Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri,Osmanlı
Transkript
Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri,Osmanlı
Misyonerlik Ve Türkiye’ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri Kılıç, R. (2006).Misyonerlik ve Türkiye’ye yönelik misyoner faaliyetleri. Türklük Bilimi Araştırmaları, S. 19, Niğde, ss. 327-342. Prof.Dr Remzi Kılıç Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi ‘ Misyon ‘ kelimesi Latince ‘ Mittere ‘ den gelmekte ve anlamı ‘ göndermek ‘ tir. Fransızca ‘ ya ‘ misyon ‘ olarak geçmiş, ‘ bir kimseye, bir şey yapmak için verilen özel görev ‘ anlamını kazanmıştır. Misyon kelimesinden gelen ‘ misyonerlik ‘; bir dini teşkilat kurarak, din propagandası yapmak, insanları o dinin müritleri haline getirmektir[1]. Genel olarak misyonerlik; ; başka dinden olanları kendi dinine kazandırmak için kurulan dernekler, ; özel de ise, Hıristiyan olmayan ülkelerde Hıristiyanlığı yayma amacını güden kurumlar ; [2] olarak tanımlanmıştır. Hıristiyanlığı yayma yolunda görev alan; rahip, papaz veya din adamlarına da misyoner denir. Kısacası misyonerlik; Hıristiyanlığı yaymaya yönelik örgütlü çalışma birimidir[3], diyebiliriz. ‘ Dini anlamda misyon ve misyonerlik, Havariler döneminden günümüze kadar gelen dönem içerisinde esas itibariyle İncili öğretmek, Hıristiyan olmayanları bu dine kazanmak, yada belirli mezhepten olmayanları bir mezhebe çevirmek şeklinde anlaşılmıştır. Misyonerlik; matbuat, tıbbi bakım, okul yapma gibi araçların yardımıyla uygulamaya konulmuştur ‘ [4]. Dinler arasında bu yola geniş ve teşkilatlı olarak ilk önce Hıristiyanlık başvurduğu için ‘ Misyonerlik ‘ denildiği zaman daha çok ‘ Hıristiyan Misyonerliği ‘ akla gelir olmuştur. ‘ Dini teşkilatlı olarak yayma ‘ faaliyeti kapsamında, ‘ Hıristiyan olmayan ülkelerde Hıristiyanlığı yaymak amacı ile kurulan teşkilat ‘ olarak algılanmıştır[5]. Misyonerlik hareketleri, en kısa şekilde inanç propagandası yapmak üzere, dini teşkilatlar tarafından din adamlarının çeşitli yerlere gönderilmesi olarak ifade edilebilir. Misyoner hareketleri, dini propaganda için kullanılan metotlardan sadece birisidir. Siyasi kuvvet ve ticari münasebetler bu propagandanın güçlü silahlarındandır. Misyonerler zaman zaman hükümet ve ticari çevrelerden de destek görmüşlerdir. Misyonerler genelde din adamlarıdır. Bununla birlikte ilk misyonerler ve bilhassa modern zamanlarda ruhban olmayan şahıslar ve hatta kadınlar da misyoner olarak görülebilmektedir. Misyonerler inancın eksik olduğunu düşündükleri her yerde, kendi memleketlerinde veya haricinde faaliyet gösterebilirler. Dini vaaz ve eğitim işini yazarak, tercüme ederek ve kitaplar yayımlayarak yapan misyonerler, zaman zaman bir dildeki ilk kitabın basımını da yapmışlardır[6]. HIRİSTİYANLIĞIN ORTAYA ÇIKIŞI VE MİSYONERLİK DÖNEMLERİ: Hz. İsa ‘ dan itibaren Hıristiyanlık Dini ‘ nin önemli dönemleri ve misyonerliğin başlangıçtan günümüze kadar uzanan genel durumu tarihi olarak ana hatları ile şöyledir: 1. 33-100 arası; Havariler dönemi 2. 100-800 arası; Kiliselerin kurulması 3. 800-1500 arası; Ortaçağ dönemi 4. 1500-1650 arası; Reform dönemi 5. 1650-1793 arası; Reform sonrası dönem 6. 1793-1965 arası; Modern dönem 7. 1965 ‘ den sonraki dönem; Diyalog dönemi diyebiliriz[7]. Havariler dönemi; Hz. İsa ‘ ya peygamberliği sırasında on iki kişi inanmıştı. Bunlara havariler denilmiştir. Hıristiyanlığı Hz. İsa ‘ dan sonra bunlar tebliğ etmişlerdir. Bu sebeple bunlara ilk misyonerler gözü ile bakılabilir. Havarilerin Hıristiyanlığı yaymaları Hıristiyanlık Filistin ‘ de doğduğu için Filistin sahası ile sınırlı kalmıştır. Hıristiyanlık dininin en büyük misyoneri aslen Yahudi asıllı olan Pavlos ‘ tur. Pavlos Anadolu ‘ nun önemli merkezleri ile Asya nın bir çok yerinde, Makedonya da ve Yunanistan da birçok kilise kurmuş ve Hıristiyanlığı teşkilatlandırmıştır. Buralara Hıristiyanlığı yayarak, Roma da çok büyük etkinlik göstermiştir. İlk misyonerler havarilerdi. Ancak Pavlos ve öteki misyonerlerin çabalarıyla Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu nun ticaret yolları üzerindeki büyük kentlere hızla yayılmıştır. ‘ Büyük ‘ lakabıyla anılan Bizans İmparatoru I. Kostantin ‘ in (306-337) Hıristiyanlığı kabul etmesiyle misyonerlik yeni bir hız kazanmıştır. Kısa bir süre içerisinde İran ve Arabistan içlerine kadar yayıldı. Askeri alanda Haçlı seferleri, İslam Dini ‘ nin yayılmasını geçici olarak durdurmuş ise de Müslümanları Hıristiyanlaştırmak mümkün olmamıştır. IX. Yüzyıldan itibaren İngiliz misyonerleri Hıristiyanlığı Avrupa ‘ nın kuzeyinde ve batısında yaymaya çalışırlarken, İstanbul Rum Kilisesi ‘ ne bağlı misyonerler de Doğu Avrupa ve Rusya da faaliyet gösteriyorlardı. Milattan sonra 950-1350 yılları arasında Avrupa Hıristiyanlaşmıştır[8]. ve Rusya neredeyse tamamen Ortaçağ döneminde Pavlos ‘ un papazları, Roma İmparatorluğu ‘ nun bütün eyaletlerinde Hıristiyanlık propagandası yaptılar. Batı Roma ve Doğu Roma ‘ da insanlık derin bir huzursuzluk içerisindeydi. Bu ortamda zulüm gören ve huzursuz olan kimseler ‘ kurtuluş ümidi ‘ haline gelen Hıristiyanlık inancına yöneldiler. Taraftarları artık imparatorun ve beşeri sistemin otoritesine değil, İsa ‘ nın yeryüzündeki hakimiyetinin (Tanrı Devleti ‘ nin kurulması) yakın olduğunu savunuyorlardı. Hıristiyanlar ile Roma imparatorları arasındaki mücadele 325 yılında İmparator Kostantin ‘ in Hıristiyanlığı kabulüne kadar sürmüştür. Kostantin İstanbul ‘ u ” Yeni Roma ” adıyla başkent yapmıştır. Hıristiyanlık tarihinde çok önemli olan İlk Konsül 325 yılında İmparator Kostantin ‘ in öncülüğünde İznik ‘ te yapılmıştır[9]. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu ‘ nun resmi dini kabul edilence bütün Grekler, Latinler, Franklar, Cermenler, Anglo- Saksonlar Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyanlık Dini VII-VIII. yüzyıllarda güney, batı ve Orta Avrupa ‘ nın dini haline gelmiştir[10]. Doğu ve Kuzey Avrupa ‘ da yaşayan Slavlar Bizans imparatorlarının gönderdiği misyonerler sayesinde Hıristiyan olmuşlardır. Slav-Ruslar, Kiev şehri ve çevresinde 862 yılında ” Rusya Devleti ” ni kurmuşlardı. Knez Vladimir 988 ‘ de vaftiz edilerek Hıristiyanlığı din olarak kabul etmiştir. Bunun ardından Sırplar, Karadağlılar, Çekler vs. Hıristiyanlığa girmişlerdir. Böylece yapılan misyoner faaliyetler ile Avrupa ilk bin yılda Hıristiyanlaşmıştır[11]. Bu arada Doğu Avrupa ‘ da Tuna-Bulgar Devleti Atilla ‘ nın torunlarından Asparuh tarafından 668 yılında kurulmuştu. Tuna Bulgarları, batıda Franklar ile doğuda Bizanslar arasında ulaşım, ticaret ve kültürel temasları sağlamaktaydılar. Uzun süre Bizans İmparatorluğu ‘ na baskın olan Tuna Bulgar Devleti, özellikle Bizanslı iki misyoner kardeş olan Krill ve Method adlı papazlar tarafından yapılan propagandalar sonucu Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Mikail Boris Han (852-889) zamanında 864 yılında tek Tanrı inancında yaşayan Tuna Bulgarları Ortodoksluk Mezhebi ‘ ni kabul ederek Hıristiyan olmuşlardır[12]. Yeniçağda XVI. yüzyıldan itibaren, ‘ Yeni Dünya ‘ denilen Amerika Kıtası nın keşfi ile Katolik kiliseleri; İspanya, Portekiz ve Fransa ‘ nın yeni ele geçirdiği bölgelere misyonerler gönderdiler. Böylece Orta ve Güney Amerika ile Antiller ve bu arada Filipinler ‘ de Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyan misyonerler bu dini Uzakdoğu ‘ ya kadar propaganda ederek; Japonya, Çin ve Hindistan ‘ a kadar uzanmışlardır. XVII. Yüzyılda Roma ‘ da kurulan ‘ İman Yayma Cemiyeti ‘ misyonerlik faaliyetlerine faal bir şekilde yön vermekteydi. 1750-1815 yılları arasında Hıristiyanlığın yayılmasında sanki biraz duraksama görülmektedir. Ancak Protestan misyonerliği XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılda büyük bir yükseliş göstermiştir. Avrupa ‘ da; Almanya, Fransa, Belçika ve diğer birçok BatıAvrupa ülkelerinde misyonerlik çalışmaları için Enstitüler kurulmuştur ve buralarda çağdaş-modern bilgilerle donanmış misyonerler yetiştirilmiştir[13]. XVIII. Yüzyıldan itibaren kurulan bazı misyoner kuruluşlar ise şunlardır: 1701 yılında Londra ‘ da; İncili Yayma Derneği, 1792 yılında Londra ‘ da; Vaftizci Misyonlar Derneği, 1810 yılında Amerika ‘ da Boston da; Amerikan Misyon Dostları Konseyi, 1814 yılında Boston ‘ da; Vaftizci Misyoner Birliği, 1837 yılında New York ‘ ta; Presbitoryan Kilisesi Dış misyonları, 1732 yılında Almanya ‘ da Moravyalı Kardeşler misyonları, 1823 yılında Berlin ‘ de; İncili Yayma Misyonları Derneği, 1824 yılında Fransa ‘ da da; İncil Misyonları Derneği gibi kuruluşlar bulunmaktaydı. Ayrıca 1951 yılında yayımlanan Evangeli Praecones adlı Papalık Genelgesi, Dünyada 1926 ‘ da dört yüz, 1950 yılında ise altı yüz misyoner bölgesi olduğunu belirtmektedir. Asya, Afrika, kıtaları başta olmak üzere, Dünya ‘ nın bir çok ülkesinde yerli din adamları ve piskoposlar, misyonerlikle görevlendirilmişlerdir. 1962-1965 yılları arasında yapılan çalışmalar çerçevesinde, II. Vatikan Konsili ‘ nde alınan bir kararla; başka dinden olanları Hıristiyanlaştırma amacı gizlenmemekle birlikte, artık ana yaklaşımın diyalog ve ikna metodu olduğu vurgulanmıştır[14]. Misyonerler, hastane, okul gibi sosyal hizmet, kuruluşlarına önem vermişlerdir. XIX. Yüzyıldan sonra Hıristiyan misyonları Dünya nın bir çok yerinde; okullar, kolejler, hastaneler ve hemşire okulları açmışlardır. Daha sonraları bu sosyal faaliyetler zirai hizmetlere, desteklere, gelişme ve kooparatif programlarına, okuma-yazma kampanyalarına kadar uzanmıştır. XIX. Yüzyıl Hıristiyan misyonları, ‘ Kültür değişikliği ‘ meselesini din ile birlikte kültür transferinin de yapılması ile çözmeye çalışmışlardır. Batı Eğitimi ‘ nin yanı sıra; mimari, müzik, çalışma alışkanlıkları, hatta çalıştırdıkları yerli insanların kıyafetlerini de kendi kültürlerine göre belirlemişlerdir. Son zamanlarda ise Hıristiyan misyonerleri kültür konusunda esnekliği esas almışlardır[15]. Ayrıca misyonerler liderlik meselesi, Milliyetçilik meselesi gibi konular ile karşılaşmışlar ve bu konularda kendileri lehine sonuçlar çıkarmışlardır. MİSYONERLİK VE TÜRKLER: Türkler, Ortaçağda Hıristiyan misyonerler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Misyonerler Türkistan ‘ a daha İslamiyet doğmadan önce girmişlerdi. Bir kısım Türk halkını Hıristiyanlaştırmayı başarmışlardı. 893 yılında Talas şehri Müslüman-Araplar tarafından fethedilince, buradaki ‘ Büyük Kilise ‘ nin camiye çevrilmesi misyonerliğin Türkistan ‘ da erken dönemde başladığını ortaya koymaktadır[16]. VI. Yüzyılda Aşağı Türkistan askeri hududu vasıtasıyla, Türk yurtlarına giren Hıristiyanlık bölgede fazla bir dini mukavemetle karşılaşmamıştır. Bölgede Zerdüştlük Dini ile Budizm Dini arasında yüzyıllardır süre gelen mücadeleden yararlanan Hıristiyan misyonerler, Aşağı Türkistan ‘ da Semerkant ‘ ı metropolitlik merkezi yaparak hayli yayılma göstermişlerdi. İslamiyetin Türkistan ‘ da yayılış yıllarında bile, Hıristiyan misyonerleri faaliyetlerine devam etmiş, ancak fazla taraftar bulamamışlardı. Bu konuda, Budizm gibi Hıristiyanlığında Türklerin ‘ savaşçı ruh ve karakterine aykırı olarak miskinliği telkin eden yapısının etkisi olsa gerektir[17]. Türklerin Hıristiyan olmaları sonucu milli kimliklerini ortadan kaldıran asıl büyük olay, Doğu ve Orta Avrupa ‘ da yaşanmıştır. 375-1250 yılları arasında Türkistan ‘ dan hareketle Karadeniz ‘ in kuzeyinden Avrupa ‘ ya gelen Türklerden; Hunlar, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar, Kıpçaklar, kısmen Hazarlar ve Sabarlar, Tuna boyları, Orta Avrupa ve Balkanlar ‘ da uzun süre siyasi ve askeri izler ve etkiler bırakmışlardı. Slavlar, Franklar ve Grekler ile savaşarak bu sahalarda çeşitli dönemlerde hakimiyet kuran Türkler, ‘ Ortaçağ Avrupası ‘ nın meydana getirilmesine büyük rol oynamışlardır[18]. Adı geçen Türk kavimleri, yerleşik düzene geçmeyip sürekli göçer olmaları ve arkadan gelen yeni bir Türk kavmi tarafından da tazyik altına alınmaları sonucu, sürekli bir toplum ve devlet yapısı gösterememişlerdir. Ortodoks misyonerlerinin yoğun propagandası karşısında Hıristiyanlığı kabul ederek, Slav, Frank ve Grek toplumları içinde asimile olmuşlardır. Sadece bunlardan geriye, Bulgar ve Macar adları kalabilmiştir. Bu nedenle bunlara, ‘ Türklerin on kayıp kavmi ‘ denilmiştir[19]. Budizm ve Konfüçyanizm dinlerine giren Türkler de Çin ve Hint toplumları içerisinde kaybolmuşlardır. Türkler arasında, evrensel mesajları olan büyük dinler daima hoşgörü ile karşılanmıştır. Türklerin genel olarak İslamiyet haricindeki dinlere girmemeleri, Müslümanlığın Türklerin karakteri ve milli kültürlerine en uygun din şeklinde yorumlanmasına yol açmış, bu yüzden Türkler İslamiyeti istekleriyle kabul etmişlerdir. zorla değil kendi Türklerin Müslümanlığa girmeleri, millet olma şuurunu da geliştirmiştir. Bu katkının da etkisiyle Türk milli varlığı günümüze kadar gelebilmiştir. Eğer Türkler İslamiyeti kabul etmeselerdi, belki de İslamiyet Dünya ya bu kadar yayılamaz, giderek Hıristiyanlığın saldırıları karşısında Ortadoğu ‘ ya sıkışmış olarak, Araplar ‘ a has bir din haline gelebilirdi[20]. Türklerin nihai olarak İslamiyeti din olarak kabul etmeleri, Doğu ve Güney Asya medeniyetlerinin (Çin ve Hint) tesirinden ayrılarak, Ön Asya medeniyetine dahil olmaları ile, Dünya çapında bir cephe değiştirme hadisesi meydana gelmiştir. Bu durum Türk Milleti için Milli bütünlük açısından hayırlı bir iş olmuştur, diyebiliriz. İslamiyet ‘ ten önce Türkler; Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi, dinlere girmişlerdi. Bu dinlerin kuralları, Türk Milleti nin kuvvetli bir kültür etrafında metin bir devlet olarak teşekkülüne mani oluyorlardı. Türklerin tek bir dine mensup bir millet olarak, yüzyıllardır sağlam devletler kurabilmeleri, Müslümanlığı kabul etmiş oldukları devirler de daha da artmıştır[21]. Türklerin İslamiyet öncesi kabul ettikleri bazı dinler milli bünyelerine uymadığı için Türk boyları, milli kültürlerini kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Göktürk Hakanı Bilge Kağan ın veziri Tonyukuk tan bir Budist mabedi yapılmasını istediğinde, vezir Tonyukuk O na; savaşı ve hayvan kesmeyi yasaklayan ve miskinlik telkin eden bir dinin kabulü Türkler için felaket olur , cevabını vermiştir. Tarih, vezir Tonyukuk un sözlerinin kehanet olmadığını ortaya koymaktadır. Macarlar ve Bulgarlar Hıristiyanlık içinde, Hazarlar da Musevilik inancında adetâ erimişlerdir. Bunların aksine İslamiyetin kabulü, Türklerin yeni bir ruh ve kuvvetle Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan büyük ve uzun ömürlü devletler kurmalarına imkan sağlamıştır[22]. TÜRKİYE DE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ: Katolik misyonerlerin faaliyetleri, bu mezhebin tarikatları olan Cizvit, Fransisken, Kapucin ve Lazarist tarikatları tarafından yürütülmüştür. Bu tarikatlar, Hıristiyanlıkta ki Reform hareketi nden sonra, Katolik Kilisesi nin de, kendisine yeni bir çeki düzen vermek düşüncesinden hareketle ortaya çıkmışlardır. Osmanlı Devleti bünyesinde, Fransa nın himayesinde faaliyete başlayan bu tarikatların amaçları; Roma ve Bizans kiliselerini, yani Katolik ve Ortodoksluk mezheplerini birleştirmek ve Papa nın otoritesini yükseltmekti. Ayrıca, Müslümanları Hıristiyan yapmak, Osmanlı ülkelerindeki Rum ve Ermenileri ve Katolik olmayan Hıristiyanları Katolik yapmak ve Fransa nın nüfuzunu kuvvetlendirmekti. Osmanlı Devleti nde Katolik misyonerlerin erkenden faaliyete başlamalarının sebebi Fransa ya verilen kapitülasyon imtiyazları olmuştur[23]. Osmanlı Devleti tarafından yabancılara tanınan ticari kapitülasyonlar yanında din ve ayin serbestliği, misyonerlerin Osmanlı memleketlerine gelmelerine yol açmıştır. Bu amaçla 1583 yılında, Cizvitler adlı Hıristiyan misyonerler İstanbul a gelmişlerdir. Daha sonra, 7 Temmuz 1626 tarihinde İstanbul a gelen üç kişilik biri Kapucin misyoner heyeti, 19 Temmuz 1626 da Galata daki St. Georges Kilisesi ne ve Kilise nin yanındaki eve yerleşerek, Hıristiyanlığın esaslarını öğretmeye, hastalara, zindandaki esirlere ve limandaki Fransız gemicilere yardım etmeye, bunun yanı sıra da Katolikliği yaymaya başladılar. Hatta, Kilise nin yanında bir de okul açtılar. 1637 Yılında, Fransız Kralı XIII. Louis, Kapucin misyonerlerinin doğudaki faaliyetlerinden o kadar memnun oldu ki, onlara Fransız elçilik binasının yanındaki evi bağışladır. 1673 de Fransız elçiliğine ve konsolosluklarına Dil oğlanları adında tercüman yetiştirebilmek için; St. Louis Kapucin Papazları Koleji adıyla ayrı bir bina dahi yaptırıldı. Bu Kolejde öğrencilere Latince, Fransızca ve İtalyanca nın yanında; Türkçe, Rumca ve Ermenice de öğretiliyordu[24]. Osmanlı Ülkesindeki misyonerlerin büyük çabaları yanında yabancı devletlerin her türlü imtiyazı kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayarak bütün fırsatları değerlendirdiklerini görmekteyiz. Yabancılar dini faaliyetler dışında Osmanlı İmparatorluğu nda okul açma hakkına da kavuşmuşlar, bununla da yetinmeyerek kendilerine yakın olan gayr-i Müslim cemaat okullarını himaye altına alarak, bu okullar üzerindeki etkilerini de sürdürmüşlerdi. Aslında yabancı devletlerin baştan beri izlediği politikanın gayesi Osmanlı ülkesinde Müslüman olmayan toplulukları denetim altına almaktı. Himayeci politika güden devletlerin başında Fransa geliyordu. Zamanla git gide himaye kuvvetlendi. 1604, 1673 ve 1740 tarihli kapitülasyon fermanlarına ticari imtiyazlar çerçevesinde himayeye dair maddeler de konmuştur[25]. Himaye konusunda önemli olan şey tüccarlara yardım edecek konsoloslukların açılmasıydı. Böylece etkilerini göstermeye başladılar. Latin zümrelerin her biri milliyetine göre bir Hıristiyan-Katolik devletin himayesine girmeye başlamıştı. Katoliklerin en büyük hamisi Fransa idi. Ortodoksları Rusya, Protestanları İngiltere ve Amerika himaye ediyorlardı. Yabancı okullar Osmanlı topraklarında 1700 lü yıllardan itibaren çoğalmaya başlamış ve 1850 yıllarında oldukça yaygın hale gelmiştir[26]. Osmanlı Devleti nde yabancı okulların yanı sıra; Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatlarına ait çok sayıda gayr-i müslim cemaat okulları da açılmıştır. Osmanlı Devleti nin güçlü olduğu zamanlarda zararlı olmayan bu azınlık okulları kapalı cemaat şeklinde, dil ve din tedrisatlarını serbestçe yaparlardı. Osmanlı Devleti zayıflama sürecine girdikten sonra, devlet bünyesinde yaşayan gayr-i müslimlerin ayrılıkçı hareketlere yönelmiş olduklarını görmekteyiz. Osmanlı Devleti ni yıkmak ve parçalamak isteyen Emperyalist devletler ile iş birliği yapan gayr-i müslimler, yabancıların misyoner okullarına eleman ve siyasi gayelerine destek vermişlerdir[27]. Osmanlı Devleti zayıfladıkça, gayr-i müslimlerin gücünü artırdığını, Osmanlıların imzalamak zorunda kaldıkları anlaşmalar sonucu da, git gide Avrupa devletlerinin vesayeti altına girdiklerini görmekteyiz. Osmanlı Devleti nde eğitim geriledikçe, Ermeniler ve Rumlar sahip olacaklarını sandıkları Anadolu şehirlerinde, gerçek anlamda bir eğitim seferberliğine girmişlerdi[28]. Anadolu coğrafyasına açılmış olan azınlık okullarını, yabancılar tarafından açılmış okullardan ayrı mütalaa etmek hayli zordur. Çünkü azınlıklar kendi çıkarları doğrultusunda, misyoner faaliyetler sonucu kendi iradeleri ile yabancılarla işbirliği yapmaktaydılar[29]. MİSYONERLİK AÇISINDAN OSMANLI-AMERİKAN MÜNASEBETLERİ: Osmanlı-Amerikan münasebetlerinin başlangıcı ticari temellere dayanır. XVIII. Yüzyıl ın son çeyreğinde Amerikan gemileri Osmanlı limanlarında görülmeye başlanmıştır. 1786 yılında İstanbul, 1797 yılında İzmir, 1800 yılında İskenderun limanlarına gelen Amerikan gemileri bunların ilk temsilcileridir[30]. 1800 lerin başlarında hızlanan OsmanlıAmerikan ilişkileri 1811 de İzmir de Amerikan Ticaret Odası nın açılışına kadar varmaktadır. 1830 yılında imzalanan kapitüler haklar ile Amerikalıların Anadolu daki ticari trafikleri iyice yoğunlaşmıştır. Osmanlı Devleti bünyesinde oldukça faaliyette bulunan Amerikan misyon ve misyonerleri, Ermeni Cemaatı na yönelik faaliyetlerini artırmışlardır. Protestan misyonerlerin bu dönemde de devreye girerek, bir çok Ermeni vatandaşın Protestan saflarına çekilmesine sebep olmuştur[31]. Amerikan Board misyonerlerinden Eli Smith ve H.G.Dwight; Anadolu, Ermenistan ve kuzeybatı İran ı incelemek üzere, Board ın tam on altı ay süren üç bin millik bir geziden sonra hazırladıkları raporlar ile daha sonraki yıllarda birçok misyonerin bu bölgelerde yapacakları çalışmalara ışık tutmuşlardır. Bu iki Amerikan misyoneri, daha sonra İstanbul a gelerek Krikor Peştemalciyan ın müdürlüğünü yaptığı üç yüz öğrenci kapasiteli bir Ermeni Cemaatı okulunda incelemelerde bulunmuşlardır[32]. Amerikan Board misyonerlerinin eğitim alanında, 1831 yılında attığı bir diğer önemli adım da, William Goodell ve ailesinin Malta dan gelerek İstanbul a yerleşmesidir. Goodell, Ermeniler arasında misyonerlik faaliyetleri göstermek için görevlendirilmişti. Bu sebepten yanında Ermenice alfabe ile yazılmış bir İncil bulunuyordu. Ermeni cemaatının eğitim alanındaki misyonerler tarafından teşkilatlanması XVIII. yüzyılın sonlarında başlamıştır[33]. Amerikan misyonerleri Board ın emri ile Osmanlı Türkiyesi ni (Anadolu) üç ana misyon bölgesine ayırmışlardı. Trabzon-Mersin arasına çekilen çizginin batısında kalan bölge; Batı Türkiye Misyonu, Sivas ın güneyinden Mersin e, Mersin den Halep e çekilen doğru çizgiler içinde kalan bölge; Merkezi Türkiye Misyonu bölgesini oluşturmaktaydı. Antep, Halep, Adana, Urfa, Antakya ve Maraş bölgesi bu sahayı oluşturuyordu ve Antep merkezdi. Bu iki misyonun doğusunda kalan alanlar ise; Doğu Türkiye Misyonu sınırları içerisinde yer almıştır. Bu misyon bölgesinin merkezi ise; Harput tur. Harput ile birlikte Bitlis, Erzurum, Van, Diyarbakır, Mardin şehirleri ve havalisi bu merkezin faaliyet sahası idi. Batı Türkiye Misyonu çeşitli istasyonlara ayrılmıştı. 1831 de İstanbul, 1834 de İzmir, 1835 de Trabzon, 1848 de Bursa, 1852 de Sivas-Merzifon, 1854 de Kayseri misyoner istasyonları kurulmuştu. XIX. Yüzyıl Osmanlı Devleti açısından pek çok değişikliğin söz konusu olduğu bir yüzyıl olmuştur. 1826 Yılında Yeniçeri Ocağı nın kaldırılması, 1839 Yılında Tanzimat Fermanı nın ilanı, 1856 Yılında Islahat Fermanı nın ilanı, 1877-1878 de OsmanlıRus Harbi, 1876 Yılında I. Meşrutiyet in ilanı gibi, önemli olaylar cereyan etmiştir. Misyoner kaynaklarının verilerine göre 1893 yılına gelindiğinde; Türkiye de 1317 adet misyoner görev yapmaktaydı. Bunların 223 ü Amerikalı Protestan misyonerlerdi. 1893 Yılı itibariyle 4085 öğrenciye hizmet veren beş kolej vardı. Seksen (80) adet orta dereceli, beş yüz otuz (530) adet ilkokul seviyesinde misyoner okulu vardı. 1897 Yılında ise, Türkiye de toplam 624 adet misyoner okulu ve bu okullarda toplam 27400 öğrenci bulunuyordu[34]. Amerikalı Dr. Earle; Misyonerler ve din adamları dünyanın hiçbir ülkesinde, Türkiye deki kadar emperyalizme hizmet etmemişlerdir[35], demektedir. Bu da Anadolu nun ne kadar stratejik öneme sahip bir vatan olduğunun, Amerikalı misyonerler tarafından bile iki yüzyıl önce tespit edilmiş ve hedef seçilmiş olmasını göstermektedir. Ermeniler için ilk misyoner okulu, İstanbul Beyoğlu nda 1834 de açılmıştır. 1852 Yılında Harput ta Fırat Koleji olarak bilinen Amerikan Harput Misyoner Koleji faaliyete geçirilmiştir. Amerikan misyonerleri Harput gibi, 1854 yılında Kayseri ye gelmişlerdir. Talas Amerikan Misyoner Koleji ni açmışlardır. Aynı dönemde Trabzon, İzmir, Bursa da okullar açan misyonerler, 1863 yılında İstanbul Bebek te Robert Koleji ni, daha sonra Amerikan Kız Koleji ni açmışlardır. 1897 Yılında Osmanlı Devleti nde; Fransa 127, İngiltere 60, Almanya 22, İtalya 22 Avusturya 11, Rusya 7 ve Amerika 131 okula sahip bulunuyorlardı[36]. XX. Yüzyılın başlarında ise, Türkiye üzerinde; 209 yabancı misyoner, 1299 yerli çalışan, 163 Kilise, 15348 üye, 450 okul ve 25922 öğrenci bulunuyordu[37]. Azınlık okullarında gayr-i müslim gençlerine; kendi dilleri, dini inançları ve ibadetleri, tarihleri, edebiyatları ve müspet ilimler okutulmaktaydı. Bu okullardan hayli öğrenci Avrupa ya yüksek tahsile gönderilirdi. Okullarda eğitim bütünüyle din adamlarının elindeydi. Roma Katolik misyonerleri de büyük görevler almışlardı. Ortodoks Rumlar, azınlık okulları açmada Rusya dan da büyük teşvikler gördüler. Hatta Rus büyükelçisi Ege adalarını gezerek Rumları okullar açmaya teşvik etmekteydi. Rum azınlık okulları, Ortodoks ve Katolik din adamları ve Rusya nın gayretleriyle Osmanlı Devleti aleyhine birer fesat ocakları haline gelmişlerdi. Ders müfredatları; Türk düşmanlığı, Türk Milleti ni ve Osmanlı Devleti ni nasıl yok edeceklerine dair konular ile doldurulmuştu. Müfredatlarında; Türklerin ezeli düşman olduğunu propaganda etmek, Avrupa yı Türklere düşman etmek, ekonomik olarak zayıflatmak, Türk Milleti ni ahlak, milliyet, din, gelenekleri bakımından çürütmek, küfrü öğretmek, küfrü Türkler arasında yaymak, Türkleri zinaya ve diğer ahlaksızlıklara teşvik etmek, Türk gençlerine külhanbeyi ruhu aşılamak, aralarında sevgisaygı bağlarını koparmak, hocaları içkiye alıştırmak gibi konular yer almaktaydı[38]. GÜNÜMÜZDE MİSYONERLİK FAALİYETLERİ: Türkiye ve Türkler üzerine yönelik Misyoner faaliyetleri, Cumhuriyet döneminde de genel anlamda kesintiye uğramamıştır. Atatürk, 1935 de Misyonerlerin faaliyetlerini yasaklamıştı. Ancak, daha sonra tek parti zamanında bütün dinlere yönelik, Propagandanın yasak olmasına bağlı olarak asgari düzeye inen misyonerlik faaliyetleri, 1945 de demokrasiye geçiş ile birlikte hürriyet havası ndan istifade ile artış göstermiştir. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa Birliği nin kurulması, Türkiye nin 1961 de Ankara Antlaşması nı imzalaması sonucu, halkımızda meydana gelen Avrupa ya hoşgörü zemini, ne bağlı olarak bu zeminden hareketle misyonerler faaliyetlerini artırmışlardır. 1980 li yıllarda Türkiye yi Avrupa Birliği ne dahil etme girişimleri, Sovyetler Birliği nin 1990 larda dağılması, insan hak ve hürriyetleri , demokratikleşme, küreselleşme ve globalleşme anlayışları derken, ülkemizde çok amaçlı ve etkin bir misyonerlik süreci ivme kazanmış durumdadır. Bir de dinler arası diyalog meselesi ortaya atılmıştır. Zaten, bu Avrupa Birliği nin belirlenmiş bir politikasıdır. Vatikan Papalığı, Avrupa Birliği ile birlikte hareket etmektedir[39]. Papa II. Jean Paul, 24 Aralık 1999 da yayınladığı yılbaşı mesajında; birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya yı Hıristiyanlaştıralım diyerek, Asya yı Hıristiyanlaştırma politikalarının hedefine koymuştur. Ayrıca Vatikan tarafından, Asya nın Hıristiyanlaştırılmasında Türkiye merkez kabul edildi , görüşlerine yer verilmesi, ülkemizin Asya nın Hıristiyanlık için geçiş yolu üzerinde olması, günümüz misyonerlik faaliyetleri açısından ülkemizin ne derece büyük tehlikeler ile karşı karşıya kaldığını ortaya koymaktadır[40]. Vatikan Katolik Kilisesi nin misyonerlikte ortaya koyduğu yeni metodu; dinler arası diyalog çerçevesinde, Hıristiyanlık mezhepleri arasında diyalog ve işbirliği olmuştur. Düşman Kardeşler olarak bilinen Katolik ve Ortodokslar arasındaki yakınlaşma dikkati çekmektedir. Katolik Papa ve Fener Ortodoks Patriği İstanbul da ilk defa bir araya gelmişlerdir. Fener Patriği bir atakla kendisini Ekümen , yani bütün dünya Ortodoksları nın başı ilan etmiş, daha da ileri giderek, Fener de Vatikan benzeri devletçik statüsü istemiştir[41]. Dünya da 1992 yılı verilerine göre; misyonerlere ait 120.880 kurum, misyonerleri eğiten, yetiştiren 99.200 enstitü, misyonerlik faaliyetlerinde çalışan mesleki misyoner 4.208.250 kişidir. Bu misyoner kurumlarında 82.000.000 bilgisayar, misyoner kurumlarında bir yıl içerisinde çıkarılan 88.160 adet kitap, misyonerlik hizmetlerinde faaliyet gösteren 2.340 radyo ve televizyon istasyonu vardır. Misyonerler, her yıl bedava 53.000.000 İncil dağıtmaktadır. Kilise okullarında okuyan 9.000.000 öğrenci, bu kiliselere ait 10.600 hastane, yine kiliselere ait 680 huzurevi ve 10.050 tane eczaneleri vardır. Hıristiyanlaştırma hizmet projelerinin bütçesi 163 milyar dolardan fazladır[42]. SONUÇ: Misyonerliğin faaliyet alanlarını şu ana başlıklar altında tespit edebiliriz: 1. Misyonerlik, Dünya çapında yürütülen bir Hıristiyanlık propagandasıdır. 2. Misyonerlere destek veren, devletler, kiliseler, siyasiler, holdingler ve bilim çevreleri vardır. 3. Misyoner örgütler, yerel unsurları kullanmakla beraber, genel bir strateji ve program çerçevesinde hareket etmektedirler. 4. Misyonerlikte, dini, siyasi, ekonomik bakımdan tam bir iç içe girmişlik söz konusudur. 5. Misyonerlerin, Dünya hakimiyetini, Hıristiyanlık Dini nin egemenliği altında felsefeleridir. sağlama anlayışları değişmeyen 6. Misyonerlik; Katolik, Ortodoks ve Protestan adlı Hıristiyanlığın ana mezhepleri çerçevesinde yürütülmektedir. Geçmişte misyonerler faaliyetlerini, belki daha gizli olarak yürütüyorlardı. Talas ta, Tarsus ta, Merzifon da, Harput ta, İstanbul da okulları vardı. Ama günümüzde, birçok televizyon programı, yahut gazete ve dergi yayınıyla, hatta özel broşürler ile kendi edebilmektedirler. düşüncelerini propaganda Bunlara karşı en etkin mücadele, kendi kültür kaynaklarımızı ve değer yargılarımızı geçlerimize en akılcı ve bilimsel bir yöntemle öğretmektir. Milli ve ahlaki değerlerimizi kazandırmaktır. Geçmişte milli birlik ve beraberliğimizi Kürt Teali Cemiyeti, yada İngiliz Muhipleri Cemiyeti ile yıkmaya çalışıyorlardı. Artık misyonerler, bizi sömürge haline getirebilmek için sevgi, dostluk, barış, özgürlük kardeşlik gibi güzel kavramları kullanarak, bu faaliyetlerini ülkemizde, şehirlerimizde, sokaklarımızda daha etkin bir şekilde devam ettirmektedirler. O halde gençlerimizin, Türk Milleti nin kültürü, tarihi ve milli ülküleri etrafında daha da bilinçlendirilmesi gerekmektedir. KAYNAKLAR: BARTHOLD, W.; Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Çev. Kazım Yaşar Kopraman- A. İsmail Aka, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1975. ÇELİK, Mehmet; Fener Patrikhanesinin Ekümenlik İddialarının Tarihsel Seyri, (325-1453), Akademi Kitabevi, İstanbul, 2000. DAĞLI, Mustafa; Anadoluda Kurulan Yabancı Okullar ve Tesirleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 1990. DANİŞMEND, İsmail Hami; Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?, Milli Ülkü Yayınevi, Konya, 1978. E. WHİTE, George; Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hatıraları, Terc. Cem Tarık Yüksel, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1995. GREENE, Joseph K.; Leavening The Levant, The Pilgrim Press, Boston, New York, Chicago, 1916. HAYDAROĞLU, İlknur Polat; Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ocak Yayınları, Ankara, 1993. KILIÇ, Remzi; Osmanlı Türkiyesinde Azınlık Okulları, Türk Kültürü, Yıl XXXVII, s. 431, Ankara, Mart 1999, ss. 151-159. KOCABAŞ, Süleyman; Ermeni Meselesi Nedir? Ne değildir?, İstanbul, 1983. ______________; Misyonerlik ve Misyonerler, Vatan Yayınları, İstanbul, 2002. KOCABAŞOĞLU, Uygur; Kendi Belgeleriyle Anadoludaki Amerika, Misyoner Okulları, Arba Yayınları, İstanbul, 1989. KOCAOĞLU, A. Mehmet; Misyonerlik Faaliyetlerinden Pontus Rum Devletine Uzanan Süreç, Giresun Tarihi Sempozyumu, 24-25 Mayıs 1996, Bildiriler, İstanbul, 1997. KURAT, Akdes Nimet; Rusya Tarihi, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1987. KUZGUN, Şaban; Misyonerlik ve Hıristiyan Misyonerliğinin Doğuşu, E. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Kayseri, 1983, ss. 60-65. KÜÇÜK, Abdurrahman; Misyonerlik ve Türkiye, Türkiyedeki Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996. Misyonerlik, Meydan Larousse, C. VIII. RUNCİMAN, The Hon S.; Ortaçağ Başlarında Avrupa ve Türkler, Belleten, C. VII, S. 25, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1943. SEVİNÇ, Necdet; Ajan Okulları, İstanbul, 1975. ŞİMŞİR, Bilal; Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu Üzerine, Tarih Boyunca Türklerin Ermenilerle İlişkileri Sempozyumu, (8-12 Ekim 1984), Ankara, 1985. TOGAN, A. Zeki Velidi; Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981. UMARA, Muhammed; Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Denge Yayınları, İstanbul, 1995. YAZICI, Nesimi; İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002. YILDIZ, Hakkı Dursun; İslamiyet ve Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul, 2000. ________________________________________ * Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü Yeniçağ ve Yakınçağ Tarihi Öğretim Üyesi. [1] Uygur Kocabaşoğlu, Kendi Belgeleriyle Anadoludaki Amerika, Misyoner Okulları, Arba Yayınları, İstanbul, 1989, s. 1. [2] Misyonerlik, Meydan Larousse, C. VIII, s. 843. [3] A. Mehmet Kocaoğlu, Misyonerlik Faaliyetlerinden Pontus Rum Devletine Uzanan Süreç, Giresun Tarihi Sempozyumu, 24-25 Mayıs 1996, Bildiriler, İstanbul, 1997, s. 236. [4] Kocabaşoğlu, A.g.e., s. 14; Süleyman Kocabaş, Misyonerlik ve Misyonerler, Vatan Yayınları, İstanbul, 2002, s. 9. [5] Şaban Kuzgun, Misyonerlik ve Hıristiyan Misyonerliğinin Doğuşu, E. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, Kayseri, 1983, s. 60-65. [6] George E. White, Bir Amerikan Misyonerinin Merzifon Amerikan Koleji Hatıraları, Terc. Cem Tarık Yüksel, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1995, s. 7-8. [7] Abdurrahman Küçük, Misyonerlik ve Türkiye, Türkiyedeki Misyonerlik Faaliyetleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s. 37. [8] Kocaoğlu, A.g.mk., Giresun Tarihi Sempozyumu, Bildiriler, s. 236. [9] Mehmet Çelik, Fener Patrikhanesinin Ekümenlik İddialarının Tarihsel Seyri, (325-1453), Akademi Kitabevi, İstanbul, 2000, s. 5. [10] Kocabaş, A.g.e., s. 22. [11] Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1987, s. 31. [12] Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2002, s. 116. [13] Kocaoğlu, A.g.mk., Giresun Tarihi Sempozyumu, Bildiriler, s. 237. [14] Kocaoğlu, A.g.mk., Giresun Tarihi Sempozyumu, Bildiriler, s. 237. [15] George E. White, A.g.e., s. 8-9. [16] W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Çev. Kazım Yaşar Kopraman- A. İsmail Yayınları, Ankara, 1975, s. 78. Aka, Kültür Bakanlığı [17] Kocabaş, A.g.e., s. 33-34. [18] The Hon S. Runciman, Ortaçağ Başlarında Avrupa ve Türkler, Belleten, C. VII, S. 25, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1943, s. 46. [19] Kocabaş, A.g.e., s. 36. [20] İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?, Milli Ülkü Yayınevi, Konya, 1978, s. 9. [21] A. Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1981, s. 79-80. [22] Hakkı Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul, 2000, s. 9. [23] Kocabaş, A.g.e., s. 77-78. [24] İlknur Polat Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ocak Yay., Ankara, 1993, s. 12-13. [25] Haydaroğlu, A.g.e., s. 13-14. [26] Haydaroğlu, A.g.e., s. 15. [27] Remzi KILIÇ, Osmanlı Türkiyesinde Azınlık Okulları, Türk Kültürü, Yıl XXXVII, s. 431, Ankara, Mart 1999, s. 151. [28] Necdet Sevinç, Ajan Okulları, İstanbul, 1975, s. 105. [29] Kılıç, A.g.mk., Türk Kültürü, s. 152. [30] George E. White, A.g.e., s. 22. [31] White, A.g.e., s. 23-26. [32] Mustafa Dağlı, Anadoluda Kurulan Yabancı Okullar ve Tesirleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 1990, s. 3. [33] Dağlı, A.g.e., s. 3-4; Kılıç, A.g.mk., Türk Kültürü, s. 152. [34] Bilal Şimşir, Ermeni Propagandasının Amerika Boyutu Üzerine, Tarih Boyunca Türklerin Ermenilerle İlişkileri Sempozyumu, (8-12 Ekim 1984), Ankara, 1985, s. 98. [35] Süleyman Kocabaş, Ermeni Meselesi Nedir? Ne değildir?, İstanbul, 1983, s. 28; Kılıç, A.g.mk., s. 157. [36] George E. White, A.g.e., s. 35-36. [37] Joseph K. Greene, Leavening The Levant, The Pilgrim Press, Boston, New York, Chicago, 1916. [38] Kocabaş; A.g.e., s. 95-97. [39] Kocabaş, A.g.e., s. 181-182. [40] Kocabaş, A.g.e., s. 183. [41] Kocabaş, A.g.e., s. 189-190. [42] Muhammed Umara, Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Denge Yayınları, İstanbul, 1995, s. 35. Osmanlı Padişahı III. MURAT Ve Özbek Padişahı II. ABDULLAH HAN Dönemi OSMANLI – TÜRKİSTAN Dayanışması Kılıç, R. (1999). Osmanlı padişahı III. Murad ve Özbek hükümdarı II. Abdullah Han dönemi Osmanlı-Türkistan dayanışması. Bilig Dergisi, S. 10, Ankara, ss. 49-59. Prof.Dr Remzi Kılıç Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Türkler, tarih boyunca en geniş sahalarda devlet kurmuş milletlerden biridir. XVI.Yüzyıl, Türk Alemi açısından çok büyük mücadelelere sahne olmuştur. Bu dönemde, Özbekler ve diğer Türk Hanları, Türkistan denilen; Batı da Hazar Denizi ile Horasan Dağları, Güney de Hindikuş ve Kuh-ı Sefid Dağları, Kuzey de Kazakistan bozkırlarının kuzey sınırlarına ulaşan, Doğu da Çin topraklarına kadar uzanan, takriben 5.340.066 km karelik bir sahayı kapsayan bölge de hüküm sürüyorlardı.[1] XVI. Yüzyıl süresince, Türkistan ‘ ın büyük bir kısmını Özbek Hanları temsil ve idare etmişlerdi.[2] Ancak, bu dönem, Türkistan ‘ ın ekonomik ve kültürel yönden zayıf olduğu bir dönemdir. Bunun sebebi ise’ XVI. Yüzyıl’ın başlarından itibaren ‘Yedi İklimde hakim olan ve Doğu’dan Batı’ya Türkistan üzerinden geçen, ‘ Kara Ticaret Yolları’nın kendi mevkiilerini, Hindistan ve Çin hududundan açılan Güney AsyaAfrika’ Avrupa Deniz Yolu’na ve Sibirya Arhagelsk tarafından, Kuzey Akdeniz Ticaret Yolu’na, Amerika Kıtası’nın Avrupalılar tarafından keşfinden sonra gelişen, Okyanus Deniz Ticaret Yolları’na terketmeleri gibi umumi gelişmelerdir. Bu ise’ Çin ve Hint mallarının Karadeniz ve Akdeniz Limanları’na ulaştırılmasından büyük ticari kazançlar temin etmiş olan Türkistan Halkı’nın gittikçe fakirleşmesine ve netice de kültür ve medeniyet sahasında geri kalmalarına sebep olmuştur.[3] Batı Türklüğü’nü ise’ Anadolu başta olmak üzere, Avrupa ve Afrika Kıtaları üzerinde hakimiyet tesis etmiş olan, Osmanlı Devleti Padişahları temsil ediyordu. Özbek Hanları XVI. Yüzyıl boyunca, özellikle İran’da hüküm süren Şii-Safevilere karşı, Osmanlı Padişahları ile birlikte hareket etmişlerdi. Bu karşılıklı dayanışma’ Yavuz Sultan Selim(1512-1520), Kanuni Sultan Süleyman(1520-1566), II.Selim(1566-1574), III. Murat(1574-1595) dönemleri boyunca da sürüp gitmişti. Bilhassa Osmanlı Padişahı III.Murat ve Özbek Hanı II.Abdullah devirleri, XVI. Yüzyıl’ın son çeyreği, bu iki Türk Devleti’nin arasında kalan Şii-Safevi Hanedanlığı’na karşı istikrarlı bir dayanışma içerisinde geçmişti. Ancak, Özbek-Şeybani Hanları, Türk Devlet Geleneği’nden kaynaklanan, ‘Türk Hakimiyet Telakkisi’ [4] sebebiyle birbirileriyle uğraşırlardı. Bu yüzden Özbek-Şeybani Hanları arasında sık sık saltanat kavgaları ortaya çıkardı. Bu durum onların parçalanmasına, bazan da, dış düşman karşısında güçlü bir varlık gösterememelerine sebep olurdu. Özbekler’in Semerkant’taki Hanı Abdullatif (1540-1551) ile Buhara Hükümdarı Abdulaziz (1540-1549) birbirileri ile anlaşamıyorlar’ her biri kendi başına buyruk olarak hareket ediyorlardı. Bu nedenle Türkistan’da’ 1551-1588 yılları arasında Hanlıklar sık sık el değiştirdi. İçte birbirileri ile mücadele eden Özbekler, dışarıda da Kazaklar’la kavga ediyorlardı. Bu vaziyet, II. Abdullah’a kadar devam etti.[5] Özbekler’in büyük Hanları’ndan Muhammed Şeybani’den(1491-1510) sonra, en güçlü Han olan II.Abdullah(1560-1598), akrabaları arasında bölüşülmüş olan Şeybanilere ait Hanlıkları bir araya toplamayı başarmıştır. 1557’de Buhara’yı alarak Özbek-Şeybani Hanlığının başkenti yapmıştı. 1578’de Semerkant’ı, 1582’de ise, Taşkent’i ele geçirdi. Önce babası İskender Han adına saltanat (1560-1583) sürdükten sonra, bizzat kendi adına da (1583-1598) Han olarak, hüküm sürmüştür.[6] II.Abdullah zamanında Hazeresb’te, Timur Sultan’ın üç oğlu’ Mehmed Sultan, Kadir Verdi Sultan, Ebu’l Hayır Sultan, bulunuyordu. Hive’de ise’ dört oğlu ile Polat Sultan, Urgenç’te, Hacı Mehmed (Hacım Sultan) Han’ın oğlu İbrahim Sultan hüküm sürmekteydi. Hacı Mehmed’in oğlu Arab Mehmed de Deruna hakimiydi. Zir’de ise’ Mehmed Sultan dört oğlu ile hüküm sürüyordu.[7] Bu Hanlar sürekli birbirleri ile mücadele ediyorlardı. Özellikle Urgenç’teki Hanlar kendi Özbek kardeşlerinin yolunu kesip mallarını ellerinden alıyorlardı. O zaman Şirvan tamamen, Osmanlıların elinde idi. Maveraunnehir Hacıları, Şii-Kızılbaş yüzü görmemek için Urgenç’ten geçerek Mankışlak’a geliyor varıyorlardı. ve oradan gemiye binip Şirvan’a Bir defasında Osmanlı Sultanı, II.Abdullah’a İran Şahı Abbas’ı ezmek için Sale Şah isminde bir elçi göndermiş, dönüşte ise, yukardaki yolu takip etmek isteyen Sale Şah’ı Urgençte Hacı Mehmed’in oğlu İbrahim Sultan soymuştu. Yine Hacı Kutas başkanlığındaki bir hac kafilesini, Hive’de Polat Sultan’ın büyük oğlu Baba Sultan soymuştur. Ayrıca Merv ve Abyurd’a hakim olan Avanes Han’ın oğlu Nur Mehmed, Hacı Mehmed’in oğullarının her yıl Mervi yağlamasından bıktığı için, II.Abdullah ‘dan yardım istiyordu. Bu ve buna benzer pek çok şey II.Abdullah ‘ı Urgenç’i almaya ve Türkistanın birliğini sağlamaya teşvik etti. Çünkü Türkistanda pekçok Han ve Bey çıkmış, mahalli devletçikler halinde ele geçirdikleri yerleri, Hanlıklarına katarak, hakimiyetlerini genişletmek çabası içerisindeydiler. Merv Hakimi Nur Mehmed’in düşüncesi, Merv’i II.Abdullah’a teslim etmekti. Çünkü II.Abdullah her geçen gün yönetimini güçlendiriyordu. Daha sonra Nur Mehmed, Merv’de II.Abdullah adına hutbe okuttu. Fakat II.Abdullah Han Merv’i Nur Mehmed’e vermemişti. Oda kaçıp Urgenç Hanı Hacı Mehmed’e gelmişti. Bu arada II.Abdullah Han Merv’le yetinmeyerek’ Abyurd, Nisay, Bağ ve Abad’ı da ele geçirmiştir.[8] Bu durum karşısında, bütün Hanlar Vezir’de birleşip, II.Abdullah ‘a karşı birlikte savaşma kararı almışlardır. Fakat çok tecrübeli olan II.Abdullah Han, kısa sürede Hive’yi ve Urgenç’i de hakimiyetine almıştı.[9] II.Abdullah Han Urgenç’i aldıktan sonra, Hacı Mehmed Sultan, Şii-Safevilerin başkenti olan Kazvin’e, I. Şah Abbas’ın yanına sığındı. Şah Abbas onları çok iyi karşıladı. II.Abdullaha karşı, Hacı Mehmed Sultanla birlikte hareket eden Polat Sultan ise’ ‘Ben kafirin içine gitmem diyerek, Şah Abbas yerine, II.Abdullah’ın yanına gitti. Hacı Mehmed ve adamları İran başkenti Kazvin’de üç yıl kadar kaldılar. Hacı Mehmed’in büyük oğlu Seyügenç Mehmed ve iki oğlu ‘Kafir içinde durmayız diyerek, Osmanlı Ülkesine geldiler. Bu arada II.Abdullah ‘ın oğlu Abdulmü’min bütün Horasan Vilayetlerini tamamen ÖzbekŞeybani Hanlığına katmıştı.[10] II.Abdullah ülke içinde birliği sağlamaya çalışırken, diğer taraftan da, dışarda, Maveraünnehir’i Kırgız ve Kazakların saldırılarından korumak gayesi ile 1582 baharında Küçük Boy’un, Sarı-su ve Turgay Nehirleri arasında Uluğ-Dağlara kadar uzanan bölgeye bir sefer düzenlemiştir. Doğu Türkistana da bir sefer düzenlemiş Kaşkar ve Yarkent topraklarını yağmalatmıştır.[11] Burada II.Abdullahın bütün Türkistanda bir tek hakimiyet kurmaya çalıştığını, büyük bir Türk-Özbek Devleti oluşturmak istediğini söyleyebiliriz. II.Abdullah Han,komşusu Sibir Han’ı Küçüm Han’a yaptığı yardımlarla, müslümanlığın Uzakdoğu’da yayılmasında da önemli rol oynamıştır.[12] II. Abdullah Han, Hindistan Hükümdarı Ekber Şah Tahmasb ile diplomatik münasebetler suretiyle, Onun dikkatini Hindistan-Türkistan kurmak ticari münasebetlerinin gelişmesine çekmeyi başarmıştır. Bundan sonra, II.Abdullah Han, Timurlular ile Şeybaniler arasındaki anlaşmazlığa son vermeye muvaffak oldu. Bu amaçla Ekber Şaha 1572, 1577 ve 1586 yıllarında elçiler göndermiş ve O’a iltifatlar etmişti. Özellikle Horasan Bölgesinin Şii-Kızılbaş elinden kurtarılması için ittifak sağlamaya çalışmıştı. Öte yandan Türkistaı (atalarının yurdunu) yeniden almak düşüncesinde olan Ekber Şahla askeri bir ittifak kurmayı sağlayamasa da, Onu bu hususta pasifize etmeyi başarmıştı.[13] Özbek Hükümdarı II.Abdullah Han, Osmanlı Devletinin en tabi dostu ve müttefiki idi. Bu dostluk ve dayanışma, özellikle Şii-İran ve Rusya’ya karşı olmuştu. II.Abdullah Han, Türkistan Coğrafyasında dedesi Muhammed Şeybani Hanın hedeflediği gayeyi gerçekleştirmişti. Şimdi sıra da Şii-İranı ortadan kaldırmak ve Osmanlı Devleti ile doğrudan dostluğu ve ticareti geliştirmek düşüncesi vardı. Bu amaçla II.Abdullah Han, 1596’da kışı oğlu Abdu’l-mü’min ile Horasan’da geçirip Irak üzerine yürümeyi istiyordu. Ancak işler istediği gibi gitmedi. Hanların isyanı ve Hocam Kulunun(II.Abdullah’ın başkomutanı) üst üste yenilmesi ile aldığı pek çok yerler elinden çıktı. Bu arada Hacı Mehmed’de Urgenç’i tekrar aldı(1598). Şah Abbas, 1597’de Özbekleri, büyük bir ordu ile, Herat yakınlarında ezici bir şekilde mağlup etti. Horasan’ı tekrar Özbeklerden aldı. II. Abdullahın oğlu Abdu’l-mü’min babasına isyan etti. Kırgızlar bu kargaşalıktan yararlanarak Taşkent Bölgesini geri aldılar. II.Abdullah Han, 1598’de eserinin mahvolmasını gördükten sonra hayata veda etti. Onun yerine Özbek-Şeybani tahtına geçen oğlu Abdu’l-mü’min altı ay sonra katledildi. Bu olay ise’ Şeybani Hanedanının sonu olmuştur.[14] Daha sonra ise’Baki Mehmed’in (1599- 1605) tahta çıkması ile Hive Hanlığı yeniden istiklalini ilan etti. Ancak, gerçekten çok başarılı bir Hükümdar olan, Şah Abbas 1599’da Horasan’ı tamamiyle nüfuzu ve hakimiyeti altına almayı sağlamıştır.[15] Özbek-Şeybani Hanlığının, Osmanlı Devleti ile Şii-Safevilere karşı ittifaklarının Yavuz Sultan Selimden itibaren başladığını söyleyebiliriz. Kanuni Sultan Süleymanın İran üzerine yaptığı, üç büyük sefer de bile, Özbekler hep Osmanlı Ordusunun Safevilere galip gelebilmesi için, hem destek sağlamışlar, hem de İranla ilgili durumları mektuplar göndererek bildirmişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman Safevilerin ortadan kaldırılamayacağını Nahçıvan Seferi(1553-1554) ile artık kabüllenmişti. Böylece Osmanlı Devleti, varlığını resmen elli beş yıldır tanımadığı, Şii-Safevi Devleti ile 1555 yılında Amasya Andlaşmasını imzalamıştır.[16] İran Şahı Tahmasbı Kanuni Sultan Süleyman ile barışa getirme de Türkistan Hanlarının büyük payı olmuştu. Çünkü Şah Tahmasb(1524-1576), Osmanlıdan kurtulup Türkistan Hanları, Türkistan Hanlarından kurtulup, Osmanlı ile savaşmak zorunda kalıyordu. Amasya Andlaşması en çok Şah Tahmasbın işine yaramıştır. Nitekim, Kanuni Sultan Süleyman, Amasyada iken Özbek Hükümdarı Nevruz Ahmed Burak Hana gönderdiği bir mektupla, ‘istenilen yardımı gönderemeyeceğini, çünkü Şah Tahmasbla barış yaptıklarını, ancak Şah Tahmasbında Özbek Ülkesine saldırmasına asla razı olamayacaklarını belirtmiştir.[17] 1555 Amasya Andlaşmasından sonra, III. Murat Devri öncesine kadar, özellikle Osmanlı Devleti,barışı sonuna kadar korumaya çalışmıştır. Şehzade Bayezid Hadisesi, zaman zaman Şah Tahmasbın Askerlerinin taşkınlıkları veya İranın Anadoluya yaptığı Şii Propagandası olsun, hiç biri, Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasındaki barışı kaldıramadı. Osmanlı Padişahı II.Selim döneminde de barışı bozabilecek hiç bir olay olmadı, diyebiliriz. Hatta, III. Murad’ın cülusundan on altı ay sonra Tokmak Han İran Elçisi olarak büyük bir tantana ile Osmanlı Ülkesine geldi. Tokmak Han henüz İstanbul’da iken, Şah Tahmasbın vefat haberi gelmişti.[18] Safevi tahtına Şah Tahmasbın yerine geçen II.Şah İsmail’in(1576-1577) bir yıl üç ay süren saltanatı, taht kavgaları ve Şah Tahmasb’ın son zamanlarından beri ülkeye hakim olan birbirine muhalif beylerin mücadeleleri ile geçti. Bu dönem İran için çok kanlı olduğu kadar Osmanlı-İran barışını bozucu olmuştur. davranışlarında sergilendiği bir dönem II.Şah İsmail bir Osmanlı Kervanını Zengan’da (Zencan) basarak tacirleri öldürmüş, mallarını yağma ettirip, Erzurum’dan gelen iki çavuşu hapse attırmış, bu çavuşları sormaya gelen Van Paşasının adamlarını da tevkif ettirmişti. Ayrıca, Anadolu’da Şii-Kızılbaş Propagandası yaptırıyordu. Bundan başka II. Şah İsmail’in Osmanlılara saldırmak üzere asker topladığı harberleri gelmişti.[19] II.Şah İsmail bazı Kürt Beylerini kendisine bağlamış, bu arada, İran’ın Luristan Valisi de Osmanlılara iltica etmişti.[20] Osmanlı Hükumetinin İranla mevcut barışı koruma gayretlerine rağmen, İrandan geçen ticaret kervanlarının yağmalanması,hudut güvenliğini bozan hadiseler ve bu ülkenin Anadolu Halkı üzerindeki tahrikleri gibi, nedenlerden dolayı Osmanlı-İran ilişkileri gerginleşti.[21] Bu arada II. Şah İsmail müptela olduğu esrardan dolayı 1578de ölmüş ve ülkede taht kavgası başlamıştı. İran tahtında çıkan kargaşanın sonunda Kör Hudabend Şah olmuştu. Van Beylerbeyi İran’daki karışıklıkları göstererek bundan yararlanılmasını istiyordu.[22] Ancak, Osmanlılar, Avusturya ile savaş halindeydi. İrana karşı da, yıllardır yapmış oldukları barış ihlallerinin hesabını sormak zamanı gelmişti. Osmanlı Devleti 1577’de Avusturya ile sekiz yıllık bir barış imzaladıktan, sonra İran’a karşı savaş açıldı.[23] Sultan III.Murad(1574-1595), İran üzerine sefer açmak istediğinde, Vezir-i Azam Sokullu Mehmed Paşa, bu işin aksine görüş beyan ederek’ ‘Acem Memleketi tamamen feth olunsa bile elimize zarardan başka birşey geçmez. Çünkü elde tutmak için oralarda kilitli asker bulundurmak lazımdır. Varidat-ı masarıfa kifayet etmez ve taife-i acem her fırsatta isyan eder, bu durum Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri mükerrer vuku bulan İran Seferlerinden tecrübe olunmuştur,[24] dedi ise de artık eski otoritesi kalmadığından sözü tutulmamıştır. Şii-İran’ı içeriden ve dışarıdan, sünni Türkler hücum ederek yıkmaya koyulmuşlardı. İran’da ki Türkmen Beyleri aralarında anlaşarak İran İllerinin idaresini ve korunmasını paylaşmışlardı. Daha II. Şah İsmail, kardeşlerini yakalatıp idam ettirirken ‘Urgenç (Hive) Hanı Din-Mehmed Han oğlu Celal Han, altı-yedi bin Nayman-Özbeki çerisiyle Nesa ve Abyurd kesimlerinden Horasan’a girerek yağma ve yıkımlara girişmişti. Kızılbaşlardan kimse karşısına çıkmadığından, Cam İlini de yağmalayıp dönerken Meşhed Beylerbeyi (Akkoyunlu Boyundan) Pornaklı Murtaza-Kulu Han askeriyle Aşkabad yakınında yetişince yapılan savaşta Din Mehmed Han öldürülmüştü. Meşhed Beylerbeyinin bu başarısını çekemeyen Herat Beylerbeyi Şamlu Ali-Kulu Han bir bahane ile Onunla döğüşmeye başlayınca İran’ın Kuzey- doğusu da karışıklık içinde kalmıştı.[25] 1578de başlayıp, on iki yıl süren Osmanlı-İran savaşları sırasında, Osmanlı-Özbek İttifakının yeniden canlandığını görmekteyiz. Özbek Hanı, II.Abdullah Han Osmanlı Devleti ile dostane münasebetler kurmuştu. II.Abdullah Han, sürekli İran’a karşı savaş açmanın tam zamanı olduğunu bildiriyor, bu savaşta bir harekat planı takip edilmesi hususunda teşvik ve telkinlerde bulunuyordu.[26] Ancak, Özbek Hanı’nın bu tekliflerine Osmanlılar, İranla olan aradaki barışı korumak için, pek iltifat etmemişlerdi. Şimdi ise İran’a sefer açılacağından dolayı, II. Abdullah Han’dan, yardım alınacağını ve iki tarafın birleşmesi ile Şii-İran’dan intikam alınacağını, Özbekler ile birlikte hareket edileceğini, III. Murad, Vezir Mustafa Paşa’ya bir hükümle bildiriyordu.[27] Serhat Beylerinin İrana akın ve garet seferi icra etmeleri emri, Erzurum Beylerbeyi Behram Paşa ile, İran ahvaline vukufu bilinen Pasin Sancağı-beyi Mirza Ali Beyin arzları üzerine kararlaştırılmıştır. Adı geçen arizalarda’ Bütün Kızılbaşların Şahın etrafında toplanmış olduğu, Revan Beylerbeyi Tokmak Hanın da askerleri ile hudutta hazır bulunduğu, İrana saldırıldığı takdir de, ancak hudutta karşı duracak yeteri kadar kuvvet kalmayacağı için, Kızılbaşların karşı saldırıya geçmeleri halinde birçok zarar verecekleri ihtimali bulunduğu, esasen şiddetli kış ve kar sebebi ile yollar ve bellerin kapandığı, harekatın güç ve faydasız olduğu beyan olunuyordu.[28] Bu ihtar üzerine, Erzurum,Van, Şehrizor, Bağdat ve Diyarbakır Beylerbeyilerine’ ‘Serdarların sehadde vusulüne kadar akın ve garetin tehir edilmesi ve fakat muharebeye hazır ve amade bulunmaları emredilmiştir. İranla fiili düşmanlık başlayıp, Serhat Beyleri tarafından akın icra edilmesi emri verilmesini müteakip İlkbaharda gönderilecek orduların serdarlığı meselesi mevzuubahs olup Erzurum canibi serdarlığına Üçüncü Vezir Lala Kara Mustafa Paşa, Bağdat kesimi serdarlığına Dördüncü Vezir Koca Sinan Paşa tayin edildi.[29] Bir müddet sonra bu iki Serdar arasındaki rekabet ve çekişme had derceye gelmiş olmalı ki, nihayet Sinan Paşa, Bağdat Canibi Serdarlığından azl edilerek, Lala Mustafa Paşa Erzurum üzerinden Şirvan ve Azerbaycan fethine 1578de müstakilen Serdar oldu.[30] Bu arada Tatar Hanı Mehmed Giray’dan Kefe veya Azak Beylerinden birini yanına alarak Şirvan Ülkesine hücum etmesi istenmiştir.[31] Kanuni Sultan Süleyman devrinden beri, Osmanlılara tabi olup, gönülden İstanbul’a bağlanmak isteyen’ Dağıstan-Şirvan ve Gilan gibi Sünni Ülkelerin ve Kartli ile Kokhet gibi DoğuGürcistan’ın Hristiyan Beylerinin samimi yardımları ile, 1556’dan beri Astarhan Hanlığını yutarak Hazar Denizine çıkıp Harezm-Hive ve Özbek gibi kardeş Türk Ülkeleri müslümanlarının hac ve ticaret yolunu kapayan Ruslara karşı da, bu seferi tertip etmek icabediyordu. Hazar Denizine hakim olarak, İran’ı arkadan vurma ve kuşatma, aynı zamanda da Moskof yayılmasını durdurma gayesi ile III. Murad İran üzerine yapılacak seferin yolunu Gürcistan-Şirvan olarak seçmiştir.[32] III. Murad İran’ı kıskaca almak amacı ile arkadan vurması için,Özbek Hükümdarı II.Abdullah Han’ın Horasan tarafından harekete geçmesini istemiştir.[33] Bu amaçla Özdemiroğlu Osman Paşa, Piyale Paşa’yı yüz yirmi top ve beş yüz kadar yeniçeri ile Bakü’den deniz yolu ile II.Abdullah Han’a, Özbek Ülkesine gönderdi.[34] Piyale Paşa, Özbekleri İran üzerine birlikte hareket için teşvik etmek amacı ile geldiğinde, onları taht mücadelesi içerisinde, kardeş kavgası ederlerken buldu. Piyale Paşa’nın getirdiği askerler ve toplar kapanın elinde kalmış ve tabii, bu durum da İran’ın işine yaramıştır. Kuzey Türkistan’ı idare eden Baba Sultan, sağ kolu olan yeniçeriler (Rum askerleri) sayesinde II.Abdullah’ı yenmiştir. Piyale Paşa, bu duruma çok kızmış’ ‘Aranızda kavga ediyorsunuz. Bu size bir fayda vermez demiştir. Daha sonra Astarhan’a uğramak maksadı ile Harezm’den İstanbul’a hareket etmiştir. Kargaşa ortamında yolda iken, Mangırtlar Piyale Paşayı soymuşlar. Yeniçeriler ve toplar ise orada kalmış, aralarındaki mücadeleler de kullanıldıktan sonra bir kenara terkedilmişlerdir.[35] II.Abdullah, Türkistanda yeniden birliği sağladıktan sonra, İran’a karşı harekete geçmiş ve Osmanlı Devletine vermiş olduğu bütün sözleri yerine getirmiştir. Osmanlıların Doğu’da ilerlemeleri kolay oluyordu. Zira, Gence ve Karabağ’ın zaptı, Şah’ın Horasan’da Özbek Hanı ile meşguliyetinden, Osmanlılarla uğraşamamasından dolayı olmuştur. Osmanlılar bu taraftan ilerlerken II.Abdullah’ta Herat’ı alıp, Şii ahaliyi kırmış, Meşhed’i zaptetmiş ve pek çok yeri almıştı. Özbek Hükümdarı II.Abdullah Han bu faliyetlerini Osmanlı Devletine Mehmed Bahadır adındaki bir elçi ile gönderdiği mektupta belirtiyordu. Ayrıca, Şii-Kızılbaşların ezilmesini, Horasan ve Irakeyn mağdurlarının kurtarılmasını, Hacc Yolunun açılmasının önemini, belirterek bu işe devam edeceğini, bunun dünya ve ahiret sadeti için şart olduğunu bildiriyordu. Osmanlı Hükümetinin verdiği cevapta ise’ askerlerin büyük bir kısmını bir Serdarla Şark Diyarına gönderdiklerini, Allah’ın izni ile Şirvan-Revan ve nice yerleri aldıklarını, daha önce Taht-ı Azerbaycan olan Tebriz’i, kuşatma altına aldıklarını, artık orasının ‘Makarr-ı İslam olduğunu, geçen sene de Gence Vilayeti ve özellikle Karabağ ve Erdil’i ele geçirdiklerini, diğer bütün memleketleri ve vilayetleri feth edeceklerini, ayrıca’ ‘tarafeynden hüsnü ittifak ve ittihad ile ol fırka-ı dallinin ve şer zümre-i şerayinin nokta-i vücud-ı mazarrat nümudların sahife-i ruzgardan tığ-ı ser-tiz ile mahv ve tathir itmekle divanhane-i ahirette ceride-i amal ve ef’allerine hasenat-ı cezile sebbit ve tahririne mesayi-i cemile zuhura getirile,[36] diyerek birlikte hareketin önemi belirtilmektedir. Osmanlılar tarafından, II.Abdullah’a gönderilen, bir başka mektupta da’ daha önce kolaylıkla gelip geçilen Hac Yollarının açılması, tüccar ve hacıların önüne konulan engellerin kaldırılması hususunda çaba sarf etmenin ne kadar önemli olduğu ve bunun sevabı üzerinde duruluyordu.[37] II. Abdullah Han, Mehmed Bahadır adlı elçisinden, kısa bir süre sonra, Hatai adlı bir elçi daha göndererek’ Herat’ı ŞiiSafevilerden aldıklarını, pek çok Kızılbaş yerlerinin Asker-i İslam’ın elinde bulunduğunu, Bestam ve Damgan sınırlarına geldiklerini, Kızılbaşların Hindistan Sultanı Ekber Şaha sığındıklarını, Hindistan Sultanının da kendisine gönderdiği mektupta onlara yardım edeceğini açıkça söylediğini, bunun Kızılbaşlara güç verdiğini bildiriyordu. Yine birlik ve beraberlikten bahisle, ‘Her husus ve her emir Cenab-ı alilerinin rızay-ı hümayunları üzere olub asla mu’araza ve münakaşa olmamak mukarrerdir,[38] demiştir. Özbek Hükümdarı II.Abdullah, bu mektubuyla hem Osmanlı Sultanı III.Murata bağlı olarak hareket edeceğini, hem de Hindistan Şahı Ekberin Safevileri desteklediğini bildiriyordu. Gerçekten de Hindistan Sultanı Ekber, II.Abdullah’a’ Osmanlı Sultanına karşı, İran Şah’ının korunmasını teklif etmiştir. Şüphesiz ki, bunda amacı denge kurabilmektir. Ayrıca, O kendisini, Türk Aleminin en güçlü Hükümdarı sayıyordu. Fakat, II.Abdullah bunu reddetmiştir.[39] Çünkü Özbek Hanı III. Murata tam bir müttefik ve dost idi. Osmanlı-İran Savaşı şiddetle devam ederken 1587’de, Şah Hudabend barış teklifi yapmak istemişti. Fakat bu arada Onun yerine,Şah Abbas(1587-1629)İran Şah’ı oldu. Şah Abbas, daha hırslı ve lider bir kişiliğe sahipti. Osmanlı Devletine karşı barış istemediğinden savaş tekrar hareketlendi. Savaş her iki tarafa da çok ağır maliyet getirmişti. Bir taraftan Özbeklerin, diğer taraftan Osmanlıların sıkıştırması sonucu İranda merkezi devlet otoritesi iyice zayıflamıştır. ‘1589 senesi içinde Yezd Hakimi Bektaş Han Şaha muhalefet ettiği gibi, Farstaki Zulkadirli taifesi de ona tabi olarak baş kaldırmış, Giluye Dağında Ereşlü Ümerası ve Afşar Hasan Han istiklal davasında bulunmuşlardı. Memleket adeta feodalite sistemine dönmüşe benziyordu. Heratın Özbeklerden istirdadı kabil olamadığı gibi, aynı sene baharından itibaren Abdullah Hanın oğlu Abdul-Mümin Han, dört aylık muhasaradan sonra Meşhedi kahren zaptetmişti. Şah Abbas dahili ihtilalleri teskin ve Özbek tehlikesini berteraf edebilmek için evvela garptaki kavi komşusu ile itilaf haline gelmeyi zaruri gördü.[40] İranın dahili ihtilafları ve Özbek tehdidi devam ettiği müddetçe Safevi Hükumeti barış yapmaya mecbur oldu. Böylece düşmanın birinden kurtulmayı amaçlıyordu. Barış için kardeşi Hamza Mirza’nın oğlu Haydar Mirza’yı İstanbul’a gönderdi. Kısa fasılalarla on iki sene devam eden Osmanlı-Safevi düşmanlığına son veren 1590daki Anlaşma, iki tarafın da savaşın külfetlerinden bir an önce kurtulma ve sükuna kavuşma meylinin mahsulü idi. Özbek tehdidi ve iç isyanlarla sarsılan Safevi Devleti barışı büyük fedakarlıklar pahasına da olsa kabul etmek zorunda kalmıştı.[41] 22 Mart 1590da İstanbul’da bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre’ Tebriz, Gence, Revan ve Hatt-ı Şirvan Osmanlılarda kaldı. Azerbaycandaki Osmanlı-Safevi hududunun tesbitinde herhangi bir müşkilat çıkmadı. Ayrıca Osmanlıların isteği üzerine, Haydar Mirza’nın İstanbul’da rehin olarak kalmasına karar verildi.[42] Hammer ise bu hususta, Osmanlı-Safevi Barışının’ Osmanlılardan ziyade Özbeklerin gayreti üzerine yapılmış olduğunu,[43] söylemektedir. İstanbul Barış Andlaşmasından sonra gelişen olaylarla, biz bu andlaşmada’ Özbeklerin İranlılardan aldığı yerlerin Osmanlılarla birlikte hareket eden Sünni Özbeklerin elinde kalmasının Özbeklerin ayrıca kabul ettirildiğini, buna karşılık artık İran’a dokunmaktan vaz geçtiğini de görmekteyiz. Çünkü 999 h. yılı başlarında, 1590 sonbaharında, II. Abdullah Han’ Sümnun, Sebzevab, Esferayın, Muhavvelat, Tun, Cunabad, Kayın ve Tabes gibi bugünkü Afganistanın Batısında ve İran-Horasan kesimindeki yerleri fetheylemiş, Şah Abbas ise Yezd şehrine kadar gelip geri dönmüş ve Erdebil’i ziyaretten sonra Kazvin’e gelmişti.[44] Şah Abbas, II.Abdullah’ın bu faaliyetlerini Osmanlı Devletie şikayet ederek, Özbek Hanı II. Abdullah’ın kendi tahtı hükmündeki pek çok yeri alıp yağma ettiğini kendilerine ‘rahat yeri komadığını bildiriyordu .[45] 1591 Yılı yaz mevsiminde Bestam ve Damgan’ı da Safevilerden alan II. Abdullah’ın İstanbul’a gelen elçisi ile Ona gönderdiği anlaşılan mektupta, Vezir Ferhad Paşa’ Bundan böyle, İran’a dokunulmamasını, çünkü İran’la barış yaptıklarını söylüyordu. ‘Hakan-ı Muazzam ve Han-ı Azam Abdullah Han… elçiniz Hafız Hatai’nin getirdiği mektubunuzu Padişah aldı, önceleri Padişah’ın gönderdiği mektuba göre’ ‘Ehl-i Fesad ve zümre-i rafzu ilhadun kökünü kesmeye koyuldunuz. Herat şehri ile ‘Vilayet-i Bestam ve Damgan nam Kasabalar dahi feth olunup ta Kazvin nüzulleri mukarrer olduğu bildirdi. Beri de ise İran’dan çok yerler alınıp yağmalandı, fakat Şah Abbas, akibet endişelik idub Südde-i Humayun ŞehinŞahiye izhar-ı ubudiyyet-i sermaye-i Devlet ve piraye-i izzet bilmeğe ita’at idub karındaşı oğlu Haydar Mirza’yı Dergah-ı felek-i Bargah-ı Padişahiye gönderub istid’ay-ı inayet itmişdir…. ‘Recaya ve beraya rahatı içun ahd ve eman virilmişdir. Madam ki ol canibi Cadde-i ita’atten udul’u inhiraf göstermeye Sa’adetlu Padişah-ı Cihan Penah Hazretleri canibundan dahi şerayıt-ı ahd-u emana riayet olunur. ‘Ve canib-i sa’adet me’abınuz sevabına dahi bir naşayeste vaz’ü hareket zahir olmayup kuvvet-i kahire savlet-i bahire ile feth itdiğünüz vilayetler kemakan elinüzde durmak üzere cenab-ı se’adet. nisabınuzdan sayir yerlerine tecavüz olunmayub kanaat oluna, eğer alınan vilayetlerine girü dahl ve tecavüz idub üzerlerine asker gönderirse sa’adetlu padişah-ı rub’-ı meskun ile mün’akid olan muvalatu musafatınuz südde-i sedid-i İskender gibi sabit üstüva olduğu mahalli iştibah değüldür. Size muhalefet iden bu canibe dahi adem-i ita’at itmiş olur, her vecihle bu canibden dahi inayet müzaherat olunur,[46]denilmekteydi. Bu sırada Özbeklerin, İran Ülkesindeki başarılarından sonra, Divanda siyasi menfatin, dini menfatten üstün olmaya başladığını ve dolayısı ile Özbeklerin İran’ı alıp, Osmanlılar için tehlikeli bir komşu olabileceği fikrinden dolayı Osmanlıların İran’la savaşma fikrinden vazgeçtiği ve Özbeklere karşı yardım isteyen İran Elçisine de hüsnü kabul gösterildiği, Hammer tarfından söylenmektedir.[47] Osmanlılar, Ferhad Paşa’nın yukarıdaki mektubunda, Özbeklere herhangi bir tecavüz olursa kendilerine yapılmış gibi telakki edilip Safevilerle Andlaşmayı bozup onlara yardım edecekleri gibi sözlerinde pek durmamış veya duramamışlardır. Zira, Şah Abbas, önce Özbeklere iki defa saldırarak Horasan’ı almış, daha sonra da Osmanlılardan intikam almaya çalışmıştır. Çünkü, İstanbul Andlaşmasından kısa bir süre sonra, 1603’te Andlaşmayı bozarak Anadolu’ya tecavüze geçmiştir.[48] III.Mehmed’in 1596’da cülusunu tebrik etmek için İstanbula gelen Şah Abbas’ın elçisi,Osmanlılara’ Şah’ın Özbek Hanı’na muzafferiyetini tebliğ etmiştir.[49] Bundan yine iki buçuk sene sonra, İran Şah’ı bir elçi daha göndererek Horasan’ı Özbeklerden tamamen geri aldığını bildiriyordu.[50] Osmanlı Devleti bu haberlere fazla tepki göstermedi. Bu sırada, II.Abdullah Han vefat etmiş, Özbeklerin başına Hükümdar Baki Muhammed Han(Abdul-Baki) geçmişti. III.Mehmed’e bir elçi göndererek Horasan’ı tekrar almak için top ve tüfenk istemiş, fakat İstanbul’da Özbek Elçisini ilk kabul eden Şirvan eski Beylerbeyi Vezir Yemişçi Hasan Paşa, İran ile yapılan İstanbul Barış Andaşmasını da göz önüne alarak, Bakı Muhammed’in ricasını Padişaha arz etmiştir. Padişah tarafından da uygun görülen bu telhisden anlaşıldığına göre, Özbeklere yardıma devam edilmekle birlikte, aralarında sulh olan İran’la iyi geçinilmesini telkin eden bir siyasetin takibine başlandığını görmekteyiz. Osmanlıların gönderdiği mektupta’Şimdi bundan Muşarun ileyhin elçisine yirmi kıt’a tüfenk virelum ve darbzen virmeyelum, zira bunlar tüfenk ve darbzeni Kızılbaşlara cenk eylemek için isterler. Buhara Hanı Sünni müslümandır. Bunların hatırlarına ri’ayet olunmak lazımdır. Zeman ile gerek olurlar, hatta Kızılbaş ile mabeynimiz mukaddima cenk ve cidal üzere iken Asitane-i Sa’aded’den bunlara Name-i Hümayun gönderilub Kızılbaşun üzerine yürümek teklif olunduk da, mübalağa asker ile ol canibden Kızılbaş üzerine yürüyüb nice memleketlerin almağla Kızılbaş bunlardan ziyade zebun olub bu canibe çok faideleri olmuş idi. Eğerçi Kızılbaşla şimdi mabeyn sulh ve salah olmuştur. Bunlar Şah ile cenk üzere olmağın Şah harekete kadir olmaz belki Şah ile ceng üzere olmaya idi bir nühemva vaz ede idi. Hasılu’l- Kelam evlası budur ki hem Buhara Hanı’nın ve hem Şah-ı Acemun hatırı riayet oluna dinu devlet-i maslahat bu usul mahallerde fikr-u mülahaza idub layık olanı eylemekle ileri varur,[51] diye bildiriliyordu. Bu sırada Özbeklerden Horasan’ı geri almış olan Şah Abbas, kısa bir süre sonra da Osmanlılarla yaptığı Barış Andlaşmasını bozmuştu. Avusturya Savaşının 1593’den itibaren devam etmesi ve istenildiği gibi gitmemesi, Anadolu’daki Celali İsyanlarının yeniden ortaya çıkması, Osmanlılar aleyhine gelişmelerdi. Osmanlı Devleti ile Safevi Devleti arasında 1603-1612 ve daha sonra 1615-1618 yılları arasında yapılan savaşlar da, Şah Abbas, İstanbul Andlaşması ile elinden çıkan pek çok yeri geri almıştır.[52] Böylece tecrübeli Başvezir Sokullu Mehmet Paşa’nın, İranla yapılacak savaş hakkındaki sözleri gerçekleşmiş ‘bunca emek heba olmuştur. Padişah III.Murat ile II.Abdullah Han zamanında, Şii-Safevi Devletine karşı gerçekleştirilen, Osmanlı-Türkistan Dayanışması, başlangıçta etkili olmuştur. Onlardan sonra, arzulanan sonuca ulaşılamamıştır. Bu iki hükümdarın vefatı ile şartlar değişmiş, İranda Şah olan Abbas durumu Safevi Devleti lehine çevirmeye çalışmıştır. Ancak, Osmanlı Devleti, Safevilere karşı, başta Özbek-Şeybani Hanları olmak üzere Türkistan Hanlıklarını her zaman dostane münasebetler içerisinde desteklemiş ve olumlu katkılarda bulunmuştur. Onlar da gerek Şii-İrana gerekse Rusyaya karşı hep Osmanlı Devleti ile birlikte hareket etmeye gayret etmişlerdir. BİBLİYOGRAFYA Asrar, N.Ahmet, Kanuni Sultan Süleyman Alemi,2.Baski,Hilal Yay.,İstanbul,?. ve İslam Bahadir Han, Ebu’l-Gazi, THORN’ecere-i Türk,Terc.Riza Nur,İstanbul,1345 h. Bayur, Yusuf Hikmet, Hindistan Tarihi, T.T.K.B.,I-II., Ankara,1946. Feridun Bey, Ahmed, Münthorn’eatü’s-Selatin,III.,İstanbul,1274-1275 h. Grousset, Rene, Bozkir İmparatorluğu, Terc. M. Rethorn’at Uzmen,İstanbul,1980. Hammer,Joseph Pustgall,Devlet-i Osmaniyye Tarihi,Terc.Mehmed Ata,Selanik Matbaasi,I-X.,İstanbul,1330 h. Hayit, Baymirza,Türkistan Rusya İle Çin Arasinda,Terc. Abdulkadir Sadak, İstanbul,1975. İlgürel, Mücteba,’III.Murat’,Doğuthorn’tan Günümüze Büyük İslam Tarihi,Çağ Yay.,X.,İstanbul,1989.ss.393-401. İnalcik, Halil,’Osmanlilar’da Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi’,S.B.F.D.,XIV/I,Ankara,1959.,ss.69-94. Kiliç,Remzi, Kanuni Sultan Süleyman Devri Osmanli-İran Münasebetleri(1520-1566), Basilmamithorn’ Doktora Tezi, Kayseri,1994. Kirzioğlu, M.Fahrettin,Osmanlilarin Fethi(1451-1590),T.T.K.B.,Ankara,1993. Kütükoğlu,Bekir,Osmanli-İran Kafkas Ellerini Siyasi Münasebetleri(1578-1612),İstanbul,1993. _________ #8216’III.Murat’,İ.A.,M.E.B.,VII.,İstanbul,1960, ss.615-625. Mustafa Nuri Pathorn’a, Netayicü’l-Vukuat,I-II., İstanbul,1327 h.. Mühimme Defteri, XXXII.,Bathorn’bakanlik Osmanli Arthorn’ivi, İstanbul. Müneccimbathorn’i, Ahmed bin Lütfullah, Sahaifu’l-Ahbar fi Vekayiu’l-A’sar, Terc.N. Ahmed, İstanbul, 1295 h.. Münthorn’eat Mecmuasi, Esat Efendi Kitapliği,Nr.3345,Süleymaniye Ktb.,İstanbul,996 h. Orhonlu, Cengiz, Osmanli Tarihine Ait Belgeler, Telhisler(1597-1607),İstanbul,1970. Peçevi,İbrahim Efendi,Peçevi Tarihi,I-II.,İstanbul,1283 h. Saray,Mehmet,’Abdullah Han’,İ.A.,T.D.V.Yay.,I-XVII (devam ediyor), İstanbul,1988. _______, Rus İthorn’gali Devrinde Osmanli Devleti ile Türkistan Hanliklari Arasi’ndaki Siyasi Münasebetler(1775-1875),İstanbul,1990. Selaniki, Mustafa Efendi, Selaniki Tarihi,İstanbul,1281 h. Togan, Zeki Velidi,Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Yakin Tarihi, İstanbul,1981. _______,XVI. Asir’dan Günümüze Kadar Müstemleke Devrinde Asya Tarihi,İstanbul,1965-1966. Uzunçarthorn’ili,İsmail Hakki,Osmanli Tarihi, T.T.K. B.,IVIII.,Ankara,1988. ________________________________________ [1] Mehmet Saray, Rus İthorn’gali Devrinde Osmanli Devleti ile Türkistan Hanliklari Arasindaki Siyasi Münasebetler(1775-1875),İstanbul,1990,s.1. [2] N.Ahmet Asrar, Kanuni Sultan Süleyman ve İslam Alemi,2.Baski, Hilal Yay.,İstanbul,?,s.55. [3] Zeki Velidi Togan,Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Yakin Tarihi, İstanbul, 1981, s.2. [4] Bkz., Halil İnalcik,’Osmanlilar’da Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi’,S.B.F.D.,XIV/I,Ankara,1959.,ss.69-94. [5] Baymirza Hayit, Türkistan Rusya İle Arasinda,Terc.Abdulkadir Sadak,İstanbul,1975,s.27. Çin [6] Rene Grousset, Bozkir İmparatorluğu,Terc. M. Rethorn’at Uzmen,İstanbul,1980,s.448. [7] Ebu’l-Gazi Bahadir Han, THORN’ecere-i Türk,Terc. Riza Nur,İstanbul,1345 h.,s.272-273. [8] Bahadir Han, a.g.e.,s.270-272. [9] Selaniki Mustafa Efendi, Selaniki Tarihi,İstanbul,1281 h.,s.314. [10] Bahadir Han, a.g.e.,s.278-279. [11] Grousset,a.g.e.,s.448. [12] Mehmet Saray,’Abdullah Han’,İ.A.,T.D.V.Yay.,İstanbul,1988,C.I.,s.104. [13] Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi,T.T.K.B.,Ankara,1946,C.II.,s.98. [14] Grousset,a.g.e.,s.448’ Baymirza,a.g.e.,s.10. [15] Saray,Rus İthorn’gali Devrinde Osmanli Devleti İle Türkistan Hanliklari Arasindaki Siyasi Münasebetler,s.8. [16] Remzi Kiliç, Kanuni Sultan Süleyman Devri Osmanli-İran Münasebetleri(1520-1566), Basilmamithorn’ Doktora Tezi, Kayseri, 1994,s.296-302. [17] Ahmed Feridun Bey, Münthorn’eatü’sSelatin,İstanbul,1274-1275 h.,C.II.,s.84-85’ Kiliç,a.g.e.,s.303-304. [18] Joseph Pustgall Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi,Terc.Mehmed Ata,Selanik Matbaasi, İstanbul,1330 h., C.VII,s.59. [19] M.Fahrettin Kirzioğlu, Osmanlilarin Kafkas Ellerini Fethi(1451-1590),T.T.K.B.,Ankara,1993,s.259-260. [20] İsmail Hakki Uzunçarthorn’ili, Osmanli Tarihi, T.T.K. B.,Ankara,1988,C.III/2.,s.56. [21] Mücteba İlgürel,’III.Murat’,Doğuthorn’tan Günümüze Büyük İslam Tarihi,Çağ Yay., İstanbul,1989,C.X,s.393. [22] Mühimme Defteri, XXXII, s.n.,128,s.59. [23] Kirzioğlu, a.g.e.,s.267. [24] Mustafa Nuri Pathorn’a, Netayicü’l-Vukuat, İstanbul,1327 h.,C.I.,s.103’ Bekir Kütükoğlu, Osmanli-İran Münasebetleri(1578-1612),İstanbul,1993,s.29. Siyasi [25] Kirzioğlu,a.g.e.,s.271. [26] Togan, Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Takin Tarihi,s.133’ Kütükoğlu III.Murat’,İ.A.,C.VIII.,s.621. [27] M.D.,XXXII.,s.n.403,s.214. [28] Kütükoğlu, Osmanli-İran Siyasi Münasebetleri, s.26. [29] Müneccimbathorn’i, Ahmed b.in Lütfullah, Sahaifu’l-Ahbar fi Vekayiu’l-A’sar, Terc.N. Ahmed, İstanbul, 1295 h.,s.538-539’ Kütükoğlu, Osmanli-İran Siyasi Münasebetleri,s.26-27. [30] Müneccimbathorn’i, a.g.e.,s539’ Kütükoğlu,Osmanli-İran Siyasi Münasebetleri,s.28. [31] M.D.,XXXII.,s.n.128, s.59. [32] Kirzioğlu, a.g.e.,s.260. [33] Feridun Bey,a.g.e.,C.II., s.237-239. [34] Feridun Bey,a.g.e.,C. II.,s.165-166’Togan,Bugünkü Türk İli ve Türkistan’in Yakin Tarihi,s.135. [35] Togan, XVI. Asir’dan Günümüze Kadar Müstemleke Devrinde Asya Tarihi, İstanbul,1965-1966,s.62-63. [36] Münthorn’eat Mecmuasi, Esat Efendi Kitapliği, Nr.3345,Süleymaniye Ktb.,İstanbul,996 h.,v.27 b-31 b. [37] Feridun Bey, a.g.e., C.II., s.241-242. [38] Münthorn’eat Mecmuasi,v. 32 a-34 b. [39] Bayur, a.g.e.,C.II., s.145. [40] Kütükoğlu, Osmanli-İran Siyasi Münasbetleri, s.194-195. [41] Feridun Bey,a.g.e.,C.II.,s249-252’ HocaSadeddin Efendi tarafindan kaleme alinan Oamanli-Safevi Ahidnamesi’ Kütükoğlu,a.g.e.,s.200-201. [42] Peçevi,İbrahim Efendi,İstanbul,1283 h.,C.II.,s.121’ Mustafa Nuri Pathorn’a, a.g.e., C.I., s.106-107’ Kütükoğlu,a.g.e.,s.202-203. [43] Hammer, a.g.e.,C.VII.,s.152. [44] Kirzioğlu, a.g.e., s.381. [45] Selaniki, a.g.e.,s.314. [46] Münthorn’eat Mecmuasi, v.34 b-39 a’ Feridun Bey, a.g.e., C.II.,s.239-240. [47] Hammer, a.g.e., C.VII., s.169. [48] Uzunçarthorn’ithorn’li, a.g.e.,C.VI/2.,s.246. [49] Hammer, a.g.e.,C.VII.,s.222. [50] Selaniki, a.g.e., s.297. [51] Cengiz Orhonlu, Osmanli Tarihine Ait Belgeler, Telhisler(1597-1607),İstanbul,1970,s.79-80. [52] Mustafa Nuri Pathorn’a,a.g.e.,C.II., s.19’ Peçevi, a.g.e., C.II., s.343.
Benzer belgeler
Misyonerlik Ve Türkiye`ye Yönelik Misyoner Faaliyetleri
yabancı devletlerin baştan beri izlediği politikanın gayesi
Osmanlı ülkesinde Müslüman olmayan toplulukları denetim altına
almaktı.
Himayeci politika güden devletlerin başında Fransa geliyordu.
Zam...