Bir duyum, bir söylenti, tüyo. Tüyo gibi bir haber
Transkript
Bir duyum, bir söylenti, tüyo. Tüyo gibi bir haber
İLK GİDİŞ Bir duyum, bir söylenti, tüyo. Tüyo gibi bir haber. Genelkurmay Başkanlığının müsaadeleri ile Büyük Ağrı Dağı yabancı dağcıların çıkışına açılmıştır. Haber böyle ve haberin tamamı, eni boyu hepsi bu. Kısa, kesin, net; Genelkurmay Başkanlığının müsaadeleri ile Büyük Ağrı Dağı yabancı dağcıların çıkışına açılmıştır. Belki, bütün ülkede, topu topu iki elin parmakları kadar kişiyi ilgilendiren ufacık bir haber, fakat hiç umulmayan ve beklenmeyen sevindirici bir haber. Bazı Amerikalılar Büyük Ağrı Dağı'na çıkmış. Amerikalılar, sınırda tabii radar gibi duran dağın tepesinden, Rusya'yı gözlemişler mi, dinlemişler mi bir şeyler yapmış. Dağ kapalı. Dağ kapalı idi. Bugün aldığımız bu haber ile dağ yeniden açılıyordu. Emin olmak istedim, haber doğru mu diye sordum soruşturdum, haber gerçekten doğru. Dağ, kontrollü olarak açılmış, ama nihayet açılmış işte. - Büyük Ağrı Dağı nerede? - Türkiye'nin doğusunda. - Öyle mi? - Ne öyle mi? - Yani, Büyük Ağrı Dağı Türkiye'nin mi doğusunda? 7 Ararat’ın itibarı - Evet, aynen öyle. Sen ne sanırdın? - Bilmem? Ben onu, masal, efsane, var, yok gibi bir şey sanırdım herhalde. Bizim Düldül İstanbul’dan yollandı. Bu bir Ford minibüs. Kırmızı renkte, tamponları, yere yakın kısımları ve radyatörün önüne gelen çubuklar bant şeklinde siyah boyalı, bir minibüs. Minibüse bu adı Necip taktı. Düldül eski bir araba, karbüratörü tamir olmuyor. Karbüratörü tamir ettiriyoruz, karbüratör kısa süre sonra tekrar eski haline dönüyor ve gene kendi keyfine göre açılıyor veya tıkanıyor. Onun için, bizim Düldül, Ret Kit'in atı gibi, isterse dörtnala gidiyor, istemezse tırıs gidiyor. Böylece minibüsün adı Düldül kaldı. Necip Nevşehir Lisesi'nde Fransızca öğretmeni, yaz aylarında turist rehberliği yapıyor. Necip aynı zamanda Düldül'ün şoförü. Direksiyonda Necip, içinde dokuz Fransız turist ile bizim Düldül İstanbul’dan yollandı. Bizim Düldül yollandı ama gitmiyor. Gitmesek olmaz mı yav, der gibi gidiyor. İstanbul’un karma karışık şehir içi trafiğinde Düldül'ün gidip gitmediği pek anlaşılmadı. Düldül mü gitmiyor, yoksa trafik tıkanıklığından mı yavaş gidiliyordu, başlangıçta bu pek belli olmadı. Ancak daha sonra boğaz köprüsünden E-5 e çıktık. E-5 de bütün arabalar bizi vızır vızır geçmeye başladı, Düldül bir kenarda at arabası gibi kaldı. -Necip bas. Bu araba hiç gitmiyor. Bazıları homurdanıyor. -Sonuna kadar basıyorum Mustafa Bey. Bak, bak, gaz yemiyor. Huyu tuttu gene. -Aksilik, biraz gidip de öyle tıkansa olmaz mıydı sanki? Bozuldu filan diyebilirdik. Oysa şimdi bozuk arabayla yola çıkmış gibiyiz. Necip sol camdan kolunu çıkardı, deh deh diye dıştan kapıya 8 İlk gidiş vuruyor, hadi gülüm diye diye direksiyonu sıvazlıyor, kilometre gösterge panosunun üstünü okşuyor, olmadı şaplaklıyor, fakat nafile. Düldül gitmiyor. Çok geçmeden, gurup arabada bir aksilik olduğunu anladı tabii. Neşesini bozmak istemeyen, hatta neşesine neşe katan bazıları, Necip arabaya deh deh diye vurdukça vas y, vas y (yürü, yürü ) diye Necip'e tempo tutmaya başladı. Fransızlardan bir çift ise, bu araba ile doğu turu yapılmaz, bu araba dört - beş bin kilometre yol yapmaz dedi, hiç olmazsa, İstanbul’a geri dönmek zor olmasın, biz buralarda inelim dediler ve Kartal'da indiler. Onlar bizden ayrıldı ve yol yakınken İstanbul’a geri döndü. Düldül, sanki iki yolcunun inmesini bekliyormuş gibi, o iki müşterimizin inmesinden az sonra, Pendik civarında açıldı. Ankara, Kapadokya, Kayseri ve Malatya üzerinden, Diyarbakır'a kadar iyi has vardık. Zaten bir minibüslük küçük bir gurup idi. İstanbul’da iki kişi ayrılınca, yedi kişi kaldı. Yedi kişilik gurubumuzun beşi kız. Necip ve beni de guruba dâhil ettiğimiz zaman kızların sayısı erkeklerden gene de daha fazla. Diyarbakır'da kaldığımız otelin sahibi, otel broşürü için guruptan bir kaç poz resim rica etti. Otelin mekanları belli olacak şekilde, lobide otururken, barda içki içer vaziyette, lokantada yemek yiyor gibi, terasda çay kahve içerken vs. kızlar poz verdi, resimler çekildi... Sabah kahvaltımızı yapıp tekrar yola koyulduk. Tekrar yola koyulduk ve Diyarbakır'ı çıktık. Diyarbakır'ı çıkar çıkmaz şekil değişti. Birden bire başka bir ortama girdik. Sanki başka bir diyara geldik. Gittikçe şekil değişmeye başladı. Necip de, ben de, hayatımızda ilk defa o gün doğuya gidiyoruz. Necip ve ben otuz yaşlarındayız, gurubun yaş ortalaması ise yirmi beş falan. Para kazanma amacından çok amatör zihniyetli bir gezi. Bazı kitaplar karıştırdık, haritalara baktık, bildiklerimizle, duyduklarımızla bir gezi 9 Ararat’ın itibarı programı hazırladık ve ancak masrafları karşılayacak kadar da fiyat verdik. Böylece, Fransa'da bir yer ile bağlantı kurduk ve bir gurup elde ettik. Nevşehir'de yeni kurulmuş küçük bir seyahat acentesiyiz. Hem tur programı hazırlama hem turist gezdirme konularında tecrübe kazanıyoruz. Ancak bu defa, tecrübe kazanmaktan ziyade, Fransız kızların arkasına takılmış Doğu Anadolu'yu geziyor gibiyiz. Ve gittikçe şekil yabancılaşıyor. Dağ yamaçlarına yazılar yazılmış. Yol kenarındaki taşların üstüne yazılar yazılmış. Biri dağa, öteki taşa yazmış. Biri yazmış, öteki yazmış. Öteki yazmış, beriki daha çok yazmış. Gözün gördüğü elin erdiği her yer, dağ taş, yazı dolu. Diyarbakır’a kadar böyle manzara yoktu, Diyarbakır’dan sonra ortam böyle. Dağ yamaçlarına, küçük taşları yan yana dizip, üstüne kireç dökmek suretiyle, büyük büyük yazılar yazılmış. Müşterilerimiz çocuk gibi, başladılar sormaya: Bu ne demek? Şu ne demek? Burada ne yazıyor? Şurada ne yazıyor? “Önce vatan”, “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “At, vur, öğün” vs. gibi dağ yamaçlarına büyük büyük yazılmış vecizeleri müşterilerimize tercüme ettik. Ancak yol kenarlarında, büyük taşlar üstüne yazılmış küçük yazıları tercüme edemiyoruz. Büyük taşlar üstüne yazılmış küçük yazıları, değil tercüme etmek, kendimiz de anlamıyoruz. Çünkü bu yazılar Türkçe değil. Hadi, biraz anladık, biraz uydurduk ve “Kürdi azadi”yi söktük diyelim. Ya diğer yazılar? Hayli uzunca bir yokuş çıktık ve bir boğazı aştık. Güneş geride kaldı. Akşam saatleri, gölgeler uzamış, dağların gölgeleri vadileri doldurmuş. Göz alabildiğine yamaç ve kıraç topraklar. Kıraç ve yamaç topraklarda yer yer vaha gibi küçük yeşillikler var. Etraf ıssız ve sessiz. Alaca gölgeli akşam vakti sağı solu kolaçan ede ede ilerliyoruz... Ta ilerlerde bir yerde, taşların arasından bir adam usulca şaram10 İlk gidiş pole süzüldü. Şarampolde, gölgenin karanlığında kalmış, belli belirsiz bir el kalktı. Durun diyor. Necip, hele bi dur! Hem şu adam, akşam akşam yolda kalmasın, hem o adama taşlarda ne yazdığını sorarız. Adamın hizasına varınca durduk. Adam, temkinli temkinli bizim Düldül'e yanaştı, soran gözlerle minibüsün içini süzdü. O zaman ben kapıyı açtım. Bunlar turist diye açıklamada bulundum. Adam, esmer, elmacık kemikleri çıkık, kısa boylu, zayıf, çelimsiz biri. Adam, ben kapıyı açtıktan sonra, biraz da kapının önünde durdu, düşündü, sonra bindi. Bir-iki kilometre ya gittik ya gitmedik adam bizi durdurdu, arabadan indi, şarampolü aştı, taşların arasına daldı gitti. Adam az sonra geri döndü. Yanında bir kadın var. Kadın daha ufak, siyah elbiseler giymiş ve kara çarşafa bürünmüş. Adam, “Bu benim gori” dedi. Kadının oturabilmesi için, ön koltuğun altından, alet sandığını çekip çıkardık. Kadına kapı ağzında bir yer hazırladık. Böylece “Gori”de bindi. Biraz daha ilerde tekrar durdurulduk. Bu defa, taşların arasından bir sürü çocuk süzülüp indi. En küçüğü en büyüğünün kucağında, diğerleri el ele tutuşmuş vaziyette, hemen hepsi birer yaş ara ile, boy boy çocuk. Ne zayıf ne besili, tombul yüzlü, açık tenli, kimi kıvırcık saçlı ve belirgin sarışın çocuklar. Çocukların avuçları, tırnakları ya da saçları kınalı. Şimdi arabada, Necip, ben ve yedi Fransız, “gori”, adam ve kimi aralarda kimi kucaklarda yedi çocuk. Niye böyle sıkıca saklanıp üç partide bindiklerini sorduk. Aradan bir zaman geçtikten sonra, adam tek kelimelik bir cevap verdi: Şaki. Gayri ihtiyari, dağlara baktım, yamaçlara doğru göz gezdirdim. Pek bir şey, yani eşkıya meşkiya gözükmüyor. Herhalde onlar bizim eşkıya filan olabileceğimizi mi sanıyorlarmış? Üçe ay11 Ararat’ın itibarı rılıp, taşların arkalarına saklanarak, eşkıyaya karşı tedbir almışlar. Aileyi, aramızda, elimizden geldiğince hoş tutmaya çalışıyoruz. Taşlarda ne yazdığını sorduk. Adam başını biraz sağa eğdi, sağ eliyle başını tuttu ve baş dedi. Elini göğsüne götürdü ve bize dedi. Bize bir baş. Taşlarda “Bize bir baş” (önder, lider) yazıyormuş, onu öğrendik. Adam bunları tercüme ederken hiç renk vermiyor. O, taşlarda yazılanların ne içinde, ne yanında, ne de karşısında. Adamın yüzünde hiç bir ifade yok. O bu hareketlerin tamamen yabancısıymış gibi, buralardan geçiyormuş da görmüş gibi, ya da bütün bunlar doğal bir olguymuş gibi, yani, buralarda dağlar vardır taşlar vardır, taşlarda bu yazılar vardır der gibi, yadırgamadan tercüme ediyor. Adam kesik kesik ve şiveli Türkçe konuşuyor. Sormazsan hiç bişey sormuyor, söylemiyor. Sorsan da, ağzından ancak cımbızla laf alınıyor. Gori konuşmuyor. Fransızların çocuklara sorduğu “Kaç yaşındasın?, Adın ne?” gibi maksat tanışıklık - konuşukluk olsun kabilinden soruları adam çocuklarına tercüme ediyor. Fransızların çocuklara söylediğini, çocuklar için biz Türkçeye tercüme ediyoruz, bizim Türkçemizi, adam kendi dilinde çocuklara tercüme ediyor ve aynı yoldan geri tercüme ile anlaşıyoruz. Kısa kollu, mini şortlu, şen şakrak Fransız kızların rahatlığı ve neşesi, başlangıçta içerde bizim ile beraber olan aileyi rahatlatmış, yüzlerinde hafif birer tebessüm, hani Mona Lisa'nın tebessümü gibi bir tebessüm belirmiş ise de, daha sonra ailedeki ürkeklik ve sinmişlik hepimize sindi. Herkes sustu. Hepimiz Van Goch'un, kulağı kesik, asık surat, kendi portresine döndük. Herkes suskun ve yüzler asık bir vaziyette karanlık kavuşurken Tatvan'a vardık. Tatvan'da aile arabadan indi, biz de otelimize gittik. Türkiye Cumhuriyeti Denizcilik Bankası, Devlet Deniz Yolları işletmesi, Tatvan Oteline, kısa adı ile Deniz Yolları Oteline yerleştik. 12 İlk gidiş Anadolu’nun orta yerinde gemi. İnsan bunu ilk anda yadırgıyor. Dağlar arasında, Van Gölü'nün maviliklerinde, bir kenarda bir kaç gemi. Beyaz beyaz gemiler. Gemilerin bacalarında, deniz yollarının sarı boyalı çapalı arması var. Hiç beklenmedik şekilde, gemi görmek, daha sonra, insana hoş bir sürpriz gibi geliyor, insan bir an İstanbul’da olduğunu hissediyor. Demir yolu bağlantısı için, devlet Van Gölü’nde, Tatvan - Van arası gemi işletiyor. Tren gölden gemi ile geçiyor. İşte o işletmeye bağlı olarak, göl kenarına yapılmış yirmi yirmibeş odalı şirin bir otel. Geceyi geçirmek üzere o otele yerleştik. Gecenin ilerlemiş saatleri, renk renk fosforlu ışıklar, diskonun gümbürtüsü, içerideki toz, sigara dumanı, alkolün etkisi, Fransız tutturdu: Sizin Kürt probleminiz var. Yok, kardeşim nereden uyduruyorsun, tek ayaküstü, şimdi bunları? Kürt yok ki, problemi olsun. Benim kafamda, problemmiş, Kürtmüş, varmış, yokmuş gibi bir mefhum yok. Benim kafamda doğu ile ilgili herhangi bir mefhum yok. Doğu yok. Doğunun doğusu hiç yok. Demir Perde.. Ben Fransıza samimiyetle, bizim Kürt problemimizin olmadığını, bizim doğu problemimizin olduğunu, memurların oralara gitmek istemediğini, doğuda mecburi hizmet olduğunu filan anlatıyorum. Aslında, ben ona problem de demezdim ya neyse. Fransız problem problem diye tutturunca, boşda bulundum herhalde, problem kelimesi ağzımdan öylesine kaçıvermişti. Hah işte dedi Fransız: Ben Kürt probleminiz var diyorum, sen ise doğu problemimiz var diyorsun. Demek ki ortada bir problem var. Bunu sen de bal gibi kabul ediyorsun. Tepemin tası attı. Nasıl atmasın? Fransız aslı astarı olmayan bir şeyi, ballandıra ballandıra problem yapıyor. Üstelik beni de kendine destekçi yapıyor. Sen de var dedin ya, sen de bal gibi kabul ediyorsun ya, diyor. 13 Ararat’ın itibarı Nerede kabul ettim be? Ne kabul ettim? Ne zaman kabul ettim? Ben hiçbir şey kabul mabul etmedim. Hem de “tres bien accepté” etmişim, pek bi güzel kabul etmişim, yani bal gibi kabul etmişim. Fransız, bana problem dedirtmekle, aklı sıra beni tongaya düşürdü, aklı sıra bana Kürt problemimiz var dedirtti, tepe tepe kullanıyor. İşte öyle tepemin tası attı. Ben de o zaman, kas katı oldum ve öyle ise bile bu bizim problemimiz, bundan sana ne ha, sana ne, dedim. Fransızı bi güzel haşladım, payladım. Valla azizim, Fransız neye uğradığına şaşırdı, kuyruğu kıstı, sus pus oldu çekildi, iskemlesini aldı, gitti başka yere oturdu. Kim bilir belki de, daha sonra, dayak yemediği için kendi kendine de şükretmiştir... Öyle bir parlamışım ki, böyle parladığıma sonradan ben bile şaştım. Meğer ben neymişim bre? Ama yani, kimse de durup dururken damarıma basmasın. Öyle değil mi? Ben Fransız’a, sizde de “La Bretagne soit libre” deniyor. Bak ben sana, Bretanya özgür olsun diyor muyum? Bak, biz sizin iç işlerinize karışıyor muyuz, falan diyebilirdim. Benim fikrimin doğruluğunu kabul ettirmek için ona belki daha başka argümanlar da getirebilirdim. Fransızların biz Türkleri, medeni olmayan, fikir tartışması yapmayı bile bilmeyen, kaba saba insanlar olarak tanımasını istemezdim. İstemezdim, ama Fransız çoktan yanımdan gitmiş, başka bir yere oturmuştu. Çekip gittiğine üzüldüm ama sonradan yanına gitmek de pek içimden gelmedi. Fransız filolojisi tahsil ettim. Lisanımı ilerletmek için Fransa'da bulundum. Oto stop ile Fransa'yı adım adım dolaştım. Fransa'nın hemen her yerine gittim, gördüm. Fransa’yı Fransız14 İlk gidiş ların çoğundan iyi bilirim. Doğu ile ilgili ise bütün bildiğim veya aklımda kalan, Nevşehir'de bir otelin diskoteğinde, bir Fransız ile yukarıda geçen meyanda bir tartışma. Tatvan yakınlarında bir akşamüstü şarampolde ürkek bir adam. Daha sonraki yıllar oralara tek tük gidişlerimden oralar hakkında intibaam, ağaçsız kır bayır. Hem, doğu hakkında intiba sahibi olmak veya doğu hakkında bir şey bilmek isteyen kim? Doğu dediğin, Avrupa değil ki, her sene gideyim? Doğu benim gözümde, kimsenin gitmek istemediği, gidenin kalmak istemediği, Allahın ittir ettiği bir yer; Sürgün yeri. Veya doğu benim gözümde, Almanların deyimi ile çok taş, az ekmek (viel Stein, wenig Brot) ve o çok taş, az ekmeğe, çok çocuk... Ama bu haber, yani Ağrı Dağı'nın turizme açıldığı haberi, işte bu, başka bir şey. Sayın Özcivelek, Ankara'daki Özcivelek Seyahat Acentasının sahibidir, ülkemizde ilk seyahat acentası açanlardan biridir, mesleğimizin duayenlerinin başında gelir. Bir büyüğüm olarak, kendisine sormuştum: Büyük Ağrı Dağı'na nasıl gidebilir, oraya nasıl turist götürebiliriz diye. Bu meseleye kim bakar, kime sorulur, kimden müsaade alınır diye. Sayın Özcivelek de, o zaman bana git, sana kim ne karışır, demişti. Hatta birine bir şey sormaya kalkarsan, onlar sana destek olmaktan çok köstek olur demişti. Arkasından da, bunları Lâtif Osman Çıkıgil'e sor. Yaşı epey oldu ama hâlâ keçi gibi dağa tırmanır. Dağlar için yanar tutuşur, dağlara da turist götürelim diye arada bir bizleri toplar ve dağlarla ilgili dia gösterileri yapar. Kendisi benim iyi ahbabımdır, selamımı da söyle diye ilave etmişti. Olur, mu canım, sormadan etmeden gidilir mi diye düşünmüş, üstünde öyle fazla da durmamıştım. Belki, ara sıra, ah şu dağ bir açılsa diye düşünmüş veya kalbimden geçirmişimdir. O zaman bu meselenin üstünde öyle fazla durmamıştım ama o günden sonra Lâtif Bey'i arayıp buldum. 15 Ararat’ın itibarı Lâtif Bey dağcılığımızın önderlerindendir. Neşeli, esprili, titiz bir beyefendi, dinç ve sempatik bir ihtiyar. Kendisine dağ turizmi yaptığımı söyleyince pek mutlu oldu. Geç bile kaldınız, şimdiye kadar nerelerdeydiniz, der gibi karşıladı. Alman ve İngiliz Elçilikleri mensuplarından ve bazı dostlarından oluşan, yürümeyi ve dağlara gitmeyi seven bir gurubu varmış, beni o guruba dahil etti. Bazı hafta sonları telefonlaşır bir yerlere yürüyüşe giderdik. Hermann, Erşan, Ayşin, Shirley Hanım ve diğer gelmek isteyenler, hafta sonları, özel arabalarıyla meclisin önünde buluşur, bir yerlere yürüyüşe giderdik. Temiz ve güzel havada yürümek iyi bir spor, Lâtif Bey ile yürümek ise ayrı bir keyf. Lâtif Bey'in, Ankara’nın Tırmanma Okulu (Kletterschule) dediği Hüseyin Gazi civarındaki kayalıklara doğru yürüyoruz. Lâtif Bey fıkra anlatıyor. Adamın birinin bir oğlu varmış. Okumuş, tahsil yapmış filan bir delikanlı. Fakat bu delikanlı bir huy edinmiş, her şeyin ismini değiştiriyor. Çatala çatal demek yerine bıçak diyor, bıçağa çatal diyor, masaya sandalye, sandalyeye masa diyor falan. Masaya niye masa densin? Ben buna sandalye diyorum. Eğer herkes buna sandalye derse masanın adı sandalye olur diye diretirmiş. Bir gün yemeğe misafirler gelmiş. Masa kurulmuş, herkes yemeğe oturmuş. - Babacığım çatalı verir misiniz? Baba çatalı vermiş. Oğul itiraz etmiş, ben buna çatal demiyorum ki baba, ben şuna çatal diyorum, bana onu ver. - Öyle değil mi Baba? Mantıklı değil mi? Herkes bıçağa çatal derse bunun adı çatal olur. - Öyle oğlum, gayet mantıklı. Mantıklı ama, herkes buna çatal demiyor ki, herkes buna bıçak diyor. Çatalı ver, bıçağı uzan, ben ona çatal demiyorum. İyice aklı 16 İlk gidiş karışan ve sabrı taşan baba, sonunda çorba tasını çocuğun başına geçirmiş ve sormuş. -Sen buna ne diyorsun oğlum? Çocuğun yüzü gözü çorba içinde, yakalarından aşağı çorba suları akıyor, demiş kepazelik. Hah demiş babası ben de buna kepazelik diyorum. Ankara genç bir başkent, daha yeni yeni kuruluyor. Ankara Kalesi'nde ve kalenin civarında oturuluyor. Ulus'a üç - beş bina yapılmış. Kızılay'da bir Kızılay binası yapılmış. Çankaya'ya uzanan yol boyunca elçilik binaları, kimi açılmış, kimi yapılıyor. Ankara Garı yapılmış ama, gara gidilemiyor. Bugünkü Gençlik Parkı, Hipodromun olduğu yerler, Tandoğan'a doğru, yani Garın etrafı her yer çamur ve balçık. Lâtif Bey duymuş ki, Kayseri'deki Hava Tugayı eğitim amacıyla Erciyes Dağının zirvesini bombalıyor. Lâtif Bey, çamurda bata çıka, Kızılay'dan gara kadar yürümüş, gardan binmiş Kayseri trenine, varmış komutana ve demiş Komutan dağlar bu ülkenin, bizim, milli değerlerimizdir, yapmayın, olmaz. Ankara'da, o zamanın Ankara'sında, meşhur bir lokanta varmış. Bir Beyaz Rus'un işlettiği Karpiç Lokantası. Adamın biri kayıntı mahiyetinde hafif bir şeyler yemiş. Tereyağı, biraz havyar ve kızarmış ekmek. Hesap tutmuş bir lira, adam uzatmış bin lira. Karpiç garsonu çağırmış ve parayı bozdurması için göndermiş. Lokantanın yanı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası. Merkez Bankası parayı bozmuş, garsona birer liralık bir torba dolusu para vermiş. Torbayı masanın üstüne boşaltmışlar, Müşteri, Karpiç ve Garson, üç koldan, başlamışlar parayı saymaya. 1, 2, 3, 4, ..... 995, 996, 997, 998, 999, bu da hesabın karşılığı olan bir lira... Ne çabuk geldik Hüseyin Gazi'ye? İki saatten beri yürüyoruz da niye hiç yorulmadım? 17 Ararat’ın itibarı Lâtif Bey, yürüyüş temposunu, mola zamanlarını öyle güzel ayarlar, yol boyunca tatlı tatlı öyle güzel sohbetler eder ki, Hüseyin Gazi'ye ne zaman geldiğimizi veya Beynam ormanlarında ne zamandan beri yürümekte olduğumuzu ya da Emli Vadisi'nde kamp yerine ne çabuk geldiğimizi kimse anlayamazdı. Ne diyorduk? Nereden geldik buraya? Lâtif Bey'den? Yok, hayır. İşte bu başka bir şey diyorduk. Evet, işte bu başka şeydi. İşte bu, o demekti. Yani, Büyük Ağrı Dağı, yabancı dağcıların çıkışına açılmıştır demek, Büyük Ağrı Dağı turizme açılmıştır demekti. Yani, benim bir büyüğüm olarak, nasıl gidilir, edilir diye Sayın Özcivelek Bey'e sorduğum şey veya ah bir açılsa diye kalbimden geçirdiğim şey. İş hayatına atıldığım 1977 yılından, dağın turizme açıldığı bu güne kadar, ben Fransızcama biraz da Almanca katmıştım. Nevşehir'de, acenteyi açtığımız ilk yıllarda, bize sık sık, Erciyes Dağı'na nasıl çıkıldığı sorulurdu. Erciyes'e nasıl çıkıldığını soranların çoğu az paralı genç Alman dağcılardı. Erciyes’e nasıl çıkıldığını soran genç Alman dağcılar ile ben de bir kaç sefer Erciyes'e tırmandım. Giderek dağcılığa merak sardım. Hasılı, hasbel kader tanıdığım genç Alman dağcılar vesile oldu, ben dağcı oldum. Son bir kaç yıldır dağcı turistlere hizmet veriyorum. Ülkemizde bakir bir saha olan dağcılık turizminde ihtisaslaşmak istiyorum. Ben bir turizmciyim. Ben bir dağ turizmcisiyim. Dağ rehberleri ve dağ turizmcileri ile toplam sayısı, bütün ülkede ancak iki elin parmakları kadar olan kişilerden biriyim ben. Ve ülkemizin en yüce, en tanınmış dağı, nihayet turizme açılmıştı. Yıl 1982... Duyduğumuz haberi büyük bir sevinçle derhal duyurduk. 18 İlk gidiş Değerli meslektaşlar, bugün size, Büyük Ağrı Dağı'nın yabancı dağcıların çıkışına açıldığını müjdelemekten mutluluk duyuyoruz. Büyük Ağrı Dağı'na çıkmak isteyen turistler, adı, soyadı, baba adı, doğum yeri ve doğum tarihi, pasaport numarası, pasaportun verildiği yer ve geçerlik süresini kapsayan bir listeyi Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkili makamlarının görüşüne sunup onay aldıktan sonra ve dağa çıkmadan önce, Ağrı Vilayeti, Doğubayazıt Kaymakamlığı'nda yetkililerin önüne koymak zorundadır. Eğer siz, müşterilerinize ait yukarıda istenilen bilgileri kapsayan, üç nüsha halinde hazırlayacağınız listeleri bize ulaştırırsanız, biz sizin için gerekli girişimlerde bulunur, izinlerinizi alırız. Dağa guruplar halinde çıkılması ve gurupların yanlarında Türk Dağrehberleri bulundurması zorunludur. Çıkış sırasında turistler, yanlarında dürbün, ses alma cihazı, profesyonel kamera bulunduramaz, yerli halk ile ilişki kuramaz. Veuillez agréer‚, chers messieurs, l'expression de mes sentiments les plus distingués. İsmim, imzam. Her Fransızca mektubun sonuna aşağı yukarı aynı şekilde gelen şu kalıp cümleyi de bir türlü ne ezberliyebildim, ne sökebildim. Sayın baylar, en ince duygularımın kabülü dileği... Veuillez agréer, chers messieurs, l'expression de mes sentiments les plus distingués. Dağa çıkış için öngörülen protokol gereklerini, noktası virgülüne kadar aynen ve eksiksiz olarak tercüme ettik. Protokol gerekleri bir turist için biraz ağır gibi olmasına rağmen eksiksiz olarak tercüme etmek lazım. Askeri bir protokol bu. Karşı taraf ona göre hazırlık yapsın, bilerek gelsin. Daha sonra şu olmamış bu olma19 Ararat’ın itibarı 20 İlk gidiş mış durumları olmasın. Eksik bilgilendirmeden dolayı kendimiz sorumlu duruma düşmeyelim, başımız ağrımasın. Protokolü ve öngörülen gerekleri eksiksiz olarak tercüme ettik. Fransızca ve Almanca güzel güzel mektuplar hazırladık. Hazırladığımız mektupları, Avrupa'da dağ turizmi yapan, çeşitli seyahat acentelerine gönderdik. Avrupa’daki acente müşteri toplayıp gurup yapacak. Gurupları uçak ile bize gönderecek. Biz bu gurupları İstanbul veya Ankara Havaalanlarında karşılayacağız, anlaştığımız program dahilinde müşterilerimizi gezdirip ve dağa çıkarıp indirdikten sonra tekrar havaalanında uçağa verip göndereceğiz. Yurt içi uçak, oteller, tur otobüsü, rehber vs. harcamalardan sonra elimizde kalacak para, bu organizasyonu gerçekleştirmede emeğimizin karşılığı, yani kârımız olacak. Avrupa'ya gönderdiğimiz mektupların üstünden henüz bir kaç gün geçmişti ki, Fransa’dan iki-üç tane mektup aldık. Bu dağa çok talep olacağını biliyordum zaten. Bilmiyordum ama tahmin ediyordum veya hissediyordum. İşte ilk talepler gelmişti bile. Mektupları heyecanla hemen açtım. Açmamla fırlatıp atmam da bir oldu. Bunlar, benim onlara gönderdiğim yazılar. Aynen geri göndermişler... Az sonra, fırlatıp attığım yazıları yerden tekrar topladım. Birinin üstünde kırmızı kalemle büyük bir “?” işareti, birinde “X” işareti var. Şu Fransızlar hep böyledir zaten. Paralarında bile “Liberte, egalite, ne bileyim ne” yazar. “Özgürlük, eşitlik, ne bileyim ne” İnsan hakları diye bir şey bilirler, başkaca da bir şey bilmezler. Hani yazdık ya, dağa gurup halinde çıkılacak. Çıkışlarda Türk dağ rehberi alınacak. Dürbün mürbün yok falan filan diye. Ona kafayı takdılar herhalde. Bilmezler ki dağı serbest bıraksak Amerika’nın CIA cıları tepemizde cirit atacak. Kuzey komşumuz Rusya ile iyi komşuluk ilişkilerimiz filan? Bilmezler ki, “Bu kış ülkeye komünizm gelecek” (Bu kış ülkeye komünizm gelebilir sözü, 3. Cumhurbaşkanımız, rahmetli Sn. Celal Bayar'a aittir). Onlar bilmezler. Onlar bilemezler. Onlar bilseler 21 Ararat’ın itibarı bile, bilmek istemezler. Onlar, bizim gibi dünyanın en stratejik ve kritik bir yerinde bulunmuyorlar, keyifleri yerinde. Eşitlik, özgürlük, ne bileyim neymiş. Biz bilmeyiz sanki? “X” e boş verdim, ama şimdi laf aramızda, şu “?” işareti kafamda bir soru işareti yaratmıştı. Yazıların üstünde “X” ve “?” dışında, herhangi bir açıklama veya not yok. Yazıları da kimlerin geri gönderdiği belli değil. Zarflarda adres yok. Yalnız, soru işareti koyan, işareti tırnak içine almış. Bununla ne demek istiyorsa, soru işaretini özenle tırnak içine almış. Bu “X” ler ve “?” işaretleri sizi çok seviyoruz, mektup yazmanıza bile gerek yok, bir işaret çakmanız yeter, istediğiniz isim listelerini hemen gönderiyoruz, falan filan demek değildi herhalde? Bu “X” ler ve “?” işaretleri sizi çok seviyoruz demek değil ise ne demekti? Saç, sakalımın bir karış olduğu, Fakülteyi ekip, sırt çantamı, uyku tulumumu kaptığım gibi kapağı Avrupa'ya attığım, hippilik yıllarım. Fransa'da bağ bozumu, üzüm topluyorum. Patronumuz, ilk gün, çeşitli milletlerden oluşan biz işçilerini topladı. “Çalıştığınız müddetçe, bana ait bu evde kalabilirsiniz. İş şu saate başlar, şu saate biter. Devlet tarafından ilan edilen resmi ücret üzerinden yevmiye alacaksınız. Bu yıl devletin ilan ettiği üzüm toplama yevmiyesi 75 frank ve günlük iki litre şaraptır. Günde iki litre şarap size çok gelir ve içemez iseniz, içmediğiniz kısmı, litresini 50 santimden geri alırım” dedi. Patron sonra, usulleten, hani Fransız nezaket kurallarına halel gelmesin kabilinden, kim ve nereli olduğumuzu sordu. Amerikalı, Kanadalı, İspanyol, Fransız, kız erkek sekiz kişiyiz. Herkes sırasıyla, memleketini ve kendi adını söyledi. Sıra bana gelince, etrafımdakilere kaçamak bir göz attım ve ezile büzüle ben Türküm dedim. İçerdeyken kendi kendimize, Türklüğümüzle pek öğünür ve gururlanırız filan ama dışarıdayken bu hiç de böyle değildir. Dışarıdayken, kendi kendimize Türklüğümüzü bilmemeye, daha ziyade 22 İlk gidiş Türklüğü bir tarafa bırakmaya filan özen gösteririz. Ne bileyim ben, sanki Türk olmak suçmuş gibi, etrafımdakilere kaçamak bir göz attım, ürkek ve çekingen bir tavırla ben Türküm dedim. Ben Türküm demeyecektim de, ne diyecektim? Zaruri olarak ben Türküm dedim. Ben Türküm deyince, patron yerinden kalktı, ceketini ilikledi, samimiyetle elimi sıktı. “Özür dilerim” dedi “seni de diğerleri gibi herhangi biri sandım”... Kanuni Sultan Süleyman diye bir padişah varmış. Fransızlar ona Soliman Manifique (Muhteşem Süleyman) derlermiş. Fransa'dan kalkmış, İslambol'a, Soliman Manifique'in huzuruna gelmiş, rica etmişler. Demişlerki, “Haşmetli Hünkâr! Bizim kral esir düştü. N'olur şu bizim düşmanlarımıza bir şeyler söyle. Kralımızı esaretten kurtar” Kanuni, kavuğunu sallaya sallaya, çenesini ovalaya okşaya meseleyi dinlemiş anlamış ve: “Frenklerin biricik François'sı tiz serbest ola ha!” demiş. Diyebilir. Herkes bir şey diyebilir? Amerikan Başkanı George Bush da Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'e Kuveyt'ten derhal çık, dedi. Ne oldu? Saddam da Bush'a, erkeksen gel de sen çıkar, istersen Avrupa'dan Kanada'dan şuradan buradan arkadaşlarını da çağır gel, dedi. Evet, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Süper Güç Amerikan Başkanı George Bush'a aynen öyle dedi de, o günler televizyonlardan naklen maç seyreder gibi, naklen savaş seyrettik. Hem de haftalarca süren, naklen savaş. Öyle olmadı mı? Ancak karşınızdaki adam Süper Güç Amerikan Başkanı George Bush değil ki, diyebilesiniz, erkeksen gel de sen çıkar, istersen arkadaşlarını da çağır gel. Karşınızdaki adam, Memaliki Aliye-i Osman, Devletlu, Zat-ı şahane, Kanuni Sultan Süleyman. Her kimse, ben de bilmiyorum. Adamın ağzından çıkan söz kanun. Frenklerin biricik François'ı tiz sebest ola ha! Papirusa çızıttırmış. Fermanumdur, mu23 Ararat’ın itibarı hatabına verile, deyu, Fransızlara vermiş. Bitti... “Amerikalı, Kanadalı vs. gibi, seni de herhangi biri sandım, kusura bakma” diyen Fransız patronum, beni, bir çift kelam ile krallarını esaretten kurtaran işte o adamın torunu sanmıştı zahir. Peki ya şimdi? Son birkaç yıldır ne olmuştu bu Fransızlara? Türk dostu, dünya tatlısı bu Fransızlara son yıllarda ne olmuştu? Hafta sekmez ki Agence France Press'den yeni bir haber, kötü bir haber gelmesin. Agence France Press'in Paris bürosuna telefon eden kimliği meçhul ASALA üyesi “Az önce Türkiye'nin Sidney Konsolosunu vuran ben idim dedi” dedi. Sidney nere, Paris nere? Kel alâka? Ben, kocca Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu ben, ben onlara, Ağrı Dağı açıldı buyurun gelin diyorum. Turizm murizm buyurun gelin, tanışalım, bilişelim diyorum. Onlar bana kırmızı kalem ile soru işareti, iks miks, insan hakları, asarız, keseriz, şu, bu? Ne iştir bu? Cızzz sıcak. Cık. Fransızlar yaramaz... Gelmezse gelmesinler. Dünyada Fransızlardan başka dağcı mı yokmuş sanki? Ararat ist frei gegeben. Büyük Ağrı Dağı açılmıştır. Kalktım Almanya'ya gittim. Münih'de, DAV Berg- und Skischule GmbH (Deutsche Alpin Verein Berg- und Skischule, Geselschaft mit beschrencktem Haftung, Alman Dağcılık Federasyonu, Dağ ve Kayak Okulu, sorumluluğu sınırlı şirket) in bürosunda, kısa adıyla DAV'ın bürosunda, Burschi'nin karşısına kuruldum. Ona yeni açılmış, gıcır gıcır, üstelik 5000 metrelik kocca bir dağ getirmiştim. Kurulmakta haksız mıyım yani? Volkmar Stitzinger, DAV'ın temel direğidir. Şirkette herkes her derdini ona götürür. Her işe o koşar. Herkes ona Burschi der. Ben 24 İlk gidiş de dağın açıldığını Burschi'ye söyledim. Burschi bana, dağa nasıl gidilir? Nasıl bir program yapalım? Sen ne düşünüyorsun? Senin fikrin ne, falan filan diye sormadı. Sorsa da, zaten bilmiyorum. Ben de ilk defa onlarla gideceğim. Burschi, pratik çözümler bulan, ününü hak etmiş bir adam. Burschi bana sorup vakit kaybedeceğine, hemen telefonu kaldırdı ve bir bilene sordu: - Toni Ararat'a nasıl çıkılır? - En bilinen güzergah Türk ordusunun çıktığı rotadır. Buna biraz bozuldum. Yani? Yani, dağ, hiç de öyle benim sandığım gibi yeni açılmış, gıcır gıcır değilmiş. Daha önce ordu çıkmış? Baksanıza, Toni de çıkmış. Toni daha sonra dağa nasıl çıkıldığını geniş geniş izah etti ve Toni'nin verdiği bilgiler kayda geçildi: 1. Gün: Doğubeyazıt'a varış. Otele yerleşme. Isak Paşa Sarayı'nı ziyaret. Daha sonra, malzemelerinin gözden geçirilmesi. Dağ için lüzumlu olan ile lüzumlu olmayan malzemeyi ayırma. Dağcılık için lüzumlu malzemeyi tasnif etme. Dağ için lüzumlu olmayan malzemeyi otele bırakma. Akşam yemeği ve otelde geceleme. 2. Gün: Doğubeyazıt'tan arazi aracı ile Eliköye hareket. Eliköyde eşyaların yük hayvanlarına yüklenmesi. Dört-beş saatlik bir yürüyüşle Anakamp (I.kamp) yerine varış. 3200 m. de kamp kurma. 3. Gün: Akklimatisation (yüksekliğe uyum, havaya girme), aynı zamanda kötü hava şartlarına karşı yedek gün. 4. Gün: iki-üç saatlik yürüyüşle Arakamp (II. kamp) yeri. 4200 m. de kamp kurma. 5. Gün: 02 de uyanma. Giyinme. Hafif bir kahvaltıdan sonra zirveye hareket. Çıkış ve aynı rotadan Anakampa dönüş. 6. Gün: Anakamp - Eliköy - Doğubayazıt. Dağ için altı gün gerekli. Bu altı günün başına ve sonuna 25 Ararat’ın itibarı Doğubeyazıt'a gitmek ve dönmek için de bir kaç gün ilave etmek lazım. Gidiş ve dönüş yolu üzerindeki, gezilip görülecek turistik yerleri de programa aldık mı, işte oldu on - onbeş günlük bir Ağrı Dağı turu. Otto Hannes Ther, Istanbul Alman Lisesi öğretmenidir. Bay Ther aynı zamanda bir dağcı ve DAV rehberidir. Dağcılık sevdasına, Onu, Istanbul'da bulunduğu yıllarda tanımıştım. Sağ olsun, ben ve benim gibi bazı arkadaşların dağcılığı öğrenmesi ve sevmesinde büyük emekleri olmuştur. Ülkemiz dağcılık camiasında Ther Hoca olarak saygı ile anılır. Ther Hoca, dört gün gibi uzun müddet kalınacak bir kamp yerine, büyük bir mutfak çadırı da gerekir dedi. O çadırda hem rahatça yemek pişirilir, hem kötü havalarda gurup o çadıra sığınır... Ağrı Dağı için cazip gezi programları düşünüldü. Ağrı Dağı'na çıkmak için hava şartlarının müsaade edeceği en uygun mevsim seçildi. Ağrı dağına çıkış izinleri için gereken bilgilerden, kamp yerinde kurulacak mutfak çadırına kadar her şey Alman titizliği ile ve tüm teferruatları ile gözden geçirildi. Münih'den Münih'e ikişer haftalık, onyedişer günlük tur programları hazırlandı. Hazırlanan tur programları seyahat kataloglarına basıldı. Seyahat katalogları piyasaya sürüldü. Kataloglar müşterilerin eline ulaştı. Ararat için kataloglarda ilan edilen tur tarihleri kısa sürelerde doldu. Ağrı Dağı'na çıkmak isteyen müşterilerimizin isimleri, ana baba adları, pasaport numaraları ve sairleri içeren listeler halinde Istanbul'da bize ulaştı... Biz de, protokolde ön görüldüğü gibi, bu isim listelerini “Büyük Ağrı Dağı'na turistik ve sportif amaçlı çıkmak isteyen gurubumuzun detaylı isim listesi ilişikte sunulmuştur. Gereğini arz ederiz” diye, bir dilekçe ekinde, İçişleri Bakanlığına postaladık. Bakanlıkdan izni de aldıkmı, günü gelince ver elini Büyük Ağrı Dağı. Biz geliyoruz... Almanya'da seyahat programı hazırlanması, hazırlanan seyahat 26 İlk gidiş programlarının seyahat kataloglarına basılması, basılan katalogların piyasaya sürülmesi ve müşterilere ulaşması. Müşteri toplanması. Toplanan müşterilerin isimlerinin Istanbul'da bize ulaşması. Bizim bu isimleri izin için, Ankara'da İçişleri Bakanlığına bildirmemiz falan filan. Üç – beş cümle ile özetlediğimiz bu zaman zarfında, aradan tam bir yıl geçti. Bir yıl sonra topladığımız, dağa çıkmak isteyen müşterilerimizin isim listelerini bakanlığa postaladık. Ver elini Büyük Ağrı Dağı demek için Bakanlıktan izin bekliyoruz. Hâlâ bekliyoruz. Hep bekliyoruz. İzin dilekçemizi vereli iki ay oldu cevap yok. Aradan üç ay geçti cevap yok. Gurupların gelmesine on – on beş gün kaldı. İçişleri Bakanlığında ses seda yok. Hani bakanlık izin verecek de dağa gideceğiz ya, işte o izinlerden ses seda yok. Alman acentemiz DAV sordu: -İzin meselesi tamam mı? Bizde ses seda yok. Alman acentemiz DAV tekrar sordu: -İzin meselesi tamam mı? Bizde gene ses seda yok. Alman acentemiz tekrar soracak. Bizde gene cevap olmayacak. Alman acentemize cevap verebilmek için Bakanlıktan cevap almamız lazım. Ancak Bakanlık cevap vermiyor. İlk gurubun gelmesine on gün gibi çok kısa bir zaman kaldı, biz hâlâ durumu bilmiyoruz. Huzursuz ve gergin bir bekleyiş. 27 Ararat’ın itibarı Bugüne kadar bekledik Bakanlıktan cevap gelmedi, o halde biz bakanlığı arayıp dilekçemizin akıbetini soralım diye düşündük. Böylece, İçişleri Bakanlığı'nın telefonunu bulduk ve Bakanlığa telefon ettik. Bakanlıkta karşımıza santral çıktı. Santral memuru, bize, şu makamı arayın diye Bakanlık içi başka bir makamın telefonunu verdi. Bakanlık içi o makam, bizde böyle bir şey yok dedi ve başka bir makamın telefonunu verdi. Başka makam daha başkasının telefonunu verdi, o başkası daha ötekinin.... Sayısız telefon görüşmesi yapıyoruz. Sayısız telefon görüşmesi de bir netice vermiyor... İzin mizin yok. Telefonunu alıp tek tek sorduğumuz, bütün makamların verdiği cevap hep aynı: “Bizde böyle bir şey yok.” Yoksa hayal miydi? Ağrı Dağı açılmamış mıydı? Her şey bir duyumdan mı ibaretti? İzin mizin yok muydu? Olur mu öyle şey. Duyumdan sonra ortaya bir protokol çıkmamış mıydı? Biz mektuplarımızı o protokole göre hazırlamamış mıydık? Dağın açıldığını gazeteler de yazmıştı. Ayrıca, ortada bir protokol vardı. Nasıl iş bu? Devlet bir şey ilan etmiş. Biz buna göre, bir sene önceden hazırlık yapmış, müşteri toplamış, müşterilerin müracaatını yapmışız, verdiğimiz dilekçelere müspet ya da menfi cevap yok. Cevap şöyle dursun, gönderdiğimiz dilekçelerin, bakanlık içinde hangi makama havale edildiği bulunamıyor. İnsan gelen yazıları bir yere kaydeder, kime havale edildiğini not eder filan. Ne bileyim ben, bunun bir şekli veya bir yolu vardır herhalde? Daha sonra o yazı 28 İlk gidiş sorulduğunda, soran kimseye, git şuna sor denir. Kime sorsak “Bizde böyle bir şey yok.” “Bizde böyle bir şey yok.” Göğe mi uçtu gönderdiğimiz o kadar yazı? Böyle sorumsuzluk, böyle laçkalık olmaz. Böyle laçka devlet olmaz. Mümkünü yok Ankara'ya gideceğim, İçişleri Bakanı ile görüşeceğim. “Sayın Bakan!” diyeceğim “Şu kadar zaman oldu, verdiğimiz dilekçelere bakanlığınız evet ya da hayır diye cevap vermiyor. Bırakın cevap vermeyi, yolladığımız dilekçelerin bakanlık içinde hangi makama havale edildiği bile bulunamıyor. Böyle laçka devlet olmaz”. Kalktım Ankara'ya gittim ve Ankara'da, Meclisin karşısındaki İçişleri Bakanlığında, Bakan Bey'in makamına dayandım. Bakan Bey'in makam odasına varmadan, Bakan Bey'in makamının yanında, yan yana dizilmiş bir düzine kadar Bakan Yardımcısı makamları var. Bakan Yardımcısı makam odalarının girişinde, o yardımcının sekreterinin odası var. İçişleri Bakanı'nın makamına varmadan, Bakan yardımcılarından birinin sekreteri yolumu kesti. Sekreter hanım şikayetimi dinledi ve Bakan Bey o günler çok meşgul oldukları için, beni, merkeze alınmış, kızaktaki valilerin birine havale etti. O vali şikâyetimi dinledi ve beni başka bir valiye havale etti. Başka bir vali öteki valiye, öteki diğerine, diğeri başka birine havale etti. Havale edile edile, şu bina bu bina dolaşıyor, olsa olsa metodu ile Ağrı Dağı izinlerini arıyorum. Ancak bu defa telefon ile değil, şahsen, Ankara kazan ben kepçe dolaşıyor, Ankara'da Ağrı Dağı izinlerini arıyorum. İçişleri Bakanlığının Necatibey Caddesindeki binasına geldim. Girişte, danışmada görevli polis memuruna kimliğimi bıraktım. Her zaman olduğu gibi gene kimlik yerine yaka kartı alıp yakama taktım. Kapıdaki görevlinin bana tarif ettiği, Yabancılar şubesi, İran İstihbarat, Kaçakçılık ve Göçmen dairesinin bulunduğu kata çıktım. 29 Ararat’ın itibarı Oradaki diğer görevli tarafından makama davet edildim. Makamda, Müdür Beyin masasının önünde, bana işaret edilen koltuğa iliştim. Makamına davet edildiğim, Yabancılar şb., İran İstihbarat ve Kaçakçılık Dairesi Müdürü iri yarı bir adam. Müdür Bey iri yarı fiziği ile oturduğu makam koltuğunu tam olarak dolduruyor. Makam masasının önündeki misafir koltuklarının birinde ben varım, benim karşımdaki koltuk boş. Benim karşımdaki boş koltuğun arka tarafında üç kişi var. Oraya üç sandalye konmuş. Ortadaki sandalyede, eli yüzü bakımlı, modern giyimli, İranlı genç bir kadın var ve kadının iki yanında iki yaveri oturuyor. Onlar benden önce gelmişler. İranlı kadın, “Şah zamanında SAVAK ile ilişkim oldu, ne olur beni İran'a iade etmeyin” diye Müdür Beye yalvarıyor ve iki göz iki çeşme ağlıyor. Kadının, İran'a iade edildiği anda boğazlanacakmış gibi, acı acı yakarması insanın tüylerini diken diken ediyor. Polisler, komiserler dakika başı odaya giriyor, Müdür Bey'in masasına kucak dolusu dosyalar bırakıyor, dosyalarla ilgili görüş bildiriyor. Müdür Bey polislerin farklı değerlendirmelerini dengeleyip, polisler arası otorite mücadelesini dengede tutmaya çalışıyor, gelen dosyaları gözden geçiriyor, imzalayıp veya paraflayıp süratle sonuçlandırıyor. Müdür Bey, muhtemelen hakkında ne işlem yapacağına karar veremediği İranlı kadına, arada bir, kadın halinle ne işin vardı SAVAKla mavakla diye söyleniyor, kadını susturup işlerini bitirmeye çalışıyor. Şimdiye kadar makamına girip çıktığım hemen bütün valiler ve sair makamlar işsizlikten, sıkıntıdan sinek avlıyordu. Burası ise sanki İçişleri Bakanlığı'nın tüm işlerini tek başına yürütüyormuşçasına yoğun mu yoğun. Müdür Bey, gerek emrindeki polislere karşı babacan tutumu, gerek İranlı kadına davranışı, gerek işinin tüm detayları ile ilgilenmesi, seri çözümler üretmesi, masasına bırakılan yığınla dosyaları bıkmadan usanmadan aynı hız ve tempo ile inceleyip, im30 İlk gidiş zalayıp, paraflayıp sonuçlandırması vs. vs, her haliyle insanda saygı uyandıran muhterem bir zat. Makama davet edildim, Müdür Bey'in masasının önünde bana gösterilen koltuğa oturdum, bekliyorum. Gittiğim en son makamdan beni buraya gönderdiklerine ve beni burada makama davet edip şuraya otur dediklerine göre, derdin ne, ne istiyorsun diyecekler herhalde? Derdin ne, ne istiyorsun diyecekler diye bekliyorum. Epeyden beri buradayım, ancak kimsenin bana ne, ne istiyorsun dediği, ne de diyeceği var. İçerdeki iş trafiği öylesine yoğun. İçerdeki iş trafiği, yoğundan da öte, bir yarış gibi. Şu iş daha önemli, bu dosya daha acil, bu olay bir an önce... vs. vs. Masanın üstünde Müdür Beyin ismi yazılı. Nihayet, İranlı kadın, dosyalar, polisler, şunlar bunlar arasında bir fırsatını buldum ve: - Kâmil Bey, efendim, Büyük Ağrı Dağı izinlerine siz mi bakıyorsu... Daha cümlem bitmeden bir polis, “Efendim aslında bu olay...” Az sonra, ben tekrar: - Kâmil Bey, efendim, Ağrı Dağı izinl... Kadının hıçkırıkla karışık sesi “Beni İran'da yaşatmazl...” Başka bir polis.... Ben yeniden: - Kemal Bey Büyük Ağrı Dağı.. “Bu kadar işin arasında tek sen eksiktin?” der gibi, bir polis de gidip gelip devamlı beni kesiyor. - Kemal Bey Büyük A... Kucağında dosya yüklü içeri giren bir polis... Ben: - Kâmil B.. 31 Ararat’ın itibarı Kadının hıçkırıkları... Ben: - Ke.. ... - Kâ.. Bu defa Müdür Bey'in gürleyen sesi: - Kim bu adam? Bi Kemal diyor, bi Kâmil diyor. Kaldırın şu adamı önümden! Derhal bir el kolumu kavradı. Deminden beri hiç de dostane bakmayan, tek sen eksiktin der gibi bakan, o polisin eli. Ankara'da bir yaz günü sıcağı. Sabahtan beri Bakanlıkta orası senin burası benim ayaklarım şişmiş, yüzüm gözüm ter. Ona dert anlat: - Efendim Büyük Ağrı Dağı izinlerine siz mi bakıyorsunuz?.. - Ne ağrısı evladım? - Ağrı değil efendim, Ağrı Dağı, Ağrı Dağı. - N'olmuş Ağrı Dağı'na? - Bişey olduğu yok. Biz oraya gitmek istiyoruz da izni siz mi, veriyorsunuz? - İsteyen istediği yere gider, kime neymiş? - Peki efendim, demek ki sizde değil. - Yav ne bizde değilmiş? Ne izniymiş? Sen ne diyorsun? Kim gönderdi seni buraya? - Efendim, geçen yıl ilan edildi. Dendi ki.... Biz müracaatımızı yaptık... Şimdi o müracaatlara kimin baktığını... - Haaa, o işe ....rası bakıyordur, sen onlara sor. 32 İlk gidiş - Peki efendim.Çok teşekkür ederim. Buna konuyu izah et. Bunalmışım. Ağzım dilim kurumuş. Bu makamı buluncaya kadar gün akşam oldu. Buranın da doğru makam olup olmadığını bilmiyorum. Üstelik şimdi, deminden beri beni kesen polisin eli kolumda. Yerimden fırladım. Müdür Bey'e yöneldim. Beni kavrayan polisin eli kolumu sıkıyor, can havliyle ve olanca hışmıyla söyledim: -Beyefendi! Ya siz vatan hainisiniz, ya da ben. Bir haftaya belli olacak! Dişlerini gacırdatarak, yıldırım gibi koluma yapışan o polisten nasıl korkmuştum? O kocca Müdür'e, o saygı değer Müdür Bey'e vatan haini misiniz, ben mi demiştim? Vatan haini ne demek yav? Nereden çıktı bu? Bu işe en çok ben kendim şaştım... Vatan hainliği ile odanın içi buz oldu dondu... İranlı kadın, Müdür Bey'e ağlamaklı bir şeyler söylüyordu, ağzı açık, yüzü acı ve hayret karışımı bir ifade ile dondu. Yaver kadının yüzüne bakıyordu öyle kaldı. Müdür Bey imza atıyordu, başı öne eğik duruyor. Koşuşmalar, dosyalar, izahatlar, imzalar, kadının ağlaması, her şey, her şey durdu. Her şey dondu. Herkes son hareketiyle, son yüz ifadesiyle aynen dondu.... Sanki, sanki Vezüv patlamış, biz ise asırlar sonrasına kalmış Pompei fosilleri. Birdenbire odanın içinde sağır edici öyle bir sessizlik. Öyle aradan, kaç yıl, kaç asır, ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. Bir uğultu duydum. Aşağıda caddeden tanklar geçiyor, her yer zangırdıyor. Ne?... Aha gene ihtilal oldu anasını satiym. Gene kurtuldu hayatımız. Oooooh be. 33