48-63 S. Calangu - İnfeksiyon Dünyası
Transkript
48-63 S. Calangu - İnfeksiyon Dünyası
Prof. Dr. Semra ÇALANGU, dolu dolu yaflam›n› ve infeksiyon dünyas›ndaki yolculu¤unu detaylar›yla anlatt›... Prof. Dr. Çalangu dünyaya gözlerini açtığı İstanbul Tıp Fakültesi (Yukarı Gureba Hastanesi)’nden hiç kopmadı. 48 İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com Mustafa Aydın ÇEVİK B ugünü yaşamış olmaktan çok mutluyum. İstanbul’dayım ve bana infeksiyonu sevdiren hocamla; zengin ve dolu dolu yaşamını, mesleğimizi ve camiamızın sorunlarını konuşmaya, onun görüşlerini sizlere aktarmaya geldim. Mesleğimizi seçerken bu karara etki eden insanlar ve olaylar olmuştur çevremizde, hemen hepimiz için ge- Kendinizden bahsedebilir misiniz? Nerede dünyaya geldiniz? Ailenizden, ilkokul, ortaokul, lise öğreniminizden ve daha sonrasından ana hatları ile bahsedebilir misiniz? İstanbul’da ve tam da bu hastanede (İstanbul Tıp Fakültesi) doğdum. O zamanki adıyla Yukarı Gureba Hastanesi kadın doğum servisinde. Oldukça da güç bir doğumla dünyaya gelmişim. Kadın doğum stajı yapan öğrenciler için de bu güç doğum bir eğitim vakası olmuş. Annem bu olayı anlatırken bundan hiç gocunmazdı. Çünkü annem bir ilkokul öğretmeniydi. Eğitim onun için çok önemliydi. Babam ise İstanbul Belediyesi’nde memurdu. İlkokulu Fatih’te okudum; Yavuz Selim Okulu’nda. İlkokul öğretmenimi o vefat edinceye kadar hep aradım. Bundan yaklaşık bir on yıl önce yine bir öğretmenler gününde tekrar arayıp telefonla ölmüş olduğunu öğrenince de çok üzüldüm. Ortaokulu Fatih Kız Lisesi’nde okudum. Liseyi de ora- çerlidir bu durum. Daha öğrenci iken “ben bu branşı asla yapamam” dediğimiz uzmanlık alanları olmuştur. Veya tam tersi; “bu olabilir, bu alanda uzman olabilirim” dediğimiz ve aklımızın bir köşesine yazdığımız branşlar olmuştur. 1980’li yılların ikinci yarısında sanırım henüz 3. veya 4. sınıf öğrencisi iken bana İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji’yi sevdiren, “evet bu branş olabilir, bu alanda uzman olmak isterim” dedirten hocamla şimdi bu konu üzerine röportaj yapıyorum. Hayat gerçekten çok ilginç… Kendisine yayına hazırlanan İnfeksiyon Dünyası isimli dergiden bahsedip, ilk sayının röportaj konuğu olur musunuz dediğimde her zamanki nezaketi ile bizi onurlandırmayı kabul etti saygıdeğer hocam. Belki biraz hazırlıklı olmak gerekebilir diye röportajin yapılacağı günden bir gün önce hazırladığımız soruları internet da bitirdim. İlkokula aslında erken başladım; 5 yaşındaydım. 16 Ocak doğumluyum ben. Henüz 6 yaşını tamamlamamış olduğum için okula alınmamda biraz zorlukla karşılaştı ailem. Ama anlattıklarına göre zaten okula başlamadan önce okuma ve küçük hesaplar yapmayı çözmüşüm anlaşılan. Dolayısıyla beni bir sınava aldılar ve sınavda başarılı olarak okula başladım. Lise sonrası, İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdim. Doğrusunu isterseniz, o sıralarda moda meslek olan Kimya Mühendisliği idi isteğim. Kimya mühendisi olmak için Teknik Üniversite sınavlarına girdim, kazanamayınca çok üzülmüştüm. Çünkü Fatih Kız Lisesi 6 fen sınıfındaki en iyi, en çalışkan arkadaşlarımızın hepsi Teknik Üniversite’ye girdiler, ben istediğim bölüme girmeyi başaramadım. İstanbul Tıp Fakültesi’ne biraz da üzülerek girmiştim ama şimdi dönüp bakıyorum iyi ki girmişim. Sonradan bu konuda bir hayat felsefesi de geliştirdim doğrusu. Aslında insanın önce üzüldü- aracılığı ile gönderdim. Kendisiyle röportaja gittiğim gün, “yeri doldurulamaz” dediği Attila İlhan’ın ebediyete göç etmiş olduğu gündü. Ben de, İstanbul sevdalısı hocamla röportajımıza, Attila İlhan’ı anarak başlamak istedim. Ve yaklaşık 2.5 saat süren ve ilgi duyanların su gibi okuyacağı güzel bir röportaj yaptık. Aynı zamanda tarihe not düşmek adına da iyi oldu diyebilirim. Röportaj bittiğinde bir kez daha “bana infeksiyonu iyi ki sevdirmişsiniz hocam, mesleğimiz adına varsa yaptığım iyi şeyler sizin, kötü şeyler benim olsun” diyerek ayrıldım odasından. Bazıları vardır, sayıları azdır onların; elde ettikleriyle yetinmezler, yaşamdan daha fazlasını isterler. Yaşamları; merak, öğrenme, özgürlük ve maneviyatlarını zenginleştirmek üzerine kurulmuştur. İşte bu nitelikleri kendisinde toplamış bir isim Prof. Dr. Semra Çalangu. ğü şeyler aradan zaman geçince, dönüp baktığında iyi ki öyle olmuş dedirtiyor. İnsan hiçbir şeye çok üzülmemeli diye düşünüyorum. 1963’te girdiğim İstanbul Tıp Fakültesi’ni, 1969’da bitirdim. Aynı sene buraya yani yine aynı fakülteye iç hastalıkları asistanı olarak girdim. Dolayısıyla doğduğum hastaneden hiç kopmamış oldum böylece. 1970’de 4 Şubat’ta iç hastalıkları uzmanı oldum. Ve yine kaderin bir cilvesi olarak bir tarafa gitmeyip bu ailenin içerisinde kaldım. O zamanki hocalarım, Prof. İlhan Ulagay, Prof. Mehmet Oran ve daha sonra Prof. Cihat Abaoğlu gerçekten yolumu çizmekte bana çok yardımcı oldular. Onların sayesinde karaciğer hastalıklarıyla özellikle ilgilendim. Ve bu konuda tez yapmak üzere 1976 yılında İngiltere’ye gittim. Londra’da bir yıl süreyle Charing Cross Hospital’da deneysel araştırmalar yaptım. Dönüşte 1978’de doçentliğimi kazandım ve doçent olduğum zaman sadece 31 yaşındaydım. O zaman için İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 49 doçentlik açısından çok genç bir yaştı bu. Şimdi 31 yaşında doçent olmak oldukça kolay. O zaman doçentlik çok daha zordu. Hem orijinal bir tez hazırlamak gerekiyordu, hem yabancı dil sınavına, İngilizce’den Türkçe’ye ve Türkçe’den İngilizce’ye olmak üzere girmek gerekiyordu. Hem de bir deneme dersini başarmak gerekiyordu. Ama başarılı oldum. Fakat daha sonra kadro beklemeye başladım. 1980 darbesinden sonra -darbe sözcüğünü kullanmayı seviyorum- üniversitelere bir kıyım uygulandı diyebiliriz. Dolayısıyla bu kadar hızlı asistan, başasistan, doçent olmuşken tam 10 yıl profesör olamadım. 1988’de ancak toplu olarak profesör kadroları dağıtıldığında ben de herkesle birlikte profesör oldum. O nedenle de hala yakın tanıdıklarım bilirler, kendimi tanımlarken profesör ünvanımı kullanmayı sevmem. Genellikle doktor ünvanını kullanmayı tercih ederim. Çünkü bence profesörlük, çaba göstererek kazandığım bir ünvan değil diğerleri gibi. Herkes olurken ben de oldum diye düşünüyorum. İstanbul Tıp Fakültesinde Klinik Bakteriyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Anabilim dalını kurdunuz. İnfeksiyon Hastalıkları alanını tercih etmenizdeki faktörler nelerdi? 1978’den sonra İç Hastalıkları Kürsüsü’nde doçent olarak kaldım. 1982’de İç Hastalıkları Genel Dahiliye Bilim Dalı’nda doçent olarak görevime devam ederken, o zamanki dekanımız rahmetli Prof. Cemalettin Öner’in, acil hekimlik konusuna verdiği önem ve beni bu yönde yönlendirmesiyle, İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nın acil birim yöneticiliğine atandım. Yanlış hatırlamıyorsam, 1982’de YÖK kuruldu. 1983’de, YÖK uzmanlık dalları arasında yer alan ama İstanbul Tıp 50 Fakültesi’nde bulunmayan İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nın tüm üniversitelerde kurulmasıyla ilgili bir karar çıkardı. İstanbul Tıp Fakültesi Yönetim Kurulu da bu eksikliği kapatmak için bu karara uymak kararını aldı. Ama doğrusunu isterseniz, uzun süre -bunu da belirtmekte yarar var, bu da tarihteki yerini bulacaktır- İstanbul Tıp Fakültesi’nde bu anabilim dalının kurulmaması için çaba gösterildi. Çünkü Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nda görevli olan hocalarımız klinikten tamamıyla kopuk hocalardı. Çok iyi mikrobiyoloji hocalarımız vardı. Bunu söylemeden geçemeyeceğim, hakikaten çok iyi hocalarımız vardı. Ama klinikle ilgileri yoktu. İnfeksiyon hastalıklarının klinikle ilgili olan dersleri ve hastaların takibi iç hastalıkları hocaları tarafından yapılırdı. 1982 öncesi bu dersin anlatıldığı bilim dalının adı Genel Dahiliye ve İnfeksiyon Bilim Dalı idi. 1982 yılında, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nın kuruluş kararı çıkıp, Yönetim Kurulu da “Evet, burada, bu anabilim dalı kurulacak” diye karar verdiği halde iki taraf da bir üçüncünün gelişmesine pek rıza göstermediler. Bir iletişim yoktu aralarında. Mikrobiyoloji bu dalın İç Hastalıkları içerisinde yer almasını istemediği gibi, İç Hastalıkları da “Mikrobiyologlar klinikten ne İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com anlar?” deyip bunu bırakmak istemediler. Dolayısıyla uzunca bir süre bu karar uygulamaya geçmedi, sümen altında kaldı. 1983 yılında, hemen burada adını zikretmeliyim; Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, İstanbul Tıp Fakültesi’ne çok emeği geçmiş, çok hoca, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve belki gerçekte olduğu kadar kıymeti bilinmemiş bir hocamız, Enver Tali Çetin hocamızın destek olmasıyla bu anabilim dalı kurulmuştur. Bu anabilim dalının kurulması için hocanın desteğini almakta sanırım naçizane benim katkım olmuştur. Çünkü hoca beni çok severdi. Ben de hocayı çok sayardım. Ve Enver Tali hoca aslında sanırım az kişiye güvenirdi. Ben o güvendikleri arasındaydım. Bana güvendi, ben de sanırım onun güvenini hiç boş çıkarmadım. Yönetim kurulu kararının uygulamaya geçmesi için, buraya kadro verilmesi için de destek oldu. İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Kurucu Başkanı olarak beni atadı. Buraya Murat Dilmener hocayla birlikte İç Hastalıkları’ndan geçtik. Yataklı bir servis kurmakta hiç sorun olmadı, buna karşılık laboratuvar sorunumuz vardı. Murat Dilmener ve ben, ikimizde infeksiyoncu değildik. Böyle bir diplomamız yok. Ama gayretimiz var, emeğimizi koymaya da hazırız. Özellikle Murat hocayı ben bu konuda ikna ettim. Daha sonra ikna ettiğim için zaman zaman eleştirilere de çok uğramışımdır. Ama yaptığımın doğru olduğunu hala düşünüyorum. Şöyle dedim: “Bizim İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurmamız için ihtisas vermemiz lazım. Ama ikimizin de ihtisası yok. Dolayısıyla ihtisas verebilecek bir öğretim üyesini almamız lazım buraya”. Tabii ki ikinci bir yol, Murat Dilmener ve/veya benim bu ihtisası almamız idi. İkinci yol bugün için de mümkün değildir. O zamanda mümkün değildi. Çünkü yeniden öğrencilerimizle birlikte sınavlara girmek gerekiyordu. Tabii ki aynen korsan kitaplar gibi korsan bir ihtisas belgesi olabilirdi. Türkiye’de her şey mümkün. Bu da mümkün olabilirdi. Ama Murat hoca da, ben de bu yola başvurmadık. Ve Murat hoca daha da uğraştı hatta. YÖK’e görüş almak için yazılı olarak başvurdu. Ben de altını imzaladım ama YÖK; İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji bir ana dal olduğu için başka bir ana dalda ihtisas yapmış olan nun temini de yine Enver Tali hocanın gayretiyle olmuştur. Sadece öğretim üyesi değil, asistan kadroları da gerekiyordu. Sanırım İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji dalının kurulması ve gelişmesi sürecinde hiçbir şey beni bu ana dala kadro bulmak kadar zorlamamıştır, üzmemiştir, geceleri uykumu kaçırmamıştır. Beni üzen, kıran bir süreçtir. Kadro temini tabii ki her yerde güçtür ama hiçbiri herhalde bu dala kadro temin etmek kadar güç olmamıştır. Bir tek benim kadrom herhalde nispeten kolay olmuştur. Çünkü ben kendi isteğimle iç hastalıklarındaki kadromu alıp infeksiyon hastalıkları- netlemiştir birbirimize. Tersine zaman zaman da aramızda çok büyük fikir ayrılıkları olmuştur. Çok büyük olmasa bile bazı sürtüşmeler olmuştur. Buna daha çok fikir ayrılığı demek doğru olur zannediyorum. Başlangıçta özellikle gerek Haluk’la gerek Halit’le yurtiçi ve yurtdışı toplantılarımız, o sıralar yine Enver Tali hocamızın verdiği destekle kurulan Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları yani Klimik Derneği’nin yurt çapında yayılması için yaptığımız sürekli toplantılar bizi birbirimize kenetleyen noktalar olmuştur. Böylece biz dört kişi birbirimizi daha iyi tanımak ve birbirimizi keşfetmek fırsa- “İstanbul Tıp Fakültesi’ne çok emeği geçmiş, çok hoca, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve belki gerçekte olduğu kadar kıymeti bilinmemiş bir hocamız, Enver Tali ÇETİN hocamızın destek olmasıyla fakültemizde İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurulmuştur.” kişilerin bu ana dalda ihtisas yapmış sayılamayacaklarını bize bildirdi. Murat hoca da, ben de “tamam” dedik. Ama buraya bir öğretim üyesi alma gayretlerimizi sürdürdük. Enver Tali hoca bize bu konuda da yardım etti; Haluk Eraksoy’u önerdi. Haluk Eraksoy o sırada, yanlış söylemeyeyim, İstanbul dışında mecburi hizmetini ya da askerliğini yapmak üzere -bunlardan biri önce, biri sonradır tam hatırlamıyorum- Isparta’nın Yalvaç kazasındaydı. Bunu çok iyi hatırlıyorum, çünkü Haluk’la o sıra epey telefonlaştık. O da tabii İstanbul’a geleceği ve İstanbul Tıp Fakültesi’nde çalışacağı için çok memnun oldu. Haluk için kadro- na geçtim. Önce iki asistan kadrosu ve bir yardımcı doçent kadrosu temin ettik; Enver Tali hocam ve Türk İnfeksiyon Vakfı’nın kurucusu olan yine rahmetli Avni Akyol sayesinde. Bu iki asistan kadrosunun birisine giren şimdiki çalışma arkadaşım, sevgili öğrencim, Halit Özsüt’tür. Bizim İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı maceramız zor bir şekilde ama bu dört kişilik ekiple başladı. Murat Dilmener, Semra Çalangu, Haluk Eraksoy, Halit Özsüt. Mahşerin dört atlısı gibi. Bu ekip işin başında her biri hakikaten çok zor bir yükü kaldırmak üzere çok gayret gösterdi. Tabii çektiğimiz sıkıntılar bizi zaman zaman ke- tını bulduk. Birlikte çıktığımız yolculukta yolumuzu çizerken birbirimizi yönlendirdik; biri düşerken öbürü hemen elinden çekti, yukarı kaldırdı bir bakıma. Güzel bir yolculuktu. Ama daha sonra kimi fikir ayrılıklarımız olmuştur gerçekten. Fakat birbirimize zannediyorum duyduğumuz sevgiyi ve saygıyı kaybetmedik. Bu ekiple birlikte çalışmaktan mutluyduk açıkçası. Buna karşılık, Murat Dilmener 5-6 yıl önce bizden ayrıldı. İç hastalıklarına tekrar geri döndü. Böylece dört ayaklı masanın bir ayağı kırıldı, sallanır gibi olduk. Ama şimdi kendi öğrencimiz olan çok değerli bir genç öğretim üyemiz var; Atahan Çağatay. Onunla beraber masa tek- İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 51 İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Kurucu Başkanı olarak beni atadı. rar kalktı. Geçen yıl ben Üniversite’den tümüyle ayrılmayı düşündüm. Ama şimdilik, bir süre için olsun, tekrar geri döndüm. Ne zamana kadar olacak onu bilmiyorum. Maceramız bu kadar kısacası. Kaleme almış olduğunuz, editörlüğünü yapmış olduğunuz önemli kitaplarınız var, yayınladığınız kaç kitap oldu? Bunlardan bahsedebilir misiniz? İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nın acil birim yöneticiliğine atandığımda kendimi birdenbire acil serviste yönetici olarak bulunca kuşkusuz eksikliklerimi fark ettim ve zannediyorum bir ilki gerçekleştirdim. Acildeki eksikliğimizi kapatabilmek amacıyla, her branşdaki doçent ve profesör arkadaşlarımla, hocalarımla konuşup birkaç aya yayılacak bir acil dahiliye kursu hazırladım. Acilde sıkça karşılaştığımız her konu, o konunun uzmanı olan hocalar tarafından soru yanıt şeklinde toplantılarla gündeme getirildi ve ben bunları bir kitap halinde toplamayı başardım. İlki gerçekleştirmem şöyle oldu. İnsanlar genellikle konuşmayı severler ama yazı yazmayı sevmezler. Dolayısıyla ben de bu toplantıları kasete aldım. O zamanki kasetçalarımız şöyle kocaman bir şeydi. Hala durur bir tarafta. Hafta sonlarında o 52 kasetleri çözdüm. O zaman bilgisayarlar yoktu, onları daktiloya geçirdim. Böylece sonunda kişilerin yazmadığı, sadece anlattığı, benim yazıya geçirdiğim bir kitap çıkmış oldu; “Acil Dahiliye”. Bir yenilik de şuydu: Bu Türkçe’de yayınlanan ilk telif acil dahiliye kitabıydı. Bu kitap beni Türkiye’de ve Kıbrıs’ta meşhur etti. Sonraki yıllarda ben Samsun’dan Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Adana’ya, Adana’dan Kıbrıs’a ne zaman toplantılara gitsem “aaa, Acil Dahiliye kitabının yazarı siz misiniz?” deyip bana kitap imzalattılar ve “Biliyor musunuz bu kitap sayesinde kaç tane hastayı kurtardık” dediler. Büyük bir gereksinim olduğunu hissediyorduk ama bu kadarını bilmiyorduk. Sanırım bu bile “iyi ki dünyaya gelmişim, işe yaramışım” dedirtecek bir şeydir. Bu kitap pek çok tıp kitabının tersine çok satıldı, çok sayıda baskı yaptı. Şu anda da İstanbul Tıp Fakültesi’nde acil dahiliye birimini yöneten Kerim Güler hocamızla hala kitabın yeni baskılarını yapmayı sürdürüyoruz, 7. baskısının hazırlığı içerisindeyiz. Bu dönemimdeki bir başka yeni ve ilk yaptığım şey de “Hemşireler İçin İç Hastalıkları” kitabıdır. 25 yıl kadar önce acil dahiliye servisini yönetirken, bir taraftan da İç İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com Hastalıkları Genel Dahiliye’de öğretim üyesi olarak çalışırken, bir başka ek görev verildi bana. İstanbul Tıp Fakültesi’ne bağlı bir Sağlık Meslek Lisesi vardı. Bu sağlık meslek lisesinde iki yıl süreyle iç hastalıkları dersi verdim. Ortaokulu bitirmiş, tıp konusunda hiç bilgisi olmayan öğrencilere tıbbın çok önemli konularını anlatmak zorundasınız; mide ülserinden sarılığa, tüberkülozdan enfarktüse kadar. Yararlanacağımız hiçbir kitap yoktu. Dolayısıyla birinci yıl notlar hazırladım, ikinci yıl da öğrencilerden aldığım tepkilerle de nerede takılıyorlar, neyi anlamakta zorlanıyorlar, bunları da dikkate alarak notlarımla bir kitap çıkardım. Hemşireler İçin İç Hastalıkları yine Türkiye’de bu konuda yazılmış ilk kitaptır. Sağlık Bakanlığı tarafından sağlık meslek liselerine, hemşire okullarına yardımcı ders kitabı olarak önerilmiştir. Daha sonra kitabın iki ya da üç baskısını yaptık ama ben daha sonra bu işten ayrıldım. Yıllarca bu kitap tek kitap olarak kaldı. Daha sonra yeni baskılarını yapmadığım için de eleştirilere uğradım. Benim bilgim dışında tekrar tekrar basıldı, dağıtıldı. Zannederim daha sonra konunun gerçek sahipleri olan yüksek hemşireler tarafından muhtemelen yeni kitaplar yazıldı ve artık bu kitap tarihteki yerine gömüldü ve bitti. Murat Dilmener ve ben, infeksiyona geçtiğimiz halde eski uzmanlık alanımızdan, iç hastalıklarından tam olarak kopmadık. Dolayısıyla iç hastalıklarıyla ilgili yayınlarımızı sürdürdük. Bunların sonuçlarından bir tanesi “Özel Tanı ve Tedavi” kitabıdır. Cerrahi hocamız Ünal Değerli ile ve rahmetli cerrahi hocamız Yavuz Bozfakioğlu ile birlikte hazırladığımız Özel Tanı ve Tedavi kitabı, sanırım bu alandaki ilklerden biridir. Şu anda hatırlamıyorum ama birkaç baskı yapmış bir kitaptır. Bir de şimdiki TUS hazırlık kitaplarından çok önce hazırlanmış, Prof. Atilla Ökten’le birlikte editör- lüğünü yaptığımız bir “Pratik İç Hastalıkları” soru-cevap kitabımız vardır. İç hastalıklarının çeşitli dallarında soru cevapları olan ama o cevapların da niçin öyle olduğunu açıklayan, yanlış cevapların niçin yanlış olduğunu açıklayan bir kitaptır. O kitabın iki ya da üç baskısından fazlası yapılmadı. Daha sonra TUS kitapları çıktı, biz de onu tekrarlamadık. Bir de Klimik Derneği’nin ilk yıllarında infeksiyon hastalıkları disiplinini yurt çapında tanıtıp yaygınlaştırmak amacıyla düzenlediğimiz bilimsel toplantıları Haluk, Halit ve ben “İnfeksiyon Hastalıkları” yıllıkları şeklinde topladık ve editörlüğünü yapıp yayınladık; sadece iki yıl yapabildik bunu. Tabii ki, adım geçen, bölümlerini yazdığım başka kitaplar da vardır. Çeşitli iç hastalıkları kitapları vardır, Mustafa Aydın Çevik’in organizasyonunu yaptığı kitaplar neklerin üyesiyim, Karaciğer Hastalıkları Araştırma Derneği gibi. Sadece kurucu üye olmakla kalmayıp aktif olarak da çalıştığım dernekler, kurucu üyesi olduğum halde kağıt üstünde kalıp çok aktif çalışmadığım dernekler var. Doğrusunu isterseniz ben onların sayısını da çok iyi hatırlamıyorum. Klimik ve Ankem’in kuruluş dönemini hatırlıyor musunuz? Ankem’in kuruluşu yanlış hatırlamıyorsam Klimik’ten öncedir. Her ikisinin de fikir babası yine Enver Tali Çetin’dir. Antibiyotik ve Kemoterapi Derneği hocanın kendisine yakın bulduğu, kendisinin güvendiği, yakın çevre kişileri tarafından kurulmuştur. Kurucu üyelerinin hepsini çok iyi hatırlamıyorum ama sanırım, farmakoloji hocamız, benim de çok sevdiğim arkadaşım Lütfiye Eroğlu, şimdiki aktif yürütücüsü Kurtuluş Töreci neği’ni de kurmak üzere hoca tarafından çağrıldı. Ve Klimik Derneği bu şekilde kuruldu. İlk yıllarında Tali Hoca başkanlığını, ben de genel sekreterliğini yürüttüm. O yıllarda Avrupa Klinik Mikrobiyoloji Derneği’ne de bu disiplinin adının Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları olması gerektiğini biz yazmıştık ve dernekle yayın organı olan derginin adına “İnfeksiyon Hastalıkları (ID)” eklenmişti. Yine o yıllarda Halit’in ESCMID’e Türkiye temsilcisi olarak seçilmesi, hem ülkemize, hem de Avrupa’daki genç meslektaşlarımıza eğitim açısından çok yarar sağladı, ilişkilerimizi geliştirdi ve güzel, farklı bir boyut getirdi. Klimik Derneğinin kurucu kadrosuyla daha sonraki üye kadrosu seneler içinde çok büyük değişkenlik göstermiştir. Bunu söylemem gerek. Çünkü kurucu kadronun içerisinde infeksiyon Ankem’in kuruluşu yanlış hatırlamıyorsam Klimik’ten öncedir. Her ikisinin de fikir babası Enver Tali Çetin’dir. Ankem’i kuran ekip bir iki yıl sonra yine Enver Tali hocanın önerisiyle bir araya gelerek Klimik Derneği’ni kurdu. Klimik Derneği’nin kurucu kadrosuyla daha sonraki üye kadrosu seneler içinde çok büyük değişkenlik göstermiştir. vardır, bölüm yazdığım güzel kitaplar vardır hakikaten. Klimik Derneği’nin, Türk İnfeksiyon Vakfı’nın kuruluşundan bahsettiniz. Bugün ülkemiz tıbbına önemli hizmetleri olan derneklerimizin pek çoğunun kurucususunuz. Hangileri bunlar? Ankem’in; Antibiyotik ve Kemoterapi Derneği’nin, Klimik Derneği’nin kurucuları arasındayım. Hastane İnfeksiyonları Derneği’nin kurucu üyesiyim. Bir takım der- ve mikrobiyoloji ağırlıklıdır daha çok. Kliniklerden de Çocuk Kliniğinden Ülker Öneş gibi bazı hocaların katkısıyla kurulmuştur. Ankem’i kuran ekip aradan bir ya da iki yıl geçtikten sonra yine Enver Tali hocanın önerisiyle bir araya geldi. O sırada, Tıp Fakültesi’nde Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı da kurulmuştu. Bu anabilim dalının kuruluşundan sonra Ankem’i kuran kişiler üç aşağı beş yukarı, tıpatıp aynı kişiler olmayabilir ama, bir iki ekleme çıkarmayla Klimik Der- hastalıkları uzmanı olanların sayısı yok denecek kadar azdı. Çünkü İstanbul Tıp Fakültesi’nde infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı yoktu o yıllarda. Ama daha bu anabilim dalı kurulmadan önce infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı ünvanını alan (bu bir yerde bizim anabilim dalının tarihçesi gibi oldu Mustafa, hiçbir yerde de söylenmemiş ve yazılmamıştır, enteresan hakikaten), 1983 yılında İstanbul Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalık- İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 53 ları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurulmadan önce bu Fakülte’den bu uzmanlığı alan üç kişi olmuştur. Birisi Turan Aslan. Şimdi Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nde öğretim üyesidir ve Hıfzıssıhha’dadır yanılmıyorsam. İkincisi Hayrettin Akdeniz, şimdi Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde öğretim üyesidir. Üçüncüsü de Haluk Eraksoy. Bizim anabilim dalımızda öğretim üyesi ve halen başkanımızdır. Her üçünün de bu ünvanı alması yine Enver Tali Çetin hoca sayesinde olmuştur. Bugün sürekli olarak ondan söz ettik ama hakikaten emeği çok büyüktür. Enver Tali hoca sırayla bu üç mikrobiyoloji asistanını -çünkü onlar mikrobiyolojiye mikrobiyoloji ihti- Bugün yeniden seçme şansınız olsa yine İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji’yi seçer miydiniz? Geriye dönüp baktığınızda infeksiyon hastalıklarını seçtiğiniz için memnun musunuz? Bu kritik bir soru. Şimdi önce şuna yanıt vereyim. Hani Yargıtay kararları vardır, esastan ve usulden diye. Ben de öyle cevap vereceğim; esastan evet, usulden hayır. Neden? Bir kere yeniden İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojiyi seçer miydim? Kesinlikle evet. Esastan evet. Ancak usullere gelince orada işler biraz kritik, fikir ayrılıkları var. Ben İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojiyi -hayat hikayemi anlatırken çok net anlaşılacağı üzere- sonradan seçtim. Yani doğuştan olmasa da birinci planda iç hastalıkları uzmanıyım. İç hastalıklarından infeksiyon hastalıklarına geçtim. O dönemde, şu anda bir başka dal olan Acil Hekimliğe de geçebilirdim. Yine o dönemde eğer İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji İstanbul Tıp Fakültesi’nde bir ana dal olarak kurulmasaydı, 54 sası yapmak üzere girmişlerdir- ihtisas süreleri içerisinde İstanbul Tıp Fakültesi Yönetim Kurulu’ndan karar çıkartarak 6 ay süreyle Genel Dahiliye ve İnfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı’nda -o mevcuttu burada, iç hastalıklarının içerisinde- rotasyon yaptırarak, dolayısıyla tüzüğün öngördüğü 6 aylık rotasyonu bu şekilde tamamlatarak sınava böyle almış ve yine yönetim kurulu kararıyla bu rotasyonu yapan kişiler mikrobiyoloji asistanı olarak ihtisasa başlamış olsalar da klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları uzmanı olabilecekleri kararına dayanarak ihtisası vermiştir. Dolayısıyla bu anabilim dalı kurulmadan önce hocamız işin geçerli yönünü görerek üç tane infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanını çıkarmıştır gerçekten buradan. Ve çok da iyi olmuştur. Onlardan birisinin, Haluk Eraksoy’un, bu anabilim da- benim yolum o sırada infeksiyon hastalıklarına geçmek değildi kesinlikle. O sırada gastroenterolojiyle birleşmemiş olan hepatoloji alanında yan dal uzmanı olmaktı. Düşünüyorum eğer İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı kurulmuş olmasaydı, ben bugün İstanbul Tıp Fakültesi’nde gastroenteroloji ve hepatoloji uzmanı olacaktım çok muhtemelen. Dolayısıyla benim bilerek, isteyerek, bizzat seçtiğim bir dal olmaktan çok, karşıma çıkan bir fırsatı değerlendirmekti belki de. Hoşuma giden, ilgilendiğim bir dal olduğu için de ben bu fırsatı kullanmakta hiç tereddüt etmedim. Ama o dönemde karşıma örneğin, bir de endokrinoloji uzmanlığı gibi bir fırsat çıksaydı kesinlikle o yola gitmezdim, endokrinoloji yan dal ihtisası yapmazdım. Demek ki, infeksiyon hastalıklarına yatkınlığım vardı, seviyordum. Dahası, bunu öncelikle bir görev olarak kabul ettim, ama işin içine girdikten sonra daha da sevdim. Ve bence Türkiye’de en azından bu dalın bazı eksikliklerini gördüm diye düşünüyorum. Objektif oldu- ğum için, içerden bir kişi olmadığım için. Ve bu eksikleri kapatmaya da çok gönüllü oldum. Dolayısıyla bu çorbada, bu dalın Türkiye’de daha popüler bir dal haline gelmesinde biraz da tuzum oldu diye düşünüyorum. Bunu, hemen tıp fakültesinden mezun olduktan sonra infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı olmak üzere bu dalı seçmeyişime borçluyum belki de. Bir başka daldan gelmiş olmamım objektif görme bakımından yararlı olduğunu düşünüyorum. Neydi o eksiklikler? İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji, klinik bir branş olmaktan çok bir laboratuvar branşı olarak görülüyordu. Ama ben bir klinikçiydim. Bunun bir klinik dal olduğunu, klinikçilerle konuşulacak sözümüz olduğunu, bunun ikinci branş, yardımcı bir branş olmayıp bir ana branş olduğunu bizim kabul etmemiz yetmiyordu. Bunu başkalarının, cerrahların özellikle kabul etmesi gerekiyordu. Onun için de onlarla aynı dili konuşmak gerekiyordu. Bu nedenle zannediyorum ki İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolo- İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com lında bu kez öğrenci yetiştirmek üzere dönmesini de sağlamıştır. Haluk daha sonra, bildiğiniz gibi, Klimik Derneği bayrağını da devir aldı ve başarıyla götürüyor. Türk İnfeksiyon Vakfı’nın da kurucususunuz? Bu süreçten bahsedebilir misiniz? Vakfın kuruluşunda kilit isim eski Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol. Avni Akyol’un rahmetli oğlu bizim ilk asistanlarımızdan biriydi: Ümit Akyol. Halit’le beraber girmişti ihtisasa. Özal zamanındaki vakıfları hatırlarsınız, yani Semra Özal’ın Papatyalar Vakfı gibi. Avni Akyol da o çevrede ve oğlu da bizim asistanımız olunca, “Bir sürü vakıf kuruluyor. Görüyorum ki sizin de ji Derneği’nin ilk toplantıları çok disiplinli idi, diğer klinik branşlardan da meslektaşlarımızın konuşmacı ve tartışmacı olarak katıldığı, multidisipliner toplantılardı. Yani infeksiyon hastalıkları sadece bu dalın uzmanlarının konusu değildir. Hastane infeksiyonları, jinekolojik infeksiyonlar, ortopedik infeksiyonlar, yoğun bakım infeksiyonları, transplantasyon sonrası gelişen veya febril nötropeni şeklinde karşımıza çıkan infeksiyonlar ancak diğer branşlardan gelen hekimlerin oluşturduğu ekipler tarafından izlenip başarıyla tedavi edilebilir. Bu dalı yeniden seçer miydiniz derken neden ayrılıyorum, bu şekilde olmak koşuluyla İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji dalı bir göz hastalıkları gibi, kulak burun boğaz hastalıkları gibi kendi içinde kalacak bir dal değildir. Multidisipliner olmak zorundadır. Bu dalı seçerken, kurucu başkan olarak bu görevi kabul ederken, beni çeken bu özelliği olmuştu. Yani ben dahiliyeci olarak cerrahlarla rahat konuşuyorum. kadro sıkıntınız var, laboratuvar sıkıntınız var, para sıkıntınız var, bir vakıf kurarsak bağışcılarla, bu ana bilim dalını abad ederiz” dedi. Ve böylece İnfeksiyon Vakfı’nın kurucu üyelerini oluşturdu. Kurucu üyelerin tıbbi bölümünü Enver Tali Çetin oluşturdu. Bağışcılar, iş adamları kısmını da Avni Akyol seçti. Bizler de kurucu üye olarak katıldık bu işin içerisine. Oldukça eski bir vakıf olmakla beraber maalesef Avni Akyol’un ölümünden sonra iş adamları, potansiyel bağışcı tarafı elini bu işten çekti ve bu miras artısı ve eksisiyle bizlerin üzerine kaldı. Halen Murat Dilmener, Halit Özsüt, Haluk, ben, mikrobiyolojiden Nezahat Gürler ve Bülent Gürler gibi 6-7 kişinin üzerin- deki bir boyun borcu, bir vefa borcu olarak götürülmeye çalışılıyor. İnfeksiyoncu olarak da rahat konuşabilmeliyim. Onların koyduğu bir tanıda, “bu tanı yanlış kardeşim, ben böyle düşünmüyorum, bak bu olasılık da var” diyebilmeliyim. Bu dala geçtiğim sırada infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlarının çoğu böyle değildi. Türkiye çapında böyle değildi. Daha çok laboratuvarda çalışan, kültür sonuçlarını kendi yazan, sadece tebliğ etmekle yetinen ve hastaların tedavisini yönlendirmeyen, Mikrobiyoloji Cemiyeti’nin toplantılarında, kongrelerinde son bir sene içerisinde yaptıkları kültür sonuçlarını, istatistik verilerle sunan bir kapalı topluluk idi. İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyolojiyi seçerken, kendine güvenen, özgeçmişinden gelen güveni sağlayarak ben şimdi, “Bir laboratuvar branşı değilim, ben bir klinik ve laboratuvar branşıyım, en az sizler kadar, hatta çoğu yerde sizden daha iyi klinik bilgiye sahibim” diyebilecek durumda olursam bu dalı tekrar seçerim. Kısacası, İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyolojiyi seçerken iç hastalıkları uzmanı olmamın çok yararını gördüm. Böyle bir klinik bilgi birikimine, deney birikimine sahip olmanın çok yararını gördüm. Eğer bu deneyim birikimine sahip olarak yeniden başlayacaksam kesinlikle evet, bu dalı seçerim. Ama buna karşılık zararını görmedim mi? Doğrusunu isterseniz eksikliğini de gördüm. Çünkü infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji demin söylediğim gibi klinik ve laboratuvar dalı. Biri diğerinden daha az ya da daha çok değil. Benim klinik yönüm çok güçlü olmakla beraber, laboratuvar yönüm çok zayıf. Bu nedenle de kendimi hiç klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları uzmanı olarak görmedim. Bu uzmanlık dalını belgeleyecek bir sertifikaya, bir belgeye sahip olmak için de hiç çaba göstermedim. Çünkü böyle bir laboratuvar bilgim yok. Kesinlikle tekrar seçerdim ancak bugünkü iç hastalıkları bilgisine de sahip olmak artı laboratuvar bilgilerimi daha da artırmama fırsat verilmesi koşuluyla. Kısacası koşullu. 20-25 yıl öncesi ile bugünü kıyasladığınızda dünyada ve ülkemizde infeksiyon hastalıkları sizce nereye gidiyor? Dün, bugün ve gelecek açısından infeksiyon hastalıklarının durumu nedir? Dünyanın sonu bir infeksiyon hastalığından olacak. Bunu herkes biliyor. Yani mikrop uzaydan mı gelecektir, yoksa ne bileyim H5N1 veya H7N3 gibi bir grip virüsü mü dünyayı götürecektir, bilmiyorum ama infeksiyon hastalığı hakikaten her zaman önemini koruyacaktır diye düşünüyorum. Türkiye ve dünya açısından bakarsak, ikisini infeksiyon hastalıkları açısından İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 55 Yıllardır infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyolojiye hizmet ettiniz. Şöyle bir geriye doğru baktığınızda geride bıraktıklarınızdan memnun musunuz? Çok memnunum. Buna net olarak bu iki kelimeyle yanıt verebilirim. Hani Edith Piaf’ın şarkısında olduğu gibi; “Non, je ne regrette rien.”. “Hiçbir şeyden pişman değilim”. Tabii ki, bu yolda yürürken çok tökezlediğim oldu. Ayağımı çok çarptığım oldu. Zaman zaman çok kısa süreli de olsa acaba yanlış mı yaptım? Bir yerde hata mı yaptım? dediğim zamanlar oldu. Bana “biz sana söylemiştik; bu tavırlarla, bu davranış biçimleriyle, seni üzen bu davranış biçimleriyle karşılaşacağın önceden belliydi. Uzmanı olmadığın bir dala girmemeliydin. Bunları yapmamalıydın” diyen, uyaran arkadaşlarım oldu. Ama ben hep yaptıklarımın doğru olduğunu düşündüm. Hiçbir şeyden pişman olmadım. Çok mutluyum geriye dönüp baktığımda. Yeniden yaşardım her şeyi. Noktasını virgülünü değiştirmeden, hepsini aynı şekilde, yine yapardım. birbirinden çok ayıramıyorum doğrusu. Çünkü mikroorganizmalar sınır tanımaz. Dolayısıyla pek çok konuda küreselleşme, globalleşme terimlerinin açıkçası karşısındayım. -Sevmiyorum küreselleşme işini. Emperyalizmle eş anlamlı görüyorum çünkü. Ne de olsa 68 kuşağındanım ben- Ama infeksiyonlar açısından küreselleşme kaçınılmazdır. Çünkü bir doğa olayı bu. Dolayısıyla sınırlarınızın dışındaki her infeksiyon tehlikeli bir saatli bomba gibidir; bu onun doğası gereğidir. Her an sınırlarımızdan girebilir. İnfeksiyonlarla mücadele mutlaka küresel bir mücadele şeklinde olmalıdır. İnfeksiyon 56 hastalıklarından korunmak için koruyucu hekimliğe önem verilmelidir. Koruyucu hekimlik derken tabii ki ön planda beslenmeyi ve aşıları kastediyorum. Aşılar konusunda fikrimce yapılan araştırmalar, bu araştırmalar için ayrılan para dünyanın hiçbir ülkesinde, gelişmiş dediğimiz Batı ülkeleri dahil tedavi edici ilaçlara ayrılan para kadar ve verilen imkan kadar fazla değil. Bugün statinleri satabilmek için normal kolesterol düzeylerinin eşiğinin nerelere kadar indirildiğini, tansiyon düşürücü ilaçları satabilmek için normal tansiyon sınırlarının nerelere kadar düşürüldüğünü biz hekimler olarak görüyoruz. 20-25 sene önceki kolesterol değerleriyle, tansiyon değerleriyle bugünküler arasında yüzde 50’lere varan bir fark var neredeyse. Bunları düzeltebilmek için bir taraftan diyet ve benzeri davra- Para kazanmak, para kazanmak, daha çok para kazanmak! Koruyucu hekimlikle para kazanmak bağdaşır şeyler değil ne yazık ki. Eğer insanları hastalanmaktan korursanız para kazanamazsınız onların sırtından. Kazançlı bir iş değil. Kazanç sağlayan bir yatırım olmadığı için diye düşünüyorum ben yine, sosyalistçe bir düşünce söylüyorum. Ama maalesef bir düşünürseniz gerçek bu. Bu nedenle dünyamızın infeksiyon hastalıkları açısından sonunu hiç de iyi görmüyorum. Ama infeksiyoncular açısından iyi görüyorum. Böylece benden sonra da, benden çok sonra da torunum-torunlarım olacak infeksiyoncular da benim bugün göremediğim kim bilir ne infeksiyonlar görecekler ve mesleklerini uygularken ne kadar keyif alacaklar bunlardan. Ben o keyifi tadamayacağım. Ben bile en azından infeksi- “İnfeksiyonlarla mücadele mutlaka küresel bir mücadele şeklinde olmalı ve koruyucu hekimliğe önem verilmelidir. Koruyucu hekimlik derken ön planda beslenmeyi ve aşıları kastediyorum. Aşılar konusunda araştırmalar için ayrılan para dünyanın hiçbir ülkesinde tedavi edici ilaçlara ayrılan para kadar fazla değil” nış değişiklikleri önerilirken, bir taraftan ilaçlar önerilip duruyor. Bu ilaçların geliştirilmesi, yapılması, reklamı, promosyonu için ayrılan para ve emek asla doğrusu koruyucu hekimlik için ayrılmıyor. Bu koruyucu hekimlik içerisine aşılar kadar beslenme koşulları, yaşama koşulları dahil elbette. Bunlar için de bir imkan yaratılmıyor. Bu söylediklerim sadece Türkiye’ye özgü değil. Sadece Afrika’ya, Asya’ya özgü değil. Bu Amerika’da da böyle, bu Avrupa’da da böyle. Demek ki; tüm dünyanın, tüm dünyayı yönetenlerin böyle bir sorunu var. İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com yon hastalıklarını seçmemden bugüne kadar geçen süre içerisinde o kadar çok yeni infeksiyon gördüm ki, örneğin bu dala geçtiğimde HIV diye bir şey yoktu, AIDS diye bir hastalık yoktu. Ben bunu gördüm, dahası bu süre içerisinde geliştirilen ilaçları bile gördüm. Bu süre içerisinde çeşitli grip virüslerini, SARS’ı görebildim. 22 sene içerisinde en az 4 ya da 5 tane etkenini daha önce bilmediğimiz yeni infeksiyon hastalığı gördüm. Çok hızlı bir gidiş ve ileriye bakınca bu hız karşısında insanın tüyleri ürperiyor sonumuz ne olacak diye? Herhangi bir sorun çıkınca, bilir kişi olarak uzmanlar televizyona çıkıp fikir beyan ederler ya, son yıllara bakarsanız 3 türlü uzman televizyonda sürekli boy gösteriyor; infeksiyon uzmanları, deprem uzmanları ve Avrupa Birliği uzmanları. Yani emekli büyükelçiler, emekli askerler, jeologlar ve infeksiyon uzmanı olan doktorlar görüş bildiriyor televizyonlarda. İnfeksiyoncuların vizyonu sizce ne olmalıdır? Bu alanda çalışan meslektaşlarımız için gelecek vizyonunu nasıl tanımlamak gerekir? İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanlarının tüm ülkemizde hala tam olarak çözümlenmemiş önemli bir sorunu olduğunu biliyorum. O da demin dedim ki, bunun bir klinik branş da olduğunu hem kendilerinin kabul etmeleri, hem de başkalarına kabul ettirmeleri gerekir. Sorunumuz şurada; bunun klinik bir branş olduğunu kabul eder ve ettirirken asla ayrıca bir laboratuvar branşı da olduğundan vazgeçmemek koşuluyla. Bugün bu dalda çalışan arkadaşlarımızın en önemli sorunu veya sorunlarından birisi bu zannediyorum. Senelerdir Sağlık Bakanlığı’nda takılıp kalmış, bir türlü çıkartılamamış, defalarca gitmiş gelmiş olan tüzük, yine camia içerisindeki fikir tartışmalarının küçük cemaatler haline dönüşmesi yüzünden sonuca ulaşmadı benim görüşüme göre. Herkes kabul etmeli ki bu dal bir klinik ve laboratuvar dalıdır. Bundan asla ödün verilmemelidir. Ben klinik kökenli bir infeksiyoncu olduğum halde bu görüşteyim. Laboratuvarsız bu dalın geçerli olamayacağını kesinlikle düşünüyorum. Bir takım üniversitelerimizde ya da eğitim hastanelerimizde, ama bildiğim kadarıyla daha çok üniversitelerimizde böyle bir sorun var. Bu gelecekteki ve şu anda mevcut infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji asistanlarını da çok yakından ilgilen- diriyor. Eğitimi ilgilendiriyor çünkü. Kimi fakültelerimizde ve hastanelerimizde mikrobiyoloji laboratuvarlarına asistanların sokulmadığını, infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji asistanlarının kendi laboratuvarlarını açmak ve kendi laboratuvarlarında çalışmak yerine mikrobiyoloji laboratuvarlarında rotasyon yapmalarının istendiğini duyuyorum, öğreniyorum. Bu yanlış. Böyle şey olmaz. İnfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji, laboratuvarının aynı çatı altında yer aldığı, birimin içerisinde yer aldığı bir ana daldır. Eğitimi gören asistan hastasını muayene ettikten sonra klinik bilgilerine göre değerlendirecek, laboratuvarcı kimliğiyle gelip örneğini alacak, kendi laboratuvarında ekecek, serolojik incelemesini yapacak, değerlendirecek. Laboratuvarcı kimliği olacak. Sonra tekrar klinisyen kimliğini alacak, gelip hastasına tedavisini uygulayacak. İkisi iç içedir. İkisini birbirinden ayırt etmeye çalışmak “infeksiyon hastalıkları servisi olsun, ama laboratuvar olmasın, mikrobiyoloji laboratuvarı nasılsa var. Gitsin mikrobiyoloji laboratuvarında işlemini yapsın, dönsün klinikte uygulasın” demek olmaz. O zaman gastroenterolojinin içerisinde endoskopi laboratuvarının olmaması, kardiyolojinin içerisinde eko laboratuvarının olmaması nasıl düşünülemez ise burada da bir infeksiyon servisiyle mikrobiyoloji laboratuvarının ayrı dalların içerisinde yer almasının düşünülemeyeceğini savunuyorum. Geleceğin asistanlarına neler söylemek isterim diye sorarsanız, burada onlara bir şey söylemeden önce bugünün hocalarına söylemek istediklerim var doğrusu. O da şu: bugünün hocaları da günümüzün gerçeklerini kabul edip tutucu olmamalılar. Hocalar geleceğe bakmalı. Eğiticinin eğitici özelliği nedeniyle geleceğe bakan kişileriz biz. Biz tarih öğretmeni değiliz, geçmişi öğretelim. Tutucu olmamalıyız ve bilim hiç kimsenin tekelinde olmamalı. Bilim nerdeyse gidip öğrenmeli ya da öğretmeli ya da asistanlarımızı onun iyi öğretilebileceği yere yönlendirmeliyiz. Bence hocalık budur. Son zamanlarda aldığım duyumlara göre infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji ihtisasına talep azalmış. Kendi kurumumdan, asistanlarımızdan ayrılanlar, başka branşlara girmek üzere yeniden TUS’a giren ve başka branşları seçen asistanlarımız İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 57 oldu. Demek ki İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanlık Dalı bugün cazip bir dal değil. O zaman iş bize düşüyor. Niye cazip değil acaba? Ya da biz daha cazip hale getirmek için ne yapmalıyız? İşte bakın, camianın oturup düşünmesi gereken şeylerden bir tanesi ve önde geleni bu bence. Bu dalı daha cazip hale getirmenin birinci yolu klinik ve laboratuvarın birlikte olması gerektiğini vurgulamak ve bu yönde eğitim vermektir. Bu yönde eğitim verebilmek için laboratuvarla kliniğin bir veriliyor elinize. O halde siz hem klinikçi olarak hasta bakar, muayenehanede çalışır hem de laboratuvarınız olur laboratuvarda materyal alıp bunu işleyebilirsiniz. Ben üniversite dışında da çalışan, hem özel bir hastanede çalışan, hem de muayenehane deneyimi olan bir hekimim. Bu kadar çok özel hastane açılıyor, bu kadar çok poliklinik açılıyor, gidip bakın lütfen, bunların tümü cerrahi branş hastaneleri olduğu halde, yani günde en az 7-8 ameliyat yapan hastaneler olduğu halde, dolayısıy- “Herkes kabul etmeli ki, bu dal bir klinik ve laboratuvar dalıdır. Bundan asla ödün verilmemelidir. Ben klinik kökenli bir infeksiyoncu olduğum halde bu görüşteyim. Laboratuvarsız bu dalın geçerli olamayacağını kesinlikle düşünüyorum” arada olması gerekir, evet ama o zaman ihtisas süresini uzatmak gerekir. Şimdi camianın anlaşamadığı, hocaların birlik olamadığı noktalardan bir tanesi budur. Eğer daha uzun bir ihtisas süresi olur ise o zaman daha uzun bir eğitim almış olan uzmanlara daha fazla saygı duyulacağını, daha fazla değer verileceğini zannediyorum. Karşı görüşte olanlar olduğunu biliyorum, ihtisas süresinin uzatılması durumunda bu branşın çekiciliğini büsbütün kaybedeceğini, bu kadar uzun bir ihtisası hiç kimsenin göze alamayacağını söylüyorlar. Doğru. O halde bu söylediğim gerekli, ama yeterli değil. İkinci nokta; cazip hale getirmek için bu ihtisas süresinin sonunda elde edilen mesleğin para kazandırır bir meslek olması gerekir. Para kazandıran bir meslek olması için de hem kliniği hem laboratuvarı işletecek bir diploma 58 la hastane infeksiyonları açısından bu kadar riskli hastaneler olduğu halde, kaçında infeksiyon hastalıkları uzmanı var bunların? İnfeksiyon hastalıkları uzmanlarının iş bulamamasını ben düşünemiyorum. İnfeksiyon hastalıkları uzmanları bu özel hastanelerde niçin çalışmıyorlar? Kendilerine güven- İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com leri mi yok? Az para mı veriliyor? Yoksa laboratuvarda biyokimya ve mikrobiyoloji uzmanı var da, infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanını laboratuvara mı sokmuyorlar? Bunları infeksiyon hastalıkları uzmanlarına sormak gerek. Bu çok basit iş. Bir anket yapılabilir. Uzmanlık derneğinin yapması gerekenlerden bir tanesi budur. Önümüzde beğenelim beğenmeyelim, yararına inanalım inanmayalım, bir Avrupa Birliği süreci geliyor ve burada sivil toplum örgütlerinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Bu ana dalın geleceği konusunda yön verecek kuruluş öyle görülüyor ki Sağlık Bakanlığı değil, Klimik Derneği olacak. Klimik Derneği’nin de buna hazır olması için bu söylediğim sorunları gözden geçirmesi lazımdır. Yani bu dalı çekici bir hale getirmek için “Nerede yanlış yapıyoruz? Nasıl çekici hale getirebiliriz? Bu dalın eğitimini nasıl yapabiliriz ki, daha kaliteli uzmanlar yetiştirelim? Bu kaliteli uzmanlar bırakın iş bulamamayı, paylaşılamaz hale gelsinler. Büyük paralar verilsin bunlara. Bunun yollarını aramalıdırlar” diye düşünüyorum. Önümüzdeki yıllar bunu getirecek. Bundan hakikaten çok endişe duyuyorum. Endişe ettiğim konulardan birisi, günümüzde infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji ihtisasının cazip bir dal olmaktan çıkması ve bu dala tıp fakültesini bitirmiş olan yeni doktorlarımızın içlerinden çok kaliteli olanların pek de ilgi göstermemesidir. Bundan üzüntü duyuyorum. Bu kadar değerli bir dal tercihlerde, sıralamalarda alt sıralarda olmamalı. Bunun sebebini asla geleceğin asistanlarında, bu dalı seçmeyenlerde aramıyorum. Eğiticilerde arıyorum. Eğiticilerin durup düşünmesi gerekli. Ben düşünüyorum. Umuyorum diğer eğiticiler de düşünür. “Klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları camiası, camia olarak kalma özelliğini mutlaka korumalı, cemaat olmamalıdır. Burada camia ile cemaat arasındaki fark bence çok önemli. İkisi de arapça biliyorum. İkisi de cem; toplanmak fiilinden geliyor. Ancak camiada imam yoktur, cemaatte imam vardır. Camia olarak kalmak istiyorsa, fikir tartışmalarının olduğu platform özelliğini korumalıdır.” İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji eğitimi alan genç meslektaşlarımıza, asistanlara önerileriniz nelerdir? Son dönemde yetişenler sanki biraz daha az mikrobiyoloji bilerek yetişiyor. Bu noktada asistanlara önerileriniz neler? Asistanlara hiçbir şey söyleyemiyorum. Çünkü bu sorun onların sorunu değil. Demin söylemeye çalıştığım gibi eğiticilerin sorunu. Eğiticiler, sonuna kadar dayatıp mikrobiyoloji açısından zayıf yetişmemeleri için gerekli önlemleri kendi kurumlarında almalılar, bir. Genel olarak Dernek aracılığıyla belki Türkiye bağlamında tüm sistem olarak almalılar, iki. Bunu yerleştirmek gerekli. Mikrobiyolojiye rotasyona giderek infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı olunmamalı, buna göz yumulmamalı. Kendi laboratuvarımızın içerisinde olmalı eğitim. Bu benim görüşüm, böyle düşünüyorum. Ve bu asistanların sorunu değil. Çünkü asistanlar da bundan son derece şikayetçi, biliyorum. Ama kurumsal bazda kimisinde mikrobiyoloji ağırlıklı, kimisinde klinik tarafı ağır basıyor, o nedenle de zaten klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları eğitiminin bir kişi tarafından değil, bir ekip tarafından verilebileceğini düşünüyorum. Özellikle üniversitelerde bu kadar tutucu olmamak gerek. İnfeksiyon Hastalıkları Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’nın içerisinde bence eğitici olarak, öğretici olarak sadece bu dalın uzmanları değil, iç hastalıkları uzmanı olabilir, mikrobiyoloji uzmanı olabilir, biyolog olabilir, bunlar ekibin parçalarıdır. Ama bunu sadece üniversite hastaneleri için öneriyorum. Üniversite bilim üretecek bir yerdir. Üniversite sadece hasta bakan, eğitim veren bir yer değil, aynı zamanda araştırma yapılan, bilim üretilen bir yerdir. Araştırma yapacak kurumlarda çeşitli uzmanlık dallarından insanlar bir arada çalışabilirler. Ben bu bakımdan tutucu olmamak gerektiğini düşünüyorum. Asistanlara gelince, bir kere sadece infeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji değil, tüm branş asistanları dahiliyeci, cerrah, diğer branşlarda ihtisaslarını yapan tüm asistanlarda bugün için gördüğüm, saptadığım şöyle bir şey var; üzülerek görüyorum. Birincisi, “Bir an önce ihtisası bitirip para kazanalım.” Bu günümüzün gerçeği, kabul etmek zorundayız bunu. Uzun bir eğitim süreci doktorluk. Bunun arkasından yine uzun bir ihtisas var. Onun arkasından da ne olacağı belli değil. “Kadrolar kısıtlı, mecburi hizmetler kapıda, evde çoluk çocuk, hala anne baba parasıyla geçiniyoruz, kiralar şöyle, işte eşim orda çalışıyor, ben burada çalışıyorum” gibi bir sürü problem var. Bu tabii bizim çözemeyeceğimiz, tabii asistanın da çözemeyeceği, ülkenin sorunu. Bunun için kalkıp “tabipler odasına kaydolun, ülkenin kaderinde söz sahibi olun” gibi böyle dogmatik laflar da etmek istemiyorum. Bu gerçekçi değil. Ama asistanlar, günümüzde en gelişmiş ülkelerden Afrika’nın pagan kabilelerine kadar tüm dünyada, en geçerli mesleğin doktorluk olduğunu unutmamalıdır. Doktor, tüm toplumlarda en saygı gören kişidir. Doktor önce herkesin kendisine saygı duymasını gerektirecek davranış ve kültür birikimine sahip olmalı. Bundan taviz vermemeli. Asistan doktor gidip kaportacıyla kavga edemez, asistan doktor küfredemez, değil hastasına, sokakta arabasına çarpan adama da İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 59 İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji camiasına yönelik önerileriniz neler olabilir? Bugün için camiada gördüğünüz eksiklikler nelerdir? Neler yapılması gerekiyor? Yine kritik bir soru. Hem de çok kritik bir soru. Bir cümle ile şunu söylemek istiyorum burada. Klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları camiası, camia olarak kalma özelliğini mutlaka korumalı, cemaat olmamalıdır. Burada camia ile cemaat arasındaki fark bence çok önemli. İkisi de Arapça biliyorum. İkisi de cem; toplanmak fiilinden geliyor. Ancak camiada imam yoktur, cemaatte imam vardır. Dolayısıyla fikir tartışmalarının olduğu bir platform özelliğini korumalıdır camia olarak kalmak istiyorsa. Klinik mikrobiyoloji ve infeksiyon hastalıkları camiası içerisinde kırgınlıklara, küskünlüklere yol açıldı. Bunların bir kısmında küfredemez. Günümüzün asistanlarına her şeyden önce önermek istediğim budur; önce kendinize say- 60 ben arabuluculuk etmek zorunda da kaldım. Oysa ki bu olmamalı. Camiada fikirler tartışılır elbette. Bu fikirlerin içerisinde bu doğrudur, bu yanlıştır diye bir şey de çıkmayabilir. Önemli olan sadece fikir jimnastiği yapabilmektir. Nasıl farklı takımları tutabiliyorsak ve bu bizim birlikte arkadaş, dost olmamızı engellemiyorsa, nasıl farklı partilere oy verebiliyorsak ve bu bizim dost kalmamızı engellemiyorsa, konuşmalarımızda taraftarlık ya da partizanlık ağır basmıyorsa; aynı konuya gönül vermiş, emek vermiş, hayatını vakfetmiş kişilerin arasında da tartışma olmalı ama bu tartışmalar konuşmamak, iletişimi koparmak, tamamıyla küsmek ya da birbirini kırmak şeklinde olmamalıdır diye düşünüyorum. Aksi halde camiayı yönlendiren bir kişi ya da bir grup olur, o zaman camia cemaat halini alır ve bence bu çok tehlikelidir. Bu durum; o gılı olun. Sonra ailenize, hastalarınıza, tüm topluma karşı saygılı olunuz ki örnek olabilesiniz. Doktor örnektir. İkinci önerim, içlerindeki çocuğu öldürmemeleridir. Çocuk meraklıdır. Çocuk sürekli öğrenmek ister. Yine asistanlarda gördüğüm, maalesef hepimiz bunu vizitler sırasında görüp karşılaşırız, “hoca şu ilacı ver, şu filmi çektir” der, o da kağıdı kalemi eline alır, tıpkı lokantadaki garsonun siparişleri not ettiği gibi hoca ne derse onu yazar. Olmaz. Asistan laboratuvarda gördüğü bir kan hücresinin ne hücresi olduğunu, hastasında gördüğü bir döküntünün hangi hastalıkta olabileceğini merak etmeli. Merak etmeli ki, öğrenebilsin. Günümüzde asistanlar bizim asistanlığımızda sahip olamadığımız imkanlara sahip, bunu hepimiz biliyoruz. Bilgiye kolay ulaşılabilecek bir yer- İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com kurumun, o birimin gelişmesini çok önler, engeller. O zaman ne olur, aynı saha içerisinde koşar durur insanlar. Şöyle söyleyeyim, güzel bir deyiş vardır; “Ormanda öten kuşu duymuyorsan, o kuş ötmemiş demektir.” Dolayısıyla eğer bu camia içerisinde konuştuklarımızı, vardığımız sonuçları başka camialara duyurmayı beceremiyorsak, onların söylediklerini biz dinlemiyorsak o zaman birbirimizden hiç haberdar olmuyoruz. Kendimiz yaşadığımızı, yaptığımızı zannederiz ama hiçbir şey yaşamamış, hiçbir şey yapmamışız demektir diye düşünüyorum. Şimdi bunlar böyle çok soyut cümleler gibi oldu ama sanırım ki bu derginin okuyucuları bu satırları okurken benim ne söylemek istediğimi anlayacaklardır. Okuyucuların hepsi biliyorlar konuyu. Söyleyeceğim budur, camia olarak kalmak, cemaat olmamak. de insanların bu kadar meraksız olması hakikaten üzücü bir şey. Merak sadece tıp alanında da olmamalı bence. Bizim zamanımızdaki hocaların neslinin artık tükendiğini görüyorum, üzülüyorum. Eskiden şöyle denirdi; “Tıp fakültesinden her şey çıkar, ara sıra doktor çıkar.” Şimdi günümüzde üzülerek görüyorum ki tıp fakültelerinden sadece ara sıra doktor çıkıyor. Bu belki biraz acımasızca oldu ama doktor dediğimiz şey, sadece tıp bilen insan değildir. Bir sürü doktor ressam, doktor besteci, doktor yayıncı, doktor sanatçı, doktor bilim adamı var. Doktor başka şeyleri de okur, değerlendirir. Kutsal ve çok saygıdeğer bir meslektir. İnsan vücudunu tanıdıkça, kendisini yaradana daha çok saygı duyar, dolayısıyla kendisine saygı duyar ve sürekli de merak eder. Merak, öğrenmenin ve sürekli kendini geliştirmenin ilk koşuludur. “Astronomiye olan ilgim bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik ekinde astronomi ile ilgili yazıları okuyarak başladı.” Çok farklı alanlara ilginiz olduğunu biliyoruz. Resim sanatı, hayvanseverlik, gökbilimi gibi. Gökbiliminden başlamak istiyorum. Hangi boyuttadır bu ilgi? Aslında astronomiye olan ilgim bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik ekinde Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin, sonra giderek Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi astronomi bölümlerinin hocalarının ve oradaki astronomi araştırmaları topluluklarının yazdığı yazıları okuyarak başladı. “Bu ayın gökyüzü” sayfalarıyla: Bu ay neyi göreceğiz? Başımızı kaldırdığımızda hangi takım yıldızlarını görüyoruz? Okuyup başımı kaldırdığımda hakikaten dergideki resimdeki takım yıldızlarını gökyüzünde görünce büyülendim. Bütün bir yıl takım yıldızlarını tanımak, ne zaman hangisi doğuyor, ne zaman hangisi batıyor, onları incelemek ve bunlara aşina olmakla başladım. Bir sene kadar sonra ilk defa Ankara Üniversitesi’nde iki günlük bir toplantı düzenlendi. Tamamen amatörlere yönelik. Bir gece yataklı trene binip Ankara Üniversitesi’ne gittim. Ve burada Türkiye’nin her tarafından gelmiş, çe- şitli yaş ve çeşitli mesleklerden yaklaşık 200 kadar insanla tanıştım. O kadar etkilendim ki dönüşte Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik ekine “Tren Penceresinden Gökyüzü” diye kısa bir yazı yazdım. Bu yazı nedeniyle bu kez astronomi camiasında tanınır bir insan haline geldim. Bununla kalmadı; biz amatörler ertesi sene yine Ankara’da toplandık. Bir dernek kurduk. Amatör Astronomlar Derneği’nin kurucu üyelerinden biriyim. Ama dernek maalesef birkaç sene sonra işlerini yürütemedi, kapandı. Ankara’daydı, çok gidip gelemedim açıkcası. Daha sonra Ege Üniversitesi Astronomi Bölümü’nün yaz okullarına katıldım. İzmir’den uzak, Yıldıztepe’deki gözlemevinde bütün bir hafta kamp kurarak, gündüzleri dersleri takip ederek, gece gözleme çıkarak yapılan yaz okuluna en son bu yaz, üçüncü kez, şimdi Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde öğrenci olan, amatör astronomi merakım nedeniyle yıllar önce tanıştığım Ahmet’le birlikte gittim. Amatör astronomi; aslında doğayı, evreni, dünyayı tanımak için çok güzel bir uğraş. Başınızı geceleyin gökyüzüne kaldırmanız yetiyor. Tabii ki bazı sakın- caları var: Gökyüzünü sevdikten sonra gece yürürken başını yukarıya doğru kaldırdığında bazen ayağın takılıyor. Ve şöyle söyleyeyim, o kadar hoş bir şey ki; bunu söylemek isterim: Tamamıyla yabancı bir ülkede bir otelde tek başınasınız, akşam yemeğe çıkıyorsunuz, dilini bilmediğiniz insanlarla birliktesiniz, başımı gökyüzüne kaldırıyorum, Jüpiter orada, Antares burada. Tanıdık birisini görmüş gibi oluyorum, içim rahatlıyor. Yıldızların hepsini bilir misiniz? Pek çoğunu evet. Gökyüzünün, kuzey yarı kürenin gök haritasını aşağı yukarı ezbere biliyorum ama iki defa güney yarımküreye indim. Bir defa Avustralya’ya, bir defa da Güney Afrika’ya gidişimde yukarıya baktım ve tanıyamadım yıldızları, ama çizdim, dönüşte hemen baktım. Benim dikkatimi çeken en önemli özelliklerinizden birisi Türkçe’yi çok güzel kullanmanız. Hem yazarken, hem de konuşurken Türkçe’niz gerçekten çok güzel. Bu gerçeği size daha önce söyleyen oldu mu bilmiyorum? Bu bir yetenek mi? Yoksa özel bir çabanın ya da eğitimin ürünü mü? Bunu söyleyenler oldu, mesela Recep Öztürk söyler zaman zaman. En hoşuma giden soru bu oldu hakikaten. Teşekkür ederim. Sanırım bunda hepsinin etkisi var. İstanbul’da doğmuş ve büyümüş olmamın kuşkusuz etkisi vardır. Ama evde, ailede öğrenilir dil. Annemin, babamın da çok güzel Türkçe konuşmalarının büyük etkisi olduğunu zannediyorum. Annem ilkokul öğretmeniydi ve eski öğretmenler Türkçe’yi, İstanbul Türkçesiyle konuşurlardı. Tabii ki İstanbul’a çok göç geldi ve bugün ilkokul öğretmenleri arasında çok şive farkı var. Bunu kabul edelim. Eskiden öyle değildi. Oxford İngilizcesi gibi ilkokul öğretmenleri İstanbul Türkçesi konuşurlardı. Onun için zannediyorum benim yaşımda olup da İstanbul’da doğmuş ve İstanbul’da İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 61 büyümüş, ilkokula İstanbul’a gitmiş olanlarda bu özellik vardır. Sanırım bu da yetmez. Annem, özellikle babam kitaba çok düşkündü. Bizim evimizde çocukluğumdan beri sürekli olarak kitapla haşır neşir olunur. Anlattım; ilkokula başladığım zaman kendim farkında değilim ama okumayı sökmüşüm. Klasikleri çok küçük yaşta okudum. Klasiklerin içerisinde her halde okumadığım yoktur. Kısacası evet, annem öğretmen, babam okumaya düşkün, İstanbul’da doğdum, İstanbul’da okula gittim ve en önemli özelliklerimden birisi, çok okurum. Okumak, önce Türkçe’yi iyi öğrenmek için şart. Eğer bu söylediğim özelliklere sahip olup da hala Türkçe’si iyi olmayan varsa kitap okumadıklarındandır. Çünkü insanın aklı sadece kulağında değil, bir de gözündedir. Kimi hocalarımızın hala ayrı yazılan “da” ile içinde anlamındaki “da”yı ayıramadıklarını görüyorum ve hakikaten üzülüyorum. Profesör ünvanlı bazı hocalarımızın bir toplantıya makale, bildiri gönderirken kurdukları cümlelere bakınca gerçekten şaşırıyorum. Ama buradan hemen şu sonuca da varıyorum: Bence kitap okumuyorlar. Asistanlığım sırasında, arkadaşım Meral Koniçe ile gece otellerde elimizde kitap çalışarak, Roma’yı, Paris’i Venedik ve Verona’yı gezdik. Yunanistan’a gittim. Ama Yunan adalarına henüz gidemedim. Türkiye’nin hakikaten her tarafını severek, isteyerek, merak ederek dolaşmışımdır. Bunların arasında en sevdiğim, en unutamadığım yer Doğu Karadeniz Bölgesi’dir. Doğu Karadeniz bölgesine hayranım gerçekten, orası cennetten bir köşe. Orada çektiğim fotoğraflar her halde en sevdiğim, en güzel fotoğraflardır. Fırtına Deresi’ni hiç unutamıyorum. Çamlıhemşin’i hiç unutamıyorum. Oralar çok çok güzel. İşte Ayder Yaylası’nı. Artvin’e kadar gittim. Uzungöl’e gittim. Doğu Karadeniz’e tekrar gittim. Tekneyle mavi yolculuğa çıktım. Denizi de çok seviyorum aslında. Sudan korkarım ama seviyorum. Doğu Karadeniz ve Gökova Körfezi’ne doğayı sevdiğim için gitmişimdir ama aslında Anadolu uygarlıkları beni çok çekiyor. Bir iti- Bu röportaj için farklı yönlerinizle ilgili bilgi toplama aşamasında sizin iyi bir gezgin olduğunuz söylendi bana. Bu anlamda neler söylemek istersiniz? Gezip gördüğünüz yerler sonrasında şöyle genel bir değerlendirme yaptığınızda ne söylemek istersiniz? Gezginlik, şu özelliklerim içerisinde belki en arka planda olanı aslında. Sadece hekim olduğumuz için gittiğimiz toplantılarda, gittiğim çevreyi de görüyorum. Asistan iken arkadaşlarımla birlikte otobüs ve trenle Almanya’ya, İngiltere’ye çok hoş bir gezi yapmıştık. Yine arkadaşlarla vapurla İskenderun’a kadar gittik. Ailemle Türkiye’nin her tarafını gezmişizdir herhalde. 62 İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com rafta bulunayım; ne zaman Ankara’ya gelsem, bir kere daha giderim Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne. Kaç defa ziyaret ettiğimi bilmiyorum. Ben dünyanın henüz hiçbir ülkesini görmemişken doğal güzellik açısından Türkiye’ye yapılan övgüleri biraz abartılı bulurdum. Ama dünyanın pek çok ülkesini gezip gördükten sonra anladım ki, o söylenenlerde gerçek payı var. Siz katılıyormusunuz buna? Kesinlikle. Tabii ki dünyada da çok yer gördüm. Avrupa’nın nerdeyse tüm ülkeleri, bir ikisi hariç belki. İki ya da üç defa Amerika’ya, Kanada’ya gittim. Bir Güney Amerika’ya gitmedim diyebilirim. Avustralya’ya gittim. Gördüğüm yerler arasında, ülkeler konusunda tam olarak bir şey diyemem ama en güzel şehir, İstanbul! Bütün büyük ve güzel şehirlerin içerisinden -Ankaralılar duymasınlar- su geçiyor; Londra, Paris böyledir. Tuna’nın geçtiği şehirler böyledir. Moskova, Petersburg ve herhalde Volga’nın geçtiği şehirler böyledir. Ama İstanbul’un içerisinden deniz geçiyor. Yani İstanbul’un içerisinden vapurlar geçiyor. İstanbul’un içerisinde serçe kuşları gibi martılar. Evinizin kapısına kadar geliyorlar. İçinden deniz geçen bir şehirde yaşamak hakikaten ayrıcalık, kendimi şanslı sayıyorum. Resim sanatına olan ilginizden bahsedebilir misiniz? Sadece suluboya resim yapıyorum. Benim resim hocam fakültemiz hocası Prof. Dr. Orhan Arıoğul. Bir gün beni aldı, Sirkeci’ye götürdü. Bir dükkandan içeriye soktu; tümüyle resim malzemeleri var. Kağıtlar, boyalar, fırçalar. Hepsini bir bir kendisi seçti. Tahmin ediyorum 4 sene olmuştur. Orhan Arıoğul çok iyi bir yağlı boyacı. Bense yağlı boyaya hiç sempati duyamadım. Ben suluboyacıyım. Nasıl yapacağıma dair biraz bilgim var ama boya işiyle çok fazla meşgul değilim. Orhan hoca bana yurtdışından İngilizce resim kitapları getirdi. Ben onları okudum. Ve böylece Orhan hocadan da kurtulamadım; her gün soruyor, telefon açıyor, soruyor, görünce soruyor “ne yaptın” diye. Mecburen ben ev ödevi gibi yapıyorum resimleri. Kimini beğeniyor, kimini beğenmiyor, eleştiriyor. Ben resme kıyısından köşesinden öyle girdim. Şimdi arada bir yapıyorum ama resim yapmak yetenek işi. Toplantılarda kimi izleyiciler resim çizerler, aslında o bir kaçış. Ben de çiziyorum toplantılarda. Dikkat ettim ne çiziyorum diye; genelde bir yelkenli çiziyorum, deniz çiziyorum, bir takım evler çiziyorum, kırda evler. Demek ki toplantıdan sıkılınca kırlara, denizlere kaçmak istiyorum. Hayvanseverlik özelliğiniz, bildiğim kadarı ile kedi severliğiniz önemli bir özelliğiniz. Bir kaç cümle ile bahsedebilir misiniz? Kaç kediniz var? Bütün hayvanları severim, köpekleri, kuşları, kelebekleri, tırtılları, ayıları... Ama kediler hepsinden farklıdır. Biri diğerine benzemez. Kişilikleri vardır, özgürdürler, sürü halinde dolaşmazlar. Sizden sadece yemek, su ve sevgi değil, mutlaka saygı beklerler. Çocukluğumdan beri bir sürü kedim oldu, ama Tırmık ve Sofi benim için hepsinden farklıydı, onları başka türlü sevdim. İkisini de kaybettim. Şimdi Yumak ve Köfte ile beraberim. Bahçede, sokakta, işe gidip gelirken yol boyunca aşina olduğum, beslediğim, selamlaştığım kedilerimin kaç tane olduğunu bilmiyorum, hiç saymadım; sayıları azalmasın diye. Bu röportaj serimizin standart bir sorusu olacak. Bir gazete bu soruyu çok farklı özellikleri olan ünlülere sorarak her gün birisinin cevabını yayınladı. Sorunun cevabının bir cümle olması ve veciz olması gerekiyor. Bu hayattan ne öğrendiniz? Mesela birisi ’’bu hayattan öğrenmenin sonu olmadığını öğrendim’’ demiş. Aynı soruyu size sorsak bize veciz bir söz olarak ne söylebilirsiniz? Bu hayattan ne öğrendiniz? Bu hayattan şunu öğrendim; her şeyin bir bedeli var. Bu nereden aklıma geldi derseniz, bu röportajda karakterimin en önemli özelliği nedir, diye sorulabilir diye düşünmüştüm. Peki soralım hocam, nedir bu özellikler? Birkaç özelliğim var; ben çok disiplinliyimdir, programlıyımdır, sürprizleri sevmem, yani ani değişiklikler çok rahatsız eder beni. Ama buna karşılık oldukça da tutarlı bir insanım. Fakat en önemli özelliğim bunlardan hiç birisi değil. Acayip özgürlüğüme düşkünüm. Başkalarının yaptığını yapmak zorunda değilim; mesela araba almış satmışımdır, araba kullanmam, vapurla, otobüsle gidip gelmek daha çok hoşuma gider; istediğim yerde bırakırım, yürürüm. Kira evinde oturmak beni rahatsız etmez. Ama bu özgürlüğün bedeli çok ağır. İ N F E K S İ Y O N D Ü N YA S I • 2 0 0 5 / 1 www.bilimseltipyayinevi.com 63
Benzer belgeler
Yaşam bakterilerle başladı, yine onlarla son bulacak
karşısına “Nasıl ulaşılabileceği araştırılacak” notunu düşmüşüm. Bu notun gereği olarak yaptığım bir kaç
görüşme sonrasında Prof. Dr. Sercan Ulusoy aracılığı ile kendisine ulaştım. Bilgehan Hoca ne...