Dosya: 100.Yılında Balkan Savaşları

Transkript

Dosya: 100.Yılında Balkan Savaşları
EdirneEðitim
Eğitim - Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi
Ocak - Haziran
Dosya: 100.Yılında Balkan Savaşları
Tuna
Tuna mavi : gökler gibi.
Bir ufuktan bir ufka eser gibi.
Koşuyor… Koşuyor Tuna.
Coşuyor Tuna.
Tuna yeşil: Bahar gibi.
Bir ufuktan bir ufka rüzgar gibi.
Akıyor… Zorlu akıyor Tuna.
Hasretiyle yürek yakıyor Tuna.
Tuna kızıl: Kan gibi.
Duygulu bir insan gibi.
Yanıyor… İçinden yanıyor Tuna.
Anıyor Tuna
Eski güzel günleri hıçkırarak.
Tuna ak, Tuna berrak,
Benim göz yaşım gibi!
Tuna dertli bugün hummalı başım gibi.
Dalgalarda köpükleniyor ak
Kısrakların yeleleri…
İçimde bir yıldız,
Bir hız
İçimde çırpıntılar
var.
İçimde gür bir ses haykırıyor : İleri!...
Halide Nusret ZORLUTUNA
Şair - Yazar
(Edirne Gelini)
Sevgili Okurlar,
Sayı: 1 Ocak - Haziran 2013
Altı Ayda Bir Yayınlanır.
İmtiyaz Sahibi
İl Milli Eğitim Müdürlüğü Adına
Hüseyin ÖZCAN
İl Milli Eğitim Müdürü
Genel Yayın Yönetmeni
Filiz SUGÖZLEYEN
İl Milli Eğitim Şube Müdürü
Editör
Sedat SAYIN
Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Edebiyat Öğretmeni
Yayın Kurulu
Ebru BOZTÜRK TUNA
Şadi KULOĞLU
Murat ÇANDIR
İsmail KASAPOĞLU
Akademik Danışman
Yrd. Doç. Dr. Özcan AYGÜN
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi
Kapak İllüstrasyon
Soner TUNA
Trakya Üniversitesi Tunca Meslek Yüksekokulu
Öğretim Görevlisi
Yönetim Yeri
Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü
Vilayet Binası
Grafik Tasarım & Baskı
[email protected]
Bedesten Dış Dük. No: 5 EDİRNE
Tel: 0284 225 27 57 Fax: 0284 214 33 31
“www.edirneyenigun.com”
Dergide yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına,
söyleşilerdeki görüşler sahiplerine, yayınlanan ilanların
sorumluluğu ilan sahiplerine ait olup,
Edirne Eğitim Dergisi sorumluluk üstlenmez.
Kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz.
Edirne Eğitim Dergisi Basın Meslek İlkeleri’ne
uymayı taahhüt eder.
Milli Eğitim Camiası hayatın ilmek ilmek dokunduğu, bireyin
kendisini yetiştirdiği, hayata hazırladığı en yoğun ve yeğin olarak
yoğrulduğu dinamik bir camiadır. Bu nedenle aslında birçok etkinliklerin
yapıldığı birçok duyguların yaşandığı ama bunların yeterince
yansıtılamadığını görmekteyiz. Yer yer çıkartılan okul dergilerinde
öğrencilerin nasıl yoğrulduğunu, nasıl kendilerini ifade ettiklerini, nasıl güzel
etkinliklerle ne kadar da güzelleştiklerini görmekteyiz. Şair ve yazarlıklarının
ilk temellerinin atıldığı bu dönemlerden bu öğrencilerimiz zaman zaman
geriye dönüp baktıklarında aslında şimdiki duyarlıklarının temellerini o
zamanlarda okudukları şiirlerin, yazdıkları öykülerin, oynadıkları oyunların
attığını göreceklerdir.
İşte geçtiğimiz günlerde
Sayın Valimiz Hasan Duruer'in
öncülüğünde ve Sayın Fahri Tuna Bey'in yönetiminde gerçekleştirilen
“akademi edirne”nin açılış ve ardından yapılan atölye çalışmalarında
öğretmenliğe başladığım ilk günlerin ve ardından çıkarmış olduğum
“İzlerimiz” adlı derginin ve o sürecin bana katmış olduğu yetkinliğin ve
heyecanın pırıltılarını yeniden yaşadım. İşte yeniden bir etkinlik ortamı,
yeniden yeni yeni, pırıl pırıl gençlerin duyarlıklarını geliştirecekleri, güzel
sanatlarla kendilerini yoğuracakları bir görkemli ortam dedim kendi
kendime… İşte hayat böyle…
Ve bizim atölyemizin onur konuğu Şair Haydar Ergülen …Bir
duyarlık abidesi… Dışa doğru oluşturduğu o halesinin yanında içe doğru
yapmış olduğu deruni yolculuğunun ne kadar da ilerilere uzandığını
gördüğüm “Nar'ın Babası”… Su gibi akıp giden neredeyse üç saat… Attila
İlhan, Sezai Karakoç, Ülkü Tamer, Cemal Süreya… Şiir …Yunus Emre…
Şiir Atı…Üç Çiçek….Ve okuduğu şiirler…Hatta espiriyle “Şimdi size elli şiir
okuyacağım çocuklar….” Okuduğu bir şiirinden kısa bir alıntı:
“HARBE GİDEN KELİME'YE SİTEM”
“Kelimeler nereye gidiyorsunuz böyle, savaşa mı
ölümün kum gibi kaynadığı çöl mü çağırıyor sizi,
oysa yenik çıkmıştınız her savaştan, hayli yorgundunuz
dinlenecektiniz biraz, birkaç şiirde keyfini çıkaracaktınız
kelime olmanın, dilden dile dolaşmanın, mırıldanmanın…
…
Çünkü önce siz yazıldınız savaşa,silahlardan önce
Askerlerden önce kelimeleri gönderiyorlar artık,'düşman'ın üstüne
Ve ne tuhaf güle oynaya, yaza sızıla
Savaşa gidiyor kelimeler de!
….
Kelimeler, kardeşlerim, savaşta işiniz ne, büyük küçük
Demeden birer birer kırılacak harfleriniz de
Sizi başka savaşlar bekliyor bilmiyor musunuz, aşk
Bekliyor işte, savaşların güzeli, evler bekliyor
“savaşların çetini”, oyunlar bekliyor bahçeler gibi
Kağıtlar bekliyor ki kimse kimseyi beklememiştir öyle
üzgün kediler gazeli , Haydar Ergülen
İşte tam da bu şiir merkezindeki duyarlığa katılırken tarihimizin acı
levhalarından birini dergimizde dosya olarak işledik. Akademisyenlerimizin
ve öğretmen arkadaşlarımızın yoğun çabalarıyla hazırladığımız “Balkan
Savaşlarının 100. Yılı” dosyasını sizlere sunuyoruz. Süreli yayınlarda da
işlenen bu konuyu biz de geçen dönemde hazırlıklarını yapmıştık. Şimdi
tamamladığımız bu dosya ile tarihimize yeniden bakmanın ve oradan
alacağımız bakışla geleceğe ve günümüze yeniden bakmanın ne kadar
önemli olduğunu göreceğiz. Özellikle sanat metinlerinde Milli Edebiyat
Dönemi'nin doğuş yıllarını daha iyi algılayarak milli birlik ve bütünlüğün ne
olduğu ve o olmadığında nelerin yaşanabileceğini derin bir içsel duyuşla
algılıyoruz.
Bir daha böyle büyük acıların yaşanmaması ve köklerimizi
unutmamamız temennisiyle…
Sedat SAYIN
1
Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Kimlik - Editör Yazısı
1
İçindekiler
2
İstiklâl Marşı
3
Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi
4
Edirne Valisi Hasan DURUER ile Mülâkat
5-6
Edirne İl Milli Eğitim Müdürü Hüseyin ÖZCAN Başyazı
7-9
Safiye Erol’un Gözüyle Edirne - Sedat SAYIN
10-15
Benim Edirne’m - Burak ERTAY
16-19
Müzik, Abdallık ve Neşet Ertaş Üzerine - Murat YAMANDIR 20-21
Yalnızlık Üzerine - Cansu YILDIRIM
22
19.Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Yüksek Öğrenim
23-25
Kurumlarının Yapılandırılması - Murat ÇEŞME
Selimiye Yazma Eser Kütüphanesi - Musa ÖNCEL
26
DOSYA: 100. YILINDA BALKAN SAVAŞLARI
İllüstrasyon: Soner TUNA
27
Bir Göç Türküsü Kaldı Dudaklarımda - Rıdvan CANIM
28
Büyük Göç - Yılmaz KAHRIMAN
29-30
M.Şükrü Paşa ve Edirne Savunması - Fatmanur AKTAŞ
31-32
Şehit Öğretmen Ressam Hasan Rıza - Mehmet AĞIRGAN 33-34
Balkan Savaşlarında Osmanlı Basını - İsmail KASAPOĞLU 35-37
Birinci Balkan Savaşında Edirne’de Bir Asker Edip:
38-40
Raif Necdet KESTELLİ ve “ UFÛL” Adlı Eseri - Özcan AYGÜN
Balkan Savaşında Bir Fizyoloji Profesörü
41-42
Prof. Dr. Kemal Cenap BERKSOY - Mevlüt YAPRAK
Birinci Balkan Harbinde Edirne Semalarında Bulgar
43-50
Tayyere ve Balonları - Ayşe ZAMACI
“Tarih İçin Bir Hikaye’ye Tahlil Denemesi” - Ebru B.TUNA 51-52
“Balkanlara Veda” Söz Korosu - Derleyen: Sedat SAYIN..... 53-55
İllüstrasyon: Soner TUNA.......................56
Kazım Karabekir Paşa’nın Edirne Hatıraları
Şadi KULOĞLU.................................57-59
Aka Gündüz’ün “BOZGUN” Adlı Şiirine Tematik
Bir Yaklaşım - Özcan AYGÜN ............................60-65
Savunma Günleri ve Şükrü Paşa - Soner TUNA
Ebru B.TUNA .............................................66-68
Edirne Savunmasında Bulgaristan’a Esir Düşen
Konyalı Askerler - Ahmet ÇELİK............................69-70
Basında Balkan Savaşları ve Mehmed Şükrü Paşa ...71
Bir Edirne Sevdalısının Vefa Kitabı “Edirne Şairleri”
Sedat SAYIN................................72-73
Göz Gazeli - Rıdvan CANIM.............74
Stefan Zweig’ın Üç Büyük Ustası - Umutcan YÜCE.. 75-76
2
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak,
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak,
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal...
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı;
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır, atanı;
Verme; dünyaları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
Ruhumun senden ilâhi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeliEbedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden nâ’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!
Mehmet Âkif ERSOY
3
Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve
müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en
kı ymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek
isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti
müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atı lmak için, içinde bulunacağın
vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok
nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek
düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili
olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün
tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil
işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere,
memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet
içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin
siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap
düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen;
Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!
Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927
4
Sayın Valimiz Hasan DURUER İle Bir Mülâkat
Sedat Sayın: Sayın Valim, Serhat şehri
Edir ne'mize hoş geldiniz. Edir ne'ye
gelmeden önce nasıl bir ruh haleti
içindeydiniz? Geldikten sonra nasıl bir Edirne
sizi karşıladı?
- Her Türk vatandaşı gibi ben de Osmanlı'nın
ikinci başkenti Edirne'yi bilir, severdim. Vali olarak
göreve başladığım 17 Ağustos 2012'den itibaren
Edirne'yi şöyle yakından incelediğimde ise hem
sevindim, hem de üzüldüm. Sevindim: Buram buram
estetik, mimari, tarih, kültür kokan, Türk-İslam
medeniyetinin şaheserlerini bünyesinde barındıran bir
şehir Edirne. Üzüldüm; İstanbul'u ve Balkanları
fetheden Edirne'de bugün tam anlamıyla bir
pejmürdelik, arabesk, sorumsuzluk hakim; mimariden
sosyal hayata kadar. Kendime iki misyon seçtim: Biri
Edirne'nin dününü yarınlara aktarabilmek, diğeri de
Balkanlar.
Ebru Boztürk Tuna: Ayağınızın tozuyla
“Akademi Edir ne” pr ojesini hayata
geçirdiniz. Öncesinde neler düşündünüz?
Projenin açılışı ve uygulamasına dair neler
düşünüyorsunuz? Bundan sonra da bu tür
projelerin devamı gelecek mi?
-Danışmanım Fahri Tuna ile birlikte
geliştirdiğimiz bir sütün yetenekler eğitim projesidir
Akademi-Edirne. Kendisiyle Mardin Valiliğim
döneminde benzer bir projeyi Akademi-GAP ve
Akademi-Mardin adıyla başarıyla uygulamıştık.
Akademi-Edirne, edebiyattan düşünceye, iletişimden
güzel sanatlara, tiyatrodan sinemaya kadar bir çok
sanat dalında üstün yeteneği olan lise kuşağından
144, üniversite kuşağından da 144 olmak üzere;
288 Edirneli yeteneği altı sanat atölyesinde altı ay
süreyle Türkiye'nin belirli düzeydeki 40 sanatçısı ile
bir araya getirmek ve sanat eğitimi verilmesi
projesidir. Amacımız gençlerimizde farkındalık
meydana getirmek, ufuk ve vizyon genişlemesi
oluşturmaktır. Gelen 40 sanatçıyla tanışmak,
iletişime geçmek, ürettiklerini paylaşmak, kısa, orta
ve uzun vadede gençlerimize, inanıyorum ki çok
şeyler kazandıracaktır. Önümüzdeki on-on beş yıl
içerisinde Akademi-Edirne'lerin de katkılarıyla
Edirne'mizden de birçok sanatçının yetişeceğine
inanıyorum. 2013 yazında Edirne'de, Balkan
ülkelerinin üstün yeteneklerinin on gün süreyle
Akademi-Rumeli adıyla toplayacağız. Diğer yandan
2013 sonbaharında Akademi-Edirne'nin ikincisini
düzenleyerek, gençlerimizi bu kez farklı 40 sanatçıyla
buluşturacağız.
Edirne Eğitim
5
mücevher kutusu gibi Edirne. Edirnelilerle birlikte el
ele vererek en kısa zamanda hak ettiği yere doğru hızla
götürmeye çalışıyoruz. Bütün mücadelemiz Edirne'nin
dününü yarınlara aktarabilmek. Edirne’deki kültürel
mirasın ayağa kaldırılması için bahardan itibaren başta
tarihi çeşmeler olmak üzere, türbelerde, camilerde
ciddi bir restorasyon hamlesini başlatıyoruz. Aynı
zamanda tanıtım konusu başta olmak üzere kültür ve
sanata yönelik çalışmalarımız devam edecek. Bunu
yaptığımız gün Edirne artık Avrupa Kültür Başkentidir.
Sedat Sayın: Edirne ve geçmiş sözcükleri bir
araya geldiğinde “şehirlerin sultanı,
sultanların şehri” gibi ifadelerle beraber;
acıyı, çaresizliği çağrıştıran kavramlar da akla
geliyor. Tabii bahsettiğimiz dönem Balkan
Savaşları'dır. Dergimizin bu sayısında Balkan
Savaşı'nın 100. Yılı münasebetiyle özel bir
dosya hazırladık. Bu konudaki görüşlerinizi
bizimle ve Edirne Eğitim okurlarıyla paylaşır
mısınız?
-Balkan Savaşları'nın bende bıraktığı derin
yaranın bir kelime ile ifadesi hicrandır. Hicran ve
hüzün. Türkülerimize de tüm içtenliği ve canlılığıyla da
yansımıştır hüzün. Neredeyse tek kurşun atmadan,
ordu içindeki siyasi çekişmelerin neticesinde kaybettik
Balkanları. Evet üzerinden 100 yıl, koca bir asır geçti.
Bugünkü Edirne sosyolojisi neredeyse tümüyle Balkan
Savaşlarının neticesi, eseridir. Yüz yıl aradan sonra
Türk milleti, bütün sivil toplum kuruluşlarıyla yeniden
Balkanlara yönelmiş, gönül vermiş durumda.
İnanıyorum ki gerçekleştirilen ortak çalışmalar
neticesinde, dün Yahya Kemâlleri yetiştiren Balkanlar,
yeni yeni Yahya Kemâller, Yaşar Nabi Nayırlar,
Mehmet Âkifler yetiştirecek, kaybettiğimiz hazineyi
fark edip silkinecek ve yeniden kültürel bir diriliş
yaşayacaktır. Edirne Valiliği olarak bunda bizim de
“çorbada tuzumuz”olabilirse ne mutlu bizlere.
Sedat Sayın: Eğitim öğretim faaliyetleri
aç ısın d an Ed ir n e' yi h an gi n o ktad a
görüyorsunuz? Bu konuyla ilgili olarak
hayata geçirmek istediğiniz projeleriniz var
mı?
-Gerek valiliklerim gerekse
kaymakamlıklarıma bir göz atılırsa, en çok üzerinde
durduğum konunun gençlik ve gençliğin eğitimi
olduğu görülecektir. Kamunun kıt da olsa
kaynaklarını, en çok eğitime yönlendirmiş,
gençlerimizi sadece örgün eğitimle değil bir çok
değerli bilim ve sanat adamlarıyla da buluşturarak, bir
çok konferans seminer panel sempozyum,tiyatro
,orta oyunu,meddah,kukla gösterileri ve sergiler
izlettirerek eğitimlerine de katkı yapmayı
hedeflediğim görülecektir. Edirne'de de yaptığımız,
yapacağımız bu yönde olacaktır. Kişisel eğitim
konuları; hızlı okuma ve anlama, hafıza teknikleri ve
daha nice eğitim projelerimizle gençlerimizin
geleceğe daha güvenli bakmalarını, daha hazır hale
gelmelerini sağlamak istiyoruz.
Ebru Boztürk Tuna: Şehrimiz tarihi açıdan
oldukça önemli bir geçmişe sahip. Şehirlerin
tarihi geçmişleri bugünkü çehresine elbette
tesir ediyor. Bu açıdan bakıldığında Edirne,
zenginlikleri olan nadide kentlerimizdendir.
Sizin bu konuya ilişkin düşünceleriniz ve
elbette projeleriniz nelerdir?
-Türk-İslam medeniyetinin kurduğu şehirlerin
bercestesi (en muhteşemi) Edirne, dinî/mimarî
eserlerin bercestesi de bana göre Selimiye'dir.
Selimiye UNESCO'ya alınan yegane Türk eseridir.
Ama trajediye bakın ki 1588'de ibadete açılan
Selimiye'nin daha rölevesi bile elimizde mevcut
değildir,modern tekniklerle yeniden çıkartıyoruz.
Kaybolmuş, terkedilmiş, göz ardı edilmiş bir
Edirne Eğitim
6
BALKAN SAVAŞLARI’NIN
100. YIL DÖNÜMÜ
Hüseyin ÖZCAN
İl Milli Eğitim Müdürü
“Balkan'ı bildin mi nedir, hemşeri?
Sevgili ecdâdının en son yeri.
Bir sıla isterdin a çoktan beri
Şimdi tamam vakti… uğurlar ola
“Balkan'ın üstünde sızan her pınar
Bir yaradır, durmaz içinden kanar!
Hangi taşın kalbini deşsen: mezar!
Gör ne mübârek yerler uğurlar ola.
“Eş hele bir dağları örten karı:
Ot değil onlar, dedenin saçları!
Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı!
Durma levend asker, uğurlar ola.”
Mehmet Akif ERSOY
Balkan Savaşlarını, 100. Yıldönümünde,
Balkanların ve Osmanlı'nın en en önemli ve büyük
şehirlerinden biri olan Edirne'de anmak, bu savaşın
sebepleri ve sonuçları hakkında yapacağımız
değerlendirmeyi biraz daha anlamlı kılıyor.
Balkanlar, 1299'da Osman Bey tarafından
kurulduğu kabul edilen Osmanlı Devleti için
nüfuzunu ve gücünü arttırdığı bir alan olmuştur. Bir
çok tarihçi, Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda
kurulduğunu ve buradan aldığı güçle Anadolu'nun
fethini tamamladığını ileri sürmektedir ki bu iddia
geniş çapta doğrudur. Osmanlı Devleti'nin kuruluş
ve kökleşmesi Var na Savaşı sürecinde
başlamış,150 yıl kadar sürmüş ve büyük kısmı
Balkanlarda gerçekleşmiştir. Buna karşılık
Osmanlı'nın çöküşü, Birinci Balkan Savaşı ile İkinci
Balkan Savaşı arasında 35 yıl gibi kısa süre içinde
gerçekleşmiştir. Dikkat çekici bir husus da Osmanlı
Devleti'nin Türkiye Cumhuriyeti şeklini alarak, yeni
bir kimlik ve felsefe ile dünyaya açılması yine
Balkanlarda İttihat ve Terakki'nin 2. Meşrutiyeti
gerçekleştirmesiyle başlamıştır.
Osmanlı, Balkanları fethederek, Moğolların
zulmünden kaçan göçebe Türkmenlere yeni yaşam
alanları yaratmış, bu sayede gücünü ve etkisini kısa
sürede artırmıştır. Osmanlı bunu yaparken
Moğolların yapmış olduğu tahribattan ve yağmadan
Balkanları uzak tutmuş, buradaki
insanların
kültürüne dinine, diline, yaşam tarzına
dokunmamıştır.
Bunun en güzel ispatı da bu
kültürlerin hala ayakta olmasıdır. Dolayısıyla
Osmanlı'nın Balkan Halklarının etnik kimliklerini
zayıflattığı ya da yıkıp ortadan kaldırdığı iddiası son
derece yanlıştır.
Osmanlı'nın Balkanlara getirmiş olduğu bu
yeni anlayış, önceki yönetimlerin baskıcı yönetim
tarzından çok farklıydı. Balkanların uzun yıllar
Bizans'ın baskısına ve zaman zaman yağmalarla
neticelenen işgallere maruz kalması, bir güven
ortamı sağlayan Osmanlı'nın tercih edilmesindeki en
büyük etkenlerden biridir.
Bugün Ortodoks
inancının ve kültürünün, Katolik baskısına karşı
ayakta kalması da Osmanlı sayesinde olmuştur.
Unutulmamalıdır ki İstanbul, Vatikan'a karşı ayakta
duran Ortodoksluğun bu gün bile en önemli
merkezidir. Hak ve adaleti temel prensip olarak
kabul eden Osmanlı'nın tebaasındaki bütün halklara
eşit davrandığı, bir tarihi hakikattir.
Topkapı
Sarayındaki Adalet Kulesi ve yine Edirne'de
Sarayiçi'nde bulunan Adalet Kasrı, bu anlayışın en
somut göstergeleridir. İstanbul'un fethi sırasında
Bizans halkının “Latin peruğu yerine Türk sarığını”
tercih etmesi de bu adaletten ayrılmayan
Edirne Eğitim
7
Bu başarısızlığın arkasında yatan en büyük neden
elbetteki
Meşrutiyet sonrası yaşanan siyasi
gelişmelerdir. Meşrutiyet'e destek veren Fikret'in
bile “Kanun diye kanun diye kanun tepelendi” diye
eleştirdiği bu dönemde yaşanan siyasi istikrarsızlığın
ve şahsi çatışmaların, bu savaşı olumsuz bir şekilde
etkilediği gerçeğini bugün herkes kabul etmektedir.
Sultanlar
Şehri
Edirne ise, Balkan
Savaşlarının sembol şehri olmuştur. Bu güzide şehir,
kısa sürede Çatalca'ya dayanan düşman kuvvetlerine
karşı 160 gün süren destansı bir savunmaya şahit
olmuştur. 50 günlük bir müdafaa planına göre
tedarik edilmiş erzak ve cephaneye rağmen 160 gün
boyunca
şehri koruyan
Şükrü Paşa'nın
kahramanlığı, bütün dünya tarafından alkışlanmıştır.
160 gün boyunca süpürge tohumundan ekmek
yaparak bu savunmaya karşı direnen ve Şükrü
Paşa'ya her türlü desteği veren Edirne halkının bu
başarıdaki rolü, elbette takdire şayandır.
Mehmet Şükrü Paşa, beklenen yardımın
gelmemesi üzerine Türk milletinin onurunu yere
düşürmeden teslim olmuş, bu komutanın eşsiz
savunması, Türk milletinin nezdinde kendisine
büyük bir saygı gösterilmesine sebep olmuştur.
Bulgar tarafından bir kahraman gibi karşılanması, bu
onurlu duruşun neticesidir.
Edirne'nin muhasara edilmesi ve neticesinde
Bulgarların eline geçmesi bütün yurtta bir şaşkınlık
ve infial yaratmıştı. Osmanlı'nın bu tarihi başkenti
artık
Bulgarların eline geçmişti. Bu durum
Osmanlı'da siyasi bir krize dönüşmüş ve Sadrazam
görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı. Fakat
sevindirici olan Vatan toprağından koparılan
Edirne'nin kısa bir süre sonra tekrar vatan toprağına
kavuşmasıdır. Edirne, Osmanlı Hükümetinin
üzerindeki ölü toprağından silkelenmesinin de
“ilhamı” olmuştur. Edirne'nin geri alınışı bütün
yurtta coşku ve heyecanla karşılanmıştır. Bulgarlar
19 Temmuz 1913'ten itibaren Edirne'yi “geldikleri
gibi” boşaltmaya başlamışlardır.
Balkan Savaşları sırasında Türklerin uğramış
olduğu zulüm ne yazık ki dünya devletlerinin
ilgisizliğinin kurbanı olmuştur. Şehrini kahramanca
savunan halka ve askerlere büyük bir zulüm
uygulanmıştır. “Edirne de Tunca Adasında 5000
esir Türk askeri katledilmiştir. Sarayiçi'nde 15000
esir Türk Askeri ve 5000 ahalinin ekserisi açlık,
süngü darbeleri ve kurşunla şehit edilmişlerdir.
Yabancı kaynaklarda bu durum şöyle anlatılır:
“Esir efrat, ağaç kabuklarını ateş yakmak için
değil, çiğnemek, gevelemek için kopardılar. Evet…
Bedbaht Türk askerleri yediler, ellerine ne geçtiyse
yediler ve öldüler. Dizanteri, o kadar müthiş felaket
verdi ki , Bulgarlar, kolera var..” diye kaçtılar. Yalnız
Sarayiçi'nde köprübaşında nöbetçi bıraktılar.
Hâlbuki hastalık, metid bir gıdasızlık üzerine soğuk
Osmanlı'nın bu anlayışının bölge halkını ne kadar
etkilediğini gösteren bir tercih olarak tarih
kayıtlarına düşülmüştür.
Tarihçilerin “Osmanlı Barışı” olarak
niteledikleri Osmanlı hakimiyeti dönemi, bölgenin
en huzurlu dönemi olmuştur. Çok farklı etnik ve
kültürel yapının bir arada olduğu Balkanlar'da
bütün bu farklı unsurları çatışma ortamından uzak
tutarak yaklaşık 400 sene barış içinde yaşatmak,
Osmanlı'nın en büyük başarılarından biridir bana
göre. Osmanlı sonrasında bölgede hiç bitmeyen
savaşlar ve çatışmalar, bu barış ortamının bölge için
ne kadar hayati bir süreç olduğunu ortaya
koymaktadır. Nitekim yakın dönemde dünyanın
gözleri önünde yüz binlerce Müslüman, bu
çatışmanın ortasında katledilmiş, büyük işkencelere
maruz bırakılmıştır.
Bu gün Balkan devletleri, kendilerine bir
geçmiş yaratmak adına Osmanlı'yı kötüleyip,
efsaneler üzerinden yeni bir tarih inşa etmeye
çalışsalar da ilmi çevreler, bütün bu karalamalara
karşılık Osmanlı'nın oluşturduğu güven ortamı ile
üretimde ve ticari hayatta büyük bir canlılık
sağlandığını, Balkanlardaki şehirleşmenin bu
dönemde yaşandığını ve bölgenin refah düzeyinin
arttığını belirtmektedirler.
Bugün Balkan Savaşlarının sebepleri ve
sonuçları üzerinde bir değerlendirme yapılırken
bütün bu anlayışın dikkate alınması gerektiğine
inanıyorum. “Bütün bu gelişmelere rağmen neden
Balkan Devletleri birleşip Osmanlı'ya karşı
saldırdılar?” diyebilirsiniz. Osmanlı'nın son
dönemlerde Balkanlar'da yaşadığı sıkıntıların
kaynağı elbette İmparatorluğun en uzun yüzyılı
olan 19. asırda
yaşamış olduğu sıkıntılardır.
Gücünü ve nüfuz alanını yitiren bir İmparatorluğun
tam anlamıyla bölgeye hakim olması elbette zordu.
Osmanlı'nın kendi içinde yaşamış olduğu bu
sıkıntılar ve yeni siyasi gelişmeler
Balkan
Savaşı’nın en önemli nedenleri olarak kabul
edilebilir.
Balkan Savaşları, Osmanlı idaresi
sırasında kurulan Balkan Birliği'ne ve bu birliğin
temelinde yatan dinsel, kültürel hoşgörüye son
vermiştir. En azından Müslümanlar, dinsel
farklılıklar ve Türkiye ile olan dil ve tarih bağları
nedeniyle neredeyse tamamen yabancı olarak
görülmüşlerdir. Ne yazık ki, Batı Dünyası da sıklıkla
yinelediği insan haklarına saygı taahhütlerine
rağmen, Balkan Müslümanlarının medeni ve insan
haklarını korumak amacıyla düzenlenmiş
Uluslararası ikili anlaşma ve sözleşmeleri değersiz
kılacak şekilde Balkan Müslümanlarına karşı
takınılan tutumları göz ardı etme eğiliminde
olmuştur.
Osmanlı'nın bu savaşta başarısız oluşu,
büyük devletler tarafından bile şaşkınlık yaratmıştır.
Edirne Eğitim
8
Bunun en iyi göstergesi de elbette Erzurumlu bu
vatan kahramanının Edirne'deki anıtıdır.
Balkanlarda yaşanan zulme tanık olmak
istiyorsanız mutlaka Emine Işınsu'nun
Azap
Toprakları'nı okuyunuz, Balkan Türklerinin hangi
şartlarda “Ak Topraklar”a kaçmak zorunda
kaldıklarına tanık olunuz. Bugün Türkiye'nin
nüfusunu ciddi anlamda bu muhacirlerin torunları
oluşturmaktadır. Selanik'te doğan ve doğduğu
şehirlerin düşmanların eline geçtiğine tanık olan
Mustafa Kemal'in ve onun silah arkadaşlarının Milli
Mücadele’de göstermiş oldukları eşsiz mücadelede,
Balkan savaşlarında yaşanan trajedinin etkisi o
kadar fazla ki… Vatansız kalmanın ıstırabını onlar
kadar daha iyi anlayan başka kimse yoktur sanırım.
Balkan Savaşlarının 100. Yıldönümünde
bütün bunları intikam arzusu ile dile getirmiyorum.
Türk milletinin bu savaşlarda yaşadığı trajediyi
dikkate almadan Birinci Dünya Savaşı'nda ve
Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan olayları anlamanız
mümkün değildir. Hiçbir tarihi olay tek başına
bağımsız bir olay gibi değerlendirilemez. Bize düşen
Balkan Savaşlarını, öncesi ve sonrası ile
değerlendirmek, sebep ve sonuçlarını gözden
geçirmek ve buna göre gelecek adına bir strateji
oluşturmaktır. Tarih bilimi geleceğimize yön
vermediği sürece hiçbir anlam taşımaz. Bakın,
Atatürk 1931 yılında İkinci Balkan Konferansında
Ankara'da ne diyor; “… Denilebilir ki, Türkiye
Cumhuriyeti dahil olduğu halde son asırlarda vücut
bulan bugünkü Balkan devletleri, Osmanlı
İmparatorluğu'nun yavaş yavaş parçalanmasının ve
nihayet tarihe gömülmesinin tarihi neticesidir. Bu
itibarla Balkan milletlerinin asırlara şamil müşterek
bir tarihi vardır. Bu tarihin elemli hatırları varsa da,
onlara sahip olmakla bütün Balkanlılar
müşterektir.”
Her ne olursa olsun, Balkanlar'ın, tarihin
acılarını, küskünlüklerini ve intikam duygularını bir
yana bırakarak geleceğe yeni, insani ve barışçı bir
gözle bakması gerekir. Son Balkan Savaşı'ndan
sonra geçen kanlı, acıklı 100 yıllık acı tecrübelerden
sonra gelecek yüzyılların Osmanlı idaresi
zamanında olduğu gibi barış, hoşgörü ve kardeşlik
içinde geçmesini beklemek yerindedir. Türkiye bu
amacı gerçekleştirebilirse hem dünyada hem de bu
bölgede büyük itibar kazanacağı gibi kendi güvenini
ve ekonomik gelişimini daha da sağlama
bağlayacaktır. Zira Balkanların en büyük ve güçlü
ülkesi Türkiye'dir. Balkanlarda etki sahibi olmak için
Türkiye stratejik, ekonomik, kültürel ve demografik
bir çok unsura sahiptir.
Bu vesile ile Balkan Savaşlarında mücadele
eden gazilerimizi ve şehit olan bütün
kahramanlarımızı minnet, rahmet ve şükranla
anıyorum.
ve açlık idi. Sarayiçi'nde sağ kalanlara çadırlar,
ölenlere de oradaki taş sütunun şark tarafındaki
saha, ebedî bir medfen oldu.”
Türk evlerinin kafes arkasında korku ile
bekleşen kadınların gölgelerini sezen askerler,
tekme ve dipçik darbeleriyle içeriye saldırdılar.
Ellerine ne geçerse aldılar. Mücevher, halı, elbise,
ayna ve her şey…Her tarafta açlık başlamıştı.
Selimiye'nin kapısında ve Konak Meydanı'nda
Bulgar ordusu ekmek dağıtıyordu. Ancak
“dağıtmayı” sadece kelime olarak kullanmak daha
doğru olacaktı. Feracelerin altında ağlayan
çocuklarını susturmayı bile unutan kadınlar, ekmek
verilen arabaların kapısında hakaretin her
türlüsüne şahit oluyorlardı. Ertesi gün bunun
neticesi görüldü. Aylardır sadece süpürge tohumu
yemiş olan bu gururlu insanlar, Bulgarların
dağıttıkları ekmekleri almaya gitmediler bile…
Malzeme ellerinde kalmıştı. Askerî yenilgi, gururun
zafer kazanmasını önleyememişti.'’
Pierre LOTİ, Edirne'ye yolculuğunda
yollarda sağda solda gördüğü insan cesetlerinden
başka kimsecikleri görmediğinden, Havsa'ya
vardıklarında su kuyularından insan cesetlerini
çıkartmaya çalışan korkmuş birkaç kişiye
rastladığından bahseder. İzlenimlerini birçok
defalar batı basınında paylaşır. Avrupa ve Rus
basınına demeç veren gazeteciler, askeri ve sivil
gözlemciler de benzer manzaraları sadece
Tr a k y a ' y a d a i r d e ğ i l , t ü m B a l k a n l a r
panaromasından duyurmaktadır.
Evet bizler bile ne yazık ki bütün bu
zulümlere sağırız. Bir türlü bu öldürülen yüz
binlerce Türkü, tehcir edilen bir milyon Türkü
görmek istemiyoruz. Tıpkı 93 Harbinde
yaşadıkları topraklardan koparılarak sürgün edilen
bir buçuk milyon Türkü görmediğimiz gibi…
Bilmiyorum kaçımız şu anda süngülenen
dedelerimizin iniltilerini duyuyoruz ? Ömer
Seyfettin'in Beyaz Lale başta olmak üzere bu
dönemi anlatan hikayelerini kaçımız okudu ?
Hakkın Sesleri'nde
Mehmet Akif'in Balkan
Savaşları sırasındaki haykırışından kaçımız
haberdar ? Yazımın başında alıntıladığım şiir bu
dönemde yazılmış: “Ot değil onlar dedenin saçları”
diye bu hisli yürek olmasa belki de bu trajedinin
farkında bile olmayacağız.
Akif dönemindeki insanların bu ilgisizliği
karşısına feryat ederken, Edirne Kahramanını
esaret dönüşünde adeta halktan kaçırarak evinde
yaşamaya mecbur eden dönemin yetkilileri elbette
kendi sorumluluklarını bu kahramanın omuzlarına
yüklemenin telaşını yaşıyordu. Fakat bu gün başta
Edirne halkı olmak üzere bütün Türk milleti bu
kahramana layık olduğu değeri vermektedir.
Edirne Eğitim
9
SAFİYE EROL'UN GÖZÜYLE
EDİRNE
Sedat SAYIN
Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
4
“nankörlüğün tarihi ” olarak nitelendirir Selim İleri .
Türk edebiyatında yakın zamanlara kadar
adını pek duymadığımız, eserlerini tanımadığımız ve
tanımakta da geç kaldığımız bir aşk ve hüzün yazarıdır
Safiye Erol …
İşte bu yazının amacı da Edirne'ye bu kadar
tutkulu bir yazarımızın tanıtılmak ve Serhat şehrimizle
ilgili duygu ve düşüncelerinin neler olduğunu ifade
etmektir.
2002 yılında Türk edebiyatının öykü ve roman
yazarı Selim İleri
ile Edirne'de yapmış olduğum
mülakatın ardından Edirne ile ilgili yazdığı “Edirne
1
Dönüşü” nün dipnotunda karşılaştım Safiye Erol
adına. Selim İleri'yi ortaokul çağlarından yıllar sonra
büyüleyen “yalınlığın görkeme dönüşmesini soluk
2
soluğa özümse ”ten Selimiye ile ilgili Safiye Erol şöyle
demektedir : “Bana gelince anlıyorum ki Selimiye
bir ufuktur. Etrafımızda fırıl fırıl dönüyor, kainat
3
Selimiye kesilmiş .”
Gerek Türk edebiyatında gerekse dünya
edebiyatında kent ve kentin dokusu yazarının
muhayyilesini besleyen önemli merkezlerdir. Yazar
çocukluğundan itibaren biriktirmiş olduğu yaşantıları
zamanı gelince anı, şiir, öykü ,roman türlerinde dile
getirir. Şehrin kültürel, sosyal dokusu yazarın
benliğinde bir duruş ve bakış olduktan sonra üslubuyla
ünsiyet kurduğu kelimelerle metin haline gelir.
Edebiyat Tarihimizde de pek adına
rastlamadığımız bir yazarımızdır o. Edebiyat tarihimizi
İşte Safiye Erol çocukluğunda yaşadığı Balkan
Savaşlarının açtığı acıları hem Edirne'den hem de
benliğinden silip atmak için bir dizi makale kaleme
almıştır. Bu makalelerden 4'ü 1957 , 4'ü 1961, 5'i
de 1962 yıllarına ait olmak üzere toplam 13 makale
yazmıştır.Ayrıca “Dineyri Papazı” adlı son romanın
“Akça Bardak” adlı son bölümünde (12 sayfadır bu
bölüm ) kahramanları Gülbün ile Ercüment'i Kırkpınar
mevsiminde Edirne'yi gezdirir.5
1
4
2
5
Selim İleri'nin referans verdiği Safiye Erol ile
ilgili öğrencilerimle birlikte hazırlamış olduğumuz
“İnci Kültür Sanat Edebiyat Yıllığı”nda (80.Yıl
Cumhuriyet Anadolu lisesi) “Edirne ve Safiye Erol”
bölümü oluşturarak Edirne sevdalısı yazarımızı
tanıtmaya çalıştık.
Selim İleri ,Cumhuriyet gazetesi ,17 Mayıs 2002
A.g.e.
3
A.g.e .
A.g.e
Safiye Erol,Dineyri Papazı ,İstanbul ;2007,321-333
Edirne Eğitim
10
Safiye Erol'un makalelerini şu üç ana başlık altında
değerlendireceğim .
onurlu geçmişini düşünüp :
1-GENEL EDİRNE SEVGİSİ
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı” dizeleriyle
içinde yaşanılan zaman diliminden duyduğu acıyı dile
getirir.
“Laleyi sünbülü gülü har almış
2-TARİHİ YAPILARA DUYULAN SEVGİ
a-Selimiye Camii
Yazarımızın gözüyle şehrimizin o günler için
manzarası böyle… Fakat Safiye Erol bu durumu
kabullenemez. Şehrimizin sosyal, kültürel, ekonomik
yönden kalkınması için harekete geçer. Ve işe
8
eğitimden başlar. “Edirne Üniversitesi” adlı
makalesinde bu üniversitenin kurulması için yaptığı
mücadeleleri anlatır. Müteşebbis heyetten Şücaattin
Tunca, Prof. Dr. Süheyl Ünver, İstanbul Komitesi
Başkanı Sıdık Sami Onar gibi kişilerle batıda olan
bilim anlayışını tesis etmek amacıyla girişimlerde
bulunur. Türklerin batıda kurdukları ilk ilim
akademisinin (Dar'ül Hadis) yanına o günkü modern
anlayışta bir bilim yuvasını hayal etmektedir.
b-Dar'ül Hadis Camii
c-Muradiye Camii
d-Eski Çeşmeler.
3-ŞAHISLARA DUYULAN SEVGİ
a-Tarihi Şahıslar
b-Gerçek Şahıslar
1- GENEL EDİRNE SEVGİSİ
Safiye Erol'un Edirne ile ilgili ilk yazısı “Sıla
6
Yolunda” adlı makalesidir. Bu makale daha sonra
yazacağı makalelerin çekirdeğini taşır niteliktedir. Bu
makale sevgi ve hüznü iç içe barındıran bir eserdir.
Yazarının Edirne'ye, Selimiye'ye, şehrin tarihsel
serüvenine, sosyal yaşantısına, imar edilmesi gereken
boyutuna değinmektedir. Aralara serpiştirilen şarkı
dizeleri ki bunlar daha çok hüzün ve gözyaşını
terennüm eden dizelerdir- ile acısını dile getirir.
Bazen duygu ve düşüncelerini daha üst bir
dilde sanatsal imge ve duyarlılıklarla ifade eder.
“Edirne benim de Atalar yurdumdur.
Ömrüm öz sevgi besisini o topraktan bulur. Baba
himayesi, ana şefkat, sanki iki kutsal ağaçtır,
Edirne'de biter, sonra bütün Trakya'ya, oradan
bütün Türkiye'ye gölge salar ve ben vatan sınırları
içinde kendimi soy obasında bulurum . Dünyanın
öteki ucuna gitsem Edirne benimle gidecekti
..Yahut bir başka deyimle Uşak'ta da olsam , yine
Edirne'de kalacaktım.”
“Her sene bahar aylarında Edirne'yi
ziyaret etmeden duramam. Kâbe niyetine
Selimiye'yi dolanırım…”
“…Mukaddes şehrim yine de Balkan
faciasının cılk yarasını taşıyor.” “Büyük devlet
görmüştü, Bursa'nın oğlu ,İstanbul'un babası
s a y ı l ı rd ı . H o r h a k i r o l d u , h ü v i y e t i n i
kaybetmemek için döğüştü, savaştı , ne yaman
şehit verdi. Kurtarabildiği tek sıfatı Türk toprağı
7
adıdır.”
“Çok tatlı ve kuvvetli ruhlu bir kırmızı
katmerli güle benzeyen Edirne bizim
annemizdir.”9 Bütün özneliğiyle dile getirdiği bu
cümleler Edirne'ye olan tutkusunu üst bir dille ifade
ettiği stilize ifadelerdir.
Radyolardan da söylenen şarkılar içli
yaralarını yeniden nüksettirir.
Bazen Edirne karşısında hissettiklerini ifade
etmede zorlanır. “Edirne Mevsimi” adlı yazıyı
yazmadan önce “saatlerce dalıp gid”er. Duygularını
ifade edecek cümleleri içine gömüp Niyazi
Akıncıoğlu'nun dizelerine başvurur:
“Vardım ki yurdumda ayak göçürmüş
Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı.”
Görkemli bir geçmişe sahip Edirne'nin
Traklar'dan Hadirya'ya, Murat Hüdavendigar'dan
Avcı Mehmed'e, Damat İbrahim Paşa'ya kadar
6
7
“Bir yerde görürsen ki
Ağır ve edalı akar
8
Safiye Erol ,Makaleler ,İstanbul ,Kubbealtı Neşriyatı ,s.136
A.g.e.
9
A.g.e 226.s
A.G.E S.226
Edirne Eğitim
11
13
“Yediveren” adlı yazısında. Ve şöyle devam eder:
“Bu çapta bir siparişin altından kalkabilen
Edirne'nin o zamanlar nasıl boydan boya bir
gülistan olduğunu göz önüne getirmek güç değil.
Benim garip, güzel Edirne’m.”
Dal dal söğütleri öperek,
Samur üç belik gibi.
Üç koldan sular,
Müjdeler olsun efendim,
2. TARİHİ YAPILARA DUYULAN SEVGİ
Edirne'desin.”
A-SELİMİYE
Edirne'nin kendine özel dünyasını yine kendi
içine gömerek Kırkpınar Mevsiminde Edirne'yi
anlatmaya koyulur. Meriç'in, Tunca'nın sularından,
turistlerin akınından, davul, zurna seslerinden,
Mehter takımından, cazgırların naralarından,
Kırkpınar Ağası Muhittin Ağaoğullarından ve onun
niteliklerinden söz eder.
Safiye Erol ister Edirne'de ister başka bir
şehirde olsun tarihi yapılarımızın şaheseri, estetik
abidesi Selimiye'dedir. Selimiye daima ona ilham
veren, hayat veren bir ab-ı hayattır. Edirne gezilerinde
her şeyi bir kenara bırakıp soluk soluğa Selimiye'ye
koşar. Edirne'den ayrılsa bile Selimiye'nin
büyüsünden, görkemli atmosferinden kendini
alıkoyamaz. Başka tarihi dokularla bezenmiş illere
gittiğinde Selimiye'yi andıran en küçük bir
benzerlikten yola çıkıp hemen kendini ruhen
Selimiye'nin serinletici, lahuti aleminde bulur. Sadece
makalelerinde değil “Dineyri Papazı” adlı romanında
da Selimiye'yi ön plana çıkarır:
10
“Küçük Sebil” adlı makalesinde yıkık ,
virane bir çeşmeden yola çıkarak 17. yüzyılda bir
Rumeli dilberi olarak gezinir. Edirne'nin daha önceki
yüzyıllarda yaşadığı görkemli tarihini aktarır .
“Bilindiği gibi Edirne aslında (Orestios)
adlı önemsiz bir kasaba idi. 20. M. yüzyılda Roma
İmparatoru (Hadrian ) burayı imar edip büyütünce
Hadrianapolis adını aldı. 763 H.Yılında
Hüdavendigar Gazi
kumandanlarından Lala
Şahin Paşa fethetti. 90 sene müddetle
Türkiye'nin başkenti kaldı . Şimdi Kırkpınarla
başlayan ve Kurtuluş Bayramı'na (25
11
Kasım)kadar sürecek bir fetih sezonu kutluyor.”
“Minareler süratle yerden biter gibi ufukta
yükselmeye başlayarak ardından baş ve gövde de
belirdi. Selimiye, göklere nakşedilmiş bir cihangir
tuğrası yahut dünya üstü alemlerden bir aşk ve
deha hamlesiyle yakalanıp beşer uğruna
dondurulmuş bir peygamber hayali yahut… Söz
yok.İnsan bütün varlığıyla titriyor. Sus
konuşma…”(S. 322)
Bu makalede ayrıca Edirne Üniversitesi'nin
açılmasının önüne dikilen engelleri sıralayan Erol,
şehrin ekonomik yönünün zayıflığına hayıflanır. Bu
ziyaretinde Edirne Valisi Sadri Sarptır ile görüşüp şu
sözleri alır :
“Selimiye'nin güzel canından kopan dirim
yeli her tarafı bürümüştür. İnsan gurbete düşse ,
günün birinde hayale dalıp camii ziyaret için yola
çıktığını düşünse, hayali bile yeter, görürüz ki
arınıp hafifliyor, güzelleşip soylaşıyor, fikriyle
yöneldiği o sevgili merkezden ruhuna hayat
akıyor.” (S. 325)
“ Bedesten tamirden sonra sanat müzesi
haline getirilecek , resim ve heykel galerisi için yer
ayrılacak. Sinan yapımı Sokollu Hamamı eski
kıyafetleri teşhir eden bir manken müzesi olacak,
eski Edirne Sarayı'nın tek kalıntısı Adalet Kasrı
12
da saray müzesi yapılacak.”
“Fırıl fırıl dönüyorsun… Bu ilahi cevelan
nereden nereye? Ey güzel Sultanım Selimiye…
Edirne'nin bağrında kök salmış gibi görünüşün
senin bu diyara olan ihsanından bir remizdir.
Anladım ki senin asıl hüviyetin ne varlık ne de
yokluk tanıyan aşk perisinin kendininkinden bile
habersiz kalacak kadar bir vecde düşerek
tutturduğu ilahi raksın füyuzanında kaynar
durulur, coşar, aşar yatışır. Ey Kabe timsalim
benim… Hazret-i Selimiye! Senin manan Kur'an
tefsirine susamışlık; senin suretin,
Peygamberimizin ashabına mir'acı anlattığı
demdeki çehresine yanmışlıktan başka ne
olabilir?” (S. 327)
Edirne'den “Vali'nin not defterinde bir
küçük filizim kaldı, boy verir inşallah. Ümit
dünyası!”diyerek ayrılır 1962 yılında .
Yazar, şehri hem ekonomik hem sanat ve
bilim yönünden kalkındırmak için bir aydın kişiye
düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışmıştır.
Edirne'nin kırık kalbini onarmak ve bükük boynunu
kaldırmak için bir dizi projelerle gelir Edirne'ye.
Zaman zaman sözü Edirne'nin geçmişinde
yaşadığı altın zaman dilimlerine getirir yazar.
Zamanında 200 kantar kırmızı gül , 200 kantar sakız
gülü siparişini bildiren Sultan 3. Murad Han'ın
buyruğundan söz eder.17.600 okka gül fidanının
Topkapı Sarayı'nın ihtiyacını karşıladığını nakleder
“Edirne'den Ayrılış” adlı yazısını Şile'deyken
yazar. Ve ruhu “Trakya'da dolanır.” Oradan Selimiye
sevdasını şöyle dile getirir:
10
A.G.E. S.387
A.G.E. S.387
12
A.G.E. S.388
11
13
A.G.E. S.404
Edirne Eğitim
12
Safiye EROL hem Edirne'de gördüğü virane
çeşmeleri, tarihi eserleri hem İznik'te gördüklerini
asla oldukları gibi görmek istemez. Zihninde hayal
ettiği mamur bir şekilde görür. Hatta bazen yaşanılan
zaman diliminin yüzyıllar öncesinde kendisine hayal
eder. Viraneliği görmeyi yüreği kaldıramaz.
“Karadeniz'in mavi yaygısında billur bir
sedeften dökülmüş bir Selimiye hayali süzülüyor.
Şile semalarında sanki rüzgar ve dalga türküsüne
karışmış Edirne yusufçuklarının dem çekişi aşk
makamından fasıl geçiyor.”14
“Gözümün Nuru” adlı makalesinde yine
Selimiye Camiini ön plana çıkarır. Bir anısını
nakleder. Yıllar önce Nezihe Araz ile geldiklerinde
Selimiye'yi göstererek “ Bak bu benim annem” der.
Ardından “ Beyazıt Külliyesi de babamdır.” der. Derin
coşkuları yaşadığı bu estetik görkem karşısında “can
t a z e l e ” r. B u s e y a h a t ı n d a
Selimiye'yi insanı maddi
kirlerinden arındıran
,küskünlüklerinden yalıtan
bir ilahi nefes olarak
g ö r ü r. İ n s a n ı n
psikolojisini
d ü z e l t e n ,
d ü n y a n ı n
k a h r ı n d a n
uzaklaştıran
“zaferinin sesini”
gösteren bir
çağlayandır
Selimiye ona göre.
B) DAR'ÜL HADİS
Bir Edirne gezisinin ardından “Tekrar
Kavuşsam” adlı bir makale yazar. Bu makale daha
çok Dar'ül Hadis Camii ve onun tarih içindeki
görevini dile getirmeye yöneliktir.
Osmanlı'nın Rumeli
topraklarındaki en eski
akademilerinden olan
burada; sade, harapça bir
camii bir de türbe
k a l m ı ş t ı r. F a k a t
gördüğü “kudretle
letafetten dökülmüş
harika” dır. Camiinin
avlusunda manevi bir
boyut yaşar. Hâlâ
orada talebelerin
ders aldıklarını
hisseder ve niyet
taşına çıkıp bu
camiinin yanına bir
ilim yuvasının
kurulmasını hayal
eder.
“Edirne'de Eski
Eserler” adlı
makalesinde
Edirne'deki tarihi
e s e r l e r i n
restorasyon
çalışmalarına
değindikten sonra son
sözü yine Selimiye'ye getirir.
C) MURADİYE
Muradiye Camiinden de
az
önce bahsettiğim yazının
FOTO-ORHAN KAYMAK
sonunda bahseder. Arkadaşı
Tombilik Hanımla akşamüstü
“Büyük sanat eseri ne demek
giderler Muradiye'ye. Daha önce de
olduğunu bir kere daha derin derin
geldiği
bu
mekanda
“Harabezar” da oturup ağladığını
yaşadım, şuur alemini delip geçen bir hadisedir bu….”
dile getirir. Fakat onarılmış olması onu mutlu kılar.
“Dün gece rüyada kendimi Selimiye'de
“Onarılmış dilber Muradiye, yeniden
gördüm . Başımı kubbeye kaldırmış ,efsaneye
levend
endamıyla boy vermiş.” (S.141) Muradiye'yi
göre 999 olan pencerelerden nur gibi sızan ışıkla
15
dilbere
ve
yeniden imar edilmiş halini levend askerine
tertemiz yıkanıyordum.”
yani
denizci
subaylarına benzetmesini, ruhunda
Yazar “Müze Şehir İznik”16 atlı makalesinde
yaşattığı sanat ve Balkanlardaki hakimiyet tutkusuna
İznik gezisinde yaşadığı tarihi özellikler karşısında
bağlayabiliriz. Orada kuzu otlatan çocuklarla
hissettiklerini ifade ederken Selimiye Cami karşısında
oynarlar. Onları da “Edirne'nin yavrularıyla can cana
hissettiklerini dile getirir. “Vaktiyle Edirne'de
söyleştik” diye anlatır.
Selimiye'yi ilk görüşte başımdan geçmişti; içim
D) ESKİ ÇEŞMELER
dışım zevk ve saadet kesilir, dalga dalga ürperir,
kalırım, aşkın bir mücizesi indi tepemden aşağı,
Safiye EROL zaman zaman Selimiye
karşımdaki harabeyi can gözü ile bakarak mamur
Camiinin çekiminden uzaklaşıp diğer tarihi yapıları
gördüm. Seyrek mavilerle damalanmış, mor
dile getirir. Bu durum çeşmelerin kitabelerini okuma,
çiniler binayı kaplamıştı. Saçak altlarında ince
eserlerinin yıpranmışlığına, yıkılmışlığına,
altın zırhlar seçiliyordu.”(S.452)
bakımsızlığına üzülme ve içinde bulunulan
atmosferden, zaman diliminden uzaklaşıp 16.ve
A.G.E. S.147
17.yüzyıllarda kendini ve etrafını hayal etme
A.G.E. S.147
14
15
16
A.G.E. S.450
Edirne Eğitim
13
Sezai'nin türbesinin yanındaki yıkık minareye içkili bir
biçimde çıkıp orada ezan okuyan iki delikanlının
hikayesini türbedar teyzeden nakleder. Trakya
ağzının özelliklerini yansıtması açısından bu
diyalogları sunuyorum: “Arkadaşım Tombilik
Hanımla Gülşenî makamından tam ayrılmak
üzereyken türbedar teyzeden bir tuhaf hikâye
dinledik. Gâlibâ Ramazandaymış... Yatsı zamanı
mahallenin yabancısı iki genç, başı dumanlı halde
çıka görünmüş. "Bu yıkık minarede artık ezan
okunmuyor mu? İçime dokundu, çıkıp sala
vereceğim" demiş birisi. "İçki de içtik. Abdestimiz
de yok. Ama Sezâî Hazretleri bizi affeder" demiş
öteki. Uygunsuz hâli ve çok muhtemel kazayı
önlemek için türbedar kadın atılmış: "Amanın
evlâtlarım sakın hâ... Minare çatlaktır" demiş.
Basmışlar cevabı: "Biz minareden daha çatlakız
tiyze". "Te etmeyin be kızanım! Baksanıza ne
merdivan var, ne küpeşte. Leylek de yuva kurmuş.
Te bozmayın günahtır." "Tasalanma be tiyze, biz
karıncayı bile incitmeyiz" demişler, dediklerini
yapmışlar. Akıl alacak iş değil, ama çatlak ve
çarpık minareye çıkmışlar, leylek yuvasını
usûletle kenara kaldırıp şaşakalan mahalleliye
karşı gürül gürül ezan okumuşlar. Sonra yuvayı
tekrar yerli yerine getirip çekmiş gitmişler. (s146)
biçiminde meydana gelir.
“Edirne'de Eski Eserler”(S.245) ve “Küçük
Sebil” adlı makaleleri bir yıl arayla yazmıştır. Ve
birbirinin devamı niteliğindedirler. İlk makalesinde
gördüğü sebilin kitabesini okumaya çalışır. Orada
Büyük Amirallerimizden Barbaros Hayrettin için
“Daldı rahmet denizine kapıdan” mısraını okur. Ve
kendini 16.yüzyılın görkemli günlerinde görür.
“ O küçük sebilin, ömrünün saadet
devresinde, muhabbet ve itina gördüğü
z a m a n l a rd a , a k m e r m e r l e r i n i n r u h u ,
minarelerinin, nakışlarının, altın yaldızdan
süslerinin ihtişamı içinde, bir ruh-ı revan gibi
dirim suyu dağıttığını hayal ettim. 16.asrın Türk
kadını idim o dakikada. Ferace kuşanmış kar gibi
beyaz yaşmak tutunmuştum. Gözlerim sürmeli,
parmaklarım kınalı idi. Yanımda çocuğum vardı.
İçinde ayet-i kerimeler yazılı parlak pirinç
taslardan evvela çocuğuma su içirdim. Sonra
kendim içtim.” (s.385)
Bu günden 16.yüzyıla gittiği zaman dilimini
anlatırken tam bir Rumeli dilberi olarak bol sıfatlı
cümlelerle duygularını anlatıyor. Fakat o zaman
diliminde kalmıyor. Önündeki realitenin değişmesi
içinde Vakıflar Müdürü ile görüşüp Küçük Sebil'in
imar edilmesi için teşebbüste bulunur. Küçük Sebil
adlı makalede de yine az önce anlattığımız Sebil'den
söz eder. Etrafının kirlenmesine, ilgisizliğe rağmen
“Kusursuz bir güzellik” olarak düşünür onu. Bu sefer
kendini 17.yüzyılda yaşayan “Fidan boylu, alımlı
çalımlı bir Rumeli Hanımı” olarak hayal eder. İçi
yazılarla süslü pırıl pırıl yanan bir tastan su içirir. Sonra
kendisi de edeple yaşmağının altından su içer. Bu
çeşmenin imarı için yetkililerle görüşür.
“Sezai Sultan” adlı makalesinde “Sıla
Armağanı” risaleciyi andıktan sonra türbenin
etrafındaki görüntünün üzüntüsüne kaptırır kendisini.
“Eski Mescid çoktan yıkılmış” tır. Kalan zarif minare
de çatlaktır. Geçmiş zaman dilimindeki işlevsel
3) ŞAHISLAR
A) TARİHİ ŞAHISLAR
1) HASAN SEZAİ GÜLŞENİ
Aslında Safiye EROL'un Edirne'yi anlatan ilk
eseri “Sıla Armağanı” adlı makaledir. Bu makalenin
konusu İstanbul'da geçmekle beraber Edirne'yle
alakadardır. Edirne'de Hasan Sezai GÜLŞENİ'nin
postnişi Şehy Şuayb efendinin yazmış olduğu bir
risaleciği sahhaftan alma mücadelesini anlatır. Bu
risalecik Sezai Sultan'ın bir kıtası üzerine yazılan
tasavvufi bir yorumdan ibarettir. Bu eser ona
“annesinin ak sütü gibi bir gıda” olmuştur. Bu
makalenin sonunda “Edirne'ye her seyahatimde
adetimdir evvela Selimiye Camiini, sonra Sezai
Sultan türbesini ziyaret ederim. Şimdi bildim ki
yaymacıdan aldığım kitap bana o Hazretin ana
yurdumdan gönderdiği bir Sıla Armağanı'ymış.”
özelliklerini anlatır. “Arkadaşım Tombilik Hamınla
eski zamanları, bahçenin gülistan olduğu,
fıskiyenin çağladığı, Gülşeni dervişlerinin ârif
zarif gidip geldikleri, maddi refah ve güzelliğin
her şeyden üstün bir manevi kumanda emrinde
üsluplaştığı, sözün saz, sazın söz kesildiği ve
insanın insanlığından tam tatmin duyduğu
günleri düşüneduralım, radyoda yayın başladı:
“Gülzâra nazar kıldım virâne misâl olmuş...” (s143)
(s.135)
“Edirne'den Ayrılış”17 adlı yazısında Hasan
17
A.G.E. S.146
Edirne Eğitim
14
ve yazar yetiştirmiş balkanlara açılmanın ,kültürel
anlamda da bir açılmadır bu, beşiği olmuş bir
şehrimizdir. Yahya Kemal de 1921 yıllarında “Eğil
Dağlar”adlı eserinde Edirne'nin tarihsel serüveni
içerisindeki yeri ve önemini dile getiren makaleler
kaleme almıştır. “Yine Edirne İçin” adlı makalesinde
Selimiye Camiinden söz eder ve Anadolu'nun
Trakyasız
Trakya'nın da Anadolusuz yaşayamayacağını dile getirip şöyle der: “Bu devlet tam
manasıyla Edirne'de kuruldu ve Edirne fütühat
devremizin tecelligahı olan şehirdir”. Daha önce
doğduğu, büyüdüğü, çocukluk ve fetih rüyalarını
gördüğü, akıncı cedlerinin ihtirasını duyduğu ve bu
duyarlılıklarını dile getirdiği “Açık Deniz” adlı şiiri ruha
gem vurulmayacağının açık bir göstergesidir. Denizin
dalgalarını ufkunu, hayalini sınırlandırmış bin başlı
ejdere benzeten şair sonunda denizle arasındaki
benzerliği şöyle ifade ediyor:
2)EBUSSUUD EFENDİ
“ Edirne Üniversitesi”18 adlı makalede ünlü
din bilgini Ebussuud Efendi'nin Edirne'ye çocuk
yaşlarda gelip ilim yolunda geçtiği sınavları menkıbevi
özelliklerle anlatmaktadır.
B) Gerçek Şahıslar :
Safiye Erol, Edirne'ye geldiği zaman
dilimlerinde daha önce de belirttiğim gibi birçok
bürokrat ve esnaflarla görüşmüştür. Bunlar Edirne
Valisi Sadri Sarptır, esnaflardan Kemal Dönertaş,
Prof. Dr. Süheyl Ünver, Ağaoğulları (Aile olarak
numunelik vatan evlatları olarak nitelendiriyor),
Türbedar Teyze …
Bu değerli insanlar ve daha önceleri
bahsettiğimiz kişilerle normal bir insani iletişim
kurmanın yanı sıra Edirne'nin kültürel ve ekonomik
yapısına yaptıkları veya yapacakları katkılar nedeniyle
candan sevmektedir. Şehrin maddi manevi dokusuna
sirayet etmiş özü adeta bu şehir için yaşamaktadır.
Özellikle Edirne Mevsimi adlı makalesinde torunu
Sami Erol'u aile içerisinde Kırkpınar Ağası olarak
çağırdıklarını naklettikten sonra Kırkpınar zamanında
Kırkpınar Ağası Muhittin Ağaoğullarıyla karşılaşma
anını espritüel bir bağlamda anlatır. Zihni torununun
ağalığına alışan Erol karşısında “Rüstem Zal yapılı bir
Herkül” görünce şaşırır ve latife olarak “ Efendim ben
Kırkpınar ağasının büyükannesiyim” der. Aralarında
geçen sohbet ortamıyla ne demek istediğini ifade
eder. Görüldüğü gibi Erol İstanbul'da yaşamasına
rağmen Rumeli kültür ve geleneklerini aile içinde
yaşatmaktadır. Mehmet Nuri Yardım onun İstanbul'da
Selimiye semtinde yaşamasını şöyle güzel bir ifade ile
dile getirir. “Safiye Erol, hayatının son yıllarını
Üsküdar Selimiye'de geçirmiştir. Acaba, onu bu
semte çağıran ses Edirne Selimiye'nin ruhaniyeti
midir bilinmez.”19
“Ruhunla karşı karşıya kaldım o med günü
Şekvanı dinledim , ezeli mustarip deniz
Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz
Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı
Bir bitmeyen susuzluğa benzeyen bu ağrıyı”
Yahya Kemal'in Üsküp ve balkan coğrafyası
için hissettiği duygu ve duyarlılıkları balkanlardaki son
toprak parçamız Edirne için hissetmiştir Safiye Erol.
Nerede olursa olsun Edirne'ye her anlamda hizmet
etmiştir. Kalemiyle ve bütün kültürel birikimiyle bizi
anlatmıştır. Yahya KEMAL için İstanbul ne ise Safiye
EROL için de Edirne aynı değeri taşır. Kendini var
eden bir kültür deryasıdır ve o bu deryada
beslenmekten çok memnundur. Kendi deyimiyle
Selimiye annesi, Beyazıd külliyesi de babasıdır. Şimdi
Safiye Erol bizden bu şehrin tarihi, manevi, kültürel
dokusunu anlamamızı ve şiirle, hikaye ile deneme ile
anlatmamızı ve yeni yeni kalemler yetiştirmemizi
bekliyor .
SONUÇ
Safiye Erol bu toprakların yetiştirdiği ,Trakya ,
Edirne, Türkiye sevdalısı bir yazarımız ve kökümüzü
besleme mücadelesi göstermiş bir Rumeli aydın
i n s a n ı m ı z d ı r. C i ğ e r d e l e n , Ü l k e r F ı r t ı n a s ı
Kadıköyü'nün Romanı, Dineyri Papazı ve gazetelerde
yazmış olduğu yazılarının toplandığı Makaleler adlı
eserleriyle günümüz okur kesimine seslenen bir
Edirneli yazarımızdır. Bu eserleri geçmiş zaman
dilimlerine ışık tutarken aynı zamanda bir aydın
portresi de gözümüzde canlanmaktadır .Tarihinin
köklü değerlerinden beslenen ,yurduna olan sevdasını
devamlı dile getiren , yaşanan faciaların yaralarını
sarmak için devamlı gayret gösteren , yazı dilinin
sanatsal zirvesini bulurken diğer yandan da mahalli dil
özelliklerini kullanmaktan gocunmayan bir Rumeli
aşığıdır. Edirne tarihsel serüveni içerisinde bir çok şair
18
19
Safiye Erol
A.G.E. S.229
Mehmet Nuri YARDIM, Safiye Erol Kitabı, İstanbul, 2003 S.133
Edirne Eğitim
15
“ BENİM EDİRNE’M ”
Burak ERTAY
Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Öğrencisi
Yaşadığım şehir hakkında gezi yazısı yazma
fikri, işe başlamadan önce çok garip gelmişti; fakat
hazırlıklara başlayıp tarihi mekânları gezerken içinde
doğduğum ve bu zamana kadar hayatımı
sürdürdüğüm şehre ne kadar yabancı olduğumu
anladım. Bu yabancılık, bir bakıma işe yarayarak bana
büyük bir mutluluk veren keşfetme duygusunu ortaya
çıkarmamı sağladı.
Edirne’ye ilişkin bir gezi
yazısı yazmanın tek
olumsuz yanı gezi
yazılarında çok önemli bir
yere sahip olan seyahat
bölümünü tecrübe
edememiş olmamdı. Bu
tür yazılarda en çok
hoşuma giden kısımlar
seyahat ederken
yaşanılanlar, çekilen
zahmetler ve her şeyin
sonunda yeni şeyler
keşfetmenin verdiği
mutluluktur. Benim bu
aşamada yaptığım tek şey
ise babamdan beni daha
önceden belirlediğim
yerlere götürmesini rica
etmekten ibaret oldu.
Sonradan kendimi kolaya
kaçmış gibi hissederek
günümün geri kalan
kısmını yürüyerek ve
Edir ne’yi keşfetmeye
çalışarak geçirdim.
yıllarında ne kadar muazzam olduğunu hayal
edebiliyorum.
Külliye; cami, tıp medresesi ve darüşşifa
olmak üzere üç ana bölümden oluşuyor. Aslında özele
inildiğinde tarihçiler yapının dokuz bölümden
oluştuğunda ortak karar almışlar. Külliye mimari
olarak ustalıkla planlanmış.
Özellikle ruh hastalıklarının
tedavisine elverişli bir ortam
hazırlaması için ışıklandırma,
merkezi sistem, havalandırma
ve akustik yapıya büyük önem
verilmiş. Öncelikle çeşitli
bilimlerin okutulduğu, cerrahi
müdahalelerin uygulamalı
olarak öğretildiği medrese
kısmını dolaşıyorum. Medrese
bölümü çok geniş olmadığı
için hakkında çok fazla şey
anlatamayabilirim; fakat
içinde ilgi çekici ve önemli
bilgiler içeren kısımlar
bulunuyor. Gördüklerim
oldukça gurur verici; çünkü
medresede yapılan çalışmalar
günümüze ışık tutacak
biçimde ve çağın ötesinde.
Külliyenin kurulduğu döneme
bakıldığında Osmanlı ile
Avrupa’nın anlayışı arasındaki
farkı açıkça görmek mümkün.
Akıl hastaları Osmanlı’da
büyük bir ilgi ile tedavi
edilirken Avrupa’da içine kötü
ruh girdiği gerekçesiyle
yakılıyordu. Osmanlı’daki tıp
eğitimin ve tedavi
yöntemlerinin bu kadar
gelişmiş olması gerçekten gurur verici bir durum.
Yapının her alanında bir ferahlık söz konusu olduğu
için hiç sıkılmadan tüm odaları dolaşıp, ilgili
açıklamaların hepsini okuyorum. Beyin ameliyatı,
ortopedik sorunların dağlama ile düzeltilmesi ve yılan
zehrinin bir horoz üzerinde etkilerinin test edilmesi
yoluyla hazırlanan panzehir ilgimi çeken kısımlardan.
Kullanılan mankenlerin gerçekle örtüşüyor olması ve
odaların dönemin özelliklerine göre hazırlanması,
Gezime İkinci
Bayezid Külliyesi Sağlık
Müzesi’nden başlamaya
karar veriyorum. Giriş
ücreti oldukça uygun, öğrenci olmamın getirdiği
avantajla yalnızca bir liraya bu mükemmel yapı
hakkında bilgi sahibi olabiliyorum. Evliya Çelebi
"Orada bir Darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez,
kalemler ile yazılmaz " demiş. Gerçekten de Evliya
Çelebi’nin söylediklerinde abartı olmadığını
düşünüyorum; çünkü müze halinde iken bile beni bu
kadar etkileyen bir yerin bünyesinde şu anda
bulunmayan bazı bölümlerin var olduğu hizmet
Edirne Eğitim
16
yaratıyor. Biraz ilerleyince ilaçların hazırlanıp
hastalara deva olsun diye bedava dağıtıldığı eczaneye
rastlıyoruz, tam da kendi kendime bedava ise bundan
faydalanmak isteyenler olacaktır diye düşünürken bir
yazı gözüme çarpıyor ki bu kitabe ünlü seyyah Evliya
Çelebi’nin de dikkatini çekebilmiş. Kitabe şöyle diyor:
"Sağlıklı bir âdem bu ilaclardan bir kırat alır ise
hastalanub Fir'avn ve Kârun'un laneti üzerine ola!".
Sanırım o zamanlarda insanları bazı şeylerden uzak
tutmak için beddua yeterli olabiliyordu, ya da diğer bir
deyişle gelişmiş bir toplumsal kontrol ve dine bağlılık
vardı. Oradan çeşitli hastaların yatırıldığı odalara
geçiyorum mankenler ve dekor o kadar güzel
hazırlanmış ki bazı akıl
hastalarının size saldıracağını
düşünebiliyorsunuz. Odalarda
kara sevdaya tutulanlar, sara
hastası ve kronik psikozlu bir
hasta bulunuyor. Bu odaların
yanı sıra girişin karşısında
musiki topluluğu bulunuyor ve
açıklamada bu topluluğun
belirli zaman aralıklarıyla
hastaların kendini iyi
hissetmesi için konser verdiği
yazıyor. Burada çalınan
müzik, hazırlanan mükemmel
akustik yapı sayesinde
külliyenin her bir köşesinden
dinlenebiliyor. Ayrıca burada
karşılaştığım ilgi çekici bir bilgi
de her makamın farklı
hastalıklara deva olması.
Musiki sahnesini de
inceledikten sonra Bayezid
Külliyesinde dolaşacak yerim
kalmıyor ve istemeyerek de
olsa ayrılmak zorunda
kalıyorum. Burada geçirdiğim
sürede bir yerin güzelliğini ve
tarihi yapısını anlayabilmek
için orada uzun bir zaman
geçirmenin ve gezilecek yerin
mümkün olduğunca yalnız ve
sessiz, kendini de dinleyerek
gezilmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha önce
katıldığım gezilerde Bayezid Külliyesi’ni uzun uzun
inceleme fırsatı bulamamış, şu anda hissettiklerim bir
kenara gördüklerim beni sıkmıştı.
burayı ziyaret eden insanların ilgisini daha da artırıyor.
Saatin ilerlemesi ile birlikte medrese bölümünde çok
fazla kaldığımı fark ediyorum ancak kalan birkaç kısmı
da dolaşmadan edemeyeceğim, buralarda medresede
kullanılan kaynaklar ve önemli müderrislerin isimleri
bulunuyor. Medreseden yavaş yavaş ayrılıp kendinden
daha çok bahsettiren ve herkesin Bayezid Külliyesi
denince özelliklerini anlatmaya başladığı Darüşşifa
bölümüne geçiyorum. Darüşşifa hakkında
bahsedilecek daha çok şey var; çünkü külliyenin bana
göre en ilgi çekici bölümü burası.
Darüşşifa iki avlu ve şifahane olmak üzere üç
bölümden oluşuyor. Avlunun bulunduğu birinci
bölümde geçmişte
poliklinik (göz
mütehassısı, cerrah,
nöbetçi odaları) olarak
kullanılan odalar
bulunuyor. Ayrıca bu
avluda hizmet odaları olan
mutfak, çamaşırhane,
eczane ve ilaç deposu yer
alıyor. İkinci avluda
geçmişte yöneticiler için
ayrılmış odalar var ve bu
odalardan bazıları
personel ve müze müdürü
tarafından kullanılmakta.
Şifahane, hastaların yatılı
tedavi edildiği bölümdür.
İçinde ziyaretçi ve hasta
kabul odası, hasta odaları,
musiki sahnesi ve çeşitli
ilaçların hazırlanıp bedava
olarak sunulduğu,
günümüzdeki adıyla, bir
eczane bulunuyor. Müthiş
bir akustik yapıya,
ışıklandırma ve
havalandırma sistemine
sahip. Açıkçası
şifahanenin büyüsüne
kapılıp avluları çok fazla
inceleyemedim, buralarda
daha çok mutfak,
şuruphane vb. hizmet odaları bulunuyor. İkinci avluda
Külliye ve Edirne hakkındaki bilgiler görsel olarak çok
fazla şey sunmasa da ziyaretçilerin buradan büyük
oranda faydalanabileceğini düşünüyorum; çünkü
duvardaki yazıların her birinde bilmediğiniz bir şeyle
karşılaşmanız olası. Avluları da dolaştıktan sonra sıra
nihayet şifahaneye geliyor. Kapıya yaklaşırken sizi
alıp götüren bir müzik ve su sesiyle karşılaşıyorsunuz.
İçeri adımınızı atar atmaz ferah ve biraz da nemli bir
hava sizi büyülüyor. Şifahanenin işe yararlılığından
şüpheniz kalmıyor; çünkü bütün dertleriniz bu
ferahlık, müzik ve su sesiyle aklınızdan uçuveriyor.
İçeri girdiğinizde sol tarafınızda sıra bekleyen hastalar
gayet gerçekçi bir şekilde sizi izliyorlarmış havası
Külliyeden ayrıldığımda eve gitme planları
yapıyordum; çünkü gezimi günlere bölmüştüm ancak
dönerken aklıma Şükrü Paşa Anıtına uğramak geliyor.
Anıtı daha önce dolaşıp istediğim verimi alamamıştım
bu yüzden bu sefer elimden geldiğince dikkatli olup
gözlemci ruhumu ortaya çıkaracağım. Şükrü Paşa
anıtına varınca mükemmel bir esinti yüzünüze
çarpıyor ve Edirne’yi yüksekten izleyince daha bir
güzel buluyorsunuz. Gezi güzergâhı ve süresi
tabelalarla bizlere kolaylık olması için belirlenmiş.
Edirne Eğitim
17
Okları izleyerek gezime başlıyorum öncelikle Balkan
Savaşı’nda gösterdiği cesaret ve yararlılıkla adından
söz ettiren Şükrü Paşa’nın heykelinin ve vasiyetinin
bulunduğu anıt mezar bölümündeyim. Şerefli Türk
ordusunun ve şerefli bir komutanının vasiyeti:
“Düşman hatları geçtikten sonra ölürsem kendimi
şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın.
Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler. Fakat
müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam
kefenim, lifim, sabunum çantamdadır. Beni bu
mahale gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir
abide dikeceklerdir.” Vasiyeti okurken halkımızın
içinde bulunduğu kara günlerde bile umudunu
yitirmeyip kahramanlığını koruduğunu anlıyorum.
Bulunduğum bölümden ayrılıp tabyalara geçiyorum.
Sığınaklara girince kendinizi savaşın ortasında
hissediyorsunuz; çünkü yemek yiyen, uyuyan ve
savaşan Türk askerleri çok gerçekçi bir şekilde
canlandırılmış. Her bir odada öğretici bilgiler
bulunuyor. Özellikle Balkan savaşlarında Türklerin
maruz kaldığı haince saldırı ve Bulgar zulmü hakkında
daha önce geniş bir bilgi birikimim yoktu. Bu zulüm,
çok özenle seçilmiş cümlelerle adeta bize resmediliyor
cümlelerden birisini belki de yaşananları en iyi anlatan
cümleyi paylaşmak istiyorum: “Artık, havan mermisi
ile şarapneli daha yaklaşmadan ayırt ediyoruz…
Ölüm bir piyangoya dönüştü. Herkes ben öleyim,
yeter ki yakınlarım yaşasın diye dua ediyor.
Bulgarların, sessiz sedasız, sulh içinde yaşayan
masum bir halkı, çoluk çocuk ayırt etmeden
öldürmeleri vahşetin delili değil mi?” Bu cümleye
bakarak çarpışmanın savaş alanının dışına çıkarak
Edirne halkına dehşet veren bir katliam haline
geldiğini çıkarabiliyoruz. Savaş hakkında bilgi veren
her şeyi okuduktan sonra diğer sığınaklara giriyorum
ancak aradığım şeye ulaşamıyorum. Sığınakları
ayrıntılı bir şekilde anlatmayı lüzumlu görmüyorum;
çünkü bunlar askeri ihtiyaçları karşılamak için
yapıldığından tek tip olmak zorundalar ve bu doğal bir
şey. Diğer sığınaklarda daha çok resimler ve Edirne
hakkında genel bilgiler bulunuyor. Son olarak çıkışa
yakın bir yerde oturarak manzarayı seyrediyorum ve
gezimin ilk kısmını sonlandırıyorum. Ertesi gün
gezime Selimiye Camii ile devam ediyorum. Edirne
denince akla ilk gelen yerlerden biri olmasına rağmen
Selimiye’yi ikinci güne bırakmamın nedeni Edirne’nin
Selimiye’den ibaret olmadığını göstermekti; ancak
Selimiye’nin Edirne için ayrı bir önemi olduğuna da
katılmadan edemiyorum. Genel düşünceye karşı
çıkarak ona küstüğümü zanneden Selimiye, sanki
bana kaşlarını çatıyormuş gibi lacivert bulutların
oluşturduğu arka planda tüm asaletiyle dimdik
duruyor. Selimiye Edirne’de yolunu kaybedecek biri
için kutup yıldızı görevini üstlenecek kadar büyük bir
öneme ve ihtişama sahip, eser şehrin hemen hemen
her yerinden görünebiliyor. Caminin sadece
görünümü ile ilgili bilgi ver mem yeterli
olmayacağından harekete geçiyor ve Selimiye Camii
Arastasına girip oradan merdivenler vasıtasıyla avluya
çıkmayı planlıyorum. İçeri girip on metre kadar
yürüdükten sonra derin bir üzüntü hissediyorum
çünkü çocukluğumda sürekli olarak alışveriş
yaptığımız, içinde gezerken canımızın sıkılmadığı ve
esnafının güler yüzüyle mutlu olduğumuz Selimiye
Camii Arastası büyük mağazalara yenik düşmüş
durumda. Yazdıklarımdan burada alışverişin çok
azalmış ya da bitmiş olduğunu çıkarmayın ancak
alışveriş yapanlardan büyük bir kısmının Türkçe
konuşmadığının farkına varmak zor olmuyor. Kısacası
kendi halkı tarafından terk edilen esnaf geçimini
turistlerin yoğun ilgisi ile sağlıyor. Arastanın ortasında
bulunan merdivenlerden Selimiye Camii’nin avlusuna
giriyorum. Çok önemli bir mimari eser olduğu için
farklı farklı yerlerden gelen turistlere rastlıyorum.
Caminin içine girince insanlar bu güzellik karşısında
nereye bakacağını şaşırıyor, kimileri meşhur ters lale
figürüne bakarken kimileri ise oturup muazzam
kubbeyi inceliyor. Öncelikle kubbedeki müthiş
çiniciliği ve ardından büyük ilgi çeken lale motifini
inceliyorum. Caminin müezzin mahfilinin mermer
ayaklarından birinin altında bulunan ters lalenin
hikâyesine gelecek olursak: Rivayete göre, caminin
yapılacağı arsa üzerinde bir lale bahçesi
bulunmaktaydı. Bu arsanın sahibi, başlarda arsasının
satılmasını istememiştir. En sonunda, camide bir lale
motifinin olması şartı ile arsanın satılmasını kabul
etmiştir. Mimar Sinan da lale motifini ters olarak
yapmıştır. Lale motifi bu arsada bir lale bahçesi
olduğunu, ters olması ise sahibinin tersliğini temsil
etmektedir. Bu gözlemlerimden sonra Caminin tarihi
Edirne Eğitim
18
Süleyman Çelebi tarafından başlanmış ve Fetret
devrini sona erdirerek adeta Osmanlı’yı yeniden
kuran Çelebi Mehmet döneminde tamamlanmıştır.
Ayrıca Eski Cami’ de Hacı Bayram Veli’nin vaaz
verdiği söylenir ve Hacı Bayram Veli’ye duyulan
saygıdan dolayı vaaz kürsüsünde vaaz verilmez. 18. ve
20. Yüzyıllarda Eski Cami’nin duvarlarına devrin
önemli hattatları yazılarını yollamıştır. Yapı,
depremlerden ve yangınlardan hasar görmüş ve
onarımı yapılırken duvarlarına yazılar eklenmiştir.
Eski Cami şehre gelen turistler tarafından
Selimiye’den sonra ikinci bir seçenek olarak görülse
de Eski Cami Osmanlı döneminden zamanımıza
ulaşan ilk abidevi
eserlerden olması
bakımından oldukça
önemli bir yere sahiptir.
Hemen hemen Selimiye
kadar ilgi çekici olan
caminin oldukça güzel bir
yapısı var ve duvarlarda hat
sanatının muazzam
örnekleri bulunuyor. Her
bir duvarını inceledikten
sonra Eski Cami’ den
ayrılıp Üç Şerefeli Cami’ye
gidiyorum. Cami ilginç
özelliklere sahip olmadığı
için gezimin bu kısmı kısa
sürüyor. Caminin tam
olarak ne zaman inşa
edildiği hakkında kesin bir
bilgi olmamasına rağmen
birçok kaynak II. Murat
zamanını işaret ediyor. Üç
Şerefeli Cami’nin dört
minaresi olup bunlardan en
yüksek olanının üç şerefesi
vardır ki bu da esere adını
vermiştir. Ayrıca büyük ve
gösterişli kapısı da
görülmeye değer. Camiden
ayrılıyor ve evimin yolunu
t u t u y o r u m . Ya z ı m ı n
sonuna geldiğimde bu gezi
sayesinde neler kazandığımı düşünüyorum. Gezi
yazısı yazdığım için tüm eserleri dikkatle incelemem
gerekliydi, bu nedenle yaşadığım şehir ve şehrin tarihi
dokusu hakkında daha geniş bir bilgi sahibi oldum.
Sadece yüksek bir not almak amacıyla başlayan bu
serüvenim yaşadığım şehri daha iyi anlamama vesile
oldu. Her gün yanından geçip gittiğim eserlerin tarihi
açıdan ne denli önemli olduklarını fark etmemi
sağladı. Bakmak ile görmek arasındaki farkı bir ödev
sayesinde bu kadar net algılayabileceğimi hiç
düşünmemiştim. Sanırım yaşamımın bundan
sonrasında gözüme çarpan her yeni mekâna daha bir
alıcı gözle bakmaya gayret edeceğim.
ve mimari özelliklerinden bahsetmek istiyorum:
Selimiye Camii bir Edirne aşığı olan II. Selim
tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış olup hem
Mimar Sinan’ın hem de Osmanlı’nın en önemli
eserlerinden biridir. Mimar Sinan bundan daha önce
dünyadaki en büyük kubbe rekorunu elinde
bulunduran Ayasofya’yı aşarak altı senede mükemmel
bir cami inşa etmiştir. Mimari özelliklerden
bahsedecek olursak, Selimiye her bir özelliğiyle ayrı
ayrı ilgi çekicidir. Çeşitli yerlerden yaptığım
araştırmalarla bazı bilgilere ulaşıyorum. Eser Mimar
Sinan'ın yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı
örneğidir. Yapıyı, kubbe kasnağında 32 küçük
pencereyle, yüzlerdeki üst
üste 6 dizide çok sayıdaki
pencere aydınlatılmaktadır.
Caminin 3.80 m. çapında,
70.89 m. yüksekliğindeki
üçer şerefeli dört zarif
minaresi vardır. Giriş
yönündekilerle şerefelere
tek yolla, diğer ikisinde ise
üç şerefeye ayrı ayrı
yollardan çıkılmaktadır.
Cami, mimari özelliklerinin
erişilmezliği yanında taş,
mermer, çini, ahşap, sedef
gibi süsleme özellikleriyle
de son derece önemlidir.
Mihrap ve minberi mermer
i ş ç i l i ğ i n i n b a ş
yapıtlarındandır. Selimiye
Camii 43,25 metre
yüksekliğinde, 31,25
metre çapında, tek bir lebi
ile örtülmüştür. Kubbe 8
sütuna dayanan bir kasnak
üzerine oturtulmuştur.
Kasnak, fil ayaklarına 6
metre genişliğinde
kemerlerle bağlıdır. Sinan,
bu şekilde örttüğü iç
mekâna verdiği genişlik ve
ferahlıkla birlikte mekânın
bir kerede kolayca
anlaşılmasını sağlar. Kubbe aynı zamanda caminin dış
görünüşünün ana hatlarını da belirler. Caminin içini
bir kez daha inceleyip gezime nereden devam
edeceğimi planlıyorum. Edirne Gezisi hakkında fikrini
sorduğum kişilerin büyük bir kısmından “Eski
Cami’nin yazısı, Üç Şerefeli'nin kapısı, Selimiye'nin
yapısı...” ifadelerini duyuyorum. Bu yüzden
incelemek üzere Edirne’nin diğer önemli camileri olan
Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami’ ye doğru yürüyorum.
Eski Cami Selimiye’ye çok yakın bir konumda ve
hakkında bahsedildiği üzere duvarlarında bulanan
yazılar özellikle turistlerin çok fazla ilgisini çekiyor.
Cami hakkında biraz bilgi verecek olursam: Eski
Cami’nin yapımına Fetret dönemi padişahlarından
FOTOĞRAFLAR - BESTE ÖZDEN
Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Öğrencisi
Edirne Eğitim
19
Murat YAMANDIR
MÜZİK, ABDALLIK
VE
NEŞET ERTAŞ ÜZERİNE...
80. Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Müzik Öğretmeni
Köyden gelmiş
bir kentli olarak,
müzikle yaşayan bir
öğretmen, çocukluk ve
ilk gençlik yıllarını
abdallarla neredeyse iç
içe yaşamış bir taşralı
ve ilk türkülerini
annesinden dinlemiş
bir türkü dostu olarak
sesleniyorum.
Elbette “bir
varmış bir yokmuş”
deyip, iki nokta
koymayacağım üst
üste. Biraz gerçek,
biraz masalsı, biraz da
kurmaca ama samimi.
Neşet Ertaş'ı konuşanların saman alevi gibi parlayıp
söndüğü şu günlerde müzikten, abdallıktan ve Neşet
Usta'dan yana benim de söyleyecek birkaç sözüm var.
En soyut sanattır müzik. Sokakta, tarlada,
dolmuşta, okulda, farikada yaşam akıp giderken bizi
ziyaret eden ezgilerin çoğunun farkında dahi
olamayız. Bazen dilimize takılan bir ezgiyi gün boyu
yineleyip dururuz, nereden geldiğini bilmeden. Ezgi
ister güzel olsun; ister çirkin, ister sevelim ister
sevmeyelim mutlaka bir tepki veririz. Bazen iyi
hissettirir, bazen kötü.
Bazılarımız bilinçli bir tavır takınarak(!) falanca
müziğin kötü, filanca müziğin iyi olduğu konusunda
kişisel yargılarda bulunur. Bazları saray müziği,
bazıları yoz müzik, bazıları köylü müziği, bazıları
çağdaş müzik nitelemelerinde bulunur. “Ben Türkçe
müzik dinlemiyorum” diyenlerin sayısı da
azımsanamayacak durumda aslında. Bir yandan
müziğin evrenselliğinden bahsederken diğer yandan
ülke, bölge, dil ayrımı yapmanın nasıl bir tatsız durum
yarattığını düşünmek gerekir. Neşe, hüzün, korku,
coşku gibi duygular, dünyadaki her insan tarafından
aynı şekilde algılanırken, dinlenilen farklı bir müziğin
hiç anlaşılamaması elbette yalnızca bize ait bir
olumsuzluk değil. Bu, bütün dünyada üç aşağı beş
yukarı aynı. Ama bizde farklı bir durum var. İnsanlar,
siyasi görüşlerine göre müzik seçebiliyorlar. Bu
kesinlikle öğrenilmiş-öğretilmiş bir tavır. Hangi
koşullarda üretilirse üretilsin bir müzik eserinde
aranması gereken özellik, en başta nitelik olması
gerekirken, siyasi bir noktadan bakarak müzikte bir
tercih yapmak şuursuzluk,
cahillik, canilik veya
hödüklük, adına ne
derseniz deyin geri
kafalılıktır.
Cumhuriyet tarihi
boyunca doğal tarihsel
sürecini bir türlü
yaşayamayan müziğimiz
sürekli müdahalelerde
kendinden uzaklaşmış
başka bir şeylere
benzemiştir. Oysa müziğin
en makbulü kendiliğinden
gelişmiş olandır. Burada
kendiliğinden sözünün
anlamı her türlü baskıdan
ve dayatmadan uzak
kalması anlamındadır. Doğal bir gelişim süreci
izleyen müzikler kendi yasalarını kendileri yaratıp
yaşama olanağı bulduklarında nitelikleri ve lezzetleri
daha güzel olur çünkü. Örnek vermek gerekirse
ABD'de üretilip bütün dünyayı kasıp kavuran pop
müzik bizdeki gibi iki üç yıllık operasyonla patlamadı.
Birlikte çalışanların ortak iş şarkılarından
“Blues”,”Ragitime”, bunların ardından da cazz ve
rock'n roll gelişti; daha doğrusu dönüştü ve en
sonunda bugünkü halini aldı. Bizdeki gibi radyolarda
müzik yasaklamalar olsaydı, “tu-kaka” müzikçi
diyerek birileri itilip kakılsaydı, bu noktaya gelebilirler
miydi? Sonuçta onlar kendi kültürlerinden istedikleri
ölçüde beslendiler ve bu noktadalar. Biz de kendi
kültürümüzden yeterince beslenseydik belki de
bugün yapay ayrımlardan uzak olurduk. Türk müziği
de dâhil olmak üzere her türden müzik daha kaliteli
ve kişilikli olurdu.
İletişim hızının tavan yaptığı şu günlerde,
sadece “tıklama” kriteriyle yapılan değerlendirmeler,
aralarında gerçekten iyi örnekler olsa da porselen
dükkânına girmiş fil gibi ortalığı tozu dumana
boğuyor, kırıp döküyor. Üstelik bu kirin tozun içinde
nereye basacağını hiç düşünmeden gezinen bizler,
umursamazlığın sınırlarında dolaşıyoruz. Sosyal
paylaşım sitelerinin görüntü hizmeti vermeye
başlamasıyla müzik dinleme eylemi, neredeyse müzik
izleme eylemine dönüştü. Bu çok mu kötü bir şey?
Hayır, teknolojinin bize bu hizmeti sunmasına bir
diyeceğim yok, üstelik gerekli de. Takıldığım nokta
şurası, göze hitap eden ve sürekli değişen görüntü,
Edirne Eğitim
20
olarak telaffuz eden insanlar var; ne kadar üzücü bir
durum. Bir görüşe göre abdal, Allah'tan başka her
şeyden vazgeçmiş kişi; zayıf ve zorda olanlara,
ezilenlere yardım edendir.
Selçuklu ve Osmanlı otoritesine karşı çevre
halkının şikâyetlerini dile getirirler. İslam öncesi
şamanizmi ve bugünkü İslam'ı birleştirerek bugünkü
“abdal kişiyi” yarattılar. Orta Asya'dan Anadolu'ya
nefes taşıdılar, hava taşıdılar, hatır gönül taşıdılar. İşte
bu taşıyıcılardan olan Neşet Ertaş geçtiğimiz yıl
aramızdan ayrıldı. Son nefesine kadar görevini en iyi
şekilde yaptı. Ortak dil oldu, ortak nefes, sağlam bir
maya oldu topluma. Popülizmin bu kadar öne çıktığı
günümüzde türkü söylemek kolay değildi; o
türkülerini hep söyledi; ne bir eksik ne bir fazlalıkla…
Öykünmesizdi, kendisi gibiydi, sahici ve samimiydi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel
tarafından teklif edilen devlet sanatçısı ünvanını “ben halkın sanatçısıyım” diyerek geri çevirmişti.
İstanbul Teknik Üniversitesinden fahri doktoralık
ödülünü aldığı törende “Efendim dikilen bir heykel
bir gün sökülür, ama ekilen emek hiçbir zaman
sökülemez” demişti. 2006 yılında Türkiye Büyük
Millet Meclisi tarafından “üstün hizmet ödülü
verildiğinde de benzer sözler söylemiş, alçak
gönüllülüğün en güzel örneklerini kendi üslubuyla
dile getirmişti. Hemen her kesimce Anadolu abdallık
geleneğinin son temsilcisi olduğu düşünülen Neşet
Ertaş Usta'ya sağlığında verilmiş enbüyük ödül
bence 2010 yılında Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim
ve Kültür Örgütü (Unesco) tarafından verilen
“Yaşayan İnsan Hazinesi” ödülüdür. Neşet Usta,
sağlığında heykeli dikilmiş ender insanlardan biridir.
Türkiye'de bir halk ozanına bugüne kadar verilmiş en
güzel ödüllerdir bunlar.
İyi ki vardın Neşet Usta!, iyi ki yaşadın
aramızda. Bizlere gönülleri bir etme olanağı verdin.
Gönüllerimizi şad ettin. Bizi 2000 yıllık geçmişimizle
buluşturdun. Emin ol görevini layıkıyla yerine
getirdin. Aramızdan ayrıldın, huzursuz olduk. Sen
huzur içinde yat.
Gönül dağım yağmur oldu boran oldu, kar oldu.
Akar can özümden yaş gizli gizli...
müziğin kendisiyle ilgili
değerlendirmenin
ö n ü n e g e ç e b i l i y o r.
İlginç, çok renkli
görüntüler yüzünden hiç
hak etmeyen bir müzik
göklere çıkartılabiliyor.
Doğal olarak iyi örnek
bulmak zorlaşıyor.
diyeceğim yok,
üstelik gerekli de.
Takıldığım nokta şurası,
göze hitap eden ve sürekli değişen görüntü, müziğin
kendisiyle ilgili değerlendirmenin önüne geçebiliyor.
İlginç, çok renkli görüntüler yüzünden hiç hak
etmeyen bir müzik göklere çıkartılabiliyor. Doğal
olarak iyi örnek bulmak zorlaşıyor.
Geleneksel müziklerimize bakacak olursak
durum orada da hemen hemen aynı. Pop müzikte ne
kadar kötü örnek varsa geleneksel müziklerimizde de
bir o kadar var. Her ne kadar “pop” sözcüğü
“popüler” sözcüğünden geliyor olsa da günümüzde
ayrı anlamlarda kullanılıyor.”Pop müzik” deyince
günlük tüketime dayalı eğlencelik bir müzik
anlaşılırken “popüler müzik” deyince öne çıkmış,
yaygınlaşmış müzikleri anlıyoruz. Yani popüler olan
müzik dün arabesk, bugün rock, yarın ise türkü
olabilir. Burada sorun olarak görmemiz gereken, sırf
satış kaygısıyla poplaştırılmış geleneksel
müziklerimizdir. Hepsinde çok çirkin örnekler
görmek mümkün. Poplaştıkça aslından uzaklaşıyor
ve kalitesiz hale getiriliyorlar. Özellikle THM, anonim
eserlerin çoğunlukta olması sebebiyle sahipsiz gibi
görünebilir. Belki birazda öyledir ama, durum, türkü
icracısına, Türküde istediği her değişikliği yapma
hakkı verir mi, vermez mi? Bu sorunun cevabı her
dönemde tartışılan bir konu olmakla birlikte herhangi
bir uzlaşma ortaya çıkmış değildir. Peki, türküler
değişmez mi? Değişir elbette. Dünya değişirken,
yaşamlarımız değişirken, duygusal dünyalarımız
değişirken türkülerin değişmesini beklememek doğru
olmaz. Ama bu değişim herhangi bir ticari kaygı
olmadan doğal bir seyir izleyerek olursa ya varlığını
değişerek devam ettirecek, ya da değişim sırasında
halk tarafından beğenilmeyip yok olup gidecektir.
Zaman içerisinde kulaktan kulağa aktarma sırasında
değişim kaçınılmazdır; bunu böyle kabul etmek
lazım.
Yaşayan ozanlarımız ve türkü dinleyicileri, bu
değişim sürecine bilerek veya bilmeyerek katkıda
bulunurlar. Teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun
geleneksel usullerde yürümeye çalışan âşıklık,
ozanlık, abdallık gelenekleri bugün Anadolu'da hâlâ
varlığını sürdürüyor. Örneğin uzun yıllar göçer olarak
yaşayan abdal aşiretlerinin tamamı bugün Kırşehir,
Keskin, Hatay, Kırıkhan, Gaziantep, Adana,
Kahramanmaraş taraflarında yerleşik bir hayat
sürerek aktarmacı rollerini devam ettirmektedirler.
Büyük ölçüde cahillikten biraz da ayrımcı
bakış açısından olsa gerek abdal sözcüğünü ''aptal''
Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Ben de gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.
Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada...
Edirne Eğitim
21
YALNIZLIK ÜZERİNE
Cansu YILDIRIM
80.Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Öğrencisi
Bireyin iz düşümünden, toplumun dışa vurumuna uzanan yolculukta, el ele tutuşup koşan bebekler gibi
sevemedik yaşamı. Çünkü yaşamın da kabusları vardı. Bir cami avlusunda ansızın bir ürperişle her şey biter mi?
Ani bir rüzgâr çıkar, unutuluşa varan yolculukta. Ve sorulacak sorular vardır. Cam parçalarını toplar gibi. Ne
yaparsak yapalım yalnızlığın çoğalmasıdır bu. Kaç kere insan olmak adına kapanıp gitmek. O dakika bulantı bir
yaşamı sürdürebilmenin yansıması. Yani ölümün ilk şafağı. Yalnız yaşamak avuç içlerinde çiçek yetiştirmek gibi bir
şey. Giderek çoğalıyoruz, unutulmuş mezarlara bırakılan karanfil kızıllığında. Ya anıları kim getirecek. Yaşama
yoksulluğunda, yoklama kaçağıyız. Sıradışı bir oylamada bir hiç partisi. Yorgunuz yaşam adına. Ağaca bakmadan
ormana bakmanın yanlış muhasebesi bu. Ne yapacağız şimdi kimsesizler ormanında yalnızlığın ötesinde?.
Sonbahardır bunun adı bir böceğin vaziyet vızıltısı, bir bebeğin duaca ağlaması, hüznün başkaldırışı. Akşam desen
hiç olmuyor olduğunda ise bir gül kokusunda biberona sığıyor ancak. İnsanlar desen yaşama hasret. Bir tortu, bir
pas lekesi gibi dualarda eriyor yaşam. İşte bütün bunların tek bir nedeni var, o da yalnızlık.
Bana yalnızlığın tanımını yapabilir misiniz? Nedir yalnızlık? Sessizliği delen sizden başka bir sesin
olmaması mı yoksa bir gürültünün içindeki kendi sessizliğiniz mi? Soluk alıp verirken aslında yaşamaya çalışırken,
sizinle beraber atan bir kalbin sesini duyurtamamak mı?
İnsan olarak biliriz ki; büyük kalabalıkların içinde yükselen uğuldamalara inat içimizdeki kimsesizliktir. O
sessizce, dudaklarını kımıldatmadan, üzgünce bir köşede gömülüp yanında kimin olmasını, istediklerini hayal
edenlerin evidir yalnızlık. Yine yalnızlık en çok eğlenilmesi, gülünmesi gereken yerde dahi kaplumbağa gibi
kabuğuna çekilip kimi zaman hıçkırıklara boğularak ızdıraplı akşam üstlerine bir yenisini daha ekleyenlerindir bir
bakıma. Yalnızlık bazen huzurdur, bazense hüzün. Bazen korkudur. Bazense insanın kendi kendini arayışıdır, tüm
hayatı boyunca. Yalnızlık en büyük acıyı, aynaya her baktığında artık kendi yüzünden başka bir yüz
göremeyeceğini bildiğinde, en çok sevdiğinin artık olmadığını bile bile yaşamak zorunda kaldığında verir insana.
Çünkü yalnızlık insanın mutlu olduğunda gözlerindeki ışığın yansımasının bir başka insanında gözlerinde
görememesidir. Çünkü yalnızlık hüznünü sadece kendinle paylaşabilmendir. İki yüzlü bir hastalıktır yalnızlık, tıpkı
o kıpkırmızı zehirli elma gibi... Tatlıdır tadımlık olsun diye istenir ama bir kere ısırdın mı damarlarında dolaşmaya
başlar. Kısacası yalnızlık ölümüne kardeşlik etmektir.
Yalnızlık bütün bunlarsa bizi yalnız bırakan şey nedir? Karanlığın sessiz gözyaşları mı? Size yüksekten
bakmayı öğreten kibir mi? Yoksa içinizde bir yerlerde soluklandığını hissettiğiniz kıskançlığınız mı? Siz ağlarken
başınızı yaslayabileceğiniz, mutluyken de sizinle birlikte sizden daha çok sevinecek bir arkadaştan mahrum kalmak
ister misiniz? Öyleyse her şeyi geride bırakıp biraz gülümser ve hoşgörülü davranırsanız hepiniz tahmin
edemeyeceğiniz kadar fazla arkadaşa sahip olursunuz ve yalnızlık denen siyah boş odadaki parmaklıklar ardından
izlediğiniz büyük, mutlu ailelere, güzel arkadaşlıklara yakından bakıp onların içine girebilirsiniz.
Unutmayalım ki yalnızlığımızın kapısını çalışımızın emeli, ne olursa olsun, ona sonsuz bir sevdayla
bağlanmamız, silkinip gülen gözlerle hayata bakmamız, yolumuza çıkan engellerle yalnızlığı bir tarafa atarak
çarpışmamız gerekir. Hayat tüm bunlara değecek kadar güzel çünkü. Neden mi? Bakın şair bizi uyarıyor bu
konuda: “Notaları kurşunlanmış bir şarkıdır yalnızlık...”
Edirne Eğitim
22
Sayfa Fotoğrafı: Beste ÖZDEN
19. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA
OSMANLI YÜKSEK ÖĞRENİM KURUMLARININ
YAPILANDIRILMASI*
Murat ÇEŞME
80.Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Tarih Öğretmeni
Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılda, Abdülmecîd
Hân devrinde, ilköğrenim hususunda, Sıbyân ve
Rüşdiyye okullarını «dinî usûl dairesinde, toplumdaki
herkes için öğrenilmesi zarurî olan ilim ve fenlerin
öğretileceği bir tarzda ve zamanın gereklerine
uygun bir biçimde» şekillendirip iyileştirmek için
Meclis-i Maârif-i Umûmiyye'yi ve ardından da
Mekâtib-i Rüşdiyye Nezâreti yerine Mekâtib-i
Umûmiyye Nezâreti'ni kurarak İstanbul'da
«Rüşdiyye» denilen okulları temellendirmiş;
ortaöğrenim hususunda ise özellikle II. Abdülhamîd
Hân devrinde 1885 yılı itibâriyle yeni İ'dâdîler
kurarak ortaöğrenim teşkilâtını da yapılandırmıştır.
(Hukuk Mektebi vs.) yapılandırılmış olan Osmanlı
yükseköğrenimine ait yirmi yedi kurumun alanını,
açılış amacını esas aldığımız tasnife göre şöyle
sıralayabiliriz:
a. Öğr etmen yetiştir mek
yapılandırılan yüksekokullar:
için
İstanbul Dârü'l-Muallimîni (1874) ve
Menşe-i Muallimîn Mektebi (1875).
Bu okullarda «Sıbyân, Rüşdiyye ve İ'dâdiyye
Mekteplerine muallim» ve «Askerî okulların asker
hocalarından sivil muallim» yetiştirmek amacı
taşınmıştır.
1850-1899 döneminde ilk ve
ortaöğrenimde bir takım ıslahât yapan Osmanlı
Devleti, maârif ıslahâtını (1850'ye kadar
kurulmamış olan Osmanlı yükseköğrenim
kurumlarını da kurmaya çalışarak) yükseköğrenim
sahasında da uygulamak suretiyle siyasî, hukukî,
tıbbî, eğitsel ve kültürel alanda tahsilli insan
yetiştirebilmek için yükseköğrenim kurumları
oluşturmuştur.
b. Çeşitli alanlara personel
yetiştirmek için yapılandırılan
yüksekokullar:
Telgraf Mektebi (1860), Lisân Mektebi
(1864), Müze Mektebi (1874) ve Dilsiz ve Amâ
Mektebi (1889).
Bu okullarda «Telgraf memuru, Bâb-ı Âlî
Terceme Odası ile Tahrîrât-ı Ecnebiyye Odası'na
gereken Fransızca Mütercimler» yetiştirmek,
«Osmanlı ülkesindeki âsâr-ı atîkanın bulunup
incelenmesi ve korunması» ve «dilsiz ve amâ
öğrencilere meslek edindirmek» amacı taşınmıştır.
Bu cümleden olmak üzere, bazıları
Abdülmecîd Hân, Abdülazîz Hân, V. Murâd Hân ve
II. Abdülhamîd Hân devirlerine erişip yapılandırılan
ve bazıları da isimlerini zikrettiğimiz bu dört
padişahın devirlerinde kurulup teşkilâtlandırılan
yirmi yedi yükseköğrenim kurumunun XIX. yüzyılın
ikinci yarısında yapılandırılışı açısından bu okulların
özellikle kuruluş amaçlarını muhteva eden “mektep
nizâmnâmeleri, irâde-i seniyye, sâlnâme ve
ta'lîmâtnâmeler”den edinilen bilgiler göz önüne
alındığında Osmanlı Devleti'nin temellendirmek
istediği yükseköğrenimin ve yükseköğrenim
mefkûresinin büyük bir çaba gerektirdiği daha iyi
anlaşılmaktadır. Kullandığımız veri ve bulguların
ışığında, 1850-1899 dönemindeki Osmanlı
yükseköğrenimi çerçevesinde kurulan veya
yapılandırılan yirmi yedi kurumla ilgili olarak
vardığımız sonuçlar genel olarak şunlardır:
c. Yönetici eğitimi için yapılandırılan
yüksekokullar:
Şehzâdegân Mektebi, Mülkiyye Mektebi
(1859) ve Aşîret Mekteb-i Hümâyûnu (1892).
Bu okullarda «şehzâdeleri ve zâdegân
çocuklarını eğitmek», «kaza kaymakamlıkları,
İstanbul'da Hükûmet merkezi daireleri, vilâyet
merkezindeki kalem reislikleri ile bu derecedeki
diğer memurluklara ve
Devlet Şûrası A'zâ
Mülâzımlığı, Sefâret Kâtiplikleri, Şehbenderlikler
gibi önemli memuriyetlere memurlar» ve
«Arabistan'da açılacak okullara muallim, kazalara
kaymakam ve taburlara zâbit olarak
görevlendirilebilecek zâtlar» yetiştirmek amacı
taşınmış; «Aşîret Mekteb-i Hümâyûnu'na önceleri
Arap aşîretlerinin sonraları ise diğer aşîretlerin de
çocuklarının devamı» esas alınmıştır.
1. Osmanlı Yükseköğreniminin
Yapılandırılış Alanları:
Bu çalışmamız boyunca, İstanbul'u merkez
alarak incelemiş olduğumuz ve bazıları taşrada da
Edirne Eğitim
23
Ç. Hukuk eğitimi
için yapılandırılan
yüksekokul:
Hukuk
(1878).
Mektebi
Bu okul, Tanzîmât
Dönemi'nden beri hukuk
alanında yeni uzmanlara
ihtiyaç duyulması sebebiyle
ve ayrıca Adliyye
Nezâreti'ndeki memuriyet
ve hizmetlerde bulunmak
için 1292 (1875) yılında bir
Hukuk Mektebi açılmasına
karar verildikten sonra
kurulmuştur.
d. Maliye-Ticaret
eğitimi için yapılandırılan yüksekokullar:
g. Dârü'l-Fünûn kurma amacını
taşıyan bir bilim kurulu (Encümen-i Dâniş /
1851) ile yüksekokullar:
Fünûn-i Mâliyye Mektebi (1878), Ticâret
Mektebi (1882) ve Gümrük Dârü't-Ta'lîmi
(1892).
Dârü'l-Fünûn-i Osmânî Mektebi (1845),
Dârü'l-Fünûn-i Sultânî (1874) ve Dârü'l-Fünûn-i
Şâhâne (1900).
Bu okullarda «güçlü ve bilgili maliye
memurları» ve «Osmanlı ticareti ve maliyesine
hizmet edecek erbâb-ı ma'lûmât» yetiştirmek,
«gümrük memurlarını yalnız tarife işlerinde ihtisas
sahibi yapmak» amacı taşınmıştır.
Bu okullar, önce «Rüşdiyye ve orta tahsili
almış olan kimseleri daha üstün bilgilerle
donatmak», daha sonra «üniversite seviyesinde
kurumlar oluşturmak» için ve II. Abdülhamîd Hân
devrinde ise «Rüşdiyye ve İ'dâdîlerin sayılarında
büyük bir artışın olması sonucunda yurtdışında tahsil
görüp siyasî, fikrî ve ahlâkî yönden farklılaşmaya
başlayan öğrenciler için İstanbul'da bir Dârü'lFünûn açılmasının faydalı olacağı görüşünün kabul
edilmesi» sebebiyle yapılandırılmıştır. Nitekim,
1850-1899 sürecinde yapılandırılan bu Osmanlı
yükseköğrenim kurumlarından mezun olan
öğrencilerin, okullarının alanlarına uygun görev ve
meslekleri yapabileceği ifade edilmiştir.
e. Sağlık eğitimi için yapılandırılan
yüksekokullar:
Tıbbiyye-i Mülkiyye Mektebi (1866),
Eczâcı Mektebi (1866), Mülkiyye Baytâr
Mektebi (1887), Aşı Me'mûrları Mektebi (1892)
ve Gülhâne Askerî Tabâbet Tatbîkâtı Mektebi ve
Serîriyyâtı (1898).
Bu okullarda «her şehir ve kasaba için tabip»,
«eczacı», «veteriner», «çiçek aşısını halka da
uygulayabilecek aşı memurları» yetiştirmek ve
«Askerî Tıbbiyye Mektebi'nden çıkan doktorların
staj görmesini sağlamak» amacı taşınmıştır.
2 . Ya p ı l a n d ı r ı l a n O s m a n l ı
Yükseköğreniminde Ders Programı, Bina,
Bütçe, Öğretmen, Öğrenci ve Personel
Temin Edilmesi:
f. Mühendislik-Mimarlık eğitimi için
yapılandırılan yüksekokullar:
İncelemiş olduğumuz bu okullarda açılış
amaçlarına uygun derslerin okutulması
kararlaştırılmış ve müstakil bir Lisân Mektebi açılıp
bazı okullarda bazı lisânların (Ticâret Mektebi'nde
“Fransızca”nın) öğretimi zorunlu tutularak genelde
«lisân eğitimine»; yine bu yükseköğrenim
kurumlarında da (Mülkiyye Mektebi, Eczâcı
Mektebi, Dârü'l-Fünûn-i Sultânî, Aşîret Mektebi Hümâyûnu vs.) «dinî ilimlerin öğretimine» büyük
önem verildiği saptanmıştır.
Zirâat Mektebi (1847), Orman Mektebi
(1858), Ma'den Mektebi (1872), Fenn-i Resm ve
Mi'mârî Mektebi (1876) ve Hendese-i Mülkiyye
Mektebi (1884).
Bu okullarda «basma fabrikasında işlenecek
pamuğun yetiştirilmesi ve pamuk ziraatinin
uygulamalı olarak öğretilmesi», «Osmanlı
ülkesindeki ormanların yeni tarzda
yapılandırılması», «orman memurları, ikinci sınıf
Ma'den Mühendisliği raddesinde talebe ve
mülkiyye mühendisleri yetiştirilmesi» ve «mimarlık
eğitimimin verilmesi» amacı taşınmıştır.
Hizmete başlayan okulların birçoğunda bina
bulma sorunu meydana gelmiş ve açılması
düşünülen okulların bazısı sarayda (Şehzâdegân
Mektebi, Topkapı Sarayı'ndan sonra Yıldız
Edirne Eğitim
24
4. Osmanlı Yükseköğreniminin
İncelenmesinde Dikkate Alınması Gereken
Hususlar:
Sarayı'nda); bazısı özel yeni binasında (Dârü'lFünûn-i Osmânî Mektebi); bazısı çeşitli binaların
tamir edilip okula dönüştürülmesiyle (Gülhâne
Askerî Tabâbet Tatbikatı Mektebi ve Serîriyyâtı)
hizmet vermeye başlamıştır. Yine bu okulların
bazıları (Orman Mektebi, Hukuk Mektebi,
Hendese-i Mülkiyye Mektebi, Dilsiz ve Amâ
Mektebi) çok kez yer değiştirmiş, bazıları da başka
okulun bünyesinde (Eczâcılık Mektebi, Mekteb-i
Tıbbiyye'nin bünyesinde; Hendese-i Mülkiyye
Mektebi ise Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn'a
bağlı olarak) eğitim-öğretime başlamıştır. Söz
konusu okullar içinde bütçesini, Hazine'den
karşılayan da (Dârü'l-Muallimîn) olmuştur. Bu
yükseköğrenim kurumları dönem dönem çeşitli
nezâretlerin (Zirâat Mektebi, Nâfıa Nezâreti'nin;
Mülkiyye Mektebi, önce Dâhiliyye Nezâreti'nin
daha sonra ise Maârif Nezâreti'nin) yönetimi altında
bulunmuştur. Yeni yüksekokullara alınacak talebeşâkird, muallim-hoca ve diğer personelin hangi
vasıfları taşıması gerektiğini ve yapılandırılan her
okulun tahsil süresini özellikle mektep
nizâmnâmelerinde ayrıntılı bir şekilde belirten
Osmanlı idârecileri bazen Osmanlı ülkesinin taşra
bölgelerinden öğrenciler; bazen de Amerika ve
Avrupa'dan (Orman Mektebi'ne Fransız muallim
ve mütehassıslardan; Gülhâne Askerî Tabâbet
Tatbîkâtı Mektebi ve Serîriyyâtı'na Almanya'dan)
teknik ve bilimsel yardım kabul etmek suretiyle bu
yeni okullarını yapılandırmıştır. Bu kapsamda şunu
da belirtebiliriz: Osman Nuri Ergin'in bu tezimizin
Kaynakça'sında da adı geçen “Türk Maarif Tarihi”
adlı eserinin 1-2. cildinin 540., 541. ve 542.
sayfasında, 19. yüzyılda Mekteb-i Tıbbiyye'de
haftada iki gün «Avrupa'dan gelmiş olan iki kadın
ebenin, sadece kadınların bulunmasına izin verilen
bir ortamda ebe kadınlara, tatbikatında maketlerin
kullanıldığı bir ebelik kursu verdiği» de ifade
edilmektedir.
Her gelişme, meydana geldiği ortamın
toplumsal değerleri ve imkânları dikkate alınarak
incelenmelidir. Bu durumda, yani XIX. yüzyılın
ikinci yarısında Osmanlı Devleti'nin «meslekî ve
akademik okulları yapılandırmasındaki hedef ve
sonuçlar»ın incelenmesinde de Osmanlı
Devleti'ndeki «dinî kurallar», «sosyal, siyasal ve
kültürel değerler» ile «ekonomik imkânlar» dikkate
alınmalıdır. Bu bağlamda İslâm'a ve Türk kültürüne
bağlı olan «Osmanlı maârifinin ıslahâtçı zâtları»,
Osmanlı eğitim teşkilâtının her kademesinde
«Müslüman Türk kültürünü esas alarak» ve «Osmanlı
Devleti'nin mâlî imkânları dâhilinde» ıslahât
yapmaya çalışmıştır.
5. Osmanlı Padişahları ve Osmanlı
Yükseköğrenimi:
Osmanlı Devleti'nin XIX. yüzyılın ikinci
yarısında Abdülmecîd Hân, Abdülazîz Hân ve V.
Murâd Hân devirlerinde birçok yüksekokul
kurulmuş ve yükseköğrenimin teşkilâtlanışı
bağlamında önemli tecrübeler kazanılmıştır. Fakat
bu süreçte eğitim-öğretim sahasında yapılan
çalışmaların çoğu, süre olarak da tezimiz boyunca
incelediğimiz 50 yılın son yarısını kapsayacak kadar
geniş bir yer tutan II. Abdülhamîd Hân devrinde
gerçekleşmiştir.
Döneminde yaptığı maârif hizmetlerinden
dolayı “Pâdişâh-ı Maârifperver” diye anılan ve
Defter-i Masârifât-ı Hümâyûn adlı deftere göre
«yetmiş milyondan fazla altın sarfıyla sayısı bin beş
yüz elliyi aşan hayır ve eğitim kurumu» yaptıran II.
Abdülhamîd Hân'ın padişahlığı boyunca
ilköğrenim, ortaöğrenim ve yükseköğrenime önem
verip dikkat etmesi, hem devrinde kurulan ve
yapılandırılan yükseköğrenim kurumlarına dair arşiv
belgelerinden hem de döneminde yayınlanan
eserlerin gitgide “bilimsel, edebî ve teknik konulara”
yönelmesinden kolaylıkla anlaşılabilmektedir.
3.Osmanlı Yükseköğr eniminin
Yapılandırılmasının Temelindeki Asıl Amaç:
Arşiv belgeleri üzerindeki tetkiklerimiz
neticesinde, 1850-1899 döneminde yapılandırılan
ve bu tezimizin konusunu oluşturan «Osmanlı maârif
teşkilâtındaki 27 yükseköğrenim kurumu»nun
yapılandırılmasıyla ilgili «maârif teşebbüslerinin ve
harcanan çabaların temelindeki» asıl amacın
«Osmanlı eğitim sisteminde var olan ya da tesis
edilmesi düşünülen yükseköğrenim kurumlarını
özellikle hem o günün şartlarını dikkate almak
koşuluyla o çağın insanî gereklerine hem de İslâm
inancıyla bezenen Türk kültürüne sâdık kalıp
Osmanlı maârif teşkilâtının yükseköğrenimine yeni
bir basamak meydana getirmeye çalışmak»
olduğunu tespit etmemizi sağlayan birçok emarenin
bulunduğunu gördük.
Osmanlı Devleti'nde XIX. yüzyılın ikinci
yarısında yapılandırılmış olan ve bu çalışmamızın
konusunu oluşturan Osmanlı yükseköğrenim
kurumlarının «insanlığın hayatını iyilik, dürüstlük,
adalet, şifa ve hikmetle devam ettirebilmesi ve
ilimden lâyıkıyla faydalanabilmemiz için önemli
çabalar sarfedilerek yapılandırılmaya çalışıldığı»
kanaatine varabiliriz.
* Yazarın adı geçen Yüksek Lisans Tezi’nin sonuç bölümünden alıntılanmıştır.
495
Nuri Doğan, (1994): Ders Kitapları ve Sosyalleşme (1876-1918),
Bağlam Yayınları, İstanbul, s. 31
Vahit Çabuk, (2004): Hedefteki Sultan II. Abdülhamid,
Truva Yayınları, İstanbul, s.284
497
Fatmagül Demirel, (2007): II. Abdülhamid Döneminde Sansür,
Bağlam Yayınları, İstanbul, s. 153
496
Edirne Eğitim
25
SELİMİYE
YAZMA ESER
KÜTÜPHANESİ
Musa ÖNCEL
Kütüphane Müdürü
Efendi'nin Kütüphanesinin iki yıl sonra Selimiye
Kütüphanesine devredilmesiyle kütüphane daha da
çok zenginleşmiştir.
Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğunda
sultanlar, paşalar, devlet adamları ve ilim adamları
topladıkları kitapları kütüphane haline getirip
vakfederek, insanlara faydalı olmaya çalışmışlardır.
Edirne Türk Ocağı, Edirne Barosu, Edirne
Lisesi, Edirne Kız Öğretmen Okulu gibi kurumlar
kütüphanelerini ve kitap dostları da kitaplarını
Selimiye Kütüphanesine bağışlamasıyla bugünkü
haline ulaşmıştır.
Selimiye Kütüphanesi 1.75 x 4.20 m ebadında
küçük bir oda ile 9.00 x 6.65 m ebatlarında geniş bir
salondan oluşmaktadır.
Kütüphane Müdürlüğü tarafından yazma
eserlerin tamamı, basma eserlerden de 4750 adedi
dijital ortama (yazma ve basma eserler dijital kamera
ile fotoğrafları çekilerek, bilgisayar ortamına JPEG
formatında görüntü olarak) aktarılmıştır.
Bu gün itibariyle Selimiye Yazma Eser
kütüphanesi Müdürlüğünde 2600 Cilt'te (3384 adet)
yazma, 5617 adet basma olmak üzere 8217 adet eser
mevcuttur.
Teşkilatlanmada Edirne Selimiye Yazma Eser
Kütüphane Müdürlüğü, 30/12/2011 tarihinden
itibaren İstanbul Yazma Eserler Bölge Müdürlüğüne
bağlı olarak hizmet vermektedir.
E d i r n e ,
O s m a n l ı
İmparatorluğu'nun
ikinci başkenti
olmakla kalmamış,
aynı zamanda
imparatorluğun,
sosyal, siyasi ve
k ü l t ü r e l
özelliklerini
XVIII.yüzyıla kadar
s ü r d ü r m ü ş t ü r.
İstanbul'un fethinden sonra da zaman zaman II.
Başkent gibi padişahlar buradan imparatorluğu
yönetmişlerdir.
Edirne'nin hükümet merkezi olmasından
sonra Sultan II. Murad'ın kurduğu Darulhadis
Medresesi ve Saatli Medrese'de müderris ve talebeler
için oluşturulan kütüphaneler, Gazi Mihal Bey'in ve
Fazlullah Paşa'nın kurduğu kütüphaneler Edirne'nin
ilk kütüphaneleridir.
Selimiye Kütüphanesi; Osmanlı padişahlarından Sultan II. Selim'in Edirne'de Selimiye
Külliyesi'nde, Selimiye Camii'nin içinde, sağ ön
tarafta mahfil kısmında kurduğu kütüphanedir.
(Selimiye Külliyesi, Sultan II. Selim emriyle, Mimar
Sinan tarafından 976-982, (M.1568-1574) yılları
arasında inşa edilmiştir.)
Sultan II. Selim'in emriyle Hazine-i Amire’den
temin edilen kitaplar, kütüphanenin nüvesini
oluşturmaktadır.
Sultan III. Selim'in gönderdiği kitapların ilave
edilmesiyle Selimiye Kütüphanesi bir hayli
zenginleşmiştir.
1222, (M.1807) yılında Sadrazam Çelebi
Mustafa Paşa kendi kitaplarını Selimiye
Kütüphanesine bağışlayarak kütüphaneyi
zenginleştirmekle kalmamış, camekanla camiden
ayırarak kütüphaneyi bugünkü haline getirmiştir.
Sonraki yıllarda Edirne’de bulunan Sultan II.
Murat ve Sultan II. Bayezıt'a ait Kütüphaneler ve
Medrese, Camii, Tekke ve Zaviye'lerde bulunan
kitapların Selimiye Kütüphanesinde toplanmasıyla
daha da zenginleşmiştir.
Ahmet Badi Efendi Selimiye Kütüphanesini
1890’larda
mükemmel bir kütüphane olarak
tanımlamaktadır. 1333, (M.1917) de açılan İttihat ve
Terakki kütüphanesine bağışlanan Ahmet Badi
KAYNAKÇA
1-http://www.yazmalar.gov.tr
2-Erünsal İ.E. (1991); Türk Kütüphaneleri Tarihi II, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Kültür Merkezi yayını:
3-Kazancıgil R., Gökçe N. (2006). “Osmanlı Dönemi Edirne Kütüphaneleri” Edirne Eğitim
Tarihi, İlk-Orta-Lise (1361-2006) Edirne Valiliği Yayınları,
4.Bilar E., (1998). “Edirne'de Bir Kitap Hazinesi: Selimiye Yazmalar Kütüphanesi” Türkiye İş
Bankası, Kültür ve Sanat Dergisi, Edirne Özel Sayısı, Sayı:39,
5-Soysal, Ö.; T (2001), Türk Kütüphaneciliği, C:II, Kültür Bakanlığı, Kütüphaneler Genel
Müdürlüğü yayınları,
6-Cumhuriyetin 50. Yılında Edirne; 1973 Edirne İl Yıllığı, İstanbul, 1973,
7-H:1309/M.1891-92 yılı Edirne Vilayet Salnamesi,
8-H:1319/M:1901-92 yılı Edirne Vilayet Salnamesi.
9-Kazancıgil R., Gökçe N., (2005). Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan
Savaşı Anıları, Türk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi Yayınları No:41,
10- Dr. Rıfat Osman, (1999). Edirne Evkâf-ı İslâmiyye Tarihi “Camiler ve Mescitler”
Sadeleştiren Ülkü (Ayan) Özsoy,Ankara, T.C. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları
11-Ahmet Badi Efendi, Riyaz-ı Belde-i Edirne
Edirne Eğitim
26
Dosya:
100.YILINDA BALKAN SAVAŞLARI
Yangın söndü gün açıldı parçalandı zulmeti,
Sen bizimsin ey Edirne ey Rumeli cenneti...
27
Doç.Dr.Rıdvan CANIM
Atatürk Üniversitesi
Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Öğretim Görevlisi
Bin dokuz yüz on iki
uzunca bir misafirliğin bitiş tarihi
kim bilir etin tırnaktan ayrılışı belki de
büyük dedem Hasan’ın
doğduğu toprağa son bakışıydı...
Yıl iki bin on iki...
kan sızıyor uykularımda yaramdan hala
rüyalarımda öküz arabaları
üstünde büyük ninem, birkaç tavuk, yatak, yorgan
yorgun ve şaşkın öküzler yere düştü düşecek
bir emanet kaldı ardımda
ucu oyalı bir mendil miydi orada,
neresiydi kim bilir
geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu
kızılca kıyametin koptuğu geceydi
toplanın gidiyoruz
işte o beş buçuk asırlık rüya
yarım kaldı sevdalar
daldaki meyve, tarladaki buğday
beyaz badanalı kerpiç evlerin
duvarlarında çocuk elleri,
yarım kaldı oyunlar
türküler donakaldı dudaklarda...
geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu
yüreğimi altına gömdüğüm o gül fidanı
büyüdü mü kim bilir
gitsem bulur muyum,
gitsem yine
dedemin çığlıklarını duyar mıyım o dağlarda
sorsam
“bir fasıldı unut gitsin !” mi derler yoksa
bir gün oralara
döner miyim kim bilir
geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu
savruldu birdenbire uykulu bedenler
koşuşturmalar, ağlaşmalar
el atmalar sağa sola ne varsa
hatıralar sonra
heybelere sığmayacak kadar çok
taşınmayacak kadar ağır, yorgun hatıralar
gömdüler toprağa hepsini birer birer
bulmasınlar, görmesinler deyip yürüdüler
gözyaşı yürüdü gözlerinden bir de...
geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu
birden bir muhacir hüznü kapladı dağları
ben diyeyim binlerce hıçkırık
siz ayrılık türküsü anlayın onu / ya da
çığlık üstüne çığlık...
geceydi, soğuktu, yağmur yağıyordu
yollardaydık
hasreti harmanlayan şu uzun, şu ince yollar
gözyaşından çamura dönmüş yollar
ben muhacir kızı Hayriye
kim getirdi beni buralara / söyleyin kim
şimdi neden kovuldum
bağımdan, bahçemden
dedemin yurdundan, evimden, barkımdan
sabahı beklemeden hem de, bir gece yarısı
neden / neden
Edirne Eğitim
28
Yılmaz KAHRIMAN
E.Ö.Subaşıay Ticaret Meslek L.
Tarih Öğretmeni
Büyük Göç
BALKAN SAVAŞI
Meşrutiyetin ilanından sonra, Balkan
Savaşına kadar olan dört yıllık süre içinde, Osmanlı
Devleti içeride ve dışarıda huzursuzdu. İçeride 31 Mart
isyanı, parti çekişmeleri, Arnavut ayaklanması,
azınlıkların devletten ayrılma faaliyetleri, dışarıda ise
Bosna Hersek'in Avusturya tarafından işgali,
İtalya'nın Trablusgarp'a asker çıkar ması,
Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi gibi
buhranlar, Meşrutiyet yönetiminin liderlerini zor
durumda bırakmıştı.
1912 yılına gelindiğinde
h a l k İ t t i h a t v e Te r a k k i
iktidarından yüz çevirmiş,
daha kötüsü ülkenin içinde
bulunduğu durumdan
ümitsizliğe düşmüş
bulunuyordu. Ordu içerisinde
siyası gruplaşmalar başlamıştı.
İktidardaki İttihat ve
Terakki, hükümet olma otoritesini
kaybetmiş, Maliye, Bahriye ve Harbiye
bakanlarının görevi bırakması sonucu 16 Temmuz
1912'de hükümet istifa etmek zorunda kalmıştı.
İttihat ve Terakki iktidarının sona ermesi üzerine,
ülkenin içinde bulunduğu duruma çare olması için
herkesin güven ve takdirini kazanmış Ahmet Muhtar
Paşa sadrazamlığa getirilmiş, tarafsız “ Büyük
Kabine” adı ile yeni bir hükümet kurulmuştur. Büyük
Kabine ilk iş olarak ordunun yetersizliği ve ekonomik
gerekçelerle 65.000 askerin terhisine karar vermiştir.
Trablusgarp Savaşının devam ettiği, Balkanların
kaynadığı bir dönemde böyle bir kararın alınması
büyük bir hata idi. Balkan Devletleri, Osmanlı
Devletinin bu durumundan yararlanarak harekete
geçme zamanının geldiğine karar verdiler.
Tarihi politikası olan boğazları ele geçirme
konusunda diplomasi yolu ile bir şey elde
edemeyeceğini anlayan Rusya, Balkan birliğinin
kurulmasına destek verdi. Aralarındaki siyasi ve
ekonomik ayrılıklara rağmen Balkan Devletleri bir
araya gelerek ittifaklar oluşturmaya başladılar. İlk
olarak Bulgaristan ve Sırbistan 13 Mart 1912 de
dostluk ve ittifak antlaşması imzaladı. 29 Mayıs 1912
de Bulgaristan ile Yunanistan arasında bir antlaşma
yapıldı. Antlaşmalardaki ortak nokta, Balkanlardaki
Osmanlı egemenliğine son vermekti. Bu üç devlet
arasındaki yakınlaşmaya Karadağ'da Edirne Balkan
Şehitliği Anıtı
dahil olmuş ve böylece ittifak
tamamlanmıştır.
Artık Osmanlı'ya saldırmak için
bahane arayan Balkan Devletleri,
Makedonya ve Trakya' da
Islahat yapılması bahanesiyle
h a r e k e t e g e ç t i l e r.
Balkanlardaki bu gelişmeler
karşısında Avrupalı
Devletlerin sessiz kalması,
İttifak Devletlerini
cesaretlendirmiştir. Balkan İttifakı
13 Ekim 1912'de ültimatomla
Osmanlıdan resmen toprak talep etmişler,
Osmanlı bunu reddedince önce Bulgaristan ve
Sırbistan daha sonrada Yunanistan ve Karadağ savaş
ilanında bulunmuşlardır.
Osmanlı Devleti bu savaşta ordusunu ikiye
ayırmıştı. “Doğu Ordusu” Trakya'da Bulgarlara
karşı, “Batı Ordusu” Makedonya' da diğer Balkan
Devletlerine karşı savaşacaktı Bulgaristan ile yapılan
ilk savaşta Osmanlı Ordusunun bir bölümü yenilgiye
uğramış, bunun üzerine Doğu Ordusu harekete
geçmiştir. Ancak Bulgar kuvvetleri karşısında
hezimete uğranılmış ve bütün Trakya kaybedilerek,
Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kalınmıştır.
Sırplar, İşkodra, Manastır, Yunanlılar, Selanik ve
Yanya'da, Karadağlılar ise Yenipazar bölgesinde galip
gelince Makedonya'nın tamamı kaybedilmiştir.
Denizlerde yapılan savaşlarda da Osmanlı
Devleti başarılı olamamıştır. Yunanlılar Ege adalarını
işgal ettiler. Sadece Rauf (Orbay) Bey komutasındaki
Hamidiye kruvazörü düşmana karşı kahramanca kaz
Edirne Eğitim
29
savaşmış, ancak Karadeniz ve Adriyatik'te yapılan
savaşlar da başarısızlıkla sonuçlanınca Ahmet Muhtar
Paşa hükümeti istifa etmiştir. Yeni sadrazam Kamil
Paşa da duruma çare olamamış, Avusturya ve
İtalya'nın kışkırtması ile Arnavutluk' da devletten
ayrılıp bağımsızlığını ilan etmiştir. Osmanlı Devleti
Avrupa Devletlerinin girişimi ile barış yapmayı kabul
etmiştir. 30 Mayıs 1913 de Londra`da imzalanan
antlaşma ile Midye Enez çizgisinin batısında kalan tüm
topraklar Balkan Devletlerine bırakılmıştır. Ege
denizinde hakimiyet kaybedilerek, burası Yunanistan
ve Bulgaristan'ın kontrolüne geçmiş, Sırp ve
Karadağlılar, Makedonya bölgesinde büyük
kazanımlar elde etmişlerdir.
GETİRECEĞİ TECRÜBE,
VERECEĞİ DERS AÇISINDAN
MAĞLUBİYETLER,
ZAFERLERDEN PEK DE
AŞAĞI DEĞİLDİR.
Ancak Balkanlarda kurulan bu statü hiçbir
devleti memnun etmedi. Bu da II. Balkan savaşına
sebep oldu. Bulgaristan'ın daha çok pay aldığını iddia
eden müttefikler, Romanya'nın da kendilerine
katılması ile II. Balkan Savaşını başlattılar. Tüm
cephelerde yenilgiye uğrayan Bulgaristan'ın bu
durumundan faydalanan Osmanlı Devleti saldırıya
geçerek Doğu Trakya'yı geri almayı başarmıştır.
Türk tarihinin büyük felaketlerinden biri olan
Balkan Savaşında Türkler, Anadolu'dan sonra ikinci
yurt olan Rumeli'yi kaybettiler. Bu Coğrafyada
bulunan Makedonya, Batı Trakya, Ege Adaları,
Balkan Devletlerinin eline geçmiş, Arnavutluk' da
İmparatorluktan ayrılmıştır. 93 Harbinde görülen göç
ve göçmen felaketinin daha şiddetlisi bu savaş
sırasında yaşanmıştır. Ancak Balkan Savaşı sadece
savaşan devletleri değil bütün Avrupa'yı etkilemiş,
bloklar arasındaki gerginlik artmış ve neticede I.
Dünya Savaşının yakın nedenlerinden biri olmuştur.
Edirne'de Balkan Jandarma Şehitliği
BALKAN SAVAŞINDAN ÇIKARILAN DERSLER
1-Orduya siyaset, siyasete ordu bulaştırılmamalıdır.
2-Barış zamanında ordunun, eğitim ve öğretimin
tam anlamıyla gerçekleştirilmeli, daima savaşa
hazırlıklı olunmalıdır.
3-Azınlıklara hiçbir zaman güvenilmemeli, onların
daima ihanet edebilecekleri unutulmamalıdır.
4-Dış politikada planlı, tutarlı, ulusal çıkarlar
doğrultusunda bir siyaset izlenmeli, dış devletlerin
politikalarına mahkum olunmamalıdır.
5-Savaşta ve barışta psikolojik harekat
önemsenmeli, moral
motivasyon üst düzeyde
olmalıdır.
6- Savaşlarda askeri kuvvetlerin kullanacağı iaşe, yol,
silah cephane ve haberleşme araç gereçleri önceden
tedarik edilmelidir.
7- Ne kadar iyi ilişkiler içinde bulunulursa bulunulsun
hiçbir zaman Avrupalı Devletlere güvenilmemelidir.
8-Türkiye’yi yurt dışında temsil eden büyükelçi,
konsolos, askeri ateşeler gelişmeleri yakından takip
edebilmelidir.
Türk Kadının Çilesi Bu Savaşta Hiç Bitmek Bilmedi.
Kaynak:
Siyasi Tarih: Fahir ARMAOĞLU
Osmanlı Tarihi Kronolojisi: İ.H.DANİŞMEND
Osmanlı Tarihi : Hammer
Şükrü Paşa Anıtı - Büyük Lauresse
Edirne Eğitim
30
MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA VE EDİRNE SAVUNMASI
etmiş, ancak her türlü imdat ve yardım ümidinin
kalmaması üzerine Selimiye Camii vb. ecdat
şaheserlerinin tahribini önlemek kaygısıyla teslim
olmayı uygun bulmuştur. Teslim alınan Şükrü Paşa'ya
kılıcı daha sonra Bulgar kralı Ferdinand tarafından resmi
tören ile iade edilmiştir. Yokluk ve sefaletin kol gezdiği,
yiyecek olarak sadece süpürge tohumlarının kaldığı,
cephanenin bittiği o günlerde Şükrü Paşa'nın hâl ve
tavırları herkese cesaret kaynağı oldu. Cephede can
pazarı olmasına rağmen o tebliğler yayımlayarak halka
moral verdi. Harbin en çetin anında; “Düşman
hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul
etmiyorum. Beni mezara koymayın. Etimi itler ve kuşlar
çeke çeke yesinler. Fakat müdafaa hattımız bozulmadan
şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır.
Beni bu mahalde
gömeceksiniz ve gelen
nesiller üzerime bir âbide
dikeceklerdir.” diyerek son
karakolun bekçisi olarak en
güzel tavrı ortaya koydu.
İmkânsızlıklar içinde hiç
şikâyet etmeden sadece
vazifesini yapan Şükrü
Paşa'nın söylediği bu sözler,
yiğitliğin âdeta tarifi oldu.
Etrafında hâlelenen
askerlerin her biri bu inançla
düşmana mukavemet edince,
Edirne Müdafaası tarihe altın
harflerle yazıldı. Bu
kahramanlığa düşman bile
hayranlığını gizleyemedi.
Şükrü Paşa'nın
Edir ne'de imkânsızlıklar
içinde yapmış olduğu
müdafaa, o dönem âdeta bir
ümit adacığı teşkil etti. Çünkü
savaşın ilk günlerinden
itibaren bütün cephelerden
bozgun haberleri gelirken,
teslim olmayan, bozguna
uğramayan sadece Edirne
vardı. Bu direniş milletin
mücadele azminin canlı kalmasını sağladı, imkânsızlıklar
içinde de bir şeylerin yapılabileceğini gösterdi.
Şükrü Paşa ecdad yâdigârı eserlerin zarar
görmemesi için, teslim olup, esir olsa da, yaktığı ümit
meşalesi sayesinde, birkaç ay sonra 2. Balkan Savaşı'yla
Meriç nehrine kadar olan topraklar geri alındı.
Balkan Savaşı sırasında sadece Edirne düşmekle
kalmadı, Düşman orduları Çatalca'ya kadar ilerledi ve
gözünü İstanbul'a dikti. Devlet-i Âliye'nin Rumeli'deki
toprakları çoktan paylaşılmıştı. Evlad-ı fatihan ise
medeniyet ve insanlık götürdüğü, komşuluk ettiği
milletlerin insanları karşısında düştüğü zor durum,
onlardan gördüğü zulüm karşısında Anadolu'ya dönmek
üzere yollara dökülmüştü. Doğdukları, büyüdükleri,
evlendikleri ve ölülerini gömdükleri toprakları
arkalarında bırakarak, sefalet içinde yollara
düşmüşlerdi.
Fatmanur AKTAŞ
İlhami Ertem Anadolu Lisesi
Tarih Öğretmeni
Mehmet Şükrü Paşa Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında birçok mühim kumandanlıklarda bulunmuş ve 1912-1913 Balkan Harbi'nde
"Edirne Müdafaası" ile şöhret kazanmıştır. Erzurumlu
Ayabakan ailesinden Kolağası Mustafa ile Muhsine
hanımın oğlu olarak
1857'de Erzurum'da
doğmuştur Harp okulundaki
eğitimi sırasında zekası ile
dikkatleri çekerek,
Almanya'ya askeri eğitimini
tamamlamak için
gönderilmiştir.
Şükrü Paşa, topçu
komutanı olarak tayin
edildiği ve Tuğgenerallikten
Orgeneralliğe kadar olan
askerlik hizmetlerini
Edirne'de geçirmiştir. Ordu
Müfettişliği görevi
sıralarında Türk gençliğinin
yetişmesi için gösterdiği
büyük ilgi yüzünden
konağının dönemin en
mümtaz genç kur may
subayları ile dolup boşalması
sebebiyle, saraya jurnal
edilen Şükrü Paşa 1905
senesinde Selanik'e
sürülmüştür. Prusya ordusu
misali üstün bir disiplin
içinde eğittiği Edirne'deki
İkinci Ordu'dan sonra Selanik'teki Üçüncü Ordu da kısa
bir zamanda değişmiş ve askerlik hayatındaki aşırı
disiplin merakı ve titizlikleri dolayısıyla, ileride alacağı
"Edirne Müdafii" lakabından önce, ordu çevresinde
"Deli Şükrü Paşa" olarak ün salmıştır.
Balkan Savaşlarının başlamasıyla, Edirne
Müstahkem Mevkii Komutanlığı'na tayin edilmiştir.
Askerlik hayatının son ve en şerefli vazifesine tayin
olunduğu zaman, Şükrü Paşa'ya verilen yazılı emirde,
Edirne'nin muhtemel bir kuşatması halinde, yalnız kırk
gün müdafaa edilmesi kendisinden istenmiştir.
Müstahkem Mevki'deki cephane bolluğuna rağmen,
süpürge tohumundan yapılmış ekmek, at eti,
kurbağadan başka yiyecek bir şey olmadığı, düşmanın
teslim tekliflerini reddederek hükümetlerinin her türlü
desteğine nail olmuş vaziyette ve refah içindeki Bulgar
ve Sırp ordularının saldırılarına 5 ay 5 gün mukavemet
Edirne Eğitim
31
Edirne'nin Düşüşü ve Yağması
kendisi de kolbaşında olarak, kılıç çekmiş durumda
şehre girdi ve Hıristiyan vatandaşların alkışları
arasında ana caddeden geçerek Saraçhane
köprüsüne kadar ilerledi. Biraz sonra da Bulgar
Piyade Birlikleri yürüyüş kolunda, önlerinde
bandoları olduğu halde Kıyık mahallesinden içeri
girerek Edirne caddelerinde ve sokaklarında gösteri
yürüyüşleri yapmışlardı.
27 Mart 1913’te Bulgar kralı Ferdinand
Edirne'ye gelmiş öğleden sonra Bulgar birlikleri
Saraçhane başında kralın önünde bir geçit remi
yapmışlardır. Geçit resminden sonra, kral
Müstahkem Mevkii Komutanı General Şükrü'yü
kabul etti ve kılıcını kendisine verdi. (Tahribat emri ile
bütün subayların kılıçların kırılmış olduğundan kralın
kılıç iadesi merasimini yapabilmesi için, zorlukla
ancak bir kılıç bulunabilmişti4.
Bulgarların Edirne'ye girmesinden sonra
yaptıkları, yabancı gazete muhabirleri tarafından da
insanlık için bir leke olarak vasıflandırılmıştır.
Cephelerden gelen subayların bir kısmı Hıdırlık
tabyasında toplandılar. Buradan Karaağaca ve sonra
Sofya ve Filibe'ye gönderildiler. Erler ve bir kısım
subaylar Tunca üzerindekileri adacıkta Sarayiçi'nde
toplattırılmıştı. Kısmen bataklık olan bu adacıkta
binlerce insanın toplanması, Bulgarlarca bir emniyet
tedbiri olarak tefsir olunabilirse de, bu tedbir pek
zalimane olmuştur.
“Edirne de Tunca Adasında 5000 esir Türk
askeri öldürülmüştür. Sarayiçi'nde 15000 esir Türk
Askeri ve 5000 ahalinin ekserisi açlık ve süngü
darbeleri ve kurşunla şehit edilmişlerdir.”
Yabancı muhabirlerin, ölüm ve elem adası
adını verdikleri bu adacıkta, Türk esirlerinin durumu,
tüyler ürpertici facialarla doludur.
Dr. Rıfat Osman'ın hatıralarından:
“Sukutun 2. Günü, Mihal Köprüsü üzerindeki
hanemden, misafirin Dilâver Hazar Bey'le birlikte, on
Bulgar neferi ile alınarak Sarayiçi'ne götürülmek
üzere uzaklaşırken, eşyalarımın, kitaplarımın yağma
edilmekte olduğunu görüyordum. Sarayiçi'nde adalet
kasrının yanına vardığımızda şark cephesi zabitan ve
efradının ekserisinin yerlerde yatmakta ve yağmakta
olan hafif yağmur altında ıslanmakta olduklarını
gördüm. Kaputlarının gasptan kurtarmaya muvaffak
olan zabitan ve efradımız bahtiyarlar sırasına
geçmişler ve bütün geceyi aç oldukları halde yağmur
altında geçirmişlerdir. Sarayiçi'nde başlayan
tahammülsüz esaret hayatının ikinci günü, zabitana
bir ekmeğin dörtte biri verildi. Efrat ise aç.. Bir kaç
saat ıslanması ile yenilmesi mümkün olan bu
ekmekler kim bilir kaç gün evvel pişmişler, üst
kabukları yemyeşil, içleri küf kokulu, kurtlu…
Sarayiçi'ndeki efrat arasında yevmiye 2030
5
kişi ölmeye başladı.”
B u l g a r
ordusu 24 Martta
Edirne'ye saldırdı.
Çetin ve sürekli top
ateşleri ve saldırılarla
26 Mart'ta kenti ele
geçirdiler. 26 Mart
saat 8:30'da Edirne
M ü s t a h k e m
Mevkii'nin bütün
doğu cephesi
savunma mevziileri
Bulgar kuvvetlerinin
eline geçmiş
bulunuyordu. Öteki
cephelerdeki Türk
kuvvetleri ise,
muharebe ileri
karakol mevziilerini
kaybetmelerine karşın hala savunmaya devam
ediyordu. Bununla beraber cephane depolarının
yakılmaya başlaması kalenin genel direnme gücünün
kırıldığını göstermekteydi. Nitekim çok geçmeden,
harekâta son vermeyi kararlaştırmış bulunan
müstahkem mevkii komutanları bu amaçla, her
cepheden çıkarılan konuşma memurlarını, taarruz
etmekte olan Bulgar ve Sırp komutanlarının yanı
gönderdiler. İki taraf arasındaki ateş 26 Mart
1
09:45’te kesilmiştir .
Hafız Rakım Ertür'ün anılarında; “Çarşamba
sabahı verilen karar gereğince emre uyularak Arda
Demiryolu köprüsünün havaya uçurulmasından
sonra öğleden evvel saat 8:15 (alafranga) da
Hızırlık'ta genel karargâh önündeki telsiz telgraf
merkezinin yüksek direğine asılan düzbeyaz bayrak
hakikatin faciasını ilân ediyor ve kahraman Edirne
tam beş aylık kuşatma fecaatına sabır ve
tahammülden sonra şan ve şerefiyle teslim
olunuyordu2.
Şehirde büyük bir insan kalabalığı
toplanmıştı. Şehirde bulunan Hıristiyan halk ise
Türk'ün kötü gününü sevinçle karşılıyorlardı. Türk
mahallelerine hücum ederek cana, mala ve ırza
saldırdılar. Bulgarlar Edirne'nin ele geçirilmesi Türk
kuvvetlerinin ve komutanlarının tutsak edilmesi
şerefini tam olarak kendilerinde kalmasını
istiyorlardı. Sırplara hiçbir hak tanımıyorlardı. Bulgar
kuvvetleri Edirne Doğu Cephesini tam olarak ele
geçir miş, bir kısım birlikleri şehri kuzey
mahallelerinin sınırlarında toplanmıştı. Düşman
eline geçmesin diye ateşlenen cephanelerden çıkan
duman bütün şehri kaplamıştı3.
Bulgar Doğu Bölgesi Komutanı önce
süvarilerin şehre girmesini uygun bularak, büyük
kısmıyla Karabayır’da bulunan süvari müfrezesine
emir gönderdi. Emri 26 Mart saat 09:20 de alan
müfreze komutanı Albay Marhalef, birliğini şase
boyunca hızla hareket ettirdi. Saat 10-20 sıralarında
kendisi de kolbaşında olarak, kılıç çekmiş durumda
1
Şadi ŞÜKAN Balkan Harbi Edirne Kalesi ve etrafındaki muharebeler s.335
Ratıp KAZANCIGİL,Balkan Savaşlarında Edirne Savunması Günleri,
Kırklareli 1986, s.88.
3
Tosyavizade Dr. Rifat Osman, Edirne Rehnüması(Edirne Şehir Kılavuzu
yayınlayan Dr. Ratib Kazancıgil), Edirne 1994 s.15
4
Nazım ÇAĞAN, Balkan Harbinde Edirne (TTK) Ankara 1993 s.207
5
İlker ALP, Bulgar Mezalimi Ankara 1990, s.30
2
Edirne Eğitim
32
Şehit Öğretmen RESSAM HASAN RIZA
(1858 - 26.3.1913)
Kıyık Semti'ne devam eden sokak) hizmet verirken
4
1898 yılında okulun kapandığını tespit ediyoruz.
Sahibi bulunduğu Numune-i Terakkî
Mehmet AĞIRGAN
okulunda Müdürlük yapan Ressam Hasan Rıza;
Araştırmacı - Yazar
Resim, Fransızca ve Beden Eğitimi derslerini
veriyordu. O yıllarda Resim Öğretmenliği'ni kendi
Ressam Hasan Rıza 1858 yılında İstanbul
okulu dışında Sanat Okulu, Askeri Rüştiye ve İdadi-î
5
Üsküdar'da doğdu. Askeri İdadi'den sonra
Sultanî Okulu'nda da(Edirne Lisesi) sürdürüyordu.
Harbiye'de iken başlayan Osmanlı-Rus Savaşı'na
Kendi okulunda, zamanın bir çok ünlü öğretmeni
(1877-78) katıldı. Savaşta tanıştığı İtalyan ressama
görev almıştı. Mahzar Müfit Kansu Coğrafya, Dertli
muhafızlık yaparak resim sanatının inceliklerini
Mustafa beyin oğlu Hacı Nuri Bey (Edirne Lise'si
öğrendi. Savaş sonrası Harbiye yerine Bahriye'ye
Matematik Öğretmeni idi.1903 yılında Bulgar
6
kayıt yaptırarak Heybeliada'ya yerleşen İtalyan
Komitacılar tarafından fidye için öldürülmüştü. )
ressama ziyarete devam etti. Okulu bitirdiğinde
Matematik derslerini veriyordu.
resim sanatını çok yönlü özümlediği için 1883
Numune-i Terakkî Okulu'nda okuyan
yılında askerlikten ayrılarak, önce Bulgaristan'da
öğrenciler
de o yılların ünlü ailelerinin çocukları idi.
Varna ve Pravadi Rüştiyeleri'nde öğretmenlik
1
Eski
Cami
İmamı Mehmet Bey'in oğlu Rakım Ertür
yaptı. Daha sonra İtalyan ustasının da desteğini
(Kendisi de daha sonra Eski
sağlayarak İtalya'ya gitti.
Cami İmamı oldu), sonradan Milli
İtalya ve Mısır'da yaklaşık 9
Reasürans
Müdürü Rabbani
yıldan fazla çalışmalar
Tunaman,
İbrahim
Zara (Edirne
yaptıktan sonra tekrar 1892
2
Vilayeti
Mektupculuğu
da yapmış
yılında Türkiye'ye döndü.
Siyasal Bilgiler Mezunu), eski
Hasan Rıza o yıllarda
Jandarma Genel Komutanı
Edirne'ye gelerek Karaağaç
Kemal Yaşınkılıç, eski Maliye
semtine yerleşti. Karaağaç
Müsteşarı ve Reji İdaresi Paris
Avrupa Demiryolu üzerinde
Müdürü Ali Rıza Reymen, ünlü
Konsolos Konakları'nın
Ord.Prof.Dr.A.Süheyl Ünver,
bulunduğu, sinema, cafe,
Ressam Hayri Çizel, emekli
Amerikan Gazinosu, yabancı
Binbaşı Alâeddin Arıman ve ünlü
uyruklu okullar (İtalyan, Rum,
R e s s a m Ta h s i n K a r a y e l ' i
Ermeni ve Avusturya) ile
sayabiliriz.
eğlence merkezlerinin çok
Ressam Hasan Rıza'nın
sık rastlandığı bir kültür semti
Müdürlük
yaptığı ikinci okulu ise,
özelliğini taşıyordu. Un ve
halkımızın
klasik adı ile bildiği
ipek üretim fabrikaları ile de
(Bugünkü
resmi
adı: Teknik Lise
ekonomide farklı bir
ve
Endüstri
Meslek
Lise'si) Erkek
alternatife sahipti. Kısacası
Sanat
Okulu'dur.
Bu
okul 1877
cazip bir yerleşim alanı
Osmanlı-Rus
Savaşı
(1293
durumunda idi.
Harbi) sonunda öksüz kalan
Ayna karşısında kendi fırçası ile Hasan Rıza portresi.
Ressamlığı yanında
çocuklar için Edirne Valisi Rauf
en önemli özelliklerinden
Paşa tarafından yaptırılmıştı.
birisi olan öğretmenliği ile de
Islâhâne adını da alan bu okula 180 erkek ve 125
büyük hizmetler veren üstad; Hayri Çizel, Tahsin
kız öğrenci alınmıştı. Hoca İvaz Medresesi'nde
Karayel ve Emekli Binbaşı Alâeddin Arıman gibi
kurulan okulun çevresi de istimlak edilerek 1882
ünlü ressamları yetiştiren Hasan Rıza, Numune-i
yılında yeniden o zaman ki Edirne Valisi Kadri Paşa
Terakkî isimli (İlk ve Orta bölümü vardı) özel
tarafından ahşaptan inşa edilmişti. Daha sonraki
okulunu Kadirhane Sokağı'nda (Bugünkü Ziraat
yıllarda Melce-î Eytam adını da alan bu okulun ismi,
Odası binasında) açtı. Kadirhane Sokağı o yıllarda
1895 yılından itibaren Sanayi-î Hamidiye olmuştur.
Meriç Nehri Deltası'na cephe, zenginlerin ve
Çeşitli el sanatları ile örgü işleri öğretilen okulda
paşaların oturduğu konakların sıralandığı bir semt
Hasan Rıza Bey'in 1908 yılından itibaren Müdür
3
7
durumunda idi. Daha sonra okulun bugünkü
olarak görev aldığını tespit ediyoruz.
Sarıcapaşa Mahallesi Soğuk Çeşme Sokağı'na
Belgelere göre kendisi okulun 3.
(Kurtuluş İlköğretim Okulu yanından Kıyık Semtine
Müdürü'dür.
Eski Edirne Valisi Abdurrahman Paşa
giden yol) oradan da Zehrimar Camii Sokağı'nda
tarafından
iki
katlı olarak yaptırılan bugünkü
(Selimiye Camii arkası Müftülük binası yanından
Edirne Eğitim
33
tespit edilerek reprodüksiyonlarının (Tıpkı basım)
hazırlanıp onun adına Edirne'de bir müzede sanat
severlere sunulması ona olan bir vefa borcumuzdur.
Hasan Rıza'nın Fatih'n İstanbul'a Girişi Tablosu-1903
(Sol başta Yeniçeri kıyafetiyle kendisi)
binanın üst katında bulunan Müdür odasının (Bugün
için bu oda Kütüphane) iki gömme dolabının
duvarına o yıllarda Hasan Rıza tarafından yapılan
resimler bugünlerde camlı çerçevelerle korumaya
alınmıştır.
Bilindiği üzere Sanat Okulu 1912-13
Balkan Harbi sırasında Hastane'ye dönüştürülmüş
olup Müdürlüğü'ne de Hasan Rıza Bey getirilmişti.
Edirne'nin işgal edildiği gün hastane'den her zaman
kullandığı Landon'u ile (Bir nevi Fayton)
Karaağaç'taki evine (Karaağaç'ta İstasyon
yakınında Un Değirmeni yanında) giden ressamı,
8
Bulgar askerleri süngülerle şehit etmişlerdi.
Tablolarında imza yerine kendi portresini yapardı.
Karaağaç'ta bulunan ve daha sonra yıkılan evinin
9
boş arsası gazete ilanı ile satılığa çıkarılmıştı.
Sanatına hayran olduğu Mimar Sinan'ın
resmini de İtalya gezisi sırasında bir İtalyan
10
ressamdan adapte etmişti. Resim sonraki yıllarda
öğrencileri (Özellikle Kamacı Zabiti Şahançalı Şehit
Mehmet Bey) tarafından çoğaltılıp topluma
dağıtılmıştı. Hasan Rıza, her sene Mimar Sinan'ın
ölüm yıl dönümünde Selimiye Mihrabı yanında
saatlerce dua ederek ona olan saygısını gösterirdi.
Türk Milli Eğitimi'ne yıllarını veren üstad
Şehit Hasan Rıza Beyi; Varna, Pravadi, Numune-i
Terakki, İdadi-î Sultanî, Askeri Rüştiye ve Edirne
Sanat Okulu öğretmenliklerinde gözlemliyoruz.
Yurt içi ve Yurt dışında çeşitli kişi ve kuruluşların
ellerinde bulunan şehit Hasan Rıza tablolarının
Hasan Rıza’nın Karaağaç Jandarma Şehitliği'ndeki temsili mezarı.
1
Peremeci, Osman Nuri. Edirne Tarihi. İstanbul 1939.
Resimli Ay Matbaası. 456s.
Art Decor Dergisi. Şehit Hasan Rıza. Tülin Çoruhlu. İstanbul 1995.
Sayı:24. S:170-172
3
Edirne Hudut Gazetesi: 17.12.2004
4
Ünver, Prof.Dr. Suheyl. Ressam Şehit Hasan Rıza Hayatı ve Resimleri.
İstanbul 1971.S:22+16
5
Erman, Atıl. Türk Milli Eğitimi'nin Ulu Çınarı Edirne Lisesi.
İstanbul 2007. 195s.
6
Soyyanmaz, İ.Hakkı. Tulumbacılar Ve Edirne Tulumbacıları. Edirne 2002.
Eser Matbaacılık. 198s.
7
Kısaparmak, Necip Fazıl. Milli Eğitim Cephesiyle Edirne.
Elazığ 1968. Turan Matbaası. 126s.
8
Yetik, Sami. Ressamlarımız. C:1. İstanbul 1940. S:137.
9
Edirne Milli Gazete: 22.5.1930
10
Edirne Gazetesi:9.4.1991
2
Edirne Eğitim
34
BALKAN SAVAŞLARINDA
“OSMANLI BASINI”
İsmail KASAPOĞLU
Edirne Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi
Tarih Öğretmeni
Balkan Savaşları Osmanlı Devleti'nin yıkılış
sürecini hızlandıran üç büyük savaştan ikincisidir.
Trablusgarp Savaşı'nın hemen ardından patlak veren
bu savaş neticesinde Osmanlı Devleti, Doğu Trakya
dışındaki bütün Avrupa topraklarını kaybetmiştir.
Balkanlar'da yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan
durum ile ilgili olarak Leonard RavenHill tarafından
1912 yılında çizilen ve Punch adlı dergide yayınlanan
yandaki karikatürde Balkanlar, kaynayan bir kazana
benzetilmiştir.
Kaynayan ve
taşmak üzere olan
Balkan kazanının
üzerine 5 devlet
oturmuş ancak kazanın
kapağının kapanmasını
ve durulmasını
s a ğ l a y a m a m ı ş t ı r.
Gerçekten de durum
bundan farksız değildir.
değişikliğinin kabul edilmeyeceğini, Balkanlardaki
statükonun aynen devam ettirileceğini ilân
etmişlerdir. Bu bildirinin ilân edilmesinin altında
Osmanlı Devleti'nin savaş meydanında dört Balkan
devletini birden yeneceği korkusu yatmaktadır.
Balkan Savaşları sırasında İstanbul'da bulunan Alman
gazeteci Wilhelm Feldmann hatıratında, İttihat ve
Terakki'nin ortak miting davetinin reddedildiğini ve bu
yüzden sabah saat 10.00'da Hürriyet ve İtilaf
yanlılarının, saat 14.00'da
İttihat ve Terakkicilerin
miting yaptıklarını
belirtmektedir. Söz konusu
durum savaş sırasında bile
particiliğin önlenemediğine
bir kanıttır.
Osmanlı
Devleti'nin bu süreçteki
duruşunu anlamak
açısından Hariciye Nazırı
Gabriel Noradunkyan
Efendi'nin İstanbul'da
bulunan savaş muhabiri
Stephan Lauzan'la yaptığı
m ü l a k a t m ü h i m d i r.
Noradunkyan “Biz yenilik
yaptıkça, ıslahat
girişimlerinde bulundukça,
Eğer düşman topraklarına
girersek yabancı bir yerdeki
yabancı bir evdeki misafirler
gibi hareket edeceğiz. Eğer
yenik düşersek neticeyi
namusluca kabulleneceğiz.
Hiçbir zaman bize zulüm ve
ikiyüzlülük isnat edilemez.” diyerek Osmanlı
Devleti'nin duruma karşı tutumunu ortaya koymuştur.
Savaşın başlaması İstanbul'da büyük bir
heyecan ile karşılanmıştır. Tanin “Muharebe Başladı:
Evvela Karadağ!” başlığıyla okuyucularına haber
verirken, başyazının başlığının “Hele Şükür!” olması
dikkate değerdir. Sabah Gazetesi ise savaşın ilân
edildiğini güne kadar olan süreçte “Harp Bizim de
İşimize Gelir”, “Yaşasın Harp” gibi başlıklar atarak
savaştan çekinilmemesi gerektiğini hatta olası bir
4 Ekim 1912
tarihinde Sultanahmet
meydanında iki büyük
miting birden
düzenlenmiştir. Bu iki
miting de savaş yanlısı
sloganların atıldığı
mitingler olmuştur.
Bunlardan ilki sabah
saatlerinde Hürriyet ve
İtilaf Partisi tarafından
yapılmış, öğleden sonra
ise İttihat ve Terakki
yanlılarının tertiplediği
miting gerçekleştirilmiştir. Bu büyük eylem Osmanlı
basınında da büyük yankı bulmuştur. Tanin Gazetesi
“Dünkü Büyük Nümayişler: Harp! Harp!” başlığı
altında verdiği haberlerde “Yaşasın vatan, yaşasın
harp” sloganlarının atıldığını ve Osmanlı halkının
Balkan devletlerine meydan okuduğunu vurgulamıştır.
Osmanlı Devleti'ne verilen mühletin son günü olan 8
Ekim 1912'de büyük devletler adına Avusturya ve
Rusya bir bildiri yayınlayarak Osmanlı Devleti ile
Balkan devletleri arasında savaş çıkacak olursa, bu
savaşın sonunda Rumeli'de herhangi bir sınır
Edirne Eğitim
35
Osmanlı basınında yurt dışı kaynaklarına
dayandırılarak verilen haberlerde Edirne önlerindeki
Bulgar ordusunun çok zor bir durumda olduğu
bildiriliyordu. Bu sırada gerçekte Osmanlı basınında
ise Edirne konusunda bir kararsızlık hâkim olmuştur.
Cepheden gelen telgrafların hemen hemen
tamamında büyük başarılardan ve çok sayıdaki Bulgar
kayıplarından bahsedilmesine rağmen bir türlü
beklenen zaferin gelmemesi kamuoyunu şüpheye
düşürmüştür. Basında Edirne sorunu Fransa ile
Almanya arasında sorun olan Alsace
Lorraine
sorununa benzetilmeye
b a ş l a n m ı ş t ı r. İ k d a m ' d a
Osmanlı Devleti'nin sunmuş
olduğu şartların Balkan
devletleri tarafından esas
itibariyle kabul edildiği ancak
bazı noktalarının müzakere
edilmesine ihtiyaç olduğu
şeklinde yansıtılmıştır.
Osmanlı basınında ise
Edirne konusunda halkın
moralini yükseltmek amacıyla
açıklamalar yapılmaya devam
edilmiştir. İkdam Gazetesi'nde
Edirne'nin hem maddî hem de
manevî olarak gayet iyi
durumda olduğu ve Bulgarların
yalan iddialarına inanılmaması
gerektiği duyurulmuştur.
Mahmud Şevket Paşa 27
Mart 1913 sabahı Edirne'nin
düşmekte olduğunun
gazetelere ilân edilmesi emrini
vermiş ve bu haber İstanbul'a
bomba gibi düşmüştür. 27 Mart
tarihli gazeteler Edirne'nin
düştüğüne dair haberlerin
yalan olduğunu, Bulgar
saldırıları altında olan Edirne'nin direnişini
sürdürdüğünü ilan etmelerine rağmen ertesi günkü
nüshalarında acı haberi duyurmak zorunda
kalmışlardır. Gazeteler, Edirne'nin Bulgar işgali altına
girişi sürecini aydınlatmaya çalışırlarken, Edirne'nin
gerek kuşatma altında olduğu dönemde ve gerekse
işgal sürecinde Şükrü Paşa'nın başarılı faaliyetlerini
anlatarak ve Şükrü Paşa hakkında yabancı basın
organlarında çıkan övgü dolu haberleri aktararak
Mehmed Şükrü Paşa'yı kahramanlaştırmışlardır.
Örneğin; Sabah Gazetesi'nde yayınlanan başyazı
“Kahramanlığın Kıymeti” adını taşımaktadır.
Hemen ertesi gününde de başyazıya “Şükrü Paşa”
başlığı atılmış ve övgü dolu sözlere yer verilmiştir.
İkdam Gazetesi'nin 30 Mart tarihli başyazısı da
“Şükrü Paşa” başlığını taşımakta olup kendisini öven
sözlere yer verilmiştir.
savaşın Osmanlı'nın çıkarına olacağını savunmuştur.
Osmanlı Devleti'nin doğal sınırlarının Tuna kıyıları
olduğunu savunan gazete, savaşın başladığı gün ise
halkı silahlarının başına davet etmiştir.
(Nazım Paşa: Sofya, Belgrad, Çetine ve
Atina'da şöyle bir dolaşacağım. Bir bilet
istiyorum.
Bilet memuru (İngiliz elçisi): Yalnız mısınız?
Nazım Paşa: Hayır! Şimdilik yedi, sekiz yüz bin
kişi. (Ortadaki Karikatür)
İkdam Gazetesi de diğer gazetelere benzer bir tavır
takınmıştır. İkdam, “Harp
İstiyorlarsa Harp
Ederiz”, “Vazife Başına”
gibi başlıklar atarak savaşa
taraftar olduğunu alenen
g ö s t e r m i ş t i r. A y r ı c a
Balkan birliğini
küçümseyen gazete, bu
ittifakın temelsiz bir
biçimde inşa edildiğini ve
dağılmaya mahkûm
olduğunu iddia etmiştir.
Savaşın ilân edildiği gün
olan 8 Ekim 1912
tarihinde Tanin'de Balkan
devletlerinin Osmanlı
Devleti'nin Avrupa
toprakları üzerindeki
hedeflerini açıklayan bir
harita yayınlanmış ve
üzerine “Nasıl
Paylaşacaklarmış?”
başlığı atılarak, müstehzi
bir çizimle büyük boy bir
Türk askerinin yanına
ancak beline kadar
gelebilen dört Balkan
devletinin askeri resmedilmiştir.
Edirne'den Ahmet Şerif Bey'in Tanin
Gazetesi'ne çektiği telgraf önemlidir. Telgrafta Edirne
etrafında ilerlemek isteyen düşmanın şiddetli
çarpışmalar neticesinde geri çekilmeye mecbur
kaldığı anlatılmakta ve gelen bu telgrafa yorum olarak
gazetede “Ahmet Şerif'in bu telgrafını her halde
bir nişâne-i muvaffakiyet olarak kabul edebiliriz”
denilerek bu harekâttan övgü ile bahsedilmektedir.
İkdam Gazetesi'nin Edirne'deki özel savaş muhabiri
Kenan'ın 25 Ekim tarihli telgrafında Bulgarların bin
bir türlü hileye başvurduğu bildirilmekte ve Osmanlı
sancağı göstermek, namaz borusu çaldırmak,
“padişahım çok yaşa” diye bağırmak gibi hilelerle
Osmanlı askerini taciz ettiğini haber vermektedir.
Bulgarlar bütün savaş boyunca psikolojik harekâta
devam edecek ve şehre attıkları beyannâmelerle
Osmanlı askerinin direncini kırmaya çalışacaktır.
Edirne Eğitim
36
Edirne'nin Bulgar işgali altına girmesi tüm
Osmanlı topraklarında büyük bir üzüntüye sebep
olmuştur. Her ne kadar Tanin Gazetesi “Edirne
Sükût Etti, Fakat Millet Manen Yükseldi”
manşetini atsa da İstanbul başta olmak üzere bütün
ülke büyük bir yas havasına bürünmüştür.
Yurtdışından Osmanlı Devleti'ne destek veren bir ses
olarak Pierre Loti'nin beyanatı Osmanlı basınında yer
almıştır. Pierre Loti, Edirne ziyareti sonrası Bulgar
vahşetini Daily Telegraph Gazetesi'ne gönderdiği
telgraf aracılığıyla tüm dünyaya da duyuracaktır.
Pierre Loti söz konusu beyanatında Edirne kalesi
içerisinde mahsur kalanların aylardan beri
imkansızlıklar içerisinde kahramanca mücadele
ettiklerini, ancak “kanlı katillerin” şehre girişine
mani olamadıklarını belirtmektedir. Basın, savaş
öncesindeki iyimser ve gerçekdışı yorumlarından
seferberlik ilanı ile sıyrılabilmiş ve hemen arkasından
savaşı büyük bir coşku ile karşılamıştır. Harp, güle
oynaya karşılanmış ve Osmanlı Devleti'nin kesin
olarak galip geleceği iddia edilmiştir. Savaş sırasında
sık sık hayali zafer haberleri yapılmıştır.
Ancak, Osmanlı ordularının kısa sürede
yenilmeye başlaması şaşkınlık yaratmış, gazeteler
kamuoyunu teskin etmek ve ümitsizliği engellemek
için olayları farklı şekilde okuyuculara aktarmaya
çalışmışlardır.
Edirne'nin geri alınmasına kadar geçen sürede
Edirne'de yaşananlara dair haberler vermeye gayret
gösteren Osmanlı basını aynı zamanda kuşatma
esnasında şehirde bulunanların günlüklerini
yayınlamaya başlamış ve böylece Edirne'nin
kuşatıldığı sürece dair ayrıntılı bilgileri okuyucularına
ulaştırmışlardır. Bu kapsamda Edirne Valisi Halil Bey
ve Edirne'deki Fransız konsolosunun günlükleri
yayınlanmıştır.
II. Balkan Savaşı sırasında Edirne'nin geri alınışı
esnasında basında da heyecanlı bir bekleyiş hâkimdir.
Tanin “Edirne'ye!” başlığı ile Osmanlı ordusunun
harekete geçişi konusunu işlemekte ve “Ordu Edirne
Yollarında” gibi şiirlerle de Türk halkının duygularına
hitap etmektedir.
23 Temmuz 1913 günü Edirne'nin Türk ordusu
tarafından kurtarılması büyük bir sevinç yaratmıştır.
Tanin “İkinci Büyük Bayram: 10 Temmuz Edirne
ve Kırkkilise'nin İstirdâdı” manşeti ile Doğu
Trakya'nın kurtarılışını manşetine taşımıştır. İkdam
ise Osmanlı ordusunun ileri harekâtını “Osmanlı
Ordusu İlerliyor” manşeti ile verirken, Edirne ve
Kırklareli'nin geri alınışını resmi bildirilerle
okuyucularını müjdelemiştir.
İkdam Gazetesi'nin özel muhabiri Macid'in verdiği
bilgiye göre 23 Temmuz günü tüm şehir bayraklarla
süslenmiş ve bir Osmanlı tayyaresi Dimetoka
yönünden Edirne'ye gelerek şehrin üzerinde bir uçuş
gerçekleştirmiş ve halktan büyük alkış almıştır.
Edirne Selimiye Camii Şerifi'nde:
Karagöz: “Artık bizim için buradan çıkmak yok
Hacivat: Çünkü muhterem Enver Bey, kesin
sözünü buraya çekti: “Buradayız, burada
kalacağız.”
KAYNAKÇA
Togay Seçkin BİRBUDAK, Balkan Savaşlarında Edirne
Wilhelm, FELDMANN, İstanbul'da Savaş Günleri BirAlman Gazetecinin Balkan Savaşı Hatıratı
Ahmet HALAÇOĞLU, Balkan Savaşları
Stephan LAUZAN, Osmanlı'nın Bozgun Yılları
Oral ONUR, XVI.'dan XX. Yüzyıla Belgelerle Edirne
Nilüfer UĞRAŞ, Osmanlı Basınında Balkan Savaşları Sırasında Osmanlı Devleti'nde Yaşanan
Siyasal Gelişmeler
Edirne Eğitim
37
BİRİNCİ BALKAN SAVAŞI'NDA
EDİRNE'DE BİR ASKER EDİP:
RAİF NECDET KESTELLİ VE
“UFÛL” ADLI ESERİ
Yrd.Doç.Dr.Özcan AYGÜN
Trakya Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
19. asrın son çeyreğinde doğan ünlü Türk
ediplerinden birisi de Raif Necdet Kestelli'dir.
İstibdat, meşrutiyet ve cumhuriyet devirlerinde
yaşamıştır. Asıl sahası, makale, musahabe ve mektup
şeklindeki edebi yazılar olmakla beraber o her türde
eserler vermiştir.
Raif Necdet Kestelli, edebî sanatın millet ve
beşeriyet hayatına mutlak surette fayda temin edecek
bir vasıta olmasını, gaye edinmiştir. Bu nedenle yazar,
sosyal bir ülküyü dile getirmeyen gayretlerin mahsulü
olan eserleri, birer sanat eseri olarak kabul etmez.
Kendisi bu düşüncelerini, maruz kaldığı şiddetli
taarruzlara rağmen, sonuna kadar muhafaza etmiş,
her zaman da savunmuştur.
Türk edebiyatı içerisinde özellikle
tenkitçiliğiyle haklı bir şöhrete kavuşmuş olan bu
edebiyatçımız, değişik türlerde eserler vermiştir.
Hikâye, roman, tiyatro, hatıra, çeviri ve mektup bu
türlerin ilk akla gelenleridir. Fakat biz, yazımızda,
onun Balkan Savaşı yıllarında yazdığı ve verdiği
bilgiler açısından oldukça fazla değer arz eden “Ufûl”
adlı eseri üzerine yoğunlaşacağız. Bu eserle ilgili bir
takım bilgiler vereceğiz; değişik açılardan bazı tespitler
yapmaya çalışacağız. Fakat eseri incelemeye
geçmeden önce yazarın hayatı ve eserleri hakkında
bilgi vermemizin uygun olacağı kanaatindeyiz. Şimdi
yazarın hayatı ve eserlerini ayrı alt başlıklar halinde
kısaca ele alalım.
A. HAYATI
Yazarımız, İzmir'li bir ailenin çocuğu olarak
1881 yılında dünyaya geldi. Babası İzmir in eski ve
köklü ailelerinden Kestellioğulları 'na mensuptur.
Şeyh Eyyüb Sabri ismini taşımaktadır.
İlk tahsilini İzmir’de tamamlayan Raif Necdet,
orta tahsilini Kuleli Askeri Rüştiye ve İdadisinde
yapmış buradan da Harbiyeye geçmiştir. Harbiyeyi
bitirdikten sonra askerliği hiç sevmemesine rağmen
orduda kalmış ve 1912 de çıkan Balkan Harbine
iştirak etmiştir. Harbiye Mektebini bitirdikten sonra
çeşitli liselerde edebiyat başta olmak üzere
öğretmenlik görevinde bulunmuştur. Raif Necdet,
1900'lü yılarda yazı hayatına başlamış ve ikinci
Meşrutiyet döneminde yeni çıkmış kitapları tenkit
süzgecinden geçirerek edebiyat dünyasına tanıtmıştır.
İkinci meşrutiyet yıllarında Duyun-ı Umumiye reisi
Hacı Şefik Efendinin kızı Peride Hanımla evlenmiştir.
Üç çocuk sahibidir.
!
Yazar, hayatının bir bölümünü Osmanlı'nın
buhranlı dönemlerinde yaşamıştır. Başta Balkan
Harbi olmak üzere bazı savaşlarda bulunmuştur.
Cephede savaşmış, Edirne muhasarasında şehri
savunmuştur. Ardından esir düşmüş ve esaret hayatını
da yaşamıştır. Dolayısıyla yazar, eserlerinde eleştirinin
yanı sıra savaşlardaki durumu hakkında bilgiler
vermiştir. O zamanki devlet yönetim tarzını,
meşrutiyeti ve daha birçok şeyi kaleme almıştır.
Gerekli gördüğü durumlar için eleştirilerde de
bulunmuştur. Bunu yaparken ise realist tavrını
kaybetmemiştir. Sade,
tarafsız yazılarıyla bizleri
aydınlatmaya çalışmıştır.
Onun edebi cephesi gözden geçirildiğinde ise,
Fecr-i Âtî topluluğunun “Sanat, sanat içindir”
anlayışına karşı çıktığını görmek mümkündür. Bu
konuda yazılar da yazmıştır. Bunlardan bazılarını
“Hayatı-ı Edebiye (1922)”de toplamıştır.
1908-1914 arasında Resimli Kitap'ta yazılar
yazmış ve şöhret kazanmıştır. Bu yazıları ciddi bir
eleştiri anlayışının ilk örnekleridir. Fecr-i Âti
sanatçılarının tarafsız olarak değerlendirildiği
yazılardır. İkinci Meşrutiyet sonrası bu tür tarafsız
yazılar yazmaya devam eder.
İskender PALA, köşe yazarlığını yaptığı Zaman
gazetesindeki bir yazısında Raif Necdet'ten şu şekilde
söz eder: “Edebiyata biraz âşina olanlar Raif
Necdet (Kestelli) adını pekâlâ bilirler. Roman,
hikâye, mektup, çeviri vs. eserleri içinde onun
Balkan Harbi'ne iştiraki ve esaret hayatını günü
1
gününe tespit eden Ufûl adlı bir günlüğü vardır. ”
R.Necdet makale, mektup, antoloji, eleştiri ve
roman türlerinde eserler vermiştir. Tolstoy'dan da iki
çevirisi vardır.
Yazılarının çıktığı dergiler şunlardır: Servet-i
Fünun, Resimli Kitab, Aşiyan, Bahçe, Musavver
Muhit, Resimli İstanbul, Tenkid, Genç Kalemler ile
Selanik'te çıkan Çocuk Bahçesi Dergisi.
Raif Necdet Kestelli, 1920 tarihinden sonra,
yazılar yerine kitaplar yazarak edebi faaliyetine devam
eder. Bu kitaplarda çeşitli konular ele alınmıştır.
1
http://arsiv.zaman.com.tr/2003/11/27/yazarlar/iskenderpala.htm
Edirne Eğitim
38
B. ESERLERİ
Raif Necdet'in türlerine göre başlıca eserleri
şunlardır:
Hikâye: Ziyâ ve Sevdâ (1924)
Romanları: Yirminci Asır (1932), Semavî
İhtiras (1933).
Oyunu: Tiraje (M. Rauf ile, 1919).
Tenkitleri: Hisler ve Fikirler (1910), Hayat-ı
Edebiye (1908-1914 arasında Resimli Kitapta çıkan
sohbet ve tenkitleri, 1922).
Mektupları: Fikrî ve Ahlâkî Mektuplar (1925),
Talebe Mektupları (1927).
Sözlük çalışması: Resimli Türkçe Kamus
(Hasan Bedreddin ile, 1927; yeni yayını: Recep
Toparlı, Belgin Tezcan Aksu, Canan Selvi Kanoğlu,
Seyfullah Türkmen, 2004).
Derlemeleri: Süzme Sözler (vecizeler / Üç cild
1935,1935,1936 ) , Yaşayan Mısralar (1936).
Hatıraları: Osmanlı İmparatorluğunun Batışı
(Ufûl)-Edirne Savunması (Yay. Haz. Veliye Özdemir
2001).
Osmanlı İmparatorluğunun Batışı(UFÛL)Edirne Savunması (Yay. Haz. Esra Keskınlıç
İst.2002,Benseno Yay.)
Çevirileri: Bir İzdivacın Romanı (Tolstoy'dan,
1910), Anna Karanina (Tolstoy'dan, 1912).
5
6
UFÛL VE ÖNEMİ
1910 yılında Edirne'de redif taburu kumandanlığını yapan Raif Necdet'in bu görevi sırasında
gözlemlerine dayanan olayları ve 1911'de esir düştükten
sonraki Bulgar topraklarında geçen altı aylık esaretini
anlatan önemli bir eserdir. Eser, tarihi olaylara, gözlem
merkezli eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmıştır.
Uyarıcı ve eğitici bir nitelik taşır. Ufûl, gençliğe ithaf
edilmiş olan bir eserdir.
Raif Necdet, cephede yaşadığı önemli olayları, bir
edebiyatçı duyarlılığıyla ve eleştirmen dikkatiyle günü
gününe kaydetmiştir. Dolayısıyla söz konusu olan eser,
Osmanlı İmparatorluğu'nun bu çok trajik dönemi için
birinci elden son derece önemli bilgiler içeren bir anıkitap olma özelliğine de sahiptir7.
Eser; Ufûl ( Batış ), Sofya'da, Yıkık Mihrap,
Mukaddes Ana, Plevne'de, Kanlı Mektup, İsyan,
Anadolu'nun Mezarı, Şitab Batışa Karşı ( Ufûla Karşı)
başlıklarını taşıyan kısımlardan oluşur.
Eserde verilen önemli bilgilere bakınca, durumun
kötülüğünü anlamamak mümkün değildir. İşte buna bir
kaç güzel bir örnek :
“10 Kasım / Öğleden sonra bombardıman
başladı. Bugün de pek çok ev harap, birçok aile
perişan oldu. Şehirde acı bir sefalet, büyük bir korku
hüküm sürüyor... Bütün dükkânlar, mağazalar
kapalı... Sokaklarda mezar sükûneti, havada kâbus
8
ağırlığı var... ”
“26 Ocak / Askere verilen ekmek biraz daha
küçüldü. İçinde biraz un bulunan ekmeklere,
süpürge tohumu, kuşyemi, kepek, kızılca arpa,
çavdar, yulaf vesaire karıştırılıyor. Böyle karışma
sahip bir ekmek kimye gibi kıymetli. Bazen elli
9
dirhemin beş kuruşa satıldığı oluyor!. ”
11 Şubat / Kar fırtınası zalimce devam
etmekte... İleri karakolda, karla tamamen dolmuş
siperlerde erler, tabiatın şiddetine olduğu gibi
maruz... Vatan için yaşanılan bu müthiş hayat,
10
zaruriyet ve sefalette ulvi ve vahşi bir şiir var. ”
* * *
Altı ay Edirne'de mahsur kalan yazar daha
sonra Bulgarlara esir düşmüş ve altıay Sofya'da esir
olarak kalmış; daha sonra da İstanbul'a dönmüştür2.
Raif Necdet, ilk Avrupa seyahatine 1920 yılında çıkar.
Seyahati, Fransa'yadır. Daha sonraları da birkaç defa
daha Fransa'ya gider. Avrupa'ya yaptığı son
seyahatinde 1937 yılında Londra’da bir otelde kriz
geçirerek vefat eden yazarın cenazesi, İstanbul'a
getirilir ve Zincirlikuyu mezarlığına defnedilir3.
Şimdi yazarın Edirne muhasarası ve Sofya
esaret süreci içinde yazdığı “Ufûl” adlı eserini
tanıtmaya ve bunun üzerine bir takım tespitler
yapmaya başlayalım.
Konu: Konu açısından ele alındığında Ufûl adlı
eserde, Balkan Savaşı'nın, “Sofyada“ise harbin
neticesinde yazarın
Sofya'daki esaret hayatının
anlatıldığını görürüz. Edirne muhasarasında kendisi de
4
2
Hayat1 Edebiye s, 288 dip not.
Uzun müddet şeker hastalığından muztariptir ve bunun ölüm sebebi olması
ihtimali kuvvetlidir.
4
Râif Necdet; Ufûl (Anı), Resimli Kitap Matbaası, İstanbul 1913, 261 s.
5-6
Râif Necdet; Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl)-Edirne Savunması
(Yay. Haz. Veliye Özdemir ), 2001, 171+V s.
3
7
Çeşitli kaynaklarda "roman" olarak gösterilen Ufûl, aslında hatıra, mektup, günceyi
andıran bir yapıttır.
Özdemir; a.g.e., 31.
9
Özdemir; a.g.e., 62.
10
Özdemir; a.g.e.,, s. 66.
8
Edirne Eğitim
39
manevi durumun gelişmelerini tasvir ve tahlil
etmektedir. Güzel bir haberi askerlerine ileten bir
habercinin"Sevinen ve kendisine yeniden hayat ve
kuvvet gelen asker, dudaklarında saf bir tebessüm ve
gurur ile: Zaten ne olacak diyordu, gavur bu, bundan
ziyade dayanabilir mi?."şeklindeki cevabını, güzel,
sağlam, milli bir itimad olarak niteliyor .Fakat bu
itimadın nasıl terbiye edilmesi gerektiğini de belirterek
ortadaki fikri izaha muhtaç bırakmıyor. Konuştuğu
düşman zabitinin tavır ve hareketini dikkatle takip
ederek düşüncelerini bize açıklar: "Biraz durdu..sonra
dudaklarında pıhtılaşan düşman bir tebessümle ..." Öte
yandan tabiat tasvirlerine de yeri geldikçe değinir.
Böylece yazar, kendi duygu ve düşünceleri ile birlikte,
tabiat ve beşeriyetin menfi ve müsbet yönlerini de
açıklamaya çalışır : "Oh yarabbi Tabiat, ne kadar temiz
ne kadar şirin idi. Bu güzel tabiatın sinesinden bu saf
ve temiz köyün havasından yükselen ulvi koku,vahşi
medeniyetin hasta ciğerlerimle doya doya teneffüs
etmekte ne pak, ne samedânî bir zevk duyuyordum."
Her olayla birlikte bu olayların kendi dimağında
yarattığı fikirleri, tepkileri, ortaya döker ve onları hisleri
ve heyecanları istikametinde bir senteze tabi tutar.
Kuru ve donuk bir anlatımdan okuyana gerekli zevki
verecek bir kalıba dönüştürür.
Eser dil ve uslûb açısından incelendiğinde ise
şunları söylemek kolaylaşır: Kısa ve anlaşılır
cümlelerin yanında bazen bir paragraf tutacak
cümleler de mevcuttur ve sayıca çoktur. Yazı Türü
bakımından, sanat ve terkib yapamaması, diğer
eserlerine kıyasla hatıratlarındaki cümleleri daha
düzgün kılar.
Cümleler normal sentaksa uygundur, cümlelerin
çoğu üç nokta veya ünlemle bitirilir. Cümle öğelerini
yerli yerinde kullanarak herhangi bir bozukluğa
meydan vermez. Edebi sanat ve terkibler hatırat
türünde azdır. Aslında yazar terkipsiz ve yabancı
kelimesiz pek yazı yazan biri değildir. Eserde günlük
hatta birkaç saatlik olaylar sıralanır ve anında verilir.
Cümleler genel olarak kolay anlaşılır bir
açıklıktadır.
Sonuç olarak şunları söylemek
mümkündür:
1. Eser tarihi ve askeri bilgiler içerir.
2.Avrupa ile Osmanlı arasında yaşayış kültür ve
medeniyet açılarından mukayese yapılan bir eserdir.
3.Balkan savaşı hakkında gerçek bilgiler bir
asker-edip tarafından verilir.
4.Edirne'nin yakın tarihte yaşadığı savaş,
muhasara gibi sıkıntılı dönemlerine ait bilgiler içerişi ve
dikkat çekişi açısından son derece önem arz eder.
5.Bütün bunlar göz önüne alındığında her
zaman önem arz edecektir.
6.Yazarın eleştirel bakış açısı ve değerlendirmeleri açısından da oldukça önemlidir.
subay olarak bir bölüğü kumanda eden yazar Râif
Necdet Kestelli, kuşatma süresince yaşadığı hatıraları
günü gününe yazmıştır. İstanbul'dan Edirne'ye kadar
gidişi esnasında gördüğü manzaraları, sosyal
bünyemizin sefalet ve cehaletimizin acı neticelerini
tabiatın bakirliği içerisinde köhne evler ve sefil
hayatlarla mukayese ederek anlatmıştır. Eski ve
ihtişamlı bir maziye sahip payitahtın o günkü vaziyetini
tasvir eder:
“Cephede kanla boğuşan askerlerin sadece
hisle, fakat eğitimden ve bilhassa idealden yoksun
olarak mücadele ettiğini belirterek itiraf etmek lazım ki
askerlerimiz, pek ibtidaidir.(Vatan perver ve necip
olmakla beraber). Cidden muhtaç-ı tenvir ve
tekamüldür.” Diyor. Düşmana sadece bedeni bir
kuvvetle karşı koymanın kat'i surette kifayet
etmeyeceğini ifade eder.Ona göre her asker
döğüşmesini lüzumlu kılan sebepleri bilmeli ve hisle
olduğu kadar akıl ve mantıkla da hareket etmelidir.
Bütün bunlara sebep olan idareyi, heba edilen yılları acı
bir dille tenkid eder. Altı ay süren Edirne savunması
neticesinde Edirne'nin Bulgar ve Sırp ordusuna
teslimini ve bundan duyduğu sonsuz üzüntüyü anlatır.
Fikri bakımından yetiştirilmemiş hangi ideal uğruna
çarpıştığını bilmemiş bir ordunun düşman silahına
hedef olmaktan başka bir şey yapamayacağını anlatır.
Yıllarca kan dökülerek alınan Rumeli'nin kısa bir
müddet zarfında düşmana terk edilişini, tahammül
edilmez bir acıyla, derin bir üzüntüyle karşılar. Bunca
fedakârlığa, acıya ve meşakkate rağmen şehir yine de
düşmüştür. Sonrasında yazar kendisi gibi birçok
subayla esir olarak Sofya'ya götürülür. Burada Bulgar
ırkının kaba mizacından yakınır, kana susamış vahşi
ruhunu tenkit eder, Avrupa medeniyetini de bu vahşet
ve gaddarlığa göz kırptığı için eleştirir. Hem de kendi
milleti ve ordusundan en ufak bir haberin hasretiyle, o
muazzam imparatorluğun payitahtını Sırp ve Bulgar
askerlerinin çizmeleri altında ezildiğini düşünerek bu
zulmet kasırgasını beşeriyet önünde protesto eder,
medeniyet adına işlenen yüz binlerce cinayete de lanet
yağdırır.
Yazar her şeye rağmen bizdeki uyuşukluk ve
ideal noksanlığına karşılık, onlardaki çalışkanlık ve
cesareti de takdir eder. Neticede bir milletin kendisini,
o zamanki Prusya gibi 9 yılda kalkındırabileceğini de
iddia etmeden duramaz ve hatıratını Alfred Düvin'in şu
sözüyle sona erdrir; Tarih bir romandır ki müellifi
millettir.
Kompozisyon: Bu esere tür olarak
bakıldığında belirli bir kalıp ve bir plan çerçevesinde
mütalaa etmek mümkün olmaz. Zira savaş hatıralarını
günlük hatta daha kısa müddetlerle tutmak, yazıyı belli
bir plana sokmayı önler. Ancak yazar, aşağı yukarı
bütün eserlerinde hâkim olan fikirleri gerekli yerlere
yerleştirmiş, hatta tasvir ve tahlil bakımlarından da
yazılarını zenginleştirmiştir. Mesela, “2 Kasım, öğleden
sonra şehir yine müthiş bir şekilde bombardıman
edilmeye başlandı..." diyerek çarpışmayı sıcağı
sıcağına kaleme aldığını hissettirmiştir. Hem kendi ruh
halini ve hem de askerlerin hareket tarzını, cephedeki
Edirne'nin I.Balkan savaşında muhasara
sürecindeki yaşantısını ve şehrin vahim durumunu
gözler önüne seren bir eserdir.
Edirne Eğitim
40
BALKAN SAVAŞINDA
BİR FİZYOLOJİ PROFESÖRÜ:
PROF. DR. KEMAL CENAP BERKSOY*
Dr. Mevlüt YAPRAK
Trakya Üniversitesi
Tıp Fakültesi
Fizyoloji Bölümü
Balkan Savaşı
başladıktan kısa bir süre
sonra kuşatılan Edirne 26
Mart 1913 günü teslim
olur. 30 Mayıs 1913 günü
imzalanan Londra Barış
Anlaşması ile Balkan
Devletlerine verilen kent,
kazandıkları toprakları
paylaşma konusunda
anlaşamayan Balkan
Devletleri arasındaki
anlaşmazlıklardan
yararlanılarak 21
Temmuz 1913 günü bir
kez daha kurtarılır.
Kuşatma ve işgal altındaki Edirne'de tutulmuş
çok sayıda günlük mevcuttur. Bu günlüklerden biri de
Gustave Cirilli'nin 1913 yılında Journal Du Siege
D'Andrinople (Edirne Kuşatması Günlüğü) adıyla
yayınladığı günlüktür. Cirilli günlüğünde; Karaağaç
semtinde sağlık hizmetlerinin koordinasyonuyla görevli
fizyoloji profesörü Kemal Cenap ile tanıştığını
yazmaktadır.
Dr. Celal Ferdi Kocal Ömrümün 90 Yılından
Bazı Hatıralar adlı kitabında Tıp Fakültesinde fizyoloji
derslerine giren Prof. Dr. Kemal Cenap Berksoy zaman
zaman Balkan Savaşı sırasında Edirne'deki esaret
günlerinden söz ettiğini yazmaktadır.
Biri Kazancıgil ve Hatemi, diğeri Akgün
tarafından hazırlanan iki önemli biyografi denemesinde
de Kemal Cenap Berksoy'un 1912 yılında Edirne'de
olduğu bilgisi mevcuttur.
1876 yılında Üsküdar'da doğan Kemal Cenap
1897 yılında Mekteb-i Tıbbiye'den mezun oldu ve
Fizyoloji Kürsüsü'ne asistan girdi. Şakir Paşa'nın 1909
yılında ölümünden sonra Fizyoloji Kürsüsü başkanı oldu
ve bu görevi kısa bir ara dışında 24 yıl sürdü.
Bilinmeyen bir veya birkaç nedenle 1933
Üniversite Reformu ile kadro dışı kalan Kemal Cenap
yine bilinmeyen nedenlerle kısa bir süre sonra görevine
iade edildi. Söz konusu kısa dönemde Fizyoloji Kürsüsü
direktörlüğüne Prof. Dr. Hans Winterstein getirilmiştir.
Kemal Cenap'ın göreve iadesi sonrasında kürsü ikiye
bölünmüş, Genel Fizyoloji Kürsüsü direktörlüğüne Prof.
Dr. Hans Winterstein,
Beşeri Fizyoloji Kürsüsü
direktörlüğüne Prof. Dr. Kemal Cenap Berksoy
atanmıştır.
K e m a l C e n a p
Berksoy'un sindirim ve
dolaşım sistemi fizyolojisi ile
ilgili önemli çalışmaları
m e v c u t t u r. S e k r e t i n
çalışmaları yoğun ilgi
görmüştür. Atrial Natriüretik
Peptid (ANP) ile ilgili ilk
çalışmalar Kemal Cenap
tarafından “Kalp Hormonu”
adıyla gerçekleştirilmiştir.
Kemal Cenap Berksoy;
Türkçe, tıp dili ve tıp eğitimi ile
de yakından ilgiliydi. Hücre
sözcüğü yerine “Göze”
sözcüğü Kemal Cenap
tarafından önerilmiştir. Hüseyinzade Ali Bey ile birlikte
hazırlamaya başladıkları Tıp Sözlüğü bitirilememiştir.
1932 yılında endokrin sistem fizyolojisi ile ilgili
çalışmaları nedeniyle Hamdi Suat (Aknar) tarafından
Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülü için aday gösterilen
Kemal Cenap daha sonraki yıllarda kendisi aday
gösterici olarak görev yapmıştır.
1943 yılında yaş haddinden emekli olan Kemal
Cenap Berksoy ertesi yıl İstanbul Milletvekili seçilir.
Daha sonra da Yozgat milletvekili seçilen Kemal Cenap
Berksoy 28 Kasım 1949 günü vefat etmiştir.
Uluslararası çalışmalara imza atmış bir fizyoloji
profesörünün Balkan Savaşı gibi önemli bir savaş
sırasında cephedeki en önemli kent olan Edirne'de
sağlık hizmetlerinin koordinasyonu ile görevlendirilmesi
ilginç bir durumdur.
Benzer bir durum Türk fizyoloji tarihinin bir
numaralı ismi Şakir Paşa'nın başına da gelmiştir. Şakir
Paşa (1840-1909); 1892 yılında İran sınırındaki bir
kolera salgınına müdahale edecek sağlık ekibinin
başında söz konusu yöreye gönderilmiştir.
Tıp doktoru da olsa bir fizyolojistin savaş
meydanında sağlık hizmetlerini düzenlemekle ya da uzak
bir yurt köşesindeki bir salgın hastalıkla mücadelede
görevlendirilmesi ilginçtir.
O günlerde, o görevi daha iyi yapacak pek çok
kişi varken Kemal Cenap'ın Balkan Savaşı sırasında
Edirne'de görevlendirilmesinin bir veya birkaç sebebi
olsa gerektir. Söz konusu görevlendirmenin nedeni bir
kıskançlık ya da bir nefret olabileceği gibi Kemal Cenap
Berksoy'un yabancı dil bilmesi de olabilir.
Edirne Eğitim
41
Eğer bir komplo söz konusu ise, bu, Kemal
Cenap'ın başına gelen tek komplo değildir. 1932 yılında
Nobel Tıp ve Fizyoloji Ödülüne aday gösterilen
kişilerden biri olan Kemal Cenap tuhaf bir şekilde 1933
yılında Üniversite Reformu ile kadro dışı bırakılmıştır.
Sarı ve Akgün; Kemal Cenap ve Bahaeddin
Şakir Beylerin Osmanlı Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti
Edirne Sağlık Heyeti üyesi olduklarını ve madalya ile
taltif edildiklerini yazmışlardır. Bahaeddin Şakir'in
Balkan Savaşında Edirne'ye geldiği ve Karaağaçta
Küçük Zabit Mektebini Hilal-i Ahmer Hastanesine
dönüştürdüğü bilinmektedir. Edirne işgal edilince
Dr. Bahaeddin Şakir Cenevre Sözleşmesi hükümlerine
aykırı olarak hapis ve esir edilmiş, Edirne'nin geri
almasından sonra Kızılay hastanesi yeniden faaliyete
başlamıştır.
Kemal Cenap Beyin Kızılay Sağlık Heyetiyle
birlikte gönüllü olarak Edirne'ye gitmesi ve o günlerde
esir düşmüş olması da mümkündür. Birkaç kaynakta söz
edildiği için Balkan Savaşı sırasında Kemal Cenap
Berksoy'un bir süre Edirne'de bulunduğu kesin gibidir.
Sadece bir öğrencisinin hatıralarında söz konusu edilen
Kemal Cenap'ın Edirne'de esareti ve tutukluluğu konusu
yeni bilgi ve belgelere muhtaç gibidir.
KAYNAKLAR:
1. Birbudak TS: Balkan Savaşları'nda Edirne (Yüksek Lisans Tezi), Gazi
Üniversitesi, Ankara, 2008.
2. Bali, N. R: Edirne Muhasarası Sırasında Tutulmuş Bir Günlük I II III IV. Tarih
ve Toplum, S.: 190 191 192 193, Ekim Kasım Aralık 1999 Ocak 2000.
3. Cirilli G: Journal Du Siege D'Andrinople, Paris, 1913.
4. Kocal C F: Ömrümün 90 Yılından Bazı Hatıralar. İstanbul, 1983
5. Kazancıgil A, Hatemi H: Türkiye'de Fizyoloji Bilimi ve Kemal Cenab Berksoy.
Tarih ve Toplum, Cilt VIII, No:51, Mart 1988, s:137-146.
6. Akgün B: Üsküdarlı Bir Hekim: Ord. Prof. Dr. Kemal Cenap Berksoy (18761949). http://www.uskudar.bel.tr/trTR/bilgi/Lists/Sunumlar/Attachments/1436/T74.pdf
7. Yaprak M: Türk Fizyolojisinin Üç Büyükleri. Docere, S:6, s:16-17, 2009.
8. Yaprak M: Hans Winterstein: Turkiye years and social aspects. I. International
Cngress on the Turkish History of Medicine, 20-24 May 2008, Konya.
9.http://nobelprize.org/nobel_prizes/medicine/nomination/nomination.php?act
ion=show&showid=1351
10. Kahya E: Osmanlı İmparatorluğunda Deneysel Fizyolojinin Kuruluşu. OTAM
(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi)
Sayı: 2, 130-40, 1990.
11.Sarı N, Akgün A: 20. Yüzyıl Başlarında Darülfünun Tıp Fakültesi müderris ve
Muallimlerinin Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti İşbirliği ile Savaş Yaralı ve
Göçmenlerine Hizmetleri. 5. Balkan Tıp Tarihi ve Etiği Kongresi (11-15 Ekim
2011) Özet ve Bildiri Kitabı. S: 7-45.
12. Çapa M: Balkan Savaşında Kızılay (Hilal-i Ahmer) Cemiyeti. OTAM(Ankara
Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi) Sayı: 1
Sayfa: 089-115; 1990.
*5. Balkan Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Kongresinde sunulmuştur.
Journal Du Siege D'Andrinople
(Edirne Kuşatması Günlüğü, Gustav Cirilli 1913, Paris)
Ömrümün 90 Yılından Bazı Hatıralar
(Celal Ferdi Kocal)
Edirne Eğitim
42
I. BALKAN HARBİ'NDE EDİRNE SEMALARINDA
BULGAR TAYYARE VE BALONLARI*
Ayşe ZAMACI
Araştırma Görevlisi
Trakya Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
Osmanlı Devleti, 1912 yılı Ekim'inde
başlayan I. Balkan Harbi'ne, askerî ikmal ve
seferberlik konularında oldukça hazırlıksız
yakalanmıştır. Harpten önce kurulan Balkan İttifakı'nı
ciddiye almamıştır. Bu ittifak karşısında kısa zamanda
mağlubiyete uğrayan Osmanlı Ordusu'nun direnişini
beş ay sürdürebildiği Edirne Kalesi, muhasara
boyunca Harbiye Nezareti'nden beklediği tayyare
yardımına bir türlü kavuşamamıştır. Buna karşılık
Bulgar tayyarelerinin Edirne semalarındaki uçuşları,
muhasara sonuna kadar devam etmiştir.
8 Ekim 1912'de Karadağ'ın Osmanlı Devleti'ne
savaş ilan etmesiyle başlayan I. Balkan Harbi'nde1
Osmanlı Devleti Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve
Karadağ ile savaşmak zorunda kalmıştır. Harp, doğu
ve batı olmak üzere iki cephede yapılmış olup doğuda
Bulgarlar'la, batıda ise tüm müttefiklerle savaşılmıştır.
Balkanlı müttefikler, harpten önce her türlü
hazırlıklarını yaptığı halde, Osmanlı Ordusu oldukça
zor şartlar içerisinde bulunuyordu.2 Bölgede görev
yapan yaklaşık 75.000 deneyimli asker terhis edildiği
gibi takviye olarak gönderilen askerler de tecrübe
sahibi değillerdi. Öyle ki Osmanlı askerî gücünün
yalnızca 1/5'i tecrübeli askerlerden oluşurken, geri
kalanı henüz silah altına alınmış acemi erlerdi.
Ordudaki mevcut askerler eğitim ve savunma düzeni
bakımından çok kötü durumda olup itaat, sabır,
dayanıklılık ve cesaret gibi başarının temel şartlarını
oluşturan unsurlar unutulmuştu. Subaylar arasında
görülen siyasî fikir farklılıkları ayrılıklara dönüşerek,
şahsî düşmanlık boyutuna ulaşmıştı. Tüm bu
disiplinsizliklere ilaveten nakliye ve ikmal hususlarında
da büyük bir kargaşa yaşanmıştı.3 Zira Doğu
Ordusu'nun toplanma yeri olarak Kırklareli-Hasköy
seçilmişti. İkmal kaynakları Anadolu'da bulunan bir
ordu için bu kadar uzak bir mesafenin seçilmiş olması,
doğru bir karar sayılamazdı.4
Denizlerde Yunan donanması son Osmanlı adalarını
ele geçirerek Adalar Denizi'nde üstünlük kurdu.
Böylece Osmanlı Doğu Ordusu'nun, Batı Ordusu ve
Makedonya ile bağlantısı kesildi. Hazırlığını
tamamlayamamış olan Doğu Ordusu, daha ilk
taarruzda Bulgarlara yenilerek Vize-Burgaz hattına,
29 Ekim'de aldığı ikinci mağlûbiyet üzerine de
Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kaldı. Balkanlı
müttefiklerin bu kolay ve beklenmeyen başarıları ve
Osmanlı Ordusu'nda yaşanan bozguna rağmen, üç
Osmanlı kalesi düşman işgâline dayanmayı
sürdürüyordu. Bunlar, Karadağ muhasarası altındaki
İşkodra, Yunan muhasarası altındaki Yanya ve Bulgar
muhasarası altındaki Edirne kaleleriydi.
Osmanlı Devleti'nin 1 Ekim 1912'de
seferberlik ilan ettiği haberi, aynı günün akşamı
Edirne Kale Komutanlığı'na ulaşmış ve bir sonraki
gün (2 Ekim 1912) bütün şehre hitaben yayınlanan bir
bildiri ile halka duyurulmuştu. Seferber olma devresi
sonunda Edirne'deki birliklerin mevcudu, 926'sı
subay olmak üzere 50.650 idi. 21 Ekim 1912'de 11.
Piyade Tümeni'nin katılmasından sonra bu sayı
60.139'a ulaştı. Bununla birlikte seferberlik ilanına
kadar yapılması gereken pek çok iş
tamamlanamamıştı. Özellikle Anadolu redif
tümenlerinden gelen ikmal personeli, mesafenin uzak
oluşu, ulaştırma imkân ve araçlarının yetersizliği, sefer
görev pusulalarının yanlış birliklere göre tanzimi gibi
nedenlerle, görev yerlerine çok geç ve güç ulaşabildi.
* Bu makale Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi C. 1, S. 2 (Temmuz 2011)'de
yayımlanmıştır.
1Savaşın nedenleri ve cereyan eden mücadelelerin ayrıntıları ve sonuçları için bkz. :
Mahmud Muhtar Paşa, 3. Kolordu ve 2. Doğu Ordusu'nun Muharebeleri Balkan Savaşı,
İstanbul 2003; Leon Troçki, Balkan Savaşları, (çev. Tansel Güney), İstanbul 1995;
Aram Andonyan, Balkan Savaşı, (çev. Zaven Biberyan), İstanbul 2002;
Gustav von Hochwächter, Balkan Savaşı Günlüğü “Türklerle Cephede”, (çev. Sumru Toydemir),
İstanbul 2008; Stèphane Lauzanne, Uçurumun Kenarındaki Türkiye I. Balkan Savaşı ve
Çekilen Acılar, (çev. Teoman Tunçdoğan), İstanbul 2005; Richard C. Hall, Balkan Savaşları
1912-1913 I. Dünya Savaşı'nın Provası, (çev. M. Tanju Akad), İstanbul 2003;
Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarih (1789-1914), Ankara 1997; Cevdet Küçük,
“Balkan Savaşı”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), C. 5, İstanbul 1992, s. 23-25;
Ahmet Halaçoğlu, “Balkan Savaşları (1912-1913)”, Türkler, C. 13, Ankara 2002, s. 296-307;
Mehmet Okur, “Balkan Savaşları”, Balkanlar El Kitabı, C. 1, Ankara 2006, s. 612-624.
2
1904 yılında Bulgar-Sırp antlaşması ile başlayan Balkanlarda Slav ve Ortodoks halkları bir
birlik etrafında birleştirme fikri, II. Meşrutiyet'in ilanı ile daha belirgin bir hal almıştır.
1911 yılında Bulgar ve Sırplar, Karadağlıları da yanlarına çekmişlerdir. Trablusgarp Savaşı'nın
Osmanlı aleyhine seyir izlemeye başlamasından sonra Mayıs 1912'de birliğe Yunanistan da
katılmıştır. Osmanlı Devleti'ne karşı yapılacak herhangi bir savaşta dört ülke beraber hareket
etme kararı almıştır. Balkan Birliği hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. P. A. Lavrov, Balkanskiy
Soyuz, Serbiya, Peterburg 1913; İ. E. Geşov, Balkanskiy Soyuz, Petrograd 1915
(Kaynakların ilgili yerlerinin tercümesi için Hasan Demiroğlu'na teşekkür ederim).
3
Durmuş Yalçın, Yaşar Akbıyık, D. Ali Akbulut, Mustafa Balcıoğlu, Nuri Köstüklü,
Azmi Süslü, Refik Turan, Cezmi Eraslan, M. Akif Tural, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi,
C. 1, Ankara 2005, s. 59-60, 62.
4
İhsan Ilgar, “Balkanlılar'a Neden Yenildik?”, Hayat Tarih Mecmuası, C. 2, S. 8, İstanbul 1972, s. 45.
Söz konusu şartlar altında Balkanlı
müttefiklerin başarı haberleri çok geçmeden gelmeye
başladı. Osmanlı Batı Ordusu 23-24 Ekim'de
Komanova'da Sırplara yenilerek Manastır'a
çekilirken, 8 Kasım'da Yunan Ordusu Selanik'e girdi.
Edirne Eğitim
43
Almanya'dan bombalarıyla beraber iki tayyare
alınarak bunlar için iki makinistle beraber iki tayyareci
de mukaveleye bağlandı. Böylece toplamda 11
tayyare satın alındı. Dışarıdan alınan tüm bu
tayyarelerin korunması amacıyla Yeşilköy'deki
mektep meydanında iki hangar inşa edildi14.
Osmanlı hava kuvvetlerinin harbin başında
sahip olduğu tayyare sayısı hakkında kaynaklarda
muhtelif rakamlar mevcuttur. Örneğin Balkan
Harbi'ni bizzat kumanda edenlerden biri olan
Mahmud Muhtar Paşa hatıralarında, 1911 yılında
siparişi verilen 17 tayyareden 12 tanesinin harpten
üç-dört ay önce İstanbul'a getirildiğini fakat bunları
sevk ve idare edebilecek subaydan yoksun
bulunduğumuzu ifade eder15. Stuart Kline ise Balkan
Harbi başladığında Osmanlı hava gücünün 17 tayyare
ve iki tecrübeli tayyareciden ibaret olduğunu belirtir16.
Süreyya İlmen de dışarıdan satın alınan ve hediye
edilen tayyarelerle birlikte bu rakamın 17'ye ulaştığını
belirtir17. Başka bir esere göre ise Balkan Harbi
başlarında Osmanlı Ordusu'nda 10 adet çeşitli türde
(Bleriot, REP, Bristol, Harlan) tayyare bulunuyordu.
Yeşilköy'deki Hava Mektebi'nde de dört tayyare vardı.
Bunları kullananlar Türk subayları olmakla birlikte
aralarında Fransız ve Alman tayyareciler de mevcuttu.
9 Ekim'de seferberliğin ilânı ile birlikte Kıta'at-ı
Fenniye Müfettiş-i Umumiliği'ne altı tayyarenin
seferber edilmesi emri geldi. İki tayyareden oluşan
birer takımın doğu ve batı ordularına, diğer takımın da
Edir ne Müstahkem Mevkî'ne gönderilmesi
planlanıyordu18.
21 Ekim'de Bulgarlara taarruz eden Osmanlı
Doğu Ordusu çeşitli sebeplerden19 dolayı mağlup olup
çekilmeye başladığında ilerleyen Bulgarlar kısa sürede
Edirne'yi kuşatarak 29 Ekim'den itibaren Edirne'ye
yoğun topçu ateşine başladılar. Anılan tarihte
Osmanlı kuvvetleri bazı mevzîleri geri alabilmek için
batıya doğru güçlü bir çıkış girişiminde bulundu.
Ancak tayyare ve balon gözlemleriyle yönlendirilen
Bulgar topçusu, bu kuvvetleri tekrar sığınaklarına geri
dönmeye mecbur etti. Hatta bu çıkış Osmanlı
Ordusu'nda 1.200 kişilik bir kayba neden oldu20. Zor
durumda kalan Edirne Kale Kumandanı Şükrü Paşa,
özellikle topçu atışının tanzimi ve düşman mevzîlerine
gerekli keşfin yapılabilmesi için en azından bir
Üstelik gelen askerlerin büyük bir kısmının çıplak
denecek kadar eski ve yırtık elbiseler içinde
bulunması, bunları giydirebilme imkânının kısıtlı
olması, beslenme ve barınma işlerinin yetersizliği,
komutanlıkta büyük moral bozukluğuna yol açtı6.
Acemi ve eğitimsiz oldukları da bilinen bu askerlerin
muhtemel bir kale savunmasında yeterli kuvveti
oluşturamayacakları çok açıktı. Nitekim Bulgar
Ordusu'nun kazandığı galibiyetlerle Osmanlı
Ordusu'nda başlayan gerileme ve bozgun, kısa sürede
Edirne'deki kuvvetlere de sirayet etti ve buradaki
kuvvetler de 25 Ekim günü kaleye çekilmeye başladı.
Bulgar kuvvetlerinin 26 Ekim'de şehri güney ve
güneydoğudan çevirmesinin ardından, Kasım ayı
başlarından itibaren Edirne muhasara altına alındı7.
XX. yüzyılın başlarından itibaren askerî
yönden ehemmiyeti anlaşılan tayyareler, Avrupa
ordularında yeni bir savaş aracı olarak kendini
göstermeye başlamış ve tayyarecilikte büyük bir
inkişâf devresi açılmıştır. 1911 yılı başlarında
ülkelerinde tayyareciliği kurmak ve geliştirmek adına
bir komisyon teşkil eden Bulgarlar, kendi tayyarelerini
üretmek teşebbüsünde bulundukları gibi dışarıya da
tayyare siparişi vermişlerdi. Bu maksatla Fransa'dan
üç tayyare satın almışlardı. Harp esnasında
Bulgarların kaç adet tayyareye sahip olduğu
konusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte bu
rakamın 208 ila 259 arasında değiştiği görülmektedir
(I. Balkan Harbi'nde Bulgarların kullandıkları çeşitli
türden tayyareler ve bunları kullanan havacılar için
bkz. Resim IV, Resim VI, Resim VII, Resim IX ve
Resim X10). Fakat bu rakamların mübalağalı olduğu ve
sadece on adet Bulgar tayyaresinin bulunduğu da
ifade edilmektedir 11 . Bunların dışında Bulgar
Ordusu'nda hava aracı olarak iki adet de balon vardı12.
Aynı yıllarda havacılık konusunda Osmanlı
Devleti'nde de bazı gelişmeler yaşandığı
görülmektedir. Çağın yeniliklerini takip eden ve
tayyarelerin harp alanlarındaki fayda ve lüzumunun
idrakine varan devlet, bu alanda uzman yetiştirme
girişimlerine başlamıştı. Ordudan gönüllü olarak
seçilen subaylar (tayyareciler kara ordusundan,
makinistler de meslekleriyle ilgisinden dolayı deniz
ordusundan tercih edildi) Fransa ve İngiltere'ye tahsil
amacıyla gönderildi13. Fransa'ya iki zabit gönderilmiş
olup bunlar, altı aydan fazla burada kalarak eğitim
gören Yüzbaşı Fesa Efendi ve Mülâzim Kenan Efendi
idi. Bu zabitler yurda dönecekleri sırada Fransa'dan
biri tek kişilik mektep tayyaresi olmak üzere küçük ve
diğeri de iki kişilik askerî nitelikte olmak üzere iki
tayyare, İngiltere'deki Bristol fabrikasından da beş
tayyare satın alındı. Yine aynı fabrikaya iki adet daha
tayyare siparişi verildi. O sıralarda devam eden
Trablusgarp Harbi'nde kullanılmak üzere
8
Yavuz Kansu, Sermet Şensöz, Yılmaz Öztuna, En Eski Çağlardan 1. Dünya Savaşına Kadar
Havacılık Tarihinde Türkler, C. 1, Ankara 1971, s. 130.
9
Mehmet Ali Nüzhet, 1912 Balkan Harbi, (sad. Sadettin Gömeç), Ankara 1987, s. 4
(Yazar burada, pek çok uçak fabrikasının çıkan savaştan yararlanarak ellerinde bulunan eski
model uçakları Bulgarlara sattığını, dolayısıyla bunların çoğunun bakımsız olduğunu belirtir.
Fakat bu bilgi, Bulgarların Balkan Harbi'ne, askerî teçhizata gereken önemi vererek hazırlandıkları
gerçeğini değiştirmez).
10
Resimlerden istifade etmemi sağlayan Bülent Özdemir'e teşekkür ederim.
11
Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 130.
12
Türk Silahlı Kuvvetleri..., s. 41.
13
Avni Okar, Türkiye'de Tayyarecilik (1910-1924), İstanbul 2003, s. 9-10.
14
Süreyya İlmen, Türkiye'de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, İstanbul 1947, s. 110-111.
15
Mahmud Muhtar Paşa, Aynı eser, s. 17.
16
Stuart Kline, Türk Havacılık Kronolojisi, İstanbul 2002, s. 68.
17
S. İlmen, Aynı eser, s. 111.
18
Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 129.
19
Yenilginin en başta gelen sebeplerinden biri, Türk ordusunun seferberliğini tamamlayamadan
savaşa girmesidir. Bunun eksikliğini fazlasıyla hisseden askerler, iaşe ve cephane noksanlığından
dolayı adetâ bir bozgun halinde geri çekilmişlerdir.
20
Richard C. Hall, Aynı eser, s. 55-56.
5
Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C. 1, İstanbul 2005, s. 154.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Osmanlı Devri Balkan Harbi (1912-1913) Edirne Kalesi
Etrafındaki Muharebeler, C. 2, Kıs. 3, Ankara 1993, s. 37, 61-62, 66.
7
Nazmi Çağan, “Balkan Harbinde Edirne”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü
Armağan Kitabı), Ankara 1993, s. 200-201.
6
Edirne Eğitim
44
sahip olabilmek için sarf ettikleri çabalarla ilgili, ileride
sıkça görülmesi muhtemel askerî balonlara karşı
devleti adeta uyarmaktadır. Buna göre, uygun
yükseklikten ve arazi elverdiği takdirde, balonlardan
çıplak gözle 20 km.lik bir alan rahatlıkla
gözlemlenebilmektedir. Dürbün kullanıldığında bu
mesafe 60 km.ye kadar çıkabilmektedir. Mevcut bir
telefon vasıtasıyla, düşmanın muharebe harekâtı ve
mevzîleri, aşağıdaki ordu ve fırka kumandanlarına
ihbar edilebilirdi. Ayrıca müstahkem mevki veya
büyük şehirlerin müdafaasında bulunanlar, muhasara
edenlerin harekâtını gözetleyerek buna göre
muharebe planı hazırlayabilirdi27. Bunlara ek olarak,
balona yerleştirilecek uzun top veya tüfeklerle,
havadan çekilmiş fotoğraflarıyla keşfedilen şehir ve
kaleler, kolayca vurulabilirdi. Avrupa'da yapılan
balonlar günde 1.000km.lik bir mesafeye gidip
gelmekte, 4.000kg. ağırlığında eşya taşıyabilmekte ve
6.000m. kadar yüksekliğe çıkabilmekte idiler28.
Osmanlı Devleti'nin askerî maksatla satın alıp
harp meydanlarında kullanmayı planladığı ilk balon,
yere bir halatla bağlanmak sûretiyle uçurulan sabit
Edirne balonudur29 (Harpten önce uçuş tecrübesi
yapılan balonun resimleri için bkz. Resim XI, Resim
XII, Resim XIII). Bu balon Alman “Parseval Luftfahrt
Flugzeug Gesellschaft” firmasına yaptırılmıştı30. Fakat
muhasara altında iken çok işe yaraması muhtemel
olan Edirne'deki bu balondan istifade edilemedi. Zira
balonu havalandırmaya yetecek kâfi miktarda gaz
bulunmadığı gibi balonu uçuracak personel de
acemiydi31. Yaşanan bu olumsuzluğun halk üzerinde
meydana getirdiği hayal kırıklığını, Edirne'nin
muhasarası esnasında şehirde bulunan Hafız Rakım
Ertür, anılarında şöyle dile getirir: “…Geçen sene
bizim ordumuza sabit balon geldi. Yaz günleri balonu
birkaç defa çıkarıp denediler. Balon subayları geldi.
Baloncu birlikleri kuruldu. Savaşın daha başlangıcında
Bulgarların sabit balonları Batı Cephesi'nde görüldü.
Bizim balonda hiçbir hareket görülmüyordu. Bu hal
birçok dedikodunun çıkmasına neden oldu. Sonunda
bir gün bizim balonumuzu da uçurmaya başladılar. Bir
türlü başarılı olamıyorlardı. Balon 40-50 m.den yukarı
çıkmıyordu. Hâlbuki gerektiğinde birkaç yüz metreye
tayyarenin kaleye gönderilmesi konusunda ısrarlıydı.
Ancak daha önceden planlandığı üzere Yüzbaşı Refik
komutası altında Edirne'ye gönderilen tayyareler,
Bulgar ileri harekâtından dolayı ilerleyememiş ve
trenle yaptıkları yolculuklarını Isparta Kule'de
sonlandırıp çoktan geri dönmüşlerdi. Bu arada hava
mektebine geri sevk edilen tayyareler, yükleme ve
indirme işlemleri esnasında epey hırpalanmıştı. Bu
durumda tayyareler Edirne'ye taşınarak değil uçarak
ulaşabilirlerdi. Fakat Yeşilköy'deki tayyareciler
Edirne-İstanbul arasındaki mesafeyi uçacak kadar
eğitimli değillerdi. Ayrıca tayyarelerin mevcut yakıtla
havada ne kadar süre kalabilecekleri de önceden
tecrübe edilmemişti. Sonunda bu vazife Fransız
Granil'le birlikte Mülâzım-ı Sanî Midhat'a verildi.
Ancak Fransız tayyareci uçuştan sonra kalede mahsur
kalmak veya Bulgarlara esir düşmek endişesiyle
Edirne'ye uçmayı reddetti. Bu hareketi sonucunda
Fransız'ın mukavelesi feshedilerek sınır dışı edildi21.
Anlaşılacağı gibi harp sırasında Edirne
Kalesi'ne, planlandığı halde, tayyare gönderilemedi.
Kaledeki tek hava aracı, 27 Haziran 1912'de şehre
getirilen 750 m³lük sabit, balondu22. XVIII. yy.
sonlarında Fransız Mongolfiye kardeşler23 tarafından
icat edilen balon ve bundan sonra Avrupa'da sık sık
görülen balon uçuşlarının, çok geçmeden Osmanlı
Devleti'nde de yapıldığını bilmekteyiz. İstanbul'da ilk
balon uçuşunun 1785 yılında yapıldığına dair bilgiler
vardır. Ayrıca Napolyon'un Mısır'ı işgali sırasında
(1798) Kahire'de bir uçuş gerçekleştirilmişti. II.
Meşrutiyet Dönemi'ne kadar İstanbul'da çeşitli
tarihlerde birkaç balon gösterisi daha yapılmıştı. 1801
ve 1802 yıllarında, Mühendishane-i Berr-i Hümayun
halifelerinden mühtedî Selim Efendi, toplamda üç
balon uçuşu gerçekleştirmişti. 1844 yılında Bolognalı
Antonio Comaschi, saray ve devlet erkânının da
bulunduğu kalabalık bir halk kitlesi önünde gösteri
yapmıştı. II. Meşrutiyet'ten sonra 1909 yılında,
İstanbul'da Fransız baloncu Ernest Barbotte
tarafından balonla gösteri uçuşları sergilenmişti. Tüm
bu girişimlerden, Osmanlılar'da balonun sadece bir
gösteri ve eğlence unsuru olarak kabul edildiği ve
tayyareler kadar ilgi çekemediği açıkça
anlaşılmaktadır24. Osmanlıların ilk tayyarelerini
icadından dokuz yıl sonra 1912 yılında almalarına
karşılık, ilk balonlarını icadından 126 yıl sonra almış
olmaları, bu durumun bir kanıtıdır25.
Esasında muharebeler esnasında kullanılan
sabit balonlardan oldukça faydalanmak mümkündü.
Bu balonlar uygun yükseklikten çektikleri fotoğraflar
ve verdikleri işaretlerle düşmanı keşif ve gözlem
hususunda, orduya kayda değer bilgiler
sağlayabilirlerdi. Bu konuda Osmanlı Devleti'ne
değişik tarihlerde gönderilmiş raporlar26, Avrupa'da
yaşanan teknik gelişmeler, balonlarla yapılan
denemeler ve Avrupalı devletlerin bu yeni harp aletine
21
Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 129, 132-133; S. İlmen, Aynı eser, s. 112; Bülent Yılmazer,
“Balkan Harbi'nde Hava Gücü, Askerî Havacılıkta Perdenin Açılışı”, Dokuzuncu Askerî Tarih
Semineri Bildirileri, C. 2, Ankara 2006, s. 241-242.
22
Edirne Kalesi için son derece lüzumlu olan bu balonun bedeli olan 185.589 Mark, 1324
(1906-1907) senesi fevkalade bütçesine dahil edildiği halde, alımı gerçekleşememişti.
Satın alma işlemini hızlandırmak isteyen Harbiye Nezareti ise söz konusu bedelin bu kez
1326 (1908-1909) senesi fevkalade bütçesinden ödenmesini istemekteydi.
(BOA, BEO, 3759/281907; BOA, BEO, 3762/282144). 1911 yılında ise Avrupa'dan
(Almanya'dan) satın alınan ve Osmanlı Devleti'ne sevk edilmek üzere hazır bekletilen balon,
devletin o sıralarda içinde bulunduğu ekonomik dar boğaz nedeniyle, tahsis edilen parası
maliyeden bir türlü ödenmediği için yine alınamamıştı. Nihayet bu görev Erkân-ı harbiye
miralaylarından Süreyya Bey'e verilmiş ve o da yaptığı girişimler sonucunda gereken parayı
bir-iki gün içerisinde maliyeden almayı başararak balonun yurda gelmesine vesile olmuştur.
(S. İlmen, Aynı eser, s. 20-21).
23
Ayrıntılı bilgi için bakınız: M. Z., “Balonu İhtira Eden Mongolfiye Kardeşler”,
Resimli Tarih Mecmuası, C. 4, S. 45, İstanbul Eylül 1953, s. 2588-2590.
24
Mustafa Kaçar, “Osmanlılar'da Havacılık”, Osmanlı, C. 8, Ankara 1999, s. 699-700.
25
Kahraman Şakul, “Osmanlı'da Balonlar ve Balonculuk, Gökten Çadır Düştü!”,
Toplumsal Tarih, C. 19, S. 117, İstanbul Eylül 2003, s. 33.
26
BOA, Y. PRK. AZJ., 15/16; BOA, Y. PRK. ASK., 254/8.
27
BOA, Y. PRK. AZJ., 15/16.
28
BOA, Y. PRK. ASK., 254/8.
29
Rezzan Ünalp, “Hava Kuvvetlerinin Tarihî Gelişimi”, Yedinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri
(Sunulmayan Bildiriler), C. 2, Ankara 2001, s. 294.
30
Zafer Orbay, Türkiye'de Havacılık ve Uçak Yapımı, İstanbul 2009, s. 20-21.
31
Yavuz Kansu vd., Aynı eser, s. 129, 132.
Edirne Eğitim
45
dövmeye başlıyordu34.
çıkacak, düşmanı keşfetmeye
çalışacaktı. Mesela Doğu
Aslında Bulgarların
Cephesi'ne götürülecek, oradan
hava u çu ş ve g özlemleri
birkaç yüz metre havaya çıkıp
hususunda gösterdikleri bu
şehri bombardıman eden
performans, tesadüf değildi. Zira
topların yerlerini keşfedecek,
onların havacılık konusundaki
telefonla aşağıya haber verecek.
gelişmeleri takip etmeye
Topçular ateş edecekler,
başlamaları, harbin
mer milerin ileri ve geri
başlamasından beş yıl öncesine
düştüğünü gözetleyip yine haber
kadar gitmektedir. 28 Mart 1323
verecekler. Kısa topların yerini
(10 Nisan 1907) tarihli bir
bizim toplara bulduracaktı. İşte,
belgeye 35 göre, Bulgaristan
bunların hiçbirisi olmadı. Doğru
Fransa'dan satın aldığı balon
dürüst balonu uçuramadılar.
takımları ile askerî hava gücünü
İşittiğime göre, balonun
oluşturmaya başlamıştır. Ayrıca
içerisine doldurulmak üzere bir
Bulgar neşriyatından alınan
defalık gaz varmış. Kale çabuk
bilgiye göre, Bulgar zabitleri
kuşatıldığı için, balona gelecek
tahsillerini ilerletmek için bundan
olan gaz İstanbul'da kalmış imiş.
sonra Fransa'ya gidecek ve
Kale, sabit balondan hiç
burada her türlü askerî kıta ve
faydalanamadı. Bulgarlar ise
tesislere kabul edilebileceklerdir.
önce Batı Cephesi'ne, sonra
Yine aynı belgeye göre, yapılan
Doğu Cephesi'ne geçirdikleri
bir tatbikatta obüs bataryasından
sabit balonları ile belki şehrin
açılan ateşle, altı-yedi km.
fotoğraflarını bile
mesafeden, 300 m. yükseklikteki
32
a l ı y o r l a r d ı … ” . E d i r n e Edirne'nin doğusunu gözetlemek için kullanılan Bulgar istihbarat balonu.
balonların vurulabildiği
Kalesi'ndeki sabit balon
g ö z l e n m i ş t i r. D o l a y ı s ı y l a
muharebede faydalı herhangi
Osmanlı Ordusu'ndaki muhasara
bir faaliyet gösterememişse de, gökyüzüne doğru az
askerlerinin kullandıkları ateşli silahlar ile şimdiden
da olsa yükselmesi, muhasara boyunca dışarıdan
balonlar aleyhine atış tecrübelerine başlamaları ve bu
beklediği yardımı bir türlü göremeyen ve hayal kırıklığı
türden atışlara alıştırılmaları, Berlin sefareti
yaşayan Türk askerinin ruhunda meydana gelen
ataşemiliteri Erkân-ı harbiye miralaylarından Nazif
33
boşluğu biraz olsun telafi edebilmişti .
Bey tarafından tavsiye edilmektedir. Bu belge,
Bulgarlar tarafından gelecekte muhasara edilecek
Osmanlı Devleti cephesinde sabit balondan
Edirne kale savunucularının yaşayacakları tecrübeleri,
beklenen fayda sağlanamamasına rağmen, Bulgarlar
adeta önceden bilircesine bir uyarı niteliği
Edirne semalarındaki hava keşiflerine harbin
taşımaktadır.
başlamasını müteakip hemen başladılar. Bulgarlara ait
ilk balon 16 Teşrîn-i evvel 1328 (29 Ekim 1912) Salı
Bulgar Ordusu'nun balon ve tayyarelerden
günü görüldü (Edirne'yi gözetlemek için kullanılan
keşif vasıtası olarak yararlandığını, Bulgar İkinci Ordu
Bulgar istihbarat balonu için bkz. Resim VIII). Henüz
Komutanı General İvanof'un ifadelerinde de bulmak
20 m. kadar havalanan balon, topçu ateşine maruz
mümkündür. General İvanof kaleme aldığı eserinde
bırakıldığından derhal indirildi. İkinci kez
Bulgarların hava keşiflerini “…Bugün tayyareler iki
havalanmaya başlayan balon, ateş açılarak tekrar yere
uçuş yaptı, fakat bir şey keşfedemediler; yalnız
indirildi. Yine aynı gün Bulgarlara ait bir tayyarenin
Kadınköy arkasında bulunan ve hurucu yapan askerin
Tunca Nehri doğusundan gelerek Kadıköy ve
takriben birer tabur kuvvetinde 18 grup olduğu, Uruş
Yıldızköy cihetine yöneldiği tespit edildi (Keşif uçuşu
karşısındakilerin daha az olduğu ve her ikisinin
yapan Bulgar tayyareleri için bkz. Resim I). Tayyareyi
kuvvetli kale ve sahra topçusu himayesinde olduğu
hedef alan yoğun Osmanlı piyade ateşi, hem israf ve
anlaşılmıştır… Yarın tayyareler bomba atmak
kargaşalığın önünü alabilmek hem de tayyarenin
suretiyle bir keşif daha yapacaklar ve belki de
Osmanlı Devleti'ne ait olabileceği ihtimaline karşılık
Edirne'de ne bulunduğunu daha hakikî surette
susturuldu. I.Balkan Harbi'nde kurmay binbaşı
keşfetmek mümkün olacaktır…”, “…Alınan esirlerin
rütbesiyle Edirne Müstahkem Mevkî Kumandanlığı'na
verdiği malûmat da birbirine zıttı. Tayyarelerle
bağlı Onuncu Fırka'nın kurmay başkanı olan Kâzım
düşmana dair malûmat alınıyorsa da teşkilat itibariyle
(Karabekir) Bey'in bildirdiğine göre, balon ve tayyare
adedi ve bilhassa hangi kıtaların Edirne'de
keşiflerinden sonra, düşmanın cephe ve yanlardaki
bulunduğuna dair şimdiye kadar malûmat yoktu.”,
kuvvetleri artış gösteriyor ve Bulgar Ordusu taarruza
“…Yıldırım mahallesi şarkında ve Tunca Nehri
kalkıyordu. Obüs bataryaları ile düşman topçusu da
köprüleri civarında da yangın olduğu balon
faaliyete başlayarak Onuncu Fırka Karargâhı'nı
tarassutundan anlaşılmıştır…”, “…Bugün öğleden
evvel Edirne üzerinde iki tayyaremiz uçmuştur. Bunlar
Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından Balkan Savaşı'nda Edirne Savunması Günleri,
(haz. Ratip Kazancıgil), Kırklareli 1986, s. 71-72.
iki bomba ile üç paket beyanname atmaya muvaffak
Raif Necdet Kestelli, Osmanlı İmparatorluğu'nun Batışı (Ufûl) Edirne Savunması,
36
(yay. haz. Veliye Özdemir), İstanbul 2001, s. 25.
olmuşlardır… ” şeklinde açıklamıştır. Bu satırlar,
32
33
34
35
Kâzım Karabekir, Edirne Hatıraları, (yay. haz. Ziver Öktem), İstanbul 2009, s. 83-85.
BOA, Y. PRK. ASK., 245/59.
Edirne Eğitim
46
Bulgar tayyarelerinin
“İlân
kale savunucularının
1. Bulgarların tayyare
mevzîlerini ve şehirde
vasıtasıyla öteye beriye
meydana gelen
beyannâme attıkları
değişiklikleri gözetleyip
görüldü.
takip ettiklerini, ayrıca
2.Mezkûr beyannâmedeki
tayyarelerden şehri
yalanlara inanılmaması
bombaladıklarının bir
için mevki-i müstahkem,
ispatı niteliğindedir.
Rumeli malûmatını ahaliye
Yaşanan yoğun
ilan eder.
bombardımanlar
3.Seyyar ordumuz kemâl-i
neticesinde şehrin
intizam ile muharebe-i
muhtelif semtlerinde
Edirne'de uçurulan bağlı tarassut balonumuz.
kahramanesine devam
çıkan yangınlar, pek çok
etmektedir.
insanın hayatını,
yakınlarını, evini veya dükkanlarını kaybetmesine
4.Ordumuzun Kırkkilise ve Lüleburgaz havalisine
sebep oldu. Yangınlar itfaiye ekiplerinin gösterdiği
çekilmesi
sırf askerî planımız iktizasındandır.
büyük fedakârlıklar sonucu söndürülebildi37. Şükrü
5.Kumanova ve havalisinde perişan olan Sırp ve
Paşa, Bulgar tayyarelerini yanıltmak için Batı
Bulgar ordusu artık başını kaldıramaz bir haldedir.
Cephesi'nde Palahor Deresi yakınlarında boş çadırlar
kurdurarak burada sahte bir ordugâh oluşturmuştu.
6.Bi-inayetilillah an-karîb kahraman ordumuz
Fakat bombardımanlardan bunalan halk, “Şükrü Paşa
karşısında sırtını çevirecek olan düşmanın hâlini
bize çadır kurdurmuş” diyerek şehirdeki evlerini terk
yakında
öğrenirsiniz.
etmiş ve boş çadırları işgal etmişti38. Bulgarlar Edirne
7.Kalemiz bin top değil on binlerce top ve yüz
muhasarasında kullandıkları hava araçlarıyla yalnız
binlerce askere karşı koyacak ve aylarca müdafaa
şehri gözetleyip bombalamakla yetinmeyip
edebilecek bir hâldedir.
tayyarelerden Edirne halkının üzerine bildiriler de
atmışlardır. Bunlar genellikle propaganda maksatlı
8.Kalemiz her türlü taarruz ve hasardan masundur.
broşürler olup askerleri ve halkı teslim olmaya ikna
9.Bulgar beyannâmelerine veya sair işâat-ı bedamacı taşıyordu. Muhasara boyunca görülecek olan
hâhâneye
kanılarak telaşa mahal yoktur. Zalim
bildirilerde şunlar yazılıydı: “Ey Müslümanlar, ey iyi
Bulgarların
yaktıkları İslâm köylerinin dumanlarını,
insanlar! Biz sizinle değil, fena hükümetinizle harp
kestikleri
İslâm
kadın ve ihtiyarlarının kanlarını,
ediyoruz. Maksadımız kan dökmek değil, sizi zalim bir
ahalinin
ekserisi
gözleriyle
görmüşlerdir.
idarenin elinden kurtarmaktır. Komşularınız dört
taraftan memleketinizi sardı. Kırkkilise, Babaeski,
10.Kan dökmek isteyenler bunun ne kadar pahalıya
Lüleburgaz, Dimetoka, Üsküp, Priştine, Nevrekop,
mal olduğunu inâyet-i hak ile az zaman sonra
Kumanova ve diğer çeşitli memleketler tamamen
öğreneceklerdir.
zaptedildi. Edirne tamamen kuşatılmış ve İstanbul ile
11.Mevki-i müstahkem ahâliden sükûnet ve metânet
ulaşımı kesilmiştir. Emin olunuz ki Edirne'ye imdat
ile
sabır ve tahammül bekler.
gelmesi ihtimali kesinlikle yoktur. Onun için boşuna
Edirne Mevki-i Müstahkem Kumandanı
kan dökmek hiç uygun değildir. Edirne'nin etrafında
40
Ferik Mehmet Şükrü”
tam bin topumuz var. Eğer teslim olmazsanız Edirne
mezar ve harabe olacaktır…39”
Bulgar tayyarelerinin havadaki görüntüsü ve
Bulgarların attıkları bildirilerle gerek Edirne
motorlarından çıkan korkunç ses, o ana kadar
halkının gerekse Türk askerinin maneviyatını kırmayı,
hayatlarında hiç tayyare görmemiş olan Edirne ahâlisi
her iki tarafta endişe, panik ve ümitsizlik havası
üzerinde büyük bir tesir uyandırdı. Edirne
estirmeyi planladığı apaçık ortadadır. Her ne kadar bu
muhasarasını bizzat yaşayan ve yaşadıklarını günü
bildiriler bazı gerçekleri ifade ediyor olsa da, hiç kimse
gününe kaydeden Dağdevirenzâde Mustafa Şevket
kalenin teslimini aklından geçirmiyordu. Buna karşılık
Bey, anılarında bu olayı şöyle tasvir eder: “18 Teşrîn-i
Müstahkem Mevki Kumandanı Şükrü Paşa, halkın ve
evvel 1328 (31 Ekim 1912): Bugün öğleden sonra,
askerin moralini yüksek tutabilmek için, 19 Teşrîn-i
şehir halkı garip bir olay karşısında titredi. Düşmanın
evvel 1328 (1 Kasım 1912) tarihli karşı bir bildiri
bir uçağı, şehrimizin üstünden geçti. Pervanesinin
yayınlamayı uygun gördü:
çıkardığı acayip sesle, halkın çoğunluğu ilk defa
duyduğu için, bütün kalpleri bir heyecan sardı. Birçok
N. İvanof, Balkan Harbi [1912-1913] 2. Ordunun Harekâtı,
Edirne Kalesinin Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev. M. Murat), C. 1, İstanbul 1937,
bildiri attı. Herkes gökyüzünde dolaşan uçağa
s. 77, 86, 210, 212.
bakıyordu. Halk tarafından top tüfek atıldıysa da41,
Bekir Sıtkı Baykal, “Edirne'nin Uğramış Olduğu İstilâlar”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü
Armağan Kitabı), Ankara 1933, s. 188-189.
isabet ettirilemedi…”42. Bulgar tayyaresinin şehrin
Türk Silahlı Kuvvetleri…, s. 274.
36
37
38
39
40
R. N. Kestelli, Aynı eser, s. 22; K. Karabekir, Aynı eser, s. 89-90.
K. Karabekir, Aynı eser, s. 90-91.
41
Söz konusu tayyareye kaleden de epeyce ateş edilmiş, bir şarapnel tayyarenin pek yakınında
patlamıştı. Mütarekede haber alındığına göre o zaman isabet alan bu tayyarenin bir kanadı kırılmış,
tayyarecisi de telef olmuştu (K. Karabekir, Aynı eser, s. 89).
42
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları,
(çev. Ratip Kazancıgil-Nilüfer Gökçe), Edirne 2005, s. 163.
Edirne Eğitim
47
halkına bildiri atmaya devam ettiler49. 17 Teşrîn-i sânî
1328 tarihli, Taş Ocakları Mevkî'ne attıkları bildirinin
örneği de şu şekildedir: “Edirne'deki Osmanlı
askerine, ey Osmanlı askeri; çoktan beri kuşatılma
altında bulunduğunuz için, Edirne istihkâmları dışında
ne gibi şeyler olduğunu doğal olarak bilmiyorsunuz.
Paşalarınız, büyük subaylarınız bunu size söylemezler.
Çünkü her şeyi size anlatırlarsa, o zaman belki
kendilerini kurşuna dizersiniz. Hâlbuki Trakya'nın
işleri pek fena bir halde bulunuyor. İstanbul'dan başka,
Osmanlı Avrupası ile Trakya'nın seri ateşli topları
Balkan Hükümetleri eline düştü. Topsuz, tüfeksiz
olarak İstanbul'a kaçanlar, Osmanlı askerlerinin
arasında her gün binlerce asker koleradan, tifodan
ölüyorlar. İstanbul'da en önemli noktalar, Avrupa
büyük devletleri denizcileri tarafından işgal edilip,
karantina konmuştur. Demek ki şimdi yalnız Edirne
kaldı. Edirne'ye de hiçbir yerden yardım gelmez. Ne
zamansa o da düşecek. Fakat o zamana kadar kim bilir
kaç kişi açlıktan, kurşunlardan, hastalıktan ölüp
gidecektir. Eğer şimdi teslim olursanız, hem askerî
şerefe uyan koşullar altında kabul olur, hem de
gereksiz yere kan dökülmez. Aksi takdirde, hiçbir
vakit çoluğunuzu, çocuğunuzu, babanızı, ananızı
göremeyeceksiniz. Son defa olmak üzere size ihtar
olunur. Bulgar savaş askerleri”50. 24 Kânûn-i sânî
1328 tarihli Fransızca ve Bulgarca bildirinin meali ise
bütün Rumeli şehirlerinin müttefiklerin eline geçtiği,
sıranın Edirne, Yanya ve İşkodra'ya geldiği, Osmanlı
Ordusu'nun Çatalca'da birbirini boğazladığı, harbin
sona erdiği ve Türkiye'nin boyun eğdiği şeklinde olup
Edirne savunucularının müstahkem mevkîdeki
komutanlara karşı ayaklanıp onları öldürmesini,
sonrasında ise Bulgarlara teslim olmasını
istemekteydi51.
semalarında ilk kez görünmesiyle ilgili olarak, Balkan
Harbi esnasında Edirne'de redif taburu kumandanlığı
yapan Raif Necdet'in hatıralarında da şu satırlar yer
almaktadır: “18 Teşrîn-i evvel. Bugün ilk defa olarak
havada bir düşman (Bulgar) tayyaresi gözüktü.
Tayyare, kanatlı bir yılan şeklinde, uğursuz ve zehirli
ıslıklar çalarak, esrarengiz vızıltılarla Edirne'ye doğru
uçtu, şehrin sinesine beyaz kağıtlar kustu.”43
17 Kasım 1912 günü Edirne semalarında
yeniden görülen Bulgar tayyaresi, kalede bulunan iki
uçaksavar topu ile vurulmaya çalışıldıysa da bir sonuç
elde edilemedi. Bu durumun asker üzerindeki menfî
etkisini, Hafız Rakım Efendi şöyle kaleme almıştır:
“…Uçak ufuklara karışarak kaybolup gitti. Uçakların
gezmesi askerin moralini bozuyordu. Ne olurdu, savaş
devam ettiği süre içinde, bizim o kadar para yardımları
yaparak aldığımız bir uçak da Edirne Kalesi'ne gelse
idi. Ordunun morali daha çok artacaktı…”44
Burada Hafız Rakım Efendi, Donanma
Cemiyeti'nin45 ülke havacılığına katkı sağlamak
maksadıyla, toplumsal yardımlaşmayı da teşvik
ederek başlattığı, “tayyare ianesi” kampanyası
dahilinde, halktan toplanan para yardımlarına atıf
yapmaktadır. İlk kez Harbiye Nazırı Mahmut Şevket
Paşa tarafından gündeme getirilen askerî
tayyareciliğe ilişkin kanun teklifi ve bir tayyarecilik
okulu kurulması düşüncesi, bütçede para olmaması
nedeniyle, kaynağın bağışlar yoluyla sağlanması
faaliyetine dönüştü. Bu bağış kampanyasına öncülük
eden Mahmut Şevket Paşa, 25 lira ve altı ay boyunca
maaşının ¼'inin kesilmesiyle oluşacak 37.5 lirayı
bağışladı. Sultan Mehmed Reşad, bir tayyare alacak
para verdi. Mısırlı Prens Celaleddin, bir Deperdüssin
marka uçak hediye etti. Süreyya İlmen'in babası
Serasker Rıza Paşa da bir Bleriot uçak aldı46.
Söz konusu yardım kampanyasına pek çok
vilayet de katılmış ve Ordu-yu Hümayun namına satın
alınacak tayyareler için devlete nakdî yardımda
bulunmuşlardır. Daha Balkan Harbi başlamadan evvel
gerçekleştirilen bu kampanyaya, Edirne Vilayeti'nin
5.255 kuruş yardım taahhüdünde bulunduğunu
görüyoruz47. Fakat vilayetteki polis memurlarının
maaşlarından kesinti şeklinde toplanan yardım ancak
4.146 kuruşa ulaşabilmişti. Toplanan meblağ da 17
Temmuz 1328 (30 Temmuz 1912) tarihli belgeye
göre, Donanma Cemiyeti'ne takdim edilmek üzere
posta yoluyla gönderilmişti48.
Aslında Bulgar askerleri Edirne civarında
girdikleri her Türk yerleşimini yakıp yıktıkları ve
Müslüman ahâliyi akla hayale gelmeyen işkence
metotlarıyla katlettikleri halde, gerçeği bu asılsız
propaganda broşürleriyle gizlemeye çalışıyordu52.
Amaçları, Edirne savunmasının boşuna ve faydasız
olduğu fikrini Edirnelilere dayatmak, halk arasında
korku, panik ve dehşet havası uyandırarak
düşündüklerinden daha uzun süren kale muhasarasını
en kısa zamanda sona erdirebilmekti. Edirne Kale
Kumandanı Şükrü Paşa ise bu bildirileri yalanlamak ve
halkın kırılmaya yüz tutan maneviyatını yükseltmek
amacıyla karşı bildiriler yayınlıyordu53.
Bulgar tayyareleri 17 Teşrîn-i sânî 1328 (30
Kasım 1912) ve 24 Kânûn-ı sânî 1328 (6 Şubat
1913) tarihlerinde Edirne semalarında uçarak, şehir
Edirneliler, muhasara öncesinde ve sırasında
bekledikleri tayyareye maalesef kavuşamadılar.
Bunda Osmanlı Ordusu'nun ikmal kaynaklarının
49
K. Karabekir, Aynı eser, s. 135, 167.
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, s. 175-176.
K. Karabekir, Aynı eser, s. 167; Türk Silahlı Kuvvetleri..., s. 274.
52
Yaşanan Bulgar zulmünün ayrıntıları bkz. İlker Alp, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezâlimi
(1878-1989), Ankara 1990; Pierre Loti, “Balkan Savaşı Sırasında Akıllara Durgunluk Veren
Bulgar Mezalimi”, Hayat Tarih Mecmuası, C. 1, S. 2, İstanbul 1965, s. 18-25; İlker Alp,
“Balkan Savaşları Esnasındaki Bulgar Mezâliminin Türkler ve Gayrimüslim Azınlıklar Tarafından
Tel'îni", Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 26, Nisan 1987, s. 44-53; İlker Alp,
"Balkan Harbi ve Bulgar Mezâlimi ile İlgili Edirne Müzesi'nde Bulunan Birkaç Hatıra",
Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 5, Mayıs 1987, s. 51-52; Ahmet Halaçoğlu, “Bulgar Mezâlimi”,
Türkler, C. 13, Ankara 2002, s. 311-312; Nuri Köstüklü, “Türk Arşiv Belgelerine Göre Balkan
Savaşı Sırasında Bulgarların Edirne Vilayetinde Yaptıkları Mezalim ve Yerli Rum Halkın Tepkisi”,
Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları
Dergisi, S. 1, Bahar 2005, s. 115-128.
53
Yüzbaşı Nâci, Balkan Harbinde Edirne Muhasarasına Ait Harb Ceridesi, İstanbul 1926, s. 39.
43
R. N. Kestelli, Aynı eser, s. 22.
Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından…, s. 45.
45
Cemiyetin tam adı; Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti'dir. Osmanlı ordusuna
kuvvetli bir donanma kazandırmak arzusundan doğan ve 1909 yılında kurulan Donanmayı
Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti, kısa zaman sonra ordu için bir tayyare filosu kurma
teşebbüslerinde bulunmaya başlamıştır. Cemiyetin 1912 senesine kadar uzanan bu teşebbüsleri
sonucu, farklı zamanlarda halktan ve hatta padişahtan toplanan “tayyare ianesi”, yurt dışından
tayyare satın alınması maksadıyla Harbiye Nezareti'ne teslim edilmiştir. Faaliyetlerine
I. Dünya Savaşı esnasında da devam eden cemiyet, her ne kadar amaçladığı gibi bir tayyare
fabrikası açmayı başaramadıysa da, Cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte kurulan
Türk Tayyare Cemiyeti'nin temellerini oluşturmuştur (Selahittin Özçelik, Donanma-yı
Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti, Ankara 2000, s. 176-178).
46
S. Kline, Aynı eser, s. 60.
47
BOA, DH.EUM.THR., 77/68 (24 Cemaziyelevvel 1330 / 10 Haziran 1912 tarihli tahrirat).
48
BOA, DH. EUM. THR., 80/5.
50
44
51
Edirne Eğitim
48
yetersizliği son derece etkili oldu. Muhasara esnasında
Bulgarların iki kaptif balonu zaman zaman Batı
Cephesi'nde Enes Köyü, Döllük ve Doğu
Cephesi'nde Güneş çiftliği ve Demirhanlı civarlarında
kendilerini gösterdiler. Osmanlı tarafında herhangi bir
hava aracı yokken düşman tayyareleri uzaklardan
havalanıp kalenin en gizli yerlerini dahi göz hapsinde
tutabilmekteydi. Başkomutanlığın, kaleye bir tayyare
gönderilmesi talepleri ise her seferinde boş vaatlerle
oyalanıyordu54. Ancak Edirneliler hiçbir zaman
gelmeyecek olan tayyareyi hasretle beklemeye devam
ettiler. Şehirde, kolordulardan bir tayyarenin geleceği
söylentisi de eksik olmuyordu. Yine böyle bir gün ahali
birbirine tayyarenin geldiği müjdesini vermeye
başladığı gibi polisler de kahveleri gezerek beklenen
tayyarenin gelişini halka duyurdular. Fakat bu umutlu
bekleyişten kısa bir zaman sonra hakikat anlaşıldı.
Gelen tayyare Türklere değil Bulgarlara aitti ve
tayyareyi kullanan Rus tayyareci yolunu şaşırarak
Mustafapaşa Kasabası yerine Edirne'de Hacılarezanı
Mevkî'ne inmişti. 8 Şubat 1328 (21 Şubat 1913)
günü yaşanan bu olaydan sonra gönüllü Rus tayyareci
harp esiri sayıldı ve tayyare de balon hangarına
alındı55. Nikolayef ismindeki bu Rus tayyarecinin
posta taşıdığı ve Malkara yönünden geldiği anlaşıldı56.
Ayrıca Bulgar Ordusu'nda sözleşmeli çalışan Rusların
(Bulgar Ordusu'nda görev alan Rus havacılar için bkz.
Resim III ve Resim V) yanı sıra Fransız ve İtalyan
tayyarecilerin de bulunduğu, yapılacak barışın
Edirne'ye bağlı bulunduğu, Edirne'de çekilen yiyecek
sıkıntısının Bulgarlarca bilindiği, yine Nikolayef'in
ifadesinden anlaşıldı57. İlerleyen zamanda esir Rus
tayyarecisinin Edirne'deki balon müfrezesine58, düşen
tayyareyi kullanmayı öğretebileceği düşünüldü. Ancak
tayyarenin motorunda meydana gelen arızayı tamir
edecek kimse olmadığından bundan da vazgeçildi59.
Yani Bulgar tayyaresi ve onun esir tayyarecisinden de
istifade etmek mümkün olmadı.
tayyarenin burada sürekli görev yapmasını sağlayacak
yakıt, yedek parça ve teknik eleman gibi lojistik
desteğe de ihtiyaç vardı. Ancak yokluklarla ve açlıkla
mücadele eden muhasara altındaki Edirne'de, bu tür
imkânlardan söz etmek pek de mümkün değildi62.
Nitekim 22 Şubat'tan itibaren tipi şeklinde yağmaya
başlayan kar, Edirne'ye gönderilecek olan tayyarenin
Gelibolu'da hasara uğramasına neden oldu. Bunun
üzerine tayyare onarım maksadıyla 6 Mart'ta
İstanbul'a sevk edildi. Dolayısıyla gelecek tayyareden
umut iyice kesilmiş oldu63.
Balkan Harbi esnasında pek bir varlık
gösteremeyen Osmanlı tayyarecileri, sadece bazı keşif
faaliyetlerinde başarılı olabilmişlerdir. Bunlardan, 17
Mart 1913 tarihinde Çatalca hattındaki Bulgar
mevzîlerinin keşfini yapan Yüzbaşı Fesa Bey, Onuncu
Kolordu Komutanlığı'nca on altın ile
64
mükâfâtlandırılmıştır .
SONUÇ
I.Balkan Harbi'nde Bulgarlar, muhasara
altındaki Edirne'yi gözetleme balonları ve tayyarelerle
sürekli gözetim altında tutmayı başardılar. Gerek
Edirne'yi müdafaa edenleri yıldırmak ve gerekse
onlara daha fazla baskı yapmak için tayyareleriyle
şehre sürekli bildiri attılar. Bu bildirilerde zaferlerinin
methiyelerini yaparak Osmanlı Ordusu'nun üst üste
uğradığı yenilgileri, kaybedilen kadîm Türk şehirlerini,
ordunun ve direnen halkın perişan ve sefil halini
vurgulayan Bulgarlar, böylece Edirne ahâlisinin direnme
gücünü kırmayı ve teslim sürecini hızlandırmayı
hedeflediler. Bulgar tayyarelerinin havadan
gerçekleştirdiği bu psikolojik harp, harbin ilk safhasında
başlayıp mütarekeden65 sonra da aralıksız olarak devam
etti. Yine tayyareler vasıtasıyla şehrin fotoğraflarını
çekerek saldırı planlarını ve topçularının atışlarını
ellerindeki fotoğraflara göre ayarladılar. Bunların dışında
tayyarelerle şehri havadan bombalayarak Edirne halkını
dehşete düşürdükleri gibi aynı zamanda Avrupa'ya
psikolojik bombardıman tecavüzü ve hava
bombardımanı kavramlarını da tanıttılar66. Bulgar
Ordusu'nun tayyareleri askerî anlamda oldukça etkin bir
şekilde kullanmasına karşılık, Osmanlı Ordusu'nun tüm
bu imkânlardan mahrum olduğunu görüyoruz. Zira bu
dönemde Türk havacılığı kuruluş aşamasındadır. Harbin
başlangıcından itibaren Harbiye Nezareti'nden talep
edilen fakat bir türlü kaleye ulaşmayan tayyareler,
Edirne'deki halk ve asker arasında bir umutsuzluk
kaynağı oldu. Eldeki tek keşif ve gözlem aracı olan sabit
balon ise gerek balonu havalandıracak yeterli miktarda
g a z ol ma d ı ğ ı nd a n, g e re k s e t e k ni k e l e ma n
bulunmadığından âtıl kalmaktan kurtulamadı. Netice
itibariyle Balkan Harbi sırasında Osmanlı tayyareleri
Selanik ve Çatalca semalarında gerçekleştirdikleri
birkaç gözlem faaliyeti
dışında önemli bir varlık
67
gösterememişlerdir .
Bu durum halk ve asker üzerinde büyük bir
hayal kırıklığı yaşatmasına rağmen İstanbul'dan
Edirne'ye kurtarıcı bir Türk tayyaresinin geleceği
inancının devam ettiği anlaşılmaktadır. Zira Harbiye
Nezareti'nden gönderilen telgrafta, “hava açık olduğu
takdirde” kaleye Gelibolu cihetinden iki kişilik bir
tayyare gönderileceği bildirilmekteydi. Hatta gelmesi
muhtemel bu tayyare için 600 m. uzunluğunda ve
200 m. genişliğinde bir yer hazırlanması ve bu yerin
flamalarla işaretlenmesi isteniyordu60. Bunun üzerine
şehrin kuzey kısmında mühimmat deposu yakınındaki
bir alan, pist inşasına tahsis edildi61. Fakat sorun
sadece Edirne'ye gelecek tayyare için bir iniş yeri
hazırlanması veya buraya olan uçuş mesafesinin
uzunluğu değildi. Hiç şüphesiz şehre gelecek
54
Ali Remzi Yiğitgüden, Balkan Savaşı'nda Edirne Kale Muharebeleri, (yay. haz. Z. Türkmen-B.
Turan-A. Kaptan-Ö. Demireğen-T. Kılıç), C. 1-2, Ankara 2006, s. 196-197.
Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından…, s. 70-71; R. N. Kestelli, Aynı eser, s. 65; K. Karabekir,
Aynı eser, s. 183.
56
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, s. 188.
57
Türk Silahlı Kuvvetleri… s. 286.
58
Bu müfreze Edirne'nin işgâlinden sonra Bulgarlar tarafından esir edilerek Bulgaristan'a götürülmüş,
esirlerin iadesiyle birlikte İstanbul'a geri dönmüşlerdir (S. İlmen, Aynı eser, s. 134).
59
K. Karabekir, Aynı eser, s. 187-188.
60
Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından…, s. 78; K. Karabekir, Aynı eser, s. 178.
61
Başkomutanlıktan 17 Şubat'ta alınan telgrafa göre hazırlanan söz konusu pist, şehrin kuzeyinde ve
Tunca'nın doğusunda Nümune Çiftliği ile bunun yakınındaki küçük cephane depolarının batısında,
bu depolarla Tunca arasındaki çayırlık alandı (Türk Silahlı Kuvvetleri…, s. 286).
62
B. Yılmazer, Aynı makale, s. 245.
Türk Silahlı Kuvvetleri…, s. 286-287.
R. Ünalp, Aynı makale, s. 298.
65
8 Aralık 1912-30 Ocak 1913.
66
Richard C. Hall, Aynı eser, s. 117 [Burada yazar, her ne kadar Edirne semalarından bildiri atan
Bulgarların “Avrupa'ya psikolojik bombardıman tecavüzü” kavramını tanıttığını iddia etse de,
bu türden psikolojik bir saldırıyı ilk defa İtalyanların gerçekleştirdiğini biliyoruz.
İtalyan tayyarecileri 1911-1912 Trablusgarp Harbi'nde Arapları Türklere karşı kışkırtmak ve
psikolojik propaganda maksatlı, havadan bildiri atmışlardı (Hale Şıvgın, Trablusgarp Savaşı ve
1911-1912 Türk-İtalyan İlişkileri, Ankara 1989, s. 88). Yine Trablusgarp Harbi'nde İtalyan
tayyarecileri ilk kez havadan Türk ordusunun keşif fotoğraflarını çekmişler ve ilk gece
bombardımanını Türk kuvvetleri üzerine yapmışlardı (S. Kline, Aynı eser, s. 60, 68.) ]
63
55
64
Edirne Eğitim
49
I. Balkan Harbi, bir harbin kazanılması için
elzem olan cesaret, ustalık, teknolojik silahlara
sahiplik, ikmal ve nakliye kollarının mükemmeliyeti
gibi faktörler yanında devletlerin bundan sonra yeni
bir harp aracı olarak tayyarelere ve bunları
kullanabilecek iyi yetişmiş havacılara gereksinimi
olduğu gerçeğini de ortaya çıkardı. Bu harpte hava
araçları her ne kadar sınırlı olarak kullanılmışsa da
dünya tarihine hava araçlarının askerî yönünü
tanıtması ve sonrasında tayyarelerin giderek
yaygınlaşması açısından önemlidir. Nitekim
ilerleyen yıllarda İngilizlerin de hava araçlarından
etkin bir şekilde yararlanmaya başladığını
görebiliyoruz. Balkan Harbi'nden sadece iki sene
sonra, 1915 yılındaki Çanakkale Muharebeleri'nde
tayyare ve gözlem balonlarını kullanan İngilizler,
tayyarelerden gerçekleştirdikleri bombardımanlarla
çok sayıda askerimizin şehit olmasına yol açtıkları
gibi, aynı zamanda, Türk askerlerini kendi
yanlarına katılmaya davet eden ve İngilizlerin
Osmanlı ve İslâm yandaşı olduğunu beyan eden
68
propaganda bildirileri atmışlardır .
İstihbarat uçağındaki (forman Hf. 20) uçuş öncesi hazırlık yapan Rus havacılar.
Balkan Savaşı'na katılmış Bulgar havacısı S. P. Çerkezov.
Birinci uçak mangasının komutanı teğmen Simeon Petrov.
Bulgar pilotu Edirne'ye bomba atıyor.
67
Süreyya İlmen hatıralarında bu durumun nedenini şöyle açıklar:
“Balkan Harbi'nde kim ne derse desin, iş görecek kadar elimizde tayyarelerimiz ve tayyarecilerimiz
vardı; lakin harpte tayyarelerin nasıl kullanılacağını bilen kumandan yoktu. İşte gelişi güzel,
Baş Kumandanlık ile Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği mevcut tayyarelerimizi, istedikleri gibi,
öteye beriye göndermişlerdi… Tayyare ve tayyarecilerimizden Balkan Harbi'nde layıkıyla
istifade edemeyişimizin en büyük sebebi kanaatime göre Erkân-ı Harbiye-i Umumiye'ce vakt-i
hazerde yani Balkan Harbi'nden evvel hazırlanmış olan seferberlik planı mucibince Karargâh-ı
Umumî İkinci Şubesi'ne tayin edilmiş olmaklığımdır. Ordumuzda tayyarecilik teşkilâtını tesise
memur edilen ve bu işte çok çalışmış olan bir zatın Balkan Harbi'nde de o işin başında bulunmazı
iktiza ederdi…” (S. İlmen, Aynı eser, s. 108-109.)
68
On Yıllık Savaş Org. İzzettin Çalışlar'ın Not Defterlerinden Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal
Savaşları, (haz. İzzeddin Çalışlar), İstanbul 2010, s. 99-100, 109, 121, 123, 143, 148, 156.
KAYNAKÇA
1. Arşiv Belgeleri
BOA, BEO, 3759/281907.
BOA, BEO, 3762/282144.
BOA, Y. PRK. AZJ., 15/16.
BOA, Y. PRK. ASK., 254/8.
BOA, Y. PRK. ASK., 245/59.
BOA, DH.EUM.THR., 77/68.
BOA, DH. EUM. THR., 80/5.
2. Basılı Eserler
-Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, C. 1, İstanbul 2005.
-Baykal, Bekir Sıtkı, “Edirne'nin Uğramış Olduğu İstilâlar”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi
Yıldönümü Armağan Kitabı), Ankara 1933, s. 179-195.
-Çağan, Nazmi, “Balkan Harbinde Edirne”, Edirne (Edirne'nin 600. Fethi Yıldönümü
Armağan Kitabı), Ankara 1993, s. 197-213.
-Dağdevirenzâde M. Şevket Bey'in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, (çev. Ratip
Kazancıgil-Nilüfer Gökçe), Edirne 2005.
-Hafız Rakım Ertür'ün Anılarından Balkan Savaşı'nda Edirne Savunması Günleri, (haz.
Ratip Kazancıgil), Kırklareli 1986.
- Hall, Richard C., Balkan Savaşları 1912-1913 I. Dünya Savaşı'nın Provası, (çev. M. Tanju
Akad), İstanbul 2003.
-Ilgar, İhsan, “Balkanlılar'a Neden Yenildik?”, Hayat Tarih Mecmuası, C. 2, S. 8, İstanbul
1972, s. 43-46.
-İlmen, Süreyya, Türkiye'de Tayyarecilik ve Balonculuk Tarihi, İstanbul 1947.
-İvanof, N., Balkan Harbi [1912-1913] 2. Ordunun Harekâtı, Edirne Kalesinin Muhasarası
ve Kaleye Hücum, (çev. M. Murat), C. 1, İstanbul 1937.
-Kaçar, Mustafa, “Osmanlılar'da Havacılık”, Osmanlı, C.8, Ankara 1999, s.698-701.
-Kansu, Yavuz, Sermet Şensöz, Yılmaz Öztuna, En Eski Çağlardan 1. Dünya Savaşına
Kadar Havacılık Tarihinde Türkler, C. 1, Ankara 1971.
-Karabekir, Kâzım, Edirne Hatıraları, (yay. haz. Ziver Öktem), İstanbul 2009.
- Kestelli, Raif Necdet, Osmanlı İmparatorluğu'nun Batışı (Ufûl) Edirne Savunması, (yay.
haz. Veliye Özdemir), İstanbul 2001.
-Kline, Stuart, Türk Havacılık Kronolojisi, İstanbul 2002.
-Mahmud MuhtarPaşa, 3.Kolordu ve 2.Doğu Ordusu'nun Muharebeleri Balk. Sv. İst.2003.
-Nüzhet, Mehmet Ali, 1912 Balkan Harbi, (sad. Sadettin Gömeç), Ankara 1987.
-Okar, Avni, Türkiye'de Tayyarecilik (1910-1924), İstanbul 2003.
-On Yıllık Savaş Org. İzzettin Çalışlar'ın Not Defterlerinden Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal
Savaşları, (haz. İzzeddin Çalışlar), İstanbul 2010.
-Orbay, Zafer, Türkiye'de Havacılık ve Uçak Yapımı, İstanbul 2009.
-Özçelik, Selahittin, Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti, Ankara 2000.
-Şakul, Kahraman, “Osmanlı'da Balonlar ve Balonculuk, Gökten Çadır Düştü!”, Toplumsal
Tarih, C. 19, S. 117, İstanbul Eylül 2003, s. 30-33.
-Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Osmanlı Devri Balkan Harbi (1912-1913) Edirne Kalesi
Etrafındaki Muharebeler, C. 2, Kıs. 3, Ankara 1993.
-Ünalp, Rezzan, “Hava Kuvvetlerinin Tarihî Gelişimi”, Yedinci Askerî Tarih Semineri
Bildirileri (Sunulmayan Bildiriler), C. 2, Ankara 2001, s. 293-316.
-Yalçın, Durmuş, Yaşar Akbıyık, D. Ali Akbulut, Mustafa Balcıoğlu, Nuri Köstüklü, Azmi
Süslü, Refik Turan, Cezmi Eraslan, M. Akif Tural, T.C.Tarihi, C. 1, Ankara 2005.
-Yılmazer, Bülent, “Balkan Harbi'nde Hava Gücü, Askerî Havacılıkta Perdenin Açılışı”,
Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C. 2, Ankara 2006, s. 229-253.
-Yiğitgüden, Ali Remzi, Balkan Savaşı'nda Edirne Kale Muharebeleri, (yay. haz. Z.
Türkmen-B. Turan-A. Kaptan-Ö. Demireğen-T. Kılıç), C. 1-2, Ankara 2006.
-Yüzbaşı Nâci, Balkan Harbinde Edirne Muhasarasına Ait Harb Ceridesi, İstanbul 1926.
Edirne Eğitim
50
“TARİH İÇİN BİR HİKÂYE”*YE
TAHLİL DENEMESİ
Ebru BOZTÜRK TUNA
İlhami Ertem Anadolu Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Hikaye beş kişinin oluşturduğu bir sohbet
ortamı ile başlar. Kosova'dan yeni gelen arkadaşları,
başta Aka Gündüz olmak üzere, diğerlerine kendi
yaşadığı bir olayı aktarmaktadır. Kahraman yazara
ismiyle hitap etmektedir:
“ Aka, dedi. Hele sen bunu iyi dinle…”
“Sen de Aka, sen de bunu aynen yaz…”
Roman kahramanının
yazara ismiyle
seslenmesi kurguyu gerçek kılmak içindir. Balkan
coğrafyası; Balkan Savaşları sırasında bir çok acıya
şahitlik etmiş, bu toprakları korumak uğruna bir çok
bedel ödemiştir. Hikâyenin bir çok bölümü, bu
yaşanmışlıkların gerçekliğini, hikâyede anlatılanların
hayal ürünü bir kurgu değil gerçeğe dayalı bir kurgu
olduğunu göstermeye
çalışmaktadır. Bunun
için yazar karakter
çizimine ayrıca önem
vermiştir. “ Karakter
çiziminde esas itibariyle
iki yol vardır. Biri
çizilmek istenen kişiyle
ilgili bilgilerin bizzat
yazar tarafından
verilmesi (Açıklama
yöntemi); diğeri kişinin
davranış, düşünce ve
duygularıyla kendi
kendini ortaya koyması
(Dramatik Yöntem)”(1)
Aka Gündüz Tarih İçin
Bir Hikaye adlı
öyküsünde baş
kahramanını dramatik
yöntemle bize
sunmaktadır. Bu metot olaylara sahicilik kazandırması
yönünden önemlidir. Hikayedeki bir diğer kahraman
ise yazarın kendisidir. Olayın dinleyici rolündeki
kahramanıdır yazar. Aka Gündüz'ün konuştuğu bu
bölümler açıklama tekniği ile verilmiştir.
“Beş kişi oturuyorduk. Kosova'dan yakasını
pek güç kurtarabilmiş, iki gündür İstanbul'da, nefes
alabilen arkadaşımız ayağa kalktı ve birden benim
karşımda durdu…”
“Arkadaşımız dolan gözlerini bizim gibi
parmağının ucuyla sildikten sonra sustu ve oturduğu
koltukta nöbet gelen bir hasta gibi yaslandı.”
Aka Gündüz'ün hikayenin gerçek bir olaya
dayandırıldığını vurgulamak için kullandığı bir diğer
yöntem de kahramanlarının adlarını zikretmemesidir.
Kahramanlar “…Bey, …Beyin haremi, Yüzbaşı
….Beyin karısı” şeklinde anılmaktadır. İsimlerin
anılmaması bu kahramanların sayıca çokluğunu,
benzer olayların sıkça yaşandığını vurgulamak içindir
aynı zamanda.
Adı söylenmeyen bir diğer kahraman da
hikayeye konu olan kadın kahramandır. Yüzbaşı …
'nın şehit karısı… 'dır. Bir köprünün dibinde perişan
halde bulunmuştur.
Sonradan hikayenin baş kahramanı olan
yüzbaşının yakın
arkadaşının eşi olduğunu
öğrendiğimiz kadının da
a d ı a n ı l m a m a k t a d ı r.
Bölgede üst üste bozgunlar
ve ihanetler yaşayan
Osmanlı ordusuna ait üç
asker ailesi beş altı asker
eşliğinde güvenli bir
bölgeye sevk edilirken
pusuya düşerler. Diğer
kadınlar ve çocuklar bu
pusuda muhtemelen şehit
olmuşlardır. Hikâyeye
konu olan kadın
kahramanımız ise
t e s a d ü f e n k u r t u l u r.
Bulunduğu zaman korku
Soner TUNA
ve dehşet içinde aç ve
y o r g u n d u r. K e n d i s i n i
bulanları tanığında içi
rahatlar ve hikâyesini anlatır. Kadın kahraman
sonunda büyük olasılıkla emanet edildiği kişilerce
kolundaki gümüş bilezik ve parmağındaki yüzük için
boğularak katledilmiştir.
Yazarın hikâyeyi yazmaktaki asıl amacı
Balkanlarda yaşanan dramı gözler önüne sermektir.
Kahramanların ruh hallerini yansıttığı bölümler
oldukça güçlüdür. Yüzbaşı olan baş kahramanımız
dağılan ordular yönünü bilmez bir şekilde oradan
oraya savrulurken emrine verilen on iki kişilik bir
kuvvetle tam olarak bilinmeyen bir yöne doğru
Edirne Eğitim
51
ilerlemektedir. Düne kadar bir arada yaşadığımız
milletlerin birbirini izleyen ihanetleri kahramanın
ruhunda derin yaralar açmıştır. Hikayenin başındaki
şu sözler bu ruh haline çok net tercüman olmaktadır.
“Söyleyeceğim şu hikaye hakikatin bile
üstünde geçen bir vak'adır. Gözlerim şimdi bile
görüyor gibi oluyor. Kim bilir belki iki defa mağlup
olmaya katlanırdım, katlanmaya çalışırdım, lakin…
Aka, dinliyor musun? Lakin... Bunu görmeseydim. O
bir cinayet, bir vahşet değil, bir hasabet, bir ihanet hiç
değil idi. O bir şey idi… Söyle bana… bana bir tabir
bul… Neydi yâ Rabbi? İblisin kızacağı, Firavunun
kızaracağı, hicap ve hacâletin kızaracağı bir şey!”
Yolda karşılaştığı eski bir arkadaşının eşine
yardım etmek için çabalayan kahraman şartların
olumsuzluğu yüzünden derin bir çaresizlik duygusu
içindedir.
“… Fakat karanlıktan, yalnızlıktan,
vasıtasızlıktan ibaret bir çölün ortasında yerde bayılıp
kalmış bir genç kadına ne gibi muavenette
bulunulabilir?”
“Gidelim fakat nereye? Nasıl ? Öyle bir
mevkide kaldım ki siz tasavvur ediniz, gitmiş bir güneş,
çökmüş bir karanlık, meçhul bir hedef…”
Çaresizlikten, imkansızlıklardan ötürü
arkadaşının karısını yolda arkalarından gelen ve iki
erkekle bir kadından oluşan Arnavut gruba emanet(!)
eder. Kahramanımız yanlarına da Manisalı nefer
Ahmet'i katar. Ancak bir türlü içi rahat etmez. Sürekli
şüpheler içindedir.
“Biz konak yerine vardık. Yedi sekiz ağaçtan
ibaret bir korucuk, bir toprak yığınına yaslandım.
Güya uyuyordum. Fakat hakikatte bütün
gecearkadaşım ve bedbaht karısı, rüyalarımı
doldurdu. Şimdi kim bilir o nerede idi? Kadın, zavallı
kadıncağız da köyün herhalde buradan daha sıcak ve
emin bir odasında istirahat ediyordu.Kabuslarımın
ortasında beni müteselli eden yalnız bir nokta vardı.
Kadının kurtulmuş olması.”
Kahraman tereddüt ve teselli duygularını aynı
anda yaşıyor. Bir yanda beynini kemiren endişeyi bir
yanda kendini teselli edişini şu bölümde görüyoruz:
“Budala, dedim. Maiyetini pekala bilmediğin
insanlara emniyet olur mu? Budala! Budala!
Fakat ne çare bir defa teslim ve emniyet edildi.
Etmeseydim ne olacaktı, zavallı kadın sabaha kadar
açıkta, toprak üstünde ölüp gidecekti. Acaba iyilik
yapayım derken… Elhasıl bin türlü siyah, simsiyah
fikirler beynimin içinde birer alev oluyordu.”
Olaydaki en önemli çatışma, kahramanımız
olan yüzbaşının kendisiyle çatışmasıdır. Arkadaşının
karısını mecbur kaldığı için hiç tanımadığı insanlara
emanet etmesi, bunun sonunda emanetinin
katledilmesi kahramanı derinden sarsmıştır. Bu ruh
hali beraberinde şüphe, avuntu, hayal kırıklığı,
pişmanlık, dehşet ve nihayetinde ezici bir vicdan
azabını getirmiştir.
Emanetinin ziyan olduğunu öğrenen
kahraman bu ihanetin şokunu şu sözlerle adeta
haykırıyor:“Vak'anın iki katlı, dört katlı, bin katlı
faciası burada başlıyor. Aka! Dinliyor musun? Bundan
sonra bin katlı bir facia… Yâ Rabbi? Ben o gün
hırsımdan kinimden, ye'simden, ahmaklığımdan
çıldırmadığıma hala hayret ediyorum. Ben o gün
çıldırmalıydım. Evet çıldırmalıydım ki ömrüm oldukça
bu vak'ayı bir daha derhatır etmeye idim. Ben şimdi
kalbimin yerinde sarı bir akrebin takırdamasını ne
kadar arzu ediyorum.”
Aka Gündüz kahramanın yaşadığı olayları,
ruh halini daha netleştirmek için hikâye anlatımında
en çok kullanılan tasvir tekniğini de yer yer
kullanmıştır.“Tasvir temel niteliği itibariyle anlatma,
somutlaştırma demektir. Bir şeyi somutlaştırmak ise
onun karakteristik çizgilerini, rengini ve ruhunu
canlandırmak demektir. Romancı somutlaştırma
işlemini gerçekleştirirken, tasvir yönteminden geniş
bir şekilde yararlanır.2” arkadaşının karısının cesedini
bulan başkahramanımız bu görüntüyü şu şekilde
gözler önüne seriyor:
“Çamurlara daldım, omuzlarından tutarak
arkası üstü çevirdim. Yâ Rabbi! O ne müthiş manzara
idi. Bir gün evvel gördüğüm kenarları kırmızılaşmış
mavi gözlü, saz benizli güzel kadın bir gün sonra ne
hale gelmişti… Gözlerinin etrafını mor bir hale ihate
etmiş, kulakları kamilen simsiyah… İki güzel ve iri
gözü çanaklarından fırlamış birer renksiz ve kanlı cam
parçası gibi yusyuvarlak bana bakıyor. (Beni niçin
bunlara emanet ettin?) diyor gibi bakıyordu. Çenesini
parmağımla dürttüğüm zaman boynunun etrafında üç
parmak vüsatinde derin bir çürük halkası gözüme
ilişti. Bunu bir kayış kaplıyordu… Bir kayış… Bir bel
kayışı anlıyor musun? Kadının dün oğdururken
gördüğüm par maklarındaki bir çift yüzük
parmaklarının derileri soyularak çıkarılmıştı. Sağ
elindeki gümüş burma bilezik galiba çıkmamış da
kırılmak suretiyle alınmış olacak ki bileğin oynak yeri
meçhul, keskin bir aletle yarılmıştı.”
Aka Gündüz,1885 yılında - bugün Yunanistan
sınırları içinde kalan - Manastır'a bağlı Alasonya ile
Katerina arasındaki bir dağ köyünde dünyaya gelmiş;
daha sonra Selanik nüfusuna kaydettirilmiştir.Aka
Gündüz Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlarda
sahip olduğu Batı Trakya topraklarında dünyaya
gelmiştir. O, on dokuzuncu asrın sonlarına doğru
dünyaya gelmiş, aydın bir ailenin çocuğudur. Babası,
cepheden cepheye koşan bir binbaşıdır. Bu yüzden
Batı Trakya'yı, Makedonya ve Bulgaristan sınırını
dolaştıkları görülür. Çocukluğu Serez'de geçen Aka
Gündüz, o toprakların elimizden çıkışına da şahit
olmaya başlar3. Tarih İçin Bir Hikaye adlı öykü de bu
duygularla kaleme aldığı hikayelerden biridir.
* Aka GÜNDÜZ, Türk Duygusu, Nu: 216-3/7, 9 My. 1329 / 22 My. 1913, s.19-23
1
Mehmet Tekin, Roman Sanatı (Romanın Unsurları), Ötüken Yayınları, 2006, s.7
2
Mehmet Tekin, Roman Sanatı (Romanın Unsurları), Ötüken Yayınları, 2006, s.199
3
Özcan AYGÜN, Edebiyatımızda Popüler Roman ve Aka GÜNDÜZ,
T.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi 2002
Edirne Eğitim
52
BU METİN HALUK HARUN DUMAN’IN
“BALKANLARA VEDA” ADLI ESERİNDEN O DÖNEMDE YAZILMIŞ
METİNLERDEN DERLENİP 2009-2010 ÖĞRETİM YILINDA İL PROGRAMININ BİR BÖLÜMÜNDE
EDİRNE YILDIRIM BEYAZIT LİSESİ ÖĞRENCİLERİNCE SAHNELENMİŞTİR.
Balkan Þehitlerini Anma Söz Korosu
Bulgar yine baş kaldırıyor… Düşmanımızdır...
Balkanlar artık yolumuz, meskenimizdir.
Ölsek de ne gam, düşman ili medfenimizdir.
Hep cenge gider... Cenge gider mürde ve zinde
Git söyle bugün beklemesinler beni evde...
Turanın ey muzaffer, dehşetli pehlivanı,
Serhadde bak açıldı bir mertlik imtihanı,
Saldır velev ki ateş olsun önünde düşman.
Göster yıldırımdır, Osmanlı’ya Hüma’nın,
Bize ezelden olmuş bir şanlı armağanı.
Harp etmedeyim her tarafım âteş-i hundur
Bulgarla dövüşmek, bana bir zevk-i derundur
Ak saçlı ninem beklemesin yollar uzundur
Hep cenge gider... Ceng gider mürde ve zinde
Git söyle bugün beklemesinler beni evde...
Türk ilinin aslanları kan içinde kalmışlar,
Uğraşmışlar, çalışmışlar, vatan için emelsiz,
Acımadan canlarını ateşlere salmışlar,
Savaş olan meydanlarda kandan olmuş bir derya,
Vatanını çiğneyecek düşmanlara göğsünü.
Siper etti Türk evladı zannetmeyin ölmedi,
Kanlar örttü ak alnını, yüzünü gözünü,
Bir kerecik ömründe, sevinerek gülmedi...
Açıl dağlar açıl ordu yürüsün,
Balkan illerini ateş bürüsün.
Osmanlı düşmanı vursun sürünsün,
Gönüllüyüz, hudut boyu yolumuz,
Biz eroğlu Osmanlı’nın oğluyuz.
Biz zilletin pençesine girmeyiz,
Fazilettir sermayemiz, şanımız;
Yurdumuzu kahpe gibi vermeyiz,
Halis Türk’tür her bir damla kanımız.
Dağ deme, taş deme çık korkma kardaş,
At korkma, yak korkma, yık korkma kardaş,
Her bir yalçın kayabaşı tahtımız,
Gökte duran ay yıldızdır tacımız.
Ya gazi, ya şehit; gitmeyiz boşa,
“Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”
Dönmeyiz geriye, düşsek ateşe...
Gönüllüyüz, hudut boyu yolumuz,
Biz eroğlu Osmanlı’nın oğluyuz.
Namlumuzun ucundadır bahtımız,
Düşmanlardan “İstiklâl”dir baçımız,
Dağ deme, taş deme çık korkma kardaş,
At korkma, yak korkma, yık korkma kardaş.
Toplar atılırken vatanın dört köşesinden,
Bayramlaşırız biz yine, ey korkulu Balkan...
Katil ve solu gölgeni Tel’in edecek kan,
Türk’ün gazabından sızıyor, her kalesinden.
Bekler o cebin ordunu binlerce dilâver.
Sancağımızı ellere vermek ere düşmez,
Türk kanı yere düşse de Türklük yere düşmez,
Ölmek var iken bil ki bu yurd ellere düşmez,
Yatmak kın içinde, kılıca hançere düşmez,
Kanlar dökelim, şan alalım, can verelim gel,
Ölmek ne imiş, er kim imiş bildirelim gel...
Bulgar, Karadağ, Sırp, Yunanistan ve İtalya!
Gelsin... Ve ölüm hareli, kan dalgalı bayrak
Uçsun uçurumlarda bütün titresin afak...
Türkün... Onu tehdide cesaret, bu ne hülya?
Aslanlar onun geçtiği dağlıkları bekler...
Uyu yavrum, gözlerinde uyku var,
Sen büyürsen, düşmanlara korku var,
Baban şehit, yüreğinde oku var,
Bu ok vatan kaygısıdır ninni...
Borcum evlat saygısıdır ninni...
Ahd ettik biz bu sefer, Belgrat durağımız,
Atina, Filibe, Niş çetin uğraşımız,
Daim ileri gitsin, mukaddes bayrağımız,
Eski hududu bulsun, ülkemiz toprağımız,
Arş yiğitler tutalım haydi Tuna boyunu,
Çok zamandır içmedik Tuna tatlı suyunu...
Uyu yavrum tepesinde haç yanan,
Camiler var, bu mu seni ağlatan?
Dayanamaz çiğnenmeye bu vatan,
Camilere götür hilal ninni.
Hem yurdu, hem öcünü al ninni...
Dağlar başın karaduman bürüdü...
Bulgar, Yunan, Sırp, Karadağ yürüdü,
Korkak, hain bu bir sürü türüdü,
Dağlar yol ver, düşmanımı devireyim...
Edirne Eğitim
53
Ey ufuklar, söyleyiniz Türk ordusu geçti mi?
Söyleyiniz, “aslan ordu” garba doğru gitti mi?
Hep şan saçan o heybetli, gazanferler, askerler,
Geçmedi mi garba doğru söyleyiniz ufuklar?...
Mihraplara haç asılmış, ezanlar
Susturulmuş, güm güm öten çanlar...
Camilerin minberleri yıkılmış,
Çizme ile çiğneniyor, Kur’anlar!
Cihan çıksa karşımıza, zerre kadar korkmayız,
Türk oğluyuz, düşmanlardan, kansızlardan kaçmayız
Alemleri parçalarız, namuz için fedayız.
İster isek naramızla asumanı yıkarız.
Arş ileri, arş ileri garba doğru aslanlar
Türk için, hazırlayın kahramanca bir zafer.
O ne yangın ki: ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tufan ki: yakıp, yıktı bütün vadiyi!
Aşina çehre aradım... O meğer hiç yokmuş...
Yalnız bir kuru çöl var ki, ne sorsan hamuş
Baba! En sevgili annen; o senin öz vatanın
Olacak mıydı feda, hırsına üç kaltabanın
Düşman geldi vatan sarardı soldu,
Ecdanının mezarına kan doldu,
Bu hal nedir? Tanırım Türk’e ne oldu?
Osmancığın nerde şimşek bıçağı,
Öksüz yurdum, ah anamın ocağı...
Dedenin sürdüğü can ektiği toprak gitti!
Öyle bir gitti ki hem; bir daha gelmez ebedi...
Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meşhet” in beynine haç saplanacak mı acaba?
Ne felaket! Dönüversin de mesacid ahıra,
Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstüne hora
Bari bir hatıra kalsaydı şu toprakta diri...
Yer yarılmış yere geçmiş şüheda türbeleri ...
Yas içinde ufuklar inliyor,
Yürekleri kanlı bir ok deliyor,
Ulu Tanrı bunu elbet biliyor,
Viran oldu bu melekler bucağı...
İlahi, altı yüz bin müslüman birden boğazlandı...
Yanan can, yırtılan ismet, akan seller bütün kandı
Ne masum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!
Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı.
Seni Hilal, hangi tanrı yarattı?
Gözlerini hangi güneş nurlattı?
O tubayı saçlarına kim taktı?
Büyük hilal, eğil bana öpeyim.
Masum kuzum! Müstakbelin yıldızı mı gözlerin?
O saf bakış milletin ruhu mudur parıldar,
Onda fakat bilinmez bir kırıklık var, keder var
Ey nuru semaları dolduran,
Geceleri gündüz gibi parlatan,
Ey Türklerin ruhlarını yaşatan,
Büyük hilal, uğrunda ben öleyim...
Ulu mabet hilal doğan kubbesini,
Bir vakitler salip çıktı kirletti,
Hakanlarla dolu olan türbeni,
Düşman bütün çamurlara gark etti.
Minarende yüksek hilal parlarken,
Düştü yere bir zamanlar horlandı,
Yüzünde bir parlak ziya çağlarken,
Şerefene sahip çıktı bağlandı...
Bak şu yurda tek bir ocak tütmüyor!
Issız kalmış bülbülleri ötmüyor,
O sevimli ovaları kurt almış,
Bir çobancık davarını gütmüyor!
Kara toprak kandan olmuş kırmızı,
Doğrandıkça Türk kadını, Türk kızı!
Can evine canavarca saldırmış
Sürü sürü ırz ve namus hırsızı!
Edirne Eğitim
54
Türk kovuldu Rumeli’den... Bu mu yavrum kederin?
“Rumeli’nden Türk kovuldu dedim ruhun eridi...
Parça parça ateş sanki yüreğine bağlandı:
Sen ağlama... Ağlayayım, haykırayım ben şimdi!
Her Rıza! Ne acep sevdaya düştün,
Asıl fasıl yok bir davaya düştün,
Vatan uğrunda bir belaya düştün,
Hep mezarlık olmuş vatan kalmamış...
Müslüman’ı Türk’ü düşman sürümüş,
“Altındağ” üstünü duman bürümüş,
Ruhlar melekler ufka yürümüş,
Başını çevirip bakan kalmamış...
Ağla gözüm ağla hicran yaraşır...
Vatansız erkeğe zindan yaraşır!
Issız dağ başını duman bürümüş,
Yine Rumeli’ne düşman yürümüş,
Kervan gelmiş yel gülleri sürümüş,
Dertli Meriç akar kervanım diye!
Acep nerde kaldı aslanım? Diye!
Meriç’in üstünde köprü kurulur,
Düşman geçer hep yiğitler vurulur,
Hepsini anlatsam dilim yorulur,
Dertli Meriç akar kervanım diye!
Acep nerde kaldı aslanım? Diye!
“Hak güneşi midir karşımda batan?
Nazlı ninem midir yerlerde yatan?
Sen misin sen misin ey garip vatan?
Ellere satılmış ırzın yaşmağın,
Harap edilmiş otağın bağın,
Ağla gözüm ağla hicran yaraşır,
Erkeksiz vatana düşman yaraşır,
Akşam ovalarda duman yayılır,
Meriç’in suları susar, bayılır,
Nilüferler ölür, güller ayrılır,
Dertli Meriç akar kervanım diye!
Acep nerde kaldı asanım? Diye!
Akan sularında kanlar çağlıyor,
Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor,
Çoluk çocuk gelin civan ağlıyor,
Düşman bayrağını yırtan ararım...
Namus ocağını kuran ararım,
Ağla gözüm ağla hicran yaraşır,
Figansız cihana tufan yaraşır...
Düşmanların çanlarını duydukça,
Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim!
Bulgar mescitlere salip koydukça,
Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim!
Dedi: Oğlum bu dünyada artık nedir umudum?
Allah senden hoşnut olsun! Ben köyümden hoşnudum.
Hepsi yalan geldi geçti fani dünya bir düştür!
Gönlüm gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür.
Kıble tarafından dört minaresi,
Göklere erişmiş ulu kubbesi,
Mislini görmemiş dünya ülkesi,
Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim!
Gelen gitti konan göçtü kervan geçti ben yalnız kaldım.
Yalnızlıktan olsa dilsiz oldum ıssızlıktan bunaldım.
Şimden sonra nerde olsam benim için mezardır!
Nerde ölüm pençesinden kurtulacak yer vardır?
Bak ben artık sararmış bir kurumuş yaprağım,
Emir eyledi Sultan Selim kurdurdu,
Kubbesini Mimar Sinan durdurdu,
Şimdi düşmanlar da görüp bu “yurdu”
Meriç akar ağlar ah ah Sultan Selim!
Ey Meriç ağlama göz yaşını sil,
İntikam ateşi kalbimizde bil,
Ey dağ Türk ordusu geliyor eğil,
Sana geliyoruz ah Sultan Selim...
Burada rahat ölmek için ölenlere ağladım.
Nice candan ayrı düştüm kara yazma bağladım.
Aslan gibi üç oğlumu kurban ettim uğrunda,
Çifti sattım, evi barkı viran ettim uğrunda,
Altmış sene oldu belki ben bu köyden çıkmadım.
Ormanından deresinden kuşlarından bıkmadım.
Altı yüzyıl Rumeli’ye hâkim olan Türk adı,
Silinecek Avrupa’da son ışığı hilalin,
Sönecekti fakat hakkın adaleti parladı,
Aydınlattı çehresini bu karanlık hayalin.
Felaket bağını gezdim serseri,
Feryad u zârımı duyan kalmamış.
Aradım o şahin yiğit erleri,
Yattıkları yerden nişan kalmamış.
Yangın söndü gün açıldı parçalandı zulmeti,
Sen bizimsin ey Edirne ey Rumeli cenneti...
Kapılar kapanmış bacalar tütmez,
Kimsecik o çölde bir koyun gütmez,
Ağaçlar kurumuş bülbüller ötmez,
Baykuşlarda bile figân kalmamış...
Derleyen: Sedat SAYIN
Edirne Eğitim
55
56
KÂZIM KARABEKİR PAŞA'NIN
EDİRNE HATIRALARI
Şadi KULOĞLU
Edirne Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Kâzım Karabekir Paşa'nın kendi el yazısından
Edirne Hatıraları adlı kitabı 2009 yılında Yapı Kredi
Yayınları arasında çıktı. Kitap yayına Ziver ÖKTEM
tarafından hazırlandı. Kitabı Targan Sipahi aşağıdaki
ifadelerle tanıtıyor:
Kâzım Karabekir Paşa, Balkan Savaşı sırasında,
kurmay binbaşı rütbesiyle, Edirne'nin muhafazası için
oluşturulan Mevki-i Müstahkem Kumandanlığı'nın
birimlerinden olan, Onuncu Fırka'nın kurmay başkanı
olarak görev yapmıştır.
Kitabın baş kısmında; Kâzım Karabekir Paşa'nın
kısaca hayatı yer alıyor. Kitabın yayına hazırlanışı ile ilgili
ayrıntılar verildikten sonra “İçindekiler” kısmı gelir.
İçindekiler;
1) Yayıncının Notu,
2) Seferberlik Devresi,
3) Seferberlik ve Arazi Hakkında Mütalaât,
4) Mütareke Devri,
5) İkinci Devr-i Harp,
6) Esaret Devri,
7) Ekler,
8) Dizin. Ana bölümlerinden oluşuyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nun en kötü
dönemlerinden biri, Balkan Savaşı sırasında geçirdiği
günler olmuştur. Bu harbin en dramatik bölümlerinden
biri de Bulgar ve onlara yardımcı Sırp kuvvetlerinin
Osmanlı İmparatorluğu'na payitahtlık yapmış olan
Edirne'yi kuşatmasıdır. Edirne'nin savunulması için
oluşturulan Mevki-i Müstahkem Kumandanlığı'nın esas
muharip (savaşçı)
birimlerinden olan 10. Fırka
Kumandanlığının erkân-ı harp reisliğini, sonradan
İstiklâl Savaşı'nın Doğu Cephesi Kumandanlığını
yapacak olan General Kâzım Karabekir, kurmay binbaşı
rütbesiyle yapmaktadır. Bu onun askerlik hayatının ilk
günlerinde Makedonya'da komitacılar peşinde
kazandığı askerlik tecrübesinden sonra edineceği ilk
büyük deneyimidir.
Edirne'nin Osmanlı Devleti ile irtibatının
tamamen koparılmasıyla, teslime kadar yaklaşık beş ay
devam eden kuşatma sırasında Kâzım Karabekir bu
görevini aralıksız olarak devam ettirmiş, ayrıca aradaki
mütareke döneminin görüşmelerinde murahhas
(temsilci) olarak bulunmuştur.
Okul yıllarından beri hayatı başarılarla dolu bir
kurmay subay olan Kâzım Karabekir, Edirne'nin
tesliminden evvel savaş ile ilgili bütün evrakın düşman
eline geçmemesi için, emirle yakılmasına rağmen,
esasen tamamının yazılmasında dahli olduğu bu bilgileri
ve bazı evrak suretlerini her görevde yaptığı gibi
korumuştur.
Bilahare kaleme aldığı bu hatırat, Savaş
sırasında, kuşatma altındaki Edirne'de olan olayları, en
ince ayrıntısına kadar günbegün ortaya koymaktadır. Bu
arada yapılan yazışmaları da suretlerinden yararlanarak
ait oldukları bölümlere koymuştur.
Kitapta, kuşatma altında bulunduğu dönem
içerisinde gerek asker, gerek silah ve cephane, gerek
yiyecek hatta ilaç olarak hiçbir yardım alamayan Edirne
savunucularının, kontrolleri altında bulunan köprüden
geçen, İstanbul tarafından yapılan anlaşma gereği
Çatalca'da bulunan Bulgar askerlerine ikmal malzemesi
götüren trenlerin geçişini seyretmek durumunda
bırakılmaları en dramatik bölümlerden biridir.
Kuşatma süresince gelişen olaylar, personelin
fedakârlığı, sıkıntılar, zorluklar, bunun yanında yönetim
ve bazı personel ile ilgili üzücü olaylar da yer alır. Şehirde
bulunan yiyecek maddelerinin yetersizliği, bölüşümdeki
düzensizlikler açıkça ifade edilir. Önemli endişelerden
biri de zaman zaman karşılaşılan bulaşıcı hastalıklardır.
Kâzım Karabekir Paşa, bu savaş sırasında çeşitli
askerlik konuları ile ilgili gördüğü eksiklikleri ve ne
şekilde düzeltilebileceği ile bilgileri de hatıratına ilave
etmekten geri kalmamıştır.
Edirne'nin düşmesinden sonra, Sofya'daki esaret
Edirne Eğitim
57
imdat.” Karargâh, topçuların ilerisinde, tam
Davultepesi'nde idi. Biz bir şey görmüyorduk. Yalnız
Sofular Deresi'nde biraz evvel iki tüfek patlamıştı. İşte ne
olduğunu anlamaya vakit kalmadan gerimizden süngü
parıltılarının bize on, on beş adım yaklaştığını gördük.
Derhâl: “Ne yapıyorsunuz, biziz, fırka karargâhı diye
haykırıştık. Süngüler yanımıza kadar geldi. Baktık
muhafız tayin olunan tabur. ' İyi ki haber verdiniz az kaldı
düşman zannıyla hücuma kalkıyorduk.' dediler. Bunlar
yerlerine iade oldu ve derhal tahkikat yapıldı. Fakat bir
şey anlaşılamadı. Meydanda düşman falan yok.
Zaten nasıl olur piyade hatları ilerimizde.
Herhalde bir yanlışlık veya bir ihanet olması ihtimalleri
verildi fakat amik bir tahkikat icrası gece kabil
olmayacağından sonraya bırakıldı.” ( Sayfa: 56-57)
“ Karargâh mahalline giderken Onbirinci Fırka
cihetinden kıta işaretleri ve cem boruları işitildi. Bu
münasebetsizlik bizim cephemizden ve hatta gerimizde
Sofular'dan da işitildi. Yakın bulunan alay
kumandanlarına bu münasebetsizliğin devam ve
tekerrürüne mani olmaları tebliğ olundu.” ( Sayfa: 58)
“ Fırka erkan-ı harbi ve bir mülhakla topçu nezdine
geldim. Burada Otuzbirinci Alay kumandanı da
bulunuyordu. Muharebe nizamında bulunan topçuların
muharebe için hiçbir hazırlık yapmadıkları maalesef
görüldü.” ( Sayfa: 61)
“Anasır-ı Hıristiyaniye'den mecruh ve vefat olması,
onların fedakârlığına bir delil teşkil etmedi. Saflar
içersine düşen mermilerin tesiratı olduğu anlaşılmalı. 9
Teşrini Evvel gurubdan sonra Sofular Deresi'nden sağ
cenah bataryası üzerine ateş ederek kargaşalık çıkarmak
istedikleri ve 10 Teşrinievvel'de de bazılarının efradı
kaçmaya teşvik ettikleri anlaşıldı. Ve hatta
Yirmidokuzuncu Alay Kumandanı sırtında nefer
kaputuyla bulunduğundan bir Rum neferin: 'Düşman
geliyor kaçalım.' diye kendisine söylediğini ve derdestine
muvaffak olamayıp kaçtığını söyledi.”(Sayfa:77)
“9.00 öğleden sonra, kıtaat tel örgüsü dahiline
girdiler. Hava ziyade soğuk. Düşmandan hiçbir eser yok.
Yirmidokuzuncu Alay aksamından iş anlaşıldı: Alay
Kumandanı Miralay İsmail Bey ( Bu alay kumandanı
daha sonra tekaüde yazılmıştır.) 4.15 raddelerinde şu
emri taburlarına vermiş: “Muntazaman arkanızdaki
sırtlara çekiliniz.” Buna da sebep, alay ziyade zayiat
vermeye başlamış, düşmanın mukabil hücumundan
korkmuş. Gündüz açıkta, bunun neye mal olacağını
düşünememiş. Fırkaya da malumat vermeyi telaşla
unutmuş. Fırka emrini de okumamış veya anlamamış
yahut kendi emrinden sonra almış, bir şey yapmamış.
Alayın sağ cenahı çekilmeye başlayınca otuzuncu alay
taburlarının haberi olmadığından bu alayın sol
cenahındaki 1.Tabur da açık kalan cenahından bir
tehlike geliyor diye kısmen çekilmiş. Bunu gören batarya
da kendiliğinden top bindirmiş, geri atılmış! Halbuki
düşmanın katiyen siperlerinden dışarı çıkmadığı
anlaşıldı. İleride zabit keşif kollarımız bırakıldığı da
anlaşıldı. 29. Alayın hayli mecruh efradı görülüyor.”
hayatının şartları ile Balkan ülkeleri ve Osmanlı
İmparatorluğu'nda gelişen siyasi ve diğer olayların oraya
yansıması ayrı bir bölümde konu edilmiştir. Bu sırada
Osmanlı ülkesi dışında bulunan Osmanlı uyruklu bazı
kişilerin faaliyetleri ve temasları karşısında esir
statüsünde bile olsalar beraber olduğu subayların
tepkileri ve tavırları anlatılmaktadır. Aynı bölümde
Plevne'ye yaptıkları bir gezide Plevne'de meydana gelen
1878 Osmanlı-Rus Savaşı muharebeleri ve muharebe
yerleri ile ilgili de bilgiler verilmektedir.
Bulgaristan'da eline geçen Bulgar veya çeşitli
ülkelerin gazetelerindeki, Balkan Savaşı ve o sıradaki
uluslararası siyasi durum ile ilgili haberleri Türkçeye
çevirerek, Şükrü Paşa ve diğer komutanların okumasını
sağladığı gibi, bir kısmını da ek olarak hatıratına
eklemiştir. Bunlardan bir tanesinde bir Bulgar askerinin
ağzından Edirne'nin düşüş günü anlatılmaktadır.
(Targan Sipahi)
K Â Z I M K A R A B E K İ R PA Ş A ' N I N
HATIRALARINDAN İBRETLİK BÖLÜMLER
Kazım Karabekir Paşa’nın Edirne Hatıraları adlı
eserinden ibret alınması gereken bölümleri hiç bir yorum
yapmadan sunuyorum:
“Ve bu civarda külliyetli askerimiz zannını
vermek için muhtelif sırtlara araba ve soba borusu, ağaç
gövdelerinden bataryalar tertibi ve şayiatta bulunması
tenbih edildi.” (Sayfa:19)
“Fırkanın bir günlük yem ve yiyeceğini hesaptan
aciz fırka idare reisi Fevzi Efendi Mevki-i Müstahkem
Kumandanlığı'na gönderildi.” (Sayfa:21)
“Seferberlik kat'iyyen vakt-i hazardaki cetvellere
benzemedi. Dördüncü Kolordu bir an önce kendi
tahaşşüt mıntıkasına gideceğinden, Edirne Kalesi'ne ne
kadar vesait-i nakliye geldiyse adeta kapanın elinde
kalırcasına paylaşıldı.” (Sayfa:27)
“Efradın kısm-ı küllisi silah doldurmaktan aciz
olduğundan ilan- ı harbe kadar hudut boylarında da talim
ve terbiye ile uğraşıldı.” ( Sayfa:27)
“Vakt-i hazarda nizamiye efradının bile ne çanta
ne de portatif çadırı vardı.” (Sayfa:27)
“Yağmurlu bir hava ve çamurlu bir arazide ordunun
hareketi çok zor. Dört saatte birçok müşkilatla fırka
Havarız Höyüğü'nün üç km. kadar şimalindeki sırtlarda
hazırlık tertibatını ikmal etti. Arazi o kadar çamur bir
halde idi ki efrat birbirini çamurdan çekiyor, hayvan
üzerinde yürünemiyordu. Topçu ise bin müşkülatla
yerinden oynuyordu.” (Sayfa:41)
“Yağmur dinmişti fakat arazi en az bir karış
olmak üzere bataklık haline dönmüştü. Topçular ve
arabalar, piyadeler yardımıyla bile güç hareket
ediyorlardı. Koşum hayvanatı münavebe ile adi cephane
arabalarına koşularak yardım ediliyordu.” (Sayfa:45)
“Döllük bağlıklarındaki kıtaat bizimdir. Bir yanlışlığa
meydan verilmemesi rica olunur.' Diye yazıldı. Dörtnal
mevki-i müstahkem kumandanına bu emir zabitine emir
olundu. Yürüyüş tevkif olunmadı. Bu gitti, az sonra
Taşocağı Tabyasındaki 12'lik batarya kıtaatımız üzerine
ateş açtı ve süvari ve mitralyözün kullandığı mahalle
mermi düştü ve orası karıştı. Derhal borular ile kaleye
ateşkes işareti verildi.” (Sayfa:51-52)
“Garip bir vaka hâdis oldu. Sağ cenahtan itibaren bir
ses bütün bataryaları istila etti: 'Düşman bastı piyade
(Sayfa: 87, 88)
“Kayıplar Edirne'de evi barkı olanlarla şehit veya
esir düşmüş olanlardır. Firarlar Rumelili efrattır.” (Sayfa:
89)
“212 rakımlı tepe ile Pravadı Deresi arasındaki
bazı avcı hatları görüldü. Derhal buralara karşı bir zabit
keşif kolu gönderdik. Buradan gelen rapor şayan-ı dikkat
Edirne Eğitim
58
görüldüğünden mevki-i müstahkem kumandanlığına da
arz-ı malumat olundu: “Başıboş birtakım redif efradının
muşmula toplamak üzere dolaştıklarını gördüm.
Düşmana doğru da yaklaşmaktadırlar.” ( Sayfa: 106)
“General İvanof'un teklifi geri çevriliyor. Bu teklifin
bir hezeyan olduğu belirtiliyor.
Hezeyanname denen mektubun kopyası:
Devletli Efendim Edirne Kale Komutanlığına, Şark ve
Garp ordularınız mağlup ve perişan bir haldedir. Yaver
Paşa Merhamlı'da 10.600 mevcuduyla teslim olmuştur.
Bütün Garbî Rumeli ve Çatalca'ya kadar olan arazi
müttefikîn elindedir. Talih-i harp Osmanlılara baht ve
sürur göstermemiştir. Edirne müdafileri şimdiye kadar
şanlı bir surette müdafaada bulunmuşlardır. Beyhude
yere kan dökmekten ve şehir ahalisinin telef
edilmesinden ictinab olunmalıdır. Aksi halde dökülecek
kanların mesulü zat-ı âlilerine râci olacaktır. (Cümlesi
bizzat Şükrü Paşa Hazretlerine söylenmiştir.) Muhasara
ordusu kumandanı Edirne'nin teslim olmasını zat-ı
âlilerine tavsiye eyler. Fi 19 Teşrinisani, tarzında,
altındaki imza da Edirne civarında Bulgar Askerî
Kumandanı General İvanof'tur.” 2.35 bunun altına
şöyle yazdık ve iki murahhas imzaladık:
“Okunmuştur, bu mektubun kabulünde mazur
olduğumuz Bulgar heyet-murahhasına tebliğ kılınmıştır.'
Kendilerine de şifahen şöyle dedim:
“Biz sizi mütareke için geldi bildiğimizden
geldik. Maateessüf siz kumandanımıza hitaben bir
hezeyanname getirdiniz. Buna kumandan değil kalenin
en ufak bir müdafii de cevap vermesini bilir.
Kumandanın emriyle gelen bizim söyleyeceğimiz
sözlerin aynen kumandanınıza bildirilmesini son derece
rica ederiz. Sözümüz şudur: “ Biz karşımızda samimi ve
dost veya ciddi düşman isteriz. Bu mektubu ne samimi
bir dosta ne de ciddi bir düşmana yakıştıramayız. Henüz
kale muharebesinin müştâkı olduğumuz safhalarını
göremedik. İleri mevziler kâmilen elimizdedir. Biraz
cüret göstersin de karşılıklı olarak kale muharebelerinin
müteakip safhalarını görelim. Biz müdafiînin askerce
olan bu istirhamının elinizdeki malayânî mektubun
cevabı olarak götürmek zahmetinde bulunursunuz.
Cevaben: “Belki mütareke emri biz ayrıldıktan
sonra gelmiştir. İhtimal bir heyet de yoldadır. Biz böyle
ağır bir mektubu getirdiğimizden bizi mazur görünüz.
Sözlerinizi aynen kumandanımıza söyleriz.” diyerek
ifadelerimi aynen tekrar ettiler. Bendeniz de bir daha
tekit ettim. Ve kendilerinin özür dilemelerine mukabil
“yorulmuşsunuzdur” diyerek birer sigara ile bir de
çikolata verdim. Yeis ve hayretle dönüp gittiler. Biz de
hal-i harpte olduğumuzu derhal zat-ı âlilerine bildirdik.
(Sayfa: 137- 138)
“Öğleye doğru cenup cepheden hafif top sesleri
geliyor…Dedeağaca asker çıkarılmakta olduğunu da
bildiğimizden ve mütarekeye Bulgarların talip olduğu da
anlaşıldığından hile ve desise ile Edirne'yi sukut
ettireceklerine şüphemiz kalmadı. Mevki-i müstahkem
heyetine de bu kanaatimiz anlatıldı. Başkumandanlıktan
gelen şifre de bunu teyit etti. Bulgarların mütareke
müzakeratını uzatmaları Edirne'nin sukutunu temin
ihtimaline mebni olduğu anlaşılıyor. Hâlbuki sadaretten
vilayete gelen şifrede ise: “Mütarekeyi müteakip
Edirne'ye erzak gönderileceği münderiç.
Edirne'nin daha iki aya yakın bir zamanlık erzakı
var. İleri mevazi de kâmilen elimizde. Mütareke
Edirne'yi kurtarmak azmiyle mi oluyor, yoksa seyyar
ordumuz mukabeleden aciz mi, layıkıyla
anlaşılamıyor.”(Sayfa:138-139)
“12 Aralık 1912 Perşembe.
Bulgar trenleri bu akşam geçecekmiş. Kâzım
Bey en son şunu rica etmiştir: “Bize başkumandanlık
açıkça vaziyeti yazsın. Bulgar trenlerinin kaleden
geçmesi zaruri desin.” Biz de bilelim ki iğfal
olunmuyorlar fakat mahkûmdurlar. İhanete mi, cehle mi
yoksa kuvvetsizliğe mi Edirne'nin kurban olacağını
bilmekliğimiz şimdiden lâzımdır. Eğer seyyar ordumuz
mahkûm bir vaziyette ise bizim de yapacak bir işimiz
kalmaz. Fakat diğerleri de hatıra geliyor. Bunu anlamak
behemehâl elzemdir. Bir taraftan da şu Maraş
Köprüsü'nü gürültüsüzce tahrip edersek büyük bir vazife
göreceğiz. Evvelki yazdıklarına cevap geldikten sonra
daha kat'i yazacaklarını söylemişler. Köprünün tahribî
için de bir tuğyan olsa kenar rıhtımlarını biraz açtırırdık
gibi mütalaada bulunmuşlar.(Sayfa:145)
“13 Aralık 1912
Bulgar trenleri geçmeye başladılar. Kemal-i
yeisle haber alındı.” (Sayfa:146)
“Bulgar trenlerinin mütemadiyen ordularına erzak
taşıması, Edirne garnizonununda buna bedel mevcut
erzakının azalması kuvv-i maneviye üzerinde fena tesir
yapıyor.“Eğer trenler geçmese imiş Bulgar seyyar
ordusu açlıktan ve son dereceyi bulmuş, kumandanları
ağlamış. Bereket mütareke ile kaleden trenler geçirilmiş
de Bulgarlar mühlik vaziyetten kurtulmuşlar.”
(Sayfa:148)
“Tuzsuzluktan karargâhça da sıkıntı çekmekte
olduğumuzdan bikarbonat de sud ile kloritrikten tuz
yapmasını tecrübe ettik.” (Sayfa:155)
“Hurucun düşman tarafından vaktiyle haber
alındığına da hiç şüphe kalmadı.” (Sayfa:172)
“İşbu lâyiha bizzat Kâzım Bey tarafından Şükrü
Paşa Hazretlerine takdim olunarak şu izahat da verildi:”
Kale dahilinde yüz yirmi bin kadar ahaliden maada işe
yaramaz, serf erzakı istihlâk eden hayli efrat vardır.
“Erzak ihtilâki iyi bir tarzda olmuyor. Evvelâ bazı
zevat has undan gıda-yı tâmını alıyor, göz önünde yiyor.
Saniyen vilayetçe yapılan taharriyatta evlerde mikdar-ı
münasip un bırakılıyor. Askerler ve biçare halkın diğer
kısmı has un yiyenlerin hissesine isabet etmesi lâzım
gelen süpürge tohumu ile kısm-ı küllisi kum olan
kuşyemini de yiyor.” (Sayfa:191)
Edirne Eğitim
59
AKA GÜNDÜZ'ÜN
“BOZGUN”
ADLI ŞİİRİNE
TEMATİK BİR YAKLAŞIM
Yrd.Doç.Dr.Özcan AYGÜN
Trakya Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
kısmında bulunan ve hafiye teşkilatı şeklinde çalışan
öğrencilerin oluşturduğu “bakkallar”'a karşı yapılan
isyanın ve direniş hareketinin ele başlığını yapmasıdır.
Askerlikten ihraç edilen Aka Gündüz, daha sonra
güzel sanatlar ve hukuk eğitimi almak için Paris'e gider.
“College de France” adlı okula devam eder. Ardından
“Paris Güzel Sanatlar Okulu6” ile “Hukuk Fakültesi”nde
dersler alır. Değişik okullarda yaklaşık üç yıl çeşitli dersler
alan
fakat bir türlü bitiremeyen yazar, sonunda
İstanbul'a döner. Böylelikle tahsil hayatına son noktayı
koyar7.
O günlerde, ülkede önemli siyasî olaylar
olmaktadır. 1908'de hürriyet rüzgarları esmeğe
başlayınca Jön Türkler, II. Abdülhamid'in bulunduğu
Yıldız Sarayı'nı basarlar ve ardından II. Meşrutiyet ilan
edilir. Bu olay, Selanik'te olduğu dönemde İttihat ve
Terakki Cemiyeti üyesi olan ve cemiyetin himayesiyle
gazete çıkaran, yazılar yazan yirmi üç yaşındaki Aka'yı
da galeyana getirir. “31 Mart Vak'ası8” üzerine gönüllü
olarak Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki “Hareket
Ordusu”'na katılır ve uzun süren bir sürgün döneminden
sonra tekrar İstanbul'a gelir. O sıralarda, Adana'da
patlak veren “Ermeni İhtilali” üzerine oraya vali olarak
atanan Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve adamları ile birlikte
Adana'ya gider. Heyetle birlikte olayları bastırmak için
Adana'ya giden yazar daha sonra “Adana Vilayet
Meclis-i İdare Başkatibi” seçilir ve aynı şehirde göreve
başlar9. On dört ay sonra görevinden istifa eder ve
İstanbul'a geri döner matbuat hayatına atılır.
O günden sonra da edebiyatın değişik türlerinde
eserler vermeye başlar. Bu türlerin başlıcaları; şiir,
hikâye, roman, tiyatro, tenkit, inceleme ve fıkradır.
Türk Kalbi ile Türk'ün Kitabı Cumhuriyet'in
Genç Kalemler mensubu ve asıl adı Hüseyin
Avni olan Aka Gündüz, 1885 yılında Manastır'a bağlı
Alasonya ile Katerina arasındaki bir dağ köyünde
dünyaya gelmiş; daha sonra Selanik nüfusuna
kaydettirilmiştir1. Babası, Binbaşı İbrahim Kadri Bey'dir
ve kendisi değişik zamanlarda Balkan topraklarında
vazife üstlenmiştir. Makedonya-Bulgaristan sınırı ve
Osmanlı ile Yunanistan arasında yaşanan Teselya Savaşı
ilk akla gelen görev yerleridir. Bu yüzden Aka Gündüz'ün
çocukluk yılları, Balkan yarımadasında geçer ve kalbi,
Rumeli toprakları için çarpar.
Yakın dostu Abdülkerim Paşa'nın tavsiyesine
uyan Enis Avni, Ömer Seyfettin'e danıştıktan sonra
“Aka Gündüz” müstearını alır. Yazar, o günden itibaren
bu takma adla anılmaya başlar. Esas şöhretini de bu adla
2
yakalar .
O sıralarda Aka Gündüz'ün yakın arkadaşı olan
Ömer Seyfettin de, Eyüp'teki “Askeri Baytar
Rüştiyesi”nin subay çocukları için açılan “sınıf-ı
mahsus”unda okumaktadır. İkisi de 1896 yılında bu
okuldan mezun olurlar. Burada okumaktan doğan
haklarını kullanmazlar ve “Kuleli Askerî İdâdîsi”ne
gitmek yerine “Edirne Askerî İdâdîsi”ne kaydolurlar.
Yazarın bu okulu tercih etmesinde, Ömer Seyfettin ile
arkadaşlığının payı büyüktür. İkisinin de birbirlerini
3
etkiledikleri bilinmektedir . Sadık Tural'ın ifadeleri
şöyledir:
“1896 yılında “Eyüp Askerî Rüştiyesi”ni
bitirince “sınıf-ı mahsus”ta okumaktan doğan
“Kuleli Askerî Lisesi”ne girme hakkını
kullanmayan Ömer Seyfettin, kendi arzusuyla, çok
sevdiği Enis Avni (Aka Gündüz) ile birlikte,
Edirne'deki askeri liseye kaydolur. Mizaç
bakımından epeyce benzeştiği Enis Avni ile birlikte
1900 yılında İdâdî'yi bitirip tekrar İstanbul'a
gelirler.4”
Aka Gündüz “Edirne Askerî İdâdîsi”nde
tahsiline devam ederken okul, “Kuleli Askerî İdâdîsi”ne
nakledilir. Ömer Seyfettin burada da yanındadır. 1900
5
yılında burayı bitirirler . Mezuniyetten sonra yazarı
“Harbiye”de görürüz. Ne var ki ikinci sınıfına kadar
okuduğu “Harbiye”yi bitiremeden, hastalığı bahanesiyle
Harb okulu'ndan ihraç edilir. Asıl neden, okulun kantin
1
Mecdi Sadrettin, (1929) : Sevdiklerimiz, Milliyet Yayınları, İstanbul, s.53.
Yücebaş, 1959 : 5-6.
Sadık Tural, (1984) : “Ömer Seyfettin'in Hayatı ve Eserleri”, Doğumunun 100. Yılında
Ömer Seyfettin özel sayısı, Marmara Üniversitesi Yayınları, Yayın No:416, İstanbul, s.10.
4
Tural, 1984 : 10; Şerif Oktürk, (1984) : Ömer Seyfeddin / Hayatı, Sanatı ve Eserleri,
Gökşin Yayınları (Türk Yazarları Dizisi), İstanbul, s.10-11.
5
Tural, 1984 : 10.
6
Sema Uğurcan, (1989): “Aka Gündüz”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi 2,
T.D.V. Yayınları, İstanbul, s.208.
7
Henüz hapse atılmamıştır ve Selânik sürgününe yollanmamıştır.
8
Ayrıntılı bilgi için aşağıdaki kaynağa bakınız:
“İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi / II. Abdülhamid'in son Mabeyn
Başkatibi Ali Cevat Bey'in Fezlekesi, Yayına Hazırlayan : Faik Reşit Unat, Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu / Türk Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1991.”
9
Şerif Aktaş, (1992) : “Aka Gündüz”, Başlangıcından Günümüze Kadar Büyük
Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt Yayınları, İstanbul, s.319.
2
3
Edirne Eğitim
60
Asıl şöhret kazanan da bu müstearıdır.
Edebiyatın hemen her türünde
eserler kaleme alan yazar, 1932 yılına
gelindiğinde başka bir resmi sıfat ve
görevle karşımıza çıkar.
Tek partili siyasi döneme
damgasını vurmuş olan Cumhuriyet
Halk Partisi'nin milletvekili olarak
Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı
altındadır. Dördüncü, beşinci ve altıncı
dönemlerde parlamentoda Ankara
14
mebusu olarak görevlidir . Siyasi görev
süresi 1946'da biter.
Buraya kadar verdiğimiz bilgiler,
yazarın Rumeli sevgisinin nedenlerini
ve eserlerine niçin aksettiğini anlamaya
daha da yardımcı olacaktır sanıyoruz.
On iki yaşına geldiğinde,
Makedonya-Bulgar sınırı üzerindeki
Planga'da aynı yaşlardaki bir Bulgar
kızını sever. Bu kızın, onun üzerinde bir
başka tesiri olur. Onun fikrî cephesinin ilk oluşumlarını
ve Türk milliyetçiliğine yönelişini, aşağıda kendi
ifadeleriyle anlattığı olay sonrasında görürüz:
“Beni milliyetçi eden bu güzel Bulgar kızıdır.
Ben onun sayesinde milliyetçi bir muharrir, has
Türkçe yazmaya uğraşan bir insan oldum. Bir gün
herkes çay kenarına toplanmış havaya bakıyordu.
Sevgilimle beraber biz de gittik. Ne var? Dedik.
Gündüz havada bir yıldız görünüyor, dediler. Güzel
Bulgar kızı ellerini çırparak oh, oh; diye sevindi.
Neye seviniyorsun, dedim?
-Ben mi dedi. Ne zaman güpegündüz bir
havada yıldız görünmüşse, çok sürmez Türklerin
başına bir felaket gelir. Ona seviniyorum...
O anda o yıldız bütün cüssesiyle, bütün
ateşten savletiyle beynime indi ve o saniyeden
itibaren Osmanlılıktan Türklüğe davet ettim.15”
Abide Doğan'a göre, on iki yaşında bir çocuktaki
milliyetçilik duygusunun şiddeti, yazarı son derece
etkilemiş ve o hızla memleketi terk etmesine sebep
16
olmuştur .
Sema Uğurcan ise Aka Gündüz'ün başından geçen
bu olayı, yazarın fikrî cephesiyle birlikte değerlendirir ve
şunları söyler:
“Aka Gündüz'ün II. Meşrutiyet devrinde
yazdığı şiir, tiyatro ve romanlarında görülen hâkim
nitelik milliyetçilik, kahramanlık ve vatan sevgisidir.
Devrinin en hâkim fikri ve edebî akımı olan
Türkçülük heyecanı onu da içine almıştır. Burada
şunu belirtmek istiyorum. Sınır boyunda doğan ve
ilanından önce çıkan hikâye
k i t a p l a r ı d ı r. B u e s e r l e r d e
Balkanlarla / Rumeliyle bağlantılar
mevcuttur.
Yazar'ın en önemli tarafı
romancılığıdır. Çünkü o Türk
Edebiyatı içerisindeki asıl yerini,
özellikle Cumhuriyet'in ilanından
sonra yazdığı romanlar sayesinde
e d i n m i ş t i r. B ü y ü k o r a n d a
kitaplaşan romanları ona, gerçek
anlamda edebî şöhretinin kapılarını
aralamıştır. Bugüne kadar kitap
olarak basıldığı tespit edilebilen
10
yirmi üç romanı vardır . Bunların
dışında, çeşitli gazetelerin tefrika
köşelerinde kalmış sayıları tam
olarak bilinemeyen romanları da
mevcuttur. Ilgaz, Ümit Dünyası,
Tarpi, Sarı Zeybek, Ocak,
F.A.N.Çetesi, Bir Ahlâk Meselesi,
Yıldırımlar, Ocaklılar, Güzellik Kraliçesi, Çilingir Sofrası
gibi.
Aka Gündüz'ün romanları, sayı bakımından
çoktur. Bu romanlar dönemlerinde geniş halk
kitlelerince tekrar tekrar okunmuş, çoğunun defalarca
baskıları yapılmıştır: Bu Toprağın Kızları, Dikmen
Yıldızı, İki Süngü Arasında, Üvey Ana, Aysel
(Kurbağacık), Çapraz Delikanlı, Zekeriya Sofrası, Odun
Kokusu (Hicran), Yayla Kızı ve Bir Şoförün Gizli Defteri
gibi. Bu eserlerden Dikmen Yıldızı (1962), Üvey Ana
(1967 ve 1971), Bir Şoförün Gizli Defteri (1958-1967)
11
ve İki Süngü Arasında (1952,1973) filme de alınmıştır .
Romanlarının veya sinemaya uyarlanmış hallerinin,
Türk okuru ve sinema severi tarafından bu denli kabul
görmesi, yazarın popüler cephesinin de bir
12
göstergesidir . Fakat bu romanlarda Rumeli'den izler
derin değildir.
Aka Gündüz, değişik gazete ve dergilerde de
yazılar yazar. Hem de elli yılı aşkın bir süre ve elliyi aşkın
süreli yayında. Tespit edebildiklerimizin adlarını
sıralayalım: Sabah, Tan, İleri, Tanin, Kurun, Servet,
Terakki, Hürriyet, Alay, Hizmet, Ahenk, Tercüman,
Cumhuriyet, Milliyet, Gece Postası, Haber, Açıksöz,
Yenigün, Hakimiyet-i Milliye, Tercüman-ı Hakikat,
Mücadele-i Milliye, Karagöz, Adana Vilayet, Yeni
Mersin, Zaman, Hak Yolu, Edirne Ahali, Peyâm-ı
Sabah, Tarih, Cihat, Guguk, Mecmua-i Edebiyye,
Mâlûmât, Âşiyân, Hak ve Kadın, Genç Kalemler, Türk
Yurdu, Türk Duygusu, Halka Doğru, Kadın, Hafta,
İrtika, Bağçe/Çocuk Bahçesi, İnci ve Hayat Mecmuası.
Muharrir, gazete ve dergilerde değişik adlar
kullanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Enis Avni, Enis
Saffet, Avni, Muallim (İzmir'de çıkan Ahenk ve Hizmet
Gazetelerinde), Seniha Hikmet (kendi başına Selanik'te
çıkardığı “Kadın Mecmuası”nda ve kadın meselelerine
değindiği başka gazetelerde, dergilerde), Serkengebin
/Serkenkebin/Serkenkebin Efendi (Mizahi yazılara imza
13
atarken). Aka Gündüz ise çoğunlukla kullandığı isimdir .
10
Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Özcan Aygün, (2002): Edebiyatımızda Popüler Roman
ve Aka Gündüz, T.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Edirne.
Giovanni, Scognamillo, (1998) : Türk Sinema Tarihi (1896-1997), Kabalcı Yayınevi,
Genişletilmiş 3. Baskı, s.117, 140, 146, 170, 410, 520; Âgâh Özgüç, (1994): 80. Yılında
Türk Sineması / Turkish Cinema At The 80th Anniversary (1914-1994), T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, s.96.
12
Çalışmamızın ilerleyen kısımlarında, yazarın popülerliği hakkında bilgiler vereceğimiz
için fazla ayrıntıya girmiyoruz.
13
Doğan, (1989): 11.
14
Kâzım Öztürk, (1973): Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü (23 Nisan 1920-14 Ekim
1973), Önder Matbaacılık Yayınları, Ankara, s.141.
15
Yücebaş, 1959: 19.
16
Doğan, 1989 : 9.
11
Edirne Eğitim
61
büyüyen, Osmanlı İmparatorluğuna dâhil yabancı
kavimlerle bir arada yaşamak zorunda kalan
insanlarda, milliyetçilik duygusu daha çabuk
teşekkül etmektedir. Çünkü onlar, bu farklı
kavimlerin bize karşı beslediği düşmanlık
duygularını daha erken hisseder ve kendi millî
varlığımıza dönmemiz gerektiğini çabucak anlarlar.
Meselâ Atatürk, henüz Türklerin elinde, fakat çok
kozmopolit bir sınır şehri olan Selanik'te doğup
büyümüştür. Milliyetçiliğin en önemli dergisi olan
Genç Kalemler yine Selanik'te çıkmış, Gökalp ve
Ömer Seyfettin de orada bulunmuşlardır.17”
Ali Canip, aynı olayla bağlantılı olarak yazarın
doğup büyüdüğü Rumeli topraklarının onun sanatını da,
kişiliğini de etkileyişini şu şekilde ifade eder:
“O daha pek genç, hatta çocuk denecek çağda
iken, Makedonya ovalarını dolaşmış, yeis ve
hüsrandan müzâb olup serilen bir kadın kadar bîtâb ve bî-rûh gölleri seyretmiş, bayırların dibindeki
ağaç kümesinin içinde davarlarını toplayan çobanın
inleyen melül mersiyesini dinlemiş, Balkanların
muallâ şahikalarına tırmanmış, sonra kuytularda
eğri ve yosunlu bir taşın üstünde gayri muntazam
hakkolunmuş nice Mehmetçik kitabeleri
okumuştur. Hulâsa bir kere haiz olduğu kabiliyet ve
sonra yetiştiği muhit, onu ihtilâlci ve inkılâpçı bir
şâir, mefkûreleri arasındaki tezat unutulmamak
şartıyla, sanatı telakki noktasından, ikinci bir
18
Nâmık Kemâl yapmıştır. ”
Hemen belirtelim ki biz de, Aka Gündüz'ün fikrî ve
edebî cephesinin oluşumunda, doğup büyüdüğü
toprakların etkisinin oldukça fazla olduğu görüşünü
savunmaktayız: Çünkü o, Balkan yarımadasında
bulunan ve genel adlandırmasıyla Rumeli olarak bilinen,
Osmanlı İmparatorluğu döneminde fethedildiği için
“evlâd-ı fâtihân” toprakları olarak anılan diyarlarda
doğmuş, büyümüştür. Çocukluğunun ve delikanlılığının
ilk dönemleri bu diyarlarda geçmiştir. Türklüğüne ve
milliyetçiliğine düşkün olmasına sebep olan ilk aşklarının
yaşandığı yerler de yine Rumeli topraklarındadır.
Selânik, Manastır, Makedonya Üsküp, Serez, Alasonya,
Katerina, Planga, Aka Gündüz'ün değişik sebeplerle ve
farklı zamanlarda bulunduğu merkezlerin ilk akla
gelenleridir.
Aka Gündüz'ün edebî cephesi ve çalışmaları
değerlendirilirken Cumhuriyetin ilanı öncesi ve sonrası
olarak iki ayrı devre düşünülmelidir. Zira, Cumhuriyetin
ilanıyla birlikte eserlerinde ele aldığı konularda, büyük
değişiklikler göze çarpar. İçindeki Atatürk ve cumhuriyet
sevgisi, yeni rejimin getirdiği faziletler eserlerine de
yansımaya başlar. Rumeli sevgisini büyük oranda
hissettiğimiz eserleri de Türkiye Cumhuriyet'inin
kuruluşuna kadar olan devreye rastlar.
Yazarın Cumhuriyet öncesi devresindeki en önemli
dönüm noktalarından biri, İkinci Meşrutiyet'in (1908)
19
ilanından sonra Genç Kalemlere girişidir . Dönemin
Türkçü/Turancı anlayışı, ruhunda yıllardır taşıdığı hisleri
iyice coşturur. Sade Türkçe ile yazmaya başlar. Aruz
veznini bırakır. Hece veznini kullanır.
Balkan Harbi başlamak üzere iken (1912),
“Tanin”'de hitabeler neşreder. Sade, terkipsiz bir dille,
Türkleri coşturan, onları uyandırıcı fikirlere sahip yazılar
kaleme alır. Balkan felaketi sonrasındaki üzüntülerini,
hece vezniyle, coşkun bir şekilde dile getirdiği şiirlerini
“Bozgun” adlı kitabında birleştirir.
Aka Gündüz'ün Cumhuriyet öncesi edebî
faaliyetlerine bakıldığında şiir, hikâye, piyes, hitabe,
mektup ve roman gibi türlerde eserler verdiğini
görüyoruz. 1911 yılında çıkan ilk matbu eseri olan “Türk
Kalbi”, 1913'te basılan “Türkün Kitabı”, 1914 tarihli
“Muhterem Katil” adlı piyesi, 1916 tarihli “Gazi Muhtar
Paşa Hazretlerine Açık Mektup”, aynı yıl yazdığı “Ebu
Hatırat Sait Paşa Hazretlerine Açık Mektup”, 1919
yılında yazdığı iki eseri olan “Kurbağacık” ile “Yarım
Türkler” bu devrenin ürünü olan eserlerdir.
Bunların konularına bakıldığında, çoğunlukla
Türkçülük/Milliyetçilik, kahramanlık, savaş gibi
konuların işlendiği vatan ve millet sevgisinin coşkun bir
şekilde dile getirildiği görülür. Bahsettiğimiz konuların,
Aka Gündüz'ün II. Meşrutiyet devresinde verdiği
20
eserlerin hemen hepsine fikirce hakim olduğunu
söylemek mümkündür. Eserlerdeki hakim duygunun
kaynağı yine Rumeli'dir.
Bahsettiğimiz eserlerde yazar, doğup büyüdüğü
Rumeli topraklarının Balkan Savaşı ile elden çıkmasına
derinden üzülür. Kolay kolay kabullenemez. Türk
milletini felaketlere sürükleyenlere lanet eder. Vatanın
dağılmasına neden olanları suçlar. Onlardan hesap
sorulmasını ister. Büyük zaferlere mührünü vuran
atalarımıza lâyık evlatlar olamayışımızdan yakınır.
Türklüklerini unutmaya başlayanları şiddetle tenkit eder.
Türk Kalbi'nde Trablusgarp Harbi'ne dair hikâyeleri,
Türkün Kitabı'nda Balkan Harbi ile ilgili hikâye ve
hitabeleri bir araya getirmesi, yazdığı mektuplarla devlet
büyüklerine hesap sorması, “Yarım Türkler” de
yabancılaşanları tenkit etmesi de bu yüzdendir.
Balkan felaketi sonrasındaki üzüntülerini, hece
vezniyle, coşkun bir şekilde dile getiren ve bu tarz
şiirlerini “Bozgun” adlı kitabında birleştiren Aka
Gündüz'ün, bu kitaba adını veren Bozgun şiiri işte bu
açıdan bakıldığında, son derece önem arz eder. Zira
eserde işlenen temalar, çoğunlukla, yoğunlaştığı coğrafi
bölge olan Balkanlar ve Rumeli'yle ilgilidir.
Yazarın politik hayatı ele alınırken onun doğup
büyüdüğü yerlerle, mizacıyla, arkadaş çevresiyle,
devletin içinde bulunduğu şartlarla ve o dönemlerdeki
devlet yöneticileriyle de bağlantılar kurulması uygun
olacaktır.
Aka Gündüz'ün Osmanlı İmparatorluğunun
Balkanlarda sahip olduğu Batı Trakya topraklarında
dünyaya geldiğini söylemiştik. Babası, cepheden
cepheye koşan bir binbaşıdır. Bu yüzden Batı Trakya'yı,
Makedonya ve Bulgaristan sınırını dolaşan, çocukluğunu
Serez'de geçiren Aka Gündüz, o toprakların elimizden
çıkışına da şahit olmuştur. Ona göre, bunun sebebi
17
Uğurcan, 1987: 35.
Sadettin Nüzhet, 1937: 13.
19
Doğan, 1989: 9-10.
20
Uğurcan, 1987:35.
18
Edirne Eğitim
62
Çan sesleri , ezanları susturmuş :
Müslümanlık , Osmanlılık utansın !
Kadınları , yavruları boğdurmuş ;
O kanlılık o canlılık utansın !
...............
Uçan kuşlar ! ! Ak bulutlar , amanın !
Kosova'dan geçer ise yolunuz ,
- Çarıkları altındadır düşmanın
Hakanımın türbesini bulunuz .
yönetimdir, yönetimdeki yanlışlıklardır. Gerekli tedbirler
alınmadığı için topraklarımız elimizden çıkmaktadır. Asıl
suçlu da Abdülhamid'tir. Çevresindeki kötü
yöneticilerdir.
Yazar, etrafta çığ gibi büyüyen Turancılık fikrinin
ve Genç Kalemlerin zaten içerisindedir. O, Trablusgarp
Savaşı'nı (1911), ardından Birinci Balkan (1912) ve
İkinci Balkan (1913) harplerini görür. 1914'te bütün
dünyayı etkisi altına alacak ama asıl ağır darbesini
Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu'na vuracak olan
Birinci Cihan Harbi'ni (1914-1918) yaşar. Savaşların
üzüntülerini derinden hisseden yazar, Türklük şuuruna
daha sıkı bağlanır ve bunu eserleriyle çevresine yaymak
ister. Türk Kalbi (1911), Türkün Kitabı (1913),
Muhterem Katil (1914) ve Bozgun (1918), onun
Türkçülük/Turancılık fikriyle yazdığı eserleridir. Aynı
zamanda politik düşüncelerinin de yansımalarıdır.
Aka Gündüz, efendi, nazik yapılı, çocukça
bakışlı mavi gözleri olan, hitabeti güçlü, konuşması
düzgün bir insandır. Yüreği insan sevgisiyle dolu,
vatanını milletini seven birisidir. Çevresindeki insanları
kırmamaya büyük özen gösterir. Ama haksızlıklara,
ihanetlere karşı bir anda arslan kesilir. Oldukça hassas,
şair ruhlu bir insan olan yazarın, bu tür durumlarda,
“yırtıcı arslan” kesilen “alev adam” hali
yadır ganmamalıdır. Çünkü, yetiştiği Rumeli
topraklarının elden çıkışı onun ruhunda derin izler, derin
hüzünler bırakmıştır. Yaşadığı istibdat yılları, aldığı hapis
ve sürgün cezaları, ilk zamanlar fazla romantik ve hassas
olan mizacını günden güne sertleştirmiştir. Onun
mizacındaki değişim, içinde bulunduğu devrin tarihî,
siyasî ve ictimaî olayları ile de bağlantılıdır. Trablusgarp,
Birinci ve İkinci Balkan Harplerini gören yazar, doğup
büyüdüğü toprakların elden çıkması sonrasında daha da
ateşli bir yürek taşımaya başlar. Mondros Mütarekesi
devri ve Birinci Cihan Harbi'nin de içinde bulunması,
Türklük ateşiyle yanıp tutuşan yazarı her geçen gün
hırçınlaştırır. Yaşadığı dönem fırtınalı bir geçiş
dönemidir. Dünyada ve Osmanlı İmparatorluğu
coğrafyasında, yönetimde önemli değişiklikler
olmaktadır. Peyami Safa'nın dediği gibi o ve nesli,
herkese nasip olmayacak tarihî, siyasî ve ictimaî olaylara
şahit olurlar. “Tarihin en canlı tasfiye ve istihale
21
devirleri”ni yaşarlar, heyecanlarını ve fonksiyonlarını
paylaşırlar. İmparatorluktan millî devlete geçişin fırtınalı
dönemlerini bizzat yaşayan bir insanın ihtilalci ve
inkılapçı bir kişiliğe bürünmesi de tabii karşılanmalıdır.
Namık Kemal'e nazire olarak yazdığı iki mısra bile, bize
mizacı hakkında bilgi verebilir:
“Sövseler, nefyetseler, hatta nihayet assalar
22
Farig olma bir dakika fikrini izhardan. ”
Şimdi, Aka Gündüz'ün Rumeli sevgisini dile
getirdiği, hatta kimi zaman alabildiğine haykırdığı
şiirlerinden bazı alıntılar yapalım ve bu sevgiyi gözler
önüne sermeye çalışalım:
Ah !...'dan:
“............
21
22
Her yanında örümcekler türemiş ,
Kapısını yosun tutmuş şüphesiz ,
Kubbesinde yarasalar üremiş ,
Ayak ucun etvâf edip deyiniz :
Kan ağlıyor , çok zehir var dilinde ,
Türk kalmamış koca Urumelinde ...”
İntikam Türküsü'nden:
“...............
Akan Meriç bir geçit ver..
Düşmanlara kaldı çok yer.
Öç almakçün geçsin asker.
Aman Meriç bir geçit ver..
.................
Rumeli'nde vatan ana
Mahzun mahzun bakar sana
Kıymadan düşmanlar ona
Aman Meriç bir geçit ver !..”
Seher Yıldızı'ndan:
“................
Her ırz etinden sızıyor al kan!.
Hani Kosova, Şıbka, hani Çaldıran?
Hani gönlündeki nur ile iman?
Minbere, mihraba bak! Asılmış çan..”
Şehit Türk Kahramanına'dan:
“...................
Ey Rumeli! Ey şehitler! Bizden size bin selam
Gam çekmeyin! Ahd eyledik,
alacağız intikam.”
Ana Mektupları 1'den:
“................
Bir gün harp açıldı Kars'ta, Balkan'da
Silahlandı koştu hududa erler
....................
Bu al kan Tuna'ya karışmış akmış;
Oralarda kalmış arslan bedeni..”
Çoban Türküsü'nden:
“Güzel çoban! Kuzuların niçin dağıldı?
Koyunların memesinden kan mı sağıldı?
Urumeli baştan başa sana ağıldı
Boynun bükme, için çekme, çal çoban kızı..”
Topçu Türküsü'nden:
“.....................
P.Safa, 1958 : 9 Kasım tarihli Milliyet Gazetesi.
Aka Gündüz, 10 Ocak 1920 tarihli Alay Gazetesi.
Edirne Eğitim
63
BOZGUN
Vatan yalnız toprak değil ! Su değil!
Bu sancağın, her seçtiği yer vatan!
Müslümanın, yiğit Türkün, o asil
Ayağının her geçtiği yer vatan!”
Müslümanı , Türkü düşman sürümüş
( Altındağ ) üstünü duman bürümüş
Ruhlarla melekler ufka yürümüş;
Başını çevirip bakan kalmamış,
Tanrı korkusunu duyan kalmamış:
Ağla, gözüm ağla! Hicran yaraşır,
Vatansız erkeğe, zindan yaraşır!
( Hak güneşi ) midir karşımda batan?
Nazlı ninem midir yerlerde yatan?
(Sen misin sen misin ey garip vatan!?)
Ellere satılmış ırzın yaşmağın
Harâb edilmiş otağın, bağın:
Ağla, gözüm ağla! Hicrân yaraşır,
Erkeksiz vatana düşman yaraşır!
Ey öksüz ocağım! Zavallı ana!
Kıydılar mı sana! Kıymadan cana?
Kara mı sürüldü eski bir şâna?
Rabbin mekânına sanem asılmış,
Bembeyaz alnına neler yazılmış!
Ağla, gözüm ağla! Figan yaraşır,
Kaygısız imana hüsran yaraşır!
Ne ettiler sana, ne oldu bana?
Kulağımı verdim vurulan çana ,
Bir gariplik geldi, çöktü her yana,
İslâm diyarında Kur'ân ağlıyor;
Kur'ânı başında, Turan ağlıyor!
Ağla , gözüm ağla! Figan yaraşır,
Bülbülsüz bağına hazan yaraşır!
Rumeli tutuştu , vatan dağıldı
Türk kuzularına altın ağıldı
Can memelerinden kanlar sağıldı
Kucağını açıp saran nerede?
Ertuğrul'un oğlu Osman nerede?
Ağla , gözüm ağla! Hicran yaraşır ,
Goncasız bülbüle figan yaraşır!
Utan ey Türk oğlu, halinden utan!
Bunu mu diledi senden Kayı Han?
Böyle mi emretti ulu yaradan?
Hüdâvendigâr'ı soran yok mudur?
Fatih türbesine varan yok mudur?
Ağla, gözüm ağla! Hicran yaraşır,
Kurumuş sineye al kan yaraşır!
Mabedler değişmiş, atılmış kitap!
Ne hânümân kalmış, ne de bir ahbap?
Cebr ile katılmlış zemzeme şarap?
Kalmamış mı duyan, ağlayan, ölen?
Her tarafı sarmış sevinen, gülen?
Ağla, gözüm ağla! Figan yaraşır ,
Kör olası göze tuğyan yaraşır!
Akan sularından kanlar çağlıyor;
Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor,
Çoluk, çocuk, gelin, civan ağlıyor,
Düşman bayrağını yırtan ararım,
Namus ocağını kuran ararım,
Ağla , gözüm ağla ! Figan yaraşır ,
İmansız cihana tufan yaraşır !
18 Kanûn-ı sâni 1328
Mısralar son derece berrak bir Türkçe ile
yazıldıkları için oldukça açıktır. Aka Gündüz'ün Rumeli
sevgisi, hatta sevdası gibi...
Bozgun adlı şiir kitabında, Aka Gündüz'ün
doğup büyüdüğü Rumeli topraklarının Balkan
Harbi'nden sonra elden çıkışını bir türlü
hazmedemediğini ve derin üzüntüsünü- şiirlerinde- dile
getirdiğini görürüz. Bozgundan bozguna giden bir
milletin uğradığı felâketin ve çektiği acıların dile
getirildiği elli üç manzumelik eserde, vatanın
dağılmasına sebep olanlar suçlanarak, atalarımıza olan
sorumluluğun yerine getirilemeyişinden dolayı utanç
duymamız gerektiği hususu vurgulanır. Dört bölümden
oluşan eserin ilk bölümünde yer alan şiirler şunlardır:
Bozgun, Ah, Dertleşme: Gençlik Terennümü, Seher
Yıldızı, Redif ve Hakikatin Rüyası. İkinci bölüm, Beş
şiirden oluşur ve “Birkaç Mersiye” başlığını taşır.
“Mukaddesat” başlığı altında on yedi şiirin bulunduğu
Üçüncü Bölüm'ü, yirmi beş şiirin yer aldığı Dördüncü
Bölüm takip eder ve “Millî Türküler” adını alır. Şiirlerin
tamamı hece vezniyle yazılmıştır. Edebî sanatlardan
uzak, sade ve anlaşılır bir dille kaleme alınmışlardır.
Eserde şâir, bazen bir hatip olarak karşımıza çıkar ve
hezimetin suçlularından hesap sorar. Kimi zaman derin
derin düşüncelere dalar, yer yer inler. Fakat asla ümidini
kaybetmez.
Şimdi, şairin bu eserde yer alan ve tahlil
edeceğimiz Bozgun adlı şiirinin Osmanlıca metnini
verelim. Ardından bu şiiri günümüz harflerine aktaralım.
Edirne Eğitim
64
yakalandığı mısralardır bunlar. Zira ona göre İslâm
diyarında Kur'ân, Kur'ân'ı başında da Turan
mefkûresi ağlamaktadır. Hazan düşmüş bülbülsüz
bağlara bakıp tekrar figana davet eder.
“Rumeli tutuştu, vatan dağıldı” mısralarıyla o
günlerde oraların ne halde olduğunu gözler önüne
sererek, ardından o diyarları vatan haline getirenleri
hatırlatır bizlere.”Ertuğrul'un oğlu Osman nerede ?”
mısraı ise bu hatırlatmanın en bariz göstergesidir.
Rumeli'nin bu perişan haline bakarak, bu
duruma sebep olanları utanmaya davet edişi de yine
bu düşünceler doğrultusunda söylenmiş mısralardan
biridir.
Rumeli'nin Türk-Müslüman diyarları haline
gelmesini sağlayan Murâd-ı Hüdâvendigâr'ı, Fatih'i
hatırlatışı, onları soranların, başta Fatih olmak üzere
türbelerine varıp ziyaret edenlerinin bulunup
bulunmaması da şair için son derece önemlidir.
Çünkü Müslümanların mabedleri, Hıristiyan ibadet
yerlerine çevrilmiş, kutsal kitabımız “Kur'ân-ı Kerîm”
ibadethanelerden atılmıştır. Kutsal zemzem suyuna
bile zorla şarap katılmıştır. Üzüntüsü doruğa çıkan
şair, bu durum karşısında da sorular sorarak duyarlı
insanlara seslenme yoluna gider. Duyan, ağlayan,
ölen hiçbir kimse yok mudur? Sorusunu sorma
ihtiyacı duyar. Zira her tarafı bu duruma sevinenler,
gülenler sarmıştır. Kanaatimize göre, kurumuş
sineye al kan, kör olan gözlere tuğyan yakıştırmaları
da bu düşünceler doğrultusunda yapılmıştır.
Şair, şiirin sonunda, vicdanları dağlayan
Rumeli'nin durumuna üzülüşünü dile getirir.
Kendisiyle birlikte, çoluk, çocuk, gelin, civan
herkesin ağlayışına şahit oluruz. İmansız kalan
dünyaya tufan yakıştırması yine bilinçli olarak
yapılmıştır. Çünkü şair mevcut olan bozgun halinden
kurtuluşa inanmıştır ve bir kurtarıcı bekler gibidir.
Düşman bayrağını yırtan, namus ocağını kuran
arayışı da bu yüzdendir.
Sonuç olarak, şiirin millî tarihe yönelik
yazılan, duygu ve düşüncelerin açık bir şekilde dile
getirildiğini söylemek kolaylaşır. İşte bu açıdan
bakıldığında, savaş sonucunda kaybedilen Rumeli
topraklarına dair duyulan derin hüzün de göz önüne
alınınca Romantik akım etkisiyle yazılan bir şiir
olduğu da gayet belirginleşir. Milli tarihe nostaljik
şekilde yöneliş, lirik söyleyiş ve milli tarihin şaşalı
devirlerinin hatırlatılması göz önüne alındığında
Romantik akımın etkisi daha da netleşir. Şiirde göze
çarpan bir başka nokta da sonsuz Rumeli sevgisinin
dile getirilişidir.
Aka Gündüz, Dikmen'deki evinde iken 6
Kasım 1958 tarihinde, Perşembe gecesi, saat
03.45'te vefat etmiştir. Ardından Ankara Cebeci
Asri Mezarlığı'ndaki kabrine defnedilmiştir. Ama
vefatına kadar onun bu Balkan coğrafyasına ve
Rumeli'ye olan sevgisi artarak devam etmiştir, hiçbir
zaman eksilmemiştir. Mekânı cennet olsun ve kabri
üzerinde esen rüzgâr da Rumeli diyarlarından
olsun...
Şimdi de şiire tematik açıdan yaklaşmaya ve
Aka Gündüz'ün duygularını çözümlemeye çalışalım.
Şiirin başlığından da anlaşıldığı gibi, ele
alınacak konu bir savaş bozgunudur. Söz konusu
savaş ise 1912 yılında Balkan devletleri ile Osmanlı
arasında yaşanan I. Balkan Savaşı'dır.
Şair, şiirin giriş mısralarında, Balkan
yarımadasında, özellikle de Rumeli topraklarında
olan o günlere ait gelişmeleri gözler önüne serer
gibidir: Müslüman Türkü, düşman ata yadigârı olan
diyarlardan sürmüş, evlâd-ı fâtihân diyarı olan
topraklardan göç etmeye zorlamıştır. Altındağ
üstünü duman bürümüş ve ruhlarla melekler ufka
doğru yürümüştür. Bu duruma sebep olan yöneticiler
ise duruma kayıtsızdır. Başını çevirip bakan, Tanrı
korkusunu duyan kalmamıştır. Bu yüzden şair,
hüzünler içerisindedir ve kendisi gibi duyarlı kişilere,
özellikle de vatansız erkeklere seslenir:
“Ağla, gözüm ağla! Hicran yaraşır
Vatansız erkeğe, zindan yaraşır !”.
Verdiğimiz mısralar ise bu seslenişin en güzel
ifadeleri olarak karşımızdadır.
“Hak güneşi midir karşımda batan?
Nazlı ninem midir yerlerde yatan?
Sen misin sen misin ey garip vatan! ?”
mısralarıyla garip ve kimsesiz kalmış vatana soru
sorması da yine bu yüzdendir. Otağın, bağın harap
edilmiş hali, namusun düşmanlar tarafından ele
geçirilmesi de bu üzüntüsünü derinden derine
hissetmesine yeterli bir sebeptir. Erkeksiz vatana
düşman, vatansız erkeğe de zindan yakıştırması da
kanımızca kurtuluş için bir an önce harekete
geçilmesini teşvik etmeye yönelik bir davranıştır.
Kurtuluşa yönelmeyi sağlamak için söylenmiş
mısralardır.
Şiirin devamında şair, öksüz kalmış ocağına
ve zavallı bir anaya benzettiği şanlı Rumeli diyarlarına
seslenerek eski ama bir o kadar da şanlı devirlerine
dair telmihte bulunarak o güzel günleri hatırlatır
gibidir. Şanlı ve tertemiz düşünceler doğrultusunda
yapılan fetihler ve zaferlerle süslü olan “evlâd-ı
fâtihan” diyarlarının alnına bu bozgun sonucundaki
olumsuz gelişmelerle birlikte karalar yazılmıştır.
Müslümanlığa düşman tavırlar sergileyenlerce Allah
evi olarak tanımlanan cami ve mescitlere putlar
konulmasına ve çan diyarları haline getirmesine
adeta isyan eder gibidir de. Şair, bu duruma kaygı
duymayan iman sahiplerine de hüsran yakışacağını
ardından ekler. Ağlamaya, ah ile figana davet eder.
Sonraki mısralarına ise tekrar o diyarlara sorular
yönelterek başlar:
“Ne ettiler sana, ne oldu bana?
Kulağımı verdim vurulan çana,
Bir gariplik geldi, çöktü her yana,
İslâm diyarında Kur'ân ağlıyor;
Kur'ânı başında, Turan ağlıyor !”
Şairin şiirdeki asıl hüzün kaynağını gösteren
ve siyasi görüşüne dair önemli ip uçlarının
Edirne Eğitim
65
Edirne Valiliği İçin Hazırlanmıştır.
Soner TUNA
Ebru B. TUNA
SAVUNMA GÜNLERİ ve ŞÜKRÜ PAŞA
“Düşman savunduğumuz hatları geçdikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum.
Beni mezara koymayın, etimi kuşlar ve itler çeke çeke yesinler.
Fakat, savunma hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır.
Beni bu yere gömeceksiniz ve gelecek nesiller üzerime bir abide dikecekler”
emâkin-i mu'azzezimîzle Bulgarlar üzerine çevirecek
ve şehrimizi ateşlere boğarak harâbe-zâra
döndüreceğim. İçeride ateş, dışarıda ölüm içinde
kalacak kahraman askerlerim işte o zaman velev ki
muhâsımlar bir milyon
olsun, onu yaracak ve bu
suretle ya kahramanca
ölecek veyahut mukaddes
payitahtı ecdadını şanla
terk edecektir.”
Uzun ve kanlı bir
mücadelenin ardından 26
Mart 1913'te Bulgar ve
Sırp ordularına teslim
edilen Edir ne, Bulgar
askerleri tarafından üç gün
boyunca yağma ve talan
edilmiştir. Edirne halkı
kadar tutsak Osmanlı
askerleri de Bulgar zulmüne
maruz kalmışlardır. Sarayiçi
mahalinde tutsak edilen
binlerce Türk askerinin söz
konusu dönemdeki hali
oldukça vahimdir. Öyle ki,
açıklık ve çamur kaplı bir
arazide bulunan bu esir
Türk erleri hem insanca bir
muamele görmemiş hem
de açlık, sefalet ve
hastalıklarla boğuşmak
zorunda bırakılmışlardır. Bu
dehşet sahneleri arasında
en çok dikkati çeken şey ise
esir askerlerin açlıktan
bulundukları yerdeki
ağaçların kabuklarını
yemeleridir. Bu olay Bulgar
işgali ardından şehirde
yaşanan zulmün bir simgesi
haline gelmiştir. İşgal
sırasında Sarayiçi
kampında açlık ve
hastalıktan ölen asker sayısı
yaklaşık 15.000'dir.
Mütareke döneminden hiçbir yardım ve fayda
elde edememesine rağmen Mehmed Şükrü Paşa,
kentin muhafazası konusunda büyük bir kararlılık
örneği sergilemiştir. Londra'da görüşmelerin devam
ettiği günlerde Edirne'nin
teslim edilmesi konusunun
Osmanlı heyeti tarafından
kabul edildiğine dair çıkan
söylenti üzerine İstanbul'a
telgraf gönderen Mehmed
Şükrü Paşa, aşağıdaki
sözleriyle kenti korumak ve
düşman işgali altına
sokmamak adına her yolu
deneyeceğini bildirerek
büyük bir cesaret ve
fedakârlık örneği
sergilemiştir. Söz konusu
telgrafında Şükrü Paşa
şunları yazmaktadır.
Edirne gibi dünyanın
en müstahkem mevkiinden
ma'dûd bir şehr-î
mukaddesi, denî ve hunhar
bir düşmana teslim edecek
alçak bir kumandan şanlı
Osmanlı tarihinde
görülmemiştir. Bu cinayeti
ben de irtîkâb etmeyecek
son neferimi kendi
tabancama, kendimi de son
kurşunuma tevdi' edeceğim.
Şehirde imkân-ı mukavemet
kalmadığını
görünce muhasara altında
bulunan âciz, çocukları ve
kadınları, konsolosların
ellerine birer beyaz çarşaf
vererek, onların himayesine
tevdî'an şehirden
çıkaracağım. Şimdiye kadar
yaptıkları gibi bunları da
onların medeniyyet gözleri
önünde isterlerse imha
etsinler. Ba'dehu toplarımı meşhür-ı âlem mebanî ve
Edirne Eğitim
66
Tarih:28 Aralık 1912 - Yer: Doğu Cephesi,
Aktaran: Ömer Seyfettin
yardım geleceği ümidiyle başlayan heyecanlı
bekleyiş, hiçbir zaman sona ermemiş ve savaş
yeniden başlayana dek bu ümit korunmuştur, Ancak
Osmanlı başkentinden beklenen yardımın gelmeyişi
Edirne'de bulunan herkesi büyük bir üzüntüye sevk
etmiştir. Halkın ve askerlerin moralini bir kat daha
bozan, direncini bir kat daha kıran bir diğer durum ise
muhasara altındaki Edirne'ye tek bir yardım vagonu
gelmezken, Bulgarların Edirne içerisinden geçirdiği
vagonlar sayesinde askerî birliklerini takviye etmeleri
olmuştur. Balkan Savaşları'nda Edirne redif taburu
komutanlığı yapan Raif Necdet Kestelli, hatıratında,
bu durumu ve ümitsiz bekleyişi şu şekilde
yazmaktadır: "Ah, Edirne. Ne elim, ne dayanılmaz
bekleyiş safhaları geçiriyor, Evvelce harp saplantılı
bütün dimağlar ateşli bir heyecanla Şark Ordusu'nun
başarısını, kaleye yaklaşmasını bekliyordu.
Şimdi de aynı heyecanla trenin ulaşmasını
bekliyor. Daima mahkûm bekleyiş! Fakat bu ikinci
bekleyişbirinciden çok sabır kırıcı, ümitsizlik
arttırıcı!... Artık tren meselesi cidden bir facia, bir
trajedi oldu. Beş altı gündür Bulgar trenleri Edirne
istasyonundan, yani kalenin savunma hattının
içinden, mesut ve nümayîşkâr geçerek bilmem
nerede
bulunan ordusuna
sürekli erzak
taşıyor. Sonra iki
aydır kuşatmada
ve erzakı bitmekte
bulunan kaleye,
resmen verilen
müjdeye rağmen
hâlâ tren gelmiyor.
Bu ne elim, bu ne
müstesna bir
vaziyet ya Rabbî!"
Şehrin yani Edirne'nin sefaleti kalbimizde
yaralar açıyor, Camiler, medreseler, hatta harabe ve
viraneler muhacirlerle dolu. Sararmış çehreler,
bükülmüş boyunlar, öyle feci ve dayanılmaz levhalar
yaratıyordu ki. Aç... Herkes aç. Muhacirler,
sokaklarda açlıktan yürüyemeyecek kadar takatten
düşmüş hayvanlarını akla sığmayacak kadar ucuz bir
paraya vermek için sadaka ister gibi yalvarıyorlar. Ve
ağlaya ağlaya sattıkları hayvanın parasını alır almaz
kim bilir kaç günden beri, açlık ıstırabı ile ağlayan ve
kıvranan yavrularına yiyecek bir şey bulmak için
dükkanlara koşuyorlar. Fakat dükkanlar da boş. Artık
satılan şeyler de sınırlı. Kimsenin ciddi ihtiyacına
yarayacak bir şey yok. Eser-i hayat, yalnız fırın
önlerinde ve kahvelerde. Bu sefaleti görmemek için
kati bir ihtiyaç olmadıkça sokağa çıkmamağa karar
verdim...
Tarih; 29 Aralık 1912 - Yer: Batı Cephesi,
Aktaran: Ömer Seyfettin
"Gece yeni çıkarılan obüs attı. Biraz top
muharebesi oldu. Şimdi tüfek ve top sesleri fasıla ile
devam ediyor. İki taraf da isteksiz. Sanılır ki onlar da
bizim gibi tam mütarekeyi bekliyorlar. Fırka
kumandanımız dün hariçteki kuvvetlere kumanda
etmek üzere bizden ayrıldı. Bizi 19. Fırka'ya verdiler.
Şimdi yeniden mürettep bir fırka yapacaklarmış.
Bugünkü efsaneler: iki gün sonra, yani efrenci
yılbaşında mütareke olacakmış... Avusturya (Edirne)
konsolosu mütarekenin, pek yakın olduğunu temin
etmiş... Mahmud Şevket Paşa'nın, muzafferiyetlerinî
Rum gazeteleri yazıyormuş. Tabii bunlara kimse
inanmıyor...
***
Mütareke döneminde Edirne'de halkın ve
askerlerin gözü hep tren yolunda olmuştur. Öyle ki
Kaynak: Naif Necdet
Kestelli; O s m a n l ı
İmparatorluğu'nun
Batışı Ufül), Edirne
Savunması, Arma
Ya y ı n l a r ı , İ s t a n b u l
2001.
23 Aralık
günü İstanbul'dan
gelen telgrafta
kalenin erzak
durumu sorulmuş,
aynı zamanda
kaleye erzak
gönderilmesinin
mümkün olmadığı
v e e l d e k i
imkanlarla
Edirne Eğitim
67
Tablo 1: Edirne Kalesi'nde Görev Yapan
Askerlere Verilen Yemekler:
yetinilmesi gerektiği belirtilmiştir. Zamanla temel
tüketim malzemeleri tamamen tükenme noktasına
gelmiştir.
Giderek küçülen ve kararan ekmeklere
zamanla süpürge tohumu, kuşyemi, kepek, kızlca,
arpa, çavdar, yulaf karıştırılmaya başlanmıştır.
Meclis-i vükala tarafından Edirne Vilayeti'nin
yemeklik olarak satın aldığı süpürge tohumlarının
ithalat vergilerinden muaf tutulması kararı bile
alınmıştır. Savaşan askerlere verilen yemeklerde de
besin değeri ve kalite açısından azalmalar
yaşanmıştır.
Kaynak:
Yüzbaşı Naci`;
Balkan Harbinde Edirne
Muhasarasına Ait Harp Ceridesi,
Askeri Matbaa, İstanbul 1922.
Gün
Sabah
Akşam
Savaşın Başlangıcından 1 Aralık Tarihine Kadar
50 gram peynir
Bulgur lapası
Sirkeli un çorbası
80 gram peynir
50 gram peynir
Peksimet paparası
Sirkeli un çorbası
80 gram peynir
Çarşamba
50 gram peynir
Bulgur lapası
Perşembe
50 gram peynir
Sirkeli un çorbası
Sirkeli un çorbası
80 gram peynir
Sabah
Akşam
Cumartesi
Pazar
Pazartesi
Salı
Cuma
Gün
4 Ocak - 30 Ocak Arası Dönem
Sirkeli un çorbası
100 gram peynir
60 gram peynir
Bulgur lapası
Sirkeli un çorbası
100 gram peynir
60 gram peynir
Peksimet paparası
Sirkeli un çorbası
100 gram peynir
Çarşamba
60 gram peynir
Bulgur lapası
Perşembe
60 gram peynir
Bulgur lapası
Gün
Sabah
Akşam
Cuma
Cumartesi
Pazar
Pazartesi
Salı
30 Ocak’tan Sonra
Cuma
Sirkeli un çorbası
120 gram peynir
90 gram peynir
Bulgur lapası
Sirkeli un çorbası
120 gram peynir
40 gram peynir
100 gram kavurma
Sirkeli un çorbası
120 gram peynir
Çarşamba
90 gram peynir
Bulgur çorbası
Perşembe
90 gram peynir
180 gram peynir
Cumartesi
Pazar
Pazartesi
Salı
“Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz?
Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da İslâv araştırma cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumlarıdır,
Bizim içimizdeki insanların millî tarihlerini yazıp, milli şuurlarını uyandırdığı zaman biz Balkanlarda Trakya hudutlarına çekildik.”
Edirne Eğitim
68
M. Kemal Atatürk
EDİRNE SAVUNMASINDA
BULGARİSTAN'A ESİR DÜŞEN
KONYALI ASKERLER
Ahmet ÇELİK
Eğitimci
Araştırmacı - Yazar
1913’te Konya’da yayınlanan “Babalık” gazetesinin esir askerlerimiz ile ilgili haber küpürü.
Edirne 1829 ve 1878'de yılında Ruslar
tarafından, 1912'de de Bulgarlar tarafından işgal edildi.
22 Eylül 1912'de Bulgaristan, Romanya, Sırbistan,
Karadağ ve Yunanistan temsilcileri, Sofya'da toplanarak
saldırıya yönelik bir ittifak anlaşması imzaladılar.
Müttefikler, Ekim ayı ortalarında Osmanlı Topraklarına
saldırdılar.
9 Ekim 1912'de de Bulgarlar'ın Edirne saldırısı
başladı. Edirne'yi müdafaa eden Şükrü Paşa her türlü
yokluk ve yoksunluğa rağmen 155 gün düşmana karşı
Edirne'yi savundu. 26 Mart 1913'te kent Bulgarlar'a
teslim edilmek zorunda kalındı. Uzun ve kanlı bir
mücadelenin ardından Edirne'yi ele geçiren Bulgar
askerleri üç gün boyunca şehri yağma ve talan ettiler.
Yerli Hıristiyan halkın bir kısmı da bu yağmaya katıldı.
Öyle ki Bulgar askerleri Edirne'deki Müslüman
halkın evlerini yağma ettikten sonra kapılarına
tebeşirlerle bir haç işareti çiziyorlar ve bununla arkadan
gelen yağmacılara söz konusu evde ırza geçilecek kadın
ve yağma edilecek mal kalmadığını haber veriyorlardı.
Halka vermiş oldukları zararla yetinmeyen
Bulgarlar, kentteki Osmanlı'yı simgeleyen kurum ve
kuruluşlara da saldırdılar. Selimiye Camii'ne gelen Bulgar
askerleri bu mabede hiçbir saygı göstermeden çamurlu
postalları ile baskında bulunuyordu. Cami içerisindeki
kütüphane de Bulgar baskınından nasibini aldı. Sultan
Selim Kütüphanesi'ne giren Bulgarlar pek çok paha
biçilemez eseri gasp ettiler. Bulgar askerleri bununla da
yetinmemiş Edirne Merkez Vilayet Hapishanesi'ni bile
yağmalamış ve burada bulunan bütün defterleri ve
kayıtları imha etmişlerdir.
Edirne'nin Bulgar işgali altına girmesinin
ardından esir Türk askerleri Sarayiçi bölgesindeki
yarımadaya toplandı. Bu iki tarafı nehir olan bataklık
zeminde bir ay süre ile aç ve çıplak bırakıldılar. Öyle ki,
buradaki esir Türk askerleri hiç insanca bir muamele
görmediği gibi açlık, sefalet ve hastalıklarla boğuşmak
zorunda bırakıldılar. Esir Türk askerler açlıktan
bulundukları yerdeki ağaçların kabukları yiyorlardı. Bu
durum hem ölümleri hem de salgın hastalıkları ortaya
çıkmasına sebep oldu.
Savaş başlamadan önce 53.000 civarında bir
Türk kuvveti Edirne Kalesi'nde konuşlanmıştı. Harbin
başlama tarihi olan 9 Ekim 1912'den Edirne'nin işgal
edildiği gün olan 26 Mart 1913'e kadar geçen zamanda
Türk tarafının toplam kaybı 13.000 kişiye ulaşmıştı.
Ayrıca Edirne'nin düşmesinden sonra da 28.500 kişi
Bulgarlar tarafından tutsak edilerek esir kamplarına
gönderildi. Bu süre içinde ise Bulgar Ordusu 2.364 ölü,
13.386 yaralı ve 827 kayıp vermiştir.
Edirne'nin Bulgarlarca işgal edilmesinin
ardından vakit kaybetmeden esir edilen Türk askerlerinin
üst düzey yetkilileri Bulgaristan'a gönderilmeye
başlanmıştır. Edirne Mevki-i Müstahkem Komutanı
Mehmed Şükrü Paşa, Edirne Kale Topçu Kumandanı
İsmail Hakkı Paşa, Süvari Kumandanı Aziz Bey, Şükrü
Paşa'nın nezdinde bulunan Erkân-ı Harb Reisi Fuad Bey,
Erkân-ı Harb miralaylarından Ali Rıza Bey, Binbaşı
Kazım (Karabekir) Bey, Yüzbaşı Remzi Bey (Yiğitgüden)
ve Şükrü Paşa'nın yaveri Eyüp Bey'le birlikte pek çok
Osmanlı subayı tren yoluyla Sofya'ya gönderildi.
Bu savunmada gösterdiği kahramanlık nedeniyle
Şükrü Paşa'ya hayranlık ve saygı duyan Bulgar Kralı Çar
Edirne Eğitim
69
Ferdinand, barış yapılana kadar Şükrü Paşa'yı bir esir gibi
değil misafir gibi ağırladı. 30 Mart 1913'te imzalanan
Londra Barış Anlaşması ile, Türkiye - Bulgaristan sınırı
Midye - Enez Hattı olarak belirlendi. Böylece Edirne,
Bulgaristan'a terk edilmiş oldu.
***
Balkan savaşı ve Edirne Savunması Osmanlı
Dönemi Konya basınına nasıl yansımıştır? Bu konuya bir
örnek Babalık gazetesinden… 7 Mayıs 1913 tarihli
Konya'da yayınlanan Babalık gazetesinde “Ber Hayat
(Hayatta) Olan Edirne Askerlerimizden Haber”
başlığı altında Ankara, Burdur, Eskişehir, Isparta,
Afyonkarahisar ve Kütahya illeriyle birlikte Edirne
savunmasından sonra Bulgarlara esir düşmüş Konya il ve
ilçelerine ait 25 askerin durumuyla ilgili bir haber
yayınlanmıştır. Verilen habere göre Edirne savunmasında
Bulgarlara esir düşmüş askerlerimizin Haskova'da
bulunduğu ve durumlarının iyi olduğundan
bahsedilmektedir.
30. Nizamiye Alayı'na mensup esirler doktoru
Kolağası Hacı Hakkı Bey tarafından Konya Belediye
Başkanı Hacı Ali Efendi'ye gönderilen bir mektuba
dayandırılan haber metni şöyledir:
“Ber Hayat (hayatta) Olan Edirne
Askerlerimizden Haber:
Edirne kalesinin sukutundan (düşmesinden)
sonra Bulgar hükümetince esir edilmiş ve Bulgaristan'a
nakl ve sevk kılınmış (gönderilmiş) olan askerlerimizden
esamisi (isimleri) ber vechi züvvanın (aşağıda adı geçen
şahısların) Haskova Kasabasına gönderdikleri ve
kendilerinin ber-hayat (hayatta) ve hal-i istirahatta
(istirahat halinde) bulundukları 30. Nizamiye Alayına
mensup esirler tabibi (doktoru) Kolağası Hacı Hakkı Bey
tarafından (Konya) Belediye Reisi muhteremi Hacı Ali
Efendi'ye bit-tahrirat (yazı ile) bildirildiğinden aynen derc
ediyoruz:
-Konya'nın Sarnıç mahallesinden Abdurrahman oğlu Ali,
-Konya'nın Hacı Yusuf mahallesinden Mehmet oğlu
Kadir,
-Beyşehir kazasından Manastır karyesinden Yağbacı oğlu
Durmuş,
-Beyşehir kazasından Fasıllar karyesinden Torun oğlu
Alime'nin Mehmed Çavuş,
-Ilgın kazasından Derib karyesinden Çiftliközü
karyesinden Süleyman oğlu İsmail,
-Ilgın kazasından Geçid karyesinden Yubyin Süleyman,
-Kadınhanı nahiyesinden Ladik karyesinden Mevlüd oğlu
Mustafa,
-Kadınhanı nahiyesinden Şahviranlı mahallesinden
Hüseyin oğlu Mehmet,
-Hatunsaray nahiyesi Akviran karyesinden Esil oğlu
Mehmet'in Mahmut Onbaşı,
-Akviran karyesinden Sarı Mehmed'in Kadir'in Ahmet,
-Çukurçimen karyesinden Ali Çavuş oğlu Osman,
-Bozkır kazasından Gezlevi karyesinden Mevlüd oğlu
Hasan,
-Bozkır kazasından Sacı karyesinden Raşid oğlu Recep
Çavuş,
-Bozkır kazası Belviran nahiyesinden Sarıoğlan B o y a l ı
karyesinden Ali oğlu İsmail Onbaşı,
-Alibeyhüyüğü karyesinden Hacı Ahmet oğlu Mustafa,
-Mehmet Ali karyesinden Hacı Veli oğlu Abdullah,
-Elmalık karyesinden Mustafa oğlu Halil İbrahim,
-Karasınır karyesinden Mehmet oğlu Ramazan,
-Karasınır karyesinden İbrahim oğlu İsmail,
-Apa karyesinden Hüseyin Çavuş oğlu Bekir,
-Kızören karyesinden Ömer oğlu İsmail,
-Yalıhüyük karyesinden Osman bin Hasan,
-Belviran karyesinden Kızılözlü Mehmet oğlu Ali,
-Akşehir'in Eleviriz karyesinden İsa oğlu Hasan,
-Seydişehir kazası Çalmanda karyesinden Mustafa oğlu
Mehmet,
- Karaman kazası Aladağ nahiyesinden Kırbas
karyesinden Gül Mustafa oğlu Hasan'ın İbrahim Çavuş,
-Karaman kazasının Bozgöz karyesinden Hayta
Abdullah'ın oğlu Seyyid Onbaşı,
-Ermenek kazasında Mihat karyesinden Hampat oğlu
Süleyman,
-Turcular karyesinden Evliya oğlu Evliya,
-Karkara karyesinden fakir oğlu İbrahim'in Mehmet Ali,
-Görmeli karyesinden Koca İbrahim oğlu Mehmed,
-Kişipar mahallesinde Leşci Hacı Ali oğlu Hilmi,
-Altuntaş aşiretinden Hakkı oğlu Derviş (?)
-İlemus karyesinden Hacı Bekir oğlu Mehmed b.
İbrahim,…”
***
Bu askerlere ne oldu?. Acaba esir askerlerimiz
memleketlerine dönebildiler mi? Onlardan hatıralar
nakledecek veya tanıyacak bir kimse var mıdır? Şimdilik
bilmiyoruz. Ama Balkan Savaşı neticesinde Osmanlı
İmparatorluğu'ndan elde ettikleri toprakları
paylaşamayan Balkan Devletleri, bu kez kendi aralarında
savaşmaya başladılar. Bulgaristan, bir süre sonra
Romanya ve Sırbistan'ın saldırısına uğradı. Osmanlı
Devleti de bundan yararlanarak Edirne'yi geri almak için
harekete geçti ve Bolayır ordusunun Edirne'ye girmesini
kararlaştırıldı. 19 Temmuz 1913'te ordunun
Lüleburgaz'a girdiği haberi Edirne'ye ulaştığında, Bulgar
makamları şehri bir gün içinde boşalttılar. Şehri terk
etmeden önce de bütün hapishaneleri açmış, tahıl
ambarlarını ateşe vermiş ve Karaağaç'taki tren
istasyonunu da yakmışlardı. Ama 20 Temmuz günü
geldiğinde Türklerin hala kente girmemiş olmaları büyük
bir şaşkınlığa sebep oldu.
Çünkü Osmanlı ordusu Edirne'ye ancak 23
Temmuz'da girecekti. Bunun sebeplerinden biri İttihat ve
Terakki Cemiyeti'nin, Edirne'nin geri alınmasını
Meşrutiyetin ilanının 5. yılına denk getirerek bunu bir
propaganda malzemesi yapmak istemesiydi. 29 Eylül
1913'te Bulgaristan'la imzalanan İstanbul Anlaşmasıyla
da fiili durum resmiyet kazanmış oldu.
Kaynaklar:
Güney Dinç, Mehmed Nail Bey'in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı (1912 1913), İstanbul, 2008, NTV Tarih, Temmuz 2009, Sayfa:65
**Ahmet ÇELİK
Eğitimci, araştırmacı ve yazar olan Ahmet Çelik,1989-1995 yılları arasında Edirne İmam Hatip
Lisesi Meslek Dersleri öğretmenliğinde bulunmuştur. Halen Konya'da görevine devam etmektedir.
Edirne Eğitim
70
BASINDA BALKAN SAVAŞLARI
ve
MEHMED ŞÜKRÜ PAŞA
Edirne Eğitim
71
BİR EDİRNE SEVDALISININ VEFA KİTABI
“Edirne Şâirleri”
Sedat SAYIN
Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Bir kimliğin tesbiti ise, o yere ilişkin kültür
varlıklarının ve bunlara dair bilginin
yaygınlaştırılması ile mümkündür. Zaman
zaman şehirlerin sahip oldukları bu kültürel
varlıklarının gözler önüne serilmesi bir
zorunluluk, bazen de insanların doğup
yetiştikleri topraklara karşı bir vefa borcu
haline gelmektedir. Bu düşünceden
hareketle, Edirne'nin çağlar boyunca Türk
kültürüne şiir alanında kazandırdığı
şahsiyetleri, terennüm ettikleri
manzumelerle coğrafyayı vatan haline
getiren şairlerini yeniden ele alıp
değerlendirmeyi ve günümüz insanına
sunmayı amaçladık.”
Giriş yazısında Edirne'nin tarihi
serüvenini anlatan Canım Hoca şairlerin hayat
hikayeleriyle birlikte 237 şaire yer verdiklerini
kaydetmektedir. Bunlar arasında : Avni (Fatih
Sultan Mehmed), Cem Sultan, Ahmet Paşa,
Necati Bey, Hayali, Sehi Bey, Aşki, Neşati
Dede, İbrahim Gülşeni, Levni, Şeyh Hasan
Sezai, Vasfi, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Uluğ
Turanlıoğlu, Süreyya Eryaşar, Mustafa Hatipler
gibi 15. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyıla kadar
237 şairin biyografisini ve şiirlerinden seçmeler
vermiştir.
İçinde yaşayıp hayaller kurduğumuz ,
acılar çektiğimiz Serhat Şehrimiz Edirne;
tarihsel süreci içerisinde yüzlerce şaire de
yarenlik etmiş, onların hayallerini süslemiş,
onlara ilham kaynağı da olmuştur. İşte
böylesine zorlu bir görevi bir vefa duygusuyla
Rıdvan Hoca kendisine görev addetmiş.
Kitabın önsözünde şöyle diyor:
Böylesine uzun soluklu bir çalışmayı
gerçekleştirmek yüreği engin Edirne ve tarih
sevgisiyle dolu olan Rıdvan Hoca'ya nasip
olmuştur. Bu kitabı elimize aldığımızda içinde
yaşadığımız toprakların ne kadar velut
olduğunu öğrenmiş bulunuyor ve “kökü mazide
olan ati”liğimizi yeniden duyumsuyoruz…
“Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi birer
kültürel kimliği olduğu bilinen bir gerçektir.
Tarih sahnesine bu kimlikle çıkan şehirler
var oldukları sürece de bu kimlikle bilinirler.
Şimdi kitaptan tadımlık şiir alıntılarıyla
okurlarımızı taçlandıralım:
Edirne Eğitim
72
“Sevdin ol dilberi söz eslemedin gönül
Eyledin kend'özini âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyliyemezsin nideyin hây gönül
Gönül eyvây gönül vây gönül eyvây gönül”
Süngümüzle serdik toprağa yası
Sınırda can veren yaman buradadır
Bir şehir değildir vatan burası
Mermerde yıkanan zaman buradadır
Yıkılmaz bir dağdır Selimiye
Cihana sunulan eşsiz hediye
Tarihi okuyoruz bilmem ne diye
Nef'iler Fatihler her an buradadır
AVNİ
Gül istedim diken oldu yerim ne çare kılam
Meğer libâs-ı hayâtımı pâre pâre kılam
N'olaydı sihr bileydim ki hicre doymak için
Yüreğimi yüreğin gibi seng-i hâre kılam
ULUĞ TURANLIOĞLU
Sultanlık olmaz ise dervişlik de hoştur
Gör nice terk edindi taht ile tâcı Edhem
Olsan şehinşah-ı Rûm olmazdı hac nasîbin
Bin şükür k'oldu rûzi bu devlet-i mu'azzam
AHMET PAŞA
Harâb olupdur ol âbâd gördüğün gönlüm
Gamınla dopdoludur şâd gördüğün gönlüm
Cihânda başıma sultân iken benim servim
Kul oldu sen şehe âzâd gördüğün gönlüm
CEM SULTAN
Bir uysal gezgindir Edirne
Bir yaralı bıldırcın belki de
Ya da bir bulut akşamı rengi
Alıp terkisine çılgın gönülleri
Bırakır usulcana
Yıkıntılarını yamadığı
Barış ülkesinin kıyılarına
HAYALİ
Ey gönül âyân-ı devlet içre himmet kalmadı
Kimden umarsın kerem ehl-i mürüvvet kalmadı
ASKERÎ
SÜREYYA ERYAŞAR
Tut atalar sözün kalbi selim ol
Gönülden gönüle yol var demişler
Gider yavuzluğun tab'ı halim ol
Sert sirke kabına zarar demişler
Yaprağı kuru güldeyim
Kâh batakta kâh göldeyim
Kaçırdım yazı güzdeyim
Yunus bende ben nerdeyim
LEVNİ
EROL YILMAZ
Aşık olan kişinin sînesi sûzân olur
Gözü yaşı demadem akıben ummân olur
Sabr u karârı gidip yarin eden cüst ü cû
Subha değin cünbüşü âh ile efgân olur
Yâ Rab ol düşman bakışlı yâra n'etdim n'eyledim
Sevdiğimden gayrı ol dildâra n'etdim n'eyledim
NECATİ BEY
Kendini yok eyleyen yâr ile ol vâr olur
Yârı ile olanın sözleri cânân olur
Derk edemez nefsini ma'rifeti olmayan
Kuş dilini bilmeyen nice Süleyman olur
Gitmen bir hançerin saplanmasıydı yüreğime
Ve bir hıçkırıktı ayrılık kokan gelişlerin,
Ne kalem yazabilir ve ne kitap söyler, ancak
Bir pembe şafak tazeliğindeydi gülüşlerin
Ölüm ki kavuşmak içindir en sürekliliğe
Senin bir isyanı giyinirdi hep ölüşlerin
ŞEYH HASAN SEZAYİ
MUSTAFA HATİPLER
Edirne Eğitim
73
Doç.Dr.Rıdvan CANIM
Atatürk Üniversitesi
Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Öğretim Görevlisi
Göz Gazeli
Dalından koparılmış taze bir karanfildir gözlerin
Bir tatlı hüzün ve sahilsiz bir denizdir gözlerin
En deli yağmurlarla gelen bir bahar mevsiminde
Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bademdir gözlerin
Umut iklimlerine sevinçle kanat açarken bütün kuşlar
Annesini kaybetmiş bir yavru pelikandır gözlerin
Hasretin en dayanılmaz ateşlerine düştüğüm o günde
Bana hayat veren pınar ve serin bir gölgedir gözlerin
Ve en güzel baharlarda saçlarıma kara yağarken şimdi
Gönül hanemi viran eyleyen bir haramidir gözlerin
Kim demiş şefkati yok hem merhametsizdir diye
Âh, yavrusuna keder emziren bir annedir gözlerin
Yakub gibi Yusuf'unu hasretle beklerken ben
Bir gece yarısı ansızın çıkıp gelen eceldir gözlerin
Not: Rıdvan Hocamız bu şiiri geçtiğimiz aylarda
kaybettiği sevgili eşine ithafen daha önceki yıllarda
yazmıştır. Eşine Allah’tan rahmet, kendisine ve
yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyoruz.
Edirne Eğitim
74
STEFAN ZWEİG'IN
ÜÇ BÜYÜK USTA’SI
Stefan ZWEİG
Umutcan YÜCE
Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Öğrencisi
“Hayat, her şeye rağmen, güzeldir.”
O toplumların gelenek, göreneklerini inceleyip
kültür çevresini de göz önünde bulundurmaktadır.
Zweig'ın bunu yapması onun biyografilerinin daha
ger ç ek ç i ve zengin g ö r ü n ü m kazanmas ı n ı
sağlamıştır. Zweig'ın bu çalışkan ruhunun yanı sıra,
kendisinin iyi derecede, felsefe, sosyoloji, psikoloji
özellikle psikanaliz bilgisinin olması onu çok
yetenekli bir araştırmacı ve yazar yapmıştır. Sezgi
gücü oldukça güçlüdür, sanat dallarının hepsi
hakkında bilgisinin olması onun sezgi gücünü
y ü kseltmi ş tir ki zaten sanat ı alg ı lamam ı z
duyumlarımız ve sezgilerimizle olmaktadır. Bir
başka özelliği ise mükemmel bir empati gücünün
olmasıdır. Öyle ki Dostoyevskiyi acılar içinde,
Stendhal'ı bencillik içinde, Casanova'yı çapkınlık
içinde görerek onları kendi beyninde
bağdaştırmasıyla empati yeteneğini kullanmıştır.
Zweig'dan bu kadar bahsettikten sonra size
kendisinin en güzel eserlerinden biri olan ''Üç
Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski'' isimli
kitabından bahsetmek istiyorum. Kitap 224
sayfadan oluşmakta. 224 sayfanın içine üç dünyaya
şekil vermiş usta yazarın hikayesini nasıl sığdırdı
diye soruyor olabilirsiniz. Ancak Zweig bunu öyle
ustaca yapmış ki, 224 sayfanın içinde her yazarın
hikayesinde hissetmedi ğ iniz duygu yok.
Betimlemeler öyle dolu ve yoğun ki, belki de
edebiyata yeni başlayan birinin dört-beş cümlede
anlatabileceği bir hissi ya da konuyu, kendisi sadece
bir betimlemeyle anlatmayı başarmış. Zweig'ın
kitap boyunca olan cümleleri öyle zengin ve yoğun
ki, bir ressamın eserini inceliyormuş hissi veriyor.
Dickens'ın ingiliz sokaklarına dalışını, Balzac'ın
sabahlara kadar çalışmasını ve yüzündeki mimikleri,
Dostoyevski'nin cenaze törenini öyle harikulade
betimlemi ş ki bunlar ı n hepsini bir film
izliyormuşçasına mümkün kılıyor. Eserin dili
oldukça süslü,ama bu kötü anlamda anlatımı
zorlaştıracak tarzda bir süs değil. Bu hissedilen
duyguları arttıracak tarzda etkili güzel bir süs.
Şimdi bu kitabın en sevdiğim ve üzerinde en
çok durduğum bölüm olan Dostoyevski'nin hayatı
kısmı hakkında Stefan Zweig'ın görüşlerini
Dünyayı kuranlar, onlara yol gösteren
kimlerdir bilir misiniz? Onu ş ekillendiren,
mükemmelliğe götüren, yanlışı düzeltmek için
uğraşan, toplumun bozulmuş yönlerini ortaya
çıkarmak için kendini feda eden, sürekli düşünen
kişilerdir onlar. Peki ya kimlerdir bu kişiler?
Yazarlardır elbet. Sanatın her dalı insanlara bu
faydaları sağlamak için doğmuştur. Estetik doğada
bulunur, felsefe ise insan beyninin dahiyane
düşünce sisteminden doğmuştur. Bütün bu yazarlar,
fikir adamları tarihimiz boyunca rönesans, fransız
devrimi, sanayi devrimi, makinele ş me ve
sayılabilecek birçok değişik olayda en önde
olmuşlardır. Fikirler yeterince güçlendiğinde ve
temellendirildiğinde radikal değişikliklere yol
açacak kadar güçlüdürler. En başta bir fikir vardı ve
fikir hareket kazanınca eyleme dönüştü, kendini
somut gerçeklikte bulduğunda ise değişiklik
başlamıştı. İşte size bütün bu değişimi yaratan ve
toplumun duygular ı n ı n ve ger ç eklerinin
farkındalığını sağlayan yazarlar hakkında yazan bir
üstadın kitabını tanıtacağım.
Biyografi okumak, usta yazarların, fikir
adamlarının, sanatçıların biyografisini okumak
zevkli bir iştir. Ancak bu biyografileri biyografi
üstadı ve iyi bir yazar olan Avusturyalı yazar Stefan
Zweig'ın kaleminden okumak bir biyografi
hayranının zevk alabileceği en üst noktalardan biri.
O biyografiyi bir insanın hayatını anlatmak olarak
görmedi. O insanın yaşamını bir sanat eseri gibi
gördü ve onu edebiyatın ve şiirin sağladığı bir
incelikle yorumlamayı başardı. Dünya edebiyatında
Stefan Zweig biyografi türünün ustası olarak
görüldü. Mükemmel bir tekniği vardı.İlk olarak
Zweig, biyografisini yazacağı kişilerin üzerinde
derinlemesine bir inceleme yapardı. O kişi ile ilgili
her türlü bilgiyi, belgeyi toplamakta, makalelerini,
mektuplarını, hatıralarını, hakkında yazılmış her
türlü yazıyı, el yazılarını tek tek incelemekteydi. O
kişinin hayatını etkileyen bedensel ve ruhsal olan
bütün değişiklikleri teker teker alıp tahlil etmiştir.
Aynı zamanda o kişilerin yaşadığı toplumu, kültür
çevresini gelişimini de aynı titizlikle incelemektedir.
Edirne Eğitim
75
menfaati için de orjinalliğini feda etmiştir.
Hayatı boyunca kişiliğindeki ikiliğin acı
gerginli ğ ini duyduktan sonra, Tanr ı' ya
ulaşabilmek ve hayatın anlamını bulabilmek
için kendi varlığının en derin katlarını
eşeledikten sonra bütün bir bilgi yığınını bir
yana iterek yepyeni bir insanlığa doğru gitmek
O sırrını, en son ve unutulmaz formülünü
a çı klam ış t ı r: '' Hayat ı n anlam ı ndan ç ok,
hayatın kendisini sevmek gerekir.''
İşte bu paragraf bence bütün bir kitabın
özelliğini en güzel açıklayan ve en hoşuma giden
paragraf olmuştur.
Zweig, her ne kadar
Dostoyevski'nin acı çekmiş olduğunu bilmesine
rağmen, Dostoyevski'yi bir şekilde ölümden
alıkoyan o düşünceyi ortaya koymayı ustalıkla
ba ş arm ış ve bunu okuyucuya betimlemeyi
başarmıştır. Hayatın anlamından çok, hayatın
kendisini sevmek gerekir. Bu görüşe hem
Dostoyevski'nin hayatını göz önünde bulundurarak
Goethe'nin şu sözüyle karşılık vermek istiyorum:
yorumlamak ve aktarmak istiyorum.
Stefan Zweig'ın gözünde Dostoyevski,
acının kelime anlamıdır. Kendisini böylesine feda
eden, böylesine halkına saklayan, tanrıya ilginç bir
ilişkiyle bağlanan başka bir yazar görmemiştir.
Dostoyevski öylesine karmaşık bir insandı ki, onu
anlatmak Zweig'ın ağzıyla,” güç ve cüret gerektiren
bir işti”. Onun dünyasına girmek, onun evrenine
girmek ve anlayabilmek bile, kolay olmamıştır.
Dostoyevski'nin hayatını ve yaşadıklarını tam
olarak sindirmeden, kendi içimizde yeniden
yaşamadığımız takdirde Dostoyevski bizim için
hiçbir şey ifade etmez. Dostoyevski'yi anlamak için
aşırı olunmalıdır, ki kendisi ölçüsüz ve aşırıydı.
Duyguları en uçlarda hisseder, en kötüyle en iyi
arasında gidip gelirdi. Dostoyevski'yi anlamak ve
hayatın ona karşı işlediği suçları anlamak için
Zweig'ın şu betimlemesine bir bakın: “Bu koca
devin kalbinin en derin köşelerine girebilmek için
ne uzun bir iniş yapmamız, ne labirentler
aşmamız gerekecektir! Bu güçlü, bu büyük, bu
korkunç ve bizden bu kadar uzak olan bu eşsiz
dünya, sonsuz derinliğine inmeye çalıştığımız
ölçüde, bizim için gittikçe daha esrarlı bir hal
almaktadır.'' Gördüğünüz gibi Zweig gibi yüce bir
sanatçı bile kendini kaybetme korkusundadır.
Zweig, Dostoyevski'nin hayatını daha iyi
anlayabilmemiz için, mizacının her bir parçasına,
bilinçaltının her etkisine kitabında yer vermiştir. Bu
bizim Dostoyevski'yle bütünleşmemizi sağlayan ve
onun vardığı bilgeliğe her ne kadar varmanın
mümkün olmamasına rağmen, aynadan bakmamızı
sağlamıştır. Bu bölümler yüzü, hayatının trajedisi,
kaderinin anlamı, Dostoyevski'nin aldığı insan
modeli, düşündüğü gerçeklik ve hayalgücü,
yaratma sanatı, tutkusu, sınırları aşması,Tanrı'nın
ona acı vermesi ama aynı zamanda ona sevgiyle
bağlı olması gibi birçok bölümden oluşmaktadır.
Stefan Zweig'ın bütün bu üslup, ele aldığı usta
yazarlar, kültürü ve yeteneği birleşince ortaya çıkan
bu kitap, herkesin kütüphanesinde bulunması
gereken bir başyapıttır.
Kitaptan bazı yerleri bellemiştim ve onları
sizlerle paylaşmak istiyorum. Zweig'ın ağzından
Dostoyevski'yi anlatan bir paragraf:
“İnsan düşüncesinin tarihinde manevi
benli ğ in bu ş ekilde yok edili ş ini ve
karşıtlıklardan hareket edilerek zengin bir
ideale ulaşılmasını gösterecek başka bir örnek
yoktur. Dostoyevski kendi kendisini haça
mıhlamış gibidir; Tanrı'ya olan inancına
tanıklık etmek üzere bilgisini, sanat sayesinde
yeni insanı yaratabilsin diye bedenini, herkesin
“Hayat, her şeye rağmen, güzeldir.”
Edirne Eğitim
76
Tuna
Tuna mavi : gökler gibi.
Bir ufuktan bir ufka eser gibi.
Koşuyor… Koşuyor Tuna.
Coşuyor Tuna.
Tuna yeşil: Bahar gibi.
Bir ufuktan bir ufka rüzgar gibi.
Akıyor… Zorlu akıyor Tuna.
Hasretiyle yürek yakıyor Tuna.
Tuna kızıl: Kan gibi.
Duygulu bir insan gibi.
Yanıyor… İçinden yanıyor Tuna.
Anıyor Tuna
Eski güzel günleri hıçkırarak.
Tuna ak, Tuna berrak,
Benim göz yaşım gibi!
Tuna dertli bugün hummalı başım gibi.
Dalgalarda köpükleniyor ak
Kısrakların yeleleri…
İçimde bir yıldız,
Bir hız
İçimde çırpıntılar
var.
İçimde gür bir ses haykırıyor : İleri!...
Halide Nusret ZORLUTUNA
Şair - Yazar
(Edirne Gelini)