rûhânî, tabîî ve unsurî olan bi’l-cümle neş’etlerde (işlerde) onun sereyânı (yayılması) olduğu gibi, ulvî (yüksekte olan) ve suflî (aşağıda olan) kâffe-i hakayıkı hâsırdır (bütün hakikâtleri içine alır). Âlemde (evrende) hiçbir hakîkat yoktur ki, onda olmasın. İnsanın zâhirinde (dış görünüşünde) âlemin zâhirinde (dış görünüşünde) olan ve bâtınında (rûhunda) dahi (da), âlemin batınında olan her bir şeyin nazîri (benzeri) vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) insan, hulâsa-ı mevcûdât (mevcûdatın özü) ve zübde-i kâinâttır (kâinâtın özetidir). Zirâ âlem (evren), sûret-ı İlâhiyye (ilahi suret) üzeredir. Ve insan ise o sûretin nümûne-i câmi’idir (tümel modelidir). Ve bu “kevn-ı câmi’” (tümel oluşum) kendisiyle nazar vâkı’ olan (bakılan) gözün, Hak için, gözbebeği menzilesindedir (derecesindedir). Ve “basar” (görme) ta’bîr olunan (denilen) dahi, (de) ancak odur. Ve kuvve-ı bâsıra (görme melekesi) görünen şeylerin aynını nasıl gözbebeği ile idrâk ederse, Zât-ı Mutlak’ın (kayıtsız, mutlal Zât’ın) kendi merâtib-ı tenezzülâtının kâffesine (indiği bütün mertebelerine) olan nazarı (bakışı) dahi (da), bu gözbebeği mesâbesinde (derecesinde) olan İnsân-ı Kâmil ile vâkı’ olur (gerçekleşir). Yâ’ni kuvve-ı bâsıranın zevkı (görme melekesinin deneyimi) olan rü’yet (görüş) gözbebeğinin sûreti (vasıtasıyla) ile vakı’ olduğu (gerçekleştiği) gibi, Hak için zevk-ı rü’yet (görme deneyimi) dahi (de) İnsân-ı Kâmil’in taayyün-ı sûrîsiyle (meydana çıkmış suretiyle) olur. Ve insan kuvve-ı bâsırasıyla (insan görme melekesiyle) kendisinin aynı olan vücûduna (varlığına) nazar ettikde (bakınca) hâsıl olan zevk-ı rü’yet (görme deneyimi), gayrdan (başkasından) müstefâd (kazanılmış) olmaz. Belki bu zevk kendi zâtının kendi zâtına verdiği bir zevktan ibârettir. İşte İnsân-ı Kâmil mazharıyla vâkı’ olan (aynasıyla gerçekleşen) nazar-ı ilâhî (ilahi bakış) de böyledir. Onun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’nin iki yüz yirmi birinci bâbında (bölümünde) şöyle buyurur: Beyt: .......................................... Tercüme : “Gayr nerededir? (başkası nerededir?) Ve kevnde (evrende) bütün “beşer” (insan) tesmiye ettiğin (ismini verdiğin) vücûdun gayrı (varlıkdan başka) bir şey yoktur. Zîrâ o, aynen ve ilmen kevnin kâffesine (evrenin hepsini) şâmil olur (içine alan) bir isimdir. Binâenaleyh (bundan dolayı) sen sûretlerden çıkma!” İşte insan, Hak için gözün göz bebeği mesâbesinde (derecesinde) bulunduğundan nâşî (dolayı), “insan” tesmiye olundu (olarak adlandırıldı) . Zîrâ Hak, İnsân-ı Kâmil ile halkına (yarattıklarına) nazar etti (baktı) ve onlara rahmet eyledi. Çünkü İnsân-ı Kâmil, âlemin icâdına (yaratılmasına) ve onun bakâsına (devamlılığına) ve kemâlâtına (gelişmesine olgunlaşmasına) ezelen (geçmişte) ve ebeden (gelecekte) dünyâca ve âhiretçe sebeptir. Mertebe-i ilimdeki sebebiyyetine (İlim mertebesinde sebep oluşuna) gelince: Hak Teâlâ kendi zâtına zâtıyla tecelli ettiği (belirdiği) ve cemî’-i sıfâtını (bütün sıfatlarını) ve kemâlâtını Zâtında müşâhede eylediği (gördüğü) ve onları İnsân-ı Kâmil’in hakîkatinde müşâhede etmeği (görmeği) murâd ettiği (dilediği) vakit, hazret-i ilmiyyede (ilim mertebesinde) nev’-i insânînin (insan türünün) hakîkati olan hakîkat-ı Muhammediyye (Muhammedi hakikat), Hak için, âyîne (ayna) mesâbesinde (derecesinde) vâkı’(olmuş) oldu . Ve hakayık-ı âlemin küllîsi (evrendeki hakikatlerin tümü) onun vücûdu (varlığı) ile mevcûd (var) oldu. Ve bu hakîkat bütün esmâyı câmi’ (tüm isimleri toplamış) olan “İlâhiyyet” mertebesine tekabül eyledi (karşılık oldu). Ba’dehû (daha sonra) Hak Teâlâ o hakîkatte bi’l-cümle esmâya (bütün esmâlara) vücûd-i tafsîlî i’tâ edip (detaylı (çeşitli) vücutlar, varlıklar verip) a’yân-ı sâbite (ilmi suretler) zâhir oldu (açığa çıktı). “Ayn”daki (öz’deki, manâdaki) sebebiyyetine gelince “Allah ilk önce benim nûrumu halk etti” hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince), nûr-i Muhammedî’den (Muhammedi Nur’dan) ibâret olan Akl-ı Evvel’in (ilk Akılın) îcâdiyle (yaratılmasıyla), Hak Teâlâ vücûd-i hâricîyi (dışarıdaki varlıkları) vücûd-i ilmîye (ilmi varlıklara) mutâbık (karşılık gelecek şekilde) kıldı. Ba’dehû (daha sonra) Akl-ı Evvel’in mütezammın (içine almış, kapsamış) olduğu mevcûdâd-ı sâire (diğer varlıklar) zuhûra geldi. (meydana çıktı) Nitekim merâtib-i sitte (altılı mertebe) bahsinde (konusunda) bâlâda (daha önce) beyân olundu. (açıklandı) Kemâlât sebebiyyetine gelince, Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in kalbini tecelliyât-ı Zâtıyye (Zâti oluşumlarına) ve esmâiyyesine (isimlerine) mir’ât (ayna) kıldı. Evvelen ona (önce ona), ba’dehû (daha sonra) onun vâsıtasıyla âleme (evrene) tecellî etti . Bu hal, bir âyîneye mün’akis (aynaya aksetmiş) olan nûrun onun mukabilinde (karşısında) bulunan diğer bir âyîneye in’ikâsına (aynadaki yansımasına) benzer. Şu hâle nazaran (göre) esmânın ilimde ve “ayn”daki a’yânı (isimlerin ilimde ve suretlerdeki durumları) ve onların kemâlâtı ancak İnsân-ı Kâmil vâsıtasıyla hâsıl oldu (gerçekleşti). Ve insan maksûd-i ûlâ (ilk gaye) olunca, bi’t-tabi’ (tabii olarak) onun vücûd-i hâricîsi (dıştaki bedeni) hakayık-ı âlemin (alemin hakikatlerinin) vücûdunu (varlığını) iktizâ eder (gerektirir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ, en son insanı îcâd (yaratmak) için, evvelen eczâ-yı âlemi (önce âlemin parçalarını) îcâd etti (yarattı). Nitekim buna işâreten, hadîs-i kudsîde: “Levlâke levlâk lema halaktü'l eflâk”. Ya’nî “sen olmasa idin yerleri, gökleri yaratmaz idim” buyruldu. Ve Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) Efendimiz, Mesnevî-i Şerîf’lerinin cild-i râbi’inde (dördüncü cildinde) bu hakîkati şu vech (yön) ile tavzîh buyururlar: (açıklarlar) Mesnevî: ............... Tercüme : “Zâhire nazaran (dış görünüşe göre), o dal budak, meyvenin aslıdır. Velâkin, (fakat) bâtına (içe) nazaran, dal budak meyve için vücûd (varlık) bulmuştur. Eğer meyve meyl (meyveye eğilimi) ve ümîdi olmasa idi, bağçevan hiç ağacın kökünü diker miydi? Böyle olunca o ağaç ma’nâ itibâriyle meyveden doğdu. O meyvenin tevellüdü (doğumu) her ne kadar sûret i’tibâriyle (yapısı yönüyle) şecerden (ağaçtan) vâkı’ olmuş ise de, bunun için, o zûfünûn (ilimlerin sâhibi) olan (S.a.v.) Efendimiz: “Biz öne geçmiş olan sonra gelenleriz” Ya’nî “Biz sâbıklar (önce) olan âhirleriz” (sonralarız) remzîni (işâretini) beyân buyurmuştur (bildirmiştir). Ve yine buyurur ki: Vâkıâ (gerçi) ben sûret i’tibâriyle (şekil bakımından) Âdem’den doğmuşumdur. Velâkin (ancak) ma’nâ i’tibâriyle ceddin ceddi (ataların atası, ilk yaratılan) olarak vâki’ olmuşumdur. O meleğin secdesi benim için olmuştur. Ve benim için yedinci felek üzerine gitmiştir. Fikrin evveli (öncesi), amelde âhir (fiilde en sonra) geldi. Husûsiyle bir fikir (öyle bir fikir ki) ki, vasf-ı ezel ola.” (öncesizlik, ilk olma ile vasıflanmıştır). İşte bu şuhûd-i ezelî (ezeli müşahade) ve îcâd-ı ilmî ve aynî (ilim ve suretlerin yaratılması) onlara nazardan (bakmaktan) ve onların üzerine rahmet-i Rahmâniyye-i mücmelenin (kısa ve öz olarak Rahman’ın rahmetinin) ve rahmet-i Rahîmiyye-i tafsîliyyenin (ayrıntılı olarak da Rahim’in rahmetinin) ifâzasından (feyzlendirilmesinden) ibârettir. Zîrâ bi’l-cümle (bütün) kemâlât vücûd üzerine (varlıkğa göre) mürettebdir (tertib edilmiştir). Ve vücûd (varlık) rahmet-i asliyyedir (asıl rahmettir) ki, envâ’-ı rahmet (rahmedin çeşitleri) ve dünyevî ve uhrevî (dünya ve ahiretle ilgili) saâdet hep bu rahmet-i asliyyeye tâbi’dir (bu asıl rahmete bağlıdır). İmdi o, ezelî olan insân-ı hâdistir ve ebedî olan neş’e-i dâimdir; ve câmi’ olan kelime-i fâsıladır. Binâenaleyh, âlem onun vücûduyla tamâm oldu. Böyle olunca o, âlemden, hâtemden hâtemin fassı gibidir ki, o, pâdişâhın hazînelerini onunla mühürlediği mahll-i nakş ve alâmettir. (5) Şimdi o, ezelî (öncesiz, ilk) olan ancak sonradan ortaya çıkmış (ezelde takdir olunan ancak sonradan varlık kazanan) İnsândır. Ebedî olan dâimi (sonsuza kadar devam edecek) oluşumdur; ve ayırıcı bir tümel kelimedir. (Kelime-i Fasıla : ayırıcı kelime manasına geldiği gibi ayetlerin son kelimesi veya ayetleri okurken manayı belirginleştirmek için vurgulanan kelime manasına da geliyor. Burada kastedilen manâsı, İnsanın Âlem den meydana gelip yine Âlemi toplayarak kuşattığı ikili durumdur. Halife olan İnsan işte bu vasfı ile Hakkın isim ve sıfatlarını kendi özel varoluş fırsatıyla diğer varoluşlardan toplayıp ayırır. Toplayıp ayırdığı bu isim ve sıfatlarla Alem de olmayan isim ve sıfatlara da mazhar olur.Onları da kendisinde toplayarak Âlem’e açar.Bu nedenle nebiler Kur’an’da “kelimeler” olarak ifade edilmiştir. Böylece her bir insan Hak ile halk arasında bir ayırıcı hat ve birleştirici toplamdır. Hak Âlemde’den onunla ayrılır ve yine Hak Âlem’de onunla belirir.) Bundan dolayı âlem onun varlığıyla tamâmlanmıştır. Böyle olunca insan, âlemde, üstünde padişahın nakış ve alameti olan ve hazinelerini onunla mühürlediği yüzükteki yüzüktaşı gibidir. (5) Ya’nî kevn-i câmi’ (tümel varlık) olan İnsân-ı Kâmil sûretiyle (suretiyle) hâdistir (sonradan olmuştur) ve hakîkat-ı rûhiyyesiyle ezelîdir (ruhi hakikati itibarıyla öncesizdir, ilkdir). Zîrâ (çünkü) suver-i ilmiyye (ilmi suretler) ilm-i İlâhîdir; (İlahi ilimdir) ve ilim niseb-i İlâhiyye’den (İlâhi bağıntılardan) bir nisbet (bağıntı) olmak i’tibârıyle (olması bakımından) Hakk’ın aynıdır ve Hak ise ezelîdir (başlangıcı olmayandır). Ve hakîkat-ı insâniyye (insanın hakikâti) niseb-i nâmütenâhiyyeyi câmi’ (sonsuz bağıntıları kendisinde toplamış) olan Zât-ı Vâhide’ye (tek olan Zât’a) mukabil (karşılık) bulunan âyîne mesâbesinde (ayna durumunda) olup Zât-ı vâhidenin (tek olan Zât’ın) cemi’-i merâtibe (bütün mertebelere) tenezzülü (inişi) bu hakîkatle vâkı’ (olmuş) olduğundan ve cemi’-i merâtip (bütün mertebeler) ise, Hakk’ın vücûdundan ibâret ve vücûd-i Hak (Hakın vücudu) ise ebedî bulunduğundan, İnsân-ı Kâmil’in neş’eti (oluşumu) dahi (da) ebedîdir. Hiçbir mertebede aslâ fenâ-pezîr olmaz (yok olamaz). Ve İnsân-ı Kâmil bir kelimedir ki, ahkâm-ı vücûb (kesin hükümler) ile ahkâm-ı imkân (mümkün hükümler) aralarını fasl eder (ayırır). Ve kendisi vücûb (kesin) ile imkân (mümkün) arasında berzahdır. (aradır, geçiştir) Ve berzah olarak vâkı’ (olmuş) olan şeyin iki cihete de (tarafta da) birer yüzü vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) insân-ı kâmil ahkâm-ı vücûb (kesin hükümler) ile ahkâm-ı imkânı câmi’dir (mümkün hükümleri kendisinde toplamıştır). Velâkin (ancak), onun berzahiyyeti (ara, geçiş, köprü olması) tarafeynden (iki taraftan) mümtâz (ayrı) olmak ve kendisinin ayn-ı zâidesi (kendinde bir fazlalığı) bulunmak sûretiyle (nedeniyle) değildir. Meselâ kelimenin vücûdu sûretle ma’nâ arasında berzahtır (geçiştir, köprüdür). Velâkin (ancak), kelimenin vücûdu sûret ve ma’nâya nazaran (göre) bir ayn-ı zâide değildir. (kendinde bir fazlalık yoktur) Zîrâ, sûret kelimenin “ayn” (kendisi) olduğu gibi, ma’nâ dahi (da) o sûretten hâriç değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) kelime, sûret ve ma’nâyı yekdîğerinden (birbirinden) ayıran bir berzah (geçiş) olmakla berâber bunlardan ayrı değildir. Ve sûret ve ma’nâdan fazla olarak bir “ayn”a da (kendine özgü bir şeye de) mâlik (sahip) değildir. İşte İnsân-ı Kâmil’in vücûdu dahi (da) bu misâle (örnekle) mutâbıktır (örtüşür). İmdi Âdem, kaffe-i merâtib-i İlâhiyyeyi câmi’ (bütün ilâhi mertebeleri toplamış) olduğu ve onun taayyünü (oluşumu) bi’l-cümle esmâ-i İlâhiyye’nin zuhûruna (bütün İlâhi isimlerin görünmesine, açığa çıkmasına) müsâid bulunduğu için, âlemin vücûdu Âdem’in vücûduyla tamâm oldu. Zîrâ Âdem’in (İnsan’ın) vücûdu olmasa idi, âlemin (evrenin) vücûdu, rûhsuz bir cesed-i müsevvâ (şekillendirilmiş bir cesed) ve cilâsız bir âyîne (ayna) gibi kalır idi. Binâenaleyh (bundan dolayı), âlemin (evrenin) Âdem’e (İnsan’a) nisbeti (göre durumu), fass-ı hâtemin (yüzük taşının) hâteme nisbeti (yüzüğe göre olan durumu) gibidir. Ve fass-ı hâtem (yüzük taşı) mahall-i nakş ve alâmettir ki (nakış ve işaret mahallidir ki) pâdişah hazînelerine onunla mühür vurur. Çünkü yüzükten kasıt nakış ve alamet mahalli olan onun fassı (taşı) olduğu gibi, âlemden (evrenden) maksûd (kastedilen) dahi (de), melik-i hakîkînin (hakiki mülk sahibinin) ismi olan “Allah” ism-i câmi’inin (Allah tümel isminin) mahall-i nakşı bulunan (nakış mahalli olan) İnsân-ı Kâmil’dir; ve melik-i hakîkî (Hakiki Mülk Sahibi) hazâin-i esmâiyyesini (isim hazinelerini) bu alâmetle (desenle) hıfz eder (muhafaza altına alır, korur). Ma’lûm olsun ki “O insan ezelî olan sonradan meydana gelmiş ve ebedî olan dâimi oluşumdur” Ya’nî “O insan hâdîs-i ezelî (öncesiz, ilk sonradan olan) ve ebedî (sonsuz) olan neş’e-i dâimdir” (daimi oluşdur) ibâresi tahtında (ifadesi altında) azîm (büyük) ma’nâlar vardır. Bu beyândan (söylemden) insanın, yalnız küre-i arz (dünya) üzerinde zuhûr eden (ortaya çıkan) insandan ibâret olmadığı açıkça zâhir olur (görülür) . Zîrâ küre-i arzın (dünyanın) evveli (öncesi) ve âhiri (sonu) vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun üzerinde zuhûr eden (ortaya çıkan) insanların da evveli (öncesi) ve âhiri (sonu) vardır. Şu halde küre-i arz (dünya) üzerindeki insanlar hâdis-i ezeli (öncesiz, ilk sonradan olan) değildir, ebedî olan neş’e-i dâimde (sonu olmayan, daimi oluş da) değildir. İmdi bu ma’nâyı tevzîh (genişletmek) için bir mukaddeme (ön bilgi) lâzımdır. Şöyle ki, vücûd-i Hakk’ın (Hakk’ın vücûdunun) ne evveli (öncesi), ne de âhiri (sonu) vardır, kadîmdir (öncesi olmayan eskidir) Binâenaleyh (bundan dolayı), onun sıfât ve esmâsı dahi (da) kadîmdir (öncesi olmayan eskidir) Ve sıfât ve esmâsının zuhûr-i ahkâm (hükümlerinin ortaya çıkışı) ve âsârı (eserleri) aslâ ta’tîl (durma, duraksama) kabûl etmez. Şu halde, Hakk’ın tecellî etmediği bir ân yoktur. Nitekim, âyet-i kerîmede “külle yevmin huve fî şe’n” ya’nî “O her an yeni bir iştedir” (Rahmân, 55/29) buyrulur. Hak Teâlâ ezelen ve ebeden Hâlık’tır, (yaratandır) Rezzâk’tır (rızk verendir), Gaffâr’dır (bağışlayandır), Mümît’tir (öldürendir), Muhyî’dir (diriltendir) ilh (v.b.)... Binâenaleyh (bundan dolayı), vücûd kadîm (öncesi olmayan eski) olduğu gibi, keyfiyyet-i hudûs (sonradan olma hususu) dahi (da) kadîmdir (öncesi olmayan eski). Ancak efrâd-ı hâdisin (sonradan olanların) evveli (öncesi) ve âhiri (sonrası) vardır. Ve keyfiyyet-i hudûsün (sonradan olma hususunun) evveli (öncesi) ve âhiri (sonrası) yoktur. Ya’nî, Hakk’ın halk etmediği (yaratmadığı) bir ân yoktur. İmdi fezâ-yı bî nihâye (sonsuz evren) ayn-ı vücûd-i Hak’tır. (Hak vücûdunun aynıdır) Ve onda bir taraftan tekevvün (oluşan) ve bir taraftan tefessüd eden (bozulan) kâinât ve zâilât (var edilenler ve yok edilenler) sıfât-ı hâlıkıyyetin (yaratma vasfının) mazharıdır (görüldüğü yerdir). Ve o bî-nihâye avâlimin (o sonsuz âlemlerin) üzerinde ezelen (öncesi olmayan olarak) tekevvün eden (oluşan) insanların efrâdı (fertleri) hâdistir (sonradan olmadır). Binâenaleyh (bundan dolayı), insan hem ezelî (öncesi olmayan) ve hem de hâdistir (sonradan olmadır). Ve efrâd-ı beşer (insan fertleri) ve üzerinde yaşadığı âlemler ecele tâbi’ (ölüme mahkûm) olduğu halde onun bu avâlim-i bî-nihâye (sonsuz alemler) üzerinde ilâ-mâlâ-nihâye (nihayetsiz son bulmayacak) zuhûru (meydana çıkışları) onun neş’e-i dâim-i ebedî (oluşumunun devamlı ve sonsuz) olduğunu gösterir. Ve “neş’e” (oluş) “hâdis olmak” (sonradan olma) ma’nâsındadır. Bu cümlenin vâzıhan (aşikar) ma’nâsı: İmdi o, hâdis-i ezelî (ezeli sonradan olan) ve hâdis-i dâim-i ebedî (sonsuza kadar sonradan olmaya devam edecek) olan insandır” demek olur. Şu halde insan, kadîm olan (eskiden beri olmuş olan) Hakk’ın varlığında ezelden (öncesi olmaksızın) ebede (sonsuza) kadar mevcûddur. (vardır) Yukarıdaki şerh (açılım, açıklama) şurrâh-ı kirâmın (şerh eden ulu zatların) verdikleri ma’nâya göredir. Ve bu zevât-ı kirâm (büyük zatlar), insanın hudûsü (hadis, sonradan olma konusunun) ancak (sadece) küre-i arza (dünya’ya) inhisâr ettiği (mahsus olduğu) ve âlem-i şehâdet (şahitlik aleminin) ancak bizim âlemimiz olduğu mülâhazasıyla (düşüncesiyle) bu yolda şerh etmişler (açıklamışlardır) ve İnsân-ı Kâmil sûretiyle hâdis (suretiyle sonradan olma) ve hakîkat-i rûhiyyesiyle ezelîdir (rûhi hakikatiyle ezelidir) demişlerdir. Vâkıâ (gerçi) bu beyân (açıklama) dahi (da) doğrudur; fakat efrâd-ı insâniyyeye (insan fertlerine) nazaran doğrudur. Zîrâ, henüz âlem-i sûrette (suretler aleminde) zâhir olmayan (meydana çıkmayan) her bir ferdin bir hakîkat-i rûhiyyesi (rûhi hakikati) vardır. Fakat “insan” mefhûmunun (kavramının) âlem-i sûrette (suret âleminde) ezelden beri mevcûd olmadığı mülâhazası (düşüncesi) darlıktır. Zîrâ âlem-i sûret (suret alemi) ef’âl-i İlâhiyye’nin (ilahi fiillerin) meclâsıdır.(aynasıdır) Ve ef’âl-i İlâhiyye’nin (İlahi fiillerinin) ezelen ve ebeden ta’tîli (geçmişte ve gelecekte duraksaması) câiz (geçerli) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) bizim âlemimiz (evrenimiz) yok iken, fezâ-yı bî-nihâyede (sonsuz evrende) başka âlemlerde insan sûretleri var idi. Bunun delîli mukaddemede (giriş kısmında) îzâh olunduğu üzere “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbeh” ya’nî “Gökleri ve yeri yaratması ve orada hayvanları/yürüyen canlıları çoğaltıp yayması O’nun âyetlerindendir (Şûrâ, 42/29) âyet-i kerîmesidir. Hak Teâlâ yerde ve göklerde “dâbbe” (hayvan/yürüyen canlı) cinsinden olan mahlûkatı neşrettiğini (yaydığını, dağıttığını) beyân buyuruyor (açıklıyor). Ve “dabbe” (hayvan/yürüyen canlı) insanın sûretinde de şâmildir (vardır). Nitekim âyet-i kerîmede, sûre-i Enfâl’ de “İnne şerred devâbbi indallâhis summul bukmullezîne lâ ya’kılûn.“ yâni “Muhakkak ki, Allah indinde dabbelerin en şerlisi akılsız olan sağır ve dilsizlerdir” (Enfâl, 8/22) “kör ve sağır ve akılsız olan “dabbelerin (hayvanların/yürüyen canlıların) şerlisi” (kötüsü, fesadı) insan olduğu meydandadır. Ve kezâ diğer bir âyet-i kerîmede de “İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yu'minûn” yâni “Allah indinde devâbbın en şerlisi, muhakkak kâfirlerdir, artık onlar imân etmezler” (Enfâl 8/55) buyrulur. “Ve küfreden ve îmân etmeyen “devâbb” (hayvan/yürüyen canlı) ise ancak insandır.” Esâsen Cenâb-ı Şeyh-i Ekber Hazretleri Fütûhât’ın 367. bâbında (bölümünde) keyfiyyet-i hilkatin (yaratma hususunun) ezelî ve ebedî olduğunu beyân buyururlar. Nitekim, âtîde (gelecekde) kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyâmet) bahsinde tafsîl olunacaktır (açıklanacaktır). Ve Cenâb-ı Mevlâna Celâleddîn Rûmî efendimiz dahi (de) Mesnevî-Şerîf’in üçüncü cildinde Dekükî kıssasında (hikayesinde) vâkı’ (geçen) ............ beyt-i şerîfinin ikinci mısra’sında bu ma’nâya işâret buyururlar ki, fakîr Mesnev-î Şerîf’e olan şerh-i âcîzânemde (acizane şerhimde) bu ma’nâyı îzâh ettim. Burada zikr (tekrarlamak) uzun olur. Ve bu ecilden ona “halîfe” tesmiye eyledi. Zîrâ mühür hazâini hıfz eylediği gibi, halkını onunla hâfızdır. İmdi pâdişâhın mührü onların üzerinde bulundukça, onların fethine bir kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin hıfzında onu istihlâf etti. Binâenaleyh kendisinde İnsân-ı Kâmil mevcûd oldukça, âlem mahfûz olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, hizâne-i dünyâdan zâil olup fekk olunsa Hak Teâlâ’nın onda ihtizân edeceği bir şey kalmaz. Ve zâhir ve bâtındır* onda olan şey çıkar ve ba’zısına iltihâk eder. Ve emr âhirette intikal eyler. Şu halde hizâne-i âhiret üzerine hatm-i ebedî ile hatm oldu. (6) Ve bu sebep yüzünden ona “halîfe” ismini verdi. Çünkü, mühür hazîneleri nasıl muhafaza ederse, O da yarattıklarını onunla (mühür gibi olan halife ile) korur. Şimdi pâdişâhın mührü onların üzerinde bulundukça, onları açmaya kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle açar. Böylelikle, âlemin muhafazasında onu kendine halife yaptı. Bundan dolayı kendisinde İnsan-ı Kâmil mevcût oldukça, âlem daima korunmuş olacaktır. Görmez misin ki, dünyâ hazînelerinin mühürü olan İnsan-ı Kâmil bu dünyadan ayrılıp da mühür bozulacak olsa, Hak Teâlâ’nın onda muhafaza edeceği bir şey kalmaz. Ve onda olan açık ve gizli* her ne varsa ortaya dökülür ve birbirlerine karışır. Ve iş âhirete intikal varır (kıyametin kopması). Bu kez de âhiret hazîneleri İnsan-ı Kâmilin ahirete intikal eden varlığı ile ebedîyen mühürlenmiş olur.(6) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Ya’nî İnsan-ı Kâmil kâffe-i esmâyı câmî’ (bütün isimleri kendinde toplamış) olan “Allah” isminin mazharı (görüntü mahalli) olduğu ecilden (olması sebebiyle) Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” tesmiye eyledi (olarak isimlendirdi) . Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de melâikeye (meleklere) hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyrulmuştur. Zîrâ kilitlerin üzerine mevzû’ (konulmuş) mühür mumu üstüne basılan mühür ile hazîneler hıfz edildiği (korunulduğu) gibi, Hak Teâlâ dahi, (da) kendisinin mezâhir-i esmâiyyesi (isimlerinin görünüm mahalleri durumunda) bulunan halkını (yarattıklarını) İnsân-ı Kâmil’in vücûdu (varlığı) ile hıfz eder (korur). Zîrâ envâ’-ı mevcûdâd sûretlerinin (varlık çeşitlerinin, türlerinin) bakası (devamlılığı), hazanin-i Ulûhiyyet’ten (Uluhiyet’in hazinelerinden), ânen-fe-ânen (sürekli olarak) onlara vâsıl olan (erişen) atâyâ-yı esmâiyye (isim bağışları) ile vâkı’ olur (gerçekleşir). Eğer bu tecelliyât (oluşumlar) kesilse, suver-i âlem (alemdeki suretler) bir anda buz gibi eriyip mahv u nâ-bûd (bozulur yok olur) olur. Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ ya’nî “Hiçbirşey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın. Onu ma’lûm bir kader ile indiririz” (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûverin (suretlerin) baka-yı kemâlât ve âsârına (kemalat ve eserlerinin devamlılığına) sebep olan atâyâ-yı İlâhiyye (İlahi bağışlar) evvelen (ilk önce) vâhidü’z-zamân (zamanın tek insanı) olan İnsân-ı Kâmil’in mirât-ı kalbine (kalp aynasına) nâzil olup (inip) ba’dehû (daha sonra) onun kalbinden âleme in’ikâs (yansıma) sûretiyle tevzi’ olunur (dağıtılır, yayılır). Ve padişâh-ı hakîkinin (hakiki padişahın) izni olmadıkça, İnsân-ı Kâmil’in hıfz ettiği (koruduğu) hazâinin serâirine (hazinenin sırlarına) kimse muttali’ (vakıf) olamaz; ve hazâin-i İlâhiyye’nin (İlahi hazinelerin) tasarrufuna (idaresine ve kullanımına) kimse ictisâr (cesaret) edemez. Ve “illâ bi iznihi” deki (“onun izni olmadan” sözündeki) zamîrin İnsân-ı Kâmil’e râci olmak (dönük olması da) dahi (da) câizdir (uygundur, geçerlidir). Bu sûrette ma’nâ: (Bu durumda manâ) “Allah ism-i câmi’inin mazharı (Allah tümel isminin görüntü mahalli) olan İnsân-ı Kâmil’in izni olmadıkça menba’-ı atâyâ-yı İlâhiyye (İlahi bağışların kaynağı) olan hazâinde (hazinelerde) hiçbir kimse tasarrufa (idareye, kullanmaya) mücâseret (cesaret) edemez, demek olur. Ve İnsân-ı Kâmil’in hazâin-i İlâhiyye’de (İlahi hazineleri) tasarrufu (idaresi ve kullanması) bi’l-asâle (asaletten, asıl olarak) değil, bi’l-hilâfedir (halife, vekil olarakdır). Çünkü Hak Teâlâ âlemin hıfzı (muhafazası) hususunda İnsân-ı Kâmil’i istihlâf etti (halife, vekil yaptı). Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemde İnsân-ı Kâmil mevcûd oldukça, o âlem dâimâ mahfûz (korunmuş, gözetilmiş) kalır. Sen görmez misin ki, ism-i zâhir’in mazharı (Zâhir isminin görüntü yeri) olan bu âlemi kesîf-i (madde alemi olan) dünyâda Hakk’ın zuhûr (meydana çıkması) ve ızhârı (meydana çıkarması) ve celâ (Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün) ve isticlâsı (isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü), son derece kemâle geldikten sonra, İnsân-ı Kâmil’in vücûdu zâil (yok olup, gider) ve onun mühr-i vücûdu (mühür olan varlığı) hizâne-i dünyâdan (dünya hazinelerden) fekk (bozulup, yok) olunduğu vakit, artık hizâne-i dünyâda (dünya hazinelerinde) hıfz edecek (korunacak) bir şey kalmaz. Zîrâ (çünkü) suver-i zâhire (görünen suretler) bozulup harâp olur. Ve ism-i zâhirin ahkâmı (Zâhir isminin hükümleri) ism-i Bâtın’ın (Bâtın isminin) kabzasına (pençesine) intikal eyler (geçer). Ve âlem-i kesîf-i dünyada (madde alemi olan dünyada) mevcûd olan cemâd (madenler, maddeler) ve hayvân ve insân ve cinn ve semâvâtta (göklerde) olan melâike (melekler) âlem-i âhirete (ahiret alemine) hurûc eder (çıkar, yükselir) ve âlemde cem’ olur (toplanır). Nitekim Hak Teâlâ Ve izel vuhûşu huşiret” yâni “vahşiler toplandığı zaman” (Tekvîr, 81/5) buyurur. Ve haşr (bir yere toplanma, biraraya gelme) ise her bir şey hakkında umûmîdir (geneldir). Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemden hurûc eden (çıkan, yükselen) şeylerin ba’zısı ba’zısına iltihâk eder (karışır, katılır, bitişir). Ya’nî fürûât (neticede) kendi asıllarına mülhak (eklenmiş, katılmış) olur. Şu halde cemâd ve nebât ve hayvân, toprağa; ve insân ve cinn ise, kendilerinde vâkı’ olan (oluşan) galebeye (üstün gelen, öne çıkan şeye) göre cüz’-i nârîleri (ateşten olan parçaları, kısımları) şeytandan ibâret olan nâra (ateşe), ve cüz’-i nûrîleri (nurdan olan parçaları, kısımları da) dahi (da) melekten ibâret olan nûra iltihâk eder (katılır, karışır). Ba’dehû (daha sonra) nûr İnsân-ı Kâmil’e iltihâk edip (katılıp, karışıp) âlem-i nûrânîde (nûrani âlemde) onun hakîkat-i hatmiyyesi (mührünün hakikati) zâhir olur (açığa çıkar). Ve İnsân-ı Kâmil mazharıyle (aynasıyla) emr-i zuhûr (görünen, açığa çıkmış hususların) âhirete intikal etmekle (geçmesiyle), İnsân-ı Kâmil nûruyla, âlem-i nûrî hizânesinin; (nûrani alem hazinelerinin) ve nârıyla da (ateşiyle de) âlem-i nârı hizânesinin (ateş âlemi hazinelerinin), âlem-i âhirete (Ahiret aleminde) üzerine hatm-i ebedî (üzerlerine ebedi mühürü) ile mührü olur. Zîrâ İnsân-ı Kâmil melek ve şeytanı câmi’dir (kendinde toplamıştır). Şu kadar ki, şeytan onda tasarruf edemez (idarecilik, kullanma yapamaz); belki o şeytanda tasarruf eder. Velâkin insân-ı nâkısta (kâmil olmayan insanda) şeytan mutasarrıftır (idare edicidir, tasarruf edendir). Onun için insân-ı nâkısta (noksan insanda) şeytâniyyet gâlib (üstün) olunca âhirete intikalinde (girdiğinde) asl-ı şeytan olan nâra (ateşe) mülhak olur (katılır). Ve şeytan, mazhar-ı Celâl’dir. (Celâl isminin görüntü mahallidir) Âhirette tecelliyât-ı Celâliyyenin (Celâli tecellilerin, oluşumların) mahalli (yeri) ise cehennemdir. Ve tecelliyât-ı Celâliyye (Celali tecelliler, oluşumlar) elemi (ızdırabı) iktizâ eder (gerektirir). Ve eğer nûriyyet gâlib (nurlu taraf üstün) olursa âhirete intikalinde (geçtiğinde) asl-ı melek (meleğin aslı olan) nûra mülhak olur. (katılır) Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar: Mesnevî: ..................... Tercüme : “Diğer bir hamlede beşer (insan) mertebesinden ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.” Ve nûr, mazhar-ı Cemâl’dir. (Cemâl isminin çıktığı yerdir) Âhirette tecelliyyât-ı Cemâliyye’nin (Cemâli tecellilerin, oluşumların) mahalli (yeri) ise cennettir. Ve tecelliyât-ı Cemâliyye (Cemâli tecelliler, oluşumlar) lezzeti iktizâ eder (gerektirir). Ve neş’et-i uhreviyyede (ahirette) bunların mahalli (yerleri) ayrı olduğu halde, neş’et-i dünyeviyyede (dünya hayatında) müttehiddir (bir aradadırlar). Binâenaleyh (bundan dolayı) gerek mü’min ve gerek kâfir bu âlemde (müminlerin de kafirlerin de bu alemde) tecelliyyât-ı Cemâliyye ve Celâliyyeden (Cemâli ve Celâli tecellilerden) nasîbe-dârdır (nasipleri vardır). İşte İnsân-ı Kâmil, hizâne-i dünyâ üzerine (dünya hazineleri üzerine) hatm-i muvakkat ile (belirlenmiş bir zamanda sona ermek üzere, mühür) ve hizâne-i âhiret üzerinde de (ahîretin hazineleri üzerine de) hatm-i ebedî (sonsuzluk mührü) ile hatmolur (mühür olur). Zîrâ (çünkü) onun hatmiyyeti, (mühürleme süresi) neş’etin (mühürlediği yerin, oluşumun) muvakkatiyyeti (geçiciliğine) ve ebediyyetine (sonsuzluğuna) tâbi’dir. (bağlıdır) İmdi sûret-i İlâhiyye’de olan esmânın kâffesi bu neş’et-i insâniyyede zâhir oldu. Böyle olunca onun rütbesi bu vücûd ile ihâtayı ve cem’i hâiz oldu. Ve Allah Teâlâ’nın hücceti melâike üzerine, onunla kaim oldu. İmdi tehaffuz et! Muhakkak Allah Teâlâ sana, senin gayrin ile va’z etti. Ve nazar et! Üzerine itâb vârid olan kimseye nereden itâb vârid oldu? (7) Şimdi ilâhi sûretlerde olan isimlerin hepsi bu insan oluşumunda açığa çıkıp görünür oldu. Böyle olunca onun rütbesi bu varlığı ile herşeyi kuşatıcı ve kendinde toplayıcı mertebeye erişti. Ve Allah Teâlâ’nın meleklere gösterdiği delil onunla gerçekleşti. Şimdi uyanık ve dikkatli ol! Muhakkak Allah Teâlâ sana, senden başkasıyla örnek vererek nasihat ediyor, Ve iyi bak! Üzerine azarlama gelen kimseye azarlama nereden (niçin) geldi? (7) Ya’nî İnsân-ı Kâmil, melik-i hakîkînin (hakiki padişahın, mülkün sahibinin) hazâin-i esmâiyyesi (isim hazineleri) üzerine mevzû’ mührü (bahsi geçen mühür) mesâbesinde (derecesinde) ve ism-i câmi’in (tümel ismin, Allah isminin) mahall-i nakşı (nakış mahalli, işlendiği mahal) olduğundan, sûret-i İlâhiyye’de (ilahi suretlerde) mevcûd olan esmânın küllîsi (var olan isimlerin tamamı) bu neş’et-i insâniyyede (bu insani oluşumda) zâhir oldu (ortaya çıktı). Zîrâ padişâhın hâteminde menkuş (mühründe işlenmiş) olan isim görülünce, bu hâtemden (mühürden) o pâdişâhın bi’l-cümle sıfât ve esmâsına (bütün sıfat ve isimleri) intikal olunur (anlaşılır). Binâenaleyh (bundan dolayı) o hâtemde (mühürde) pâdişâhın sûretinde mevcûd olan esmânın kâffesi (isimlerin hepsi) zâhir olur (görünür, açığa çıkar). Ve hâtem (mühür) sûret-i cismâniyyesi (cismani şekli) i’tibârıyle (bakımından) her ne kadar bir cirm-i sağîr (küçük bir cisim) ise de, onun ma’nâsı pâdişâhın kuvve-i kahiresini (kahredici, üstün kuvvetini) ve saltanatını ihtâr ettiğinden (hatırlattığından) kimse onu fekke (bozmaya) cür’et edemez. İşte dünyâda hatm-i muvakkat (geçici mühür) ve âhirette hatm-i ebedi (kalıcı mühür) ile hatm olan (mühür olan) İnsân-ı Kâmil’in neş’eti (oluşumu) dahi (da) böyledir. Binâenaleyh (bundan dolayı) İnsân-ı Kâmil’in rütbesi bu vücûd-i aynî ve unsurîsi (varlığının maddesel ve manasal boyutu) ile, bi’l-cümle esmânın (bütün isimlerin) ihâtasını (kuşatıp kapsanmasını) ve Zât-ı Mutlak’ın cemî’-i merâtib-i (Mutlak Zatın bütün mertebelere) tenezzülâtını hâiz (inişleri içerir) oldu. Ve bu ihâta (kuşatma, kapsam) ve cem’iyyet (topluluk) hasebiyle (sebebiyle) Allah Teâlâ’nın hüccet-i melâike üzerine (meleklere sunduğu delil) onunla kaim (var) oldu. Zîrâ “Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” demişti.” (Bakara, 2/30) âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu (bildirildiği) üzere, Hakk Teâlâ yeryüzünde halîfe ittihâz buyuracağını (edineceğini) melâikeye haber verdi. Melâike dahi (de) “Ya Rabbî yeryüzünde fesâd (bozgunculuk, karıştırıcılık, fenalık) eden ve kan döken kimseyi nasıl halîfe ittihâz buyuracaksın? (edineceksin) Halbuki biz sana tesbîh (zikir) ve tahmîd (hamd) ederiz ve seni takdîs (tenzîh) eyleriz” dediler. Halbuki melâikede bu cem’iyyet (topluluk) ve ihâta (kuşatma) bulunmayıp onlar Hakk’ı, mazhar oldukları (aynası olukları) esmâ-i hâssa (kendilerine tahsis edilmiş, kendilerine has isim) dâiresinde (sınırları içerisinde) tenzîh ve takdîs ettikleri (Allah`ı her çeşit kusur, noksan ve ortaklıktan uzak bilip söyledikleri) ve ona bu esmâ dairesinde (bu imin sınırları içerisinde) tahmîd (hamd) eyledikleri cihetle (etmeleri yönünden), esmâ-i sâire (diğer isimler, esmalar) ile Hakk’ı n tenzîh ve takdîs (her çeşit kusur, noksan ve ortaklıktan uzak bilip söylemek ve mukaddes kılmak) ve tahmîdinden (hamd etmekten) bî-haber (habersiz) idiler. Vaktâki (gerçi) Hak Teâlâ’nın: “yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim” ya’nî “Ey Âdem! Bunları onlara, isimleriyle haber ver“ (Bakara, 2/33) hitâbı üzerine Âdem onların bilmedikleri esmâdan (isimlerden) haber verince, melâike bu hüccet (delil) üzerine “subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” ya’nî “Sen sübhansın. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur” (Bakara, 2/32) deyip, aczlerine i’tîrâf (acizliklerini kabul edip) ve suâllerinden rücû’ ettiler (sordukları soruyu geri aldılar, soru sormakdan vaz geçtiler). İmdi Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) zuhûr (açığa çıkma) ve ızhâr emrinde (açığa çıkartma hususunda) kendi hilkâtlerini (yaradılışlarını) kâfi (yeterli) görüp halîfenin zâid (lüzûmsuz) olduğunu zanneden melâikenin (meleklerin) hâlinden ibret alınması için buyururlar ki:“Sen halîfetullah fi’l-arz (yeryüzünde Allah’ın halifesi)) olan İnsân-ı Kâmil’in rütbesi muvâcehesinde (karşısında, ile ilgili hususlarda) hıfz-ı edep eyle! (edebini muhafaza et). Muhakkak Allah Teâlâ, senin gayrin (sen den başkası) olan melâikenin hâliyle sana va’z (öğüt) ve nasîhat buyurdu. Ve nazar et (bak, gör) ki, üzerine itâb vârid olan (azarlanan) melâikeye bu itâb (azar) nereden ve hangi sebepten vârid oldu (geldi)?” Zîrâ Hak Teâlâ onları suâli üzerine: “Benim bildiğimi siz bilmezsiniz” deyip onları techîl eyledi (cahil gördü). Ve techîl (cahil görme) ise şübhesiz itâbdır (azarlama, paylamadır). Ve Hz. Mevlâna (r.a) Mesnevî Şerîf’lerinin üçüncü cildinde İnsân-ı Kâmil’e karşı îfâsı (yerine getirilmesi) muktezî (gerekli) edeb hakkında böyle buyururlar. Mesnevî: ................. Tercüme : “Bu sır söyleyici olan Resûller İsrâfîl huylu müstemi’ (dinleyici) isterler. Onların, pâdişâhlar gibi, bir nahveti (gururu) ve bir kibri vardır. Ehl’i cihandan (dünya ehlinden) çâkerlik (kulluk) isterler. Sen onların lâyık oldukları vazîfe-i edebi (edep vazifesini) yerine getirmedikçe onların Risâletlerinden (elçilik görevlerinden) nasıl müntefi’ olursun (faydalanırsın)? Sen onların önünde iki kat olarak râki’ (eğilen) olmadıkça o emânet sana ne vakit vâsıl (ulaşır) olur? Her bir edep (terbiye) onlara nasıl makbûl gelir? Zîrâ onlar eyvân-ı âlîden (büyük yüce saraylardan) geldiler.” Zîrâ melâike, bu halîfe neş’esinin verdiği şeye vâkıf olmadı. Onlar Hazreti Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’ den iktizâ ettiği şeye de vâkıf olmadılar. Çünkü hiçbir kimse Hak’tan kendi zâtının i’tâ ettiği şeyin gayrisini bilmez. Halbuki melâike için cem’iyyet-i Âdem yoktur. Ve onlar, kendilerine mahsûs olan esmâ-i İlâhiyye’nin gayrisine vâkıf olmadılar. Ve Hakk’ı onlar ile tesbîh ve takdîs ettiler. Halbuki onlar, Allah Teâlâ için, kendilerinin ilmi vâsıl olmayan esmâ olduğunu bilmediler. Binâenaleyh, onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs etmediler. İmdi onların üzerine bizim zikr ettiğimiz şey galebe etti. Ve onların üzerine bu hâl hükm eyledi. Böyle olunca onlar, neş’et haysiyyetinden “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ” (Bakara, 2/30) ya’nî “Ya Yab, sen yeryüzünde ifsâd eden kimseyi mi halk edeceksin?” dediler. Halbuki en-Nâfi‘ (ismi) ve onlardan olan bu söz* nizâ’ın gayri değildir. Ve o nizâ’, onlardan vâkı’ olan şeyin aynıdır. Şu halde Âdem hakkında dedikleri şey Hak hakkında olan şeyin aynıdır.(8) Çünkü melekler, bu yaradılış yapısının halifeye ne sağladığını ve Hakkın Zâtına ibadet için lazım olan şeyler bakımından ona (diğerlerinden farklı olarak) ne kazandırdığını bilip anlayamadılar. Çünkü hiçbir kimse Hakka ilişkin olarak kendi benliğinin kendisine sağladığı şeylerden başkasını bilemez. Meleklerde Âdem’deki isim topluluğu olmadığından, onlar ilâhi isimlerden sadece kendilerinde bulunan yani kendilerine tahsis edilmiş olan ismin dışındakilerden haberleri olamadı ve bu yüzden onları bilip anlayamadılar, ve sadece kendilerine tahsis edilen isim ile Hakkı tesbîh ve takdîs (her çeşit kusur, noksan ve ortaktan uzak kılıp, ululadılar) ettiler. Oysa onlar, Allah Teâlâ için, kendilerine ilmi ulaşmamış başka isimlerin olduğunu bilemediler. Bundan dolayı onlar ile Hakk’ı tesbîh ve takdîs edemediler. Böylece, onlarla ilgili bizim söylediğimiz bu şey (yani, anlayış yokluğu) onlara egemen oldu ve bu halin (yani, bilgisizliğin) hükmü altına girdiler. Böyle olunca onlar, Âdemin oluşum yapısına bakarak “e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ” (Bakara, 2/30) yâni “Ya Rab, sen yeryüzünde fesât çıkaran kimseyi mi halk edeceksin?” dediler. Oysa Hakkın en-Nafi’ (yaptığı herşeyle fayda veren) isminine karşılık meleklerden gelen bu söz* hakla çekişmekten başka bir şey değildir. Ve (Âdemde görüp) kötüledikleri şey, onların bu yaptıklarının aynısıdır. Dolayısıyla, Âdem hakkında söyledikleri şey, Hakk’a karşı içinde bulundukları durumla (yaptıkları şeyle) aynı oldu. (8) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Ya’nî melâike (melekler) bu halîfenin neş’et-i insâniyyesinin (insani oluşumunun) zâhiren (dışta, bedende) ve bâtınen (içte, rûhta) hâiz (sahip) olduğu ihâta ve cem’iyyete muttali’ olmadı. (kapsam ve topluluğu anlayamadılar) Ve kezâlik (ayrıca) onlar Hakk’ın ibâded-i Zâtiyye’den iktizâ ettiği (Zatına ibadet için lazım olan) şeye de muttali’ olmadılar (şeyi de anlayamadılar). Ve ibâdet-i Zâtiyye’den murâd (Zâti ibâdetten maksat), Zât-ı Hakk’a, (Hakk’ın Zât’ına) O’nun cemî’-i esmâsiyle (bütün isimleriyle) ibâdet etmektir. Ma’lûm olsun ki, abd (kul) “bir mutasarrıfın (idarecinin) taht-ı tasarrufunda (idâresi altında) bulunan kimse”ye derler. Ve mezâhiren (görüntü yerlerinden) her bir mazhar (görüntü yeri) esmâ-i İlâhiyye’den (İlahi isimlerinden) bir ismin taht-ı tasarrufunda (idâresi altında) olup, o ismin iktizââtı (gereği olan şeylerin) kendilerinden sâdır olmak (çıkması) sûretiyle Zât-ı Hakk’a ibâdet ederler. Ve netîcede dahi, (sonuçta da) her bir mazhardan (görüntü yerinden) ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan (kendisine has isim olan) ismin kemâlâtı zâhir olur (faziletleri açığa çıkar) ki, Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’sinden (Hakk’ın Zâtına ibadet) iktizâ eden (için gerekli olan) şey, o mazhar (yer) hakkında, ancak bu ismin ahkâmından (hükümlerinden) ibâret bulunur. O mazhar (mahal, yer) kendi Rabb-i hâssı olan (kendi has ismi olan) o ismin abdidir (kuludur). Ve mazharın (görüntü mahallinin) ibâdeti de Hakk’ın ibâdet-i Zâtiyye’sinden (Hakk’ın Zâtına olan ibadetden) ba’zdır (bir parçadır). Zîrâ, Zât-ı Hakk’ın (Hakkın Zâtının) vücûh-i kesîresinden (birçok yönünden) bir veche (sadece bir yöne) müteveccihtir (yöneliktir). Velâkin, (ancak) kâfe-i esmâyı câmi’ (bütün esmâları kendinde toplamış) olan “Allah” isminin mazharı (görüntü mahalli, aynası) bulunan İnsân-ı Kâmil, bu ism-i a’zamın abdi (kulu) olduğundan onun ibâdeti, ibâdet-i Zâtiyye’den (Zati ibadetin) ba’z (bir parçası) değildir. Zîrâ (çünkü) Zât-ı Hakk’ın (Hakk’ın Zâtının)) kâffe-i vücûhuna (tüm yönlerine) müteveccihtir (yönelmiştir). İşte melâike (melekler) bu hakîkate muttali’ olmadılar (bilemediler). Çünkü kendisinde cem’iyyet-i esmâiyye (isimler topluluğu) olmayan bir kimsenin Hak’tan bildiği ve anladığı şey, ancak kendi zâtının verdiği ilim kadardır. Ya’nî kendisinin Rabb-ı hâssı olan (tasarrufu ve terbiyesi altında bulunduğu kendisine tahsis edilmiş olan) ism-i İlâhî (İlahi isim) ne ise, o kimse Hakk’ı o isim ile kendinde zuhûru kadar bilir (ortaya çıktığı kadarı ile bilir). Halbuki melâikede (meleklerde) Âdem’in cem’iyyeti (Âdemdeki isim topluluğu) yoktur. Onlar “Subbûh, Kuddûs, Tayyib, Tâhir, Nur, Vâhid, Ahad ve Aliyy” gibi kendilerine mahsûs (tahsis edilmiş) olan tenzîh ve takdîse (mukaddes kılmaya) müteallık (dair) esmâ-i İlâhiyye’den (İlahi isimlerinden) başka esmâ-i İlâhiyye (İlahi isimler) bulunduğuna vâkıf olmadılar (bilemediler) ve Hakk’ı bu isimler ile tesbîh ve takdîs ettiler. Ve bunu kâfi (yeterli) zannedip Âdem’in halkını (yaratılmasını), hâsılı tahsîl olacağı (kendilerinde olanın tekrar edilmesi olduğu) zu’müne (zannına) düştüler. Halbuki onlar, Allah Teâlâ’nın başka isimleri de olup, bu esmâya muttali’ olmadıklarını (bu isimleri bilmediklerini) ve bu isimlerle Hakk’ı tenzîh (hertürlü noksan, kusur ve ortaklık ve kıyastan uzak bilip) ve takdîs (mukaddes kılma, ululama) etmediklerini bilmediler. Binâenaleyh (bundan dolayı), melâike (melekler) üzerine bizim zikreylediğimiz (sözünü ettiğimiz) âdem-i vukuf (anlayamama) galebe etti (üstün geldi). Ve onlar üzerine diğer esmâ-i İlâhiyye’ ye ilimsizlik hâli hükm eyledi. Hadd-i i’tidâlden (ölçü sınırından) hurûc edip (çıkıp) dâire-i edebi tecâvüzle (terbiye sınırlarını aşarak) Hakk’a i’tirâz ettiler (karşı geldiler). Ve kendi nefislerini tezkiye ederek (temize çıkararak) Âdem’e ta’n ettiler (kötülediler). Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler) neş’et-i cüz’-iyye-i nâkısaları (oluşumlarındaki eksik kısımlar) cihetinden (yönünden) “yâ Rab, sen yeryüzünde ifsâd (kavga) eden ve kan döken kimseyi mi halk edeceksin?” (yaratacaksın) dediler. Halbuki melâikenin (meleklerin) bu sözleri ancak nizâ’dan (çekişmeden) ibârettir. Ve nizâ’ (çekişme, münakaşa) ise mûcib-i fesâddır (bozgunculuğa, karışıklık çıkarmaya sebepdir). Ve onlardan vâkı’ olan (ortaya çıkan) i’tirâz (karşı geliş) nizâ’ın (çekişmenin, münakaşanın) aynıdır (ta kendisidir). Şu halde melâike (melekler), bu kavilleriyle, (bu sözleriyle) Âdem hakkında dedikleri şeyin aynını yapmış oldular. Zîrâ onlar, Âdem yeryüzünde ifsâd eder (bozgunculuk yapar, karışıklık çıkarır) ve kan döker demişler idi. Halbuki ifsâd (bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma) ve sefk-i dimâ’ (kan dökme), fiilen Hakk’a muhâlefettir (karşı gelmektir). Ve muhâlefet (karşı gelmek) ise i’tirâzdır (söyleneni kabul etmemektir). Ve i’tirâzın (karşı gelmenin) bulunduğu mahalde fesâd hâsıldır (fesad oluşur). Melâike (melekler) böyle demekle Hakk’a kavlen (sözle) muhâlefet ettiler (karşı geldiler) ve Hakk’ın husûl-i murâdının hilâfına (isteğinin meydana gelmesinin tersine) sa’y (gayret) eylediler. Bu ise i’tirâzdır (karşı gelmedir). Binâenaleyh (bundan dolayı), Âdem’e isnâd eyledikleri (yükledikleri) fesâdın aynını kendileri de yapmış oldular. Suâl: Âdem henüz yaratılmamış bulunduğu halde, melâike (melekler) Âdem’in fesâd (bozgunculuk yapıp, karışıklık çıkaracağına) edeceğine ve kan dökeceğine nasıl hükmettiler (karar verdiler) ? Cevâp: Bu suâlin cevâbını Hz. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (r.a) Fîhi Mâ-fîh nâmındaki eser-i âlîlerinde (isimli mübarek eserlerinde) ber-vech-i âtî beyân (aşağıdaki yön ile) buyururlar: “Buna iki vech (iki yönü) ile cevâp verdiler. Biri menkul, (nakledilmiş), diğeri ma’kuldür (akılla idrak edilendir). Menkul (nakledilmiş) olan odur ki, melâike (melekler) bir kavmin geleceğini ve sıfatları böyle olacağını levh-i mahfûzdan mütâlaa ettiler (okudular). Binâenaleyh (bundan dolayı) ondan haber verdiler. İkinci vech (yön) odur ki, melâike (melekler) tarîk-ı akıl (akıl yolu) ile o kavmin yeryüzünde zuhûra geleceklerini ve lâ-büd (şüphesiz, muhakkak) hayvan olacaklarını ve hayvandan bu zâhir olacağını ve her ne kadar onlarda ma’nâ bulunur ve nâtık olurlar (konuşurlar) ise de, kendilerinde hayvâniyyet olduğundan nâ-çâr fısk edeceklerini (çaresiz günah işleyeceklerini) ve kan dökeceklerini ve kan dökücülüğün levâzım-ı âdemîden (âdemi gereklilik) olduğunu istidlâl ettiler (akıl yürüttüler). Bir tâife (gurup) başka bir ma’nâ beyân buyururlar: Şöyle ki, melâike akl-ı mahz (tam, katıksız akıl) ve hayr-ı sırftırlar (sırf hayırdırlar). Ve onların bir işte aslâ ihtiyârları (kendi iradeleri) yoktur. Nitekim rü’yâda bir fiil icrâ eylersen (yaparsan), onda muhtar (serbest, özerk) olmazsın. Eğer hâlet-i nevmde (uyku halinde) küfr etsen veyâ tevhîd eylesen (birlesen) veyâhut zinâ irtikâb (zina gibi kötü bir iş) etsen lâ-cerem (hiç şüphesiz) sana i’tirâz veyâ senâ olunmaz (bundan dolayı sana karşı gelinmez veya övgü olunmaz). Melâike, hâl-i yakazada (uyanıklık halerinde de) bu mesâbededirler (bu durumdadırlar). Ve âdemîler (insanlar) ise bunun aksinedirler. Onlarda ihtiyâr (irade) ve heves vardır. Her şeyi kendi nefisleri için isterler. Ve her şey kendilerinin olmak için kan ederler (kan dökerler). Bu hal ise sıfat-ı hayvâniyyettir. (hayvani sıfatlardandır) Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler), âdemîler hâlinin (insanların halinin) zıddı olarak zâhir oldu (ortaya çıktılar). İmdi her ne kadar orada bir söz ve zebân (lisân) mevcûd değil ise de böyle dediler deyu (diye), bu tarîk (yol) ile onlardan haber vermek câizdir (uygundur). Onun takdîri böyle olur ki, eğer bu iki hâl-i mütezâdd (birbirine zıt hal) söze gelseler ve kendi hâlinden (kendi hallerinden) haber verseler, böyle olur. Nitekim şâir der ki: “Havuz, ben doldum der.” Havuz söz söylemez. Onun ma’nâsı budur ki, eğer havuzun dili olsa idi, bu hâl içinde böyle der idi. Her bir meleğin bâtınında (içinde gizli) bir levh (levha) vardır ki, o levhden (levhadan) kendisinin kuvveti kadar ahvâl-i âlemi (âlemin durumunu) ve vuku bulacak (olabilecek) şeyleri evvelce (önceden) okur. Ve okuyup bildiği şeyler, vücûda geldiği (meydana çıktığı) vakit, o meleğin Bârî Teâlâ (Allahın yüceliği ve kutsiyeti) hakkındaki i’tikadı (inancı) ve aşkı ve mestliği (sarhoşluğu) artar. Ve Hakk’ın azametine (ululuğuna, büyüklüğüne) ve gayb-dânlığına (gaybı bilişinden) taaccüb eyler (hayrette kalır). Ve onun aşk ve i’tikadının ziyâdeliği (inancının fazlalığı) ve taaccübü bî-lafz ve ibâre (sözsüz ve cümlesiz hayreti) onun tesbîhi olur. Nitekim m’imâr, “bu evi binâ ederken bu kadar kereste ve bu kadar kerpiç ve bu kadar çivi gidecektir” deyu (diye) şâkirdine (çırağına) haber verir. Hânenin hitâmında, (evin bitiminde) bilâ-ziyâde (fazlasız) ve lâ-noksan (noksansız), ancak o kadar levâzım (malzeme) sarf edilmiş olur. Şâkirdin i’tikadı (çırağın inancı) tezâyüd eder. (artar) Melâike (melekler) dahi (de) bu mesâbededirler (durumdadırlar).” İmdi eğer onların neş’eti bunu vermeye idi, Âdem hakkında dedikleri şeyi demezler idi. Halbuki onların şuûrları yoktur. Eğer onlar nüfûslarını ârif ola idiler, bilirler idi. Ve eğer bile idiler, ismet olunurlar idi. Ondan sonra onlar tercîh ile kalmadılar. Belki takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle da’vâda ziyâde ettiler. Halbuki Âdem indinde, melâikenin üzerinde olmadıkları Esmâ-i İlâhiyye vardır. Binâenaleyh, onlar Rablerini o isimler ile tesbîh etmediler ve onlardan takdîs eylemediler. Ya‘nî noksanlıktan. Âdem O’nu takdîs ve tesbîh etti. Böyle olunca bizim onun indinde vâkıf olmamız ve Allah Teâlâ ile edebi öğrenmemiz için Hak bize mâ-cerâyı vasf eyledi. Şu halde biz ilâhî isimlerden onunla mütehakkık olduğumuz ve ilimlerden ve kemâlâttan ve zevklerden hâvî bulunduğumuz şeyi takyîd ile da’vâ etmeyelim. İmdi biz nasıl da’vâda ıtlâk edelim? Binâenaleyh, hâlimiz olmayan ve ondan bizim ilim üzere olmadığımız şeyi da’vâ ile ta’mîm eyleyelim? Netîcede onun sebebiyle müftezıh olalım? İşte bu ta’rîf-i ilâhî üdebâ, ümenâ ve hulefâ olan kullarını Hakk’ın te’dîb eylediği şeydir. (9) Şimdi eğer onların oluşum yapıları bu şekilde olmasaydı, Âdem hakkında dedikleri şeyi demezlerdi. Oysa onlar bu yaptıklarının bilincinde değildiler. Eğer onlar nefslerine ârif olsaydılar, bilirlerdi. Ve eğer bilseydiler, bu sözü söylemekten sakınır ve kendilerini korurlardı. Ondan sonra onlar taraf olmakla da kalmadılar. Belki takdîs ve teşbîhten üzerinde bulundukları şeyle (teşbih ve takdise dair olan devamlı vazifeleriyle) da’vâda daha da ileri gittiler. Oysa Âdem’de, meleklerde bulunmayan ilâhi isimler vardır. Bundan dolayı onlar Rablerini o isimler ile ne tesbîh ne de takdîs etmediler. Yani yapılarındaki eksiklikten dolayı böyle oldu. Âdem O’nu takdîs ve tesbîh etti. Böyle olunca bizim yaratıcı indinde mertebe ve derecemizi anlamamız ve İlahi edebi öğrenmemiz için Hak bize bu olanları anlattı. Şu halde biz kendisiyle hakikatlendiğimiz ilahi isimleri ve ihtiva edici bulunduğumuz ilim, kemâlât ve zevklere ait şeyleri kayıtlayarak iddiada bulunmayalım . Şimdi biz nasıl iddia konusunda kayıtsız kalalım? Hâli ile hallenmediğimiz ve dolayısıyla hakkında bilgimiz olmayan bir şeyi iddia edip herkese açıklayalım? Sonucunda onun sebebiyle rezil mi olalım? İşte bu ilâhî târîf, Hakkın, edeb sâhipleri, eminler ve halîfeler olan kullarını edebe davet ederek, haddi (sınırı) belirttiği, terbiye verdiği şeydir. (9) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Ya’nî melâikenin bu neş’et-i cüz’iyye-i nâkısaları (oluşumlarındaki eksik parçalar) Âdem hakkında bu i’tirâzı (karşı gelmeyi) vermeye idi.(vermeseydi) Âdem hakkında: “Yâ Rab sen yeryüzünde fesâd (karışıklık çıkaran ve zulüm) eden ve kan döken kimseyi yaratır mısın?” demezler idi. Halbuki melâike, (melekler) kendi neş’etlerinin muktezâsı (oluşumlarının gereği) olan hâlin galebesinden (üstün gelmesinden) dolayı, Hakk’a karşı nizâ’ (çekişme, münakaşa) ve i’tirâz ettiklerinin (karşı geldiklerinin) ve bi’n-netîce (neticede) Âdem’e isnâd ettikleri (dayandırdıkları) fesâdın (kötülüğün) kendilerinden dahi (de) sâdır olduğunun (çıktığının) farkına varmadılar. Eğer onlar kendi nüfûslarının (nefslerinin) erbâb-ı hâssası (has isimleri) olan esmâ-i İlâhiyye’nin (İlahi esmaların) hakîkat-i Âdem’in (Ademin hakikâtinin) taht-ı hîtasında (kuşatması altında) olduğunu ârif olsa (bilse) idiler, bu külliyyeti hasebiyle (bütünlüğü yönüyle) Âdem’in hilâfete istihkakını (halifeliği hak ettiğini) bilirler idi. Ve eğer Âdem neş’etinin külliyyetini (oluşumundaki bütünlüğünü) bile idiler, ona ta’n etmekten (kötülemekten) ismet (masûm) ve hıfz olunurlar (korunmuş olunurlar) idi. Melâike, Âdem’e ta’n (kötüleme) ve onu tecrîh (incitmekle) etmekle iktifâ etmediler (yetinmediler). Belki kendilerinin mazhar (görüntü mahalli) oldukları ba’zı esmâ (bazı isimler) hasebiyle (sebebiyle) kendilerinden sâdır olan (çıkan) tenzîh (Hakk’ı her türlü eksik, kusur, ortaklık ve kıyasdan uzak ve temiz kılmayı) ve takdîsi (mukaddes kılıp ululamayı) kâfî (yeterli) görüp: “ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve nukaddisu leke” ya’nî “Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz” dediler.“ (Bakara, 2/30) demek sûretiyle da’vâyı (kendi savlarını desteklemeyi) artırdılar. Halbuki Âdem (İnsan) melâikenin (meleklerin) mazhar olmadığı (görüntü mahali olmadığı) birtakım esmâ-i İlâhiyye’nin (ilahi isimlerin) mazharıdır (görüntü yerdir). Binâenaleyh (bundan dolayı) melâike (melekler), Rabbü’l-erbâb (Rablerin Rabb’ı) olan Allah Teâlâ’yı, Âdem’in (İnsanın) mazhar (ayna) olduğu o isimler ile teşbîh ve tenzîh ve o esmâ ile (o isimler ile) nakayıstan Hakk’ı takdîs (noksanlıklardan Hakkı, tenzih etmediler) eylemediler. Zîrâ (çünkü) esmâ-i İlâhiyye’den (İlahi isimlerden) ba’zılarının zuhûr-i ahkâmı (hükümlerinin açığa çıkışı) âlem-i kesâfetin vücûduna (maddi alemin varlığına) mütevakkıftır (bağlıdır). Eğer bu âlem-i kesâfette (madde aleminde) Âdem’in vücûdu (varlığı) olmasa idi, acz (zavallı) ve iftikar (muhtaç) ve maâsî (günahlar) gibi birtakım nakayısın (noksanlıkların) mahall-i zuhûru (görüntü mahalli) bulunmaz idi. Zîrâ Âdem (İnsan) “Mürîd” (irade eden) isminin dahi (de) mazharı (görüntü mahalli) olduğundan, kendi irâdesiyle emr-i İlâhîye (İlahi emirlere) muhâlefet eder (karşı gelir) ve ondan birtakım isyân sâdır olur (çıkar). Halbuki bâlâda (yukarıda) fîhi Mâ-fîh’ten muktebes (alınmış) fıkarâtta (paragraflar da) dahi (da) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, melâikede (meleklerde) ihtiyâr (irade) yoktur ki, onlardan Hakk’a muhâlefet sâdır (karşı gelmek çıkmış) olsun da, bilâhare (sonrasında) Gafûr ve Gaffâr isminin (çok bağışlayıcı ve günahları örten bağışlayan isimlerinin) mahall-i tecellîsi (görüntü mahalleri) olabilsinler. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyrulur:. “Eğer siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret talep ederler. Hak da onları mağfiret eyler.” ya’nî “Eger siz günah etmeseniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi giderip (yok edip) günah eden bir kavim getirir. Onlar Hak’tan mağfiret (af) taleb ederler. Hak da onları mağfiret eyler. (af eder, bağışlar)” Beyt: “Âyna-i mağfiret sûret-i isyânadır Halk günâh etmese, halk eder âhar İlâh” Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem (İnsan), melâikenin (meleklerin) mütehakkık (muhatap) olduğu ve olmadığı birtakım esmâ-i İlâhiyye (ilahi isimler) ile mütehakkık (muhatap) olduğu cihetle (olması bakımından) bir mazhar-ı ekmeldir (en mükemmel görüntü mahâldir). Hakk Teâlâ Hazetleri Kur’ân-ı Kerîm’de, biz ümmed-i Muhammed’e melâikenin bu nizâ’ı (çekişme) ve da’vâ-yı mâ-cerâsını (karşı gelme olaylarını) vasf (tarif) buyurdu. Tâ ki bu mâ-cerâyı (olup bitenleri) işitip nefsimiz icrâât-ı Hakk’a (Hakkın yaptıklarına) karşı da’vâ-yı cerha (karşı çıkmaya) tasaddî etmek (teşebbüs etmek) istediği vakit, tevakkuf edelim (duraksıyalım). Ve nasîhat-i İlâhiyye (İlahi nasihat ile) ile mütenassıh (nasihatlenmiş) olarak, Allah Teâlâ’ya karşı, edeb dâiresinde muâmele etmeği öğrenelim. Böyle olunca biz esmâ-i İlâhiyye’den (ilahi esmalardan) hangileriyle mütehakkık (muhatap) olmuş ve ilimden ve kemâlâttan ve ezvâktan (lezzetlerden) ne gibi şeyleri hâvî (sahip) bulunmuş isek onlarla iktifâ etmeyelim (yetinmeyelim). Ve “İşte esmâ bizim mütehakkık olduğumuz (muhatap olduğumuz) kadardır. Ve kemâlât dahi bizden sâdır olan (çıkan) mikdârdır” diyerek esmâ ve kemâlâtı takyîd (sınırlamak) ile da’vâ (iddiasında bulunmayalım) etmeyelim. Hakîkat bu merkezde iken biz kâffe-i esmâ-i ilâhiyye (Tüm İlahi esmalara) ile tahakkuk eylediğimizi (muhatap kılındığımızı) ale’l-ıtlâk (genel olarak, mutlak surette) nasıl da’vâ (iddia) edebiliriz? Ve mütehakkık olmadığımız (muhatabı olmadığımız) cihetle (yönüyle) hâlimiz olmayan ve o kemâlâttan bizim ilm-i zevkî ve hâlî üzere olmadığımız bir şeyi da’vâ (iddia) ile ta’mîm eyleyelim (umumileştirelim) de, bu da’vâ-yı umûmîmiz (genel iddiamız) sebebiyle, indallâh (Allah katında) ve inde’n-nâs (insanlar karşısında) rezîl mi olalım? İşte hilkat-i Âdem (insanın yaradılışı) hakkında melâike cânibinden (tarafından) vâkı’ olan nizâ’ (çekişme) ve da’vâ (karşıtlığı savunma) bahsindeki ta’rîf-i ilâhî (ilâhi tarif), Hak Teâlâ Hazretlerinin üdebâ (edep sahipleri) ve ümenâ (eminler) ve hulefâ (halîfe) olan kullarını te’dîb (terbiye) eylediği bir şeydir. Bundan mütenebbih (uyanık) olmak lâzım gelir. Mesnevî: ................................ Tercüme : “Yâ Rab, bu cür’eti benden afvet! (cesaretimi bağışla) Bu kavl-i i’tirâzdan (söz ile karşı gelmekten) tevbe ettim, beni muâhaze buyurma! (cezâlandırma) Ey istimdâd edenlerin (yardım isteyenlerin) feryâd-resi (feryât edenlerin imdâdına yetişen), bize hidâyet eyle! Bizim ulûm (ilimler) ve gınâ (zenginlik) ile iftihârımız (övünmemiz) yoktur. Kalbi kaydırma, kereme mültebis (şüpheli) olduğu halde hidâyet kıldın; kalem-i kazânın (kaza kaleminin) yazdığı sû’ü tahvîl et (kötülüğü değiştir)! Sû’-i kâzâyı (kötü kazayı) bizim canımızdan geçir! (hayatımızdan uzak kıl) Bizi ihvân-ı safâdan münkatı’ kılma (ayırma)! Senin firâkından (ayrılığından) daha acı hiçbir şey yoktur. Senin hıfzın (koruman) ve himâyen olmaması, dolaşıklığın gayri (başkası) değildir.” Ba’dehû, hikmete rücû’ edip deriz: Ma’lûmun olsun ki, muhakkak umûr-i külliyye her ne kadar onların “ayn”ında onlar için vücûd yok ise de onlar bilâ-şek zihinde ma’kul ve ma’lûmdur. İmdi onlar batındır; vücûd-i aynîden zâil olmaz. Ve kendisi için vücûd-i aynî olan her bir şeyde, onların hükmü ve eseri vardır. Belki o emr-i küllî onların, ya’nî mevcûdât-ı ayniyye a’yânının gayrı değil, “ayn”ıdır. Ve umûr-i külliyye kendi nefsinde ma’kul olmaktan zâil olmadı. Binâenaleyh onlar, ma’külliyyeti haysiyyetiyle bâtın oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdâd haysiyyetiyle zâhirdir. Böylece bu hakîkāt ma‘kûleden aslâ zâil değildir. Akıl inkârına güç yetiremez ve onun hükmü zâil olmaz. Böylece onun istinâdı her bir mevcûdun aynınadır. O mübtedâ ve haber-i sâbittir. Bunun için akıldan onun kaldırılması mümkün olmayan umûr-u külliyye aynda onların vücûdu mümkün değildir. Onunla ma‘kûle olmaktan uzak değildir. Onun ilki ya‘nî her mevcûd-i aynînin istinâdı bu umûr-u külliyeye vâcibtir. Böyle olunca her bir mevcûd-i aynî’nin akıldan ref’ olunamayan ve onunla ma’kul olmaktan zâil olacak bir vücûd ile, “ayn”da vücûdu mümkin olmayan bu umûr-i külliyyeye istinâdı sâbittir. O mevcûd, gerek muvakkat ve gerek gayr-i muvakkat olsun, müsâvîdir. Muvakkat ve gayr-i muvakkatin bu emr-i küllî-i ma’kuleye nisbeti nisbet-i vâhidedir. Şu kadar ki, bu emr-i küllîyye kendisinin verdiği şey hasebiyle, mevcûdâd-ı ayniyyeden bir hüküm râci’ olur. İlmin âlime, hayâtın hayye nisbeti gibi. İmdi hayât bir hakîkat-i ma’kuledir. İlim dahi hayâttan mütemeyyiz olan bir hakîkat-i ma’kuledir. Nitekim hayât ondan mütemeyyizun anh dir. (10) Daha sonra hikmet bahsine dönerek deriz : Bilesin ki, muhakkak umûr-i külliye (hayat, kudret. ilim gibi zihinde varlığı kabul eden fakat hariçte vücudu olmayan akli kavramlar, soyut varlıklar) her ne kadar onların kendilerine ait dışta algılanabilir (somut) varlıkları yok ise de şüphesiz ve kesin olarak zihinde varlıkları kabul edilebilir (soyut) ve bilinebîlirdirler. Görünür değillerdir ancak görünür varlıklardan da ayrı kalmazlar. Bilakis dışta kendi görünür vücûdu olan her bir şeyde, onların hükmü ve eserleri vardır. Belki de bu tümel soyut varlıklar (tümel kavramlar) onların, yâni varlıkların kendilerinden farklı değil onların aynıdırlar. Ve bu tümel soyut varlıklar kendi içlerinde hiçbir zaman akla uygun ve varlıkları kabul edilebilir olmaktan uzaklaşmazlar. Bundan dolayı onlar, akılda varlık sahibi olmaları (soyut) bakımından gizli, görünmez oldukları gibi, dış varlıklardaki durumları yönünden açıktadırlar.Böylece bu gerçeklik akla uygun ve mantıklı olmaktan asla uzaklaşmaz. Aklen inkarı ve hükümlerinin yok sayılması da mümkün değildir. Böylece Her varlığın hakikati onlara dayanır. Onlar işin temeli olan doğru ve kesin kabul edilen bilgilerdir. Bundan dolayı akıldan çıkarılması mümkün olmayan bu soyut kavramların dışarıda kendi başlarına varlıkları mümkün değildir. Onunla akla yatkın ve mantıklı olmaktan uzak değillerdir. Dışarda varlığı olan herşeyin bu soyut kavramlara dayanması zorunludur. İş böyle olunca dışta varlığı olan her şeyin, akıldan çıkarılması mümkün olmayan ve akla uygun ve var oldukları kabulü ortadan kaldırılacak olursa, dıştaki kendi varlıklarını da imkansız kılan bu Külli Umûra (soyut varlıklara, kavramlara) dayanması gerekmektedir. Onlar sayesinde kendi varlıkları akla uygun ve kabul edilebilir olur ve onlar sayesinde hafızada kalırlar. Öyleki görünür varlıklar ister belli bir zamanda varolsunlar ister varoluşları zamanla kayıtlı olmasın bu durum değişmez. Zira zamanla kayıtlı varoluş ile zamanla kayıtlı olmayan varoluşun bu aklî tümel hususlara nispeti tek bir (aynı) nispettir. Şu kadar var ki, bu tümel soyut varlıklara, kendilerinin onlara kattıkları şey sebebiyle, görünür varlıklardan birer hüküm geri döner. İlmin âlime, hayâtın canlıya bağıntısı gibi. Nasıl ki hayât akla uygun ve varlığı kabul edilen (soyut) bir hakîkattir. İlim de akla uygun ve varlığı kabul edilen (soyut) hayâttan farklı bir hakîkattir. Nitekim hayât ilimden farklı ve başkadır. (ilim canlıdan fark edilip anlaşılır olur, canlılık da ilminden fark edilip anlaşılır olur)(10) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), Kelime-i Âdemiyye’de (Âdem kelimesinde) mündemic (bulunan) “hikmet-i ilâhiyye”yi (ilâhi hikmetleri) beyân ederken, (açıklarken) istitrâd tarîkıyle (sırası geldiği için konunun arasına sokarak) neş’et-i Âdemî (insanın oluşumu) ile neş’et-i melâike (meleklerin oluşumu) arasındaki farkı ve melâikenin (meleklerin) neş’et-i Âdem (Âdemin oluşumu) hakkındaki i’tirâzlarını ve melâikenin (meleklerin) bilmediği esmâ-i İlâhiyye’yi (İlahi isimleri) Âdem’in haber vermesi üzerine melâikenin (meleklerin) mahcûb (bundan perdeli) olduklarını ve Hakk Teâlâ Hazretleri bu mâ’cerâyı (olayı) ihbâr buyurmakla (haber vermekle), “edîb” ve “emîn” ve “halîfe” olan kullarını te’dîb (terbiye etmeği) buyurduğunu îzâh eylemişler idi (açıklamışlardı). Şimdi de buyururlar ki: Biz alâ-tarîkı’l- istitrâd (sırası geldiği için konunun arasına sokarak) bu maârifi beyândan (bu bilgileri açıkladıktan) sonra yine hikmet-i İlâhiyye’ye (tekrar İlahi hikmetler konusuna) rücû’ edip (geri dönüp) deriz ki: Hayat, ilim, kudret ve irâde gibi umûr -i külliyyenin (akılda var olan bütünlük kavramlarıdır. bu gibi kavramların var olduklarını akıl kabul eder; ancak dışarıda gözle görülür, elle tutulur bir vucüdları yoktur ve bölünmez bütünlüklerdir. onlar bâtın ve içseldir.), her ne kadar vücûd-i aynîleri (kendi vücûtları) yok ise de, onlar şüphesiz zihinde ma’kul olarak (akla uygun, varlıkları kabul edilebilir olarak) ma’lûmdurlar (bilinirler). Zîrâ (çünkü) onların bi’l-farz (farz edelim), kağıt, kalem, hokka gibi vücûd-i aynîleri (kendi vücutları) olmadığı için, “şu hayattır, bu ilimdir ve o kudrettir” diye kendileri işâret-i hissiyyet ile (duyusal işaret ile) gösterilemez. Ve hiss-i basar (görme duyusu) onları müşâhede edemez (göremez). Binâenaleyh (bundan dolayı), onlar akıl gözüyle meşhûd olarak (müşehade edilerek) zihinde ma’lûm olurlar (bilinirler). Şu halde bu umûr-i külliyye bâtın (gizli, görülmez) olmakla berâber, vücûd-i aynîden (görünür vücuddan) zâil (ayrı kalmazlar) olmazlar; ya’nî bu maânî-i latîfe-i bâtıne (gizli latif manâlar) suver-i kesîfe-i ecsâma (yoğunlaşmış cisim suretlerine) dâimâ taalluk eder (daima bağlıdırlar). Zîrâ sûret (beden) ma’nâ ve ma’nâ da sûret ile müttehiddir (birleşiktir). Ve onların yekdîğerine (birbirlerine) alâkat-ı şedîdesi (sıkı bağları) vardır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) hazretlerinin murâd-ı âlîleri (yüksek gayeleri), Hakk-ı latîfe (latif olan Hakk) ile âlem-i kesîf (yoğunlaşmış alem) arasındaki irtibâtı (ilişkiyi) beyândan (açıklamaktan) ibârettir. İşte vücûd-i kesîf-i aynî (kendi madde vücûdunun) sahibi olan her bir şeyde, bu umûr-i külliyyenin (tümel akli kavramların, soyut varlıkların) hükmü ve eseri vardır. Zîrâ umûri ma’kuleden (akıla uygun, var olduğu kabul edilen akli kavramlardan) olan vasıf (sıfat), taalluk edecek (ilişkide olacağı) bir mevsûf (vasıflanan, sıfatlanan) ister. Mevsûf (vasıflanan, sıfatlanan) olmayınca vasfın (sıfatın) irâesi (nitelemesi) mümkin değildir. Meselâ tûl (uzunluk), arz (genişlik) ve umk (en) birer vasıftır (sıfattır) . Cisim olmayınca bu vasıflar (sıfatlar) görünmez. Halbuki cismi ta’rîf ederken kendisinde tûl (uzunluk) ve arz (genişlik) ve umk (en) olan şeydir deriz. Bu vasıflar ise, cisimden mücerred (ayrı) olmayıp, belki cismin aynıdır. Binâenaleyh (bundan dolayı), o emr-i küll-i (bütünlük husûsu) mevcûdâd-ı ayniyye a’yânının (mevcûtların kendi görüntüsünden) gayri (başka) değil, belki aynıdır. Velâkin (fakat) bu ayniyyet (aynı oluş), külliyye-i Mutlak’a (mutlak kayıtsız bütünlük) cihetinden (yönünden) değildir. Meselâ uzunluk bir vasf-ı küllî-i mutlaktır (kayıtsız külli bir sıfattır). Elimize uzun bir değnek aldığımızda bunda uzunluk vasfını görürüz. Ve bu uzunluk o değneğin aynıdır. Fakat uzunluğun hepsi bu değnekte müctemi’ (toplanmış) değildir. Yekdiğerinden (biri birinden) daha uzun birçok değnekler vardır. Şu halde bu değnekteki uzunluk vasf-ı cüz’î’-i mukayyed (sıfat kısmı kayıtlanmış) olan uzunluğun aynıdır. Ve umûr-i külliyye (külli hususlar), kendi nefsinde (kendileri), dâimâ mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) sâbittir (değişmez ve kalıcı olarak bulunur). Binâenaleyh (bundan dolayı) o umûr-i külliyye (külli hususlar), mertebe-i akılda sübûtu cihetinden (akıl mertebesinde sabit oluşları yönünden) bâtın (gizli, görünmez) oldukları gibi, a’yân-ı mevcûdât-ı kesîfe (kesif varlıklarda bulunuşları, onları nitelemeleri) cihetinden (yönünden) dahî (de) zâhirdir (görünürdürler). Meselâ tûl (boy), arz (genişlik) ve umk (en) umûr-i külliyyedendir (külli hususlardandırlar). Bunlar kendi nefislerinde ve zâtlarında, herhangi bir cisme taalluk etmedikleri (ilişkide olmadıkları) vakit, akıl mertebesinde dururlar. Ve akıl mertebesinde sâbit (var) oldukları hînde (esnada) bâtındırlar (görülmezler). Fakat kesîf (madde) olan bir cisme taalluk ettikleri (bağlandıkları) vakit, mertebe-i histe (duyu mertebesinde) zâhir olurlar (açığa çıkar, görünür olurlar). İmdi mâdemki mertebe-i akılda sâbit (var) olan umûr-i külliyyenin (külli hususların) bu mertebeden ref’i (kaldırılması) mümkin değildir ve mademki onları akıl mertebesinden izâle (yok) edebilecek bir vücûd ile, mertebe-i histe (duyu mertebesinde) bu umûr-i külliyyenin (külli hususların) vücûd-i aynî (kendi vücûtlarının) sâhibi olmaları mümkin değildir, şu halde gerek âlem-i rûhânîde (rûhlar aleminde) ve gerek âlem-i histe (duyu aleminde) her bir mevcûd-i aynînin (ayni varlığın, cismin) bu umûr-i külliyyeye (külli hususlara) istinâdı (dayanağı) sâbittir (kesindir, vardır). Meselâ uzunluk vasf-ı küllîsini (uzunluk külli sıfatını) akıl mertebesinde kaldırmak mümkin değildir. Zîrâ bu, bir mefhûm-i küllîdir (tümel kavramıdır). Birçok uzunluklar ecsâm-ı kesîrede (çeşitli cisimlerde) zâhir (görülmüş) olmakla, bu mefhûm-i küllî (tümel kavram) yine akıl mertebesinde durur. Bunu oradan ayırmak imkânı yoktur. Ve bu mefhûmun (kavramın) akıl mertebesinden kâmilen kalkıp da âlem-i histe (duyular aleminde) bir vücûd-i aynî (kendine ait bir vücût, maddi beden) sâhibi olması da mümkin değildir. Şu halde değnekler, ağaçlar, kuleler, minâreler ilh. gibi âlem-i histe (duyular aleminde) bulunan her bir mevcûd-i aynînin (cismin) bu uzunluk mefhûm-i küllîsine (tümel kavramına) istinâdı sâbit (dayandığı isbatlanmış olur) olur. Diğer mefhûmât-ı külliyye (tümel kavramlar) de buna kıyâs olunsun. Ve umûr-i külliyyeye istinâd eden (külli hususlara dayanan) her bir mevcûd, gerek zamanla mukayyed (sıırlı) olan âlem-i histeki (duyular alemindeki) suver-i cismâniyye (madde suretleri) gibi muvakkat (geçici) olsun ve gerek zamanla mukayyed (kayıtlı) olmıyan kadîm (önceden beri hep var) veyâ mevcûdâd-ı rûhâniyye (ruhani varlıklar) gibi gayr-i muvakkat (daimi) olsun müsâvîdir (eşittir) . Zîrâ mevcûdâd-ı muvakkate (geçici varlıklarla) ve gayr-i muvakkatenin (daim olanların) bu emr-i küllî-i ma’kule (bilinir olan bu külli şeylere) nisbeti (bağıntısı), nisbet-i vâhidedir (tek bir ilişkidir, aynı bağıntıdır). Şu kadarki, cismânî ve rûhânî mevcûdât-i ayniyyeden (varlıklardan) her bir mevcûdun, (varlığın) kendi hakîkâtinin ve ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) verdiği muktezâ neden ibâret ise, (gerektirdikleri ne ise) onun bu muktezâsı (gereksinimi) hasebiyle (sebebiyle) bu emr-i küllîye (külli hususlara) bir hüküm râci’ olur. (geri döner) İlmin âlime, hayâtın hayye (diri olana) nisbeti (bağıntısı) gibi. İmdi “ilim” ile “hayât” yekdiğerinden (birbirinden) ayrı birer hakîkat-i ma’küle (idrâk edilebilen hakikat) ve birer mefhûm-i küllîdir (külli kavramıdır). Meselâ, bir insân, bir de melek tasavvur edelim (düşünelim). Bunların her ikisine de “ilim” nisbetini (sıfatını) izâfe ettiğimiz (verdiğimiz) için kendilerine “âlim” diyoruz. Fakat ilim, bu iki mevcûdun (varlığın) bildiği kadar değildir. Ancak bunların isti’dadât-ı zâtiyyeleri, (kendi kabiliyetleri, potansiyelleri) bu hakîkat-i ma’kule, (soyut hakikat) olan ilimden ve bu emr-i küllîden (külli husustan) ne mikdârını bilmelerini îcâb etmiş ise, ilim hakîkat-i ma’kulesi üzerine (ilim dediğimiz soyut hakikatden) o kadar hüküm râci’ olur. (geri döner) Bu iki mevcûdun (varlığın) ilimdeki seviyeleri bir olmasa bile, emr-i küllî ma’kul olan (soyut, aklen varlığı kabul edilen, külli husus olan) ilme nisbetleri (bağıntıları) nisbet-i vâhideden (tek bir bağıntıdan) ibâret olur. Hayât, kudret, irâde gibi sâir umûr-i küllîyye (diğer külli hususlar) dahi (da) bu misâle kıyâs (bu örnek ölçü alınsın) olunsun. Ba’dehû, biz Hak Teâlâ hakkında, muhakkak onun için “ilim” ve “hayât” vardır deriz. Binâenaleyh, Hak Teâlâ “Hayy” ve “Âlim”dir. Ve biz melek hakkında dahi muhakkak onun için ilim ve hayat vardır deriz. Binâenaleyh o, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında dahi onun için ilim ve hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin hakîkati vâhiddir. Hayâtın hakîkati dahi vâhiddir. Ve onların âlim ve hayye nisbeti dahi nisbet-i vâhidedir. Ve biz ilm-i Hak hakkında muhakkak o kadîmdir ve ilm-i insan hakkında da muhakkak o hâdistir, deriz. İmdi bu hakîkat-i ma’kulede hükümden izâfet ihdâs eden şeye nazar et! Ve ma’kulât ile mevcûdât-ı ayniyye arasında olan bu irtibâta nazar et! İmdi ilim, kendisiyle kaim olan kimse üzerine onun hakkında, o âlimdir, denilmeği hükm eylediği gibi, onunla mevsûf olan kimse dahi, ilim üzerine, hâdis hakkında hâdis ve kadîm hakkında dahi kadîmdir, diye hükm etti. Binâenaleyh, her birisi mahkûmun-bih ve mahkûmun-aleyh oldu. (11) Daha sonra biz Hak Teâlâ hakkında, onda muhakkak “ilim” ve “hayât” vardır deriz. Bundan dolayı Hak Teâlâ “Hayy” (diri) ve “Âlim” (bilgin) dir. Ve biz melek hakkında da onda muhakkak ilim ve hayat vardır deriz. Bundan dolayı o da, hayy ve âlimdir. Ve insan hakkında da onda ilim ve hayat vardır, deriz. O da hayy ve âlimdir. Ve ilmin hakîkati tekdir. (yani ilim tek bir hakikate işaret eder) Hayâtın hakîkati de tekdir. Ve onların âlim (bilgine, ilim sahibi olana) ve hayye (diriye, hayat sahibi olana) bağıntısı da tek bağıntıdır. Ve biz Hakk’ın ilmi söz konusu olduğunda bu ilmin “kadîm“ (öncesi olmayan, eski) olduğunu; ve insanın ilmi söz konusu olduğunda da bu ilmin “hadis” (sonradan olma) olduğunu söyleriz. Şimdi bu kadim ve hadis vasıflandırmasıyla akılla kavranabilir hakikatin hükümde nasıl görecelik kazandığına bak! Ve aklî tümel kavramlar olan soyut varlıklar ile dışta varlık sahibi olanların aralarındaki bu ilişkiye dikkat et! Şimdi ilim, kendisiyle vasıflanmış (sıfatlanmış) olan kimse üzerine onun hakkında, o âlimdir, denilmesine hükmettiği gibi, onunla vasıflanmış olan kimse de, ilim hakkında, sonradan olmuş varlıktaysa “hadis” ve eskiden beri olan varlıktaysa da “kadîmdir”, diye hükmetti. Bundan dolayı (ilim ve âlimin, ya da Tümel akli kavramlar ile, ayni (somut) varlıkların) her birisi hem hüküm veren ve hem de kendisi hakkında hüküm verilen olur. (11) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Ya’nî vakit ile mukayyed (bağlı, kayıtlı) olmayan vücûd-i Hakk’ta (Hak’ın vücûdunda) “ilim” ve “hayât” vardır, deriz. Bu nisbetle (bağıntıyla) Hak Teâlâ “Hayy” ve “âlim” (hayat sahibi ve ilim sahibi) olmuş olur. Ve kezâ (aynı şekilde) zamanla mukayyed (kayıtlı) olmayan melek hakkında da onun ilmi ve hayâtı vardır, deriz. İsnâd ettiğimiz (dayanak yaptığımız) bu nisbetle (bağıntıyla) o da hayy ve âlim olmuş olur. Kezâlik (aynı şekilde) vakit ile muvakkat (müddeti belirlenmiş geçici) olan insanın dahi (da) ilmi ve hayâtı vardır, deriz. O da hayy ve âlim olmuş olur. Halbuki bu âlim ve hayylerin, ilimdeki ve hayâttaki seviyeleri bir olmamakla beraber, ilim ve hayât sıfatları birer hakîkat-i vâhidedir (tek bir hakikâttir, aynı hakikattir). Ve ilmin âlime ve hayyin hayâta nisbeti (bağıntısı) dahi, (da) nisbet-i vâhidedir (tekve aynı bağıntıdır). Ancak, kendisine ilim ve hayât emr-i küllîleri (külli hususları) nisbet olunan (bağıntılanan) mevcûdlardan bu emr-i küllîlere (külli hususlara) birer hüküm râci’ olur. (hüküm geri döner) O hüküm de budur ki (şudur ki), vücûd-i Hak kadîmdir (Hakk’ın varlığı öncesi olmayan, eskiden beri var olandır). Ve vücûd-i Hak’tan (Hakk’ın varlığından), ilim ve hayât emr-i küllîlerine (külli husûslarına) râci’ olan (geri dönen) hüküm dahi (de) “kadîm” (öncesi olmayan eskiden beri mevcût olan) hükmü olur. Şu halde, Hakk’ın ilmi ve hayâtı kadîmdir (öncesi olmayan eskidenberi var olandır), deriz. Vücûd-i insan (insanın varlığı) ise hâdistir (sonradan olma ve geçicidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i insandan (insanın varlığından) bu emr-i küllîlere (külli husûslara) raci’ olan (geri dönen) hüküm de “hâdis” (“sonradan ve geçici olma”) hükmü olur. Bu halde de insanın ilmi ve hayâtı hâdistir (sonradan olmadır), deriz. Demek ki, umûr-i külliyyenin (külli şeylerin) zuhûru (açığa çıkması) mahal (açığa çıktığı yer) hasebiyle (sebebiyle) oluyor ve mahal (yer) onlara bir hüküm veriyor. İmdi ey tâlib-i hakîkat, (hakikâti isteyen kişi) basîret gözüyle nazar et (bak) ki, birer hakîkat-i ma’kulden (akılla idrâk edilebilen hakikâtlerden) ibâret olan ilim ve hayât mevcûdâta izâfe (varlıklara göreceli) olunduğu vakit, kıdem ve hudûsü (kalıcılık ve daimilik ile sonradanlık ve geçiciliği) nasıl ihdâs etti (ortaya koydu) ve ma’dûmâttan (İlm-i İlâhide olup, maddi vücudu olmayan şeylerden) ibâret olan (meydana gelen) ma’kulât ile (akılen uygun ve akılda bulunan şeylerle) mevcûdâd-ı ayniyye (duyularla algınabilir, somut varlıklar) arasındaki bu irtibâta (bağlantıya) nazar-ı taaccüb ile (hayretle) bak! Zîrâ ma’dûm ile mevcûd (yok ile var, soyut ile somut) arasındaki irtibât (bağlantı) bir emr-i acîbdir (acaip bir iştir). Böyle olunca ilim, ilimle kaim (vasıflanmış) olan kimse hakkında “âlim” denilmesine hükm ettiği gibi, ilim ile mevsûf (vasıflanmış) olan kimse dahi (de), eğer kendisi hâdis (sonradan yaratılmış) ise, ilim üzerine “hâdis” (sonradan olmuş) ve kadîm (öncesi olmayan, eski) ise “kadîm” denilmesine hükm eyler (karar verir). Şu halde ilim ile âlimden her birisi hem mahkûmun-bih (hüküm veren) ve hem de mahkûmun aleyh (hüküm verilen) olmuş olur. Ve ma’lûmdur ki bu umûr-i küllîyye, her ne kadar ma’kul ise de, onlar ma’dûmetü’l-ayn ve mevcûdetü’l-hükümdür. Nitekim vücûd-i aynîye nisbet olundukda onlar, mahkûmun-aleyhtir. Binâenaleyh, a’yân-ı mevcûdede hükmü kabûl eder; ve tafsîli ve tecezzîyi kabûl etmez. Zîrâ bu onlar üzerine muhâldir. Çünkü umûr-i külliyye, onlar ile her bir mevsûfta, zâtı ile zâhirdir. İnsâniyyet gibi, bu nev’-i hâstan her bir şahısta taaddüd-i eşhâs ile taaddüd ve tefezzul etmedi ve ma’kul olmaktan da zâil olmadı. Ve vaktâki vücûd-i aynîsi olanla vücûd-i aynîsi olmayan arasında irtibât sâbit oldu - ve o niseb-i ademiyyettir- binâenaleyh mevcûdâtın ba’zısının ba’zısına irtibâtı fehm olunmağa akrebtir. Zîrâ alâ-külli-hâl onların beyninde bir câmi’ vardır ki, o da vücûd-i aynîdir. Ve burada câmi’ yoktur. Ve muhakkak adem-i câmi’ ile irtibât bulundu. Böyle olunca câmi’in vücûdu ile irtibât akvâ ve ehaktır. (12) Biliriz ki bu küllî husûslar, her ne kadar aklen var oldukları kabul edilse de, onlar aynî (algılanabilir (somut) varlık) olarak yok fakat hükümleriyle vardırlar. Nitekim aynî vücûda (algılanabilir somut varlıklara) bağlandıklarında, haklarında hüküm verilebilir. Bundan dolayı mevcûtların aynlarında (algılanan varlıklara bağlanıp onlarda belirdiklerinde) hükmü kabûl ederler ancak ayrışma ve parçalanma kabûl etmezler. Zîrâ böyle birşey onlar için imkansızdır. Çünkü küllî husûslar, onlar ile her bir vasıflananda, zâtı ile (öz, asıl,bütün, kendi olarak) açığa çıkar. Tıpkı her insanda olan “İnsâniyet” gibi, bunlar kişilerin adedinin artması ile çoğalmaz, parçalara ayrılmaz ve idrak edilebilir olmaktan da uzaklaşmazlar. Ne zaman ki aynî vücûdu (algılanabilir somut varlığı) olanla olmayanlar (soyut kavramlar, külli hususlar) arasındaki irtibât (ilişki) –ki o yokluksal bağıntılardır. (“niseb-i ademiyye”den kasıt, yok nisbetinde olan ancak akılda varlığı kesin olan külli hususlardır. ayrıca dışarıda henüz bir görüntü mahalli bulunmayan açığa çıkmamış isim ve sıfatlarda bu kapsamdadır)- kesinleşti, bundan dolayı varlıkların bazılarını birbirine bağlayan (biraraya getirten, gruplayan, insaniyet gibi) şey de daha da yakından anlaşılabilir oldu. Çünkü her durumda, hepsinde ortak olan bir durum vardır ki o da ayni vücud (algılanabilir, somut beden) sahibi olmalarıdır. Burada (ayni varlığı olanla olmayan arasında) böyle (somut görünen) bir birleştirici ortak nokta yoktur ve bağıntı ancak yokluk (yok nisbetinde, soyut ancak akılda var olan şeyler) ile kuruldu. Böyle olunca (yani soyut kavramlar ile somut varlıklar arasında bir birleştiricinin varlığı olmadan bir bağlantı kurulunca) bir birleştiricinin varlığı ile yapılan bağıntılar (aralarında somut ortak noktalar olan varlıkların bir araya toplanmaları, gruplanmaları) daha sağlam ve doğru oldu. (12) Ya’nî ma’lûm ve muhakkaktır ki (şurası kesin olarak bilinir ki), bu hayât ve ilim gibi olan umûr-i külliye (külli hususlar), akıl mertebesinde sâbit (var) olduklarından, onların hariçte vücûd-i aynîleri (algılanabilir vücûtları) yoktur; velâkin (ancak) hükümleri hâriçte mevcûddur. Ve her bir mevcûd-i aynî (algılanabilir, somut varlık) üzerine hükm ederler. Nitekim bu hayât ve ilim, vücûd-i aynî (algılanabilen, somut vücûd) sâhibi olan, bi’l-farz (farz edelim) Zeyd’e nisbet (bağıntılı) olunduğu ve “Zeyd âlimdir ve hayydır” denildiği vakit, onların aleyhine (onların hakkında) hudûs (sonradan meydana geldikleri) ile hükm olunur ve Zeydin ilmi ve hayâtı hâdistir (sonradan oluşmuştur) deriz. Zîrâ bu umûr-i külliyye (külli hususlar) hâdis (sonradan oluşmuş) olan bir mahalle (yere) taalluk etti (bağıntılı oldu). Binâenaleyh (bundan dolayı) onlar hudûs (sonradan olma) hükmü ile mahkûmun-aleyh (haklarında hüküm verilen) olurlar. Ve bu sûrette (şekilde) de a’yânın muktezâları hasebiyle (bağlandıkları somut varlığıkların doğalarının dayattığı sebebe göre olan ) hükmü kabûl etmiş olurlar. Böyle olmakla berâber, bu umûr-i külliyye (külli hususlar) tafsîl (ayrışma) ve tecezzî (bölünme) kabûl etmez. Meselâ “Zeyd ile Amr âlimdir” dediğimiz vakit, mertebe-i akılda sâbit (var) olan ilim mefhûm-i küllîsinin (kavram bütününün) birer parçaları o mertebeden ayrılarak Zeyd’e ve Amr’a taalluk etti (bağıntılandı) diyemeyiz, çünkü bu muhâldir (olmayacak bir şeydir). Zîrâ, hayât ve ilim ile mevsûf olan (sıfatlanan) Zeyd ile Amr’ın her birinde bu hayât ve ilim zâtıyle zâhirdir (asıl, öz, bütün olarak açığa çıkmıştır). Bunun için, onların tafsîli (ayrışması) ve tecezzîsi (bölünmesi) gayr-i mümkindir (mümkün değildir). Meselâ insâniyyeti alalım: İnsâniyyet mertebe-i akılda sâbit (var) olan bir mefhûm-i küllidir (kavram bütünüdür). Bu mefhûm (kavram), bu nev’-i hâss-ı insânîden (bu tür insan ırkına mensup) her bir şahısta sârî (sirayet etmiş) ve zâhirdir (görünür durumdadır, açıktadır). Bu sereyân (yayılma) ve zuhûr (açığa çıkma) ile berâber, eşhâsın taaddüdü (şahısların çoğalması) ile müteaddid (çoğalmış) ve mütefassıl (parçalanmış) olmadı ve bu mefhûm (kavram) akıl mertebesinde de zâil (eksilip yok) olmadı. Ya’nî Zeyd ve Amr, ayrı ayrı iki şahıs olduğu halde, her birine insandır diye hükm ederiz. İnsâniyyet her birisinde zâtıyle mütehakkık (gerçekleşmiş) ve zâhir (açığa çıkmış) olmakla berâber, iki kısma ayrılmadı ve bunların şahıslarının taaddüdü (çoğalması) ile müteaddid (çoğalmış) olmadı ve bunların şahıslarında zâtıyle zâhir olmakla akıl mertebesinden dahi (de) zâil (eksilip yok) olmadı. Ve vücûd-i aynîsi (algılanabilir somut vücûdu) olan şey ile, niseb-i ademiyyeden (yok nisbetinde ancak akılda var olan şeyler, soyut bağıntılardan) ibâret olmasından dolayı, vücûd-i aynîsi (algılanabilir vücudu) olmayan umûr-i külliyye (külli hususlar) arasında irtibât (ilişki) mevcûd olunca, bu irtibâttan (ilişkiden) şübhesiz mevcûdâtın ba’zısının ba’zısına irtibâtı (ilişkisi) anlaşılır. Zîrâ, alâ-küllî-hâl (her durumda) mevcûdâd arasında onları toplayan ve yekdîğerine (birbirlerine) rabt eden (birleştiren) bir şey vardır ki, o şey de vücûd-i aynîdir (algılanabilir somut vücût sahibi olmalarıdır). Halbûki burada, ya’nî emr-i küllî (külli hususlar, soyut kavramlar) ile vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücûd) arasında olan irtibâtta (ilişkide) câmi’ (birleştirici, ortak nokta) yoktur. Ve bir câmi’ (birleştirici, ortak nokta) olmaksızın umûr-i külliyye (külli hususlar) ile vücûdâd-ı ayniyye (algılanabilir somut varlıklar) arasında irtibât (ilişki) vardır. İmdi umûr-i külliyye (külli hususlar, soyut kavramlar) ile vücûdâd-ı ayniyye (algılanabilir somut varlıklar) arasında bir câmi’ (birleştirici, ortak nokta) olmaksızın irtibât (ilişki) bulununca, aralarında bir câmi’ (birleştirici, ortak nokta) bulunan mevcûdâtın (varlıkların) yekdîğerine irtibâtı (birinin diğerine bağlantısı) daha kavî (güçlü) ve daha haklı olur. Misâl: İnsâniyyet akıl mertebesinde sâbit olan bir emr-i küllîdir (külli husustur, soyut kavramdır) ki, hâriçte onun vücûd-i aynîsi (algılanabilir somut berdeni) yoktur. Zîrâ niseb-i ademiyyeden (yok nisbetinde ancak akılda var olan şeylerle bağıntılardan) bir nisbettir (bağıntıdır). Fakat bu insâniyyet, Zeyd’in ve Amr’ın şahıslarında zâtıyle zâhirdir (öz olarak açığa çıkmıştır). Şu kadar ki, Zeyd ile Amr’ın hâriçte vücûd-i aynîleri (algınanabilir bedenleri) vardır. Ve insâniyyetin hâriçte vücûd-i aynîsi (algılanabilir bedeni) yoktur. Halbûki vücûd-i aynî câmi’dir (algılanabilir beden birleştiricidir, ortak noktadır). Binâeneleyh (bundan dolayı), insâniyyet ile Zeyd ve Amr arasında câmi’ (birleştirici, ortak somut bir nokta) yoktur, velâkin irtibât (ilişki) vardır. Eğer irtibât (ilişki) olmasa idi, Zeyd ile Amr’a insandır diye hükm edemeyecek idik. İmdi bunların arasında vücûd-i aynîden (algılanabilir bedenden) ibâret olan câmi’ (birleştiricilik, ortak nokta) olmadığı halde irtibât (ilişki) bulununca vücûd-i aynî (algılanabilir beden) sâhibi olan Zeyd ile Amr arasında da irtibât (ilişki) bulunduğuna şüphe yoktur. Zîrâ bu vücûd-i aynî (algılanabilir bedenleri) onları câmi’dir (birleştiricisi, ortak noktalarıdır). İşte hayât, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin Hakk’ın şuûnât-ı Zâtiyye’sinden (Zâti işlerinden) olan ve niseb-i ademiyyeden (dışarıda yok akılda var durumda olan, soyut bağıntılardan) ibâret bulunan umûr-i külliyyeden (külli hususlardan, soyut kavramlardan) olduğu ve bunların hâriçte vücûd-i aynîleri (algılanabilir somut vücutları) olmamakla berâber, vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücud) sâhibi olan efrâd-ı insâniyyede (insan fertlerine) zâtlariyle sârî (yayılmış) ve zâhir (açığa çıkmış) bulunduğu cihetle, (bulunması bakımından) bu umûr-i külliyenin (külli hususların) efrâd-ı insâniyye arasında (insan fertleri ile olan) irtibâtları (bağlantıları) sâbit ve mütehakkıktır (varlığı kesin ve doğrulanmıştır). Diğer taraftan, insanın her bir ferdi dahi (de) vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücud) sâhibidir. Ve bu vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücud) ise onları câmi’dir (birleştiricisi, ortak noktalarıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı), efrâd (fertler) arasında da irtibât (ilişki) der-kârdır (aşikârdır). Meselâ Zeyd’in vücûd-i aynîsi (algılanabilir somut vücudu) hâdistir (sonradan yaratılmıştır); Amr’ın vücûd-i aynîsi (algılanabilir somut vücudu) de hâdistir (sonradan yaratılmıştır). Ve kezâ (ayrıca) Zeyd âlimdir; Amr dahi (da) âlimdir. İlim ise Hakk’ın şuûnât-ı Zâtiyye’sinden (Zati işlerinden) tecezzî (parçalara ayrılıp bölünme) kabûl etmeyen bir emr-i küllîdir (külli şeylerdendir, akılda var olan soyut kavramlardandır). Şu halde biz “mertebe-i akılda sâbit olan ilim mefhûm-i küllîsi (akıl mertebesinde var olan tümel ilim kavramına) Zeyd’de ve Amr’a taksîm edildi de mertebe-i akıldaki (akıl mertebesindeki) bu mefhûmdan (kavramdan) bir mikdârı eksildi” diyemeyiz. Zîrâ vücûd-i aynî (algılanabilir somut bir vücud) sâhibi değildir (kendi bedeni yoktur) ki, emr-i küllî (külli hususlar) tecezzî (bölünme) ve inkısâm (parçalanma) kabûl etsin. Böyle olunca Hakk’ın ilmi ile efrâd-ı insâniyyenin (insan ırkının) ilmi arasında bir irtibât (ilişki) vardır. Şu kadar ki, taalluk ettiği (bağlandıkları) mahal (yer) hasebiyle (sebebiyle) emr-i küllîye (külli şeylere) bir hüküm lâhık (ulaşmış) olur. O da Zeyd ve Amr hâdis (sonradan yaratılmış) olduğu için, onların ilmi dahi (de) hâdistir, (sonradan yaratılmıştır) hükmünden ibârettir. Ve vücûd-i aynî (algılanabilir somut vücud) efrâd-ı insâniyye (insan ırkı) arasında bu umûr-i küllîyyeyi (külli hususları) câmi’ (birleştiren, ortak nokta) olduğu için, bu câmi’iyyet (birleştirici, ortak nokta) onları yekdîğerine (birini diğerine) rabteder (birleştirir, bağlar). Ve bu sûrette de kadîm (öncesi olmayan, eski) olan vücûd-i Hak (Hak’kın vücûdu) ile, hâdis (sonradan) olan vücûd-i Halk (yaratılmışların vücûdu) arasında irtibât (ilişki) sâbit (var) olur. Ve şek yoktur ki, muhakkak muhdesin hudûsü ve kendisini ihdâs eden muhdise onun iftikarı, onun kendi nefsinde imkânından nâşî sâbit oldu. İmdi onun vücûdu, onun gayrindendir. Böyle olunca o irtibât-ı iftikar ile murtabıttır. Ve müstenedün – ileyhin, li-zâtihî vâcibü’l-vücûd, kendi nefsiyle vücûdundan ganî, gayr-i müftekır olması lâ büddür. Ve o, bu hâdise kendi zâtiyle vücûdu veren zâttır. Binâenaleyh, ona müntesib oldu. Ve vaktâkî li-zâtihî onu iktizâ eyledi, onunla vâcib oldu. Ve vaktâki onun istinâdı li-zâtihî kendisinden zâhir olan zâta oldu, isim ve sıfâttan her bir şeyden ona nisbet olunan şey de onun sûreti üzerine olmasını iktizâ eyledi, vücûb-i zâtîden mâ-adâ. Zîrâ hâdis hakkında bu sahîh değildir, eğerçi vâcibü’l-vücûddur; velâkin onun vücûbu, kendi nefsiyle değil, kendisinin gayriyledir. (13) Ve şüphe yoktur ki, hadis olanın varlığa gelmesi ve bu varlığa geliş için, kendisini var edene muhtaçlık ilişkisiyle bağlı olduğu, onun kendi nefsindeki imkanlardan dolayı kesindir. Şimdi bu varlığı başkasına borçludur. Böyle olunca o şiddetli ihtiyac bağıntısı ile bağlıdır. Ve kendisine muhtaç olunan, Zâtının gereği varlığının (vücud) zorunlu ve mutlak ve kendi nefsiyle varlığında tüm zenginliklere sahip olup, hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacı olmaması lazımdır. Ve O, bu sonradan olana kendi zâtıyla vücûdu (varlığı) veren zâttır. Bundan dolayı ona bağlı oldu. Ve ne zaman kî Zâti gereksinimler sebebiyle ona ihtiyaç duyuldu, bu sayede vacip (olması zorunlu) oldu. Hadisin dayanağı (kaynağı) kendisinden açığa çıkıp görünür olan Zât olunca, isim ve sıfâttan her bir şeyden kendine kıyas olunan (bağıntılanan) şeyler de onun sûreti üzerine olmasını gerekli kıldı ancak Zâti zorunluk bunun dışındadır. Çünkü hadis (sonradan olan) hakkında bu doğru değildir. Her ne kadar Hadis olanın varlığı da zorunlu ise de; onun bu zorunlu oluşu, kendisinden değil, başkasından kaynaklanır.(13) Ya’nî şüphe olunmaz ki, muhdesin (hadis olanın) hâdisliği (sonradan oluşu) ve muhdesin (hadis olanın) kendi zâtında vücûdu olmadığı cihetle (kendine ait bağımsız bir varlığının olmaması yönünden) onu hâdis kılan (sonradan olma, geçici yapan) bir muhdise (yaratıcıya) ihtiyâcı sâbit (kesin) oldu. Böyle olunca muhdesin (sonradan yaratılanın) vücûdu, kendisinin gayrinden (başkasından) husûle (meydana) gelmiştir. Binâenaleyh (bundan dolayı), muhdes (sonradan yaratılmış), vücûdda (varlıkda) kendisinin gayri (başkası) olan muhdise (yaratıcıya), irtibât-ı bağıntısıyla) ile murtabıttır (bağlıdır). iftikar (şiddetli muhtaçlık Misâl: Buharın zâtı bir derece tekâsüf edince (yoğunluk kazanınca) bulut olur. Buharın vücûdu (varlığı) bulutun vücûdundan (varlığından) mukaddemdir (öncedir). Bulutun vücûdu buhara nazaran hadistir (sonradan olmuştur). Şüphe yoktur ki, bulut kendi zâtında vücûd-i müstakıl (kendine ait bir varlığa) sâhibi olmadığı cihetle (yönüyle), kendisini ihdâs eden (meydana getiren) bir muhdise, (yaratana) ya’nî buharın vücûduna (varlığına) muhtaçtır. Şu halde muhdes (sonradan olmuş) olan bulutun vücûdu, kendisinin gayri (başka) olan buhar-ı lâtîfin vücûdundan (latif olan buharın varlığından) husûle gelmiştir (meydana gelmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı), muhdes (sonradan oluşmuş) olan bulut, muhdis (yaratatıcısı) olan buhâr-ı latîfe (latif olan buhara) irtibât-ı iftikar (şiddetli ihtiyaç bağı ile) ile murtabıttır (bağlıdır). İşte muhdes (sonradan yaratılmış) olan halk-ı kesîfin (naddesel, yoğun yaradılmışların) kadim olan (öncesiz eski olan) Hakk-ı latîfe (Latif olan Hakk’a) irtibâtı (ilişkisi) bu misâle mutâbıktır (uygundur). İmdi muhdes (sonradan yaratılmış olan) vücûdda (varlık için) muhdise (yaratana) müstenid olduğu (dayandığı) için, müstenedün-ileyhin (kendisine dayanılan (Hakk)) li-zâtihî (zâtının gereği, bizzat) vâcibü’l-vücûd (varlığının zaruri) olması, kendi nefsinde vücûdunda ganî (zengin doygun) bulunması ve vücûdunun başka bir vücûda müftekır (ihtiyacı) bulunmaması lâ-büddür (kaçınılmazdır). Eğer böyle olmasa; ya'nî vücûd-i Hak (Hakk’ın vücûdu) kendisinin gayri (başka) bir vücûda müftekır (muhtaç) olsa (yumurta tavuktan ve tavuk yumurtadan peyd"a oldu) gibi devr (bir döngü) ve (halkın vücûdu Hak'tan ve Hakk'ın vücûdu falan şeyden ve falan şeyin vücûdu da falandan ilh... çıktı) gibi ilâ-mâ-lâ-yetenâhî (nihayeti olmayan) teselsül, (zincirleme gidiş) lâzım gelir. Devr (döngü) ve teselsül (zincirleme gidiş) ise, emr-i vücûdu (varlık hususunu) bir mebdee îsâl edemeyeceğinden (bir esasa ulaştıramayacağından) fâsid (kısır döngü) olur. Ve müstenedün-ileyh (kendisine dayanılan) bu hâdise (sonradan olana), kendi zâtı ile vücûd (varlık) veren zâttır: Böyle olunca hâdis, (sonradan yaratılan) vücûdda (varlıkda), vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) olan müstenedün-ileyhe (kendisine dayanılana) müntesib (bağıntılandı, mensub) oldu. Ve vâcibü'l-vücûd, (varlığı zorunlu olan) hâdisi (sonradan yaratılmışı) kendi zâtı için iktizâ (lâzım) edince, o hâdis (sonradan yaratılmış) vâcibü'l-vücûdun (varlığı zorunlu olanın) vücûdu ile vâcib (zorunlu) oldu. Zîrâ vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu olan), hâdise (sonradan yaratılmışa) vücûd ifâza etmese (vermese), zâhir olmaz (açığa çıkamaz) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı), hâriçte (dışta) zuhûr (ortaya çıkmak) için, vâcibü'l-vûcûdun (varlığı zorunlu olanın) hâdise (sonradan olana) vücûd ifâza etmesi (vermesi), kendisinin iktizâ-yı zâtîsidir. (Zât’ının gereğidir) Ve Hz. Şeyh-'ı Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde vücûd hakkında âtîdeki (aşağıdaki) îzâhâtı beyan buyururlar: "Ma'lûm olsun ki, emr-i vücûd (varlık hususu) Hak ve halktan (yaratan ve yaratılandan) ibârettir. O emr-i vücûd, (varlık hususu) ya lem-yezel (yok olmaz) ve lâ-yezâl (yok olmayacak) vücûd-i mahzdır; (halis katıksız, sırf varlıkdır) yâhut lem-yezel (yok olmaz) ve lâ-yezâl (yok olmayacak) vücûd-i imkân-ı mahzdır (sırf mümkün varlıktır) veyâ lem-yezel (yok olmaz) ve lâ-yezâl (yok olmayacak) adem-i mahzdır (sırf yokluktur). Vücûd-i mahz (Sırf varlık) ezelen ve ebeden adem (yok) kabûl etmeyen şeydir. Adem-i mahz (sırf yokluk) dahi (da) ezelen ve ebeden vücûd (varlık) kabûl etmeyen şeydir. İmkân-ı mahz (sırf imkan) ise, ezelen ve ebeden bir sebeple vücûdu (varlığı) ve kezâ (diğer) bir sebeple ademi (yokluğu) kabûl eden şeydir. İmdi, vücûd-i mahz (sırf varlık) ancak Allah'tır, onun gayri (ondan başkası) değildir. Ve adem-i mahz (sırf yokluk) ancak muhâldir (imkansızlık, mümkün olmama durumudur) ve muhâlin (imkânsızın) gayri (başkası) değildir. Ve imkân-ı mahz (sırf imkan) ise, ancak âlemden (evrenden) ibârettir ve âlemin (evrenden) gayri (başkası) değildir. Ve âlemin (evrenin) mertebesi ise, vücûd-i mahz (sırf varlık) ile adem-i mahz (sırf yokluk) beyninde vâkı'dir (arasında oluşmuştur) " Vaktâki hâdisin (Ne zaman ki sonradan olanın) istinâdı (dayandığı), Vâcibü'l-Vücûdun (varlığı zorunlu olanın) iktizâ-yı zâtîsinden nâşî (Zâti gereksiniminden dolayı), o vâcibü'l-vücûddan (varlığı zorunlu olandan) zâhir olmakla, (açığa çıkıp görünür olmakla) O'na oldu; ya'nî hâdis, (sonradan olan) zuhûr etmiş (meydana çıkmış) olduğu vâcibü'l-vücûda (varlığı zorunlu olana) istinâd etti (dayandı) ; bu istinâd (dayanma), Vâcibü'l-Vücûd’a (varlığı zorunlu olana) nisbet (bağıntılı) olunan her bir isim ve sıfatta, hâdisin (sonradan olmanın) o vâcibü'l-vücûdun (varlığı zorunlu olanın) sûreti üzere olmasını iktizâ eyledi (gerektirdi). Ya'nî Allah Teâlâ Hazretleri vâcibü'l-vücûddur (varlığı zorunlu olandır). İnsan ise hâdistir (sonradan yaratılmıştır). Vücûd-i insânî zuhûrda (insani varlık açığa çıkışında) vâcibü'l-vücûda (Allah’a) müsteniddir (dayanır) ki, bâlâda (yukarıda) îzâh olundu. İşte insan bu istinâd (dayanma) sebebiyle Hakk'ın esmâ ve sıfâtıyla mevsûm (isimlenmiş) ve muttasıf (vasıflanmış) oldu. Meselâ Hak hayât, ilim, sem, basar, kudret, kelâm ve tekvîn sifatlariyle muttasıf; (vasıflanmış) ve bu sıfatlardan mütezâhir olan (ortaya çıkan) Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Kadîr, Mütekellim ve Mükevvin isimleriyle mevsûmdur (isimlenmiştir). İnsan dahi (da) bu sıfatlar ile tavsîf (vasıflanmış) ve bu isimler ile tevsîm (isimlendirilmiş) olunur. Yalnız Vücûb-i Zâtî (Zati, zorunluluk) müstesnâdır. İnsan vücûb-i Zâtî (Zati, zorunluluk) ile tavsîf olunamaz (vasıflandırılamaz), çünkü hâdistir. (sonradan olmuştur) Ve hâdisin (sonradan yaratılmışın) vücûb-i zâtî (Zati, zorunluluk) ile ittisâfı (vasıflanması) sahîh (doğru) değildir. Vâkıâ (aslında) hâdis (sonradan yaratılmış varlık da) hadd-i zâtında vâcibü'l-vücûddur (esasında zorunlu varlıkdır). Zîrâ hâdis, (Çünkü sonradan yaratılmış) vâcibü'l-vücûdun (zorunlu varlığın) mertebe-i letâfetten (letafet mertebesinden) mertebe-i kesâfete (yoğunluk mertebesine) tenezzülünden (inişinden) başka bir şey olmadığı cihetle (yönüyle) onun gayri (başkası) değildir. Velâkin, (ancak şu kadarı var ki) kesîfin vücûdu (yoğun olanın varlığı) latîfin vücûduna (latif olanın varlığına) muhtaçtır. Binâenaleyh (bundan dolayı), hâdisin vücûbu, (sonradan olanın zorunluluğu) nefsiyle (kendi ile) değil, gayrin (başkasının) vücûduyla (varlığıyla) hâsıldır (meydana gelir). Ve vücûb-i Zâtîde (Zati zorunlulukda) hâdisin (sonradan olanın) kademi (payı) yoktur. Ondan sonra ma'lûm olsun ki, muhakkak emr, bizim dediğimiz üzere, onun sûretiyle, onun zuhûrundan oldukda, Hak Teâlâ bizi ilminde hâdisde nâzar üzerine havâle etti. Ve muhakkak âyâtını bize, bizde gösterdiğini zikr eyledi. Binâenaleyh biz, bizim ile, ona istidlâl ettik. Şu halde biz onu bir vasf ile vasf etmedik, illâ ki vücûb-i hâss-ı zâtînin gayri, biz bu vasıf olduk. İmdi vaktâki biz onu bizim ile bizden bildik; bize nisbet ettiğimiz her şeyi ona nisbet ettik; ve bununla bize, elsine-i terâcim üzere ihbârât-ı ilâhiyye vârid oldu. Böyle olunca nefsini bize bizim ile vasf eyledi. Binâenaleyh biz onu, müşâhede ettiğimiz vakit, kendi nüfûsumuzu nıüşâhede ederiz. Ve bizi müşâhede ettiği vakit, nefsini müşâhede eder. Ve biz her ne kadar bizi cem' eden hakîkat-i vâhide üzerine isek de, şekk etmeyiz ki, muhakkak biz, şahıs ve nevi' ile çoklarız. İmdi biz kat'â biliriz ki, muhakkak bir fârık vardır. Onun sebebiyle eşhâsın ba'zısı ba'zısından ayrıldı. Eğer bu olmasa idi, vâhidde kesret olmaz idi. Yine böylece, her ne kadar Hak, min-cemî'i'l-vücûh kendi nefsini vasf ettiği şeyle, bizi vasf etti ise de, bir fârık lâ-büddür. Ve o fârık, vücûdda ancak bizim ona iftikârımız ve imkânımızdan dolayı vücûdumuzun ona tevakkufu ve bizim ona müftekır olduğumuz şey'ın mislinden onun gınâsıdır. (14) Sonra bilmelisin ki iş dediğimiz gibi Hakkın sûretlenerek açığa çıkıp görünür, bilinir olması olunca, Hak Teâlâ kendisiyle ilgili bilgi edinebilmemiz için bizi hadis olana yani yarattıklarına bakıp düşünmeye yöneltti. Ve ayetlerini, işâretlerini, delillerini bize yine bizde gösterdiğini söyledi. Bundan dolayı bizde onun hakkında kendimizle çıkarımda bulunduk. Bu durumda da biz Onu sadece kendisine Has olan Zati gerekleri dışında tamamen kendimizden ibaret vasıflarla vasıflandırdık yani vasıf kendimiz olduk. Şimdi ne zaman ki biz onu bizim ile bizden bildik; kendimizde nisbet ettiğimiz her şeyi ona kıyas ettik; ve böylelikle bize ulaşan İlahi haberleri tercüme edip anlayabilir olduk. Böyle olunca O da kendisini bize, bizim ile vasfederek açıkladı. Bundan dolayı bizim onu, gözlemlememiz, kendi nefslerimizi gözlemlememizdir. Ve O da bizi müşâhede ettiği zaman, kendi nefsini müşâhede eder. Ve biz her ne kadar bizi biraraya getiren tek bir hakîkat üzerine isek te, bizim, şahıs ve tür olarak çok sayıda olduğumuz şüphesizdir. Şimdi biz kesinlikle şunu da biliriz ki, muhakkak (arada) bir ayrıştırıcı vardır. Onun sebebiyle şahısların bâzısı bâzısından ayrılır. Eğer bu olmasa idi, birlikte çokluk olmaz idi. Yine böylece, her ne kadar Hak, tüm yönleriyle kendi nefsini vasfettiği şeyle, bizi vasfetti ise de, bir farklılığın olması zorunludur. Ve o farklılık, bizim, vücûdda (var olmada) ona olan ihtiyacımız ve mümkün varlık olarak yine ona bağlı olmamız ve Onun bizim kendisinden ihtiyac duyduğumuz bu gibi şeylerden zengin olup, hiçbirşeye ihtiyacı olmamasıdır. (14) Ya'nî hâdisin (sonradan olanın) emri ve şânı (işleri ve halleri), bâlâda (yukarıda) îzâh ettiğimiz (anlattığımız) vech (yön) ile, vâcibü'l-vücûdun sûretiyle (zorunlu varlığın sureti ile) onun zuhûrundan (açığa çıkmasindan) olunca, Hak Teâlâ hazretleri kendi vücûdunu (varlığını) bilmemiz husûsunda bizi hâdise (sonradan yaratılanlara) nazar etmeğe (bakmaya) havâle etti (yöneltti). Ve “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim“ (Fussilet, 41/53) ya'nî " Biz, âyâtımızı (işaretlerimizi) karîben (gelecekte) onlara âfâkta (dışta) ve nefislerinde (kendilerinde) gösteririz" âyet-i kerîmesinde, âyâtını (ayetlerini) bize bizde gösterdiğini beyân buyurdu. (bildirdi) Binâenaleyh (bundan dolayi) biz hâdis (sonradan yaratılmış) olan vücûdumuza (varlığımıza) nazar ettik; (baktık) ve onda hayat, ilim, sem', basar, kudret ilh.... gibi sıfatlar gördük. Bu sıfatlarımız ile vücûd-i vâcibe (zorunlu varlığa) ve onun böyle sıfatlari bulunduğuna istidlâl eyledik. (neticesini çıkardık) Şu halde biz onu bir vasif ile vasf etmedik, illâ ki biz o vasfin ayni olduk. (Biz onu kendimizde olmayan bir vasıfla vasıflandırmadık, biz o vasfın kendisi olduk yani kendimizde ne gördü isek Onu da onlarla vasıflandırdık) Yalniz kendimizi vasf etmediğimiz (vasıflandırmadığımız) bir vücûb-i hâss-i zâtî (sadecve O’nun Zâtına ait zorunlu gereklilikler) kaldı. Zîrâ (çünkü) biz hâdis (sonradan) olduğumuz için, vücûb-i hâss-i zâtî vasfi (Zâta ait zorunlu özellikler) ile kendimizi vasf etmemize (nitelememize) imkân yoktur. İmdi (buna göre) biz vâcibü'l-vücûdu, (zorunlu varligi) hâdis olan (sonradan yaratılan) vücûdumuz (varlığımız) ile, vücûd-i hâdisimizden (hadis varligimizdan) bildiğimiz vakit, kendimize nisbet ettiğimiz (bağıntılı yaptığımız) her vasfı, ona nisbet ettik; (orantıladık) ve enbiyâ-yi izâm hazarâtinin (büyük nebiler hazretlerinin (hz. Muhammed’in) lisâniyla bize bununla ihbârât-i ilâhiyye (ilâhi bildiriler) vârid (gelmiş) oldu. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de: “innallâhe semîun alîm” yâni “Muhakkak ki Allah Sem'î'dir (en iyi işitendir), Alîm'dir (en iyi bilendir).” (Bakara, 2/181) “innenî meakumâ esmau ve erâ” yâni “Muhakkak ki Ben, sizinle beraberim, işitirim ve görürüm” (Tâhâ, 20/46) ve “innallâhe semîun basîr” yâni “Muhakkak ki Allah; Sem'î'dir (en iyi işiten), Basîr'dir (en iyi gören)” (Lokman;31/28) ve “Men yutiır resûle fe kad atâallâhe” yâni “Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) ve “ve mâ remeyte iz remeyte” yâni “Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı” (Enfâl, 8/17) ve “fe lillâhil mekru cemîân” yâni “Oysa bütün tuzaklar, Allah'ındır.” (Ra'd, 13/42); “vallâhu hayrul mâkirî.” yâni “Ve Allah, (hileye karşı) hile yapanların en hayırlısıdır” (Âl-i İmrân, 3/54), “ve akradûllâhe kardan hasenen” yâni “ve Allah'a güzel borç verenler” (Hadîd, 57/18), “Ve ekîdu keydâ.” yâni “Ve Ben de hile yaparak tuzak kurarım.” (Târık 86/16), “Allâhu yestehziu bihim” yâni “Allah da onlarla alay eder” (Bakara, 2/15) ve “İnnellezîne yu’zûnallâhe ve resûlehu” yâni “Muhakkak ki Allah ve Resûl'üne eziyet edenlere” (Ahzâb, 33/57) gibi bir çok âyât-ı kerîme (ayetler) ve “maraztu fe lem tu’dini ve reca’tu fe lem tat’ımni” ya’nî “hasta oldum ziyâretime gelmedin ve aç kaldım beni doyurmadın” gibi de ahâdîs-i kudsiyye (kutsal hadisler) lisân-ı Nebî (nebinin lisanı) üzere vârid olmuştur. (gelmiştir) Ve kezâ (aynı şekilde) “men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” yâni “nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” ve “men ata’ani ata’allah” ya’nî “Bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir” şerîfe (kutsal hadisler) buyrulmuştur. Suâl: (soru) İlim, sem', basar, kudret gibi sifât-ı kemâliyyenin (kemal sıfatlarının) vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu) hazretlerine izâfesi (bağıntılı kılınması) câizdir. (dogrudur, uygundur) Fakât mekr, (hile, aldatmaca) keyd, (tuzak) istihzâ (alay etme) ve ezâ, (işkence) hastalik, açlik ve it'âm (nahoş durumda kalma) gibi sifât-i halkiyyenin (halka ait vasiflarin) Hakk'a nisbeti (alakasi, bagintisi) nasil olur? Cevap: Biraz yukarıdâ denilmiş idi ki, muhdesin (hadis olanın (sonradan yaratılmışın) kendi zâtında vücûdu (kendine ait varlığı) yoktur. Ve onu hâdis kılan (sonradan yaradılmış yapan) bir muhdise (yaratıcıya) ihtiyâcı sâbittir. (kesindir) Binâenaleyh (bundan dolay) muhdesin (sonradan yaratılmış olanın) vücûdu, (varlığı) kendi vücûdunun (varlığının) gayri (başkası) olan vâcibü'l-vücûddan (zorunlu varlıktan) husûle gelmiştir. (meydana çıkmıştır). Zîrâ (çünkü) vâcibü'l-vücûdun (zorunlu varlığın) vücûdu latîf (şeffaf, uçucu, yoğunlıksuz) ve hâdisin vücûdu (sonradan yaradılmışın varlığı) ise kesîftir. (yoğundur, katıdır) Ve latîf (yoğunluğu olmayan) kesîfin (yoğun olanın) gayridir. (başkasıdır) Fakat latîften (yoğunluğu olmayandan) olan kesîfin (yoğun olanın) vücûdu (varlığı) min-haysü'z-zât (zat bakimindan) o latîfin (yoğunluğu olmayanın) aynidir.(aynısıdır, kendisidir) Ve bu ayniyyet (aynı olmaklık) ve gayriyyet (başka olmaklık) yine bâlâda (yukarda) buhar ile bulut misâlleriyle tavzîh edilmiş (açıklanmış) idi. İmdi (buna göre) vâcibü'l-vücûd, (zorunlu varlık) hâdise (sonradan yaratılana) vücûd (varlık) ifâza etmese (vermese) ya'nî mertebei letâfetten (yoğunluğu olmayan mertebeden) mertebe-i kesâfete (daha yoğun mertebeye) tenezzül edip (inip) hudûs (hadis olma) sıfatını o mertebede iktisâb etmese, (elde etmese) hâriçte (dışarıda) ism-i Zâhir'in (Zâhir isminin) ahkâmi (hükümleri) zuhûr etmez (açığa çıkıp bilinmez) idi. Mâdemki hâdisin (sonradan yaratılmışın) vücûdu, vâcibü'l-vücûdun (zorunlu varlığın) vücûdudur, şu halde bu mertebe-i kesâfette (yogunluk mertebesinde) zâhir olan (açığa çıkan) mekr, (aldatma, hile) istihzâ', (alay etme) ezâ (işkence) ve hastalik ve açlik gibi sifât-i muhdesâtın, (sonradan meydana gelmiş sıfatların) dahi (da) min-haysü't-taayyün (açığa çıkışları, belirişleri bakımından) ona izâfesi (onunla ilişkilendiği) der-kârdir. (aşikardir) Zîrâ (çünkü) bu sıfât (sıfatlar) muktezâ-yi kesâfettir (yoğunluk gerektirir). Velâkin (fakat) Hak, minhaysü'z-zât (Zâtı bakımından) bu sıfâttan (sıfatlardan) münezzehdir. (arınmıştır, mukaddestir) Zîrâ (çünkü) îcâbât-ı kesâfetin (yoğunluk gerektiren şeylerin) letâfetle (yoğunluğu olmayanla) aslâ münâsebeti (alakası) yoktur. Böyle olunca Hak Teâlâ kendi nefsini bize hayât, ilim, sem', basar, kudret ve irâde gibi bizde olan sıfatlarla vasf eyledi. (vasıflandırdı) Binâenaleyh (bundan dolayı) biz onu âlimiyyet, (âlim’lik) kâdiriyyet (kâdir’lik) ve mürîdiyyet (mürid’lik) gibi vasıflar ile müşâhede ettiğimiz (gözlemlediğimiz) vakit, bu vasıflar (özellikler, nitelemeler) ile kendimizi, müşâhede ederiz. (gözlemlemiş oluruz) Zîrâ (çünkü) niseb-i ademiyyeden (yokluk bağıntısından) ibâret bulunan bu umûr-i külliyye, (külli hususlar) bizlerde zâtlariyla sârî (sirayet etmiş) ve zâhirdir. (görünürdür) Ve bizim vücûdât-i ayniyyemiz (kendi varlıklarımız) bu umûr-i külliyyeye (külli hususlara) müsteniddir. (dayanmaktadir) Ve umûr-i külliyye (külli hususlar) mertebe-i akılda (akıl mertebesinde) sâbit (mevcut) olan Hakk'in şuûnâtindan (işlerinden) ibârettir. Ve Hak Teâlâ dahi (da) bizi bu vasiflar ile müşâhede ettiği (gözlemlediği) vakit, kendi nefsini o vasıf ile müşâhede eder. (gözlemler) Zîrâ (çünkü) bizim vücûdât-i kesîfemiz (kesif varlıklarımız) dahi (da) onun vücûdudur. (varlığıdır) Binâenaleyh (bundan dolayi) merâyâ-yi kesîfede (kesif aynalarda) Hak Teâlâ hazretleri kendi nefsini müşâhede eder. (gözlemler) Beyit: ................................ İmdi (buna göre) Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Hak ile halk (yaratan ve yaratılmışlar) beynindeki (arasındaki) irtibâti (ilişkiyi) beyân buyurduktan (anlattıktan) sonra bir i'tibâr ile (önemli bir husus olarak) beyinlerindeki (aralarındaki) farkı îzâhan (açıklayarak) derler ki: Biz her ne kadar bizi cem'eden (biraraya toplayan) ve ihâta eyleyen (kuşatan) insâniyyet (insanlik kavramının) hakîkat-i vâhidesi (tek olan hakikati) üzerine isek de, şübhemiz yoktur ki, biz Zeyd, Amr, Bekir ilh... gibi şahis (şahıslar) ve arab, acem, türk ve çerkes ilh, ... gibi nevi' (türler) ile kesîriz. (parçalanmışız, çokuz) Ve biz kat'â (kesin olarak) biliriz ki, ortada bir fârık (fark, ayırıcı) vardır ki, o fârık (farklar) sebebiyle eşhâsin (şahısların) ba'zısı ba'zısından ayrılır. O fârık (farklılık, ayırıcı) dahi (da) bizim husûsât-i zâtiyyemizdir. (şahsımıza ait özelliklerimizdir) Ve husûsât-i zâtiyyemiz (Şahsımıza ait bu özellikler) dahi, (da) bizim isti'dâdât-i zâtiyyemizden (şahsi kabiliyetimizden, potansiyelimizden) ibârettir ki, hüsn (güzellik) ve kubuh, (çirkinlik) ilim ve cehl (cahillik) gibi şuûnâtimiz (oluşumlarımız) bu isti'dâdâta (kabiliyetlere, potansiyellere) taalluk eder. (bağıntılıdır) Eğer ortada böyle bir fârık (fark) olmasa idi, küll (bir bütün, tümel) olan vâhidde (tek'de) cüz'iyyâtin (cüzlerin, parçaların) kesreti (çokluğu) zâhir (görünür) olmaz idi. İşte nasıl ki, hakîkat-i vâhide (tek bir hakikat) olan insâniyyetin (insanlık kavramının) taht-ı hîtasinda (tahtı altında) müctemi' (bir arada toplanmış) olan eşhâs (şahıslar) ve envâ' (türler) arasinda fârık (farklar) mevcûd ise, Hak Teâlâ hazretleri hayât, ilim, kudret ve irâde gibi mincemî'i'l-vücûh (tüm yönlerden) kendi nefsini vasf ettiği (vasifladırdığı) şeyle bizi vasf etmekle (vasıflandırmış olmakla) berâber, vücûd-i Hak'la (Hakk’in varlığı ile) vücûd-i halk (yaratılanların varlığı) beyninde (arasında) öylece bir fârık (ayırıcı, fark) lâ-büddür. (olduğu muhakkaktır) O fârık (fark, ayırıcı) dahi (da), vücûd (varlık) ile adem (yokluk) arasinda vâki' (olmuş) olan vücûd-i imkânîmizden (mümkün, olası varlığımızdan) dolayı vücûdda (varlıkta) bizim ona muhtâç olmamızdır. Ve varlığımızın onun varlığına mütevakkıf (bağlı) olmasıdır. Ve mevcûd olmamiz için bir vâcibü'l-vücûda (zorunlu varlığa) muhtâç olmamız gibi bir halden onun ganî (zengin, ihtiyaçsız durumda) bulunmasıdır. Zîrâ (çünkü) Hakk'in vücûdu (varlığı) zâtindandır (kendisindendir); ve zâtının aynıdır; ve zâtı üzerîne zâid (ek, ilave) değildir: Fakat bizim vücûdumuz (varlığımız) böyle değildir; vücûdda (var olmada) biz O'na müftekiriz. (muhtacız) İmdi bu sebeple, Hak için kendisinden evveliyyet müntefî olan ezel ve kıdem sahîh oldu; o da öyle bir evveliyyettir ki, onun için ademden iftitâh-ı vücûd vardir. Binâenaleyh o "Evvel" olmakla berâber ona nisbet olunmaz. Ve işte bunun için onun hakkında "Âhir" denildi. İmdi onun evveliyyeti vücûd-i takyîd evveliyyeti ola idi, mukayyed için "Âhir" olması sahîh olmaz idi. Zîrâ mümkin için âhir yoktur. Çünkü mümkinât gayr-i mütenâhîdir; onlar için âhir yoktur. Belki emrin küllîsi, bize nisbet olunduktan sonra, ona rücû' ettiği için, o "Âhir" oldu. Böyle olunca o, ayn-i evveliyyetinde "Âhir" ve ayn-i âhiriyyetinde "Evvel"dir. (15) Şimdi bu sebeple, Hak için şüphesiz ki başlangıcı bulunmayan anlamında ezel (geçmiş ve geleceği kapsama) ve kıdem (öncelik, evveli olmama, eskilik) geçerli olmuştur; burada başlangıçtan kasıt, onun yokluktan vücûda (varlığa) açılma anıdır. O “El-Evvel” (başlangıcı olmayan, ilk) dir, ancak bu ilk oluş başka bişeyle kıyaslandığından dolayı değildir. Ve işte bunun için Onun hakkında “Âhir” de (son, sonuncu da) denildi. Eğer O’nun evvelliği, varlıkların kayıt ve şarta bağlı olan evveliyetleri gibi olsaydı, kayıtlılar gibi onun için de “sonuncu” olma geçerli olmazdı. Çünkü mümkün (varlığı Hakkla mümkün olan, olabilirlikleri, olamazlıklarına denk, olası olanlar) için son yoktur. Çünkü olasılıkların sonu gelmez, onlar için son yoktur. Belki tüm bu işler, bize kıyas olunduktan sonra, ona döndüğü için, O “Âhir” (son, sonuncu) oldu. Böyle olunca o, kendi evveliyetinde “Ahir” (son, sonuncu) ve kendi son oluşunda ise “Evvel” (ilk) dir. (15) Ya'nî abdin (kulun) iftikârından (muhtaçlığından, fakirliğinden) ve Hakk'ın gınâ-yı zâtîsinden (zatının zenginliğinden, doygunluğundan) ibâret olan bu fârık (farklılık, ayırıcı) sebebiyle, Hak için ezel (geçmiş ve gelecek zamanı içine alıp zamanla kayıtlı olmama) ve kıdem (öncesi olmama, en eskilik) sahîh (dogru, gerçek) oldu. Fakat bu ezeliyyet ve kidemiyyet (zamansızlık ve ilk oluş) öyle bir ezeliyyet ve kidemiyyettir ki, bunlardan evveliyyet-i mukayyede (şartlı, kayıtlanmış öncelik) müntefîdir. (ortadan kalkmıştır) Ve bu müntefî olan (ortadan kalkan) evveliyyet, kendisi için ademden (yokluktan) iftitâh-i vücûd-i evveliyyettir. (varlığa açıldığı ilk durumudur) Zîrâ (çünkü) yoktan var olmağa başlamaktan ibâret olan evveliyyet (öncelik) ile muttasıf (vasıflanmış) olan bizim vücûdât-ı ilmiyyemizdir. (ilmi varlıklarımızdır) Çünkü meşiyyet-i ilâhiyye (ilâhi irade) zuhûru (meydana çıkmayı) iktizâ ettikde, (gerektirdiğinde) ilk önce ilm-i ilâhîde (İlahi ilimde) bizim hakâyıkımız (hakikatlerimiz) sâbit oldu. (belirlendi) İmdi (buna göre) bizim bu hakâyıkımıza (hakikatlerimize) ve a'yân-i sâbitemize (ilmi suretlerimize) nisbeten (göre) Hak Teâlâ evvel olmakla berâber, mertebe-i ıtlâkında, (kayıtsız oldugu sırf zat mertebesinde) ona evveliyyet (öncelik) nisbet olunmaz. (bağıntılı kılınmaz) Çünkü mertebe-i ıtlakta (mutlak kayıtsızıik, sırf zat mertebesinde) bi'l-cümle (bütün) niseb (bağıntılar ve kıyaslar) muzmahil (çökmüş) ve mütelâşîdir. (mahv ve yok olmuştur) Ve ezmân (zamanlar) ve evkâtin (vakitlerin) vücûdât-i izâfiyyelerine (izafi, göreceli varlıklarına) müteallik, (baglı) olan hudûs (sonradan olma) ve kıdem (önce olma) gibi nisbetlerden (kıyaslardan, bağıntılardan) vücûd-i mutlak-i Hak (Hakk’ın mutlak varlığı) münezzehdir. (uzak ve temizdir, mukaddestir) Ve vücûdât-ı izâfiyyenin (izafi, göreceli varlıkların) iftitâhı (başlangıcı) kendisinden olduğu için, bu vücûdâta (varliklara) nazaran (göre) "Evvel" (önce) denildiği gibi, yine bu vücûdâtın (varlıkların) ihtitâmıyla (sona ermesiyle) bâkî (daimi, kalacak) olan yine kendisi olduğu için, Hak Teâlâ hakkında "Âhir"dir (en sondur) denildi. Eğer Hakk'in evveliyyeti (önce oluşu) vücûd-i aynî (algılanabilir, somut varlık) sâhibi olmak sûretiyle mukayyed (şarta bağlı, kayıtlı) olan evveliyyet (öncelik) ola idi, vücûd-'i aynî (algılanabilir, somut varlık) sâhibi olan mukayyedât (varlıkları şarta bağlanmışlar, kayıtlılar) için Âhir (son) olması sahîh (gerçek) olmaz idi. Zîrâ (çünkü) mümkinin (mümkünün, olasılığın) âhiri (sonu) yoktur; çünkü gayr-i mütenâhîdir. (sonsuzdur) Suâl: Mevcûdât-ı hâdisenin (varlık kazanma olayının) âhiri (sonu) olmayıp gayr-i mütenâhî (sonsuz) olunca, suver-i âlemin (evren sûretlerinin) ebedî (sonsuz, daimi) olması ve bu suver-i âlemin (evren sûretlerin) infisâhından (bozulmasindan) ibâret olan kiyâmet-i kübrânın (büyük kıyametin) kâim (mevcut) olmaması lâzim gelmez mi? Cevap: Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, vücûd-i mümkin (mümkün, olası varlık) yalnız sathında (yüzeyinde) yaşadiğimiz küre-i arzdan (dünyadan) ibâret değildir. Belki arz (dünya) vücûd-i mümkinâttan (olası, mümkün varlıklardan) bir zerre mesâbesindedir. (ölçüsündedir) Zîrâ (çünkü) fezâ-yi nâmütenâhî (sonsuz uzay) ta'bîr olunan (denilen) sâha (alan) ayn-i vücûd-i mutlaktan (kayıtsız, mutlak varlığın suretinden) ibârettir. Ve vücûd-i mutlak (kayıtsız, sınırsız varlık) mine'l-ezel ile'l-ebed (ezelden ebede (başlangici olmayan geçmişten sonsuza dek) nefes-i rahmânîsiyle (rahmani nefesiyle) müteneffistir. (soluklanandır) Ve bu tenfis (soluklanma) vücûdun (varlığın) iktizâ-yi zâtîsi (Zâti gereği) olup meşiyyeti (iradi, dilemesi yoluyla) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayi) zuhûr (meydana çıkma, görünür ve bilinir olma) zâti sırfın (sırf Zâtın) muktezâsidir. (gereğidir) İmdi (buna göre) bu tenfîs (soluklanma) netîcesinde fezâ-yi bî-nihâyede, (sonsuz uzayda) ya'nî vücûd-i mutlakta (sınırsız, kayıtsız varlıkta) öbek öbek inbisât eden (yayılan, genişleyen) nefes-i rahmânî (rahmani nefes) avâlim-i bî-nihâyenin (sonsuz alemlerin) heyûlâsıdır. (ilk cevheridir) Ve bu tenfîs, (nefes) zâtın kendi zâtında, yine kendi zâtına, kendi zâtı ile vâki' (olmuş) olan bir tecellîsidir. Ve nefes-i rahmânî (rahmani nefes) zâtın "ayn"ıdır. (kendidir, hakikatidir) Ancak, zât-ı latîfin (latif zatın) bi't-tenezzül, (aşağı inerek) nefesini teksîf etmesinden (yogunlaştırmasindan) ibârettir. Nitekim Ebu'l-Hasan Gûrî hazretleri “Tenzîh ederim şu en celil ve a’lâ zatı ki, nefesini [nefsini] latîf kılıp ona Hak dedi ve nefesini [nefsini] kesîf kılıp ona da halk edilmişler dedi.” Bu nefes-i rahmânî (rahmani nefes) âlî (yüksekte) iken, ya'nî zât-ı bahtın (halis, sırf Zâtın) tenfîsini (soluklanmasını) müteâkib (takiben) kemâl-i letâfetinden bîsûrettir; (latif kemalatından dolayı suretsizdir) teseffül eyledikçe (aşağı indikçe) teberrüd (soğur) ve tasallub edip (katılaşıp) eşkâl (şekil) ve suver (biçim) iktisâb eyler. (kazanır) Nitekim nefes-i insânî (insanın nefesi) zemherîde (soğuk havada) bir cam üzerine irsâl olundukda (üflendiğinde) hîn-i hurûçta (dışarı çıkış anında) harâretle latîf (sıcaklıkla şeffaf) ve bîsûret (şekilsiz) iken teseffül eyledikçe (aşağı indikçe) teberrüd (soğur) ve tasallub edip (katılaşıp) cam üzerinde çiçekli buzlar peydâ kılar. (oluşturur) Ve o buzlardaki eşkâl (şekiller) ayn-i nefestir. (nefesin kendidir) Nefes-i rahmânî (rahmani nefes) de hîn-i tenfîste (nefes verme sırasında) böylece latîf olup tedrîcen (aşama, aşama) duhân-i ziyâ-dâr (parlak ışıklı duman) hâline gelir ve avâlimin (alemlerin) madde-i ûlâsi (ilk maddesi, ilk cevheri) olur. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fass-ı Îsevî'de : “Nefesin aynında olan herşey, gece karanlığının sonundaki ışık gibidir” beyt-i şerîfiyle bu hakîkate işâret buyururlar ki, inşâallah orada şerh olunur. İmdi (buna göre) fezâda öbek öbek tekâsüf (yoğunlaşan) ve teberrüd eden (soğuyan) sehâb-i muzîler (parlak bulutlar) ilk devrelerinde dumandan başka bir şey değildirler. Nitekim Ayet-i Kerimede “Sümmestevâ iles semâi ve hiye duhânun” ya’nî “Sonra duman halinde olan semaya yöneldi.” (Fussilet, 41/11) buyrulur. Ba'dehû (daha sonra) bunlarin kendi mihverleri (eksenleri) etrâfındaki devirlerinden mütehassil (meydana gelen) kuvve-i ani'l-merkeziyye (merkez kaç kuvveti) hasebiyle, (sebebiyle) bir takım küreler ayrılıp kendilerinden iftitâk ederek (başlayarak) şems (güneş) hâlinde kalan merkezin etrâfinda mahrekleri (yörüngeleri) üzerinde devr ederler. (dönerler) Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâhuma” ya’nî “İnkâr edenler, semaların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi?” (Epbiyâ, 21/30). İmdi (buna göre) fezâda mütekevvin (uzayda oluşan) sehâb-i muzî (parlak bulut) kütlelerinin her birisi şemsleriyle (güneşleriyle) berâber birer manzûme ((güneş) sistemi) olup bunlari görüp ta'dâd etmek (saymak) bizler için kâbil (mümkün) değildir. Yalniz âlet vâsitasiyla görülebilenler hakkında alâ-tarîki'l-istidlâl (delile dayanarak netice çikarmak yoluyla) erbâb-i fenn-i hey'et (astronomi bilginleri) tarafindan beyân-i mütâlaât olunabilmektedir. (inceleme sonucu oluşan görüşleri açıklanmaktadır.) Ve bu avâlime (alemlere) ehl-i hakîkat (hakikat ehli) indinde (katında) "âlem-i simsime" ta'bîr olunur. (denir) Ve "simsime" ibâre (cümlelere) ve beyâna (açıklamalara) sığmayan ma'rifet demektir. Cenâb-i Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-i Mekkiyye'de bu avâlimden (alemlerden) ba'zılarının ahvâlini (hallerini) beyan buyurmuşlar (açıklamışlar) ve: "Her şeyi ki, akıl onu işbu dâr-i dünyâda (bu dünya yurdunda) muhâl (imkansız, olamaz) görür, biz onu o arzda (o dünyada) mümkin (olabilir) bulduk. Ve bildik ki, ukûl (akıllar) kâsirdir" (eksiktir, kusurludur) demişlerdir. Zîrâ (çünkü) bizim aklımiz, üzerinde yaşadığımız arzdaki (dünyadaki) kavânîn-i tabîiyyeyi (tabiat kanunlarını) bile tamâmiyle ihâtadan (kavramaktan) âcizdir. Bu arzın (dünyanın) kavânîn-i tabîiyyesi (tabiat kanunları) hâricinde (dışında) kalan avâlim-i sâirenin (diğer alemlerin) tâbi' (bağlı) olduğu kavânîne (kanunlardan) ittilâ' (haberdar olmak, bilmek) nasil mümkin olabilir? İmdi (buna göre) "semâvât-ı seb'a" (yedi gök) ta'bîri (denilmesi) bizim manzûmemize ((güneş) sistemimize) taalluk eden (ait, alakalı olan) bir beyândan (açıklamadan) ibârettir. Ve âyet-i kerîmede “Ve lekad halaknâ fevkakum seb'a tarâika” ya’nî “Ve andolsun ki Biz, sizin üzerinizde yedi yol halk ettik” (Mü'minûn, 23/17) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulan "tarîk"lar (yollar) her biri bir felekten (gök katından) ibâret olan seyyârât-ı seb'anin (yedi gezegenin) mahrekleri (yörüngeleri) olup bu babdaki (konudaki) îzâhât (açıklama) Fass-ı İdrîsî'de (idris bölümünde) gelecektir. Nefes-i rahmânînin (rahmani nefesin) tenfîsi (soluğu) iktizâyi zâtî (Zât’ının gereği) olan zuhûra (açığa çıkma, görünüp bilinmeye) müstenid bulunduğundan (dayandığından) ve kemâl-i zuhûr (bütün mükemmelliği ve tamlığı ile ortaya çıkış) ve ma'rifet (bilinip, kavranması) ise; sûret-i ilâhiyyenin (ilahi suretin) ancak bir endâm (boy) âyînesinde (aynasında) intibâ'ıyla (belirip görülmesiyle) hâsıl olabileceğinden (elde edilebileceğinden) bu avâlim-i nâ-mütenâhiyyenin (sonsuz alemlerin) her birerleri birer endâm (boy) âyînesi (aynası) mesâbesinde (derecesinde) vâki' (olmuş) oldu. Hakk-ı mutlak (kayıtsız Hakk) her birerlerinde sûret-i ilâhiyyesini (ilâhi suretini) müşâhede buyurur. (görür, seyreder) Fakat bu müşâhede (seyrediş) uzaktan ve kendi vücûdunun (varlığının) hâricinde (dışında) vâki' (olmuş) olan bir şeye nazar (bakmak) ile vâki' olan (gerçekleşen) müşâhede (seyrediş) kabîlinden (türünden) değildir. Belki cemî'-i zerrâtta (bütün zerreciklerde) bi'z-zât (kendi zatıyla) zuhûr (açığa çıkış) ve huzûr (hazır bulunmak) ile vâki'olan (gerçekleşen) müşâhede-i zevkiyyedir. (seyretme deneyimidir) “Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr ve huvel lâtîful habîr“ ya’nî “Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir, herşeyden haberdardır.” (En'âm, 6/103) Zîrâ (çünkü) zatı-latif (latif, şeffaf Zât) eşya sûretleriyle mütekâsif (kesifleşmiş, yoğunlaşmış) olunca, onlarda bi-hasebi'l-kesâfe (yoğunlaşma sebebiyle) zâhir olan (açığa çıkan) ahvâl (haller) ve şuûn, (işler) zevk-i şûhûdî ve huzûrî (seyretme ve hâzır bulunma deneyimi) ile zât-i latîfin (latif Zâtın) ma'lûmu (bilineni) olur. Onun için âyet-i kerîmede "Latîf" (şeffaf, yoğunluksuz) ve "Habîr" (her şeyden haberli) buyrulmuştur. Çünkü "hibret" (bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek) ilm-i zevkidir (ilmi deneyimdir) Ve “Elâ ya’lemu men halaka, ve huvel latîful habîr” ya’nî “Halk eden bilmez mi? Ve O; Lâtif'tir, Habîr'dir.” (Mülk, 67/14) âyet-i kerîmesi de ayn-i ma'nâ-yi münîfi (aynı yüce manaya) müş'irdir. (işaret eder) . Velâkin (fakat) bu avâlimin (âlemlerin) her biri âyîne (ayna) olmakla berâber kemâliyle (tam olarak) musaykal (parlak cilâlanmış) değildir. Nitekim âlemin mir'ât-ı gayr-i meclüvve olduğu (bulanık bir ayna olduğu) bâlâda (yukarda) murûr etmiş (geçmiş) idi. Sûret-i ilâhiyyenin (ilâhi sûretin) aksini (yansımasını) kemâliyle (tam olarak) kabûl edecek ve azhar (en açık) bir sûrette (şekilde) gösterecek, âyîne (ayna) bu âlem üzerinde insandır; ve insan nümûne-i ilâhîdir. (ilahi numunedir, prototiptir) Bizim manzûme-i şemsiyyemizde (güneş sistemimizde) arzın (dünyanın) nev'-i insâna (insan türüne) tahsîs buyrulduğu (ayrılmış olduğu) “Vel arda vedaahâ lil enâm” yâni “Ve arzı mahlûklar için meydana getirdi” (Rahman, 55/10) âyet-i kerîmesinden anlaşılır. Ya'nî arzın (dünyanın) halkından (yaratılmasından) maksad (gaye) üzerinde Âdem'in (İnsanın) zuhûrudur, (meydana çıkmasıdır) demek olur. Diğer ecrâmı semâviyyede (gök cisimlerinde) nebâtât (bitkiler) ve hayvân nev'inden (cinsinden) mahlûkât-ı sâire (başka yaratıklar) olduğu “Ellâ yescudû lillâhillezî yuhriculhab’e fîs semâvâti vel ardı” ya’nî “Nasıl secde etmezler Allah için ki, göklerde ve yerde saklı olanı çıkarır” (Neml, 27/25) ve “Ve min âyâtihî hálkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbetin, ve huve alâ cem’ihim izâ yeşâu kadîr” ya’nî “Gökleri ve yeri halk etmesi ve orada dâbbeden çoğaltıp yayması, O'nun işâretlerindendir. Ve O, dilediği zaman onları toplamaya kadirdir.”(Şûrâ, 42/29) âyet-i kerîmelerinde beyân buyrulur. (bildirilir) Ve insan dahi (da) "devâbb" (hayvanlar) kısmındandır. Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyrulur. “İnne şerred devâbbi indallâhillezîne keferû fe hum lâ yu'minûn” ya’nî “Allah katında dâbbelerin en şerrlisi, muhakkak inkâr eden kimselerdir. Artık onlar inanmazlar.” (En'fâl, 8/55). Velhâsıl (sözün kısası) arz (dünya) üzerinde yaşayan efrâd-ı âdemiyye, (insan fertleri) nasıl ki eceli gelip zâhirden (görünenden, dünyadan) bâtına (görünmeyene, ahîrete) intikâl eder (göçer) ve bununla sûret-i insâniyyede (insanlığa ait suretlerde) olan tecelliyât-ı Hak (Hakk’ın tecellileri) muattal (durdurulmuş) ve munkatı' (arkası kesilmiş) olmazsa, efrâd-ı âlemden (alemin fertlerinden) birinin kıyâmeti kopmakla Hakk'ın avâlim-i şehâdiyye (şahit olunan, görünen alemler) sûretindeki (şeklindeki) tecellîsi (oluşumları) dahi (da) muattal (durmuş) ve munkatı' (arkası kesilmiş) olmaz. “Men mate fekad kamet kıyametuhu” ya’nî “kim öldü ise kıyameti kopmuştur” hadîs-i şerîfi cevâmiu'l kelimdir (bir çok manayı kendinde toplamıştır); avâlime (alemleri) de şâmildir. (kapsar, içine alır) Zîrâ (çünkü) her bir âlem-i şehâdî (görülen şahit olunan âlem) insân-ı kebîr (büyük insan) olduğundan "men" (kim) kelimesi tahtına (altına) dâhil olur. İmdi (buna göre) avâlimin (alemlerin) fezâda (uzayda) (vücûd-i mutlak) (sınırsız, kayıtsız varlıkta) da tekevvün (var oluş, şekillenme) ve tefessüdünün (dağılma ve, bozulumunun) ibtidâsı (başlangıcı) ve intihâsı (sonu) yoktur. Vücûd-i hakikî (gerçek varlık) ezelî (devamlı var olup varlğının başlangıcı olmayan) ve ebedî (sonsuz) ve kadim (önce, en eski) olduğu gibi, vücûdât-ı izâfiyyenin (izafi varlıkların, göreceli varlıkların) bu tekevvün (var oluş, şekilleniş) ve tefessüdü (dağılıp bozunmaları) keyfiyyetleri (hususları) dahi (da) ezelî ve ebedî ve kadîmdir. Ancak efrâdının (fertlerinin) ibtidâsı (başlangıcı) ve intihâsı (sonu) vardır. Vasf-ı hudûs (hadis olma vasfı, sonradan yaratılmış olma) ve evveliyyet (öncelik) ve âhiriyyet (sonralık) bu tekevvün (var olan şekillenen) ve tefessüd eden (bozulup yok olan) avâlimin (âlemlerin) her birerlerine izâfe olunur. (maledilir, göre olur) Âlem-i şehâdeti (görünen, şahit oldunan alemi) içinde bulunduğumuz âlemden ibâret zannettiklerinden onun kıdemi (önceliği) ve hudûsü (sonralığı) hakkında bir çok kıyl ü kaller (dedikodular) vâkı' oldu (yapıldı). Ve âlem-i şehâdetin, bir alemden ibâret olduğuna göre, kıyâmet-i kübrânın (büyük kıyametin) vuküuyla (olması ile) esmâ-i ilâhiyyehin (ilahi isimlerin) muattaliyyeti (faaliyetlerinin durması) lâzım geleceğinden, muhakkıkînden (tahkik ehlilerinden) bir takımı da te'vîl (yorum) cihetine (yönüne) gittiler. Nitekim cenâb-ı Bedreddîn-i Simâvî Vâridât'ında şöyle buyurur: ............ ya'nî "Avâmın (halkın) zu'm eyledikleri (zannettikleri) şey üzere (gibi) haşr-i ecsâd (cesetlerin toplanması) sahîh (doğru, gerçek) olmaz. Velâkin (fakat) mümkindir (olabilir) ki, nev'-i insandan (insan sınıfından) âlemde (dünyada) bir şahsın kalmadığı bir zaman gele. Ba'dehû (daha sonra) topraktan babasız ve anasız insan tevellüd ede. (doğmuş ola) Sonra da tenâsül (birbirlerinden üreme) ile doğa." İşte bu hükümler hep sûret-i ilâhiyyeyi (ilahi surete) hâiz (sahip) olan mahlûku ancak bir âlemin mahmûl (yüklenmiş, taşıyor) olduğuna zehâbdan (olduğu zannından) mütevelliddir. (ileri gelmiştir) Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinin üç yüz altmış yedinci bâbında (bölümünde) semâvâtta (göklerde) İdrîs (a.s.)a mülâkî olduğu (buluştuğu) hînde (esnada) sorduğu suâllerden birisi olmak üzere buyururlar ki: ........................ Ya'nî: "Ben İdrîs (a.s.)’a dedim ki, vâkıamda (rüyâmda) tavâfta bir şahıs gördüm. Bana ecdâdımdan (atalarımdan) olduğunu haber verdi ve ismini söyledi. Zamân-ı mevtinden (öldüğü zamanı) suâl ettim (sordum). Bana “kırk bin senedir” dedi. Bizim indimizde (bize göre) târîhte takarrur eden (tarihimizin karlaştırıldığı, başlatıldığı) Âdem'in müddetinden (süresini) sordum. “Hangi Âdem'den suâl ediyorsun? Yakın olan Âdem mi?” dedi. İdrîs (a.s.) buyurdu ki: “Doğrudur. Ben Allah'ın nebîsiyim ve âlemin müddetini bilmem. Ve onun cümlesi indinde (onların tamamında) tevakkuf ederiz (dururuz, bulunuruz).” Şu kadar var ki, bi'l-cümle hâlikan (bütün yaratılanlar) lem-yezeldir (daimidir), dünyâ ve âhiretçe lâ-yezâldir (bitimsizdir, daimidir). Ve eceller (ölümler) halk (yaratma) hakkında değil, mahlûk (yaratılmışlar) hakkında müddetlerin intihâsı (sürelerin bitmesi) iledir. İmdi halk (yaratma) enfâs (nefesler) ile teceddüd eder (tazelenir, yenilenir). Binâenaleyh (bundan dolayı), biz, bize bildirilmiş şeyi bildik: : “ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe“ ya’nî “Ve O'nun ilminden, O'nun dilediğinden başka bir şey ihâta edemezler” (Bakara, 2/255) İdrîs (a.s.)'a dedim ki: “Kıyâmetin zuhûruna (açığa çıkmasına) ne kaldı?” Buyurdu ki: “Ikterebe lin nâsi hisâbuhum ve hum fî gafletin mu’ridûne” yâni “İnsanlar için hesap vakti yaklaştı. Ve onlar, gaflet içinde yüz çevirenlerdir.” (Enbiyâ, 21/1) “Onun kurbu alâmetlerinden (yakın işaretlerinden) bir alâmeti (işareti) bana ta'rîf buyur” dedim. “Vücûd-i Âdem (insanın varlığı) kıyâmet alâmetlerindendir (işaretlerindendir)” buyurdu. Velhâsıl (Kısaca), Zât-ı Mutlak’ın (Allah’ın Zât’ının) cemî'-i merâtibde (bütün mertebelerde) tecellî etmediği (oluşmadığı) bir ân yoktur. Ve onun bu tecelliyâtı (oluşumları) ezelî ve ebedî ve kadîmdir. Ve bir âlemin kıyâmeti kopmakla, hazret-i şehâdiyye (şahadet mertebesi) sûretinde olan tecelliyât-ı İlâhiyye (İlâhi oluşumların) ebeden münkatı' (arkası kesilmiş) olmaz. Kıdem (öncelik) ve hudûs (sonralık) arasındaki tekaddüm (değerleme) zamânî değil, belki akılda sâbit (var) olan bir ma'nâ-yı rütebîdir (mananın derecesidir, rütbesidir). Ey tâlib-i hakîkat (hakikati isteyen), bu beyânâtın (açıklamaların) zevkına vâsıl oldun ise (erdi isen), sana bir sırr-ı azîm (büyük bir sır) münkeşif oldu; (açıldı) ve anladın ki, kıyâmet-i kübrâ (büyük kıyamet) haktır (doğrudur) ve vâkı' (gerçek) olacaktır. Ve vücûd-i mümkinât (mümkün, olası varlıklar) gayr-i mütenâhîdir (sonsuzdur) ve âhiri (sonu) yoktur. İmdi, Hakk'ın evveliyyeti (önceliği), nasıl ki evveliyyet-i mukayyede (kayıtlı, şarta bağlı bir öncelik) değilse, âhiriyyeti dahi (sonralığı da) öylece âhiriyyet-i mukayyede (kayıtlı, şarta bağlı bir sonralık) değildir. Belki bize nisbet olunan emrin küllîsi (bize kıyas olunan hususların tümü) Hakk'a rücû' ettiği (geri döndüğü) için, Hak "Âhir"dir (Son’dur). Zât-ı Mutlak’ın (Mutlak Zatın), bi'l-cümle taayyünâtın (tüm oluşumların) mebdei (kaynağı, başlangıç yeri) olduğu için, sâbit olan evyeliyyeti (kesin olan önceliği) ve bi'l-cümle taayyünâta (bütün oluşumlara) nisbet olunan (kıyaslanan, orantılanan) emrin (işlerin, hususların) Zât-ı Mutlak’a (Mutlak Zat’a) rücû' etmesinden (geri dönmesinden) dolayı onun sâbit olan âhiriyyeti (sonralığı), ıtlâk-ı Zâtîsi (Kayıtsız Zat’ı) üzerine emr-i zâid (ilave birşey) olmayıp emr-i nisbî (göreceli bir şey) olduğundan, Hak, ayn-ı evveliyyetinde (kendi önceliğinde) "Âhir" (sonra) ve ayn-ı âhiriyyetinde (kendi sonralığında) "Evvel"dir (önce, ilk dir). Ba'dehû, bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir" ve "Bâtın" olmakla vasf eyledi. Binâenaleyh, âlemi, gaybımız ile bâtını, ve şehâdetimiz ile zâhiri idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi ve şehâdeti îcâd eyledi. Ve kendi nefsini rızâ ve gazab ile vasf etti: Binâenaleyh âlemi havf ve recâ sâhibi olarak îcâd eyledi. Böyle olunca biz onun gazabından dünyâda ve âhirette* korkarız ve rızâsını recâ ederiz: Ve nefsini "Cemîl" ve "Zül-celâl" olmakla vasf etti. Ve bizi' heybet ve üns üzere îcâd eyledi. Ve ona mensûb olan ve onlar ile tesmiye olunan şeylerin kâffesi böyledir. İmdi Hak Teâlâ, âlemin hakâyık ve müfredâtını câmi' olmasından nâşi, İnsân-ı Kâmil’in halkına teveccüh eylediği bu iki sıfatı “iki el" ile tâ'bîr buyurdu. Böyle olunca âlem "şehâdet" ve halîfe "gayb"dir. Ve bundan dolayı sultân ihticâb eder. Ve Hak Teâlâ kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye ile vasf eyledi ve onlar ecsâm-ı tabîiyyedir. Ve hucüb-i nûrâniyye ile vasf etti; onlar da ervâh-ı latîfedir. Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf arasındadır. Ve o kendi nefsine ayn-ı hicâbdır. İmdi âlem, Hakk'ın kendi nefsini idrâk ettiği vech ile Hakk`ı idrâk etmez. Ve ona iftikârı sebebiyle kendi mûcidinden mütemeyyiz olduğunu bilmekle berâber, hicâb içinde zâil olmaz. Velâkin vücûd-i Hak olan vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda âlem için haz yoktur. Binâenaleyh, onu ebeden idrâk edemez. Şu halde Hak Teâlâ bu haysiyyetten, ilm-i zevk ve şuhûd ile gayr-i ma'lûm olmaktan ebeden zâil olmaz. Zîrâ bunda hâdis için kadem yoktur. İmdi Allah Teâlâ Âdem'i ancak teşrîften dolayı "iki el"i arasında cem' etti. (16) Daha sonra, bilelim ki, muhakkak Hak Teâlâ kendi nefsini "Zâhir" (görünen, açık) ve "Bâtın" (görünmeyen, gizli) olmakla nitelendirdi. Bundan dolayı, gaybımız ile bâtınını, ve tanıklığımız ile zâhirini idrâk etmemiz için, âlemi, gayb ve şehâdet âlemleri olarak var etti. Ve kendi nefsini rızâ (hoşnutluk, memnunluk) ve gazab (öfke kızgınlık) ile niteledi: ki Bundan dolayı âlemi de korku ve ümît sâhibi olarak var etti. Böyle olunca biz dünyâda ve âhirette* onun gazabından korkarız ve rızâsını umarız. Ve nefsini "Cemîl" (güzel) ve "Zül-celâl" (celâl sahibi) olmakla niteledi. Ve bizi heybet (korku ve saygı hali) ve üns (canayakın olma) üzere var etti. Ona nisbet edilen ve kendisiyle isimlendirildiği tüm şeyler için durum böyledir. Şimdi Hak Teâlâ, âlemin hakîkat ve içeriğini toplamış olmasından dolayı, insan-ı kâmilin varlığını yaratmaya yönelince bununla ilgili kıldığı bu iki karşıt sıfatını (cemâl ve celâl) “iki el" ile ifâde buyurdu. Böyle olunca âlem "şehâdet" ve halîfe "gayb"dir. (Âlemin cesed ve ruhunun halife olması bakımından) Ve bundan dolayı sultân perdelenir. (O halde bil ki (celâlin tezahüründen ibaret olan) Âlemin açıkça ortada olması ve halifenin gizli kalmasıyla (gerçekten) saltanatın sahibi (olan Hak) perdelenmiştir) Ve Hak Teâlâ kendisini, (Celâl sıfatı olan) tabiat cisimlerinin oluşturduğu zulmâni (karanlık) perdelerle ve (Cemâl sıfatı olan) latîf rûhların oluşturduğu nûrâni (aydınlık) perdeler ile vasfetti. Böyle olunca âlem, kesîf ile latîf arasındadır. Ve (alem)bizzat kendisi için (kesif latife, latif de kesifge perde olduğundan) perdedir. Buna göre âlem, Hakk'ın kendi nefsini idrâk ettiği gibi Hakk`ı idrâk edemez. Kendini yaratandan ona olan ihtiyacı sebebiyle farklı/ayrışmış olduğunu bilmesine rağmen (bu bilişle) perde ortadan kalkmaz. Hakk’ın varlığı olan Zâtî varlığın zorunlu oluşunda âlem için bir pay yoktur. Bundan dolayı onu sonsuza kadar idrâk edemez. Şu halde Hak Teâlâ bu hususdan dolayı şuhud ve zevk ilmi (gözlem ve manevi deneyim sonucu edinilen ilim) ile bilinir olmaktan daima, sonsuza kadar uzak kalır. Çünkü sonradan yaradılmışların bu tarafata bir nasibi yoktur. Şu halde Allah Teâlâ Âdem'i ancak şereflendirmek için "iki el"i arasında topladı. (yarattı) (16) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Ya'nî Hak Teâlâ hazretleri “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın, ” ya’nî “O, Evvel'dir ve Âhir’dir, Zâhir’dir ve Bâtın’dır“ (Hadîd, 57/3) âyet-i kerîmesinde kendi nefsini (kendisini) "Zâhir" (açık, görünür) ve Bâtın" (gizli, görünmeyen) olmakla vasf etti (vasıflandırdı). Çünkü her mertebe Vücûd-i Mutlak’ının (Mutlak varlığın) tenezzülâtından (inişinden, yoğunlaşmasından) zâhir olmuştur (açığa çıkmıştır). Ve her mertebe kendisinden evvelki mertebeye nisbeten (göre) "zâhir" (görünür) ve evvelki (önceki) mertebe de ona nisbeten (göre) "bâtın" (gizli) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı), Hak Teâlâ eksef (en yoğunları) olan âlemi (evreni) yarattı. Ve âlem (evren) sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk (yaradılmış) olmakla, bilcümle merâtibi (bütün mertebeleri) câmi' olduğu (kendinde topladığı) gibi, Âdem (İnsan) dahi (de) sûret-i İlâhiyye (İlâhi sûret) üzerine mahlûk dur. (yaradılmışdır) Bizim gaybımiz, (gizli tarafımız) ya'nî havâss-i bâtınemiz (iç duyularımız, hislerimiz) ile bâtını (gizli olanları) ve şehâdetimiz, (gözlemlediklerimiz) ya'nî havâss-i zâhiremizle (dış duyularımız ile) zâhiri (aşikar, görünür olanları) idrâk etmemiz için, âlem-i gaybi ve şehâdeti (gayb ve şahadet âlemlerini) îcâd eyledi (yarattı). Şu halde biz havâss-i zâhiremizle (dış duyularımız ile) sûver-i kesîfe (yoğun suretler) olan eşyâyı (şeyleri) ve havâss-i bâtınemizle (iç duyularımız, hislerimizle) de suver-i latîfe (latif suretler) olan ma'nâyı (manaları) idrâk ederiz (anlarız). Ve bu idrâk (anlayış) dahi (da) isti'dâdât-ı zâtiyyemizin (kendi kabiliyetimizin) bize verdiği kadar olur. Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini rızâ (hoşnutluk, memnunluk) ve gazab (hiddet, öfke) ile vasf etti; (vasıflandırdı) âlemi de havf (korku) ve recâ (umut) sâhibi olarak îcâd eyledi (yarattı) . Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur “Lev enzelnâ hâzel kur’âne alâ cebelin le reeytehu hâşian mutesaddian min haşyetillâh” yâni “Eğer Biz, bu Kur'ân'ı, dağa indirseydik, O'nu mutlaka, Allah'ın korkusundan huşû ile boynunu bükmüş, parça parça olmuş görürdün.” (Haşr, 59/21) ve kezâ (aynı şekilde): “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ” yâni ”Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular.” (Ahzâb; 33/72) Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemin (evrenin) cüz'ü (bir parçası) olan biz insanlar onun gazabından (hiddetinden) korkarız ve rızâsını (hoşnutluğunu) recâ (temenni) ederiz. Ve kezâ Hak Teâlâ nefsini "Cemîl" ve "Zû-Celâl" olarak vasf eyledi. (sıfatlandırdı) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: “Tebârekesmü rabbike zîl celâli vel ikrâm” yâni “Celâl ve İkram Sahibi Rabbinin ismi Mübarek'tir“ (Rahmân, 55/78) ve hadîs-i şerifte “Allah Cemîl’dir cemîli sever” buyrulur. Binâenaleyh (bundan dolayı) biz onun celâliyle heybet (korku ve saygı duygusu) ve cemâliyle üns (ünsiyet, yakınlık) üzerine oluruz. Ma'lûm olsun ki, "gazab" (hiddet) ve "rızâ" (hoşnutluk) Allah Teâlâ Hazretlerinin iki sıfatıdır ki, ehl-i bidâyet (yolun başında olanlar (seyri sülûkun başında olanlar) için zâhir (görünür) olurlar. Onların zuhûruyla (açığa çıkmasıyla) ehl-i bidâyette (daha işin başında olanlar (seyri sülûkun başında olanlarda) havf (korku) ve recâ (temenni) zuhûr eder (belirir). Bu sıfatlara mukâbil (karşılık) olarak, Celâl ve Cemâl dahi (de) kezâlik (aynı şekilde, öylece) iki sıfat-ı ilâhiyyedir ki, (İlahi sıfattır ki) ehl-i sülûkün (yol ehlinin) mutavassıtları (yolu yarılamışları) için zâhir olurlar (görünür olurlar) . Bunların zuhûruyla (meydana çıkmasıyla) ehl-i tavassutta (yolu yarılamış, arada olanlarda) heybet (korku ve saygı hali) ve üns (yakınlık kurma) ve kabz (daralma) ve bast (genişleme) halleri zâhir olur (açığa çıkar). Kezâlik (aynı şekilde, öylece) tecellî (görünme) ve istitâr (örtünmek) dahi (de) iki sıfat-ı İlâhiyye’dir (ilahi sıfattır) ki, ehl-i nihâyet (yolun sonuna erişenler) için zâhir (görünür) olurlar. Bunların zuhûruyla (açığa çıkmasıyla) ehl-i nihâyette (yolun sonunda olanlarda) fenâ (yok olma) ve bakâ (var olma) halleri zâhir olur (açığa çıkar) . İşte i'zâz (aziz olma) ve izlâl (rezil olma), darr (zarar) ve nef’ (fayda), âtâ (lütuf) ve men' (yasak) ve ihyâ (diriltme) ve imâte (öldürme) gibi Hakk'a nisbet (bağıntılanan, kıyas) olunan ne kadar sıfatlar; ve Muizz (aziz ve şerefli kılan) ve Müzill (zelil kılan), Mâni' (engelleyen) ve Mu'tî (veren), ve Muhyî (dirilten) ve Mümît (ölümü tadtıran) gibi kendisinin tesmiye olunduğu (isimlendirildiği) ne kadar isimler varsa hepsi böyledir. Her bir sıfatı bizde, bir sıfat-ı infiâliyyeyi (bu sıfat tesiriyle oluşan edilgenlik sıfatını) ve her bir ismi bir eseri (oluşumu, yapıyı) îcâd eder (yaratır). İmdi Hak Teâlâ, âlemin (evrenin) rûhânî ve cismânî hakâyıkını (hakikâtlerini) ve eşhâs-ı cüz'iyye (şahıslardan oluşan kısmı) gibi müfredâtını (içeriğini) câmi' (kendinde toplayan) olan İnsân-ı Kâmil’in halkına, (yaradılmasına) gazab (hiddet) ve rızâ (hoşnut olma) ve celâl ve cemâl gibi yekdîğerine (birbirlerine) mütekâbil (karşıt olan) sıfatlar; ve Mâni' ve Mu'tî ve Celîl ve Cemîl gibi kezâ yekdîğerine (bir birlerine) mütekâbil (karşıt olan) isimler ile teveccüh buyurdu. (yöneldi, irade etti) Ve tekâbül i'tibâriyle (zıtlıkları sebebiyle) ikiye inkısâm eden (bölünen) bu sıfatlara da "iki el" ta'bîr buyurdu (dedi) . Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur: “Kâle yâ iblîsu mâ meneake en tescude limâ halaktu bi yedeyye” (Sâd, 38/75) ya'nî "Ey İblîs, iki elimle yarattığım şeye secde ve ser-fürû (itâat) etmekten seni' men' eden şey nedir?" İmdi izlâl ve Müzill ve darr ve Dârr ve men' ve Mâni' gibi sıfât ve esmâ-i celâliyyeye (celâli sıfat ve isimlere) Hakk'ın "sol el"i; ve i'zâz ve Mu'izz, ve nef ve Nâfi', ve atâ ve Mu'tî gibi sıfât ve esmâ-i cemâliyyeye (cemâli sıfat ve isimlere) de "sağ el" ta'bîr olunur (denir). Küffâr (kafirler, inanmayanlar) üzerine esmâ-i celâliyye gâlib (celal isimlerinin üstün) olduğu cihetle (olması yönüyle) onlara "ashâb-ı şimâl" (amel defterleri sol taraflarından verilecek olanlar, cehennemlikler, solcular..vs) ve mü'minîn (inananların) üzerine esmâ-i cemâliyye gâlib (cemal isimleri üstün) olduğundan onlara da "ashâb-ı yemîn” (ahid ve yeminlerinde sadık olanlar, amel defterleri sağ taraflarından verilecek olanlar, sağcılar, vs.) denir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bayrulur: şimâli mâ ashâbuş şimâl * Fî semûmin ve hamîm” ya’nî “Ve sol ashabı, (ama) ne sol ashabı! * iliklere işleyen bir ateş ve kaynarsu içinde“ (Vâkıa, 56/41-42) ve “Ve ashâbul yemîni mâ ashâbul yemîn * Fî sidrin mahdûd” yâni “Sağ ashabı, (ama) ne sağ ashabı! * dikensiz sedir ağaçları arasında” (Vâkıa, 56/28). Münâfikîn (münafıklar) ise, celâl ve cemâl arasında hâl-i tezebzübde (karışık durumda) bulundukları ve bu tereddüdden (kararsızlıktan) ayrılamadıkları cihetle (yönüyle) onların makarları (bulunacakları yer) ehl-i îmân ile ehl-i küfrün makarrları (iman ve küfür ehlinin bulundukları yerin) tahtında (altında) vâkı olur; (bulunur) ve bu makarr (bahse konu yer) ise, nârın (ateşin) derk-i esfelidir (en aşağılarıdır). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buyrulur “İnnel munâfikîne fîd derkil esfeli minen nâr“ yâni “Muhakkak ki münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar“ (Nisâ, 4/145). İmdi mâdemki Hak Teâlâ nefsini "Zâhir" ve "Bâtın" olmakla vasfetti (vasıflandırdı) ve ism-i Zâhir'in mazharı (zahir isminin görüntü mahalli) olmak üzere âlem-i şehâdeti (şahadet alemini) ve ism-i Bâtın'ın mazharı (batın isminin görüntü mahalli) olmak için dahi (de) âlem-i gaybı (gayb alemini) yarattı ve mâdemki insan şehâdeti, ya'nî cismâniyyeti ile zâhiri; (meydanda olanı) ve gaybı ya'nî rûhâniyyeti ile bâtını (gizli, görülmeyeni) idrâk ediyor; şu halde cesed-i müsevvâ (ceset hükmünde) olan âlem (evren) "şehâdet", ve bu cesed-i müsevvânın (şekillendirilip düzenlenmiş cesedin) rûhu olan ve Âdem'den (İnsandan) ibâret olan halîfe "gayb"dır. (Gizli, görülmeyendir.) Zîrâ ma'nâ sûret perdesi arkasında muhtefîdir. (gizlenmiştir.) Nitekim, bu ma'nâya işâreten cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) buyurur: Beyt: ..................... Îzâhan tercüme: Âdem'in sûret-i cismânîsi (madde bedeni) olan bu heykel, bu kalıb bir nikâb (örtü) ve perdeden ibârettir. Bu sûrete taalluk eden (ait olan) ma'nâ ki, hakîkat-i insâniyyeden (insanın hakikâtinden) ibârettir ve bu hakîkat ise, sûret-i İlâhiyye’den (İlâhi sûretlerden) ibâret ve "Allah" ism-i câmi'inin mazharıdır (Allah tümel isminin görünme yeridir). Ka'be-i muazzama (yüce, ulû kâbe) mazhar-ı ism-i Zât (Zât isminin görüntü mahalli) olmak i'tibâriyle, nasıl ki bi'l-cümle (bütün) secdelerin kıblesi olmuş ise, mazhar-ı ism-i Zât (Zât’ın görüldüğü yer, mahal) olan bizim hakîkatimiz dahi (de) öylece secdelerin kıblesidir. Ve bu ma'nâya işâreten Ebu'l-Hasan Harkânî (r.a.): "Eğer benim hakîkatimi ârif olaydınız, (bilseydiniz) bana secde ederdiniz" buyurmuştur. İşte bu sırdan dolayı, selâtîn-i sûriyye (suretlerin sultanı) kendi teb'asiyle (kendisine tâbî olanlarla) dâimâ ihtilât etmeyip (karışmayıp) kendi sarayında ihticâb eder (gizlenir). Hadd-i zâtında Sultan, sûreti i'tibâriyle (görünüşüyle), efrâd-ı reâyâdan (idaresi altında bulunanlardan) mümtâz (seçkin, ayrılmış) değildir. Fakat onda îcâb-ı saltanat (saltanatının gereği) olarak; bir izzet ve azamet (şeref ve büyüklük ululuk) ma'nâları vardır ki, bu i'tibârla (bu yüzden) teb'asından (kendisine tâbî olanlardan) mümtâzdır (seçkindir, ayrılmıştır). Bu ma'nâlar ise "gayb"dır (gizlidir). Ve gayb (gizlilik) ihticâbı (örtünmüş, perdeli olmayı) iktizâ eder (gerektirir). Sûret ma'nâdan münfekk (ayrılmış) olmadığı için, sultânın sûreti manâsına tebean (uyarak) ihticâb eyler (perdelenir, gizlenir). Ve Hak Teâlâ Hazretleri, kendi nefsini hucüb-i zulmâniyye (karanlık perdeleri) ile vasfeyledi (vasıflandırdı) ki, onlar, mâddiyyûnun (maddecilerin) "madde" ta'bîr eyledikleri (dedikleri) ecsâm-ı tâbîiyyeden (tabiat cisimlerinden) ibârettir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz buyururlar: "Muhakkak Allah Teâlâ'nın nûrdan ve zulmetten yetmiş bin hicâbı (perdesi) vardır" Ve kezâ (aynı şekilde) Hak Teâlâ nefsini hucüb-i nûrâniyye (nûr perdeleri) ile vasf etti (vasıflandırdı) ki, onlar da ervâh-ı latîfedir (latif olan rûhlardır). Şu halde hakîkat-i vücûdu (varlık hakikatini) madde vâsıtasıyla arayan maddiyyûn (maddeciler), vücûd-i hakîkînin (gerçek varlığın) perdesine ve nikâbına (örtüsüne) yapışmış kalmışlardır. Ve mertebe-i rûhâniyyette (ruhani mertebelerde) arayan ve ezvâk-ı rûhâniyyeye (rûhani deneyimlere) dalan mü'minîn (inananlar) dahi (da) ayn-ı hâl (aynı hâl) içinde hayrete düşmüşlerdir. Böyle olunca âlem, (evren) kesîf (yoğunlaşmış madde) ile latîf (şeffaf, nûr) arasında vâkı' (var) olmuştur. Ya'nî ma'nâsı i'tibâriyle latîf ve sûreti i'tibâriyle kesîftir (yoğundur). Gerek latîf ve gerek kesîf (yoğun) olan sûretlerde müteayyin olan (açığa çıkan) vücûd-i mutlak-ı Hak'tır (Hakk’ın kayıtsız varlığıdır) ki, akl-ı kesîfin (kesif olan aklın) idrâk edemeyeceği mertebede eltaftır (seviyede latiflerin latifidir). Ve âlem-i sûret (suret alemi) ma'nâya ve âlem-i ma'nâ (mana alemi) da âlem-i sûrete (suret alemine) hicabdır (perdedir). Ta'bîr-i dîğerle (bir başka anlatımla) kesîf, latîfin (yoğun olan latifin) ve latîf (ince, uçucu, şeffaf) dahi (da) kesîfin (yoğun olanın) hicâbıdır (perdesidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemin sûret-i kesîfesi (âlemin yoğun sûreti), sûret-i latifesi (yoğunluksuz latif sureti olan) olan kendi zâtına ve hakîkatine ayn-i hicâbdır (kendisi perdedir). Ve âlem (evren) mâdemki kendi hakîkatine ayn-ı hicâb (kendisi perde) oluyor, şu halde Hakk'ın kendi zâtını idrâk ettiği gibi, âlemin (evrenin) Hakk'ı idrâk edememesi pek tabii bir hâl (doğal bir durum) olur. Vâkıâ (gerçi) âlem (evren), vücûdda (varlıkda) kendi mûcidine (yaratıcısına) müftekır (muhtaç) olduğunu ve binâenaleyh (bundan dolayı) ondan mütemeyyiz (başka, ayrı) bulunduğunu bilir. Fakat onun bu bilişi, kendini hicâbdan (perdeden) kurtarmaz. Bu hâle bizim zevkimiz şâhiddir. Bu adem-i idrâk (idrak yokluğu), vücûd-i Hak'tan (Hakk’ın varlığından) ibâret olan vücûd-i Zâtî’nin (Zati varlığın) vücûbunda, (zaruri olmasında) âlemin (evrenin) hazzı (payı, hissesi) olmamasındandır. Vücûd-i Zâtî’nin vücûbunda (Zâti varlığın zaruri olmasın da) âlemin (evrenin) hazzı (payı) ve zevki (deneyimi) olmayınca, vâcibü'l-vücûdu (olması zorunlu varlığı) ebeden idrâk edemez (sonsuza kadar anlayamaz). İşte vücûd-i Zâtînin vücûbunda (Zâti varlığın zaruri oluşunda) âlemin (evrenin) hazzı (payı) olmaması haysiyyetiyle (bakımından) ; Hak Teâlâ ilm-i zevk ve şuhûd (ilmi deney ve gözlem yoluyla) ile gayr-i ma'lûm (bilinmez) olmaktan ebeden (sonsuza kadar) zâil (yok) olmaz (bilinmezliği sonsuza kadar sürer). Zîrâ âlem hâdistir (evren sonradan yaratılmıştır). Ve hâdisin (sonradan yaratılmışın) vücûb-i zâtî (zorunlu Zatın) mertebesine adım atabilmesi kâbil (mümkün) değildir. Eğer vücûb-i Zâtî (zorunlu Zât) mertebesine kadem (ayak) bâsmış olsa, buz gibi eriyip taayyünü (varlığı) kalmaz. Ve sıfat-ı hudûs (sonradan yaratılmışlık sıfatı) kendisinden zâil (yok) olur. Ve o vakit "müdrik" (idrak eden) ve "müdrek" (idrak edilen) ve "idrâk" nisbetleri (bağıntıları) şey-i vâhid (tek şey) olup vücûb-i Zâtî (zorunlu Zât) mertebesinde muzmahil (eriyip yok olmuş) olur. Nitekim hadîs-i şerîfte bu hakîkate işâret buyurulur “Cebrâil’e sordum: Rabbini görüyor musun? diye. Cevap verdi: “Benimle Onun arasında yetmişbin nûr perdesi vardır. Eğer perdelerin en altta olanını dahi görseydim (baştan aşağı) yanardım.” İşte "Rabb'ini görüyor musun?" suâline cevâben Cibrîl (a.s.) Rabb'isi ile kendi arasında hicâb-i zulmânî (karanlık perdeleri) olduğunu beyân buyurup (açıklayıp) yetmiş bin hicâb-ı nûrânî (nûrani perde) olduğunu ve bu hicâbât-ı nûrâniyye (nûrani perdeler) kalkmış olsa, kendi taayyün-i nûrânîsinin (nur olan oluşumunun) muzmahil (dağılıp, perişan) olacağını ifâde eylemiştir. Zîrâ cenâb-ı Cibrîl dahi (de) hâdistir (sonradan yaratılmıştır). Ve hâdisin (yaratılmışın) vücûb-i Zâtîye (zorunlu Zat’a) bir adım atabilmesi mümkin değildir. İmdi Hak Teâlâ Hazretleri, ancak teşrîf (şereflendirme) ve ta'zim (hürmet) için, Âdem`i, "iki el" ile ta'bîr buyurduğu (ifade ettiği) sıfât-ı mütekâbilesi (karşıt sıfatları) arasında cem' etti (topladı). Ve Âdem bu sebeple mazhar-ı Celâl ve Cemâl (Celâl ve Cemâl’in görünme yeri) oldu. Zîrâ Âdem'in sûret-i İlâhiyye üzere (İlahi suretle ilgili) olan hakîkati, mir'ât-ı Cemâl-i İlâhîdir. (İlahi Cemal aynasıdır) Ve cismâniyyetinden ibâret (cisim şeklinde olan) olan sûret-i kevniyyesi (varlık sureti), bu mir'âtın (aynanın) perdesi ve hicâbı (örtüsü) olduğundan, mazhar-ı Celâl'dir (celâl ‘in görüntü yerdir) Ve işte bunun için Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle halk ettiğim şeye ser-fürû etmekten seni men' eden şey nedir?" buyurdu. Halbuki o; sûret-i âlem ile sûret-i Hak'tan ibâret olan iki sûret arasında ancak onun ayn-i cem'idir: Ve onlar da Hak Teâlâ'nın yedidir. Ve İblîs âlemden bir cüz'dür. Onun için bu cem'iyyet hâsıl olmadı. Ve bundan dolayı Âdem halîfe oldu: İmdi eğer onu istihlâf ettiği şeyde, onu istihlâf edenin sûretiyle zâhir olmaya idi, halîfe olmaz idi. Ve eğer onda, üzerlerine istihlâf olunduğu reâyânın taleb ettiği şeyin kâffesi mevcûd olmasaydı, onlar üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ onların istinâdı onadır. Böyle olunca muhtâcün-ileyh olan şeyin kâffesi ile kâim olması lâ-büddür. Ve yoksa onların üzerine halîfe değildir. Bu takdirde hilâfet ancak İnsân-ı kâmil için sahîh oldu. İmdi onun sûret-i zâhiresini hakâyık-ı âlemden ve onun sûretinden inşâ eyledi. Ve sûret-i bâtınesini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti: Ve bunun için onun hakkında: "Ben onun sem'i ve basarı olurum" dedi. Ve onun "ayn"ı ve "üzn"ü olurum demedi Şu halde iki sûret arasını tefrîk etti. (17) Ve işte bunun için Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle halk ettiğim şeye itaât etmekten seni meneden (alıkoyan) şey nedir?" [Sâd, 38/75] buyurdu. Oysa o; âlem sûreti ile Hak sûretinden ibâret olan iki sûret arasında, onların toplamlarının ta kendisidir. Ve onlar da Hak Teâlâ'nın iki elidir. Ve İblîs âlemin bir parçası olduğundan, bu kapsayıcılık onda ortaya çıkmadı. Ve bundan dolayı Âdem halîfe oldu. Şayet O halîfe kılındığı şeyde, onu halîfe kılanın sûretiyle açığa çıkmasaydı, halîfe olamazdı. Ve eğer onda, üzerlerine halîfe kılındığı idâresi altında bulunan halkın talep ettikleri şeylerin tamamı mevcût olmasaydı, onlar üzerine halîfe olamazdı. Çünkü onların dayanağı onadır. Böyle olunca kendisine ihtiyac duyulan şeylerin hepsi ile kâim (donanmış) olması lâzımdır, aksi halde onların üzerine halîfe değildir. İşte bu yüzden halifelik sadece İnsan-ı Kâmil için geçerli oldu. Şimdi onun zâhir (dış/görünen) sûretini âlemin hakîkatleri ve sûretinden, ve bâtıni (iç /gizli) sûretini de Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ etti. Ve bunun içindir ki onun hakkında: "Ben onun işitişi ve görüşü olurum" dedi. Ve onun "gözü" ve "kulağı" olurum demedi. Şu halde (zahir batın olan) iki sûretin arasını ayrı kıldı. (17) Ya'nî Âdem cem'iyyet-i ilâhiyye (ilahi topluluk) ile müşerref (şereflenmiş) olduğu için, Hak Teâlâ İblîs'e: "İki elimle, ya'nî sıfât ve esmâ-i Celâliyye ve Cemâliyye’mle (Celâl ve Cemâl isim ve sıfatlarımla) halk eylediğim (yarattığım) Âdem'e secde ye ser-fürû (secde edin emrime itâat) etmekten seni men' eden (engelleyen) şey nedir?" diye hitâb (konuştu) ve itâb eyledi (azarladı). Halbuki o "iki el" ile Âdem'i halk etmek (yaratmak), birisi âlemin (evrenin madde yapısı), diğeri Hakk'ın sûreti (evrenin ruhu) olmak üzere iki sûret arasında, ancak Âdem'i cem' etmenin (toplamanın) aynıdır. Zîrâ Hakk'ın sûreti, esmâ-i İlâhiyye (İlâhi isimlerin) ve sıfât-ı Rabbâniyye (Rabbani sıfatların) hey'et-i mecmûasının (bütün hepsinin toplamının) sûretidir. Ve bu esmâ ve sıfât müessir (tesir edici, etken) ve fa'âl (çalışır) olduğu cihetle (olması bakımından) Hakk'ın "veren eli"dir; ve âlemin sûreti (evrenin madde bedeni) ise, âlem-i kevnde (varlıklar aleminde) ne kadar sûretler var ise hepsinin hey'et-i mecmûasıdır (bütün hepsinin toplamıdır). Ve suver-i kevniyye (varlıkların suretleri) müteesir (tesiri kabul eden, edilgen) ve münfail (failin fiilini kabul eden) olduğu cihetle, (olması bakımından) Hakk'ın "alan eli"dir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur “E lem ya’lemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî ve ye’huzus sadakâti” yâni “Allah'ın kullarından, tövbeleri kabûl ettiğini ve sadakaları aldığını (kabûl ettiğini) bilmiyorlar mı?” (Tevbe, 9/104) Ve İblîs eczâ-yı âlemden (evrenin parçalarından) bir cüz' (parça) olduğu cihetle (olması bakımından), Âdem'deki (İnsandaki) cem'iyyet (toplayıcılık, topluluk) onda yoktur. Zîrâ İblîs'in bâtını olan "Mudill" ismi (Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran.) esmâ-i Celâliyye’den (Celâl esmalarından) olduğu gibi, zâhiri (dış tarafı) olan neş'et-i unsuriyyesi (yapı taşları) dahi (da) havâdan ibâret olan müvellidü'l-humûza (oksijen) ile tekevvün eden (oluşan) nârdır (ateştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun eczâ-yı unsuriyyesi (ana madde yapısı) nâr (ateş) ile havâdır. Ve onun cüz'-i a'zamı (büyük bir parçası) olan nâr (ateş) ise, mezâhir-i Celâliyye’ dendir. (Celâl’in görüntü mahaldir) Şu halde İblîs zâhiren ve bâtınen (iç ve dış olarak) mazhar-ı Celâl (Celâl isminin görüntü yeri) olduğundan yed-i şimâl (sol el) olan Sıfat-ı Celâliyye ile (Celâl sıfatlarıyla) mahlûktur.(yaratılmıştır) Bu sebeple İblîs'in hakîkati olan ism-i Mudill (Mudill ismi) ıdlâl (şaşırtma), hîle, küfür, cühûd (inkâr), hıkd (kin) ve hâsed (kıskançlık) gibi sıfâtı hâizdir (sıfatlara sahiptir). Ve neş'et-i unsuriyyesi (kendisini meydana getiren unsûrlar, yapı taşları) olan nâr (ateş) dahi (de) isti'lâ (üstün gelme, ele geçirme), kibir, tasallut (musallat olma) ve ceberût (zorla boyun eğdirme, diktatörlük) gibi sıfât-ı kahriyyeyi (kahredici sıfatları) iktizâ eder (gerektirir). Âdem'e gelince onun bâtını (içi) "Allah" ism-i şerîfi olduğu ve bu ism-i a'zam (en büyük isim) Celâl'i ve Cemâl'i bi'l-cümle esmâyı câmi' bulunduğu (Celâli ve Cemâli ve tüm isimleri kendisinde topladığı) gibi, onun zâhiri (dışı) olan neş'et-i unsuriyyesi (kendisini meydana getiren unsurlar, yapı taşları) dahi (da) mezâhir-i Celâliyye’den (Celâlin görüntü mahalli) olan nâr (ateş) ile havâdan ve mezâhir-i Cemâliyye’den (Cemâl sıfatının görüntü mahalli) olan mâ' (su) ile türâbdan (topraktan) mürekkebdir (bileşiktir). Binâenaleyh (bundan dolayı), onun hakîkati olan "Allah" isminde ism-i Mudill (mudill ismi) ve zâhirinde (dışında) nâr (ateş) mündemic (kapsanmış) olduğu cihetle (olması bakımından), bâlâda (yukarda) zikr olunan sıfât-ı mezmûmeyi (beğenilmeyen sıfatlara) hâvî (sahip) olduğu gibi, "Hâdî" (doğru yolu gösteren) ism-i şerîfinin (mübarek isminin) muktezâsı (gereği) olan hidâyet, istikâmet, îmân, ikrâr (tasdik etme), kabûl, teveddüd (sevgi, dostluk) ve hayır-hâhlık (hayır-severlik) gibi sıfâtı (sıfatları) ve neş'et-i unsuriyyesinin (meydana geldiği unsurların) cüz'-i a'zamı (büyük bir parçası) olan mâ' (su) ile türâbın (toprağın) muktezâsı (gereği) olan tezellül (alçalma), tevâzu' (alçak gönüllülük), adem-i tasallut (sataşmanın olmaması) ve hilim (yumuşaklık) gibi sıfât-ı hamîdeyi (beğenilen sıfatları) şâmildir (kapsamına almıştır). Eğer Âdem'de yed-i şimâlin (sol elin) ahkâmı (hükümleri) olan sıfât-ı İblîsiyye (İblîs’e ait sıfatlar) gâlib (üstün) olursa, kendisi ashâb-ı şimâlden (sol taraf topluluğundan) olup "el-cinsü maa'l-cins" ("cins cinsiyle beraber olur") îcâbınca mahall-i Celâl (Celâl mahalli) olan cehenneme ve eğer yed-i yemînin (sağ elin) ahkâmı (hükümleri) olan sıfât gâlib (sıfatlar üstün) olursa mahall-i Cemâl (Cemâl mahalli) olan cennete dâhil olur (girer). Nitekim âyet-i kerîmede işâret buyurulur: “ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr” yâni “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı alevli ateştedir” (Şûrâ, 42/7), Beyt: .................. Tercüme : "Eğer senin evsâf (vasıfların) ve ahlâkın iyi olursa, ey iyi huylu, sekiz cennet sensin. Ve eğer sıfât-ı zemîmenin (beğenilmeyen sıfatların) giriftârı (düşkünü) oldun ise, cehennem de sensin, azâb-ı ebedî (sonsuz azâb) de sensin. Cihanda her kimin ahlâk-ı hamîdesi (övülmüş ahlakı) varsa, o kimsenin cânı esrâr-ı Hakk'ın (Hakkın sırlarının) mahzeni (kasası) olur. Cehennemin mayası nedir? Kötü ahlâktır. Kötü ahlâk râh-ı Hakk'ın (Hak yolunun) seddi ve mâni'idir.(engelidir) Ey oğul, ahlâk ve evsâfın kâffesi, (vasıfların hepsi) her zaman birtakım sûretlerde temessül eder (şeklillenir, mahiyetini aksettirir). Onlar, sana ba'zan nâr (ateş) ve ba'zen nûr; ba'zan da cehennem ve ba'zan cennetler ve hûrîler sûretinde görünür. Eğer ayne'l-yakîn (Göz ile görür derecede kesin olarak bilme veya bu derecede inanma.) sâhibi isen benim bu söylediğim şeylerin istidlâl (delillere dayanarak, akıl yürüterek) ve taklîd tarîkından (taklit etme yoluyla) değil, belki keşif cihetinden (Allah’ın bildirmesiyle) olduğunu anlarsın." İşte İblîs Âdem'de, (insanda) böyle bir cem'iyyet (topluluk) hâsıl olduğunu (meydana geldiğini) ve kendisinde bu cem'iyyetin (topluluğun) bulunmadığını bilmedi. Âdem'i dahi (de) kendi hâline kıyâs edip (kendisiyle karşılaştırıp) secde ve ser-fürû (itâat) ile emr olundukda, (olununca) bâtınının ve zâhirinin iktizâsına tebean (gereklerine tabi olarak, uyarak) istikbâr etti (kibirlendi, kendini büyük gördü). Ve kendi taayyünü ile (oluşumu yüzünden) Âdem'in hakîkatinden mahcûb (perdeli) olduğu için, Hak Teâlâ onu verâ-yı hicâba (perde arkasına) tard etti (kovdu) Zîrâ İblîs'in muktezâsı (İblis için gerekli olan) bu idi. Hak Teâlâ Hazretleri hakîm-i mutlaktır; (kayıtsız hüküm sahibidir) hükmünü mahalline vaz' eder (hükmünü mahallinde belirtir, gösterir) ve hükmünde aslâ kimseye zulm (eziyet) etmez. Şu hakîkat ma'lûm olsun (bilinsin) ki, bâlâda (yukarıda) birçok mahallerde (yerlerde) dahi (de) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, kisve-i taayyüne (oluşum elbisesine) bürünen vücûd-i vâhid-i Hak'tan (tek varlık sahibi olan Hak’tan) gayrisi (başkası) değildir. Bu taayyün (oluşum) dediğimiz perde, müteayyîn olan (belli aşikar ve meydanda olan) vücûd-i Hak üzere (Hakk’ın varlığının üzerini) istilâ edip (kaplayıp) onu setr eder. (örter) Maahâzâ (bununla beraber), bu taayyün (oluşum) perdesinin sebâtı (kalıcılığı) yoktur “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “O'nun vechi hariç herşey helâk olucudur” (Kasas, 28/88) âyet-i kerîmesinde işâret buyrulduğu vech (yüz) ile vücûd-i Hakk'ın nûru, (Hakkın varlığının nuru) ânen-fe-ânen (git gide, an be an, zamanla) bu perdeleri yırtar. Şu halde taayyün (oluşum, perrdelenme) Zât-ı Hakk'a nazaran (Hakkın Zatına göre) "mel'ûn" (lânetlenmiş) ve "matrûd" (kovulmuş) olur. Ey tâlib-i irfân (irfanı isteyenler), eğer sen bu taayyün (oluşum) perdesinin arkâsında Hakk-ı müteayyini (belli aşikar ve meydanda olan Hakk’ı) müşâhede edersen (görürsen), hakîkati hicâbda (örtülü, perdeli hakikati) müşâhede etmiş (görmüş) olursun. Ve seni "ben, ben" demeğe sevk eden şey, ancâk taayyününden (oluşumundan, perdelerinden) ibârettir. Gülşen-i Râz'dan beyt: ............ Tercüme : "O hakîkat ki, taayyün (açığa çıkması, aşikar olması) ile muayyen (kesin olarak belli) oldu, sen o hakîkate, esnâ-yı tekellümünde (konuşma esnasında) "ben" dedin." İmdi bu perdenin sebât üzere (kalıcı) olmadığını yakînen (Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette) bildin ise, artık "ben, ben" diyecek mecâlin (gücün) kalmaz. Ve eğer bu taayyün (oluşum) perdesinin arkasında vücûd-i müteayyin (açığa çıkmış, aşikar olmuş varlık) olan Hakk'ı müşâhede etmezsen (görmezsen), taayyün (oluşum) ile hicâba düşersin (perdelenirsin). Ve kendi taayyünün (oluşumun) kendi nefsine (kendine) hicâb (perde) olur. Gülşen-i Râz'dan beyt: ................ Tercüme : "Âlemin taayyünleri (oluşumları) senin üzerine târîdir (beladır). İşte bundan dolayı şeytan gibi; "Benim gibi kim vardır?” dersin. Ve böyle olan kimse, bu taayyünle (oluşumuyla) Zât-ı Hak'tan (Hakk’ın Zâtından) mel'ûn (lânetlenmiş) ve matrûd, (kovulmuş) olup müteayyin (meydanda olan, aşikar) ve muhtecib (örtülü) olan ayn-ı vâhideyi (tek hakikati) ebeden (asla) müşâhede edemez (göremez). A'mâl-i hasenesi (yaptığı iyilikler) sebebiyle cennete dâhil olsa bile, taayyünât-ı cinâniyye (cennetteki oluşumlar) ile Hak'tan mahcûb (perdeli) olup, bunlarla meşgûl olur: İşte Âdem'in halîfe olmasının sebebi, "iki el" ta'bîr olunan (denilen) sıfât mütekâbile-i İlâhiyye (biribirlerine karşıt olan İlâhi sıfatlar) ile mahlûk (yaradılmış) olmasındandır. İmdi Âdem, eğer Hakk'ın istihlâf ettiği âlemde ve eczâ-yı âlemde (Hakkın kendisini halife kıldığı evren ve parçalarında), kendisini istihlâf eden (kendisini halife kılan) Hakk'ın sûreti ile zâhir olmasa (açığa çıkıp, belirmese) idi, onda hilâfete (halifeliğe) istihkâk tezâhür edip (hak kazanmışlık açığa çıkıp) ; halîfe olmaz idi. Ve eğer Âdem'de, üzerlerine istihlâf (halife) olunan reâyânın (tebanın, idaresi altındakilerin), ya'nî âlemin ve eczâ-yı âlemin (evrenin ve kısımlarının) taleb ettiği (istediği) şeyin kâffesi (tamamı) mevcûd olmasaydı, âlem üzerine halîfe olmaz idi. Zîrâ âlemin istinâdı (dayanağı) halîfeyedir. Binâenaleyh (bundan dolayı) âlem ve eczâ-yı âlem (evren ve kısımları) neye muhtâç ise, halîfe olan Âdem onların kâffesiyle kâim olmak (hepsiyle donanmış olması) iktizâ eder (gerekir). Ve eğer âlemin (evrenin) muhtâç olduğu şeyler bulunmasa, Âdem'de hilâfet (halifelik) sâbit (var) olmaz. Zîrâ âciz olan bir kimse, kendi gibi âciz olan diğer bir kimsenin ihtiyâcını te'mîn edemez. Bu takdirce hilâfet, sûret-i İlâhiyye (İlahi sûret) üzere mahlûk (yaratılmış) olmak i'tibâriyle, (olması bakımından) bi'l-cümle cüz'iyyât-ı âlemi (evrenin bütün parçalarını) câmi' (toplamış) olan İnsân-ı Kâmil için sahîh (doğru) oldu. Böyle olunca Hak Teâlâ, İnsân-ı Kâmil’in sûret-i zâhiresini (dış suretini) hakâyık-ı âlemden ve hakâyık-ı âlemin sûretlerinden (evrenin hakikâtlerinden ve bu hakikatlerin suretlerinden) inşâ etti (yaptı). Ve sûret-i bâtınesini de (iç suretini de) “İnnallahe halaka âdeme ala sûretihi" yâni “Allah Âdemi kendi sûreti üzerine yarattı” muktezâsınca (gereğince), Allah Teâlâ kendi sûreti üzere inşâ eyledi (yaptı) . Ve İnsân-ı Kâmil’in bu vech (yönü) ile inşâsından (yapılandırılmasından) dolayı, onun hakkında hadîs-i kudsîsinde: "Ben onun sem'i (işitişi) ve basarı (görüşü) olurum" dedi. Ve onun sûret-i cismâniyyesinden (cismani biçminden) olan "gözü ve kulağı olurum" demedi. Ve böyle buyurmakla sûret-i bâtıne ve zâhiresi (batıni ve zahiri suretleri) arasını tefrik etti (ayırdı) . Zîrâ sem' (işitme) ve basar (görme) sûret-i bâtınedendir (batıni sûretdendir) . Ve sem'iyyet (işitici) ve basariyyet (görücü) Hakk'â isnâd olunur (dayandırılır). Velâkin, göz ve kulak Hakk'a muzâf kılınmaz (bağıntılı kılınmaz). Cisim ve cismâniyyet hâdisin (sonradan yaratılanın) ve müteayyinin (oluşmuş olanın, tayyün edilmişin) şânıdır. Zât-ı Hak (Hakkın Zatı) ise hudûs (sonradan yaratılmaktan) ve taayyünden (oluşmaktan) münezzehdir (arı, uzak, mukaddestir). Ve bunun gibi, o, âlemden her bir mevcûd da, bu mevcûdun hakîkatinin taleb ettiği kadardır. Velâkin, halîfe için mecmû' olan şey, bir ahad için yoktur. Böyle olunca, ancak mecmû' ile fâiz oldu. İmdi eğer Hakk'ın mevcûdâtta sûretle sereyânı olmaya idi, âlem için vücûd olmaz idi. Nitekim, o hakâyık-ı ma`kule-î külliyye olmasa idi, mevcûdât-ı ayniyyede bir hüküm zâhir olmaz idi. Ve bu hakîkatten, âlemin kendi vücûdunda Hakk'a iftikârı sâbit oldu. (18) Ve buna benzer olarak, O, âlemdeki her bir varlıkta, bu varlığın hakîkatinin talep ettiği kadardır. Ancak halîfede toplanmış olan şeyler, diğerlerinde yoktur. Böyle olunca o da (kendisinde) toplanmış olan bu şeyler ile diğerlerinden üstün oldu. Şimdi eğer Hakk mevcudada sureti ile yayılmış, nüfuz etmiş olmasaydı, âlem var olmazdı. Nitekim sadece akılda varlık kabul eden tümel kavramların hakîkatleri olmasaydı, dış (görünür) varlıklarda da hiçbir hüküm açığa çıkmazdı. Bu gerçek dolayısıyla, âlemin var olabilmek için Hakk'a ihtiyacı kesinleşmiş oldu. (18) Ya'nî Allah Teâlâ'nın sûreti Âdem'de külliyyet (tümellik) ve cem'iyyet (toplayıcılık) üzere zuhûr ettiği (açığia çıktığı) gibi, âlemin cüz'ünden (parçalarından olan) her bir mevcûdda (varlıkta), bu mevcûdun hakîkatinin isti'dâdı (kabiliyeti, potansiyeli), Hakk'ın kendisinde ne kadar zuhûrunu (açığa çıkışını) taleb etmiş (istemiş) ise, Hakk'ın zuhûru (açığa çıkışı) o mevcûdda o kadardır. Eczâ-yı âlemden (âlemin kısımlarından) hiçbir mevcûdda (varlıkta) halîfe için olan cem'iyyet (topluluk) yoktur. Zîrâ halîfenin isti'dâd ve kâbiliyyeti (yetenek ve kabiliyeti), kendisinde kâffe-i esmâ'-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmaların hepsinin) fiilen zuhûruna (açığa çıkmasına) müsâid olacak kadar geniştir. Mevcûdât-ı sâirenin (diğer varlıkların) isti'dâdında (potansiyelinde, kapasitesinde) bu vüs'at (genişlik) ve kâbiliyyet yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Âdem, sûret-i Hak'la (Hak’ın sûretiyle) sûret-i âlem (âlemin sûretinin) cem'iyyetini hâiz olduğu (birleşimimini, toplamını taşıdığı) için, hilâfete (halifeliğe) nâil (ermiş) oldu. İmdi eğer Zât-ı Mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın kayıtsız Zatının) sûret-i İlâhiyyesiyle (İlâhi sûretiyle) mevcûdâtta (mevcutlarda) sereyânı (yayılması) olmaya idi, âlemin vücûdu (varlığı) olmaz idi. Zîrâ Zât-ı Hak (Hakk’ın Zâtı) vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunl ve gerekli olan) ve âlem mümkinü'l-vücûddur (varlığı mümkün, olası olandır). Ve mümkinin vücûdu ise, (mümkün, olası olanın varlığı ise) bâlâda (yukarda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûd (varlık) ile adem (yokluk) arasında vâki'dir (bulunur). Binâenaleyh (bundan dolayı) eğer Hakk-ı latîf (yoğunluğu olmayan Hakk), mertebe-i kesâfete (daha yoğun mertebelere) bi't-tenezzül (inerek), mevcûdât-ı mümkinede (mümkün, olası varlıklarda) esmâsı sûretiyle (isimleri yoluyla) müteayyin (görünür) olmasaydı, bu mevcûdât-ı mümkine (mümkün olası mevcutlar) ademde (yoklukta) kalır idi. Nitekim eğer hayât, ilim, sem', basar ve irâde ve kudret gibi mertebe-i akılda sâbit (akıl mertebesinde var) olan hakâyık-ı külliyye (külli hakikâtler) olmaya idi, bu hakâyık-ı külliyyenin (külli hakikâtlerin) mevcûdât-ı ayniyyede (somut, algılanabilir varlıklarda) birer hükmü zâhir olmaz (açığa çıkmaz) idi. Umûr-i külliyyenin (külli, tümel hususların) vücûdât-ı ayniyyeye (kesif, somut varlıklara) irtibâtı (bağlantısı) bâlâda (yukarda) tafsîl olunmuş (açıklanmış) idi. İşte Hakk'ın mevcûdâtta sûretle sereyânı (sureti ile yayılması) hakîkatinden dolayı, âlemin vücûd iktisâ etmesinde, (varlık elbisesi giyinmesinde) Hakk'a iftikâr (muhtaçlığı) ve ihtiyâcı sâbit (kesin) oldu. Demek ki, vücûd-i mümkin (mümkün, olası varlıklar) hakâyık-ı ma'kûle-i külliyyeye (akılla idrak edilebilen külli hakikatlere) merbût (bağlanmış) olduğu gibi vücûdda (varlıkda) dahi (da) Hakk'a merbûttur. (bağlıdır) Zîrâ bir şeyin mertebe-i kesâfeti (yoğunluk mertebesi) mertebe-i letâfetine (latiflik mertebesine) merbûttur; (bağlıdır) ve vücûdda (varlıkda) ona muhtâçtır. Şiir: İmdi hepsi müftekırdir; küllîsi müstağnî değildir. İşte bu haktır ki biz dedik; ve kinâye etmedik. (19) Şiir: Şimdi hepsi muhtaçtır; hiçbiri zengin değildir. İşte bu dediğimiz doğrudur gerçektir; ve onu dolaylı/üstükapalı olarak anlatmadık. (19) Ya'nî gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (biri diğerine) müftekırdır (muhtaçtır); her birisi yekdîğerinden (hiçbiri diğerinden) müstağnî (ihtiyaçsız) değildir. Âlemin Hakk'a iftikârı (muhtaç oluşu), bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûddadır (varlık yönündendir, var olabilmek içindir). Ve Hakk'ın âleme iftikârı (muhtaç oluşu) ise, vücûdda (varlık yönünden) olmayıp esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyesinin (ilahi isim ve sıfatlarının) âlemin mazharında (görüntü mahallinde) fiilen zuhûrundadır (açığa çıkmasındadır). Hâce Hâfız Şîrâzî (k.a.s.) bu iftikârı (muhtaç olmayı) bir beytinde "iştiyâk" (şiddetle arzu etmek) ile ta'bîr buyurmuştur. (açıklamıştır) Beyt-i şerîf şudur: .................... Tercüme: "Ma'şûkun sâyesi, (sevgilinin gölgesi) âşık üzerine düştü ise ne oldu? Biz vücûdda ona muhtaç ve müftekır (fakir) idik. O da zuhûrda (açığa çıkmada) bize müştâk (şiddetle arzulayan) idi." İmdi Hakk'ın bize iftikârı (muhtaç oluşu), gayre iftikâr (kendinden başkasına muhtaç oluş) zannolunmasın. Bu iftikâr (muhtaç oluş) O’nun esmâsı arasındaki nisebden (bağıntılardan) bir nisbettir (bağıntıdır). Onun ism-i Bâtın'ı, (batın esması) zuhûrda (meydana çıkmada) ism-i Zâhir'ine (Zâhir esmasına) müftekırdır (muhtaçtır). Bizler ise Hakk'ın ism-i Zâhir'inin mazharıyız (Zâhir esmasının görüntü yerleriyiz), İşte bizim açık söylediğimiz ve kinâye etmediğimiz (dolaylı, üstü kapalı söylemediğimiz) bu kavl (deyiş) haktır (doğrudur/gerçektir). İmdî eğer sen Ganî'yi zikredersen; ki onun iftikârı yoktur; binâenaleyh bizim kavlimiz ile murâd ettiğimiz şeyi muhakkak bilirsin. (20) Şimdî eğer sen Ganî'yi (zengin, herşeyi olanı) zikredersen, ki onun (hiçbirşeye) muhtaçlığı yoktur; bundan dolayı bizim ne anlatmak istediğimizi kesinlikle anlayabilirsin. (20) Ya'nî eğer sen, Hak Teâlâ Hazretlerinin Zâtı i'tibâriyle (Zât’ından dolayı) ganî (zengin) olup; hiçbir şeye muhtaç olmadığını zikredersen, (söylersen) bu takdîrce sen bizim bâlâdaki (yukarıdaki) beyt-i şerîfte ............... ya'nî "Gerek Hak ve gerek âlem yekdîğerine (birbirlerine) müftekırdir" (muhtaçtır) kavlimizden (sözümüzden) ne ma'nâyı murâd ettiğimizi (ne mana kastettiğimizi, anlatmak istediğimizi) bilirsin; ve anlarsın ki, bizim Hak hakkında beyân ettiğimiz (açıkladığımız) iftikar (muhtaçlık), onun aslâ Zât’ına taalluk etmez (ait değildir). Belki bu taalluk-ı iftikâr (muhtaçlık münasebeti) ancak esmâ ve sıfât (isim ve sıfatları) i'tibâriyledir (bakımındandır): Beyt-i Şerîfteki “zikredersen” sîğasında (kipinde) şurrâh-ı kirâm (muteber şerh edici zatlar) : “İki i'tibâr (fareziye, tez) vardır; birisi "muhâtab" (kendisine hitap edilen) diğeri "nefs-i mütekellim"dir, (konuşanın kendisidir) diyorlar” Muhâtab (hitap edilen) i'tibâr olunursa (olduğu farz edilirse), suâl-i mukadderin (sorulmuş sorunun) cevâbı olur. Ya'nî gûyâ bir sâil (soru soran) çıkıp der ki: Ey hazret, sen Hakk'ı da müftekır (muhtaç) mevkı'ine vaz' ettin (koydun) ; bu nasıl olur? Halbuki, Allah Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'inde: “innallâhe le ganiyyun anil âlemîn” yâni “Muhakkak ki Allah, âlemlerden ganîdir” (Ankebût, 29/6) buyurur. İşte bu beyt-i şerîf buna cevap olur. Eğer nefs-i mütekellim (konuşanın kendisi) olursa, beyt-i şerîf evvelki beyt-i şerîfin (önceki beyitin) îzâhı (açıklaması gibi) olur. Binâenaleyh hepsi, hepsine merbûttur. Şu halde ondan onların infisâli yoktur. Benim dediğim şeyi benden alın! (21) Bundan dolayı hepsi, birbirine ayrılamayacak şekilde sımsıkı bağlıdır. Benim dediğim şeyi benden alın! (21) Ya'nî gerek küll (tümel) olan Hak ve gerek o küllün (toplamın) bi'l-cümle suver-i esmâiyyesinden (bütün isimlerinin sûretlerinden) ibâret olmakla küll (toplam, tümel) olan âlem (evren) yekdîğerine (birbirlerine) merbûttur (bağlanmıştır). Onların o irtibâttan (ilişkiden, bağlantdan) aslâ infisâli (ayrılması) yoktur. Benim: "Hak, Rubûbiyyetini (Rablığını) ızhâr etmek (ortaya çıkarmak, göstermek) için âleme (evrene) merbûttur (bağlıdır) ve âlem (evren) dahi (de) vücûdda (varlıkda, var olabilmek için) Hakk'a müftekırdır (Hak’ın muhtaçtır). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu husûsta tarafeynin (iki tarafın) yekdîğerine (birbirlerine) iftikârı sâbittir" (ihtiyacı olduğu kesindir) dediğim sözü benden ahz (alın) ve zabt edin (tutun)! Zîrâ (Çünkü) bu söz, ehl-i felsefenin (felsefe yapanların) hükümleri gibi mahsûl-i istidlâl (delile dayalı elde edilmiş) değil, belki keşf tarîkıyla (keşif yoluyla) söylenmiştir. İmdi muhakkak sen, cesed-i Âdem neş'esinin hikmetini bildin; ben onun sûret-i zâhiresini murâd ederim. Ve muhakkak rûh-i Âdem neş'esini de bildin, ben onun sûret-i bâtınesini murâd ederim. Binâenaleyh, o Hak ve halktır. Ve onun rütbesini de bildin. O da onunla hilâfete müstehak olduğu mecmû'dur. Böyle olunca Âdem, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan nefs-i vâhidedir. O da Hak Teâlâ`nın kavlidir: “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen, ” (Nisâ, 4/1} İmdi “ittekû rabbekum” kavli, sizden zâhir olan şey'ı Rabb'inize vikâye edin. Ve sizden bâtın olan şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir, kendinize vik'aye edin, demektir. Zîrâ emr, zemm ve hamddir. Binâenaleyh siz, zemmde vik'aye olun ve onu hamdde kendinize vikâye edin ki, âlimlerin üdebâsı olasınız. Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendindendir. Fakat hepsi Allah katından dır. [Nisâ, 4/79].* (22) Şimdi muhakkak sen, Âdemin dışta görünen (zahir) suretiyle anlatmak istediğimi, onun bedenî oluşumundaki hikmeti anladın. Ve muhakkak ki batıni sûretiyle anlatmak istediğim, Âdemin ruhi oluşumundaki hikmeti de anlamışsındır. Bundan dolayı o Hak ve halktır. Ve onun üstünlük derecesini de bildin. O da onunla halîfe olmaya hak kazandığı sahip olduğu topluluktur/tümellikdir. Böyle olunca Âdem, kendisinden bu insan türünün yaratıldığı/çoğaltıldığı tek bir nefstir. Bu da Hak Teâlâ`nın şu sözüdür: "Ey nâs, sizi Nefs-i Vâhide’den halk eden ve ondan onun zevcesini yaradan ve her ikisinden ricâl-i kesîri ve nisâyı bess eyleyen Rabb'inizden ittikâ edin!" yani "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten/özden/kişiden yaratan ve ondan onun eşini yaratan ve bu ikisinden de bir çok erkek ve kadını üretip yayan Rabb'inizden sakının!" (Nisâ, 4/1). Şimdi “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” sözü, sizde açığa çıkan şeyi Rabb'inize siper yapın. Ve sizde bâtın olan şeyi ki, o sizin Rabb'inizdir, kendinize siper yapın, demektir. Çünkü bunlar, kötüleme ve övme işleriyle ilgilidir. Bundan dolayı siz, kötülemede kendinizi (kötülüyerek) Hakka siper/koruyucu ve övme ve övülmede de Onu (överek) kendinize siper/koruyucu edinin ki, âlimlerin edeb sahibi olanlarından olasınız. Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana gelen her kötülük de kendindendir. Fakat hepsi Allah katından dır. [Nisâ, 4/79].* (22) *Yukarıdaki koyu siyah yazılar Füsusu’l Hikemin başka transkripsiyonlarında Avni Konuk Beyin transkripsiyonundan farklı şekilde olan veya ilave olarak yer alan kısımlardır. A.Konuk Bey’in nüshasında yer almayan bu kısımlar, bir arada görülebilmeleri maksadıyla konulmuştur. Ya'nî sen bâlâdaki (yukarıdaki) îzâhâttan (açıklamalardan), Âdem'in cesed'i (ruhsuz bedeni) olan sûret-i zâhiresinin (görülen dış yüzünün) hakâyık-ı âlemden (alemin hakikatlerinden) ve onun sûretlerinden inşâ olunduğunu (yapıldığını) ve bunun hikmeti dahi (hikmetinden dolayı da) Âdem, âlemde halîfe ittihâz (kabul) olunup bu halîfenin, âlemin muhtâç olduğu şeyin kâffesi (hepsi) ile kâim (donatılmış) olması lâzım gelmesinden ibâret bulunduğunu bildin. Ve kezâ (aynı şekilde) Âdem'in rûhu olan sûret-i bâtınesini de (batıni suretini de) Hak Teâlâ Hazretlerinin kendi sûreti üzere inşâ edip (yapıp) onun sem'i (işiteni) ve basarı (göreni) olduğunu bildin. Ve kezâ (aynı şekilde) Âdem'in hilâfetten (halifelikten) ibâret olan rütbesini (üstünlük derecesini) de bildin ki, o rütbe, Hak Teâlâ hazretlerinin Zâhir ve Bâtın isimlerinin taht-ı hîtasında (kuşatması, kapsamı altında) bulunan bi'l-cümle (bütün) esmâ cem'iyyetinden (isimler topluluğundan) ibârettir; ve Âdem, bunların hey`et-i mecmûasını (bütün hepsini) câmi' olduğu (kendinde topladığı) için, hilâfete (halifeliğe) müstehak olmuştur. (hak kazanmıştır) Âdem zâhiri ve bâtını câmi' (kendinde toplamış) olunca, kendisinden bu nev'-i insânî halk olunan (insan türünün çoğaltıldığı) Nefs-i Vâhide (tek bir öz) olmuş olur. Misâl: Elimize bir şeftâli alalım. Bu Nefs-i Vâhide’ den (tek bir özden) ibâret bir meyvedir. Çekirdeği, bâtını (gizlisi) ve içi ve eti, zâhiri (görüneni) ve dışıdır. Demek ki bu şeftâli, zâhiri ve bâtını câmi'dir (kendinde toplamıştır): Onun çekirdeğini arza (toprağa) dikip terbiye ettiğimizde bir şeftâli ağacı çıkar. Çekirdek bâtın (gizli) ve ağaç zâhir (görünür) olur. Ve ağaçta binlerce şeftâli peydâ olur ki, her bir şeftâli zâhir ve bâtını câmi' (kendinde toplamış) bulunur. İşte o elimize aldığımız bir şeftâliden alâ-vechi't-teselsül (zincirleme, silsile olarak) nâmütenâhî (sonsuz sayıda) ağaçlar ve şeftâliler zuhûra (görünür duruma) gelir. İşte bu misâle mutâbık (karşılık) olarak, Hak Teâlâ Âdem'den bu nev'i insânı halk eyledi (insan türünü çoğalttı). Bunun delîli dahi' (de) Hak Teâlâ Hazretlerinin: “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen, ” yani "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten/kişiden/özden halk eden (çoğaltan) ve ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabb'inizden sakının!" (Nisâ, 4/1) kavl-i şerîfidir ki, (mübarek sözüdür ki) metnin tercümesinde ma'nâ-yı münîfi (yüce manâsı) beyân olundu (açıklandı). Hilkat-i Âdem (İnsanın yaradılışı) hakkında ehl-i kitâb (indirilen kitaplara inananlar) ile maddiyyûn (maddeciler) arasında ihtilâf (anlaşmazlık) vardır. Ehl-i kitâb, Âdem'in (İnsanın) sûret-i zâhiresi (dış yapısı) olan cesedinin kırk günde tesviye buyrularak; (hazırlanarak) rûh nefh olunduğunu (üflendiğini) ve ba'dehû (daha sonra) onun dıl'-i eyserinden (sol kaburga kemiğinden) zevcesi (eşi) olan Havvâ'nın halk edildiğini (yaratıldığını) ve sonra sâdır olan zelleleri (yaptıkları yanlışlar) hasebiyle (sebebiyle) arza ihbât olunduklarını (karşılık olarak dünyaya gönderildiklerini) beyân ederler (açıklarlar) ki; kütüb-i münzelenin (indirilmiş olan kitapların) ibârât-ı-zâhiresinden (cümlelerinin görünen açık manalarından) böyle anlaşılır. Maddiyyûn (maddeciler) ise, hilkat-i âlemin (evrenin yaratılmasının) kavâid-i tekâmüliyyeye (tekâmül, gelişme kaidelerine) müstenid olduğunu (dayandığını) ve küre-i arzın (dünyanın) ibtidâ (ilkin) sehâb-ı muzi (parlak bulut) hâlinde tekevvün edip (oluşup) ba'dehû (daha sonra) buhâr-ı nârî (yüksek sıcaklıkta gaz), sonra da mâyi'-i nâr (yüksek sıcaklıkta akışkan ateş) hâline geldiğini ve ondan sonra da tasallub ederek (sertleşerek) milyonlarca seneler sonra rûy-i arzda (yeryüzünde) nebâtât (bitkilerin) bittiğini ve yüz binlerce sene sonra nebâtâtın (bitkilerin) envâ'ı (türlerinin) tedrîcen (derece derece) tekemmül ede ede (gelişe gelişe) hayvânât-ı ibtidâiyye (ilk hayvanlar) olan zevâhıf (sürüngenlerin) zuhûr eylediğini (ortaya çıktığını) ve zevâhıf (sürüngenlerin) tekemmül-i tedrîcî (aşama aşlama gelişmesi) ile memeli hayvanlar şekline inkılâb ettiğini (dönüştüğünü) ve sinîn-i vefireden (pek çok seneler) sonra bu hayvânâtın dahi (da) tekemmül ederek (gelişerek) nesnâsa (maymuna) tebeddül eylediğini (dönüştüğünü) ve nesnâsın (maymunun) tekemmülünden (gelişmesinden) dahi (de) ibtidâî insanlar (ilk insanların) zuhûra geldiğini (açığa çoktığını) ve bu ibtidâî insanların (ilk insanların) ale't-tedrîc (yavaş, yavaş) tekemmül ederek (gelişerek) bugünkü mertebeyi ihrâz eylediklerini (elde ettiklerini) tedkîkât-ı müstehâsâttan (fosillerin incelenmesinden) istidlâlen (çıkardıkları neticelere dayanarak) beyân edip (açıklayıp) Hâlık'ı (Yaradanı) Peygamber’i, dîni inkâr eylerler. Ve derler ki: "İnsanın kendisinde ebedî (sonsuz, ölümsüz) bir rûh tasavvur etmesi (düşünmesi) hubb-i enâniyyetten (benliklerini sevmelerinden) mütevellid (ileri gelen) bir keyfiyyettir (husustur). Bu enâniyyete (benliğe) o kadar merbûttur (bağlıdırlar) ki, kendi ecdâdı (ataları) olan hayvânâtta (hayvanlarda) böyle bir rûh tasavvurunu (düşüncesini) zihnine sığdıramaz. Ve kendisini hayvânât ve nebâtât ve ma'deniyyâttan (hayvanlar, bitkiler ve madenlerden) bu husûsta mümtâz (ayrılmış, seçkin) görür." Halbuki bâlâda (yukarıda) görüldüğü üzere, hayat, ilim, sem' ilh...(vb..) hakâyık-ı ma'küleden (akledilebilen hakikâtlerden) olup onların hâriçte vücûdu (dışarıda varlıkları) yoktur. Onların hükmü zâhir olmak (hükümlerinin açığa çıkabilmesi) için mevcûdât-ı ayniyyeye (somut, algılanabilen varlıklara, yoğun suretlere) lüzûm vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı), hayât bir emr-i küllî-i ma'k'uledir (akledilebilir tümel kavramdır) ki, hükmü (hükmü) cemî'-i mevcûdâtta (bütün varlıklara) sârîdir (yayılmıştır) . Şu kadar ki, her bir mevcûdun taayyünü (varlığın oluşumu) bu hayâtın zuhûruna (meydana çıkmasına) müsâid değildir. Hayât, cemâdâtta (cansız dediğimiz şeylerde) gayr-i mahsüs (hissedilmez) nebâtâtta mahsüs (hissedilebilir), hayvânâtta zâhir (açıkça görülür) ve ahsen-i takvîm üzere (en güzel sûrette) mahlûk (yaradılmış) olan insanda ise azhardır (en açık şekilde görülür). Şu halde inde'l-muhakkıkîn (hakikâte erenlerin görüşünde), efrâd-ı- mevcûdâttan (mevcudadın fertlerinden) her bir ferd (her biri) zî-rûhdur (rûh sahibidir). Zîrâ her birisi bir ismin mazharıdır (görüntü mahallidir) ve o isim onun Rabb-i hâssı (ona has olan Rab, terbiye edicisi olan İlahi isimdir) ve rûhudur ve onun müdebbiri (tedbir edeni, yöneteni) olan bu isim, zâta delâleti (ait olması, işareti) hasebiyle (sebebiyle) kâffe-i esmâyı câmi'dir (tüm isimleri kendinde toplamıştır). O mevcûdun (varlığın) "Hayy" (Hayat Sahibi, Canlı) isminden dahi (de) nasîbi (payı) vardır. Velâkin, bu ismin hükmü ba'zısında bâtın (gizli) ve ba'zısında zâhirdir. (açıktadır) Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkate işâreten buyrulur: “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum“ yâni “O'nu hamd ile tesbih etmeyen bir şey yoktur. Ve fakat onların tesbihlerini siz anlayamazsınız.” (İsrâ, 17/44) İmdi her bir şey Hakk`ı tesbîh (Hakkı güzel sözlerle anmak) etmek için zî-rûh (rûh sahibi) olmak (olması) lâzımdır. Ehl-i hicâb (perdeli olanlar) onların tesbîhlerini işitmez ve bilmezler. Velâkin (ancak) hicâb-ı taayyünden (oluşum perdesinden) halâs (kurtulmuş) olan ehl-i keşf (keşif sahipleri) sem'-i rûh (ruhi duyuş) ile onların nutuklarını (konuşmalarını) işitirler. Bu husûstaki tafsîlât (açıklama) Fass-ı Hûdî'de ve diğer faslarda (bölümlerde) gelecektir. Mâdemki her bir mevcûdun hakîkati, mazhar (aynası) olduğu isimdir ve isim ise müsemmânın (isim sahibinin) aynıdır; şu halde o mevcûdun sûreti (varlığın şekli, bedeni) fenâ-pezîr (yok) olsa da, hakîkati bâkîdir (hakikati kalıcıdır, daimidir). Bu husûstaki tafsîlât dahi Fass-ı Yûnusî'dedir. Binâenaleyh (bundan dolayı) hilkat-i Âdem (insanın yaratılması) keyfiyyeti (hususu) maddiyyûnun (maddecilerin) tedkîkâtına mutâbık (incelemelerine uygun) olsa dahi (da), Hakk'ı, Peygamber’i, dîni inkâr etmek için hiçbir sebep yoktur. Bu inkâr, (red ediş) onların vehm (belirsiz fikir ve düşünce.) ile meşûb (karışmış) olan nazar-ı aklîlerinin (akli görüşlerinin) hükmü iktizâsındandır (hükmünden dolayıdır). Yazık ki hicâb-ı enâniyyetleri (benlik perdeleri) sâikasıyla (sebebiyle) Peygamber'e tebaiyyetten (uymaktan) istikbâr edip (kibirlenip) şikeste (kırık dökük) ve beste (tutucu) olan ukûl-i cüz'iyyelerine (cüzi akıllarına) mağrûren (güvenip), sûret-i insâniyyede (insan sûretinde) mevcûd olmak gibi bir ni'metin kadrini (değerini) bilmezler. Ey tâlib-i ma'rifet (marifet isteyen), bu fırsat eline bir def’a geçer. Kibir ve gurûr ve isti'lâ (üstün gelme) gibi huzûzât-ı nefsâniyyeye (nefsinin hoşlandığı şeylere, nefsani hazlara) tâbi' olup (uyarak) isti'dâdını (yeteneğini, potansiyelini) zâyi' etme !. (boşa harcama) İmdi, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) “Yâ eyyuhen nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisâen, ” yâni "Ey insânlar, sizi tek bir nefsten/özden/kişiden halk eden ve ondan onun eşini ve her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabb'inizden sakının!". (Nisâ, 4/1) âyet-i kerîmesinin lisân-ı hakîkatle (hakikat lisanı ile) tefsîrine (açıklamasına) şurû' edip (başlayıp) buyururlar ki: “ittekû rabbekum” yâni “Rabb’inizden sakının” kavli (sözü) "Vücûd-i zâhiriniz (görünen bedeniniz) olan bu taayyün-i kesîfinizi (yoğun oluşumunuzu) Hakk'a vikâye (koruma), ya'nî siper ittihâz ediniz" (kabul ediniz) demektir. Zîrâ bu vücûd-i kesîf-i beşerînin (insanın madde bedenin) bir çok evsâf-ı mezmûmesi (beğenilmeyen, kötülenmiş vasıfları) vardır. Her ne kadar hakîkatte bunların senden zuhûru (ortaya çıkması) esmâ-i İlâhiyye âsârından (ilahi isimlerin eserlerinden) ibâret (meydana gelmiş) ise de, mâdemki senin ortada bir vücûd-i hâdis-i kesîfin (sonradan yaratılmış bir madde bedenin) vardır ve bunların cümlesinin (hepsinin) o vücûda taalluku (bedenle ilişkili olduğu) der-kârdır (âşikârdır) ve Hak, min-haysü'z-zât, (Zât’ı bakımından) bunların kâffesinden (hepsinden) münezzehtir; (beridir, temizdir) şu halde, senden evsâf ve efâl-i zemîme (kötü sıfat ve fiiller) sâdır olursa, (çıkarsa) "Bunlar Hakk'ındır”; deme; “benimdir” de ! Ve eğer kerem (cömertlik, lütuf, ihsan, şeref) ve âtâ (bağışlama) ve rahmet gibi evsâf (vasıflar) ve efâl-i hamîde (iyi, övülen fiiller) sâdır olursa (çıkarsa) bâtının (rûhun) olan Rabb'ini nefsine siper edip "Bunlar Hakk'ındır, de!" Zîrâ bunlar ahlâk-ı İlâhiyye’dendir. (İlahi ahlâkdandır) Ve biz bu ahlâk ile tahalluka (ahlaklanmaya) me'mûruz (vazifeliyiz). Nitekim buyrulur: “Tahalluku bi Ahlakillahi” yâni “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” Ve Hak Teâlâ bize şu“Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâhi, ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike” (Nisâ, 4/79) ya'nî "Sana iyilikten bir şey isâbet ettiğinde, Allâh'dandır; ve fenâlıktan bir şey isâbet eylediğinde nefsindendir" âyet-i kerîmesinde bu edebi (terbiyeyi) ta'lîm buyurdu (öğretti). Eğer böyle yapacak olursan, ya'nî vücûd-i kevnîde (yaratılmış varlıkda) sâbit (var) olan zemm (kötüleme) ve hamdden (övgüden), zemde (kötülemede) nefsini Hakk'a siper ve hamdde (övgüde) Hakk'ı nefsine siper edecek olursan, âlim olan kimselerin edîblerinden (edeplilerinden) olursun. Nitekim Âdem (a.s.) kendisinden sâdır (çıkmış) olan zelleyi (küçük günahı) hakîkat-i hâli ârif iken (halin hakikatini bildiği halde), kendi nefsine isnâd edip (dayandırıp) “rabbenâ zalemnâ enfusenâ” yâni “Rabbimiz, biz nefslerimize zulmettik” (A'râf, 7/23) buyurdu. Ve zellede (yapılan yanlışta) nefsini Rabb'ine siper ittihâz ettiği (yaptığı) için, mahzâ (sadece) bu edebi sebebiyle makbûl (beğenilmeye layık) oldu. Ve İblîs ise Hak'la münâzaa (ağız kavgası) edip terk-i edeb (edepsizlik) ettiği için matrûd (kovulmuş) ve mel'ûn (lânetlenmiş) oldu. Ondan sonra Allah Teâlâ, onda îdâ' eylediği şeye onu muttali' eyledi. Ve bunu kendisinin iki kabzasında kıldı: Kabza-i vâhidede âlem ve kabza-i uhrâda Âdem ve evlâdı ve onda onların merâtibi var idi. Vaktâ ki Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekberde îdâ' eylediği şeye, sırrımda beni muttali' kıldı; bu kitapta, ondan bana tahdîd olunan şeyi îrâd ettim, yoksa ona vâkıf olduğum şeyi değil. Zîrâ buna, ne kitap ne de el'ân mevcûd olan âlem vâsi' olmaz. İmdi bu kitapta îdâ' ettiğimiz şey, müşâhede ettiğim şeydendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Kelime-i Âdemiyye'de mündemic hikmet-i ilâhiyyeyi bana tahdîd eyledi. O da, bu babdır. Ba'dehû Kelime-i Şîsiyye'de mündemic hikmet-i nefesiyye, ba'dehû Kelime-i Nûhiyye'de mündemiç hikmet-i subbûhiyye, ba'dehû Kelime-i İdrîsiyye'de mündemic hikmet-i kuddûsiyye, ba'dehû Kelime-i İbrâhimiyye'de mündemic hikmet-i müheyyemiyye, ba'dehû Kelime-i İshâkıyye'de mündemic hikmet-i hakkıyye, ba'dehû Kelime-i İsmâîliyye'de mündemic hikmet-i aliyye, ba'dehû Kelime-i Ya'kûbiyye'de mündemic hikmet-i rûhiyye, ba'dehû Kelime-i Yûsufiyye'de mündemic hikmet-i nûriyye, ba'dehû Kelime-i Hûdiyye'de mündemic hikmet-i ahadiyye, ba'dehû Kelime-i Sâlihiyye'de mündemic hikmet-i fütûhiyye, ba'dehû Kelime-i Şuaybiyye'de mündemic hikmet-i kalbiyye, ba'dehû Kelime-i, Lûtiyye'de mündemic hikmet-i melkiyye, ba'dehû Kelime-i Uzeyriyye'de mündemic hikmet-i kaderiyye, ba'dehû Kelime-i Îseviyye'de mündemiç hikmet-i Nebeviyye, ba'dehû Kelime-i Süleymâniyye'de mündemic hikmet-i Rahmâniyye, ba'dehû ` Kelime-i Dâvûdiyye'de mündemic hikmet-i vücûdiyye, ba'dehû Kelime-i Yûnusiyye'de mündemic hikmet-i nefsiyye, ba'dehû Kelime-i Eyyûbiyye'de mündemic hikmet-i gaybiyye, ba'dehû Kelime-i: Yahyâviyye'de mündemic hikmet-i celâliyye, ba'dehû, Kelime-i Zekeriyyâviyye'de mündemic hikmet-i mâlikiyye, ba'dehû Kelime-i İlyâsiyye'de mündemic hikmet-i înâsiyye, ba'dehû Kelime-i. Lokmâniyye'de mündemic hikmet-i ihsâniyye, ba'dehû Kelime-i Hârûniyye'de mündemic hikmet-i imâmiyye, ba'dehû Kelimie-i Mûseviyye'de mündemic hikmet-i ulviyye, ba'dehû Kelime-i . Hâlidiyye'de mündemic hikmet-i samediyye, ba'dehû Kelime-i Muhammediyye'de mündemic hikmet-i ferdiyyedir. (23) Ondan sonra Allah Teâlâ, onda emânet bıraktığı şeyden onu haberdar etti. Ve bunları kendisinin iki avucunda yaptı. Bir avucunda Âlem ve diğer avucunda Âdem ve evladı ile onun soyundan gelenler ve onların mertebeleri var idi. Allah Teâlâ, bu “en önde gelen büyük babamıza” emânet bıraktığı şeye, sırrımda beni haberdar kıldığı zaman; bu kitapta, o sırların izin verilen kadarını söyledim, yoksa hakikatine erdiğim tüm şeyleri değil. Çünkü bunları, ne kitap ne de şu an mevcût olan âlem sığdıramaz. Şimdi bu kitapta emânet ettiğimiz şey, şahit olduğum şeylerdendir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) Âdem Kelimesinde kapsanmış olan ilâhi hikmetle ilgili açıklanacak hususların, çerçevesini çizdi. O da bu bölümdür. Daha sonra Şîs Kelimesinde mevcût olan nefesiyye hikmeti, daha sonra Nûh Kelimesinde mevcût olan subbûhiyye hikmeti, daha sonra İdrîs Kelimesinde mevcût olan kuddûsiyye hikmeti, daha sonra İbrâhim Kelimesinde mevcût olan müheyyemiyye hikmeti, daha sonra İshâk Kelimesinde mevcût olan hakkıyye hikmeti, daha sonra İsmâîl Kelimesinde mevcût olan aliyye hikmeti, daha sonra Ya'kûb Kelimesinde mevcût olan rûhiyye hikmeti, daha sonra Yûsuf Kelimesinde mevcût olan nûriyye hikmeti, daha sonra Hûd Kelimesinde mevcût olan ahadiyye hikmeti, daha sonra Sâlih Kelimesinde mevcût olan fütûhiyye hikmeti, daha sonra Şuayb Kelimesinde mevcût olan kalbiyye hikmeti, daha sonra Lût Kelimesinde mevcût olan melkiyye hikmeti, daha sonra Uzeyr Kelimesinde mevcût olan kaderiyye hikmeti, daha sonra Îsâ Kelimesinde mevcût olan nebeviyye hikmeti, daha sonra Süleymân Kelimesinde mevcût olan rahmâniyye hikmeti, daha sonra Dâvûd Kelimesinde mevcût olan vücûdiyye hikmeti, daha sonra Yûnus Kelimesinde mevcût olan nefsiyye hikmeti, daha sonra Eyyûb Kelimesinde mevcût olan gaybiyye hikmeti, daha sonra Yahyâ Kelimesinde mevcût olan celâliyye hikmeti, daha sonra İlyâs Kelimesinde mevcût olan înâsiyye hikmeti, daha sonra Lokmân Kelimesinde mevcût olan ihsâniyye hikmeti, daha sonra Hârûn Kelimesinde mevcût olan imâmiyye hikmeti, daha sonra Mûsâ Kelimesinde mevcût olan ulviyye hikmeti, daha sonra Hâlid Kelimesinde mevcût olan samediyye hikmeti, daha sonra Muhammed Kelimesinde mevcût olan ferdiyye hikmetidir. (23) Ya'nî Hak Teâlâ Hazretleri, Âdem'e tevdî' (emanet) eylediği şeyi göstermek sûretiyle, o şeye muttali' (haberli) kıldı ve göstererek muttali' (haberdar) kıldığı bu şeyi, iki kabzasında (avucunda) ona irâe etti (gösterdi). O iki kabzadan (avuçtan) birisi, sıfât-ı kâbiliyyet sâhibi olan (kabiliyet (Dıştan gelen tesirleri kabul edebilme gücü) sıfatları ile nitelenen) sol kabzadır (sol avuçdur) ki, onda âlem var idi. Ve diğer kabza (avuç) dahi (da) sıfât-ı fiiliyye, sâhibi olan (fiiliyat (tesir etme, terbiye etme) sıfatları ile nitelenen) sağ kabzâdır (sağ avuçtur) ki, onda Âdem ve evlâdı ve evlâdının merâtibi (mertebeleri) meşhûd (görülüyor) idi. Vaktâ ki (ne vakit ki) Allah Teâlâ, bu imâm-ı vâlid-i ekber (en önde gelen büyük babamız) olan Âdem'de îdâ' eylediği (emanet ettiği) şeye beni sırrımda (özümde, kalbimde) (Sırr: Cenâb-ı Hakk`ın isim ve sıfatlarına ait gizli hakikatlerin göründüğü kalp) muttali' kıldı (haberdar etti) ve onun kâmil olan evlâdının suver-i cem'iyye-i İlâhiyye’sini (sûretinde toplamış olduğu İlâhi topluluğu) tafsîlen (açarak) müşâhede ettirdi (şahitlik yaptırdı); bu kitapta sırrımda vâki' olan (gerçekleşen) müşâhedâtımdan (şahit olduklarımdan) bana tahdîd olunan (koyulan sınır ölçüsünde) şeyi îrâd ettim (söyledim). Zîrâ sırrımda cemî'-i Enbiyânın hakâyıkını (bütün Peygamberlerin hakikâtlerini) müşâhede ettiğimde (gördüğümde), ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin işlerini, hoşluklarını) zevk-ı Muhammedî dâiresinde (Muhammedi haz çerçevesinde) ızhâr (ortaya koymak) ve bu kitapta beyân etmek (açıklamak) için, (S.a.v.) Efendimiz tarafından bana bir hadd ta'yîn buyruldu (belli bir sınır atandı). Binâenaleyh (bundan dolayı) ben bu kitapta bana ta'yîn olunan haddi (sınıra) tecâvüz etmedim (aşmadım). Ve sırrımda vâkı' olan (özümde gerçekleşen) müşâhedâtımın (şahit olduklarımın) hepsini yazmadım. Zâten müşâhede ettiğim (gördüğüm) esrâr (gizli sırlar) ve ezvâk (manevi tatlar), ne bu kitaba ve ne de el'ân (şu anda) mevcûd olan âleme sığmaz. Zîrâ bir bahr-i bî-pâyân (sonsuz bir derya) olan ezvâk (zevkler) ve maânî (manâlar) libâs-ı sûrete (suret elbisesine) sığmaz. Nitekim Hakîm-i Senâî hazretleri buyurur: Beyt: .............. Tercüme : "Söylediğimden rücû' ettim (geri döndüm) . Zîrâ sözde ma'nâ ve ma'nâda söz yoktur." İşte bu kitapta îdâ' ettiğim (bıraktığım, emanet ettiğim) şey dahi, (de) sırrımda müşâhede ederek (görerek) muttali' olduğum (malumat sahibi olduğum) ezvâk (zevkler) ve maârifdendir (bilgilerdendir). Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, Kelime-i Âdemiyye'de mündemic (Âdem kelimesinde kapsanmış) olan "hikmet-i İlâhiyye"yi (İlâhi hikmetleri) bana tahdîd etti (sınırladı, çerçeveledi), o da bu babdır (bölümdür). Binâenaleyh (bundan dolayı) hikmet-i İlâhiyye’den (İlâhi hikmetlerden) sırrımda muttali' (malumat sahibi) olduğum şeyi ber-vech-i tahdîd (sınırlandığı şekliyle) yazdım. Ondan sonra sırasıyla her birinin ezvâkı (tadları, hazları), bu kitâb-ı münîfin (kıymetli kitabın) birer bâbından kinâye olan (birer bölümü demek olan) her bir fasta (kısımda) beyân olunmuştur (açıklanmıştır). Her bir kelimenin bir hikmete sebeb-i ihtisâsı (ayrılma sebebi), her fassın (bölümün) ibtidâsında (başlangıcında) mukeddeme (ön bilgi) olarak gösterilmiş olduğundan burada ayrıca beyânına (açıklamasına) hâcet (lüzûm) görülmemiştir. Ve her bir hikmetin fassı, kendisine nisbet olunan kelimedir. Binâenaleyh bu kitapta, Ümmü'l-Kitap’ta sâbit olduğu şey üzere, bu hikmetlerden zikrettiğim şey üzerine iktisâr ettim. İmdi ben, bana resm olunan şeye imtisâl ettim. Ve bana tahdîd olunan şey' indinde durdum. Ve eğer bunun üzerine ziyâde etmeğe meyl etsem, kâdir olmaz idim. Zirâ hazret bundan men' eder. Muvaffık ancak Allah'tır. Onun gayri Rab yoktur. (24) Ve her bir hikmetin özü, kendisine bağıntılanan kelimedir. Bundan dolayı bu kitapta, Ümmü'l-kitap’ta (ana kitapta/levh-i mahfuz) belirlendiği şekliyle, bu hikmetlere ilişkin anlattıklarımda sözü uzatmadım. Şimdi ben, bana tertib ve tarif edilene uydum. Ve bana çizilen sınırlarda durdum. Ve eğer bunun fazlasını yapmağa kalksam bile güç yetiremezdim. Çünkü Hazret, beni bunu yapmaktan alıkoyar. Başarıya ulaştıran ancak Allah'dır. Ondan başka Rab yoktur. (24) Ya'nî her bir hikmet, bir Nebî’nin kalbinde müntekıştır (nakş olunmuştur). Ve o Nebî’nin vücûdu (varlığı) bir kelimedir ki, onun kalbinde müntekış (nakş) olan hikmet o kelimeye nisbet olunur. (bağıntılanır, karşılık gelir) "Kelime" ve "fass" haklarındaki îzâhât (açıklama) "Dîbâce"nin (Önsözün) şerhinde (açıklamasında) mürûr etti (geçti). Hz. Şeyh (r.a.) buyurur ki: Ben bu kitapta, ümmü'l-kitapta (Ana Kitapda/Levh-i mahfuzda) sâbit (var) olan hadd (sınır) dâiresinde (içerisinde), bu hikmetlerden zikrettiğim (anlattığım) ezvâk ve maârif üzerine (hazlar ve bilgiler hakkında) iktisâr ettim (sözü kısalttım). Bu Ümmü'l-Kitap’ta sâbit (var) olan haddi tecâvüz etmedim. (sınırı aşmadım) Bu Ümm-i Kitap (Ana kitab/Levh-i Mahfuz), hakîkat-i Muhammediyye’den (Muhammedi hakikatten) ibâret olan taayyün-i evveldir (ilk oluşum, beliriş mertebesidir). Ve cemî'-i Enbiyâ (bütün Peygamberler) ve Evliyâ, kâffe-i ezvâk (tüm manevi hazları) ve ulûmu (ilimleri), velâyet-i hâssa-i Mûhammediyye (Muhammed’e has Velâyet) ve makâm-ı Mahmûd’dan (öğülmüş, medh edilmişlerin makamından) ibâret bulunan, bu mertebeden alırlar. Ve bu Ümm-i Kitap (Ana Kitab) hâtem-i Evliyâ (nebilerin mühürlerinin) mişkâtıdır (vitrinidir). (Mişkat: Kandil koyulan küçük hücre) Bu babdaki (bölümdeki) tafsîlât (açıklama), Fass-ı Şîsî'de gelecektir. Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) vâris-i kâmil-i Nebevî (nebinin kâmil varisi) olduğundan buyururlar ki; Ben hâtem-i Enbiyâ mişkâtında (nebilerin mührlerinin vitrini gibi olan), bu Fusûsu'l-Hikem kitabında beyân ettiğim (açıkladığım) ulûm (ilimler) ve ezvâk-ı Enbiyâyı (Peygamberlerin işlerini, hoşluklarını) tahrîrde, (yazmakta) bana resm (tertib ve tarif edilen) olunan hadde (sınıra) imtisâl ettim (uydum) ve bu tahdîd olunan (belirlenen) mikdâr dâiresinde (sınır içerisinde) durdum. Bu dâireyi aslâ tecâvüz etmedim (Bu sınırı asla açmadım) Eğer bunun ziyâdesine (fazlasına) meyl ede idim (yönelseydim), kâdir olamaz idim.(güç yetiremezdim) Zîrâ (çünkü) ben ubûdiyyet (kulluk) mertebesinde sâbitim (duruyorum). Ve hazret-i ubûdiyyet (kulluk makamı) ise, seyyidin (efendimin) resm ettiği (tertib ve tarif ettiği) şeye muhâlefetten men' eder. (karşı gelmeyi yasaklar) Binâenaleyh (bundan dolayı) hakikat-i Muhammediyye’den me'hûz (ödünç alınmış) olan bu Fusûsu'l-Hikem'de ızhârına (ortaya koymaya) me'mûr (vazifeli) olduğum maârifte (bilgilerde) ne ziyâde (fazla) ve ne de noksan vâkı' olmamıştır. Doğru yolda tevfik ihsân eden (İlâhi yardım, bahşeden) ancak (sadece) Rabbü'l-Erbâb (iyilerin, iman edenlerin Rabbi) olan Allâhü zü'l-celâl hazretleridir. O Rabbü'l-Erbâbın (iman edenlerin Rabbi’nden) gayri (başka) olan bir Rab yoktur. ......................... İmdi kitap müellifleri (kitab yazanlar, yazarlar) kendi hal ve şanlarına kıyâsen, (kıyaslayarak) bu Fusûsu'l-Hikem'de Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimizin himmet ve tasarrufu sebk ettiğine (himmet ve tasarrufun önüne geçtiğini) zâhib olurlar (zannederler) ise, hatâ-yı azîmde bulunurlar (büyük hata yapmış olurlar). Vâris-i ekmelin ulûmu, (en mükemmel mirasçının ilmi) ehl-i hicâbın (perdeli olanların) âlem-i tabîattan (tabiattan) müstenbat (tetkik sonucu elde edilmiş) olan ulûm-i istidlâliyyesi (akli delillere dayandırılan ilimleri) gibi değildir. İşte bu kıyâs-ı nefsten (kendileriyle kıyastan) dolayıdır ki, ulemâ-i zâhireden (zahir ilimlerle uğraşanlardan) birçoğu bu kitâb-ı münîfe (kıymetli kitaba) i'tirâz edip ihrâka (yakmaya) teşebbüs etmişler ve ba'zıları Hz. Şeyh'in kadr-i âlîsini (yüksek mertebesini) mu'terif olmakla (îtiraf etmekle) berâber, mahzâ (ancak) isti'dâdât-ı zâtiyyelerinin (kendi istidâtlarının) adem-i müşâadesinden (görüşü olmayışından)) dolayı mündericât-ı kitaptan (kitabın içinde bulunanlardan) ürkerek, bu kitâbın bir İspanyol generali tarafından bi't-te'lîf (yazılarak) Hz. Şeyh'e isnâd olunduğunu (dayandırılmış olduğunu) beyân etmişlerdir (söylemişlerdir). Halbuki bu isnâd (yakıştırma) o kadar câhilânedir ki, külfet-i redde (reddetme zahmetine) bile değmez. Şu kâdar diyelim ki, bu kitâb-ı münîfin te'lîfi; (kıymetli kitabın yazımı) 627 sene-i hicriyyesindedir. Fütûhât-ı Mekkiyye ise 590 senesinde Mekke'-i Mükerreme'de te'lîf buyrulmuştur (yazılmıştır). Tecelliyât-ı Mevsıliyye ise Musul'da te'lîf olunmuştur (yazılmıştır) . Halbuki o vakit usûl-i tıbâat (kitap basma usûlü) mevcûd olmadığı cihetle (yönüyle) Fütûhât-ı Mekkiyye gibi bir eser-i cesîmin (büyük eserin) İspanya'ya kadar intişârı (neşrolunması) nasıl mümkin oldu da bu general bu kitâb-ı münîfte (kıymetli kitapta) Fütûhât-ı Mekkiyye ve Tecelliyyâta Mevsıliyye ve Kitâbü İnşâi'd Devâir gibi Hz. Şeyh'in birtakım âsâr-ı celîlesi (apaçık meydanda olan eserlerinin) mündericâtına (içerdikleri) atf-ı hakâyık etti (hakikâtlere atıfta bulundu)? O ne büyük general imiş ki, lübb-i Kur'ân'a (Kuran’ın özüne) ve Hz. Şeyh-i Ekber'in âsâr-ı aliyyesinde (yüce eserlerinde) inbâ' buyurduğu (haber verdiği) ezvâka (zevklere) vâsıl olmuş da; Fusûsu'l-Hikem gibi bir eser-i azîm (büyük eseri) vücûda getirmiştir ve mertebe-i kemâlde (kemal mertebesinde) Hz. Şeyh'e müsâvî (aynı seviyeye) gelmiştir? Bunun mümkin olmadığı meydanda olduğundân bu isnâd (yakıştırma) bir ürcûfe-i câhilânedir (cahilce bir uydurmadır) . Ey mü'min-i mütefekkir (düşünen mümin), eğer bu ve emsâli (bu ve bunun gibi) âsâr-ı ekâbiri (büyük eserleri) okuyup anlamıyor isen, ta'n etme (kötüleme) ! “Benim için değildir” de, bırak! Bu, tarîk-ı insâftır (insaflı yoldur) . Ve insâf, dînin yarısıdır. Zîrâ âsâr-ı ekâbirden (büyük eserlerden) her ferdin (şahsın) nasîbi (payı) yoktur. . “Vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil azîm” yâni “Ve Allah, rahmetini dilediği kimseye tahsis eder. Ve Allah, “büyük fazıl” sahibidir.” (el-Bakara, 2/105). İntihâ:(Bitişi) Leyle-i perşenbe (Perşembe gecesi) 2 Kânfın-i Sânî 335 ve 29 Rebîu'1-Âhir 337; Saat 1, 5. (2 Ocak 1919 ve 29 Rebîu'l-Âhir 1337; Saat 01:50)
Benzer belgeler
1. neyi dinle, nasıl şikâyet ediyor? Ayrılıklardan
(birleşme) kabûl etmeyen suver (sûretler) ve eşkâl (şekiller) ile hâriçte
(dışta) zuhûrudur (meydana çıkmasıdır). Ve bu âleme “âlem-i misâl”
tesmiyesinin (ismi verilmesinin) vechi (yönü, nedeni) bu...