Köprü Ocak 2013
Transkript
Köprü Ocak 2013
köprü Ocak 2013 Bosphorus Chronicle’ın Ekidir. YGS-LYS Rüzgârı.... YGS-LYS Nedir? Dershanelerde yaşadığınız zorluklar Dershanelerde yaşadığımız zorluklar nedir?nedir? Türkiye Türkiyemı? mi Tıp Yurtdışı Tıpöğrenciler hayali kuran mi, Yurtdışı hayalimı? kuran için staj öğrenciler için staj imkanları neler? Köprü bu imkanları neler? Köprü bu sayısında öğrencilerin sayısında kafasınısorunlarına karıştıran üniversite kafasınıöğrencilerin karıştıran Üniversite çözüm sorunlarına çözüm buluyor! Tüm cevaplar... buluyor! Bütün cevaplar…. Üniversite ÜNİVERSİTE Dosyamızda DOSYASI’NDA sayfa 31-39 Sayfa 10 "Keşke eksen eğikliği olmasaydı da işiniz de bu kadar zorlaşmasaydı" Coğrafya Hocalarıyla "Dünya Dönüyor Sen Ne Dersen De" Söyleşisi sayfa 3-4-5 Robert Öğrencileri Merakta! Sayfa 38 Robert Kolej Ormanlarına UFO indi. Sayfa 40 Boğazİçi mİ? Harvard mı? 11 yaşındayken Biyoloji sınavında kopya çekmiştim.” ve daha birçok samimi itiraf Margaret Halıcıoğlu ile söyleşide. sayfa 7 Blok Ders Gelİyor, İstanbul'da bir Hobbit Köyü: Bahçeşehir Sayfa 20 “Türk Takımlarının Euroleague Karar veremediniz mi? Mücadelesi” Önemli değil, sizin için hem Köprü’nün Spor Anne Kozlu, hem de Mehtap Kaya'yla konuştuk. Uzmanı yazıyor, Sayfa 31-32-33-34 spor severler okuyor! 2013 Yılında neler yaşayacağınızı merak mı Sayfa 24 ediyorsunuz? Gazetemizin astroloğundan 2013 yılı burç yorumları... Sayfa 12-13 Yurtdışı mı? Türkiye mi? İkiz olmayı hayal edin... Hem de Nazi Almanyası’nda! Sayfa 25-26 Bir Taşla İki Kuş... Hâlâ karar veremediniz mi? Sevdiniz biliyoruz, İpek & “Yurtdışıcı mısın, Yurtiçici misin?” Andrew Tingleff çiftiyle devam testini çözün, sorunuza yanıt ediyoruz! Sayfa 8-9 bulun. Sayfa 39 Sayfa 21-22 21 Aralık’ta Kıyamet Kopmadı! Hoşgeldin yılların Mayalara rağmen yaşaMAYA sultanı 2013! devam ediyoruz. Sayfa 18 2013'ten beklen“Göbekten zeytin yemek 9’lar ilk dönem sonu tiler ve 2012'de geride Halktan Şiirler sınavlarına girecekler! 90’larda çok modaydı” bıraktıklarımız... Hepsi yayınlıyoruz, 90’lar hakkında her şey, Peki onlar bu konu Yeni Yıl sizin sesiniz oluyoruz! Adölesan Nostaljisi’nde! hakkında ne düşüyor? Sayfa 13 Sayfa 29 Sayfa 29 Dosyamızda! Röportaj EDİTÖRDEN 2 Editör Yazısı Köprü’nün ilk sayısı hakkında aldığımız olumlu veya eleştirel yorumlarınız için herkese teşekkür ediyoruz, sayenizde Köprü’nün bu dönem 2. Sayısını daha da geliştirdik, daha da iyi yaptık! Robert Kolej öğrencilerinin sesi olmak için sizin sesinize kulak vermeliydik ve bunu yaparak gazetemize yeni dosyalar ekledik, eleştirileriniz doğrultusunda değişiklikler yaptık. Eğlenceli söyleşilerimizin yanında, bu sayıda Üniversite Sorunlarınıza çare bulacak bir “Üniversite Dosyası”na da yer verdik. Umarız siz de, danışmanlarımızın, yazarlarımızın ve tasarım ekibimizin yoğun çabalarıyla 3 hafta gibi kısa bir süre içinde hazırlanan bu sayıyı beğenirsiniz ve ilk sayımıza gösterdiğiniz ilgiliyi bu sayımıza da gösterirsiniz. Yunus Emre Erdölen Berfin Torun “Dünya Dönüyor Sen Ne Dersen De” Köprü Gazetesi olarak 10. sınıfların haftada beş saat ders gördüğü ve bu seviyenin en önemli dersi olan Coğrafya’nın birbirinden renkli ve samimi öğretmenleri Gülhiz Yüksek, Necla Sönmezay ve Ferdağ Sezer’le hem bilgilendirici hem de eğlenceli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşi boyunca hem öğretmenlerimiz hakkında birçok şey öğrenecek hem de özellikle hazırlık ve 9. sınıf öğrencilerinin Coğrafya dersi hakkında edindikleri önyargılardan kurtulmaları için tavsiyeler ve açıklamalar bulacaksınız. Köprü: İlk olarak size neden coğrafya öğretmeni olduğunuzu sormak istiyoruz. Coğrafya öğretmenliği dışında başka bir meslek sahibi olmak ister miydiniz? Çocukluk hayaliniz olan bir meslek var mıydı? Gülhiz Yüksek: Ben coğrafya öğretmeni olmayı planlamıyordum. Eczacılık veya ziraat mühendisliğini istiyordum. O dönemdeki sınav sistemi içinde bu bölümler olmayınca, arkadaşlarımın da çoğunlukla tercih ettiği dal olan İ.Ü. Coğrafya Bölümü’ne girdim. Hatta öğretmen olmamak için jeoloji sertifikası alarak dört tane çok ağır dersi bir yıl içinde verdim. Ama mezun olduktan sonra evlendiğimde öğretmenliğin bana çok uygun olacağını fark ettim. Eşimin de aynı meslekte karar kılması yaşamımızı çok daha anlamlı ve paylaşılır hale getirdi. Ferdağ Sezer: Ben, öğretmenliği karakterime ve yapıma uygun bir meslek olarak görüyorum. Belki insanları ve özellikle çocukları çok sevdiğim için onlarla birebir iletişim içinde olabileceğim bir mesleğim olmasını istemişimdir her zaman. Bunun için önceleri doktorluk mesleğini düşünürken lise yıllarımda onun yerini öğretmenlik aldı. Lisede coğrafya derslerini çok seviyordum ama coğrafya öğretmenimiz derslere çok ender geliyor ve geldiği zamanda dersi daha çok bana anlattırıyordu. Sanırım bu dersi anlatma alışkanlığı o dönemlerden geliyor. Ayrıca çevreye karşı ilgim ve merakım hep olmuştur. Merak ettiğim pek çok şeyin cevabını bulabileceğim bir alan olarak da görmüşümdür coğrafyayı. Aynı şekilde ilgimi çeken bir de edebiyat öğretmenliği vardı. İkisinden biri olacaktı ve coğrafya oldu. Necla Sönmezay: Benim de öğretmen olmak gibi bir niyetim yoktu başlangıçta, liseden sonra üniversiteyi okumak için Almanya’ya gittim. Berlin’de işletme fakültesine kaydoldum.Turizm işletmesi okumayı planlıyordum, ama ailevi nedenlerle dokuz ay sonra geri döndüm.Tekrar sınava girdim ve tarih, sosyoloji, turizm, coğrafya gibi sosyal bilimler ağırlıklı bölümleri tercih ettim.Üniversiteyi bitirdikten sonra da öğretmenlik yapmayı düşünmedim, turizm alanında çalışmak amacıyla İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptım. Bir yandan kendime uygun bir iş bakarken, diğer yandan da kendi ayaklarımın üzerinde durabilmek, bağımsız olabilmek için İstek Vakfı Okullarından birinde öğretmenliğe başladım. Tecrübeli öğretmen arkadaşlarım bana öğretmenlikte beş yılımı doldurursam asla bırakamayacağımı söylemişlerdi, gerçekten de öğretmenliği sevip, bırakamadım. Bir psikoloji konferansından “Neden öğretmen oldunuz?” sorusunun cevabını hatırlıyorum:“ Daima öğrenci kalmak isteyenler, öğretmen olarak okula dönerler.” Köprü: Şimdi öğrencilerin çok merak ettiği bir soruyu sormak istiyoruz. Okul dışında birlikte zaman geçiriyor musunuz? Gülhiz Yüksek: Sadece Coğrafya öğretmenleri değil Sosyal Bilimler Ocak 2013 Bölümü olarak da arkadaşlarımızla bir araya gelme fırsatı yaratıyoruz boş zamanlarımızda. Bunlar hafta sonları gezmeler, buluşmalar ve sinema gibi etkinlikler olabiliyor. Okula emek verdikten sonra unutulmuş olmak kötü bir duygu olacağından emekli hocalarımızla vakit geçirmeye özen gösteriyoruz. Bu nedenle onları bir araya getirebileceğimiz özel günler planlıyoruz. Bugünlerde onlarla beraber yeni yıl yemeği planlıyoruz örneğin. Ayrıca Türk Sanat Müziği’ne aşırı bir ilgimiz var. Örneğin benim uzun yıllar öncesinden devam ettiğim koro grubuna bu yıl Ferdağ Hanım’ın da katılması her perşembe akşamı birlikte olmamızı sağlıyor. Necla S.: Bundan önceki senelerde de okul sonrası koro çalışması yapıyorduk. Bizim bölümden birçok arkadaşımız katılıyordu. Ferdağ S.: Ama birlikte yurt dışı gezilerine de gittik. Bu tür aktiviteler beraber hoşça vakit geçirmemizi de sağlıyor. Bütün zamanımızı birlikte geçirdiğimiz için aile gibi olduk aslında. Bu nedenle dışardaki hayatımızda da birlikte paylaşımlarımız oluyor. Necla S.: Bizim bölümde ciddi bir dayanışma var. Sadece coğrafya öğretmenleriyle değil bütün zümre öğretmenleri arasında birbirine bağlılık ve huzurlu bir ortam var. Ofisin kapısından girdiğinizde evimizdeymiş gibi hissediyoruz kendimizi. Hem sizlerle hem bu bölümde olmaktan mutluyuz. Köprü: Bireysel olarak boş zamanlarınızda yaptığınız aktiviteler var mı? Necla S. : Ben fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Fotoğrafçılık bizim ailede geçmişten gelen bir meslek, bazı yakınlarım hâlâ profesyonel olarak bu mesleği sürdürüyorlar. Müziği çok seviyorum, iyi bir dinleyiciyimdir, ayrıca Köprü Yunus Emre Erdölen Defne Aksoy Şiir Su Saydam Gizem Taşkın Başak Dağlıoğlu kitap okumayı da seviyorum. İstanbul Film Festivali’ni üniversite yıllarımdan bu yana takip etmeye çalışıyorum. Özellikle Avrupa sinemasını beğenirim, ticari yanı olmayan sanat filmleri daha çok ilgimi çekiyor. Son yıllarda festival zamanının bir bölümünün tatile rastlaması sebebi ile izleyemediğim filmleri sonradan vizyona girdiğinde veya satın alıp evde izleyebiliyorum. Ferdağ S.: Ben mümkün olduğunca yürüyüşlerimi yapmaya çalışıyorum sağlığım için. Onun dışında her bulduğum fırsatta kitap okuyorum. Son bir iki yıldır sinemaya gitmek benim için bir hobi oldu. Özellikle tek başıma sinemaya gitmek ayrı bir zevk veriyor bana. Onun dışında lise yıllarımda da korodaydım ve şimdi de olgunluk dönemimde koroya tekrar başladım. İnşallah ileride bir de müzik aleti çalmayı öğreneceğim.Tercihim keman. Köprü: Aikido? Ferdağ S.: Bunu nereden bulmuşlar bilmiyorum ama ilk geldiğim yıllarda bir dönem bu kulübün danışmanlığını yapmıştım ama ben öğretmiyordum tabii ki. Dışarıdan bir uzman geliyordu. Gülhiz Y.: Ben annemin ev işlerini yapabildiği ve sağ olduğu zamanlarda kanun çalıyordum ve Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne on yıl devam ettim. Cemiyetin çok değerli hocası, TRT’nin ünlü kanun sanatçısı Hüsnü Anıl Bey’den uzun yıllar ders aldım. Son yıllarda bıraktım ama ileride müzikle uğraşmaya devam edeceğimden eminim. Köprü: O zaman şimdi hızlı soru-cevap kısmımıza gelelim. Eksen eğikliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Gülhiz Y.: Keşke eğik olmasaydı da işiniz de bu kadar zorlaşmasaydı. Ferdağ S.: O zaman yıl boyunca Ekinoks olacağı için Ekinoks bayramını kutlayamayacaktınız. Necla S.: Öğrenciler her şeyin sebebi olarak eksen eğikliğini görüyorlar. Jeolojik evreler içinde değişmiş zaten. Köprü: Gerçekten de haklısınız. Çoğu üst dönem ilk sınavda bilemediğiniz şeylere “eksen eğikliği” yazın, çoğunun cevabı bu diyorlar mesela. Peki, başka bir soru: Bu okulda öğrenci olsaydınız, hangi kulüplerde olurdunuz? Ferdağ S.:TEMA! RC Singers’ta olmak isterdim. Necla S.:Ben birçok kulüpte olmak isterdim. Fotoğrafçılık kulübü ve derslerini mutlaka alırdım; orkestra olabilirdi, bir müzik aleti çalmayı çok isterdim.Yurt dışında farklı okullardan gelen öğrencilerle ülkelerin durumunu tartışmak ilgimi çekerdi, MUN’de olmak isterdim. Gülhiz Y.: DI kulübünün çalışmaları çok ilgimi çekiyor. Bunun dışında MUN ve orkestrada olmak isterdim. Köprü: Bildiğiniz gibi 21 Aralık’ta Mayalar kıyametin kopacağını ve Dünya’nın tersine döneceğine inanıyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Gazetemiz bu tarihten sonra çıkacağı için hepimiz gerçekten olup olmayacağını göreceğiz. Ferdağ S.: Bu durumda coğrafyacıların işi zor, yeniden her şeyi tekrar yazacağız. Necla S.: 21 Aralık’a kadar da sağ kalacağımızın garantisi yok. Ferdağ S.: 21 Aralık bizim için bir şey daha ifade ediyor öyle değil mi? Köprü: Ekinoks mu? Hayır, hayır. En uzun gece? Ferdağ S.: Evet, en uzun gece ve en kısa gündüz. Kış gün dönümüdür. Bizim için bu anlama geliyor 21 Aralık, kıyamete ihtimal vermiyorum. Gülhiz Y.: Öyle düşünmüyoruz hiç. Köprü: Öğretmenlik hayatınız boyunca başınıza gelen komik anılarınız nelerdir? Necla S.: Final kağıtlarını okurken çok eğleniyorum aslında. Öğrenciler bilgilerini bazen çok komik şekillerde ifade edebiliyorlar. Bir final sınavında Kuzeydoğu Anadolu Bölgesindeki bitki örtüsünü sormuştuk, orada gür çayırlar var bildiğiniz gibi. Öğrencilerden biri “Oradaki büyükbaş hayvanlar hepsini yemiş bitirmiş” yazmıştı. Çok gülmüştük. Gülhiz Y.: Kutup makroklima iklimini anlatırken bir öğrencim öğretmenim “kutup ikliminde hangi tarım ürünleri yetiştirilir?” diye sormuştu. Ben de “pamuk, muz” şeklinde cevap vermiştim ciddi bir soru olarak düşünmediğim için. Öğrenci de “öğretmenimiz sorularımıza cevap vermiyor, alay ediyor” diye rahatsızlığını dile getirmişti. Ferdağ S.: Çok önceki dönemlerde G 418’de ders yaparken, bir öğrencinin elinde elma vardı. “Oğlum elma mı yiyorsun derste?” dedim. “Aaa hocam, özür dilerim” deyip elmayı camdan dışarı fırlattı. Ben şok oldum ve “Ya aşağıda birinin kafasına geldiyse,” dediğimde o da “Hocam orada balkon var, kimsenin başına düşmemiştir” dedi. Köprü: En güzel yaptığınız yemek nedir? Bilindiği gibi sizin zümre çaylı kekli toplantılarıyla meşhur öğrenciler arasında. Ferdağ S.: Karnıyarık ve biber dolmasını iyi yaparım. Ama öğrenciler mozaik pasta diyeceklerdir herhalde. Gülhiz Y.: Kurabiye, pasta ve börekleri Ocak 2013 güzel yaptığımı düşünüyorum. Necla S.: Yemek yapmayı ben de seviyorum. Elmalı turtayı güzel yaparım. Yöresel yemekler her zaman ilgimi çekmiştir. Kendi yöremin yemeklerini öğrenmeye çalıştım. Yaprak sarmasını yapmayı değil ama yemesini çok severim. Köprü: Peki, öğrenciler arasında yaygın olan genel kültür eksiklikleri var mı? Gülhiz Y.: Çok. Robert Kolej’de asla olmaz dediğimiz nelerle karşılaşıyoruz. Özellikle final sınavlarında harita üzerinde Fırat ve Dicle’yi Karadeniz’e, Kızılırmak’ı Akdeniz’e dökülecek şekilde çizen çok sayıda öğrenciyle karşılaşıyoruz. Necla S.: Bir de “Ekvatora yıl boyunca güneş ışınları dik gelir” bilgisinde ısrarlı olanlar var. İlköğretimden gelen bir yanlış bu, ayrıca öğrenciler liseye coğrafya dersi ezberlenecek bilgilerden oluşuyor düşüncesi ile geliyor. Ferdağ S.: Öğrenciler SBS’ye hazırlanırlarken bilgileri daha çok kalıplar halinde ezberliyorlar. Bu gibi kalıp bilgileri sonradan değiştirmek üzerine bilgiler eklemek, yorumlar yaptırtmak da çok zor oluyor. Gülhiz Y.: Öğrencilerin bu ders konuları nasıl olsa bizim daha önce ezberlediğimiz, öğrendiğimiz konular yaklaşımıyla gelip farklılıkları görüp bocalaması bizim için üzücü oluyor. Aslında her şeyi bildiklerini sanıp hiçbir şey bilmediklerini fark ediyorlar. Bu da uyum sürecini geciktiriyor. Necla S.: Bu nedenle öğrenciler Coğrafya dersinin çok zor olduğunu Köprü 3 düşünüyorlar. Gülhiz Y.: Evet, ezber ders vurgusundan rahatsız oluyoruz, çünkü bizim öğrenciliğimizdeki yaklaşım çok değişti. Doğal olayların nedeni sonucu ve insanın sosyal, ekonomik yaşamına etkileri ön plana çıkarılarak, çeşitli teknikler kullanarak, animasyonlarla anlamayı kolaylaştırarak ezberden uzaklaştırmayı, yaşamla bağlantı kurmayı hedefliyoruz. Belli kurallar öğrenildikten sonra asla ezber olmadığını düşünüyoruz. Üst dönemlerin alt dönemlere dersin çok zor olduğu konusunda korkutmaları nedeniyle oluşmuş bir kanı yerleşmekte. “Böyle olmadığını 10. sınıfta gördüğünüz halde neden küçük sınıflara bu şekilde aktarıyorsunuz” diye sorulduğunda “Bize öyle söylemişlerdi, biz de devam ettiriyoruz” yanıtını alıyoruz. Ferdağ S.: Aslında her dönem, birinci yarıyılda her konu arasında bağlantı olduğundan öğrenme daha kolay gerçekleşiyor. İkinci yarıyılda ise Türkiye coğrafyasına geçtiğimizde harita ağırlıklı konular işliyoruz. Öğrencilerin daha kolay öğrenmesini sağlayacak haritalar dağıtarak bunlar üzerinde çalışıyoruz. Ancak bu haritalar üzerinden ezber yapmak öğrencileri zorluyor sanırım.aslında bu zorlanmanın en önemli nedeni haritaları düzenli ve günlük tekrarlar yaparak çalışmak yerine sınav öncesinde hepsini birden hiç bir çizim tekrarı da yapmadan ve aslında öğrenmeyi hedef almadan ezberlemeye çalışmaları. Bu çok zor bir iş. Tabii ki sonuçta başarısızlığa yol 4 açması da çok mümkün. Sonuç olarak öğrenciler birinci dönem coğrafya dersi ile ilgili olumlu yargılarını ikinci dönem kaybediyorlar ve alt dönemdeki öğrencilere de genellikle bu olumsuz yargılarını yansıtıyorlar. Gülhiz Y.: Öncede söylediğimiz gibi amacımızın, hangi mesleği seçmiş olursanız olun ülkenizi tanımadan, sevmeden, insanımızın yaşam koşullarını bilmeden o meslekte başarılı olacağınıza inanmıyorum. Coğrafyayı temel kültür ve kişiliği geliştiren yanıyla öğrenmenin çok yararlı olduğunu düşünüyorum. “Coğrafyacı olmayacağım, bunlar ne işime yarayacak?” düşüncesinden kurtulduğumuz oranda öğrenmenin kolay olacağını düşünmeyi tavsiye ediyorum. Necla S.: Bence sizlere de görev düşüyor, derse karşı daha objektif olmanız, bunu alt dönemlere de bunu aktarmanız gerekiyor.Ülkemizin sosyal ve ekonomik gerçeklerini anlamak için coğrafi bilgilere ihtiyaç olduğunu yaşınız ilerlediğinde çok daha iyi anlayacaksınız. Gülhiz Y.: Örneğin ezber ve zor ders olduğuna kanıt olarak sürekli dile getirilen söylem “Demir yollarını soruyorlar.” şeklinde. Bunun temel nedeni, Türkiye’nin coğrafi yapısı, yerleşmeleri, akarsular boyunca var olan ovalar ve ekonomik etkinliklerdir. Önemsenen her bilginin altında mutlaka ülkemizin doğal yapısını ve insanımızın yaşam koşullarını anlamayı hedefleyen bir amaç var. Bu bilincin gelişmesi en büyük isteğimiz. Köprü: Seneye coğrafya dersinde bazı değişiklikler olacağını duyduk. Acaba bize biraz bu değişikliklerden bahsedebilir misiniz? Seneye seçkimiz olacağı ve teknoloji kullanımının artacağı doğru mu? Necla S.: Ders konularını,çalışma kağıtlarını ve etkinliklerini içeren bir coğrafya çalışma kitabı hazırlamayı düşünüyoruz. Ama bu bir seçki değil, seçkinin niteliği ve içeriği daha farklıdır. Ferdağ S.: Biz sizin ifadenizle seçki diyoruz .Aslında başka türlü bir çalışma olacak.. Gülhiz Y.: Senelerden beri kaynaklarımızın dağınık olması, farklı kitaplardan yararlanıyor olmak ya da bizim verdiğimiz notların sizler tarafından farklı algılanıyor olması finallerde ve sınavlarda çalışmanızı Haberler Röportaj güçleştiriyor, diye geri bildirimler alıyorduk sürekli olarak. Yakınmalar ve olumsuz eleştiriler bizi de mutlu etmediği için bütün bilgilerin topluca elinizde olmasının sakıncası olmadığı kararına vardık. Senenin başından sonuna bütün konular hakkında ortak karara varılmış bilgilerin, tanımların, konuların, verilmesi planlanan haritaların, çalışma kâğıtlarının derli topluca, sırasıyla elinizde bulanabileceği bir kitapçık oluşturmak düşüncesindeyiz. Ferdağ S.: Bu işinizi ve çalışmanızı kolaylaştırmak için düşünülen bir şey tabii ki. Köprü: Peki bu kitapçıktan bu seneki 10. sınıflar yararlanabilecekler mi, en azından II. dönemde? Gülhiz Y.: Bundan sonraki konuları içeren ünitelere ait notlar oluşturmakla işe başlamayı planlıyoruz. böylece ileride yapacağımız sisteme de hazırlanmış olacağız. Konuları beş saatte bütünsellik içinde öğrenmenin öğrencilerimiz için büyük bir kazanım olduğu düşüncesindeyim. Öğrencilerimizin içinde iken ezber diye şikâyet ettiği bilgilerin, daha 11. sınıfta dershane sınavlarına girer girmez işlerine ne kadar yaradığını, ne kadar iyi öğrendiklerini , ayrıca çalışmaya gerek duymadıklarını söylemeleri amacımıza ulaştığımızın kanıtları. Biz ayakları yere basan, Türkiye ve dünyadaki siyasi ekonomik olayları anlayan, yorumlayan, temel kültüre sahip olan dünya insanı oluşturmaya çalışıyoruz. Bunun şu anda farkında değilsiniz, ama ileride bunun yararını göreceğinize inanıyoruz. Ferdağ S.: Öğretim teknikleri açısından değişiklikler olacaktır ama içerikler hakkında değişiklikler olamıyor. Necla S.: Üniversite gerçeğinin devam ettiği, sosyal bilimler derslerinin sınav içinde önemli bir ağırlığı olduğu için içeriği değiştirmemiz mümkün değil. Ancak sizin daha kolay öğrenmenizi sağlayacak, sizin deyiminizle daha az sıkılmanızı sağlayacak yenilikler getirmeye çalışıyoruz. “Coğrafya Bilgi Sistemleri” de bunlardan bir tanesi, dersleri teknolojik şekilde bilgisayardan takip etmenizi, uygulama yapmanızı sağlayacaktır. Gülhiz Y.: Konular bütünsellik içeriyor. Üniversite sınavında çıkan sorulardan bir tanesine bile değinmemişsek kendimizi suçlu hissediyoruz. Okulumuzda üniversite sınavına hazırlananların sayısı gittikçe arttığı için bu amacı da göz ardı edemiyoruz. Köprü: Özellikle çevre konusunda çok duyarlı olduğunuz için acaba bu konularda bir aktivistliğiniz veya bir gönüllüğünüz var mı? Necla S.: Elbette ki aktivist olarak değil, elimize pankartlar alıp sokaklara çıkmıyoruz. Bana göre coğrafya öğretmenleri olarak en büyük sorumluluğumuz sizlere çevre bilinci kazandırmaktır. Doğadaki zincirin bir halkasının zarar görmesinin nasıl bir etkileşime yol açtığını göstermenin, en güzel öğretme şekli olduğunu düşünüyorum. Önceki senelerde çevre kulübüm vardı, uzun yıllar çevre faaliyetlerini bu kulüpte sürdürdük. Ulusal ve uluslararası projeler yaptık, yurt dışına gittik,çeşitli çevre kuruluşları ile birlikte çalışmalarımız oldu. Sonraki yıllarda kulüplerin sayısı arttı,öğrencilerin ilgileri azaldı, kendilerine daha cazip gelen kulüpleri tercih etmeye başlardılar. Şimdi Ferdağ Hanım TEMA THP ile devam ediyor. Amacımız doğa sevgisini sizlere aşılamak, çevreye duyarlılığınızı arttırmak. Derslerde yeri geldiğinde bunu vurguluyoruz. TEMA ve “Türkiye Çevre Eğitim ve Koruma Vakfı”yla iletişimimiz hâlâ devam ediyor. Ferdağ S.: Üniversiteyi ilk bitirdiğimde Türkiye Çevre Koruma ve Yeşillendirme Derneğine üye oldum, böylece başladı benim çevrecilik hayatım. Hatta ilk aktif maceram, Gebze’nin Ballıkayalar bölgesini koruma alanı haline getirmek için dernek ve belediye işbirliği ile yaptığımız bir çalışma sırasında vadide dolaşırken hatalı bir atlama sonucu ayak bileğimi incitmemle sonuçlanmıştı. Bir ay kadar alçıda kalmıştı. Öğretmenlik hayatımda da öğrencilerimle beraber çeşitli derneklerle ve vakıflaral iş birliği içinde ağaçlandırma, geri dönüşüm faaliyetlerinde bulunduk. Ama TEMA’yla 1996 yılından beri, 16 senedir, birlikte çalışıyorum. Bir ara Babaeski’de TEMA Vakfı temsilciliği de yaptım. Aktivistliğim öğrencilerle birlikte ne kadar olursa o kadar oluyor. Geri dönüşüm konusunu çok önemsiyorum ve bununla ilgili sınıflarda bu bilinci oluşturmaya çalışıyorum. Ama maalesef geçmiş yıllarla kıyasladığımız zaman işimiz çok daha zor. geçmiş yıllara göre çever korumaya verilen önem giderek azalıyor ve bu konuya çok önem veren ve ciddi çalışabilecek öğrenci bulmakta, projeler üretmekte zorluk çekiyoruz. Bu böyle olmamalı. benim anladığım aktivistlik budur. Bunun dışında eylemlere katılmak sadece söz üretmek de benim için yeterli değil. Necla S.: Zaten kanunen de uygun değil, bir eğitimci olarak öğrencilerimize öğrettiklerimizin etkisinin daha kalıcı olduğunu düşünmüyorum. Gülhiz Y.: Aramızda en aktif olanımız galiba Ferdağ Hanım galiba. Bölüm olarak verdiğimiz performans ödevleri öğrencilerimizi duyarlı ve ilgili olmaya yönelik Bizim için bu bilinçlendirme en önemli görev. Greenpeace’e ben maddi olarak katkıda bulunuyorum ama eylemlerine katılamıyorum. Köprü: Ve zamanımız daraldığı için son soruyu soruyoruz. Finaller için 10. sınıflara önerileriniz var mı acaba? Gülhiz Y.: Günü gününe çalışılması lazım. Yarım dönemin konularını son günlere sığdırmak kadar zor bir çalışma temposu olamaz. Finaller günü gününe çalışan bir öğrencinin haritalara şöyle bir bakmakla altından kalkabileceği, dönem sınavlarından çok daha kolay olan sınavlardır bence. Çünkü özünü, özetini, gerçekten bilinmesi gereken şeyleri ayırt edebilen öğrenci hiç güçlük çekmez. Ferdağ S.: Siz yazılılarınız boyunca düzgün çalışırsanız, finale sadece bir tekrar yaparak girmeniz yeterli olacaktır. Çok özel bir çalışma yapmanıza gerek yok.Konunun özünü kavradığınız bir dönem içinde olacağınız için çok da kolaylaşacaktır işiniz. Ama tabii ki bu süreci çok iyi değerlendirmeniz lazım. Necla S.: Senenin ilk dersinde de söylediğim gibi, lütfen günü gününe çalışın. İşlenen her konu bir önceki derste verdiğimiz temele oturuyor, bütünü kaçırmamanız için günlük çalışmanız çok önemli. Sınav veya final için konuları biriktirip,son bir iki günde altından kalkmaya çalışmak sizin için gerçekten de kâbus ve verimsiz bir çalışma şekli olur. Köprü: Söyleşimizin sonuna geldik, samimi cevaplarınız ve önerileriniz için çok teşekkür ederiz. Necla S.: Seneye sizinle bir görüşme daha yapalım çocuklar, dershaneye başlayın, sonuçları görün, geri bildirimlerinizi alırız. 2012’de Öğrenci Birliği Etkinlikleri Öğrenci Birliği Üyeleri Cadılar Bayramı Temalı Balo’dan Korkutucu Kareler 12. Sınıfların Kostümleri Göz Doldurdu “Ja schön!” - Lord Voldemort Dave Phillips Kupası’nda Birinci Olan Erkek Basketbol Takımımız ocak 2013 köprü ocak 2013 Köprü 5 6 RÖPORTAJ Haberler 7 Demir Leydi Ms. Halıcıoğlu Herkes onu verdiği alıkoyma cezalarıyla tanıdı, koridorlardan geçilirken büyük bir itina ve telaşla etekler düzeltildi, çünkü Ms. Halıcıoğlu’yla her an koridordan karşılaşılabilirdi. Bazılarımız onu “Detentor” olarak tanıdı ama her şeyden önce Ms. Halıcıoğlu bir anne, onun da korkuları ve ilginç hikâyeleri var. Ben de bunları öğrenmek için kendisiyle bir söyleşiye daldım. Ben konuşurken çok eğlendim, umarım siz de okurken çok eğlenirsiniz. Ve işte Ms. Halıcıoğlu ile yaptığım söyleşi. Köprü: Robert Kolej öğrencilerinin çoğu sizden korkuyor. Peki sizin korktuğunuz özel bir şey var mı? Margaret Halıcıoğlu: Başta öğrencilerin benden korkmasından dolayı çok üzgün olduğumu söylemek istiyorum. Umarım ki bu her öğrenci için geçerli değildir, abartmadır. Gerçekten de neden korktuğumu söylemem gerekiyor mu? (Gülerek) Çünkü belki biri bana bir şaka hazırlayabilir. Tamam, dürüst olacağım. Ben kesinlikle ve aşırı derecede yılanlardan korkuyorum. Başka korkularım ve endişelerim de var. Mesela aileme veya öğrencilerime bir şey olmasından korkuyorum. Ama yılanlar benim en büyük kabusum. Köprü Gazetesi DAve Phıllıps kupası’na Katılan Tüm takımları kutluyoruz! ocak 2013 köprü söyleyebilir misiniz acaba? MH: O kadar da yüksek değiller. Şimdi ayakkabı dükkanlarına bakarsanız, görebilirsiniz ki benim giydiklerimden çok daha yüksekleri var. Bilmiyorum, hiç düşünmemiştim. Santimetre olarak bilmiyorum, yirmi santim olabilir mi? Gerçekten de o kadar yüksek değiller. Köprü: “Tuesday” yerine “Chooseday” demenizin özel bir nedeni var mı? MH: Bu herkesin telaffuz ettiği şekil değil mi? (Gülerek) Bütün İngiliz öğretmenler “Chooseday” demiyor mu? Ben mesela her zaman “Trash can” yerine “Rubbish gelmemiştim ve Türkiye hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Yaklaşık yirmi Lal bir yıl önce bir gece kocam sayesinde Tüzman Türkiye’ye yerleşip çalışmaya karar verdim. Kocamın evlenme teklifini kabul etmem sadece bir evet demekten ibaret değildi. Bu ayrıca ailemi, evimi, işimi yani her şeyimi bırakıp seninle zaman da beden dersinin çıkışında Türkiye’ye gelebilir, yeni bir hayata arkadaşlarımla soyunma odasındaydık. başlayabilirim anlamına geliyordu. Bir arkadaşım dışarıdaydı ve ben onun içeri girmesini engellemek için Köprü: Öğretim hayatınız boyunca durdurdum. Tam o sırada biri kapıyı sizin bir lakabınız oldu mu? yumruklamaya başladı. Ben de “Senin MH: (Gülerek) Şu an Robert Kolej içeri girmene izin vermeyeceğim” diye bağırmaya başladım. Sonradan kapıyı açınca kapıyı yumruklayanın arkadaşım değil, okul müdürünün olduğunu fark ettim. Yaptığım şey biraz yaramazlıktı. Köprü: Ailenizle ilgili ilginç bir olay veya bilgi söyleyebilir misiniz? MH: Kocamla tanıştığım zaman, kendisi bir et fabrikasında çalışıyordu. Döner ve kebap yapıyordu. Yani bir dönerci ile evlendim. Birlikte olduğumuz zamanlarda bazen otobüs durağında otururduk ve otobüsü beklerken köpekler gelip ayaklarını yalardı. Çünkü ayakkabısında et fabrikasından kalan kanlar bulunurdu. Köprü: Giydiğiniz gömleklerin rengiyle bir üne sahipsiniz. Seçerken belli bir emek sarf ediyor musunuz? MH: Bununla ilgili bir ünüm olduğunu bilmiyordum, yeniden şaşkınlığa uğradım. Hmm, gömleklerime özel bir zaman harcıyor muyum? Renkli gömlekleri seviyorum. (Gülerek) Bugün de renkli kıyafet giymiyorum. Öğrencilerin böyle düşünmesi gerçekten de çok ilginç. Doğru, kırmızı gömlekleri çok giyerim ve yeşil de en sevdiğim renktir ama bin” derim. Bu herhalde İngilizlere özel. sarı renkte hiçbir şeyim yoktur. Başka bir zaman bir İngiliz öğretmenle konuştuğun zaman onların “Tuesday” Köprü: 11. ve 12. sınıflara deme tarzlarına dikkat et, eminim diğer dönemlere göre daha ki onlar da “Chooseday” diyecek. az alıkoyma cezası verdiğiniz söyleniyor. Bu doğru mu? Köprü: Hayatınızın dönüm noktası MH: Bunun yanlış bir anlaşılma nedir? olduğunu düşünüyorum, istatistiklere MH: Büyük olasılıkla kocamla bakmam lazım. Ama şunu tanıştığım zamandır. Kocam bir Türk’tü söyleyebilirim ki bu hafta en çok 12. ve ben onunla İngiltere’de tanıştım. O sınıflara alıkoyma cezası verdim. zamanlar yüksek lisans için oradaydı ve ben de bir müzik öğretmeniydim. Köprü: Topuklu ayakkkabılarınızın Kendime ait bir evim vardı, o zamana yük- sekliklerinin ortalamasını kadar Türkiye’ye tatil için bile ocak 2013 öğrencileri tarafından bir lakabım olduğuna eminim. Öğretim hayatımı sorarsan arkadaşlarım beni “Margaret” yerine “Mag” diyerek çağırırdı. Köprü: Öğretim hayatınız boyunca hiç davranış bozukluğu sergilediniz mi? MH: Evet. 11 yaşındayken biyoloji sınavında kopya çekmiştim, kalp şeklini dolaşıma göre kırmızı ile maviyle boyamamız gerekiyordu ve benim de bu konu hakkında hiçbir bilgim yoktu. Ben de bu nedenle yanımdaki kişinin kağıdındaki boyamaya bakıp sınavıma geçirmiştim. Başka bir Köprü Köprü: İnternette hakkınızda yazılanlar hakkında ne düşünüyorsunuz? MH: Bilmediğiniz birinin sizin hakkınızda internete yazılar yazması gerçekten çok üzücü. Özellikle sizin hakkınızda sizi kırabilecek yazılar yazması ve bunları yazarken de düşünmemesi. Ama şu bilinmeli ki internete bir şey yazdığınız zaman o uzun süre boyunca orada duracak. Bu yüzden internete yazı ya da fotoğraf koymadan önce olacakları düşünmemiz lazım. Köprü: Kendinizi üç kelimeyle özetleseydiniz, bu kelimeler neler olurdu? MH: Dürüstlük, dürüst olmak benim için çok önemli.Tutarlılık, her zaman tutarlı olmak. Ben aniden garip kararlarla çıkmam, her zaman düşünerek adım atarım. Üçüncüyü ise öğrenciler benim adıma söylesinler. Ms. Halıcıoğluna sorularımızı içtenlikle yanıtladığı için çokteşekkür ederiz. 8 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Bir Taşla İki Kuş tanıyor onları. Ortak öğrencimiz bizim için önemli oluyor, onları konuşuyoruz mutlaka. Fikirlerimizden etkilenmiyoruz ama fikir alışverişinde bulunuyoruz. Köprü: Mesela ortak sınıfınız matematikten yüksek not aldı ama biyolojiden düşük aldı. Ama matematik sınavı biyoloji sınavından önceydi. Bu durumlarda neler konuşuyorsunuz ortak sınıfınız hakkında? Mrs. Tingleff: Herhangi iki dersin sınavının art arda gelmesi tabii ki etkiler. Mr. Tingleff: Bence notlar hakkında bir soru sordu. Bence bizim konuştuklarımız daha çok genel davranış ve tutumla alakalı. Yani biz sizin notlarınız hakkında konuşmuyoruz. Mrs. Tingleff: Ama öğrencilerden biri derslerimizden birinde çok düşük not aldıysa ya da ortak sınıflarımızdan birinde bir problem olduğundan bahsederim. O zaman dikkat ediyoruz ama genellikle davranıştan konuşuruz. “Senin dersinde nasıl?”, “Benim dersimde hep uyuyor.”, “Senin dersinde şöyle mi?” gibi… Bunların hakkında konuşuyoruz. Köprü: Okulda birlikte yaşadığınız ilginç bir anınızı bizimle paylaşabilir misiniz? Mr. Tingleff: Burada on iki yıldır yaşıyoruz bu yüzden… Mrs. Tingleff: Bir şey bulmalıyız. olunarak ya da olunmadan olabilir. Bir çok toplumsal sorunun temel nedeni; yalnızca zorunlu müfredat eğitimine körü körüne bağlı kalınıp; toplumun kendi dinamiklerinin yarattığı, biraz vicdan ve biraz da yazılı olmayan ahlaki değerlerin nesillere aktarılan standardının düşüklüğü ya da yüksekliğinin sınırları ile ilgilidir. Bunların yanında bilinçle edinilmesi mümkün olan değer yargılarının yoksunluğunun önüne geçilmesi gereğinin güçlendirici etkisi de unutulmamalıdır. Standart ve ahlaki değerlere bağlı geleneksel eğitim, insanlığın varlığını sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesin yapıtaşıdır. Hatta yalnızca insanların değil, doğal dengenin korunması ve devamının sağlıklı bir biçimde getirilmesi buna bağlıdır. Toplum, kültürel anlamda bir bütün olduğu gibi, yöresel farklılıklar gösterebilen karmaşık bir yapı olma özelliğine de sahiptir. Bu yapıyı ülkemizin farklı bölgelerinde coğrafi yön, kültürel birikim ve toplumun kendisi incelendiğinde apaçık görmek mümkündür. Ege bölgesi zeybek oynayan efeleri, zeytin ağaçları ve bilindik “Egeli” şivesini hatırlatırken Karadeniz insanının folkloru oldukça farklıdır; ilk Hamsi balığı gelir belki akıllara Karadeniz dendiğinde; Malatya kayısı, Bursa şeftali, Terme pirinçle hatırlanır. Benim yaşadığım kentin bütünü deniz, deniziyse balıktır. Uzun bir öyküdür İstanbul’umda balık; lezzettir. Palamuttur, oltada avlanan istavrit, açık denizinde levrektir... Haliçtedir ya, yeni yeni hani!.. Gerçekte Boğazdadır babamın dediğine göre balık. Yine babamın dediğine göre balık kofanadır ve onun yavrusu lüferdir. Benim hiç tanışmadığım, tanışamadığım lüfer. Daha kendi olamadan, yavruyken avlanmış; sofralara başka adlarla gelmiş şanssız deniz mahsulü, can lüfer. Bildiğim kadarıyla yavrusu çinakoptan daha da küçüklerini yakalayıp satma, onları yeme vicdanını gösterenler literatürde adı olmayan bu minik yavruya “yaprak” demişler ve bunun eti budu bir defne yaprağından daha hallice olmayan gövdesini kılçığıyla birlikte yemişlerdir. İpek & Andrew Tingleff “Bir Taşla İki Kuş” serisinin en eğlenceli çiftlerinden biri olan Tingleff’ler ile röportaj yaptık. Çok samimi, sıcak ve eğlenceli bir sohbet oldu. Bu yıl hem Mrs. Tingleff hem de Mr. Tingleff derslerimize girdiği için onlar hakkında bilmediklerimizi öğrenmek için sabırsızlanıyorduk. Hayatlarının sadece okuldan ibaret olduğunu düşünerek hata ettiğimiz öğretmenlerimizi daha yakından tanımak istedik. Biz de merak ettiğimiz ne varsa sorduk; onlar da hiç itiraz etmeden yanıtladılar. Nasıl tanıştıklarından başladık, kızları Yasemin’in kime daha çok benzediğini bile kurcaladık. Köprü: Öncelikle röportajımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. İlk sorumuzla başlayalım. Nasıl tanıştınız? Mrs. Tingleff: Aynı okulda, aynı zamanda işe başladık. Öyle tanıştık. 2000 yılında, Robert’te işe başlayan öğretmenlerle o şekilde tanıştık. Mr. Tingleff: Evet, burada tanıştık. Aynı zamanda işe başladık. Köprü: Mrs. Tingleff’in yemeklerini beğeniyor musunuz? Mr. Tingleff: Kesinlikle! Mrs. Tingleff: Eyvah… Köprü: Peki en sevdiğiniz yemek nedir? Mr. Tingleff: Lazanyasını çok seviyorum. Köprü: Evde hangi dilde konuşuyorsunuz? Birbirinizi anlamadığınız zamanlar oluyor mu? Mrs. Tingleff: Evde ağırlıklı İngilizce konuşuyoruz; ama ben Yasemin’le Türkçe konuşuyorum. Mr. Tingleff’in de anlaması gerektiği durumlarda yani üçümüzün birlikte olduğu zaman hepimiz İngilizce konuşuyoruz. Ben Mr. Tingleff’le hep İngilizce konuşuyorum yani ikimizin arasındaki ana dil İngilizce. Anlaşmazlıklarımız oluyor ama dille bağlantılı değil. Dili anlamadığımızdan değil. Mesela odadan odaya konuşma yapıyorum ben, Türkler yapar ya. Mesela mutfaktasın yatak odasına bağırıyorsun ama Amerikalılar onu yapmıyor. Odadan odaya konuşmayı onlar yapmıyorlar. Biz çok yapıyoruz. O duymuyor ondan sonra bazen birbirimizin dediğini hiç dinlememiş oluyoruz. Ondan sonra “Aa hani akşam kızı sen alacaktın?”“Hayır sen alacaktın” gibi şeyler oluyor ama bu dilden kaynaklanmıyor. Odadan odaya konuşmayı hiç yapamıyor. Yeterince bağıramıyor, yeterince iyi duyamıyor. Köprü: Tabii bu tip alışkanlıklar küçüklükten edinilmeli… Mr. Tingleff: Biz odadan odaya bağırmak yerine odaya gidip konuşuruz. Mrs. Tingleff: Biz mutfaktan bağırırız. Dille ilgili bir sorunumuz olmuyor yani ama tabii Türkçe olsa çok zor olur çünkü aynı hızda olmaz. Mr. Tingleff: Benim Türkçe konuşmamı dinleyecek kadar sabırlı değil. Köprü: Mrs. Tingleff’in bu denli titiz ve hijyenik olmasını hakkında ne düşünüyorsunuz? Mrs. Tingleff: Aslında Andrew benden beter oldu. Hatta bazen ben ona “sen saçmalamaya başladın iyice!” diyorum. Mr. Tingleff: Bazen biraz aşırıya kaçabiliyor ama çoğunlukla haklı oluyor. Kimin ne zaman hasta olacağını bilme konusunda çok iyidir. Mrs.Tingleff: Bence Mr. Tingleff benden beter oldu. Üzüm üzüme baka baka karardı. Mr. Tingleff: Onun içgüdülerine güveniyorum çünkü çoğunlukla haklı çıkıyor. Köprü: Evde kimin sözü geçer? Yasemin’in mi yoksa sizlerin mi? Mr. Tingleff: Çoğunlukla Yasemin karar veriyor. Mrs. Tingleff: Gerçekten de öyle. Hayatımız onun çevresinde dönüyor. Onun uyku saati, onun yemek saati, onun istedikleri, onun hafta sonu partileri… Mr. Tingleff: Sosyal açıdan öyle. Hafta sonlarında partileri oluyor, onu doğum günü partilerine götürmemiz gerekiyor. Köprü: Havalı kız! Mrs. Tingleff: Aslında bu iyi bir şey değil ama maalesef öyle. Tek çocuklu ailelerde genellikle çocuk hayatın merkezi oluyor. Aslında hiç iyi bir şey değil ama biz öyle yapıyoruz maalesef. Köprü: Sizce Yasemin karakter olarak kime benziyor? Mrs. Tingleff: Karakter olarak ocak 2013 Köprü maalesef bana benziyor. Andrew daha sakin, ben daha telaşlı ya da daha böyle bir … Mr. Tingleff: Mükemmeliyetçi. Mrs. Tingleff: Evet o Yasemin’de çok var yani mutlaka istediği şey o anda istediği şekilde olacak. Ama fiziksel olarak daha çok Andrew’a benziyor. Mr. Tingleff: Yasemin uzun boylu. Mrs. Tingleff: Doğar doğmaz hakikaten öyle dedik. Andrew’a daha çok benziyor ama annem benim çocukluğuma da benzetiyor. Fiziksel olarak belki karışımımız ama yapı olarak bana benziyor. Maalesef mi diyelim artık… Köprü:Boş zamanlarınızda ailecek nasıl vakit geçiriyorsunuz? Mr. Tingleff: Boş zaman mı? Hangi boş zaman? Mrs. Tingleff: Müzelere gidiyoruz. Mr. Tingleff: Evet, müzelere gidiyoruz. Orienteering koşularına gidiyoruz Belgrad Ormanına. Mrs. Tingleff: Yeni başlayan turunu yapıyoruz ailece. Mr. Tingleff: Seyahatlere çıkıyoruz. Genellikle kışın Avusturya’ya kayak yapmaya gidiyoruz. Mrs. Tingleff: Bu aralar sinemaya gidemiyoruz çünkü çocuklar için olan bütün filmler 3D. Yasemin 3D filmleri sevmiyor. Çoğunlukla müzelere, parklara gidiyoruz. Yasemin’in eğlenebileceği yerleri seçiyoruz. Hep ona göre plan yapıyoruz. Köprü: Bizce bu kötü. Mrs. Tingleff: Evet, bu kötü ama… Mr. Tingleff: Her zaman değil tabii ki. Mesela Pazar günleri Mrs. Tingleff’in anne babasına Yasemin’i bırakabiliyoruz. Onlar Caddebostan’da yaşıyorlar. Bu yüzden hemen hemen her Pazar günü oraya gidiyoruz ve o anneanne ve dedesiyle oynayabiliyor, biz de biraz dışarı çıkabiliyoruz. Bu güzel çünkü Bağdat Caddesinde gezebiliyoruz. Mrs. Tingleff: Pazar günleri biraz boş zamanımız olabiliyor. Köprü: Eşinizle aynı yerde çalışmak nasıl bir duygu? Bu yüzden zorlandığınız oldu mu yoksa daha avantajlı bir durum mu? Mr. Tingleff: En azından aynı bölümde çalışmıyoruz. Aslında onu günün büyük Köprü Kasım 2012 İrem İlhan Gizem Tulunay bir kısmında görmüyorum. Bazen kahve içiyoruz yemekten sonra, Türk kahvesi. Bence güzel aslında. Mrs. Tingleff: Aynı meslekte olmak, aynı yerde çalışmak iyi oluyor bence, çünkü ikimizin de çalışma programları ortak oluyor. Akşam ikimiz de iş yapıyoruz, başka bir işte çalışan bir eşim olsa mesela “Niye şimdi kağıt okuyorsun?” derdi. Mr. Tingleff: Eşin ne yaptığını anlıyor. Mrs. Tingleff: Yasemin uyuduktan sonra ikimiz de okul işi yapıyoruz, o anlamda iyi ama tabii iş ortamında çok iç içe değiliz. Aynı departmanda olsak sıkıcı olurdu çünkü bütün gün beraber oluyorsun ve iş arkadaşlığıyla, eş arasında ayrımı yapmak zor. Farklı departmanda olunca istersen bütün gün görmesen olur. Mr. Tingleff: Farklı binalardayız bir kere. Köprü: Arada bir nefes alma vakti oluyordur. Mrs. Tingleff: Evet, evet yani aynı departmanda çalışan insanlar nasıl yapıyor bilmiyorum. Açıkçası zor buluyorum ben bunu. Köprü: Evde öğrencileriniz hakkında konuşuyor musunuz? Birbirinizin fikirlerinden etkileniyor musunuz? Mrs. Tingleff: Fikirlerimizden etkilenmiyoruz ama ortak sınıflarımızı hep konuşuyoruz. Köprü: Mesela bizim sınıfımız. Mr. Tingleff: Başınız dertte! Mrs. Tingleff: Üst üste birkaç sene ikimizin de öğrencisi olan öğrenciler var. Onlar bizim ailemizin üyesi gibi oluyor. Mr. Tingleff: Bazen en azından yatılıları evimize yemeğe ve onun gibi İpek & Andrew & Yasemin Tingleff şeylere çağırıyoruz. Mrs. Tingleff: Evet öyle de ama her zaman öğrencilerimiz yemek masası sohbeti oluyor. Yasemin de 9 Mr.Tingleff: Ben senin bayrak törenine Yasemin’le çıktığını hatırlıyorum. Mrs. Tingleff: Evet, o güzeldi. BioMath projesini yaptığımız ilk yıl… Onu da açıklayalım. Mr. Tingleff: Biyomath birlikte yaptığımız bir YHP. Mrs. Tingleff: Ben hamileyken başvurmuştuk. İkimiz yazın bir kursa gittik Rutgers üniversitesinde. Ben o zaman üç aylık hamileydim ama bilmiyordum tabii hamile olacağımı başvururken. Sonra gittik, zor, biyobilişim üzerine bir eğitimdi. Öğretmenleri eğitiyorlardı. Sonra biz buraya döndük ve bu projeyi başlattık. Maalesef bu sene ara vermek zorunda kaldık. Kaç sene yaptık. Projeyi uyguladığımız ilk sene Yasemin doğdu. Yasemin Gökçe, MIT’ye giden öğrencimiz de o gruptaydı ve bir proje yaptılar. Bir ödül aldılar. O ödülü almak için de müdür öğretmenleri sahneye çağırmıştı. Yasemin de kucağımdaydı o zaman. O güzeldi, sahneye üçümüz beraber çıkmıştık öğrencilerimiz ödüllerini alırken. Mr. Tingleff: Yasemin’in güzel bir kıyafeti bile vardı. Tişörtünde “Bio” ve “Math” yazıyordu. Mrs. Tingleff’e ve Mr. Tingleff’e bu röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Kayıp Değer İnsanlığın tümünü ilgilendiren konularda ortak bilinç oluşturma; bu bilinçle oluşan değerleri sürdürme ve koruma gereği tarih boyunca ısrarla dile getirilmiş ancak uygulama, düşüncesinin idealize ettiği ölçüde başarıya ulaşamamıştır. Eğitimin gerekli olduğu vurgularının sürekli yapıldığına ve bu uğurda kampanyaların düzenlendiğine tanık oluyoruz. Sürdürülen iyi niyetli girişimleri elimizden geldiğince ekonomik ve duygusal yönden destekliyoruz ve toplumun bilinçlenmesine az de olsa katkıda bulunmuş olmanın verdiği keyifle yetiniyor, köşemize çekiliyoruz. Eğitim gerekli elbette ancak amacı, hedef kitlesi ve malzeme kalitesiyle ne yazık ki öncelikleri göz ardı edilmekte. Bu gerekliliğin slogan haline getirilip dillerde yaygın olmasının kimseye bir faydası olduğuna inanmıyorum. Eğitim; yalnızca okullarda belirli bir müfredatın okutulması değil, toplumların değer yargılarını ve doğru bildiklerini nesilden nesile geliştirerek aktarma sürecidir. Bu aktarım sözel ya da yazılı, farkında ocak 2012 2013 Kasım köprü Köprü Eda Özkök Daha fazla kazanmak, daha fazlasına sahip olmak için ne yapacağını, nereden medet umacağını şaşıran bir kesim insan hep var olmuştur ve korkarım olacaktır; bunu değiştiremeye gücüm yetmez ne yazık ki. Denizle hiç ilgisi olmayan, belki de ait olduğu yörede deniz bile olmayan günümüz balıkçıları İstanbul’da “tükenen nesil” ticareti yapıyorlar; bu yaşımda bunu biliyor olmanın üzüntüsünü yaşıyorum. Standart eğitimin yeterli olmadığı; geleneklerin, ahlaki değerlerin süregelen eğitimin vazgeçilmezleri olması gerektiği ortada. Bir ailenin sofrasında “yaprak” servis ediliyor belki tam şu anda; bunu biliyorum! Denizi çocukluğundan yetişkinliğine kadar; o da şanslıysa eğer, sadece fotoğraflarda görmüş bir kara adamının simsarlığında. 10 HABERLER HABERLER Bilinçli Damaklar, Miyad “ Osmanlı Kadırgaları Haliç’te efendi.” “ Surların durumu nasıl?” “Çoğu düştü, şehri kaybediyoruz, gemiyi batıralım mı ?” “Batırın! Hera’nın ineğe dönüştürdüğü İo’nun peşindeki at sineğinden kurtulmak için başını sallarken oluşan boynuzu, Haliç’i Altın Boynuz yapma zamanı geldi sanırım.” Çoğu insan Haliç’in Altın Boynuz diye anılmasının nedenini İstanbul’un fethine bağlar. İnanışa göre Bizans İmparatoru XI. Kostantin efsanevi Bizans Hazinesi’nin Osmanlıların eline geçmemesi için hazineyi bir gemiye nakledip, Osmanlı’nın zaferi kesinleşince de batırmıştır. Bu inanış gerçek midir, yoksa Türklerin her tarihi olayı kendileriyle ilişkilendirme çabalarının bir ürünü müdür bilemem ama söylentilere göre dibinde tonlarca altın olan Haliç, benim bu şehirdeki tek kaçış noktam… Gündelik hayatın işten eve, evden işe dönüşerek basitleştiği ve her geçen yıl İstanbulluluğun, insanlığın her yerden çıkmaya başlayan gökdelenlerin gölgesinde yok olduğu bir kente dönüştü şehrim... Çoğu insan “Artık bu şehirde yaşanmaz.” diyerek İstanbul’u suçlamasına rağmen ben bu şehrin bir suçu olduğuna inanmıyorum. Birbirimize saygımızı yitirdiğimiz için böylesine kirlendi bu şehir. En ufak bir terslikte bağıra çağıra küfür edenler, otobüslerde çevresindekileri umursamayıp son ses müzik dinleyenler, İstanbul’un damarı Boğaz’ı çöp kutusu sananlar, “Yaptım, olacak.” deyip gördükleri her boş alana gökdelen dikenler, yani bizler kirlettik bu şehri. Artık kimseyi suçlamıyorum, çünkü ben de kirlettim, ben de neden oldum İstanbul’un günden güne yok olmasına; susarak, engel olmayarak, tepki göstermeyerek. İşte ben böylesine tükenmiş bir şehirde nefes alabilmek için, tek ilacım olan Haliç’e geliyorum. Martıların çığlıkları ve balıkçıların olta atış sesleri eşliğinde Altın Boynuz’u izliyorum. Evet, belki de Haliç’in altında altınlar olmayabilir ama kıyısında insanın bakmaya doyamadığı o kadar çok hazine var ki... Yeni yapılan devasa evlerin aksine minicik, rengârenk ve yıkılmamak için birbirine yaslanmış, adeta birbirinden destek alan o güzel evler, benim için Haliç’in en değerli hazinesidir. Denizle tarihin buluştuğu manzaraya bakarken yanımdaki balıkçı tarafından yakalanan ve kovada hâlâ çırpınan lüferi görüyorum. Haliç’e boğaz suyu pompalanmaya başladığından beri lüferler artık Haliç’e de gelmeye başladı. Ne kadar sevinmiştir Haliç… Elbette ki sevinecek, yıllardır İstanbul sanayisinin atıklarını döktükleri yerdi, Haliç. Ne yazık ki sanayi kuruluşları her ne kadar Haliç’ten taşınsa da hâlâ suyu kirlidir. Bir zamanlar her çeşit balığın olduğu tertemiz Haliç şimdi ne halde. Haliç’i mahveden bu kirlilik, bilinçsiz avlanmayla beraber İstanbul’un balık türlerini de azalttı. Denizlerimizin de doğasını yok ediyoruz, bilinçsizliğimizle, bencilliğimizle. Aynı anda hem karayı hem denizi hem de havayı nasıl kirletebiliyoruz? İstanbulluların en başarılı kararlılığıyla sonuçlarını düşünmeden olduğu konu eskiden beraber yaşamak, dayanışma ve yardımlaşma olabilirdi, ama günümüzde İstanbullular, yaşadıkları şehri kirletme ve yok etme konularında en başarılı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sadece doğayı değil, kendimizi de kirletiyoruz, zehirliyoruz. “Fast Food” lokantaları artık İstanbul’un her köşesinde mevcut. Tüketim toplumunun getirdiği en kötü etkilerin başında geliyor bu lokantalar. İçeri girdiğin zaman hissettiğin kızarmış yağ kokusu ve göze batan cırtlak renkli plastik sandalyeler beni her zaman bu zehir yuvalarından uzak tutmaya yetti. Balık ve sağlıklı gıda ürünlerinin fiyatının artmasının insanları daha ucuz olan bu lokantalara itmesi doğal, ama balık fiyatlarının artmasının nedeni de biziz. Az olan bir şeyin fiyatı pahalı olur ki balıklarımız gerçekten de çok az artık. Bizi bu hale ne getirmişti? Nasıl da çevremizi kirletmiş, yaşadığımız şehri yağmalamıştık? Bu soruların cevabı Haliç’in maviliğini karartan kirde, birbirine yaslanmış o rengârenk evleri gölgeleriyle karartan gökdelenlerdeydi. Her şeye sahip olmak, yönetmek isteyen insanoğlu kendisine fedakâr davranan tabiata da sahip olmak istemişti. Tabiata hükmetmek isterken onu yok etmeye başladık, ama bir şeyi unuttuk; hükmedemeyeceğimiz bir şeye yenik düştük: zaman. Zamanla, zarar gören doğayla birlikte insanoğlunun da zarar görmeye başlayacağını hesaba katmadık. Ve işte adı efsanelere konu olmuş güzel Yunus Emre Erdölen şehrimizin geldiği duruma bakın. Osmanlı zamanından kalmış birçok camii fiziksel hasara uğramamasına rağmen restore ediliyor, bunun nedeni egzozlardan dolayı kararmaları. Yüzyıllık tarihi miraslarımızı karartıyoruz, insanlığımızı ve geleceğimizi kararttığımız gibi. “ Efendim, hazineyi İstanbul’u tekrar ele geçirince almak için mi batırıyoruz?” “Hayır, Osmanlı’nın eline geçmesin diye batırıyoruz. Maalesef bir daha İstanbul’da Bizans olmayacak. İstanbul’u fetheden de yok eden de Türkler olacak.” Bir pet şişe aheste aheste süzülüyor Haliç’te. Küçük, mavi bir tekne üzerinden geçiyor ve batıyor pet şişe. Yıllar önce birileri Haliç’e bir hazine batırmıştı, biz de miyadı dolanları atıyoruz Haliç’e; atıklarımızı ve insanlığımızı, belki gelecek nesillere miras kalır diye... Gerçekten de bu şehri fetheden bizler, kendi ellerimizle yok ediyoruz İstanbul’u. Ama farkında değiliz atmamız gereken İstanbul değil, insanlığımız değil; miyadının dolması ve atmamız gereken sömürme, sahip olma, yönetme ve her şeye hükmetme isteğimiz. Çünkü böyle giderse yakın bir zamanda bizim de miyadımız dolacak... RC Sahnede - Tenorumuzu Bulduk 6-8 Aralık 2012 tarihleri arasında RC İngilizce Tiyatro Kumpanyası uzun zamandan beri ilk defa bu kadar kalabalık bir izleyici kitlesi karşısında oynadı ve henüz kimseden kötü bir eleştiri almadığımızı söylemekten gurur duyuyorum. Birkaç kişiden uzun zamandır bu kadar gülmediklerini duymak da gayet memnun edici. Önceki iki yıl boyunca da oyunlarımızı kaçırmayan sadık izleyenlerimiz belki beni hatırlarlar. Bu dönem sahneye çıkamamış olsam da yine de tiyatronun yarattığı o büyülü ortamdan uzak duramadım, genç ve yeni yönetmenimiz Darcy Bakkegard’ı beni de bir şekilde gruba dâhil etmeye ikna ettim. İyi ki de yapmışım bunu, çünkü yardımcı yönetmen olarak tüm oyuncularla çalışma, onların gelişimlerini izleme şansım oldu. Uzun zamandan beri ilk defa sahnenin diğer tarafındaydım. Arka sahne ile oyuncuların ve yönetmenin ilişkilerini sağlamaya çalışırken hiç ara verememiş olsam da prodüksiyonun tüm aşamalarını görmüş oldum. Bu benim için harika ve eşsiz bir deneyimdi ve şimdi bu deneyimi sahne arkasını merak eden öğrencilerle paylaşmak istiyorum. Arka sahneyi anlatırken bir yandan da izlemeyen ya da ayrıntıları hatırlamayanlar için bu dâhice yazılmış bu oyunun bir özetini geçmenin iyi olacağını düşünüyorum. Sonuçta hem provalarda hem de gösterilerin tümünde ışık odasından izlediğim bu oyundan sıkılmamamın önemli bir nedeni de senaryonun gerçekten güzel olması. İlk sahne, harika sesiyle Andrea Boccelli’nin söylediği, La Donna e Mobile aryasının radyodan çalınması ile başlıyor, tabii oyun gereği siz o sesin ocak 2013 Köprü meşhur tenor Tito Merelli’ye ait olduğuna inandırılıyorsunuz. Bu sahnede sevgili masum Maggie, yani oyunun geçtiği operayı işleten Bayan Saunders’ın kızı Margaret, hayran olduğu Tito’nun sesi ile transa geçiyor (Bu noktada söylemeliyim ki en basit görünen sahnelerden biri olmasına karşın üzerinde çok çalışıldı). Hemen ardından ise sahneye başrolümüz olan Max giriyor. Yazar hiç zaman kaybetmeden Max’in Maggie’ye karşı platonik hislerini ve onların komik ilişkisini açıklayan bir sahne yerleştirmiş, biz de Berk ve Zeynep’in harika oyunculuğuyla kahkahalara boğulurken Max için üzülmeden edemiyoruz. Tam işler biraz fazla cıvık ve romantik bir hale gelmeye başlamışken Maggie’nin annesi, Max’in de patronu olan Saunders giriyor içeriye (Saunders pek çok açıdan oynaması en zor karakterlerden biri, seyircilerin bildiği Köprü2012 Kasım Greti Barokas sinir krizi sahneleri dışında bu rolün diğer bir zor yanı da aslen karakterin Henrietta Saunders değil, Henry Saunders oluşu. Yani karakter erkek. Ayça bu karakterin gerçekçiliğini kaybetmeden erkek versiyonundaki kadar komik olabilmesi için babasıyla çalıştı). İşte burada oyunda çözülmesi gereken ilk sorun ortaya çıkıyor; akşam sahnelenecek olan Otello Operası’nda tenor sololarını seslendirecek olan Tito Merelli henüz oteline varmamış. Bir karmaşa, bir panik derken telefon çalıyor ve günün adamının geldiği anlaşılıyor. Saunders onu karşılamaya giderken Maggie de idolünü görmenin Tito’nun odasındaki dolaba saklanıyor (Gösteri sırasında hem dolap hem de tuvalet kapılarının aksamları birkaç kez aşırı güç kullanımından bozuldu, oyun sırasında düzeltilemeyecekleri için dışarı çıkarken kızlar kapıları zorlamak zorunda kaldılar. Sahne arkasında “Acaba kilitli kalırlarsa?” diye düşünmeden edemediğimi itiraf edeyim). Tito ve eşi Maria’nın sahneye girişi bile gülmek için yeterli. Kutay’ın yastık göbeği ve Aslı’dan kısa oluşu bu komediyi sahnelerken güldürme işini kolaylaştıran artılardandı. Tabii onların güldürmek için buna ihtiyacı yok. Aralarındaki bağırışlar eminim bazılarına kendi ailelerini hatırlatırken bazılarını ise oldukça şaşırtmıştır. Ama ne de olsa onlar İtalyan(!) karakterler. Çok geçmeden çözülmesi gereken bir sorun daha ortaya çıkar, Tito hastadır, gazı vardır. Onun deyişiyle, “Kimse gazdan ölmez”, ama sahneye çıkamayabilir ki bu Max’in alamayacağı bir risktir. Bu yüzden uyuyup dinlenmesini sağlamak için ona bolca ilaç ve şarap içirir. Bilmediği bir şey vardır ki, Tito daha önce bir kez gizli gizli tek başına, bir kez de Maria’nın zoruyla 4 hap birden almıştır zaten! Bir de Maria’nın veda mektubunu bulan Tito üzüntüden kahrolur. Bu kadar ilaca ve üzüntüye bünye mi dayanır? Tito uyur uyumasına ama bu uyku Max’in dileyebileceğinden çok daha derin olur ve Tito gösteri saatinde uyanamaz (Seyirciler Kutay’ın sahnede uyuduğu bölüm boyunca her güldüğünde o da gülmemek için kendisine neredeyse fiziksel acı çektirmek zorunda kaldı, ama bu provaların birinde yatakta gerçekten uyuyakalmış olması kadar şaşırtmaz eminim sizi! Sonra yönetmenimiz yatağın şiltelerini daha sertleriyle değiştirtti). Bu arada uykudan önce iki tenorumuz Berk ve Kutay bizi hoş bir düetten de mahrum bırakmadılar, onları çalıştıran Koray Abi’ye de teşekkür ediyoruz. (Berk’in Kutay’ı kucaklayarak yatağa götürme sahnesini komik bulduysanız bir de provalarda görmeliydiniz! Ya Kutay kafasını kıracak, ya Berk fıtık olacak diye düşündürüyordu insana. Bu arada Diana, yani soprano ile Max’in öpüşme sahnesini gerçek zannedenleri hayal kırıklığına uğratacağım, ama İpeknaz araya elini koymuştu.) Tito’nun öldüğüne kanaat getiren Max ve Saunders ne yapacaklarına dair kara kara düşünürken Saunders, Max’in tüm operayı ezbere bildiğini hatırlar ve onu Tito’nun kılığına girmeye zorlar (Berk’in Max’den Otello’ya mucizevî dönüşümü yalnızca 3 dakika sürüyordu, ama bu bile ucu ucuna yetişiyordu. Arka sahnede Berk giyinmede, makyözü Aslı da makyajda hız rekorları kırarken bazen Ayça da sahnede saniyeler kazanma pahasına doğaçlama yapmak zorunda kaldı). Başta isteksiz olan Max’i ikna etmeyi başaran ise olan bitenden habersiz Maggie olur. Max, aşkın verdiği güçle sonunda kendine güvenini kazanır, operayı başarıyla tamamlar ve birinci perde burada biter ama Max’in sorunları henüz yeni başlamıştır, Tito uyanır! Hazır sahne arasına gelmişken ben de konuyu bir parça değiştirerek size bir soru sormak istiyorum. Marvel’ın Yenilmezler filmini izlediniz mi? Ya da şöyle sorayım, o filmin tamamını izlediniz mi? Biliyor musunuz bilmem ama o filmin kapanış jeneriklerinden sonra son bir sahne daha var. Peki, nun ne ilgisi var şimdi? Şöyle ki biz de oyumuzun sahne arasına gizli bir bölüm yerleştirdik. Oyunumuzun bir diğer kahkaha unsuru olan otel çalışanları sizin için kendi küçük Lend Me a Tenor Oyunundan oyunlarını sergilediler. Eğer dışarı çıkıp THP satışındaki yiyeceklere saldırdıysanız, geçmiş olsun, kaçırdınız. Söylemem gerekir ki Elçin’i sahnede ağlarken görmek eşsizdi. İkinci sahnenin başında operanın başarısını opera komitesi üyesi ve Saunders’ın kız kardeşi Julia ve Maggie’den öğreniyoruz (Oyunda Julia ile Saunders arasında eski bir aşka işaret eden bölümler vardı ama Saunders’ın kadın olarak değiştirilmesi nedeniyle onların yakın ilişkilerinin nedenini Ocak2012 2013 Kasım 11 Lend Me a Tenor Oyunundan Kareler kız kardeş olmalarına bağlamaya karar verildi). Bu iki kadının en büyük arzuları büyük star Merelli’yi kutlamak ama ortada birkaç sorun var: Delinin teki oyun sırasında Otello kılığında opera binasına girmeye çalışmış ve Tito Merelli olduğunu iddia etmiş! Yani anlayacağınız gerçek Tito ortada geziniyor. Bunun üzerine oyunun belkide en komik bölümü başlamış oluyor. Max, Tito’nu yokluğunun farkına varıp bu panikle Saunders’ı aramaya koşarken Tito’da içeri girmeyi başarıyor. Sonra da hepsi kendi motivasyonlarıyla üç kadın; Julia, Diana ve Maggie, sırasıyla hem Tito’yu tebrik etmeye hem de onu baştan çıkarmaya geliyorlar. Julia kovulurken Diana, Tito için köpük banyosu hazırlamaya banyoya giriyor; Maggie ise S a u n d e r s’ı n gelişiyle dolaba saklanmak zorunda kalıyor. Saunders Tito’nun halen Max olduğunu zannetiği için burada da oldukça komik sahneler yaşandıktan sonra Tito bir şeylerin ters gittiğini anlayıp kaçıyor, Max geri dönüyor. Max ile Saunders kafa kafaya verip Tito’nun ölmediğini anlıyorlar ve Saunders onu aramaya çıkıyor. İşte bu arada Tito yatak odası kapısından içeriye geri giriyor. Bir odada Max, diğerinde Tito, ikisi de Otello kostümünde. Diana Tito ile birlikte, Maggie ise Max’le ama tabii onu Tito sanıyor. Sonra ışıklar sönüyor, gerisi açık… Işıklar tekrar yandığında Tito yan odada zevkten dört köşe şarkı söyleyen Max’i görüyor ve olanların farkına varıp köprü Köprü kaçıyor (Berk’in şarkı söylerken yaptığı tüm komiklikler ona ait, ne kadar Max ile Berk’in karakterleri uyuşmasa da Berk ona kendinden de bir şeyler kattı). Max ise iki kızgın genç kadınla bir başına kalakalıyor. Son çareyi kaçıp kendini tuvalete kapamakta buluyor, ama çok geçmeden Maria son bir şans vermek için geri dönüyor. Bu iki genç kadını odasında görmek onun aklına her eşin aklına gelecek fikirler getiriyor ve bu kez Tito’yu öldürmeye kararlı banyonun kapısını açmaya çalışırken Tito peşinde Saunders, Julia ve tüm otel çalışanlarıyla birlikte odaya dalıveriyor. Artık herkesin kafası karışmışken Julia tuvalettekinin operaya zorla girmeye çalışan deli olduğuna karar veriyor. Hep birlikte Max’i dışarı çıkarmaya gidiyorlar ama Max çıktığında tekrar Max olmuş oluyor. Tüm sorunlar çözüldükten sonra Max ile Maggie tek başlarına kalıyorlar ve bu kaz Maggie operaya çıkanın Max olduğunun farkına varıyor, onlar eriyorlar muratlarına, biz çıkıyoruz kerevetine… Ve evet, Berk’le Zeynep gerçekten öpüştü. (Bu arada Zeynep’in Cumartesi günkü oyundan önce bir de basket maçına çıktığını söylemeden edemeyeceğim!) Peki, oyunu özetledik, ama oyunun bir de unutulamayacak kadar önemli bir arka sahne takımı var. O harika dekorun tasarımını yapan, her çivisini tek tek çakan, ışık ve sesi idare eden, oyunculara yön veren harika bir takım! Ben de gösterimden bir hafta öncesinden itibaren be gösteriler boyunca elimden geldiğince onlara yardım etmeye çalıştım ve hepsinin insanüstü oldukları açık. Hepsine teşekkür ediyorum. Ama en büyük teşekkür sevgili Murat Ağabey’imize! Oyunun yapımında emeği geçen herkese ve bunu gerçek bir oyun kılan seyircilerimize çok teşekkür ediyorum. İkinci dönem sergilenecek HABERLER HABERLER 12 Burçlara Seyahat Koca bir seneyi yine geride bıraktık. Bazılarımız bu yılı dopdolu, mutlu, eğlenceli ve yenilikler yaşayarak geçirdi, bazılarımız ise kederli, üzücü olaylar yaşadı. Umarım 2012’nin getirdikleri gelecek hayatınızda size olumlu yönde etki yapar. Nasıl olsa 21 Aralık da geçti, hala yaşıyoruz… O halde yeni yılda burçlarımızın bizi nerelere sürükleyeceğine bir göz atalım. Umarım hepimiz için güzel bir sene olur… olmalısınız. 2013 yılında eskiden yapmış olduğunuz kötü şeylerin sonucuna yeni başlangıçlar yaparken katlanacaksınız. Gizem Tulunay Bu aralar insanların size değer vermediğini, size kötü davrandıklarını ve sizin hakkınızda konuştuklarını düşünüyorsunuz. Halbuki o kadar sabit fikirli oldunuz ki bu nedenle böyle düşünüyorsunuz. Siz bir çevrenize bakın, insanların her davranışını değerlendirin. Belli ki onların da beklentileri var. Onlar da aynı düşünceler içinde olabilir. Ancak unutmayın ki tek sorunu olan siz değilsiniz. 2013 yılında parasal sıkıntı çekebilrisiniz. İKİZLER: (21 Mart - 21 Haziran) KOÇ: (21 Mart- 19 Nisan) Birileri kafanızı aşırı kurcalıyor. Siz bundan çok hoşnut kaldınız ancak onun her dediğini yapmayın bu aralar. Hep ilk adımları onun yapmasını beklemeyin. Bu aralar çok yiyorsunuz. Dikkat edin yoksa sonu fena olacak. Canınızı sıkan kişileri hayatınızdan çıkarmaya bakın. 2013 yılını daha dengeli ve uyumlu geçireceksiniz. Bu aralar boşlukta gibi hissedebilirsin. Gidin eğlenceli işler bulun kendinize. Bakın İSMEK’in dikiş nakış kursu var. Aklınızda ne varsa onu yapmaya çalışın. Başkalarını unutun. Gidenlerin bir daha gelmez. Sonra Zeki Müren’in “Bekledim Gelmedi” dediği gibi, bizim 21 Aralık’ta Meteorları beklediğimiz gibi gelmez geri hiçbir şey. 2013 yılında yeni bir yaşam tarzına “merhaba” diyeceksiniz. AKREP: (23 Ekim - 21 Kasım) BAŞAK: (23 Ağustos - 22 Eylül) O kadar yiyorsun yiyorsun, nereye kadar? Artık bir dur deme zamanı geldi. Tamam yaz bitti dediysek de “Hadi şişmanlayalım! Yaşasın!” zamanı demedik. Yaşadığınız problemleri sakın içinize atmayın. Bir arkadaşınızla paylaşın ve rahatladığınızı fark edeceksiniz. Bu sayede üstünüzdeki yük kalkacak. 2013’te çevre ve aile baskısı ile karakterinizde küçük değişiklikler yaşayacaksınız. YENGEÇ: (22 Haziran - 22 Temmuz) BOĞA: (20 Nisan - 21 Mart) Geçen aylarda çok yıprandınız. Artık insanların sizi üzmelerine olanak tanımayın. Onlar sizden sürekli yararlanmaya çalışacaktır. Siz siz olun buna sakın izin vermeyin. Eğer gerektiğinde üzmeyi bilmezsen üzülürsün. Bunu aklına yaz. Sinir olduğunuz birileri var. Onlara günlerini göstermek istiyorsunuz. Ancak sakinliğini korumalı ve acı çektiğinizi, üzüldüğünüzü onlara hissettirmemeli, cesur Kafanız o kadar karışıktı ki başkalarının ne dediğine bile aldırış etmiyordunuz. İkilemde kaldığınız durumlarla karşı karşıyaydınız. Şimdi ise tam kararınızı verdiğinizi düşünüyorsunuz. Kesinliğe ulaşmayın, her ihtimali düşünün. Olmadı ikisini de deneyin ve görün. 2013 yılında eğitim veya iş hayatınızda eskisinden fazlasıyla çok sevilen ve sayılan bir insan olacaksınız. ASLAN: (23 Temmuz - 22 Ağustos) Ocak 2013 Hayırlı olsun. Her şeyiniz hayırlı uğurlu olsun. Şu an nelere sahipseniz “güle güle kullanın.” Artık mutlu ve huzurlu yaşayabilirsiniz. Nokta. :) (2013’te, yıllardır beklediğiniz aşkı bulmuş olacaksınız) Her istediğiniz olmuyor ama yaşayacaksınız ve güçlü bir parasal çabalamaktan vazgeçme. Zamanında güvence elde edeceksiniz. güvendiğiniz kişilerle ilgili çok yanıldınız. Bu nedenle şimdi adım adım ilerlemeye KOVA: çalışıyorsunuz. Bu tutumunuzu koruyun. (20 Ocak - 18 Şubat) 2012’de yenilendiniz, arkadaşlarınızı ve çevrenizi genişletip yenilediniz. 2013’te İlk adımı atmak artık içinizden gelmiyor. daha sessiz ancak farklı bir sene Özlediğinizi bile söyleyemiyorsunuz. Geçmişinizi artık düşünmeyin. Sevdiğiniz kişilere de sevginizi göstermek için başkalarını timsahlara atmayın. Sonucuna yine siz katlanırsınız, benden söylemesi. 2013 yılında insanların destekleyicisi hatta küçük toplulukların kurucusu bile olabilirsiniz. TERAZİ: (23 Eylül - 22 Ekim) Artık endişelenmenize hiç gerek yok. Rahatlayın. Akşamları kısa yürüyüşler yapın. Kafanızı dağıtmaya çalışın. Stresten uzakta olun. Bugünlerde zaaflarınıza karşı yenilmeyin. Unutmayın her bitiş yeni bir başlangıcı beraberinde getirir. Hayatınızdan pişmanlıkların çıkmasını istiyorsunuz. Bunun için çaba sarf edin. 2013’te zihninizin daha bir olgunlaştığını hissedeceksiniz. Bu arkadaşlarınız için iyi bir haber! Köprü OĞLAK: (22 Aralık - 19 Ocak) hiç kafanıza takmayın. Bırakın kendi hallerine, ne düşünüyorlarsa düşünsünler. Kendinizi üzmeye hiç değmez. Yalanlar döner dolaşır, yine söyleyeni bulur. Sonucuna katlanacak olan onlar olsun, siz olmayın. Değerli bir arkadaşımın dediği gibi “eğer gerektiğinizde üzmeyi bilmezsen, üzülürsünüz.” Bu nedenle size yapılan kötülükleri onların yanına kar bırakmayın. 2013 yılında beklediğiniz aşkı bulacaksınız, eğer ilişkiniz varsa uzun sürecek dönemlere adım atacaksınız. *Burç resimleri için Greti Barokas’a teşekkür ediyoruz. Balık acı çekiyor. Bazıları balığa daha farklı nasıl işkenceler uygulayabilirim acaba diye düşünüyor. Ancak siz onları Halktan Şiirler Dürbine Düdüklü. 19 yaşında. 18 yıldır şiir yazıyor. Bu şiiri çok sevdiği görümcesi Dürdane’ye armağan etmiş. Dürdane’m Destansı güzelliği barındırır Üzüm gözlerine baktırır Reklam yıldızı gibidir Dürdane Daha ne talipler var peşinde Arkasında kocaman kuyruk Nedense masanın üzerinde bir tuzluk Elektrik süpürgesi gibidir Dürdane Dolmaları dizmiş yine sıra sıra Üstüne de açmış baklavayı yaya yaya Derken kapı çalmış adeta Ütüsüz gömlek sevmez ki Dürdane Kazım kaptırmış gönlünü ona Lakin hele bir bakın verdiği soyada Ürkek bir koyun gibidir Dürdane Muhittin Açıkalınlı. Bekar. 73 yaşında. 2 yıldır şiir yazıyor. Bu şiirini çok sevdiği 40 yıldır birlikteliği olan kurşun kalemine ithaf etmiş. Kurşun Kalemim Rengârenk desenlerin var Kalemtıraşla açarım seni Kaç yıldır dostluğumuz var Benim minik kurşun kalemim Yazmıştım ilk aşk mektubumu Beğenmedi Lütfiye el yazımı Şimdi soruyorum her reddediliş senin suçun mu? Bir bitemedin ki Allah’ın belası Almıştım seni eski kırtasiyemden 40 yıldır masamdasın Bilirim sen de korktun içten içten Atamam ki seni, hep aklımdasın FİNALLERDE TÜM OKULA BAŞARILAR DİLERİZ! YAY: (22 Kasım - 21 Aralık) Zor ve sıkıntılı günler geçirdiniz. Bazı patavatsızlıklar da yapmış olabilirsiniz. Ancak sizin gülen yüzünüzle bunlar çabuk unutulur. Bir dahakine daha dikkatli olmaya çalışırsınız. Yeni sıkı arkadaşlar edindiniz. Onları kaybetmeyin ve çevrenizi genişletmeye bakın. 2013 size büyük şansların kapısını aralayacak. BALIK: (19 Şubat - 20 Mart) 13 Merhabalar, OKulumuzun İlk ve tek Türkçe gazetesi olan Köprü’de yazar olmak İstiyorsanız ya da yazılarınızın yayınlanmasını İstİyorsanız erdyun.15@ robcol.k12.tr ya da [email protected] adreslerİne İletİ atmanız Yeterlİ! YAZmAyA MerAKLI VE DİNAMİK HABerCİLİĞİ BİLEN HERKESİ BEKLİyoRUZ. KÖPRÜ GAZETESİ Ocak 2013 Köprü 14 YENİ TATLAR YENİ TATLAR İstanbul Gurme Köşesi İstanbul’un lezzet dolu ve ilgi çeken mekânları bulunup araştırıldı, dolaşıldı, şimdi de sizlere sunulmaya hazır! Bulgar’ın kaymağı: Beşiktaş’ta bulunan bu restoranın bohem burjuvalarının zihninde yer etmesini sağlayan “Wallpaper” dergisidir. Bal kaymaklı, taze yumurtalı, çıtır ekmekli kahvaltısıyla güne güzel başlayabilirsiniz. Doğatepe’de Kahvaltı: Doğatepe Sarıyer’de meyve ve palmiye ağaçlarının arasında güzel bir manzara ile güne merhaba demek istiyorsanız, bu mekânda Hidiv Kasrı, Anadolu Hisarı ve Fatih Sultan Mehmet köprüsünün tarihi manzarasına bakarak sabahınızı geçirebilirsiniz. Atölye Nev: Her şey ev yapımı ve doğal olsun, sağlıklı olan benim için her zaman en değerlidir diyorsanız, hiçbir üründe katkı maddesi kullanılmayan Atölye Nev’e uğramalısınız. Butik kurabiyeleri tamamen kişiye özel hazırlanıyor. En güzel ve lezzetli cupcakeler, browniler ve pastalar için Atölye Nev’e uğramanızı tavsiye ediyorum. Tatlı Köşem: Moda’nın ara sokaklarındaki hoş ve tatlı mekân. Masallardaki pastadan evleri hatırlatan dış görünüşü ve küçücük yan yana dizilmiş dilim pastalara bakarken burnunuza gelen kahve kokusu Tatlı Köşem’i anlatan sadece birkaç kelime. Pasta çeşitlerinin yanı sıra cupcake, cheesecake, tart, kurabiye, diyabetik kurabiye ve muffin seçenekleri de var. Özel lezzetlerinden biri de ev yapımı kavanoz içinde servis edilen erik suyu ve limonata. Kantin’in cheesecake’i: Nişantaşı’nın Akkavak sokağı, Valikonağı Caddesinde bulunan Şemsa Denizsel’in vişneli cheesecake’ini bir fincan filtre kahve ile birlikte denemelisiniz. İnci’nin profiterolü: İnci, profiterolün ilk icat edildiği pastane denilir. Bu pastanenin Öz İnci, Hakiki İnci gibi taklitleri ortaya çıkmış olsa da asıl ve kaliteli lezzet İstiklal Caddesindedir. İMÇ pilavcısı: Tiyatro çıkışında o kadar lokanta varken, küçük ve ampul ışığı altında parlayan bir arabanın çevresinde otuz kişi sıra bekliyordu. Bu nedir diye baktığımda fark ettim ki arabada tavuklu pilav, nohutlu pilav ve ayran var. Diğer pilavcılar sokak sokak gezip müşteri ararken bu sabit yerinde duran pilavcıya müşteriler akın akın En Güzel Kahvaltıyı Ararken yağıyor. Fatih’in en işlek caddesi Atatürk Bulvarında bulunan İMÇ pilavcısı, keyif veren bir yemeği yine keyif verecek bir fiyatla müşterilerine sunuyor. Mandabatmaz’ın Kahvesi: Avrupalıların Türk halkına sunduğu kahvelerden ve Türk kahvesi taklitlerini bir yana bırakırsak, İstanbul’da içebileceğiniz en iyi Türk kahvesi yapılan küçük kahve mekânlarından. Mandabatmaz’ın on yedi yıllık Ocakçısı küçük kahveci Cemil Pilik, müşterilerine kopkoyu ve soğuk günlerde içinizi ısıtacak kahveleri müşterilerine sunuyor. Fürreyya: Balıkları mevsime göre değişen Galata Kulesi’nden birkaç metre uzaklıkta işlek bir köşede olan Füreyya’da kömür ızgarasında pişmiş, unlanarak kızartılmış balıklar bulunuyor. Türkiye’nin denizlerinde hangi balıklar varsa Füreyya’nın mutfağı da o balıklardan oluşuyor. Pizano Pizzeria: Sokak arasında minik ve bir o kadar da sevimli bir pizzacı. Sessiz sakin bir Ortaköy sokağındaki Pizano Pizzeria sevimli bir şekilde döşenmiş İtalyan pizzeria’larını andırıyor; sizi içine çekiveriyor kırmızı-beyaz kareli masa örtüleriyle. Tüm pizzaları has Eymen Pınar İtalyan usulü olan Pizano Pizzeria’da, tabanı pesto sos ile kaplanmış, tavuk parçaları içeren Pizza Pesto’yu denemenizi tavsiye ediyorum. Pandeli’nin böreği: Mısır Çarşısının girişinde bulunan Osmanlı ve Fransız mutfağını önümüze sunan ve sadece saat 11.30 ile 16.00 arasında açık olan bu her zaman kalabalık restoranda yer bulmak bir hayli zordur, fakat meşhur patlıcanlı böreğini denemeye değer. Üstünde bir parça dönerle servis edilen patlıcanlı böreğn tadına siz de bir bakmalısınız. Kömür Lokantası: Karadeniz mutfağında en iyi ikinci restoran;Trabzon, Rize ve Artvin yöresinin yemekleri servis ediliyor. Küçük Mustafapaşa ve Fatih’te iki şubesi olan Kömür Lokantasında otuz çeşit yemek yapılıyor. Spesiyali ise hamsi pilavı ve karalâhana dolması ancak hafif olan Kömür Sarmasını da gitmişken tatmanızı tavsiye ederim. Tatar, Tartar ve Çiğ Börek Madem Tatarlar ve yemekler hakkında yazıyorum, o halde“tartar sosu”nun“Tatar” kelimesinden geldiğini söylememek olmaz. Yanlış anlaşılmasın, bu ikisi tamamen alakasız, neden Fransızların bu sosu sauce tartare şeklinde isimlendirip sosla Tatarlar arasında bir bağ kurduğu bilinmiyor. Tahmin edebileceğiniz gibi Tartare Fransızca “Tatar” anlamına geliyor ve Online Etymology Dictionary’ye göre Yunan mitolojisinde yer altında bulunan, tanrılara çok büyük hakaret etmiş kişilerin cezalandırıldığı dipsiz Tartarus’tan etkilenerek bu şekilde çevirilmiş. Tartarus ile Tatarlar arasındaki bağlantı da, Tatarlar’ın zamanında çok savaşçı bir topluluk olmalarından geliyor. Mesela Fransız Aziz Louis, 1270’deki bir mektubunda Tatarlar hakkında “Tatarlar’ın oluşturduğu bu tehlike durumunda ya biz onları geldikleri Tartarus’a geri göndereceğiz ya da onlar bizi cennete götürecek.” demiş. Tabii ki son zamanlarda Tatarlar’ın pek savaşçı veya şiddet yanlısı oldukları söylenemez, en azından ara sıra amcamın yavaş internet bağlantısına sinirlendiği zamanları saymazsak. Bu sayıda Tatar yemeklerinden en çok bilineni olduğunu düşündüğüm çiğbörek tarifi vermek istedim. Eğer bilmeyeniniz varsa, börek gerçekten çiğ değil, merak etmeyin; şahsen ben çok küçükken çiğ böreğin pişirilmediğini Ocak 2013 15 düşünerek yemek istemezmişim. Çiğ börek yapmak için önce hamur hazırlamalısınız. Yaklaşık otuz adet çiğ börek için bir kilo un, bir tatlı kaşığı tuz ve aldığı kadar suyu bir kaba döküp iyice yoğurmalısınız. Yapışkanlığı gidip kulak memesi kıvamına gelince 15 dakika bekletmelisiniz. Bu sırada çiğ böreğin içi için yarım kilo kıyma, biraz rendelenmiş soğan, karabiber ve tuzu ayrı bir kapta yoğurmalı, biraz da su eklemelisiniz. Bu noktada kıyma pişmemiş olmalı. Hamur olduğu zaman otuz adet yumurta büyüklüğünde bezeleye ayırmalısınız. Merdaneyle her bezeyi kahvaltı tabağı büyüklüğünde bir yandan da unlayarak açmalı, açtığınız bezeleri bir kenarda bekletmelisiniz. Tüm bezeleri açtıktan sonra hepsine bir kaşık hazırladığınız içten koyup içi hamurun yarısına kadar yaymalı, sonra da içsiz kısmı içli kısmın üzerine yarım ay şeklinde kapamalı ve yapıştırmak için kenarlarını bastırmalısınız. Ardından küçük bir tabağı böreğe dik tutup kenarı boyunca yuvarlamalısınız, bu bıçak görevi Köprü Dilara Çankaya görüp kenara düzgün bir şekil verecektir. Sıra pişirmeye gelince genişçe bir çukur tavaya kızgın sıvı yağ koyun, çiğ böreklerin arkasını da çevirmeyi ihmal etmeyerek kızartın. Çabuk kızarıyorlar ve fazla yağlı oluyorlar, o yüzden tavadan çıkarttıktan sonra büyük sevis tabağına koymadan önce yağlarının süzülmesi için küçük bir tabağa aktarın. Olur da kızartırsanız veya dışarıda bir lokantada yerseniz diye söyleyeyim, çiğ börek yemenin de bir adabı var: her çiğ böreği yemeden önce bir köşesinden küçük bir parça koparıp tabağınızın bir kenarına koymalısınız, bu şekilde kaç tane yediğinizi sayabiliyorsunuz. Söylememe gerek var mı, bilmiyorum; ama yine de soğutmadan yiyin ve iyi çiğneyin! Afiyet olsun! Servisim her ne kadar erken gelmese de, şahsi uyuşukluğumdan dolayı her sabah neredeyse kör karanlıkta kalkmak zorundayım. Hal böyle olunca da sabah kahvaltısı, erken saat ve uyku mahmurluğu gibi etkenler sonucunda pek de zevk al(a)madığım bir öğündür. Benim durumum pek de nadir görülen bir şey değil aslında- kahvaltı etmek çoğu insan için fuzuli ve keyifsiz bir iş. Ancak bazı yerler var ki, buralarda kahvaltı etmek insanın aklındaki kahvaltı nosyonunu tamamen değiştirebilir. İşte size birkaç güzel kahvaltı mekanı önerisi…. Nostoni Lazca’da lezzet anlamına geliyor Nostoni. Mekanın kahvaltısının lezzetine bakılınca da bu ismin gayet uygun düştüğü bariz. Trabzonlu bir aşçı tarafından hazırlanan bir Karadeniz kahvaltısının tadını çıkarmak istiyorsanız, Nostoni sizin için doğru seçenek demektir. Caddebostan’daki yeni şubesinde hizmet veren mekanın Trabzon ekmeği, muhlaması, mısır ekmeği ve yöresel peynirleri denemeye değer… Lucca Yöresel ve doğal ürünlerden oluşan bir mönüye sahip Lucca. Bebek sahilin güzel bir köşesine kurulmuş bu mekanda güzel bir kahvaltı, unutamayacağınız bir deneyim olabilir. Pancake’leri denemeyi unutmayın. Mangerie Bebek Aşşk Kahve Aşşk Kahve, İstanbulluların hayatına ilk olarak 1997 yılında girdi. İlk açılan şubesi Kuruçeşme’de, daha sonra şehrin başka yerlerine de şubeler açarak hayatına devam etmiş. İşte bu ilk göz ağrısı Kuruçeşme şubesi, yeşille Boğaz’ın birleştiği bir yerde muhteşem bir kahvaltı deneyimi yaşama imkanı sunuyor. Bir yandan Aşşk Kahve’nin klasik kahvaltı tabağı veya çeşit çeşit tostlarının tadını çıkarırken, bir yandan da Boğaz’ın eşsiz manzarasının tadını çıkarmak isteyenler için en ideal mekan. Ancak hatırlatmakta yarar var; yoğunluk nedeniyle haftasonları gidenlerin erken gitmesi akıllıca olur. İsteyene Boğaz, isteyene Bebek manzarası…. Tabii Mangerie’nin meşhur balkonunda yer bulacak kadar şanslı olabilirseniz. Mekanın manzarasının yanında, ev havasındaki sıcak dekoru da orayı özel kılan şeylerden. Mangerie’nin ünlü kahvaltısını deneyebilir; güzel çay ve kahvenizi yudumlayarak keyifli bir sabah geçirebilirsiniz. House Cafe Ortaköy House Cafe’nin kahvaltı mönüsü için neredeyse “yok yok” denebilir. Ortaköy’de güzel bir Boğaz manzarasının karşısına kurulduktan sonra, muhteşem bir waffle’la güne tatlı bir başlangıç yapabilirsiniz. Klasik sularda yüzmek isterseniz The House kahvaltıyı veya çeşit çeşit yumurtalardan birini tercih edebilirsiniz. Zeytinyağına kırılan yumurtadan oluşan çılbır ve The House Tost, kafenin popüler seçenekleri arasında. Bunların yanında da nefis ev yapımı limonatanın veya detox içeceklerin tadına varabilirsiniz. Deniz Şahintürk Bahar Pastanesi Arnavutköy Sıcak, samimi, sanki evinizdeymişçesine yapılacak bir kahvaltı için vazgeçilmez bir mekan Bahar Pastanesi. Mekanın bu kadar şey üzerine bir de manzarası olunca gitmemek ayıp olurdu tabii. Ev yapımı limonatası başka bir yerde rastlayamayacağınız türden. Onun dışında çeşit çeşit börekleri ve pastane atıştırmalıkları da güzel bir kahvaltı yerine geçebilir. Bir de tabii annenizin evindeymişçesine istediğiniz omleti yaptırabilme olanağınız var. Emirgan Sütiş Muhteşem bir boğaz manzarasına sahip bir başka mekan Sütiş. Kahvaltı menüleri oldukça zengin. On dört çeşit ekmekleri var ve hepsini kendi fırınlarında hazırlıyorlar. Kaymak, yoğurt ve kaşar peynirleri kendi üretimi. Beyaz peynirleri özel bir çiftlikten, Tulum peynirleri ise özel olarak Erzincan’dan getirtiliyor. Menemen ve sucuklu yumurtaları ise gerçekten denemeye değer. Rumelihisarı Lokma Oldukça büyük bir kalabalığa ev sahipliği yapabilecek kapasitedeki Lokma, özgün bir iç tasarıma sahip. Manzarası nedeniyle de oldukça popüler olduğundan yer bulmak zor olabilir. Sucuk ve hellim şişleri denemeye değer lezzetler arasında. Onun dışında ortaya serpme olarak gelen bol çeşitli kahvaltısı tadı damakta kalır cinsten. Ayrıca cheesecake yemeden ayrılırsanız pişman olursunuz. Le Pain Quotidien Kemerburgaz Sapa bir mekanda olduğundan, sakin ve huzurlu bir kahvaltı etme imkanı da sayılabilir Le Pain Quotidien. Mekanın felsefesi organik malzeme kullanmak. Ekmekleri organik un kullanılarak kendi fırınlarında üretiliyor. Yöresel ürünler kullanıyorlar ve her şey doğal. Ayrıca reçel, serpme çikolata gibi ürünlerini satın da alabiliyorsunuz. Cihangir Savoy Sıcak tavırlı çalışanlarıyla gitmekten daima zevk alınacak bir mekan Cihangir Savoy. Ortam her daim eviniz gibi sıcak, samimi ve özlediğiniz türden. On beş-yirmi çeşit peynir arasından seçerek klasik bir kahvaltı edebilir veya meşhur Savoy gofreti ya da milföy ile güne tatlı bir başlangıç yapabilirsiniz. Caz Fırsatı “A jazz musician is a juggler who use harmonies instead of oranges.” Benny Green “Caz müzisyeni portakallar yerine armoniyi kullanan bir akrobattır.”(Elize Aslan tarafından çevrilmiştir.) Benny Green Benny Green’in de söylediği gibi caz müzisyenlerinin işi en az bir akrobat kadar zordur. Caz doğru dengede olduğu zaman güzeldir. Popüler bir müzik türü olan caz; okulumuzda da çok fazla ilgi gören bir müzik türüdür. Eğer siz de müzikle yakından ilgileniyor ve müzik ile ilgili bir eğitim almak istiyorsanız rüya okulunuz Berklee Üniversitesi olsa gerek. Peki, Berklee Üniversitesi’nden mezun, kendi caz kasetleri olan dört özel insandan caz eğitimi almaya ne dersiniz? Bu dört kişinin Ocak 2013 her biri farklı bir müzik aleti çalmakta ustalar. Biri piyano, diğeri bateri, diğeri saksafon ve bir diğeri ise gitar çalmakta çok deneyimli insanlardır. Hem bu deneyimli ve eğlenceli müzisyenlerle müzik enstrümanlarıyla ilgili eğitim alırken hem de cazın armonisi hakkında bilgilenecek ve öğretmenlerinizle hep beraber kulak egzersizleri yapacaksınız. Rüya okuldan mezun olan bu dört insanla Köprü Elize Aslan rüya gibi bir caz eğitimi kaçmaz! Levent 37 Sanat Merkezi’nde verilecek olan bu eğitim ile ilgilenenler için internet adresi: www.37sanatmerkezi.com SANAT 17 Monet Sergisi İçim Kıpır Kıpır Yeni yıl heyecanından mıdır, finaller yüzünden mi yoksa evde kapalı kalmanın yarattığı ters etkiden midir bilinmez sürekli bir dışarı çıkma isteği var bende. Havanın soğukluğuna rağmen delifişekliğim tutuyor, oraya buraya gidesim geliyor. Aksi gibi de kimse bana “Otur oturduğun yerde, nereye gidiyorsun bu havada?” demiyor. Bir bardak sıcak çikolataya kanacak insanım hâlbuki, ama annem bile ısrarla beni evde tutamadığını iddia ediyor. Tabii ben kurtluyum, sürekli dışarıdayım deyince herkes beni Taksim’de sabahlıyorum sanıyor ama ve lakin çok uslu duruyorum aslında. Ne mi yapıyorum; ya konsere ya da bir çeşit gösteriye gidiyorum. En son Alpay Erdem’in* komedi gösterisine gidecektim mesela, hafta içi olunca gidemedim ama olsun, canım sağ olsun. Gösteriler bir yana, asıl gelmek istediğim nokta konserler. İstanbul’da o kadar çok konser oluyor ki okulu bırakıp sadece konser takip etmeye kalksam yine de edemem. Sıradan, işi gücü olan halk olarak sadece bize duyurulan konserleri duyuyoruz, sokaklardaki tabelalara kocaman posterler asılmadıkça pek duymuyoruz yaşanan müzikal etkinlikleri ama azıcık ilgilenen herkes her istediği türde çok fazla konser bulabiliyor. Canınız canlı cazla karışık bir şeyler mi dinlemek istiyor mesela Naim Yavuzoğlu All Jazz Band konseri, klasik müzik istiyorsanız Borusan Quartet konseri ya da Gece SANAT 16 Vardiyası Konserleri, “Yok arkadaş, ben ille de rock müzik dinlerim” diyorsan da Slash ya da Mark Knopfler konseri… Benim gibi gidecek yeni konser arayanlara buradan önce bir sıkıca sarılıyorum (bayılıyorum konser insanına, ne yapalım?), sonra da seçeneklerini sunuyorum. Büyük olanlarla başlamak gerekirse öncelikle en büyük haberi vereyim: Roger Waters 3 Ağustos’ta İTÜ Arenada bizlerle buluşuyor ve biletler satışta bile! Evet, Pink Floyd’un kurucusu canlı olarak görüp bir de üstüne The Wall albümünün tamamını söylemesini dinleyerek kulaklarınıza bayram ettirebilirsiniz. Şu ana kadar yapılan Roger Waters konserleri göz önüne alınırsa bu konserin kötü olması olasılığı yok denecek derecede az, bütün Pink Floyd hayranlarına buradan sesleniyorum; geç kalmayın ve biletler biterse mağdur olmayın. Bir başka büyük haber de Dire Straits’in solist ve gitaristi Mark Knopfler’in 27 Nisan’da Sinan Erdem Spor Salonu’na geliyor olması. Tanımayanlar için söylüyorum, Mark Knopfler “Sultans of the Swing” ve “Walk of Life” gibi parçalarıyla ünlü. En son 2008 yılında Türkiye’de konser verip de beğenilmişti Knopfler. Önümüzdeki konserde de hem yeni albümü “Privateering”deki parçaları hem de eskilerden “Romeo and Juliet” gibi unutulmaz parçaları çalacağını duydum. Rock seven arkadaşları oldukça mutlu edecek bir başka haber ise Slash’in 2 Şubat’ta Küçükçiftlik Park’a gelmesi. Konserin tam adı “Slash Featuring Myles Kennedy and The Conspirators”. Daha önce hiç Slash’i canlı izlemedim yani fikir beyan etmemem gerekir ama Slash gelmiş geçmiş en iyi gitaristlerden biri olarak kabul ediliyor ve Guns N’ Roses’da Axl Rose’la beraber severim; o yüzden gitmenizi öneririm. Ayrıca en son geçen mayıs ayında “Apocalyptic Love” isimli bir solo albüm çıkardı Slash ve konser de bu yeni albüm üzerine olacak, yani dinlemediyseniz önceden bir dinleyin sonra kararınızı verin. 17 Mayıs Cuma günü Depeche Mode İstanbul’a geliyor. Depeche Mode tanımlanması zor bir grup ama rock’a kayan bir New Wave grubu olarak biliniyorlar. Şahsen benim aklıma “Reach out and touch me” sözleri geliyor Depeche Mode denince ki bu söz “Personal Jesus” adlı şarkılarında geçiyor. Eğer birkaç şarkısını dinlerseniz aslında bütün melodilerin oldukça tanıdık geldiğini göreceksiniz, her nasılsa herkesin zihnine işlemiş Depeche Mode şarkıları. Denemenizi şiddetle öneriyorum. Mayısın 23’üne kadar haftada en az bir kere Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın konserleri var, tavsiye ederim. Buna alternatif olarak Yuri Bashmet-Rusya Büyük Senfoni Orkestrası’nın 27 Aralık’ta konseri var. O da güzel bir konsere benziyor, Yuri Bashmet Mevsim Küçükakyüz de orkestra da ödül sahibidir. Kurt Elling ve İstanbul Superband konseri de 14 Mart’ta İş Sanat Kültür Merkezi’ndeymiş. Eğer şöyle dinlenince içi kıpır kıpır yapan, neşeli ve ritmik bir şeyler arıyorsanız sakın kaçırmayın. Bunlar dışında Zülfü Livaneli, Yeni Türkü, Yalın, Manya ya da Pentagram gibi Türk müzisyenlerin konserleri dinlenmeye değer. Yok eğer bu kadar konseri sayıp da ağzınızın suyunu akıttıktan sonra siz de benim gibi elinizi cebinize atıp da paranızın bu kadar konsere hayatta yetmeyeceğini fark ettiyseniz sizi hep birlikte Büyük Ev Abluka’danın yeni çıkan albümü “Full Faça”yı dinlemeye davet ediyorum. İnternette mevcut, kendi sitelerinden bütün albümü dinleyebilirsiniz, ben yeni dinledim ve kesinlikle pişman değilim. Yok yine de bir şey beğendiremediysem sizi 1 Şubat’taki Halil Sezai konserine alalım, beraber isyan edin. Sevgiler. * Meraklısına: Alpay Erdem Uykusuz’da düzenli olarak yazıyor. Canlı olarak hiç izlemedim ama kâğıt üzerinde başarılı epey, severim. Her perşembe Taksim Old City Comedy Club’de saat dokuza çeyrek kala gösterisi var. Gidin, görün. Lise Live 25 Merve Kahraman Empresyonizmin - ya da izlenimcilik akımının - yaratıcısı ve benim en sevdiğim sanatçılardan olan Claude Monet sergisinin Sakıp Sabancı Müzesi’ne geldiğini duyunca içimde hissettiğim heyecanı soğutmadan ilk haftadan gittim sergiye. Renkleri, doğayı, suyu, ışığı ve yansımaları bu kadar iyi kullanarak kendi gördüğü dünyayı bizlere yansıtan ve böylece izlenimcilik akımını doğuran tablolarıyla, Monet’yi anlamaya çalışarak geçirdiğim birkaç saat benim için hayata küçük bir mola, koşuşturmalardan minik bir kaçış oldu. Sizler de Monet’yle birlikte Giverny’deki bahçesine kaçmak ve belki de zorlu final döneminden sonra kendinizi rahatlatmak isterseniz Monet’nin bahçesi 6 Ocak 2013’e kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde sizleri bekliyor olacak. Claude Monet 14 Kasım 1840’ta, Paris’te doğdu. Babası ne kadar aile mesleğini devam ettirmesini istese de Monet, belki şarkıcı annesinin de etkisiyle sanatçı olmayı kafasına koymuştu. Mahallesinde yaptığı karakalem karikatürler ve JacquesFrançois Ochard’dan aldığı açık havada yağlı boya dersleri ile kendini geliştirdi. Annesinin ölümünden sonra teyzesinin yanına yerleşen Monet, daha sonraları Paris ve Louvre Müzesi ziyaretlerinde, kendilerinden önceki sanatçıları taklit eden ressamların eserlerini görüyordu. Monet gördüklerini kendini sınırlayarak resmetmektense, boyalarını ve tuvalini alıp, tablolarını açık havada yapmayı tercih ediyordu. Daha sonra orduya ve 2 sene daha sonra sanat okuluna giden, burada geleceğin izlenimcilerinden birçoğuyla tanışan Monet ile Camille Doncieux’nün Jean adındaki ilk çocukları dünyaya geldi ve 1870’de evlendiler. Monet, ailesiyle birlikte çocukluğunu geçirdiği La Havre kentinde “İzlenim: Gün doğumu” adlı tablosuyla izlenimcilik akımını başlattı ve isim babalığını yapmış oldu. Yine ailesiyle Argenteuil’e yerleşen burada altı yıl boyunca birçok tanınmış tablosuna imza atan Monet’nin ekonomik sıkıntılarından dolayı kasvetli bir durum alan ruh halinin yansımalarını tablolarında da görmek mümkündür. Monet’nin yaratıcısı olduğu izlenimcilik; doğrudan doğruya doğanın gerçeğini değilde, görülenlerin kişide oluşturduğu izlenimlerin ve duygusal izlerin resimlere aktarıldığı bir akımdır. Nesnel ve objektif bir bakış açısındansa kendi algılarından ve duygularından tablolar oluşturan izlenimci ressamlar, daha kişisel ve insanı düşünmeye iten eserler yaratırlar. Özellikle ışık ve renkleri ön plana çıkaran bu eserler sadece dönemsel gerçeklikleri değil, kişisel ruh hallerini de yansıtabildikleri ve sanatçının ölümünden onlarca yıl sonra bile kalıcılıklarını kişisellik üzerinden sürdürebildiklerinden dolayı bence büyüleyicidirler. 1876’da Ernest ve Alice Hoschedé çifti ile tanışan ve onlarla birlikte bu yeni tanıştıkları çiftin yazlık evine taşınan Claude ile Camille’in 1878’de ikinci çocukları Michel doğdu. Bu doğum zaten kötü olan sağlığını iyice zayıflattığından Camille Monet 1879’da öldü. İflas etmiş Ernest Hoschedé de Belçika’ya kaçmış olduğu için Claude, Alice ve çocukları birlikte yaşamaya başladılar. Camille’in ölümünden sonra bir daha yoksul olmamaya yemin eden Claude Monet, Akdeniz’i gezerek birçok doğa resmi yaptı ve en sonunda 1883’te Alice ve çocuklarıyla birlikte Giverny’de önce kiraladığı ve daha sonra satın aldığı araziye taşındı ve hayatının geri kalanını burada geçirdi. Bir doğa aşığı olan Claude Monet Giverny’deki evinde bir nilüfer göleti, köprü ve birçok çiçek türü içeren büyük bir bahçe oluşturdu. Bundan sonraki hayatını bahçesindeki ot yığınlarını, zambakları, nilüferleri, köprüsünü, salkım söğüt ağaçlarını ve bahçesinden gözüken tepedeki evini resmederek geçirdi. Bu resimlerini çizerken ışık ve renkleri büyük bir ustalıkla, kendi izlenimlerine ve kendi algısıyla kullandı. Örneğin tepedeki evinin gül bahçesinden görüntüsünün, günün farklı saatlerinde – ve günün saatleriyle değişen ışık miktarı ve ışık renklerinin etkisiyle – yapılan üçleme tablosunda ışığın renklere etkisini sanırım bir saat karşısından kalkmadan, kalkamadan izledim. Ya da gölette yetiştirdiği nilüferlerini resmederken salkımsöğüt ağaçlarının yansımalarını Köprü Gazetesi olarak 2. Dönem yapılacak Lise Live etkinliğini dört gözle bekliyoruz! Muhteşem gitar performansları Her dönemden şarkıcılar Öğrenciler yeteneklerini sergiledi. Ocak 2013 Köprü Lise Live birçok Hazırlık öğrencisini etkiledi. Ocak 2013 Köprü Defne Aksoy da göletin üzerinde belirten Monet’nin doğayı yorumlamasına saygı duymamak elde değildi. Ayrıca Monet, 1914’ten 1923’e kadar katarakt olduğu için resimlerinin bu tarih aralığında daha farklı olduğunu gözlemleyebiliriz. Katarakt hastalığı yüzünden genel olarak kırmızı ağırlıklı görmenin bir sonucu olarak tablolarınında da kırmızı tonların daha fazla kullanıldığını görebiliriz. Bu da, Monet’nin “Ağaçlar yeşildir. Su mavi resmedilmelidir. Çiçekler pembe, güneş sarı olmalıdır.” gibi ezberlenmiş gerçekliklerle değil kendi gerçekliğiyle, görünenleri değil “kendi gördüklerini” çizdiğini kanıtlayarak; bence Monet’ye çok daha etkileyici bir boyut katmaktadır. Giverny’deki bahçesinde yaşayan Monet 5 Aralık 1926’da, 86 yaşındayken, hayata gözlerini yumdu ve Giverny’de gömüldü. Bu sergi de İstanbul’a kapılarını kapamadan görülmesi gerekenlerden biri bence. Monet’nin tabloları, doğa harikaları, renklerin harmonisi ve ışığın büyüleyiciliğinde; izlenimcilik akımını tanımak isterseniz sergi 6 Ocak’ta son bulmadan önce Emirgan’a, Sakıp Sabancı Müze’sine bir uğrayın, tavsiye ederim HABERLER HABERLER 18 Tepkiliyim Kıyamet Mi, O Da Ne? Sayılarla uğraşmak çok zor olmalı. Bir de sayılarla geleceği yazıyorsanız eğer. Her sabah olduğu gibi yataktan kalktığımızı düşünelim ve takvime bakıyoruz bugün hangi gün diye. Uzun zamandır beklenilen bir gün bugün 21 Aralık 2012. Mayaların uzun yıllar sayılarla uğraşıp belki de en sonunda pes ettikleri gün. Gerçekten neden bırakmışlar ki acaba saymayı? Belki de her 31 Aralıktan sonra yeni bir ajanda veya yeni bir takvim almaktan bıkmak gibi bir şeydir günleri saymaya devam etmemek. Zamanlayıcılarımızı kurduk, saatlerimize baktık o gün. Tam 13.11. Kar tatili nedeniyle okul da tatil olmuştu ne de olsa. Tam da Mayaların istediği gibiydi; asırlar önce yazdıkları sayılar, hesapladıkları tarihler belki de ilk kez bu kadar dikkate alınmıştı. Kimimiz hiç inanmadı, saatine bile bakmadı; kimimiz inanmadı ama umutlandı; kimimiz ise korkarak ve merakla dakikaların ilerleyişini seyretti. Ve saniyeler ilerledi, 13.10 oldu ve 13.11 geldi sessizce saniyeler aynı hızıyla ilerlemeye devam etti. Ardındansa tarih 21 Aralık 2012 olmuş, saat ise 13.12’yi vurmuştu. Ama nefes almaya devam ediyorduk. Peki şimdi ne olmuştu? Dünya daha mı hızlı dönüyordu? Dünya tersine mi dönüyordu? Yoksa sonunda Dünya’yla beraber durmuş muyduk? Kıyameti nasıl hayal etmiştik acaba hepimiz içimizde. Kendimizden kaçmaktı aslında kıyamet bir şekilde ya da bu hayata sıkıca bağlanıp belirsizliklerden korkanları endişelendiriyordu yavaşça. Hepimiz biliyorduk ölmeyeceğimizi belki de ama, karların yavaşça erimeye yüz tuttuğu o saatlerde belki hepimizin de ihtiyacı olan o küçük kıyametti. Kıyamet olmadı belki ama uzun zaman haberleri süsledi kıyamet yazıları. Gazeteleri dergiler, televizyonlar hepimiz şaşkınlıkla izliyorduk aniden büyüyen bu olayı. Yalnızca haberler değil sosyal ağlar da kıyamet haberleri ile dolup taşmıştı. Bense kafamda o Maya’yı canlandırmaya çalıştım. Uzun yıllar boyunca debelenip bu takvimi hazırlayan o Maya neden aniden pes etmişti? Gülmüş müydü kendi kendine bizi izlerken, 13.11’i merakla bekleyişimizi? Kim bilir o Maya da anlamamıştı nedenini, nasıl hala kıyametin gerçekleştiğini fark etmiyoruz diye. Belki kıyamet olmuştu bir yerlerde, belki her gün oluyordu. Eğer kıyamet bir sonraki günü bilmemek demekse, güneşin her batısında, yelkovanın her adımında zaten gerçekleşiyordu. Geleceğe ne kadar çok farklı isim takılabiliyor işte, eski bir Maya’nın yarıda bıraktığı bir takvim de artık geçmişi barındırıyor. O Maya da sıkılmıştı belki geleceği hayal etmekten, geçmiş ona yeterli gücü verememişti bunun için. Bizim sevgili Maya’mız 21 Aralık’ta bitirirken her şeyi, sonlandırmış mıydı geleceği? Geçmiş ve gelceğin iç içe olduğunu da fark etmek önemli. Geçmiş de bir gelecek değil mi aynı zamanda, yaptıklarımızı veya yapacaklarımızı etkiliyor hiç belli bile etmeden. Kıyametin olmasını umut edenler geçmişten mi kaçıyor öyleyse gelecekten mi? O kadar çok soru var ki kıyamet hakkında, bir o kadar kişisel cevap. Yanıtları sizler vereceksiniz, kendi kendinize. Bense sormaya devam ediyorum hala. Eğer bir kıyamet tarihiyse geçmişte kalan 21 Aralık, artık atlamış mıydık üzerinden? Belki de kıyametin tam içindeyiz artık, farkında bile olmadan. Eğer hala korkuyorsak kıyametten, geçmiş mi daha korkutucu şimdi yoksa gelecek mi? O zaman biraz mizahi biraz da gerçekçi olarak düşünelim gerçekten de beklenilen gibi ölseydik iyi ve kötü “Gossip Girl” Stili Bazen, başka insanlar hayatınızı sizden daha çok etkiler. İnsanların konuştukları, anlattıkları bizim hakkımızda ön yargı oluşturabilir veya insanların söylediklerinden etkilenebiliriz. Duyulan veya konuşulan her şey, hakkınızdaki duygu ve görüşleri değiştirebilir. Hatta bazen bu tür şeyler insanlar arasında konuşulmakla kalmaz, aynı anda bir sürü kişinin gözleri önüne serilebilir. Hele de bir Robert’liyseniz; bir sabah uyandığınızda kendinizi aniden okulun en güzel kızı veya en yakışıklı erkeği olarak bulabilir, tanımadığınız biriyle çıkıyor olabilirsiniz. Yıllardır kim olduğunu öğrenmek için beklediğimiz “Dedikoducu Kız”artık bizden biri. Sürekli açılıp kapanan “hayalet” dedikoducu kızlarımızın sayfaları hepimizi bu dünyanın birer karakteri haline getirdi. Bilgisayarınızı açar; hani şu yemeden içmeden kesilip başında saatler geçirdiğiz sosyal paylaşım siteniz Twitter’a girersiniz. Horozlar bile uyanmamıştır henüz hâlbuki. Bir de ne görürsünüz, herkes sizin adınızın geçtiği bir tweeti yeniden tweetleyivermiş. Sizin hakkınızda öyle şeyler yazıyor ki bırakın doğru olmayı daha önce aklınızdan bile geçmemiş. Bu 140 karaktere sıkıştırılmış yazının sizde yarattığı şoku atlattıktan sonra bunu yapanın kim olduğu hakkında düşünmek ya da çıkan dedikodunun yarattığı problemi çözmekle uğraşmaya başlarsınız. Bu aralar okulumuzda yeni moda olan tipik günlük hayattır bu. Çıkan dedikodulardan sonra etkileri bir süre kendilerini gösterdikten sonra hiç yaşanmamış gibi yok olup gider. Dönemizden birileri tarafınca açılan birçok twitter dedikodu sayfaları vardı. Biz bu açılan dedikodu sayfalarının kime ait olduğuyla ilgili varsayımlarda bulunurken bazı arkadaşlarımızı suçlayarak üzdük. Dedikodular sadece sosyal medyada dolaşıp durmakla kalmayıp sınıf ve yemekhane konuşmalarımıza da sızdı ama herkes “Bu beni neden ilgilendirmeli?” diye düşünmekten kendini alamadı. Bazı arkadaşlarımızın izlediği “Gossip Girl” adlı yabancı dizinin çok etkisi altında kaldığını ve kendisini dizinin karakterlerinden biri zannedip okul hayatını diziye çevirmeye çalışıyor olduğu bir gerçek. Bazılarımızın bu dedikodu sayfalarının ne yayınlayacağını sabırsızlıkla beklemesi ve bunu kendilerini eğlendirme yolları haline getirdikleri inkâr edilemez. Hiç düşündünüz mü, siz bu dedikoduların birine kurban gitmiş olsaydınız ne hissederdiniz? Peki, siz neyi istersiniz; bir sabah kalktığınızda en yakın arkadaşınızla Ocak 2013 19 çıktığınız dedikodusunu mu görmek yoksa huzurlu bir şekilde alarmınızı mı kapatmak? Peki, bunu kendi kendimize niye yapıyoruz? Rahatsız olunacağını bile bile neden buna devam ediyoruz? Popüler kültürün üstümüzdeki etkilerini her geçen gün hissetmeye devam ediyoruz. Dünyada herkesi etkilediği gibi bizi de etkilemesi, elbette ki olağan bir şey ancak, biraz fazla mı abartıyoruz? Dedikodu, insanların arkasından yapılan bir şey değil miydi en son? Ne ara kötü niyetli haber bültenlerine dönüştüler? İnsanlar niye başka insanları uydurma haberlerle alçaltmayı veya yüceltmeyi istiyor? Kendimizi dedikoducu kız dizisinde yaşıyor zannediyor olma hali git gide gelişip tehlikelileşiyor. Kim kimin hakkında ne düşüneceğini bilemiyor. Duyulan haber ister istemez önyargılar oluşturuyor. İnsanların birbirine davranışları, ilişkileri büyük oranda etkileniyor. Böylece git gide plastikleşen ilişkilerle Barbie’nin plastik evinde yaşamaya başlayacağız ve tüm samimiyetimizi kaybedeceğiz. İlişkilerimiz değişecek, kimse kimseye güvenemez hale gelecek o zaman popüler kültürün etkilerini fark edeceğiz. Bu tür küçük olayların bizi nasıl mahvettiğini o zaman anlayacağız. Ve belki de bir günlük eğlencemiz hayatlarımızı değiştirecek. Köprü Şiir Su Saydam yanları ne olurdu diye. İşte 21 Aralık’tan sonra yaşamak için birkaç sebep. Eğer 21 Aralık’ta kıyamet olsa ve ölseydik, ●Noel’i yaşayamaz, Hazırlık yılında öğrendiğimiz Noel şarkılarını bir anda hatırlayıp söylemeye başlayamazdık. ●Tam da geriye 10 gün kalmışken yeni yıl için 10’dan geriye sayamazdık. ●Yılbaşı çekilişinde alınan hediyeleri dağıtamazdık. ●13.11’den sonra yılın en uzun gecesini yaşayamazdık. ●Köprü’nün yeni sayısını okuyamazdık. O zaman belki de her gün kıyamet varmış gibi yaşamalıyız biraz da. Yeni Köprü’yü bir solukta okumalı, 10’dan geriye daha büyük bir heyecanla saymalı ve Noel şarkılarını daha büyük bir hevesle söylemeliyiz belki de. Yapmayı istediklerimizi ve bugünü güzelleştiren şeyleri unutmamalıyız. Kıyametten korkmamızı, sonu gelen bir dünyadan kaçmamızı sağlayacak olanlar ne peki? Dün unuttuğunuzu bugün söyleyin, kıyamet dün gelmeyi unuttuysa yarın niye gelmesin ki? Elize Aslan Bu dedikodu sayfası sadece bir sıkıntı kaynağı değil bir fark edilme arzusu aynı zamanda. İnsanların bir gündem yaratmak, konuşuluyor olmak uğruna böyle yöntemlere başvurabildiğini anlamamızı sağladı bu twitter sayfası. Bu insanlar fark etmeden başka insanları tanrılaştırıyorlar ya da yerin dibine sokuyorlar ve yarattıkları bu kargaşada kendilerini en önemli kişi olarak görüyorlar. Bu hem diğer insanların psikolojileri, hem insan ilişkileri, hem de bütün bunları yapan kişi için oldukça sağlıksız bir davranış. Bir özentinin kurbanı olan bu insanlar zamanla kendi kişiliklerini kaybediyorlar ve çok yanlış yapıyorlar. Bu kişi kendi kendine bir şeylerin farkına varamıyorsa çevresi tarafından fark edilip topluma kazandırılmalı. Sadece bunu yaratan kişi değil bunu takip eden, dedikoduları okuyan herkes için geçerli bu. Başka insanların kusurları, iyi özellikleri veya yaptığı yanlışlar kimsenin eğlence aracı olmamalı! Benzerlerimizi ve hatta aynılarımızı farklılaştırma, aşırı yüceltme veya acımasızca yerme; iradenin tümüyle işlevini yitirdiği, yerini sorgusuz sualsiz teslim olmaya bıraktığı karşı konulamaz bir hal. Yalnızca iyi ve kötülerin yer aldığı kurmaca bir dünyanın, hayal ürünü olmaktan öteye geçemeyen kahramanlarını yaratıyoruz farkında olmadan. Kahramanları birbirleriyle ilişkilendiriyor; bu vesileyle bağımlısı olmamız kaçınılmaz olan bir doyum sağlama düzeneğini de şekillendirmiş oluyoruz. Artık onlarla yatıp onlarla kalkabilir, düşlerimizde yine onlara yer verebiliriz. “Gerçek Dünya” denilen dinamiklerde boğulduğumuz, kaybolduğumuz yaratıdan bir nevi kaçma çabamız bu; ancak yüzleşemediğimiz, aynılaşmaya maruz kalmış zavallı benliğimiz zayıflığımızın kurbanı; tatmin olma uğruna kurmacada hapsoluyor. Korkarım alışılagelmiş bir halden çok daha fazlası, bir ihtiyaç doğuruyor tüm bunları. Evet sevgili Köprü okuru, “Yahu ne diyor bu kız?” diyor olabilirsin. Ya da“Tövbe bismillah neler oluyor!?” da demiş olabilirsin. Anlarım. Bendeniz Köprü yazarı olma sıfatımla iki bir şeyler yazıvermiş olmak için belki de saatlerce kafa patlattım. “Ne yazsam?” deyip durdum; hem okuyanın ilgisini hem benim ilgimi çekecek sağlam bir konu bulmak öylesine zor geldi ki gerildim, stres oldum anlayacağın. “İyisi mi ben bir kafamı dağıtıp geleyim.” dedim, zafer kazanmışçasına sevindim. Sen de biliyorsundur, yazının kendisini yazmaktan bile daha zordur bazen yazacak konu bulmak. Sıkıntı verir bunaltır; inceden ikileyiverirsin yazma araç ve gereçlerinin bulunduğu mekandan. Neyse lafı uzatmayalım; maksat kafam dağılsın, televizyonu açtım. Açmaz olaydım. Kanallar arasında hoş bir şey bulurum belki umuduyla şöyle bir gezinirken falanca kanal dikkatimi çekti, kumandanın en ortasındaki büyük yuvarlak tuşa basmış bulundum. Basmaz olaydım. Falanca kanal “Magazin” saatindeymiş efendim. Duymaya pek bir aşina olduğumuz, “Burnuna mandal takmış da öyle mi konuşuyor nedir?” sorusunu her defasında yinelememize sebep olan ince erkek sesinin “ŞOK! ŞOK! ŞOK!” diye bağırması beni benden aldı, kırmızı “ŞOK!” yazılarının “GÜM! GÜM! GÜM!” şeklinde ekranda belirirken çıkardıkları sesle iyice kendimden geçtim.... Bu daha başlangıçmış meğer. Asıl bunun bir de “AZ SONRA!”sı varmış. Söylediği iyi oldu mandallının, yoksa beklemezdim onca saat televizyonun başında. İşte bir meraktır sardı beni, dedim görelim neymiş bu, bu kadar “ŞOK!” olan? Ünlülerimizden falanca hatun kişisi, yakışıklı esmer bir jön beyefendisi ile birlikte mekanın birinden ayrılırken görüntülenmiş. Bir de jet sosyete mensubu popçu abla arabasına binerken ko-ca-man bir frikik vermesin mi?! Mandallının sesini bir duyacaktın o anda!.. Saydım. Sayılarla aram pek iyi değildir ama elimden geleni yaptım diyebilirim. İki saatlik program boyunca “haber” diye sunulan saçmalıkların sayısı dokuzu geçmedi. DOKUZ! Yalnızca “dokuz”... İki saat öncesine kadar sana ve senin gibi diğer Köprü okurlarına hangi yeni yıl palavrasını sıksam ona karar vermeye çalışıyordum. İki saat “kafamı dağıttıktan” sonra kafam Yemekhane Çok Kalabalık Öğrenciler ve öğretmenler yemekten önceki derste dakikaları sayarlar. Özellikle son beş dakika ne kadar bekleseler de bir türlü geçmek bilmez. En sonunda o muhteşem an gelir ve zil çalar. Öğretmenler dahil herkes son sürat yemekhaneye koşar; ama bir de ne görsünler. O kadar acele etmelerine rağmen sıraya girmek bir dert, sıraya girince sıranın sonunu görmek ayrı bir derttir. Sıranın sonunu görmeyi bırakın, iki yanınızdaki arkadaşınızla göz temasınızı birkaç saniyeliğine keserseniz, onu yemekhaneye girene kadar göremeyebilirsiniz. Yemekhaneye ulaşmak ve sıraya girmek başlı başına büyük bir çaba gerektirirken çantalarınızı koymak için sıradan çıkarsanız, ya sıranın yanındaki kalabalık sizi alıp uzaklara götürür ya da nöbetçi öğretmen tarafından kaynadığınıza dair sorguya çekilirsiniz. Sıraya kaynamaya çalışan zeki ve çevik arkadaşlarımızın o kalabalığın gerçek sebebi olduğunu herkes biliyor. Buradaki kalabalık sıradakiler için, nöbetçi öğretmen için ve hatta o yoldan geçmesi gereken aşçılar ve diğer öğrenciler için büyük bir sorun teşkil ediyor. Zorlu sınavları atlatıp Robert’e gelmiş öğrencilerin hepsinin bu zorlu sırayı da atlatabileceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Her gün onlarca öğrenci sıranın uzunluğundan şikayet edip sıradan ayrılıyor. Muhtemelen, bu aşçılar ve okulun beraber hazırladığı bir taktik olsa gerek, böylece bolca yemekten tasarruf ediyorlar. Yemekhanenin neden kalabalık olduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Absürd Haberler Köşesi’nde bahsedildiği gibi kıyametten sonra ayakta kalacak üç yerden biri olduğu için insan göçüne mi uğradı? Yoksa kar tatili olduğu için evine gitmek yerine okulda kalıp kampüsün tadını çıkarmak isteyenler yüzünden mi oldu bilinmez? Tek bildiğimiz bu kalabalık sorununun Robertlilerin öğle yemeği saatlerinin boşa harcanmasına neden olduğudur. Robertlilerin bugüne kadar neden bu soruna bir çözüm bulmadıkları ise bir muamma. Yemekhaneye girdiğimizi düşünelim, kalabalığın oluşturduğu sorunlar burada da devam ediyor. Ocak 2013 Sıradan çıkan kişilerin normalde oturması gereken yerler boş kalınca yemekhanenin de boş kalacağını sanmayınız. Okulun yarısı yemeğe gitmezse eğer, yemekhane herkesin huzur içinde yemek yediği bir yere dönüşebilir. Ya öğrenci sayısını yarıya düşürmeliyiz ya da yemekhanenin boyutlarını iki katına çıkarmalıyız. Dikkat ettiyseniz, aynı sorun tiyatroda da geçerliliğini sürdürüyor. Yemekhaneye zil çaldıktan on beş ya da yirmi dakika sonra gelen arkadaşlarımız var. İşte bu arkadaşlarımız zamanı tasarruflu kullanma ödülünü hak ediyorlar. Herkesin yemekten sonra yaptığı ödevleri o yirmi dakika içinde bitiriyorlar. Daha sonra ödevin bitmiş olmasının verdiği rahatlıkla yemeklerini afiyetle yiyorlar. Okulda, yemekhane gibi, her zaman kalabalık olan yerler var. Kantin, fuaye ve forum gibi kalabalık olan mekanların açık havayla bağlantıları var. İnsanlar ne zaman sıkılsa temiz hava alıp geri gelebiliyorlar. Ancak yemekhane, mahzenvari bir şekilde yerin altına gizlenmiş, ufak pencereli ve havasız bir yer olmaktan uzağa gidemiyor. Bütün Köprü Eda Özkök öyle bir darmadağın olmuş ki tekrar toparlayamadım. Gencecik hayatımdan iki saatin göz göre göre eksilmesinin verdiği buruklukla oturdum klavyenin başına. Sinirliydim. Kendi iradesizliğimiz, dirençsizliğimiz, nasıl da kendi hayal dünyamızın kurbanı olduğumuzla bir kez daha yüzleşmek beni derinden etkilemişti. Biz sıradan fertlere değil; zayıflığımızın, ihtiyaçlarımızın farkında olan ve bunun üzerinden rant sağlayan sisteme; sistemin kurucularına ve savunucularına sinirliydim ben. Gerçek kişi ve kurumları; en az bizim kadar gerçek olanları tanrılaştırmamıza; topluluk önünde cümle kurarak kendini ifade etmeyi bile beceremeyen, cart curt çiğnediği sakızıyla sözlere gerek duymadan zaten dillenebilen yirmilik sarışın bir pop yıldızının, ki kendileri belki de bir kaç yıl öncesine kadar duşta bile şarkı söylememişlerdir, hepimizden üstün ve değerliymiş gibi gösterilmesine, daha da korkuncu sayısız genç kızımızın idolü haline getirilmesine ve imrendirilmesine tepkiliyim. Hepsi bu. Mert Düşünceli gün derslere kafa yoran Robertliler, açlık ve susuzluk içinde, havasız bir yerde kalabalıkla karşılaşınca akıl sağlıkları tehlikeye giriyor. Yemeğe ulaşmak için her şeyi göze alan öğrenciler ya kantine gidiyorlar ya da yasal olmayan yollara başvuruyorlar. Yasal olmayan yollara başvuranlar yakalanırlarsa alıkoyma cezasına kalırken, yakalanmayıp içeri sağ salim girenler vicdanlarıyla yüzleştikleri bir yemek yemek zorunda kalıyorlar. Yemekhanedeki kalabalık sorunu yakın zamanda çözülebilecek gibi durmuyor.Yemekhanenin neden kalabalık olduğu hala gizemliliğini sürdürürken, en doğrusu çok değerli öğle teneffüsümüzü daha planlı ve programlı bir şekilde geçirmek. Böylece zamandan tasarruf edip yapmamız gereken işlere daha çok zaman ayırabiliriz. Yemekhanenin değerli zamanınızı alıp götürmesine izin vermeyin! 20 HABERLER 2012 Robertolojisi Hobbitshire ve Bahçeşehir İstanbul-Ankara arası trenle yaklaşık 4,5 saat, Çanakkale-İstanbul arası eğer trafik açıksa arabayla 4 saat, İzmir-İstanbul arası ise uçakla yaklaşık 1,5-2 saat sürer. Ama 20 Aralık 2012, Perşembe günü Bahçeşehir’de oturan Robertli öğrenciler yaklaşık 4,5 saat süren bir yolculuk geçirdiler. Bu yolculuk sırasında hepimiz “Neden Bahçeşehir’de oturuyoruz?” sorusunu defalarca kendimize sorma ve bir zamanlar Bulgaristan’ın Sofya kentine dolmuş kalktığı iddia edilecek kadar İstanbul’dan uzak olan yaşadığımız yeri sorgulama şansını elde ettik. Bu sorgulamadan hem artılarıyla hem eksileriyle, Balkanların güzide semti Bahçeşehir’i yaşayan yaklaşık 50 Robertli’den aldığımız görüşler ve eleştirilerle değerlendirerek Bahçeşehir’in gizemini çözebileceğimize inanıyoruz. Bahçeşehir, 90’lı yıllarda Emlak Bank tarafından başlatılmış olan bir uydu kent projesidir. Kurulduğu ilk zamanlardan, beri ağaçlandırma çalışmalarıyla başarılı bir çevre düzenlemeye sahip olan belde, birçok şehircilik ödülü almıştır. Gerek göleti ve parkları olsun, gerekse yollarda dolaşan atlı polisleri olsun doğal bir atmosfere sahiptir. Zamanla artan nüfusu ve yeni yerleşim projeleriyle nüfusu 2007 yılında, 388.000’i bulan bu semtin sakinleri, ne kadar huzurlu bir ortamda yaşasalar da şehir merkezinden uzak olmalarından dolayı rahatsızlık duymaktadırlar. Bahçeşehirlilerin şu anki en büyük korkusu, Ali Ağaoğlu’nun bu taraflara el atmasıdır. Bahçeşehir’de yaşamayanlar için, Bahçeşehir’i tanıtmanın en iyi yolunun Bahçeşehir’in Tepeleri Yüzüklerin Efendisi filmi olduğunu düşünüyoruz. Yüzüklerin Efendisi filminde, Hobbitlerin yaşadığı Shire bölgesinin, İ s t a n b u l ’d a k i yansıması B a h ç e ş e h i r ’d i r. İstanbul’un yoğun hayatından uzakta olan bu beldede de, Hobbitler gibi saf, kendi yağlarında Bahçeşehir’in Fıskiyeleri kavrulan ve şehre başlamıştır, ama hala bir sürü inmekten çekinen insanlar yaşar. Ve Bahçeşehirli iş ve okul nedeniyle kent Bahçeşehirliler çoğunlukla İstanbul merkezine her gün gitmek zorundadır. merkeze gitmek için Hobbitler gibi Ve biz Robertli Bahçeşehirliler, belki zor ve uzun bir macerayı andıran de bu zorunlu yolculuktan en çok yolculuğa çıkmak zorundadırlar. Bu etkilenen Hobbit Shire sakinleriyiz. Bahçesehir’e Geldikleri İçin Sevinen Bahçeşehirliler yolculukta, çoğunlukla 76-E adında ve Bahçeşehirliler’in kutsal saydığı Taksim-Bahçeşehir otobüsü her zaman bizim can yoldaşımızdır. 2 saatlik süren bir yolculuk sonucu, 76-E bizi şehir merkeziyle buluşturur ve böylece kent hayatıyla aramızdaki bağı canlı tutar. Son 5 yılda ise, Bahçeşehirlilerin kent merkezine gitmekte yaşadıkları zorlukları anlayan yat ı r ı m c ı l a r, beldemize Prestige, 3. Cadde ve Akbatı gibi alışveriş ve yaşam merkezi açmışlardır. Böylece kent merkezine gitmek istemeyen B a h ç e ş e h i r l i l e r, semtten dışarı ç ı k m a d a n hayatlarını devam ettirme şansını yakalamıştır. Böylece halk kendini Dış Dünya’ya kapamaya Ocak 2013 Robertli bir Bahçeşehirli, sabah 5.50’de kalkarak hızlı bir şekilde giyinip, hazırlanması gerekmektedir. Çünkü Bahçeşehir’de servisler, trafiğe kalmamak için erken kalkmaktadır ve bir öğrenci çok beklenirse, servis okula geç kalacağı için öğrenciler tam zamanında dışarıda olmak zorundadır. Bahçeşehir’de öğrencileri alan 4 servisin hepsi en geç 6.30’ta semti terk etmektedir ve TEM’de çetin, tehlikelerle dolu yolculuğuna başlamaktadır. 40 dakikalık yolculuğumuzdan sonra okula vardığımızda, çoğunlukla okulu boş buluruz. Çünkü bu saatte okulda sadece Bahçeşehirliler bulunmaktadır. Bahçeşehir’e dönüş ise bizim için gerçekten uzun ve yorucu bir süreçtir. Kulübe kalsak da kalmasak da yolculuk yaklaşık 1-1,5 saat sürmektedir. Bu yolculuk uzun sürdüğünden, aynı serviste olan Bahçeşehirliler kaynaşmakta ve yolculuk sayesinde dost olmaktadır. Bu yüzden de okul ortamında bir Köprü Sera Pekel Yunus Emre Erdölen Bahçeşehir Dayanışması söz konusudur. Bu durumu, Yüzüklerin Efendisi filminde birbirlerini destekleyen Hobbitlerle bağdaştırabiliriz. Hobbit Shire’la bir benzerliği de Bahçeşehirlilerin Hobbitler gibi Bahçeşehir’de doğup büyümeleri ve başka bir yerde yaşamamalarıdır. Böylece Hobbitler, Hobbit Shire’dan ayrılmayı nasıl imkansız buluyorsa, biz Bahçeşehirliler için de Bahçeşehir’den ayrılmayı düşünmek bile zor ve acı vericidir. Bu yolculuk süresince Robertli devamlı olarak kendine ‘Ben niye hala burada oturuyorum?’ diye sorar, fakat hiçbir zaman Bahçeşehir’den kopamaz. Her yıl aramızdan birkaç kişi Levent’e ya da Beşiktaş’a taşınıp aramızdan ayrılır ve düzenli olarak servise uğrayarak şehir hayatını Bahçeşehirlilerin ağzını sulandırarak anlatır. “Robert’te okuyan bir Bahçeşehirlinin her zaman yaratıcı olması gerekmektedir. Serviste uyumak için şekilden şekle girmeli, kar yağdığı zaman eve kendi yürüme yollarını bulmalı, yolda sıkılmamak için sağlam bir müzik listesine sahip olmalıdır.” Melisa Albayrak “Trafiği ve yolu ömür törpüsüdür. Ama kendimi bildim bileli yaşadığım bu şehir dışındaki şirin mekanı çok severim, bırakamam. Apaçisiyle, Prestige’iyle, göletiyle, burası benim evim!” Birsu Bilginoğlu “Her gün esprilerin dönüp dolaşıp ‘Bulgaristan vatandaşlığın var mı?’, ‘Bizim buradan Bahçeşehir’e uçak kalkıyormuş.’ ve ‘Orada telefon çekiyor mu?’ ya gelmesine katlanabilmektir Bahçeşehirli olmak. Kitaplarda okuduğumuz ‘şehre inmek’ teriminin kullanıldığı, zaman zaman kaldırımlarında çiftlik hayvanlarının bile görüldüğü ama aynı zamanda gerçekten şehrin tüm tantanasından uzaklaşıp kendi köşene çekilebildiğin nadir yerlerden biridir İstanbul’da.” Yaralı Bahçeşehirli 34.5 Koca bir 2012 yılını da ders çalışarak, arkadaşlarımızla eğlenerek, Öğrenci Birliği’nin etkinliklerine katılarak, okulumuzu çeşitli yerlerde temsil ederek ve okulumuzu her geçen gün daha da geliştirerek, iyi ve kötü her anı birlikte geçirdiğimiz Robert Ailesi’yle geçirdik, 2013’e de beraber girdik. Bakalım 2012 yılında Robert Koleji’nde neler yaşandı? 4 Ocak 2012: Modern Tiyatro Kulübü öğrencileri “Hayatın Esasları” konulu “When We Lose It” (Kaybedince), “Transessence” ve “Gravity” (Yerçekimi) adlı üç oyunu sergilediler. 6-7-8 Ocak 2012: Okulumuz Eyüboğlu Lisesinde gerçekleşen satranç turnuvalarında birincilik kazandı. 26- 29 Ocak 2012: 16 öğrenci Harvard MUN’e katıldı. 15-16 Şubat 2012: “The Death and The Maiden” (Ölüm ve Bakire) adlı tiyatro oyunu Suna Kıraç Salonu’nda sahne aldı. 22 Şubat 2012: Almanca Yollarda Otobüsü okulumuzu ziyaret etti. 24 Şubat 2012: “II. Teacher’s Live” yapıldı. Öğretmenlerimiz bize ikinci defa muhteşem bir müzik şöleni yaşattı. 2 Mart 2012: Her sınıftan öğrencilerin YENİ YIL DOSYASI katıldığı, her tarz müzik ile izlemekten zevk aldığımız “Müzikal Gecesi” yapıldı. 3 Mart 2012: THP ekibi tarafından düzenlenen 20 okulun katıldığı ‘Yardım’ konulu sempozyum büyük ilgi gördü. 10 Mart 2012: “Yatılı Bir Okulda Yaşamak ve Çalışmak: Ne Yapıyoruz? Neler Yapabiliriz?” konulu 16 ilden 75 kişinin katıldığı sempozyum düzenlendi. 23 Mart 2012: Öğrenci Birliği’nin düzenlediği “90’lar Balosu” yapıldı. 27-28-29 Mart 2012: Türkçe Tiyatro Kulübü Aziz Nesin’in “Nesin” adlı oyununu sergiledi. 3-7 Nisan 2012: Robert Kolej Model Birleşmiş Milletler Konferansı yapıldı. 19 Nisan 2012: 25. Lise Live ile Robert Kolej öğrencileri olağanüstü müzik yeteneklerini sergiledi. 26 Nisan 2012: Ali Can Söylemezoğlu 20122013 yılı için Öğrenci Birliği Başkanı seçildi. 27 Nisan 2012: Öğrenci Birliğinin düzenlediği Mangal Gecesi ile ofis seçimlerini kutladık. 28 Nisan 2012: Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün düzenlediği “Günümüz Türk Romanı” başlıklı Kültür ve Edebiyat Sempozyumu gerçekleştirildi. 9- 11 Mayıs 2012: “The Dining Room” (Yemek Odası) adlı tiyatro Suna Kıraç Salonu’nda sahne aldı. 18 Mayıs 2012: RC Olimpiyatları yapıldı. 18 Mayıs 2012: RC mezunlarından oluşan beş grup II. Grad Live için Beyoğlu’nda sahne aldı. 24-26 Mayıs 2012: RC Orkestra Konseri yapıldı ve Timur Selçuk konuk olarak katılıp mükemmel bir müzik keyfi yaşattı. “Beyaz Güvercin” adlı şarkısını İlhancan Rodoplu ile birlikte seslendirdi. 27 Mayıs 2012: Öğrenci Birliği tarafından hazırlanan üçüncü Güzel Sanatlar Festivali’ne (Fine Arts Festival) 600 kişi katıldı ve Cansel Elçin, Çağatay Ulusoy ve Zeynep Özbatur’un da katıldığı festivalde birçok öğrenci ödül aldı. Haziran Dave Phillips emekli oldu. Okul müdürümüz Mr. Chandler’ın Robert Kolejdeki görevi sona erdi. Mr. Jones Robert Kolejin yeni okul müdürü oldu. 15 Haziran 2012: Okullar kapandı. 17-24 Haziran 2012: Türkiye’nin 7 bölgesinden 49 kişi Robert Kolej Mezunlar Derneğinin düzenlediği “Türkiye’nin Yedi Rengi” etkinliği kapsamında İstanbul’a 21 Gülbabil Kökver geldi. 25 Haziran 2012: 145. Mezuniyet Töreni yapıldı. 10 Eylül 2012: Okullar açıldı. 1 Ekim 2012: Robert Kolejde Kızılay Kan Bağışı yapıldı. 5 Ekim 2012: Öğrenci Birliği’nin düzenlediği Film Gecesi’nde “Forrest Gump” adlı film ilgiyle izlendi. 9 Ekim 2012: Öğrenci Birliği’nin düzenlediği Cadılar Bayramı Balosu yapıldı. 4 Kasım 2012: “Homecoming” adlı etkinlikle Robert Kolej mezunları bir araya geldi. 17-25 Kasım 2012: Sonbahar tatili yapıldı. 6-8 Aralık 2012: “Bir Tenor Aranıyor” (Lend Me A Tenor) adlı tiyatro oyunu sergilendi. 8-10 Aralık 2012: Robert Kolej Öğrenci Birliği tarafından Beden Eğitimi Departmanı’nın da katkılarıyla 3. Dave Phillips Kupası düzenlendi. 22 Aralık 2012: RC mezunlarının katılımlarıyla Meetball yapıldı. Yeni Yıla Bir Bakış Hedef koymak iyidir, gerçekçi hedef koymak daha iyidir. Ne mutlu ki, dünya Mayaların tahmin ettiği gibi son bulmadı. Önümüzde yaşanacak daha birçok yıl var. Ancak, öncelikle 2013’e merhaba dememiz gerekiyor. Yeni yıla nerede, kiminle gireleceği her zaman çok gerginlik veren bir konudur; aralık ayı planlarla, rezervasyonlarla ve ayarlamalarla geçer. Herkesin yılbaşı gelenekleri farklı tabii, bu yüzden bu yazıda size yeni yılda ne yapmanız gerektiğini söylemeyeceğim. Ancak 2013’e: ●Komşu teyze ve üç yaşlarındaki beşiz torunlarıyla tombala oynayarak, ●Her zaman merak ettiğiniz o Beyoğlu’nun arka sokağını tek başınıza keşfederek, ●“Carpe Diem!” diye bağırıp Boğaz’a çırılçıplak zıplayarak, ●Havai fişek gösterisinin ortasına paraşütle atlayarak, ●Şili’de yapılan geleneksel kutlamalara özenip yeni yıla mezarlıkta girerek, ●12’den once uyuyuyarak, ya da ●İnternetteki komik resimlere bakarak, girmeyi tercih etmeyin. Her yeni yıla yeni umutlar, yeni planlarla giriyoruz fakat ne yazık ki ocak ayının daha ilk haftasından bunların hepsini unutup alıştığımız hayatımıza geri dönüyoruz. Hayalleri gerçekleştirmenin yolu ilk adımı atmaktan geçiyor ama işe nereden başlayacağımızı bilemiyoruz. Yeni yıla girerken herkes hayaller kurar, planlar yapar. Örneğin yeni yıl bana değişimi ve umudu çağrıştırıyor. Biliyorum ki birçok öğrenci ve öğretmen de yeni yılı benim gibi bir değişim fırsatı, yeni bir ümit olarak görüyor. 2012 için aldığım yeni yıl planlarımdan bazılarını (çok utanç verici ve özel olmayanları) sizinle paylaşmak istiyorum: Spora başlamak(-) Piyangoyu kazanmak (-) Kilo vermek (+) Ailemle daha fazla kaliteli zaman geçirmek (+) Arkadaşlarımla Ortaköy’den başka yerlere de gitmek (-) Not ortalamamı yüksetmek(^.^) Matematiği sevmek (-) Bana zarar veren insanları hayatımdan çıkarmak (+) Prens Harry ile tanışmak (-) Alerjim olduğu halde her gördüğüm kediyi sevmeyi bırakmak(-) … Her yıl yeni yıl kararlarımızla kendimizle ilgili “ideal bir benlik” kuruyoruz. Bu durumda da alınan tüm kararlar bir iki hafta içinde belki daha uygulanamadan unutulmaya yüz tutuyor. (Örneğin İskoçya’da Prens Harry’yle aynı zamanda bulunmam bir şeyi değiştirmedi.) Yapılan araştırmalar yeni yıl kararı alan kişilerin yüzde elli ikisinin bunu başarmak konusunda kendilerine çok Ocak 2013 güvendiğini fakat aynı grubun sadece yüzde on ikisinin bir yılın sonunda bu kararları gerçekleştirdiğini gösteriyor. Alınan kararların hayata geçmemesi ve her yıl tekrar etmesi kişinin kendisini başarısız olarak algılamasına, kendine olan güveninin azalmasına, değişebilme becerilerini küçümsemesine ve hayal kırıklığı, stres, öfke gibi duygular hissetmesine de neden olabiliyor. Bu yüzden bu yıl size altın değerinde bir önerim var. Küçük, ulaşılabilir hedefler koyun. Demek istediğim, not ortalamanızı 32 puan arttırmak yerine 5 puan arttırmayı hedefleyin. 17 kilo vermeyi hedeflemek yerine 4 kiloyla başlayın. Prens Harry’le tanışmak yerine, cesaretinizi toplayın ve o çok uzun zamandır hoşlandığınız kişiye çıkma teklifi edin. Piyangodan büyük ikramiye dilemek yerine Kazıkazan’da 3 lira kazanmak isteyin. Bir sahil kasabasına yerleşmeyi ve Chris McCandless’in izinden gitmeyi, planlarınız arasına dahil etmek yerine her hafta Boğaz’da yürüyüş yapmayı ya da Jack London okumayı düşünebilirsiniz. Değişim için emek vermek gerekiyor. İlk önce kendinizde ve hayatınızda neyi değiştirmek istediğinizden emin olun ve bununla ilgili bütün detayları içeren bir hayali vizyon oluşturun; nereden başlayacağım, nerede olacağım, bunu Köprü Zeynep Can Aksoy yaparken çevremde kimler olacak ve kimlerden destek alacağım, değişim olduğunda neler farklı olacak, neler aynı kalacak gibi... Sonra değişim için nelere, kimlere ve içinizdeki hangi kaynaklara ihtiyacınız olduğunu listeleyin. Bunu yaptığınız zaman daha derin duygularınızla temasa geçeceksiniz, kararınız daha gerçekçi ve uygulanabilir görünecek, motivasyonunuz artacak ve farkındalık kazanacaksınız. Zaman hırsızlarını belirleyin: Telefonu kapamayı bilmeyen “o” arkadaşınızı, çok sevmediğiniz ama bir türlü izlemeyi bırakamadığınız diziyi hayatınızdan çıkarın. Bu ve benzeri “zaman yiyicileri” belirleyin ve üstesinden gelmek için kişisel stratejilerinizi geliştirin. Yepyeni, taze ve kötü kararlarla kirletilmemiş bir yıl var hepimizin önünde. Beraber olduğumuzda kendimizi daha iyi hissetiğimiz insanlara vakit geçirmeye ve verdiğimiz kararları hayata geçirmek için iç disiplinimizi bulmaya çabalayalım. Bu yıl sevdiğimiz insanlara “Seni seviyorum.” demek için bir sonraki kıyameti beklemeyelim. YENİ YIL DOSYASI 22 Spor Robert Kolej Öğrencisi Kullanma Kılavuzu Yılbaşı Özel Baskısı Sevgili Robert Kolej Öğrencisi Kullanma Kılavuzu Okuyucuları, Öncelikle hepinize bizi en çok okunan kullanma kılavuzu yaptığınız için çok teşekkür ederiz. Dünya dışındaki tüm gezegenlerde bir edebi tür olarak sayılan kullanma kılavuzu türüne hayat vermek bildiğiniz gibi zor fakat sizin için katlanılmaya değer bir iş. Binlerce kullanma kılavuzu arasından en çok okunan ödülünü almış olan bir kılavuz olarak size minnettarız ve bu minnetimizi sizin için son derece ilginç, eğlenceli ve ücretsiz indirebileceğiniz bir ek hazırlayarak göstermek istiyoruz. Şu sıralar Dünya adlı gezegende “yılbaşı” kavramı fazlasıyla gözde. Yılbaşı terimi insanoğlunun kullandığı diğer terimler gibi (bakınız ırk) duyduğunuzda hiçbir anlam veremediğiniz terimlerden değil. Adı tam da üzerinde: Yılın başı. Yılbaşı kavramını daha iyi kavrayabilmek için öncelikle insanoğlunun kullandığı bir başka terim olan zaman hakkındaki bilgimizi geliştirmeliyiz. Daha önce insanoğlunun hayatı zaman ile ölçtüğünü, zamanı da salise, saniye, dakika, saat, gün ve ay birimlerini kullanarak ifade ettiğini söylemiştik. (bakınız: zaman bölümü) Şimdi ise bu birimlere bir yenisini daha, yani “yıl”ı ekleyelim. On iki ay bir yıl demektir. İnsanlar her on iki ay bittiğinde yılbaşı kutlaması yapıp ayları saymaya baştan başlarlar, ama takvimlerindeki yıl bir artmış olur. Yılbaşı ağacı. Pınarnaz Eren Yılbaşı ağacı. İnsanoğlunun soyunun tarihi açısından da yıl terimi önemlidir. İnsanoğlu yıl terimini yarattığı zaman sadece on ikiye kadar sayabiliyordu. Bu bilgi kafanızı karıştırmış olabilir, çünkü bir ay ortalama otuz gündür ve ay kavramı yıl kavramından yaşlıdır. Şu var ki ay kavramı doğduğunda insanlar bir ayın dolduğunu günleri sayarak değil Dünya’nın uydusu olan Ay’ın hareketlerini (bakınız: Ay) takip ederek anlayabiliyorlardı. Bir dolunay gecesinden bir sonraki dolunay gecesine kadar geçen zamana bir ay diyorlardı. Otuza kadar sayabildiklerinde iki dolunay gecesi arasındaki zamanı gün cinsinden hesaplayıp bir ayın kaç gün olduğunu söyleyebildiler. Her on iki ayda bir başa dönmek insanoğlu için kısır bir döngü haline geldi, sıkıldılar. İnsanoğlunun kendini tekrarlayan şeylerden sıkılması daha onlar keşfedememiş olsalar da genetik bir özellikleridir, ancak bastırabilir. Durum böyle olunca insanoğlu bir birim daha ekledi zaman ölçüsüne: Yıl. Sizin de aklınızdan geçirdiğiniz gibi on iki ayda bir yılbaşı Ocak 2013 kutlamaktan da sıkılacaklardı ki, tam da bu sıkılgan genlerinin hoşuna gidecek bir huy edindiler. Her yılbaşı yeni bir karar alarak değişiklikler yaratmaya başladılar. “Bu yıl silahlarımı taştan değil tunçtan yapacağım.” “Bu yıldan itibaren yemeğimi pişirerek yiyeceğim.” SRobert Kolej öğrencileri de tarihine, atalarına, geleneklerine saygılı bireyler olarak yılbaşını bir başka bilinçli kutlarlar. Onlar da ataları gibi yılbaşı gecesi, başlamak üzere olan yıl boyunca uygulayacakları kararlar alırlar, habitatlarını yılbaşına özel giydirirler. Dört bir tarafa yılbaşı ağaçları dikerler. Robert Kolej öğrencilerinin milyarlarca yıl öncesinde başlamış olan “Yeni yılda … yapacağım.” geleneğine sahip çıkıyor olduğunu söylemiştik. Her aralık ayında Robert Kolej öğrenciler, yıl boyunca hoşlarına gitmeyenleri, yola sokamadıklarını düşünüp not ederler. (Düşük notlar, alıkonma cezaları, unutulmuş ödevler, son dakikaya bırakılmış projeler, öğretmenin arkası dönükken etraftaki kâğıtlara atlamak için çırpınan gözler...) Bir ayın sonunda tam da Robert Kolej ailesi bu tekrarlanan düşünme eyleminden sıkılmaya başlamışken (Robert Kolej tekrarlanandan sıkılma geleneğine de istese de istemese de bağlıdır, bazen bir Robert Kolejliyi Köprü bu geleneği yaşatmak için yaşam alanından sıkılıyormuş gibi yaparken bile görebilirsiniz.) “yılbaşı” gecesi gelir. Tüm Robert Kolej mensupları canlarını sıkanları değiştirmek için alacakları kararları ve kurdukları hayalleri son bir kez akıllarından geçirirler. On ikiye kadar sayabiliyorken yıl birimini yaratmış olan atalarına minnetlerini göstermek için yeni yıla girmeye iki saniye kala kararlarını akıllarına getirip “Şimdi ondan geriye sayacağım ve bundan sonra … yapacağım, …. gibi bir insan olacağım.” derler. Tam da aralığın son gününün bitmesine, yeni yılın ilk günün başlamasına on saniye kala hepsi verecekleri kararlar konusunda nettir ve hep bir ağızdan saymaya başlarlar. “10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1” Daha sonra 1 Ocak’ın ilk saniyelerini, birbirlerini verdikleri kararlardan dolayı tebrik ederek –yani birbirlerine sarılarak- ve çığlık atarak kutlarlar. Robert Kolej mensupları insanoğlunun genlerinden gelse bile bastırılabilen, ama artık bir gelenek haline dönüşmüş olan “sıkılma” eylemine bağlılıklarını yıl boyunca sürdürürler. Yeni yıla girerken verdikleri kararları bir süre yerine getirip sonra bu kararlardan da sıkılırlar. Tekrar ödevlerini unutmaya, sınavlara son gece çalışmaya, alıkoyma cezası almaya başlarlar. Yılın sonu geldiğinde o yıl doğmadan önce aldıkları kararları bile unutmuş olurlar. Sizin bu yazıyı okuyor olduğunuz dönemde de Robert Kolej öğrencileri muhtemelen yeni kararlar almış ve bu kararlardan sıkılacaklarını biliyor olsalar da hayatlarındaki değişikliklerden memnun gözüküyor olacaklar. Siz de eğer Robert Kolej mensuplarından birini gözlemleyebiliyorsanız, eğer Robert Kolej habitatındaysanız lütfen bize ulaşın ve kullanma kılavuzunun gelişimine katkıda bulunun. ©Köprü 2012. 23 Katar Bize Ne Katar? 2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği edecek Katar büyük bir spor olayına da ev sahipliği yaptı: Doha GOALS Forum. İki gün süren bu forum farklı coğrafyalarda sosyo-ekonomik kalkınmaya liderlik etmeyi hedefleyen bir organizasyon niteliğindeydi. Gerek katılımcı sayısı, gerekse katılımcıların nitelikleri açısından gayet geniş bir yelpazeye sahipti. Spor dünyası liderlerinin yanı sıra iş ve ticaret dünyasından da birçok tanınmış isim vardı. Örneğin olimpik yüzücülerden Mark Spitz’in yanında, sporla ilgili birçok organizasyonun kurucusu da katıldı. Hindistan’dan, Amerika’dan, Fransa’dan, Kenya’dan dünyanın her köşesinden katılımcılar vardı. 62 farklı ülkeden 2800 katılımcı, 125 konuşmacı, 25 farklı ülkeden 256 kişi medya mensubu olarak katıldı. Bunun yanı sıra 400 Katarlı öğrenci ve dünyanın dört bir yanından lise ve üniversite seviyesinde 400 öğrenci konferansa gelenlerdendi. Peki ben bunların hepsini nereden biliyorum? İnternetten okumuş ya da birinden duymuş olduğumu düşünmeyin sakın. Bu fikre kapılmanız bile beni üzmeye yeter. Ben bütün bunları biliyorum; çünkü ben de bu inanılmaz foruma katılan 400 öğrenciden biri olma şansını yakaladım. Okulumuz aralarında Özkan Okan, Fethi Can Erdem, Yusuf Ziya Kuriş, Hacer Pakdil, Mert Zorlular, Lal Toker, Mertcan Demiray, Cemre Paksoy ve benim bulunduğum bir öğrenci grubunu seçti. Bu kişilerin hepsi Robert Kolej ailesinin bir parçası olduğu andan itibaren daha önceden yaptıkları spor ile ya da okulumuzda başladıkları bir spor ile bizi başarıyla temsil eden sporculardır. Hem okulumuzu hem de ülkemizi temsilen bu foruma gitmek hepimiz açısından gurur kaynağı oldu hem de birçok farklı şeyi deneyimleme fırsatını yakaladık. Katar’a ya da biraz daha resmi adıyla Katar Emirliği’ne gitmeden hepimizin farklı beklentileri, umutları, düşünceleri vardı. Kısacası hepimiz Doha GOALS Forum’un nasıl olacağı konusunda kafamızda belli bir taslak oluşturarak gittik. Sadece bu forum değil, Katar’a gidip orayı görmek de bambaşka bir deneyimdi. Çoğumuz için Katar sadece haritaya baktığımızda Arap yarımadasının doğusunda bulunan Basra Körfezine uzanan başkenti Doha olan, bir Arap ülkesi olduğu için kesin petrol çoktur diye nitelendirilen bir ülkedir. Ama Katar sadece bundan mı ibaret? Katar kişi başına düşen gelir oranına göre dünyanın en zengin ülkesidir çünkü gaz rezervlerinin en çok bulunduğu ülkedir. Petrolun bulunmasıyla birlikte ülkede daha çok balıkçılık ile oluşturulan ekonomi değişime uğramıştır. Bu değişimle de birlikte halkın refah seviyesi değişmiş ve sosyal açıdan da gelişmiştir. Katar’daki eğitim anlayışı da ekonomisi gibi git gide gelişmektedir. Son yıllarda eğitime verilen önem büyük bir ölçüde artmış, eğitim anaokulundan üniversiteye kadar ücretsiz hale getirilmiştir. Başkent Doha’da bütün Ortadoğu’dan Doha Goals Forum Grubu öğrenci alması ve bir merkez olması planlanan bir eğitim kasabasının yapımı hâlâ devam etmektedir. Artık bunları da göz önünde bulundurursak neden böyle bir forumun burada yapıldığını veya ilerleyen satırlarda yazanları anlamak kolaylaşır. Katar bulunduğu coğrafya ve iklimi nedeniyle gayet kurak ve sıcak bir havaya sahiptir. Kışların biraz daha yağışlı ve ılık olduğu söylenmesine rağmen biz gittiğimizde özellikle de ülkemize göre hava daha sıcaktı. İnsanları da havası gibiydi. Havaalanına vardığımız andan itibaren bizimle ilgilenmeye başladılar. Bildikleri birkaç Türkçe kelimeyle bizi sanki yabancı bir ülkede değilmiş gibi hissettirmeye çalıştılar. Her sporcunun kendine örnek aldığı, ona sürekli ilham veren, onun gibi olmayı hayal ettiği bir sporcu vardır. Benim de eskrime başladığım andan bu yana en sevdiğim eskrimci Andrea Baldini olmuştur. Daha önce de bahsettiğim Ocak 2013 gibi bu forum spor dünyasından birçok önemli insanı bir araya getiriyordu. İşte Andrea Baldini de o kişilerden biriydi. Doha GOALS Forum sayesinde onunla tanışma ve ona soru sorma fırsatını yakaladım. Bu da gerçekten bu organizasyonun en büyük artılarından biriydi. Dünyaca ünlü sporcularla ya da işadamlarıyla rahatlıkla konuşabildik. Onlara sorunlara karşı düşündüğümüz çözüm önerilerimizi listeledik ve onlarda düşüncelerimizi büyük bir saygıyla dinlediler. Forumda dört tane çalışma kolu bulunuyordu. Bunlar sporu biraz daha geliştirmek, iyileştirmek ve geliştirmek için yardımcı alt başlıklar niteliğindeydi. Zaten bunlar sayesinde öğrenci temsilcileri olarak da biraz sesimizi ve fikirlerimizi duyurma fırsatı elde ettik. Örneğin bu gruplarda tartışılan konulardan bir tanesi kadınların ve kızların spora biraz daha kazandırılmasıydı. Bu konu tartışılırken olayın her katmanı düşünülerek ele alındı ki bu da Doha GOALS Forum’un diğerlerinden farkıydı. Örneğin, bu oturumda Katar’daki ilk kadın ralli sürücüsü olan Nada Zeidan karşılaştığı problemleri ve sıkıntıları bizlerle paylaşırken; Margaret Talbot yöneticiliğini yaptığı grupta kullandıkları yöntemlerini ve çözüm önerilerini bizlerle paylaştı. Bu dört çalışma grupları dışında da birçok tartışma forum boyunca yürütüldü. Spor her yönüyle ele alınarak nasıl bir çözüm aracı olarak kullanılabileceği sonucuna varılmaya çalışıldı. Forum boyunca genel olarak bütün dünyada sporla ilgili yapılan her şey tekrardan bir sorgulanmış oldu. Nerelerde hata yapıldığı, nelerin değişmesi gerektiği, nasıl değişmesi gerektiği, bu değişimi kimlerin sağlayacağı gözden geçirildi. Bu sadece bir forum olarak değil dünyada spora karşı atılan bir girişim olarak görüldü. Çünkü konuşulanlar havada asılı kalmayacak; gerçekleştirilecekti. Açılış konuşmalarından yazımın sonuna doğru bahsetmeyi tercih Köprü Burçe Şahbendaroğlu ettim. Çünkü en başta anlatıp son da unutmanızı istemedim. Eski Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy konuşmasında sporla ilgili çok güzel noktalara değindi. Konuşmasında Katar’ın 2022’de yapılacak olan Dünya Kupası’na ev sahipliği yapmasını başından beri desteklediğini, futbolun birçok kitle tarafından sevildiğini sadece Fransa, İtalya ve İngiltere tarafından paylaşılmaması gerektiğini söyledi. Forumda değişimlerden bahsedildiğini söylemiştim. Sarkozy’de büyük bir değişim fikrini ortaya attı. Olimpiyatların neden her zaman ağustosta olduğunu, temmuzda olsa yeterince ilgi görmeyecek mi sorularıyla düşündürttü. Bir başka açılış konuşması da Katar Emiri Hamed bin Halife El Sani tarafından yapıldı. O da Sarkozy’nin çizdiği çerçevenin dışına çıkmadı. Sporla birlikte yeni bir gelecek kuracaklarını Doha GOALS Forum’un da bunun için güzel bir adım olacağının altını çizdi. Konuşmasını sorunların neredeyse tamamen bittiği tek anın spor olduğu zaman olduğunu belirterek noktaladı. Forum’un en heyecanlı ve ilgi çekici dakikaları son gün gerçekleşen protez bacakları yardımıyla koşan ve birçok dünya rekorunun sahibi Oscar Pistorious ve bir arap atı arasında olan yarıştı. Bu yarış pek çok açıdan ilham verici bir özellik taşıyordu. Karşısına çıkan engelleri engel olarak görmeyen bir adamın azmini bir kez daha gözler önüne sererek hepimize örnek oldu. Farkında olsak da olmasak da spor her gün bütün dünyayı bir araya getiriyor. Doha GOALS Forum iş dünyasının, siyasetin, sporun eski ve yeni liderlerine ev sahipliği yaptı; lakin asıl önemli olan sporun dünyanın birçok bölgesinde diplomatik, ekonomik ve sosyal alanda çözüm aracı olmasına dönük somut öneriler getirmekti. Sarkozy’nin konuşmasında dediği gibi spor, siyaset içinde boş bir sandalye gibi her zaman doğru şey için barış için kullanılmaya uygun bir şekilde bizi bekliyor. HABERLER SPOR 24 Mengel İkizleri Türk Takımlarının Euroleague Mücadelesi Türk takımlarının mücadelesini anlatmadan önce bilmeyenler için öncelikle Euroleague’in ne olduğunu anlatmakta fayda var. Euroleague (Turkish Airlines Euroleague) Avrupa’daki takımlar için bir basketbol turnuvası. Takımların turnuvaya katılabilmesi için kendi ülkelerindeki basketbol liglerinde dikkate değer bir derecede başarılı olmaları gerekiyor. Daha sonra Euroleague komitesi toplanıyor ve başvuruları değerlendiriyor. En sonunda 24 takım turnuva için seçiliyor. Bu 24 takım 4 gruba ayrılıyor, her takım grubundaki diğer 5 takımla deplasmanda ve kendi evlerinde ikişer kez karşılaşıyor. Tüm maçlar oynandıktan sonra her gruptan en başarılı 4 takım seçiliyor ve bu takımlar Top 16’ya kalmış oluyorlar. İlerleyen zamanlarda bu takımlar çeyrek finale(playoffs) ve Final Four(son dörtlü)’a kalmak için mücadele ediyorlar. Son olarak final maçı oynanıyor ve şampiyon belli oluyor. 2012 yılı için normal sezon 11 Ekim ile 14 Aralık tarihleri arasındaydı. Bu tarihler arasında yapılan maçlar sonucu Türk takımlarının üçü de Top 16’ya yükselme başarısı gösterdi: Anadolu Efes, Beşiktaş Milangaz ve Fenerbahçe Ülker. Anadolu Efes C grubunda; Beşiktaş Milangaz D grubunda oynadıkları on maçın beşini kazanıp beşini kaybederek grup üçüncüleri oldu ve bir üst tura geçtiler. Fenerbahçe Ülker ise A grubunda oynadığı on maçın beşini kaybedip beşini kazanarak grup dördüncüsü oldu. Her takım için bu süreç biraz zorlu geçti ama bazı büyük başarılara da imza attık. Örneğin; Anadolu Efes Olympiakos’u nerdeyse 30 sayı farkla yendi. Basketbolla öyle ya da böyle ilgili olanlar bilir, Olympiakos Zeynep Şiir Bilici Anadolu Efes Kadrosu Avrupa’daki en başarılı takımlardan biri ve Yunanistan’daki basketbol potansiyelini göz önüne alırsak onlara 30 sayı gibi bir fark atmış olmamız bence Top 16’ya yükselmemizden sonraki en büyük başarımız. Açıkçası ben Anadolu Efes’in en azından çeyrek finallere (playoffs) kadar yükseleceğini düşünüyorum; çünkü kadroda çok potansiyel var. Bu sene Oktay Mahmuti önderliğinde kurulan kadroda Doğuş Fenerbahçe Ülker Kadrosu Balbay gibi genç sporculardan NBA tecrübesi olan Semih Erden, Jordan Farmar ve Sasha Vujacic’a kadar olan kadroları aslında Final Four’a yükselecek nitelikte. Ancak, maç içinde karşılaştıkları bazı sorunlar yüzünden bazı önemli maçlar kaybedildi. Beşiktaş Milangaz da aynı şekilde çok tecrübeli Savaş gibi oyunculara kadar olan kadro, Simone Pianigiani’nin antrenörlüğüyle harmanlandığında ortaya tam bir basketbol şöleni çıkıyor. Avrupa basketbolunun en güzel maçlarının oynandığı bu turnuva benim gibi oyunculara sahip. Barış Hersek, Serhat basketbol sevdalıları için adeta bir cennet. Milos Teodosic, Nenad Krstic Çetin, Cevher Özer gibi milli takımla gibi başarılı sporcuları izlemek için de beraber çok büyük başarılara imza atmış birçok oyuncu var. Teknik direktör çok büyük bir fırsat. Erman Kunter’in beraberinde getirdiği tecrübeyle beraber geçtiğimiz sezon üç kupa birden kazanan Beşiktaş, Euroleague’de de aynı iddiayı sürdürmeyi başarabilirse bence en Euroleague Logosu azından çeyrek finallere yükselecektir. Fenerbahçe Ülker son zamanlarda Top 16 mücadeleleri 27 Aralık 2012 tarihinde başlayıp 4 Nisan 2013 tarihinde bitecek. Playoffs(Çeyrek Finaller) 9-25 Nisan tarihleri arasında oynanacak. Final Four 10-12 Mayıs tarihleri arasında oynanacak. Gelecek Maçlar*: ● 27 Aralık 2012 Beşiktaş-Khimki ● 28 Aralık 2012 CSKA MoscowAnadolu Efes ● 03 Ocak 2013 Anadolu EfesPanathinaikos ● 04 Ocak 2013 Fenerbahçe-Siena ● 04 Ocak 2013 Olympiakos-Beşiktaş bazı skandallarla sarsılsa da(bknz: ● 10 Ocak 2013 Fenerbahçe-Maccabi Emir Preldzic ve Bojan Bogdanovic’in Electra Esra&Ceyda kardeşlerle çekildikleri ● 10 Ocak 2013 Caja Laboral-Beşiktaş fotoğraflar) genel olarak başarılı ● 11 Ocak 2013 Anadolu Efes-Alba bir grafik çiziyorlar. Avrupa’daki en Berlin iyi guardlardan biri kabul edilen Bo McCalebb’dan milli sporcularımız İlkan ● 17 Ocak 2013 Brose Baskets Karaman, Ömer Onan, Barış Ermiş, Oğuz Bamberg-Anadolu Efes ● 24 Ocak 2013 Fenerbahçe-Khimki ● 25 Ocak 2013 Beşiktaş-Siena ● 25 Ocak 2013 Zalgris KaunasAnadoluEfes ● 31 Ocak 2013 Beşiktaş-Maccabi Electra ● 31 Ocak 2013 OlympiakosFenerbahçe ● 14 Şubat 2013 Fenerbahçe-Beşiktaş ● 15 Şubat 2013 Anadolu Efes-Real Madrid Beşiktaş Milangaz Kadrosu *İlgilenen arkadaşlar maçları NTVSpor’dan izleyebilirler. ocak 2013 Köprü 25 tabanlarını zorlayarak bir adım atıyorsun, ve sonra bir adım daha... Karanlık, zaman ve mekan kavramından uzaklaşalı yıllar geçmiş karanlık...Sonra teslim oluyorsun ve her adımla biraz daha yaklaşıyorsun,şırıngaların,elektri kli sandalyelerin ve ilaçların dünyasına. İşte 1940’lı yıllarda yaşayan, ailesinden ve evinden uzaklaştırılmış bir Yahudi veya Çingene olsaydınız içinizden geçenler muhtemelen bundan farklı olmazdı. Belki birkaç kelime eklenir veya çıkarılırdı fakat kelimelerin arkasındaki mavi, iç donduran korku hep aynı... Hitler tarafından görevlendirilen ve kendisine hemen hemen “sınırsız” olarak maddi yardım ve yetki verilen Joseph Mengele’nin şırıngalarında da tam olarak insanlara aşıladığı bu korku vardı. O, sevecen tavırları ve yumuşak hareketleriyle başta kurbanlarının sevgisini kısa sürede kazanıyor ve getirdikleri şekerlerle ikiz deneklerinin “Mengele amcası” haline geliyordu. Her biri binlerce Yahudi taşıyan trenler Auschwitz’de durduğunda diğer askerler onları kırbaçlarken, onları samimiyetle karşılıyor fakat zamanı gelip de kırbacını sola salladığında binleri gaz odasına, sağa salladığında ise ölümcül ağır işlerde çalışmaya yolluyordu. Bu nedenle “Ölüm Meleği” yani Azrail adını almıştı. Mengele kampta bulunduğu Nazi Dünya’sında İkiz Olmak süre içerisinde 1500 farklı çift ikiz Karanlık ve soğuk bir üzerinde deney yapma şansı buldu binadasın, uzaktaki akıtan bir ve bu deneyler sonrasında sadece su borusunun yankıları dışında 200 çift ikiz kurtulmayı başardı. katliamın kurtulanlarından mutlak bir sessizlik. Sonra uzaklardan Bu sakin ama tehditkar bir ses biri olan Eva Mozes’in ağzından karanlığı yarıyor ve sana ulaşıyor: dökülen birkaç kelime bile yaşanan anlatmaya yetiyor: “Zwillinge!” trajedileri “Önceki gece bana şırınga Sonra ki paniklemeye başlıyorsun; ama bu ellerini titreten, içinde bir kimyasal enjekte etmişlerdi ve kalbini yerinden çıkarmışçasına ertesi gün aniden ateşlenince hastaneye attıran o alışık olduğun paniğe hiç kaldırılmıştım. Mengele’in yatağımın benzemiyor. İçinde derinden bir yerden başında duran ateş değerlerimin yükselen ve adeta içten üşüyormuşsun yazılı olduğu çizelgeye baktıktan hissini veren sinsi, olduğun yere sonra alaylı bir biçimde söylediklerini mıhlanmana neden olan bir panik. hatırlıyorum: ‘Daha çok küçük olması Kaçmaya çalışıyorsun ama her yer bu çok yazık, yaşamak için sadece iki kadar karanlıkken nereye kaçabilirsin haftası var.’” İki hafta geçtikten sonra ki? Sonra ki ses daha tiz bir hal alıyor: Eva Mozes için geldiklerinde, ona “Zwillinge heraustreten!” bakan hemşire onu eteğinin altına İkizler! İkizler öne çıkın! saklamasaydı muhtemelen o da Artık kafanda yankılanan her şey bu kalan 1300 çift ikizden biri olacaktı. İkizlerin genetik açıdan iki sözcükten ibaret hale geliyor. Artık hissedemediğin, soğuktan çatlamış benzerliğinden yola çıkan Mengele’in en büyük hedefi Aryan kadınlarının Tarihin belki de en büyük utançlarından birinin, Yahudi soykırımının üzerinden yaklaşık yetmiş yıl geçti. Altı milyon Yahudinin ölümüne yol açan bu soykırım Hitler önderliğinde 1933’te başladı. Kısa sürede, Dachau, Bergen-Belsen, Buchenwald, Sachsenhausen, Auschwitz’de ve başka yerlerde birçok toplama kampları açıldı. Savaşın sonuna kadar yirmi iki ana kamp ve binlerce de küçük kamp kuruldu. Toplama kamplarının ilk esirleri Nazi rejiminin ilk siyasi düşmanlarıydı. Çingeneler, Yahudiler ve suçlular yakalanıp, toplama kamplarına yerleştirilmeye başlandılar. Onlar, Nazi rejiminin ırkçı ideolojisine kurban giden ilk insanlardı. Kamplar işlevlerine göre ayrılıyorlardı. Angarya kampları, çalışma ve ıslahevi kampları, savaş tutsaklarının tutulduğu kamplar, geçiş kampları, kadın kampları, yoksul kesimin tutulduğu kamplar ve imha kampları. Bir toplama ve imha kampı olan Auschwitz-Birkenau, en büyük imha kampı haline geldi. Sonradan yapılmış araştırmalarla, yaklaşık 1-2 milyon Yahudi’nin burada katledildiği öğrenildi. Ama Auschwitz-Birkenau’ya gönderilen Yahudiler, sadece angaryaya zorlanıp acımasızca katledilmiyorlardı aynı zamanda deneylerde de kullanılıyordu. Ocak 2013 doğurganlığını arttırarak kısa sürede bu ırktan oluşan bir millet kurmaktı. O, ikizler üzerinde sayısız ve çoğunlukla acılı birçok deney yapıyordu. Bu deneyler arasında mavi göz elde etmek için göze oldukça zehirli metalin mavisi sıvısı enjekte etmek, omurgaya çeşitli kimyasal karışımların enjeksiyonlar uygulamak ve siyam ikizi elde etmek için ikizleri birbirine dikme gösterilebilirdi. Siyam haline getirmeye çalıştığı ikizler enfeksiyon kaparak can veriyor ve birbirinin kanını enjekte ettiği ikizlerse ateşlenerek hastalanıyordu. Tüm bu yaptığı çalışmaların tutarsızlığı ve mantıksızlığı ele alındığında aklımıza ilk gelen soru Mengele’nin gerçekten bir bilim adamı olup olmadığı oluyor. Peki Mengele, Auschwitz’de çalışmadan önce ne yapıyordu? 1934’te koyu bir nazi olan Joseph Mengele, “Institut fur Erbbiologie und Rassenhygiene” yani Kalıtsal Biyoloji ve Irk Araştırmaları Kurumu’nda araştırmacı ve kurumun bir elemanı oldu. Burada ikiz ve ırk çalışmalarıyla uzmanlaştı. 1943’te ise Auschwitz-Birkenau’ya gelen Mengele, toplama kampına getirilen esirlerden kurbanlarını seçerek üzerlerinde araştırmalar yapmaya başladı. Genellikle araştırmalarında anormallikler(Cücelik, devlik gibi) ve ırksal farklılıklara yer veriyordu. Biçim bozukluğu yada sakatlığı olan bütün insanlar toplama kampına geldikleri anda onun araştırmalarında kullanılmak üzere imha edilirdi. Ancak zaafının olduğu bir konu vardı ki; işte bizi en çok şaşırtan da bu oldu: İkizler! Evet, Joseph Mengele ikizlerle yakından ilgileniyordu. Hatta, belki de rahatsız edici bir boyuttaydı bu zaafı. Peki ikizler üzerinde yaptığı binlerce çalışmanın amacı neydi? Neden onun çalışmaları uğruna 1500 ikiz kurban edilmişti? Mengele’in tek bir umudu vardı, o da Nazi ırk bilimine hizmet ederek, sarışın ve mavi gözlü bir Aryan ırkı yaratmanın bir yolunu bulmaktı. Kurbanlarından biri olan Alex Dekel’in de belirttiği gibi Mengele gerçek bir bilim adamı olmaktan çok uzak, kendine verilen güçten delirmiş bir doktordu, işini ciddiye almıyor ve sürekli gövde gösterisi yapıyordu. Mengele gerçekleştirdiği cerrahi operasyonlarda hiç anestezi kullanmamasıyla Köprü Gözde & Beste Şentürk da tanınıyordu. Belki de Joseph Mengele’i “ölüm meleği” yapan sadece ona verilen yetkiler değil, onun yaptıklarını ve emrettiklerini sorgulama gereği bile duymaksızın uygulayan askerler, ya da hiç tanımadıkları insanlardan nefret etmeye sürüklenmiş Alman halkıydı; değişmeyen tek bir şey varsa, o da ister Yahudi ister alman ister de çingene olsun, o dönemde insanların kalbinde yatan korkuydu; maviydi korku... donuktu korku... Rastlantı ya da Gerçek Masada karşımda oturan annemin ifadesizyüzühepbenirahatsızetmiştir.Ne zaman ‘Ölüm Meleği’nden bahsetsem böyle oluyor. O kadar merak ediyorum ki… Sadece bir kez anlat anne… Ne olduğunu bilmek istiyorum. Seneler önce Almanya’dan Brazilya’ya göç eden ailem ve yakınlarımız buraya, tanrının unuttuğu bu köye gelmiş. Köyde biz ve birkaç aile dışında herkes yerli. Düşüncelere dalmışken, Erica ayağıma basıyor. Ah! İkiz olmasaydık keşke! Ben sana yapacağımı bilirdim de… Annemin ifadesizliğinin yerin birden karşıkonulamaz bir öfke alıyor. “Helga! Erica! Siz neden böylesiniz! Ne Frank ve Paul, ne de Sophie ve Felix böyle yapıyorlar! Lukas ve Hannah beraber annelerine bile yardım ediyorlarmış! Siz anca didişin böyle!” Onlar kim mi? Köyümüzdeki diğer ikizler, aynen ben ve Erica gibi. İşte ben de tam bu noktada şüphelenmeye başlamıştım. Neden bizden bu kadar çok vardı? Ortaokula geldiğimde tarih görmeye başladık. İkinci Dünya Savaşı’ndan bahsetmeye başladığımızda Nazizm ve Adolf Hitler çok ilgimi çekmişti. Böylesine acılı ve büyük bir katliamdan belki de tarih dersi olmasaydı haberim bile olmazdı. Ne acı… Bu konuya ilgim arttıkça daha çok okudum, köydeki insanlarla konuştum. Onlar benle konuşmak istemiyorlardı sanki. Ne zaman bir soru sorsam yüzlerini aynı şekilde ekşitiyorlardı. Birgün okuldan yerel arkadaşlarımdan birinin dedesiyle konuşuyordum. Hayatı bu köyde geçmiş. İşte bu Ölüm Meleği’nin ismini ilk duyuşumdu: Joseph Mengele. İlk ve son oldu. Sonraları biraz daha araştırdım. Joseph Mengele toplama kamplarına getirilen ikizler üzerinde acımasız testler yapıyormuş. Amacıysa ikizler arkasındaki gizemi çözüp bunu mavi gözlü ve diğerlerinden üstün bir ırk yaratmakmış.Sonradan fark ettim ki Joseph Mengele, İkinci Dünya Savaşı bitiminde Güney Amerika’ya kaçmış. Ve ikizler üzerindeki çalışmalarını burada devam ettirdiğine dair söylentiler var. En azından başta söylenti olduğuna inanmıştım. Arkadaşımın dedesinden öğrendiğime SANAT HABERLER 26 göre, 1940’larda bir doktor buraya yakın bir köye yerleşmiş ve ara sıra değişik ilaçlar getiriyormuş. Hala söylenti olduğunu düşünmek biraz zor olsa da; insanlar yaşlanır, hatta tarih bile… Kaynaklar Gülbay, Mert. “Joseph Mengele: Yahudi Çocuklar?n “Mengele Amca”s?.” Tarihebirdeburadanbak. blogspot. N.p., 21 Feb. 2012. Web. 23 Dec. 2012. <http://tariheburadanbak.blogspot. com/2012/02/joseph-mengele-yahudicocuklarnmengele.html>. “Josef Mengele.” - Wikiquote. N.p., n.d. Web. 23 Dec. 2012. “Josef Mengele.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, 19 Dec. 2012. Web. 23 Dec. 2012. “The Twins Eva and Miriam Mozes Survived Auschwitz.” The Twins Eva and Miriam Mozes Survived Auschwitz. Louis Bülow, 2009-2011. Web. 23 Dec. 2012. Handwerk, Brian. “”Nazi Twins” a Myth: Mengele Not Behind Brazil Boom?” National Geographic. National Geographic Society, 25 Nov. 2009. Web. 20 Dec. 2012.<http://news. nationalgeographic.com/ news/2009/11/091125-nazi-twinsbrazilmengele.html>. “Holocaust | Concentration Camps.” Holocaust | Concentration Camps. N.p., n.d. Web. 19 Dec. 2012. <http://www. projetaladin.org/holocaust/en/historyof-the-holocaustshoah/the-killing-machine/ concentration-camps.html>. Robert’te Kış Pınarnaz Eren 27 Sanat Film Eleştirisi: Sinemada Bugün ve Yarın AYIN FİLMİ: HOBBİT: BEKLENMEDİK YOLCULUK 8.5/10 Söylenecek pek bir şey yok. Yönetmeni belli, kadrosu belli, görüntüsü belli. Kötü bir film bekliyorsanız zaten hüsrana uğrarsınız, ama eğer Yüzüklerin Efendisi düzeyinde bir film beklerseniz yine pişman olursunuz. Bu filmin aslı olan kitap 380 sayfa ve 3 filme ayrılmış. Yani senaristler ne kadar çabalasa da heyecanın, maceranın bir sınırı var. Yüzüklerin Efendisi ise 500 sayfalık üç kitaptan oluşuyor. Yani konusu ve heyecanı bol üç film. O yüzden Hobbit ve Yüzüklerin Efendisi gibi bir karşılaştırma yapmak doğru değil. Film Yüzüklerin Efendisi’nden öncesiyle ilgili. Üçlemede gördüğümüz Bilbo Baggins’in (yani Frodo’nun amcasının) hikayesini anlatıyor. Cücelerle, büyücülerle, trollerle ve ejderhalarla dolu bir film. Ana teması dostluk, ve dostluğun her işi başarabileceği, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde de olduğu gibi. Peki diğer filmlerden ne farkı var diyecek olursanız, size tek cevabım “Görüntü kalitesi.” olacaktır. Tamamen farklı kameralarla çekilmiş, inanılmaz etkileyici bir film. Hatta IMAX olarak izlemek o kadar detaylı ki, yüksek ihtimalle filmden çıkınca bir iki saatliğine başınız ağrıyacak. Filmin bu özel tekniklerle çekilmiş olması aynı zamanda da bir sorun. DVD’si özel versiyon olacak ve yaklaşık 40-70 TL arası olacak. Yok ben televizyonda seyrederim diyorsanız gerçekten çok iyi bir televizyona sahip olmalısınız. Ama Türkiye’ye gelmeyebilir, bir garanti yok, bu televizyon için en iyi ihtimalle 2-3 yıl beklemememiz gerekecek. Siz en iyisi vizyondayken gidin. Önerim IMAX izlemek ama Türkiye’de sadece iki salon IMAX. Bunlardan biri Ankara’da biri de İstanbul İstinye Park’ta. Tabii ki onlar için 2 hafta önceden rezervasyon gerekiyor. Ayrıca IMAX bütçenizini de zorlayabilir. Bence 3D seyredin, ve yer bulabildiğiniz için şükredin. küçük sevimli tahta evleri, fıkra kültürleri kısacası her şeyi güzeldir Trabzon’un. Tek kötü yanı filmleri herhalde. Sümela’nın Şifresi fiminden sonra bir ikincisinin çekileceği aklımın ucundan bile geçmemişti çünkü filmi izleyenlerin neredeyse hiçbiri beğenmemişti. Anlaması güç, anlayınca da yine komik olmayan espriler, inanılmaz saçma Hollywood’dan çalıntı bir senaryo, tecrübeli oyuncu eksikliği, kötü oyunculuklar... Filmi beğenenler ise genelde Karadenizliydi. Bizim göremediğimiz bir şey mi gördüler? Bence hayır,asıl sebep iyi kötü kendilerinden bir şeyi sinemada bulabilmekti. Nasıl biz James Bond’un filminde İstanbul kötü bir yermiş gibi gösterilse bile heyecanlanıyorsak onlar da aynı şekilde heyecanlanıyorlar. İşte sinemanın büyüsü bu. Bir şeyi olduğundan daha büyük, küçük, iyi ya da kötü gösterebiliyor. Ama her şekilde izlenirken beğeniliyor, sonra EN KÖTÜ FİLMLER: LAZ film bitince ise “Bizi filmde bayağı VAMPİR:TİRAKULA ve küçük düşürüyorlar. Biz böyle değiliz MOSKOVA’NIN ŞİFRESİ: TEMEL ki aslında. Kötü film bu, çok kötü.” gibi 4/10.... 3/10 Trabzon en güzel düşündürebiliyor. şehirlerimizden birisidir. Yeşillikleri, NOT: İki film hakkında da düzgün bir Kaan Cemil Doğusoy eleştiri yapmadım biliyorum. Sebebi ikisinde de filmin yarısında çıkmamdır. Kısacası Trabzon’a veya Karadeniz’e bir sevdanız varsa seyredin. Yoksa o iki saate değmez. Ders çalışın daha zevklidir. GELECEK POSTASI Çıkış Tarihi: 1 Şubat 2013 Yönetmen Alfred Hitchcock’un hayatını anlatan filmin, Hitchcock’un kendi filmleri adar etkileyici olması bekleniyor. Oyuncu kadrosunda Scarlet Johansson, Anthony Hopkins gibi yıldızları barındıran filmin yönetmeni ise Hitchcock’un çok yakın arkadaşlarından biri olan Stephen Rebello. Dram seviyesi yüksek olan bu film, kimi zaman ağlatacak kimi zaman güldürecek. Biyografi tarzında filmlerde çağ atlatabilecek Hitchcock’a dikkat, filmin etkisi altında kalabilirsiniz! Müziğin Camgöbeğinden Sıradanlıktan çok uzak olan hayatlar için sıradan bir gün. Maviş Oğlan, frambuazlı cheesecake’ini yudumlarken, Bay Pempe, elinde Migren-Tomasyan tarlası tapusuyla içeri girer. Bu noktada, Maviş Oğlan, kendi iç sesine sanatçı kişiliğinin anlaşılmadığı derdini yakarır. Bu sırada kapı, pencere, çanak-çömlek, allah diyen tirbuşonlar ve hulahoplar etrafa saçılıp kaçılır. Yahut, Bay Pempe’nin içini yiyen karmakarışık bir yakarış vardır: Bay Pempe: Maviş Oğlan, “Neveroddoreven” diye bir albüm var. Seni de beğenmiş istemeye karar vermiş. Maviş Oğlan: Hani neredeymiş? Nasılmış? Bay Pempe: Yahu bu albüm insanlık tarihinin başlarından beri beklenen bir cevherdir. Milattan önce 1641 yılında antik tabletlerde bu albümün geleceği yazılmıştır. Bu albüm “alternative” denilmemesi gereken kadar sağlam bir albümdür. Yarattığı atmosferle bizi patlıcan tarlasına konulmuş Ocak 2013 Köprü bir kunduz kadar şaşırtmaktadır. Özellikle “A Scarecrow’s Tale” şarkısı neredeyse bizim kadar derin adamlar olduklarını belirtmektedir. Maviş Oğlan: Peki bu adamları kim dinler? Bay Pempe: Beyninde sağ ve sol lop bulunan, düşünebilen ve canlı olarak nitelendireceğimiz herkes dinlemelidir. Ayrıca “Daydream In Blue” şarkısını duymamış olmanız da mümkün değildir. Eğer duymamışsanız bakkala çiklet almaya bile gitmeyen biri olmanız gerekir. Hatta bu şarkıda dubstep tohumları da vardır ve benim gibi dubsteple pek sevişmiyor olsanız bile bu şarkıya karşı bir sempati şelalesiyle bakacağınıza eminim. Maviş Oğlan: Şelalelerden bahsetmişken, geçenlerde bana mutfak balkonunda kilitli kalmış güvercin gibi hissettiren bir albüme rastladım. Bay Pempe: İçindeki medeniyet hasreti olmasın o? Maviş Oğlan: Bilemedim, sanki gökdelenlerin tepesindeki camlarda Ocak 2013 yansıyan ışınların sessizliğiyle titredim içimde. Bu albüm, içinde Benjamin Gibbard’ın, Bon Iver’ın, Grizzly Bear’in, Feist’ın, The Decemberists’in, Arcade Fire’ın, Sufjan Stevens’ın ve daha bir çoğunun el ele verip yaptığı Dark Was The Night’tan başkası değildi. Şöyle ki bu adamlar benim müzik uğruna 21. yüzyılda en çok çaba sarf ettiklerine inandığım, alternatif/ progresif sesin elektronik unsurlarla füzyonuna araç olmuş adamlardır. 2009 çıkışlı bu albüm, birçok farklı ses ve temaya sahip, ancak çok da güzel bir bütün oluşturuyor. Red Hot Organization’ın AIDS hakkında bilinç ve farkındalık oluşturma amacıyla kaydedilmesine araç olduğu bu güzide albümden herkes kendine dair bir şeyler bulabilir. Ben mesela, kendimi Sufjan Stevens’ın karanlık “You Are The Blood”ında buldum, başkası Arcade Fire’ın “Lenin”inde bulabilir. Bay Pempe: Hatta yeteri kadar ararsanız, siz de bir gün Şirinler’i bulabilirsiniz. Köprü Meriç Demirbaş & Umutcan Gölbaşı Maviş Oğlan: Öyle ya da böyle, Dark Was The Night gerçekten dinlenmesi gerekilen bir albümmüş de haberimiz yokmuş. Bay Pempe: Her ünlü doktorun bir ritüeli olduğu gibi bizler de sizin müzik doktorlarınız olarak yazımızı bitirmeden önce sol tarafımızda üç sağ tarafımızda iki kere tuzluğumu sallıyoruz. Ve böylelikle, müzik kardeşleri de müziğin derinliklerinden yükselip camgöbeğinden seslendiler size. Sonra Bay Pempe, aklında dünyayı ele geçirmekle ilgili karanlık planlar yapıp pis pis sırıtırken Maviş Oğlan’ın aklındaki tek şey en yakındaki dürümcünün adresiydi. HABERLER HABERLER 28 TEMA Coğrafya öğretmenimiz Ferdağ Sezer’in liderliğinde TEMA THP günden güne büyümeye bu sene de devam ediyor. Bu yıl projemize TEMA temsilcilerinden biriyle yaptığımız toplantıyla başladık. Bize çocuklarla iletişim hakkında deneyimlerinden, gelecekteki projelerimizi nasıl daha iyi bir hale getirebileceğimizden ve okulumuzun imkanlarından nasıl yararlanabileceğimizden bahsetti. Bizler de okulumuzdaki olanaklardan yararlanmak istiyorduk. Buna da meşe palamudu toplayarak başlamıştık. Toplantıda da bu palamutlarımızı ektik. Büyüdüklerinde de okulumuza dikmeyi planlamıştık. İki aydır hiç bir şey olmuyordu, fakat neredeyse sözleşmiş gibi hepimizin meşeleri aynı hafta içerisinde filizlenmeye başladılar ve çıktıkları günden itibaren günde 2 cm uzamaya devam ettiler. Şu Adolesan Nostaljisi anda 25 cm boyunda genç bir meşe fidanım var. Bizim şimdiki planımız ise bunu okul çapında bir kampanyaya dönüştürebilmek. Neden hepimizin kendimize ait bir meşesi olmasın ki? Okulumuz geçen sene de olduğu gibi Genç TEMA’nın 8 Aralık Cumartesi günü düzenlenen eğitim seminerine ev sahipliği yaptı. Bizlerde farklı okullardan gelen Genç Temacılarla ve TEMA’dan gelen eğitimcilerle buluştuk ve okulumuzun ormanında gezintiye çıktık. Belki de hepimizin yanında defalarca yürüyüp de dikkat etmediği onlarca ağaç türü hakkında bilgilendirildik. Farkına varmadan ezdiğimiz çok değerli fıstık kozalaklarını gördük. Okulumuz hakkında daha önce bilmediğimiz bir sürü şeyi bir misafirden öğrenmek oldukça etkileyiciydi doğrusu. Örneğin okulumuzdaki bitkilerin bir kısmı normalde İstanbul’da görülmeyen bitkiler ama okulumuzun özel ortamı sayesinde yetişiyorlar. Turumuza platonun sağından aşağılara inerek devam ettik. Sıradan okul günlerinde gitmediğimiz bölgeleri ziyaret etmek heyecan vericiydi. Her birimiz farklı gözlerle bakıyorduk etrafımıza. Daha önce hiç dikkat etmemiştik sanki çevremize. Ağaçların altında yetişen bitkileri inceledik. Öğrendik ki gölge seven bitkiler, güneşten hoşlanan akrabalarının altında yer buluyorlar kendilerine. Fakat bu toplantıdan edindiğimiz en büyük kazanımsa THP’mizi nasıl geliştirebileceğimiz hakkında fikirler edinmemizdi. İlerleyen haftalarda çevre ilköğretim okullarını ziyaret edip küçük sınıflara TEMA Vakfı’nı, toprak erozyonunun risklerini ve ağaçlandırmanın önemlerini anlatacağız. Okulumuzda da bu bilinci yaymak adına projelerimizi Deniz Saip & Ayça Ersoy geliştiriyoruz. Fakat her şeyden önce sizin deseğinize ihtiyacımız var. TEMA’ya üye olup katkıda bulunmak istiyorsanız tek yapmanız gereken TEMA THP üyelerinden birinden üyelik formunu doldurmak ve 5 TL vermek. Her an ormanlarımızın yok olduğu ve topraklarımızın kaybolduğu dünyamızda erozyona ve ağaç katliamlarına savaş açan TEMA Vakfı’na destek vermek için hepinizi bekliyoruz. Robert’e Kış Geldi 20 Aralık Perşembe günü İstanbul incecik yağan karla gözlerini açtı. Robert Kolej kampüsü de bu kışın ilk karından nasibini bir hayli aldı. Sabah ince ince başlayan kar 20 dakikalık teneffüse kadar kampüsü beyaz bir çarşafla kapladı. Kar taneleri zaman geçtikçe büyüdü, sıklaştı ve hızlandı. Gould Hall dördüncü kat bu müthiş gösteriyi seyretmek için şüphesiz en büyüleyici yerdi. Yaklaşık bir saat sonra, bütün kampüs kar altındaydı. Ben Mersin’de doğup büyüdüğüm için kar benim için şaşırtıcı ve biraz da ürkütücüdür, ama çoğu kişi için büyük bir heyecan. İlk kar heyecanı da bir başka tabii. Boş dersi, 29 tenefüsü, yemek arası olan herkes dondurucu soğuğa rağmen kendini dışarı attı. Kar çok hızlanmıştı ve son ders saatinde herkes eve nasıl döneceğini düşünmeye başlamıştı. Kar nedeniyle kulüpler ve bütün okul sonrası etkinlikler iptal edildi. Zil çaldı, herkes doğrudan evine ya da gideceği yere doğru yola koyuldu. Kimisinin Ulus’a ulaşması saatlerini aldı, kimisi ancak akşam 9’da evine ulaşabildi. Kar İstanbul’u hazırlıksız yakaladı. İşte burada da valilikten gelen güzel haber öğrencilerin de öğretmenlerin de yüzlerini güldürdü, herkesin olmasa da bir çoğunun güldürdü. Kampüs, okul bittikten sonra da hareketsiz kalmadı. Akşam Noel nedeniyle Maze’de kutlamalar vardı. Yatılı öğrenciler ve görevliler ellerinde salepleri, Maze’in ortasında yakılan ateşin etrafında ısınırken birlikte güzel vakit geçirip, Noel’in gelişini kutladılar. Robert karlı bir iki günde tatilin ve Noel’in tadını doyasıya çıkardı. Robert Kolej kampüsü karla kaplıyken bir başka güzel. Robert’te Kış Robert’te Kış Noel kutlaması Ocak 2013 Köprü Şule Kahraman Merhaba sevgili Köprü okurları! ‘90’lı yıllardan bir adım daha uzaklaştığımız şu yeni yılın ilk günlerinde, o yılların popüler kültür ögelerini mezarından kaldırıp bir canavar yaratmaya ne dersiniz? Hatırlarsanız geçen sayıda doksanlardan kalma iki anıyı canlandırmıştık. Bu kez güzel anıları tazelemek yerine biraz yaraları deşeyim dedim. Fantastik kurgu türündeki ilk klibimiz olan Karabiberim’i inceleyeceğim. “Meze yapıp harca beni” ve benzeri ifadelere sahip şarkı sözlerini veya besteyi incelemeyi düşünmüyorum. “Neden bütün şarkılarınız birbirinin kopyası?” sorusuna “7 tane nota var, kaç farklı beste yapabilirim ki?” diye cevap bir insandan bahsediyoruz nihayetinde, çok üzerine gitmemek lazım. Ama o klip var ya o klip…(Bu arada her “klip” yazışımda Word beni “klip deme, görümsetme de” diye uyarıyor ama yapacak bir şey yok.) Evet efendim, başlayalım: 1. Üzerinde darbuka çalınan köpek: Daha klibin üçüncü saniyesinde içimde bir feryat kopuyor. Köpekten ne istediniz? Şarkının veya klibin genel temasına, (varsa) vermek istediği mesaja, hiç olmadı görsel zevke hiçbir katkısı olmayan bu hareket, klibin ilk anlamsız görüntüsü. Şirinlik olsun diye hayvan kullanacaksanız, sahilde koşarken filan çekseydiniz. Bakınız: Sertab ErenerZor Kadın. Köpek koşuyor, eğleniyor, çiftimizin arasının bozulmasına üzülürcesine boynunu büküyor, “Aman ne sevimli” diye düşünen bir hayran kitlesi oluşturuyor, amaca hizmet ediyor. Darbuka olayı yanlış, çok yanlış... 2. Serdar Ortaç’ın küt saçı: Akıllara zarar… Arkaya taranmış, ensede biten, yana doğru hafifçe kıvrılmış küt saçlar… Trinity’den özendi diyeceğim, ama 1993 yılında Matrix bile yoktu. Ama neyse ki 2000’lerin başındaki tümünü kazıtıp ortadan kalınca bir şerit uzatmalı Davala modeli gibi moda olup ortalığı kasıp kavurmadı. Ya bayramdan bayrama gördüğünüz o kuzeniniz, ortaokul bıyıklarını bile göz ardında bırakırcasına saçını “Ortaç” modeli kestirseydi? Neyse, bu noktada özgünlüğünü takdir ediyoruz, kişisel zevktir deyip bir sonraki maddeye geçiyoruz. 3. Göbekten zeytin yeme: Bunu nasıl açıklarım bilemiyorum. Bu da kişisel zevktir tabii, ama “Neden?” diye sormadan edemiyor insan. Hınzırca gülümseyip “Meze yapıp harca beni” diyerek esmer kızcağızımızın (kod adı Karabiber) göbeğinden zeytin yiyen, arada Karabiber’e de bir lokma veren tezcanlı bir Serdar Ortaç görüntüsü… Salkımdan üzüm yedirmeyi fazla klişe bulup yeni bir şey üretmek istemiş olması aklıma gelen tek ihtimal. 4. Serdar Ortaç’ın Mickey Mouse’lu pantolonu: Klibe özel bir kostüm tasarımcısı olmasını beklemiyorum elbette. Fakat aynı dönemde çekilmiş kurgu harikası Demet SağıroğluArnavut Kaldırımı, Sibel Alaş-Adam, Emel Müftüoğlu-Hovarda kliplerini izleyince insan biraz özen arıyor. O kadar kameraman var, yönetmen var, montajcı, ışıkçı, çaycı var, hiçbiri dememiş mi “Abi o pantolon sana pek gitmemiş.” diye? Walt Disney’in kemikleri sızlamadı mı? Alp Er Tunga öldi mü? Issız ajun kaldı mu? 5 Serdar Ortaç’ın giydiği “şey”: Beyaz bir kep, işlemeli beyaz Sıla Küçükosmanoğlu bir cüppe, içinde beyaz gömlek ve içinde küt saçlı Serdar, Serdar’ımız… Belki bir sünnet, belki bir umre kıyafeti; kim bilir belki Orta Asya’da bir ülkenin geleneksel giysisi. Birileri intikam almak için punduna getirmiş olmalı, bu kıyafeti giymek onun tercihi olmamalı, olmamalı… Sevgili okurlar, bir yazımızın daha sonuna geldik. Aslında klibin incelenecek daha çok yönü var; ama görsel efektlerin tuhaflığını teknolojik yetersizliğe; iskambil oynarken “Karabiber” kartı çeken esmer kızcağızın dramını, klibi şarkı sözlerine uyarlama çabasına; Serdar Ortaç’ın yaramaz çocuk edasıyla gerdan kırmalarını ise toyluğuna veriyor ve “Yine de ‘90’lar iyiydi!” diyerek yazımı noktalıyorum. Eğer bir sonraki sayıya bahsinin geçmesini istediğiniz ‘90’lar anıları varsa, [email protected] adresine mail atabilirsiniz. Esen kalın. Dokuzların Finalleri Finaller nedir? Verilen iki saat yeterli midir? Gerçekten de sınavlarla aynı zorlukta mı oluyor? Ortalamayı düşürür mü yükseltir mi? Özellikle notları öğrenme günü geldiğinde kalbimiz bu kadar heyecana dayanır mı? Finallerden korkmalı mıyız? Kafamızda deli sorular... Her dönem, alt dönemine okulun efsanelerini aktarmakla yükümlüdür. Biz az mı duyduk okuldaki gizli koridorları, öğle yemeğinde öğrencilerinin göz yaşlarını içen öğretmenleri, yaparken yemek yemeyi unutup tehlike dolu anlar geçireceğiniz ödevleri, onar kiloluk kitaplarını taşırken fıtık olan zavallı öğrencilerin hikayelerini... Dolayısıyla 9. sınıf, bizim için bir bilinmezlikti. Ödevleri, sınıftan sınıfa koşturması, üst üste gelen sınav haftaları, ve de en önemlisi finalleriyle aramızdan kaç kişi canlı çıkacaktı? Biz daha bu heyecanları yaşadığımız günleri dün gibi hatırlarken, final sezonu geldi bile. Finallere birkaç hafta kaldı, dokuzlar olarak ilk finallerimiz çok yakın. Bir nevi aileye giriş sınavımıza sevinsek mi üzülsek mi bilemedik. Bütün dokuzlar arasındaki gerilim artmış durumda. Finallerle ilgili hislerini birkaç 9. sınıftan daha iyi kim açıklayabilir diye düşündük ve çeşitli arkadaşlarımıza gecenin bir saatinde finallerle ilgili sorular sorarak onları gafil avladık. Finaller diyince akla gelen ilk kelimeler: ● Stres ● Korku ● Kalp Sıkışması ● Kader ● Mide Guruldaması ● Kimya ● Cebir ● Not Ortalaması ● Kıyamet ● Sessizlik ● Pişmanlık ● Kahve ● Ağlayanlar ● İzzet Abi ● Şükran Abla ● Gym ● Acı Biber ● Yemek ocak 2013 ● Notlar ● Üşümek ● Fizik ● %30 ● Geç Uyumak ● Biyoloji Çalışmak ● Tatil Sizin de anlayacağınız üzere, finaller kafamızda dev bir soru işareti. Spor salonunda olduğumuz tek sınav hazırlık yılının başında ve sonunda olduklarımızdı. Onlar için bile az biraz stres yapmıştık. Şimdiki stres seviyesi herhangi bir ölçüm aletinin kapasitesine sığamaz. Kimse finalleri takip eden yarıyıl tatilinden bahsetmiyor bile! Oysa geçen sene öyle miydi, tatilden 2 hafta önce dönem olarak tatil havasına girerdik, bir zamanlar sahip olduğumuz boş zamanlarımızı finallerine hazırlanan üst sınıfları izleyip içten içe mutlu olarak geçirirdik. Bu senenin başında da finaller bir hayal gibi geliyordu. Davulun sesi uzaktan hoş gelir hesabı, finaller henüz aylarca ilerideyken bu fikir bizi pek de rahatsız etmiyordu. Ancak şimdi çoğumuzu çok da tatlı Köprü Alara Gebeş & Ayşenaz Toptaş olmayan bir panik sarmış durumda. Bazıları finallere savaşa gidermiş gibi girecek, bazıları doğduğu günden beri finalleri bekliyormuş gibi... Bir de ne yapsam, ne etsem diye kara kara düşünenler var tabii. Konu finaller olunca herkesin yorumu farklı oluyor. Kimilerine göre finallerin herhangi bir sınavdan farkı yok, oysa diğerlerine göre her final çok zor ve çıkışta mutlaka bir kriz yaşanıyor. Bu tabii ki kişiden kişiye değişen bir yargı, herkesin sınavlara tepkisi farklı oluyor. Kim istemez finaller çok kolay olsun, herkes güle oynaya çıksın, çıkışta herkese pamuk şeker dağıtılsın... ÜNİVERSİTE DOSYASI HABERLER 30 Anne Kozlu ile A’dan Z’ye Yurtdışı Eğitimi Uyuma Zamanı Hayattaki en zor şeylerden biridir, sabahın köründe daha güneş bile doğmadan hiç ayrılmak istemediğin sıcacık yorganının altından çıkmak. Sonra da buz gibi sokakta “Servis bekletilmez, beklenir.” inanışına boyun eğerek servis beklemek. Ve İstanbul trafiğinden bir kesit... eğer Robertliyseniz sonunda da okula derslerin başlamasına kırk beş dakika kala gelmektir. Daha fazla uyuyabilmek yerine erken gelirsin okula, sırf servis köprü trafiğine takılmasın diye feragat edersin uykundan. Dönüşte de aynı tas aynı hamam. Ama eğer okulda kulübe kalırsan yandın demektir. En erken 7’de evde olursun artık. İşte bu Perşembe günü de pek çok gündüzlünün başına bu geldi. 20 Aralık 2012. Sabah uyandık hava karlıydı. Her zamanki isteksizlik ile okula gittik erkenden. Dersler, sınavlar, teneffüste koşuşturmalar derken okul bitti ve servislere bindik. Ama eve gidemedik. Bazılarımız 5 saat, bazılarımız 2 saat serviste trafikte bekledik. Camide trafik molası yapanlar da vardı, Marmaris Büfe’den ıslak hamburger alanlar da. Tüm bunlar İstanbul’un bitmek bilmeyen trafiğinde beklemeyi daha çekilir hale getirmek içindi. Oysa toplu taşımaya daha fazla değer veriyor olsaydık böyle mi olurdu ? Birkaç yıl önce metrobüs hayatımıza girdi Az da olsa trafiği olumlu bir şekilde etkilediği inkar edilemez. Ancak genel olarak İstanbul’un trafiğinde pek bir etki de göstermedi. Bu zamanlar halk için 13 Eylül 2013 tarihinde bitecek olan “Marmaray” adlı proje Cansu Bayraktar İ s t a n b u l ’d a trafiğin azalması için büyük bir umut. Denizaltı metrosu sonunda bu soruna bir çözüm olabilecek gibi. Çoğu Robertli’nin trafik sorunuyla başı dertte. Yatılılar gibi okul bittikten sadece iki dakikada evde olabilecekken 1- 2 saat sonra evde olmak acı verici. Tabii, trafikten zevk alan mi mazoşist değilseniz. Eğer “Marmaray” projesi gerçekten işe yararsa Robertliler kırk beş dakika daha geç kalkabilir. Evet, sevinin! Böyle Olmamalıydı Ateşlerin arasında kalmıştım, artık hiçbir çarem yoktu. Robert Kolej’de çıkan yangın sonucunda kül olup gidecektim. Oysa edebiyat sınavımız yangın alarmı nedeniyle iptal olduğu için o kadar sevinmiştim ki. Ne olurdu tuvalete gitmesem, biraz daha sıksaydım dişimi. Bendeki de şans ya alarm çalar tatbikat olur hemen Maze’e gideriz, birinde geç gitmeye kalkarım onda da ateşlerin arasında kalırım. Buraya kadarmış işte hayatım… Son dakikalarımı hatta son saniyelerimi yaşıyorum artık. Keşke ailemi son bir kez daha görebilsem, arkadaşlarıma sımsıkı sarılabilseydim... Keşke onlara veda edebilseydim… Keşke… Cıvıl cıvıl kuşlar ötüyor, güneş içimi ısıtıyordu. Hafiften esen rüzgâr insana ayrı bir mutluluk katıyordu. Çimenler üzerinde uzanmanın keyfini anlatmayacağım bile. Cennet gerçekten varmış demek, ne güzel bir yermiş bu cennet! Huzur desen var, mutluluk desen var. Hava çok güzel bol bol oksijen dolu… Cennet böyleyse, keşke daha önceden gelseydim. Bu kadar huzurlu bir ortamı belki de çok daha önce bulurdum. Tabii, kolay değildi bir Robert Kolej öğrencisi için rahat ve huzurlu olmak. Her gün ödev, her gün sınav… Boş bir günümüz mü var sanki? Bir gün matematik ödevi çıkar, sonraki gün İngilizce sınavına çalışmak gerekir. Hele hem matematik hem de biyoloji sınavının aynı gün olduğunu 31 duyunca verecek herhangi bir tepki bulamamıştım. Tabii burası Robert Kolej’di, öğrencinin dinlenmesine hiç gerek yok, her konuda aynı anda çok başarılı (!) olunabilinirdi burada. Cennet en iyisiydi… Annemi, babamı, arkadaşlarımı buraya gelerek çok üzmüş olabilirdim ama buraya gelmeye değmişti, yangında kül olduğuma hiç de pişman değilim. Çimlerde uzanmak çok huzurlu ve mutluluk vericiydi ama ayağa kalkıp çevreyi tanımanın, cennetin aslında nasıl bir yer olduğunu öğrenmenin vakti gelmişti. Gözlerimi açtım ve ayağa kalktım. Ama bir dakika! Burası hiç de yabancı bir yer değildi, burayı çok iyi biliyorum. Burası Plato! Burası gerçekten platoysa yangında neler olmuştu? Ben kül olup gitmekten kurtulmuş, hala yaşıyor muydum? Yoksa gerçekten ölmüş, ruh olarak mı platodaydım. Böyle bir durumda kimse beni göremezdi tabii. Ne istersem yapabilirdim. Özellikle şu yemekhanenin karşısındaki tüneli her zaman merak etmiştim oraya uğrayabilirim belki. Ben neler saçmalıyorum ya? Gerçekten yangında ölüp ruhumla platoda dolaşma olasılığım ne kadardır ki? Tüm o mutluluk, sevinç boşuna mıydı şimdi… Peki, ben yangından nasıl kurtulmuştum? Bunların hepsi bir rüya mıydı? Ama o kadar gerçekçiydi ki? O heyecan, o korku, o acı hepsini Ocak 2013 hissetmiştim… Ardından da huzur ve mutluluğa erişmiştim… Tıpkı olması gibi… Ama hayır o yangın da, tuvalet de hepsi birer rüyaymış, kocaman bir rüya! Bu kadar derin ve gerçekçi bir rüya gördüysem, ben kaç saat uyumuştum? Bunun birkaç dakikalık bir uyku olmadığına kesinlikle eminim. Doğru ya öğle teneffüsünde gelmiştim platoya. Şimdi ise saat… Ne? 16.00 mı? Ben üç buçuk saattir uyuyor muyum? Belliydi böyle olacağı. Yetmiyor bu kadar az uyumak yetmiyor. Okul zaten yorucu, bir de saat sabahın 5’inde kalkıyorum. Ne yapayım artık? Üç buçuk saat boyunca da platoya kimse gelmeyip, kimse de maç yapmaması da ayrı bir mesele... Tabii bu platoda her gün maç yapılır ben bir gün uyurum buraya uğramak kimsenin aklına gelmez. Al işte, öğleden sonraki tüm dersleri kaçırdım şimdi ne olacak? Neyse ki sınavım yoktu da… Bir dakika bir dakika! Bugün İngilizce sınavı vardı. Onu da mı kaçırdım? İşte şimdi yanmıştım. Cennetteyim diye sevinirken başıma gelen kalmamıştı. Böyle olmamalıydı, gerçekten böyle olmamalıydı… Çantamı aldım ve Lise Ofis’e doğru koşmaya başladım. Derdimi anlatmalı ve bir çözüm bulmam gerekiyordu. Gerçi ne yapacaksam, “Platoda uyuyakaldım İngilizce sınavımı kaçırdım” mı diyecektim? Köprü Berk Özgen Herhalde yapacakları ilk iş kahkahalarla gülmek olurdu. Marble’a adımımı attım ve atar atmaz tanımadığım bir hoca soru sordu: “Senin adın listede var mı?” Diyecek hiçbir söz bulamadım. Adeta dilimi yutmuştum. “Bunun detention sebebi olduğunu biliyorsun, değil mi?” Her şey bu kadar üst üste gelebilirdi. Cebinden bir kâğıt çıkardı, adımı soyadımı sınıfımı aldı ve Lise Ofis’e doğru yol aldı. Artık dayanamıyordum, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Alıkoyma cezası mı? Bu kadar stresin üzerine alıkoyma cezası verilmesi artık çok acı veriyordu. Cennetteyim, mutluyum, huzurluyum derken dersleri kaçırayım, sınavı kaçırayım, servisi kaçırayım bir de üzerine detention mı alayım? Bu böyle olmamalıydı, gerçekten böyle olmamalıydı. Yarınki edebiyat sınavı öncesi büyük bir moral (!) olmuştu. Bugünün üzerine artık o sınavda ne yapacağım bilmiyorum, hep birlikte göreceğiz. Köprü: Yurtdışında okumak isteyenler buna hazırlık sürecinde 9, 10, 11 ve 12. sınıflarda neler yapmalılar? 9. sınıfta notlarımızı yüksek tutmak dışında yapacağımız pek bir şey olmadığını biliyoruz, peki ya buradan sonra kendimize nasıl bir plan çizmeliyiz? Anne Kozlu: İlk olarak Amerika, Kanada veya İngiltere fark etmeksizin en önemli kriter notlar. 9. sınıfta da okuldaki not sistemiyle ilgili bir fikriniz oluyor. Buradan sonra 10. sınıfta da elinizden geldiğince notlarınızı geliştirmeye çalışmalısınız. Ikinci olarak okulda bir takım aktivitelere katılıyor olmanız gerekiyor. 9. sınıfta çeşitli aktiviteleri deniyor olabilirsiniz ama 10. sınıfta artık kendinize “ Gerçekten ben bu aktiviteden örneğin MUN, THP vs. keyif alıyor muyum?” diye sormanız gerekiyor. Her alana dağılmış değil, bir iki şeye tüm enerjinizle yoğunlaşmış olmanız yani yaptığınız şeyin sizin deyişinizle “az ve öz” olması daha önemli. 11. sınıfta ise daha çok sınavlara yoğunlaşmış oluyorsunuz. Eğer Amerika’ya başvuruyorsanız SAT ve ACT sınavlarına aynı zamanda SAT subject sınavlarına bakıyor olmanız gerekiyor, eğer İngiltere veya Kanada düşünüyorsanız bu sınavlara ihtiyacınız yok ancak İngiltere için AP sınavlarına girmeniz gerekiyor. 12’de de başvurularınızı yazmakla meşgul oluyorsunuz genellikle. Aynı zamanda şimdi yaz programları için bir toplantı organize ediyorum. Yeri gelmişken eklemek istiyorum. Amerikadaki üniversitelere girmek için illa ki bir yaz okuluna gitmeniz gerekmiyor ancak tabii ki yazlarınızı da boşa harcamamalısınız. Tüm yazınızı bronzlaşıp uyumaya ayırmayın. Köprü: Hazır SAT ve ACT sınavlarından söz etmişken biz biraz buna değinmek istiyoruz. Bu sene ilk defa okulumuzda ACT sınavının denemesi yapıldı. Sizin bu sınavlar hakkındaki düşünceleriniz neler? Sizce hangisi daha iyi? Anne Kozlu: Aslına bakarsak farklı tasarlanmış sınavlar bunlar. ACT’de daha az enerji, daha az zaman ve daha az para harcayarak daha iyi sonuçlar elde ediliyor. Zamanınız çok değerli olduğu ve herkes SAT’ye hazırlık kursunu maddi açıdan karşılayamadığı için bu ACT bazen daha avantajlı olabiliyor ama hem ACT hem de SAT okullarda kabul görüyor. Bu açıdan bir farkları yok. Hangisini alacağınız size kalmış bir karar. İsterseniz ikisini de deneyip ikisini de kullanabilirsiniz. Hazırlık testlerini almanız da o testin sistemi hakkında fikir edinmenize yardımcı olabilir. Köprü: Ve bir diğer soru da AP’ler. Bazı başka okullarda AP’ler seçmeli ders olarak sunuluyor. Neden Robert Kolej’de böyle bir uygulama yok? Anne Kozlu: Sizinle dürüst konuşmam gerekirse: Robert Kolej 150 yıllık bir okul ve bugüne dek yurtdışına okumaya giden öğrencilerin çoğunluğu Robert’tendi. Yurtdışındaki iyi okullar bizi tanıyorlar ve bizim ders programımızı biliyorlar. Eğer bir öğrenci RK müfredatından geçiyorsa, onun akedemik olarak güçlü olacağının farkındalar. Buradaki ders programı dolayısıyla ne buna zamanımız var ne de gerek olduğunu düşünüyoruz. Yine de okulda bazı AP başlıklı dersler sunuyoruz. Köprü: RC öğrencileri tarafından seçilen bazı popüler meslek alanları neler? Anne Kozlu: Mühendislik. Mühendisliğin birçok alanı seçiliyor. Örneğin; endüstri, makine… İşletme ve ekonomi de en çok tercih edilenler arasında. Genelde öğrenciler çift ana dal yapabilecekleri okulları seçip ekonomi ve matematik, ekonomi ve bilgisayar bilimleri veya ekonomi ve siyasal bilimler gibi iki ana dal seçiyorlar. Ve daha sonra da her kolej yılının arasında çok iyi stajlar yapıyorlar. Bu onları iş başvurularına hazırlıyor. Son zamanlarda biyoloji alanında özellikle moleküler biyoloji de çok ilgi görüyor. Köprü: Yurtdışına okumaya giden öğrencilerin çoğu orada mı kalıyorlar yoksa Türkiye’ye geri Ocak 2013 dönüyorlar mı? Anne Kozlu: Genellikle çoğu geri dönüyor. Bu Türkiye’nin ekonomisine bağlı olarak da değişiyor tabii. Eğer ekonomi düşüşteyse burada iyi eğitim almış kişiler için fazla iş imkanı olmuyor. Bu nedenle bir süre Amerika’da kalabiliyorlar veya İngiltere’ye gidiyorlar. Köprü: Amerika, Kanada ve İngiltere dışındaki seçeneklerimizden bazıları neler? Anne Kozlu: Yale Universitesi’nin Singapur’da yeni açılan kampüsüne bu sene kabul alan bir öğrencimiz var. Bu çok yeni ve heyecan verici bir program. Ayrıca NYU’nun Cornell, Georgetown , Virginia Commonwealth gibi Dubai’de de bir kampüsü var. Zengin şeyhler bu okullarla anlaşma yaparak onlara daha iyi eğitim öğretim imkanı sağlamalarını istiyorlar. Köprü: Peki ya Avrupa? Anne Kozlu: Sınırlı ancak İngiltere’deki imkanlar büyüyor. Bunun dışında Milano’da Bocconi ve Paris’te Sciences Po gelişiyor. Sciences Po Fransa’daki en prestijli okul ve artık İngilizce bir programları da var. Köprü: Bu senenin erken başvurularından bahsedecek olursak siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Siz istatistiklerini daha iyi biliyorsunuzdur ama bizim de gözlemlediğimiz kadarıyla bu sene geçen seneye göre daha fazla erteleme var. Bunun nedeni nedir sizce? Anne Kozlu: Bunlar sadece erken başvurular hatta tüm erken başvuruların sonuçlarını da almış değiliz. Öğrenciler eğer Köprü Hazal Özkan Sera Pekel erken başvuruyla giremezlerse hiç giremeyecekleri gibi bir endişeye kapıldılar ve bu sene erken başvurularda yüzde yüzlük bir artış yaşandı. Durum böyle olunca da okulların önünde içinden seçmek için çok fazla güçlü öğrencinin dosyası oldu. Dolayısıyla da karar veremediler. Hepsi çok güçlü ve başarılı adaylar aynı zamanda da normal başvurularla gelecek bir sürü güçlü aday var biz bu çocukları ne kaybetmek ne de şu an seçmek istiyoruz dediler. Erteleme almak aradığımız özelliklere sahipsiniz sadece şu an için sizi seçmeye hazır değiliz demek. Yine de tarihimizde ilk defa bu iki okul, Harvard ve Yale, bize hiç erken başvuru kabulü vermedi. Köprü: Geçen yıldan bu yıla yurtdışı başvuruları arttı mı azaldı mı? Anne Kozlu: Neredeyse aynı kaldı. Genellikle öğrencilerin yüzde otuzu yurtdışına gitmeyi seçiyor. Köprü: Son sormak istediğimiz konu ise burslar. Avrupa’da burs almak imkansız mı? Anne Kozlu: Hayır. Bildiğim kadarıyla Jacobs ve Bocconi de burs olanağı var ama Sciences Po’dan alabileceğinizi sanmıyorum. Eğer devlet üniversitelerine bakarsanız, örneğin Viyana’da sanat okuyacağım diyorsanız size burs vermezler çünkü sadece kendi vatandaşlarına veriyorlar. Köprü: Peki burs istemek başvurumuzu etkiliyor mu? Anne Kozlu: Evet, etkiliyor. Tabii ki ihtiyaca bakmadan, başarıya göre burs veren “need blind” okullar dışında. Köprü: Biz sorularımızın sonuna geldik. Cevaplarınızın gerçekten çok yardımı oldu. Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Anne Kozlu: Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere. 32 ÜNİVERSİTE DOSYASI ÜNİVERSİTE DOSYASI Mehtap Kaya’yla Türkiyeci Olmak Hakkında Her Şey Köprü: Çok yakından tanınan ve sevilen bir kişisiniz. Fakat tanımayanlara sizi tanıtmak istiyoruz. Bize kendinizden ve işinizden bahsedebilir misiniz ? Mehtap Kaya: Bu yıl Robert Kolej’deki 5. yılım, mesleğimdeyse 17. yılım. İlk deneyimim üniversiteyi bitirdikten sonra dershanede oldu. 7 yıl bir dershanede çalıştım. Dershaneden sonra başka bir okulda yurtiçi üniversite danışmanı olarak çalışmaya başladım. Dershaneden sonra orada çalışmak farklı bir deneyimdi. Çünkü okullar ve dershaneler farklı bakış açılarına sahiptir. Bu deneyimlerimden sonra Robert Kolej’e geldim. K: Yurtiçi danışmanlığı siz gelmeden önce Robert Kolej’de yoktu. Gelmenizle beraber zaman içinde önemli bir konuma geldi. Bugüne kadar yaptıklarınızı biliyoruz, bundan sonra yapacaklarınızdan da bahsedebilir misiniz? MK: Benim görevim üniversite sınavına hazırlanan öğrencilere bu süreçte teknik ve psikolojik anlamda destek sağlayabilmektir. Üniversitede Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık okudum. Rehber öğretmeniyim aslında. Ama üniversiteyi bitirdiğimden beri uzmanlık alanım daha çok sınava hazırlanan öğrenciler olduğu için, bugüne kadar daha çok kariyer danışmanı gibi çalıştım. Bir yandan da mesleğimin bana öğrettiği, öğrencilerle ve velilerle kurulan iletişimi ve psikolojik dili de ihmal etmeden, teknik kısmını da arkada bırakmadan, sizi hedefinize ulaştırmak için, kariyer yolunuzu daha iyi çizmeniz için size destek olmaya çalışıyorum. Lise 9’dan Lise 12’ye kadar her sınıf düzeyinin rehber öğretmeni ile beraber sınıfların ihtiyacı doğrultusunda Türkiye’deki üniversite sistemine dair bilgiler veriyorum. İlk tanışmamız böyle oluyor. Daha küçük seviyelerle, 9’lar ve 10’larla bu ilişki çok güçlü olamıyor. Çünkü benim daha çok çalıştığım grup 11’ler ve 12’ler. Özellikle 10. sınıfta ders seçimlerinin üniversiteye girişle ilişkisi nedeni ile birebir görüşmelerle tanımaya başlıyorum sizleri. Seçilen derslerin üniversite sınavıyla ilişkileri konusunda konuşuyoruz. Üniversite sınavına hazırlanırken destek alınan kaynaklar (dershaneler, farklı hazırlık yöntemleri vb.) ile ilgili diğer öğrencilerimizin deneyimlerini sizlerle paylaşıyorum. Dershanelerin yaptığı sınavların duyurularını bildiriyorum. Üniversitelerle ilişkiler boyutunda yine ben devreye giriyorum. Sizin üniversitelerdeki meslek seçimlerinizi kolaylaştırabilecek pilot uygulamalar var. İlgilendiğiniz konularla ilgili akademisyenlerimizi okula davet ediyorum, onlarla buluşmanızı sağlıyorum fakat ortak saatlerimiz çok olmadığı için ilgilenecek öğrencileri bulabilir miyiz, bulamaz mıyız endişesi de yaşamıyor değilim her seferinde. Buna rağmen yine de akademisyenleri davet ediyoruz. Robert Kolej’in dışarıdaki algısı o kadar güzel ki akademisyenler sizlerle buluşmayı gerçekten istiyorlar. Bu fırsatlar kararlarınızı verirken sizlere güzel seçenekler sunuyor. K: Bir Robert öğrencisi olsaydınız, yurtiçinde mi yurtdışında mı okumayı tercih ederdiniz? MK: Bunu düşünmemiştim daha önce. Eğer Türkiye’de çalışacaksam, sonrasında yaşamak istediğim yer burası ise - öğrencilere de bunu söylüyorum - 4 yıl lisansımı burada okuyup, yüksek lisans ve doktoraya yurtdışına giderdim. İkinci aşamada bir yurtdışı deneyimimin olmasını isterdim; dünya vatandaşı olmak, dünyayı vizyonel görebilmek adına. K: Peki bizler üniversite ve meslek seçimlerinde doğru kararları verebiliyor muyuz? Yaptığımız tercihlerin sonucunda mutlu oluyor muyuz? MK: Öğrencilerin üniversiteye gittikten sonra gittikleri bölümde kalma oranları ve mezuniyet sonrasında yaptıkları işlere bakarak bu soruya cevap verebiliriz. Benim bu okulda çok da eski bir geçmişim yok. İlk olarak 2009 mezunlarıyla tanıştım. Onlar bu yıl dördüncü sınıftalar, yeni mezun olacaklar. Ama üniversiteye gidip alan değiştiren, üniversiteyi bırakan ya da yeniden sınava giren öğrenci sayısı çok fazla değil. Bu konuda üniversitelerin esneklikleri de önemli. Çift ana dal okuyabiliyorlar, bölüm değişiklikleri olabiliyor, transfer olabiliyorlar. Ama genellikle verdikleri kararların arkasındalar. Burada tabii ki lisenin önemi de çok fazla. Çünkü öğrencilerin lisede alternatifleri görme fırsatları Ocak 2013 var. Robert Kolej müfredatında yer alan seçmeli dersler karar süreçlerini etkiliyor. Eskiden diploma alanı seçmek gibi bir zorunluluk vardı, yani daha dar bir rotaları vardı. Geçen yıl diploma alanının kalkmasıyla beraber, daha esnek bir program ortaya çıkmaya başladı. Öğrenciler daha çok istedikleri yolda gitmeyi tercih ediyorlar. Tabii iş dünyasında ve gelecekte ne yapacaklarını zaman içinde göreceğiz ama Robert Kolej’deki kazanımlarınız sizin biraz daha esnek bir hayat planı yapmanıza olanak tanıyor. K: 11. ve 12. sınıflarımız ders seçimi bakımından kayıp seneler mi? Öğrenciler daha basit derslere yöneliyorlar. Aynı zamanda sosyal aktivitelerini de bırakıyorlar. Sonuç olarak özellikle 12. sınıfta Robert’ten yeteri kadar faydalanamıyor muyuz? MK: Sosyal olarak son senenizde Robert’ten yeteri kadar faydalanamadığınız bir gerçek. 12. sınıf, zamanın en kıymetli olduğu sene. Bir yandan dershane, bir yandan okuldaki sorumluluklarınız var. Bu noktada İstanbul’da yaşıyor olmanın fiziksel olarak verdiği zorlukları da göz ardı edemeyiz. Dershanenizin ve evinizin genellikle farklı yerlerde olması ulaşımla zaman kaybetmenize neden oluyor. Sosyal faaliyetlerinizi ister istemez bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Bu çok istediğimiz bir şey olmasa bile, mecburiyetin de bunda etkisi var. Diğer okullardaki gibi Lise 9’dan itibaren test sistemine dahil olmadığınız için, tüm yoğunluk Lise 12’ye birikiyor. Lise 11’de öğrenciler dershaneye gitmeye başlıyor yavaş yavaş, sınav hazırlığının havasına giriyorlar ama sene sonunda sınav olmadığı için istediğiniz oranda çalışamıyorsunuz. Doğal olarak temponun büyük bir kısmı Lise 12’ye kalıyor. Bir de yurt içi ve yurt dışına aynı anda hazırlanan öğrenciler var. Bu öğrenciler de 11. sınıfta yurt dışıyla ilgili hazırlıklarına daha fazla yoğunluk veriyorlar. Yurt içi hazırlıklar yine Lise 12’ye kalıyor. Yani Lise 11’den itibaren ister istemez akademik ve sosyal yaşamınız öğrenci olarak biraz değişiyor. K: Seçmeli derslerin bir çoğu öğrencileri AP sınavlarına hazırlıyor. Peki öğrenciler Köprü Berfin Torun Yunus Emre Erdölen kendilerini YGS veya LYS’ye hazırlayacak dersler istemiyorlar mı ? MK: 12. sınıflar için müfredata koyulan bir seçmeli “Geometri” dersi var. Daha sonrasında 9. sınıflar için de “Geometri” dersi eklendi. Bunların dışında bir de “Seçmeli Dil ve Anlatım” dersi var YGS ve LYS’ye yardımcı olan. Fakat daha önce böyle bir talep gelmediği için okul müfredatında sadece sınava odaklanan dersler yer almıyor. K: Dışarıda şöyle bir algı var: “Bunlar Robert Kolej öğrencileri, çok başarılılar, her şeyi yapabilirler.” deniyor. Buraya gelirken gerçekten de başarılıyız fakat aynı başarıyı üniversite sınavında gösteremiyoruz. Neden bizler en sonunda bu hale geliyoruz? MK: Bu durumu etkileyen iki cevap geliyor aklıma. Birincisi lise sınavlarına hazırlanırkenki yaşınız. Robert Kolej’e başladıktan sonra ergenlikten gençliğe doğru akan bir yaşam var. Bu değişimin içinde sadece akademik hayat, sınavlar olmuyor. İkincisi Robert Kolej’in eğitim sisteminin farklılığıyla ilgili. Üniversiteye giriş sınavı çoktan seçmeli bir sınav. Öğrenciler bu sistemde çok da fazla sorgulamaya ihtiyaçları olmadan bilgilerini teste dökerek bir puan alıyorlar. Eğer bir öğrenci erken sınıflardan itibaren bu düzeni kurduysa, üniversite sınavına girerken gayet başarılı bir sonuç alıyor. Sizler Robert Kolej’in analitik düşünebilen, sorgulayan, eleştiren öğrenme tarzına alışıyorsunuz, tekrar test sistemine döndüğünüzde tabiri caizse eliniz soğumuş oluyor. Özellikle bazı liselerde öğrenciler neredeyse 9. sınıftan itibaren üniversite sınavına test odaklı hazırlanmaya başlıyorlar. Robert Kolej’in felsefesinde böyle bir şey yok. Sizler sınava çalışmak için emek harcamaya başladığınızda, genellikle Lise 11 oluyor, diğer okullara göre biraz geç başlamış bulunuyorsunuz. Sizler test sistemine alışmaya başlayana kadar diğer öğrenciler daha fazla antrenman yapmış oluyorlar. Diğer öğrencilerle bu ilk karşılaşmalar sizleri biraz endişelendiriyor. Ama büyük resme baktığımızda öğrencilerimiz hedefledikleri üniversitelere ve bölümlere gidiyorlar. Öğrencilerimizin tercihlerine baktığımızda birçoğunun istedikleri yerlere gittiğini görüyorum. Yüzde sekseni ilk beş tercihlerine girmişler. Bu da istediklerini yapabildiklerini gösteriyor. Örneğin bir öğrencinin hedefi bir vakıf üniversitenin yüzde elli burslu programına girmekse, bunu başarıyor. Genelde Robert Kolej öğrencileri vakıf üniversitelerinin burslu programlarını tercih ediyorlar. K: Vakıf üniversitelerinin puanlarının Robert Kolej öğrencilerinin burslu kontenjanlarına yığılması nedeniyle arttığı doğru olabilir mi? MK: Kesinlikle, sizin gibi başarılı öğrenciler vakıf üniversitelerinin burslu kontenjanlarındaki puan değerlerini değiştiriyorlar. Örneğin altı kişilik burslu kontenjanı olan bir bölümü Robert’ten on öğrenci istiyorsa, sınavdaki başarınızı da göz önünde bulundurursak oradaki kontenjanı siz dolduruyorsunuz. K: Robert’ten sonra, bizi diğer üniversiteler gerek eğitim kaliteleriyle gerek ortamlarıyla tatmin ediyor mu ? MK: Öğrencilerden aldığım geri bildirimi paylaşacağım sizinle, onların deneyimleri her zaman için bize ışık tutuyor. Öğrencilerin çoğu, “nereye gidersek gidelim biz Robert’i hiçbir yerde bulamıyoruz, okulumuzu çok özlüyoruz.” diyorlar. Tarz olarak özellikle Robert’e yakın olan üniversiteleri tercih etmeye gayret ediyorlar. Robert’teyken değerini bilmediğimiz, eleştirdiğimiz o kadar çok şey varmış ki şimdi eski günleri çok arıyoruz, diyorlar. Gittikleri üniversitelerde kimi istediği fiziksel ortamı, kimi sosyal ortamı veya öğrenci profilini, kimiyse istediği akademik eğitimi bulamıyor. Siz Robert’te üniversite düzeyinde eğitim almaya başlıyorsunuz. Uygulamalar da zaten o yönde. Üniversiteler Robert öğrencilerini okullarında görmeyi çok istiyorlar. İş hayatına atılırken de lise diplomanız size birçok artı katıyor. K: Peki, vakıf üniversiteleri mi, devlet üniversiteleri mi? MK: Çok zor bir soru. Bu sorunun da standart bir cevabı yok. Kişiden kişiye değişebilir. Çok değişken var bu kararı verebilmek için. Değişkenlerin farklı farklı nedenleri var. Ben öğrencilerin paylaştıklarını söylemek istiyorum. Ocak 2013 İlköğretimden beri özel okulda okudum artık devlet okullarının nasıl bir yer olduğunu görmek istiyorum deyip devlet okullarını tercih eden öğrencilerimiz var. Robert Kolej’den sonra, Robert Kolej’e olabildiğince en yakın okulu arayan öğrencilerimiz var. Bunu bir vakıf üniversitesinde de bulabileceğine inanılıyor tarz olarak ya da akademik olarak devlet üniversitesinde de bulunabileceği düşünülüyor. Akademik ve sosyokültürel olarak Robert Kolej standartlarına yakın okulları tercih ediyorlar öğrenciler. Bölümle de çok ilişkisi var. Gideceği bölüm istediği üniversitede yoksa, mecburen devlet üniversitesine giden öğrenciler var. Mesela mimarlık şu anda devlet üniversitelerinde var. Vakıf üniversitelerinde bir de şöyle bir şey var, Robert öğrencilerine buradaki akademik kazanımları daha çok hissettiriliyor. Yani siz bir vakıf üniversitesine gittiğinizde genel öğrenci profili içinde, Robert Kolej mezunu olduğunuz için biraz daha farklı kazanımlarınız olabiliyor. Sizin Robert Kolej’deki altyapınız bir adım daha öne çıkmanızı sağlıyor. Aslında bu olay biraz da öğrencide bitiyor. Siz nereye giderseniz gidin yapmak istedikleriniz için mücadele veriyorsanız, hocalar sizi destekliyorlar. Öğrencilerimizin çoğu devlet üniversitelerinde mutsuz oldukları için değil ama vakıf üniversitelerinin standartları ve özel koşulları daha iyi olduğu için onları Köprü 33 tercih ediyor. Burs seçenekleri ve yurt imkanları seçenekleri mevcut. Devlet üniversitelerinde yurt imkanları bulmak daha zor. İstanbul’da yaşasalar bile öğrenciler yurtta kalmak istiyorlar. Arkadaşlarının ve bir önceki mezunların gittiği okullara gitmeyi tercih edenler de var. Etkilerden bir tanesi de puanlar tabii ki. Öğrencilerimiz belli başlı üniversiteler dışında her üniversiteye gitmeyi istemiyorlar. Robert’ten sonra kafalarında gidilebilecek birkaç devlet üniversitesi var. Eğer ilgilendikleri devlet üniversitelerinde istedikleri bölüme puanları yetmiyorsa, bu durumda vakıf üniversitelerine gitmeyi tercih eden öğrencilerimiz de oluyor. K: Okulumuzdaki öğrencilerin ne kadarı yurt içinde kalıyor? MK: Öğrencilerin yaklaşık yüzde yetmişi Türkiye’de kalıyor, yüzde otuzu ise yurtdışına gidiyor. Bu istatistik yaklaşık 5-6 senedir böyle. K: Yurt içi ve yurt dışına aynı anda hazırlanılabilinir mi? MK: Yurt içi ve yurt dışı için aynı anda hazırlanmak mümkün elbette. Buna örneklerimiz var. Ama bunun doğrultusunda hedefler düşüyor. Yüksek hedeflerde de bunu yapabilen öğrenci sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Hem yurt içi hem de yurt dışı için çok emek harcamak gerekiyor. İkisinde de en iyiye ulaşmak istiyorsanız, ayrı ayrı çaba göstermeniz gerekiyor. Bu yüzden her ikisini birden yüksek kalitede yapmak oldukça zor. Ya hedef düşüreceksiniz ya da birini tercih ederek sırtınızdaki yükü biraz daha azaltacaksınız. K: Yurt içine hazırlanırken not ortalaması bizim sonumuzu getirir mi? MK: Hayır, not ortalaması sizin sonunuzu getirmez. Şimdiki yeni sistemde not ortalaması üniversiteye girişinizi etkileyen puanın sadece yüzde onu civarında bir etkiye sahip. Geriye kalan puanın yüzde altmışı LYS’den, yüzde kırkı ise YGS’den geliyor. Okul puanının katkısı eskiden yüzde yirmilerdeydi, daha fazla etkiye sahipti. Şimdi etkisi azaldığı için öğrenciler sınavda kendilerini olabildiğince iyi ifade edebilirlerse, okul puanıyla düştükleri dezavantajlı durumu kapatma olanakları var. 34 Orta öğretim başarı puanı rakamsal olarak diploma notu çok yukarıda olmayan öğrenciler için ciddi bir dezavantaj gibi gözüküyor. Bu sene bunu ilk kez göreceğiz. Türkiye geneline yansımasının nasıl olacağını bilmediğimiz için olumlu veya olumsuz etkisine dair yorum yapmak çok da doğru değil açıkçası. Yani belki de korktuğumuz kadar etkili olmayacak. Ama sistemler de sık sık değişiyor. Belki siz üniversiteye girerken farklı bir uygulamaya da geçilebilir. Şöyle de bir gerçek var ki ağırlıklı orta öğretim başarı puanı Robert Kolej öğrencilerinin ortalamaları yüksek olduğu için onları olumlu yönde etkileyen bir fırsattı. Şu anda ise o eski fırsat yok. Artık tüm okullar eşit, hiçbir farklılık yok. K: Yurt dışı danışmanlık ofisi, rehberlik ofisi ve yurt içi danışmanlık ofisi olarak belirli bir düzen içinde ve çoğu zaman beraber çalışıyorsunuz. Bunu biraz daha detaylı açıklayabilir misiniz? MK: Ben bu okula geldiğim zamanda yurtdışı danışmanlık ofisi de rehberlik ofisi de vardı. Oturmuş bir düzende işliyorlardı. Ben sonradan aileye katıldım. Ama öğrencilerin doğru kararlar verebilmeleri adına ve onları bilgilendirebilmek için üç ofis ortaklaşa çalışmalar yürütüyoruz. Bir öğrencinin kararsızlık sürecinde gerekirse üç bölümdeki danışmanlar bir araya gelip onun en doğru kararı verebilmesi adına kendi çalışma alanlarımızdan bilgilerimizi ortaya koyuyoruz. Öğrencinin karar sürecinde daha objektif olup karar sürecinden en az yanılmayla çıkmasını sağlamaya çalışıyoruz. Velileri bilgilendirmeye yönelik ortak çalışmalar, toplantılar yapıyoruz. Karasızlık sürecini en aza indirgeyip okulda onlara sunulan fırsatlardan kendilerine en uygun olanını yakalamalarını istiyoruz. K: Dershane seçerken nelere dikkat etmemiz gerekiyor? Bir TM veya MF öğrencisi nelere dikkat etmeli? Kitle dershaneleri mi, butik dershaneler mi daha çok tercih ediliyor? MK: ‘Butik dershane’ son yıllarda karşımıza çıkan bir kavram. Dershaneciler öğrencilerin öğrenme yöntemlerine göre farklı farklı tarzlar geliştirmeye başladılar. Daha küçük grup içinde öğrenebilen öğrenci butik dershaneye gitmeyi tercih ediyor. Büyük grup içinde, sınava girecek diğer adaylarla beraber, tabiri caizse ÜNİVERSİTE DOSYASI ÜNİVERSİTE DOSYASI rakiplerini de görmek isteyenler, kitle dershanelerine gitmeyi tercih ediyorlar. Bu öğrencinden öğrenciye değişebiliyor. Fakat şöyle bir durum var; dershaneler kendilerini çok etiketlemeseler bile, öğrencilerin gözünde fen dershanesi veya Türkçe-matematik dershanesi olarak ayrılıyorlar. Bu ayrımlar da oraya giden öğrenci profilinin yoğunluğuna göre değişiyor. Bu da öğrencilerin dershane seçimlerini etkiliyor. Mühendislik isterseniz, fen-matematik sınıflarının daha fazla olduğu dershanelere gidip kendinizin diğer öğrenciler arasındaki yerini görmek isteyebilirsiniz. Eğer sınava Türkçematematik alanından girecekseniz, TM sınıflarının fazla olduğu bir dershaneye gitmek isteyebilirsiniz. Yani öğrenci yoğunluğu dershanenin FM-TM yoğunluğunu da belirlemiş oluyor. Kitle-butik ayrımına bir daha gelecek olursak, butik dershanelerde öğrenciler birebir olarak daha fazla ilgi ve takip istiyorlar. Kitle dershanelerinde öğrenci sayısı çok fazla olduğu için bu pek mümkün olamıyor. O yüzden kitleye gitmeyi tercih etmeyip, butiğe gidip bir grup öğrenciyle ders görüp, kitle dershanelerinin Türkiye genelinde yaptığı sınavlara girmeyi tercih ediyorlar. Bu şekilde büyük kalabalıklar içindeki yerlerini görebiliyorlar. K: MF olan bir öğrenci, TM alanından da sınava girersem yeterli başarı gösterebilirim, diye düşünüyor. Bu gerçekten doğru mu? MF alanında iyi olan bir öğrenci, TM’de iyi bir derece elde edebilir mi? MK: Çok kolay bir şeyden bahsetmiyoruz. Çünkü LYS sınavlarında edebiyat ve coğrafya testi oldukça kapsamlı bilgi içeriyor. Özellikle edebiyat, ciddi bir bilgi birikimi gerektiriyor. Türkçe’nin yanı sıra edebiyat bilginizin de olması lazım. Sadece genel Türkçe bilgisi gerektiren sorular olsa, edebiyat bilgisi gerekmese bunu yapmak daha kolay olabilir çünkü YGS’den de bir tanışıklık var. Oysa bir fen öğrencisi matematik ve fen derslerini de tamamlamış olmalı ki LYS EdebiyatCoğrafya testine hazırlansın. Bizim öğrencilerimizden bunu deneyenler başlangıçta sayıca çok gibi gözükseler de sonradan vazgeçiyorlar çünkü LYS’nin fen bölümü de oldukça kapsamlı ve hazırlığı zaman alıyor. K: 11. sınıfta ders çalışmaya başlamalı mıyız? Yoksa çalışmayı 12. sınıfa bırakmamız yeterli mi? Ocak 2013 MK: Öğrencilerimiz 11. sınıfta dershaneye gitmeye başlıyorlar. Yani dershaneye gitmeseler bile üniversite hazırlığı için bir plana, bir programa dahil olmaya başlıyorlar. Fakat genelde benim gözlemlerime göre, 11. sınıfın sonunda sınav olmadığı için, nasıl olsa bir sonraki seneye sınava girecekleri için çalışmayı ağırdan alıyorlar. 12’de çalıştıkları gibi 11’de çalışsalar, çok çok daha fazla başarı elde ederler. Ama 11’e dönüp bir bakıyoruz, okulun sorumlulukları da yüksek oranda devam ediyor. Daha derslerinizin zorluk düzeyleri çok düşmemiş oluyor. İleri fen konuları veya yoğun İngilizce programı 11’de devam ediyor. Lise 11’de daha önce konuştuğumuz gibi yurt dışı olayı da var. Bu yüzden 11’de öğrenciler bu işin hakkını pek de vermiyorlar. Ama 11’de iyi çalışan öğrenci 12’de rahat ediyor. Ve 12’ye geldiklerinde öğrencilerin söyledikleri de şu, “ Keşke 11’de daha çok çalışsaydım.” K: Meslek atölyelerine katılmamız seçimlerimizi daha doğru yapmamıza yardımcı olur mu? MK: Bence katılmalısınız, bunların yararları var. Aslında teorik olarak 17-18 yaş, kariyer planlamak için çok erken bir dönem. Ama biz sistemiz gereği bu kararı vermek zorundayız. Bu kararı verirken de olabildiğince az yanlışla bu kararın içinden çıkabilmek için sizin bireysel deneyimleriniz, gözlemleriniz önemli. Bu deneyimleri kazanabileceğiniz ortamlarda staj olanakları, atölyeler veya istediğiniz alanda çalışan insanlarla yapabileceğiniz sohbetler olacak. Bu tür olanaklar neyi istemediğinizi daha çok ortaya koyacak. En azından neyi istemediğinizi netleştirirseniz, ortaya daha somut sonuçlar çıkacak. Bazı deneyimlere sahip olmak sizin daha az yanılmanızı sağlar. Belki 12’de bunu yapmak isteyeceksiniz fakat zamanınız olmayacak. 10. ve 11. sınıf bu tür aktiviteler için en uygun zaman çünkü daha geriye bakacak olursak eğer 9. sınıf daha okula uyum senesini oluşturuyor. K: Lise 11 ve alt dönemler için üniversite gezilerimiz devam edecek mi? MK: Tabii ki de üniversite gezilerimiz devam edecek. Hatta bu dönem 11. sınıflarla gezmeye devam edeceğimiz üniversiteler; İTÜ, Cerrahpaşa, Sabancı, Galatasaray ve Bilgi. Bu dönem içinde ziyaret ettiklerimiz ise bildiğiniz gibi Boğaziçi Üniversitesi ve KÖPRÜ Koç Üniversitesi. İsteyen 12’ler de bu gezilere katılabilir ama kulüp saatinde genellikle dershaneye gittikleri için bu gezilere katılmaları pek mümkün olmuyor. Bu gezileri ve üniversitelerin yaptığı atölyeleri ben sizlere duyurmaya devam edeceğim. K: Üniversite başvuruları bu sene hangi tarihler arasında yapıldı? Yurt dışını isteyenler de kayıt yaptırmalılar mı? Kayıt yaptırıp da sınava girmeyenler eskisi gibi bizim okul puanımızı düşürüyorlar mı? MK: Sınav başvuruları 2-15 Ocak arasında olacak. Yurt dışına giden öğrencilerin de başvurmasını tavsiye ediyoruz çünkü üniversiteye başvuru sistemi kapandıktan sonra bir daha kaydolma şansları yok. Bu öğrenciler isterlerse kabulleri geldikten sonra sınava girmeyebilirler. Bu sene üniversite sınavının birinci aşaması yani YGS, 24 Mart’ta. İkinci aşama sınavlar yani LYS’ler de haziranın ortalarında yapılıyor. Eski sistemden ağırlıklı orta öğretim başarı puanında yurt dışına hazırlanan öğrencilerin sınava girmeleri puanlarınızı düşürüyordu, fakat şimdiki sisteme göre kimse kimseyi etkilemiyor. Öğrenciler sadece bireysel diploma notlarıyla değerlendiriliyorlar. K: Tüm sorularımıza cevap aldıktan sonra, senin de tüm bunlara eklemek istediğin bir şeyler var mı Mehtap Abla? Belki de, biz öğrencilere söylemek istediğin birkaç söz? MK: Ben her zaman şunu diyorum: Robert Kolej’de okumak hayatlarının en büyük şanslarından biri. Bunu bütün samimiyetimle söylüyorum, Robert siz öğrenciler için çok büyük bir fırsat. Robert Kolej’de öğrenci ve bu okul mezunu olmanın değerini bilmelisiniz. K: Mehtap Abla bu keyifli söyleyişi için çok teşekkür ediyoruz. Aklımızdaki tüm sorulara doğru cevapları bulmuş olduk. MK: Asıl ben sizlere teşekkür ediyorum. Umarım sorularınıza açıklayıcı ve güzel cevaplar verebilmişimdir. 35 Üniversite Maratonu 2012-2013 eğitim yılının ilk yarısının bitişi yakınken son sınıf öğrencilerinin de telaş ve stresi yavaş yavaş artıyor. Türkiye’deki hem devlet hem de vakıf üniversitelerine girmek isteyen öğrencilerin iki etaptan oluşan Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemi’ne (ÖSYS) hazırlanması ve iki milyona yakın adayla rekabet etmesi gerekiyor. ÖSYS, kendi alanlarına devam edecek meslek teknik lisesi öğrencileri dışında her adayın Yükseköğretime Geçiş Sınavı’na (YGS) girmesini gerektiriyor. Bu, öğrencilerin üniversiteye giriş sürecindeki ilk adımı. 4 ana dersten 40’ar soru, toplamda 160 sorudan oluşan sınav 160 dakika sürüyor. Her alanın puanı ayrı ayrı hesaplanıyor ve bu hesaplamanın ardından öğrenciler için altı farklı YGS ham puanı oluşturuluyor. YGS ham puanları, ek bir sınava girmeden adayların başvurabileceği yüksek öğretim programlarına tercih yaparken kullanılabiliyor. Puanlaması 100500 arasında olan YGS’den 140-180 puan arası alan adaylar ikinci adıma geçemiyor fakat YGS puanları ile bazı bölümlere başvuru yapabiliyor, en az 180 puan alan adaylar ise ÖSYS’nin ikinci etabı olan Lisans Yerleştirme Sınavları’ndan (LYS) istediklerine katılma hakkını elde ediyor. LYS, belirli derslerle sınırlı, adayların çalışması açısından daha odaklı bir sınav. Çoğu ayrı günlerde yapılan 5 farklı Lisans Yerleştirme Sınavı var. Bu sınavlar, LYS-1 Matematik / Geometri, LYS-2 Fizik / Kimya / Biyoloji, LYS-3 Edebiyat / Coğrafya-1, LYS-4 Tarih / Coğrafya-2 / Felsefe Grubu (Psikoloji-Sosyoloji-MantıkDin K.), LYS-5 Yabancı Dil (İngilizce, Almanca ve Fransızca) sınavlarından oluşuyor. Adayların, tercih edecekleri yükseköğretim programının ilgili puan türünün gerektirdiği LYS’lerden bir ya da birkaçına girmesi gerekiyor. Her test için ayrı bir puanlama yapılıyor ve her bir aday için 12 ayrı türde LYS ham puanı oluşturuluyor. Yüksek öğretim programlarına da bu ham puan kategorilerinden uygun puan türüne göre tercih yapılıyor. 12 farklı puan türü için adayların girmesi gereken LYS’ler de aşağıdaki tabloda görülebilir. Adayların LYS ham puanı olması için adayın girmek zorunda olduğu LYS’lerdeki tüm testlerden (farklı sınavlardan ya da tek bir sınav içinde) 2 testin her ikisinden de (DİL sınavı için sadece DİL’den) en az yarım net ham puanı alması gerekiyor. Her ham puanın, üniversite başvurusunda kullanıldığı belirli bir meslek alanı var. Yükseköğretim programlarının öğrenci alırken kullandıkları ham puan türü aşağıdaki tabloda. Tabii yükseköğretim programları öğrenci alırken ham puanı değil, yerleştirme puanını göz önünde bulunduruyor. Yerleştirme puanı, adayın aldığı ham puana adayın Ortaöğretim Başarı Puanlarının (OBP) 0,12 ile çarpımının eklenmesi ile oluşuyor. OBP de adayın diploma notunun 5’le çarpımıyla elde ediliyor. Bütün bu teknik bilgilerin ardından başvuru sürecine ve sınav takvimine de değinelim biraz. Üniversitelere giriş için, 2013 Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sistemine başvuru işlemleri, 2 ve 15 Ocak 2013 tarihleri arasında yapılıyor. Adaylar, 2013-ÖSYS Kılavuzu ile Aday Bilgi Formuna, “www. osym.gov.tr” internet adresinden ulaşabilir. Kılavuzun dağıtımı ve satışı olmayacak, ama adaylar isterlerse başvuru merkezlerine gönderilen örnek kılavuzları da başvuru merkezlerinde, yani okullarda inceleyebilir. Henüz mezun olmamış, son sınıf düzeyindeki adaylar başvurularını kendi okullarında yapacaktır. 2013-ÖSYS’yle ilgili başvurma koşulları, sınav, değerlendirme ve yerleştirme ile ilgili kurallar ve işlemler 2013-ÖSYS Kılavuzunda yer alacaktır. Adayların bu kılavuzu dikkatle incelemesi ve Ocak 2012 2013 Kasım hiçbir noktayı atlamaması gerekiyor. İlk adım olan YGS-2013 başvuru ücreti 40 TL. Bu ücretin, Ziraat Bankası, Vakıflar Bankası, Halk Bankası, Akbank, Kuveyt Türk Katılım, TEB ve Denizbank bankalarının tüm şubelerinden ve internetten yatırılabiliyor. Lise son sınıfta okuyan adaylar sınav ücretini yatırmış, Başvuru Formunu doldurmuş olarak randevu saatlerinde kendi okullarında başvurularını yapacaklar ve öğrenim bilgilerinden sadece 11-15. Maddeleri doldurup, 16-18. Maddeleri boş bırakacaklar ve okullarından bir yetkiliye bunu onaylatacaklar. YGS2013 Sınav Merkezi seçiminde iki tercih ayrı merkez olacak. İstanbul’da sınava girişte bazı kısıtlamalar var. Adres ve okul ili İstanbul olanlar her iki tercihi de İstanbul’dan yapacak ve sınava da İstanbul’da girecek. Fakat yatılı öğrenciler, yani adres ve okul ilinden sadece biri İstanbul olanlar sadece bir tercihini İstanbul’dan yapabilecekler ve sınava yaptıkları iki tercihten birinde girecekler. Başvuru sırasında verilecek şifreler, daha sonraki tüm internet işlemlerinde gerekeceğinde, adayların bu şifreleri saklamaları ve kimse ile paylaşmamaları gerekmektedir. Sınav başvurusu üniversite yolculuğunun çok ufak bir parçasını oluşturuyor. Adaylar için önemli olan sınavlardan aldıkları sonuç ve daha iyi sonuçlar elde etmek için çalışmaya harcadıkları zaman ve çaba. Çoğu öğrenci, daha 11. sınıftan itibaren okul dışı dersler alarak ya da dershanelere giderek sınav sonucunda daha yüksek bir puan, daha iyi bir sıralama edinmeye KÖPRÜ Köprü Baha Aydın çalışıyor. Bu sıralama yarışında da elbette çoğu aday boş zamanının büyük bir kısmını ders çalışmaya ayırıyor ve pek çok kişi, yetenekli olduğu ve başarıyla yaptığı müzik, sanat, dans, spor alanlarındaki faaliyetlerini bırakmak zorunda kalıyor. Bu durum, kademeler arası geçişte, yani öğrencilerin üniversiteye girişinde, 1 milyon 800 bin adayın tek bir sınav sistemiyle ölçmenin ne kadar sağlıklı olduğu sorusunu akıllara getiriyor. Birçok açıdan bir bireyin bilgi, beceri ve birikimini ölçmek konusunda hatalı olan sınav sisteminin kalkması ülkemizde gündeme sıkça gelse de, uygulanma ve yürütme açısından en pratik sistem olduğu için hala devam ediyor. Devam ediyor etmesine de, sistemin herhangi bir kesinliği de yok. Dolayısıyla her an değişikliğe uğrama ihtimali olduğu gibi adayların da yapılan değişiklikler tarafından şaşırtılma ihtimali oldukça yüksek. Gündemdeki bütün tartışmalara rağmen sınav sistemi kalkacak gibi gözükmüyor ve çoğu öğrenci de önümüzdeki yıllarda zamanını, enerjisini test çözerek ya da dershanelere giderek harcamak zorunda kalacağa benziyor. 36 Sınav sisteminin kalkmasının yanı sıra, gündeme ara sıra gelen başka bir konu da adayları yakından ilgilendiren dershane tartışması. Dershanelerin kalkacağı yönündeki söylemler, dershanelerin ne kadar gerekli olduğu ve neden en başta dershanelerin bu kadar önemli olduğu konusundaki tartışmaların olası sonuçları da öğrencileri büyük ölçüde etkileyecek nitelikte. Özünde dershaneler, eğitimin olmazsa olmaz kurumları değil elbette, ama okul dışı eğitime ihtiyaç olması, ilk bakışta okul eğitiminin eksikliğini gösterir gibi. Fakat bu söylem doğru değil, çünkü eğitim kalitesi oldukça yüksek olan okulların öğrencileri dahi kendilerini dershaneye gitmek zorunda hissediyorlar. Bu durumda her ne kadar okullar öğrencilerine iyi eğitim veriyor olsa da bu, sınav sisteminin öğrenciden beklediği eğitimle uyuşmuyor. Sınav sistemi, öğrencinin lise hayatı boyunca öğrendiği her bilgi ve yöntemi kısıtlı bir zamanda, bir oturuşta kâğıda yansıtmasını talep ediyor. Kısa sürede yıllara yayılmış bir programın “kanıtlanması” da ezber odaklı bir eğitim sistemini gerektiriyor. İşte burada da dershaneler devreye giriyor. Öğrenci okullarda edinemediği ezber, çoktan seçmeli cevaplar arasındaki tek doğruyu bulma gibi konseptleri ancak dershaneler aracılığıyla elde edebiliyor. Peki bu sağlıklı bir durum mu? Elbette dershaneler başarı durumu iyi olmayan öğrencilerin derslerini takviye edebileceği ve başarı durumu iyi olsa da sınav rekabetinde daha iyi ÜNİVERSİTE DOSYASI ÜNİVERSİTE DOSYASI 37 Hayatımıza Yön Vermek Lazım bir sıralama elde etmek isteyen öğrencilerin sınav tekniklerini kazanabileceği yerler, ama öğrenciye pek çok zararı da oluyor. Örneğin öğrenci, bir problemin tek doğru cevabı olduğu düşüncesiyle hareket ediyor ve kısa dönemde cevabı bulsa da uzun dönemde analitik düşünce konusunda zayıflamış oluyor. Ayrıca zaten okuldaki ders ve ödevlerin yorgunluğu üzerine okul sonrası ve hafta sonları da vaktini derse ayırarak zihinsel olarak yorgun düşüyor. Ancak bu olumsuz etkenlerin sonucunda dershanelerin kapanması pek de olası bir ihtimal değil. Dershaneler sınav sisteminin bir yan etkisi olarak ortaya çıkan kurumlar ve bu sistemin varlığı sürdükçe dershanelere olan ihtiyaç Ocak 2013 da sürecek demektir. Sınav sisteminin kalkması en iyi çözüm olsa da o da pek olası gözükmüyor, bu da pek çok öğrencinin sınava hazırlanırken hala stres, yorgunluk ve harcanan zamanla boğuşacağı anlamına geliyor. Her şeye rağmen, daha planlı ve verimli bir çalışma düzeniyle stres olmadan, hobilerden vazgeçmeden ve boş vaktin çoğunu test çözmeye ayırmadan da sınava çalışmak mümkün. Adaylar hayatta severek yaptıklarıyla ders çalışmayı dengeledikleri bir nokta bulabilecektir elbet. Kısa bir özet. Adaylar iki aşamalı olan ÖSYS’de ilk olarak YGS’ye giriyor. Bu sınavda 100-500 arasında en az 180 puan alarak ikinci aşama olan LYS’lerden istediklerine girme KÖPRÜ hakkını kazanıyorlar. Beş farklı konu başlığına sahip olan LYS’ler arasında girmek istediği bölümün baktığı LYS sınavlarını göz önünde bulundurarak konusu uygun olan LYS’lere giriyor. Bu sınavların sonucunda ortaya bir ham puan çıkıyor, ek olarak da diploma notunun 5 ile çarpımının yüzde 12’si ekleniyor. Bu puan doğrultusunda aday, isteği yüksek öğretim programına tercih yapıyor. Sınav sistemi her an değişebilecek durumda, fakat kalkması pek mümkün değil. Sınav sisteminden doğan bir ihtiyaç olan dershanelerin de kalkması olası gözükmüyor. 2013’te de Türkiye’yi yine stres dolu bir sınav maratonu bekliyor. Sınava girecek her 12. Sınıf öğrencisine de bol şans ve başarı diliyorum. Giyeceği tişörtün rengine dahi zor karar veren bir kişinin, hayatına yön verecek mesleği seçmesi ne kadar kolay olabilir? Bir yıl öncesine kadar yurt dışında arkeoloji okumayı düşünüp kendimi bir akademik görevli olarak hayal ederken, bu senenin başlarında ise bir doktor hem de cerrah olmaya karar verdim. Ne yapmak istediğimden emin bir şekilde dershaneye başladığımda ise neden yurt dışını da denemiyorum diye kendimi sorgulamaya başladım. Her ne kadar kendime itiraf edemesem de altı yıl tıp okumak beni korkutuyordu. Belki tek korkum bu olsaydı rahatça kendimi ikna edebilir ve tıp okumak konusunda kesin bir karar verebilirdim. Parmağım kesildiğinde dahi panik halinde revire giden biri olarak, hastaların hayatlarını ellerimde bulundururken sakin durup duramayacağımı da bilmiyordum. Biriken sorularıma bir an önce yanıt bulmam gerekliydi. Önümdeki iki seneyi seçimlerim doğrultusunda doğru değerlendirmem önemliydi. İşte Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin iki günlük staj programında geçirdiğim zaman tüm sorularıma yanıt bulmamı sağladı. Yurt içi danışmanlık ofisinden Mehtap Abla’dan gelen ileti, okulumuzdan üç öğrencinin Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki staja katılabileceğini söylüyordu. İsteyen öğrenci sayısının çok olması nedeniyle yapılan kura sonucu Sezen Çakır, Pelinsu Elif Hünkâr ve ben bu staj programına katılma şansını elde ettik. İlk gün, Marmara Üniversitesi’nin Haydarpaşa’daki eğitim kampüsünde buluştuk. Okulumuzdan iki yıl önce mezun olan Cem bizi karşıladı. Böylece üniversitedeki turumuza başlamış olduk. Hukuk, tıp gibi bölümlerin iç içe bulunduğu kampüste yolumuzu bulmak pek de kolay olmadı. Öğrenci kalabalığının arasında nereye gittiğimizi anlayabilmek dahi zordu. Haydarpaşa Kampüsünde tıp eğitiminin ilk üç yılını oluşturan temel bilimler öğretiliyor. Bu sebeple de tıp öğrencileri hastalarla iç içe olmak yerine, zamanlarını laboratuvarda ve amfilerde geçiriyorlar. Biz de Cem ile beraber bu derslerden birkaçına girdik. Anlatılanları anlamasak dahi, büyük amfilerde tıp öğrencilerinin arasında bulunmak ve o havayı solumak bize değişik geldi. Sanırım bu noktada üçümüz de kendimizi onların yerine koymaya çalıştık. Cem ile beraber bir okul turu yaptıktan sonra, temel bilimler bölümünden bir asistan, bizi bölüm Sabahları derslere giren öğrenciler, öğleden sonra ise hocalarıyla beraber hasta ziyaretlerine çıkıyor. Bizde bu derslerden birine misafir olduk. Konuk olduğumuz ders psikiyatriydi. Konuları Sezen Çakır, Pelinsu Elif Hünkar ve Ben Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde başkanlığına götürdü. Dürüst olmak gerekirse tüm bu süre boyunca amaçlarımızdan bir tanesi de kadavra görebilmekti. Tıp okumanın en zor taraflarından biri hep bu deneyimi atlatabilmekmiş gibi geliyordu. Fakat temel bilimler bölüm başkanı bizlere bunun mümkün olamayacağını söyledi. Kadavra görebilmek belirli bir psikolojik ve akademik hazırlık gerektiriyordu. Bu sebeple olsa gerek, sadece kadavraların bulunduğu odanın kapısına kadar yaklaşmamıza izin verdiler. Bu süre boyunca, aklımızda bulunan soruları bölüm başkanına sormaya da fırsat bulmuş olduk. Birinci günümüz üniversitenin eğitim kampüsündeki bu turla bitmiş oldu. İkinci günümüzde ise Marmara Üniversitesi’nin Pendik’teki hastane kampüsüne gittik. Bu gün boyunca bize okulumuz mezunu Burak Tahmazoğlu eşlik etti. Hastaneye ulaşımımız çok zor olduğu için Burak sabah erken saatlerde bizi Kartal metrodan alarak hastaneye getirdi. Tüm gün boyunca ise sıkılmadan sorularımızı dinledi ve bizlere katlandı. Tıp öğrencileri altı yıllık eğitimlerinin son üç yılını buradaki hastanede akademik görevliler ve hastalarla iç içe geçiriyor. Ocak 2013 Freud ve psikanalizdi. Doğruyu söylemek gerekirse, iki saatlik ders boyunca hem bir şeyler öğrendiğimizi hissettik hem de hiç saate bakma ihtiyacı duymadık. Ders öncesinde ve sonrasında ise alanlarında başarılı doktorla tanışma fırsatı bulduk. Doktorların hepsi sorularımızı içtenlikle cevapladılar. Doğru cevapları aldığımızı hissedebiliyorduk. Onların da dediği gibi, doktorluk zor bir meslekti ve bu mesleği seçmek için büyük bir özveride bulunmaya hazırlıklı olmak gerekiyordu. Kendini tüm hayatı boyunca çalışmaya adamaya ve insanlar için çabalamaya hazır olmayanlar bu mesleği severek yapamazdı. Hastane ortamında, Burak’ın dönem arkadaşlarıyla tanışma fırsatımız da oldu. Kimisi tıbbı seçtiği için çok mutlu hissediyor, kimisi ise baştan neden bu seçimi yaptıklarını bilmiyorlardı. Bir daha seçim şansları olsa, başka meslekleri tercih edebileceklerini söylüyorlardı. Hepsinin de farklı hayalleri vardı. Bazıları temel bilimleri seçip tıbbi araştırmalar yapmak istiyor, bazıları psikiyatr olmak, bazıları ise tüm KÖPRÜ Berfin Torun zorluklarına rağmen cerrah olmak istiyordu. Fakat önlerinde bir TUS gerçeği olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyordu. Her şey altı yıl tıp okumakla son bulmuyordu. Seçimlerimizi yaparken bu gerçeği de göz önünde bulundurmak önemliydi. Bu eğlenceli sohbetten sonra ise en korktuğum kısma gelmiştik. Sonunda bir ameliyathane ziyareti yapacaktık. Ameliyat görmeyecek olsak dahi, o ortamda bulunmak, o soğuk ve temiz kokuyu hissetmek fikri beni çok heyecanlandırdı. Yola çıktığımızda çok heyecanlıydım. Kendimi tanıyordum. O ortamı gördüğüm an ya büyülenip tıp okumak istediğimden emin olacak, ya da tamamen vazgeçecektim. Ameliyathane ortamını gördüğüm an, zamanımı geçirmek istediğim yeri bulmuş gibi hissettim. Sanki uzun zamandır bunu bekliyormuşum gibi hissettim. Duygularımı aktarabilmek tam olarak mümkün olmasa dahi bu ortamda bulunmak istediğimi biliyordum. Hem iki gün boyunca doktorlardan duyduklarım olsun hem gördüğüm ortamlar ve en önemlisi bu ameliyathane ortamı benim ileride ne olacağımı kesinleştirmişti. Artık emindim. Hangi mesleği seçersem seçeyim emek vermem, uzun yıllar çalışmam gerekecekti. Bunun için de istediğim şeyi sevmem ve benimsemem gerekliydi. Artık ne için çalışmam gerektiğini biliyordum. Kararsız kişiliğime rağmen bu kararı iki günün sonunda tamamen verebilmiştim. İşte bu iki günlük staj, kararlarımda beklediğimden de büyük bir değişim yaptıktan sonra, hedeflerime karar vermiş oldum. Bu iki gün boyunca gezimizde bize eşlik edenler ve bu fırsatı yakalamamı sağlayanlar, benim hayatıma yön verişimde de önemli bir rol oynadılar. Bu fırsat, hayatımda ki tüm kararsızlıklarıma cevap verememiş olsa da hayatımı hangi yönde şekillendireceğimi belirledi. 38 ÜNİVERSİTE DOSYASI ÜNİVERSİTE DOSYASI Robertli’nin Ana İkilemi: Nereciyim Ben? Dershanede Hayatta Kalma Rehberi Dershane kayıtlarının devam ettiği şu günlerde, “Ben seneye ne yapacağım?” diye düşünen Türkiyeci ve Türkiyeci olmaya eğilimli sevgili 10. ve 11. sınıf öğrencileri! Dershanede hayatta kalma kılavuzu olarak tasarladığım bu köşe, umarım sizin için faydalı olur. Zorlanacağınızı veya kolaylığına şaşıracağınızı düşündüğüm noktaları sizinle önceden paylaşmak isterim. Öncelikle, TI’sızlığa alışmanız gerekecek. Çarpım tablosu bile ilk birkaç hafta sorun olabiliyor. Yok o kadar da değil, ama yine de muhtemelen pratikliğinizi kaybetmiş olacaksınız. SBS’de önünüze koysalar çatır çatır çözeceğiniz o matematik soruları, TI’ın sizi tembelleştirmesi yüzünden gözünüzde büyüyecek. Çok dikkat etmenizi rica edeceğim bir başka nokta ise, okulunuzdan mümkün olduğunca az bahsetmeniz. Müfredat farklı olduğu için zorluk yaşayacaksınız, bazı şeyleri eksik bazı şeyleri fazla işlemiş olacaksınız, ama “Aa, ama okulda…” ile başlayan cümleler kurmamaya özen gösterin. 11. sınıflardan Aslı Töre, “Kararlı yerine stabil, baskın yerine dominant deyince hocalar ‘Ay stabilini yerim.’ gibi bakışlar atabiliyor.” ifadesinde çok doğru bir noktaya değinmiş. Orada kimse sizin okulda konuyu İngilizce görmüş olduğunuzu umursamıyor ve kararlı yerine stabil deyişinizin, kendinizi gösterme arzusundan olduğunu düşünmekte de haklılar. Orası başka bir ortam, okul değil. Şu ana kadar dershanede bir hocadan yediğim en tuhaf hakaret, (hakaret de denmez de, her neyse işte) “Sizin okul biraz ‘sosyal’ olduğundan, bunları öğrenmemiş olmanız normal” cümlesiydi. Ama sevgili okurlar, orada sosyal sözcüğüne yaptığı vurguyu duysaydınız, “Sözlüğe bir bakayım, acaba sosyalin bilmediğim başka bir anlamı daha mı var?” derdiniz. Lucius Malfoy’un Harry Potter’a baktığı gibi baktı bana. “Size hiçbir şey öğretmediler mi yavrum” diyecekler, “Öğretmediler hocam.” deyip geçeceksiniz; çünkü sizin İnce Memed’deki karakterlerin incelemesini yaptığınız sıralarda onlar halk edebiyatındaki şairlerin kaçıncı yüzyılda yaşadıklarını ezberlemekle meşgul oluyorlar. Şu daha iyi bu daha iyi diye bir şey yok, sadece farklılar. Oraya YGS ve LYS’de çıkacak soru tiplerini bilmediğinizi ve öğrenme amacıyla gittiğinizi kendiniz kabul ettiğiniz sürece kimseye hesap vermenize gerek yok. Arkadaş ortamı olarak dershanenin okuldan daha kaynaşması kolay olduğunu söyleyebilirim. Benim dershane sınıfımda, okuldan, hatta yatakhaneden çok yakın iki arkadaşım olduğu için, hep onlarla olurum, sınıfta da üç beş kişiyle konuşurum diye düşünüyordum; ama çok sevdiğim yeni arkadaşlar edindim. Kendinizi yalıtmanıza gerek yok; eğer azıcık güler yüzlü, azıcık girişkenseniz bir hafta içinde kendinize okul dışında da zaman geçirmekten hoşlanacağınız en az 1-2 arkadaş bulursunuz. Özellikle 11. sınıfta kimse “Günde şu kadar soru çözmeliyim, çok çalışmalıyım.” derdinde olmuyor. Dershane (kitle dershaneleri) de daha çok 12. sınıftaki tempoya hazırlama seviyesinde olduğu için sınıfta huzur ortamı oluyor. Az kişiyle ders işlenen özel dershaneleri bilemiyorum, ama kitle dershanelerindeki, en azından bizim dershanedeki hocalarda bir “Bitse de gitsek.” havası var. Teneffüste soru sormak filan gibi şeyler her hocayla mümkün olmuyor. Etüt isteseniz, ders hocası gelmeyebiliyor. Ama sizi sahiplenen Sıla Küçükosmanoğlu çalışmayı tercih ettiler. Ayrıca inanması güç olsa da, dershanelerle sosyalleşebilecekleri ve yeni yüzler tanıyacaklarını söylediler. Köprü: Finallerin kaldırılacağına dair bir söylenti dolaşıyor okulda? M.O: Geçen sene finaller hakkında bir tartışma başladı. Bu dönem bazı derslerin final yerine final projeleri var. Hala ikinci dönem için final ve projeleri yapmak zorundayız, çünkü bizde finallerimiz diğer okullardaki bütünleme sınavlarının yerini dolduruyor. Köprü: Başka bir söylentisi ise blok derslerimizin olacağı konuşuluyor. Seneye blok ders uygulamasına başlayacak mıyız? M.O: Seneye blok ders pilot uygulamasını başlatacağız. Bizi ziyaret eden danışman, Simon Jeynes daha kaliteli ve daha kalıcı bir öğrenme için öğrencilere daha az sayıda ders vermemiz ve daha uzun süreli derslerin olması gerektiğini önerdi. Bunun anlamlı öğrenci odaklı aktivitelere olanak sağlayacağını dile getirdi. 40 dakikalık ders saatinde öğrencinin sadece 32 dakika derse odaklandığını öğrenmek bizim için gerçek bir şoktu. Öğrenciler 8 farklı dersin iki veya üç farklı dilde ve teneffüslerin sadece 5 dakikalık olduğu bir sistemde eğitim kalitesini artırmıyoruz. Öğretmenler şu anda blok derslere geçiş için hazırlıklar yapıyor. Birkaç uygulamalı Ocak 2013 ders, Türkçe dersinde yapıldı. Tabii, bu öğretmenlerin her ders için birkaç aktivite planlaması anlamına geliyor. Bundan dolayı, öğretmenler öğretme stillerini bu sisteme nasıl uygulayacaklarını planlıyor. Tabii, senelerdir blok ders yapan bazı öğretmenlerimiz için bu planlama çok daha kolay. Köprü: Yurtdışında okumayı planlayan öğrenciler için yeteri kadar AP dersi yok okulumuzda, özellikle de sosyal bilimlerde. Oysaki fen ve matematik dersleri için AP sınavlarına hazırlanabileceğimiz bir sürü ders var. Okulumuzda olmayan bazı AP derslerini ders programına katmayı ya da okul sonrası kulüp olarak bu dersleri açmayı planlıyor musunuz? M.O: Çok az öğrenci sosyal bilimler ile ilgili derslerle ilgileniyor, bu yüzden bu dersleri önermek pek olası değil; fakat kulüp açma seçeneğine her zaman açığız. Köprü: Ortalamayı Amerikan liselerinde olduğu gibi 4.0 not sistemine göre hesaplayabilir miyiz? Ağırlıklı okul ortalaması hesaplanıyor mu? M.O: Şu anda, hem yüzdelik dilimleri hem de Türk sistemine göre puanı transkriptinizde gösteriyoruz. Okulumuz, iyi üniversiteler tarafından tanınıyor, dolayısıyla bizim notlarımızın neye karşılık KÖPRÜ Hukuk veya tıp okumak istemiyorum. Mühendislik/ psikoloji/moleküler biyoloji/mimarlık/ekonomi/sanat asıl ilgi alanlarım. Hukuk veya tıp okuyabilirim, ama anam beni Amerika’da doğurdu. birkaç hoca olacaktır. Bu hocalar size “Sorunuz olursa mutlaka gelin, anlamadığınız konu varsa ek ders yapalım, isterseniz yeni konuya başlayalım.” gibi şeyler deyince fırsatı değerlendirmeyi iyi bilmelisiniz. Bunu herkes yapmıyor. Yapanın kıymetini bilin. Bir de dershaneye okulu karıştırmamanızı tavsiye ettiğim gibi, lütfen ASL dersinde arka sırada oturup geometri testi çözen tiplerden olmayın. Okulla dershaneyi ayrı tutun. İkisinde de güzel şeyler öğreneceksiniz, ikisinde de öğrendikleriniz hedeflerinize ulaşmada faydalı olacaktır. Kendinize iyi bakın, esen kalın. Ortalamam 85-90 Ortalamam 85-80 arası. arası. YOL 5 YOL 1 Net Türkiyeci’sin. Sana ikinci bir kısım yok. Bizden tavsiye, tıp ve hukuk burada zorluyor. En iyisi sen en geç on birincisi sınıfta dershanene başla. Ortalamanı da iyi tut. Hukuk ve tıp, ülkemizdeki en prestijli meslekler. “Ben bir avukatım, doktorum.” dediğinde insanlar bir farklı bakıyor sana. Fakat bunu herkese söyleme, çevremdeki büyüklerimden şunu öğrendim, bir hukukçu veya doktor, toplum içinde kendi mesleğini ifşa ettiği takdirde gereksiz, sonu gelmez sorularla karşılaşır; ağrı kesicilere muhtaç duruma düşer. YOL 2 YOL B testini çöz. Eğer ortalaman Yol 4 veya Yol 3’teki gibiyse Yol 3’ün sonucuna; eğer ortalaman Yol 5’teki gibiyse Yol 4’ün Hukuk veya tıp okuyacağım. Kararım kesin. Geleceğin en önemli avukat/savcılarından olacağım. Tıpta devrim yapacağım. Maalesef, Amerikan vatandaşı değilim. YOL 1 Tayis Arslan Bursa gerek yok. Babam, masrafları karşılar. Anneniz de olabilir tabi. Cinsiyet ayrımı yapmak bize yakışmaz. YOL 2 Bursa ihtiyacım var. Maria Orhon’la Okulumuzun Eğitim ve Notlandırma Sistemiyle İlgili bir Söyleşi Köprü: LYS-LGS sınavlarında ortalamanın önemi arttı. Robert Koleji de bu değişikliği göze alarak ortalamaları hesaplamada bir değişiklik yapacak mı? Maria Orhon: Cuma günü, Aralık 28’de bu konuyla alakalı bir duyuruyu bayrak töreninde yapacağız. Köprü: LYS-LGS’de matematik ve fen kısımları, biz bu derslerde İngilizce eğitim gördüğümüz için öğrencilere sıkıntı oluşturuyor. Seçmeli Türkçe matematik ve fen dersleri koymayı planlıyor musunuz? M.O: Şu noktada, bu seçmeli dersler listede değil. Yeni bir seçmeli dersin oluşturulması ve kabul edilmesi çok zaman alıyor. Böyle bir şeyin yapılma olasılığı olsa bile, büyük ihtimalle 2014’e kadar bu dersler sizlere seçenek olarak sunulamayacaktır. Köprü: Robert öğrencileri hem yurtiçindeki hem de yurtdışı için girilen sınavlar için dershanelere ihtiyaç duyuyor. Dershanelere olan ihtiyacı azaltmak için neler yapılabilir? M.O: Sizden öneriler duymak çok isteriz. Yaklaşık on sene önce okul sonrası ve hafta sonlarında birtakım kurslar için önerilerde bulunduk; fakat öğrenciler bu öneriye pek sıcak bakmadılar. Ülke genelinde genel sıralamalarının nerede olduğunu öğrenmek için dershanelerdeki rekabet ortamında 39 Ortalamam 90 üstü YOL 3 Ortalamam 80’den aşağı YOL 6 sonucuna bakacaksın. Eğer ortalaman Yol 6’daki gibiyse Yol 5’in sonucuna bak. YOL 3 ve 4 YOL B’nin testini çözeceksiniz. YOL 5 Tavsiyemiz Türkiyeci olman. Eğer yurtdışını çok istiyorsan da, sen işini sağlama al dershaneye 11’de başla. Eğer ders dışı aktivitelerin iyiyse belki Liberal Arts okullarından kabul alabilirsin. YOL B 1)a)Profesyonel sporcuyum. (5 p.) b)Sporcuyum.(2p.) c)Sporcudeğilim.(0p.) 2)a) MUN, DI, Orkestra gibi okulun saygın kulüplerinden birindeyim ve bu kulüplerde önemli pozisyonlarım var. (4 p.) b) Okulun saygın kulüplerindeyim ama pozisyonum yok. / Okuldaki kulüplerden birinde pozisyonum var. ( 3 p.) c) Kulüplerle işim olmaz. (0 p.) 3)a)Müzisyenim. Birden fazla enstürmançalabiliyorum./ Resimlerim çağımızın modern eserleriyle eşdeğer. (4 p.) b) Müzikle/resimle aram iyidir. (1 p.) c) Müzik ve resim; bunlar boş işler… (0 p.) 4)a) Hocalarımdan büyük bir ihtimalle çok iyi tavsiye mektupları alırım. (3 p.) b) Ah keşke derslerde daha düzgün davransaydım. (0 p.) 5)a)Lise 11’de ortalamamı arttırdım. (2 p.) b) Lise 11’de ortalamam sabit kaldı. (0 p.) c) Lise 11’de ortalamamı düşürdüm. (-2 p.) 6)a) Zor dersler seçtim. ( 2 p.) b) Orta seviyede dersler seçtim. (0 p. ) c) Kolay dersler seçtim. (-2 p.) 12 Puan ve Üstü Yol 3’ün Sonucu: Sana Ivy League okullarını layık gördük. Olmazsa da kendilerini kaybeder. Yol 4’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye muhakkak gireceksin. Eğer burs istiyorsan çok iyi Liberal Arts okullarını tavsiye ediyoruz. 5-12 Puan Arası Yol 3’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye muhakkak gireceksin. Yol 4’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye girme şansın var. 5 Puan Altı Yol 3’ün Sonucu: İyi bir üniversiteye girme şansın var. Yol 4’ün Sonucu: Türkiye daha mantıklı gibi gözüküyor. Bir Robertli’nin Hayali Tayis Arslan geldiğini biliyorlar. Eğer bilmeselerdi, öğrencilerimiz her sene birçok üniversiteye kabul almazlardı. Köprü: Eğer dönem birincilerine tam puan verip diğer öğrencilerin notlarını da buna göre yukarı çekersek LYS-LGS sınavlarında başarı şansımızı yükseltmiş olmaz mıyız? M.O: Böyle bir yuvarlama yapma gibi bir planımız yok. Notlandırma sistemini her bölüm gözden geçiriyor ve nasıl ve neden değerlendirme yapılması gerektiği hakkında konuşuluyor. Mr. Jones da bu konuda ilerleme kaydetmemiz için çok büyük çaba sarf ediyor. Sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz . “Çocuğum yurtdışını düşünüyor, zaten o yüzden Robert’i seçtik.” Robert Kolej Hazırlık Sınıfı Anneleri Evet, böyle başlar ilk defa Robert Kolej’e adım atan ailelerin söylemleri. Hazırlık sınıfında her ailenin ve öğrencinin hayalidir bu. Herkes “Harvard’a gitmek istiyorum” diye böbürlenerek konuşur. Büyük sınıflar: “Daha erken karar vermek için, dokuzuncu sınıfta kararınızı değiştirebilirsiniz” diye uyarsa bile gözü yurtdışından başka bir şey görmeyen hazırlık sınıfı öğrencisi bu konuda emindir kendisinden. Hem ailesi de bir yandan komşulara çocuğunun yurtdışına gitmek istediğini söyleyerek atıyordur havasını. Facebook’ta “Harvard, Oxford, Stanford” beğenilmiştir çoktan. Kısacası yurtdışı hayallerinin tavan yaptığı yıldır hazırlık yılı. Ama gel gör ki dokuzuncu sınıfa geçilir. Çalışmalar bu yönde başlar, hayaller bu yönde kurulur. Ve dokuzuncu sınıfın ilk sınavlarına girilir. Herkes sudan çıkmış balığa dönmüştür. Notlar hayal kırıklığı getirmiştir çoğunluk için. Hemen büyüklerin yanına gidilip endişeler söylenir, tavsiyeler beklenir. Onlar da yurtdışını kazanan kişilerin hayatlarında en az bir defa böyle notlar aldıklarını söyleyerek avutur şaşkın dokuzları. Ama gerçek şudur ki, dokuzun zorluğu azalmadan devam etmektedir. “Mastering”ler için zamanla yarışılır, bitmeyen sınavlar bunaltır Robertliyi. Zaman zaman hayaline ara verir, “Türkiyeci mi olsam” diye düşünür. Hemen hemen her gün ortalamasını hesaplar. Bir yanı “hayır pes etmemeliyim” derken, diğer yanı “boşver çok zor” diyerek bahane bulmaya çalışır. Finallerden bahsetmiyorum bile çünkü ilk defa finallere girecek bir dokuz olarak ben de stresi ve korkuyu yaşayanlardanım. Gerçi Öğrenci Birliği’nin düzenlediği etkinlikler bazen kafa dağıtılmasına katkıda bulunuyor. Ve böylece nasıl geçtiğini bile anlamadan dokuzuncu sınıf da bitiyor. Onuncu sınıftadır bizim standart Robertli öğrencimiz. Ama aklı çok karışıktır. Acaba yüzde yüz ortalamasına mı yoğunlaşmalıdır yoksa her ihtimale karşı dershaneye mi gitmelidir. Ortalaması çok iyiyse on birinci sınıfı beklemeye karar verir kritik karar için ama ortalaması tehlikedeyse ve şüphelerine yenik düşüyorsa her ihtimale karşı gider iki sene önce veda ettiği dershaneye. Ama onuncu sınıf her şeye rağmen dokuz kadar zor Ocak 2013 daha doğrusu yoğun değildir. Bazen “PSAT” adlı sınav gibi hayal kırıklıklarıyla karşılaşılabilir. Ya da ara sıra dokuzuncu sınıfın zorluğunda ortaya çıkan dayanışma duygusu özlenebilir. Ama sosyalliklerle dolu okulumuz merhemdir bu küçük üzüntülere. Dokuza göre daha yavaş geçen onuncu sınıf öyle böyle biter bir gün. Ve on birinci sınıf telaşlı bir şekilde başlar. Türkiyeciyse eğer, Robertli öğrencimiz dershaneye ağırlık verir son sürat hızla. Ama eğer ortalamasına güveniyorsa, ilerler yurtdışıcı olma yolunda. Fakat ne yazık ki SAT gerçeğiyle yüzleşir o sene de. Bazılarının pes etmesine sebep olabilir bu gerçek. Kısacası Türkiyeciyse de, yurtdışıcıysa da çok zor bir yıldır 11. sınıf Robertlimiz için. Ve son yıl; 12... Bu yılı çok iyi anlatabileceğimi sanmıyorum çünkü on ikinci sınıf olmak bence anlatılmaz yaşanır türden bir duygudur. Ama bu okuldaki bir buçuk yıllık gözlemlerime dayanarak bu okuldan mezunlarla ilgili bir yargıya vardım ve onu paylaşacağım. Beş yıl içinde Robertlinin fikirleri sürekli bir değişim içindedir. Bir bakmışsınız doktor olmak isteyen Robertlimiz astronot olup çıkmış çünkü Robert Kolej KÖPRÜ Fatmanur Yokuş ona sürekli yeni tecrübeler kazandırmış ve ufkunu genişletmiştir. Kısacası hazırlık sınıfındaki hedef yüz seksen derece değişebilir on ikinci sınıfa gelindiğinde. Biz yurtdışıcı Türkiyeci konusuna geri dönelim. Eğer Robertli öğrencimizin not ortalaması, SAT’si, AP’leri çok iyise ve üstüne üstelik çok sosyalse yurt dışına erken başvurur ve sonucu bekler. Eğer kabul alırsa Robert Kolej’in en şanslı kişisi ilan edilebilir. Ama olumsuz ya da erteleme cevabı alınırsa, normal başvuru zamanı başvurulur ve yurtdışıcılar belli olur. Eğer Robertlimizin kararı Türkiyeci olmak ise o yıl boyunca çok sıkı bir şekilde çalışır ve Türkiye’de derece elde eder. Hangisi daha iyi derseniz kesin bir cevap veremem ama bir şeyden eminim ki bizim Robertli seçtiği alan ne olursa olsun o alanın en iyileri arasında yer alacaktır bütün diğer Robertliler gibi. Önemli olan da bu değil midir zaten? Editörler Yunus Emre Erdölen Berfin Torun Kaan Cemil Doğusoy Sevim Gözde Şentürk Saffet Gülbabil Kökver Yazarlar Başak Dağlıoğlu Yayın Kurulu Nur Sevencan Beste Şentürk Tasarım Asistanları Defne Aksoy Umutcan Gölbaşı Sera Pekel Deniz Şahintürk Zeynep Can Aksoy Berk Özgen Gizem Tulunay Su Mevsim Küçükakyüz Gizem Taşkın Hasan Orkun İpsalalı Şule Kahraman Umutcan Gölbaşı Eda Özkök Fatma Nur Eslem Soylu Meriç Demirbaş Orkun Bulut Duman Alara Gebeş İbrahim Furkan Özcan Eymen Pınar Yiğitcan Çelik Sıla Küçükosmanoğlu Eda Özkök Orhun Tezel Elize Arslan Tayis Arslan Gizem Taşkın Su Mevsim Küçükakyüz Ayşenaz Toptaş Hazal Özkan Ayhan Okçal İrem İlhan Pınarnaz Eren Selin Özülkülü Mert Ali Düşünceli 40 Tasarım Editörleri Sinan Hiçdönmez Atakan Baltacı Kapak Tasarımı Eda Özkök Özlem Lal Tüzman Cansu Bayraktar HABERLER Fatma Nur Yokuş Dilara Çankaya Zeynep Şiir Bilici Burçe Şahbenderoğlu Berk Özgen İrem Uzunhasanoğulları Greti Barokas Damla Su Özer Şiir Su Saydam Baha Aydın Elif Ece Acar Merve Kahraman Deniz Saip Ayça Ersoy Sorumlu Öğretmenler Melek Giray İnce Serya Karapınar İmtiyaz Sahibi Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer Sorumlu Müdür Güler Kamer Yayının Konusu: Okul Gazetesi Yayının Dili: Türkçe Yayının Türü: Yerel, Süreli Yayının Süresi: Aylık Yönetim Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No. 87 Arnavutköy/İstanbul Tel: +90 (212) 359 22 22 2012 Yılının En’leri 2012 Yılının En Çok Konuşulan Kişisi 2012 Yılının En İyi Yemekhane Yemeği PSY Neşeli Tavuk 2012 Yılının En Popüler Mekanı Büyük Kantin 2012 Yılının En İyi Yemekhane Gözetmeni 2012 Yılının En İyi Türkçe Konuşan Yabancı Hocası Gregory Pinto: “Anneme ve Babama suç olaylarında sert olmamı öğrettikleri için teşekkür ederim, ve öğle yemeğinde de....” Anne Kozlu 2012 Yılının En İyi Giyinen Hocası 2012 Yılının Kişisi Shirin Shabdin 2012 Yılının En İtici Şeyi: Öğle Tenefüsünde Laptop Başındakiler 2012 Yılının En Güzel Organizasyonu: Lend Me A Tenor 2012 Yılının En Üzücü Şeyi: Kıyametin Kopmaması Dave Phillips Absürt Haber Köşesi Gould-Mitchell Arasında Öğrenciler Eziliyor! Gould-Mitchell arasında her gün gidip gelmek zorunda olan Robert Öğrencilerinin ezilme tehlikesi altında olduğunu önceki sayımızda söylemiştik. Bir sonraki derse girmek için acele eden, telaş içindeki öğrenciler çevrelerine hiç dikkat etmeden, omuz atarak hızlı bir şekilde yürümekte kararlı! Özellikle 20 dakikalık teneffüste, ebat olarak üst sınıflardan küçük olan Hazırlık öğrencileri bu yolu kullanmadıklarını, kullanan öğrencilerin geri gelmediklerini söylüyorlar. Sadece Hazırlık öğrencileri değil, koridorda yürürken kitabını düşürdüğü için eğilen öğrencilerden geriye sadece gözlükleri ve kitapları kalıyor. Ezilmekten öte buharlaşan öğrencilerin reenkarne olup kedi olarak Robert’e geri geldiğine inanan bir grup, kedilerin “bazı” insanlara karşı hırçın olmasının nedenini buna bağladıklarını belirtiyorlar. Köprü olarak bütün öğrencilere, biraz daha sakin olmalarını ve acele işe şeytan karışacağını belirtiyor Ocak 2013 ve hiçbir Robertlilinin buharlaşmamasını diliyoruz. Robert Kolej Ormanlarına UFO indi! Robert Kolej, yaklaşık bir hafta önce 150 yıllık tarihindeki en fantastik olaylarından birini yaşadı. “2012” filmini gelişmiş teknolojileriyle kaçak antenden çekerek yasadışı bir şekilde izleyen uzaylılar, filmden etkilenerek çareyi, kıyametten sonra insanların yaşayacakları üç yerden biri olan Robert Kolej’e kaçmakta buldular. Yanlarında erzak, akraba ve kaçak anten getiren KÖPRÜ uzaylılar Robert Kolej ormanlarına yerleştiler. Okul yönetimi, uzaylıların bu tavrının doğal olabileceğini, onların da bir canlı olduğunu belirterek öğrencileri sakin olmaları konusunda uyardı. “SelfDefense” hocası ise herhangi bir uzaylı saldırısı karşısında, öğrencilerin yere çökmesi konusunda uyardı. Ayrıca bu yöntemin uzaylıların kafasını karıştıracağı gerçeğinin, İskoçyalı ve İsviçreli Bilim adamlarının ortaklaşa onayından geçtiğini belirtti. Anlaşıldığı üzere Dünya’da kıyamet kopmasa da, Robert’te 21 Aralık yüzünden yer yerinden oynuyor!
Benzer belgeler
eda yurdakul ferdağ sezer aygül tanaydın
hatırlıyorum:“ Daima öğrenci kalmak
isteyenler, öğretmen olarak okula
dönerler.”
Köprü: Şimdi öğrencilerin çok
merak ettiği bir soruyu sormak
istiyoruz. Okul dışında birlikte
zaman geçiriyor musunu...
Köprü Mayıs 2013
Köprü’nün bu dönem 2. Sayısını daha
da geliştirdik, daha da iyi yaptık! Robert
Kolej öğrencilerinin sesi olmak için sizin
sesinize kulak vermeliydik ve bunu