Untitled - Çiğdem Eğitim, Çevre ve Dayanışma Derneği
Transkript
Untitled - Çiğdem Eğitim, Çevre ve Dayanışma Derneği
MERHABA Yeni bir online dergiyle sizlerle birlikteyiz. Yaz dönemine çok az kaldı. Haziran ayı ile birlikte mahallemiz yavaş yavaş boşalmaya başlıyor, bizde etkinlikleri azaltıyoruz ve önümüzdeki dönem yapacaklarımıza hazırlanıyoruz. 5 Haziran 2016 Pazar günü 12.Komşumuz Günü Panayırımızı bu yıl 20.Kuruluş yıldönümümüz ile birlikte coşkuyla kutlayacağız. Çankaya Belediyesi ile işbirliği içerisinde yapacağımız bu yılın panayırında siz komşularımızı bekliyoruz. Özellikle canlı performanslar bizleri coşturacak. Derneğimizi her platformda tanıtmaya devam ediyoruz. 21 Mayıs 2016 cumartesi gecesi saat 23:00'de Radyo Özgür'de Mehmet Öz'le " Bin Söz , Bir Öz " programına Muhtarımız Hasan Hüseyin Aslan ile birlikte katılıp 1,5 saat süreyle derneğimizi ve yaptıklarımızı anlattık. 11-12 Mayıs 2016 tarihlerinde Bursa Nilüfer Belediyesi tarafından düzenlenen Belediyelerin Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Uluslararası Sempozyumuna Fitnat Çıtlak ile birlikte katıldık ve bir bildiri ile derneğimiz ve kütüphanemizi anlattık. 9 Mayıs tarihinde Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Ankara Barosu işbirliği ile düzenlenen “Çevre Hakkı ve Yerel Yönetimler” konulu çalıştaya konuşmacı olarak katılıp derneğimizi ve çevre konusunda yaptıklarımızı anlattım. Sevgili komşularımız okulların kapanmasıyla birlikte 7-13 yaş grubu çocuklarımız için 2 haftalık bir yaz okulu düzenleceğiz. ODTÜ Öğrenci Kollektifi üyesi öğrencilerle yapacağımız bu etkinlikten sonra (bayram sonrası) 1 aylık bir yaz okulumuz daha olacak. Bu etkinliği gene ODTÜ’lü başka bir grup öğrenciyle birlikte yapacağız. Tersine Dünya Yaz Okulu atölye çalışmaları şeklinde gerçekleşecek. Her iki etkinlik için öğrenci arkadaşlar komşuluk gününde tanıtım yapıp kayıt alacaklar. Sevgi, saygı ve hoşgörüyle… Fatih Fethi Aksoy İÇİNDEKİLER Otizm’le Yaşamak ……………..3 Sempozyumun Ardından ……..4-5 Yapıcı Eleştiri…………………..6 Ankaranın Müzeleri……………7-8 Şiir Köşesi………………………9 Sizden Bir Öykü……………… 10-11 Adana-Osmaniye Gezi Notları.12-13 Ferfene Nedir? …………………14 Unesco Dünya Mirası…………..15 Kitap Köşesi……………………..16-17 Küçük Filozoflar…………………18-19 Ankaranın Tarihi Çeşmeleri……20-21 AKP’nin Ulusal Bayramlarla… .22-23 Ortak Payda İnsan Olsun……..24-25 Emre Kongar’dan Bir Anı ……..25 Felsefe Topluluğu Düşünme Oyunu……………….26-27 YAD TSM Korosu……………...28 Sinop İzlenimleri……………….29-30 Sanattan Yansımalar………….31-32 Yürüyüş Topluluğu…………….33 Gelecek Etkinlikler …………34-35-36 EĞİTİM DESTEĞİ Sizlerin güveni ve desteğiyle bu yıl 19 üniversite öğrencisine, 9 ay boyunca aylık 150 TL. eğitim desteği verdik. Öğrenci sayısını 20’ye çıkarmayı hedefliyoruz. Eğitim Desteği Fonu’na istediğiniz zamanda, miktarda ve vadede katkıda bulunabilirsiniz, ister bir kerede ister aylık, ister 10 TL ister 100 TL. Katkılarınızı Derneğimize makbuz karşılığında yapabileceğiniz gibi, T. İş Bankası Ankara (Beşevler) Şubesi 4219-999222 numaralı hesabımıza da yatırabilirsiniz. Katkılarınızın artarak devam etmesini bekliyoruz. Tüm bağış yapanlara teşekkürlerimizi sunuyoruz. Çiğdemim Derneği YK Başkanı ÇİĞDEMİM DERNEĞİ AYLIK ÜCRETSİZ ONLİNE DERGİ Sahibi : Çiğdemim Derneği Yönetim Kurulu Düzenleme: Fatih Fethi Aksoy Tüm yayın hakları saklıdır. Yayımlanan yazı, görsel ve bilgiler kaynak gösterilmeden alıntılanamaz. İmzalı yazılarda görüşler yazarlarına aittir. İletişim : Çiğdem Mah. 1551.Cadde No:14-A Çankaya-ANKARA [email protected] Tel : 0312 2852047 SİZDEN GELENLER ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 2 OTİZM ‘LE YAŞAMAK Sanıyorsunuz ki yazımda Otizmle yaşamanın zorluklarından bahsedeceğim; ama yanıldınız. .Bu kez Otizmle yaşamanın ne kadar eğlenceli olduğunu, sürprizlerle dolu olduğunu ve size kattığı değerlerin ne kadar özel olduğunu anlatacağım. Otizm’li özel bir çocuk annesi olmak dünyaya farklı açılardan bakabilmektir Artık hayat siyah yada beyaz değildir size rengarenktir. Cenk ile birlikte hayata ve aile kavramına olan bakış açımız değişti. Önceleri etrafımızda bu konuda deneyimli insanların olmaması bizi tamamen yalnız hissettirmişti. Önümüzde iki yol vardı; ya ayrılıp farklı hayatlarda yolumuza devam edecektik, ya da birbirimize eskisinden daha yakın durup omuz omuza hayatın zorluklarını beraber göğüsleyecektik. Uzun ve meşakkatli bir sürecin ardından bu durum eşimle birbirimizi daha çok kenetledi. Otistikler de tıpkı diğer çocuklar gibi hayattan zevk almak istiyorlar. Bunun için onların hayatı keşfetmelerine yardımcı olmak ve bizim rehberliğimize güvenmelerini sağlamak lazım. Sanırım biraz daha fazla yaratıcılık ve çokça empati kurma çabası gerekiyor. Ve galiba biraz da insanların senin çocuğunla kurduğun ilişki biçimi hakkında ne düşüneceklerine fazla aldırmamak… Aslında otistik çocuklar bir anlamda ebeveynlerini geliştiriyor ve özgürleştiriyorlar. Basit paylaşımların verebildiği büyük mutlulukları hatırlatıyorlar bize. Belletilmiş, standart kalıplarla değil, kişiye özel yöntemlerle iletişim kurmak gereğini farkettiriyorlar. Anlatmak için önce anlamak gerektiğini öğretiyorlar. Öteki olabilmeyi, yerine koyabilmeyi, geride durabilmeyi” öğretiyor onlar insana Sezen Aksunun dediği gibi. Otizm ve oğlumdan öğrendiklerim, kendimi yeniden tanımlamama neden oldu, öyle ki benimde gerçek bir hiperaktif olduğumu bile Cenk’in teşhisinden sonra öğrendim… Düşünüyorum da, otizm hayatımıza girmeseydi, belki biz daha yalnız, sıradan bir ana-oğul olarak hayatımızı sürdürüyor olabilirdik. Oysa Otizmle hayat beş bilinmeyenli denklem gibi. Her basamağını çözdüğünde sonsuz doyum verir… Ulaşım rehberimizdir o aynı zamanda…Yollar rotalar Cenk için vazgeçilmez olunca bir bakmışız gezgin olmuşuz.. Sanırım en çok mücadeleci yönümü ortaya çıkarmış olmasını seviyorum. Otizm hayatımıza girmeseydi belki de hayatım boyunca saklı kalacak yönlerimi ortaya çıkaramayacaktım. Otizmle geçen ilk yılın ağırlığının ardından, bütün hayatım boyunca aradığım, bilinçaltımda beni kemirip duran varoluş misyonumla da tanıştığımı söylemeliyim. Bu durum, beni hem mutlu ediyor, hem de sakinleştiriyor.En güzel yanlarından biride depresyona girecek vaktiniz olmuyor. Hep organize, planlı, hesaplı olmak. Bu gerçekten çok yorucu. Kendinden başka birini, kendinden çok düşünme hali oldukça yıpratıcı, ki ben bir de özel durumumuzdan dolayı bu gerçeği duble yaşıyorum. Ama şikâyet etmemeyi öğrendim artık. Son olarakta Otizm bir hastalık değil, farklılıktır. Toplumda var olan bu önyargının aşılması, otizmli aileler için kritik bir önem taşıyor. Otizmli çocuklarımızın olduğu gibi çevredeki tüm bireylerin farkında olması gereken en önemli detay, “ bu dünya da yalnız değilsiniz! ” Cenk ‘in annesi Müjdem Demet ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 3 SEMPOZYUMUN ARDINDAN Belediyelerin Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Uluslararası Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü ve Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü işbirliğiyle 12-14 Mayıs 2016 tarihlerinde Bursa, Nilüfer Belediyesi Nazım Hikmet Kültürevi’nde düzenlendi. Sempozyumda Türk Kütüphaneciler Derneği (TKD) Bursa Şubesi ve Goethe Institut-Türkiye paydaş olarak yer aldı. Bizde davetli olarak katılıp bir bildiri sunduk. Sempozyuma davet edilmemiz, Çankaya Belediyesinin kendilerine gelen “Belediyelerin Kütüphane ve Arşiv Hizmetleri Uluslararası Sempozyumu” davetini derneğe yönlendirmesi ve sempozyuma gönderdiğimiz kütüphanenin oluşumunu ve bugüne gelmesini konu alan bildirinin kabul edilmesi ile başladı. Sempozyumda belediyelerin kütüphane ve arşiv hizmetleri değerlendirilip tartışıldı, sorunları ve çözüm önerileri bu alanda politikalar oluşturulmasına katkı sağlamak için yapılabilecekler konuşuldu. Ülke örnekleri üzerinden belediyelerin kütüphane ve arşiv hizmetleri anlatıldı. Belediye ve Halk kütüphanelerinde yapılan özgün çalışmalar uygulama örnekleri ve deneyimler paylaşıldı. Sunumumuzu sempozyumun ikinci günü on ikinci oturumda gerçekleştirdik. Bu oturumdaki sunumların hepsi özgün ve ilginçti. Biz sunumumuzda, yıllar içerisinde bağışlarla oluşturulan Çiğdemim Derneği Semt Kütüphanesinin, bulunduğu alana sığmaz hale gelip, Çankaya Belediyesinin spor tesisine ait soyunma barakasının tadilattan geçirilmesi ile oluşturulan yeni mekanına taşınmasını ve “Çankaya Belediyesi-Çiğdemim Derneği Oğuz Tansel Semt Kütüphanesi” olarak yeniden açılmasını anlatarak başladık. Sonrasında, günümüzde hiçbir oluşum kendini yenilemeden varlığını sürdüremez düşüncesinden yola çıkılarak, kullanımı arttırmak ve kolaylaştırmak amacı ile belirli başlıklar altında toplanmış olan kitapların tekrar sınıflandırılmasını, haftalar süren bu işlem sonunda tüm kitapların kendi konularını içeren başlıkların altında toplanmasını ve bunun sonucu olarak görünür hale gelen kitapların kullanımı artmasını anlattık. Kullanım sayılarını, en çok okunan kitapları ve genel profili verdik. Yeni kütüphane ile toplantı, okuma topluluğu, müzik gibi farklı çalışmalara da mekan oluşturduğumuzu belirterek sunumu bitirdik. Sempozyuma bir de bizim taraftan bakarsak, farklı deneyimleri ve projeleri dinlemek oldukça ilginçti, akademisyenlerin ve profesyonellerin yaptığı sunumlar da olayın olması gereken boyutunu görürken, diğer belediye ve halk kütüphanelerinin sunumlarında özgün yapılan işlerin ne kadar etkili ve işe yarar olduğunu gördük. Kütüphanelerin eskiden günümüze kadar devam eden kullanıcı azlığı, kullanıcıların bilgiye eskisi gibi klasik biçimde ansiklopedi ve diğer başvuru kaynaklarından değil, elektronik ortamda kolayca ulaşabilmeleri gibi nedenlerden ötürü, azalan kullanımı arttırmak, mevcut olanı korumak ve bu konuda yapılabilecekler en çok konuşulan konulardan biriydi. Buna bağlı olarak kütüphanelerin yaşam ve kültür merkezi haline getirilmesi, kütüphaneyi ders çalışılan yer olmaktan çıkarıp tamamen dinamik herkesin uğrayıp kendini ilgilendiren bir konuyu ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 4 bulabileceği toplantı, kültür ve buluşma yerleri haline getirmek ve bu konuda yapılabilecekler sempozyumun en öne çıkan konularından bir diğeri oldu. Kent ve müzelerle ilgili eserlerin, projelerin ilgi çekici hale getirilip yaygınlaştırılması, kent belleği oluşturulması ve canlı tutmak için çalışmaların devamlılığının sağlanması konuşulan diğer ilgi çekici konulardan bir tanesiydi. Nilüfer Belediyesinin kütüphaneleri bünyesinde ve diğer kütüphanelerde yapılan felsefe topluluğu, okuma topluluğu, yazar daveti, şiir akşamları gibi çalışmaların bir bölümünü gerçekleştirmiş ve bazılarını daha sonraki dönemler için planlamış olsak bile yapabileceğimiz çok şey olduğunu gördük. Kütüphanelerin yaşam ve kültür merkezi olması düşüncesini zaten bizim yavaş yavaş gerçekleştirdiğimizi daha çok yolumuz olsa bile doğru yolda ilerlediğimizi gördük. Oldukça yoğun bir programdı, iki farklı salonda gerçekleştirilen oturumlardan bize katkısı olacak tüm sunumları dinledik, elbette kaçırdığımız çakışan sunumlar da oldu fakat güzel şeyler dinledik. Aynı zamanda da hem derneğimizi hem de kütüphanemizi tanıtma fırsatı bulduk. Fitnat Çıtlak DERNEĞİMİZ ve KÜTÜPHANEMİZ HER GÜN 11:00– 17:00 SAATLERİ ARASINDA AÇIKTIR. KÜTÜPHANEMİZDE GÖNÜLLÜ OLARAK GÖREV ALMAK İÇİN BİZİ ARAYABİLİRSİNİZ. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 5 YAPICI ELEŞTİRİ Yıllar yıllar önce Hindistan'da çok ünlü bir ressam yaşarmış. Herkes bu ressamın yaptığı resimleri kusursuz kabul eder, renkleri ustaca kullanışına hayran kalırmış. İşte bu nedenle ressama ''Renklerin ustası'' anlamına gelen "Ranga Guru" derlermiş. Ranga Guru'nun yetiştirdiği öğrencilerden biri olan Racıçi eğitimini tamamlamış, son bir resim yapıp Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru "sen artık ressam oldun Racıçi.. artık senin resmini halk değerlendirecek" demiş, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını tavsiye etmiş. Racıçi denileni yapmış ve birkaç gün sonra resmine bakmaya gitmiş… Ne görsün…. resmi kırmızı çarpılardan nerdeyse gözükmüyormuş! Çok üzülmüş. Emek ve sevgiyle yaptığı tablo karşısında kırmızı bir duvar gibi duruyormuş. Soluğu Ranga Guru'nun yanında almış, resmini göstererek durumu anlatmış. Ranga Guru ise, üzülmemesini, aynı resmi tekrar yapmasını söylemiş Raciçi'ye. Racıçi resmi tekrar yapmış, tamamlayınca gene Ranga Guru'nun fikrini almaya gitmiş. Ranga Guru yine resmi şehrin en kalabalık yerine koymasını istemiş Racıçi'den ancak bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça koymasını gene insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmelerini rica eden yazıyı iliştirmesini önermiş. Racıçi Guru'nun önerisini harfiyen yerine getirmiş. Birkaç gün sonra merak içinde meydana gitmiş, bir de bakmış resmi aynı bıraktığı gibi duruyor, kimse resmine dokunmamış. Resminin düzelecek hiçbir yanı olmadığını düşünerek sevinç içinde Ranga Guru'ya gitmiş. Guru durumu şöyle özetlemiş: "Sevgili Raciçi, sen ilk resminle insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini eleştirdi. Oysa ikinci resminle insanlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, boyaları ve fırçayı onlara verdin, bana yardımcı olun dedin. Yani, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkışmadı, fırçayı eline almaya bile cesaret edemedi. Sevgili Racıçi, bunu sakın aklından çıkarma; mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın…" Ranga Guru'nun dediği gibi yapıcı eleştiri herkesin harcı değildir. Eleştirebilmek için işi iyi bilmek gerekir. Sadece işi bilmek de yetmez iyi iletişim kurmak için çaba harcamak gerekir. Kişi kendini karşısındakinin yerine koyabilmelidir. Yaptığı eleştiriyi karşısındakinin kalbini kırmadan, canını acıtmadan, onun yararına bir şeye dönüştürebilmelidir. HER TÜRLÜ ETKİNLİĞİMİZDEN İLK ÖNCE HABERDAR OLMAK İSTİYORSANIZ E-POSTA ADRESİNİZİ BİZE BİLDİRİN. SİZİ DE 3600 KİŞİYE ULAŞAN HABERLEŞME GRUBUMUZUN ÜYESİ YAPALIM. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 6 ANKARA’NIN MÜZELERİ ATATÜRK (GAZİ) ORMAN ÇIFTLİĞİ Atatürk tarafından modern tarım yöntemlerinin uygulanması için örnek bir çiftlik olarak 1925 yılında kurulmuştur. İlk alındığında çorak, bataklık, sivrisinek yuvası olan bu arazide Mustafa Kemal,“İşte istediğimiz yer böyle olmalıdır. Ankara’nın kenarında hem batak, hem çorak, hem de kötü bir yer. Bunu biz ıslah etmezsek kim gelip edecek ?” diyerek çalışmalar yaparak, orman yetiştirilmeye ve modern tarım yapılarak üstün verim elde edilmeye başlanılmıştır. Parkları, hayvanat bahçesi, restoranları, havuzları ve yeşilliği ile kentin önde gelen gezinti yerlerinden biriydi. Marmara ve Gazi Köşkleri, İstasyonu, Postanesi, Türk Hamamı, Karadeniz ve Marmara Havuzları, 10. Yıl Okulu, bira fabrikası bulunmaktaydı. Genişliği 102.000 dönüm olan Atatürk Orman Çiftliği bizzat Atatürk tarafından 11 Haziran 1937 yılına kadar yönetildi. Cumhuriyetin 10. yılında çiftlik arazisi 150.000 dönüme çıkmıştı. 1938 yılında Devlet Ziraat İşletmeleri kurumuna devredildi. Günümüzde çiftlik bünyesinde Atatürk Evi Müzesi, Marmara Köşkü, Devlet Mezarlığı, Hayvanat Bahçesi, Şarap Fabrikası, Süt ve Mamulleri Fabrikası, çiçek ve süs bitkileri seraları yer almaktadır. Ayrıca çeşitli hayvan türlerinin (maymun, kuş, ayı, sansar, tilki, çakal, porsuk, yılan, geyik, koyun, kuzu, lama, fil, deve, gergedan, timsah, balık çeşitleri ve diğer) bulunduğu Türkiye’nin en büyük hayvanat bahçesi yer almaktadır. Atatürk Orman Çiftliğinden Çubuk, Macun, İncesu, Bent deresi ve Kutgün çayları geçmektedir. Tahıl üretimi, meyvecilik, çiçekçilik, hayvancılık, arıcılık, sütçülük ile şarap, meyve ve domates suyu üretimi yapılmaktadır. KARADENIZ HAVUZU: Ankaralıların deniz hasretini gidermek için Atatürk Orman Çiftliği’nde 1936 yılında Atatürk tarafından yaptırılmıştır. Karadeniz Havuzu su sporları yapmaya elverişli olup, halkın yüzme ve plaj ihtiyacını karşılamaktaydı. Havuz bir zamanlar Ankara’nın eğlence yerlerinin başında gelmekteydi. ATATÜRK EVI: Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönümü etkinlikleri içerisinde, Türk Ulusu’nun Ata’sına sevgi ve saygısının kanıtı olarak Selanik’teki Atatürk Evi’nin aynı plan ve ölçüler içerisinde bir örneği, Ankara Ticaret Odası’nın girişimi ile Çarmıklı kardeşler tarafından Atatürk Orman Çiftliği sınırları içerisinde yaptırılarak 1981 yılı 10 Kasım günü törenle ziyarete açılmıştır. Ayrıca bu etkinlikler içerisinde Tarımcı Atatürk Anıtı da yaptırılmıştır. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 7 ATATÜRK ORMAN ÇIFTLIĞI MÜZE VE SERGI SALONU: Önceki yıllarda Şarap Fabrikası olarak kullanılan bina, fabrikanın modernize edilmesinin sonrasında aslına uygun olarak restore edilerek müze ve sergi salonu haline getirilmiş, Atatürk Orman Çiftliği'nin kuruluşunun 85. yılında, 6 Mayıs 2010 tarihinde hizmete açılmıştır. Müzede, Çiftlikte kullanılan eski alet, makine ve ekipmanlar sergilenmekte olup, sergi salonunda her türlü sanatsal faaliyet için kullanılmaktadır. DEVLET MEZARLIĞI: Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları ile Cumhuriyetimizin kuruluşuna hayat veren ULU ÖNDER ATATÜRK’ ÜN en yakın silâh arkadaşları olan İstiklâl Harbi Komutanlarının defnedilmesi için, 2549 Sayılı Kanunla kurulmuş ve 30 Ağustos 1988 tarihinde devlet töreniyle ziyarete açılmıştır. Devlet Mezarlığının mimari projesini Y.Müh. Mimar Özgür ECEVİT, peyzaj projesini Y.Peyzaj Mimarı Ekrem GÜRENLİ çizmiştir. Mezarlık alanı içerisinde bulunan, üç ayrı grup halinde hazırlanmış olan heykeller, Heykeltıraş Rahmi AKSUNGUR’ UN eseridir. 08 Kasım 2006 tarihinde 2549 sayılı Kanunda değişiklik ile bundan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanları ve Başbakanlar da Devlet Mezarlığına defnedilecektir. Devlet mezarlığı, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanları ile Kurtuluş Savaşı sırasında en az tümen komutanlığı yapmış ve 1988 yılında Genelkurmay Başkanı'nın politik kriterlerine uyan (örnek: Sakallı Nurettin Paşa politik kriterlere uygun bulunmamıştır) 61 komutanın mezarlarının yer aldığı 1988 yılında hizmete açılmış "anıt-park" niteliğindeki mezarlıktır. Ankara’da, Atatürk Orman Çiftliği arazisi içinde yer alır. 536.000 metrekarelik alanda yer alan ve 356.000 metrekaresi yeşil alan olan park, halka açıktır. Milli Savunma Bakanlığı tarafından yönetilir. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 8 ŞİİRKÖŞESİ KIRLANGIÇ RÜYASI ah gelgit ‘i ömrümün limanına yorgun gemi çakıltaşı kum sularda ayak izlerim süvari birliği kirpiklerinden yağmura düşen gül ciltlendi zulüm dergi kitap dağıtım noktasında virgül satır keskin bıçak ünlem kurşun göğsümde işlediğin mendil ıslak yaprağın toprağı öpüşü kırlangıç rüyasında gökyüzü çoğaldıkça tükenir mi aşk aldanışı tenin akan teri unutmak Dursun Nadir Mayıs 2007 ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 9 SİZDEN BİR ÖYKÜ AVRUPALI OLMAK Fazilet Ünsal Eliaçık Onu ilk gördüğümde yanında idareci arkadaşlar ve iyi tanıdığım bir öğrenci velisi vardı. Odamıza bir şeyler yaptırmak istediğini söylüyor, sağı solu inceleyip ölçü alıyorlardı. Okul Aile Birliği için çalışacakmış. Mesleğini sordum. Mobilyacı veya esnaf gibi görünmüyordu. Gizemli bir havayla “gizli” dedi. Üstelemedim. Neme lazım. Yeni tanıdığım biri. Her gün değişik insanlarla karşılaşıyoruz. Bakalım bunun altından ne çıkacak diye geçiyor aklımdan. Evrak dolabı ve çalışma masası için ölçü alındı, renk beğenildi. Zevkliydi doğrusu. Şık, kullanışlı olmasını istiyordu. Odamızın bir duvarına boydan boya dolap yapıldı. Ona uygun çalışma ve bilgisayar masası. Eski, kırık dökük eşyalar kaldırılıp yenileri yerleştirilince, herkes beğendi. Böylece okula emeği geçenler arasına adını yazdırmış oldu. Zaman zaman uğrayıp hatır soruyor, bir çayımızı içip şuradan buradan konuşuyordu. Kısa boylu, şişmanca, sarışın. Patlak mavi gözlü. Konuşurken, heyecanlanınca gözleri daha da irileşiyor. Giyimi arkadaşlarından daha şık ve uyumluydu. Her zaman kravatlı olurdu. Takım giyinmezdi. Kareli veya düz blazer ceket, canlı çizgilerden oluşan kravat, mendil ve uyumlu renkte pantolon. Boyalı yeni ayakkabılar. İki cep telefonu ve bir telsiz. Üçü de susmazdı. Telefonun biri duygulu bir halk türküsü, diğeri polis sirenini andıran melodiyle aranıyordu. Telsizinden sürekli konuşmalar duyulurdu. İlk günler konuşması çok düzgün ve dikkatliydi. Görevini, işiyle ilgili olayları anlatırken daha özenli, tane tane konuşur, kelimeleri doğru söylemeye çalışırdı. Sohbet koyulaşıp söz ailesine, gördüğü yabancı ülkeler ve yaşadığı ilginç olaylara gelince değişirdi. Konuşması memleketinin şivesini alırdı. En çok da evlatlarından söz ederken. Yıllarca çocukları olmamış. Uzun bekleyiş ve tedavilerden sonra ellili yaşlarda iki çocuk olmuş peş peşe. İkincisi henüz yaşına girmemiş. Bahsederken heyecanlanır, gözleri parlardı. Coşkulu, telaşlı, biraz tükürükler saçarak, soluk soluğa anlatırken, sürekli Allah’a şükrederdi. “Cenabı Allah’ım herkese hayırlı evlatlar versin. Dünyanın en müthiş duygusu. Bundan daha büyük mutluluk, zenginlik olamaz.” Samimiydi duygularında. Yapmacıksız konuşur, düşündüğünü söylerdi. İki lafın arasına çocuklarını katar, sevincini, mutluluğunu anlatırdı. Gün boyu ikisini de çok özlediğini, akşam eve gidince küçük kızı severken, büyüğünün nasıl kıskandığını. Umduğundan iyi kazancı, arabası, huzurlu bir yaşamı olduğunu söylerdi. Memleketine düşkündü (Amasya). Dünyaca ünlü Misket elmasının azaldığını söylese de başkasından duyunca gücenirdi. “Özel bir ürününüz, üretiminiz yok” diyen arkadaşlara kızardı. “Krallar, padişahlar yetiştirildiğini, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinin burada atıldığını” hatırlatırdı. Sarmalık yaprağından, haşhaşlı ekmeğinden, kayalıklardaki Kral Mezarlarından, Yeşilırmak kıyısında bulunan yalı boyu evlerinden bahsedilince keyfi yerine gelirdi. Çocukları, ailesi, memleketi, bir de görevi. Hepsiyle övünür, gururlanırdı. Ama ne iş yaptığına gelince söylemezdi , “ gizli” derdi o kadar. Üstelemez, gülümserdik. Çok sık yurt dışına gittiğini, 58 ülke gördüğünü anlatırken daha da heyecanlanırdı. Fazla övüngen, kibirli değildi. Üstünlük taslamaz, konuşmayı da dinlemeyi de bir arada yapardı. Gözünden, kulağından bir şey kaçmazdı. Dindar ve milliyetçi olduğunu söylerdi. Tutucu değildi. Hoşgörülü, esprili, hoşsohbetti. Herkesi sever sayar, hataları tatlı dille söylerdi. İki lafın arasında “Avrupa” derdi, “Avrupa Birliği’ne girmeli. Tüm insanların Avrupa görmesi lazım” sözü dolanmıştı diline. Doğru söylüyor abartmıyorsa, 58 ülke bu, dile kolay. Anlatmakla bitmez. Bir arkadaşımız İtalya’ya gitmişti, eşi de Fransa’ya. Her sohbetin arasına sıkıştırır, sürekli o ülkelerden örnek verirlerdi. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 10 Bu kadar ülke görünce, haliyle bütün konuşmalarda, bir iki anı gündeme geliyor. Misafirimiz yine coşkulu bir dille Avrupa’dan bahsediyor. “Deli oluyorum deli. Bir Avrupa’daki trafiğe, yollara bak. İnsanlara, kurallara, cezalara… Bir de bizdekine. Hatalı adamı durduruyor trafik polisi, uyarıyor. Aldığı cevap, sen benim kim olduğumu biliyor musun? Hiç unutmuyorum. Böyle bir trafik polisi ceza yazdı diye, yirmi dört saatin içinde Güneydoğu’ya sürgüne gönderildi. Böbrek hastası çocuğu olmasına rağmen. Düşünebiliyor musunuz? Çocuk diyalize giriyor, diyalize! Nefrit olmuş! Baba sürülüyor, görevini yaptı diye. İşte ben bunlara sinir oluyorum. Bu işlere çıldırıyorum.” Ara sıra sesinin tonu biraz yükseliyor, konuşması hızlanıyor, eliyle masayı yumrukluyor. Meddah izler gibi, insana tiyatro keyfi yaşatıyor. “Almanya’dayım. Yıl 1982. Görevli gittim. Polislerle sohbet ediyoruz. Sizin yollarda hiç mi tümsek, çukur, kasis yok? Her yer kaymak gibi dümdüz deyince, gel bilgisayardan kontrol edelim dediler. Hep birlikte uydu aktarımlı görüntüleri inceliyoruz… Hah! 65. kilometrede bir çukur var, gidip bakalım deyip yola çıktık. Çukuru görmeye gidiyoruz, neyin nesi diye. Aman ne çukur! Çukur da çukur olsa bari! Sevsinler! Yolun ortasında bardak ağzı gibi, pürüzsüz, yusyuvarlak açılmış bir oyuk! Başında işçiler, görevliler. Her türlü önlem alınmış, işaretleme yapılmış, gereken birimlere haber verilmiş, çalışmaya başlamışlar. Düşünebiliyor musunuz? El kadar çukur için yapılanları. Hatta Bakan bile gelmiş. Koskoca Bakan! Çevre Bakanı işçilerin, görevlilerin arasında, çukurun başında… Gözünü sevdiğimin Avrupa’sı, işte böyle bir memleket. Bizde öyle mi ya? Her yer köstebek yuvası!” Devam ediyor anlatmaya. “Dönüş yolundayız. Işıklara geldik. Beklerken bakıyorum etrafa. Köpekli bir adam, siyah gözlüklü. Belli ki kör. Köpeğin gözü lambalarda, ikisi de bekliyor. Yeşil yanınca köpek yola çıkıyor, kör adamla birlikte. İşte ben buna bittim! Bayıldım, öldüm, bittim arkadaş! Kalkıp ayağını yalamak geldi içimden, bu köpeğin. Ne memleket bu böyle. Köpeğine bile trafik kurallarını öğretmiş. Ben işte bunun için istiyorum, Avrupa Birliği’ne girmeyi.” O günlerde gazetelerde çıkan bir haber geldi aklıma, tekrar okudum. “Emniyet Kemeri” “Almanya’da köpeğini otomobilin arka koltuğuna oturtan Alman’ı, yolda trafik polisi çevirmiş ve emniyet kemeri takmayan köpek için trafik cezası kesmiş.” “Hürriyet Gazetesi 4 Ocak 2009 Pazar s.11” Şehir Dergisi/Şubat 2010 ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 11 GEZİ NOTLARI ADANA- OSMANİYE ÖREN YERLERİ VE KADİRLİ (KASTABALA- HİERAPOLİS, KARATEPE- ASLANTAŞ AÇIK HAVA MÜZESİ, ANAVARZA) Çiğdemim Derneği ile bir gece konaklamalı geziye çıkıyoruz. Silifke, Mersin ve Tarsus gezisinin ardından, Adana’daki otelimize yerleşiyoruz ve yakın çevredeki Bayram Restorant’ta akşam yemeğimi afiyetle yiyiyoruz. Adana’da olduğumuz için Adana kebap menüsü tercihimiz. Çay faslından sonra otele gidip dinleniyoruz. Sabah oteldeki kahvaltı sonrası araç ile doğuya doğru yola çıkıyoruz. Yolda Adana manzarası eşliğinde bilgiler alıp Sabancı Camii ve Seyhan nehri üzerinden geçip Osmaniye yoluna giriyoruz. Osmaniye yolu üzerinde birçok kale görünce boşuna “Kaleler Şehri” denmediğini anlıyoruz. Osmaniye’de yerfıstığı alıp antik kentlere doğru kuzey yönünde hareket ediyoruz. Kastabala, Anadolu’nun güneydoğusunda Çukurova (Kilikya) olarak bilinen bölgede Osmaniye ilinin 12 km kuzeybatısında, Karatepe yolu üzerinde, Ceyhan nehri yakınında küçük bir ovaya hâkim bir kaya üzerinde yükselen bir Ortaçağ kalesi çevresinde gelişen antik kenttir. Hierapolis anlam olarak, kutsal şehir anlamına geldiğinde burası da Roma devri zamanında ve daha sonraları önemli yerleşim merkezi olmuştur. Kazılar devam etmektedir, Roma Yolu, Kilise, hamam ve tiyatro kazıları yapılmakta ve bir kısmı görünür durumdadır. Kastabala antik şehrinin ilk kuruluşu M.S 4 yüzyılda olduğu sanılmaktadır. Batı yönünde Kırmıtlı Kuş Cenneti olması bu kalenin önemi daha artmıştır. Hâkim bir tepede Bodrum kale kuruludur. Arkeolojik buluntular kentin Orta ve Geç Bizans dönemlerinden itibaren önemini kaybettiğini, Haçlı seferlerinin tahribatının ardından toparlanamadığı ve bundan kısa bir süre sonra terk edildiği belgelenmiştir. Aslantaş- Karatepe Müzesine gidiyoruz. Burası Osmaniye’ye 30 km. mesafede bir baraj gölü Ceyhan nehri üzerinde kurulmuş. Karatepe milli parkı içinde geç Hitit dönemine ait kalıntıların sergilendiği kapalı ve açık hava müzesinden oluşmaktadır. Birçok yabancı bilim adamı dışında geçen sene ölen Halet Çambel anısı unutulmamış parkın bir yerine kapalı müze karşısına büstü yapılmış. Müze gezisi sonrası yaya olarak milli park içersinde Güneybatı yönünde yer alan ve üstü kapalı bir alanda çifte boğa kaidesi üstünde Fırtına Tanrısı’nın boy heykeli bulunmakta. Kapı binalarının iç duvarları bazalt bloklara işlenmiş aslanlar, sfenksler, yazıtlar ile günün inanç ve yaşayışını anlatan kabartmalar bulunmaktadır. Karatepe kazılarında bulunan kutsal bir heykel üzerine işlenmiş yazıtlarda M.Ö 2. bin yıllarındaki hiyerogliflerin okunmasını sağlayan ipuçları bulunmuş olmuştur. Karatepe kazıları devam ederken; 1957 yılında Türkiye’nin ilk açık hava müzesi oluşturuldu. 1958 yılında kale çevresi 8 bin hektara yakın alan milli park ilan edilmiştir. Bir Anı; Halet Çambel, Nail Çakırhan ile evlidir. Karatepe kazıları devam ederken müze binası yapımı devam etmektedir. Müze inşaatını firma yarım bırakır kaçar. Bu üzerine Nail Bey inşaat kitapları alır ve inceler. Birkaç usta bulur inşaata devam eder. Projede yaptığı değişiklikler beğenilir. Bu yere güzel bina kazandırır. Daha sonra birçok projeyi yapar. Biz de ilk gördüğümüzde o yıllara göre çok modern bir bina ile karşılaştık. ( Bir Yudum İnsan- Nebil Özgentürk) ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 12 Buradan ayrılıp öğlen yemeği için Kadirli ilçesine gidiyoruz. Burada Karatepe otelde yine Adana kebap menüsü yiyip, çay terasta içip Kadirli manzarasını fotoğraflıyoruz. Bu arada turp yetiştiriciliğinin başkentti Kadirli olduğunu “Turp Heykeli” görünce anlıyoruz. Kadirli Türkiye’nin turp ihtiyacının % 75 ini karşılamaktadır. Bu ilçede her yıl turp festivali yapılır. Kadirli İlçesi çok eski çağlardan beri çeşitli uygarlıkların yaşamış olduğu Çukurova' da kurulmuştur. Kadirli ara dönemlerde fazla sayıda el değiştirmelere konu olmuştur. Adana ovası Hükümdarı Asativatas M.Ö. 800 yıllarında ilçeye bağlı Karatepe-Aslantaş' ta bir uç kale kurmuştur. Romalılar döneminde Flaviopolis adı ile görkemli bir kent olan Kadirli' de bu dönemi belgeleyen eserler bulunmaktadır. Bunlar İmparator Hadrianus' un (M.S. 117-1389 ) anıtsal tunç heykeli, bugün şehrin altında kalmış bulunan 6-7 dönümlük alana yerleşik Roma Hamamı, M.S. 5. Yüzyıla ait bir Roma Bazilikası olan Ala cami ve yakın çevredeki birçok diğer eser ve anıtlardır. Bölgeye 7. Yüzyılda ilk Müslüman orduları, Abbasiler ve Selçuklular dönemlerinde de Türkler girmişlerdir. 1515 yılında Osmanlı Padişahı Yavuz Selim Kadirliyi Osmanlı topraklarına katmıştır. Osmanlı döneminde Maraş Beylerbeyliğine bağlı bir sancak ( Kars-ı Maraş, Kars-ı Zül Kadriyye ) olan Kadirli 1865 yılına kadar Müteselsillikle idare edilmiş, 1865 yılında ilçe haline getirilmiş ve 1872 yılında merkezde belediye kurulmuştur. Şehre Osmanlı döneminde “ Kars-ak-eli” , Pazaryeri” ve “Kars Pazarı” gibi değişik adlar verilmiş, İlçe 1928 yılında Kadirli adını almıştır. Kadirli 1. Dünya Savaşı sonunda 14 Mart 1919’da Ermeni ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş; 7 Mart 1920’de ise düşman işgalinden kurtarılmıştır. Yine Kadirliden ayrılıp Adana yönünde devam edip Anavarza antik kentine gidiyoruz. Anavarza bir Roma dönemi antik kenti Kozan ilçesine bağlı Dilek kaya köyündedir. Köyde bir evin bahçesinde yapılan kazılarda iki yerde mozaikler ortaya çıkarılmıştır. Öylece olduğu gibi bırakılan mozaikleri portakal bahçesinde görüp fotoğraflıyoruz. Antik kentte gidip giriş kısmını ve yine ortaya çıkarılan Roma yolunu görüyoruz. Zaman bize Anavarza kalesine çıkmamıza müsaade etmiyor, çünkü akşam olmaktadır. Köye tekrar dönüp, birer çay içip rehberimizi Adana’ya bırakıp Ankara’ya doğru dönüş yoluna geçiyoruz. Turhan Demirbaş ATIK PİLLERİ, BİTKİSEL YAĞLARI VE HER TÜRLÜ ELEKTRONİK ATIĞI DERNEĞİMİZDE TOPLUYORUZ. HER TÜRLÜ KAĞIT VE PLASTİK KAPAKLARI DA DERNEĞİMİZE GETİREBİLİRSİNİZ. LÜTFEN DERNEĞİMİZE GETİRDİĞİNİZ ATIKLARI BİRBİRİ İLE KARIŞTIRMAYIN. PLASTİK KAPAKLARIN YANINA KONAN PİLLER AYRIŞTIRMA AŞAMASINDA OLUMSUZ SONUÇLARA YOL AÇMAKTADIR. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 13 FERFENE NEDİR? Ferfene eski bir Anadolu geleneğidir. Anadolu köy ve kasabalarında arkadaş ve komşuların köy odasında, kırda, tarlada, bağda, bahçede veya değişik iş yerlerinde yiyeceklerini de getirerek birlikte yedikleri yemeğe “ferfene” adı verilirdi. Genelde evler dışında yapılan bu azık karıştırma eylemi zaman zaman kendi aralarında yemek taksimi yapılır veya yapılacak yemekler kura ile belirlenir ve tespit edilen günde herkes kendi evinde hazırlanan yemeği getirir birlikte yenilir, ardından sohbet edilerek acı kahveler içilir, daha sonra da saz çalınıp türküler söylenerek çeşitli oyunlar oynanırdı. Bu yemekli ve eğlence toplantılarına Anadolu’nun muhtelif yerlerinde farklı isimler de verilmiştir. Benzer toplantılar; Çankırı, Isparta (Kula), Manisa, Kütahya(Simav)’da; Yarenlik, Gaziantep, Elazığ’da; Meşkler, Balıkesir (Dursunbey ve şehir içi)’da; Baranalar, Konya, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Akşehir, Ankara’da; Oturak Âlemleri, Burdur, Isparta’da; Oğlak Bahçeleri, Amasya’da; Tel Tel Geceleri, Adıyaman’da; Dere Ağzı Toplantıları, Şanlıurfa’da; Sıra Gezmeleri (Sıra Geceleri) Ordu, Giresun’da; Kol Bastı Toplantıları, Artvin, Trabzon’da; Erfeneler (Arfanalar) olarak adlandırılmıştır. Ankara Kulübü Derneği bu güzel Anadolu kültürünü yaşatmak amacı ile her hafta Çarşamba günü Abidinpaşa’daki Dernek Genel Merkezinde “Ferfene Günleri” düzenlemektedir. Aydın Esen ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 14 OSMANLI ZAMANINDA SANCAK OLAN ESKI ŞEHIRLERIMIZ UNESCO DÜNYA MIRASINA GIRMELI… Bu kültür şehirlerimiz o kadar çoktur ki sıralarsak liste uzun olur, bir yerden başlanmalı. Yerel yönetimler bu çalışmaları bir an önce yapmalı. Listeye dâhil olabilecek kentlerimiz; Bursa, Balıkesir, Kütahya, Konya, Aksaray, Niğde, Sivas, Kayseri, Erzurum gibi Selçuklu ve Osmanlı şehirleridir. Örneğin; İstanbul Tarihi Yarımada UNESCO Kültür Mirası listesindedir. Gelen turistler burayı gezerler bakarlar miras listesinde neresi var, Safranbolu, Kapadokya veya Pamukkale oraya giderler. Bu sayı arttırılabilinir. Niğde gezimde merkezi yerdeki tarihi eserlere hayran kalmıştım. Yapılar bozulmadan veya tarihi eserlerin yanında bulunan ev dokuları bozulup yıkılmadan bu çalışmalar yapılmalıdır. Niğde Tarihi Kent Merkezi UNESCO yedek listesine “Niğde Tarihi Anıtları” olarak girebilmiştir. Başvuru çalışmaları hızlanmalıdır. 52 adet varlığımız UNESCO yedek listesinde bulunan başvurumuz var, fakat yeterli çalışma yapılmadığından buralar UNESCO listesine girmemektedir. Eski bakan Ertuğrul Günay belli çalışma içersindeydi. Yeni bakan nasıl bir yol izleyeceği meçhuldür. İnşaatlara izin veren SİT alanlarını kaldıran yasalar inşallah yolda değildir. Aksaray şehrimizin merkezindeki Hükümet Binası ve Meydanı civarı pekâlâ bu işlem için uygun görünmektedir. Yine Edirne birçok tarihi Osmanlı eseri ile ünlüdür. Selimiye Camisi UNESCO Dünya Mirası Listesindedir. Ama kâfi değildir bir Osmanlı Kapalı çarşısı ve Çeşme, türbeler bu listeye girebilmelidir. Kars’a gittiğimizde iki otobüs turist vardı, bunlar Ermenistan’dan gelmişlerdi. Havariler kilisesini geziyorlar ve Kars kalesine çıkıyorlardı. Kars’ta o kadar çok tarihi eser var ki, Ani Antik Şehri UNESCO yedek listesinde Kars Şehir merkezi niye olmasın? Ermeni turistler Türkiye’ye Gürcistan üzerinden uzun yolculuk sonrası gelmişlerdi. Yine kurallar ve korkular kendimizi ve insanlığı bağlıyordu. Ankara’da Altındağ Belediyesi tarafından Hamamönü çalışması yapıldı, devamında Augustos Tapınağı, Roma Hamamı ve diğer Osmanlı eserleri veya Kale ile birlikte UNESCO mirası için niye çalışma yapılmaz mı? İstihdamı artırmanı yolu yalnızca bir sektöre eğilmekle olmayacağı aşikârdır. Türkiye İnşaat sektörü ile böyle gidemez, o da devam etmelidir. Ama gelen turist sayısı arttıkça hizmet sektörü artacak ve işsizlik azalacaktır. Bu alanda devlet yatırımlarını arttırmalıdır. Ankara Hamamönü, Kale Civarı, Hacı Bayram ve Augustos Tapınağı UNESCO kültür mirası için hazırlıklar yapılmalıdır. Ankara; Hak ettiği şöhreti bir türlü elde edemedi! Cumhuriyetimizin kurulduğu Ankara’nın merkezi Ulus ve çevresi UNESCO Dünya Mirasına girmeliydi. Asırlardır var olan şehirlerimizin merkezlerindeki o tarihi dokuyu koruyamadık. Eski yapılar yıkıldı nüfuz artı diye yeni ucubeler yükseltildi. Osmanlı zamanından beri var olan “sancak” denilen şehirlerimizin merkezlerindeki yapı korunmalıydı. Korunamayan var ise eski görünüme dönüştürülmedir. Örneğin Ankara Ulus eski merkezi tarihi yeri olan kısım onarılmalı ve UNESCO dünya mirası için başvurmalıdır. Yurt dışından gelen insanlar önceden bu dünya miras listesine bakıp ta geliyorlar. Bir Japon, bir batılı böyle yapıyor. Avusturya’da Graz şehrinin ev çatıları, Viyana’nın Grozni Bağları sayesinde bu şehirler UNESCO Dünya Mirası listesine girebilmişlerdir. Gelecekte Çin büyük bir potansiyel olarak önümüze çıkacaktır. Kendi kendimizi kurallarla bağlamayalım, Belediyeler ve Kültür Bakanlığı böyle bir çalışma yapmalıdır. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 15 KİTAP KÖŞESİ HANDAN- AYŞE KULİN Handan; Halide Edip Adıvar’ın Cumhuriyet döneminde yazdığı bir roman. O dönem kitaptan etkilenen büyükanne torununun adını “Handan” koyar. Ayşe Kulin’in bu kitabında Handan karakterinin etrafında geçen bir roman yazılmış. Handan okul hayatı sonrası evlenir ve hamile kalın fakat dış gebelik sonrası düşük yapar. Sonrası rahmi alınan Handan doğum yapamayacak ve çocuk sahibi olamayacaktır. Hayat onu nereye sürüklerse öyle bir yaşam sürerken ve kardeşi onu Amerika’ya davet eder. Kardeşi Kayhan kansere yakalanmış ve ölüm beklemektedir. Karısı Amerikalı bir esrarcıdır ve iki çocuğunu Kayhan’a bırakıp evi terk etmiştir. Defne genç bir kızdır, Derin ise ağabeyidir, fakat ülkeyi terk edip Katmandu’da yaşamaktadır. Kayhan kansere yenik düşüp ölünce, Handan altı ay bekledi ve Defne okulu bitirip Üniversiteye gitmek için Türkiye’ye dönerler. Handan evini havalandırıp, temizlik yapmak için birkaç günlüğüne Taksim’de bir otelde kalırlar. Gezi olayları Taksim’de devam etmektedir. Defne çadır kurulan ve canlı müzik yapılan parkta vakit geçirir. Birkaç arkadaş edinir, böylece hem Türkçesini geliştirmek istemektedir. Fakat polis müdahalesi gelir ve Defne merkeze götürülür. Bu arada Handan’da polisin sıktığı biber gazından etkilenip Camiye sığınmıştır. Yazar bu dönemi orada bizzat yaşamış gibi çok etkili bir şekilde anlatıp, toplumsal muhalefete katkı da bulunmuş olurken, Taksim civarında çıkan olaylarda Maden Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinde yaralılara nasıl yardım edildiği anlatılması bana çok etkileyici gelmiştir. Ayşe Kulin; Birçok kitap yazdı, genelde okuyucu tarafında çok okunan listesinde yer aldı. Yaşanmış olayları yazması bildi. Benim okuduğum Nefes Nefese, Sevdalinka, Umut ve Veda benim okuduğum, beğendiğim eserlerdir. GÜNEY DINÇ- AMASTRIS ÜŞÜMESIN Güney Dinç’in yazdığı; Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan Lütfiye ve Komşusu (2012), Duvardaki Örümcek (2013) ve Amastris Üşümesin (2014) “İzmir’de Yaşam” üçlemesini bütünleyen son kitabı “Amastris Üşümesin” bu ilginç romanı tanıyalım. Benim üç yıl görev yaptığım, madenciliğin zaman içinde nasıl tükendiğine şahit olduğum bir beldenin tarihini okumak iyi geleceğini umuyorum. Hafta sonları Ankaralıların çok sık ziyaret ettiği bu yer, şu an ilçe olan; Amasra… Güney Dinç; 1936 yılında İzmir’de doğdu, İstanbul Hukuk mezunu, TİP davasından yargılandı, 12 Mart’ta 5 yıl hapis yattı, Şiirleri çeşitli dergilerde yayınlandı. 12 Eylül sonrası İzmir Baro başkanı oldu. Aydınlar Dilekçesi sanıkları arasındaydı. Türkiye Barolar Birliği İnsan hakları mahkemesi danışma ve yürütme kurullarında çalıştı. Mimarlar odası hukuk danışmanı oldu. Erythrai (ildiri) Çeşme antik kenti, İzmir Konak Alanı ve Kordonboyu SİT alanları ilan edilmesi kentleşme üzerine çalışmalar yaptı. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 16 Amastris Üşümesin: Leyla ve Emre'nin öyküsünü anlatan bu romanda, İzmir'in kentsel özellikleriyle, insanlarıyla ve onların yaşam kavgalarıyla da tanışacaksınız. Aynı kentte yaşayan iki genç insanın 12 Eylül darbesinin özgürlüksüz ortamında neleri yitirdiklerini bilemeden geleceklerini yönlendirme çabaları anlatılıyor. Önceleri çocuksu bir oyun gibi başlayan ilişkileri, giderek ayrılmaz bir birlikteliğe dönüşüyor, ancak, yaşamları bekledikleri gibi gelişmiyor. Aralarındaki her şey koptuktan sonra ise, birbirlerine olan güvenleriyle, insanlığa karşı tarihsel bir sorumluluğu üstlenmek zorunda kalıyorlar. Paylaştıkları öyle bir sır ki, engeller ortadan kalkıncaya kadar yaşamları boyunca korumaları ve sonrasında gelecek kuşaklara aktarmaları gerekiyor. Emre Üniversite’ye gittiği sıralarda Leyla’da aynı Üniversite’nin Arkeoloji bölümünü kazanır. Yaz için bir ören kazısına katılması gerekiyordur. Danimarkalı bir ekibin Karadeniz Ereğli’deki çalışmalarına katılır. Burada arazi çalışmalarında bulunur, Cumartesi- Pazar hariç her gün ekiple çalıştı. Katkıda bulunduğu için gelecek seneki Amasra araştırmalarına da katılması istendi. Emre ile ilişkileri iyi gidiyordu, İzmir’e döndüğü zaman yazın beraber oldular. Emre, Leyla’yı baştan çocuk görüyordu, fakat sonradan onu sevmeye başladı. Amasra araştırmalar olurken bir türlü kazı yerine karar verilemez, Leyla’nın içine doğar bir yer gösterir, burası eğimli yerlerin sonundaki düz bir alandır. İşte burada antik bir alan tespit edilir. Kazı ekip tarafından başlatılır. Bir yıl sonra okul dönem sonunda yine ekip ile buluşma fakat Danimarkalı başkan gelemediği için yardımcısı geliyor. Kazı başkanı Türk Yıldız Hanım oluyor. Bu arada kazılar arasında Leyla Tarihi kitaplar okur. O günlerde neler geçtiğini kazı devam ettikçe ve kitap okudukça hayal eder. Kraliçe Amastris’tin Marmara Adası’ndan gemilerle mermer getirtmesi, yontu ustası Avesta’nın çalışmaları, Sardes’ten dökümcü ustaları para basmak için getirtmesi. Kazı sırasında kraliçe Amastris’tin mezarına ulaşmaları. Amasra kazı çalışmaları bitiminde ortalıkta görünmeyen tek kişi Leyla olmuştu. Bütün kalabalıktan uzak duruyor, gözyaşını başkalarına göstermeme için Kraliçe Amastris’tin taş döşettiği sokaklarda yalnız başına geziyordu. Yaşı daha çok küçük olmasına rağmen iki yıllık deneyimli bir Arkeolog’tu. Lütfiye ve Komşusu; İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İzmir’e barış hâkimdir. İngilizlerden kaçan bir İtalyan kruvazörünün 8 Ağustos 1943’te İzmir Körfezi’ne sığınmasıyla başlayan romanda, biri Türk, diğeri Levanten iki komşu ailenin birbiriyle kesişen öyküleri anlatılıyor. Bir yanda, 20. yüzyılın başında Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte Midilli Adası’ndan Anadolu’ya göçen ailelerin yeni yurtlarında Yunan egemenliğine girmelerinin yarattığı şaşkınlık, diğer yanda gizemli Doğu’nun ticari olanaklarının çekiciliğine kapılarak İzmir’e yerleşmiş bir Levanten ailenin anılarından bahsedilmektedir. Duvardaki Örümcek; Hovardaca tüketilen yaşamları, değeri bilinmeyen sevgileri, tutuklanmaların, işkencelerin acısını izliyor. Dönüşümleri izliyor: Solcu üniversite öğrencisinin ünlü bir avukata, avukatın bir yat ustasına, sanat tutkunu bir genç kızın duyarsız bir iş bağımlısına, birbirine âşık karı - kocanın iki yabancıya, özgürlüklerin tutsaklığa, devrimin karşıdevrime dönüşmesini... Adam, çağının yanılgılarıyla, kişisel yitikleriyle iç içe, kaçınılmaz sonu beklerken, beklenmedik bir konuk onu yaşama yeniden bağlayacak, ömrünün son demlerine sıcacık bir ışık getirecektir. Turhan Demirbaş ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 17 KİTAP TANITIMI: KÜÇÜK FİLOZOFLAR UNESCO Milli Komisyonunun Felsefe İhtisas Komitesi, MEB Talim Terbiye Kurulu ve Türkiye Felsefe Kurumunun ortaklaşa düzenlediği "İlk ve Orta Öğretimde Felsefe Eğitimi Çalıştayı" 29 Eylül 2011 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmişti. Üç gün süren bu çalıştay’da, çocuklarımız, gençlerimiz ve onların gelecekleri ile ilgili üç ana başlık altında 38 bildiri sunulmuştu. 1. Bölüm: İlköğretimde Felsefe Eğitimi 2. Çocuklar için Felsefe - Telif ve Çeviri Kitaplar 3. Ortaöğretimde Felsefe - Program, Ders Kitapları ve Öğretmen Eğitimi. Açılış konuşmacılarından, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu önceki Başkanı ve eski Milli Eğitim Bakanı olan Prof. Dr. Nabi Avcı'nın: ...."Oğuz Atay, 'Tutunamayanların' bir yerinde kahramanına, lüzumu kadar sorumuz olmadığını ama lüzumundan çok cevabımız olduğunu söyletir. Çok haklı. Çok cevabımız, ama pek az sorumuz var. İnsanlığın soru açığını felsefe yapanlar ve çocuklar kapatmaya çalışıyor. Felsefe yapanlar ile çocuklar arasında başka bir ilişki daha var: Çocuklar, inatla, ısrarla sorularının haklarını ararlar. Eğer yol üstünde buldukları cevaplarla tatmin olmadan , cevap istiflemenin baştan çıkarıcılığına kapılmadan büyüyebilir, yaş alabilirlerse, ileri yaşlarda yapmayı sürdürdükleri şeye felsefe deriz."..görüşleri ile konuşmasını sürdürür. UNESCO Türkiye Milli Komisyonu önceki Başkanı’nın bu görüşleri, üç yıl sürecek Milli Eğitim Bakanlığı döneminde de hak ettiği yeri maalesef bulamamıştır. Felsefe Eğitimi Çalıştayında da sıkça dile getirilen "Düşünme Eğitimi" dersi 2007 yılında ilk olarak, Ankara, Bolu, Diyarbakır, Hatay, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Van ve Samsun olmak üzere 9 ilde 120 ilköğretim okulunda, 6, 7. ve 8. sınıflarda seçmeli ders olarak okutulmaya başlatılarak, bir sonraki yıl tüm okullarda yer alacak kararına rağmen, uygulama bu gün itibarı ile yaygınlaştırılamamıştır. Ancak, çalıştayda bilim uzmanları, eğitimciler, telif eser sahibi ve tercüme yayın kurumları tarafından, “insanlığın geleceği konusunda kuşkuların arttığı günümüz koşullarında, çocuğun soyut düşünme yeteneğinin geliştirilmesi, yaşamı eksiksiz kavrayabilmesi için felsefe eğitimi bir zorunluluk haline geldiği” sıkça dile getirilmiştir. Derneğimiz, “İlk ve Orta Öğretimde Felsefe Eğitimi Çalıştayı" ndaki bu çağırılara duyarsız kalmayıp; mahallemiz nüfusunun yaklaşık % 22 ini oluşturan 00 – 13 yaş grubundaki 3400 civarında çocuklarımız için kütüphanemizde ayrı bir mekân düzenleyerek, sadece çocuklar için felsefe kitaplarından oluşan içeriği zenginleştirme kararı almıştır. Bu düşünceler doğrultusunda derneğimiz; çalıştay katılımcılarınca çocuklar, gençler, erişkin ve ebeveynlerin okuması için önerdiği Gün Işığı Yayınlarından, “Çıtır Çıtır Felsefe” (25 adetlik bir set) ve Metis Yayınlarından, “Küçük Filozoflar” (20 kitaptan oluşan set) leri temin ederek okuyucuları ile buluşmak üzere kütüphanemizdeki raflarına yerleştirmiş bulunuyor. Mehmet Hikmet Odabaşı Dernek Üyesi ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 18 ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 19 ANKARA’NIN TARİHİ ÇEŞMELERİ İlk çağlardan beri sürekli önemli bir yerleşim merkezi olan Eski Ankara şehrinin değişik dönemlerdeki "nüfusunu" çeşitli belgeler ve özellikle günümüze kadar ulaşan kalıntılara göre tahmin edebilmek mümkündür. Şehrin nüfusuna göre, su ihtiyacı da her devrin imkânlarına göre karşılanmıştır. Ankara’da bilinen en eski su tesisleri Roma dönemine aittir. Ankara kalesi, kalenin etekleri ile Hacı Bayram civarı ve Ulus’ta Roma devrine ait kalıntılar mevcuttur. Dünyadaki en büyük Roma hamamlarından biri olarak kabul edilen Çankırı Kapıdaki hamam dâhil olmak üzere Ankara'ya o devirde Elmadağ’dan su getirilmiştir. Taş künklerle getirilen sular kaleye kadar çıkarılmıştır. Aslında, sonraki devirlerde de Ankara tarihi boyunca su hep Elmadağ'dan getirilmiştir. Evliya Çelebi Ankara'nın su konusunda: "İçkalede sarnıçların varlığını, aşağı hisarın suyunun bol olduğunu, 170 adet çeşmesi olduğunu, 3000 adet su kuyusu olduğunu, 200 sebili bulunduğunu ve bu sebillerden Hacı Şa'ravi ve Hacı Mansur ismiyle bilinenlerin pek meşhur olduğunu" yazar. Osmanlı devri çeşmeleri ve suyolları hakkında tarihi kaynaklardaki çeşitli bilgiler ve günümüze kadar gelebilen birçoğu yakın döneme ait çeşmelerden fikir edinmek mümkündür. Mevcut çeşmelerden sadece 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başlarında olanlarında "kitabe" vardır. 1897 Senesinde Ankara'da 84 çeşme olduğu bilinmektedir. 1429 tarihli vakfiyesine göre; bu günkü Bentderesi'nde, Abdülkadir İsfahani Mescidi ile beraber bir çeşme ve su bendi de yapılmıştır. 1440 tarihli vakfiyesine göre; Karacabey Külliyesi için Elmadağ'dan su getirilmiş ve şehirdeki pek çok başka çeşmeye de dağıtılmıştır. 17. yy. da Şeyhülislam Ankaravi Mehmet Emin Efendi (1618–1686) Elmadağ'dan su getirilerek 25 çeşmeye dağıtılmasını sağlamıştır. 18.04.1898 tarihli bir vakfiyeye göre; Ser Attarzade Mehmed Ali oğlu Ali Efendi Elmadağ'dan Ankara'ya su getirtmiştir. Prof. Dr. Semai Eyice Ankara Belediyesinin 1990 lı yıllarda çıkardığı “ Ankara Dergisi” nde yazdığı bir yazıda 1859 yılında Ankara’ya gelen Alman seyyahın o zaman yazdığı notlardan derlenen 550 sayfalık kitaptan yaptığı alıntıda; Mordtmann’ın tespitine göre Ankara’da su azdır. Her iki kalenin çevresinde ne çeşme ne de sarnıç bulunur. Aşağı şehrin batı tarafı halkı, Paşa Konağı’nın yakınındaki tek bir çeşmeden faydalanırlar. Doğu tarafı halkı da bir veya iki çeşmeden su alır. Hepsi budur ve şehrin 12 bin evinin ihtiyacı bununla karşılar. Şehrin önceki sakinleri ve başta gelenleri, suyolları yapmaya veya sarnıçlar açtırmaya özen göstermedikleri için, bugün artık bu eksikliği gidermek çok zorlaşmıştır. Evlerinde bol su olmayışı Ankaralılara büyük sıkıntı vermektedir. Bu yüzden her evin bir merkebi vardır. Güneş batışından bir saat kadar önce bir uşak veya evin çocuğu, bu merkeple su almaya çeşmeye gönderilir. Hayvanlar her bir tarafında iki veya üç su testisi konulur birer tekne taşırlar. Çamaşırlar ise Ankara Deresinde yıkandığından, bunun kıyısında bütün gün kadın kalabalığı görülür. Hamamların da suyu dereden alınır. Ankara Çeşmeleri; Ankara’da genellikle Altındağ ilçe sınırları içerisine, eski camilerin duvarında veya yakınında aynı adı taşıyan birçok çeşme bulunur. Alâeddin, Yeşil Ahi, Şükriye, Eskicioğlu, Gecik Kadı vb. gibi mescit ve camilerin yanındadırlar. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 20 Ulus Mecidiye Çeşmesi: Esasen Hacı Bayram Camii’ndeki İsmail Fazıl Paşa Türbesi’nin yanındaymış. Bilinemeyen bir sebep ile oradan taşınmış ve Valilik binasının karşısında bir binaya bitişik olarak yeniden yerleştirilmiştir. Kitabesi yoktur veya taşınma esnasında yok olmuştur. 19. yy sonlarında, 20. yy başlarında inşa edildiği sanılmaktadır. Ankara Taşı ile yapılmıştır. Diğer Ankara çeşmelerine nazaran daha büyüktür. Ortasında üçgen bir alınlık vardır. İki yanında yüksek başlıkları olan yivli birer sütun vardır. Üstünde ay/yıldız olan ayna taşı ile üstü kabartma yaprak motifleri ile süslüdür. Yalağı yuvarlak ve küçüktür. Yakın zamana kadar akmakta olan suyu belediye tarafından kesilmiştir. İKİNCİ EL KIYAFETLERİ VE EV EŞYALARINI İHTİYAÇ SAHİPLERİNE ULAŞTIRIYORUZ. BU TÜR MALZEMELERİ DERNEĞİMİZE GETİREBİLİRSİNİZ. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 21 AKP'NİN ULUSAL BAYRAMLARLA DERDİ NE? AKP son yıllarda, ulusal bayramları kutlama şeklimize, iyice kafayı takmış durumda! Bunların başında da 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk Bayramı geliyor! Önce 23 Nisanın stadyumlarda kutlanmasını durdurdular, sonra da okullarda kutlamaya çevirdiler! Son iki senedir de TBMM'de yapılan kokteyle, yani resepsiyona el atmış durumdalar. Bu yıl da yine, terör yüzünden kaybettiğimiz pek çok asker ve polis şehidimizi bahane ederek, yapılacak resepsiyonu iptal ettiler. Sanki bu kokteyller de davetliler, davul zurna eşliğinde halay çekip, göbek atıyormuş gibi! Alt tarafı üst düzey devlet görevlileri ve askerler bir araya gelip, soğuk içecekler tüketip, sohbet ediyorlardı... Ama onların derdi başka, söz konusu kokteylde içki içildiğinden, çeşitli bahaneler yaratıp bu resepsiyona engel olmak tabii... Tamam, kardeşim, sende o zaman kutlamayı ayran ikram ederek yap! Ama yap! Çünkü bu bayram, ülkemin kazandığı egemenliği ve özgür iradeyle Milletvekillerini seçmesini temsil eden bir bayramdır. Sizlerin de milletin vekili olmanızı sağlayan bir bayram. Burada amaç, bir araya gelinerek, TBMM'nin ilk açılışını kutlamak? Yoksa size göre, öyle değil mi? AKP iktidarının bir başka tuhaf gayreti de, ne yapıp edip "kutlu doğum Haftası”nı, 23 Nisanla aynı günlere getirmek oldu! Bundan amaçları da sanırım, 23 Nisana kutsal bir hava katıp, TBMM'nin kuruluş kutlamalarının etkisini azaltmak olmalı, diye düşünüyorum! Bizimkiler kutsal doğum haftasını ilk defa, 1989 yılının 12 Eylül-17 Ekim tarihleri arasında kutladılar! Daha sonra haftayı 1990 yılında 1 ile 7 Ekim günleri arasına taşıdılar! 1991'de 20-26 Eylül günleri arasında; 1992'de 9-15 Eylül günleri arasında; 1993'te 30 Ağustos-5 Eylül günleri arasında ve 1994'ten 2007 kadar da 20-26 Nisan günleri arasında kutlandılar! Yani her seferinde farklı bir tarihte kutladılar. 2008 yılında ise, yaptıkları çok ince hesaplar sonrasında Peygamber Efendimizin doğum gününü, 14 Nisan-20 Nisan tarihleri arasında kutlamaya karar verdiler! Ne büyük tesadüf değil mi? Oysa İslam âleminde bütün kutsal günler ve aylar, Hicri yani Arabî takvime göredir. Bu nedenle söz konusu günler ve aylar, her yıl Miladi takvime göre 11 gün fark eder. O yüzden Ramazan ayı ve bayramlar, her yıl farklı tarihte yapılır. Ama bizimkilerin kutladığı kutsal doğum haftası, ne hikmetse döndü dolaştı, sonunda 14-20 Nisan arasına demir attı! Kandiller, bayramlar ve ramazan ayı her yıl 11 gün gerilerken, kutlu doğum haftası değişmez hale getirildi! Bu yıl kutlanan, kutsal doğum haftasının tuhaflığı ise, tam da 52 İslam devletinin İstanbul'da yaptığı, İslam İşbirliği toplantısına rastlamış olması... Bildiğiniz gibi 14 Nisan da hem kutsal doğum haftası, hem de İslam zirvesi başladı! Bekledim ki zirvenin yapıldığı günün akşamı 52 ülkenin lideri, bu özel haftanın başlamasını hep beraber kutlasın... Ama 51 liderden hiç biri, ağzını açıp da bu konu hakkında açıklama yapmadı! Ne de o gece bir kutlama yapıldı! Çünkü İslam dünyasında kutlu doğum haftası diye bir kutlama, hiç bir zaman yapılmadı ve de yapılmıyor! Bu tamamen, bizimkilerin uydurduğu bir kutlama! Onun içinde, İslam Ülkeleri Toplantısında hiç seslerini çıkarmadılar. Ama konuklar gidip ortalık sakinleşince, hemen kutlu doğum kutlamalarına katıldılar! Peki diğer İslam ülkeleri, neden kutlama yapmıyor? Çünkü Hz. Peygamberin doğduğu günün tam olarak bilinmemesi yüzünden ve de Hz. İsa'nın doğum günü olan Noel de ki gibi, Hıristiyan yortularına benzememesi için, bir kutlama yapmak istemiyorlar! Ayrıca söz konusu kutlamayı, Protestan İslâm-ı gibi görüyorlar... Zaten ne Peygamber Efendimizin zamanın da, ne de ondan sonra gelen halifeler döneminde, doğum günü kutlaması diye bir kutlama yapılmazdı. Sadece Kadir Gecesi kutlanırdı... ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 22 Türklerin İslam'ı uygulamada ki bir başka tuhaflığı da, Sultan II. Selim zamanında yaşandı! Bursalı Mehmet Çelebi'nin, Peygamber Efendimiz için yazdığı methiye dolu uzun manzum şiiri, halk tarafından çok sevilince, bunu fark eden II. Selim, hicri takvime bağlı kalarak mevlit kandili kutlaması yapılmasını benimsedi. Böylece her yıl kutlanan, mevlit kandili diye bir gelenek doğdu... Ayrıca bu şiir Arapça değil, halkın konuştuğu dil olan Türkçe ile yazılmıştı... Dolayısıyla bu manzum şiir, bazı musiki makamlarıyla okununca, halk bu şiiri daha da çok sevdi... Giderek daha fazla tutulunca, okunan Kur'an surelerinin yanında, mutlaka mevlitten bir kaç bölümde okunmaya başladı... Ve giderek yaygınlaşarak günümüze kadar da geldi... Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutlamamak, AKP iktidarı için oldukça önemli olmalı ki, bu yıl ikinci bir kutlama daha bulup hayata geçirdiler! Bu sefer ki kutlama ne mi? Kut-ül Amare Zaferinin 100'üncü yılı kutlanacakmış! İyi de o zafer bildiğim kadarıyla bir yıldan az sürmüş, İngilizler kısa zamanda Kut-ül Amare'yi geri almış, bir daha da bizim olmamış! Bu ne iş şimdi? Başbakan yardımcısı Tuğrul Türkeş imzasıyla tüm valiliklere yazılı emir gönderilmiş ve 23 Nisanı da içine alacak şekilde, bir haftalık bir programla ve görkemli bir şekilde kutlanması emrediliyor... Peki, 23 Nisanın suçu ne arkadaş? Neden o da görkemli bir şekilde kutlanmıyor? 23 Nisana bir gıcığınız mı var? Anlamıyorum... Bana kalırsa AKP iktidarı, 23 Nisan egemenlik ve çocuk bayramının, eskisi gibi kutlanmasını istemiyor. Bunun için de elinden geleni yapıyor... Bunun sebebini öğrenebilsem, çok sevineceğim. Ama AKP cephesinden tık yok tabii... Son dakika bir haber daha duydum. Şehitleri uğurladığımız müzik bilindiği gibi Chopin'in cenaze marşı. Bütün dünya bu müziği kullanıyor. Bunlar şimdi işi gücü bırakmış, Itri'nin bir parçasıyla uğurlanması için çalışmalar yapıyorlarmış! Sizin başka yapacak işiniz yok mu Allah aşkına? Siz her şeyden önce, şehitlerin gelmesini önleyin... Cengiz KARAKÖSE Jeoloji Yüksek Mühendisi 23 Nisan 2016 Datça ekspres Gazetesi Çankaya Belediyesi-Çiğdemim Derneği Oğuz Tansel Semt Kütüphanemiz sizlere hizmet vermeye devam ediyor. Yeni ve modern mekanımıza taşındıktan sonra okuma oranımızda ciddi oranda artış olduğunu memnuniyetle izliyoruz. Kütüphanemizde bulunan Araştırma-İnceleme kitaplarını sizlerin daha kolay erişebileceği bir şekilde düzenleme çalışmamız sürüyor. Bu çalışma bittiğinde başka hiçbir kütüphanede bulunmayan bir şekil alacak ve çok daha kolay, ilgi alanınıza göre kitaplara erişebileceksiniz. Ayrıca kütüphanemize çeşitli dergi abonelikleri de yapıldı. Bunları da kütüphane okuyabilirsiniz. 1) Öğretmen Dünyası (aylık) (Aysit Tansel tarafından abone yapıldı) 2) Çağdaş Türk Dili (aylık) (Aysit Tansel tarafından abone yapıldı) 3) Folklor/Edebiyat dergisi (3 aylık) (Oğuz Tansel dostu Metin Turan tarafından abone yapıldı) 4) Turnalar, Uluslararası Türk Edebiyatı Çeviri Dergisi ( 3 Aylık) (Oğuz Tansel dostu Metin Turan tarafından abone yapıldı) 5) Bilim ve Teknoloji (Haftalık) ( Komşumuz Sema Kendir tarafından abone yapıldı) Kütüphanemizin açık tutulabilmesi için 1-2 saatliğine de olsa gönüllü olarak destek olmak isteyen komşularımızı bekliyoruz. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 23 ORTAK PAYDA İNSAN OLSUN Ankara Fen Lisesinde gönüllü öğretmen ve öğrencilerle Olsun/Commonground Humanity” adında bir çalışma yürütüyoruz. “Ortak Payda İnsan Ülkemiz ve dünya genelinde insanlar farklı nedenlerden dolayı ayrışıyor. Bu ayrışma; tahammülsüzlük, nefret, varlığından rahatsızlık ve –nihayetinde- ortadan kaldırma gibi olumsuz neticeler doğurmaktadır. Bu durum duyarlı insanları rahatsız ettiği gibi bizleri de rahatsız etmiştir. İnsanlar farklı (din, mezhep, kültür, ırk…) yapı ve düşüncede olabilir. Olması da normaldir. Fakat normal olmayan durum bu farklılıkların çatışmaya dönüşmesidir. Bu durum sadece günümüzün problemi olmamış, dünyanın farklı yerlerinde ve tarihin her döneminde olmuştur. Problemlerin olduğu bu dönemlerde, kültürleri ve coğrafi bölgeleri farklı fakat insana ve düşünceye saygı duyan, olumsuzluklara eserleriyle ve yaşantısıyla çözüm üreten fikir adamları/sanatçılar olmuştur. Çalışmamızda; tarihin farklı dönemlerinde kültürleri, ırkları, dinleri farklı olan bu sanatçı/düşünürlerin eserlerini/biyografilerini araştırmak/ okumak, okuduklarımızı içselleştirmek ve günümüz problemlerine (dünya genelinde kabul görmüş) bu insanların düşünceleri ışığında çözüm üretmeyi hedefliyoruz. Bu bağlamda; 1- www.ortakpaydainsanlik.org adlı bir web sitesi kurduk.( Ayrıca Facebook sayfası oluşturduk.) Çalışmamızın temelinde olumsuzlukları değil iyi örnekleri ön plan çıkardık. Web sitemizin içeriğini de bu yönde oluşturduk. Oluşturmaya devam ediyoruz. 2- Avrupa’nın farklı ülkelerindeki okullarla iletişime geçtik, olumlu dönütler aldık ve çalışmamızı ERASMUS Projesine dönüştürdük. İtalya (iki okul), Fransa, Romanya ve Yunanistan’daki okullarla ortak çalışma yapmak için Ulusal Ajans’a başvurumuzu yaptık. (Beş ülke, altı okul) Projemiz hakkında bilgi sahibi olmak için lütfen (vaktinizi almayacak, kısa bir yazı) proje özetini okuyunuz. http://ortakpaydainsanlik.org/yazi/132/ortak_payda_insanlikcommonground_humanity Çiğdemim Derneğinin çalışmalarını takip ediyorum. Takdir ediyorum. Öğrencilerime ve çevreme yapılan güzelliklerden bahsediyorum. Mahallemizin, kültürlü ve çalışmamızın temel unsurlarına duyarlı bireylerden oluştuğu bir gerçektir. (Yapılan olumlu çalışmalardan da anlaşılmaktadır.) Sizlerden isteğim: Öğrencilerimizin bilgilenmesi, düşünceleri içselleştirmeleri için seminer, söyleşi, aktivite konusunda; Ayrıca web sitemizin faydalı olması, geniş kitlelere ulaşması için içerik oluşturma ve teknik yönde desteğinize ihtiyacımız vardır. -Uygulanabilirlik ölçüsünde- yapıcı, yönlendirici görüş ve eleştiriye açık olduğumuzu bilmenizi isterim. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 24 Ortak Payda İnsan Olsun Silah değil kalem olsun Mermi değil sevgi olsun Savaş değil barış olsun Ortak payda insan olsun Şiddet değil vicdan olsun Hiddet değil şefkat olsun Nefret değil affet olsun Ortak payda insan olsun Terör değil kanun olsun Yıkım değil imar olsun Ayrım değil adil olsun Ortak payda insan olsun Ateş değil toprak olsun Kabil değil Habil olsun Ölüm değil yaşam olsun Ortak payda insan olsun (Selafi Özkan) Selafi Özkan Ankara Fen Lisesi İletişim: [email protected] Cep: 0505 255 90 63 EMRE KONGAR’DAN BİR ANI; Emre Kongar, 1968 yılında Ankara’da görevli olduğu sıralarda, İstanbul’a annesini ziyarete gider. Beyazıt civarındayken Sahaflar çarşındaki arkadaşının dükkânına çay içmek için ziyaretine gider. Arkadaşı Emre Kongar’a sabah geldiğinde kapının önünde bir karton kutu bırakıldığını söyler. Bu kutunun içinde eski yazı ve Latince belgeler vardır. Belgeleri gösterir, bu arada belgeleri iki kişi daha karıştırmakta ve incelemektedir. Bunlardan biri “Gülün Adı” kitabını bu Latince tomarlardan yazan, “ Umberto Eco”, diğeri ise o zaman tanınmamış olan “Orhan Pamuk’tur”. O da sonradan bu belgelerin arasından aldıklarıyla “ Beyaz Kale” romanını yazmıştır. Bir tomar belgede dükkân sahibi tarafından Emre Kongar’a verilir. Bu yazıları yıllar sonra bir tanıdığı yardımı ile Emre Kongar düzenler. Osmanlıcadan çeviri yapılır ki bunlar o zaman yazılmış mektuplardır. Abussion de Calevela adında bir İspanyol Musevi’sinin yazdığı bu mektuplardan. Emre Kongar “Hoca Efendi’nin Sandukası” adıyla bir kitap yazar. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 25 FELSEFE TOPLULUĞU – DÜŞÜNME OYUNU “Çocukların masumca soruları felsefenin, bilimin ve sanatın kaynağıdır.” Doğan Cüceloğlu Çiğdemim Derneği Felsefe Topluluğumuz “Düşünme Oyunu” başlığı altında yedi haftalık bir dizi etkinliği tamamlamış bulunuyor. Bu yıl çalışmalarımızı 9-10 yaş aralığında bulunan geleceğin düşünen gençleri ile gerçekleştirdik. Düşünmek bir bilgiye ulaşmanın ilk adımıdır. Ama düşünme yetisi kendiliğinden gelişmez. O, işlenmesi gereken bir cevherdir. Araştırmacı, sorgulayıcı bir zihne sahip olmak bir bilgiye sahip olmaktan çok daha değerli ve önemlidir. Bu bilinçle biz de etkinliğimizi çocukların doğasında zaten var olan soru sorma, anlama, anlamlandırma, kavramları ilişkilendirme, karşılaştırma ve sonuç çıkarma gibi düşünme eylemlerini çeşitli oyunlarla yönlendirmek ve tartışmalarını sağlamak amacıyla hazırladık. 1970 li yıllarda başlayan, bugün tüm dünyada kabul gören “çocuklarla felsefe” çalışmalarını toplumsal kültürümüze uyarlayarak, yaş gruplarını da göz önüne almak koşuluyla kurguladığımız oyunlarla etkinliğimizi gerçekleştirdik. Sonuçtan biz kendi adımıza mutlu olduk. Siz sayın velilerimizin de mutlu olduklarını, yararlı bulduklarını bilmek inancımızı pekiştirecektir. Özellikle sevgili yavrularımızın hoşlandıklarını ve yararlandıklarını umuyor ilginiz ve desteğiniz için teşekkür ediyoruz. Oyunları yöneten, yönlendiren eğitimci komşumuz, Gökçen Özbek; kurgulayan ve uygulayan gönüllü eğitmenlerimiz; ODTÜ Okul Öncesi Öğretmenliği Bölümü öğrencileri Deniz Koyuncu ve Zeliha Demirci’ye sonsuz teşekkürler. Oyunlara kaynak kitaplar; B. Labbe ve M. Puech’in Çıtır Çıtır Felsefe dizisidir, Topluluğumuzun Üyeleri; Fatih F. AKSOY, Gökçen ÖZBEK, Mehmet H. ODABAŞI, Mübehher ÖZBEK, Nefise ÖKE, Sinan Kayalıgil. Önümüzdeki yıl yeni felsefe etkinliğinde buluşmak umuduyla küçük kardeşlerimizi bekliyoruz. Felsefe Topluluğumuza katılmak isteyen komşularımızda bizimle iletişime geçerse çok seviniriz. Nefise Öke ZELİHA DEMİRCİ DENİZ KOYUNCU en Zeliha Demirci, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünde 3. Sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda Sosyoloji Bölümü’nde yandal yapmaktayım. Ben Deniz Koyuncu, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe bölümü mezunu ve Okul Öncesi B ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 26 Öğretmenliği yüksek lisans öğrencisiyim. Biz, toplumun ve toplum değerlerinin çocuk için en önemli bileşenler olduğuna inanıyoruz. Toplum derken tabii ki ebeveynleri, öğretmenleri, komşuları ve çocuğun bütün iletişim içerisinde olduğu ya da bir şekilde çocukla uzaktan bağlantısı olan kişileri kastediyoruz. Her ne kadar çocuk gelişimini, öğretmen ve ailenin şekillendirdiği düşünülse de, aslında çocuk, çevresinde olup biten her şeyi; kültürel, dini, etik ve felsefi değerlerin tümünü özümser. Asıl mesele çocuklara bu değerleri nasıl özümsemesi gerektiğini öğretebilmektir. Biz, bu farkındalığın çocuklara kazandırılması şansını Çiğdemim Derneği ve derneğimizin çok değerli hocaları Nefise Öke, Mehmet Hikmet Odabaşı, Fatih Fethi Aksoy, Mübehher Özbek, Sinan Kayalıgil ve Gökçen Özbek hocamız sayesinde yakaladık. İyi ki de yakalamışız! Bize burada ne yaptığımızı soran birçok kişi oldu. Onlara çocuklarla felsefe yapıyoruz dedik. ‘Çocuklarla felsefe yapmak’ nasıl oluyor dediklerinde ise onlara, çocuklara felsefecileri, felsefe tarihini öğretmek değil, birlikte tartışmak ve hayatı sorgulamaktır aslında diyoruz. İşte bu, aslında bizim etkinliğimizin köklerini oluşturan temel bakış açısı. Her hafta 45 dakikalık zaman diliminde çocukların hayatını göz önünde bulundurarak nasıl daha nitelikli hale getirebiliriz diye düşünüyoruz ve bu düşünme oyununun içeriğini eğlenceli oyunlarla donatıyoruz. Bu da üstünde durmamız gereken çok güzel bir nokta aslında. Çünkü çocuklardan bazı şeyleri sadece düşünmesini istemek; hareket etmeden, gülmeden onu özgür bırakmadan sadece düşünmesini istemek ne kadar sağlıklı bir yöntem olabilir? Çocukları özgür bırakmalıyız, oyun ortamları yaratmalıyız ve bu oyunlarla aslında onların düşünmelerini, hayatı sorgulamalarını ve düşünceleri dile getirebilmelerini desteklemeliyiz. Biz etkinliğimiz boyunca aslında cevaplarını kendimizin de kestiremediği sorular sorduk çocuklara. Bu önemliydi bizim için çünkü felsefenin temelinde ezberci, kesin ve tek cevabı olan sorulardan ziyade açık uçlu, her kişiye göre değişebilen, çocukların yaratıcı düşünme ve problem çözmelerini destekleyici sorular sormak vardır. Bu noktada sizlerle çocuklarla aramızda geçen bazı felsefi diyalogları paylaşmak istiyoruz. İlk hafta ‘iyi ve kötü’ hakkında çocuklarla sohbet ederken, çocuklara ütü çalmak nasıl bir davranıştır dedik. Bir çocuk dedi ki: ben ütüyü çalarım ama sonra ütüyü daha kullanışlı ve güzel hale getirip yerine koyarım dolayısıyla iyi bir şey yapmış olurum. Onun üzerine bir arkadaşı dedi ki: sen hem iyi hem kötü bir şey yapmış oluyorsun. Çünkü böylece müşteri daha iyi bir ürünü daha ucuz fiyata alacak ona iyilik yapmış olacaksın ama satıcı da daha iyi bir ürünü daha ucuz fiyata sattığı için ona kötülük yapmış olacaksın. Bu aslında çocukların düşünmeye ne kadar da hazır olduğunu göstermiyor mu size de? Onlara yalnızca güzel ortamlar sağlayabilmemiz önemli olan. Yine bunun dışında, ‘demokrasi ve diktatörlük’ üzerine konuşurken demokrasinin bir gereği olan oylama etkinliği sonrasında bazı çocuklar 2 oyun 1 oydan çok da fazla olmadığını ve 2 kişi dışında kimsenin temsilci olan kişiyi seçmediğini söylediler. Evet bu cümleleri henüz 9 yaşında olan çocuklar söyledi. Çoğunluk diktatörlüğü olarak adlandırdığımız olayı çocuklar ne kadar da açık bir dilde anlatmışlar bize öyle değil mi? Bir başka etkinlikte şu an büyük olsaydınız neler yapmak isterdiniz diye sorduğumuzda bir çocuk bütün arkadaşlarımı tatile götürmek isterdim dedi. Sizce de yeterince yaratıcı bir fikir değil mi? Felsefe yapmanın bir diğer güzel yanı da çocukların bu özgün düşünceleri ortaya koyabilmeleri için onları cesaretlendirmek ve daha sonra da elbette onlardaki değişimi gördükçe mutlu olmaktır diye düşünüyoruz. Bu 2 durum oldukça heyecan verici. ‘Çıtır Çıtır Felsefe’ kitaplarının yazarı Brigitte Labbe’nin çok sevdiğimiz bir sözüyle sözlerimizi noktalamak istiyoruz. ‘Aslında biliyoruz ki, tüm çocuklar filozoftur. Ama çok azı öyle kalır. Bizim sorumluluğumuz, bu hayran kalış halini kalıcı ve sürdürülebilir kılmaktır.’ ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 27 MAHALLEMİZDEKİ ÖZEL ÇİĞDEMİMİZ "ÇİĞDEMİM Y.A.D TSM KOROMUZ" Yaklaşık beş yıldır şefliğini yaptığım “Çiğdemim Yavuz Ahmet Demirden Türk Sanat Müziği Korosu’nun 20152016 sezonunu (şükürler olsun ki) bu sene de keyifle ve başarıyla gerçekleştirdiğimiz bir konserle noktalandı. Her sezon hazırlamış olduğum repertuarlarımızla, sazlarımızla (3 profesyonel ve 2 amatör), ve koromuzla birlikte şarkı söylemenin hazzına ve keyfine varırken, bir yandan da konser hazırlıklarımızla birlikte pazar günleri haftanın yorgunluğunu atarak yaptığımız çalışmalarımızı güzel bir konserle noktalam anın verdiği keyfi sizlerle paylaşmaktan şeref duyduk. 9 Mayıs 2016 akşamı Çankaya Üniversitesinde gerçekleştirdiğimiz konserimizde bize o muhteşem atmosferi yaşatan; başta koromuza desteğini esirgemeyen dernek yönetimi nezdinde dernek başkanımız Fatih Fethi Aksoy’a, konser salonunun tahsis edilmesinde katkısı olan muhtarımız Hasan Hüseyin Aslan’a, hafta içi ve derbi maç olmasına rağmen 750 kişilik salonun yarısından çok daha fazlasını doldurarak bizleri yalnız bırakmayan değerli komşularımıza, bir kez daha teşekkürlerimi yürekten sunuyorum. Bu yazıyı okuyan siz; sevgili komşularımızın şarkı söylemenin manevi artılarının yanı sıra pek çok olumlu etkilerinin olduğunu tahmin ettikleri ya da bildikleri düşüncesiyle, sizlerle paylaşacağım şu yazıyı da özenle okumanızı rica ediyorum. Koro olarak şarkı söylemenin insana manevi olarak iyi geldiği malum. İsveç Gothenburg Üniversitesi'nden Björn Vickhoff 15 koriste belli şarkı söyleme görevleri vererek şarkı söylerken ki nefes ritmi, kalp ritmi, tansiyon gibi hayati verilerini kaydetmiş. Elde ettiği bulgular koristlerin kalp ritmlerinin kısa sürede birbiriyle eşleştiğini ve şarkıların gidişatına göre eşzamanlı olarak yavaşlayıp hızlandığını gösteriyor. Kalp ritminin bu şekilde iniş çıkış göstermesi faydalı bir şey çünkü monoton kalp ritmi ile yaşamanın yüksek tansiyona sebep olabildiği biliniyor. Aynı çalışmada "respiratory sinus arrhythmia" (RSA) denen kalp ritmi ile solunumun senkronize olarak değişmesi de gözlemlenmiş. Meditasyon üzerine daha önce yapılmış olan çalışmalardan RSA’nın rahatlatıcı bir etkisi olduğu görülmüş. Belki de algıda seçicilikten olsa gerek işim gereği ilgimi çeken bir takım yazı ve makalelerden edindiğim izlenimleri de sizinle paylaşmak isterim. Modern toplumlarda bireylerin alışverişten kazanacaklarına inandıkları mutluluğun kasada noktalandığını fark ettikleri ve yavaş yavaş bu tutumdan uzaklaşarak gereksiz alışverişler sonucu evlerinde edindikleri fazlalıklardan kurtulup hayatlarına sanat, spor gibi aktivitelerle mutluluk katmaya çalıştıklarını da yukarıdaki yazıya ekliyor önümüzdeki sezon yapacağımız çalışmalarımızda “yetenekten ziyade istekli” olan komşularımızı koromuza bekliyoruz. Kendinize zaman ayırıp koro ailemize katılmanız bizlere de güç verecektir. Aziz ÇAĞATAY Koro Şefi ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 28 CENK İLE BİRLİKTE SİNOP GEZİSİNDEN İZLENİMLER: Oğlum ve ben hayatı gezerek yaşamayı çok seviyoruz..Bu sebeple 27 katılımcının olduğu Çiğdem Derneği organizasyonuyla yeni anıların yaşanması için Cuma gecesi dernek önünde buluştuk..Otobüsümüzün oldukça büyük olması sebebiyle rahatça uyuyarak sabah Erfeleğe geldik..Öztürk restoranda Sabahattin Bey ve tatlı eşinin bizler için hazırladığı muhteşem kahvaltıyla tıka basa doyduk..Masadan zor kalkarak yola koyulduk. Bizlere iki gün boyunca rehberlik yapacak olan Adem Bey le tanıştık.16 Km.lik yolu virajları sebebiyle 40 dakikada tamamlarken Adem Beyin nasıl düşülmez konulu seminerini dinledik. Dinledik dinlemesine ama içimizde o ana kadar olmayan korkuyuda başlattı aslında.Tatlıca Şelaleri olarak da anılan Erfelek Şelalerine geldik.. Doğa içerisine yıllardır adeta gizlenmiş ve 1997 yılında Erfelek Barajı’ nın yapımının başlanmasının ardında açılan yollar sonrasında Devlet Su İşleri tarafından keşfedilen Erfelek Şelalesi bizleri ilk anda büyüledi. Dünya’ da eşi benzeri bulunmayan bu şelalenin özelliği irili ufaklı toplam 28 adet şelaleden oluşmasıdır. Şelaleler, Karasu deresi üzerinde olup Türkiye’de “takım şelalesi” kavramına uyan şelalelerin en başında geliyormuş Yedibasamak, Yeşilmerdiven, Saçaklısu, Birincigöze, Değirmenaltı, Saklıseki, Belikliduvar, Deliktaş, Mavigöl bunların bir kısmı..Elbette tümünü görebilmek işin en zor kısmıydı.İki seçeneğimiz vardı ya riske girmeden tahta merdivenlerden çıkarak dört tanesini görebilecektik yada son derece kaygan ,çamurlu ve riskli parkurdan adrenalin dolu yürüyüşle daha çoğunu görebilecektik..Cenk ‘in birinci seçeneği seçmesi sebebiyle aslında çok istediğim diğer alternatifi deneyimleyemedik..Gurubumuzdan 6 cesur yürek Adem beyin önderliğinde gizemli tırmanışı başladı..Sonradan öğrendiğimize göre çok keyifli ve heyecanlıymış..Ardından öğle yemeği için tekrar Öztürk restarona gelerek muhteşem olan cevizli mantı ve birçok yöresel tadlarla mutlu mutlu oradan ayrıldık.Artık istikamet Sinop tu..İlk olarak Hamsilos Koyuna geldik. Yemyeşil ormanı, rengarenk çiçekleri ile denizin bir nehir gibi kara içine girdiği Hamsilos Koyunun şehir merkezine uzaklığı 11 km. dir. Hamsilos fiyordu son buzul çağında Karadeniz'in tamamen donduğu dönemde buzullar erirken oluşmuş. Genellikle kuzey ülkelerinde görülen bu coğrafi oluşumun Türkiye'deki tek örneği Hamsilos dur. Hamsilos Koyu bugün bir bir milli park. Ve Sinop şehir merkezine oldukça yakın olduğu için, Sinop halkının en önemli piknik alanı. Ayrıca Karadeniz'de çok az olan koylardan biri olarak fırtınalı havalarda balıkçıların sığınağ ı olduğunu öğrendik. Oradan Anadolu'nun en kuzey noktası olan İnceburun, a geldik.Muhteşem manzarada kahvenin dayanılmaz keyfinide yaşadıktan sonra otelimize yerleşmek üzere yola koyulduk. Adını ‘ Gölge etme başka ihsan istemem ‘ sözünün sahibi şarap tanrısı Dionysos dan alan otelimize varıyoruz..Deniz kıyısının muhteşem manzarası eşliğinde balığımızı atıştırırken dostlarla koyu sohbete dalıp yorgunluğumuzu unutuyoruz.. 2.Günümüzün sabahında ilk olarak Sinop Ceza Evi Müzesi ne gittik. Birzamanlar Osmanlıların Karadenizde ki en büyük tersanesi olan alanda 1987 yılında Ceza Evi yapılmış.Etrafı yüksek kale bedenleriyle çevrili olmasından dolayı mahkumların kaçışını imkansız kılmış. Yıllara meydan okuyan Sinop Cezaevi'nde Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Ahmet Bedevi Kuran, Ruhi Su, Burhan Felek, Zekeriya Sertel gibi isimler yatmış.. .Ceza Evi 1999 yılında kapatılarak müzeye çevrilmiş.. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 29 Dışarıda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Seni bu sesler oyalar Aldırma gönül aldırma Yoğun duygular yaşadığımız o anda Adem Bey ‘i dinlerken koğuşların etkisine kaptırıp kendimi göz yaşlarıma yenik düşüyorum. Parmaklılar Altında dizisinin setinide görüyoruz. Kefevi Mahallesinde bulunan tipik bir 18. yüzyıl sonu konağı olan ;temel ve zemin katı moloz taş, ana katları ahşap karkas-tuğla karışımı olan Etnoğrafya Müzesi ne geçiyoruz. Sinop'a 16 km. mesafede bulunan Demirci Köyü Kocagöz Höyük kazısından çıkan eski Tunç Çağına ait (M.Ö.3000-2700) buluntular arasında pişmiş topraktan yapılmış kulplukulpsuz, ayaklı-ayaksız vazo, tas, kupa, tabak, testi, kulplu kâseler, ağırşak, kolyeler, değişik formda diğer kaplar, kemik aletler, cilâlı taştan balta, bronz iğne ve mızrak uçları Karadeniz deniz buluntuları olan ve müzeye ayrı bir hususiyet kazandıran amphoralar ilgimizi çekiyor..Tekrar otobüsümüze binerek Şahin Tepesine varıyoruz.Otobüsümüzün çok büyük olması sebebiyle aşağıda inerek soluk soluğa tırmanışa geçiyoruz.Ama gördüğümüz manzaranın bu yorgunluğa değdiğini rahatlıkla söyleyebilirim.. Sinop’un o meşhur ince belini, biraz sıkılmış, kollarını iki yana açmış manzarasını rahatlıkla izleyebileceğiniz bir yer “Şahin Tepesi”.Yol boyu topladığım papatyaları da elden ele dolaştırarak anı fotoğraflarımızıda çekiyoruz..Manzara biryandan deniz kokusu derken acıkıyoruz. Yelken Kulupte martılar eşliğinde doyumsuz balığımızı yiyoruz.Sinop’tan balık yemeden dönmemelisiniz. Etnik dokumaları giysileri çok severim.Eğer sizde aynı fikirdeyseniz mutlak görülmesi gereken yerlerden biride Pervane Medresesi. Medrese, Alâeddin Cami avlu kuzey girişinin karşısında bulunmaktadır. 1262 yılında şehrin ikinci defa alınışı anısına Selçuklu Veziri Muinüddin Süleyman Pervane tarafından yaptırılmıştır. 1932 ile 1970 yılları arasında Müze olarak görev yapan ve günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün malı olan Medrese; 2002 yılında Kültür ve Turizm amaçlı kullanılmak üzere Sinop Valiliği’ne tahsis edilmiştir. Sinop Valiliği’nce Sinop’a özgü el sanatları ve mutfağı ile ilgili kişilere tahsis edilerek çarşı haline getirilmiş..Bayanlar olarak dar vakittede olsa kendimizi kaptırıyoruz..Nokul almamızı nasihat edenleri hatırlayarak yakında ki fırına koşuyoruz. Nokul mayalı hamurla yapılan bir çeşit poğaçamış.Ankara ‘ya götürmek üzere alıyoruz..Son olarakta Sinop Kalesine çıkarak denizin iyot içeren havasını bolca içimize doldurarak dönüş yolculuğuna geçiyoruz.Sinop kesinlikle görülmesi gereken bir yer. Yoksa çok şey kaybetmiş olursunuz, benden söylemesi… ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 30 Sanattan Yansımalar AHMET SAY 24 Mayıs tarihinde komşularımızla birlikte dinlediğimiz CSO Konserinde mahallemizden komşumuz Sefa Erşahin’in oğlu Emre Erşahin’i gururla dinledik. Konser ve Emre Erşahin ile ilgili olarak Ahmet Say’ın yazısından bir bölümü sizlerle paylaşıyoruz. 24 Mayıs 2016 Salı akşamı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nda izlediğim konser, Türkiye’de müzik sanatına güç katan özellikteydi: Çünkü bu konserde iki üstün yetenekli çalgı solistimiz, viyolonsel sanatçısı Cansın Kara ile kontrbas sanatçısı Emre Erşahin’in yanı sıra, derin bir müzik kültürünü temsil eden genç bestecimiz Mehmet Can Özer’in “Üç Hece” adlı orkestra eseri vardı. Bana düşen de bu konseri baştan sona hayranlıkla dinlemek, kafamda notlar almaktı. Daima övünçle andığım Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını o akşam Orhun Orhon yönetiyordu. Bu çok değerli genç şefimiz, üç ayrı çağ stilinin yer aldığı programı, yetkin kavrayışından kaynaklanan tam bir özgüvenle yönetti. Orkestramızın konsertmaysterlerinden Bilgehan Erten ise bunca yıllık yetkinliğiyle hak ettiği bir numaralı iskemlede oturuyordu. Önce programı belirteyim: Haydn’ın No.2 re majör Viyolonsel Konçertosu (solist Cansın Kara). Bestecimiz Mehmet Can Özer’in bir “dünya prömiyeri” olarak seslendirilen ve tabii ki çağdaş stil ve tekniklerden yararlanarak bestelenmiş çok başarılı bulduğum eseri. Kusevitzki’nin fa diyez minör Kontrbas Konçertosu (solist Emre Erşahin). O akşamın özelliklerinden biri de, Cumhurbaşkanlığı Senfoni’ye 36 yıldan bu yana güç katan viyolonsel sanatçısı ve eğitimcimiz Şinasi Çilden’in emekliye ayrılması dolayısıyla dinleyici önünde değerbilirlikle yapılan alçakgönüllü, hepimizi duygulandıran küçük “veda töreni”ydi. * Gayri menkul, yani “taşınmaz” gibi gözüken bir çalgıyı orkestranın önüne dikip çalmaya başlayan bir sanatçı düşünün… 1995 doğumlu üstün yetenekli kontrbas sanatçımız Emre Erşahin, Rus asıllı Amerikalı besteci Kusevitzki’nin (1874-1951) Kontrbas Konçertosu’nu yorumlamaya başlayınca dünyamı şaşırdım! Çünkü Emre Erşahin, “keman ailesi”nin bu kocaman üyesini, sanki el kadar bir çalgıymış gibi kullanarak öyle çalıyordu ki, ses niteliği ve ses şiddetindeki en ince ayrıntıları bile bu koca çalgıdan kolaylıkla elde ediyordu. Etkileyici kalın sesiyle kontrbas, çalgısal dokuya derinlik ve zenginlik kattığı için, CSO dinleyicisini o akşam “Rüya mı görüyorum?” duygusuna sürükledi. Açık konuşayım: Ben kontrbasın bu denli marifetli olduğunu Emre Erşahin’den öğrendim! Çalgının ince tellerindeki doğuşkanlar, hiç beklenmediği halde, özellikle dolgun, hoş bir etki yarattıkça insanı mest eden duygulara kapılıyordum. Ne kadar cahilmişim ki, ben kontrbası, orkestra içinde armoninin gereği olan bas seslerini üretmek için kullanılır diye bellemişim. Kontrbas sanatçısı olarak da cumhuriyet döneminde tanıdığım kadarıyla Mehmet Ali Kızıltuğ, daha sonraki kuşaklardan Tahir Sümer ve Melih Balçık’ı bilirdim. Oysa bizim genç kuşaktan üstün yetenekli Emre çocuğumuz, kontrbası avucunun içine alınca bir “solo kontrbasçı”nın nasıl bir cambaz olduğunu gözlerimle görüp kulaklarımla duydum. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 31 2006 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’na giren Emre, Alper Müfettişoğlu’nun sınıfında kontrbasa başlamış, birkaç yıl sonra da Avrupa’daki kontrbas ustalık sınıfı çalışmalarına katılmış bir gencimiz. İlk uluslararası ödülünü 2008 yılında Paris’te almış. 2012’de ise Kopenhag’da düzenlenen “BASS 2012” kapsamındaki kontrbas yarışmasında yine ödül kapmış. 2011’de Londra’daki Purcell Schooll’a Kraliyet bursuyla giren Erşahin, 2012’de Londra’daki Wigmore Hall’de bir solo resital vermiş. Derken “Sınırsız Yetenek” anlamındaki Talent Unlimited Derneği tarafından desteklenerek Londra’da konserler vermeye başlamış. 2013 yılında Purcell School’u bitirmiş ve Londra Kraliyet Müzik Akademisi’ne burslu olarak kabul edilmiş. Bu ünlü Akademi’de 2014 yılında düzenlenen “Yaylı Çalgılar Solo Bach Yarışması”nda birincilik ödülünü, 2015 ve 2016 yıllarında düzenlenen “Yaylı Çalgılar Performans Ödülü” yarışmalarında ise kontrbas dalında birincilik ödüllerini kazanmış. Bu genç sanatçımız için siz bana ödül mü soruyorsunuz? Emre daha geçenlerde, yani 2016’da, Yamaha Avrupa Müzik Vakfı tarafından Londra’da yapılan “Yaylı Çalgılar Yarışması”nı kazanmış! Ve halen Kraliyet Müzik Akademisi’nde lisans üçüncü sınıf öğrencisi!.. Emre bize Kusevitzki’den öyle bir “Kontrbas Konçertosu” yorumladı ki, bana kalırsa tam da o gün Türkiye’de yeni bir Bakanlar Kurulu’nun işbaşı etmesi olayı hiç kalırdı vesselâm! PLASTİK TORBADAN VAZGEÇ! BEZ TORBA KULLANMAYA ÖZEN GÖSTER, GEREKTİĞİNDE PLASTİK POŞETİNİ DEFALARCA KULLANARAK SARFINI AZALT. BEZ TORBALAR ÇİĞDEMİM DERNEĞİNDEN 2.5 TL’YE TEMİN EDİLEBİLİNİR. ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 32 YÜRÜYÜŞ TOPLULUĞUMUZDAN Yürüyüş yapmak, yapabileceğimiz en basit ve en güvenli egzersiz çeşididir. Bu spor kemiklerimizi güçlendirmemiz, kilomuzu kalp ve akciğer sağlığımızı kontrol altına almamıza yardımcı olmaktadır. Araştırmalar haftada 20-25 kilometre yürüyen insanların yürüyüş yapmayan insanlara göre dağa uzun yaşadıklarını kanıtlamıştır. Bunun yanında etkili bir zayıflama ve kilo kontrolü için de yürüyüş yapmak gerçekten vücut için ihtiyacın da ötesindedir. Yapacağımız yürüyüşün her dakikası hayatımıza ortalama 1,52 dakika ekler. Bu da bizim bir taşla iki kuş vurabileceğimiz anlamına gelir. Her gün 20 dakika yürüyüş yapmamız yılda 7 kilo vermemizi sağlar. Yürüyüş yapmanın yararları. - Kalp ve Akciğer çalışma verimimiz artırır. Fazla yağların yakılmasına yardımcı olur. Dinlenirken bile kilo vermeyi sağlayacak şekilde metabolizma hızını artırır. Yeme isteğinin (iştahın) kontrol edilmesine yardımcı olur. Enerji verir. Stresten uzaklaşmaya yardımcı olur. Yaşlanmayı geciktirir. Bağırsakların çalışmasını düzenler. Kasları ve kemikleri güçlendirir. Kireçlenmeye bağlı eklem sertliğini azaltır. Çiğdemim Derneği Yürüyüş Topluluğu olarak sizleri her hafta cumartesi ve Pazar sabahları 07:30’da dernek önünden başladığımız ODTÜ Ormanı yürüyüşlerine bekliyoruz. Yürüyüşlerimiz ortalama 1-1,5 saat sürmektedir. Gönül ÖNER ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 33 ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 34 ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 35 ÇİĞDEMİN SESİ SAYFA 36
Benzer belgeler
DERNEĞİMİZ ve KÜTÜPHANEMİZ HER GÜN 11:00– 17:00
Kitap Tanırımı (Gül Bulu) ………...24
Briç Topluluğu ……………………..24
Edebiyat Topluluğu Etkinlik ………25
Şair Oğuz Tansel kimdir…………..26.
Kitaplar ve Kütüphaneler………....27-28
(Ayşe Öztekin)