Haziran 2006/6 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302

Transkript

Haziran 2006/6 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Haziran 2006/6 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X101
Il
HEJM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!

içindekiler - editörden
Editörden...
Değerli Okuyucu,
gündem bugünlerde o kadar hızlı değişiyor
ki, ona yetişmemiz zor oluyor. Aslında
biz işçilerin gündeminde Haziran ayında,
sınıf mücadelesinin tarihinden öğrenmek,
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden
öğrenmek, yine bir Haziran ayında
yitirdiğimiz işçi sınıfının büyük komünist
şairi Nazım Hikmet’ten öğrenmek
duruyordu.
Ancak fillerin tepiştiği bir dönemden
geçiyoruz, onların tepişmesinin altında
en çok zarar gören biz işçiler, emekçiler
oluyoruz. Gündem günlerce, haftalarca
sonunda bir şey çıkmayacağı belli olan,
suçluların suçunun üstünün örtüleceği
belli olan, ‘derin devlet’, mafya, çete
hikayeleriyle meşgul ediliyor. Yok
‘Ergenekon’ çetesi, yok ‘Atabeyler’
çetesi, yok bilmemney çetesi... Bir sürü
çete dolaşıyor ortalıkta, bir sürüsü suç
üstü yakalanıyor ama yine asıl faillere
ulaşılamıyor. Aslında failler biliniyor ve
açıkça isimlendiriliyor da ama onlara
dokunulamıyor. Çünkü suçlular hem suçlu,
hem güçlü, çünkü hala iktidarı ellerinde
tutuyorlar ve terketmek de istemiyorlar.
Aslında güçlü değiller.
Aslında hepsi kağıttan kaplandırlar.
Onların güçlü olmadığını gösterebilcek tek
güç büyük insanlık, yani işçi sınıfı kendi
gücünün farkında olmadığı için onlar böyle
güç gösterisi yapabiliyorlar.
İşçi sınıfı ne zamanki kendinde sınıf
olmaktan çıkar ve sınıf bilincini edinerek
kendisi için sınıfa dönüşürse, o zaman
bu gücün karşısında duracak bir gücün
olmadığı görülecektir.
Mayıs ayında çıkan 100. sayımız ile
başlattığımız 8 sayfalık “Yeni İşçi
Dünyası” EK’inin sayfalarını sizlerden
de aldığımız çok sayıdaki işçi yazısı
nedeniyle bu sayımızda 12 sayfaya
çıkarmak zorunda kaldık. Hatta orada
İçindekiler
yayınlayabileceğimiz okurlarımızdan gelen
bazı işçi yazılarını “Okuyucu Mektupları”
köşesinde yayınlamak durumunda kaldık.
Bu elbette ileride ayrı bir işçi gazetesi
çıkarma yönünde sevindirici bir gelişme.
Bir diğer sevindirici gelişme ise
Okmeydanı’nda açmış olduğumuz
yeni Merkez Büro’muz ile birlikte
çalışanlarımızın sayısının hızla artması
ve buna paralel olarak işçi ziyaretleri,
sokak satışları gibi faaliyetlerimizi çok
sayıda insanla daha sistematik bir şekilde
yapmamız ve bunun sonucunda da tabi ki
gözle görülür daha fazla verim almamız
oldu. Bu alanlardaki gelişmemiz her ne
kadar çok olumlu ise de, bundan çok daha
fazlasını yapabilecek durumdayız ve her
şeyden önemlisi de çok daha fazla verim
alabilecek durumdayız ve almalıyız da.
İşçilerle ilişkiler geliştirip okurlarımıza
yeni okurlar katabiliriz, katmalıyız.
Yaz aylarını bir yandan piknikler ve
kamplar aracılığıyla kendi eğitimimiz
için kullanırken, diğer yandan hala
sürmekte olan işçi mücadelelerini daha
fazla ziyaret ederek, hem dayanışmada
bulunmak, hem de dergimizin tanıtılması
üzerinden dostça ilişkiler geliştirmek için
de kullanmalıyız.
Buradan bir kez daha tüm okurlarımızı
Yeni Dünya İçin Çağrı dergisini daha
fazla sahiplenmeye, ona daha fazla
destek sunmaya, ona çok daha fazla
okur kazandırmaya çağırıyoruz. Dergi
satışlarımızda hala beklediğimiz
sıçramayı gerçekleştiremedik. Bunun
için tüm okurlarımız kendilerini hem
muhabir hem dağıtıcı olarak görmelidirler.
Bazı okurlarımızın kendi inisiyatifi
ile başlattıkları “Her okur bir okur
kazanmalıdır kampanyası” örnek bir
tavırdır ve daha da geliştirilmelidir.
Yeni Dünya İçin Çağrı, 05-06-2006
GÜNDEM
Kavga için çok neden var… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
İktidar dalaşında piyon olmayalım . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4
PANORAMA
NEPAL -Kral geri adım atmak zorunda kaldı…. . . . . . . . . . . . . . 5
İRAN - Savaş diplomasisi sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN- Sonunda hükümet kuruldu… . . . . . . . . . 9
YENİ İŞÇİ DÜNYASI (Çek-Al)
15 -16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin 36. Yıldönümünde:
Biz durursak hayat durur! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1
Birsinler Deri işçileri de sendikalaşmak için direnmeye devam ediyor! . . . 2
MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim! . . . . . . . . . . . . . . 3
İLERİ Deri işçileri hakları için direnmeyi sürdürüyor . . . . . . . . . . . 3
Desan Tersanesi işçileri hak gasplarına karşı direniyor!. . . . . . . . . . 4
28 Nisan, “Uluslararası Yas Günü” ya da “İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”… 5
Seyhan Belediye işçilerinin direnişi sürüyor... . . . . . . . . . . . . . . . 6
Kapitalist Kar Hırsı İşçiyi Katlediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
1 Mayıs 2006’nın ardından . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Castle&Blair işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım! . . . . 9
Sendika çalışanları yönetimin emir kulu değildir . . . . . . . . . . . . 10
SCT Filtre’de işe iade davaları sonuçlanıyor . . . . . . . . . . . . . . . 11
Hava – İş hükümeti protesto etti! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11
Daimler-Chrysler’in cürümleri… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Sözde” Fransa “gerçek Türk”ün sabrını taşırıyor!. . . . . . . . . . . . 11
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Emperyalizm yaşam temellerini yok ediyor . . . . . . . . . . . . . . . 12
Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!. . . . . . . . . . . . . 13
Nazım Hikmet’i anmak: “Sevdalınız komünisttir!”. . . . . . . . . . . . 14
YENİ KADIN DÜNYASI
“An­ne­ler gü­nü” ki­me ve ne­ye ge­rek?. . . . . . . . . . . . . . . . . . 15
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Bir kez daha garantili müzakere üzerine J. V. STALİN . . . . . . . . . . . 16
OKUYUCU MEKTUPLARI
Ütopistlerimizin tartışma konusu, proletaryanıın gündeminde değil.... .
Birleşik Metal İş Sendikası yasal düzenlemelerin sınıfın çıkarına.... . . . .
Disk mücadelenin neresinde yer alıyor?. . . . . . . . . . . . . . . . .
Faşist Provakasyonlar ve Saldırılar Sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . .
İBRETLİK/Karika-türlü
v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir
v Yönetim Yeri ve Adresi:
Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul
v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27
v e-mail: [email protected] v web: www.ydicagri.com
v Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
v SAYI: 101 · HAZİRAN’2006 ISSN 1301-692X101
v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09)
vYayın Türü: Yaygın Süreli
17
17
18
18
gündem
Kavga için çok neden var…
Evet, kavga etmek için çok nedenimiz var. Örneğin açlık içinde yaşamak zorunda değiliz…
Yoksulluk kaderimiz değil… Bize reva görülen “asgari ücretle” ay sonunu getirmek zorunda değiliz…
Her geçen gün kazanılmış haklarımızın tırpanlanmasına göz yummak zorunda değiliz…
H
akim sınıf ların sözcüleri
ağızlarını açtıklarında gidişatın iyiliğinden dem vuruyor, işlerin tıkır tıkır yürüdüğünden
sözediyorlar… Onlara göre ülkede
belirli bir istikrar var ve bu istikrar sürdüğü sürece Türkiye örneğin
önümüzdeki yirmi yıl içinde dünyanın ilk on büyük ülkesi içinde yerini
alacak (mış…).
Gerçekte onlar açısından durum
anlattıkları gibi… Onların işleri iyi
gidiyor… Onlar mutlu, onlar memnun… Onlar istikrarın gölgesinde
milyonlarına milyonlar katıyorlar…
Peki biz, işçiler, emekçilerin durumu nasıl? Bizim sormamız gereken soru bu! Memnun muyuz yaşantımızdan? Çalışma yaşantımız,
sosyal yaşantımız, kültürel yaşantımız… ne durumda? İşlerimiz tıkırında mı? Kazancımız, geçimimiz,
rahatımız, huzurumuz yerinde mi?
Tüm bu sorulara verdiğimiz yanıt açık “Hayır!”dır…
Hayır, biz işçilerin durumu hiç
de iyi değil… İçler acısı bir durumdayız. Ne gelirimiz, ne geçimimiz iyi
durumda… Böyle bir durumda bizim
huzur içinde davranmamız, sesimizi
çıkarmadan, egemenlerin sözcülerinin o çokça sözünü ettikleri “istikrarı” yaşamamız mümkün mü?
Durumumuz nasıl iyi olsun ki?
Eğer “şanslı” isek bulduğumuz bir
işte çalışarak “yaşamaya az, ölmeye
çok” bir ücretle ay sonunu getirmek
zorundayız. Bize dayatılan yokluk,
yoksulluk içinde bir hayat… Bize dayatılan sesimizin iyice kesilmesi…
Bize dayatılan suskunlukla bu cefalı
hayatı yaşamamız…
Bizim bu kötü durumumuz dikkate alındığında kavga etmek için ne
kadar nedenimizin olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor…
Evet, kavga etmek için çok nedenimiz var.
Örneğin açlık içinde yaşamak zorunda değiliz… Yoksulluk kaderimiz
değil… Bize reva görülen “asgari ücretle” ay sonunu getirmek zorunda
değiliz… Her geçen gün kazanılmış
haklarımızın tırpanlanmasına göz
yummak zorunda değiliz…
İşte size kavga nedenlerinden birisi…
Örneğin yığınlar halinde işten çıkarılıyor, yokluğun, yoksulluğun kucağına daha fazla atılıyoruz… İşsizlik
başlı başına bir kavga nedeni…
Örneğin eğitimden sağlığa bir dizi
alanın iyiden iyiye özelleştirildiği,
yoksulların sağlıktan, ulaşımdan eğitimden yararlanmasının her geçen
gün daha fazla engellendiği bir düzende yaşıyoruz. Yaratılan tüm zenginlikleri yaratanlar biz olduğumuz
halde açsak, çıplaksak, sağlık, eğitim,
ulaşım vs. hizmetlerinden yararlanamıyorsak; başımızı sokacak bir kulübemiz yoksa, sosyal güvenceden yoksunsak, bize mezarda
emekliliğin reva görüldüğü bir
düzende yaşıyorsak… işte size
kavga etmek için bir çok neden…
nun göstergelerinden birisi olarak linç
olayları gündeme geliyorsa… bunlar
kavga nedeni değil de ne?
En temel insan hakları ihlal ediliyor,
ulusların özgürleşmesi devletin terörü
ile engelleniyorsa; çeşitli ulus ve milliyetlerin en temel hakları barbar bir
şekilde ayaklar altına alınıyorsa… vb.
vb. bunlar kavga nedeni değil de ne?
Örneğin, ezilenler içinde en ezilen
emekçi kadınların yaşadıklarını
ele alalım… Pederşahi erkek egemenliği altında
cehennem hayatı yaşıyorlar. İşte size ezilen
Örneğin sesimizi çıkarmak istediğimizde, taleplerimizi gündeme getirmek istediğimizde sesimiz polis
copu, jandarma dipçiği ile kesilmek
isteniyorsa, tutuklanıyorsak, işkencelerden geçiriliyorsak, fişleniyorsak…
işte size kavga etmek için neden…
Örneğin, kendi sınıf çıkarlarımızı
ortak bir mücadele cephesinde örgütlenerek haykırmak istiyorsak; ama
bu isteğimiz “teröre karşı mücadele”
adına çıkarılmak istenen ve ama gerçekte kendisi bizzat terör yasası olan
yasalarla boğulmak isteniyorsa… örgütlenmemiz önüne engeller konuluyorsa, örgütlenmelerimiz dağıtılıyorsa… bunlar kavga nedeni değil de
nedir?
Bırakalım çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin ortak mücadele cephesinde birleşme talebimizi; işçilerin birliği “bölücülüğe karşı mücadele” adına ama gerçekte egemenlerin
kendi iktidar dalaşlarının bir gereği/
sonucu olarak sınıf kardeşlerimize
karşı düşman edilmek isteniyorsak;
gözümüz vatan, millet, bayrak adına
şovenizmle, azgın milliyetçilikle karartılmak isteniyorsa; her geçen gün
çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin birbirlerine düşman edilmeleri
yönünde yeni adımlar atılıyorsa; bu-
kadınların kavga etmesi için bir neden… Ya da örneğin erkeklerle aynı
işi yaptıklarında çok daha az ücret
alıyorlar. Böylesi bir haksızlığa karşı
çıkmak bile başlı başına bir kavga nedeni değil mi?
Sadece bunlar da değil…
Barbar bir dünyada yaşıyoruz…
İnsanız ve yaşadığımız dünyada yaşananlar bizi de ilgilendiriyor, bizi
de etkiliyor. Bunlar karşısında sessiz durmamız mümkün değil…
İnsanlığımız herşeyden önce buna
elvermiyor. Bu alanda da kavga etmek için birçok nedenimiz var…
Örneğin, savaşların yoğun yaşandığı bir dünya içinde yaşadığımız
dünya… Emperyalistlerin kendi çıkarları için halklara saldırdığı bir
dünya bu dünya… Yanıbaşımızda
Irak halklarına yönelik bir savaş yürütülüyor. İran’a karşı saldırıların
hazırlıkları yapılıyor. Ortadoğu’da
İsrail siyonist devletinin Filistin
halkına yönelik saldırıları sürüyor.
Barbar dünyanın efendilerine, onların kendi çıkarları için halklara
karşı yürüttükleri saldırılara karşı
çıkmak, kavga yürütmek gerekli…
Emperyalizme, onun saldırganlığına
karşı çıkmak bir kavga nedeni…
Barbarlık sadece emperyalist sal-
dırılarla, haksız savaşlarla sınırlı değil… Dünyanın bir çok bölgesinde işçilere, emekçilere yönelik saldırılarda
son yıllarda artış var. İşsizlik büyüyor, kazanılmış haklar tırpanlanıyor.
Ücretli kölelik düzeni sağlamlaştırılmaya çalışılıyor. Tüm bu saldırılar
karşısında çeşitli ülkelerde işçilerin,
emekçilerin sessiz kalması düşünülebilir mi? Uluslararası işçi sınıfının
çıkarlarına yönelen saldırılara boyun
ekmek mümkün mü? Bütün bu saldırılar başlı başına bir kavga nedeni
değil mi?
Örneğin dünyanın kimi bölgelerinde resmen insanlar açlık nedeniyle ölüyorlar. Milyonlarca insan
Afrika kıtasında açlıktan ölüyor.
Açlığa karşı başta Afrikalılar olmak
üzere tüm dünyanın duyarlı insanlarının, en başta da işçilerin emekçilerin sessiz kalması, görmezlikten gelmesi düşünülebilir mi? Açlığın nedeni olan kapitalizme-emperyalizme
karşı bir mücadele gerekmiyor mu?
Örneğin, dünya kapitalistlerin daha
fazla kâr isteği nedeniyle her geçen
gün daha fazla yaşanamaz hale getiriliyor. Yaşam temelleri yok ediliyor.
Buna karşı çıkmak dünya üzerinde
yaşayan insanların, en başta da biz
işçilerin, emekçilerin görevi değil
mi? Dünyanın yokedilmesine karşı
kavga etmek gerekmiyor mu?
Örnekleri çoğaltmak mümkün…
Hayır, biz işçiler, emekçilerin gerek
ülkelerimizde yaşadıklarımıza, gerekse bölgemizde, dünyada yaşananlara karşı çıkmak, kavga etmek için
birçok nedenimiz var. Ancak bugün
mücadelenin durumu ve düzeyi, örgütlülüğümüz dikkate alındığında
taleplerimizi gerçekleştirecek, durumumuzu düzeltecek, egemenlere
karşı yaptırımcı olabilecek bir seviyede olmadığımızı tespit ediyoruz.
Hayır; sorun kavga etmek için nedenin olmaması değil, bu mücadelenin örgütlenmesinde ve doğru hedeflerle yürütülmesindeki eksiklerden
kaynaklanmakta.
Bu bağıntıda bir dizi olumsuzluğu
yaşıyoruz.
Kimileri tüm yukarıda sıraladığımız olumsuzlukları sıralıyor ve karşı
çıkar görünüyorlar. Peki bize önerdikleri ne? Mevcut sistem değişmeden kimi sistem içi reformlarla yetinmek… Bunun için işçileri, emekçileri
kimi reformlarla yetinmeye yönlendirmek istiyorlar. Oysa bizler biliyoruz ki, bu tür reformist çözümler sonuçta kısa vadede kimi kazanımlar
sağlasa da uzun vadede sistemin devamına hizmet ediyor. Oysa hata sistemin ta kendisi… Sistemin kökten
değişmesi gerek… Değiştirmemiz
gereken sistem! Kavgamız da devrimci bir tarzda sistemin değişmesini
gündem
hedeflemeli…
Diğer yandan sınıfımıza yönelik
saldırılar karşısında birliğimizin, ortak mücadele cephemizin oluşturulmaması yönünde engeller konuluyor.
Milliyetçilik gözlerimizin önüne çekilen bir perde… Birliğimiz bu yolla
engelleniyor. Buna karşı bilinçli, kararlı bir kavga yürütmemiz gerekli…
Ülkelerimizde kavgamızın önündeki engellerden birisi din… İşçiler,
emekçiler arasında hayli etkin olan
dinin “sabır”, “şükür” gibi önermeleri hakim sınıflar tarafından etkin
bir şekilde kullanılıyor. Kavgamızın
buna karşı da yönelmesi gerekiyor.
Bizim şükredecek iyi bir halimiz yok;
tam tersine kavga edecek nedenimiz
çok!
Kavgamızın önü bizzat bizim içimizden çıkan, bizim adımıza hareket
eden satılmış sendikacılar, sendika
bürokratları tarafından da kesilmek
isteniyor. Hem de bizim çıkarlarımızı, haklarımızı patrona karşı koruma adına yapılıyor bu… Kavgamız
patronlarla kolkola girerek emeğimizi satan satılmış sendika bürokratlarına karşı da yönelmeli…
Yazımızın girişinde kavga etmemiz
için bir çok nedenimiz olduğunu söyledik… Evet ama bu düşünceyi önce
bilince çıkarmamız gerekiyor. Hiçbir
şey kendiliğinden düzelmiyor, düzelmez. Biz talep etmezsek, biz mücadele yürütmezsek hakim sınıfların
hiç bir partisi, hiç bir yönetimi, hiç
bir politikacısı bizim durumumuzu
düzeltmez. Tam tersine onlar sermaye sınıfının çıkarlarının koruyucusudurlar. Sermaye sınıfının çıkarlarının korunması, geliştirilmesi bizim daha fazla sömürülmemiz anlamına gelir. Bu yüzden onlar biz işçiler, emekçiler lehine birşey yapmazlar.
Hayır biz istemeli, biz örgütlenmeli, biz mücadele etmeliyiz. Biz istemezsek, örgütlü bir şekilde mücadele etmezsek bu ücretli kölelik düzeni değişmeyecektir.
Anahtar kelime örgütlü militan sınıf mücadelesidir…
Mi l ita n sı n ı f mücadelesi
egemenlerin anladığı tek dildir!
Bunun böyle olduğunu örneğin son
dönemde Fransa’da yaşananlar göstermiştir. Hakim sınıfların saldırılarına karşı militan bir şekilde direnen
Fransız işçileri, emekçileri saldırıları
geri püskürtebilmiştir.
Ülkelerimizde biz işçilere, emekçilere yönelik saldırılara karşı Fransa
örneğinde olduğu gibi militan sınıf
mücadelesi ile karşı durmak görevimiz vardır.
Ya bu mücadeleyi yürüteceğiz; ya
da bize verilenle yetinerek yoksul,
sefil hayatı yaşamaya devam edeceğiz…
Karar bizim, seçim bizim…
Mücadele etmek bizim elimizde…
Çağrımız örgütlenmeye…
Çağrımız militan sınıf mücadelesine!
Mayıs 2006 ✓
Danıştay’a yönelik saldırı:
İktidar dalaşında piyon olmayalım
Şemdinli’de suçüstü yakalanan ‘derin devlet’in, Cumhuriyet gazetesine düzenlenen
bombalı saldırılar ertesinde Danıştay’a düzenlenen kanlı saldırı ile bir kez daha eylem
sırasında yakalanması ve bunun hemen ertesinde de Başbakan Erdoğan dahil bir çok kişiye
suikastler planladıkları belirtilen “Atabeyler” isimli bir çetenin daha ortaya çıkarılması bu
zincirin şimidilik son halkaları olsa da, bu tür olayların son olmadığını gösteriyor.
T
ürkiye’de 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ve bu seçimlerde
AKP’nin göstereceği adayın kazanmasına kesin gözle bakılması nedeniyle, ordu merkezli kemalistler
ile AKP etrafında birleşen dinci ve
AB’ci liberal kesimler arasındaki iktidar dalaşı gittikçe daha da kızışıyor
ve tırmandırılıyor.
‘Derin devlet’in Susurluk’tan sonra
ortadan kalktığını düşünenler en
geç Şemdinli’de patlayan bombalar
ile yanıldıklarını anlamış oldular.
Şemdinli’de suçüstü yakalanan ‘derin devlet’in, Cumhuriyet gazetesine
düzenlenen bombalı saldırılar ertesinde Danıştay’a düzenlenen kanlı
saldırı ile bir kez daha eylem sırasında yakalanması ve bunun hemen
ertesinde de Başbakan Erdoğan dahil
bir çok kişiye suikastler planladıkları
belirtilen “Atabeyler” isimli bir çetenin daha ortaya çıkarılması bu zincirin şimidilik son halkaları olsa da,
bu tür olayların son olmadığını gösteriyor.
Cumhuriyet gazetesine saldırı ertesi, Cumhuriyet gazetesi dahil tüm
kemalist kesimler bu eylemleri laiklik düşmanı dinci kesimlerin yaptığına dair propaganda malzemesi yaptılar. Bir Danıştay üyesinin ölümüyle
sonuçlanan 2. Danıştay Dairesi’ne
düzenlenen silahlı saldırı ertesinde
–henüz faillerin kimliği ortaya çıkmamışken- çok kısa sürede onbinlerin katıldığı AKP’yi lanetleyen bir
miting düzenlendi, büyük boyalı basının ünlü köşe yazarları AKP’nin
bu saldırının esas sorumlusu olduğu
yönünde yoğun propaganda yaptılar.
AKP ise başından beri bu eylemlerin
hükümete ve hükümetin demokratikleşme siyasetine yönelik saldırılar
olduğunu açıkladı.
Çok kısa zamanda saldırıların tetikçisi durumundaki avukat Alparslan
Arslan’ın, ucu Susurluk’a kadar uzanan ilişkiler zinciri gerçekleri ayan
beyan ortaya serdi: Bütün işaretler
devlet içerisinde yapılanan, devletin kontrolünde ama devletin yasalarının dışında hareket eden, kimilerince adı ‘Gladio’ veya ‘Kontrgerilla’
olan, fakat hem devletle ilişkisini
içermesi, hem de gizli ve yasadışı çalışan bir örgütü tanımlaması nedeniyle birçok kesim tarafından ortaklaşa kullanılan terimle ‘derin devlet’i
gösteriyordu.
Ancak gerçeklerin ortaya çıkması,
tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi, tıpkı
Şemdinli’de olduğu gibi, olayların
üzerine gidileceği ve gerçek faillerin yakalanıp yargılanacakları anlamına gelmiyordu. Bu devletten kendi
kendisini yargılamasını beklemek
olurdu. Nitekim olayların baş tertipçisi olduğu düşünülen ve bütün derin devletçilerle çok iyi ilişkileri olduğu medyada çarşaf çarşaf yayınlanan resimlerle kanıtlanmış olan
Muzaffer Tekin ‘delil yetersizliği’ nedeniyle serbest bırakıldı. Bu Kemalist
medya için bu olayın arkasında derin
devletin olmadığının kesin kanıtıydı.
Kozlar kısa bir süreliğine AKP’nin
eline geçmiş gibi görünse de AKP’nin
2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine
ve Genel Seçimlere çok az bir süre
kala iktidar yürüyüşünü riske atmak
istememesi, ayan beyan ortada olan
ve doğrudan kendisini de hedefleyen
olayların üzerine fazla gitmemesini
beraberinde getirdi.
Başbakan’ın Diyarbakır’da yaptığı
ve içinde “Kürt Sorunu” geçtiği için
büyük bir demokrasi adımı (!) olarak görülen konuşmasının ardından
gelen baskılar nedeniyle bu sözünden çark etmesi ve Van Cumhuriyet
Savcısının görevinden alınması karşısında da suskun kalması, AKP’nin
iktidarını pekiştirme işini riske atmak istememesinin göstergeleridir.
Önümüzdeki dönemde daha fazla
bombaların patlatılacağından ve
daha fazla kanın akıtılacağından hareket edilmelidir. Filler tepişiyor, çimenler eziliyor. Aslında yaşanan iki
gerici gücün arasındaki iktidar dalaşıdır: statükoyu korumak isteyen,
yani 80 küsür yıllık iktidarını sürdürmek isteyen kemalist güçler ile,
onların iktidar tekelini kırmak ve zamanla kendi eline geçirmek isteyen,
AB’ci ve islamcı güçlerin arasındaki
iktidar dalaşı.
Bu dalaşta işçiler, emekçiler ve
Kürt halkı ne bir tarafı, ne de öteki
tarafı desteklememelidir. Her iki taraf da işçilere ve emekçilere düşmandır. Her iki taraf da ezilen uluslara
düşmandır. Her iki taraf da büyük
sermayenin değişik kliklerinin temsilcileridirler.
İşçiler ve emekçiler faşizme karşı
yürüttükleri demokrasi mücadelelerini yürütmek için bu sahte demokrasi ve laiklik savunucularının kuyruğuna takılmak zorunda değillerdir. Tam terisne demokrasi mücadelesi devrim mücadelesi olarak yürütülmek zorundadır.
İşçilerin emekçilerin kendi alternatifleri vardır: Devrim ve Sosyalizm.
Öyleyse biz kendi gündemimizi yaratalım, işçilerin, emekçilerin iktidarı için mücadeleyi yükseltelim.
Haziran 2006 
panorama
PANORAMA
D
ergimizin 91. sayısında yayınlanan 20 Haziran 2005
tarihli yazımızda Nepal’deki
gelişmeleri şöyle değerlendirmiştik:
“1 Şubat ‘darbesi’ Nepal’de ufukları burjuva demokrasisi ile sınırlı da
olsa bir ‘demokratik hareket’in gelişmesini tetikleyen bir rol oynadı. Bu
hareketin gelişip güçlenmesi, Kralın
yetkilerinin de kısıtlanmasını beraberinde getirebilecek bir potansiyele
sahip. Monarşik yönetime son verebilecek bir hareketin gelişmesi, bu temelde mümkün. Fakat, monarşik yönetimin yerine geçecek olanın ne olacağı şimdilik belli değil.” (Çağrı, sayı
91, sayfa 16)
Nepal’deki gelişmeler kısa sürede
bu tespitlerimizi onayladı. Kralın 1
Şubat 2005’te hükümeti azledip yeni
atamalarla yönetimi tümden ele geçirmesi, ülkeyi tam bir despotlukla
yönetmeye kalkışması, burjuva anlamda da olsa demokrasiden yana
olan güçlerin güçlenmesine yol açtı.
1 Şubat 2005’ten kısa süre sonra
Yeni Delhi’de buluşan ve Kral’dan
“demokrasiye dönüşü” talep eden
güçler bir Birleşik Cephe (UF) kurmuşlardı. Sözkonusu cephenin amacı
en kısa sürede demokratik koşulların
oluşturulması, Kralın yetkilerinin
büyük oranda kısıtlanması, ordunun halk tarafından seçilmiş devlet
yönetiminin emrine, yani parlamentoda kurulan hükümete bağlı kılınması gibi talepleri gerçekleştirmek
için mücadeleydi. Bu cephede yer
alan örgütler şunlardı: Nepal Kongre
Partisi, Nepal Komünist Partisi
(Birleşik Marksist-Leninist ler),
Nepal Demokratik Kongre Partisi,
Nepal Sadbhavna Partisi, Birleşik Sol
Cephe, Halk Hareketi, Nepal İşçi ve
Köylü Partisi. Bu örgüt veya partilerin hepsi legalci ve silahlı mücadeleye, şiddet eylemlerine karşılar.
NKP(M) bunların kurduğu cepheye
destek vermeye hazır olduğunu açıklamış ama olumlu cevap almamıştı.
Bunun da esas nedeni NKP(M)’nin
egemenlerce “terörist örgüt” olarak
damgalanması ve bu örgütlerin silahlı mücadeleye, şiddete karşı olma
tavırlarıydı.
Birleşik Cephe, NKP(M)’nin desteğine ihtiyacı olduğunu kısa sürede
kabul etmek zorunda kaldı. Kral
bunları “teröristlerle işbirliği” yapmakla suçlayıp onlara yönelik de
tehditler savururken, Birleşik Cephe
esas mücadelenin Kralın despotluğuna karşı verilmesi gerektiğinde karar kılmıştı. Kral ise yönetimini her
geçen gün yeni yasaklarla, baskılarla
icra ediyordu. NKP(M) 3 Eylül’de üç
aylık bir ateşkes ilan etti. Kral yönetiminin yanıtı ise Ocak 2006’ya kadar “Maocu isyancıları paramparça”
etme amacı oldu.
Kral geri adım
atmak zorunda
kaldı…
- NEPAL -
Kralın bu seçimlerle
kendi despotik
yönetimini meşru
kılacağını ilan eden
Birleşik Cephe ve
NKP(M) seçimleri
boykot etti. Ocak
ayında yapılan
protesto eylemlerine
yüzbinlerce insan
katıldı.
NKP(M)’nin, Birleşik Cephe temsilcilerinin diyaloğa açık olduklarını
belirtmeleri ve görüşmelerin sürdürülmesi için de tek yanlı ilan ettiği
ateşkes döneminde, 7 örgüt diye ifade
edilen Birleşik Cephe ile NKP(M) arasında 12 maddelik bir anlaşma imzalandı. Buna göre esas öne çıkarılan
şey, Krala karşı genel grev ya da değişik kitlesel eylem ve mücadele sürdürüldüğünde NKP(M) silahlı saldırılarda bulunmayacaktı ve eylemleri
de destekleyecekti. Amaç olarak da
Kralın yetkilerini kısıtlayacak, yeni
anayasayı ve Kurucu Meclis seçimlerini ortaklaşa gerçekleştirmekti.
Kral bu anlaşma temelinde getirilen
önerileri reddetti ve NKP(M) üç aylık tek yanlı ateşkesten sonra yeniden
silahlı çatışmalara başvurdu. Kral bu
önerileri reddederken 8 Şubat 2006
tarihinde belediye meclisi seçimleri
yapılacağını ilan etti.
Kralın bu seçimlerle kendi despotik yönetimini meşru kılacağını ilan
eden Birleşik Cephe ve NKP(M) seçimleri boykot etti. Ocak ayında yapılan protesto eylemlerine yüzbinlerce insan katıldı. Sadece Janakpur
kentindeki protestoya 150.000 kişi
katıldı. Tüm bunlar, ülkede sıkıyönetim, savaş koşulları altında gerçekleşiyordu. Devlet güçleriyle NKP(M)’nin
silahlı güçleri/ordusu arasındaki çatışmalar köylü kesiminin de büyük
bölümünün olağanüstü koşullar altında yaşamasına yol açıyordu.
Belediye seçimlerini boykot etmeye
yönelik eylemler arasında genel grev
çağrısı ve eylemi de vardı. Birleşik
Cephe ve NKP(M) Ocak ayı sonuna
doğru bir haftalık genel grev ilan etti.
Kralın ülkeden defolmasına yönelik
yükselen sloganlar eşliğinde eylemcilere devletin kolluk güçlerinin yanıtı
gazlı sopalı saldırılar oldu.
1 Şubat 2005 “darbesi”nin yıldönümünde de hem Kralın despotik yönetimine karşı, hem de belediye seçimlerini boykot etme, protesto eylem-
leri gerçekleştirildi. 1 Şubat’ı “Kara
Gün” ilan eden Birleşik Cephe devletin kolluk güçlerinin tüm saldırılarına karşın, Katmandu merkezinde
“şiddetsiz direniş” ilan etti. Kralın
emrindeki kolluk güçleri deyim yerindeyse eylemcileri sokak aralarında
avladı… Bu arada Kral en geç 2007
Nisan ayında parlamento seçimlerini
gerçekleştireceğini de kamuoyuna
duyurdu.
Boykot ve protesto eylemlerine rağmen belediye seçimleri, güvenlik nedeniyle yapılamayan bölgeler (toplam
75 bölgeden 32’si) dışındaki bölgelerde yapılmaya çalışıldı. Adayların
sayısı ise seçilmesi gerekenlerin yarısından çok daha azdı. Seçimlere katılım %20 civarında oldu. Seçimlere
katılan bu kesimin esas olarak Kralı
tanrı olarak gören kesim olduğu,
bunların Kralın destekçileri olduğu
bilinçte tutulmalıdır.
Bu süreçte Kralın tayin ettiği hükümet temsilcileri ve ABD emperyalizminin Nepal’deki ataşesinin
çabaları içinde Birleşik Cephe’nin
NKP(M) ile aralarını açmak, Birleşik
Cephe’nin “Maocu isyancılar”la arasına mesafe koymasını sağlamak da
vardı. Çabaları boşa çıktı. Birleşik
Cephe temsilcileri NKP(M) ile Kasım
2005’te imzaladıkları anlaşmaya uygun davranmaya çalıştı. Birleşik
Cephe temsilcileri, Kralın yetkilerinin kısıtlanması, yeni bir anayasanın
gerçekleştirilmesi için mücadelenin
başarıya ulaşmasında NKP(M) ile ittifakı sürdürmek zorunda olduğunun
bilincindeler. Bu ittifak aynı zamanda
NKP(M)’yi legal, barışçıl siyasi mücadele arenasına katmanın da bir aracı
olarak görülmektedir.
Bu hesaplarla da Birleşik Cephe
temsilcileri NKP(M)’ye yeniden silahlı saldırılarına son verme çağrıları yaptı. Bunların açıklamalarına
göre özellikle sivillere yönelik şiddet
eylemleri “demokratik harekete, barışa ve ilerlemeye zarar” vermektedir. Bu çağrı özellikle de 6-9 Nisan
2006 tarihlerinde yapılmak istenen
genel grev dönemi içindi. NKP(M)
Birleşik Cephe temsilcileri ile görüşmeler sonucunda, bu talebe olumlu
yanıt verdi.
GENEL GREV VE SONUN
BAŞLANGICI…
Birleşik Cephe ve NKP(M)’nin anlaşmalarının bir ürünü 6-9 Nisan tarihlerinde genel grev ilan edilmesi oldu.
Genel grevin yapılacağı önceden ilan
edildiğinden, Kral tüm yasaklara
rağmen, yeni yasaklamalar gündeme
getirdi. Sokağa çıkma yasağı ile genel
grevi engelleyeceğinin hesabını yaptı.
Genel grev de, yürüyüşler, mitingler
de içinde olan her türden protesto ey-
panorama
lemini yasakladı.
Tüm yasaklara, baskılara, evet
ölüm tehlikesine rağmen kitleler sokaklara döküldü, grev ve protesto eylemlerine katıldı. Devletin yanıtı yine
aynı oldu: Sınırsız şiddet, saldırı, protestocuları avlamak… öldürmek, yaralamak, tutuklamak…
Devlet güçlerinin kitlelere yönelik bu saldırıları bu sefer ters tepti.
Devlet saldırdıkça, kimi eylemciler polis kurşunuyla yaşamını yitirdikçe protestolara katılan kitlelerin
sayısında artış oldu. Kitlelerin militan tavrı, kolluk güçlerine taşlarla yanıt vermesi eylemlerde şiddeti reddeden Birleşik Cephe temsilcilerini zorladı… NKP(M)’nin de desteğiyle dört
günlük genel grev uzatıldı. Böylece
eylemcilerin kendisinin de önceden
beklemedikleri gelişmeler yaşanmaya başladı.
Genel grev uzadıkça yiyecek yakıt
maddelerinden kıtlık başgöstermeye
başladı. Eylemciler kitlelere “devleti
tümden bloke etme” vergilerini, cereyan, su ve telefon hesaplarını ödememe çağrısında bulundu. Kral eylemleri yasaklama, sokağa çıkma yasağını uygulama, eylemcilere ateş ettirme gibi önlemlere başvururken,
kitleler giderek daha yüksek sesle
“Kral defol”, “Monarşisti asın” gibi
sloganları dile getirmeye başladı.
Birleşik Cephe temsilcilerinin değil
ama kitlelerin sabrı tükeniyordu…
Öyle bir duruma gelindi ki kitlelerin tavrı Birleşik Cephe temsilcilerini
yönetmeye başladı… Kral’dan geri
adım atılana kadar eylemleri sürdürmeye karar verdiler. Kitlelerin “Kralı
asın” yönlü tavırlarına yanıtları ise,
Birleşik Cephe adına konuşan Nepal
Kongre Partisi lideri ve birkaç kez
başbakanlık görevini yapan Koirala
şahsında şöyleydi: “Biz daha cumhuriyetçiliğe geçmemişiz, Kralı devirmek sözkonusu değil. Meşruti monarşik yönetimin ötesine gitmeyeceğiz.”
Kitlenin taşan sabrının Kralı devirmeye yönlendirilmesi gerekirken, frenlenmesi için çaba gösterildi.
Kralın destekçilerinden ABD emperyalizmi ve AB’den de, Kralın geri
adım atması, “demokrasiye geçişi
sağlaması” gerektiği yönünde sesler
yükseldi.
Kral, kimi geri adımlar atarak
tahtını korumanın hesabıyla 21
Nisan’da yönetimi partilere devredeceğini açıklayıp sözkonusu partilerin başbakan adayını tespit etmesini
istedi… Birleşik Cephe temsilcileri
Kralın bu tavrını kabul etmeyeceğini
açıklayarak parlamentonun yeniden
açılmasını ve yeni anayasanın oluşturulmasının yolunun açılmasını talep ederek Kralın yetkilerinin kısıtlanmasına kadar mücadeleye devam
edeceklerini ilan ettiler. Bunu ilan ettiklerinde ülke genelinde beş milyon
insan Kralı protesto etme eylemlerine
katılma durumundaydı. Kitleler kolluk güçlerinin tüm baskılarına, katletme olaylarına rağmen susmuyor,
tersine, sokağa çıkma yasağına rağmen eylemlere katılıyordu. NKP(M)
güçleri ise kimi şehirlerde devlet binalarına saldırılar gerçekleştirerek
kitleleri Kralın devrilmesi talebiyle
harekete geçirmeye çalıştı.
Bu koşullarda Birleşik Cephe,
Katmandu’da Kral Sarayı’na yürümek için kitlesel bir eylem yapılacağını açıkladı. 27 kilometre uzunluğundaki daire biçimindeki caddede
muhalefet temsilcileri birçok yerde
kitleye yönelik konuşmalar yapacaktı. Bu eylemlerin başını da doğrudan muhalefet partilerinin önderleri çekecekti.
Ülke çapında milyonlarca insanın protestolara katıldığı ve
Katmandu’daki bu kitlesel eyleme
de yüzbinlerce insanın katılacağının kesin olduğu bir durumda Kral,
kitlenin saraya yürüyüp onu tahttan
indirebileceği olasılığını gözönüne
alarak bir adım daha geri atmak zorunda kaldı.
Sözkonusu kitlesel eylemin yapılacağı günden önceki akşam yorgun
biçimde radyo ve televizyonda yaptığı konuşmada, dört sene önce dağıtılan parlamentonun yeniden açılacağını ilan etti. Bunun üzerine 25
Nisan’da yapılması planlanan Kralın
sarayına yürüyüş eylemi, “Kralı dize
getirdik” açıklamasıyla “zafer yürüyüşü” eylemine dönüştürülmeye çalışıldı ama Kralın bu geri adımıyla
eylemlere son verildi.
Kralın parlamentonun açılacağını
ilan etmesiyle muhalefetin başbakan
adayını belirlemesi, 1 Şubat 2005’te
Kralın yönetimi tümüyle eline alması
durumuna son verdi. Böylece despotik, bir nevi monarşik-faşist, mutlakiyetçi monarşik yönetimden, meşruti monarşik yönetime geçişin yolu
açılmış oldu.
Bu, somutta ileriye dönük bir adım
olarak sayılsa da, kitlelerin Krala
karşı cesur, militan tavrı gözönüne
alındığında, Kralı devirmenin de
mümkün olduğu koşullarda, Birleşik
Cephe’nin yanlış siyasetinin bir sonucu olarak mücadele daha ileriye
götürülmeden durduruldu.
PARLAMENTONUN AÇILIŞI,
YENİ BAŞBAKANIN TAYİNİ VE
GELİŞMELER…
Parlamento dört yıl aradan sonra 28
Nisan’da ilk toplantısını yaptı. Seçim
olmadan nasıl parlamentoda toplantı yapılır diye sormayın! Kral izin
verdi, toplanıldı. Toplananlar daha
önceki seçimlerde parlamentoda yer
alanlar oldu esas olarak. Bunların
büyük çoğunluğu da zaten Birleşik
Cephe içinde yer alan partilerin temsilcileriydi. Daha bir hafta geçmeden “Kralın anayasal değişikliğe gitmeden yetki devretmeye kalkmasının kabul edilemez” olduğu yönündeki görüşlerini unutmuştu Birleşik
Cephe temsilcileri.
Parlamentonun açılışından sonra
başbakanlığa aday gösterilen Nepal
Kongre Partisi lideri ve eski başbakan Koirala Kral’ın huzurunda yemin ederek görevine başladı. Şimdilik
yedi kişiden oluşan hükümet kuruldu. Hemen hemen tüm burjuva
medyanın değerlendirmesine göre
bundan sonraki süreçte hükümetin
en önemli sorunu Kralın geleceği değil, NKP(M)’nin legal siyasi sürece
dahledilmesi ya da edilmemesidir.
Nepal’in geleceğinin anahtar sorunu
onlara göre de budur. Bu konuda andaki durum şöyledir.
NKP(M) üç aylık ateşkes ilan etti.
Bu açıklamayı yaparken, bu ateşkes
ilanının kurucu meclis seçimlerini
ve yeni anayasayı oluşturmaya destek verme isteklerinin bir işareti olduğunu da açıkladılar.
NKP(M)’nin esas talepleri kurucu
meclis için seçimlerin gerçekleştirilmesi, yeni anayasanın oluşturulması, cezaevlerindeki NKP(M) üyeleri ve taraftarlarının serbest bırakılması, takibine karar verilen NKP(M)
önderlerinin takibatından, “terörist”
olarak damglanmalarından vazgeçilmesi vb. taleplerdir.
Hükümet, Kralın ve kolluk güçlerinin NKP(M)’yi “terörist örgüt” olarak damgalanmasına son verdi. Yine
hükümet NKP(M)’nin ateşkes ilanına karşılık vererek ateşkesi iki taraf lı hale getirdi. Cezaevlerindeki
“Maoistleri” de serbest bırakacağını
açıkladı ama tarih vermedi. NKP(M)
üyelerine yönelik uluslararası alanda
verilen tutuklama emirleri iptal
edildi. Hükümetin yaptığı işlerden
biri de Kralın Ekim 2002 yılından
bu yana aldığı kimi kararları geçersiz ilan etmesi oldu. ABD, İngiltere,
Fransa, Çin ve Hindistan’daki ataşeler başta olmak üzere toplam 12 ataşe
de Krala yalakalıktan dolayı görevden alındı. Hükümetin bu adımlarıyla meşruti monarşik yönetime geçiş adımları da atılmış oldu.
Dergimizin 91. sayısında monarşik
yönetimin yerine geçecek olanın ne
olacağının belli olmadığını tespit etmiş ve şunları söylemiştik:
“Bunu belirleyecek olan, esas olarak kendisine devrimci, komünist
diyen güçlerin, başta da 1996’dan
bu yana silahlı mücadele yürüten
NKP(M)’nin mücadelesine, kitleleri
kendi önderliğinde birleştirip birleştirememesine bağlıdır.
Nepal’deki durum üç değişik gücün mücadele arenasını göstermektedir. Kral ve uşakları, burjuva demokrasisi savunucuları ve devrimciler.
Bunların ilk kesiminin devrimcilere
karşı birleşebileceği, uzlaşabileceği
bilinçte tutulduğunda, devrimcilerin
her zamankinden daha uyanık olmaları, doğru ve akıllı siyaset yürütmeleri gerektiği ortaya çıkmaktadır.”
(Çağrı, sayı 91, sayfa 16)
Anda yaşananlar mutlakiyetçi monarşik yönetimin, yerini meşruti monarşik yönetime bırakmak zorunda
kaldığını gösteriyor. Yani monarşik
yönetimin biçimi değişiyor ama monarşik yönetim kalıyor. Zaten bun-
dan daha ileri amaçlara sahip olmayan Birleşik Cephe’nin varabileceği
en son nokta da, meşruti monarşik
yönetim koşullarında –örnek aldıkları ülke İngiltere– mümkün olan
burjuva demokrasisini yerleştirmeye
çalışmaktır. Ne kadar gerçekleştireceği güçler dengesine bağlıdır.
Bu bağlamda Krala geri attırılan
adımların halk demokrasisi iktidarını gerçekleştirebilecek demokratik
devrime kadar götürebilecek mücadele, esas olarak NKP(M)’nin tavrına, siyasetine bağlıdır.
Krala attırılan geri adımlar, elde
edilen başarı aynı zamanda bir tıkanmanın, ya da geri adım atmanın tehlikesini de içinde barındırıyor. Devrim için mücadelenin boğulması tehlikesi gündemdedir. Bu
tehlikeyi aşmak NKP(M)’nin alacağı
tavıra bağlıdır. Bunun bilincinde oldukları için de Birleşik Cephe partileri başta olmak üzere, devrimci mücadeleyi boğmak isteyen emperyalist
güçler de NKP(M)’yi legal siyaset sürecine katma ve onların meşruti monarşik yönetim koşullarında parlamentoda “ehlileştirilmesi”ne çalışmaktadır. Bunun önkoşulu olarak
da NKP(M)’nin örneğin BM gözetiminde silahsızlandırılmasıdır.
Verilen bilgilere göre NKP(M) ise
ilke olarak silahları bırakmaya sıcak
bakmaktadır. Bunun önkoşulu olarak ama kurucu meclisin oluşması,
cumhuriyetçi bir anayasanın kabulü
ve ordunun hükümete tabi kılınması
gibi adımlardır.
Birleşik Cephe içindeki güçlerin
büyük bölümünün meşruti monarşik
yönetimle uzlaşmaya hazır olduğu bilindiğinde, NKP(M)’nin Kralı formel
olarak da dışlayan cumhuriyetçi anayasa ve kurucu meclis taleplerine ne
kadar sahip çıkacağı, gelişmelerin de
hangi yönde olacağını önemli ölçüde
belirleme durumunda olacaktır.
Bundan sonraki süreç esas olarak NKP(M) ve Kralın tümden gitmesini, devrilmesini isteyen kesimlerle, meşruti monarşik yönetim biçiminde Kralın varlığını korumasını
isteyen kesimler arasında; gerçekte
ise demokratik devrime karşı olanlar
ile demokratik devrimden yana olanlar arasında yürüyeceğe benziyor.
Devrim için mücadeleyi daha iyi
koşullarda yürütmek için gerekli olan
uzlaşmaları reddetmeden, devrimciler halk demokrasisinin gerçekleştirilmesinin Nepal’de de devlet iktidarını yıkmaktan geçtiğini bilinçte tutmak, devrim mücadelesi için Krala
attırılan geri adımlarla yetinmemek
zorundadır.
Nisan ayındaki eylemler kitlelerin
Krala karşı mücadeleye hazır olduklarını ispatladı. Kitlelerin bu mücadelesini devrim için mücadeleye ilerletmek, Birleşik Cephe içindeki partilerce kitlelerin bilinçlerinin karartılmasına karşı mücadele etmek de
devrimcilerin görevidir.
15 Mayıs 2006 
panorama
- İRAN -
U
Savaş diplomasisi sürüyor…
luslararası Atom Enerji
Kurumu’nun (IAEA) 24 Şubat tarihlerinde yapılan toplantısında alınan karara
göre “İran sorunu” BM Güvenlik
Konseyi’ne gönderildi. BM’nin sorunu ele alabilmesi için de IAEA
Başkanı Baradey’in konu hakkında
bir rapor sunması gerekiyordu.
IAEA’nın bu raporu tartışmak için
6 Mart’ta yapmayı planladığı toplantıya kadarki süreç ise İran’a tanınan
zaman olarak belirlendi. 5 Mart’a kadar İran eğer kendisinden istenen taleplere uygun adım atarsa, Baradey’in
raporu İran lehine olumlu olabilir ve hatta sorunun BM Güvenlik
Konseyi’ne devredilmesi kararı geri
alınabilirdi… Öyle olmadı.
Baradey’in İran’a küçük ölçekte
bir pilot-tesis hakkı tanınması yönlü
önerisi AB-üçlüsü ve ABD tarafından reddedilirken, İran tarafı öneriyi
yetersiz ama ileriye atılmış doğru bir
adım olarak değerlendirdi. İran’ın
atom programı bağlamında sorunun
diplomatik yollarla çözümü için gündeme getirilen Rusya-İran görüşmeleri ise bu dönemde de sürdürüldü.
6 Mart’tan önce İran yetkilileri ABüçlüsü ile yeniden görüşmelerde bulunma talebinde bulundu. 3 Mart’ta
Viyana’da yapılan görüşme, herhangi bir sonuç alınmadan iki saat
içinde bitirildi. Böylece Şubat ayı başından 6 Mart’a kadarki süreçte sorunun BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilmesini gereksiz kılacak bir değişiklik yaşanmamıştı.
IAEA, BM Güvenlik Konseyi’ne
sunulacak raporu görüşmek için 6
Mart’ta toplandı. Baradey yakın sürede anlaşmaya varılabileceği umudunu dile getirse de sonuçta sorunun tartışılması işi 8 Mart’ta BM
Güvenlik Konseyi’ne –raporla birlikte– gönderildi.
BM Güvenlik Konseyi’nin daimi
üyeleri olan ABD, Rusya, Çin, Fransa
ve İngiltere’nin temsilcileri 8 Mart
akşamı toplanarak konu üzerine görüş alış-verişinde bulundu ve tartışmaların ilk raundu üç hafta sürdü.
BM Güvenlik Konseyi’ndeki tartışmalarda ABD ve AB-üçlüsü (Almanya
Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmadığı halde, AB-üçlüsü’nün içinde
yer aldığı öne sürülerek daimi üyelerle görüşmelerde yer aldı) İran’a iki
hafta süre veren bir ültimatomun verilmesini, bu süreçte İran’ın belgelenebilecek açıklıkta uranyum zenginleştirme çalışmalarını durdurmasını,
aksi halde askeri müdahale de içinde
olan yaptırımların gündeme geleceğinin bildirilmesi kararının alınma-
İran “biz artık nükleer
camiaya katıldık” ve
“uranyum zenginleştirmeyi
başardık” yönlü
açıklamasına bu sene içinde
yeni bir nükleer santral
inşa etmeyi planladıkları
açıklamasını eklediler.
Bu açıklamalar zaten bir
an önce İran’a yaptırımlara
başvurmaktan yana
olan emperyalistleri iyice
kızdırdı…
sını savundu. Bu görüşlerini İran’ın
“uluslararası barış ve güvenliği tehdit
eden güç” olarak değerlendirilmesi
talebiyle tamamlıyorlardı. İran’ın
böyle bir ülke olarak değerlendirilmesi, BM’nin Kuruluş Belgesi’nin 7
maddesine göre İran’ı cezalandırma
gündeme gelecekti ve savaşın yolu
BM Güvenlik Konseyi düzeyinde
açılmış olacaktı. Daha görüşmelerin
başından itibaren ABD ve AB-üçlüsü
emperyalistler açıkça İran’a karşı bir
savaşın pazarlıklarını yapmaktaydı.
Rusya ve Çin ise kendi çıkarları gereği de olsa bu görüşlere karşı çıktı.
Ültimatom verilmeden önce İran’ın
görüşmelere katılmasını sağlamak,
karşılıklı güven için de görüşmeler
sürdüğü sürece uranyum zenginleştirmeyi durdurmasını istemekten
yana tavır takındılar. Yaptırımlar
bağlamında ise, eğer İran’ın atom
programı barışçıl amaçlarla değil de
atom silahı üretmek amaçlı olduğu
belgelenirse o zaman konuşmaya hazır olduklarını açıkladılar. Barışçıl
amaçlarla nükleer enerjiye, ya da
tekniğe sahip olmasının ise İran’ın
doğal hakkı olduğunu savundular.
Ayrıca BM Güvenlik Konseyi’nin bir
baskı aracı olarak kullanılmasını kabul etmelerine rağmen atom sorunu
ile ilgili görüşmelerin IAEA tarafından yürütülmesi gerektiğini, bunun
da yaptırım gücüne sahip olmadığını
savundular.
Tarafların bu görüşlere sahip olması doğal olarak İran’a ültimatom
verilmesini şimdilik engelledi. Üç
haftalık görüşmelerin sonucu, İran’a
müzakerelere dönmesi, bu süreçte
uranyum zenginleştirme çalışmalarını dondurması çağrısı yapmak
ve bunun için bir aylık süre tanımak oldu. BM Güvenlik Konseyi’nin
İran’a yönelik çağrısı bağlayıcı bir
kararı ve yaptırımları içermiyordu.
28 Nisan’a kadarki süreçte IAEA
Başkanı Baradey’den İran’ın sözkonusu taleplere uygun adımlar atıp atmadığı konusunda rapor yazması istendi. Böylece savaş hazırlığı için sürdürülen diplomatik görüşmelerin ilk
raundu sona erdi, gözler 28 Nisan’a
kadar İran’ın ne yapacağına çevrildi.
BM Güvenlik Konseyi’nin çağrısına
İran, uranyum zenginleştirme çabalarını ya da atom programını durdurmayı düşünmediğini, bu konuda
geri adım atmayacağı biçiminde yanıt verdi.
ABD emperyalizminin özellikle
savaş tam tamlarını çaldığı bu dönemde, savaşın değişik opsiyonları
üzerine tartışmalar yürütülürken,
İran “Hazreti Peygamber” adını verdiği askeri tatbikat gerçekleştirdi. Bu
tatbikatta kendilerinin ürettiği değişik silahları, füzeleri denediklerini
açıkladılar. Kendilerine herhangi bir
saldırı gerçekleşirse, Hürmüz Boğazı
yoluyla ihraç edilen petrolün taşımacılığını durduracaklarını da tehditlerine eklediler. Özellikle silah konusunda kendilerine yönelik yaptırımların hiç bir anlamının olmadığını,
“hava, deniz, kara teçhizatı konusundaki ihtiyaçlarımızı kendimiz üretebiliyoruz” diyerek açıkladılar.
İran bununla da kalmadı, 11
Nisan’da uranyum zenginleştirmeyi
başardıklarını dünya kamuoyuna
ilan ettiler. Buna göre 9 Nisan itibariyle İran uranyum zenginleştirmeyi
başarmıştı. Bu zenginleştirmenin
164 santrifüj kullanılarak %3.5 oranında gerçekleştirildiğinin de altı çizildi. Kısa süre sonra ise bu oranın
%4.08’e çıkarıldığını açıkladılar.
İran “biz artık nükleer camiaya
katıldık” ve “uranyum zenginleştirmeyi başardık” yönlü açıklamasına
bu sene içinde yeni bir nükleer santral
inşa etmeyi planladıkları, uranyum
zenginleştirmek için de Natanz’daki
tesislere bu yıl sonuna kadar 3000
santrifüj ve gelecek yıllarda da 54 bin
santrifüj yerleştirecekleri açıklamasını eklediler. Bu açıklamalar zaten
bir an önce İran’a yaptırımlara başvurmaktan yana olan emperyalistleri
iyice kızdırdı…
Bu arada IAEA Başkanı Baradey
Tahran’a gitti ve görüşmelerde bulundu. Uranyum zenginleştirme işinin IAEA’nın kontrolünde olduğunu, karşılıklı güven için olumlu
görüşmelerde bulunduğunu açıkladı Baradey. Baradey aynı zamanda
İran’ın olumlu işbirliği sayesinde geçmişteki kimi sorunların da açıklığa
kavuştuğunu bildirdi. İran yetkilileri
de uranyum zenginleştirme işinin
uluslararası kurallara uygun olarak
ve Nükleer Silahların Yayılmasının
Önlenmesine İlişkin Antlaşma’ya
(NPT) bağlı kalınarak gerçekleştirildiğini açıkladılar.
Gerçekten de uranyum zenginleştirme işi anda atom silahı, ya da nükleer silah üretebilecek düzeyde, durumda değil. Nükleer silah üretimi
için uranyumun %80-90 oranında
zenginleştirilmesi gerekiyor. Büyük
haydutların bir bölümünü zıvanadan
çıkaran esas şey, anda İran’ın nükleer
silaha sahip olması ya da üretebilecek
durumda olması değil; hayır, İran’ın
tüm baskılara rağmen uranyum zenginleştirme işini teknik olarak gerçekleştirebilmesidir. Bir kere bu işi
gerçekleştirebilmek, bunun teknik
bilgilerine sahip olmak demektir ve
gerisi artık zaman ve imkan meselesidir… ABD ve AB-üçlüsü sert açıklamalarda bulunurken, Rusya gelişmelerden kaygı duyduklarını, İran’ın
müzakerelere dönmesi çağrısı yapıl-
panorama
dığı dönemde böyle bir adım atmasını yanlış bulduklarını açıklarken,
Çin de gelişmeleri kaygı ile izlemekte
olduğunu açıkladı.
BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri bu arada Moskova’da görüşmelere devam etti ve ortak bir karar
alamadı. Rusya İran’a uranyum zenginleştirme işini bir ay dondurma
çağrısı yaptı. 28 Nisan öncesinde
İran ile Rusya arasındaki görüşmelerde sorunun geneli açısından “mutabık” kalındığı ama detayların tartışıldığı yönlü açıklamalar yapıldı.
Buna paralel İran yetkilileri eğer BM
Güvenlik Konseyi’nde yaptırım kararı çıkarsa, BM ile işbirliğine son
veririz biçiminde açıklama yaptı.
İran’ın uluslararası kontrolün genişletilmesi önerisi ise ABD tarafından
reddedildi.
Mayıs ayı başında toplanan BM
Güvenlik Konseyi yine ABD ve ABüçlüsü ile Rusya ve Çin arasında yürüyen tartışmalar ve farklı görüşlere
sahne oldu. Ortak tavır yine çıkmadı.
Herhangi bir karar da alınmadı. Bu
sefer de ağırlıklı olarak gündeme
getirilen BM Kuruluş Belgesi’nin 7
Maddesi’ne göre İran’ın “uluslararası barışı ve güvenliği tehdit eden
ülke” olarak değerlendirilmesi ve gerekli yaptırımların –tabii ki esas olarak savaş ilanının– gündeme getirilmesiydi. Rusya ve Çin başta olmak
üzere Güvenlik Konseyi üyesi kimi
başka devletler de böylesi bir karara
karşı çıktı. Görüşmeler değişik biçimlerde sürüyor.
BM Güvenlik Konseyi’nde kısa sürede ABD ve AB-üçlüsünün istemi
doğrultusunda ortak bir kararın çıkmayacağını düşündüklerinden ABüçlüsü yeni bir “havuç-kırbaç” planı
geliştirmeye çalışıyor. Bu planın esas
içeriği daha önce İran’a yapılan öneri
paketinin –İran uranyum zenginleştirmekten vazgeçerse, enerji ihtiyaçları için destek sunulacağını içeren
paket– kimi yeni önerilerle ve yaptırımlarla da geliştirilmişidir.
Gelinen yerde zamana oynanmaktadır. İran’ın uluslararası düzeyde
suçlu ilan edilip savaşın haklı çıkarılacağı ve pazarlıkların İran tarafınca
başarısızlığa, çıkmaz sokağa sokulduğunun kabul ettirileceği bir ortam
yaratılmaya çalışılıyor. Diplomatik
görüşmelerle savaşı engellemek istediklerini ilan eden emperyalistler,
gerçekte savaş diplomasisi yürütüyor. Rusya ve Çin’in ABD ve AB-üçlüsü ile aynı cephede yer almaması,
İran ile olan ekonomik ilişkilerinden,
kendilerinin çıkarlarından dolayıdır.
AB-üçlüsünün İran’a yaptığı paket
önerisi ile Rusya’nın İran ile ilişkileri esas olarak bu güçler arasındaki
pazar dalaşıdır. Bu da İran’ın bu emperyalistler arasındaki dalaşta kendileri için yararlanma olanağını sunuyor. Rusya, İran’ın barışçıl amaçlarla kendi nükleer teknolojisine sahip olmasını uluslararası anlaşmalara uygun ve doğal bir hakkı olarak
görmekle bir adım önde gidiyor. Bu
temelde de İran Rusya ile görüşmelerde bulunuyor.
15 Mayıs’ta AB ülkeleri Dışişleri
Bakanları’nın İran’a teşvikler karşılığında uranyum zenginleştirme
programını durdurması yönlü karar
ve talebi –AB’nin önerilerinin ne olduğu tam belli değil– İran tarafınca
reddedildi. Ahmedinecad: “Şeker
ve çikolata vererek karşılığında altın alabileceğiniz 4 yaşındaki bir çocukla mı eğleniyorsunuz.” biçiminde
tepki gösterdi.
SAVAŞ TAMTAMLARI VE
HESAPLARI…
BM Güvenlik Konseyi’ne gönderilen “İran sorunu” üzerine pazarlıklar
yonların birbirinden kötü olduğu da
söyleniyor.
Yapılan savaş tahminlerine göre
ABD ilkin İran’ın atom programını
yerlebir edecek bombardımanı gerçekleştirecek. İkincisi, İran’ın bölgede zayıf bir ülke konumuna düşürülmesi için hem silah-askeri alanda
hem de ülkenin ekonomisinin temellerini tahrip edecek. Üçüncüsü,
zayıf düşen rejim, iç muhalefetin
güçlendirilmesiyle değiştirilecek.
Dördüncüsü ise İran, nükleer enerjinin sadece atom silahlarına sahip ülkelerin imtiyazı olarak kabul ettirilmesinin örneği olacak…
Olasılıklar ve tahminler çok değişik tabii ki. Fakat ABD emperyalizminin savaş hazırlıkları ve propagandaları tahmin değil olgudur.
Yapılan savaş tahminlerine göre ABD ilkin İran’ın atom programını
yerlebir edecek bombardımanı gerçekleştirecek. İkincisi, İran’ın bölgede
zayıf bir ülke konumuna düşürülmesi için hem silah-askeri alanda
hem de ülkenin ekonomisinin temellerini tahrip edecek. Üçüncüsü,
zayıf düşen rejim, iç muhalefetin güçlendirilmesiyle değiştirilecek.
Dördüncüsü ise İran, nükleer enerjinin sadece atom silahlarına sahip
ülkelerin imtiyazı olarak kabul ettirilmesinin örneği olacak…
sürüyor ve Rusya ile Çin’in tavrı gözönüne alındığında kısa sürede ABD
emperyalizminin istediği biçimde ortak bir kararın çıkmayacağına da kesin gözüyle bakılıyor. İran’ın uranyum zenginleştirmeyi başardığını
ilan etmesi de bu konuda yeni bir
durum yarattı. ABD emperyalizmi
Irak’a karşı savaştaki durumun tersine
AB-üçlüsünü yanına almış durumda.
İngiltere’nin ABD ile çok sıkı işbirliği
gibi olmasa da Almanya ve Fransa da
esas olarak ABD’nin İran’a karşı siyasetinin destekleyicileri durumda.
ABD emperyalizminin BM’nin
kendi isteklerine uygun karar almaması durumunda BM’ye rağmen
kendi başlarına da İran’a saldırabileceklerini açıklamaları bilindiğinde,
savaşa hazırlık yaptıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. ABD emperyalizminin temsilcileri diplomatik görüşmelerle, “barışçıl” yollarla
sorunu çözmeye hazır olduklarını
yer yer açıklasalar da, bu açıklamalara her seferinde askeri opsiyonun
da masada olduğu tehditlerle birlikte
eklenmektedir. Hatta, BM Güvenlik
Konseyi’ndeki görüşmeler sürecinde
ABD temsilcileri “İran tümden uranyum zenginleştirmekten vazgeçtiğini açıklasa da onlarla görüşmeyiz”
yönlü tavırlarla gerçekte sorunu görüşmelerle çözmekten yana olmadıklarını gösterdiler.
ABD emperyalizminin temsilcileri
İran’ın Irak ya da Afganistan olmadığını, herhangi bir savaş durumunda
hesaplarının çok daha ters sonuçlar
çıkarabileceğinin hesapları içindeler.
Uluslararası düzeyde mümkün olduğunca geniş bir ittifak sağlamaya çalışıyorlar. Savaş bağlamındaki kimi
varsayımlar tartışılırken, tüm opsi-
ABD emperyalizmi İran’da bir rejim
değişikliği için zaten çoktandır çaba
gösteriyor. Bu çabalarına açıkça yenilerini ekliyor. Propaganda için 75
milyon dolarlık resmi ödenek ayırıyor. İran’a yönelik çalışmaları yürütecek, koordine edecek özel bir büro
kuruyor. (Bu büronun başına da
Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in
kızı getirildi.) Radyo ve televizyonlarda Farsça yayın yapılıyor. Bu
arada Şah’ın oğlu da gündeme geliyor ve “tam devrim zamanı” diyerek İran’da “Devrim Muhafızları” ve
bazı muhalif unsurlarla ilişkide olduğunu açıklıyor.
Beyaz Saray en büyük tehditin İran
olduğunu ilan ediyor. İran ile ilgili
konuşmalarda, açıklamalarda yaptırımlara başvurma talepleri, savaş
istemleri giderek daha fazla “barışçıl çözüm” istemlerinin yerini alıyor. İran’a “dörtkoldan” saldırı planları açıklanıyor. ABD emperyalizmi
İran’a atom silahı atmayı bile tartışıyor… Yeni atom silahları üretmeyi
planlıyor. Yılda 125 nükleer silah
üretebilme kapasitesine ulaşmayı hedefliyor.
İran’a yapılacak bir saldırının “sorumsuzluğun zirvesi” olduğu yönündeki görüşler de kimi ABD’li general ve siyasetçiler tarafından savunuluyor. Bunun perde arkasında da
İran’ın çok değişik imkanlara sahip
olması, intikam eylemleri gerçekleştirebileceği, bölgedeki petrol ve doğalgazın kontrolden çıkabileceği,
İsrail’e saldırılabileceği ve “terörizmin” uygulanabileceği yönlü tahminlerdir. Bunu savunanlar “kendi
kendimizi kandırmayalım” diyorlar.
Evet, İran’ın Irak veya Afganistan
olmadığının bilincinde olarak ABD
emperyalizmi değişik yol ve yöntemleri uygulamaya çalışıyor. İran’daki
muhalif güçleri kendi yanına çekmeye ve içteki muhalefeti güçlendirmeye, İran’ın gerçek silah gücünün ne olduğunu öğrenmeye çalışıyor. İran ile ilişkide bulunan ülkeleri
ABD yardımı alamayacakları biçiminde tehdit ederek, İran’ın ilişkilerini sınırlamaya, ekonomik imkanlarını kısıtlamaya çalışıyor. İran’ın
doğalgaz ve petrol üretimi ve taşımacılığında oynadığı rolden dolayı,
petrolün varil başı fiyatlarının uzun
süre çok pahalıya malolacağı vb. olasılığı da hesaplar içindedir. Bu olasılık İran’a yönelik savaşın gecikmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Tüm bu ve benzeri çabalar savaşa
hazırlıktır. Kimilerine göre savaş yaz
sonu veya sonbaharda başlayacak.
ABD Temsilciler Meclisi 11 Mayıs’ta
Savunma Bakanlığı’ndan İran’ın
“uluslararası barış ve güvenliği ve
ABD’nin güvenliğini tehdit” etmesi
konusunda gizli bir rapor talep etti.
Bu raporun 31 Ocak 2007 tarihinde
Meclis’e sunulması gerektiği de belirlendi. Bu raporda İran’ın nükleer
çabaları, terörizme desteği, Irak ve
Ortadoğu’daki nüfuzu ve benzeri konuların yer alması istendi. Kuşkusuz
ki Temsilciler Meclisi’nin bu istemi
belirleyici değil. Buna rağmen ama
ABD emperyalizminin temsilcilerinin İran’a yönelik savaşı “ince eleyip
sık dokuyarak” yapmaya çalıştıklarını tespit etmek gerekiyor. Bu da
savaşın gecikebileceğinin olasılığını
içeriyor. Kuşkusuz ki savaşın geciktirileceği yönlü resim çizmek de savaş diplomasisi içindeki taktiklerden
biridir.
Sonuçta ABD emperyalizmi yanına aldığı kimi diğer emperyalist
güçlerle savaş tamtamları çalmaktadır. Öyle ya da böyle İran’ın atom
programı meselesi önümüzdeki süreçte de dünya kamuoyunu meşgul
edecektir.
98. sayımızda da tespit ettiğimiz
gibi: “Emperyalistler kendi aralarında dalaşıyor. Gericilik almış başını gidiyor… Hepsi de işçilere, emekçilere, dünyanın tüm halklarına düşman. Somut olarak çıkacak savaşın
emperyalistlerin mi İran’ın mı yararına olacağı yönlü hesaplar da, işçilerin, emekçilerin çıkarlarına, onların
yararlarına karşı olan hesaplardır.
İşçilerin, emekçilerin bu dalaşta ve
savaşta hiçbir çıkarı yoktur. Onların
bu karşıdevrimci, gerici savaşa, savaş
kışkırtıcılığına karşı mücadele etmeleri asli görevlerindendir.
Bunun da ötesinde haksız, gerici,
karşıdevrimci savaşların kaynağı
olan kapitalist sisteme, emperyalizme son vermek için devrim mücadelesine sarılmaları, tüm uluslardan,
milliyetlerden işçilerin, emekçilerin
ve ezilen halkların kurtuluşu için olmazsa olmaz görevidir.” (sayfa 23)
Bu görevin bilinciyle işbaşına!
21 Mayıs 2006 
panorama
- IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN-
A
Sonunda hükümet kuruldu…
BD emperyalizminin önd e r l i ğ i n d e I r a k- G ü n e y
Kürdistan’a karşı başlatılan savaş ve işgalin üzerinden üç yıl
geçti. Bu üç yıllık süreç Irak-Güney
Kürdistan halklarına onbinlerce insanın yaşamını yitirmesiyle de çok
pahalıya maloldu. Saddam rejimi
gitmiş, yerine işgal ve işgale karşı direniş ile hergün yaşanan çatışmalar
gelmişti.
Kimi verilere göre 1 Mayıs 2003 tarihinde ABD emperyalizminin başı
Bush’un savaşın bittiğini ilan ettiği
günden bu yana günlük ortalama yaşamını yitirenlerin sayısı 40-60 arasıdır. Kimi hesaplara göre 200.000
ile 500.000 arası kadar insan yaşamını yitirmiştir. İşgal sonrası ilk 18
ay içinde yaşamını yitirenlerin sayısı 100.000 olarak hesaplanmaktadır. Ekonomik yıkıntılar, altyapının
yokedilmesi vb. konulardan kaynaklı
Irak-Güney Kürdistan’a verilen zararın ise hesabı yok. Doğanın talanı,
çevrenin kirletilmesi bir yana, savaşta
kullanılan silahların milyonlarca insanın sağlığını doğrudan tehdit etmesi ve bu temelde de ölümlerin, sakat doğmaların sayısında artışlar ise
neredeyse kimseyi ilgilendirmiyor…
İşgalci güçler Irak-Güney Kürdistan’da “demokrasiye geçiş” için bir
de “geçiş takvimi” planı ortaya koydular bu dönemde. Bu plana göre en
son 15 Aralık 2005 tarihinde yapılan
seçimlerle bu “geçiş süreci” tamamlanmış olacaktı. Seçimlerin yapılması
başta işgalci emperyalist güçler tarafından “demokrasinin zaferi” olarak
propaganda edildi. Emperyalistlerin
bu yönlü propagandaları ama gerçeklerin onların kitlelere satmaya çalıştığı gibi olmadığının üzerini örtmeye yetmiyordu, yetmeyecek de.
ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin üzerine hesap yaptığı IrakGüney Kürdistanlı güçler hem kendi
aralarında çelişkilere, hem de her birinin hesabı değişik olduğundan ABD
emperyalizmine karşı tavırda da farklılıklara sahiptiler ve bu farklılıklar,
çelişkiler varlığını hâlâ koruyor.
“Geçiş takvimi” süreci esas olarak ABD emperyalizminin hesaplarının yanlış çıktığını, istediği gibi
her şeyi yapamadığını; Irak-Güney
Kürdistan’da savaş ve çatışma durumunu sonlandırabilmek için Baas rejimi artıklarına ve uzun bir dönem işgale karşı direniş gösteren Sünni kesimin önemli kısmına taviz vermek zorunda kaldığını vb. vb. ortaya koydu.
Bu “geçiş süreci”nde Irak-Güney
Kürdistanlı güçlerin kendi araların-
15 Aralık 2005
seçimlerinin
sonuçları
19 Ocak’ta
açıklanmış ve
esas olarak
ülkedeki üç
gücün temsil
edilmesi
hesabına göre
bir sonuç
çıkarılmıştı.
Şiiler, Sünniler ve
Kürtler...
daki çelişkilerin çözülmeden, her seferinde –geçici anayasa, geçici hükümet ve daimi anayasa için yapılan pazarlıklar sürecinde– ertelendi,
varlığını korudu. “Yerli güçler” arasındaki çelişkilerin varlığını koruması, aynı zamanda 15 Aralık 2005
seçimlerinden sonra kurulacak hükümet için yürütülecek pazarlıkların
da zorlu geçmesinin ve bu sefer kurulacak hükümetin “geçici” hükümet
olmayacağı bilindiğinde, bu çelişkilerin aralarındaki iktidar dalaşını sertleştireceğini beklemek normaldi.
15 Aralık 2005 seçimlerinin sonuçları 19 Ocak’ta açıklanmış ve esas
olarak ülkedeki üç gücün temsil edilmesi hesabına göre bir sonuç çıkarılmıştı. Şiiler, Sünniler ve Kürtler olarak yapılan ayrıştırma ve bu üç gücün de yönetime dahledilmesi istemlerine uygundu seçim sonuçları. Şiiler
çoğunluğa sahip ama tek başına karar verecek durumda değil. Kürtler
nüfus oranlarına uygun bir oya sahip ama “Bağımsız Kürdistan”ı dayatacak durumda değil. Şiiler Kürtlerle
veya Sünnilerle birlikte hükümet kurabilecek çoğunluğa sahip ama mecliste üçte iki çoğunluğa sahip olma
durumları yok. Bu ise hem kurulacak hükümetin onayı için, hem de
hükümet kurulduktan sonraki dört
ay sürecinde anayasadaki değişiklikler için ve genelde yasa çıkarmak için
gerekli olan çoğunluktu. ABD emperyalizminin esas isteği de ülkede
sükuneti sağlayabilmek için bu üç
ana gücün yönetimde temsil edilmesiydi, öyledir.
Gelişmeler ama ABD emperyalizminin istediği gibi olmuyor her zaman. Sözkonusu güçler arasındaki
çelişkiler ve bu güçlerin temsilcilerinin yürütülen pazarlıklarda takına-
cakları tavırlar, yönetimde elde etmek istedikleri bakanlıklar, temsilcilikler vb. vb. konular da gidişatı belirleyen etkenlerdi.
Bunlara bir de ABD emperyalizminin Irak-Güney Kürdistan’da İran
molla rejimi yanlılarının yönetimde
yer almamasını, özellikle de önemli
görülen bakanlıkların bunlara verilmemesi yönlü tavrı eklenince, dinci
gerici kesimin hükümet kurma pazarlıklarındaki tavrı uzlaşmayı zora
sokan bir tavır oldu.
Dinci kesimler arasında –Şii ve
Sünniler– karşılıklı bir mezhep çatışmasına bürünen ve kimileri tarafından “iç savaş” olarak da adlandırılan; yüzlerce insanın katledildiği
binlerce insanın yerinden-yurdundan sürgün edildiği bir çatışma süreci yaşandı. Sünnilerin temsilcilerinin açıklamalarına göre Caferi’nin
başbakanlığını yaptığı geçici hükümet döneminde 40 bin Sünni, devlet
güçlerince, esasta da Şii güçler tarafından katledilmiştir.
Özellikle Şii’lerin kutsal olarak gördüğü “Askariya Türbesi”nin kubbesinin uçurulması ve diğerlerine saldırılar, Şii’lerin Sünnilere karşı saldırıları
başlatmasına, yüzlerce camiye saldırmasına gerekçe oldu. Hükümetin
Sünnileri korumadığı iddiasını öne
süren Sünni kesimin temsilcileri (Irak
Uyum Cephesi, 44 milletvekiline sahip), hükümet kurma görüşmelerinden çekildi. Türbe-cami çatışması
yüzlerce insanın kurşuna dizilerek
öldürülmüş olduğu, cesetlerin ortaya
çıktığı; otobüs ya da minibüslerin
durdurularak işçilerin kurşuna dizildiği vb. çatışmaların yoğun olduğu
bir süreçte, sadece Bağdat’ta, Nisan
ayında öldürülenlerin sayısı 1000’i
geçti. Hükümet kurma görüşmeleri
sürerken Irak-Güney Kürdistan kelimenin gerçek anlamında düşük düzeyde bir iç savaş yaşıyordu.
Şubat ayındaki mezhep çatışmalarının yoğunlaşması hükümet kurma
görüşmelerini zora sokarken Mart ayı
başında Caferi’nin Irak yönetimini
temsil eden diğer kurum ve yetkililere haber vermeden Ankara’yı ziyareti bardağı taşıran son damla oldu.
Cumhurbaşkanı Talabani, Caferi’nin yapacağı herhangi bir anlaşmanın Irak yönetimini bağlamadığını, Caferi’nin seçimlerden sonra
atanan ve güvenoyu alan bir başbakan olmadığının da altını çizdi.
Caferi’nin taraf lara eşit düzeyde
yaklaşmadığını, bir nevi Şii diktatörlüğünü kurmak istediğini açıklayan
Kürtler ve Sünniler, kurulacak hükümette Caferi’nin başbakanlığını
kabul etmeyeceklerini; “ulusal birlik
hükümeti”nin kurulması için ön koşul olarak Caferi’nin geri çekilmesi
ve yerine Şii’ler tarafından bir başkasının başbakan adayı olarak belirlenmesini dayattılar.
Kürtlerle Sünnilerin bu tavrı, esas
olarak ABD emperyalizminin tavrıyla örtüşüyordu. Caferi’nin dinci ve
bir ara ABD emperyalizminin işgalci
güçlerine sıcak günler yaşatan Şii lider Mukteda El Sadr ile yakın ilişkileri var. ABD empeyalizmi Caferi’nin
başbakanlığına sıcak bakmamaktadır. Bu sefer kurulacak hükümetin
geçici hükümet olmaması, kısa süreli “gözyummaya” da imkan vermemektedir. ABD emperyalizmi İçişleri
Bakanlığı ile Savunma Bakanlığı’nı
İran yanlısı olabilecek Şii’lere bırakma yanlısı değil, bunu açıkça da
ifade etmiştir. Bunun doğrudan bir
sonucu olarak ABD emperyalizmi
Kürtlerle Sünnileri destekleme ve
Şii’lere kimi talepleri kabul ettirme
mücadelesi vermek zorunda kaldı.
Irak’ın üçe bölünüp bölünmeyeceği, iç savaşın yaşanıp yaşanmadığı,
Caferi’nin başbakanlık adaylığından
geri çekilip çekilmeyeceği vb. tartışmalar, çelişkiler, Caferi’nin geri çekilmeyeceğini açıklaması ve bu konuda direnmesiyle daha da kızıştı.
İktidar dalaşının Irak-Güney
Kürdistanlı güçler arasında hükümet
kurmayı geciktirdiği yerde sabırları
tükenen ABD ve İngiliz emperyalizminin dışişleri bakanları Bağdat’a
gitti. Başta Caferi olmak üzere hükümet kurmaya zorluk çıkaran siyasetçilerin kulakları çekildi, ya da
Türkiye’de çokça söylendiği gibi
“balans ayarı” yapıldı… Kürtlerin ve
Sünnilerin talebine işaret ederek başbakan olacak kişinin tüm Iraklıları
panorama
birleştirecek yetenekte olması gerektiğini söylediler Caferi’ye.
Caferi, “Bu, demokrasi mekanizmasının işlemesiyle ulaşılan bir sonuç.
Ben de bunu savunuyorum. Irak’ta
demokrasiyi korumakla görevliyim.
Irak’ı kimin yöneteceğine de demokrasi karar vermeli. Irak halkının kararına saygı göstermeliyiz.” (6 Nisan
tarihli medyadan) tavrını takındı.
Böylece kendince Caferi demokrasi
savunucusu kesiliyordu… İşgalci
güçlerin temsilcileri “demokrasi”nin
kendileri açısından ne anlama geldiğini gösterdiler Caferi’ye. Burjuva demokrasisinin Irak’ta zaten olmadığı,
işgal yönetiminin olduğu gerçekleri
bir kenara bırakılsa bile, halkın kararının sömürücüler için, emperyalistler, işgalciler için hiç bir değerinin olmadığını, kendi “kaderi” somutunda
görmek zorunda kaldı Caferi…
Böylece işgalden sonra
ilk “geçici olmayan”
hükümetin kurulması
gerçekleşmiş, önceden içeriği
belirlenen “geçiş takvimi”
de tamamlanmış oldu.
Irak-Güney Kürdistan’daki
sorunlar ve çelişkiler ise
varlığını değişik biçimlerde
sürdürüyor.
10
Emperyalistler, işgalciler için halkın
kararının sadece bir yerde önemi ve
değeri vardır: Kendi çıkarlarına uygun olduğu yerde… Burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde de dört
veya beş yılda bir halkın seçim sandığına gidip oy kullanması gerçekte
burjuvazinin egemenliğinin üzerini
örtmenin bir aracıdır.
Caferi’nin Şii kesimin temsilcisi
olarak “içte” yürüyen iktidar dalaşında demokrasi yanlısı veya savunucusu kesilmesi anlaşılırdır fakat karar
verici merciin Irak-Güney Kürdistan
halkları ve onların sandıktaki oyları
olmadığı, bu somutta da çok açık ortaya çıktı. Karar verici olanlar, işgalci
güçlerdi, verdiler de!
Rice ve Straw’ın ABD ve İngiltere’nin sabrının taştığını artık hükümet kurma zamanı geldiğini Caferi’ye
doğrudan iletmeleri, Şii kesimin
Kürtlere ve Sünnilere daha fazla “haklılık” payı verecek tavırlardan kaçınması vb. tavırlar, hükümetin kurulmasının önündeki bu engeli ortadan
kaldırdı. Caferi eğer Şii kesim uygun
görürse –ona göre tayin eden onlardı–
geri çekilmeye hazır olduğunu ilan
etti. Şii kesim Caferi yerine Maliki’yi
başbakanlığa önerdi.
22 Nisan’da toplanan parlamento,
Talabani’nin devlet başkanlığı görevini yeniden onayladı, böylece
Talabani gelecek dört yıllık süreçte
bu görevine devam edecek. Talabani
yeniden seçilir seçilmez yeni başba-
kan adayı Maliki’yi hükümeti kurmakla görevlendirdi. Devlet Başkanı
yardımcıları –biri Şii biri de Sünni
kesimden– seçildi. Devlet başkanı
Kürt, Başbakan Şii olunca Meclis
Başkanı da Sünni kesimden Mahmud
El Meşhedani seçildi.
22 Nisan’da yeni hükümeti kurma
görevini alan Maliki, yasaya göre 30
gün içinde kabinesini meclise sunması gerekiyordu. Buna uygun olarak
20 Mayıs’ta Maliki kabinesini açıkladı. Meclis hükümeti onayladı, bakanlar yemin ederek görevbaşı yaptı.
30 günlük süre içinde kurulan hükümette ama içişleri ve savunma bakanlığı gibi bakanlıkların kime verileceği
hâlâ belli değil. Görünen o ki, bu bakanlıkların kime verileceği bağlamında
pazarlıklar bitmeden bir an önce –30
günlük yasal süreç aşılmadan– hükümetin kurulması istenmiş…
Böylece işgalden sonra ilk “geçici
olmayan” hükümetin kurulması gerçekleşmiş, önceden içeriği belirlenen
“geçiş takvimi” de tamamlanmış
oldu. Irak-Güney Kürdistan’daki sorunlar ve çelişkiler ise varlığını değişik biçimlerde sürdürüyor.
Maliki esas olarak Caferi’den özde
değişik bir siyaset savunmamaktadır.
Başbakanlığı döneminde Caferi’nin
danışmanlığını yapan, Şii kesimin
temsilciliğinde “sekter” olarak değerlendirilen ve açıkça Şii yanlısı olan;
işgale karşı direniş gösterenleri şiddetle ezmekten yana olan ve çıkarılan yasalarda katkısı bulunan biri.
Bu nitelikleri gözönüne alındığında,
Maliki, ABD ve İngiliz emperyalizminin bir an önce hükümetin kurulması için dayatmasıyla, Sünni ve
Kürtlerin de bu temelde onay verdiği,
tarafların üzerinde zorunlu uzlaşma
sağladığı bir başbakan olarak değerlendirilebilir.
ABD emperyalizminin Irak’ta Vatikan büyüklüğünde dünyanın en büyük
elçiliğini inşa etmekte olduğu, Bush’un
Irak’tan çekilme işinin gelecek başkanların döneminin işi olduğunu açıkladığı; Rumsfeld’in işgalin üçüncü yıldönümünde “Irak’tan çekilmek, İkinci
Dünya Savaşı sonrası Almanya’yı
Nazilere bırakmaya” benzettiği durumda, Irak-Güney Kürdistan’daki işgalin değişik biçimlerde de olsa daha
uzun süreceği ve işgale karşı mücadelenin varolacağı açıktır.
Maliki önderliğinde kurulan hükümet esas olarak işgalcilerin belirlediği çerçevede hareket etmek zorundadır. Uymadığında yeni “balans
ayarları” gündeme getirilir. IrakGüney Kürdistan’da formel olarak
hükümet kurulsa da, gerçek yöneticiler emperyalistlerdir. Askeri işgal
gücü hesaplanmasa bile, ABD emperyalizminin üçbinden fazla “sivil
yöneticisi” Irak’tadır ve gerçek iktidar sahipleri işgalcilerdir.
Irak-Güney Kürdistan önümüzdeki
süreçte de dünya kamuoyunu meşgul
edecek gelişmelere gebedir…
21 Mayıs 2006 
Bu Kitapları
isteyin, okuyun,
okutun...
DÖNÜŞÜM
YAYINLARI
5
200 imli
lık
ir
Ara 0 İnd esi
4
t
% t Lis
a
Fiy
ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ
•
•
•
•
•
•
•
•
3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00
KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00
MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
GÜNCEL POLİTİKA
STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00
EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00
İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00
MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50
DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50
KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY
(2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
•
•
•
•
KADIN DİZİSİ
KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00
KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00
• SİZİN MASALINIZ
Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• BİZİM LİSE
Hasan Kıyafet
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50
• ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• DİLAN
N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00
• YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
ŞİİR DİZİSİ
• PANTA REİ
Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00
• HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50
• 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
• MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00
Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
15 -16 HAZİRAN BÜYÜK İŞÇİ DİRENİŞİNİN 36. YILDÖNÜMÜNDE:
Biz durursak hayat durur!
15-16 Haziran,
Türkiye’de de
işçiler eğer birlikte
hareket ederse,
onlara rağmen
hiçbir şeyin
yapılamayacağını
gösteren şanlı bir
mücadele tarihidir.
Gün 15-16
Haziran’dan
öğrenme
günüdür…
P
arçalanmışız. Milliyetlere,
dine, mezheplere göre bölünmüşüz. Geldiğimiz yöreye
göre bölünmüşüz. Hemşerilerimiz
başkalarından önde gelir. Kadın/
erkek olmamıza göre saf lanmışız.
Sözleşmeli olanımız var. Sözleşmesiz
çalışanlarımız var. Gencimiz, yaşlımız, kıdemlimiz, kıdemsizimiz var.
Aramızda büyük ücret farklılıkları var. Büyük bir bölümümüz işsiz. Aç ve açıkta kalmamak için her
işi her ücrete her şarta yapmaya hazır. Yeter ki işi olsun. İşi olanlarımızın çoğu işini kaybetme korkusu ile
yaşıyor. İşini kaybetmemek için onurunu çiğnetmeye hazır olan, en yakın
iş arkadaşını gammazlamaya –yüreği
cıs ederek de olsa– hazır olanımız hiç
de azımsanacak sayıda değil.
Patronlar bizim aramızdaki farklılıkları, bölünmüşlükleri alabildiğine
kullanıyor bizi daha fazla sömürmek
için. Aramızdaki farklılıkları, bölünmüşlükleri ayakta tutuyor, derinleştiriyorlar. Çünkü onlar şunu çok iyi, bizim bir çoğumuzun bildiğinden daha
iyi biliyorlar: Onlar işçileri, eğer işçiler birleşir, birlikte hareket ederse, sö-
müremezler! İşçiler ve diğer emekçiler bütün sömürü toplumlarında toplumların büyük çoğunluğunu oluşturur. Sömürenler hep toplumun küçücük bir kesimidir. Ama onlar küçücük
bir azınlık olmalarına rağmen, büyük
çoğunluğu sömürebilmekte, toplumun efendileri olabilmektedir. Bu ancak büyük çoğunluğu oluşturanların;
küçük sömürücü azınlık karşısında
paramparça olması, kendi ortak çıkarlarının ve ortak düşmanlarının
ne olduğunun bilincinde olmamaları,
birlikte hareket edememeleri sonucu
olabilir ve oluyor.
İşçiler, emekçiler toplumun yalnızca
büyük çoğunluğunu oluşturmakla
kalmıyorlar. Bizler aynı zamanda bütün toplumlarda toplumun zenginliğinin gerçek yaratıcılarıyız. Üreten
biziz! Bütün zenginlikler bizim elimizin emeği, gözümüzün nuru, alnımızın teri, bizim çalışmamız sonucu yaratılıyor. Yaratan biziz!
Biziz üreten ve yaratan ve fakat ezilen, sömürülen, horlanan, yarattığımız zenginliklerden en az pay alan
da biziz.
Bizi sömürenlerin, elimizin eme-
İÇİNDEKİLER
15-16 Haziran: Biz durursak hayat durur! . . . . . . . . . . . . . . . .
Birsinler Deri işçileri de sendikalaşmak
için direnmeye devam ediyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İLERİ Deri işçileri, bir dizi saldırıya rağmen
hakları için direnmeyi sürdürüyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim! . . . . . . . . . . .
Desan Tersanesi işçileri hak gasplarına karşı direniyor! . . .
28 Nisan, “Uluslararası Yas Günü” ya da
“İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Seyhan Belediye işçilerinin direnişi sürüyor... . . . . . . . . . . . .
Kapitalist Kar Hırsı İşçiyi Katlediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1 Mayıs 2006’nın ardından . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Castle&Blair işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız
bırakmayalım! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sendika çalışanları yönetimin emir kulu değildir . . . . . . . . .
SCT Filtre’de işe iade davaları sonuçlanıyor . . . . . . . . . . . . . .
Hava – İş hükümeti protesto etti! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Daimler-Chrysler’in cürümleri… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1
2
3
3
4
5
6
7
8
9
10
11
11
12
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ğine, gözümüzün nuruna el koyup
zengin olup, toplumun efendisi konumuna gelenlerin en büyük silahı
bizim bölünmemizdir. Onlar bu
durumu sonsuzlaştırmak için bir
sürü silah yaratmıştır.
İdeolojik olarak, kendi ideolojilerini bize kabul ettirmişlerdir.
Tanrıları yaratıp bize tevekkülü,
bize şükretmeyi öğretmiş, her şeyin ilahi bir nedeni olduğu yalanına inandırmışlardır bizi. Bu
dünyada zenginlik onlara, olmayan bir başka dünyada cennet bize
ile avutmuşlardır bizi yüzyıllardır.
Zenginliklerinin sömürü sonucu
değil, kendilerinin çok çalışmaları sonucu olduğu yalanına inandırmışlardır bizleri. Sınıf kardeşlerimizi bize düşman olarak tanıtmışlardır. Aramızdaki farklılıkları düşmanlık nedeni olarak göstermiş, bizi birbirimize kırdırmışlardır. Kimimizi küçük rüşvetlerle
satın almış, diğerlerimize karşı
kullanmışlardır.
Siyasi olarak, kendi çıkarlarının
koruyucusu bir aygıt olan devletlerini bize bizim devletimizmiş
gibi yutturmuşlardır. Mülksüzlere
karşı örgütlü haksızlık olan adaletlerini bize bağımsız, herkesin
hizmetinde yargı olarak satmışlar, bizi buna inandırmışlardır.
Çıkarlarının pazarlık arenası olan
parlamentolarını bize “milletin
egemenliğinin arenaları”, kendi çıkarlarının savunucusu siyasi partileri “halkın çıkarlarını savunan
siyasi örgütler”, sadece bizi ezenlerin kim olacağını arada bir belirleme hakkımız olan seçimleri, demokrasinin araçları olarak tanıtmış, bu yalanlara inandırmışlardır bizi.
Ellerindeki bütün araçlarla, küçük yaştan itibaren okul eğitimi
ile, bütün hayatımız boyunca
medya ile beyinlerimizi esir almış,
kendi düzenlerini, değişmez bir
kader olarak beyinlerimize nakşetmişlerdir.
Sonuçta, bu düzenin berbatlığını gören bir çoklarımız için bile
“kötü ama bir şey değişmez” ya da
“ben ne yapabilirim ki” denen bir
durum çıkmıştır ortaya.
Bu sömürücüler için ballı börek, biz emekçiler için mutlaka
kırmamız, aşmamız gereken lanetli bir durumdur. Biz kendi gücümüzün farkına varmalıyız. Biz
eğer bir sınıf olarak gücümüzün
farkına varırsak ve bu gücün bilincinde davranırsak, bize rağmen
hiçbir şey yapılamaz. Bizim gücümüz üretimden gelmektedir. Biz
durursak, üretmezsek, hayat durur. Patronların o güya ilahi zenginliklerinin kaynakları bir anda
kurur. Onların elindeki yine bizim emeğimiz olan sermaye, eğer
biz işçiler durursak hiçbir işe yaramaz. Önemli olan bizim birleşmemiz, birlikte haklarımızı aramamız, birlikte patronların karşısına
çıkmamızdır. O zaman istediklerini, istedikleri gibi gerçekleştiremezler. Ve biz birlikte hareket ettiğimiz her mücadelede gücümüzün
daha fazla farkına varırız, daha
fazla birlikteliğin ve örgütlü mücadelenin gereğini kavrarız, mücadele içinde, kendi deneyimimizle,
sorunun gerçek çözümünün bir
bütün olarak sömürü sisteminin
yıkılmasından geçtiğini kavrarız.
Onu kavradık mı ve ona uygun
davrandık mı, yeni bir dünyanın
patronsuz sömürüsüz bir dünyanın yolu açıktır bize.
Mümkün mü bu? Mümkün olduğunu dünya devrim deneyleri,
sosyalist inşa deneyimleri gösterdi.
Şimdi bir zamanların sosyalist ül-
kelerinden geriye fazla bir şey kalmadığı, bu deneyimler sırasında
işçilerin emekçilerin muazzam kazanımlar elde ettiği gerçeklerini
ortadan kaldırmıyor.
İşçiler, emekçiler birlikte hareket
ettiklerinde, patronların ve onların devletinin nasıl acizleştiğini
gösteren Türkiye deneyimleri de
var. Bunların en önemlilerinden
biri kuşkusuz 15-16 Haziran büyük işçi direnişidir. 15-16 Haziran
1970’de iki günlük direniş eylemlerinde Türkiye işçi sınıfı en
yoğun olduğu alanda, en başta
İstanbul’da on binlerce sokağa çıkarak o zamanki Demirel hükümetinin işçilerin sendikal örgütlenme özgürlüğünü olağanüstü kı-
sıtlayan bir yasa değişikliği taslağına karşı
çıktı. Polisle çatışmalar oldu. Yer yer ordu
barikat kurdu değişik semtlerden fabrikalardan çıkarak yürüyen işçilerin birleşmesini önlemek için.
Barikatları kağıttanmış gibi parçalayarak
aştı işçiler. Dost düşman gördü işçi sınıfının gücünü. Hükümet
yasa değişiklik tasarısını geri çekmek zorunda kaldı.
1 5 -1 6 H a z i r a n ,
Türkiye’de de işçiler eğer birlikte
hareket ederse, onlara rağmen hiçbir şeyin yapılamacağını gösteren
şanlı bir mücadele tarihidir.
Gün 15-16 Haziran’dan öğrenme
günüdür…
Gün gücümüzün farkına varma,
birleşme, birlikte mücadele etme
günüdür.
Çaresiz değiliz, boynu bükük
durmamız gerekmiyor!
Sınıf kavgasında birleşerek yerimizi alalım!
Kaybedeceğimiz bir şey yok
zincirlerimizden gayrı.
Kazanacağımız sömürüsüz bir
dünya var!
18 Mayıs 2006 
Birsinler Deri işçileri de sendikalaşmak
için direnmeye devam ediyor!
Ç
orlu Organize Deri Sanayi Bölgesinde kurulu
Birsinler Deri Fabrikası’ndan sendikalaştıkları için işten atılan 17 işçisi patronların ve
devletin bir dizi saldırılarına rağmen 311 gündür direniyor.
Okurlarımıza bu direniş hakkında daha önce çeşitli
sayılarda ve en son 99. sayımızda bilgi vermiştik.
YDİ ÇAĞRI olarak Mayıs ayı başlarında ziyaret
ettiğimiz işçiler, direnişlerinin 5. ayında eski patronu tarafından fabrikalarının işçi haklarını gaspetmekte hayli sicili kabarık olan ve azılı bir sömürücü
olmakla nam salmış komşu fabrikanın (Güneş Deri
Fabrikası’nın) sahibi olan Şinasi Güneş’e sattığını belirttiler.
Sendikanın yetkisinin fabrikanın satışından önce
kesinleştiğini ifade eden işçiler TİS’i yeni patronla
yapacaklarını, fakat bölgenin tüm patronları tarafından desteklenen bu zalim sömürücü patronun böyle
bir direnişle yola gelmeyeceğinin bilincinde olduklarını, yakında gelecek grev kararıyla birlikte dişe diş
bir mücadelenin süreceğini belirttiler.
17 işçi olarak, yaklaşık bir yıl önceki var olan direnme kararlılıklarını ona katlamış olarak ve daha
bilinçli birer işçi olarak kazanana kadar direneceklerini söylediler.
İşçiler, Organize Deri Sanayiinde çalışan beş bine
yakın işçiden ciddi bir destek görmediklerini, örneğin komşu fabrikada çalışan ve çoğunun asgari ücretle sigotasız çalıştırıldığı 60 işçinin içinden sadece
10-15 işçinin geçerken selam verdiğini, diğerlerinin
“işten atılırım korkusuyla” dönüp kendilerine bakmaya bile cesaret edemediğini anlatırken anda sını-
fın ne durumda olduğunu da özetliyordu.
Bu yüzden YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak işçilerin ücretli kölelik barbarlığına karşı direnişleri sözkonusu
olduğunda hep yaptığımız çağrıyı bir kez daha yineleyelim: Tüm sınıf bilinçli işçi ve emekçileri anda yürüyen direniş ve grevlere maddi ve manevi destekte
bulunmaya çağırıyoruz. Unutmayalım kazanmak
için en güçlü silahlardan biridir DAYANIŞMA...!
Mayıs 2006 
NOT: Çorlu Organize Deri Sanayi Bölgesi’nde 1,5 yıldır
direnen ve şu an grevde olan İleri Deri işçileri ile bir yıla
yakın süredir direnişte olan Birsinler Deri işçileriyle dayanışmada bulunmak isteyenler için irtibat telefonları:
DERİ- İŞ SENDİKASI ÇORLU TEMSİLCİLİĞİ:
(0282) 686 19 82
SENDİKA TEMSİLCİSİ ALİ BAYRAM: (0536) 342 14 96
Ü
Sendikalaştıkları için işten atılan
MİTO işçilerinin haklı direnişini destekleyelim!
lkenin çeşitli yerlerinde
sendikalı olmak için mücadele eden ve direnişe geçen
işçilere, Tuzla / Aydınlıköy’de bulunan MİTO işçileri de katıldı.
Uzunca bir üretim geçmişine sahip olan bu fabrika esas olarak dış
pazara yönelik filtre üretimi yapıyor. İhracat yaptığı ülkelerin başında; İtalya, Belçika, Avusturya,
Almanya, İngiltere, Macaristan,
Yunanistan geliyor.
MİTO işçilerinin Birleşik Metalİş’de, yaklaşık dört ay süren sendikal örgütlenme sürecinin sonucunda 31 Mart günü örgütlülükleri
patron tarafından açığa çıkarıldı ve
bu süreçten sonra işçiler çeşitli gerekçelerle işten atılmaya başlandı.
Bölüm bölüm işten atılan işçilerin
şu andaki sayısı 43. Bunlardan 6 tanesini kadın işçiler oluşturuyor.
3 Nisan’da direnişe geçen işçilerin eylemi, fabrikanın önüne kurdukları çadırda sürüyor.
İşçilerin direnişine içerde çalışan
işçilerden de destek geliyor. İçerdeki
işçiler yemek boykotu, iş yavaşlatma
ve mesaiye kalmama ile işten atılan
işçilerin tekrar işe alınması için da-
yanışma eylemleri yapıyorlar. Buna
karşı patron da içerdeki sendikalı işçileri sendikadan istifaya zorluyor.
Patronun taşeron ile çalıştığını belirten işçiler, kendileri işten atıldıktan sonra patronun yeni
ve genç işçileri işe alarak sendikal
örgütlülüğü tasfiye etmeye çalıştığını belirtiyorlar.
Konuştuğumuz direnişçi işçilerin hepsi ne kadar zor koşullarda
çalıştıklarını anlattılar. Yıllarca çalışıyor olmalarına rağmen ücretlerine herhangi bir zam alamıyorlar.
Bütün işçiler asgari ücret ile çalıştırılıyor, zorla mesaiye bırakılıyorlar, aylık ücretlerini ancak bir sonraki ayın sonlarında alabiliyorlar.
Şu anda işten atılan işçilerin iki aya
yakın maaşları içerde bulunuyor.
Patronun ve ustabaşının taciz, dayak ve küfürlerine maruz kalıyorlar. İş arasında tuvalete gitmelerine
izin verilmiyor. Bazı işçilerin hasta
oldukları ve bu doktor tarafından
rapor edildiği halde işten atıldıklarını söylüyorlar.
İşçiler sendikanın ortaya çıkması
ve direnişe geçmelerinden sonra patronun fabrikanın içinde ve dışında
olmak üzere toplam 83 tane kamera
taktırdığını, uzaktan ses kaydı da
yapabilen bu kameraların her birinin fiyatının bir milyardan aşağı olmadığını belirttiler. Direnişte olan
işçiler sendika aracılığı ile işe iade
davası açtıklarını, sendikalı olarak
tekrar işe alınıncaya kadar direnişlerine devam edeceklerini belirttiler.
Kaybedecekleri hiç bir şeyleri olmadığının çok iyi farkında olduklarını
dile getiriyorlar.
İşçiler ziyaretimizde bizleri şu sloganlarla karşıladılar: “Sendika hakkımız, söke söke alırız”, “Kahrolsun
sermaye uşakları”, “Direne direne
kazanacağız”.
Çeşitli kitle örgütleri ve Güney
Kültür Merkezinin içerisinde yer
aldığı Koordinasyonun bileşenleri
olarak grev ve direnişte olan işçiler
ikinci kez ziyaret edildi.
Aynı ziyarette diğer direnişlere
göre henüz yeni olan MİTO işçileri de 47. gününde ziyaret edildi.
Daha önceki ziyaretlerimizde direniş hakkında bilgi almıştık. Bu ziyarette işçiler özellikle sendika tarafından yalnız bırakıldıklarını,
direnişlerini duyurmak için bir çok
etkinlik planladıkları halde sendika
şubesinin buna yanaşmayarak bekleme tavrı içerisine girdiğini dile
getirdiler.
İşçilerle yaptığımız konuşmalarda
sendikal örgütlenmenin önemli olduğunu fakat tek başına sendikanın
kendileri için hak arayacağını sanmanın da yanlış olduğunu, bir taraftan sendikaya adım atması için
baskı yapılırken esas olarak işçilerin kendilerini sendika olarak görüp kendi gücüne dayanarak hareket etmeleri gerektiğini belirttik.
Bunda da en belirleyici olanın işçilerin güçlü birliği ve direnme azmi
olduğunu vurguladık.
Nisan 2006 
İLERİ Deri işçileri, bir dizi saldırıya rağmen
hakları için direnmeyi sürdürüyor
lisin kendilerine bunca
kinle öldüresiye kazma
sapı gibi sopalarla saldırısında 6 arkadaşlarının yaralandığını, bir
kadının atılan dayaklardan bayıldığını, her
33 arkadaşlarının polislerin tekme tokat ve
sopalarla 1,5 saatlik çatışmadan sonra gözaltına aldıklarını anlattılar. Gözaltında da polislerin kendilerine küfür
ve tacizlerle saldırılarına devam
ettiklerini belirten kadın işçiler,
genelde basın ve TV kanallarının
neden böyle anlarda gelip görüntü
almadığını, aldıklarını da neden
yazmadığını veya göstermediğini
sordular ve kendilerinin medyası
olarak gördükleri bizlere de o gün
orda olmadığımızdan ötürü sitemde bulundular.
İşçiler, patronun “İleri Deri”
tabelasını çıkarıp yerine “Müge
Deri” tabelasını asmakla ayrı
bir fabrikaymış gibi gösterme ve
böylelikle sendikalı işçi çalıştırmakdan kurtulma çabasına karşılık kazanana kadar direnmeye
devam edeceklerini belirtirken,
bunca saldırılara karşı tüm duyarlı çevreleri kendileriyle dayanışma çağrısında bulundular.
Bizler bu eleştirilerinde haklı
olduklarını, çünkü burjuva medyanın da kendilerine yapılan haksızlıkları yazmayacağını, yazarsa
çarpıtarak tersini yazacağını anlattık.
İşçiler ayrıca işe iade davasının
henüz sonuçlanmadığını, bunca
zamandır direnişte olan işçiler
olarak devletin nasıl bir patron
devleti olduğunu en ufak bir sorunda kendini açık şekilde gösterdiğini çok iyi anladıklarını
ifade ettiler.
Mayıs 2006 
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
T
ekirdağ- Çorlu Organize
Deri Sanayi Bölgesi’nde
kurulu İleri Deri fabrikasında çalışan 40’a yakın işçi düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına karşı yaklaşık 1,5 yıl önce
Deri–İş Sendikası’nda örgütlenmişlerdi. Bunun ardından işçilerden 35’i toplu olarak işten çıkarılmıştı.
Bu nun üzerine işçi lerden
34’ü 13,5 ay patronun ve devletin bir dizi saldırısına rağmen,
yaz-kış demeden fabrikanın
önünde direnişlerini sürdürdüler. Geçtiğimiz Mart ayı başında
1 yıldır süren yetki davasını kazanan sendika patronu TİS görüşmelerine çağırmış, fakat patron görüşmelere gelmeyince sen-
dika bir Basın Açıklaması
ile fabrikaya grev ilanını asmıştı. (Bu Basın
Açıklaması ile ilgili daha
geniş bilgi için gazetemizin 99. sayısının 12. sayfasına bakılabilir.)
D i r e n i ş l e r i n i n 14 .
ayında fabrikanın kapısına asılı grev ilanlarını 12
Nisan 2006 günü uygulamaya sokmak isteyen işçiler, o güne kadar kaçak çalışan
işçilere o günden itibaren çalışamayacaklarını, fabrikaya giremeyeceklerini hatırlattılar. Bunun
üzerine bir yıldan fazladır yasadışı üretim yapan ve iki aydır
grev ilanına rağmen hiçbir yasa
tanımayarak kaçak sigortasız işçi
çalıştıran patronun şikayetiyle
“tarafsız hukuk devletinin” Çorlu
Emniyet Müdürlüğü 33 işçinin
üzerine 100’e yakın çevik kuvvet
polisini panzerlerle saldırtarak
işçileri linç etmeye çalıştı.
Onüç buçuk ayı direnişte son
ikibuçuk ayı da grevde geçiren
İleri Deri Fabrikası’nın bu direngen işçilerini YDİ ÇAĞRI gazetesi olarak direnişlerinin 460.
gününde ziyaret ettiğimizde, po-
Desan Tersanesi işçileri hak gasplarına karşı direniyor!
Polislerin var güçleriyle
ellerindeki coplarla kafasına vurduğunu belirten R. Gençay bu kadar
işçinin yıllardır haksızlıklara uğradığı halde
bir gün gelip patronlara
niçin böyle yapıyorsunuz demeyen, bu acımasızca devlet görevlilerin hangi sınıfa hizmet
ettiklerini bir kez daha
çok açık bir şekilde gördüğünü söyledi.
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İ
stanbul – Tuzla Tersaneler
Bölgesi’nde bulunan DESAN
Tersanesi’nde çalışan 55 işçi 10
gündür ücret alacakları için işyerinin önünde direnişini sürdürüyor.
DİSK/Limter – İş Sendikası’nda
örgütlü olan işçiler, 2,5 aydır ücretlerini alamadıklarını, bu süre
içinde defalarca patronu uyardıklarını fakat bir türlü ücretleri ödemeyen patronun kendilerine iftiralar atarak polisi üzerlerine saldırttığını belirttiler.
Bu kadar açık bir şekilde haksızlığa uğrayan işçiler sendikaları
önderliğinde 30 Mayıs 2006 günü
İstanbul- Taksim’de bir Basın
Açıklaması yaparak kendilerine
yönelik patronun ve devletin haksız saldırılarını protesto ettiler.
Taşeronculuğun ve yevmiyeli
çalıştırmanın yaygın olduğu tersanelerde, düşük ücretle sigortasız, sendikasız, can güvenliğinden
yoksun bir şekilde ve hak ettikleri ücretleri de aylarca alamamanın kural olduğunu belirten işçiler
ertesi günü (31 Mayıs 2006 günü)
Tuzla –Tersaneler yolu girişindeki
İstanbul Tersanesi önünde sabah
erkenden toplanarak kortej halinde DESAN Tersanesi’ne kadar
yürümek istediler.
Tersanelere giden yolu trafiğe
kapatan DESAN Tersanesi işçilerini diğer tersanelerde çalışan yüzlerce işçi ya yürüyüş koluna katılarak ya da alkışlayarak destekledi.
Patronların Özel Güvenlik görevlileri gibi hareket eden polis bir dizi
provokatif tavır ve tehditlere rağmen işçilerin yürüyüşünü engelleyemeyince biber gazı ve coplarla
işçilere saldırdı.
Üçü ağır 7 işçinin yaralandığı
bu saldırıda içinde LİMTER- İş
Sendikası Başkanı ve yöneticile-
rinin de olduğu 37 kişi gözaltına
alındı. Polisin yaralı bir şekilde
gözaltına aldığı işçilere doktorların rapor vermesini engellemek
için yoğun çaba göstermesi dikkat
çekici idi.
İşçiler sa ldırının ardından
DESAN Tersanesi önünde toplandı. Bu saldırıyı protesto eden
işçiler polisten gözaltına aldığı
arkadaşlarının derhal serbest bırakmasını istediler. Aksi taktirde
Tuzla Emniyet Müdürlüğüne ve
Kay ma kamlığa y ürüyecek leri
uyarısında bulundular. DESAN
Tersanesi önünde eylemli bekleyişini sürdüren işçilere polis tekrar
saldırdı.
Atılım, Özgür Radyo vb. devrimci basın ve yayın kurumlarının muhabirleri çekim yapmamaları yönünde polis tarafından tehdit edildiler.
Bu işçi eylemine başta Birleşik
–Me t a l-İ ş S e nd i k a s ı G e ne l
Merkez Yöneticileri ve bazı Daire
Başkanları olmak üzere TekstilSen Başkanı, Genel- İş Sendikası 3
Nolu Bölge Başkanı ve EMEP ilçe
yöneticileri direnişçi işçileri ziyaret ederek destek verdiler.
Ayrıca Birleşik Metal –İş Sendikası
Uluslararası İlişkiler Uzmanı Gaye
Yılmaz Danimarka ve Kanada’daki
sendikalara DESAN Tersanesi işçilerine saldırıyı anlatarak DESAN’la
iş yapan Danimarka ve Kanada’lı
firmalar üzerinde baskı oluşturma
çağrısı yaptı.
Yine DİSK / LİMTER – İŞ
S e nd i k a s ı 3 H a z i r a n 2 0 0 6
Cumartesi günü DESAN Tersanesi
önünde bir Basın Açıklaması yaparak bir kez daha hem tersane
patronlarının hak gasplarını hem
de devletin polisinin düşmanca
saldırılarını -12 gündür yaşanan-
lar örnek gösterilerek- protesto
etti. Limter-İş Sendikası Genel
Başkanı Cem DİNÇ ve DİSK
Genel Sekreteri Musa Çam yaptıkları açıklamalarda, patronların
ve devletin yasalara uygun davranmadığını, işçilere ve emekçilere topyekün saldırı içinde olduklarını, SSGS yasalarını IMF isteği doğrultusunda çıkardıklarını,
Tuzla tersanelerinde 25 bin işçinin
%10’unun bile yılda birkaç gün sigortalı gösterildiğini, yeni SSGS’ye
göre 9 bin prim gün sayısını hiçbir işçinin veya memurun tamamlayamayacağını, bunun hiç mümkün olmayacağını, her ay bir işçinin yaşamını iş kazasında yitirdiğini, her hafta da tersanelerde 2-3
kişinin bu kazalarda yaralandığını
ifade ettiler. Bu yasadan dolayı
emekli olamayacak devletin emniyet görevlisi polislerin bunlara
karşı çıkan işçiyi- emekçiyi coplayıp onlara gaz bombalarıyla saldırmasının ülkenin temel çelişkisini gösterdiğini söyleyen Çam
sermaye sınıfına karşı işçilerin hak
mücadelesinde mutlaka kazanacağını belirtti.
Li mter-İş Send i k ası Genel
Başkanı Cem DİNÇ, tersanelerdeki kölece sömürü ve baskılara
karşı Ocak ayından beri bir mücadele kampanyası ile yollarına devam ettiklerini hiçbir saldırı, karalama, tehdit, gözaltının kendilerini yıldıramayacağını, kazanana
kadar mücadeleye devam edeceklerini belirtti. Basın Açıklamasına
katılan işçilerin önemli çoğunluğu
DESAN Tersanesi işçileri ve az sayıda diğer tersanelerdeki işçilerdi.
Burjuva basının hiç olmadığı bu Basın Açıklamasına devrimci ve demokrat basın dışında
DİSK Genel Merkez Yöneticileri,
DİSK/Emekli-SEN, DİSK/GenelİŞ Sendikası İstanbul 3 Nolu Bölge
ile Genel-İŞ İstanbul 1 Nolu Şube
Başkanları, DİSK/Nak liyat-İŞ
Sendikası Genel Başkanı, KESK/
Eğitim SEN İstanbul 5 Nolu Şube,
Deri-İş Sendikası Tuzla Şube
Başkanı, ESP, EMEP (Tuzla) temsilci ve yöneticileri de katılarak
destek verdiler.
Basın Açıklamasından sonra
YDİ ÇAĞR I Gazetesi olara k
DESAN Tersanesi’nde çalışan işçilerle yaptığımız sohbette, 4 aylık
genç bir işçi olan Resul GENÇAY
ve 61 yaşındaki Yaşar KURGUN
DESAN Tersanesi’nde bin kişiye
yakın işçinin çalıştığını, bu işçilerin hiç abartısız 50 taşeron firmaya
dağıldığını, şu an direnişte olan 55
işçinin “MONTESAN” denilen taşeron bir firmanın işinde çalıştıklarını, çalışma ve yemek koşullarının kötü oluşunu “Köpeği bağlasan durmaz” sözleriyle anlattılar.
Ücretlerin ödenmemesi yüzünden
büyük bir sıkıntı yaşadıklarını,
her tarafın yara ve yanık içinde
kalarak düşük ücretlerle köle gibi
aç çalıştırıldıklarını, buna rağmen
ay sonunda onu da alamamanın
ne demek olduğunu yaşayanların
bilebileceğini, böyle bir haksızlığa
karşı direnmenin ne kadar meşru
ve doğru olduğunu belirttiler.
Polislerin var güçleriyle ellerindeki coplarla kafasına vurduğunu
belirten R. Gençay bu kadar işçinin yıllardır haksızlıklara uğradığı halde bir gün gelip patronlara
niçin böyle yapıyorsunuz demeyen, bu acımasızca devlet görevlilerin hangi sınıfa hizmet ettiklerini bir kez daha çok açık bir şekilde gördüğünü söyledi.
03.06.2006 
28 Nisan, “Uluslararası Yas Günü” ya da
“İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”…
ILO’nun İş Güvenliği ve Sağlığı 17. Dünya Konferansı için hazırladığı rapora göre her yıl 2.2 milyon işçi, iş kazası ya da
işten kaynaklı hastalıklardan ölüyor. Gerçek sayının bundan
daha yüksek olduğunu ILO yetkilileri de vurguluyor.
K
Kongresi’nde yayınlandı), işyerlerinde yetersiz beslenme işçilerin sağlığını ve verimliliğini etkiliyormuş… ILO araştırmacıları
bunu işçilerin daha iyi beslenebilmeleri, onların çalışma koşullarını
iyileştirmek amacıyla ortaya koymuyor. Araştırmanın temel yaklaşımı, sermayedarlar için üretimin
verimliliğinin nasıl ve hangi yollarla sağlanabileceğidir. Bu rapora
göre gündelik mesai sırasındaki
beslenme yetersizlikleri nedeniyle
dünya çapında %20 oranında verimlilik kaybı ortaya çıkıyor.
Daha fazla verim elde edebilmek
için işçilerin beslenmelerinin daha
sağlıklı hale getirilmesi lazımdır.
İşçilere sermayedarların veriminin yükseltilmesi için ihtiyaç vardır vb. vb. İş kazası veya işin sağlığa zararlı olması meselesi de esas
olarak sermayedarların bu mantığı
çerçevesinde ele alınmaktadır.
Buna rağmen ama ILO’nun raporlarına yansıyan ve kendilerinin de belirttiği gibi tam olmayan
veriler, dünya çapında işçilerin iş
güvenliği ve sağlığı bağlamında
durumun kelimenin gerçek anlamında korkunç olduğunu gösteriyor. Yani olumsuz bir tablo ile
karşı karşıyayız.
ILO’nun İş Güvenliği ve Sağlığı
17. Dünya Konferansı için hazırladığı rapora göre her yıl 2.2 milyon
işçi, iş kazası ya da işten kaynaklı
hastalıklardan ölüyor. Gerçek sayının bundan daha yüksek olduğunu ILO yetkilileri de vurguluyor. Örneğin ILO’ya göre 40 bin
civarında olan ölümcül iş kazası
olan Hindistan’da, ILO’ya bildirilen ölümcül kaza sayısı 222’dir. Bu
örneklere de dayanarak çıkarılan
sonuç, yaşanan kazaların önemli
bölümünün kaydedilmediğidir.
ILO verilerine göre her yıl iş kazalarına maruz kalan işçilerin
sayısı 270 milyon civarındadır.
2005’te mesleki hastalığa yakalananların sayısı 160 milyondur.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO)
verilerine göre 1.7 milyon insan
mesleğinde kaptığı hastalık sonucu ölmektedir. Kanser de bunlar arasındadır.
Bu verilerin kimi başka açılardan görülmesi ise, yılda 12.000 çocuğun çalışırken ölmesi, 340.000
işçinin asbest ve benzeri zehirli
çalışma maddeleri ile çalışmaları
sonucu ölmesidir. Sadece asbestten dolayı yılda 100.000 insan ölmektedir.
Sermayedarlar için üretimi verimli hale getirmenin yollarından
biri de işçileri daha yoğun çalıştırmak, stres altında tutmaktır…
Stres sadece çalışmanın yoğunluğundan değil, aynı zamanda her
an kapıdışarı edilme tehditiyle
karşı karşıya olmakla da sağlanır.
Patron işçiyi, işçi kendini ya da iş
arkadaşını, iş arkadaşı onu strese
sokar derken birkaç sene çalışmadan sonra hastalıklar kendisini
göstermeye başlar. Kiminin midesi, kiminin barsağı, kalbi, ciğeri
grev yapmaya başlar, ama işçi işyerini elde tutabilmek ve yaşamını
idame etmek için çalışmayı sürdürür. Ta ki –eğer bu arada işyerini
kaybetmediyse– kalp krizi, beyin
kanaması vb. hastalıklar onu işten
alıp götürene kadar…
ILO, iş kazalarının gelişmiş ülkelerde azalmasına karşın dünya
çapında arttığını tespit ediyor.
Bunun nedenini de “hızlı kalkınma ve küreselleşmenin getirdiği rekabetçi baskılar” olarak
açıklıyor. Kapitalistler arasındaki
rekabetçi baskıların kapitalizmin
varlığından beri var olduğunu eklersek, küreselleşme adına emperyalist dalaşın yoğunlaştığını, bu
bağlamda rekabetin de kızıştığını
vurgulamak gerekiyor.
ILO’nun tespitini siz, kapitalistler dalaşıyor ve rakipleriyle rekabet edebilmek için işçilere yüklenebildikleri kadar yükleniyorlar
diye okuyun. Evet, bu kapitalist
rekabet iş güvenliğini ve sağlığını
değil, rakiplerini geride bırakacak
azami kârı elde etmeyi çıkış noktası almaktadır.
Çıkış noktası bu olanların işçiler
hasta olacak ve daha sonra ölecek
diye zehirli maddeleri işletmekten
kaçınacağını beklemek; işin hızını
ve verimini düşürmesini beklemek; ya da işçilerin yorulup elini,
kolunu, saçını makineye kaptıracak diye mola verme sürelerini
uzatmasını beklemek eşyanın doğasına aykırıdır. ILO’nun işçilerle
sermayedarlar ve hükümetler arasında bulduğu ortayol hemen hemen her zaman sermayenin otobanına çıkıyor…
TÜRKİYE’DE DURUM NEDİR?
Aslında Türkiye’de iş kazaları ile
ilgili doğru dürüst bir kayıt, döküm yoktur. İş kazalarının dökümünü yapmaya çalışanlar vardır
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
ı s a a d ı IC F T U o l a n
Dünya Hür Sendikalar
Konfederasyonu, iş kazası
ve meslek hastalıkları nedeniyle
yaşamını yitiren işçileri dünya
çapında anmak için 28 Nisan’ı
“Uluslararası Yas Günü” ilan etmiştir.
Yine k ısa ad ı ILO ola n
Uluslararası Çalışma Örgütü de
ICFTU’nun ölmüş ve yaralanmış,
ya da yaptığı işten dolayı hastalanmış işçileri anma gününü kurumsallaştırmak için 28 Nisan’ı
“İş Güvenliği ve Sağlığı Günü”
olarak ilan etmiştir. Kimileri de
ICFTU’nun “Yas Günü” ilanının
içeriğini kullanarak bu günü “İş
kazası sonucu ölen, sakat kalan
veya hastalanan insanları sendikal
anma günü” olarak adlandırmaktadır.
Sonuçta hangi isim verilirse verilsin, sorunun özü, iş kazaları, iş
sağlığı, daha doğrusu işin insan
sağlığı için güvenli olup olmadığıdır.
I L O G e ne l Müdü r ü Ju a n
Somavia’ya göre “İş güvenliği ve
sağlığı insana yakışır işin vazgeçilmez gerekliliğidir.” Oysa gerçekler kapitalist toplumda insana
yakışır işin değil, kapitalistler
için elde edilecek kârın belirleyici
dürtü olduğunu göstermektedir.
Kapitalizmde, kapitalist üretim
sürecinde sermayedarlar için “insana yaraşır iş” ancak kendi çıkarları için gerekli olduğunda sözkonusu olur. Yani işçilerin sömürülmesinin, sermayedara daha fazla
kâr getirecek işlerin yapılabilmesi
için gerekli olduğunda ancak “insana yaraşır iş” gerekli görülmektedir.
Sermayedarlar için bir işçi, ertesi gün yine üretim sürecinde sömürülebilmelidir. Hem de en fazlası nasıl mümkün olursa! Bunun
için de belli ölçülerde yiyecek, içecek, besin alabilmesi, kendisini yeniden üretebilmesi gerekir.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün
yaptığı bir araştırmaya göre (Eylül
2005’te yapılan Dünya İş Sağlığı
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
kuşkusuz ama bu iş sistemli biçimde yürütülmüyor. Bu nedenle
de Türkiye’de yılda ne kadar iş kazası olmuş, kaç işçi yaşamını yitirmiş ya da kaç işçi yaptığı iş sonucu
hastalığa bulaşmış gibi sorulara
net bir cevap verilememektedir.
İş kazalarının ve ölüm ve sakat kalmaların dökümünün (istatistiğinin) yapılmaması bile,
Türkiye’de işçilerin çalışma ve
sağlık koşullarına gerekli önemin
verilmediğinin bir göstergesidir.
Durumun böyle olduğu yerde
aslında işçi sınıfının örgütleri olduğunu söyleyen sendikaların bu
konuda sorunu bilince çıkarma ve
işçilerin iş güvenliği ve sağlığı için
mücadele etme görevi vardır.
Fakat Türkiye’de bu konularla
ilgili doğru dürüst mücadele eden,
sorunu bilince çıkaran sendika
hemen hemen yok gibidir. İşçi sınıfının sorunlarıyla uğraşan kimilerinin konu hakkında yazıp
çizmeleri, ya da “Türk Tabipler
Birliği”nin sorun hakkında tavır
takınması da, sendikaların bu görevlerini yerine getirdiği anlamına
gelmiyor.
ILO’nun 28 Nisan İş Güvenliği ve
Sağlığı Günü nedeniyle 115 ülkede
etkinlik düzenlemesi, ICFTU’nun
“Uluslararası Yas Günü” olarak
soruna yaklaşması, işçilerin bu sorunları olduğunu hatırlatması açısından iyidir, ama yeterli değildir.
Çünkü tutulacak yas 2 milyondan fazla işçinin her sene iş kazaları ve hastalıkları nedeniyle ölmesini engellememektedir. Yakılan
mumlar da onları geri getirmemektedir. Önemli olan yas tutmak değil, iş kazalarının kaynağına son vermektir. Kazaları tümden ortadan kaldırmak zor ama,
büyük oranda azaltmak mümkündür. Aynı ücretin verilmesi şartıyla
iş saatlerinin düşürülmesi, sık sık
molaların verilmesi, zehirli maddelerle sadece zorunlu toplum çıkarlarının gereği ve özel alınan
önlemlerle çalışılması, diğer tümünün yasaklanması vb. vb. önlemlerle iş kazaları azaltılabilir.
Kuşkusuz ki çıkış noktası azami
kâr olan sermayedarların bunları
yapacakları yoktur.
İşçi sınıfı iş güvenliği ve sağlığı
için mücadeleyi de kendi eline almalıdır. Sendikaları da bu mücadeleyi vermeye zorlamalıdır. Bu mücadeleyi verirken, insana yaraşır
işin ancak ve ancak çıkış noktasının
insan olduğu bir toplumda, sınıfsız,
sömürüsüz toplumda gerçekleşebileceğini bilince çıkarmalı ve mücadelesini de sömürü sistemine son
vermek için yürütmelidir.
28 Nisan’ı yas günü olarak değil,
mücadele günü olarak ele almalı
ve kabul ettirmeliyiz.
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir!
14 Mayıs 2006 
Seyhan Belediye işçilerinin direnişi sürüyor...
Adana/Seyhan Belediyesine bağlı olarak Miray Temizlik A.Ş.’de çalışan 600’ün
üzerinde taşeron işçisi Mayıs ayının başında direnişe başlamıştı. Asgari ücretle
ve hiçbir sosyal hakları olmadan çalışan işçilerden 42’sinin keyfi olarak işten
atılması ile direnişe geçen işçiler, sendikalı işçiler gibi iş güvencesi, fazla mesai
ücreti ve sosyal yardımlardan yararlanmak istiyorlardı.
Seyhan Belediye işçileri
hakları için direnişte!
Adana/Seyhan Belediyesine bağlı
olarak Miray Temizlik A.Ş.’de çalışan 600’ün üzerinde taşeron işçisi
Mayıs ayının başında direnişe
başlamıştı. Asgari ücretle ve
hiçbir sosyal hakları olmadan
çalışan işçilerden 42’sinin keyfi
olarak işten atılması ile direnişe geçen işçiler, sendikalı işçiler gibi iş güvencesi, fazla mesai ücreti ve sosyal yardımlardan yararlanmak istiyorlardı.
Keyfi işten atmaların son bulmasını ve atılan arkadaşlarının
tekrar işe alınmasını talep eden
işçiler gece gündüz şantiyede
bekleyişlerini sürdürerek mücadele ettiler.
Ta ş e r o n f i r m a M i r ay
Temizlik sürekli olarak girdi-çıktı
yaparak işçilerin yıllık izinlerini
de gasp ediyordu.
Miray Temizlik A.Ş. Yönetim
Kurulu Başkanı Murat Akcan işçileri tehdit ederek işe geri dönmelerini, aksi halde kendilerinin zor
durumda kalacağını ve nasıl olsa
çalışacak başka işçi bulabileceklerini söylemişti.
İşçiler kendi aralarında bir komite
oluşturarak Belediye Başkanı Azim
Öztürk ile görüşmüş ve Belediye
Başkanı’ndan işçilerin sorunlarını
çözeceği sözünü almışlardı.
Seyhan Belediyesi temizlik işçileri 11 Mayıs Perşembe günü
bir basın açıklaması yaptılar.
Açı k lamada fazla mesailerin
ödenmediğini, bayram tatili ve yıllık ücretli izinlerden faydalanmadıklarını, sağlıksız koşullarda çöp
toplamalarına rağmen düzenli bir
sağlık kontrolünden geçmedikle-
rini, işyerinde amirler ve işverenlerin her türlü hakaret ve aşağılanmalarına maruz kaldıklarını, tüm
bu ağır çalışma koşullarına rağmen asgari ücret aldıklarını belirt-
tiler. Temizlik işçileri adına açıklamayı yapan, yine temizlik işçilerinden biri olan Osman Kutgi; “Bizler
bu kölelik koşullarının düzeltilmesi
ve taleplerimizin kabul edilmesi
için başlattığımız mücadelemiz sebebi ile işten çıkarıldık. Biz Seyhan
Belediyesi temizlik işçileri taleplerimizin kabul edilmesini ve işten atılan 600 işçi arkadaşın tamamının
gecikmeden işe alınmasını istiyoruz” dedikten sonra yaklaşık 200
kişinin katıldığı basın açıklamasının ardından İnönü Parkından,
Adana Valiliğine kadar yüründü.
Valiliğin önünde toplanan temizlik işçileri, aralarında belirledikleri üç arkadaşlarını Adana Valisi
ile görüşmesi ve işe geri alınmalarında yardımcı olmasını istemeleri
için görevlendirdiler. Görüşmede
valin işçilere yapacak bir şeyi olmadığını ve adli yollarla işe iadelerini talep etmeleri gerektiğini ve
bir daha kendisi ile görüşmek istediklerinde 200 kişi değil, 3 kişi gelmelerini söylemiş.
10.05.06 Salı gecesi sabaha kadar
sendikalı olma umuduyla şantiye
yakınında sabahlayan işçiler üye
olabilecekleri hiç bir sendika bulamadıkları için bu girişimleri başarısız oldu. Aynı gün ise polisin de
saldırıp işçileri dağıtması sonucu
işçilerin toplanıp birlikte hareket
etme olanağı kalmayınca ne yazık
ki yenilgiye uğramış oldular.
İşçilerin çoğunluğunun ısrarla,
DİSK’e bağlı Genel-İş 2 Nolu Şube
Başkanı Kemal Aslan’ın; “Sizler iş
yerinde yüzde ellibir çoğunluğu sağladıktan sonra gelin ve gerisini bize
bırakın” sözünü verdiğini ama daha
sonrasında Kemal Aslan’ın kendilerine sırtını döndüğünü ifade ettiler.
Biz de bunun üzerine sendikaya
gidip bu iddiaları Kemal Aslan ile
görüşüp doğruluk payı olup olmadığını öğrenmek istemiştik, fakat sendika çalışanlarının söylediğine göre Aslan’ın
Tuzla ilçesinde olduğunu ve
bu konu ile ilgili ise kendilerinin bilgileri olmadığını, ancak başkandan bilgi alabileceğimizi söylemişlerdi.
Önemli bir nokta da, işçilerin sendikalı olmak için kararlı olmalarının yanında,
gerçek ve yetkin bir önderliğe
sahip olmadıklarıdır ve bunun sonucunda; herkes farklı
bir şey söylüyor, farklı hareket ediyor ve en önemli unsur olan gizliliğe hiç önem verilmiyor. Diğerlerine göre daha bilinçli
ve önde olan işçiler göze çok rahat
batıyor. Bu işçileri tespit etmek için
işverenin muhbirlerine fazla iş kalmıyor. İşveren de böylece mücadelede öne çıkan işçilerin çoğunluğunu kapı önüne koymuş.
Mücadeledeki son durum:
Patron yeni alınan işçilerin işi öğrenmesinin ardından direnişçi 400
işçinin işine son vermiş durumda.
İşçilerin avukatı olan Tugay Bek
açıklamalarında temizlik işlerinin
belediyelerin asli görevi olduğunu,
bu hizmetin herhangi bir firmaya
ihaleye verilemeyeceğini ve bu yasadışı duruma karşı dava açtıklarını, gerçekte belediyenin çalışanı
olan işçilerin Seyhan Belediyesi
bünyesine alınmaları gerektiğini
ifade etti.
Şube Başkanıyla görüşme...
işçi emekçi düşmanı devletin koruyuculuğunu yapmış ve hala yapan
DYP bayrağı altında basın açıklaması (23.05.06) yaparlar.
Seyhan Belediyesi işçilerinin
direnişi sürüyor
İşten atılan işçiler direnişlerini basın açıklamaları ile sürdürüyorlar.
İşçiler her çarşamba saat 12.30’da
İnönü Parkında toplanarak kamuoyundan destek talep ediyorlar.
İşçilerin direnişine rağmen
Seyhan Belediye Başkanı işçilerin
kendi işçileri olmadığını, işçilerin
“kışkırtıldığını”, kendisinin işçileri uyardığını ve yapacağı hiç bir
şey olmadığını iddia etmeye devam ediyor. Başkan yaptığı açıklamalar ile tüm kamuoyunu aldatıyor. İşçilerin örgütlenmek için
başvurdukları ve destek talep ettikleri Genel-İş Sendikası Adana
Şube yöneticileri de suskunluklarını “koruyorlar.”
Tüm duyarlı kamuoyu her çarşamba saat 12.30’da basın açıklamasına katılarak işçilerin bu haklı
mücadelesini desteklemelidir.
Seyhan Belediye işçilerinin
haklı direnişlerinin
öğrettikleri...
Mücadeleyi başarıya götürecek
olan, sınıfsal temelde örgütlenip
bilinçli ve tek bir vücut gibi hareket etmektir. İşyerlerindeki çalışma koşullarının kelimenin gerçek anlamında kölelik şartlarında
olmasının, işverenin istediği zaman işçileri işten çıkarmasının nedeni olan ücretli kölelik sistemine
karşı, işçiler-emekçiler elele verip
insanın insan üzerindeki sömürüsü olan kapitalizme karşı mücadele etmedikçe, ezilmeye, sömürülmeye, işsizliğe ve en kötü koşullarda çalışmaya devam edeceklerdir.
Çözüm; her yurttaşın eşit şartlarda yaşadığı, herkesin toplumsal
üretime yeteneği ölçüsünde katkıda bulunduğu, katkısı ölçüsünde
pay aldığı ve hiç kimseye hiç bir
şekilde ayrıcalık tanınmadığı sosyalizmdedir.
YDİ Çağrı/Adana, 30.05.2006 
Kapitalist Kar Hırsı
İşçiyi Katlediyor
K
ömür ocaklarında yaşanan grizu patlamasına 2
Haziran 2006’da bir yenisi
daha eklendi.
Ba l ı kesi r Du rsu nbey i lçesine bağlı Odaköy’de, Şentaş
Madenciliğe ait kömür ocağında
metan gazının sıkışması sonucu
meydana gelen patlamada 17 işçi
yaşamını yitirdi.
Toplam 57 işçinin bulunduğu
maden ocağında 40 işçiden 5’i yaralı olarak kurtuldu.
Kazada ölen işçilerden İsmail
Aslantaş ve Salih Kahraman kazanın olduğu gün işe başlamışlardı. Patlamada hayatını kaybeden Ahmet Avcı’nın yakınları
Avcı’nın geçen yıl da 2 Haziran’da
aynı ocakta meydana gelen ufak
çaplı bir patlamada yaralandığını
belirttiler.
Ocakta bir yıldır çalışan ve yaralı olarak kurtulan 19 yaşındaki
Nuri Kahraman ‘’Patlama sırasında oradaydım; hepimizi adeta
yere yatırdı, sürükledi. O sırada
başımızdaki akülü ışıldakların
lambaları parçalandı. Sağımız, solumuz duman içindeydi, elbiselerimizle yüzümüzü kapattık’’. Yaralı
kurtulan bir diğer işçi; ‘’Patlama
şok dalgası şeklinde üzerimize
geldi. Kulakları sağır edecek bir gürültü duyduk. Aşağıdan arkadaşlarımızın bağırışlarını duydum. Çok
kötü bir andı ama elimizden bir şey
gelmedi’’ dedi.
Ocakta 2,5 yıldır çalışan, maden
mühendisi Ramazan Mete ise patlamanın kendilerinin bulunduğu
bölümde meydana gelmediğini
söyleyerek; ‘’Yardıma koştum ama
her yerden üzerimize gaz ve duman
geliyordu, inanılmaz bir sıcaklık
vardı. Arkadaşlarımızı kurtaramadık, üzgünüm’’ dedi.
Kazanın ardından Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığının yaptığı açıklamaya göre, kazanın meydana geldiği Şentaş Madenciliğe
ait kömür ocağı en son 14 Kasım
2005 tarihinde teftiş edilmiş ve
güya “tespit edilen eksikliklerin giderilmesi için gerekli uyarılar işyerine bildirilmiş ve cezai işlem uygulanmıştır”. Nasıl bir cezai işlemin
uygulandığı ise Bakanlığın sırrı!
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Hilmi Güler ise; “Madencilikte
böyle şeyler olur” diyerek kimin
devleti ve memuru olduğunu ortaya koydu.
İşçilerin çalıştığı bir çok işyerinde olduğu gibi maden ocaklarında da işçiler işyeri güvenliğinden yoksun. Kapitalistlerin oluşacak maliyetten kaçmak için güvenlik önlemlerini almadıkları işyerlerinde, her yıl yüzlerce işçi, ya
iş kazası denilen ‘işçi cinayetleriyle’ hayatını kaybediyor ya da bir
daha çalışamayacak duruma gelerek ömür boyu bakıma muhtaç bir
hale geliyor.
Türkiye’de grizu faciasının en
büyüğü Zonguldak Kozlu’da 3
Mart 1992 tarihinde meydana gelmiş, patlamada 263 işçi hayatını
kaybetmişti.
Türkiye Taşkömürü Kurumu
Genel Müdürlüğü verilerine göre,
Türkiye’de kömür ocaklarında
1955-2006 yılları arasında meydana gelen iş kazalarında 3 bine
yakın işçi öldü, 300 binden fazla
işçi de yaralandı.
İşsizliğin ve yoksulluğun diz boyu
olduğu bu ülkede patronlar için işçinin hayatının ve sağlığının hiç bir
değeri yoktur. O, patronun istediğinde kapı önüne koyabileceği, istediğinde ise her türlü güvenceden
yoksun bir şekilde çalıştırıp iliğine
kadar sömürebileceği bir metadan
başka bir şey değildir.
Yaşanan bu somut olayda da görülen o ki Çalışma Bakanlığının vs.
atacağı birkaç göstermelik adımdan
fazlası beklenmemelidir. Kapitalist
sömürü sistemi var olduğu sürece
çalışan işçi ve emekçi yığınların
hiçbir zaman gerçek anlamda bir
çalışma ve işyeri güvenliği olmayacaktır. Daha güvenli bir ortamda
işgücünü satabilmek için de kapitalizme karşı mücadele şarttır.
Gerçek anlamda işçilerin sağlığı ve güvenliği işçilerin kendi iktidarlarını kurdukları şartlarda
mümkün olacaktır. Bunun için örgütlenelim!
4 Haziran 2006 
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
Uzun bir uğraşın ardından çarşamba günü görüşebildiğimiz
Genel-İş 2 Nolu Şube Başkanı
Kemal Aslan, işçilerin daha önce
örgütlenme isteği ile yanına geldiklerinde sayısal olarak örgütlenebilecek çoğunlukta olmadıklarından dolayı örgütleme yapamadıklarını belirtti. Miray Temizlik
çalışanlarının eylemlerini tesadüfen öğrendiğini ve işçilerin taleplerinin yazılı olduğu kağıdı şirketin sahibine götürüp arabuluculuk
yapmaya çalıştığını ve işçilerin taleplerinin içerisinde kadro isteğinin olmasından kaynaklı, onlara
bu konuda yardımcı olamayacağını ama diğer talepler doğrultusunda hareket ederlerse bir çözüm
yolu olabileceğini söyledi.
Kemal Aslan’a sendikalı olmak
isteyen işçilerin sayısal çoğunluğa
ulaştıkları halde onları niye örgütlemek için bir girişimde bulunmadığını sorduğumuzda ise cevabı
şöyle oldu; “İşçiler eyleme başladıkları gün sayısal çoğunlukla karşımdaydı ve sendikaya üye olabilmek
için yaklaşık bir ay gibi bir süre gerekiyordu ve zaten sendikalı olabilseler bile, belediyeler yasasında bulunmakta olan ‘norm kadro’ maddesi nedeniyle kadro talepleri yerine gelmeyecekti”. Aslan, belediye
çalışanlarının toplu sözleşme arifesinde olmalarından dolayı yoğunluk yaşamalarını da bir gerekçe
olarak gösterdi. “Ben beş işçiyi örgütleyebilmek için kilometrelerce
yol katediyorum, imkanlarımız olsaydı neden gözümüzün önündeki
işçileri örğütlemeyelim” cümlesi ile
sözlerine son verdi.
Sömürücüler zaten, insanlar örgütlenemesin diye ‘norm kadro’
dedikleri işçilerin kadrolaşmasının önünü kesen, işçi ve emekçilerin kanını daha çok emebilmelerini sağlayan yasayı, yasaları laf olsun diye çıkarmıyorlar.
Devlet garantisiyle işçileri sömüren sermayeye karşı, (ki bu anlaşılır bir şeydir; sermayenin devleti
kendi sınıfının çıkarlarını korumak ve sömürüyü mümkün olan
en üst düzeye çıkarmak ve özel
mülkiyeti “ilelebet muhafaza ve
müdafaa etmek” için vardır) bir
takım sebepler ileri sürüp, suya
sabuna dokunmadan, bir şeylerin
kendiliğinden oluşmasını bekleyip, işçileri sömürü düzenine karşı
örgütlemeyip, sadece kendi bünyesindeki sendikalı işçilerle yetinmek, değil sınıf sendikacılığı, olsa
olsa işçileri müşteri, sendikayı ticarethane, yöneticilerin de ticarethane sahibi kişiler olduğu mantığı
ortaya çıkar.
Bu böyle devam eder ve sendikaları sermayeye karşı kalelerimiz
haline getirmez isek, işçi ve emekçilerin baş belası işsizlik, yoksulluk, baskı, böylece devam eder ve
Miray Temizlik işçileri de faşist,
1 Mayıs 2006’nın ardından
İstanbul Kadıköy’de 1 Mayıs
coşkusu…
Bu yılki 1 Mayıs’ın bir işgünü olan
Pazartesi’ne denk gelmesi, 1 Mayıs
öncesinde devletin provokasyon
çıkabilir söylentisini yayarak kitleleri ürkütmeye çalışması ve bazı
grupların konfederasyonların öncülüğünde yapılan Kadıköy mitingini çeşitli nedenlerle protesto
ederek başka yerlerde alternatif 1
Mayıs kutlamaları yapmaları gibi
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İSTANBUL
bütün olumsuz koşullara rağmen,
1 Mayıs 2006’da Kadıköy’de düzenlenen mitinge 30 bin emekçi
katıldı.
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da
Kadıköy iskele meydanında yapılan mitinge gitmek için üç tane
yürüyüş kolu oluşturuldu: Tepe
Nautilius, Haydarpaşa Garı ve
Haydarpaşa Numune Hastanesi.
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi olarak bu yıl 1 Mayıs öncesi
“Devrimci 1 Mayıs Platformu” içerisinde yer aldık ve platformun
1 Mayıs’a kadarki tüm etkinliklerine katıldık. Platform bu yıl
konfederasyonlara karşı daha sert
bir tavır aldı, bu çerçevede konfederasyonlardan bazı taleplerde bulundu. Gösterilen yürüyüş sıralamasından daha farklı yerde yürünmesi, kürsüden konuşma hakkı
gibi talepler reddedilince, platform
içerisinde konfederasyonların iradesine uymama ve platformun
iradesini pratikte dayatma kararı
alındı.
Biz YDİ Çağrı olarak, haklı bir
gerekçeye dayanmasına rağmen,
böylesi bir pratik tavrın provokasyonlara yol açabileceği gerekçesiyle
platformdan ayrıldık.
YDİ Çağrı olarak 1 Mayıs sabahı
Haydarpaşa Numune Hastanesi
önündeki yürüyüş kolunda yerimizi aldık. Kortejimiz yürüyüşün başlamasına kadar sloganlarla, marşlarla ve halaylarla oldukça coşkulu idi. Yürüyüş güzergahında da Çağrı kortejinde yer
alan okurlarımız coşkulu ve disiplinli bir şekilde sloganlar eşliğinde
yürüdüler.
Kadıköy iskele meydanına son
grupların da girmesiyle birlikte
miting başlatıldı. DİSK, KESK ve
Petrol-İş Sendikası yöneticilerinin
yaptıkları konuşmalar kürsüye yakın yere giren devrimcilerin yuhalamalarıyla ve “Bürokratlar sussun, işçiler konuşsun” sloganlarıyla rahatsız edildi.
Yapılan uzun ve sıkıcı konuşmaların ardından Edip Akbayram’ın
söylediği şarkılarla miting sonlandırıldı.
YDİ Çağrı olarak özellikle işçi
kortejleri arasında yoğun kuşlama yaptık ve
binlerce “1 Mayıs
2006: Başka bir
dünya mümkün:
Sosyalizmle!”
b a ş l ı k l ı bi ld iriden dağ ıt t ı k .
Çağrı’nın 100. sayısını ve Yeni İşçi
Dünyası Eki’ni de
işçiler arasında
sattık. Hafta arası
olmasına rağmen
70 kişinin katıldığı kortejimizde
iki pankart ve onlarca döviz, flama
ve kızıl bayraklar taşıdık.
Adana: Devrimci 1 Mayıs seni
yaşatacağız!
İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve
sömürücülere karşı mücadele günü
olan 1 Mayıs, saat 10.30’da Mimar
Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünde
DİSK, Türk-İŞ, KESK’e bağlı sendikalar, TMMOB, TTB, Eczacılar
Odası, EMEP, DTP, ÖDP, SHP,
CHP, İP, 68’liler Vakfı, birçok devrimci, demokrat kurum ve derneğin toplanmasıyla başladı.
Yaklaşık beş bin kişi, mitingin
yapılacağı Uğur Mumcu meydanına geldi. Meydana giriş yapan
kurumlar, 1 Mayıs işçi marşı eşliğinde selamlanıp Meydandaki yerlerini aldılar. Enternasyonal marşı
eşliğinde bir dakikalık saygı duruşu yapıldı.
Alınteri, BDSP, ÇHKM, DHP,
HÖC ve YDİ Çağrı olarak bizlerinde içerisinde olduğu “Devrimci
1 Mayıs Platformu”nun ortak
pankartı olan “İçerde Dışarıda
Hücreleri Parça la, Dev rimci
Tutsaklar Onurumuzdur” pankartı taşıyan platformun içerisinde
“1 Mayıs’ın Devrimci Geleneğini
Yaşatacağız” pankartı ardında
taşıdığımız dövizlerden birkaçı
şuydu; “Kahrolsun milli zulüm,
yaşasın ulusların ayrılıp ayrı devlet
kurma hakkı”, “Devrimci tutsaklar derhal serbest bırakılmalıdır”,
“Sermayenin saldırılarına, sermayenin egemenliğine karşı mücadeleye”, “OHAL her yerde TMY geri
çekilsin”.
Dikkate değer bir nokta da, kitlenin tamamı alana girmeden sendikaların ve işçilerin alanı terk etmeye başlamasıydı. Konuşmalar bittiğinde ise işçilerin hemen hepsi gitmişti. Alanda devrimci kurumlardan başka kimse kalmamış; deyim
yerindeyse biz bize kalıp 1 Mayıs’ı
kutluyor, halaylar çekiyorduk.
Sendikaların başına çöreklenmiş sermaye uşağı sendika ağalarının koltuklarından indirilmesi,
faşist partilerin işçi sınıfı içerisinden atılması fabrikalarda örgütlenip buraları kalelerimiz haline getirdiğimizde ve milyonlara öncülük
ettiğimizde, insanın insana köleliği
olan kapitalist sistemi yerle bir edebiliriz; “ya sosyalizm, ya da barbarlık içinde çöküş” başka yol yok!
Mersin’de 1 Mayıs
Sömürünün, baskının ve şiddetin
arttığı bir ortamda karşıladık 2006
1 Mayıs’ını. Bu yıl 1 Mayıs eylemleri
bu günün Resmi Tatil ilan edilmesi
talebiyle Pazartesi’ye denk geldiği
günde yapıldı. Mersin’de ki eyleme
ise polisin saldırısının ve HÖC
üyelerinin (Haklar ve Özgürlükler
Cephesi) protestosu nu n
gölgesi düştü.
Saat 11’de
Hasta ne
C adde si
önünde başlayan mitinge Birleşik
Metal-İş,
Liman-İş,
K r ist a l-İş ,
Genel-İş,
ADANA
Beled iye-İş,
Or ma n-İş,
Yol-İş, Tüm Emekli-Sen, Tümtis,
Petrol-İş, Eğitim-Sen, Ses, Tüm
Bel-Sen, Bes, Yapı Yol-Sen, BTS,
Kültür Sanat-Sen üyesi işçiler, siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve devrimci gazeteler katıldı. Yürüyüşün başlamasından önce polis, üzerinde Ölüm
Orucunda ölen devrimcilerin resimlerinin bulunduğu bir pankartı
alana almamak için HÖC üyelerine saldırdı ve kitleyi dağıtmak
için gaz bombası kullandı. Saldırı
sırasında işçiler ıslık, alkış ve yu-
halamalarla polisi protesto etti.
Daha sonra HÖC üyelerinin pankartsız yürümesine izin verildi.
Bu yılki 1 Mayıs eylemine grevlerinin 49. gününde bulunan SCT
Filtre işçileri de katıldı. Büyük
bir coşkunun bulunduğu Birleşik
Metal-İş kortejinde sık sık “Yaşasın
İşçilerin Birliği”, “Zafer direnen
emekçinin olacak”, “Yaşasın grev
mücadelemiz” sloganları atıldı.
SCT işçileri mitingde bildiri dağıtımı yaptılar.
Eylemde ilk konuşmayı SCT işyeri baş temsilcisi Erdinç Tümük
yaptı. Tümük konuşmasında greve
nasıl geldiklerini anlattı ve bu
grevin tüm işçilerin grevi olduğunu, zaferin de tüm işçilerin zaferi olacağını söyledi. Daha sonra
Tertip Komitesi ve Eğitim-Sen
Şube Başkanı Ünsal Yıldız bir konuşma yaptı. Ancak Yıldız’ın konuşması HÖC üyeleri tarafından
“Kahrolsun sendika ağaları” sloganları, alkış ve ıslıklarla protesto
edildi. Bu tavır işçiler tarafından
tepkiyle karşılandı. Eylem kısa konuşmaların ve yaşanan olayların
ardından bitirildi.
Bizler de eylem öncesinde ‘Başka
bir dünya mümkün: Sosyalizmle!’
başlıklı bildirilerimizden dağıttık ve SCT işçileri ile birlikte yürüdük.
İzmir’de 1 Mayis
İzmir’de 1 Mayıs mitingi DİSK,
Türk-İş, KESK, Tabip Odası tarafından organize edilmişti. 1 Mayıs
sabahı polis yoğun güvenlik önlemleri almıştı. Alana açılan tüm
yollar tutulmuştu. Meydana girebilmek için üç ayrı arama noktası
oluşturulmuştu.
1 Mayıs kutlaması için, işçiler, emekçiler üç bölgede toplanarak Gündoğdu meydanına yürüdü. Türk-İş’e bağlı sendikalar,
Alsancak Garı önünden başlayarak Gündoğdu Meydanına doğru
yürüdüler. Soma maden işçileri
bereleri ve iş elbiseleri ile yürüyüşe
katılmışlardı. Disk’e bağlı sendikalar, Basmane meydanından alana
doğru yürüdüler. Kesk’e bağlı sendikalar ve kimi gruplar da Konak
eski Sümerbank önünde toplanarak Gündoğdu meydanına yürüdüler. DTP ve ESP ise DTP İzmir
İl Örgütü binası önünde toplanarak yürüyüşe geçti.
1 Mayıs öncesi polis tertip komitesinde yer alan sendikalara,
DTP’nin alana alınmaması için
uyarı yapma gereği duymuştu.
Cumhuriyet Meydanından alana
girişteki arama noktasında, polis DTP kortejini bekletti. Polis,
kortejde yer alan kimi f lamaların alana alınmasına izin vermedi.
Polisle kitle arasında yaşanan gerginlik çatışmaya dönüştü. Kitleye
saldıran polis gaz bombaları atmaya başladı. Kitlenin taşlarla kar-
şılık vermesi sonucu miting alanı
çatışma alanına dönüştü. Polisin
saldırısı sonucu miting başlamadan kitlenin bir bölümü alanı
terk etmeye başladı. 15 kişi dövülerek gözaltına alındı. Kürsüden
kitlenin alanı terk etmemesi için
anonslar yapıldı. Polisin saldırısı
ve gaz bombaları yüzünden miting
geç başladı.
1 Mayıs kutlamalarına yaklaşık 20 bin kişi katıldı. Mitingin
açılışı 1 Mayıs marşı ile yapıldı.
Kutlamalara, savaşa ve özelleştirmelere karşı talepler damgasını
vurdu.
İş günü olmasına rağmen, özellikle sendikalar büyük bir katılımla dikkati çekiyordu. Ancak
mitinge damgasını vuran reformizm idi. Sınıf mücadelesi, sendika ağaları tarafından ekonomik
taleplerle sınırlı tutulmaya çalışılıyor. 1 Mayıs devrimci içeriğine uygun olarak kutlanmadı, kutlanmıyor. Hakim sınıflar suni gündemler yaratarak işçi sınıfının mücadelesini geri plana itiyor.
Antalya’da 1 Mayıs
Antalya’ da yaklaşık 1700 kişinin
katılımıyla saat: 16: 30’ da başlayan yürüyüş çok geçmeden polisin
HÖC’ü durdurmasıyla yarıda bırakıldı. Kısa
süreli
Amed’de 1 Mayıs
Amed’de 1 Mayıs Tertip Komitesi’nin İstasyon Caddesinde miting yapma başvurusunu, valilik
Amed’de daha önce çıkan olayları
gerekçe göstererek güvenlik alınamayacağı gerekçesiyle reddetti.
Bu gelişme üzerine Diyarbakır
Emek Platformu ve demokratik kitle örgütlerinin desteğiyle 1
Mayıs Büyükşehir Konukevi bahçesinde saat 12.00’de toplanan
yaklaşık 1.500 kişi bir basın açıklamasıyla gelişmeyi protesto etti ve
ülkenin büyük çoğunluğunda yapılan kitlesel mitinglere izin verilirken Amed’de 1 Mayıs’ın yasak-
lara takıldığı eleştirildi. Kitlenin
çoğunluğunu sendikalı işçilerin
oluşturduğu kalabalık “Biji yek gulan!..”, “Zafer Direnen Emekçinin
olacak!..”, “İş, Ekmek Yoksa Barış
ta yok!..” sloganları atarak tepkilerini gösterdiler.
Diyarbakır Emek Platformu
adına konuşan Türk-İş 7. Bölge temsilcisi Bahri Karakoç; “Diyarbakır
yasakcı ziyniyetin engeline takıldı,
olaylarda 10 vatandaşımız hayatını yitirdi, kimi sendika yöneticilerimizin de aralarında bulunduğu
binlerce tutuklama yaşanmıştır.
Tutuklanan sendikacıların serbest
bırakılmasını istiyorum. Gelişen
olaylarda gözaltına alınanların
da serbest bırakılmasını talep ediyoruz. Demokratik barışçıl çözüm
için Türkiye emekçilerine büyük görevler düşmüştür.” dedi.
Kırkbeş dakika süren basın açıklamasının ardından kitle zılgıt ve
sloganlarla ayrıldı.
Şehrin bütününde yoğun güvenlik önlemleri günlerce sürdü.
Yoğun önlemleri Amed halkını
sindirmeye ve korkutmaya yetmeyecektir.
İşçilerin birlik, beraberlik ve kardeşlik günü 1 Mayıs, bir basın açıklamasıyla da olsa sahiplenilmiştir.
* Yaşasın Devrimci 1 Mayıs!
* Yaşasın Proleterya
Enternasyonalizmi!
* Sınıfsız, Sınırsız Bir Dünya
İçin, Yükselen Bayrak Bolşevizm!
* Gelecek Yeni Ekimlerde, Yeni
Ekimler Gelecek!
* 1 Mayıs Kızıldır Kızıl Kalacak!
* Bıji Yek Gulan!
Mayıs 2006 
Castle&Blair işçilerini haklı
mücadelelerinde yalnız bırakmayalım!
2
3 Mayıs Esenyurt-Kıraç’ta
bulunan Ç&B (Castle&Blair)
fabrikasının tekstil işçileri,
fabrikadaki çalışma koşullarını
anlatan bir basın açıklaması yaptılar. DİSK’e bağlı Tekstil İşçileri
Sendikası Genel Başkanı Muharrem
Kılıç’ın basına yaptığı konuşmada
işverenin Toplu İş Sözleşmesindeki
haklarını tanımadığını ve hatta çalışanların uzun süredir ücretlerini
dahi alamadıklarını bildirdi.
Muharrem Kılıç konuşmasının
devamında, ülkede genel bir kriz
olduğunu ve fabrikalarında bu
krizlerden çok etkilendiğini açıkladı. İşçi ve emekçiler olarak mücadelede yer alınması gerektiğini
belirterek amaçlarının grev olmadığını, grevin amaç değil araç olduğunu ve bunu yapmaktan da çekinmeyeceklerini de söyleyerek konuşmasına son verdi.
İşçiler konuşma süresince sloganlarla eşlik ederek alkış ve ıslıklarla
patronu protesto ettiler. Atılan sloganlar şunlardı: “İşçilerin birliği
sermayeyi yenecek!”, “Direne, direne kazanacağız!”, “Baskılar bizi
yıldırımaz!”, “Sözleşme hakkı gaspedilemez!”.
23 Mayıs günü yapılan bu Basın
Açıklamasından sonra patron fabrikada üretim olmaması sebebiyle
önce 30 işçiyi yıllık izine çıkardı,
daha sonrasında geriye kalan işçileri
de 5 günlük ücretli izine çıkartarak
bu şekilde tasarruf ettiklerini söylemiş ama 29 Mayıs Cuma gecesi de
fabrikayı boşaltmaya çalışırken bir
grup işçi tarafından engellenmiştir.
Patronun yasadışı bu hareketi karşısında Bölge Jandarma Karakolu
tarafından sendika avukatının yanında tutanak tutulmuş.
Patronun bu hareketi sonrasında
işyeri önünde düzenli nöbetleşen işçileri ziyaretimizde, işçiler grev kararını beklediklerini ve 60 günden
fazla ücretlerini ve ikramiyelerini
alamadıklarını, 70 kadar işçinin
tazminatlarını alıp çekildiklerini,
şu anda 80 işçinin kaldığını ve greve
hazırlıklı olduklarını belirttiler.
En son 1 Haziran’da işçileri ziyaret ettiğimizde, grev kararının çıktığını ve 60 gün içerisinde fabrikaya asılacağını öğrendik.
Tüm okurlarımızı Castle&Blair
işçilerinin haklı mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz.
2 Haziran 2006 
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
yaşanan arbedede polis 15 kişiyi
gözaltına aldı.
İkiye bölünen yürüyüş korteji
yaklaşık 1 saat boyunca olduğu
yerde kaldı. Sendikaların ve çeşitli
sivil toplum örgütlerinin önde olduğu kortej, geride kalan grupların bırakılması için oturma eylemi
yaptı. Yoğun alkış ve ıslıklarla polisin tavrı protesto edildi. Daha
sonra kararlı olan emekçi yığınının haklı protestosu başarılı oldu
ve kortej bir bütün halinde yürüyüşünü eylemin bitiş noktasına
kadar devam ettirdi.
Kürsüden konuşan platform
yetkilileri valinin ve polisin tavrını protesto ettiler. Çekilen halaylarla eylem son buldu. Eylemde
“Ba sk ı la r Bi zi Yı ld ı r a ma z”,
“Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep
Beraber Ya Hiç Birimiz”, “Faşizme
Karşı Omuz Omuza”, “Yaşasın
Sınıf Dayanışması”, “Direne Direne
Kazanacağız” sloganları atıldı.
Ayrıca alanda “Nükleer Santrallere
Hayır” pankartıyla çevreciler de
yerlerini almışlardı.
Alanda 1000 adet basılmış 1
Mayıs bildirilerimizi dağıttık.
EMEP adına kortej sorumlusu bir
kişi bildirilerimizi kendi kortejlerine dağıtmamamız gerektiğini,
bunun gereksiz olduğunu, kortejdeki insanların zaten kazanılmış
insanlar olduğunu vb. söylemlerle
bildirilerimizi dağıtmamıza engel
olmaya çalıştı. Bizler de bunun 1
Mayıs bildirileri olduğunu ve kazanılmış insanların da bildiri okuyabileceğini söyleyerek korteje dağıtmaya devam ettik. EMEP’in bu
tavrı ilk kez karşılaştığımız bir durum değildir. Daha önce de değişik örgütler tarafından aynı yanlış
tepkilerle karşılaşmıştık. Bu yanlış tepki şunun sonucudur: Kendi
teorilerine güvensizlik ve bunun
sonucu olarak “adam” kaybetme
korkusudur. Oportların ve reformistlerin değişik gece ve eylemlerde sık sık bu gibi davranışlarda
bulunması bu sonucun ürünüdür.
Bu 1 Mayıs’ta da devlet bir kez
daha yüzündeki “demokratik ”
maskeyi çıkararak faşist, baskıcı
yönünü ortaya koydu. Gözaltına
alma girişimi, bildiri dağıtan insanların defalarca durdurulup,
bildirilerin yasal olup olmadığını
kontrol etme bahanesi, panzerlerin sürekli eylem alanında bir
ileri bir geri gidip, katılımcılara
gözdağı
vermeleri gibi faşist
uygulamalar devletin yıldırma, korkutma politikasının bir ürünüdür.
Bu gibi faşizan uygulamalar bizleri
ne bu kavgadan, ne
de bu onurlu mücadeleden soğutur.
Uyuyan dev uyanANTALYA
dığında bu köhnemiş düzenin yerine,
insanın insanca yaşadığı bir düzen
kurulacaktır.
Görev; işçi sınıfının örgütlü mücadelesini yükselterek öncüleri
bolşevik saflarda örgütlemektir…
Bu bilinçle ileriye, fabrikaları kalelerimiz haline dönüştürmeye!!!
TEZ-KOOP-İŞ SENDİKASINDA HAKSIZ İŞTEN ÇIKARMA
SENDİKA ÇALIŞANLARI YÖNETİMİN EMİR KULU DEĞİLDİR
S
endikalar işçilerin hak ve çıkarlarını koruması ve genişletmesi gereken örgütlerdir,
daha doğrusu öyle olmaları gerekir.
Patronlar sahip oldukları sermayenin ve işyerinin tek sahibidir.
Emrinde çalıştırdıkları işçilere ücretli köle gözü ile bakarlar (gerçek
durum da budur). Kendini köle sahibi, çalıştırdıkları işçileri de ücretli köle olarak gördüklerinden,
işçilerden patronlar tam bir boyun
eğme talep ederler. Patronların bu
ve benzeri tavırları hergün yaşanmaktadır.
Peki, patronların bu tür davranışlarına karşı mücadele etme iddiasında olan sendikalardan kendi
çalışanlarına yönelik beklenilen
tavır ve tutum ne olmalıdır?
Emeğin ve emekçinin örgütü
olma iddiasındaki kuruluşlar olarak sendikalardan minimum beklenilen tavır, çalıştırdıkları insanların yasal haklarına sonuna kadar saygı göstermeleri, yasalarda
olmayan, hatta yasaklanan tavır ve
tutumlardan uzak durmaları, sendika çalışanına bir ücretli köle, bir
emir kulu olarak davranmamalarıdır.
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
EMİR KULLUĞUNU
KABUL ETMEYEN SÜLYA
AKBULUT’UN TEZ-KOOPİŞ SENDİKASINDAN İŞTEN
ATILMASI
10
Ne yazık ki, işçilerin ve üyelerinin
haklarını savunma iddiasında olan
bir çok sendika kendi çalışanlarına
karşı da, aynı patron mantığı ile
yaklaşmakta ve davranmaktadır.
Bu alandaki somut güncel örneklerden birisi de, Tez-Koop-İş sendikasında toplu sözleşme uzmanı
olarak çalışan Sülya Akbulut’un
Mayıs ayı başında işten atılmasında yaşanmıştır.
Sülya Akbulut yaptığı basın
açıklamasında bu gelişmeyi şöyle
anlatmaktadır:
“BASIN AÇIKLAMASI
18.05.2006
TEZ-KOOP-İŞ Sendikası Genel
Merkezinde Toplu İş Sözleşmesi
Uzmanı olarak çalışıyordum.
5 Eylül 2003 tarihinde yapılan
Başkanlar Kurulu toplantısına katıldım. Tutanak benim tarafımdan
tutuldu ve Başkanlar tarafından incelendi. O zamanki İstanbul 2 Nolu
Şube Başkanı Hulusi UĞURCAN’ın
konuşmasına “Hasan ÇAKMAK
ve arkadaşları adına imzasız bildiri yazanların içindeyim” ifadesi,
Sendika Genel Sekreteri Hüseyin
HAMURCU tarafından el yazı-
sıyla eklendi. Bu ifadeyi kendilerine
duymadığımı söyledim, O da bana
“Ben duydum” dedi.
Daha sonraki süreçte; Sendikamız
Genel Başkanı Sadık ÖZBEN imzasız bildiride kendisine hakaret edildiği iddiasıyla Hulusi UĞURCAN
hakkında dava açmış.
Mahkemede şahitliğim söz konusu olduğunda; başta Hüseyin
H A MU RCU ve Av uk at Akif
KURTULUŞ olmak üzere tüm
Başkanlara defalarca o ifadeyi
duymadığımı söylememe rağmen,
tutanağın tamamının benim tarafımdan yazıldığı mahkemeye bildirildi.
kuki ve demokratik haklar benim
için yok sayıldı.
Sendika Genel Başkanı Sadık
ÖZBEN davayı kaybettikten sonra,
yönetim tarafından konuya ilişkin
savunmam istendi. 2 Mayıs 2006
tarihinde ise iş sözleşmem bu nedenle feshedildi.
İş sözleşmemin feshedildiği gün
avukatımı çağırdım, avukatımın gelmesini beklerken Sendika
Yönetimi karakola yazıyla başvurarak sendikaya polis çağırdı.
Yöneticilerin gözleri önünde polis zoruyla tartaklanarak sendikadan çıkartılmaya çalışıldım.
Daha sonra sendikaya takviye po-
Ne yazık ki, işçilerin ve üyelerinin haklarını
savunma iddiasında olan bir çok sendika kendi
çalışanlarına karşı da, aynı patron mantığı ile
yaklaşmakta ve davranmaktadır. Bu alandaki
somut güncel örneklerden birisi de, Tez-Koopİş sendikasında toplu sözleşme uzmanı olarak
çalışan Sülya Akbulut’un Mayıs ayı başında işten
atılmasında yaşanmıştır.
“Bizler TEZ-KOOP-İŞ üyeleri olarak Sülya Akbulut’un
bugün yapmış olduğu Basın Açıklaması’na 50 kişi ile destek verdik. Sülya Akbulut’un onurlu duruşunun arkasında olduğumuzu sendika yöneticileriyle görüşüp ilettik.
Sorunun derhal çözülmesi ve işe geri iade talebimizi dile
getirdik. Talebimiz kabul edilmedi. Arkadaşımız eylemini
TÜRK-İŞ önüne taşıyacak. bizler de haklı mücadelesinin
yanında olmaya devam edeceğiz.
Sülya AKBULUT yalnız değildir!
Sendika Ağalarına Karşı Onur, Namus, Adalet.
Bir grup TEZ-KOOP-İŞ Üyesi “
Bu süreçten sonra, psikolojik
baskı uygulanmaya başlandı. Genel
Sekreterimiz Hüseyin HAMURCU
“Otuz kişinin duyduğunu sen nasıl duymazsın, o halde sendikanın
çalışanı da değilsin” dedi. Toplu iş
sözleşmesi görüşmelerine katılamayacağım söylendi. Nedenini sorduğumda “Biz öyle istiyoruz, aslında, nedenini sen daha iyi bilirsin” dendi. Daha sonraki günlerde
ise hiçbir iş yaptırılmayarak, tamamen tecrit edildim. Mahkemeye
ifademi verdikten sonra, konuya
ilişkin olarak sendikada personel
toplantısı yapıldı. Yönetimce mahkemede verdiğim ifade toplantıda
okunarak eleştirildi. Tüm işçiler ve
üyelerimiz için savunduğumuz hu-
lis çağrıldı, Sendikanın içi polislerle doldu. Bu duruma müdahale
etmeye çalışan sendika üyeleri ise
göz altına alınmakla tehdit edildi.
Daha sonra sendika üyeleriyle birlikte karakola gittik.
Bu antidemokratik uygulamayı
protesto etmek için sendikanın
önünde oturma eylemi başlattım.
Fakat Sendika yönetimi buna da
tahammül göstermeyerek, yine polis çağırdı ve sendika bahçesinden
de çıkartıldım.
Böylesine çirkin bir olayın, bir
emek örgütünde yaşanmış olması
üzücü olduğu kadarda ürkütücüdür. Böyle bir yöntemi kullanan
sendikacılar işverenlerin antidemokratik uygulamalarına karşı
üyelerini nasıl savunabilir.
Sizlere soruyorum;
İşverenler de aynı yöntemi üyelerimiz için kullandığında TEZKOOP-İŞ Yönetimi bunu da destekleyecek midir?
Bir emek örgütünde bütün bunlar yaşanırken tepkisiz ve sessiz kalmak onaylamak değil midir?
İşverenin ya da sendikacının lehine şahitlik yapmamak iş sözleşmesinin feshi için geçerli ve haklı
bir neden midir?
Bu hangi kanunun, hangi maddesinde yer almaktadır?
5 , 5 y ı l d ı r T E Z - KO O P - İ Ş
Sendikası Genel Merkezinde çalışan bir emekçi olarak bütün bu yaşananları protesto ediyorum. İşime
geri dönünceye kadar hukuki ve
demokratik tüm haklarımı sonuna
kadar kullanacağımın bilinmesini
istiyorum.
Sendikaları, demokratik kitle örgütlerini ve duyarlı kamuoyunu dayanışmaya çağırıyorum.
Sülya AKBULUT”
Bu atılma işinin geri planında,
bizim daha önceki sayılarımızda
tavır takındığımız şu gelişmeler
vardır:
Tez-Koop-İş’in 2004 yılında yapılan son Genel Kurulu’unda, savundukları görüşler itibariyle sınıf
mücadelesine dayalı bir sendikacılıktan yana tavır takınanlar “sosyal
diyalogcu”lara karşı azınlıkta kalmış, yönetime girememişler fakat
doğru buldukları sendikal siyaset
temelinde Genel Kurul sonrasında
Tez-Koop-İş içerisinde meşru mücadelelerine devam etmişlerdir.
Tez-Koop-İş yönetimi, kendi sendikal anlayışına karşı duran azınlığa, sendikal demokrasi ilkeleri
temelinde müsamaha göstereceğine, onu tümüyle Tez-Koop-İş’ten
tasfiye yoluna girmiştir. Bu amaçla
azınlığın güçlü olduğu İstanbul 2
No’lu Şubenin, şube statüsü kaldırılmış ve azınlığın önde gelen kişileri, büyük paralar harcanarak bir
Olağanüstü Genel Kurul yaptırılıp
sendika üyeliğinden de çıkartılmışlardır. Azınlığın önde gelen kişilerini sendikadan attırmada dayanılan en başta gelen gerekçelerden birisi, “Hasan Çakmak ve arkadaşları” imzalı bir bildiride sendikaya ve sendika yöneticilerine
hakaret edildiği, bu nedenle sendikaya zarar verildiği ve disiplin
suçu işlendiği iddiasıdır.
Bu iddiasını belgelemek amacı
ile Tez-Koop-İş yönetimi, mücadeleci azınlığın önde gelen kişilerinden ve bir dönem İstanbul 2
No’lu Şubenin başkanlığını yapan
Hulusi Uğurcan’ın katıldığı son
Başkanlar Kurulu toplantısında
16.05.2006 
SCT Filtre’de işe iade davaları sonuçlanıyor
S
CT Fi ltre işçi lerinin
sendikalaşmak ve toplu sözleşme yapmak için başlattıkları grevi 63. gününe ziyaret ettiğimizde patronun ve jandarmanın
tüm engellemelerine, saldırılarına
rağmen işçilerin kararlılıkla direnişi sürdürdüğünü gördük.
İşçilerin bu direnişini hiç beklemeyen patron işçilerin kararlılığı karşısında kısa bir zamanda
geri adım atmak zorunda kalacaktır. İşçilerin örgütlendiği Birleşik
Metal-İş sendikasının da sürekli
işçilerin yanında olması, mücadeleyi tüm gücüyle desteklemesi sayesinde zafer direnen SCT Filtre
işçilerinin olacaktır.
Ancak bilinmelidir ki, verilen
bu mücadelenin kazanımı tüm
işçi sınıfının kazanımı olacaktır.
Sermayenin saldırılarını yoğunlaştırdığı, emekçileri kölelik şartlarında çalışmaya zorladığı bu süreçte, SCT Filtre işçilerinin direnişini desteklemek ve zaferle sonuçlanması için dayanışmada bulun-
mak tüm işçi sınıfının görevi olmalıdır.
Artık sermaye, saldırırken birleştiği gibi, biz de birleşerek, örgütlenerek cevabımızı vermek zorundayız. Örgütlü gücümüz sermayenin
egemenliğini kıracaktır.
İşe iade davaları sonuçlanıyor
Örgütlenme mücadelesi veren SCT
Filtre işçilerinden 54 işçi bu süreçte işten atılmıştı. İşten atılan işçilerin büyük bir kısmı işe iade davası açarak mücadeleyi hukuksal
alanda da sürdürüyorlar.
Açılan bu davalardan ilki geçtiğimiz günlerde, 18 Mayıs’ta sonuçlandı. Buna göre haksız gerekçelerle işten atılan 21 işçiyi patron
tekrar işe alarak 4 maaş tutarında
tazminat ödeyecek. İşe almak istemediği takdirde ise 4 maaş daha
eklenerek toplam 8 maaş tutarında tazminat ödeyecek. Tabi ki
son karar verilmiş durumda değil,
çünkü patron mahkeme sonucunu
Yargıtay’a taşıyabilecek. Sendika ve
işçiler Yargıtay’da verilecek kararın değişik olmayacağı görüşünde.
Açılan diğer davalar devam ediyor. Bu süreçte patronun da anlaşmak için adım atması olasılığı
yükseliyor. Patronun vekili ile yapılan bir görüşmede, sendika yetkililerinden fabrikanın nasıl tekrar çalışır duruma getirileceği konusunda bilgi istendi. Bu durum
yakın bir zamanda TİS görüşmelerinin başlayabileceği işaretini veriyor.
Elbette işçiler taleplerini elde
edene kadar direnişlerini sürdürecekler.
YDİ Çağrı/Adana, 20.05.2006 
Hava – İş hükümeti protesto etti!
H
ava- İş Sendikası Genel
Merkezi siyasi iktidarın
özelleştirme yasa ve kurallarını hiçe sayarak THY’nın “Halka
arz edilmesi” adı altında yabancı
şirketlere % 35’inden fazlasını devretmesini, 24 Mayıs 2006 günü bir
Basın Açıklaması ile protesto etti.
Açıklamada “bu devretmenin sıradan bir hisse devri olmadığı, sivil havacılık konusundaki Ulusal
ve Uluslararası Yasal Mevzuata ve
anlaşmalara göre elimizde bulunan
havayollarımızın yurtiçi (Kabotaj)
ve yurtdışı trafik haklarının tümünün devri olduğu” ifade edildi.
Hükümetin bu devretme işlemini
de yaparken hem THY’nın yönetiminden, hem de kamuoyundan
gizli ve “baskın” bir şekilde “3.
halka arz” yoluyla THY’nın yabancılara satıldığı belirtildi.
Hükümetin, İdare Mahkemesinde
iptal edilen TÜPRAŞ özelleştirilmesinde olduğu gibi % 14,76 oranındaki hissenin aynı; “Baskın
yollarla nasıl belirli kişilerin eline
geçmesi sağlandıysa aynı şekilde
THY’nın da yabancılara satılmaya
çalışıldığı” açıklandı.
2005 y ılının son aylarında,
THY’nın yabancı yatırımcılara ne
denli karlı bir işletme olduğunun
propagandası yapıldığı günlerde,
yabancı yatırımcılara şirketin hisselerini cazip hale getirmek için
“THY’de çok kıdemli ve yüksek
maliyetli personel var, bunların işten çıkarılması gerektiği” şeklinde
görüş belirtmeleri üzerine, THY
Yönetimi 9 Ocak 2006’da 350 kıdemli ve vasıflı THY personelinin
iş akdini feshetmiş.
Ayrıca ÖYK (Özelleştirme Yüksek
Kurulu) tarafından THY’nın “Halka
arz” kararını 20 Mart 2006 tarihinde almış olmasına rağmen kararı Resmi Gazetede yayınlamayarak -daha özelleştirmenin başındaözelleştirmeyi ülke kamuoyundan
gizlemekle hükümetin şeffaflık ilkesini çiğnediği ifade edildi.
Basın açıklamasının sonuç bölümünde, “şimdiye kadar THY’nın
özelleştirilmesiyle ilgili yapılan satışta hisselerin %29,2’sinin yerli,
%70,8’inin yabancı yatırımcıya verilerek, THY’nın kamu niteliğinin sona erdirildiği, hisselerin %
53,57’si satılmış ve bunda yabancılara satılan hissenin oranının % 35’e
çıkarılarak ulusal hava yolumuzun
yabancıların eline geçmiş olduğu”
belirtildi. Açıklamada bu durumu
protesto ettiklerini ve bununla ilgili 18 Mayıs 2006’da Danıştay’a
başvurduklarını, ‘yüce
yargı’nın bu konuda
doğru kararı vereceğine
inançlarının tam olduğunu söylediler.
Biz Hava İş Sendikası’nın açıklamasındaki bir çok düşünceyi
işçiler açısından yanlış ve zararlı buluyoruz.
Bütün özelleştirmelerde
olduğu gibi THY’nın
özelleştirilmesinde de işçiler, emekçiler zararlı, sermaye -bu
durumda yabancı ve yerli ‘özel’ sermaye- karlı çıkacaktır. Bunun için
biz işçilerin, emekçilerin, kazanılmış haklarımızın korunması açısından özelleştirmelere karşı mücadeleyi yükseltmemiz gerekiyor.
Ancak yerli sermayeyi yabancısına
karşı savunmak, veya kamunun olduğu yanlış bir biçimde ifade edilen devlet sermayesini özel sermayeye karşı savunmak asla biz işçilerin, emekçilerin görevleri arasında değildir ve olmamalıdır. Biz
bu nedenle özelleştirmelere karşı
şu doğru sloganımızın tekrar altının çizilmesi ve yüksek sesle haykırılması gerektiğini düşünüyoruz:
Ne devlet kapitalizmi, ne özel kapitalizm! Kahrolsun ücretli kölelik
sistemi! Yaşasın her türlü sömürüye
son verecek olan sosyalizm! Biz işçiler bunun için örgütlenmeli ve
mücadele etmeliyiz!
Mayıs 2006 
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
savunduklarının ortaya konduğu
tutanağı mahkemeye delil olarak
sunmuştur.
Başkanlar Kurulu toplantısında
tutanakçı olarak görevlendirilen
Sülya Akbulut’tur. Sülya Akbulut
tuttuğu tutanakta neyi duymuş,
neye şahit olmuş ise onu kaydettiğini söylemektedir. Fakat bu Genel
Merkez yönetiminin hoşuna gitmemiştir. Zira Genel Merkez yönetimi, tutanağa Hulusi Uğurcan’ın
“Hasan Çakmak ve arkadaşları”
imzalı bildiriye sahip çıktığını
ifade eden cümlelerin girmesini
istemektedir. Tez-Koop-İş yönetimi, Sülya Akbulut’un yazdığı ve
bekledikleri ifadeleri de içeren tutanağın bu yönde olmadığını gördükleri yerde, kendileri tutanağa
ek yaptırırlar. Daha sonra kendilerinin düzelttirdiği tutanağı mahkemeye delil olarak sunup Sülya
Akbulut’un tutanağı olarak kayda
geçirtirler. Sülya Akbulut’tan da
ekledikleri, düzelttikleri biçimdeki tutanağa sahip çıkıp yalancı
şahitlik yapmasını beklerler, talep
ederler.
Sülya Akbulut, işten atılma riskini de göze alarak yalancı şahitlik yapmayı reddeder ve yönetimin
düzelttiği tutanağa değil, kendisinin gerçekten yazdığı tutanağa sahip çıkar. Genel Merkez Yönetimi
davayı kaybeder. Bunun üzerine
hıncını yalancı şahitlik yapmayı
kabul etmeyen Sülya Akbulut’u işten atarak çıkarır.
İş akdinin feshedildiğini öğrendiği gün Sülya Akbulut, bu haksızlığı kabul etmez ve sendika binasını terketmeyerek direniş yapacağını ilan eder. Bunun üzerine
Yönetim derhal polisi devreye sokup, Sülya Akbulut’un üzerine saldırtır. Verilen bilgilere göre, polis
Sülya Akbulut’a şiddet uygulayarak Sendika Genel Merkezinden
yaka paça çıkartır, karakola götürerek sorguya çeker.
Sülya Akbulut, Tez-Koop-İş yönetiminin bu kabul edilemez tutumundan da yılmaz, hemen ertesi gün Genel Merkez önünde
bu haksızlığa karşı oturma direnişi başlatır. Sülya Akbulut’a yapılan bu haksızlığı duyan bir çok
Tez-Koop-İş üyesi hemen bir dayanışma komitesi kurar ve Sülya
Akbulut’a sahip çıkar.
Sülya Akbulut ve dayanışma komitesi yapılan haksızlığa karşı
haklı ve gerekli bir mücadele yürütmektedir. Bu haksızlığa karşı
her duyarlı emekçi, işçi, öğrenci…
tavır takınmalı, Sülya Akbulut’a
somut destek vermelidir.
Sülya Akbulut derhal işine geri
dönmelidir!
Sülya Akbulut ile dayanışmayı
yükseltelim, gerçek sendikal ilkelere ve sendika içi demokrasiye sahip çıkalım.
11
Daimler-Chrysler’in cürümleri…
Sol sendikal haraketin Mercedes’ten sökülüp atılması, sermayenin cuntaya yüklediği görevlerden biri idi. Bunun için
Mercedes firması “firma huzurunu bozan”, “bozguncu” işçilerin, en başta da sendikal hareketin başını çeken ve patronlarla
pazarlıklarda öne çıkan işçi önderlerinin listesini cuntaya verdi. Tutuklanan işçilerin 14’ü “kayboldu”.
Haziran 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
B
12
üyük uluslararası tekeller
dünyanın gerçek efendileri. Bunlar dünyanın her
yanında milyonlarca emekçinin
emeğini sömürerek, kanını emerek büyüyorlar. Onlar azami kâr
için herşeyi yapıyor, eğer daha
fazla kâr, en fazla kâr örneğin ancak faşizm şartlarında gerçekleşebilecekse, o zaman faşizmin finansörleri oluyorlar. Geçen yıllarda
ABD Chrysler’le “birleşerek”, gerçekte onu yutarak daha da büyüyen Almanya’nın en büyük tekellerinden Daimler-Chrysler (eski
Mercedes) (DC) tekellerin azami
kâr için yapmayacakları hiçbir şeyin olmadığını gösteren örneklerden biri yalnızca. Hitler’i iktidara getirmede, onu ayakta tutmada, bu anlamda İkinci Dünya
Savaşı’ndaki tüm Nazi cürümlerinde büyük payı olan bu tekelin bu
yılki ‘Genel Kurulu’na paralel olarak sol sendikacıların düzenlediği
bir konferans çerçevesinde yapılan
bir toplantıda, Buenos Aires’te çalışan Alman kadın gazeteci Gaby
Weber ve Arjantin’de askeri faşist cunta döneminde Arjantin’de
Mercedes fabrikasında çalışan,
cunta döneminde takibe uğrayan
sol sendikacı Eduardo Fachal çarpıcı bilgiler verdiler.
Şunlar belgelenmiş durumda:
— 1976’da askeri bir darbe ile
iktidarı ele geçiren cunta ile gerek Mercedes firması, gerekse patronun ve cuntanın sendikası konu mu nda k i
SMARTA sıkı
bir işbirliği
içindeydiler.
— A sker i
darbe önc e s i n d e
Arjantin’deki
Mercedes firmasında sol
sendikacılar
sendikal örg üt len mede
egemen durumdaydılar. Cunta
geldiğinde Mercedes firması işçileri sol sendikacıların önderliğinde
mücadeleci çizgilerini sürdürüyor,
cuntayı ve patronları zorluyordu.
— Sol send i k a l ha ra ket i n
Mercedes’ten sökülüp atılması,
sermayenin cuntaya yüklediği
görevlerden biri idi. Bunun için
Mercedes firması “firma huzurunu bozan” “bozguncu” işçilerin,
en başta da sendikal hareketin başını çeken ve patronlarla pazarlıklarda öne çıkan işçi önderlerinin
listesini cuntaya verdi.
leri takip altına alındılar, yakalananlar tutuklandı, işkencelerden geçirildi, yıllarca
zinda n la rda
süründürüldü.
Cu nt aya l isteleri veren Mercedes
patronları tutuklanan
işçileri, “izinsiz iş yerinden
ayrıldıkları” gerekçesiyle işten attılar.
bolan” 14 işçi önderinin hesabı kamuoyunda sorulmaya başlandı. Gelişen kamuoyu baskıları sonucu DC
firması 2002 yılında “bağımsız
bir bilim adamı”na bu konuyu
araştırarak bir rapor
sunması görevini
vermek zorunda
ka ldı. A lma n
Profesör
Tomuschat’ın
bi lirk işi raporu genelde
Mercedes firmasını ak layan (14 k işinin ölmüş olduğuna dair kesin
bulgu olmadığı için,
“cinayet” suçlaması getirilemezmiş, ayrıca böyle bir suçlama zaten Mercedes firmasına
— Tutuklanan işçilerin 14’ü
“kayboldu”. Şimdi cunta günlerinden bu yana 30 yıl geçmiş olmasına rağmen bunlardan hiçbir haber alınmadı. Bu işçi önderleri faşist cunta/Mercedes patronları işbirliği ile katledildiler. DC tekeli
bu cinayetlerin doğrudan sorumlusudur.
— Sol sendikacılar tasfiye edildikten sonra, patronla işbirliği halindeki SMARTA’nın yolu açıldı.
Bu sendikanın şefi Dünya Metal
Sendikaları Birliği’nde bundan iki
yıl önceye kadar en önemli görevlerden birinde bulunuyordu. En
büyük destekçilerinden biri Alman
IG-Metal sendikası idi.
— 1996’dan itibaren yapılan
araştırmalar sonucu DC’nin “kay-
getirilemezmiş vb. vs.) bir rapor
olmasına rağmen, bu raporda da
açıkça “bozguncu işçiler”in listesinin firma yöneticileri tarafından
SMARTA ile işbirliği içinde hazırlanıp, cuntaya verilmiş olduğu gerçeği belgeleniyor.
— Mercedes firması, yalnızca
işçi önderlerini cuntacılara jurnallemekle kalmamış, bunun yanında cuntayla iyi ilişkilerini cuntaya çeşitli hibelerle de geliştirmiş. Bu hibeler arasında kuvözler de var. Cuntanın elindeki gebe
devrimci kadınların doğurduğu,
anneleri “kaybedilen” küçük çocukları evlatlık alanlar arasında
Mercedes yöneticileri de var! Böyle
“insani yardım” ların da sahibi
Mercedes’in Arjantin kolu.
— Cunta bu liste temelinde tutuklamalara girişti, bütün örgütlü işçi
önder-
Şimdi Mercedes firmasının bu
cinayetlerdeki sorumluluğunu kabul etmesi için kayıp yakınlarının
oluşturduğu bir örgütlenme kamuoyu yaratmaya çalışıyor.
Bu grubun üç temel talebi var:
1. Yeni bir bilirkişi raporu hazırlanmalı. Bu bilirkişi raporunu bağımsız insanlar hazırlamalı. Grubun önerisi Arjantinin
Nobel ödüllü aydını Adolfo Peres
Ezquivel’in böyle bir heyetin başkanlığına getirilmesi.
2. DC’nin Arjantin’deki fabrikalarında kaybolan 14 işçiyi anan ve
Mercedes’in sorumluluğunu hatırlatan bir plakanın asılması.
3. DC’nin kamuoyu önünde özür
dilemesi.
Bu basit talepleri bile bugün DC
patronları kategorik olarak reddediyor.
Onlar suçüstü yakalanmış olmanın telaşı içinde
pisliklerinin üzerini
örtmeye çalışıyorlar. Hiç ortaya çıkmayacak gibi düşündükleri gerçeklerin cunta yıkıldıktan sonra birer
birer ortaya çıkmasıyla, kapitalizmin
çirkin yüzü, DC somutunda da bir kez
daha sırıttı.
DC’ye bu talepleri
kabu l ettirmenin
bir tek yolu vardır:
Arjantin’de cunta
dönemindeki işbirliğini somut belgeleri ile her yerde, en
başta da DC işçileri
arasında açıklayarak, kamuoyu baskısı oluşturmak. O
zaman belki DC’nin cunta dönemindeki kirli işbirliğini, o dönemdeki birkaç yöneticinin sorumluluğuna bağlayarak kabullenmesi
ve özür dilemesi mümkün olur.
Tabi bu DC’nin bugün de kâr için
ölüler üzerinde yürümeye hazır olduğu ve yürüdüğü gerçeğini değiştirmeyecektir.
Sorun şu veya bu yöneticinin
“iyiliği” “kötülüğü” değil, kapitalizm denen sistemin azami kâr ilkesi üzerine kurulu olmasındadır.
Hal böyle olduğu için, kapitalizm
var oldukça, Arjantin’de cunta döneminde yaşananlara benzer olaylar hep olacaktır ve bugün de olmaktadır.
Nisan 2006 
halkların kardeşliği için
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“
“Sözde” Fransa
“gerçek Türk”ün sabrını taşırıyor!
Fransa şaşırma, sabrımızı taşırma!” vb. sloganların yabancısı
değiliz bu ülkede. Bu ülkede kendisine Türk halkının temsilciliği payesi verenlerin Türk ulusu dışındaki
ulus ve milliyetlerin ulusal meseleleri
sözkonusu olduğunda saldırganlıkta
sınır tanımadığının yabancısı da değiliz. Hele bir de Ermenilere yönelik soykırımı sözkonusu olunca tüm
frenlerin boşaldığının, protesto etme
adına normal insan aklının alamayacağı işlerin yapıldığının da tanığıyız
bu ülkede.
Evet bu ülkede, tarihimizde yaşanmış ve yaşanan gerçeklikler üzerine
özgürce tartışmak mümkün değil.
Ellerinden gelse başka ülkelerde de
yasaklayacaklar ama… iyi ki ellerinden gelmiyor.
Tüm şoven, ırkçı tavırlarına, protestolarına rağmen başka devletlerin parlamentolarının alacağı, aldığı kararları
değiştiremediklerinde ise kuduz hastalığına bulaşmış gibi oluyorlar.
Fra nsa i le Tü rk iye a rası nda
Ermenilere yönelik soykırım meselesindeki sorunlar yeni değil. En son
1998 Mayıs ayından 2001 Ocak ayı
sonuna kadar süren bir “sertleşme”
yaşandı. Türklerin tüm protestoları Fransa’nın bir cümlelik “Fransa,
Ermenilerin 1915 yılında maruz kaldığı soykırımını resmen tanır.” kararını almasını engelleyemedi.
İstanbul’da taksicilerin Fransız
müşterilerini taşımama kararı kendilerinin zararınaydı. Midesine doğru
dürüst yiyecek bile girmeyen Türk
şovenistlerinin Fransız malı diye
elma vb. meyvaları ayaklar altına
alıp çamur içinde çiğnemeleri, meyvaların ağızda çiğnenmesinden daha
faydalı değildi. Kimi üniversitelerde
Fransızca dilinin yasaklanması ise
öğrencilerin Fransızcayı öğrenmelerini geciktirmekten başka hiçbir işe
yaramamıştı. “Dünyanın Fransızı,
Avrupa’nın arsızı” vb. küfürler ise
sahiplerine kaldı… Türk-İş, DİSK
gibi sendikalar da işçilerin çalışma
ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi
için mücadele yerine, Fransa’ya karşı
kampanyanın ortaklığını yaptılar.
İşe yaramadı! Yaramazdı da! Askeri
ve diplomatik ilişkilerin askıya alınıp dondurulması ise, ekonomik ve
siyasi çıkarların ateşiyle kısa sürede
eridi…
Türk hükümetleri Türkiye’nin
dünyaya yansıyan resminin böylesi
eylemlerle çirkinleştiğinin –ki gerçek resim bu– farkına vardığı yerde,
kitlelerin şovenizmde sınır tanımayan eylemlerini dindirmeye yöneldi.
Şovenizmle doldurulmuş kitleleri sokaklara dökme yerine, sistemli biçimde lobi çalışmalarına yönelindi.
Bu yönde belli ilerlemeler kaydettikleri yapılan çalışmalardan ve protesto tavırlarının sokak eylemlerine
düşük düzeyde yansımalarından görülebilir. Protesto eylemlerinin şekli
değişse de Ermenilere yönelik soykırımının ve bununla ilgili karar tasarılarının gündeme getirilmesi her zaman olduğu gibi Türk milliyetçilerinin, şovenlerinin “sabrını” taşırmaktadır. Fransa’da gündeme getirilen
tasarı bunu bir kez daha gösterdi.
KANUN TASARISI VE
TARTIŞMALAR…
Milliyetçi Türklerin sabrını taşıran
mesele bu sefer Fransa’da “soykırımı
inkar edenlere” ceza verilmesini öngören bir kanun tasarısının gündeme
getirilmesiydi.
Tasarıyı gündeme getiren Fransız
Sosyalist Partisi’ydi. Tartışmalar bu
tasarının 18 Mayıs’ta Ulusal Meclis’te
ele alınacağını ortaya koyuyordu.
Tasarıya göre soykırımın varlığını
inkar edenlere 1 yıla kadar hapis ve
45 bin euro’ya kadar para cezası verilmesi öngörülüyordu.
Türk hükümeti ve devletin kimi
yetkilileri tasarının kabul edilmemesi için özellikle Nisan ayı sonundan itibaren atağa kalktılar. Dışişleri
Bakanı Gül Yunanistan’da Fransız
meslekdaşı ile yaptığı görüşmede:
“Böyle fikir özgürlüğü olur mu?
Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakan
ve akademisyenler gelip görüş ifade
etse onları tutuklayacak mısınız?
Bu tasarı ilişkilere çok zarar verir.”
(Milliyet, 1 Mayıs 2006) yönünde tavır takındı. Gül, sanki gerçekten düşünce özgürlüğünün savunucusuy-
muş pozlarına bürünerek meslekdaşından sözkonusu tasarının kabul
edilmemesini talep ediyordu. Gül
meslekdaşından bunu talep ederken
Türkiye’de onlarca kişi düşüncesini
ifade ettiğinden dolayı mahkemelikti, “Terörle Mücadele Yasası” gündeme ağırlığını koymuştu…
Kanun tasarısının 18 Mayıs’ta kabul
edilmemesi için hükümet yetkilileri
başta olmak üzere Cumhurbaşkanı
Sezer’e kadar birçok yetkili Fransa’yı
“uyardı”lar! Bir yandan tarihin parlamentolar tarafından yazılmayacağını, böylesi sorunları tarihçilere bırakmak gerektiğini anlatmaya çalışırlarken, ağırlığı ekonomik ve siyasi
ilişkilerin bozulacağının uyarılarına
verdiler.
Fransız firmalarının nükleer santral ihalelerinden dışlanacağı tehditleri ile birlikte, bankacılık, savunma
ve otomotiv sektörleri başta olmak
üzere değişik sektörlerdeki işbirliği
ve yatırımların da sekteye uğrayacağının altı çizildi. Başbakan Erdoğan
da Türkiye’de yatırım yapan Fransız
işadamları ile görüşüp tasarının engellenmesini talep etti. Erdoğan:
“Sizden Türkiye’nin yanında yer almanızı istiyoruz. Türkiye’nin tezlerine destek bekliyoruz. Bu işi tarihçilere bırakalım. Lobilere yardımcı
olun. Bu tasarının geçmesini engelleyin. Aksi takdirde Türk-Fransız ilişkileri ciddi yara alır.” (Hürriyet, 10
Mayıs 2006) tavrını takındı.
Başbakan Erdoğan’ın tavrı yoruma
gerek bırakmayacak kadar açık ve
net. Lobi çalışmaları da esas olarak
ekonomik ilişkilerin zarar göreceği
üzerine yürütüldü bu sefer. Türkiye
ile Fransa arasında karşılıklı ticaret hacminin yaklaşık 10 milyar dolar olduğunun, tasarının kabul edilmesinin buna zarar vereceği ve eğer
tasarı kabul edilirse yoğun boykotların gerçekleşeceği biçiminde tehditler savruldu.
Bu a rad a Tü rk iye’n i n Pa r is
Büyükelçisi Osman Korutürk istişarelerde bulunmak için Ankara’ya
çağrıldı. Benzeri bir durum Kanada
Hükümeti’nin 24 Nisan’da “soykırım” kavramını kullanması nedeniyle Ottowa Büyükelçisi Aydemir
Erman’ın Ankara’ya çağrılmasında
da yaşandı.
1998-2001 döneminde de böylesi
tehditlerin fazla işe yaramadığını
bildiklerinden çalışmalar sadece tehdit ve uyarılarla sınırlı bırakılmadı.
TOBB, TÜSİAD, TİSK, Türk-İş, Hakİş ve TESEV gibi örgüt ve kurumlar
Fransız gazetelerine “tam sayfa ilan”
vererek “sevgili Fransız dostları”na
kanun tasarısını reddetmek için çağrıda bulundular.
Sahibinin sesi burjuva kalemşorlar da, köşe yazılarında “300-400
bin Ermeni oyu’na değer mi”, ya
da “Ermeniler yüzünden koskoca
Türkiye ile ilişkileri zedelemeye,
Türkiye’yi kaybetmeye değer mi” biçiminde Ermenilere düşmanlığı körükleme görevlerini icra etmekte geri
kalmadılar. Fransız işadamlarını ise
“ayaklanmaya” çağırdılar.
Kimi köşe yazarları da Fransa’nın
“demokrasinin beşiği” olarak böylesi
bir kanun tasarısını kabul etmesiyle,
düşünce özgürlüğünü kısıtlayacağı,
“özgürlük, kardeşlik ve eşitlik” ilkelerine ters düşeceği tartışması temelinde Fransa’ya karşı “ulusal mücadele” vermeye kalkıştı.
BURJUVA DEMOKRASİSİ VE
DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ…
“Soykırımı inkar edene ceza verilmesi” kanun tasarısı gerçekten de
Fransa’nın, ya da bu tasarıyı savunanların Ermeni halkının çıkarlarını savunduğu anlamına gelmiyor.
Bu aynı zamanda düşüncesini ifade
etme özgürlüğünü kısıtlayan bir yaklaşım. Fakat Fransa’nın tavrını eleştirenlerin kendileri gerçekte düşünce
özgürlüğünün savunucusu ve uygulayıcısı değil.
Türkiye cephesinden düşünce özgürlüğünü araç olarak kullanıp
Fransa’yı eleştirenler –burada Türk
milliyetçisi kesim sözkonusudur–,
Türkiye’de düşüncesini ifade etme
hakkını ayaklar altına alan sistemin
ve kanunların yağız savunucularıdır. Bırakın burjuva demokrasisinin
savunuculuğunu, çoğu faşizmin savunucusu konumunda. İşlerine böyle
11
yaşam temellerini koruma mücadelesi
geldiği için demokrasiden, düşünce
özgürlüğünden dem vuruyorlar. Bu
arada burjuva demokrasisinin özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği içerdiğini
de kitlelere yutturuyorlar.
Evet, Fransa burjuva demokrasisinin beşiği, “özgürlük, kardeşlik,
eşitlik” şiarlarının yükseldiği bir
ülke. Fakat, 1789’da burjuva devriminde yükseltilen bu şiarlar, burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinde ve ilerici bir rol oynadığı dönemde ortaya çıkmıştı. Burjuvazi
iktidarını sağlamlaştırdıkça “özgürlük” şiarının içeriği, burjuvazinin
işçileri, emekçileri sömürme, ezme
özgürlüğü ile doldu… Kardeşlik ve
eşitlik ise burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde ezen, sömüren sınıflar ile, ezilen, sömürülen sınıflar ve
ezilen halklar arasında hiçbir dönem
gerçekleşmedi. Gerçekleşemez de!
Burjuvazi ilerici rolünü çoktan kaybetmiş, bir bütün olarak gericileşmiştir. “Özgürlük, kardeşlik, eşitlik”
şiarlarının gerçekleştirilmesi görevi
proletaryanın omuzlarına binmiş ve
özgürlük, kardeşlik, eşitlik proletarya
önderliğinde gerçekleşecek devrimlerle ancak bir gerçek haline gelecektir. Kapitalizmin varlığı, burjuvazinin iktidarı tüm toplum için özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin sağlanmasının en temel engelidir.
Bu temelde soruna yaklaşıldığında
burjuva demokrasisinin düşünce özgürlüğünü kısıtlaması, bu konuda
yasalar çıkarması vb. kendi karakterine uygundur. Sonuçta burjuva demokrasisi, ezenler için demokrasi,
ezilenlere karşı burjuvazinin diktatörlüğüdür. İşçiler, emekçiler için özgürlüklerin sınırı sermayedarların
çıkarlarının gerektirdiği kadardır.
Sermayedarların çıkarlarına dokunulduğunda özgürlükler yerini yasaklara bırakır.
Somuta baktığımızda düşünce özgürlüğü adına Fransa’yı eleştirenlerin çoğu Türkiye’de soykırım üzerine
tartışma özgürlüğünü savunmuyor.
Fransa’nın “soykırımı inkara ceza”
kanun tasarısına, düşünce özgürlüğü
adına karşı çıkanlar, tutarlı olmak
istiyorlarsa en azından Türkiye’de de
soykırım var mı yok mu tartışmalarının özgürce yürütülebilmesi için
mücadele etmesi gerekir.
TASARI OYLANMADAN
ERTELENDİ…
12
Sahibinin sesi kalemşorların “Ermeni
konusunda yanlızlaşıyoruz” yakınmaları ve devlet yetkililerinin diplomatik çabaları eşliğinde yürüyen
tartışmalar; tasarının kabul edilebileceği korkusu ve beklentiler Türk
tarafı açısından 18 Mayıs Perşembe
günü saat 14:30 sularında yerini
“memnuniyete” bıraktı.
Tasarı, 18 May ıs’ta toplanan
Meclis’te ele alındı. Meclisin ele aldığı birinci gündem maddesi tartışmalarının uzaması ve “Ermeni soykırımının inkarına ceza” tasarısının
oylanmasından önce, Meclis Başkanı
Louis Debre’nin oturumu kapatması
ile tasarı ertelendi. Uygulamaya göre
tasarı bundan sonra en erken Ekim
ayında yeniden gündeme gelebilecek. Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı
Chirac ve hükümetin tavrından yana
biri. Dışişleri Bakanı’nın tasarıya
karşı konuşmasından da ortaya çıktığı gibi bunlar Türkiye ile ilişkileri
bozabilecek böylesi bir kanun tasarısının kabul edilmesini şimdilik çıkarlarına uygun görmemektedirler. Fakat
benzeri bir kanun tasarısı Türkiye’nin
AB’ye üyeliği müzakereleri sürecinde
hep yeniden, gerekli gördüklerinde
gündeme getirilebilecek bir kart olarak elde tutulmaktadır.
Somut ola ra k sözkonusu tasarı Meclis’te kabul edilseydi de,
hemen yasalaşmış olmayacaktı.
Bunun için Senato’nun onayı ve
Cumhurbaşkanı’nın onayı gerekliydi
ve bunların gerçekleşmesi ise yine
epey zaman alacaktı. Tabii ki raflara kaldırılması ve reddedilmesi de
mümkündü.
Kanun tasarısının Meclis’te oylanmadan ertelenmesi Türk tarafının “taşan sabrını” şimdilik dindirdi. Fakat bu tartışma sürecinde de
“nöbet”lere tutulanlar vardı.
Kanun tasarısının savunucuları,
“Ermeni jenosidi bir fikir değil bir
gerçektir ve Türkiye bunu tanımalıdır” ve “Türkiye AB’ye üye olmak
için soykırımı kabul etmelidir” düşüncelerini savunurken, Türk şovenizminin bayraktarlığını kimseye
bırakmayan İP, İstanbul, Ankara
ve İzmir’de Fransız konsoloslukları
önünde ve Fransa’da Fransa Ulusal
Meclisi binası karşısında, kanun tasarısını protesto etmek için “TürkFransız Dostluk Nöbeti ” tuttu.
Kimileri böyle “nöbet”lerle kimileri
de mektup ve fakslarla, yürüyüşlerle,
ya da Fransa’da çocuklarını iki gün
okula göndermemekle Fransa’yı protesto ettiler. “Vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”nü korudular…
Fransa ile “sorun” şimdilik bitti,
benzeri bir kanun tasarısı ile Belçika
sırada duruyor. Ermenilere yönelik
soykırımı kabul etmede devletlerin
ve parlamentoların sayısı her geçen
gün artıyor. New York Times gazetesinin 16 Mayıs tarihli başyazısında,
Milliyet gazetesinin aktarımına göre
“Türklerin, tarihi inkâr etmenin kendileri için büyük bir tehdit olduğunu
anlamalarının zamanı” (Milliyet, 17
Mayıs 2006) gelmiştir tespiti yapılmaktadır. Önümüzdeki süreçte yeni
“sabır taşmalara” tanık olacağımıza
kesin gözüyle bakabiliriz.
Yasalarla tarih yazılmaz ama tarihi
gerçekliklerin reddedilmesinin de,
yaşananları, tarihi olguları, ortadan
kaldıramayacağı bilinmelidir. İnkar
ne kadar sürerse sürsün, gerçekler
kendisini er ya da geç kabul ettirecektir.
19 Mayıs 2006 
Emperyalizm yaşam temeller
Y
aşadığımız gezegende tüm
insanlığı ilgilendiren çevresel sorunlar yaşanıyor.
Emperyalizm doğayı talan etmede
sınır tanımıyor. Yaşam temellerinin
yok edilmesi, felaketlere yol açıyor.
Kar hırsını temel alan emperyalizm,
yaşam temellerinin yok edilmesini
hızlandırıyor. Çünkü emperyalizm
doğa ile uyum içerisinde yaşamak
yerine, onu hoyratça talan ediyor.
Küresel ısınma, dünyanın doğasını
ve insanını felakete götüren tehlikelerden biri. Küresel ısınma nedeniyle
yerküre geri dönüşü olmayan bir
noktaya geliyor. Ormanların yok olması sonucu, çölleşmeler yaşanacak,
buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek ve geniş kara parçaları sular
altında kalacaktır.
Dünyayı en fazla tehdit eden çevre
felaketlerinin başında küresel iklim değişiklikleri geliyor. Bunu içme
suyu kaynaklarının azalması ve var
olan içme suyunun kirlenmesi izliyor. Ormanlar yok ediliyor. Doğal
yaşam alanları ortadan kaldırılıyor.
Doğadaki biyolojik çeşitlilik yok ediliyor. Soluduğumuz hava, içtiğimiz
su, üzerinde yaşadığımız toprak kirletiliyor. Zehirli maddelerin kullanılması dünyayı yaşanamaz bir duruma
getiriyor.
Şu anda dünya nüfusu yedi milyara
yaklaşıyor. İnsan nüfusu sürekli artıyor. Tüm insanlığı en fazla etkileyen
çevre sorunu, tatlı su kaynaklarının
azalması ve kirlenmesidir. Dünyada
yaşayan nüfusun üçte biri, yani iki
buçuk milyarı, yeterli tatlı su bulamamaktadır. Yine dünyada bir milyar insanın içme suyu kıtlığı altında
yaşadığı bilinmektedir. Buna karşı
gelişmiş ülkelerde, günlük tüketime
sunulan birçok ürün, tekstil ürünleri,
araba üretimi kapsamında çok miktarda temiz su kullanılmakta ve kir-
letilmektedir. Yaşamsal öneme sahip
olan su kaynakları zehirlenmekte ve
böylelikle gelecek nesillerin yaşama
şansı yok edilmektedir.
Nüfus artışına bağlı olarak, doğanın talan edilmesi de bir başka önemli
çevre sorunudur. 2050 yılında dünya
nüfusunun dokuz milyara ulaşacağı
hesaplanmaktadır. Nüfusun artmasına paralel olarak, dünya doğal rezervlerinde herhangi bir artış olmamakta ve her geçen gün doğal kaynak miktarında büyük azalmalar görülmektedir. Bu durum böyle devam
edecek olursa, doğal yapı ortadan
kalkacak ve yaşadığımız dünya yaşanamaz hale gelecektir.
Enerji gereksinimin karşılanmasında, doğa için zararsız olan
enerji kaynakları kullanılmamaktadır. Bugün dünyada 450 adet nükleer santral vardır. Küresel ısınmada
enerji kullanımının payı %49’dur.
Evet, yanlış okumadınız. Küresel
ısınmada emperyalizmin yol açtığı,
dünyanın doğasını ve insanını felakete götüren tehlikelerden biri de,
çevreye zarar veren enerjinin kullanılmasıdır. Türkiye’de ise nükleer santral kurulması için atom lobisi çalışma yapmaktadır. Nükleer
enerji yerine, alternatif enerji kaynakları üzerine kafa yorulmamaktadır. Çünkü egemen sınıflar azami
kar hırsını merkeze koymaktadırlar.
Nükleer santrallere bağlı olarak da,
nükleer silah yapma hesapları yapmaktadırlar. Bu ülkede yaşayan herkes nükleer santrallere karşı çıkmalı
ve nükleer enerji santrallerinin kurulmasına izin vermemelidir.
Başta ABD emperyalizmi olmak
üzere, diğer emperyalist güçler tarafından atmosfere salınan zehirli gazlar yüzünden, dünyanın doğal yapısı
değişmekte ve çevresel iklim değişiklikleri yaşanmaktadır. Atmosfere
yaşam temellerini koruma mücadelesi
rini yok ediyor
salınan zehirli gazların azaltılmasına, emperyalistler yanaşmamaktadır. ABD emperyalizmi, Kyoto Dünya
İklim Anlaşması’nı imzalamaya yanaşmamaktadır. Onlar karbondioksit üretiminin düşürülmesini istememektedirler. Çünkü onların merkeze
koydukları şey, yaşam temellerinin
korunması değil, azami kar hırsıdır.
Türkiye de ABD’nin baskıları sonucu
Kyoto Protokolü’nü imzalamamıştır.
Türk hâkim sınıfları “hele bir sanayileşelim, o zaman imzalarız” türünden
açıklamalar yapıyor. Hâkim sınıflar
yerkürenin dışındaymış gibi, küresel
ısınmayı umursamamaktadır.
Dünyayı saran atmosfer çeşitli gazlardan oluşmaktadır. Güneşten gelen
ışınlar, atmosferi geçerek yeryüzünü
ısıtmaktadır. Atmosferdeki kimi gazlar da yeryüzündeki ısının bir kısmını
tutarak yeryüzünün ısı kaybına engel
olmaktadır. Atmosferin ısıyı tutma
özelliği sayesinde suların sıcaklığı
dengede kalmakta; böylece nehirlerin
ve okyanusların donması engellenmektedir. Atmosferdeki ısıtma ve yalıtma etkisine “sera etkisi” denilmektedir. Atmosfer cam seralara benzer
bir özellik göstermektedir. Havada
en çok ısı tutma özelliği olan karbondioksit miktarı son yıllarda hava kirlenmesine bağlı olarak artmaktadır.
Isı tutma özelliği olan metan, ozon
ve kloroflorokarbon gibi sera gazları
insanların yol açtığı nedenler yüzünden atmosfere katılmakta, atmosfer
ısısının yükselmesine neden olmaktadır. Atmosferdeki karbon monoksit ve karbondioksit oranlarının artışına bağlı olarak, sera etkisi olayının
yaygınlaşması olayı ile dünya sıcaklığı 0,7–1 santigrat derece artacaktır. “Küresel ısınma” diye adlandırılan bu olgunun bir yandan buzulların erimesi, okyanusların yükselmesi
gibi ciddi sonuçlar doğuracak iklim
değişimlerine yol açacaktır. Buna
bağlı olarak, buzul ve buz dağları
eriyecek, dünyadaki yeşil örtü bozulacak, biyolojik çeşitlilik yok olacak,
birçok kıyı yerleşim alanları sellerle
yok olacaktır. Afrika, Orta Amerika
ve Asya’nın önemli bir kısmında çevresel felaketlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Tüm bu çevre felaketleri ve doğanın dengesinin bozulması insanlığı ortadan kaldırmaya
yönelik sonuçlara yol açacaktır.
Görüldüğü gibi, emperyalizm yaşadığımız yerküreyi küresel felakete doğru sürüklemektedir. Büyük
insanlık kendisini bekleyen bu felaket karşısında sessiz kalmamalıdır. Yaşam temellerini korunmak,
doğa ile uyum içerisinde yaşamak
için, emperyalizme ve işbirlikçilerine
karşı mücadelenin yükseltilmesi gerekiyor.
Nisan 2006 
5 Haziran Dünya Çevre Günü…
Kapitalizm doğanın ve
insanlığın düşmanıdır!
Türkiye’de çevre katliamı, doğanın talanı ya devletin eliyle ya da onun
onayıyla yürütülüyor. 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde, çevrenin
kirletilmesine ve yokedilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi,
kapitalist sömürü sistemine karşı mücadele olarak yürütelim.
D
ünya Çevre Gününe, Türkiye’de Nük leer Santral
Projesinin gündemde olduğu bir dönemde giriyoruz.
Son aylarda nükleer santral kurma
girişimleri yeniden hız kazanmış, hükümet Sinop’ta nükleer santral kurulacağını açıklamıştır.
Nükleer enerjinin “temiz, ucuz ve
güvenli” olduğu yalanları ile nükleer
enerjinin doğaya ve tüm canlılara
verdiği zararının ne kadar büyük olduğu gözlerden gizlenmeye çalışılıyor. Güvenli olduğu söylenen nükleer enerjinin ne kadar güvenli olduğu 1986’daki Çernobil kazasında
çok açık bir şekilde ortaya çıktı.
Binlerce insanın ölümüne ve çeşitli
hastalıklara yakalanmasına neden
olan Çernobil felaketinin sonuçları
uzun bir süre daha etkisini sürdürmeye devam edecek. Çernobil kazası çıktığında santralın yanan bloğunun söndürülmesi için çalışan insan sayısı kimi verilere göre 600.000
ile 860.000 arasındadır. Bunların
hemen hepsinin radyasyona maruz
kalma nedeniyle hasta olduğu tahmin ediliyor. Bunların onbinlercesi –
kimi verilere göre 50.000 ile 100.000
arasında– ölmüştür. Bugün halen
50.000 kadar çocuk tiroit kanserine
yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Avrupa’da 10.000’den fazla çocuk sakat doğmuş ve ayrıca 5000 çocuk Çernobil’in etkisi sonucu doğduktan kısa süre sonra ölmüştür.
Ukrayna’da hastanelerde ortaya konan verilere göre Çernobil bölgesinde
çocukların %80’i hastadır. Rusya
Çevre Bakanlığı’nın verilerine göre
1990’lı yılların başında hasta olanla-
rın sayısı 1.3 milyondur. Sonrası bilinmiyor… Beyaz Rusya’nın tarım
alanının % 22’si işlenemez durumda
ve toplam ülke alanının %30’u radyasyonludur.
Çernobil’e kadarki dönemde ise
binlerce insanın zarar gördüğü en az
400’ün üzerinde nükleer santral kazasının meydana geldiği ve bunların
gizlendiği belirtiliyor.
Kapitalizmin insan ve doğa düşmanlığı sadece bununla sınırlı değil.
Kapitalizmin doğa ve insan düşmanı yüzünü en açık gösteren örneklerden bir de, azami kar hırsıyla doğanın ve insanların zehirlenmesine
ve ölümüne sebep olduğu yüzde yüz
önceden bilinen zehirli atıkların çevreye yayılması sorunudur. Geçtiğimiz
günlerde Tuzla çevresinde içinde zehirli atıkların bulunduğu toprağa
gömülmüş variller ortaya ile birlikte
derelere akıtılan atıklar, suların kirletilmesi gibi sonuçlar, ya da Türkiye
çapında bir yılda ortaya çıkan 1.850
milyon ton atığın sonucunun ne olduğu soruları gündeme geldi. Verilen
bilgilere göre Türkiye’de atıkların
yakıldığı ya da “bertaraf ” edildiği
sadece Kocaeli’ndeki İZAYDAŞ tesisi
var. Ancak Türkiye’de bertaraf edildiği resmen bilinen atık oranı 200 bin
ton civarında. Buna göre 1.650 milyon tonluk atığın Türkiye’de kurulu
tesislerde bertaraf edilmediği devlet
tarafından bilinmesi gereken bir olgudur. Bu olgu bile Türkiye’de çevreyi koruma diye bir yaklaşımın olmadığını, zehirli atıkların, artık kim
nereyi uygun ve boş bulursa oraya
atmasının devlet tarafından da onaylandığını gösteriyor. Bunun sonu-
cunda çevreye bu atıkları yayanlara
karşı herhangi bir yaptırım uygulanmıyor. Verilen komik para cezaları
ile gözünü kar bürümüş kapitalist sanayiciler adeta teşvik ediliyor.
Özetle vurgulanırsa Türkiye’de
çevre katliamı, doğanın talanı ya
devletin eliyle ya da onun onayıyla
yürütülüyor.
Kapitalizm dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de çok açık biçimde doğanın, çevrenin ve evet insanın düşmanı
bir sistem olduğunu hep yeniden ispatlıyor. Daha fazla kar dürtüsü kapitalistlerin her tür barbarlığı meşru
görmesini beraberinde getiriyor.
Bu sistemde, insanlığın yaşam temellerinin yok edilmesine karşı ciddi
bir önlemin alınabileceğini beklemek
boşunadır. Çünkü çevre ve doğa katliamı azami kar hırsıyla gözü dönmüş emperyalist- kapitalist sistemin
ayrılmaz bir parçasıdır.
Öyleyse çevreyi ve doğayı korumak, büyük insanlığın geleceğine sahip çıkmak da biz işçi ve emekçilerin
omuzlarındadır.
5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde,
çevrenin kirletilmesine ve yokedilmesine, doğanın talanına karşı mücadeleyi, kapitalist sömürü sistemine
karşı mücadele olarak yürütelim.
Nükleer enerjiye, nükleer santrallere hayır!
Çevre ile uyumlu enerji türlerine
evet!
Ne Sinop’ta ne dünyada, nükleer
santral istemiyoruz!
Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!
4 Haziran 2006 
13
NAZIM HİKMET’İ ANMAK…
3
14
“Sevdalınız
komünisttir!”
Ha­zi­ran 1963 bir bü­yük ko­mü­
nist şa­irin, “Te­pe­den tır­na­ğa
kav­ga, has­ret ve ümit­ten iba­ret”
Na­zım’ın öl­dü­ğü gün­dür…
Ge­rek ya­şa­dı­ğı 61 yıl­lık öm­rü­nün
önem­li bir bö­lü­mün­de, ge­rek­se ölü­
mü­nün üze­rin­den ge­çen 43 yıl içe­ri­
sin­de çok ko­nu­şul­du; hak­kın­da çok
şey ya­zıl­dı… Her­kes ken­di ide­olo­jik
ko­nu­mu­na, sı­nıf tav­rı­na gö­re bir­şey­
ler söy­le­di, yaz­dı, çiz­di; öv­dü, ka­ra­
la­dı; yer­di, gö­ğe çı­kar­dı…
Bur­ju­va­zi açı­sın­dan Na­zım ney­di,
ne­re­ye otur­tul­ma­lıy­dı? 70-80 yıl­lık
bir ça­lış­ma­dır yü­rü­yen… De­nen­me­
yen kal­ma­dı…
Ön­ce O’nu yıl­dır­mak, en­gel­le­mek
is­te­di­ler… Ta­ki­bat­lar, ko­ğuş­tur­ma­
lar, mah­ke­me­ler bir­bi­ri­ni iz­le­di,
uzun yıl­lar mah­pus­lar­da esir edil­di.
Ya­sak­lan­dı…
De­ne­di­ler bir çok şe­yi…
De­ne­di­ler ve bu işin ne ka­dar boş
bir iş ol­du­ğu­nu gör­dü­ler. Ne ko­ğuş­tur­
ma­lar, ne mah­pus ha­ya­tı, ne sür­gün,
ne ya­sak… Hiç bi­ri Na­zım’ın Na­zım
ol­ma­sı­nı en­gel­le­me­di; ya­sak­lar Na­
zım’ın okun­ma­sı­nı en­gel­le­me­di.
Ba­şa­ra­ma­dı­lar.
O’nun 20. yüz­yı­lın en yet­kin ve en
güç­lü Türk şa­iri ol­du­ğu ger­çe­ği yad­
sın­ma­lı mıy­dı? De­ne­di­ler bu­nu; “ra­
kip­ler”, kı­yas­la­na­cak şa­ir­ler bul­ma­ya
ça­lış­tı­lar, göz­den dü­şür­me­ye ça­lış­tı­
lar; “as­lın­da abar­tı­la­cak bir şa­ir de
de­ğil…” de­di­ler…
De­ne­di­ler ve bu­nun et­ki­si­nin ol­ma­
dı­ğı­nı gör­dü­ler…
Ha­yır, Na­zım Hik­met’in bü­yük­
lü­ğü in­kâ­ra gel­mi­yor­du…
“Ada­mın ko­mü­nist­li­ği ol­ma­sa” hiç
so­run yok­tu as­lın­da; ko­lay­lık­la sa­
hip­le­nile­bi­lir­di… Ama adam ko­mü­
nist­ti; açık açık ko­mü­niz­mi öven şi­ir­
le­ri var­dı, ken­di­si­ni ko­mü­nist ola­rak
ta­nım­lı­yor­du… O za­man bel­ki ko­mü­
nist­li­ği gör­mez­den ge­li­nip, “O’nun
ko­mü­nist­li­ği ro­man­tik­li­ği­nin bir te­
za­hü­rü” ola­rak de­ğer­len­di­ri­le­bi­lir; şa­
ir­lik ya­nı­na sa­hip çı­kı­la­bi­lir­di…
Bu­nu da de­ne­di­ler, de­ni­yor­lar…
Ol­mu­yor…O’nun ko­mü­nist­li­ği, şa­
ir­li­ği ile dün­ya gö­rü­şü ara­sın­da­ki bağ
o ka­dar içi­çe geç­miş ki; bi­ri­ni di­ğe­rin­
den sö­küp al­mak­ta zor­la­nı­yor­lar…
Ya­pa­mı­yor­lar…
Ma­ga­zin­leş­tir­me­ye ça­lı­şı­yor­lar…
O’nun aşk iliş­ki­le­ri­ni, ev­li­lik­le­ri­ni
öne çı­ka­rıp sö­zü­mo­na sal­dı­rı­yor­lar…
Ama yi­ne ol­mu­yor, çün­kü O’nun şa­ir­
li­ği ve sa­nat­çı ki­şi­li­ği, bu sa­nat­çı ki­
şi­li­ği­ne yön ve­ren du­ru­şu ya­nın­da
özel ya­şa­mı pek de be­lir­le­yi­ci bir ni­
te­lik ar­zet­mi­yor. Na­zım Hik­met de­
nil­di­ğin­de ak­la ilk ge­len onun özel
ya­şa­mı, ev­li­lik iliş­ki­le­ri de­ğil; ko­mü­
nist­li­ği, şa­ir­li­ği, sa­nat­çı­lı­ğı…
Ol­mu­yor… Bu­ra­dan da vu­ra­mı­yor­
lar bü­yük şa­iri…
Sa­hip­len­mek bel­ki en iyi­si, ama
na­sıl? Bel­ki yıl­lar ön­ce elin­den alı­
nan va­tan­daş­lı­ğı geri ve­ri­lir­se hem
Na­zım sa­hip­le­ni­le­bi­lir, hem dev­let­le
Na­zım ba­rış­tı­rı­la­bi­lir… Öy­le dü­şü­
nen­ler var. Bu­nun için za­man za­man
Mec­lis’e ta­sa­rı­lar ve­ri­li­yor, im­za­lar
top­la­nı­yor… Ama bu da ol­mu­yor.
Ol­mu­yor, çün­kü ön­ce va­tan­daş­lı­ğı­
nın ia­de­si so­run… Son­ra va­tan­daş­
lı­ğı ia­de edil­se; Na­zım dev­let­le ba­rış­
mış mı ola­cak? Eser­le­rin­de­ki dev­le­te
kar­şı du­ru­şu­nu or­ta­dan kal­dı­ra­bi­lir
mi bir “va­tan­daş­lık ka­rar­na­me­si?”
Ki­mi­le­ri dev­le­tin O’nu sa­hip­len­me
is­te­ği­ni fır­sat bi­lip “me­za­rı­nın mem­
le­ke­ti­ne ta­şın­ma­sı­nı” öne çı­ka­rı­yor,
bu­nu ta­lep edi­yor­lar… Ne ola­cak Na­
zım’ın ke­mik­le­ri Tür­ki­ye’ye gel­se?
O’nun bü­yük­lü­ğü­ne bir bü­yük­lük
da­ha mı ek­le­ne­cek? Na­zım bir Na­zım
da­ha mı ola­cak? Yok­sa Na­zım’ın ke­
mik­le­ri­nin Tür­ki­ye’ye ge­ti­ri­lip bel­ki
“dev­let tö­re­niy­le” ye­ni­den “gö­mül­
me­si” bu­nu öne­ren­le­rin ba­şı­nı gö­ğe
mi er­di­re­cek?
De­ni­yor­lar…
De­ne­ye­cek­ler…
De­ne­sin­ler…
De­ni­yor­lar ve işin için­den çı­ka­mı­
yor­lar… Aç­maz­la­rı var. Do­lu­ya ko­yu­
yor­lar al­mı­yor, bo­şa ko­yu­yor­lar, dol­
mu­yor… İki ay­rı ku­tup­ta­ki şe­yi yan­
ya­na ge­tir­mek ola­cak iş de­ğil; ya­pa­mı­
yor­lar, ya­pa­maz­lar…
Na­zım ile dev­le­ti ba­rış­tır­ma, ola­
bil­se O’nu dev­let sa­nat­çı­sı yap­ma fi­
lan gö­rüş­ler dil­len­di­ri­li­yor. Da­ha
ge­çen ay bi­ri­le­ri Mec­lis’te çı­kıp Na­
zım’ın va­tan­daş­lı­ğı­nın ia­de edil­me­si
için bir öner­ge ha­zır­la­dı­ğı­nı ga­ze­te­ler
yaz­dı. Bir kez da­ha de­ne­ne­cek.
So­nuç?
Na­zım’la dev­let ba­rış­tı­rı­la­bi­le­cek
mi? El­bet­te ha­yır…
Ge­çer­ken be­lir­te­lim; el­bet­te Na­
zım’ın da her in­san gi­bi ha­ta­la­rı, za­
af­la­rı var­dır, ola­bi­lir… Ama bir sa­
nat­çı­nın ya da her­han­gi bir ki­şi­nin
de­ğer­len­dir­me­sin­de o ki­şi; ya­şa­dı­ğı
dö­nem­den, iliş­ki­ler­den, dö­ne­min
yay­gın dü­şün­ce­le­rin­den vb. ay­rı ele
alınıp de­ğer­len­di­ri­le­mez… Da­ha­sı
her­han­gi bir ki­şi bü­tün bir ya­şa­mı
bir çiz­gi­de ya­şa­ma­sı ge­re­ken bi­
ri­si ola­rak da ele alı­nıp de­ğer­len­
di­ri­le­mez…
Na­zım’a da öy­le yak­la­şıl­ma­lı…
Ne faz­la, ne ek­sik…
Böy­le yak­la­şıl­dı­ğın­da el­bet­te
Na­zım’da ek­sik­lik­ler, yan­lış­lar
var­dır, bu­lu­nur…
Ama öz ne­dir, ona bakılmalıdır… Na­zım’da­ki öz, onun ko­
mü­nist­li­ği­dir… En­ter­nas­yo­na­l
yandır… Dev­ri­me, iş­çi sı­nı­fı­nın
kav­ga­sı­na, sosyalizme, komünizme bağ­lı­lı­ğı­dır…
Ve esas görülmesi gereken de
bu…
O’nu ölü­mü­nün 43. yıl­dö­nü­
mün­de ha­tır­la­tan baş­ka şey­ler var…
Hakim sınıfların işçi sınıfına yönelik saldırıları için­den geç­ti­ği­miz dö­
ne­mde öne çıkan olgulardan birisi…
Evet, hakim sınıflar, onların devleti
işçi sınıfına alabildiğine saldırıyor ve
ama işçi sınıfının buna karşı ciddi
bir tepkisi yok… Yok çünkü korkutulmuş, sindirilmiş, uyuşturulmuş…
Bu bize Nazım’ın “Dünyanın en tuhaf
mahluku” dizelerini anımsatıyor:
“Ak­rep gi­bi­sin kar­de­şim, / kor­kak
bir ka­ran­lık için­de­sin ak­rep gi­bi. /
Ser­çe gi­bi­sin kar­de­şim, / ser­çe­nin te­
la­şı için­de­sin. / Mid­ye gi­bi­sin kar­de­
şim, / mid­ye gi­bi ka­pa­lı, ra­hat. / Ve
sön­müş bir ya­nar­dağ ağ­zı gi­bi kor­
kunç­sun, kar­de­şim. / Bir de­ğil, / beş
de­ğil, / yüz mil­yon­lar­la­sın ma­ale­sef.
/ Ko­yun gi­bi­sin kar­de­şim, / go­cuk­lu
ce­lep kal­dı­rın­ca so­pa­sı­nı / sü­rü­ye ka­
tı­lı­ve­rir­sin he­men / ve âde­ta mağ­rur,
ko­şar­sın sal­ha­ne­ye. / Dün­ya­nın en tu­
haf mah­lu­ku­sun ya­ni, / ha­ni şu der­ya
iç­re olup / der­ya­yı bil­mi­yen ba­lık­tan
da tu­haf. / Ve bu dün­ya­da, bu zu­lüm /
se­nin sa­yen­de. / Ve aç­sak, yor­gun­sak,
al­kan için­dey­sek eğer / ve hâ­lâ şa­ra­bı­
mı­zı ver­mek için üzüm gi­bi ezi­li­yor­
sak / ka­ba­hat se­nin / –de­me­ğe de di­
lim var­mı­yor ama– / ka­ba­ha­tin ço­ğu
se­nin, ca­nım kar­de­şim! — 1947” (Nâ­
zım Hik­met, Şi­ir­ler 4, say­fa 148)
Neden “gocuklu celep kaldırınca
sopasını sürüye katılan” ve “salhaneye koşan”lar böyle davranırlar;
neden ölüm yerine isyanı seçmezler? Neden? Nazım Hikmet’in buna
yanıtı “Ellerinize ve yalana dair”de
vardır:
“… Ve in­san­lar, ah, be­nim in­san­
la­rım, / ya­lan­la bes­li­yor­lar si­zi, / hal­
bu­ki aç­sı­nız, / et­le, ek­mek­le bes­len­
me­ğe muh­taç­sı­nız. / … / İn­san­la­rım,
ah, be­nim in­san­la­rım, / an­ten­ler ya­
lan söy­lü­yor­sa, / ya­lan söy­lü­yor­sa ro­
ta­tif­ler, / ki­tap­lar ya­lan söy­lü­yor­sa, /
du­var­da afiş, sü­tun­da ilan ya­lan söy­
lü­yor­sa, / be­yaz per­de­de ya­lan söy­lü­
yor­sa / çıp­lak bal­dır­la­rı kız­la­rın, /
dua ya­lan söy­lü­yor­sa, / nin­ni ya­lan
söy­lü­yor­sa, / rü­ya ya­lan söy­lü­yor­sa, /
mey­ha­ne­de ke­man ça­lan ya­lan söy­lü­
yor­sa, / ya­lan söy­lü­yor­sa umut­suz gün­
le­rin ge­ce­le­rin­de ayı­şı­ğı, / söz ya­lan
söy­lü­yor­sa, / renk ya­lan söy­lü­yor­sa, /
ses ya­lan söy­lü­yor­sa, / el­le­ri­niz­den ge­
çi­nen / ve el­le­ri­niz­den baş­ka her şey /
her­kes ya­lan söy­lü­yor­sa, / el­le­ri­niz bal­
çık gi­bi ita­at­li, / el­le­ri­niz ka­ran­lık gi­bi
kör, / el­le­ri­niz ço­ban kö­pek­le­ri gi­bi ap­
tal ol­sun, / el­le­ri­niz is­yan et­me­sin di­
ye­dir. / Ve za­ten bu ka­dar az mi­sa­fir
kal­dı­ğı­mız / bu ölüm­lü, bu ya­şa­na­sı
dün­ya­da / bu be­zir­gân sal­ta­na­tı, bu
zu­lüm bit­me­sin di­ye­dir. — 1949” (Nâ­
zım Hik­met, Şi­ir­ler 4, say­fa 194-195)
Evet, onlar “ya­lan­la­rı sal­mış­lar yol­
la­ra / hep­si­nin de kuy­ru­ğu tel­li pul­lu.”
(“En mühim mesele” şiirinden) Çünkü
onların “Top­rak do­yu­ra­sı göz­le­ri doy­
mu­yor”; onlar “çok çok pa­ra ka­zan­
mak is­ti­yor­lar;” bunun için “öl­dür­me­
miz, öl­me­miz la­zım ge­li­yor / çok çok
pa­ra ka­zan­ma­la­rı için.” (agş)
Peki ne yapmalıyız?
“Al­da­nıp al­dan­ma­mak, / İş­te me­
se­le. / Al­dan­maz­sak: va­rız! / Al­da­nır­
sak: yok! — 1951” (age, say­fa 209)
Ve yıkılmalı yalan; “annelerin ninnilerinden / spikerin okuduğu habere
kadar / yürekte, kitapta / ve sokakta
yenebilmek yalanı, / anlamak sevgilim, o, müthiş bir bahtiyarlık / anlamak gideni ve gelmekte olanı.”
Karar bizim…
Karar işçilerin, emekçilerin…
Ba­rut fı­çı­sı üzerindeyiz…
21. yüzyılda barbarlığı yaş­ıyoruz…
Yanıbaşımızda sa­vaşlar sü­rü­yor,
savaşlar ha­zır­la­nı­yor…
Hem de yer yer kim­ya­sal si­lah­la­rın
kul­la­nıl­dı­ğı sa­vaş­lar bun­lar… İş­te
böy­le­si bir dö­nem­de; Na­zım’ın Hi­ro­
şi­ma ve Na­ga­za­ki üze­ri­ne atı­lan atom
bom­ba­la­rı­nın ar­dın­dan söy­le­di­ği “bu­
lut­lar adam öl­dür­me­sin” di­ze­si­ni ha­
tır­la­maz mı­yız? Sa­va­şın, atom si­lah­la­
rı­nın aç­tı­ğı ya­ra­la­rın yıl­lar sü­ren et­
ki­si­ni “Kız ço­cu­ğu” şi­irin­de du­yum­
sa­maz mı­yız?
İşçilerin, emekçilerin birbirlerine
düşman edilmeye çabalandığı bir dönem, içinden geçtiğimiz dönem…
Tam da böylesi çabaların yükseldiği,
yükseltildiği dönemlerde bunun alternatifi olarak enternasyonalizme vurgu
çok daha önemli hale gelmez mi?
Ve Nazım’ın şiirlerine de sıklıkla yansıyan enternasyonalist yaklaşımı güzel
örnekler olarak hatırlamaz mıyız?
“Ya­rı­sı bur­day­sa kal­bi­min / ya­rı­
sı Çin’de­dir dok­tor. / Sa­rı neh­re doğ­ru
akan / or­du­nun için­de­dir. / Son­ra, her
şa­fak vak­ti dok­tor / her şa­fak vak­ti kal­
bim / Yu­na­nis­tan’da kur­şu­na di­zi­li­
yor.(…)” (“An­gi­na Pek­to­ris” şi­irin­den,
Nâ­zım Hik­met, Şi­ir­ler 4, say­fa 165)
Memleketini sever, memleketinin insanını sever… Ama O’nun,
yeni kadın dünyası
“Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma / Ben Asyalıyım / Bakmayın
m av i gö z l ü ol duğ um a / B e n
Afrikalıyım” dizelerinden bugün de
öğrenmek, gerekmez mi?
Karanlık bir dönemden geçiyoruz…
Hakim sınıfların saldırılarına her
gün yenileri ekleniyor… Sessizliğin
ortasında geçiyor zaman…
Yılgınlık yaygın… Güvensizlik belirleyici… Oysa Nazım’dan öğrenmek gerek geleceğe güveni… O’nun
geleceğe, güzel günlere olan güvenini
kazanmalı “yaratanlar”…
“… / Sevgilim, / bu ayak sesleri, bu
katliamda / hürriyetimi, ekmeğimi ve
seni kaybettiğim oldu, / fakat açlığın,
karanlığın ve çığlıkların içinden / güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan /
gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman… / …”
Umutsuzluk bir tortu olarak çökmüş milyonların yüreğine…
Oysa O’nun umudunu taşımalı
“yaratanlar”…
“… / İşler, atom reaktörleri, işler, /
yapma aylar geçer güneş doğarken /
ve güneş doğarken hiç umut yok mu? /
Umut, umut, umut, / umut insanda.”
Umudun bizde olduğunu ne zaman
kavrayacağız?
Bölünmüşüz, parçalanmışız…
Emekçilerin parçalanmışlığı hakim
sınıfların düzenlerini sürdürmesinin
garantilerinden birisi…
Oysa; “Hep bir ağızdan türkü söyleyip / hep beraber sulardan çekmek
ağı, / demiri oya gibi işleyip hep beraber, / hep beraber sürebilmek toprağı, / ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, / yârin yanağından gayri her
şeyde / her yerde / hep beraber! / diyebilmek / için” birlikteliği sağlamak
ve güzel günler için, yeni bir dünya
için, sosyalizmin dünyası, komünizmin dünyası için birlikte mücadele
etmek de var…
Bizi bekliyor güzel gelecek…
3 Haziran 1963… bü­yük ko­mü­nist
şa­irin; “te­pe­den tır­na­ğa kav­ga, has­ret
ve ümit­ten iba­ret” Na­zım’ın bedenen
aramızdan ayrıldığı gün…
Bedenen aramızda olmasa da eserleriyle aramızda O… Kavgada…
Yanımızda, yanıbaşımızda…
O’nun sevdası komünizmeydi…
Kavgası bunun içindi… Yarattıkları
bunun için…
Biz de komünizm istiyoruz…
Kavgamız bunun için…
Ve çağrımız bunun için…
Nazım’ca:
“İnsanlar sizleri çağırıyorum: / kitaplar, ağaçlar ve balıklar için, / buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için, / üzüm karası saçlar, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.”
Ve yine Nazım’ca davetimizi yineliyoruz:
“… / Yok edin insanın insana kulluğunu! / Bu davet bizim.// “Yaşamak!
Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman
gibi kardeşçesine, / bu hasret bizim!”
Mayıs 2006 
“An­ne­ler gü­nü” ki­me ve ne­ye ge­rek?
B
u­gün 14 Ma­yıs, an­ne­ler gü­nü...
Ga­ze­te­le­ri açı­yor­su­nuz, say­fa
say­fa an­ne­le­re met­hi­ye­ler...
Açı­yor­su­nuz say­fa­yı “an­ne­lik tim­
sa­li” gös­te­ri­len bir ka­dın, açı­yor­su­
nuz yı­lın an­ne­si, açı­yor­su­nuz “fe­da­
kar” kah­ra­man an­ne­ler... de­vam edi­
yor­su­nuz, “şe­hit an­ne­le­ri” üze­rin­den
ze­hir zem­be­rek Türk şo­ve­niz­mi...
ve ta­bii ki ek­sik ola­maz: “ana­la­rın
ana­sı” Mus­ta­fa Ke­mal Ata­türk’ün an­
ne­si hak­kın­da anı­lar...
An­ne­ler gü­nü:
- ki­mi­ne gö­re an­ne­si­ni ha­tır­la­dı­ğı,
gö­nül al­dı­ğı ma­sum bir gün...
- ki­mi­ne gö­re çi­çek, par­füm ve her
tür­den ev eş­ya­sı pa­zar­la­mak için iyi
bir fır­sat...
- ki­mi­ne gö­re gün bo­yu ko­nu­şu­la­
cak ya­yın sa­ati dol­dur­ma­ya ya­ra­yan
bir ko­nu...
- ki­mi­ne gö­re Hit­ler fa­şiz­mi­nin te­pe
te­pe kul­lan­dı­ğı “kir­le­til­miş” bir gün...
- ki­mi­ne gö­re dün ol­du­ğu gi­bi bu­
gün de “ırk­çı-şo­ven-er­kek şo­ve­nis­ti”
ide­olo­ji­nin pom­pa­lan­ma­sı­na iyi hiz­
met ve­ren bir gün...
Ta­ri­hi­ni uzun boy­lu ka­rış­tır­ma­ya
ge­rek yok... İlk ola­rak Ame­ri­ka’dan
dün­ya­ya ya­yı­lan bu özel gün, geç­
miş­te ve bu­gün ege­men­ler ta­ra­fın­
dan çok yön­lü bi­çim­de kul­la­nıl­mak­
ta­dır. “An­ne­lik” et­ra­fın­da ya­ra­tı­lan
mi­ti en uç nok­ta­sı­na ka­dar gö­tü­ren
geç­miş­te Hit­ler fa­şiz­mi ol­muş­tur. Bu
aşı­rı­lı­ğa var­ma­sa da “an­ne­ler gü­nü”
her tür­den ge­ri­ci­li­ğin ka­dı­na ba­kış
açı­sı­nı or­ta­ya koy­mak­ta­dır. Er­kek
ege­men­li­ği­ni ka­yıt­sız şart­sız ka­bul et­
me­ye zor­la­nan ka­dın­la­ra sa­de­ce bir
nok­ta­da özel bir de­ğer (o da as­lın­da
laf­ta!) bi­çil­mek­te­dir... Bu da er­kek
ege­men­li­ği­nin lut­fet­ti­ği “an­ne­lik­tir”.
An­ne­lik fe­da­kar­lı­ğın tim­sa­li ola­rak
yü­cel­til­mek­te­dir. Bu­nun­la ezi­len ka­
dın kit­le­le­ri­ne ve­ri­len me­saj hep ay­
nı­dır: Ka­dın ol­mak, an­ne ol­mak­tır,
fe­da­kar­lık­tır... Ka­dı­na her tür­lü kö­
tü­lü­ğü si­ne­ye çek­mek ve sa­bır ya­kı­
şır! Er­kek ege­men­li­ği­ne bo­yun eğin
ve as­li gö­re­vi­niz olan an­ne­lik gö­re­vi­
ni­zi ye­ri­ne ge­tir­me­ye ça­lı­şın. Bu­nun
kar­şı­lı­ğın­da ezi­len ka­dın­lara su­nu­
lan “öbür dün­ya­da cen­net”tir! “Cen­
net an­ne­le­rin aya­ğı­nın al­tın­da­dır” sö­
züy­le bü­yü­dük he­pi­miz... Bu­nun ger­
çek an­la­mı ezi­len ka­dın kit­le­le­ri­nin
ya­şar­ken ce­hen­ne­me kat­lan­mak, bü­
tün bar­bar­lı­ğıy­la er­kek ege­men­li­ği­ne
kat­lan­mak zo­run­da bı­ra­kıl­ma­sı­dır.
Ne­re­den ba­kar­sa­nız ba­kın
iki­yüz­lü­lük!
Ege­men­ler bir yan­dan ezi­len ka­dın
yı­ğın­la­rı­nın ya­şam ko­şul­la­rı­nı çe­
kil­mez ha­le ge­tir­mek için el­le­rin­den
ge­le­ni ya­pı­yor­lar; ezi­len­ler için­de en
faz­la ezi­len­ler ko­nu­mun­da olan ka­
dın­lar ço­cuk­la­rıy­la bir­lik­te aç­lık ve
se­fa­let için­de ha­yat kav­ga­sı yü­rüt­mek
Ezi­len ka­dın kit­le­le­ri­
nin an­ne­li­ğin yü­cel­til­
me­si­ne ih­ti­ya­cı yok!
Va­ade­di­len sah­te cen­
net­le­re de ih­ti­ya­cı yok!
zo­run­da bı­ra­kı­lı­yor­lar... Ezi­len ka­dın
kit­le­le­ri­ne in­san­ca ya­şa­ma da­ir ne
var­sa hak gö­rül­mü­yor... di­ğer ta­raf­
tan on­lar­dan an­ne­lik gö­rev­le­ri­ni “la­
yı­kıy­la” ye­ri­ne ge­tir­me­le­ri, top­lu­ma
ço­cuk ye­tiş­tir­me­le­ri bek­le­ni­yor... Bek­
le­dik­le­ri­nin em­per­ya­list-ka­pi­ta­list sis­
te­me sa­dık kö­le­ler ye­tiş­tir­mek ol­ma­sı
da işin ca­ba­sı!
Ege­men sı­nıf­ la­rın an­ne­li­ği yü­
celt­me gay­ret­le­ri­nin bir yö­nü­nü de
on­la­rın ço­cuk ba­kı­mı ve eği­ti­mi gö­
re­vi­ni bü­tü­nüy­le ai­le­ye, ai­le için­de
de ka­dı­nın sır­tı­na bin­dir­mek oluş­tur­
mak­ta­dır. Ço­cuk ba­kı­mı ve eği­ti­mi
top­lum­sal bir so­run­dur. Bu gö­re­vin
top­lum­sal çö­zü­mü­nün ör­güt­len­me­si
dev­le­tin işi­dir. An­ne ve ço­cuk sağ­lı­ğı­
nın en iyi bi­çim­de ko­run­ma­sı, okul
ön­ce­si ço­cuk­la­rın ge­li­şi­mi­ni de­net­le­
yen ve teş­vik eden kreş ve ço­cuk yu­
va­la­rı­nın sağ­lan­ma­sı, ço­cuk­la­rın hu­
ra­fe ve ge­ri­ci ide­olo­ji­ler­le ze­hir­len­me­
di­ği, tam ter­si­ne me­rak ve öğ­ren­me
ye­ti­le­ri­ni­n so­nu­na ka­dar ge­liş­ti­ril­di­ği
öğ­re­ti­min sağ­lan­dı­ğı okul­la­rın sağ­
lan­ma­sı dev­le­tin gö­re­vi­dir. An­cak,
ka­pi­ta­list sı­nıf­la­rın çı­kar­la­rı­nı ve ih­ti­
yaç­la­rı­nı gö­zet­mek­ten baş­ka iş­lev ta­
nı­ma­yan ka­pi­ta­list dev­let­ler, tam da
bu gö­rev­ler­den kaç­mak ve ezi­len ka­
dın kit­le­le­ri­ni ken­di hal­le­ri­ne ter­ket­
mek için el­le­rin­den ge­le­ni yap­mak­ta­
dır­lar. An­ne­ler gü­nü bu bağ­lam­da da
göz bo­ya­yı­cı bir ide­olo­jik kı­lıf ol­ma
iş­le­vi gör­mek­te­dir.
Ezi­len ka­dın kit­le­le­ri­nin an­ne­li­ğin
yü­cel­til­me­si­ne ih­ti­ya­cı yok! Va­ade­di­
len sah­te cen­net­le­re de ih­ti­ya­cı yok!
On­lar is­ter an­ne ol­sun­lar, is­ter ol­ma­
sın­lar in­san­ca ya­şam ko­şul­la­rı ta­lep
edi­yor­lar... Ya­sa­lar önün­de ve top­lum­
sal ya­şam­da eşit­lik is­ti­yor­lar. Ka­dın­
la­rın “do­ğur­gan­lık” öte­sin­de de ye­te­
nek­le­ri var­dır, öz­le­mi­miz bü­tün ye­
te­nek­le­ri­mi­zi ge­liş­ti­re­rek eşit hak ve
yü­küm­lü­lük­ler­le top­lum­sal ya­şa­ma
ka­tı­la­bi­le­ce­ği­miz bir dün­ya­dır. Öz­le­
mi­miz ka­dın­la­rın öz­gür ol­du­ğu, bas­
kı­sız ve sö­mü­rü­süz bir dün­ya­dır.
An­ne­ler gü­nü ve ko­ca da­ya­ğı...
Bu­gün an­ne­ler gü­nü... An­ne­ler gü­
nü­nü her say­fa­sın­da ha­tır­la­tan ga­ze­
te­ler­de bir man­şet da­ha var... Gün­
ler­den be­ri esa­sen man­şet­ten in­me­
yen olay: Ka­rı­sı­nı dö­ven AKP mil­let­
ve­ki­li ve bu­na kar­şı tep­ki­ler... Ka­rı­
sı­nı dö­ven AKP’li mil­let­ve­ki­li Ha­lil
Ürün, ka­rı­sı­na bir de “git is­te­di­ği­ne
şi­ka­yet et, ba­na kim­se do­ku­na­maz!”
di­ye teh­dit sa­vur­muş! Öy­le ya bu ül­
ke­de mil­let­ve­kil­le­ri­nin do­ku­nul­maz­
lı­ğı var. On­lar her tür­lü hır­sız­lı­ğı,
hay­dut­lu­ğu ve er­kek şo­ve­nis­ti bar­bar­
lı­ğı ya­pa­bi­lir­ler ve yap­tık­la­rı da ken­
di­le­ri­ne kar ka­lır, kim­se de on­la­ra do­
ku­na­maz!!!! Esa­sen biz “alış­kı­nız” er­
kek ege­men mec­lis­te pe­der­şa­hi­li­ğin
her bi­çi­mi­nin ser­gi­len­me­si­ne... Bu
mec­lis dört ka­rı­lı mil­let­ve­kil­le­ri de
gör­dü, ka­rı­sı­na ayak yı­ka­tan mil­let­ve­
kil­le­ri de... Bu an­lam­da bu ola­yda da
şa­şı­la­cak bir şey yok, bun­lar­dan her­
şey bek­le­nir! Böy­le­si olay­la­rın ka­mu­
oyu­na yan­sı­ma­sı ve ta­kı­nı­lan ta­vır­lar
sa­de­ce ve sa­de­ce bu ül­ke­yi yö­ne­ten
si­ya­si par­ti­le­rin iki­yüz­lü­lük­le­ri­nin
bir ke­re da­ha gö­rül­me­si­ne ya­ra­mak­
ta­dır. Prog­ra­mın­da ka­dın-er­kek eşit­
li­ği­nin sağ­lan­ma­sı için ge­rek­li adım­
la­rın atıl­ma­sı ve iz­le­nil­me­si­ni ya­zan
hü­kü­met par­ti­si AKP’nin ka­dın kol­
la­rı baş­ka­nı Sel­ma Ka­vaf olay­la il­gi­li
tav­rı­nı so­ran ga­ze­te­ci­le­re “Ha­lil be­
yin özel ha­ya­tıy­la, ai­le iliş­ki­le­riy­le il­
gi­li bir ko­nu bu ko­nu­da her­han­gi bir
de­ğer­len­dir­mem ola­maz.” di­ye de­
meç ve­ri­yor! Dü­şü­nün, bir si­ya­si par­
ti­nin ka­dın kol­la­rı baş­ka­nı ka­dın­la­ra
yö­ne­lik şid­de­te kar­şı ta­vır al­mı­yor ve
bir ke­re da­ha “da­yak ai­le içi me­se­le”
te­ra­ne­si­ni oku­yor! Ne di­ye­lim ya­kı­
şır! Da­ha kö­tü­sü de ola­bi­lir­di, olur
ya “da­yak cen­net­ten çık­ma­dır” di­ye
ola­yı doğ­ru­dan da sa­vu­na­bi­lir­di. An­
ne­ler gü­nü ve ka­dın­la­ra bi­çi­len de­ğer
ko­nu­sun­da ne de “şık” bir ör­nek, de­
ğil mi ayol?
Bur­ju­va­zi­nin ka­dın-er­kek sa­vu­nu­
cu­lu­ğu­nun sı­nır­la­rı iş­te bu­ra­lar­da...
Ka­dın ya da er­kek ol­sun far­ket­mi­yor,
on­lar hep er­kek ege­men zih­ni­ye­tin sa­
vu­nu­cu­lu­ğu­nu ya­pı­yor­lar.
Ta­bii ki, bur­ju­va­zi­nin di­ğer ke­sim­
le­rin­den yük­se­len fark­lı ses­ler de
var! ‘Aa­aaa, ne ayıp, ba­kın AKP’li
mil­let­ve­kil­le­ri ka­dın dö­vü­yor­lar.” bi­
çi­min­de... An­cak bun­la­rın yap­tı­ğı da
sah­te­kâr­lık. Ço­ğun­luk­la bu olay, on­
lar için AKP’ye kar­şı yü­rü­tü­len teş­hir
kam­pan­ya­sı­na ba­sit bir mal­ze­me!
Kim olur­sa ol­sun, ka­dın­la­ra yö­
ne­lik şid­det uy­gu­la­ma­sı­na ve hat­ta
bu­nu sa­vun­ma­sı­na izin ve­ri­le­mez!
Ka­dın­la­ra yö­ne­lik şid­det er­kek ege­
men­li­ği­nin sür­me­si­nin va­adin­den
baş­ka bir şey de­ğil­dir. Bu­na kar­şı mü­
ca­de­le et­mek gö­rev­dir. An­cak bu mü­
ca­de­le­de bur­ju­va dev­le­ti­ne ve ku­rum­
la­rı­na gü­ve­ne­me­ye­ce­ği­miz de apa­çık
or­ta­da­dır. Şid­de­te ve er­kek ege­men­li­
ği­ne kar­şı mü­ca­de­le­de bi­zim gü­ven­
ce­miz ken­di mü­ca­de­le­miz­dir, ezilen
kadın­ların ör­güt­lü mücadelesidir. Bu
mücadele bizi başarıya ulaş­tıracak,
ezilen kadın­ların öf­kesi “dokunul­
maz­lık” tanımayacak­tır!
14 Mayıs 2006 
15
klasiklerimizden öğrenelim
KLASİKLERİMİZDEN ÖĞRENELİM
Bir kez daha garantili müzakere üzerine
M
16
üzakere dolayısıyla yürütülen kampanya son hızla
sürüyor. Temsilciler seçimi
sonuna yaklaşıyor. Yakın gelecekte
Temsilciler Konseyi toplanacak. Bir
müzakerenin yapılıp yapılmayacağı,
hangi garantiler (koşullar) altında bir
müzakerenin arzu edilir olduğu, bu
garantilerin nasıl anlaşılması gerektiği –Temsilciler Konseyi her şeyden
önce bu sorunlarla uğraşacaktır.
Temsilciler Konseyi’ndeki tutumumuzda hangi çizgiyi izlemeliyiz?
Petrol sanayicileriyle müzakerelerin
bizim için yeni bir şey olmadığını tekrarlayalım. 1905 yılında böyle bir müzakere olmuştu. 1906 yılında ikinci
bir müzakere oldu. Bu müzakereler
bize ne verdi, onlardan ne öğrendik,
yararlılıklarını kanıtladılar mı?
Gerek o sıralar gerekse kısa bir
süre önce bize, hiçbir koşul olmaksızın tek başına müzakerenin kitleleri
birleştirdiği söylendi. Ancak olgular,
önceki müzakerelerden hiçbirinin
kitleleri birleştirmediğini ve birleştiremeyecek olduğunu gösterdi: sadece
seçimler yapıldı ve tüm “birleşme”
bununla bitti.
Neden?
Çünkü önceki müzakerelerin örgütlenmesinde konuşma ve toplantı
özgürlüğünün izi bile yoktu, çünkü
kitleleri fabrikalarda, petrol alanlarında ve barakalarda toplama, verili
her sorunda seçmenlerin verdikleri
görevleri hazırlama ve genelde müzakerenin tüm işlerine aktif müdahale etme olanağı yoktu. Yani o sıralar kitle edilgen olmaya zorlandı, ve
işçi kitlelerinden uzakta, sadece delegeler etkindi. Fakat biz uzun zamandır biliyoruz ki, kitleler ancak bizzat
eylemler içinde örgütlenir…
Devamla, tüm müzakere dönemi
boyunca özgürce etkinlikte bulunan, tüm firmaların ve semtlerin işçilerini kendi etrafında birleştiren,
bu işçilerin taleplerini hazırlayan ve
bu talepler temelinde işçi delegeleri
kontrol eden sürekli bir organ olarak bir Temsilciler Konseyi olmadığı için. Petrol sanayicileri böyle bir
Temsilciler Konseyi’nin oluşturulmasına izin vermek istemiyorlardı,
ve müzakereye önayak olanlar bunu
âcizane kabul ettiler.
Temsilciler Konseyi’ni kendi etrafında birleştirip onu sınıf mücadelesi
yoluna yöneltebilecek hareketin merkezlerinin –sendikaların– o zaman
olmadığından söz bile etmiyoruz.
Bir zamanlar bize, tek başına müzakerenin, işçilerin taleplerini bile karşılayabileceği söyleniyordu. Ama ilk
iki müzakere deneyimi bu varsayımı
da çürüttü. Çünkü delegelerimiz ilk
J. V. STALİN
müzakerede işçilerin taleplerinden
sözetmeye başladığında, petrol sanayicileri “bunun müzakere gündemini ilgilendirmediğini”, müzakerenin “sanayiye akaryakıt sağlamak”
için çağrıldığını, birtakım talepleri
görüşmek için çağrılmadığını söyleyerek araya girdiler. Delegelerimiz
ikinci müzakerede, işsizlerin delegelerinin de [müzakereye –ÇN] katılmasını talep ettiklerinde, petrol sanayicileri bu defa da araya girerek,
bu tür talepleri karşılamaya yetkili
olmadıklarını söylediler. Böylece delegelerimiz kapı dışarı edildi. Ve bazı
yoldaşlar delegelerimizin genel bir
mücadele yoluyla desteklenmesi sorununu ortaya attıklarında, böyle bir
mücadelenin imkansız olduğu ortaya
çıktı, çünkü her iki müzakere de kapitalistler tarafından işlerin sönük
olduğu, kendileri için elverişli bir zamanda yapılıyordu –kışın, Volga’nın
buz tuttuğu, petrol ürünlerinin fiyatının düştüğü, yani işçilerin zaferini
salt düşünmenin bile doğrudan akılsızlık olacağı bir zamanda.
Önceki iki müzakere değerini böyle
“kanıtladı”.
Tek başına müzakerenin, özgür bir
Temsilciler Konseyi’nin olmadığı bir
müzakerenin, sendikaların katılımı
ve önderliğinin olmadığı bir müzakerenin, üstelik de kışın çağrılması
–kısacası garantisiz bir müzakerenin
boş bir seda olduğu açıktır. Böyle bir
müzakere sadece birleştirmemekle,
sadece taleplerimizin elde edilmesini ilerletmemekle kalmıyor, bilakis, tam tersine, hiçbir şey vermeksizin işçileri boş vaatlerle doldurduğu
için, örgütsüzleştirici bir rol oynuyor
ve taleplerimizin karşılanması anını
da erteliyor.
Geçmiş iki müzakereden öğrendiklerimiz bunlardır.
Sınıf bilinçli proletaryanın Kasım
1907’deki üçüncü müzakereyi
boykot etmesinin nedeni budur.
Geçmiş müzakerelerin tüm
deneyimlerine rağmen, petrol
proletaryasının çoğunluğunun
iradesine rağmen, nihayet sendikalar arasında varılan mutabakata rağmen, garantisiz bir
müzakere için ajitasyon yapan
Makine İşçileri Sendikasından
bazı yoldaşlar bunu anlasınlar.
Bunu anlasınlar ve bu mutabakatı bozmasınlar.
Ama bu, bizim tüm müzakerelerden umutsuzca vazgeçmemiz gerektiği mi demektir?
Hayır, bu demek değildir!
Sosyal-Devrimci boykotçuların itirazı, müzakereye gitmemeliyiz, çünkü bizi oraya düşmanlarımız, burjuvalar davet ediyor –bu
itiraza sadece gülmekle yanıt verilebilir: çünkü fabrikalara, sanayi işletmelerine ve petrol alanlarına çalışmaya da bizi aynı düşmanlar, burjuvalar davet ediyor. Bu yüzden biz
fabrikayı, sanayi işletmesini ya da
petrol alanını, bizi oraya düşmanlarımız, burjuvalar davet ettiği gerekçesiyle, salt bu gerekçeyle boykot mu
etmeliyiz? Bu suretle açlıktan geberebilir insan! Ve bu, burjuvaların daveti üzerine işe gitmeyi kabul ettiklerine göre, tüm işçilerin akıllarını yitirdiği anlamına gelir!
Taşnakzakanların açıklamasına,
bir burjuva kuruluşu olduğu için
müzakereye gitmemeliyiz açıklamasına –böylesine gülünç bir açıklamaya aslında hiçbir dikkat göstermek gerekmez: çünkü bugünkü
toplumsal yaşam da aynı şekilde
bir burjuva “kuruluşu”dur, fabrika, sanayi işletmesi, petrol alanları –tüm bunlar burjuvazinin “tıpkıresmine göre”, burjuvazinin yarar
ve çıkarları için örgütlenmiş burjuva “kuruluşlar”dır– bütün bunları, salt burjuva oldukları için boykot mu edeceğiz? Böyle bir durumda
nereye yerleşeceğiz, Merih’e, Jüpiter’e
veya belki de Taşnakzakanların ve
Sosyal-Devrimcilerin hayali şatolarına mı?…*
Hayır, yoldaşlar! Burjuvazinin pozisyonuna sırt çevirmemeli, bilakis oraya saldırmalıyız! Pozisyonları
burjuvaziye bırakmamalı, bilakis onları adım adım kurtarmalı ve burjuvaziyi oralardan dışarı atmalıyız!
Sadece hayali şato sakinleri bu basit
gerçeği kavrayamaz!
Eğer talep ettiğimiz garantileri önceden elde etmezsek, müzakereye
gitmeyeceğiz, –ama talep edilen garantileri alırsak, bu garantilere da-
yanmak, müzakereyi dilenciliğin bir
silahından mücadeleye devam etmenin bir silahı yapmak için müzakereye gideceğiz– tıpkı, bazı gerekli koşulların kabul edilmesinden sonra
fabrikayı, sanayi işletmesini, petrol
alanını kölelik arenasından kurtuluş
arenasına dönüştürmek için işe gitmeyi reddetmediğimiz gibi.
İşçilerce kazanılan garantilerle müzakereyi örgütlemek ve elli bin kişilik
işçi kitlesini temsilciler konseyi seçimine ve taleplerimizin hazırlanmasına çağırmakla, Bakû’daki işçi hareketini yeni, onlar için elverişli bir
mücadele yoluna yöneltiyoruz: kendiliğinden (dağınık) ve sadaka dilenen
bir hareket yoluna değil, örgütlü ve bilinçli hareket yoluna yöneltiyoruz.
Aslında garantili bir müzakereden
beklediğimiz budur, ya garantili bir
müzakere, ya da müzakere yok! dememizin nedeni budur.
Varsın eski müzakereciler garantilere karşı ajitasyon yapsınlar, varsın
garantisiz müzakereyi övsünler, varsın Zubatov bataklığının dibine gömülsünler –proletarya onları bataklıktan çıkaracak ve onlara sınıf mücadelesinin geniş alanına adım atmayı öğretecektir!
Varsın Taşnak ve Sosyal-Devrimci
baylar “çırpınsınlar”, varsın işçilerin örgütlü eylemlerini havadar yüksekliklerinden boykot etsinler –sınıf
bilinçli proletarya onları günahkâr
dünyamıza indirecek ve başlarını garantili müzakere önünde eğmeye
zorlayacaktır!
Hedefimiz açıktır: genel taleplerimize ulaşmak ve yaşamımızı iyileştirmek için proletaryayı Temsilciler
Konseyi etrafında toplamak ve
Temsilciler Konseyi’ni sendikalar etrafında birleştirmek.
Yolumuz açıktır: garantili bir müzakereden, petrol sanayii proletaryasının canalıcı önemdeki gereksinimlerinin tatmin edilmesine.
Uygun bir zamanda Temsilciler
Konseyi’ni, bataklıktaki müzakere
taraftarlarına olduğu kadar SosyalDevrimci/Taşnakçı boykotçuların
masal fantezilerine karşı da mücadele etmeye çağıracağız.
Ya belirli garantilerle bir müzakere,
ya da müzakereye ihtiyacımız yok!
“Gudok” (“Siren”) No. 17
3 Şubat 1908.
İmzasız makale.
Rusça gazete metnine göre.
* Taşnakzakanlı ve Sosyal-Devrimci
bayların boykot görüşünün ne kadar
tamamiyle gayri-ciddi ve gerçek dışı
olduğu, onların bizzat kendilerinin,
basım işçilerinin işverenleriyle müzakeresine ve onlar arasındaki toplu
sözleşmeye hayırhah bir tavır takınmalarıyla da tanıtlanabilir. Üstelik,
bu partilerin tek tek bireylerinin bu
işe katılmaları da yasaklanmış değil.
(J. V. Stalin, Eserler Cilt 2, sayfa
88-92, İnter Yayınları) 
okuyucu mektubu
Ütopistlerimizin tartışma konusu, proletaryanıın gündeminde değil...
13
. “ S OL Ü TOPYA” l a r
topla nt ısı ad ı a lt ı nda
Karaburun’da düzenlenen
toplantı hakkında bir iki noktaya değinmek yeterli olacaktır.
Sol Ütopistlerimiz bu toplantıda
“İşçi Sınıfı (proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir
mi?” ‘kadim’ tartışmasını sürdüreceklermiş. Ne diyelim, kolay gelsin!
Aslında bu dostlarımız “MarksizmLeninizm” geçerli mi, değil mi tartışmasını yürütecekler, ama açıktan bu
söylenmiyor herhalde... belki söyleşiler sırasında bunu söyleyecekler!
Tartışılan asıl sorun, emek-sermaye
çelişkisi tüm çelişkilerin temelini
oluşturan ve sorunların çözümünün,
ancak bu ana çelişkinin çözülmesi temelinde olup olmayacağının reddi ya
da kabulü ile alakalı bir sorundur.
Kapitalizmin kendisi ücretli emek
sömürüsü temelinde gelişip palazlanan bir sistemdir. Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.
Emperyalizm dediğimiz tekelci
kapitalizmin hakim olduğu günümüzde de, sermayenin kendi arasındaki rekabet kavgası, ücretli emek sömürüsünü en üst noktada nasıl gerçekleştiririm bakışı temelinde yürümektedir.
Dün adına Taylorizm vb. deniyordu. Bugün rasyonalleşme, çalışma
yaşamının esnekleşmesi, performansın en üst düzeye yükseltilmesi yoluyla üretimin verimliliğini en üst
noktaya çekme ve böylece uluslararası alanda rekabette güçlü çıkma,
hasımlarını ring dışına atma şeklinde gerçekleşmektedir.
Burjuvazinin bu hedef(ler)ini yakalamaya çalışması, çalışma yaşamı diye de tabir edilen, çalışanların (mavi-beyaz yakalı) özel hayatlarının esas itibarıyla sonlanması, yaşamlarının burjuvazinin çizdiği çerçeve temelinde belirlenmesine neden
olmaktadır.
Fabrikalarda uygulanan değişik
üretim biçimleri çalışanlar için giderek hayatı her geçen gün daha da çekilmez hale getirmektedir.
Diğer taraftan gerek teknolojinin
modernleştirilmesi ve daha fazla
üretim alanlarında kullanılması, gerekse esnek çalışma biçimleri sonucu
ve daha uzun çalışma dilimleri sonucunda daha az çalışanla daha fazla
üretimin gerçekleştirilmesi milyonlarca çalışanın sokağa atılmasına ve
milyonları bulan işsizler ordusunun
yaratılması bu sömürü sisteminin sonucu gerçekleşmektedir.
Ama bütün bunlar dün de olmaktaydı... bugün boyutları üzerine tartışılabilinir.
Bu anlamda yepyeni süreçlerden
bahsetmek sorunu açıklamaya yetmemektedir. Tam da “İşçi Sınıfı (proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir mi?” şeklinde
sorunun sorulduğu bir yerde ve za-
manda, bu yepyeni süreçlerin aslında
“acaba emperyalizm ve proleter devrimleri çağı değişti mi?” sorusunu ve
buna verilecek cevabı beraberinde
getirmektedir, bence getirmelidir de.
Ama bu soru da yeni değil ve bu
soruya verilen cevapları da biliyoruz. İşin daha da önemlisi bu soruyu
bu şekilde sorup kendilerince “barış
içerisinde sosyalizme geçiş çağı” cevabını bulanların bugün geldikleri
yerin kapitalist-emperyalist sisteme
eklemlenme, onun bir uzantısı durumuna gelme noktasında olduklarını
da biliyoruz.
Ama sınıf mücadelesi bitmedi ve
bitmeyecek..!
Ücretli emek sömürüsü karşısında
en devrimci sınıf olan proletarya
kendi kurtuluş mücadelesini verdi ve
yine de vermektedir.
Birilerinin onların adına öyle ya da
böyle konuşması onları asıl hedeflerinden hiç bir zaman uzaklaştırmadı...
Onlar dün de fabrikalarda daha insanca çalışma ve yaşama koşulları için
mücadele verdiler, bugün de öyle.
Onlar dün de ücretli emek sömürüsüne son vermenin kendi iktidarlarını kurmaktan geçtiğini ve bunun
için örgütlenmek gerektiğini herkese
gösterdiler, bugün de aynı şeyi yap-
maktadırlar.
Sınıf mücadelesinde dönem dönem inişlerin ve çıkışların olduğu,
olacağı hiç bir zaman reddedilmedi.
Ama bunun için, sınıfsal mücadeleden yana olan dostların, “İşçi Sınıfı
(proletarya) yeni bir toplumun kuruluşuna önderlik edebilir mi?” sorusunu sorup onun üzerine her yıl
uzun toplantılar yapmak yerine, “işçi
sınıfı hangi örgütlenme biçimleriyle
ücretli emek sistemini paramparça
edip tüm diğer sınıf ve tabakalara
önderlik ederek iktidara koşacaktır”
sorusunu sorup cevaplandırmalıdır.
Yine tabii ki bu soruyu sorup ve
doğru cevap vermek yetmez, aynı zamanda verilen doğru cevaplar temelinde pratik olarak çalışmak, “üreten
biziz, yöneten de biz olacağız” şiarının temeli olan “biz üretimi ancak
sömürü koşullarının son bulduğu
bir sistemde yapacağız” diyebilecek
bir siyasal yapıya kavuşturmak gerekir. Bunun için ama sınıfın kendisinden uzak durmak değil, tersine “fabrikalar bizim kalelerimizdir” şiarının gerçekleşmesi için yapılması gerekenleri yapmak gerekir.
Bu alana gereken önem verilmeden, haftalarca, aylarca ve belki yıllarca yürütülecek bir değil, bir dü-
zine program bile sömürü sisteminin
varlığını tehlikeye düşürmez ve hatta
bazen “demokrasi” gereği bile sayılabilir ve TV’lerde açık tartışma konuları bile olabilirler.
Bundan dolayı, görüşüme göre tartışmaları hiç reddetmeden, “bugün
ileriye doğru atılacak her pratik adımın, bir düzine programdan daha bir
gereklilik arzettiğini” düşünüyorum.
Tabii ki bu, benim açımdan üzerinde hareket edilebilecek, sınıfı ve
bileşenlerini bu sömürü sisteminden
kurtarabilecek bir programın olduğu
gerçekliğinden hareketle vardığım
bir sonuçtur.
Ücretli emek sömürüsünün belirleyen olduğu bu sistemde halen sistemin mezar kazıyıcısı proletaryadır! Ve onun kapitalizmden kurtulabilmesi de ancak KENDİ ESERİ olacaktır!
Onu, bu eserini yaratma mücadelesinde, “İşçi Sınıfı (proletarya) yeni
bir toplumun kuruluşuna önderlik
edebilir mi?” şeklindeki bir soru ilgilendirmemektedir. Ama onu, bu eseri
tamamlamak için kendisi ile birlikte
yürüyecek ve doğru hedefi gösterecek bir ışık çok ilgilendirmektedir...
Bir YDİ Çağrı okuru
Mayıs 2006 
Birleşik Metal İş Sendikası yasal düzenlemelerin
sınıfin çıkarına olmasını istiyor
24
Mayıs
tarihinde
İsta nbu l ’ da Dedema n
O tel i nde dü z en lenen
uluslararası konferansta işçi sınıfının yararına yasaların çıkması için
yurtdışından çok sayıda katılımcının
da olduğu sempozyumda son iki yıl
içerisinde işten atılan işçilere de söz
hakkı verildi.
Avrupa Metal İşçileri Federasyonu
EMF ve Dünya Meta l İşçi leri
Federasyonu IMF’nin temsilcilerinin
katıldığı sempozyuma, İtalya CGİL
Sendikası ve Almanya İG Metal sendikasının da uluslararası ilişkiler bölümünden temsilciler katıldı.
İLO Türkiye temsilcisi, Prof. Metin
Kutal, İş Müfettişleri ve çok sayıda
sendikanın yöneticilerinin de katıldığı toplantıya medyanın ilgisi de
yüksekti.
Sempozyum esas olarak Haziran
ayında toplanacak İLO’nun gündemine bir kez daha ülkelerimizdeki
sendikalar yasası ve grev lokavt ve
toplu sözleşme yasalarının hükümetçe
hazırlanan taslaklarının yetersizliği
ve uygulamada mevcut yasaların anayasanın 51. maddesindeki sendikal temel hakkı ve uluslararası sözleşmelerden doğan hakların çiğnenmesinden
öte bir işe yaramadığını bir kez daha
değişik kesimlere anlatılmasını amaç-
lıyordu. Toplantı aynı zamanda bu
konularda DİSK’e bağlı Birleşik Metal
İşçileri Sendikasının neler talep ettiğini geniş kesime anlatmak ve kamuoyu oluşturmak istiyordu.
Bu konuda inandırıcılığı daha da
artırmak için yaklaşık 20 işyerinden
sendikal nedenlerle işten atılan işçileri temsilen işçiyi de toplantıda konuşturarak, halen uygulanan yasaları ve hazırlanmış bulunan yasa taslaklarının işe yaramazlığını göstermek istiyordu.
Sempozyum bu konuda esasta başarılı bir çalışma yaptı.
Yurtdışından gelen katılımcılar da
bu yasaların uluslararası alanda geçerli normların, ki bunlar esası itibarıyla İLO’nun 87 ve 98. yönergeleridir, etkin bir şekilde uygulanmasını
talep ettiler.
Patron örgütleri ve hükümet yetkilileri çağrılı olmasına rağmen bu toplantıya katılmadılar. Herhalde yüzlerindeki sahte “demokrasi” maskelerinin alaşağı edilmesinden korkuyorlardı.
Tabii ki bir sendikanın bu çalışmayı yapması olumludur. Bu çalışmalar daha farklı boyutlarda yapılmalıdır. Bu konuda DİSK aslında
Avrupa’daki sendikalarla birlikte
geniş kamuoyu oluşturması için ça-
lışma yapması gerekmektedir. Fakat
bunlar yapılmamaktadır. Yaptıkları
işler diplomasi trafiğinin dışında bir
şey değildir. Bu da reddedilemez ama
esas olan bu olmamalıdır.
Bir kez daha altını çizmek lazım ki;
işçi sınıfının lehine yasaların çıkarılması ancak mücadele ile sağlanacaktır. Başkalarının desteğiyle çıkarılacak yasalar kırıntılar olmaktan
öteye gitmeyecektir.
Ama Türkiye işçi sınıfı kırıntılarla
yetinmemelidir.
Onlar ücretli emek sömürüsüne
son vermek için örgütlenmelidir.
”Fabrikalar kalelerimiz olmalıdır”
temel şiarı gereği çalışma yapılarak
üretimden gelen güç kullanılmalıdır.
Bugün bunun çok ötesinde bir durum sözkonusudur.
Ne oportünist çığırtkanlık, ne de
reformist solculuk sınıfın ücretli kölelik sisteminden kurtuluşunu sağlayamayacaktır.
O zaman hep birlikte fabrikaları
fethetmek için ÖRGÜTLENELİM
Yaşasın işçi sınıfının iktidar mücadelesi!
Yaşasın Sosyalizm!
YDİ Çağrı okuru
25.5.2006✓
17
okuyucu mektubu
DİSK MÜCADELENİN NERESİNDE YER ALIYOR?
29
18
Mayıs günü Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu DİSK Şişli’deki Genel
Merkezinde Basın Açıklaması yaparak Ekonomik ve Sosyal Konsey’den
(ESK), Uluslararası Çalışma Örgütü
(ILO) ve Avrupa Birliğinin bir kurumu olarak tanınan Karma İstişare
Komisyonu Başkanlığından çekildiğini kamuoyuna açıklamıştır.
DİSK bu tavrını esas olarak,
Hükümetin çalışma hayatını ILO ve
Avrupa Sosyal Şartı normlarına uygun hale getirmemiş olmasına bağlamaktadır. DİSK hükümetler tarafından kendilerinin aldatıldığını, bu
konuda verilen sözlerin yerine getirilmemiş olmasını bu tavrı takınmak
için bir neden olarak göstermektedir.
DİSK kendilerinin tavrının değiştirilebilmesi için hükümetin çalışma
hayatının demokratikleşmesi için
vermiş olduğu sözleri yerine getirmesini şart koşmaktadır.
Bazı koşullarda bazı diplomatik yollarla da şurada ya da burada bazı haklar elde etmek mümkündür. Ama bu
çalışma yaşamının demokratikleşmesine yetmeyecektir, ancak ve ancak bir
makyaj görevini üstlenecektir.
Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: Çalışma hayatının demokratikleşmesi tek başına ne AB devletlerinin vereceği sözlerle ne de şu ya da
bu hükümetin vereceği sözlerle demokratikleşecektir.
DİSK’in esas açmazı buradadır.
Çalışma hayatının demokratikleşmesi ülkelerimiz işçi sınıfı hareketinin kendisini iç dinamikleriyle yenileyerek güçlenmesi ve sınıf mücadelesi alanında sermaye sınıfının hükümetlerine ve bu anlamda da sermayeye geri adım attırmasına bağlıdır.
Bu gerçek gözardı edilmemelidir.
Sınıf adına konuşan bir örgütün
yaptığı basın açıklamasında, tek kelime bundan bahsetmeden “tavır”
belirlemeye çalışmasının mücadeleci
bir yanı yoktur.
Boykotvari bir tavır takınarak mücadeleci görünmek sahte pehlivanlıktır. Öyle ya, sınıf hareketinin kendi
öz gücüne dayanarak ve evet üretimden gelen güçle şalteri indirerek hakim sınıflara geri adım attırma stratejisi ile hareket etmeyen ve bunun
gereklerini yerine getirmek için ciddi
bir örgütlenme perspektifiyle çalışmayan İşçi Konfederasyonunun boykotçu tavır bazı gönülleri okşayabilir, ama sınıfımız açısından ciddi anlamda sonuç alıcı bir tavır değildir.
Sınıfın sınıfa karşı mücadelesi belirleyicidir.
Bunun için örgütsüz işyerlerinin
örgütlenmesi, örgütlü gibi görünen
işyerlerindeki işçilerin bilinçlendirilmesi ve sağlam bir yapıya kavuşturulması gerekmektedir. Bu konuda
ama ciddi bir çalışma yoktur.
Çalışma hayatının demokratikleşmesi ülkelerimiz
işçi sınıfı hareketinin kendisini iç dinamikleriyle
yenileyerek güçlenmesi ve sınıf mücadelesi alanında
sermaye sınıfının hükümetlerine ve bu anlamda da
sermayeye geri adım attırmasına bağlıdır.
DİSK’in bu kurumlardan çıkarak
mücadeleyi dışarıda yürütmesi de
çok akılcıl bir siyaset değildir.
Doğrusu hem bu kurumlarda mücadele etmek ve teşhir kampanyaları
yürütmek ve hem de dışarıda alanlara mücadeleyi taşımaktır. Eldeki
bir zemini terkederek dışarıdan mücadele yürütmeye çalışmak tek ayak
üzerinde yürümektir ve çok fazla bir
fayda vermeyecektir. Alınan kararların ortağı olmamak içeride mücadele
yürütmekle de mümkündür.
DİSK’in bu tavrı, şu andaki ümmetçi-kemalist hükümetin AB görüşmelerinde köşeye sıkışmasına neden olabilir, ama daha fazla bir rolü
olmayacaktır.
AB bugüne kadar çalışma hayatının
demokratikleşmesi yönünde Türk
devletinin hükümetinin önüne özel
bir görev koymamıştır. Zaten öyle
özel bir dertleri de yoktur. Çünkü AB
zaten emperyalistlerin bir birliğidir.
Dolayısyla da AB sermayesinin öncelikli çıkar savunucusudur. Son yıllarda AB ülkelerindeki işçi haklarının bir biri ardına budanması bunun
pratik bir kanıtıdır. Kendi ülklerinde
işçi haklarını budayanların ülkelerimizde işçi haklarını geliştirmeleri
düşünülmemelidir.
Burada da esas olan AB ülkelerindeki işçilerle ülkelerimizdeki işçi sınıfının güçlerini birleştirerek sermayeye karşı mücadele etmesidir.
Ama bu konuda gerek AB ülkelerindeki sendikalar ve gerekse ülkelerimizdeki sendikaların böyle özel
bir dertleri yoktur. Genel itibarıyla
Faşist Provakasyonlar ve Saldırılar Sürüyor!
İ
şçi – Köylü Ga z etesi, 29
Mayıs 2006 Pazartesi günü
Sultanahmet Adliyesi önünde
yaptığı bir Basın Açıklaması’nda
Gazetelerinin Erzincan İrtibat
Bürosu çalışanı olan MUR AT
DEMİR’e yapılan faşist saldırıyı kınadı.
Birçok devrimci basının katıldığı bu Basın Açıklamasında verilen bilgiye göre Murat DEMİR 25
Mayıs 2006 günü gece saat 24.00
sularında 4 kişi tarafından öldürülmek amacıyla silahlı saldırıya uğramış, ciğerlerine ve bağırsaklarına
aldığı kurşunlarla ağır yaralanmış.
Şu an kaldırıldığı Erzincan Devlet
Hastanesi’nde yoğun bakımda hayati tehlikesinin devam ettiğini belirttiler.
Açıklamada, basından öğrendiklerine göre 13 Mayıs 2006 tarihinde
Erzincan’ın Ulalar Beldesi’nde bir
muhtara yönelik yapılan eylemde
4 çocuk yaşamını yitirmiş. Olayın
ardından polis, jandarma ve valinin açıklamalarında bu çocukların
öldürülmesine neden olanların gazete çalışanlarından Murat DEMİR
ve Derya GÖKMEN olduğu belirtilerek bu iki çalışan hedef gösterilmiş. Hatta öğrendiklerine göre
bu çocukların ailelerine taziye ziyaretinde bulunan polislerin ailelere “Biz bunları tutuklarız, ancak
ne olur, alıp içerde besleriz. Size 24
saat mühlet, ne istiyorsanız onu yapın” dediklerini, saldırıdan sonra
hiçbir soruşturma yapmamaları,
olayın faillerinin elini kolunu sallayarak dolaştığı halde M.Demir’in
ailesiyle bile görüştürülmemesi, saldırının adresini gösterdiğini, saldıranın devlet olduğunu belirttiler.
Ay rıca Ma lat ya İşçi- Köylü
Gazetesi Büro çalışanlarının kaldığı evin kapısını kırarak içeri giren saldırganların D. Gökmen’i
sorduklarını, evdeki eşyaları dağıtıp gittiklerini, çalışanları Derya
Gökmen’in de can güvenliğinin olmadığını söyleyerek, tüm devrimci
demokrat çevreleri duyarlı olmaya
çağırdılar. Devrimci gazetelerden
Atılım, Yürüyüş, Alınteri, Kızıl
Bayrak okurlarının ve çalışanlarının destek verdiği Basın Açıklaması
“Yaşasın Devrimci Dayanışma”,
“Baskılar Bizi Yıldıramaz” v.b. sloganlarla sona erdirildi.
YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak İşçiKöylü Gazetesi çalışanlarına yapılan bu saldırıyı devrimci M. DEMİR
şahsında biz tüm devrimcilere ve
halka yapılmış faşist bir saldırı olarak değerlendiriyor ve kınıyoruz.
Hiçbir faşist saldırı ve katliam bizleri devrim mücadelemizden caydıramayacaktır.
Mayıs 2006 
kendi burjuvalarının çıkarlarının arkasında sermayenin rekabet kavgasında işçilerin aleyhine çıkan yasalara karşı ciddi bir mücadele yürütmemektedirler. İstisna olarak bazı
sendikaların bu alandaki mücadelesi
ise yeterli olmaktan uzaktır.
Burada görev yine sınıfın mücadelesini ciddi bir şekilde örgütlemekle
görevli olan Marksist Leninistlere
düşmektedir. Onlar ücretli köleliğin
ortadan kaldırılmasını hedef leyen
mücadeleleri sonucunda kurulacak
işçi iktidarı şartlarında gerçekten çalışma yaşamının demokratikleşmesini sağlayacaklardır.
Çalışma yaşamı işçi-patron-sermayenin hükümetleri üçlemesiyle oluşturulan ESK benzeri ILO vb. kuruluşlar üzerinden demokratikleşemeyecektir.
DİSK’in de böyle iddialarda bulunması bilinçli olarak bir çarpıtma ve
bilinç bulanıklığına hizmet değilse,
saflığının bir sonucudur.
O zaman DİSK’in yıllarca içerisinde yeraldığı bu kurumlarda bu
gün birden bire ayrılmasının bir
başka açıklaması yokmudur sorusu
da akla gelmektedir.
Acaba bu tavrın, ümmetçi kemalistlerle, statükocu kemalistler arasındaki iktidar dalaşıyla bir alakası
yok mudur?
Bilindiği gibi Danıştay 2. Dairesine
yapılan saldırı sonucu oluşturulmak
istenen politik ortam böylesi dönüşümlere açık alan bırakmaktadır.
Biz DİSK’in var olan işçi örgütleri
içerisinde biraz daha olumlu bir rol
üzerlenmesinin, onun böylesi iktidar
dalaşmaları içerisinde rol üstlenmemesi gerektiği görüşündeyiz. DİSK’in
hep söylediği “bağımsız” işçi örgütü
tespitinin ayaklarının yere basması
gerektiğini düşünüyoruz.
DİSK’in, ülkelerimiz işçi sınıfının
kanı canı pahası üzerinde elde edilen
zengin kaynaklarının hangi sermaye
çevrelerine peşkeş çekileceği dalaşı içerisindeki kayıkçı kavgasında taraf olmaması gerektiği görüşünü taşıyoruz.
Ne miliyetçi-statükocu kemalistlerin ne de ümmetçi kemalistlerin bir
asra yakın zamandır sürdürdükleri
iktidarları süresince işçi sınıfına ve
emekçi yığınlara verdikleri olumlu
bir şey yoktur.
Bu süreçte sermaye kesimi hep
daha da palazlanmış, işçi ve emekçi
yığınları ise daha da yoksullaşmıştır.
Bugün yüzde 23’lerde seyreden işsizlik dün insanlarımızın yurtdışına
göçüne neden olmuştur. Ama sermaye kesimi her gün biraz daha palazlanmış ve dünyadaki 500 milyarderin içerisinde 21 türk dolar milyarderi bulunmaktadır; bu yakın zamana kadar 5 dolayındaydı.
Bunun için diyoruz ki, gelecek işçilerin iktidarında, gelecek sosyalizimdedir.
YDİ Çağrı okuru,
1 Haziran 2006 
GÜNDEME GÖNDERME ATASÖZLERİ
Böyle partİye böyle
Kültür Bakanı...
Yakışır!
A
dam tam ibretlik. Kırdığı ceviz
kırkı geçti ama hâlâ bakanlık koltuğunda. Evet, Atilla
Koç’tan bahsediyoruz. Evet, Kültür
Bakanı’ndan; AKP hükümetinin şu
maskotundan… Bu kez de partisinin
Bolu İl Kongre-si’nde yaptığı konuşmada; “Mali rapor okunurken bir sürü
paranın olduğunu gördüm. O kadar
parayı ne yapacaksınız dangozlar?!”
demiş…
Gazete dangoz kelimesinin internetteki Ekşi Sözlüğe göre tanımını da vermeyi ihmal etmemiş: Sözlüğe göre dangoz: “Öküzün önde gideni, baş öküz,
kalın kafalı, gözüne sokulanı anlamayan, buna rağmen halinden ve kendinden çok memnun kişi” demekmiş…
Kongreye katılan partisinden insanları dangoz olarak tanımlaması Koç’un
bileceği bir şey. Demek ki, Koç’un bir
bildiği var ki, adam omuzdaşlarına
“dangoz”u yapıştırmış!
Haberde bir şey daha var:
Koç, konuşmasında “dangoz” arkadaşlarını selamlamış da… Habere göre:
“Hepinizi efe selamıyla, kimin selamıyla? Bizim efemiz belli, Başbakanımız.
Ben onun bir kızanı olarak sizi onun
selamıyla selamlıyorum.” demiş.
Kültür Bakanı Atilla Koç, “dangoz” arkadaşlarını kimin selamıyla selamlıyormuş? “Efe selamıyla”!
Efe kim? Başbakan! Kendisi ne oluyormuş? “Kızan!” Kızan ne demek?
Türkçe sözlüğe göre “kızan”; “Erkek
çocuk… Delikanlı, silah taşıyan delikanlı…” demek. Şimdi Atilla Koç çocuk
mu, silah taşıyan delikanlı mı, Kültür
Bakanı mı, ne?
Kültür Bakanı olduğu “kesin!” Her
tarafından kültür akıyor baksanıza…
Erkek olduğu da kesin de, çocuk olduğu
biraz tartışılır… “Delikanlılığa, silah
taşıyan delikanlılığa” ise tam uyuyor:
Çenesi en büyük silahı, konuşuyor…
Ama “kör bir atıcı”; ne zaman, nereye
sıkacağı belli değil…
Ne diyelim; bunların hepsi birbirine
“uyuyor”… “Dangoz” üyelere, bu partinin “efe” Baş(ba)kanının selamını getiren “kızan” Kültür Bakanı…
Yakışır!
ATİLLA KOÇ:
Dilim seni dilim dilim dileyim,
başıma geleni senden bileyim.
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ:
Darı unundan baklava,
incir ağacından oklava olmaz.
AKP:
Avcı ne kadar al bilse
ayı o kadar yol bilir.
DERİN DEVLET:
Sinek küçüktür ama
mide bulandırır.
İKTİDAR DALAŞI:
İki testi tokuşunca
biri elbette kırılır.
DÜZEN:
Elifin hecesi var,
gündüzün gecesi var.
DENİZ BAYKAL:
Harman dövmek
keçinin işi değil.
ÇİFTÇİ:
Çiftçinin karnını yarmışlar,
kırk tane “gelecek yıl” çıkmış.
TERÖRLE MÜCADELE YASASI:
Rüzgâr eken fırtına biçer.
İŞÇİ:
Birlikten dirlik doğar.
HÜKÜMET:
Mahkeme kadıya mülk değildir.
PATRON:
Parayı veren düdüğü çalar.
AYIN KUPÜRLERİ
İşadamları çalmıştır… Yüzde 89’u “yoksul” olan
işadamlarından herşey beklenir… Malum, açlık ve
yoksulluk insana herşeyi yaptırır…
karika[türlü]
Yırtanlar,
yırtınanlar…
G
eçtiğimiz ayın gündemi işgal
eden “en önemli” olaylarından
birisi Başbakan’ın Atatürk’ün
Selanik’teki evinde bulunan ziyaretçi
defterindeki AKP aleyhtarı yazıyı yırtması ve sonrasında yaşanan gelişmelerdi. Başbakan ziyaretçi defterindeki
yazıda partisine ağır saldırı ve ithamlar
olduğunu söyleyerek “yırtmış” sayfayı…
Ardından yazıyı yazan Mehmet Fethi
Dördüncü adlı vatandaş, Başbakanın
yazısını yırtmaya hakkı olmadığını söyleyerek eklemiş: “Anıtkabir’deki deftere
de yazdım. Gitsin yırtabiliyorsa onları
da yırtsın…”
Olayın ertesinde AKP hükümetiyle
ona karşı olan Kemalistler arasında yırtma olayı üzerine yırtınmalar da derinleşmeye başladı. Her bir naneyi karşısındakine karşı iktidar dalaşı temelinde
kullanmaya çalışanlar yırtınıyorlar…
Yırtma da, yırtınma da iktidar için…
Biz işçilerin, emekçilerin bu yırtma
işinde de, yırtınma işinde de bir çıkarımız yok… Eğer kendi çıkarımızı düşünüyor isek ve kendimiz için birşey yapmak
istiyorsak o zaman yapacağımız bellidir:
Yırtanın da, yırtınanın da defterlerini
dürmek… İktidar dalaşı için birbirlerini
yiyenlerin iktidarlarını yıkmak…
Yapabilir miyiz diye sormuyoruz…
Yırtmayı gerçekten istersek elbette!
19