İndir - İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi
Transkript
Sayı 22 Kış-Bahar 2006 Boş sayfa G. Ü. İ. F. adına sahibi Sorumlu yazı işleri müdürü Editör Prof. Dr. Kadri Yamaç Prof. Dr. Korkmaz Alemdar Prof. Dr. İrfan Erdoğan Yardımcı editörler Yrd. Doç. Dr. Cem Yaşın Araş. Gör. Özge Güven Doç. Dr. Gamze Yücesan Özdemir Dokt. öğr. Esra Keloğlu-İşler Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Selçuk Üniversitesi Yayın kurulu Prof. Dr. Levent Kılıç Prof. Dr. Bayram Kaya Prof. Dr. Merih Zıllıoğlu Prof. Dr. Sacide Vural Prof. Dr. Nilgün Gürkan Pazarcı Prof. Dr. Seçil Büker Doç. Dr. Nazife Güngör Prof. Dr. Peyami Çelikcan Prof. Dr. Raşit Kaya Prof. Dr. Dan Schiller Prof. Dr. Vincent Mosco Prof. Dr. Stuart Ewen Anadolu Üniversitesi Ankara Üniversitesi Galatasaray Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Gazi Üniversitesi Maltepe Üniversitesi ODTÜ University of Illinois, USA Queens’ University, Canada CUNY, USA Kapak resmi www.valleyofthewolvesiraq.com sayfasından (public domain) uyarlandı. Kapak ve sayfa tasarımı İrfan Erdoğan ISSN: 1302-146x Copyright © Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. Tüm hakları saklıdır Yayın ve türü: Yılda iki kez basılan hakemli yerel süreli bir dergidir. Yönetim merkezi ve adresi: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, 06510 Emek, Ankara Tel: 90 312 212 6495 Fax: 0 312 212 1832 e-mail: [email protected] Yayın tarihi: 23 Ağustos 2006 Basım yeri: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Basımevi, Emek, Ankara. Dergi Politikası 1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim Dergisi iletişim kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının akademik tartışması için bir forum oluşturur; iletişim alanında kuramsal ve yöntem bilimsel olarak zengin bilgi kazanımı ve gelişmesine katkıda bulunarak toplumsal bağlamda faydalı bilginin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Journal’s Policy The Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and formerly published under the title Communication, is a social sciences journal focusing upon theory and research on communication. The journal is dedicated to present competing theoretical approaches and study orientations; to developing a forum for the scholarly discussion of communication issues in Turkey and around the world in order to further the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to perform its role in the development of theoretically and methodologically enriched multidisciplinary body of knowledge on communication. Makale Sunumu Makale göndermek isteyenler kesinlikle bu sayıdaki veya web sayfasındaki makale ve diğer yazıları sunma koşullarını okumalıdır. Makalenin bir kopyası dijital olarak editöre gönderilmelidir. Dijital kopya PC word formatında hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan sonra yazara önerisini sunar. Makalenin hakemlere gönderilmesine karar verirse, basılı iki kopya “Editör, İletişim kuram ve araştırma dergisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Emek, Ankara” adresine postalanmalıdır. Basılı kopya A4 kağıt üzerinde, sayfanın tek tarafına, 1.5 aralıkla, köşelerden 2.5 cm aralık vererek, Times new roman 12 punto ile ve sayfalar numaralandırılarak hazırlanmalıdır. Metin içi referanslar, dipnotlar ve kaynakça kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır. Submissions Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should be e-mailed to ([email protected]). Please insure that the digital version of the submission is virus-free and created in PC Word format. The manuscript should be double-spaced; references and formatting should follow the style guidelines of the APA (5th ed.). Please find the further information in the last section of this issue or in the web page of the journal. Editörün Notu Editörlük, özellikle kaliteli üretim dışındaki her tür üretimin bol ve çok gelişmiş olduğu bir üretim ilişkileri ortamında, eğer akademik kalite politikası güdülürse, en zor işlerden biridir. İletişim dergisini zamanında çıkarmak için Cem Yaşın iki yıla yakın zamandır yoğun çabalar gösterdi. Elinde birilerinin “basılmaya hazır” olarak nitelediği yeterince makale vardı ve yeni makaleler de geliyordu. Fakat makaleleri bana gösterdiği an çok ciddi bir sorun olduğu ortaya çıktı: makalelerin çoğu makale olmayan makalelerdi. Bazıları konu/sorun bağlamında ve hemen hepsi metodolojik bağlamda akademik/bilimsel değerden yoksundu. Elbette her yazar ürününü kusursuz ve mükemmel olarak görür; fakat “huysuz ve kendini beğenmiş editörler” hemen bazı kusurlar bulurlar ve bazen hakeme bile göndermeden, örneğin “makalenizde ciddi yöntembilimsel sorunlar bulunmaktadır, lütfen bu sorunları giderdikten sonra, isterseniz, yeniden dergimize gönderebilirsiniz” diye yanıt verirler. Pasif rol almayan editöre ek olarak, hakemler bazen anlamlı bazen anlamsız, bazen doğru ve bazen de haksız ve hatta yanlış değerlendirmeler yaparlar. Yazarın morali daha da bozulur. Hakemlerin ve editörlerin bir diğer sorunu da kendi ideolojik yönelimlerine veya kendi yöntembilimsel yaklaşımlarına uygun düşmeyen bir makale gördüklerinde, hemen bir ağızdan “bu bir bilimsel makaleden çok, propaganda veya promosyon yazısına benzemiş, dolayısıyla yayınlanamaz” derler. Yazarın morali iyice bozulur, çünkü yazar mükemmel bir makale yazdığından çok emindir. Dolayısıyla, dışsal atıflara başvurur, çünkü dışsal atıflar çok rahatlatıcıdır: Sorun editörden ve hakemlerden kaynaklanmaktadır. Hele bir de düzeltme verilirse, yazar daha çok bozulur; çünkü bu içeriğe karışmadır, haksız “dış” müdahaledir: Editör “metodolojik hatalar var, hakemlerin de gösterdiği gibi hatalar şunlar, isterseniz, bu hatalar üzerinde durup gerekli değişiklikleri yaparak bize gönderebilirsiniz” der. Duyarlı yazar olarak, öfkelenirsiniz ve en yumuşak dille “editörle veya hakemle aranızda yaklaşım/anlayış farkı olduğunu” düzeltmeyi reddedersiniz. Makaleniz basılmaz. Türkiye’deki egemen ilişki tarzını çok iyi bildiğiniz için, “biliyordum basmayacaklarını” der ve en başta yapmadığınızı yaparsınız: Tanıdık biri kanalıyla başka bir dergide bastırma yoluna gider ve bastırırsınız. Hem de önerilen düzeltmelerin hiçbirini yapmadan; çünkü mükemmel bir makale yazdığınız için düzeltmelere ne gerek var ki! Gereksiz. Siz bunu yaparken, muhtemelen bir başka yerde bir başkası gönderdiği makalenin üçüncü düzeltmesini yapıyordur. Bu kişi de makalesini ilk gönderdiğinde mükemmel sanıyordu; fakat hakemlerden aldığı yanıtlardan bazılarından, gerçekten de düzeltilmesi gereken yerler olduğunu gördü. Nasıl da gözünden kaçmıştı? Nasıl düşünememişti? Elbette her hakemin her dediği doğru olmayabilir. Her hakem hep “doğru eleştiriyle” gelmez; önünüzde iki seçenek vardır: ya o hakemin istediklerini görmezlikten gelmek veya bir şekilde geçiştirmek; ya da “tutarlı bir şekilde” yanıt vermek ki, bu ikinci yol editör hakem yakınlığı ve hakem psikolojisi nedeniyle, verimli olmayabilir. Fakat editöre tasarımınızın yöntembilimsel yapısını ve içeriğini geliştiren her öneriye açık olduğunuzu bildirirseniz, editöre ve hakemlere değerli zamanları ve yardımları için teşekkür ederseniz, yaptığınız her düzeltmeyi somut bir şekilde belirtirseniz, çoğu kez, bu safhaya gelindiğinde, makalenizin basılma olasılığı artar. Basıldığında bakarsınız ki en az bir sene geçmiş. Ama basılmış. Bu makaleyle övünebilirsiniz. Ama çıkar ilişkilerinden geçerek, makale olmayan bir makaleyle utanç duyarsınız (sanmıyorum, çünkü utanç duyacak biri, bunu yapmaz). Türkiye’de makale gönderilmesi ve basılmasıyla ilgili en az iki temel egemen ilişki tarzı bulunmaktadır. Birincisi, birini tanıyorsan, basılır. İkincisi, birini tanımıyorsan, ancak ideolojik uyum varsa ve birkaç diğer özel koşulları yerine getirmişsen basılır, aksi takdirde en mükemmel bir yapıt olsa bile basılmaz: Egemen ölçüt ne yazık ki çok az bilimsel karakter taşımaktadır. Türkiye’de hakemlikle ilgili deneyimleriniz, eminim, benim gibi, çok olumsuzdur: Hakemlerin ne kadarının makaleyi okuduğunu bilemiyoruz. Makaleyi gönderen veya makaledeki konu ve yaklaşım “tanıdıksa,” fazla okumaya gerek kalmaz. “Bizden değilse” veya “Tanıdık görünmüyorsa” veya “hoşa gitmiyorsa” veya İrfan Erdoğan gibi akademik dile saygı göstermiyor ve günlük dildeki sivri ifadeleri karıştırarak kullanıyorsa, gene fazla okumaya gerek kalmaz. Türkiye’de hakemlerin makaleyi ayrıntılı olarak okuyup ayrıntılı bilgi verdiğine ne kadar rastladınız? Yukarıdaki tür makale değerlendirme pratiği, dergi editörlerinin “makale değerlendirmesi formunun” biçimi ile de desteklenmektedir. Bu formlar hem standartlaşmış ‘kapsül” değerlendirme getirmekte hem de bir bilimsel dergiden yapılmaması gereken ölçme hatalarıyla dolu sorular ve seçenekler sunmaktadır. Örneğin, “Yazı konusunun iletişim araştırmaları için uygunluğu” gibi sorular “çok yetersiz, yetersiz, orta, iyi, çok iyi” veya çok iyi, iyi, orta, kötü, çok kötü” seçenekleriyle ölçülmektedir. Bu beş seçenek, makalede uygunluk, uyum, tutarlılık, ilişkinin kurulması, gösterilen özen, açıklık, anlaşılırlık veya özgünlük ölçüsü değildir. Ayrıca, bir akademik derginin hakem değerlendirme formunda anlamsız, gereksiz, yanlış, yanlı ve “çifte namlulu soru olmamalıdır,” ama ne yazık ki hakem değerlendirme formlarının önemli bir kısmı çifte namlulu ve hatta daha fazla namlulu sorulardan oluşmaktadır. Örneğin, hakemden yukarıdaki beş seçenekten birini seçmesini isteyen şu değerlendirme soruları sorulmaktadır: “Literatür taraması ve çalışmasının önceki çalışmalarla ilişkisinin kurulması; anlatımın mantıksal ve yapısal süreklilik; sorunun ve çalışmanın amacının ortaya konuluşu; konunun tanımlanması, çalışmanın varsayımlarının ve amacının tartışılması.” Bu soruların hepsi çifte namluludur; son cümle çok az kişinin yapamayacağını başararak üç namlulu soru soruyor ve ampirizmin en temel kuralını çiğniyor. Bir diğerinde “bu çalışma konu, yöntem ve diğer bakımlardan yayınlanamaz” denmektedir. Belki konusu iyidir, ama yöntemde ciddi sorunları vardır. Ayrıca “diğer bakımlardan” ne demek? Belirsizliğe dayanan değerlendirme keyfidir. Ayrıca, “araştırmanın dayandığı veri tabanının elde edilmesi ve değerlendirilmesindeki metodolojik yeterlilik” sorusunu sormak ve beş seçenek vermek, bunu yazanın çokbilmişlik taslarken bilmediğini anlatmıyor mu? “Araştırmanın dayandığı veri tabanı” diye bir şey olmaz; araştırmanın olası veri kaynakları (veya örneklemini çıkarttığı nüfusu) vardır. Zaten bu veri kaynağına ulaşılamazsa (erişim sorunu varsa) araştırma yapılamaz. Bazen makale değerlendirmesinde konmaması gereken seçenekler konmaktadır: “Bu dergide uygun değil, ama başka dergilere gönderilebilir.” Yani, “benim kaliteli dergimde yayınlanamaz, ama düşük kalitede dergiler var, onlara gönderebilirsin!” diyebilecek “kendini beğenmişliği” gösterebilmek için, en azından kendi değerlendirme formunda kendin en basit metodolojik hataları yapmayacak kadar temel yöntembilim bilgisine sahip olmak gerekir. Bir başka değerlendirme ifadesi de şöyle “bu şekliyle herhangi bir akademik dergide yayınlanması doğru değildir.” Bu tür seçenekler asla verilmemelidir, çünkü bu, yazara, diğer dergilere, diğer editörlere hakaret karakterini taşımaktadır. Ama editör, makalenin konusuna uygun bir dergiyi önerebilir. Biz İletişim dergimizde yukarıdaki hatalar, yanlılık, ilgisizlik ve benzeri ilişki ve üretim tarzından elimizden geldiği kadar uzak durmaya çalıştık. Yine de yaptığımız hataları bize gerekçeli olarak gösteren ve doğruyu da öneren herkese şimdiden teşekkür ederiz. Yanlışımızı kabul eder ve düzeltiriz. Editörlük ve hakemlik sürecini, bir makalenin kabul ve reddedilme koşullarını yazarın lehinde değiştirdik. Yazardan beklentimiz, bir makalenin ilk gönderişte asla kabul edilmeyeceği gerçeğini kabul etmesidir. Yazar en az iki düzeltme olasılığına hazır olmalıdır. Kabul edilecek makaleler ancak alanında ün kazanmış kişilerden istenen “davetli” makalelerdir. Bu kişilerin de var olan bilgi birikimine başvurmadan yazdıkları (yani metin içi referans ve kaynakçası olmayan) hiçbir makale kabul edilmeyecektir. Makale sunumu, editörlük ve hakemlik süreci, basılabilecek makalelerde aranan temel bilimsel yapı ile ilgili bilgiler ayrıntılı olarak bu sayının sonunda sunuldu. En kısa zamanda, web sayfasından da bu bilgilere ulaşılabilecektir. Her türlü örgütlü yapılar içindeki ve dışındaki insan ilişkilerinde olduğu gibi, özellikle akademik ilişkilerde yazarın “ideolojik yönelimine” bağlı olarak gelen “yanlı ve bağnaz kararlara” dünyanın her yerinde rastlanır. “Bizden olan” ve “bizden olmayan” gibi kavramlarla ifade edilen ve bu ifadenin bir yazıyı bastırmama ve kitabı okutmamaya kadar çeşitlenen günlük pratikleri, cehaleti destekleyen böl ve yönet politikalarının başarılarından biridir. Bu ilkel ve aşağılık tutum dergimize asla yansımayacaktır. Bu dergi her çıkarı temsil eden her görüşe açıktır. Bu amaçla geliştirdiğimiz çözümleri bu sayının son sayfalarındaki açıklamalarda bulabilirsiniz. Bizim akademik/ bilimsel ahlakımız “Machiavelli’nin strateji ve taktikleriyle gelen “çoğulcu demokrasi” iddiası karakterini taşımaz. Biz her şeyden önce insanın insanca varlığının değerinden hareket ettiğimiz için, dergimizin de insanı merkez alan karakterde olmasına gayret göstermeyi amaçladık. Bunun anlamlarından biri de ‘şirketi merkeze alanların” dışarıda bırakılacağı değildir; olası her yaklaşımın, uygulamalı ve yönetimsel araştırmaların, farklı görüşlerin ve çıkarların dergide yer bulacağıdır. Dergimizde sadece yazarların isimlerini kullandık; isimlerin önlerine Prof. Dr. gibi ünvanlar koymadık. İnsanın kimliğini tanımlayan “statü bağlamında ne olduğu” değil, “nasıl bir insan olduğudur.” Kendini profesör veya uzman olmaktan geçerek tanımlayan ve kendinde bu tanımdan geçerek değer bulan insan, ne yazık ki sorunlu bir insandır. Profesör olmak, özellikle Türkiye gibi yapılarda, bir insanı ve ürününü, örneğin bir doktora öğrencisinden ve ürününden daha iyi veya değerli olduğunun belirleyici göstergesi değildir. Bu nedenle, makalenin ilk ve son değerlendirilmesinde, ölçüt olarak bireyin kim olduğu değil, sunulan ürünün (makalenin) akademik/bilimsel doğası alındı. Hakemlerimizden de, böyle bir tutum bekleriz. Bu konuda çıkacak sorunlarla ilgili çözümümüz için de lütfen derginin sonundaki açıklamalarımızı okuyun. Dolayısıyla, herkes kendi inandığı veya doğru bulduğu felsefi yaklaşıma, epistemolojik geleneğe ve metodolojik yapıya uygun bir şekilde hazırladığı makalesini dergimize gönderebilir. En temel koşulumuz, makalenin var olan bilgi birikiminden hareket ederek inşa edilmiş bir araştırma karakterine sahip olmasıdır. İnsanlığın gelişmesi, daima, kendi koşullarına düşüncesiyle tepki üreten ve bu koşulları irdeleyen, eleştiren ve daha iyisini kurmak için mücadele eden insanlar sayesinde olmuştur. İnsana insanlık karakterini veren ve insanca değişimi getiren koşul, daima kendini ve dışını soruşturma, eleştirme ve değiştirme çabası olmuştur. Bu insanlar diğerlerinin katılımıyla tarihi yapmış ve değiştirmişlerdir. Bu nedenle, kendini, diğerlerini, dışını ve hayatı soruşturan insan “yaşayan ve yaşatan insandır,” birileri tarafından katledilse bile. Soruşturulmayan, soruşturulması yasak olan veya yanlış soruşturulan hayat; örneğin, “bizden başkasına” hayat hakkı tanımayan vicdansızlığı ve işlenmiş hunharlığı anlatır. Bu, tüketimle değerin bulunduğunu ve kazanıldığını işleyen bir pazar yapısının yarattığı ve insanlararası düşmanlığı teşvik eden örgütlü koşulların üzücü sonuçlarından biridir. Bu insan, vücutsal gereksinimleri karşılamayı ve gösterişi yaşamın anlamı sanır. Cahilliğinde en bilmiş insandır. Bunlara her yerde rastlarız; önemli mevkiler dâhil. Dolayısıyla, biz insanı soruşturmaya davet ederken, soruşturan insanların da bu dergiden geçerek soruşturmaları zenginleştirmelerini bekliyoruz. Bu sayıyla editörlüğünü üstlendiğim İletişim dergisi yılın başından beri Türkiye’de ve dünyada yoğun tartışmalara neden olan bir filmin analizine ayrıldı: Kurtlar Vadisi Irak. Bu özel sayı, Deli Yürek’ten başlayarak Kurtlar Vadisi’nde yansıtılmaya devam edilen, şimdiye kadar gizli kalmış veya bastırılmış bir ilişkiler yapısını betimleyen ve Kurtlar Vadisi filmine daha olumlu bakış açısıyla yaklaşan Korkmaz Alemdar’ın önsüzüyle başladı. İkinci olarak Kurtlar Vadisi dizisiyle Kurtlar Vadisi Irak arasındaki bağı kurmamıza, böylece Kurtlar Vadisi Irak filmini daha iyi anlamamıza yardım eden Zeynep Gültekin’in makalesine yer verildi. Bu makaleyi, okuyucuya Kurtlar vadisi’nin olay örgüsünü ve karakter işlenişini açıklayan Esra Keloğlu-İşler’in makalesi takip etti. Esra makalesinde, Kurtlar Vadisi’yle ve karakterleriyle daha ilk kez karşılaşıyormuş gibi sorunların nasıl sunulduğu, sorunun nasıl işlendiği ve nasıl sonuçlandırıldığı, sonraki sahneyle nasıl bağlandığı üzerinde durmakta; okuyucuya filmde önde gelen ve önemli isimli ve isimsiz karakterlerin film boyu inşasında işlenişini açıklamaktadır. Teolojik anlatılar bize tanrı-kul ve kul-kul ilişkileri ve sonuçlarıyla ilgili olarak ders alınması, izlenmesi ve uyulması gereken “gerçekler” sunarlar. Kurtlar vadisi Irak filmi, bir öç almayı, bir hesabı kapatmayı amaçlayan bir savaş durumuyla ilişkilidir. İlk savaş Havva’nın (yılanın? şeytanın?) Adem’i kandırmasıyla cennetten kovulmaları ve dünyaya atılmalarından sonra olan çocukları Habil ile Kabil arasında olmuştur. Bu iki kardeş arasındaki soğuk ve birinin diğerini öldürmesiyle sonuçlanan sıcak savaşla makalesine başlayan İrfan Erdoğan, Kurtlar Vadisi Irak filminin sunduğu içeriğin doğasını, bu tür filmlerin genel karakterlerini ve bu karakterler içinde Kurtlar Vadisi Irak’ın yerini ve anlamını irdelemektedir. Editör’ün dergide makalesini yayınlaması “etik bağlamında” doğru olmayabilir. Fakat bu sayı özel bir sayı olduğu ve makalemde sunulan ayrıntılı bilgi, analiz, değerlendirme ve tartışmaların okuyucular için faydalı, düşündürücü ve araştırmaya yönlendirme bağlamında provokatif olacağı düşüncesiyle tereddüt etmeden koydum. Seçil Büker, Kurtlar Vadisi Irak filmini incelemeyi daha çok sanatsal temsilin kurgulanmasında kimliklerin inşası ve ilişkisel belirlemelerin kurulması bağlamında ele almaktadır. Bunu da daha çok filmsel temsildeki kahraman ve önde gelen karakterler üzerinden odaklanarak yapmaktadır. Cem Yaşın Kurtlar Vadisi Irak filminin bilişsel yapı analizini okuyuculara sunmaktadır. Cem’in filmin konuları ele alış biçimini tarihsel-düşünsel bağla ilişkilendirerek yorumlaması okuyucular için ilginç gelecektir. Kurtlar Vadisi Irak filmi aynı zamanda bir kültürel bir üründür. Bu üründe belli kültürel inşalar yapılmakta ve kültürel kimlikler açıklanmaktadır. Ayhan Selçuk’un makalesi filmin bu kültürel yanı üzerinde durmaktadır. Dergimizde, makaleler bölümünden sonra, ‘forum” bölümü oluşturduk. Bu sayıda forum bölümünü Esra Keloğlu-İşler ile İngiltere’deki arşivlerden yararlanan Aytül Tamer beraber hazırladılar. Forum bölümünde, Esra ve Aytül Türkiye, Avrupa, Amerika ve internetteki tartışmalardan Türkçe, İngilizce ve Fransızca örnekler verdiler. Derginin son bölümünü dergi politikası ve makale göndermeyi düşünen yazarlar için kurallara ayırdık. Bir makalenin basılma olasılığını artırmak ve sürecin aldığı zamanı kısaltmak için, bu bölümün okunması gerekir. Bu sayının özel doğası ve kapsamı nedeniyle, araştırma notları ve raporlar bölümü ve kitap, belgesel ve diğer filmler, videolar, tv programları ve sanat sunumları gibi iletişim ürünleriyle ilgili değerlendirme bölümü konmadı. Sadece iletişim alanında akademik faaliyetlerle ilgili haberler verildi. İrfan Erdoğan Sayı 22 Kış-Bahar 2006 MAKALELER Korkmaz Alemdar Deliyürek Bumerang Cehennemi’nden Kurtlar Vadisi Irak’a .............. 1 Zeynep Gültekin Irak’dan önce: Kurtlar Vadisi dizisi ...................................................... 9 Esra Keloğlu İşler Kurtlar Vadisi Irak: olay örgüsü ve karakter işlenişi........................... 37 İrfan Erdoğan Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe Kabil’in yeni-emperyalist Habil’den öç alışı ..................................................... 71 Seçil Büker Kurtlar Vadisinde eksiği kahraman dolduruyor ................................ 137 Cem Yaşın Kurtlar Vadisi Irak filminin bilişsel yapı analizi ............................... 157 Ayhan Selçuk Kurtlar Vadisi Irak filminde kültürel öğeler ve kimlik sunumları üzerine bir inceleme .............................................. 183 FORUM Esra Keloğlu-İşler ve Aytül Tamer Forum hakkında................................................................................. 211 Ayşe Asker Kurtlar Vadisi Irak: basında tartışmalar ............................................ 215 Yasemin Çongar ABD’nin Kurtlar Vadisi kabusu ....................................................... 228 Olaf Möller Valley of the Wolves Iraq ................................................................. 231 http://www.aqoul.com/archive Turkey: Anti-Western sentiment and Islam is the solution ............... 236 Christoph Burkhardt Movie "Valley of the Wolves" .......................................................... 236 Deutche Welle German calls to ban controversial Turkish movie on Iraq ................ 237 http://www.lexpress.fr/info/monde/dossier/islamisme/ La Vallée des Loups ......................................................................... 239 Claude Rainaudi Le Film turc "La Vallée des loups - Irak" ........................................ 240 Northamericanpatriot.com Valley of the Wolves ........................................................................ 244 Associated Press New Turkish film villifies Americans ............................................... 245 Karl Vick On Turkey's big screen, America cast as villain................................ 246 Mavi Zambak When the children of the Black Sea are taught to hate priests ......... 247 Tom Tugend The nefarious parts we play............................................................... 248 İnternette tartışmalar ........................................................................ 250 HABER: Konferans, seminer ve paneller .......................................... 268 DERGİ HAKKINDA Dergi politikası ve yazarlar için kurallar .......................................... 271 ABOUT THE JOURNAL Journal policy and manuscript submission .................................. 285 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 1-8 Önsöz Deliyürek Bumerang Cehennemi’nden Kurtlar Vadisi Irak’a Korkmaz Alemdar İletişim, bu sayısında, 2005 yılında gösterime giren Kurtlar Vadisi Irak filminin incelenmesini özel konu olarak seçti. Bunun iki nedeni var: filmin niteliği, yarattığı etki ve Ortadoğu’da yaşananlara getirdiği yorum. Etkisinin sürekli olmayacağını biliyoruz. Benzer bütün yapıtlar gibi üzerinde konuşulacak, sonra yavaş yavaş unutulanlar listesine eklenecek. Kurtlar Vadisi Irak’ın, Ortadoğu’da olanbitene yeni bir yorum getirmesi de söz konusu değil. A.B.D. ve İngiltere’nin neler yaptığını bilmeyen kalmadı; ama yapılanları yüksek sesle söyleme cesaretini gösteren yapıtlardan biri. Bu özellik de yeni değil, ama gerçeğin bir bölümünü çağdaş bir anlatım biçimiyle kitlelere aktarmayı başardı. Kurtlar Vadisi Irak gösterime girdiği günden itibaren yurtiçinde ve dışında tartışmalara konu oldu. Farklı nedenler farklı duruşları ve yorumları getirdi. Bir film, herhangi bir ürün gibi, kendi içinde ve kendisi için bir inceleme konusudur. Ama aynı zamanda döneminin gelişmelerinin, bazı düşünce ve duyguların dışavurumudur. Bu bakımdan Kurtlar Vadisi Irak, sinema dili açısından tartışılabileceği gibi, Türkiye’de ve Ortadoğu’da yaşananlara ilişkin bir yorum olarak da değerlendirilebilir. Bu yazı ikinci konu üzerinde duracaktır. Kurtlar Vadisi Irak uluslararası gelişmelere ilişkin Türkiye’nin geleneksel politikasına farklı bir yorum getirdi: A.B.D. Ortadoğu’da barışı değil, savaşı desteklemektedir; demokrasiyi değil, teokratik yapıları güçlendirmeye çalışmaktadır; Türkiye’nin geleneksel müttefiki değil, onun sırtından bölgenin haritasını değiştirmeye çalışan güvenilmez bir güçtür. Bu yorum Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde gelinen önemli bir yol ayrımına işaret etmektedir. Çünkü 2 Korkmaz Alemdar Türk Amerikan ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana farklı işbirliği örneklerinin ortaya koyduğu gibi bir dostluk ilişkisidir. Daha doğrusu Türkiye bu ilişkinin böyle bir ilişki olduğuna inanmak istiyordu. Oysa Irak’taki gelişmeler bunun tam olarak böyle olmadığını ortaya koydu. Kurtlar Vadisi Irak da bu noktanın altını sinema dilinin anlatım özelliklerini kullanarak çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Uluslararası ilişkiler tarihimiz gözden geçirildiğinde daha açık görülecektir ki, A.B.D. Türkiye ile ilişkilerini bizim sandığımız ya da sanmaktan hoşlandığımız gibi sürekli bir dostluk ilişkisi üzerine değil, çıkar ilişkisi üzerine kurmuştur. Türkiye, ABD’nin Sovyetler Birliği ile girdiği büyük mücadelede Ortadoğu bölgesinde güvenebileceği, güvenebilmek için de denetim altında tuttuğu bir ülkedir. Türkiye bu ilişkiden, bugün daha iyi görüldüğü gibi, zarar gören taraftır. Daha da önemlisi, Soğuk Savaş ve gelişmeleri, Türkiye’nin ulusal bağımsızlık ve komşularıyla dostluk politikasında önemli sapmalara yol açmıştır. Ama uluslararası gelişmeler, iç politikanın yönlendiricilerine Batı şemsiyesi altında diledikleri politikaları uygulama olanağını verdiği için kamuoyu ve önemli kurumlar bu ilişkinin edilgen tarafı haline getirilmişlerdir. Yanılgılar, yanlışlıklar Türkiye'nin ekonomik ve toplumsal sorunları yıllardır tartışılır; kalkınmanın neden gerçekleştirilemediği sorgulanır. Niyazi Berkes'in iki yüz yıldır neden bocaladığımızı sormasının üzerinden neredeyse elli yıl geçmiştir. Ama sorun hâlâ çözüm beklemektedir. Oysa Ulusal Kurtuluş Savaşı ertesinde devletin girişimleriyle ekonomik ve kültürel kalkınmada önemli mesafeler alınmıştı. Fabrikalar insanların karnını doyurmaya, çıplaklığını örtmeye izin verecek ürünler üretmeye; zihinleri besleyecek eğitim ve kültür politikaları geliştirilmeye başlanmıştı. Bu çabalar yirmi yıl kadar sürdü. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının getirdiği dünya düzeni Türkiye’nin politikalarını sürdürmesine olanak vermedi. Soğuk Savaş cumhuriyetin temel politikalarının geri plana itilmesine yol açtı. Ulusal bağımsızlık ve ekonomik kalkınma yerini, Batı’ya bağımlılığa bıraktı. Tek Parti yönetiminden şikayetçi burjuvazi halkın memnuniyetsizliğinden yararlanarak bu politikaların yürütücüsü oldu. Kalkınma devam etti, ama bu artık bağımlılık içinde bir kalkınma oldu. Bugün tarihimizin en büyük iç ve dış borcuna ve işsizlik oranına sahibiz. Ülkemizi yönetebildiğimiz söylenemez. Alacaklarını tahsil edebilmek için Deliyürek’ten Kurtlar Vadisi Irak’a 3 Dünya Bankası ve IMF’nin müdahaleleri inanılmaz boyutlardadır. Bürokrasi ülke çıkarlarından çok, yaptırım gücü olan Batılıların isteklerine göre tutum almaktadır. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerindeki gibi. Ülke, sorunlarını çözme konusunda her düzeyde tıkanmış görünmektedir. Tek umut Avrupa Birliği üyeliği gibi sunulmaktadır. İş çevreleri, siyasetçiler, onlara yakın gazeteciler ve bazı üniversite çalışanları Avrupa Birliği’ne üye olmakla kalkınılacağına, insan hakları ve demokrasi sorunlarının çözüleceğine inanmaktadırlar. AB üyeliğine mutlaka ulaşılması gerekmektedir, yoksa uygar dünyanın mutlu bir üyesi olmak fırsatı kaçacak; Türkiye yeni ortaçağın karanlıkları içinde kaybolup gidecektir. Bugüne kadar gelişmesi için her türlü devlet desteğinden yararlanan ama hiç bir zaman yeterli bir ulusal ve uluslararası güç haline gelemeyen burjuvazimiz, bu kez de umudunu AB üyeliğine bağlamış görünmektedir. Fabrika kurmak, üretim yapmak, mal satmak, rekabet etmek ona zor gelmektedir. Hele araştırma yapmak olağanüstü güç bir iştir. Dünyanın önde gelen büyük şirketlerine aracılık yapmak bile artık fazla gelmektedir. Cumhuriyet yönetimi boyunca siyasal iktidarların halkın ekmeğinden keserek onlara aktardığı kaynaklarla edindikleri zenginlikleri yabancılara satıp rantiye olmanın zamanının geldiğini düşünmektedirler. Kendilerine yapılacak ödemelerle diledikleri herhangi bir ülkenin sonradan görmeleri ile birlikte hakettikleri mutluluğu bulabileceklerini sanmaktadırlar. Böyle bir yaşamı kurmalarının mümkün olmadığını söylemek bir işe yarar mı? Galata Bankerleri’nin bile Avrupa sermayesine yaranamadığını, işlevlerini bitirdikten sonra yok olup gittiklerini anlatmanın bir yararı olabilir mi? Hayır, çünkü onlar düşüncelere değil, çıkarlarına bakarlar. Bugün kendilerine kuşaklar boyu yeteceğini sandıkları kaynakların efendileri tarafından kısa sürede yağmalanacağını ve beş kuruşsuz bırakılacaklarını anlatmaya çalışmak boşuna bir çabadır. Burjuvazi sadece İstanbul’da oturduğu düşünülen insanlar değildir denebilir. Anadolu’da da güçlenen oldukça becerikli (bazen yeşil olarak nitelenen) bir sermaye olduğu, inançlı insanların ve Almanya’da çalışan yurttaşlarımızın birikimlerini değerlendirme yeteneğini geliştirdiği hatırlatılabilir. Ama daha önce Adana’da, Ankara’da başlayan alçakgönüllü girişimleri dışa bağımlı hale getiren sürecin bunlar için de geçerli olacağını söylemek için Nostradamus’un yeteneklerine sahip olmaya gerek var mıdır? Bu durumda bir iki yüz yıl daha bocalayacak mıyız? Gelişmeler doğru değerlendirilmezse böyle olacağına kuşku yoktur. Kalkınma için güvenilen 4 Korkmaz Alemdar güçlerin güvenilecek yanı kalmamıştır. Göründüğü kadarıyla küresel efendilere hizmet önceliklidir. Bu konularda biraz kafa yormuş, Henri Guillemin adında bir Fransız araştırmacı kendi ülkesindeki gelişmeler için ilginç şeyler söylemektedir. Onun belirlemelerine göre, Fransız burjuvazisi ülke yönetiminde kendi işine gelen her politikayı ulusal politika olarak kabul ettirmekte başarılıdır. Fransız halkının bu politikaları desteklemesi için de gerekli önlemler alınır. 1870 yılında Bismarck yönetimindeki Prusya’nın tahrikleriyle bu ülkeye savaş açan Fransa, ilk çatışmaları kaybeder. Alman orduları Fransız topraklarına girer. Kaybedilen bir çarpışmadır. Fransa, savaşı sürdürecek, kaybettiği toprakları (Alsace ve Lorraine) geri alacak, Bismarck'a kafa tutacak, Alman birliğinin kurulmasına engel olacak güce sahiptir. Ama gelişmeler buna izin vermez. Çünkü Paris Komünü kurulur. İktidar burjuvazinin elinden çıkmaktadır. Bu tehlike karşısında Fransız burjuvazisi ordunun Almanlar karşısında yenilgisini kabul etmesini ve cepheden çekilmesini ister. Böylece ordunun cepheden çekilen güçleri Versay’da toplanıp Paris üzerine yürüyebilecektir. Alman orduları yerine Paris Komünü’nün, Cumhuriyetçilerin, yeni bir yönetim arayışındaki Fransız işçi sınıfının ezilmesi daha kolay olacaktır. Bütün bunlar ulusal çıkarları korumak için yapılır. (Nazım Hikmet yıllar sonra Paris'te 1789 devrimini yapanların Versay’a yürüyüşünü de hatırlayarak şöyle yazar: "Bir keresinde gülüm/Paris yürümüş Versay’ın üstüne/bir başka sefer/Versay Paris’i kurşuna dizmiş...") H. Guillemin, yönetici sınıfların ulusal politika diye kabul ettirmeye çalıştıkları politikaların aslında onların sınıfsal çıkarlarını yansıttığını anlatır. Fransa için anlatılanlar kaygı verici olsa da Türkiye için de geçerlidir. Uzun süren bir Soğuk Savaş dönemi, burjuvazinin sahip olabileceği bütün yaratıcılığı yok etmiştir. Öncülüğünü, üretkenliğini unutmuş, sadece parasal çıkarlarını korumaya odaklanmıştır. Yeni dünya düzenine kolaylıkla uyum sağlayacak esnekliktedir. Ulusal sorunlara duyarsızdır; her şeyi satıp gitmeye hazır hale gelmiştir. Kıbrıs ya da Güneydoğu farketmemektedir. Guillemin’in sözünü ettiği vurdumduymazlık burada da geçerlidir. Geçmişe bakıp bir özeleştiri yapmak yerine, daha önce başarıyla izlenmiş politikaların hatırlatılmasına bile tahammülü yoktur. Devletçilik, Köy Enstitüleri, dünya klasiklerinin yayımı, radyo ve televizyonda kamu yayıncılığı… Hiç birinin adı bile edilmemektedir. Kendi başarısızlıklarını başarı gibi anlatmada kuşkusuz elinde çok büyük bir ikna gücü vardır. Bu 1990’lı yıllardan bu yana dünya sistemine eklemlenmede sistematik biçimde kullanılan ticari radyo ve Deliyürek’ten Kurtlar Vadisi Irak’a 5 televizyon yayıncılığıdır. Kitle iletişim araçlarının bugünkü gücü insanı dehşete düşürecek boyutlardadır. Geçen yüzyılın başlarında kitle iletişim araçlarının kadını erkek ve erkeği kadın yapma dışında her şeyi gerçekleştirebileceği düşünülürdü. Bugün bunu da yapacak güce ulaşmıştır. Bunlara karşı ne yapılabilir? Kapitalizmin küreselleşme sürecini Tanzimat’tan bu yana çok ayrıntılı olarak yaşayan bir toplum olarak başımıza gelenler ve gelebilecek olanlar konusunda biraz kafa yorsak, sadece kendimize değil, insanlığa da büyük iyilik etmiş olacağız. Yoksa olanbitene aklı başında kimsenin yüreği dayanamayacaktır. Düşlerin sonu mu? Türkiye Soğuk Savaş’la birlikte donup kaldı, düşler alemine daldı. 1920’lerde dünyaya örnek olacak bir ulusal kurtuluş savaşı ve kalkınma hamlesinden yorgun düşmüş, Batı’nın sunduğu olanaklarla mutluluk aramaya başlamıştı. Siyasal iktidarları, kurumları Türk insanını bu düşe inandırmıştı. Şimdi rüyadan uyanmak zamanı. Kurtlar Vadisi Irak bu anlamda önemli, ama bu noktaya gelmek kolay olmadı. Nereden nereye gelindiği konusunda eldeki verileri gözden geçirmekte yarar var. Verilebilecek ilk örnek 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi sonrası yaşananlarla ilgilidir. Bu satırların yazarı, A.İ.T.İ.A. Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan adına katıldığı Genelkurmay Başkanlığı’nın bir bilgilendirme toplantısında, görevli subaylar tarafından şu bilgilerin aktarıldığına tanık olmuştu: Türkiye dünyanın çok önemli bir bölgesinde yer aldığı için pek çok ülkenin ilgisini çekmektedir. Özellikle doğu ve güneydoğu Anadolu bölgeleri Batılı araştırmacıların yoğun çalışmalar yaptığı bölgelerimizdir. Amerikalı, Kanadalı, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan, Hollandalı ve İsveçli bilim adamları bölgenin tarihini, kültürünü araştırmakta, geçmişin izlerini taşıyan yapıların onarımı için çaba sarfetmektedirler. Türkiye’nin en duyarlı bölgelerine onu rahatsız edecek biçimde ilgi gösteren ülkeler Batılı ülkelerdir. (Bu gerçeği o tarihte de hemen herkes biliyordu, ama bilmezlikten gelme ya da görmeme erdemli olmanın koşulu idi). Aktarılan bilgilerden sonra ulaşılan sonuç biraz garip olmakla birlikte şöyleydi: Türkiye’nin düşmanı kuzey komşusudur; asıl tehlike kuzeyden gelmektedir. 12 Eylül askeri harekatı sonrasında yapılan resmi değerlendirme bu doğrultudaydı. 6 Korkmaz Alemdar Bu görüşün Türk siyasetindeki ağırlığı önemlidir. Türkiye Batı’ya doğru olan yürüşüyünde öylesine önünü göremez hale gelmiştir ki, dost/düşman tanımı bilerek karıştırılmıştır. Soğuk Savaş’la birlikte zihinlere getirilen baskı, bir dünya görüşünün egemen kılınmasına gözü kapalı razı olmayı beraberinde getirmiştir. Batı kampında yer almanın her şeyi kolaylaştıracağı düşüncesi henüz yeni yeni geliştirilmeye çalışılan ulusal sanayiyi yok ettiği gibi, bağımsızlık düşüncesini de ortadan kaldırmıştır. Bu işbirliği siyasal iktidarları anlamsız bir rahatlığı itmiş, Sovyetler Birliği’ne karşı koşulsuz düşmanlık kampına katılmanın yarattığı rahatlık karşılığında içeride geniş kitlelerin sömürülmesine olanak verecek bir yapının oluşturulmasını sağlamıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın neden ve kime karşı kimlerin desteği ile gerçekleştirildiği unutulmuş/unutturulmuş, dostların düşman, düşmanların dost gösterildiği dönem başlamıştır. Kurtlar Vadisi Irak bu uygulamaların sonucu ortaya çıkan bir dönemin bir eleştirisidir. Hatırlatılması gereken bir başka nokta, 2001 yılında yapılan bir başka filmdir: Deliyürek Bumerang Cehennemi. Bu film Kurtlar Vadisi Irak’ın habercisidir. Çünkü 12 Eylül sonrasının anlamsız açıklamalarını bir kenara bırakarak Ortadoğu’da neler olup bittiğini anlatmaya çalışan bu filmdir. Bu filmin yapılabilmesi için ABD’nin Ortadoğu politikalarının gerçek boyutlarının kavranması gerekmiştir: Türkiye artık büyük müttefikinin neler yapmaya çalıştığının farkındadır. İçeride ve dışarıda ciddi güvenlik sorunları ile başetmeye çalışmaktadır. Eşref Bitlis ve Gaffar Okan cinayetleri ABD ile ilişkilendirilmektedir. Film bölgede Türklere çok benzeyen ve Türk gibi tanınan (Kasap Hasan), Türkçe ve Kürtçeyi çok iyi konuşan Amerikalı görevliden (Kuzey Dakotalı David), çoban kılığında PKK’ya hizmet eden boynunda haç taşıyan imamların varlığından söz etmektedir. Güneydoğu gerçekleri birdenbire değişmektedir. Hizbullah’ı destekleyen, Türk hükümetinin güvenlik kaygılarını boşa çıkarmaya çalışan, bölgede milyarlarca dolara ulaşan eroin, uranyum, kırmızı civa gibi çeşitli madenlerin kaçakçılığını denetleyen, bu arada Kürdistan’ın kurulması için çalışan güçler söz konusudur. Bunlar ABD’nin denetimi ve bilgisinde gerçekleşmektedir. Çünkü “ABD derin devletinin yetiştirdiği, kozmik bilgilerle donatılmış, gayri nizami harbi iyi bilenler” ABD Büyükelçiliğinin denetiminde çalışmakta, kullanabilecekleri herkesle işbirliği yapmaktadırlar. Bu öylesine büyük bir güçtür ki karşı koymaya çalışan herkesi ezip geçmektedir. Mezopotamya tarih boyunca iktidar mücadelesinin odağında bir bölgedir. Herkesin çıkarı ve ilgisi vardır. Bugün de dünyayı denetlemek isteyen güçlerin bu bölgenin denetimini Deliyürek’ten Kurtlar Vadisi Irak’a 7 ele geçirmek için uğraşması söz konusudur. Deliyürek Bumerang Cehennemi Kasap Hasan ya da Kuzey Dakotalı David’in roketle öldürülmesi ile son bulur. Ama ABD ve politikalarına yapılan göndermelerin Kurtlar Vadisi Irak kadar dikkatleri çektiği söylenemez. Kurtlar Vadisi Irak’ın katkısı Kurtlar Vadisi Irak üzerine yazılanlar ya da söylenenler ne ölçüde ciddiye alınabilir? Bir film gerçek dünyayı yansıtıyormuş gibi değerlendirilebilir mi? Bu nihayet bir sinema filmidir demelerine rağmen Amerikalı yetkililer neden filmi ciddiye alma gereği duydular ve ne kadar ilgi çektiğini görüp üzerinde durma gereği hissettiler. Neden? Çünkü hiç bir film nedensiz yapılmaz.1 Uluslararası gelişmeler konusunda Türk halkının ne düşündüğünü Amerikalıların film aracılığı ile izlediği söylenebilir. Kurtlar Vadisi Irak tarihin akışını değiştirecek değildir. Bir film olduğu için değil, Türkiye’de, Türkler için, onların da böyle bir içeriği alkışlayanlarının gelişmeleri etkileme gücü sınırlı olduğu için böyledir. Sinema, iktidarını uluslararası düzeyde güçlendirmeye ve yaymaya çalışan toplumların denetiminde önemli etkiler yaratabilir; kamuoyunu ve siyaseti biçimlendirebilir. Hollywood örneği bunun önemli kanıtıdır. Sadece film üretme kapasitesi ile değil, bu filmlerin pazarlanması, dünya ölçeğinde gösterimi sağlayacak örgütlenmelerin gerçekleştirilmesi ve bütün bu çabalardan elde edilecek gelirin güvence altına alınarak ABD’ye aktarılması bu gücün önemini ortaya koyar. Gücü sınırlı toplumların sinemaları için aynı yargıda bulunmak zordur. Tek bir filmin gösteriminin sağlanması bile zordur. İçerikten mutlu olmayanlar geçerliliği tartışmalı pek çok nedenle bu filmlerin kamuoyuna ulaşmasına engel olabilirler. Filmin hatta onu yaratan Kurtlar Vadisi isimli televizyon dizisinin çok ciddiye alındığı biliniyor. O kadar ki televizyon dizisi önce bir başka televizyon kanalı tarafından satın alındı, sonra parlak bir finalle sona erdirildi. Yani artık yok. Oysa dizi güncel gelişmeleri izliyor, herkesin anlayabileceği biçimde uluslararası gelişmeleri yorumlamaya çalışıyordu. Dizi hakettiği görkemli sonla bitirildi. Türkiye’nin çok önemli gazetecileri Hollywood’a 1 Ayrıntılı bilgi için bkn: Ignacio Ramonet (2001) Hollywood ve Vietnam savaşı (Çev: N. Tutal) Yıllık, s. 217-23; 8 Korkmaz Alemdar kadar gidip, ünlü oyunculara büyük paralar ödeyerek son bölümlerin çekimine tanıklık ettiler. Şu noktanın da vurgulanmasında yarar vardır: Kurtlar Vadisi Irak tuhaf bir biçimde küreselleşmenin yarattığı kuralsızlaştırma (deregulation) politikalarının da bir ürünüdür. Kuralsızlaştırma, herkesin bildiği gibi, Türkiye’de tekelleşmeyi arttıran, kamu yayın kuruluşlarını zayıflatan, meslek örgütlerinin gücünü ortadan kaldıran etkiler yapmıştır. Ticari televizyon kanallarının ortaya çıkması, rekabetleri Hollywood benzeri yapımların ortaya çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Daha çok macera, cinsellik, mafya öyküleri bu tür yapımların vazgeçilmez ögeleri olarak zaten keşfedilmişti. Al Capone öyküleri ile büyüyenlerin yaşadıkları coğrafyadaki olağanüstü etkileyici, karmaşık çıkar ilişkilerini konu alan dizi ve filmler yapması kaçınılmazdı ve başladı. Bu her şeyi denetlemeye çalışanların yeni yöntemler geliştirmesini zorunlu kılmaktadır. O nedenle, Kurtlar Vadisi Irak’tan duyulan rahatsızlık dile getirilse de fazla önemsendiğinin belirtilmemesi gerekir; gösteriminin güçleştirilmesi yeterli olabilir. Film için yapılması güç olan, filmi yaratan ve kamuoyunu etkilemeyi sürdüren dizi için yapılabilir. Örneğin daha çok para karşılığı bir başka televizyon kanalı tarafından satın alınması, sonra da ortadan kaldırılması sağlanabilir. Etkileyici bir sona erdirme için de son bölümlerin örneğin Hollywood’da çekilmesi düşünülebilir. Amerikan yapımları ile sıradan öyküleri izlemeye alıştırılmış kamuoyunun, yaygın iletişim araçlarının övgüleri ile ne büyük işler başarıldığına inanmaları bile sağlanabilir. Kurtlar Vadisi Irak bir derstir; iyi okunması, öğrenilmesi gerekir. Anlattıkları, her öykü gibi, bazen ilginç bazen çocukçadır. Ama bir ulusun yaşamı sadece öykülerle değil, gelişmeleri doğru anlayabilen, değerlendirebilen, bilgili kuşakların yönetiminde yüceltilebilir. Yakın geçmişin gelişmeleri bunu yeterince kanıtlamaktadır. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 9-36 Makale Irak’dan önce: Kurtlar Vadisi dizisi Zeynep Gültekin 1 Özet: Bu makalede son yılların en popüler dizisi Kurtlar vadisinin ana temaları, inşa ettiği kimlikler ve bunlarla sundukları incelendi. Bu inceleme akademik bilgiye katkı amacıyla ve İletişim dergisinin bu sayısına konu olan Kurtlar Vadisi Irak filmi için bilgilendirici bir ardalan kaynağı olması için tasarlandı. Analiz için veriler dizinin 55 bölümünden toplandı ve değerlendirildi. Araştırmanın en önde gelen bulgusuna göre, Kurtlar vadisinde ele alınan konular, bu konuların işlenişi ve kimlik inşaları özellikle vatan ve millet sevgisi ve devleti koruma adına, gayrimeşru yolları, şiddeti ve öldürmeyi meşrulaştıran bir şekilde kurgulanmaktadır. Film sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal eleştiri sunma yerine, ciddi şekilde baskı ve terör yoluyla var olan yapı insanın kendini ölesiye adamasıyla desteklenmektedir. Filmin sunduğu Temel görüşe göre, amaç için her araç ve yolun kullanımı meşrudur. Anahtar kelimeler: Kurtlar vadisi, mafya filmleri, devlet mafya bağı, filmde şiddet. Abstract: This article studied the main themes, constructed identities and presentations of themes and identities in the Valley of Wolves tv series. It was designed to contribute to the academic knowledge and to be reference source for the special issue of the Communication journal studying the Valley of Wolves Irak movie. Data for analysis were collected from 55 episodes of the serial. It was found that subjects of the Valley of Wolves, treatment of these subjects and construction of identities were set up to legitimize the illegal ways, violence and murder in the name of love of country and people and defense of Turkish state. The movie, instead of providing social, economic, cultural and political criticism, the existing system is defended by means of oppression and terror and by means of deadly dedication of men to the cause of defending the country and state. According to the main idea presented by the movie, the use of every means and ways for the cause are justified. Keywords: Valley of Wolves, mafia movies, mafia state connection, movie violence 1 Doktora Öğrencisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 10 Irak’dan önce GİRİŞ Televizyon, gündelik yaşam deneyimlerinin bir parçası olmakla birlikte, yaşamın anlamlandırılmasında, duygu ve düşüncelerin, önceliklerin, yaşam tarzlarının biçimlendirilmesinde yol gösterici mesajlar gönderen bir araçtır. Lippmann kitle iletişim araçlarının, gerçek dünyayı çarpıtarak yansıttıklarını; bu çarpık yansının da insanların "kafalarındaki görüntüleri" meydana getirdiğini belirtir. Televizyonun özelliği, malzemesini gerçek dünyadan almakla birlikte, bu malzemeyle kendine özgü bir dünya çiziyor olmasından kaynaklanır. Televizyon ekranlarında gerçek dünya değil, gerçek dünyadan unsurlarla ve bu unsurların temsilleriyle kurulan bir dünyayı sunulur. Programlarıyla dünyayı görünür kılan televizyon böylece bütün gerçekleri görünür statüsüne indirger ve gerçeğin elde edilebilirliği yanılsamasını verir. Dünyayı değişmez görünümler yapan televizyon, aynı zamanda modern insanın yaşam biçimini anlatır: serilerle, dizilerle, Kurtlar Vadisi'yle, Popstar'la, belli çevrelerdeki 20. yüzyıl yaşamının açık uçluluğunu, şekilsiz ve biçimsizliğini günlük toplumsal yaşama ağırlık vererek biçim ve kapanma (ev, aile, çevre) arzusuyla barıştırır (Erdoğan ve Alemdar, 2005: 168). İlkel toplumlardaki "ritüellerin" ve "mitlerin" yaptığı şeyleri çağdaş toplumlarda televizyon yapmakta ve bugünkü toplumlarda yepyeni mitlerin üretilmesine önayak olmaktadır (Kaplan, 1993: 79). Gelişmiş kapitalizmdeki yayın araçlarının merkezi rolü, mitolojinin ve egemen ideolojileri üretmektir ve bu televizyon ve dizilerce yapılır. Eco’ya göre kitle iletişim araçları sadece ideolojileri taşımakla yetinmez; çünkü bu araçların bizatihi kendileri birer ideolojidir (1991: 94). Televizyonun en önemli formatı olan dizi filmler, egemen ideoloji işlevi görürler ve böylece, "topluma uyumlu, sosyal yapıya entegre olmuş bireyler yaratarak, toplum işleyişinde ortaya çıkacak çatlakları engelleyerek ve yerleşik değerlerin yaygın hale gelmesiyle toplumun işleyişini kolaylaştırırlar (Parkan, 1989:80). Farklı yaşam biçimlerinin konu edildiği diziler toplumun hemen her kesiminden izleyiciye seslenirler. Dizilerde olay örgüsünün basit dokulu, dolayısıyla da kolay anlaşılır olması, olay dizisinin basit neden-sonuç ilişkisine dayandırılması, bu tür kültürel ürünlerin toplumun geneli tarafından izlenmesinin önemli bir nedenidir. Diğer yandan, bu tür dizilerde çoğunlukla toplumda gündelik yaşamdaki toplumsal öğeler ve motifler kullanılır. Dolayısıyla da izleyiciler dizide geçen olayları, işlenen durumları, yer alan kişileri kendilerine, kendi yaşamlarına yakın bulur ve sahiplenirler. Asmalı Zeynep Gültekin 11 Konak, Zerda, Bir İstanbul Masalı, Deli Yürek, Kurtlar Vadisi gibi dizilerin çok tutulması ve izlenmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Kurtlar Vadisi Türkiye’de yayınlandığı sürelerde birçok kişi tarafından izlenmiş ve sevilmiştir. Dizinin olay dizisi ile ülkenin gündeminin örtüşmesi ve dizide işlenen temalar izleyicinin ilgisini çekmiştir. Nedeni ne olursa olsun Kurtlar Vadisi toplumda büyük ilgi görmüş ve insanların yaşamlarının çeşitli alanlarına da bir biçimde sızmıştır. Bu çalışmada, bu tür yapıtların Türkiye’de çok az incelendiği göz önünde bulundurarak, dolayısıyla, bu bağlamda bilgi birikimine katkıda bulunmak amacıyla, dizinin konusundaki temel temaları ve karakterler belirlenmeye çalışıldı. Ayrıca, İletişim dergisinin bu sayısına konu olan Kurtlar Vadisi Irak filmi için bir ardalan bilgilendirme de amaçlandı. Bunların yanında, böylesine geniş toplum kesimlerine yayılan ve etkide bulunan bu kültürel ürünün ele alınması, dizinin neden bu kadar üzerinde durulduğuna ve incelemelere konu olduğunu anlamaya da katkıda bulunabilir. YÖNTEM Çalışma, dizinin var olma biçimini ve sürecini, kendine özgü niteliklerini anlamaya çalışmasını içeriğinde sunulanların doğası bağlamında ele alan niteliksel bir incelemedir. Temalar ve karakterlerle ilgili verileri toplamak ve analiz etmek için 2003-2005 yıllarında toplam 97 bölüm yayınlanan dizinin 55 bölüm izlendi.. Dizinin geneli hakkında bilgi edinmek için bir yıllık (55 bölüm) yayınlanan bölümün izlenmesi yeterli olacağı düşünüldü. Dizinin konu anlatımı açısından diğer bölümlere dair bilgiler internetteki bilgilerden yararlanılarak oluşturuldu. DİZİNİN GENEL KARAKTERİ “Kurtlar Vadisi” adlı televizyon dizisi Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından biri olan Show TV’de prime-time’da, ilk bölümü Ocak 2003’de yayınlanmaya başlamıştır. Yapımcılığını Osman Sınav’ın üstlendiği, Pana Film imzası ile ekranlara gelen dizinin senaryo yazarlığını Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener ve Ahmet Yurdakul, yönetmenliğini önce Osman Sınav sonra Serdar Akar, proje danışmalığını ise Soner Yalçın gerçekleştirmiştir. Gökhan Kırdar’ın müziği ile perşembe günleri yayınlanan dizi, izlenme oranları raporlarına göre (www.medyacafe.com), uzun süre Türkiye’nin en çok izlenen dizisi olmuştur. Üstelik Türk takımlarının UEFA kupasındaki maçlarından bile çok izlenmiştir (Akbaş, 2004: 22). Örneğin, dizinin 25 Mart 2004 tarihinde yayınlanan 43. bölümünün izlenme oranı % 16,3’tür. Aynı gün 12 Irak’dan önce oynanan Valencia-Gençlerbirliği maçının izlenme oranı % 14, 3’tür. Dizinin özet bölümleri bile çoğu zaman izlenme oranı açısından kendi saat diliminde ilk üç sıralamasında yer almaktadır: 13 Mayıs 2004 tarihinde dizinin bir önceki haftasına ait özeti % 12,1 izlenme oranı ile üçüncüdür (Özçelik, 2004: 26). 9 Kasım 1996’da Türkiye, Susurluk yakınlarındaki trafik kazasıyla ortaya çıkan, yer altı dünyasıyla “devlet” arasındaki yakın bağlara ilişkin haberlerle (Bovenkerk ve Yeşilgöz, 2000:7), medya içinde değişim yaşanmıştır. O andan itibaren mafya, Türkiye’de günlük haber haline gelmiş, ülkedeki yasa dışı etkinlikler (yolsuzluk, kaçakçılık, kara para aklama çabaları vb) mafya-polissiyaset ilişkileri içerisinde ele alınmaya başlanmıştır (Güngör, 2002: 912). İçeriklerin bu yöne kayması televizyon dizilerine de yansımıştır. Dizilerde yavaş yavaş mafyadan kesitler görülmeye başlanırken, tamamıyla mafya üzerine kurulan yapımlar da ortaya çıkmıştır. Bu açıdan Kurtlar Vadisi dizisi de doğrudan mafya konulu bir dizi olarak tanımlanabilir. Dizinin böyle bir tür olarak değerlendirilmesinde, dizinin yaratıcısı, yapımcısı ve yönetmeninin (Osman Sınav) bir röportajında neden mafya dizisi çektiğine dair söyledikleri de dikkat çekicidir: “Türkiye’nin milli gelirinin yarısı mafyadan bu karanlık ve puslu vadiden geçiyor vergilendirilmiyor. Bu para, Türkiye’deki masum her vatandaştan kesilmiş toplumsal bir haraçtır. Bu durumu diziye aktarmaya çalıştık” (Uskan, 2004: 16). “Türkiye’nin böyle bir diziye ihtiyacı var çünkü ülke aslında coğrafyasıyla, Batı’dan, Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’a kadar giden bir vadi şeklinde. Türkiye, dünyanın Kurtlar Vadisi’nde yer alan bir ülke. Burada olanları deşifre etmek gerekir” (Çapa, 2003: 30). Bununla birlikte dizinin konsept danışmanı gazeteci Soner Yalçın, Zaman gazetesine verdiği röportajda Türkiye’de yıllardır mafya dizisi diye lokal olarak hareket eden ve aksiyoner yönü öne çıkan kabadayıların anlatıldığı filmlerin gösterildiğini; ancak Kurtlar Vadisi’nin mafyanın, güçlü, organize hatta uluslararası ayakları olan bir organizasyon olduğunu ortaya çıkardığını, 1980’lerin başından itibaren uluslararası konjonktüre bağlı olarak Türkiye’de mafyanın ciddi yapılar olarak ortaya çıktığını, organizasyonun elde ettiği ekonomik güç ve kurumlar nezdinde söz sahibi olma çabasıyla devleti ele geçirmeye çalıştığını; dizinin de bunları kendisine konu edindiğini belirtmektedir (Çapa, 2003: 29). Mafya dizi özelliğini, kullanılan müziklerde de görmek mümkündür. Dizinin müziklerini yapan Gökhan Kırdar’a göre, dizi içinde silahların olması, aksiyon içermesi, gerilimli ve sert olması müziğinde böyle bir yapıda olmasını gerektirir (www.gokhankirdar.org/ haber.htm). Zeynep Gültekin 13 DİZİNİN ANA TEMASININ İŞLENİŞİ Başlangıç Ali Candan, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni yeni bitirmiştir. Hayatında her şey sıradan gibi görünse de herkesten sakladığı bir sırrı vardır. Bu sırrı ne ailesine, ne en yakın dostuna, ne de sevdiği nişanlısı Elif’e söyleyebilmiştir. Çünkü bu sır devlet güvenliğini sarsabilecek öneme sahiptir. Ali, kütüphane görevlisi olarak bilinen ama devletin gizli bir örgütü olan KGT’nin (Kamu Güvenlik Teşkilatı) yöneticilerinden ve derin devletin uzantısı olan Arslan Akbey tarafından devlet adına yapılan birçok operasyona katılmıştır. Ancak son görevi diğerlerinden hayli farklıdır. Türkiye’deki en büyük mafya oluşumu olan Kurtlar Konseyi’nin içine sızması ve Konsey’i çökertmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmek için yüzünü, kimliğini ve anılarını geçmişte bırakır. Yüzü estetik ameliyatla değiştirilen Ali Candan artık Polat Alemdar kimliğini taşımaktadır. Başta ailesi ve nişanlısının şüphelenmemesi için tüm gazetelerde ve televizyonda Ali Candan’ın bir trafik kazasında öldüğü haberi yer alır. Operasyonun birinci bölümü tamamlanmıştır. Kurtlar Konseyinde güç ve cürüm ilişkileri Arslan Akbey, Kurtlar Konseyi’nin içine sızmanın çok güç olduğunu bildiğinden Polat’ı mafya aleminde sözü geçen Emmi’nin yanına yerleştirir. Mafya, Polat Alemdar’ı Emmi’nin Almanya’dan gelen yeğeni olarak tanır. Emmi, aradan kısa bir süre geçtikten sonra faili meçhul bir cinayetin kurbanı olur; ama aslında Arslan Bey “Polat Alemdar” sırrını kendisi dışında kimsenin bilmesini istemediği için Emmiyi öldürmüştür. Polat, Emmi’nin boşalan koltuğuna oturur. Kendisine en yakın gördüğü kişi de Emmi’nin sağ kolu olan Seyfo’dur. Ancak Polat’ın mafyanın içine girmesi İstanbul’un sefiri olma yolunda hızla ilerleyen Süleyman Çakır ile tanışmasından sonra gerçekleşir. Süleyman Çakır, Kurtlar Konseyi’nin yakından takip ettiği bir isimdir. Bunun en önemli nedeni de Konsey üyelerinden Laz Ziya’nın kızı Nesrin’le evlenerek Laz Ziya’nın damadı olmuş olmasıdır. Zaman içinde Polat ve Çakır hem can dostu, hem de iş ortağı olurlar. Çakır’ın İstanbul sefiri olmasından sonra Polat da Konsey’in dikkatini çekmeyi başarır. Ali’nin ölümünün ardından nişanlısı Elif, arkadaşı Deli Hikmet ve ailesi duygusal bir yıkım yaşarlar. Elif, yeni tanıştığı Polat’a yakınlık duyarken öldüğünü sandığı nişanlısına saygısızlık da etmek istemez. 14 Irak’dan önce İstanbul Sefiri olmayı hayal eden Kurtlar Konseyi üyelerinden Tombalacı, Çakır’ın İstanbul Sefiri olmasını bir türlü içine sindiremez. Bunun üzerine Tombalacı ve Çakır arasında bir savaş başlar. Birbirlerinin birçok işini baltalayan Tombalacı ve Çakır arasındaki savaşın fitili, Tombalacı’nın, Çakır ve Polat’ın açtığı yeraltı kumarhanesini basması ve kumarhanedeki birçok kişiyi öldürmesiyle (ki bunlardan biri Çakır’ın kız kardeşi Derya’dır) ateşlenmiş olur. Ama gene aynı kumarhane Tombalacı’nın da mezarı olur. Çakır ve Polat, Tombalacı’yı kaçırıp sözü edilen kumarhanede işkence yaparak öldürürler. Çakır ve Polat’ın yıldızı Konsey ile bir türlü barışmaz. Çakır ve Polat, Tombalacı olayından sonra, Konsey’in önemli bir üyesi olan Testere Necmi’nin İstanbul’da uyuşturucu satmasını engellerler. Necmi de bunun üzerine, Tombalacı gibi, Çakır’ı ve Polat’ı ortadan kaldırmanın yollarını arar. Bu planında kısmen başarılı da olur ve Çakır’ı pusuya düşürerek öldürür. Çakır’ın ölümünden sonra Polat tek başına kalır. Mafya aleminde ayakta kalabilmek için kendisine yeni bir ekip kurar. Ekip; Çakır’ın sağ kolu olan Memati, Seyfo, Güllü, Abdülhey’den oluşur. Mafya etrafında bu gelişmeler yaşanırken, derin devlet içerisinde de çatlaklar oluşmaya başlamıştır. Kamu Güvenlik Teşkilatı (KGT)’nın çalışma stilini beğenmeyen bazı üst düzey devlet yöneticileri Arslan Akbey’in öldürülme kararını vermişlerdir. Arslan Bey öldürülür. Polat’ın Ali olduğunu bilen kimse kalmaz. Bunun üzerine Polat kimliğini kanıtlayabilmek için Arslan Bey’in evine gider, günlük bulur ve aslında Ali’nin de Efe olduğunu öğrenir. Öğrendiği başka bir şey de Abdülhey’in de devlet için çalıştığıdır. Elif, Ali’nin ölmediğini öğrenir, ipuçlarını takip eder ve Ali’nin yetimhane arşivlerine ulaşır. Yetimhane görevlisi Ali’yi hatırlar bir şeyler anlatır ancak bilgilerini yaymaması için öldürülür. Nergis Karahanlı kızının yardımlarıyla hayata döner. Doğu Bey, KGT’yi yeniden canlandırmaya çalışır. Dış ilişkileri korumak için Polat’a çeşitli görevler verir. Kıbrıs’a gider Rauf Denktaş’la Kıbrıs’la ilgili görüşür, bir yandan da Ali Candan’ın kim olduğunu öğrenmeye çalışır. Konseyde bozulmalar olur ve Hüsrev Ağa, Kılıç tarafından öldürülür. Hüsrev Ağa yerine Halil İbrahim getirilir. Halil İbrahim’i cezaevinden kaçırarak Polat Baron’un gözüne girer, onunla yakınlaşır ve en sonunda da Baron’u korumaya başlar. Polat’ın Baron’la yakınlaşmasından hoşlanmayan Memati sokaklara döner. Nesrin Rus Mafyası ile anlaşma yapar, Laz Ziya’dan korunmak için Memati’yi yanına alır. Memati, Ruslar tarafından vurulur, yoğun bakıma alınır. Polat intikamını alır ve hepsini öldürür. Karahanlı, Ali’nin kendi oğlu olduğunu öğrenir bunu ailesindeki Zeynep Gültekin 15 herkese ve aynı zamanda Ömer Efendi ve ailesine anlatır. Baron, dünyayı yöneten küresel konsey tarafından Türkiye’deki karışıklıklar nedeniyle cezalandırılır ve öldürülür. Bundan sonra yeni Baron Polat olur. Tüm konsey üyelerinden bilgileri alır. Polat, anlayamadığı güçler tarafından dış ülkelerde görevlendirilir. Bu görevler başarıyla geçer bu sırada konsey üyelerinin bir kısmı öldürülür, bir kısmı kaçar ya da tutuklanır. Bundan sonra Polat, tüm gerçekleri anlatır. Elif’i, Nergis’i ve Safiye’yi kaybeder. Ömer Efendi’leri ise İstanbul dışına gönderir. Polat, dünya baronlarının önüne çıkar, onlarla konuşur, bu görüşmeden sonra ise Amerika’dan Türkiye’ye döner ve Abdülhey, Memati, Güllü ile birlikte mahkemeye çıkar ve tüm gerçekleri, yaşadıklarını anlatırlar. Sonunda ise masum olduklarına inanılır ve serbest kalırlar (www.kanald.com.tr/dizi/kurtlarvadisi). DİZİ KARAKTERLERİNİN ÖZELLİKLERİ Kurtlar Vadisindeki dizi karakterlerinin tarihsel geçmişi ve ilişkileri sadece önde gelenler ve Kurtlar Vadisi Irak filminde yer alanlar için verildi. Süleyman Çakır (Oktay Kaynarca) Babası cami avlusunda öldürüldükten sonra kardeşi ve annesine bakmak için okumaz ve İstanbul sokaklarında nohut pilav satmaya başlar. Nohut pilav sattığı bir gün zabıta tarafından yakalanır. Zabıta, Çakır’ı korumaya çalışan kardeşi Derya’yı tartaklarken Çakır zabıtayı bıçakla öldürür ve ilk cezaevi macerası başlar. Bundan sonra artık yasal olmayan işlere girer ve giderek “büyük“işler yapar. Bu işlerini yaparken haklıyı haksızdan ayırt ederek kendi adalet sistemini de kurar. Küçük işlerden (zar atma, haraç alma) giderek büyümeye başladıkça mafyayla tanışır. Bu sırada ünlü mafya babası Laz Ziya’nın kızı Nesrin’le evlenir, mafyanın içine girer ve onların tetikçiliğini yapar. Büyük mafya babalarının işlerini zorlaştıran, yollarına taş koyanların ortadan kaldırılmasını sağlayarak gözlerine girmeye çalışır. Dizinin ilk bölümü Çakır’ın birden fazla mafya babasını öldürme sahneleri ile başlar. Bu ölümleri gerçekleştirerek dikkatleri çeker ve ödül olarak kaçak kumarhane açmasına izin verilir. Verilen işleri yerine getirmesi ile kendisine İstanbul sefirliği verilir ancak bu sırada öldürülür. Çakır dizinin ilk bölümlerinde para canlısı, muhteris, gözünü kırpmadan vahşice adam öldürebilen, tipik bir “doğustan katil olan biridir. Mafya çarkının en küçük bir dişlisi olabilmek için feda etmeyeceği şey yok gibidir, gururu (el öpmek, özür dilemek, öldürme kararını almış olmasına rağmen affetmek vb gibi) da dahil. Senaryo geliştikçe, aynı Çakır merhametli, ailesine bağlı, sözünün eri, vatanperver, dost canlısı, 16 Irak’dan önce onurlu ve bonkör bir adam olur. Ondaki bu değişim Polat Alemdar’la dostluğunun ilerlemesiyle atbaşı gider (Cantek, 2004: 2). Bu dostlukla birlikte Çakır aslında iyi bir mafya babası olmuştur; güçsüzün yanında olmaya çalışır, hakkını aramak ve korumak için kendi adaletini oluşturur. Çakır, yasal olmayan yollarla kazanç sağlar bunu güç elde edebilmek amacıyla yapar. Gerektiğinde sahip olduğu gücü ve parayı gereksinim duyan insanlara verir (Kanlıca’daki evlerin tapusunun mahalle sakinlerine geri verilmesi vb). Çakır daima sert, ciddi, acımasız tavırlarını sergilerken bu özelliklerini görsel olarak da destekleyen unsurlar vardır; aniden güler ve sinirlenir bunu mimikleri ile belli eder, çoğunlukla kravatsız takım elbise giyer, lüks arabaları kullanır hatta özel şoförü vardır, gücünün destekçisi silahı hep yanındadır. Polat Alemdar (Necati Şaşmaz) Ali Candan olarak Kanlıca’da müezzinin evlatlık oğludur. Tüm yaşamı bu mahallede arkadaşı Deli Hikmet ve sevgilisi Elif Eylül’le geçer. Kütüphane görevlisi olarak bilinen Arslan Akbey ise en büyük akıl hocasıdır. Bu hoca onu Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya ikna eder ve ardından da kendi biriminde çalışan elemanı yapar. Ali Candan bu gizli birim için çeşitli görevlerde bulunur. En son görevi ise İstanbul’a gelip yüzü ve kimliğini değiştirerek ülke için tehdit oluşturan mafyanın içine sızmak ve onu çökertmektir. Bunu yapmak için kimliğinden, yüzünden, ailesinden ve sevdiklerinden vazgeçer. Yeni hayatına Emmi olarak bilinen bir dönem devlet için çalışmış eski kabadayının Almanya’dan gelmiş yeğeni olarak başlar. Kendisinin Ali olduğunu sadece Arslan Bey ve Emmi bilir. Bir süre sonra Ali’nin Polat olduğu anlaşılmaması için Emmi, Arslan Bey tarafından öldürülür. Polat Alemdar olarak yeni hayatına Arslan Bey tarafından çalıştırılır. Mafya ortamında ismi ilk kez, kendi mahallesine el koymak isteyen arazi mafyasına karşı, tek başına mahalleyi savunma işiyle duyulur. Bundan sonra olaylar hızla ilerler ve Çakır’la dost olmaya kadar gider. Emmi’nin ölmesi, Çakır’la dostlukları ile artık mafyanın içindedir. Bu sırada Elif ve ailesi ile de iyi kalpli kabadayı/mafya üyesi Polat Alemdar olarak ilişki kurar, onları uzaktan uzağa korur. Arslan Bey’in de yardımları ile yaptığı her hareket de de onu olumlayan söylemler vurgulanır. Arslan Akbey (Selçuk Yöntem) Gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucusu Kuşçu Başı Eşref’in torunu olan Arslan Bey, aile geleneği sürdüren, Kamu Güvenlik Teşkilatı isimli gizli birimin başıdır. Dizide belki en çok milliyetçi düşünceyi Zeynep Gültekin 17 vurgulayan kişidir. Arslan Bey’e göre sistemi, devleti tehdit eden mafyayı çökertmek gereklidir bu da ancak onların içine sızarak yani kaleyi içten fethederek yapılabilir düşüncesi ile Ali/Polat’ı yetiştirir ve görev verir. Hiç kimsenin bilmediği bir ofisi vardır son teknoloji kullanılarak döşenmiş ofisinden dış dünyayı kontrol eder. Her ne kadar başında olduğu kurum resmi olarak tanınmasa da, devlet tarafından başvurulur. Devlet adına operasyonlara gider istenileni yapar ama devletin üst düzeydeki görevlilerine güvenmediği için yaptığının bir kısmını kendi doğrularına saklar (mafya babalarından birine ait olan silahların kaçırılmasına engel olur, bunu bildirir ancak silahları teslim etmez saklar). Sistem içinde kural tanımamazlığı onu tehdit unsuru haline getirir. Öldürülerek tehdit unsuru ortadan kaldırılır. Memati Baş (Gürkan Uygun) Annesi Memati’yi doğururken öldüğü için ismi Memati, yani “ölüm” koyulur. Küçük yaşta olduğu için hapishane yerine ıslahevine gönderilir. Burada kendinden büyükler tarafından tacize uğrar. Tacize uğradığı bir gün, Çakır tarafından kurtarılır ve bundan sonra Çakır’ın sağ kolu olarak onun yanında yer alır. Çakır’ın tüm kirli işlerinden (adam öldürme, haraç toplama vb.) haberdardır ve hatta pek çoğunu kendisi gerçekleştirir. Çalışanlar için Çakır’dan sonraki patrondur. Hayatı Çakır’ın emirleri üzerine kurulmuştur, sorunların çözümleri için kesin ve kolay çözüm yolu olarak öldürmeyi seçer. Kimi zaman Çakır’ı öldürmeyi tercih etmeyip beklemesi nedeniyle eleştirir ve “siyaset bizim işimiz değil” diyerek uyarır. Fiziksel özellikleri, duruşu, çok nadir konuşması ve vazgeçemediği silahı ile Çakır’ın ölüm makinesi tanımlamasına görsel olarak uyar. Çakır’ın ölümünden sonra Polat’ın sağ kolu olur. Abdülhey (Kenan Çoban) Dizinin ilerleyen bölümlerinde Çakır’ın sağ kolu gibi birine Polat’ın da ihtiyaç duyması üzerine diziye dahil olur. Devlet için pek çok kez çalışmış, Güneydoğu dağlarında bulunmuştur, yeni görevi ise İstanbul’da mafya içine sızmış devlet görevlisinin sağ kolu olmaktır. Polat’ın polislerden kaçmak üzere parka saklanması ile parkın çöplerini toplayan üstü başı dökülen bir çöpçünün Polat’la konuşmasıyla ilk kez karşılaşırlar. Biri mafya üyesi (derin devletin adamı) diğeri çöpçü olan bu iki kişinin ilişkisi başlamış olur. Zaman Abdülhey’in lehine işler, çöpçülükten mafya üyeliğine terfi eder ve Polat’ın sağ kolu olur. Hiç konuşmaz, duygu ve düşüncelerini mimikleri ile anlatır. Başkası yaptığında onu öldürebilecekken kendisine takılan ve onun tam tersi çok konuşan Erhan’a sesini çıkarmaz ve hatta onu korur. 18 Irak’dan önce Güllü Erhan (Erhan Ufak) Dizinin ilerleyen bölümlerinde katılır. Isparta’nın köyünden dayısı Seyfo Dayı’nın yanına gelir. Kendisini mafyanın içinde bulur ve dayısı bu düzenden onu uzak tutmaya çalışsa da Erhan bu konuda ısrar eder. Köyden yeni gelmiş olan Erhan dayısının tüm kısıtlamalarına karşın büyük şehrin havasına kendisini kaptırır; eline silah alır, kadınlarla gönül eğlendirir ancak içinde hiç kötü niyet beslemez sadece Polat’ın söylediği sözlere uyar ve onun verdiği öğütleri ciddiye alır. Diğerlerinden farklı olarak kırmızı gömlek ve çizgili takım elbise ve ceket cebinde kırmızı gül takarak delikanlı kimliğini yeniden tanımlar. Saçlarının kıvırcık olması ve burgulu bıyıkları masumane konuşmaları ile diğerleri tarafından eğlence kaynağı olur. Baron (Zafer Ergin) Mehmet Karahanlı, 1980’den sonra kendisine yollar açarak görünürde başarılı işadamı gözüken ancak acımasız, mafya babası konseyin başıdır. Gizli servislerle bağlantıları vardır. ABD yanlısı politikaların savunucusu ve sözcüsüdür. Nergis Karahanlı’nın kocası, Safiye Karahanlı’nın babasıdır. Geçmişte oğlu Efe kaçırılmış ve kendisinden bir daha haber alınamamıştır. Bu nedenle kızını korumak amacıyla Fransa’ya göndermiş ve orada büyümesini sağlamıştır. Kılıç, sağ koludur; aldığı kararların uygulamasını Kılıç’a bırakır. Çeşitli dernek ve vakıfların başkanlığını yapar gözükmekle birlikte bunlar üzerinden silah kaçakçılığı, para aklama, uyuşturucu ticareti gibi yasadışı faaliyetleri yapar. Önemli olan kazanılacak paradır. Bunun için ülkesini, insanlarını ve hatta ona bağlı olan mafya üyelerini satabilir. Dizide iyi karakterlerin tam karşısında kötü olarak sunulur çünkü kurulu düzeni tehdit eder. Yasalar ve devlet onun kazanacağı şeyler için bir araç olarak kullanılır. Güvenlik nedeniyle İstanbul dışında lüks bir villa da yaşar. Ulaşımını lüks arabalar veya helikopterlerle sağlar. Sert, sesini yükseltmeyen, soğukkanlı, tek başına karar alan, sözü dinlenmediğinde acımasız kararlar alabilen, konsey üyeleri dışında kimseyle yüz yüze görüşmeyen gizemli biri olarak otoritesini pekiştirir. Güç her zaman onun elinde olmalı ve o yönlendirmelidir. Kendisine karşı gelen tek kişi kızı olmuş ve ona rağmen İstanbul’da kalmıştır. Hemen her konuda bilgi sahibidir, kendisini ve otoritesini tehdit eden tek kişi vardır; bir anda ortaya çıkan kim olduğuna dair bilgi bulunmayan Polat Alemdar’dır. Yaptıklarını takip eder ve en sonunda dost mu, düşman mı olduğunu anlamak için kendisi ile yüz yüze görüşme kararı alır. Dizinin ilerleyen bölümlerinde Polat’ın kaybolan oğlu Efe olduğunu anlar ancak bu sırada Dünya baronlarının kararı ile öldürülür. Boşalan tahtına oğlu Polat geçer. Zeynep Gültekin 19 Hüsrev Ağa (Baykal Saran) Güneydoğu’dan göç etmiş hala orayla bağları olan uyuşturucu ticareti yapan üyelerdendir. Gelenek ve göreneklerine bağlı, inançlı biridir. Uyuşturucu satmasına rağmen, çevresindeki insanların bunu kullanmasına tahammül edemez. Kızı Nazlı’yı kendisi okuyamadığı için yurt dışında okutmuştur. Kızı çalışmak istediğini söylediğinde ben seni çalışmak için okutmadım diyerek ataerkil düzenin sözcülüğünü yapar. Kızı ile arasında ki ilişki mesafelidir, kızını sever ama hep işleri vardır ve hep uzaktır. Nazlı, evde boş oturmaktan sıkılıp yeni arkadaş edinir. Bu arkadaş ise kendisini eroine alıştırıp tecavüz edecek olan Erdal’dır. Hüsrev Ağa, böyle bir lekeyi taşımak istemediği için kızına aşırı dozda eroin yaptırıp öldürterek “namus”unu temizler. Diğer konsey üyelerinin evlerine göre daha geleneksel biçimde döşenmiş bir villada yaşar. Çiftliği vardır, at yetiştirmesini ve ata binmesini sever. Gelenekçiliğini uyuşturucu ticaretinde bile gösterir; eroin yerine uyuşturucu haplarla ilgilenmesi gerektiği söylediğinde reddeder. Rus mafyası ile ilişkilerini ilerletmesi üzerine Baron tarafından öldürülür. Samuel Vanunu (Nişan Şirinyan) İsraillidir, Konsey’in dış politikasına yön verir. Ortadoğu konusunda uzmandır, dış istihbaratlarla ilişkisi güçlüdür. Baron her türlü dış müdahale kararlarında ve ortaklıklarda ona danışır. Dizinin sonlarına doğru gizli ilişkiler kurar ve konseyin dağılmasında önemli rol oynar. Ömer Baba (Emin Olcay) Ali Candan’ı çocukları olmayınca evlatlık alan Ömer Candan’dır. Dizide mafyanın bilge kişisi, hatırı sayılan, sözü dinlenen kişidir. Uzlaştırıcı yapıya sahiptir bunda müezzin olmasının önemli etkisi vardır. Hoşgörülü, çözüm bulucu konumdadır. Yeniye karşı hoşgörülüdür ama bağlı olduğu değerlerden kopmaz. Sık sık eskiye özlem duysa da bu özlem onun tutuculuğunun bir sonucu değildir. Gündemi takip eder, devletin varlığını, onun kuruyuculuğunu kabul etmiştir. O’na göre devletin polisi, mahkemeleri herhangi bir sıkıntıyla karşılaşıldığında çözümde yardımcı olacak bir adalet sistemidir. Bir çok konuda görüşünün alındığı bir özelliği vardır. Kadercilik Kuran-ı kerime göndermeler yaparak vurgulanır. İnsanların yaşadığı olayların Allah’ın takdiri dışında gerçekleşen amaçsız bir doğa olayı olmadığı, tersine tamamen Allah’ın iradesi ile gerçekleştiği üzerinde durulur. Hoşgörülü olmayı, uzlaşmacı olmayı ve hayatı anlamayı, tasavvuf inancından, Yunus Emre’den, Mevlana’dan, Kurandan alıntılar yaparak dükkanına gelenlere aktarır: 20 Irak’dan önce Karşılıksız sevmek analıktır, babalıktır. Benim bir gücüm yok. Rabbimin tattırdığı bir babalığım var elimde, sizin güç dediğiniz benim nasip dediğim. Mevlana der ki, sende ne en iyiyse insanlara ondan ver. TÜRÜN TEMEL TEMALARINDA İŞLENENLER Genel Televizyon dizi türlerinin en yaygın alt kategorileri, içerdikleri karakterlerin mesleklerine göre adlandırılmakla oluşmuştur, örneğin, polisiye, dedektif, avukat, doktor, kovboy ya da gazeteci dizileri gibi. Televizyonun en popüler dizileri polisiye türünde olanlar ya da suçla ilgili konulan içeriklerinde barındıranlardır. Televizyondaki suç dizileri kitle iletişim endüstrisinde, üretim ve tüketim açısından çok önemli bir yerdedir. Tüm insanların kafasında örgütlü suç ya da mafya dendiğinde bazı, imajlar ve yargılar oluşmaktadır. Bu imaj ve yargıların hepsi kişisel deneyimlerle elde edilmiş değillerdir. Kitle iletişim araçlarından alınan bilgiler, izlenimler ile bir yargı oluşturulur. Mafya dizilerinde, polisiyelerde, dedektif dizilerinde, iyi ve kötü karşıtlığı üzerine kurulmuş yapılar görünür. Burada, kötü; suç ve suçludur. Batıdaki örneklerde, suç sıkı sıkıya tanımlanmıştır. Bu sebepler neyin suç olduğu konusunda hiçbir karmaşa ve ikilem yaşanmaz. Suçun ve suçlunun geçmişi, suçun toplumsal temelleri ve kaynakları da araştırılmaz, bu karakterler de zaten yardımcı karakterler ya da figüranlardır. Her bölüm bir suçun işlenmesiyle başlayıp, serüvenler sonunda suçlunun cezalandırılmasıyla biter. Kurtlar Vadisi dizisi ile mafya unsurunun farklı bir boyutu da bu dizide gündeme gelmiştir; görünürde ideolojik olmamasına rağmen, güçlü, suç örgütü üyelerinin hemen hepsinin devletle bir ilişkisi vardır. Dizide değerlerin yıprandığı ifade edilir, bu değerleri düzeltmek için milliyetçilik miti yoğun olarak kullanılırken şiddet meşrulaştırılmaktadır, bu yıpranmışlık o kadar fazladır ki örgütlü suç dünyasının eski değerleri bile (delikanlılık) özlenir olmuştur. Organize suç dizilerinde karşılaşılan hep egemen sınıfın bakış açısıdır. Kötülükler sergilenir sergilenmesine ama, bunlar hep sistemin içinde çözümlenebilir sorunlardır. Bunun yanı sıra popüler ürünler, gerek içerikleri gerek biçimlerinde son derece şematik kurgulara yaslanır, izleyiciyi bir tür stereotiplere alıştırırlar (Oktay, 2002: 27-28). Can Kozanoğlu bu tür dizileri Kirli Dünya Dizileri olarak adlandırmaktadır. Ona göre, bu dizilerde, hemen tüm karakterler iddialı, güçlü ve kötüdür; ilişkiler çıkar, şantaj, yalan ve satış üzerinden yürür; iyi karakterler için çok sınırlı kontenjan vardır; tipler yakışlı, güzel, bakımlı ve şıktır; olaylar villalarda, lüks plazalarda, en pahalı Zeynep Gültekin 21 lokantalarda geçer; olmadık anda bir insanın attığı kazıkla işler iyice karışır… Bazen sert, iddialı, güçlü, delikanlı, mert bir kahraman birkaç arkadaşıyla birlikte mücadele verir; bazen de olmaz, ana karakterin tümü kötüdür. Bu dizlerdeki karakterler kontenjanları, son dönemin güç, para, kirlilik, entrika sembollerine göre belirlenir. Çok zengin iş adamaları, mafyatik işadamları, düz mafya elemanları. Gücün ve kirliliğin yoğunlaştığı odaklar iş dünyası, mafya, eğlence dünyası, medyadır; tüm bu alemler kirli dünya dizilerinde temsil edilir. Siyaset ayağı çoğunlukla atlanır. Haliyle olaylar da bu odaklardaki karakterlerin bulunabileceği mekanlarda, onların yaşayabileceği yerlerde geçer. Bu dizilerin ilk bölümlerinde karakterlerin tanıtılması, izleyicinin ortama uyum sağlaması amaçlanır. İzleyici bu giriş derslerinde ne olup ne bittiğini çok anlamaz. Tuhaf şeyler dönmektedir. Dizi için başarının ölçüsü, izleyicinin ne oluyor acaba merakına düşebilmesi ve karakterlere kapılabilmesidir. Bir sonraki aşamanın da önemli ayaklarında biridir karakterlerin sürükleyiciliği. İyi kalpli, sevimli, yardımsever kahraman tipinden değildir kirli dünya dizilerinin kahramanları. Ama anti kahraman olmak için de fazla alımlı, fazla çekici, güçlü ve beceriklidirler. Bu ara kategorideki kahramanlar izleyiciyi yakalayabilirse ve ilk bölümlerin ne oluyor acaba merakı, entrikalar arttıkça daha neler göreceğiz bakalım şaşkınlığına dönüşebilirse dizi tutmuş demektir. Şimdi sıra geçici etki sağlayan denge operasyonlarına gelmiştir. Bir taraf yıkılır; bittiği, kaybettiği düşünülür. Oysa hemen ardından diğer taraf yıkılır; bu kez onun bittiği kaybettiği düşünülür. Oysa dizide net cepheler halinde iki taraf olmadığı için karakterin büyük bölümü de ikili için düşme, kalkma, yıkılma, dirilme, kaybetme, kazanma anlarının sınırı yoktur (Kozanoğlu, 2001: 119-121). Kurtlar Vadisi, bu açılardan mafya dizi örneklerini gösterir. Toplumsal olaylar birebir gerçekliği ile değil kurgusal olarak yansıtılır, buna en iyi örnek dizinin Türkiye gündemine ve daha önceki yıllarda yaşanmış olaylara gönderme yapması ile verilebilir (Kumarhane sahibi Ömer Lütfi Topal cinayeti, Mafyaya ait olduğu düşünülen geminin batması, Türkiye’nin Kıbrıs ve Irak Savaşı politikaları vb). Dizide olayların ve karakterlerin müziği vardır (Çakır’ın ölümü, Laz Ziya’nın karısını asması, Polat ve Elif’in aşkı vb). Dizide mafya ilişkilerinin anlatımının dışında, şiddet, milliyetçilik, kadın, din, kahramanlık-delikanlılık, aile, adalet, güç ilişkileri, iyi-kötü karşıtlığı gibi temalar da işlenir. 22 Irak’dan önce Şiddet Televizyon, şiddet ve değişim için bir gizilgüç değildir ama yerleşik düzenin gücünü ve yetkisini korumak ve meşrulaştırmak için önemli bir araçtır. Bu açıdan bakılınca televizyon, şiddet olaylarını güç oyununun kurallarını göstermeye ve mevcut toplumsal düzeni pekiştirmeye yardımcı en basit ve ucuz dramatik araçtır. İnsanın dış dünya konusundaki bilgisi dolaylı ve eksik olduğu için (Büker ve Kıran, 1999: 30) televizyonda ki görüntülerle şiddetin zararsız, olağan olduğu kanıksanır. Böylece artık etkilemez hale gelen çok olağanmış gibi sunulan görüntülerle sanıldığından çok daha çarpıcı olan gerçekler arasında uçurum yaratılır (Baş. Aile. Araş. Kurumu Kurumu, 1998: 240-241) ve izleyiciyi toplumsal gerçekliği yanlış biçimde algılamaya sürüklenir. Televizyon programlarında kullanılan şiddet genel olarak para, güç veya mevki gibi toplumsal statü simgelerine ulaşmak için kullanılır. Güç elde etmek ve başkalarına hükmetmekle yakından bağlantılı olan şiddet kullanımı bir kişiliğin bir başkası üzerindeki egemenliğinden ziyade bir sosyal rolün diğeri üzerindeki egemenliğiyle ilgili olarak gündeme gelir (Turam, 2005: 400-401). Kurtlar vadisi dizisinde her türlü şiddet uygulaması, yaşamın vazgeçilmez ya da ayrılmaz bir parçasıymışçasına sorgulanmaksızın gündeme gelir. Güç araçlarını ele geçirmek, elde bulundurmak ve düzenlemek isteyen insanlar toplu şiddete başvururlar. Ezilenler adalet adına, ayrıcalık sahipleri düzen adına, arada kalanlar da korkudan şiddete başvururlar (Büker ve Kıran, 1999: 24-25). Dizi içerisinde Polat Alemdar düzeni tehdit eden mafyayı yok edebilmek, Mafya liderleri güçlerini devam ettirebilmek, Süleyman Çakır mafya liderleri arasına girmek için şiddete başvururlar. Bu durumda dizinin kendisi, kendine mal ettiği düzen adına şiddete yer verir. Kötü adamların (Mafya üyeleri ile “Çakır ve Polat’ın karşısında olanlar”) birbirlerine şiddet uygulaması, anne ve babanın çocuklarını dövmesi, erkeklerin kadınlara şiddet uygulamaları sıradan eylemlerdir. Dizide cinayet rutin bir iştir. Bu rutin iş metaforu tüm bölümlerde karşımıza çıkar. “Babalar”ın gözüne girilecekse iş temiz yapılmalıdır. İşi yapanların birer aile babası olarak görünürde kutsal aile huzuru ortamında aileleri için hazırladıkları yaşamlar gibi (Karahanlı Mehmet’in kızını korumak için yurtdışında okutması, Hüsrev Ağa’nın kızını İngiltere’de okutması, Çakır’ın çocuklarını sinemaya götürmesi vb.) patates soyan bıçak ile insan öldüren sustalı yada mermi arasında bir fark gözetmeyen mafya insanın ikiyüzlü ahlakı da verilir. İyi ve kötü erkek karakterler güçlerini Zeynep Gültekin 23 şiddet aracılığıyla sunar, “şeref” ve “namus” bu yolla temizlenir ve gösterilir, kahramanca tavırlar böyle sergilenir. İntikam almak, anlatı da gerilimi sağlayan en etkili dramatik öğelerden biridir; erkekler sık sık kavga eder ya da birbirlerini öldürürler. Kurtlar Vadisi dizisinde mafya liderlerini bir arada tutan konseyde mafya liderleri birbirlerine kazık atar, herkes para ve iktidar peşinde koşar bu arada ise yollarına çıkan herkes katledilir. Ünsal Oskay’ın belirttiği gibi, şiddet içerikli sunularda machismo görülür. Machismo, “dava adamı”, “iyi kovboy”, “erkek kalabilmek” gibi davranışların ağır basan tiplerin canlandırdığı olgudur. “Kahraman” kimliğinde görülen bu tür machismo toplum açısından önemli işlerin gerektirdiği bir kahramanlık ve güç gösterisini ifade eder. Bu tür kahramanların kadından uzak durması, kendisini toplum ve insanlık yaşamı için daha önemli işlere adaması söz konusudur. Bu kahramanlık, insanlarla ilişkilerinde her zaman erkekçe güçlü yada ergil kalabilen taraf olmaya özen göstermek durumundadırlar. Bu kahraman için kadın önemsizdir, hatta kadın aşağı görülür. Kahramanlar kadına sert davranarak, ona zaman ayırmayarak, kadından kaçarak kendilerini önemli işlerine, haklı davalarına, misyonlarına adarlar (Oskay, 1993: 366). Kurtlar Vadisi dizisinde şiddetin bu biçimi özellikle dizinin kahramanlarından Süleyman Çakır, Polat Alemdar, Memati, Arslan Bey gibi karakterlerde görülür. Polat, dizinin başlangıcından itibaren devleti ve vatanı için kimliğini gizlemiş devlet görevlisi olarak, Süleyman Çakır mafya içinde “iyi mafya olarak” en üste çıkmak için önemli davaların peşindedirler. Süleyman Çakır katil arketipi ile şimşekler çakan kısık bakışlarıyla, ketum, kendinden emin tavrıyla serseri kahraman figürü ile ortaya çıkar. Bu tip, kentin varoşlarından lüks semtlerine geçip adaletin temsilcisi olma temel özelliği ile sunulur. Ortada kötü bir durum ve bir sorun vardır. Kötülüğün ortadan kaldırılması sorunun çözümüne bağlıdır. Nitekim sorunun çözümü için Polat, Çakır ve adamları harekete geçer. O andan itibaren kahramanlar için tek amaç vardır, kötüyü yok etmek. Resmi ideolojinin klişe kötüleri olarak karşımıza çıkan Tombalacı Mehmet, Testere Necmi, vb. kötünün somutlaşması olduğu gibi Çakır hedefi şaşırtılmış bir kurtarıcı olarak sunulur. Polat Alemdar, Çakır’la uyguladıkları şiddeti kurulu düzenin devamı için olağanlaştırır. Düzeni tehdit eden her durum da Polat Çakır’ın yanındadır, devreye girer ve düzenin bozulan ya da bozulma tehlikesiyle karşı karşıya kalan dengelerini egemen düzenin korunmasında kullanılan bir araç olarak kullanır (Baron Mehmet 24 Irak’dan önce Karahanlı’nın Ruslar tarafından öldürülmesi devletin planlarını bozacağından istenmez ve devlet mafya liderlerinin başkanını korur). Kadına yönelik şiddette ise, kadının denetlenmesi, sahip olmak istenen olarak gösterilmesiyle ilintilidir ve toplumsal açıdan güçlü ile güçsüz arasındaki eşitsiz ilişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Erkeğin kadına yönelik şiddet kullanmasındaki önemli bir neden, edindikleri erkek rolünün, şiddeti sorunların çözümünde bir olanak olarak sunmasıdır. Dizide, erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddet; tokattan, tecavüze, kaçırmadan, aşağılamaya dek çok geniş bir yelpaze içinde sergilenir. Erkeğin öfkesini (Çakır’ın karısı Nesrin’e tartışma sırasında cevap vermesi, kendi başına aldığı kararlar sonucunda tokat atması, onu yere fırlatması) ya da cinsel arzusunu denetleyemediği (Erdal’ın kadınlara tecavüz etmesi, kumarhane inşaatında çalışan işçilerin Derya’yı taciz etmeleri) ve kıskançlığın erkeği kaba kuvvet kullanmaya ittiği olağanlaştırılarak verilir. Olağanlaştırılan anlatı yapısı, şiddet ve şiddet aracılığıyla yaratılan korku ortamı (Nesrin’in Çakır’dan korkması, Meral’in babası Laz Ziya’dan korkması, Canan’ın Erdal’ın saldırısından korkması, vb.) ile kadınlar ilişkilerinde, beklentilerinde sınırlandırır, denetlenirler. Erkeğin kadına yönelik şiddetinde dizide babanın ya da kocanın yanlış anlamaların kurbanı olarak ve kadının açıklama yapmasına izin vermeyerek öfkelerini sergiledikleri sahnelerin sonunda, tokat atılmış kadın karakterin yakın ölçekli kamera çekimi ve kameranın geriye hareketiyle ölçeğin genişlemesi ile kadının çaresizliği yenilmişliği verilirken erkeğin şiddeti olağanlaştırılır. Şiddetin meşrulaştırılmasına yardım eden öğeler de vardır, bunlar; ses ve görsel öğelerdir. Müzik tematik özelliklere sahiptir. Süleyman Çakır karakterinin her öldürme eylemi öncesinde başlayan ve eylemi bitene kadar devam eden izleyiciye de birilerinin öldürüleceğinin haberini veren zil sesinin kullanılması gibi müzik tematikleştirilir. Ses efektleri de şiddetin pekiştirilmesinde önemli rol oynar tüm bombalama, silahlı çatışma gibi şiddet kategorilerinde ses efektleri yoğun olarak kullanılır. Şiddetin meşrulaştırılmasında kimi zaman görsel öğe olmadan tek başına karakterlerin konuşmaları ve tonlamaları kullanılır. Şiddettin kullanımı o kadar olağandır ki, karakterlerin isimlerinde bile şiddet hissedilir (Testere Necmi, Kılıç vb). Zeynep Gültekin 25 Milliyetçilik Şiddetle birlikte en çok işlenen tematik içerik milliyetçiliktir. Milliyetçi söylem medya zemininde yeniden üretilir: Ulusun inşa edilmesi sürecinde, milli bilincin oluşmasına ve ulus-devletin meşruluk kazanmasına hizmet eder ve tarihin derinliklerinde ulusal bir kök arar ya da kökler icat eder. Ulusun tarihin derinliklerinde inşa edilmesi için de köklere ve atalara dair mitler kullanılır. Tarihsel anılar efsaneler uydurulur. Bir takım olaylar ve olgular farklı yorumlanarak, ulusu yücelten kurgulara dönüştürülür. Ulus-devlet formunun bir ayağı kapitalist dünya sisteminin dayattığı nesnel bir zemine basarken, diğer ayağı masalsı ve mitolojik bir tarih kurgusunda yahut saflığını korumuş halka ilişkin olduğu varsayılan ama devlet tarafından “millileştirilen” folklorik bilgide durur; modern bir olgu ve tasavvur olan ulus, böylelikle tarihin diplerinde yeniden yaratılır ve bu yaratım süreci çeşitli ideolojik yazın türleri yoluyla sağlanarak, yine modern çağın bir olgusu olan kitlesel iletişim imkanlarıyla yayılır; yurttaş, böylelikle, yeni kimliğini, kendisini yaşamadan, kendi hayatının dışından öğrenir (Aydın, 1998: 50). Ulusal kimliğin inşa edilmesinde diziler, siyasi ulus düşüncesinin gerçek yaşanılan bir deneyime, duygusallığa ve gündelik bir olguya dönüştüğü, yaşanılan bir deneyim olarak her gün milyonların katıldığı kitlesel merasim ve geleneklerin temelini oluşturan bir ajandır. Aynı zamanda dizi içerikleri dolayımlanan günlük hayatın bir parçasıdır, değişik ve değişmekte olan kültür kaynakları mönüsü sunmasıyla ortak izleyenlerinde öz-kimlik duygusu geliştirir. Bu bağlamda film ve televizyon medyası kolektif anıların ve kimliklerin oluşmasında güçlü bir rol oynamaktadır (İmançer, 2003: 248-249). Kurtlar Vadisi dizisinin milliyetçi işleyişinde biz ve bizden olanlar iyilerdir; onlar ise kötülerdir. Bu inşa, Türk-yabancı ve hatta Müslüman-Müslüman olmayan karşıtlığıyla desteklenir. Dizinin kişileri ve bunlar aracılığıyla ön plana çıkarılan değer ve davranış biçimleri sosyal ilişkiler ağı çerçevesinde geleneksel yapının sürdürülmesi yönünde işlev görür. Bu metinlerin söylemi içinde ortaya çıkan temel karakterler “kahraman”(Çakır, Polat) ve “rakip”(Mafya üyeleri, Ruslar vb) ikilisi arasında oluşturulan karşıtlıkla tanımlanan stereotiplerdir. Kahramanlar, iyiye (Çakır: İyi Mafya), akıllıya, güçlüye, Türk’e, Müslüman olana atfedilen değerlerin, davranış biçimlerinin bir arada toplandığı ve sürekli olarak yinelendiği kişilerdir. Dizinin anlatısı içinde oluşturulan karşıtlıklar (iyi-kötü) aracılığıyla kahraman ve karşısındakinin kişilik özellikleri tanımlanırken bir yandan toplumsal olarak 26 Irak’dan önce “arzu edilir” olan davranış biçimleri ve değerler bu karşıtlıklar bünyesinde kahramanla bütünleştirilerek ön plana çıkarılır. Mafya ve baba tiplemeleri odaklı kahraman ya da delikanlı tiplemeleri ile milliyetçilik öğesi de 1980 sonrası Türkiye’sinde bir ittifak halinde sunulmaya başlanır. Hemen hemen tüm yerli dizilerde milliyetçilik geleneksel öğeler içerisinde ön planda yer alır, bu yönüyle de 1980’lerin Türkiye’sinin yükselen değeri olarak belirir. Ama Susurluk olayının ardından perdelerin açılmasıyla birlikte söz konusu değerin gayri meşru bir zeminde yükselen bir değer olarak belirmeye başladığı gözlenir. Abdullah Çatlı, Alaeddin Çakıcı, Tevfik Ağansoy gibi mafya babalarını kendilerini milliyetçi olarak nitelemelerinin bu gelişmede önemli bir etkisi olduğu düşünülebilir. Buradan hareketle televizyonun kurmaca dünyasına konu olan mafya babalarının milliyetçi kimliklerin bir bir ön plana çıkarılması da bu yönde gerçekle kurmacanın karşılıklı yansıması olarak değerlendirilebilir (Güngör, 2002: 920). Kurtlar Vadisi dizisindeki Polat Alemdar karakteri de böyle bir sunumla verilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta milliyetçi ve geleneksel öğelerle sentezlenen kişilik özellikleri çoğunlukla olumlu bir bakış açısıyla yansıtılmasıdır. Kahraman imgesiyle sunulan kişi (Polat) temelde insanlık yanlısı, başka bir deyişle düzen savunucusu ve koruyucusu biri olduğu için, sahip olduğu kişilik özellikleri de ne olursa olsun toplumda kabul görür. Çünkü o her şeyden önce kendisini insanlığın korunmasına, yani düzenin bekçiliğine adamıştır. Bu yönüyle düzenin diğer koruyucuları (emniyet güçleri, siyasiler vb.) ile de ortak bir paydada buluşur ve gerektiğinde onlarla işbirliği içine de girebilir. Bu açıdan dizide milliyetçi düşünce en çok erkek kahramanın (Polat Alemdar) çevresinde oluşturulan erkeklik ve kahramanlık söylemi aracılığıyla kurulur. Türk ulusunun bütün üstün meziyetlerinin taşıyıcısı (onurlu, namuslu, vatanını her şeyin üstünde tutan, ahlaklı, büyüğünü sayan, cesur, mert, vefalı) olarak Polat Alemdar, yok etmek istediği mafya babalarından hep daha “iyi, adaletli” bir “baba ve kabadayı”dır. Polat Alemdar’ın karakterinde ortaya çıkan, Türk ulusunun eşsiz özellikleri; mafyayı çökertmek için giriştiği mücadele sırasında tekrar tekrar sergilenir ve yüceltilir. Dizide Türk ulusu ideal erkeğin tüm nitelikleriyle donatılmış bir ulus olarak kurgulanır. Tıpkı temsilcisi olan erkek kahraman gibi Türk ulusu da yenilmez ve mutlaktır: Yüz sene önceydi. Yüz sene önce olduğu gibi biz de ülke olarak aynı kaderi yaşıyoruz. Kaybedilen toprakları almak için yenilmez denen Alman orduları ile birlikte savaşa giren Enver Paşa sonuçta koca Zeynep Gültekin 27 imparatorluğun bitmesine neden oldu. Ülkesi, milleti için canını vermekten çekinmeyen milyonlarca Mehmetçikler bile bu çöküşü durduramadılar ama biz yapacağız… Bizim tarihimiz yüz yıllık değil bin yıllık korkak, pısırık politikayla bizim işimiz olamaz. Gerekirse Musul’a, Kerkük’e gireriz de Bağdat’a girip otururuz da, ölürüz öldürürüz de. Bu vatanın, milletin çıkarı için canımızı seve seve veririz de. Dünyada gerilla savaşını kazanmış düzenli ordu bizimki, ne kazanacağız sorusuna gelince hiçbir şey Mehmetçiğin bir damla kanından değerli olamaz. Bin kere ölürüm, bin kere öldürürüm de…” Polat ve Arslan Bey’in konuşmalarındaki örneklerde olduğu gibi açık, basitleştirilmiş ancak duygusal coşkular yaratan ve aktaran mecazlı bir anlatımla milliyetçilik metinleri oluşturulur: Büyük devletler ihanetle yıkılmaz ama ihanetlerle küçülür. Teşkilatın ikinci adamı, hain çıkabilir, hatta gerekçeleri de vardır. Hiçbir şey yoksa evlatlarının geleceğini düşünür. Ama teşkilatın birinci adamı bu ihaneti savunup Amerika karşısında itibar kaybediyoruz havası estirirse işte bu kabul edilemez. Mesele sen, ben, o, bu, şu meselesi değil. Ben mühim değilim, canımı alırlar olur biter, Aslan gider kaplan gelir, ama ihanet içindekiler nasıl evlatlarını düşünüyorsa ben de vatan evlatlarını düşünüyorum, onların iki-üç evladı varsa, benim yetmiş milyon evladım var. Bu vatana büyük hizmetlerin dokunmuştur, onurlu yaşadın, devletini bildin buna göre de sana biçilen raconu layıkıyla ifa ettin… Biz ömrümüz vefa ettiğince doğru bildiğimizi yaptık. Devletimiz doğru yaptıysa devletimizden yana olduk, devletimizi doğru yanda görmediğimiz zamanda milletimizin yanında olduk…” Polat ve Arslan Akbey, vatanı için yapamayacakları şey yoktur. Polat kendisinden Ali’den ve ailesinden vazgeçerek kimliğini, yaşamını bile değiştirir. Kurtlar Vadisi dizisinde milliyetçi düşünce ahlaki değerler üzerinden de açığa çıkar: Bu ülke bin yıllık devlet sizin gibi düşünce kısırı adamları o koltukta oturtuyor. Sizin vatan, millet, bayrak, bağımsızlık, onur gibi tüm ahlaki değerleri yıllar önce toprağa gömdüğünüz anlaşılıyor…” Türkler ile diğer uluslar arasında yürütülen mücadelede kadınlar ahlaki değerlerin karşılaştırılmasını sağlayan araçsal bir rol oynarlar; buna en iyi örnek de Tombalacı Mehmet’in karısı, ülkesinin ekonomik, siyasi dış politikası doğrultusunda Türkiye’de insanları öldürten, yasal olmayan yollarla para kazanan İsrailli Ester’dir. 28 Irak’dan önce Türk İslam Sentezi Aynı zamanda, İslami motiflerle güçlendirilmiş erkek-Türk kimliğinin temsilcisi olan erkek kahramanlar, milliyetçi düşüncenin, dönemin getirdiği kimi etkilerle de şekillenen temsilcileri olarak ekranda yer alır. Erkeklikle bitişen bir kahramanlığın asıl kaynağı olarak Türklüğü ve Müslümanlığı vurgularlar. Özellikle 80’lerdeki baskın olan kahraman modeli, ihtilal sonrasında resmiyet kazanmış Türk-İslam sentezinin “ideal insan” modeline oldukça yakındır. Dizilerde genellikle İslami değerlere bağlı geleneksel, yoksul aileler içinden çıkan iyi ve kötü karakterler, çoğunlukla mafya olan ailenin erkeklerinden biri ve resmi güçlerin temsilcisi olan kardeşler, yakın arkadaşlar vb arasında gelişen ve sonucunda “milli” değerlerin galip çıktığı mücadeleler konu edilir. Dizide dinsel ritüel ve dinsel motif içeren, sık sık mafya ya da kanun dışı güçlere bulaşmış kahramanın Müslüman kimliği, resmi güçlerin temsilcisi olan kahramanın da Müslüman –Türk kimliği etrafında bulunan kimi karakterler simgeler, diyaloglar ve olaylar aracılığıyla vurgulanır. Toplumsal olarak arzu edilir davranışlar dine göndermeler yaparak belirlenir: kumar oynamak ve oynatmak dizi açısından “günah”, doğru sözlülük (mertlik), yardımseverlik “sevap”tır. Dizide; geleneksel değerlerden ayrılmadan, dini ve milli kimliği yitirmeden, devlete bağlı kalarak vatana millete nasıl hayırlı birey olunabileceğine dair yollar gösterilir ve bu değerlere sahip karakterler; Polat Alemdar, Seyfo Dayı, Nazife Anne, Deli Hikmet’te olduğu gibi iyi-kötü, doğru-yanlış ayrımını yapabilen, adil, sabırlı, devletini, milletini seven bu kavramların simgesel değerlerine saygı duyan gibi özelliklerle bireyler erdemli olarak yüceltilir. Geleneklere verilen değerler ile dizide geleneklerle belirlenen toplum anlayışından söz etmek mümkündür. Müslümanlığın ideal tipi sunulur ve Türklükle bağdaştırılır: “Peygamber efendimiz derdi ki, insanlara hizmet eden insanların efendisidir. Kurşun sıkmakla vazifeli Türk Mehmetçiği de, bizi hasretlere gark eden alim de yaşarken de, ölürken de ülkelerine hizmet etmişlerdir.” Böylece Müslümanlık ve Türklük ayrılmaz ikili olarak sunulmaktadır. Dizide, Polat Türklüğün ve Müslüman Türklerin temsilcisi, simgesi yapılmaktadır. Bu dizideki temalar genellikle; Türkler cesur ulustur, Türkler yardımseverdir, Türkler çok güçlüdür ve yıkılmazlar, Türkler vefalıdır, Türkler en güvenilir ulustur, Türkler en dirençli ulustur, Türkler en yüksek ahlaki değerlere sahiptir, Türkler Müslüman’dır gibi Türklük tanımlarına ve Türklük sıfatlarına ilişkindir. Zeynep Gültekin 29 İslam, milliyetçilik ve toprak sahipliği Dizide Orta Asya’dan Kuzey Avrupa’ya uzanan çok geniş bir coğrafyanın Türklere “ait” olduğuna yönelik bir düşünce alttan alta sezdirilir. Türkler bu geniş toprakların hiçbir yerine “yabancı” değildir: Türkiye’nin bir politikası vardır ve onu harfiyen uygulamaktadır. Sessiz kalmak taraf olmamak politikası yok anlamına gelmez. Amerika daha elli yıldır orta doğuda, biz ise bin yıldır. Bugün küçümsenen Rus, İran, Araplar buranın ev sahibidir… Amerika bilir ki Mezapotamya’da bir şeyler yapabilmenin onayı Mehmetçiğin namlusundan geçer… Ülkelerin dostları yoktur, çıkarları vardır. Ortadoğu’ya girmek kolaydır ama burayı yönetmek zordur. İşte bu yüzden işgallerin hepsi bizim de meselemizdir…” Milliyetçi söylemde, her hangi bir toprak parçasının asıl “hak edenlere” ait olduğu görüşü önemli bir yere sahiptir. Türk vatandaşlarının “kutsal” topraklar üzerinde aynı haklara sahip olduğu vurgulanarak vatan toprakları kutsallaştırılır. Anadolu’da yaşayan herkesin Türk olduğunu belirtirken, temel kanıt olarak da kan, dava ve tarihin ortak olduğunu vurgulanır: Benim bir davam var buradaki herkesi bu davaya ortak sayarım, dediklerimi yapmayanı da davama, davamıza ihanet etmiş sayarım. Benim davam bu topraklar üzerinde yaşayan bir tek mazlumun bir damla kanına karşılık bin zalim kanı akıtmak. Bu davayı güdebilmenin tek yolu zalim olmamak, mazlum da olmamak, mazlum hakkını zalimden almak, hepsini alamasak da bu uğurda ölürüz… Benim davamda; bayrak, kuran, silah, millet, tarih ortağımdır. Sözü edilen ortak temalar bağlamında birlik haline gelen Türk milleti, herhangi bir olumsuzluk karşısında Türk devleti tarafından korunur. Başka bir deyişle, Türk devleti milletin birliğini sağlama güvencesi konumundadır. Hilal, Türklüğün İslam’la bütünleşmesini simgeler. Hilal Müslüman Türkleri simgeleyen bir figür olarak yer alır. Eski Mezopotamya uygarlıklarında, Sümer, Akad ve Yunan uygarlıklarında ve Hristiyanlık ikonografyasında rastlanan bir simge olan hilal, asıl olarak Bizans şehirlerinin simgesidir. Birçok Müslüman ülke tarafından benimsenen ve bu ülke bayraklarında yer alan hilalin İslami bir simge olarak kullanılışı yakın zamanlarda gerçekleşir. Dizide hilal dinsel çoşku yaratan bir simge olmanın dışında Orta Asya ülke bayrakları ile birlikte de verilir. İslami vurgunun Ömer 30 Irak’dan önce baba aracılığıyla yapıldığı dizide İslami değerlerle daha da güçlenmiş olan Türk ulusu vurgulanır. Bu nedenle bu dizide hilal de İslamı değil “Müslüman Türkleri” simgeleyen bir figür olarak yer alır. Dizide Türklerin yaşadığı, yaşamış olduğu coğrafyayı gösteren “harita” görüntüsü sıklıkla devlet görevlilerinin geçtiği karelerde (Arslan Bey’in odası, Mit görevlilerinin odası) verilir. Kimi zaman oldukça stilize edilmiş olan bu haritalar, bir çok tarih dersi kitabında ratlanabilen haritalarda benzerlik taşır. Haritaya bakılarak yapılan konuşmalarda “bu yerler bizimdi, bizim”, “mezapotamyanın anahtarı bizdeydi ve şimdi de biz de olacak, bunun için gerekirse bir değil bin Mehmetçiğin kanını akıtırız” gibi cümleler ile büyük bir coğrafyaya hakim olma isteği sezdirilir. İyi ve kötü, biz ve onlar İyi ve kötü, arasında dinsel veya ulusal kimlik bazında oluşturulan karşıtlıklar yoluyla, taraflar arası mücadele kolayca milliyetler ve dinler arası çatışmaya dönüştürülür. Örneğin, Testere Necmi’nin Rus mafyası içinde girmesi, İsrailli Ester’in Polat’ı kaçırması gibi olaylarla sunulur. Din ve milliyetler arası oluşturulan karşıtlık sonucu ecnebinin, Rus’un,Yahudi’nin bütün yaptığı olumsuzluklara rağmen galip gelen “iyi” yani Türk ve Müslüman olandır. Ulusal ve dinsel kimlik bu karşıtlıklar yoluyla kurulurken beklenen davranış biçimleri ve değerler de vurgulanmış olur. Dizide biz ve onlar kavramlarını kullanarak gündelik hayatta da biz ve onlar ayırımını yeniden üretmeye katkıda bulunur. Biz sözcüğünün kullanılmasıyla, Biz’im hakkımızda olumlu bilgiler ön plana çıkarılır: Türkiye=biz gerektiği zaman gerektiği yerde oluruz, Amerika bizden habersiz Ortadoğu’da çoban bile gezdiremez; biz Türkler onurumuz namusumuz için yaşarız; bu devlet bu millet bizde oldukça bu ülke batmaz. Biz duygusuna eşlik eden bayrak ve vatan sözcükleri de Türklüğün işaretine dönüşen bir metafor konumundadır. Güçlü bir vatan ve yurt söylemi önemli yer edindiği konuşmalar milliyetçiliğin ana damarlarından biri konumundadır: Vatan, millet, bayrak, bağımsızlık uğruna her gün ölürüm öldürürüm. Bayrak ve kimlik Dizide Türk kimliğini tasvir eden temalardan biri de bayrak düşüncesidir. Bayrakla kurulan ilişkiyle vatan, Türklük, birlik sağlanır. Dizide milliyetçilik, bayrak metaforu sayesinde daha da güçlendirilir. Bayraklar aidiyet göstergesi olarak kodlanır ve vatandaşlığın milliyetle bağını oluşturan bir konumdadır. Zeynep Gültekin 31 Bayrak figürü, milliyetçi kimliğin oluşturulmasında önemli bir öğe olarak karşımıza çıkar. Vatan, bayrak, devlet gibi kavramlar tıpkı dinsel simgeler gibi algılanır, bu simgeler söylemlerde kutsallıktan pay alır. Ekonomik koşullar ve ekmeğini kazanma Dizide ekonomik koşullarının hayatına yön verdiği sunulur. Zenginliğin önemli olduğunu vurgulanırken, para kazanmak için “alın teri” dökmek yerine alternatif yollar gösterilir. Bunlar, insanları tehdit ederek haraç almak, birilerinin fedailiğini ve tetikçiliğini yapmak gibi örneklendirilebilir. Gayri resmi işlerle (uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapmak vb) köşeyi dönme, zengin olma ve toplum içinde yer edinme üzerinde durulur ancak bu alternatiflerin en sonunda cezasız kalmayacağı verilir (tüm mafya üyeleri ölür, mafya ortadan kalkar, devlet için çalışanlar affedilir). Aile ve düzen Dizide aile hemen hemen tüm bölümler de konu edinir. Geleneksel ve modern ayrımı aile üzerinden kurulur. Aile anlayışı anne-baba-çocuk ilişkisinin dışına çıkar. Geleneksel aile kurgusunda mahalle sakinlerini alırken, modern aile kurgusu içine sadece anne-baba-çocuk ilişkisini koyar, bu açıdan geleneksel ve modern ayrımı sadece birey sayısı olarak işlenir. Her iki aile anlayışında da kararları alan ve uygulayan evin erkeği, büyüğü olur. Suç ve ceza Dizide adalet sorgulanır gibi görünse de yine adaletin kaynağını devlete gönderir. İyi mafyanın olabileceği Çakır ve Polat gibi karakterlerle sunulur. Bu kahramanlardan biri ölür diğeri ise zaten devlet için çalışır. İyi mafya olarak sunulan Çakır, güçsüzün yanında olmaya çalışır, hakkını aramak ve korumak için kendi adaletini oluşturur. Çakır, genel olarak ezilmişlik, kendini gerçekleştirememe, yoksulluk halleriyle birleştiğinde bireysel adaleti gerçekleştirme hakkını meşrulaştırmasına da örnektir. Her ne kadar “Türk Devletinin Adaleti”, “Devletin üstünlüğü” gibi kavramları kullansa da bunların düzenin işlemesinde geçerli olmadığını, düzenin oluşturulması, her şeyin iyileştirilmesi için bir dönem devletten ayrı olarak sistemi kontrol etmek gerektiğini savunur ve bu nedenle en büyük olmak için adam öldürür, haraç alır vb. Kendi deyimiyle bu düzende güçsüzün hakkını yedirtmemek için yapar bunların hepsini. Ancak bunlar yaptığı işleri meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Çalışanlarına, haksızlığa kendi koyduğu sınırlar içerisinde 32 Irak’dan önce karşıdır, “adaletli” davranır, dürüst, mert olunmasını ister, iyilik yapar ancak kendi düşünceleri ile ters düşünce acımasızca saldırır, öldürür, bağırır. Çünkü kendisi haksız yere kimsenin canını yakmaz ama hak eden olduğunda da cezasını çekmelidir (Tombalacı Mehmet’i öldürmesi vb). Cezalandırma ve ödüllendirme kendisi tarafından karar verilen mekanizma gibi görünse de küçük işler (tanınmayan sıradan birini öldürülmesi, kaçırılması gibi) dışındakilerin hepsinde mafyanın otorite figürü Konsey ve Konseyin başkanı Mehmet Karahanlı karar sürecindedir (Şevko’ya dokunmayacaksın, Tombalacı’dan özür dileyeceksin, Kumarhane açabilirsin, vb). Dizide içinde yaşanılan düzenin aksaklıkları olsa da hiçbir zaman onun değiştirilmesi gerekmez ya da ona alternatif öneri sunulmaz. Ne de olsa yüz yıllardır sürüp giden bir düzen vardır. Arslan Bey ve Polat Alemdar ile ortaya konulan tavır aslında kurulu düzenin kurum ve örgütlerinden çok onları etkileyen kişiler üzerinde yoğunlaşır. Arslan Bey’e göre sorunlar aslında düzenin kendisinden değil onu yönetenlerden kaynaklanır, Doğu Bey, Ali/Polat ya da kendisi gibiler tarafından düzen sürdürülse ortada sorun olmayacaktır aslında. Arslan Bey, düzene yönelik gerçek bir eleştiri getirmeyip radikal bir çözüm önerisi olarak devlet görevlisini mafya üyesi yapma kararı almasına rağmen aslında kurulu düzenin yeniden üretimine katkıda bulunur. Dizide Arslan Bey iyi karakter olarak sunulur ne de olsa devletini, ülkesini tehdit edenlere karşı savaş açmıştır. Ancak kendisi de gayrı resmi, başına buyruk kararlar alan ve uygulayan bir kurumun başındadır. Mafyaya savaş açar, ülkeyi kurtarmak ister, ancak bunu yaparken kimi zaman devleti temsil edenlere de gözdağı verip, onlardan bağımsız hareket eder. Devlet içinde devlettir. Mafya ve devlet için tehdit unsuru oluşturmasını meşrulaştıran hedefler karşısına koyar; mafya ülkenin tehdit unsuru iken devlet de amaçlarını gerçekleştirmek için karşılarına kimi zaman taş koyandır: Erkeklik, kabadayılık, delikanlılık Polat ülkesi için her şeyinden vazgeçmeyi göze almış bir kahramandır. Mafya dizilerinin özelliği "erkeklik" ve "cesaret" üzerine kurulu mit sürekli olarak yinelenir. Erkek kahraman (Polat Alemdar) cesur, iyi niyetli, fedakar, dürüstlükten ve doğruluktan taviz vermeyen ama biraz da gizemli yönleriyle mükemmel bir kişilik olarak sunulur. Polat Alemdar ülkeyi hem içte hem de dışta düşmanlara karşı kurtaracak bir kahramandır. Herkesten önce belanın kokusunu alır buna karşı planlarını yapar (yanında yardımcıları ve ona yol göstericisi Arslan Bey’i vardır). Mafyanın düzenine uyarak adaleti sağlamaya Zeynep Gültekin 33 çalışırken, öldürdüğü herkesi, yaptığı her şeyi ülkesi vatanı için yaptığı vurgulanarak meşrulaştırılır. Yeraltı aleminin geçmişte dayandığı temel kavram olan "kabadayılığın" yerini "delikanlılık" alır ve bir düğmesi açık gömleği ve takım elbisesi, pardösüsüyle, belinden eksik etmediği silahı ve yeni hayatıyla “Ali: Polat” bu açıdan tam bir delikanlıdır. Delikanlı olmayı devlet görevi adı altında güce yani hedefine ulaşmak için, şiddeti kullanmayı da “bizim hedefimiz belli mafya kalmayana kadar devlet, mafya bittikten sonra Mehmet” gibi sözlerle meşrulaştırır. Geleneklere saygı İyi kahramanın geleneklerle olan bağı bütünleştirilir. Aile büyüklerinin (Ömer Baba, Nazife Anne’ye), ustanın (Arslan Akbey), sözünden çıkmamak gibi ve genelde toplumun geleneksel yapısını sürdürmekten yana olan davranış biçimleri iyi-kötü karşıtlığı ile kahramana (Polat Alemdar’a) atfedilir. Polat Alemdar Türklüğün simgesi olarak, her şeyden önce büyüğe ve başa saygının temel oluşturduğu “Türk töresine” bağlıdır. Kahraman (Polat Alemdar), devlete ya da devleti temsil eden otorite figürüne (Arslan Akbey) sonuna kadar itaat eden; güç, cesaret ve yiğitlik gibi özellikleri kişiliğinde doğal olarak taşıyan; liderlik vasıflarına sahip, insanlar üzerinde doğal bir otorite yaratabilen, kahraman olması nedeniyle kullandığı şiddet “meşru” sayılan bir kahramandır. Otoritenin temsilcisi olarak sunulan güç odağı “Şef: Arslan Akbey” ve “Baron: Mehmet Karahanlı”’dır. Şefin dizi içinde tanımlanan otoritesi Polat Alemdar’adır ve devletin (devlet tarafından resmi olarak tanınmamasına karşın) hatırlatıcısı olarak sunulur. Bu otorite Arslan Akbey’in, Polat Alemdar üzerinde koşulsuz egemenliğini kapsar. Buna göre Polat Alemdar, Arslan Akbey’in sözünden dışarı çıkmaz. Aşk ve sevgi Dizide aşk, sevgi sevgiliye, aileye, iş arkadaşlarına, paraya karşı duyulur. Paraya, mevkiye duyulan sevgi, maddileştirilir. Her ne kadar para kazanmanın kısa yolları iyi mafya oluşturularak sunulsa da, para sevgisi ve kazanma hırsı engeller sunularak cezalandırılır. İş arkadaşlarına (Memati’nin Çakır’a sevgisi, Abdülhey’in Polat’a sevgisi, Polat’ın Arslan Bey’e sevgisi) duyulan sevginin doğrudan olmasa da karşılığı olduğu hatırlatılır. Aileye ve sevgiliye duyulan sevginin ise karşılığı olmadığı sunulur. Karşılıksız sevginin en iyi örneğini Ali/Polat ile Elif’in aşkıdır. Polat Alemdar mafya babalığı, devlet 34 Irak’dan önce görevlisi olmanın dışında sevgilidir. Ancak bu sevgi Ali Candan’dan kalmış mirastır ve sevgisini bunun üzerine yeniden inşa edip etmemekte kararsız kalır. Bir mafya babası olarak Elif’in gösterdiği sevgi ve ilgiyi doğrudan ona göstermez, Elif hep sürünceme de kalır, kimi zaman Elif tarafından sıkıştırılır ve sevgisini biraz da olsa dile getirir: “sen benim sevgiyi bilmediğimi mi zannediyorsun, sen benim aşkı tatmadığımı mı zannediyorsun? Elimde silah, gözümde kan var diye, gönlümün kanamadığını mı zannediyorsun...”. İyi ve kötü kadın Dizi erkek dünyasını konu eder, bu dünyada kadınların eğitimli, zengin veya çalışıyor olmaları onlara söz hakkı vermez, olaylarda etkin ve belirleyici olamazlar. Bu da kadının erkeğe yardımcı konumda yer verilmesi ile erkeğin egemenliğinin pekiştirilmesinde bir rol yükler. Dizideki kadınlardan, Elif, insanları sürekli sözleriyle rahatsız eder ama eylemde hep kurtarılmayı bekler. Kurtarıcı meleği ise Ali/Polat’dır. Dizide kadınların korunması çoğunlukla erkekler arasındaki mücadelelerden kaynaklanır (Çakır ve Testere’nin mücadelesinde Nesrin ve Çocukların rehin alınması, Polat Alemdar’ın Şevko ile mücadelesinde Elif’in kaçırılması vb). Kadını koruma durumunda olan yine başka bir erkektir (Elif’i Polat, Nesrin, Meral’i ve Canan’ı Çakır’ın koruması gibi). Her durumda kadın erkeğin sahipliğini gerektiren bir varlıktır bu varlık kimi zaman sevilir, kimi zaman dövülür, kimi zaman da korunur ve hakkında karar verilir. Kadın edilgin bir dünyada erkeklerin uygun gördüğü biçimlerde yaşamaya çalışır. Dizideki kadınların bir kısmı mafya üyeleriyle ilişkileri nedeniyle de erkeklere bağımlıdırlar çünkü kadınlar üzerinden mücadeleler yapılabilir. Karı-koca, baba-kız, sevgili ilişkilerinde kadın her zaman yerini bilmeli, konuşmalı, erkeğin dediğini yapmalı ve onu beklemeli asla ona karşı gelmemelidir (Çakır’ın başka kadınlarla ilişkisini yüze vuran Nesrin Çakır tarafından tokatlanarak, huysuz olarak nitelendirilmesi gibi). Dizide kadın kendi kimliği ile değil erkeğin üzerinden kimliğe sahip olur: Çakır’ın karısı, Laz Ziya’nın kızı, Polat’ın sevgilisi gibi. Bağımlı kadın örneklerinden biri de Nesrin’dir. Nesrin’in en temel görevi, annelik olarak tanımlanır. Her şeyden önce çocukları gelmelidir. Fevri hareketlerde bulunmaması, alttan alarak davranışlarına yön vermesi onu erkeklerin (Çakır ve Laz Ziya) gözünde değerli kılar. Birçok davranışıyla otoriter bir görünüm sergiler; ancak onun bu görünümü, Çakır’ın evdeki otoritesini sarsamaz. Nesrin birçok sorunun Çakır’a iletiminde aracı rol oynar. Nesrin tüm çözüm getirici durumlarda Çakır’ı ön plana iter böylece Çakır’ın Zeynep Gültekin 35 otoritesini de pekiştirir. Çakır’ın evde olduğu sabah ve akşam saatlerinde Nesrin devamlı sofra hazırlar, sofra kaldırır. Sofra önemlidir çünkü sorunlar ve olayları içeren diyaloglar bu sofranın etrafında gerçekleşir. Nesrin’in “Kocamdır, evimin eridir, döver de sever de” gibi düşünce yapısı dışında kardeşi Meral’in başına buyruk yaşaması onu rahatsız eder ve üzerinde denetim kurmaya çalışır. Meral’e göre iyi bir evlattır çünkü babasının yaptığı onca şeye rağmen onu sayar ve hatta sever. Dizi de kadınlar tarafından beklenen erkek kötü adamlarla mücadele ederek evini geçindirirken, evin bakımını üstlenen kadın sunumları ile geleneksel cinsiyet rolleri pekiştirilir. Dizide cezalandırılan kadınlardan Meral ise “aile” düzenini bozmaya (babasını öldürmeye çalışır, yine babasını yok etmek için düşman Testere Nemci ile aşk yaşar) çalıştığı için öldürülür. Canan, yuva yıkan kadın olarak cezalandırılır ve tecavüze uğrar. Erkeğe bağımlı olarak sunulan bir başka kadın da Derya’dır. Çakır’dan habersiz bir şey yapamaz, yaptığında da cezasına katlanmak zorunda kalır (Meral’i kaçırıp Polat’a götürür ve bir süre üçü bir arada yaşar, Çakır bunları duyduğunda kendisine yalan söylendiğini, namusunun kirlendiğini düşünür ve işin iç yüzünü Polat’tan, yani bir erkekten öğreninceye kadar Derya ile hiç konuşmaz). Bacaklarını ve göğüslerini dizideki diğer kadınlara göre daha cüretkarca sergilemesine karşın kendisine bakılmasına bile tahammül edemez ve silahını çeker. Her ne kadar özgür bir iş kadını gibi dursa da abisi tarafından evlendirilmek istenir ve bu ona sürekli şaka yollu hatırlatılır. Derya hırslıdır; yaptığı işlerin peşinden koşar, başarıya ulaşıncaya kadar da buna devam eder, çözümsüz kaldığında ise çaldığı kapı yine bir erkek; abisidir. Ne de olsa onun da korunmaya ihtiyacı vardır. Çakır’ın etrafındaki çalışanları tarafından saygı duyulan “abla”dır. SONUÇ Kültürel ürünlerin yaratıcısı ve taşıyıcısı olarak görülen medyanın ürünü olan Kurtlar Vadisi dizisi, daha çok izleyiciye ulaşmak kaygısıyla bir yandan çağdaş mitler yaratırken, gündemde olanı yeniden işler ve bu yolla gerçekliği yeniden kurarak belli egemen değerleri de yeniden üretir. Bu değerlerin üretiminde çoğunlukla toplumda gündelik yaşamda baskın olan kültürel ve toplumsal öğeler ve motifleri: Şiddet, milliyetçilik, aile, aşk, kadın, kahramanlık, gibi temaları kullanılır. Dolayısıyla da izleyiciler dizide geçen olayları, işlenen durumları, yer alan kişileri kendilerine, kendi yaşamlarına yakın bulur ve sahiplenirler. 36 Irak’dan önce KAYNAKÇA Akbaş, T. (2004). Gerçek Kurtlar Vadisi. Tempo, l.887: 22. Aydın, S. (1998). Kimlik sorunu, ulusallık ve Türk kimliği. Ankara: Öteki yayınları. Bovenkerk, Frank ve Y. Yeşilgöz (2000). Türkiye’nin mafyası (çev: Nurten Aykanat ve Haluk Tuna). İstanbul: İletişim. Büker, S. ve A. Kıran (1999). Televizyon reklamlarında kadına yönelik şiddet. İstanbul: Alan. Cantek, L. (2002). Çakır ülkücü gençliğin pop idolüydü. Milliyet, 25 Nisan, s.2. Çapa, Ebru (2003). Sağ ve sol ortada buluşuyor. Aktüel, 602: 29-31. Eco, U. (1991). Kitle iletişim araçlarının art(ırıl)ması. İçinde: Y. Kaplan, Enformasyon devrimi efsanesi. İstanbul: Rey. Erdoğan, İ, ve K. Alemdar (2005), Popüler kültür ve iletişim. Ankara: Erk. Güngör, N. (2002). Televizyonda gerçekliğin yeniden üretilmesi açısından Deli Yürek. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi dergisi, 12: 896-912. İmançer, D. (2003). Çağdaş kimliğin yapılanma süreci ve televizyon. Doğu-Batı, 23: 248-249. Kozanoğlu, C. (2001). Yeni şehir notları. İstanbul: İletişim. Oktay, A. (2002). Türkiye’de popüler kültür. İstanbul: Everest. Oskay, Üniversitesi (1993). XIX. yüzyıldan günümüze kitle iletişiminin kültürel işlevleri/kuramsal bir yaklaşım. İstanbul: Der. Özçelik, Y. (2004). Ölüler zannediyor ki diriler her gün helva yiyor. Haftalık, 47: 26. Parkan, M. (1989). Dizi film ve etkileri. Dokuz Eylül üniv. Gsf dergisi, 7:80. Turam, Emir (2005). Tv’deki şiddetin çocuklara etkileri üzerine farklı bir bakış. Cogito, kış-bahar: 400-401, Uskan, A. (2004). Devrimci, ülkücü hepimizin düşmanı ortakmış aslında. Haftalık, 79: 16. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 37-70 Makale Kurtlar Vadisi Irak: Olay örgüsü ve karakter işlenişi Esra Keloğlu-İşler 1 Özet: Bu araştırmada Kurtlar Vadisi Irak filmindeki öykü örgüsü ve karakterlerin nasıl tanımlandığı belirlendi. Bunu yaparken, önce olaylar ana temalara göre ayrıştırıldı. Filmde olaylar zinciri, iç içe sunulduğu ve her çözümle birlikte yeni sorun sunulduğu için, temadan temaya bağın nasıl kurulduğu belirlendi. Ardından, Filmin öykü örgütlenmesinin analizinde, öykülenen olaylar belirlendi; her olayın akışı sorun sunma, sorun işleme ve sonuçlandırma bağlamında ele alınıp incelendi. Böylece, temalar/olaylar filmsel zaman inşası içinde filmin sonuna kadar ele alınıp açıklandı. Son olarak, karakter inşasının nasıl yapıldığı karakterler gruplandırılarak film boyunca onların nasıl işlendiğinden hareket ederek karakterleri belirlendi. Bunu yaparken, sadece karakterlerin temel özellikleri belirlendi ve filmdeki olaylarda ‘yaptıklarıyla, faaliyetleriyle” onlara yüklenen özellikler açıklandı. Anahtar sözcükler: Kurtlar vadisi Irak, filmde öykü örgüsü, filmde karakter inşası Abstract: This article studied the Valley of Wolves to determine the construction of story and characters in the film. Firstly, the main themes were identified. Secondly, the mode of connecting one theme to another were determined since series of events were intermixed and a new problem was introduced as soon as a problem was resolved. Then, the events were studied for story construction and the flow of each event was analyzed in terms of problem presentation, treatment and conclusion. Thus, themes/events were explained in the process of constructed time of the movie. Finally, the construction of the main attributes of characters in the film was delineated from the narrative. Keywords: Valley of Wolves Iraq; narrative construction, character building 1 Doktora Öğrencisi, Selçuk Üniveristesi İletişim Fakültesi 38 Esra Keloğlu-İşler GİRİŞ Sinema denildiğinde görüntü, ışık, ses ve müzikle yapılan öykü içeren bir ürün; bu ürün taşıyan ve gösteren araçlar; bu ürünü ve araçları üreten örgütlü bir sosyal yapı (şirket veya kurum) ve yapısal ilişkiler; bu ürünü, araçları, örgütlü yapıyı ve ilişkileri açıklayan, meşrulaştıran, bazen de eleştiren örgütlü (ve örgütsüz) düşünsel üretim akla gelmelidir. Dolayısıyla, sinema seyir için üretilen bir ürün ve ürünün ideolojisiyle ilgili örgütlü bir faaliyeti, bu faaliyetin materyal amaç ve sonuçlarını anlatır (Erdoğan ve Solmaz, 2005:33). Sinemada, en yoğun işlenen temaların başında iyi ve kötünün çatışmasıyla birlikte şiddet gelir. Morgenstern’e göre, şiddet filmleri hayatın içindeki şiddetin kaçınılmaz bir sonucudur (1967). Şiddetin örgütlü ve örgütsüz yeri evden, sokağa, işyerinden savaş alanına kadar geniş bir yelpazeyi kaplar. Savaş şiddeti insanları ilgilendiren en önemli ve en çok ilgi uyandıran şiddet türüdür. Savaştaki şiddet gerçek ölüm, yoğun belirsizlik ve gerginlik, sürükleyici sürekli bir aksiyon içermektedir. Bu durum, propaganda gereksinimiyle de birleşince, sinema endüstrisi hem kendi seçimiyle hem de devletin çeşitli kurumlarının desteğiyle savaş filmleri türünü çok çekici yapmıştır. Bu da üretimi destekleyerek, sinema tarihini savaş filmi kategorisinde çok sayıda örneklerle zenginleştirmiştir. Dikkat edilirse, Prince’in de belirttiği gibi (2000), filmlerde şiddet yakın tarihli bir olgu değildir; sinema’da sinemanın doğuşu kadar eskidir; çünkü filmin popüler cazibesi için hayati bir önem taşımaktadır. Filmlerde savaş konusu Birinci Dünya Savaşında kullanılmaya başlamış ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yoğunlaşmıştır. Savaş olsun olmasın, savaş filmleri günümüze kadar iç savaşlardan uzay savaşlarına kadar çeşitlenen konuları alıp işlemeye devam etmektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmi Türkiye’de üretilen bir savaş filminin dış dünyada en yoğun şekilde tartışıldığı film olmuştur. Garland’ın belirttiği gibi “savaş filmi” kategorisinin tam anlamıyla kesin bir tanımlaması yapılamamaktadır (1987). Bazı filmler, bu kategorinin tam kalbine düşerken bazı filmler ise gri bölgelerde dolaşmaktadır. Yine de savaş filmi denilen kategorinin bazı temel özellikleri belirlemek mümkündür. Bu özelliklerden en önde geleni bu filmlerde çok ciddi bir çatışma, düşmanlık iletişimi, gizli operasyonlar, tutsaklar, esirler, mücadele, havada, karada ya da denizde savaş gibi unsurları barındırmasıdır. Eğer bu çatışmada, ordu ve askerlikle ilgi de varsa kategoriye dahil edilme kolaylaşır. Bu tür içine düşen filmlerde dövüş, kan, vahşet, dram gibi adrenalini pompalayan öğeler Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 39 bulunmaktadır. Felson’un doğru bir şekilde belirlediği gibi, şiddeti izlemek eğlencenin popüler şeklidir. İzleyici kalabalığı tıpkı Romalıların gladyatörleri izleyerek eğlenmesi gibi filmlerdeki şiddeti izleyerek eğlenmektedirler. Bu bağlamda, Kurtlar Vadisi Irak filmi, savaş filmlerinin tam kalbine düşmese bile, savaşı ele alması, savaş alanına ‘özel bir savaşım vermek” amacıyla gitmesi içinde bulundurduğu çatışma düşmanlık, mücadele, dram gibi öğeler nedeniyle savaş-macera filmi olarak tanımlanabilir. Hangi tür film olursa olsun, Kurtlar Vadisi Irak filmi dahil, her filmin olay örgüsünün ve karakter biçimlendirmesinin, filmi anlamak ve anlamlandırmak için ilk elde incelenmesi gerekir. Savaş filmi türlerinde, olay örgüsü ve karakter biçimlendirmesi önemli ortaklıklar taşıdığı gibi bir o kadar da farklılıklar taşır. Ortaklıklar ve farklılıklar alınan konuya, konuyla ilgili tarihsel, kültürel ve ideolojik yapılara göre benzerlik ve farklılıklar göstermektedir. Bu araştırmada Kurtlar Vadisi Irak filmindeki öykü örgüsü ve karakterlerin nasıl tanımlandığı belirlendi. Böylece filmin inşasıyla ilgili temel bilgiler bulunup sunuldu. Bu bilgiler, aynı zamanda diğer analizlerin anlaşılmasında katkıda bulunulacaktır. YÖNTEM Kitle iletişimi medyasında sunulanlar ürünlerdir ve bize sunulan bu ürünler yapımcıların amaçlarına uygun bir şekilde inşa edilerek karşımıza çıkarlar. Bu inşayı şifrelenmiş hikayeler/anlatılar yoluyla yaparlar. Bu üretilmiş inşalarla olaylar, kişiler, düşünceler, ilişkiler ve yaşamla ilgili her şey öyküler içinde paketlenirler. Bu paketlenen öyküler arasında savaş ile ilgili olanlar da vardır. Her öykü belli elemanlardan oluşur. Bu elemanların başında anlatan (mekaniksel olarak bakıldığında, filmde bu kameradır) gelir. Anlatan, öyküyü seçer, örgütler, yorumlar, sonuçlandırır. Öyküleme karakterlerin ve faaliyetlerin sunulduğu görüş açısını içerir. Öykü dinleyici/izleyici denen kişi/kişilere anlatılır. Öykü inşasında anlatılan hikayenin türü (genre) seçilir. Bu tür içinde, çeşitli şifrelerin kullanımıyla sahneler içinde olaylar sunulur ve örgütlenir, karakterler açıklanır ve betimlenir, sorunlar işlenir ve sonuçlandırılır. Böylece, bir film içinde “gerçek” temsil edilir veya “gerçek” inşa edilir. Bu incelemede, söz konusu elemanlarla öykünün nasıl örgütlendiği bağlamında öykünün örgü yapısı ele alındı ve karakterlerin nasıl inşa edildiği açıklandı. Öykü örgüsünün belirlenmesinde, önce ana temalar ayrıştırıldı ve bunların ne olduğu belirlendi; Bunu takiben, bütüne giden örgüde ana temalar arasındaki bağın nasıl 40 Esra Keloğlu-İşler kurulduğu belirlendi. Ardından, filmin sunuş sırasına göre, her ana temada birbirini takip eden üç öğe üzerinde duruldu: (1) Sahnenin başlangıcında sunulan konu (ne olduğu, nasıl örgülendiği); (2) sahnelerle bu temanın işlenişi (sorun sunumundan sonra çözüme ve aynı zamanda filmin sonuna ve yeni soruna giden olayların inşası); (3) Sonunda ulaşılan çözüm. Böylece, olaylar filmsel zaman sıralaması içinde filmin sonuna kadar ele alınıp açıklandı. Karakterlerin oluşturulmasıyla ilgili analizde ise, sadece karakterlerin temel özellikleri belirlendi. Karakter incelemesinde ana oyuncu isimleri belli olan kahraman iyiler ve kötülerin kimlikleri, isimsiz iyi ve kötüler, isimsiz kurbanlar belirlendi ve filmdeki olaylarda ‘yaptıklarıyla, faaliyetleriyle” onlara yüklenen özellikler açıklandı. ANALİZ VE DEĞERLENDİRME Ana temalar ve örgünün temel yapısı Kurtlar Vadisi Irak filminde 21 önemli tema işlenmektedir: 1. Çuval geçirme olayı üzerine mektupla yapılan çağrı ile başlangıç 2. Polat’ın çağrıya yanıtı olarak yola çıkışı 3. Yolda ilk sorunla karşılaşma: Kürt askerlerin çevirmesi 4. Düğün ve düğünde katliam 5. Otelde Polat’ın başarısız çözüm arayışı 6. Hapishanede işkence 7. İyi Amerikalı askerin kötü Amerikalı asker tarafından öldürülmesi 8. Amerikalı Yahudi doktorun organ ticareti 9. Doktor ve Sam arkadaşlığı 10. Cennete Hıristiyanların mı yoksa Yahudilerin mi gideceği 11. Sam’ın (ABD’nin) Iraklı Arap, Kürt ve Türkmen liderleri yönetmesi 12. Pazar yeri faciası ve Polat’ın Sam’a suikastının fiyaskoya uğraması 13. Sam’ın Türkmen lideri öldürüşü 14. Sam’ın öldürmek için Polat’ın peşine düşmesi 15. Iraklıların ABD’de askerlerinden nefreti ve zor durumda iyiler arası dayanışma: Leyla ve Polat 16. Sam’ın duasıyla ABD’nin/Hıristiyanların amaçlarının açıklanması 17. Şeyh ve İslami anlayışın sunulması 18. Sam’ın Şeyhi yok etme planı ve Kürt liderin buna katılmaması 19. Şeyhin gazeteciyi kurtarması ve İslam’ın teröre karşı olduğu 20. Şeyhin evine saldırı ve Sam’ın öldürülmesi Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 41 21. Leyla’nın intikamı ve ölümü Bu ana temalar içinde birden fazla alt temalar ve bu temalarla belli bilişler işlenmektedir. Filmde öykü sahneler içinde anlatılırken bazen tek sahnede bir tema bitirilirken bazen de birden fazla sahnelere yayılmaktadır. Temalarla ilgili olarak, her temanın örgüsü temel olarak üç biçimde olmaktadır: İlk olarak bir temaya gerekçeli bir başlangıç yapılmaktadır. Bu başlangıç aynı sahnede olabileceği gibi, bir önceki sahnede de olmaktadır. İkinci olarak temayla ilgili olaylar örgütlenmekte ve işlenerek filmsel zaman içinde örülmektedir. Üçüncü olarak, sorun/konu sonuçlandırılarak çözümlenmektedir. Bu çözüm bazen orada bitmektedir (Kötü Amerikalı askerin iyi Amerikalıyı öldürmesi; elbette, filmsel ideolojik bütünlük inşasında, filmin sonunda öldürülerek ceza verilir). Bazen, diğer tema içine taşınmaktadır (Yahudi doktorun organ almak için sağlam adam talebi). Bazen de, ikiden fazla tema içinde işlenmeye devam etmektedir (örneğin Sam ile Polat çatışması). Film bu tür işlenen temalardan oluşmaktadır. Sadece birden fazla sahneye yayılan bir temanın ilişkili örülmesi yapılmamakta, aynı zamanda temalar arasında bağ kurulmaktadır. Böylece temalar arası geçiş sağlanmaktadır. Filmde temaların işlenmesi ve temalar arası bağların kurulmasıyla bir bütün oluşturulmaktadır. Bu bütün temaların ve temalar arası geçişlerin öykülenmeleri sırasında örülen yaşamla, ilişkilerle, insanlarla, ülkelerle, değerlerle, kısaca bir dünya görüşüyle ilgili düşünsel içeriği oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu bütünün karakteri, filmdeki kurgulamada olduğu gibi, ancak temaların incelenmesi sonucu anlaşılabilir. Konular/temalar arası bağıların kuruluşu Filmde temalar arası geçişte temel olarak birkaç tür bağ kullanılmaktadır: 1. Bir temanın bitişiyle bir çözüm sunulmaktadır, bu çözüm diğer tema için bir başlangıç olmaktadır. Örneğin mektupla başlayan ve mektubun bitişinde intiharla sonuçlandırılan temada, mektup gelecek olan sahne için gerekçeyi oluşturmaktadır. Böylece bir olay örgüsü bir diğer olayın başlaması için gerekçe olarak orta çıkıyor. Bu tür geçiş örgüsü örneğin piyanoyla ilgili sahnelerde, piyano fiyaskosu sonucunda, doğal olarak Sam’ın sorumluları temizleme girişimindeki (Türkmen lideri öldürmesi, Polat’ı öldürmek için harekete geçmesi) sahnelerinde bunlar görülür. 42 Esra Keloğlu-İşler 2. Bir temada işlenen konu ve alt-konularda sunulan ideoloji, ahlak anlayışı, milliyetçilik, onur, vatan sevgisi, kültürel değerler gibi bilişlerden biri diğer tema için bir başlangıç olmaktadır. Örneğin iki din anlayışı arasında fark olduğu görüşü önce Sam’ın duasıyla ilgili sahne için gerekçe olmaktadır. Bu sahnedeki örgünün sonu Şeyhin dergahtaki duası ve zikir sahnesinin sunulması için bir mantıksal başlangıç bağı oluşturmaktadır. 3. Bazen bir tema bir sahnede çözümlenmemekte ve birden fazla temalar içine taşınmaktadır. Bu durumda bağ oldukça açıktır; çünkü hala örgü devam etmektedir. Filmde bu da oldukça sık kullanılmaktadır. 4. Bazen temalar kısa sahnelere bölünmekte ve temaların bu sahneleri iç içe verilmektedir. Böylece aynı kurgulanmış zamanda birkaç tema birden işlenmektedir; fakat bu temalar birbiriyle bağıntılıdır. Film boyu bu tür kurguyla örgüleme oldukça çok yapılmaktadır. 5. Bir tema bir önceki veya bir sonrakiyle sadece filmsel zaman bağlamında ilişkili olabilir, fakat temada işlenen konunun bir önceki veya bir sonraki ile doğrudan bağı olmayabilir. Bu bağ önceki olan olayların (temaların) bir sonucu olarak oluşan bir tema olabilir. Örneğin, Polat ile Leyla’nın damda konuşmaları bir önceki temayla değil, o zamana kadar işlenen temalarla bağıntılıdır. 6. Bir filmde en önde gelen bir veya birden fazla temalar bütün film boyu diğer temalar içinde çeşitli ölçüde işlenmektedir. Kurtlar Vadisindeki iyi ve kötü, doğru ve yanlış, haklı ve haksız, milliyetçilik, kendini vatana adama gibi değerlerlerle ilgili temalar çoğu sahnelerde çeşitli ölçüde yer almaktadır. Olay Örgüsü Filmin kurgusal zaman içinde örgütlenmesi bütün film boyunca büyük çoğunlukla aynı şekilde oluyor: Kısa sahnelerde, aynı anda farklı yerde olanlar anlatılıyor. Bu farklı anlatılar aynı zamanda akış içinde birbirine bağlanarak öyküsel ilişkilendirmeyle örgüsel bütünlük sağlanıyor. Sorun sunumunda örgü mektup yazmayla başlıyor. Film boyu zamansal olarak aynı anda kurgulanan sorun sunumları ve işlemeleriyle, hep yeni nedenler eklenerek, duygusal ve psikolojik gerginlik artırılıyor, böylece filmin sonunda sunulan çözüm meşrulaştırılıyor. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 43 Sorunun “Süleyman’ın mektuptaki çağrısıyla” sunumu Film, muckraking gazeteciliğin hafif bir türü gibi işleyen ancak adına araştırmacı gazetecilik denilen Soner Yalçın isimli gazetecinin senaryo danışmanlığında, aynen dizide olduğu gibi Türkiye kamuoyunu meşgul eden gerçek olayları da içinde barındırıyor. Olay örgüsü, medyada geniş bir yer bulan 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye Kuzey Irak’ta Amerikalı askerlerin, Türk karakolunu basmaları ve Türk askerlerinin başına çuval geçirerek götürülmeleri hakkında Süleyman adlı subayın Polat Alemdar’a yazdığı mektuba başlıyor. Bu sorun sunumu teması intiharla tamamlanıyor. Bu ilk örgüde, Süleyman masada oturarak mektup yazmaya başlıyor. Tarih ve yeri söyledikten sonra on askeri ile birlikte başına gelenleri anlatırken film olayın yaşandığı sahneye dönüyor (flash back). Sahne, silah doğrultmuş askerle çevrili bir karargah ile açılmaktadır. Bütün bu silahlara davranmış askeri topluluk arasında, lüks bir araba içinde tamamen beyaz kıyafetler giyinmiş sivil bir adam arabasının camını açarak ıslıkla Beethoven’ın 9. senfonisini çalmaktadır. O ana değin kim olduğu bilinmeyen bu adamın çaldığı melodi alaycıdır; çünkü bir çatışma durumu yaşanmaktadır ve bu ezgi Avrupa Birliğinin resmi marşı olarak kabul edilmiştir; daha da önemlisi, 9. senfoniye Schiller’in yazdığı, dostluk, kardeşlik ve barışla ilgili sözlerle içinde bulunulan durum, tezat oluşturmaktadır. Belki de, aslında kendini beğenmiş bir ulusun kendini beğenmiş bir ordu-yöneticisinin barışın aslında ne onlar için ne anlama geldiği ve bizim için ne anlama gelmesi gerektiğini anlatıyor. Karargah içinde, çalan telefonu asker heyecanla subayına uzatır. Yapılan konuşmadan “çatışmaya girmeyin” emri geldiği anlaşılmaktadır. Bu noktada tarihten gelen, az sayısına rağmen kendinden daha güçlü ve fazla sayıdaki düşmanı yenen kahraman Türk askeri ideası yeniden üretilir: Subay, sinirli ancak saygılı bir tavırla direnmek için ısrar eder.”Çatıda makinelimiz var, onbir kişiyiz, 100 Amerikalı 60 yerel askerin yarısını vuracak gücümüz var” der. Bu arada sık sık etrafı saran askerler çokluğu ve karargahtakilerin azlığı gösterilmektedir. Ama ne de olsa bir Türk on Amerikalıya bedeldir. Subay son kez direnme isteğini meşrulaştırmaya çalışır yine de istediği emri elde edemez. Durumu tanımlayan, çözüm arayan ama yukarıdan gelen emirlerle sınırlanan ve engellenen ast olma hali, sahneyi izleyen pek çok Türk izleyicinin empati kurup filmdeki kahramanlarla özdeşleştiği bir durum haline gelmektedir. Silahların indirilmesinden sonra, arabadaki sivil adam içeri girer. Bu sırada bir başka odada ise Türk askerleri arama için gelen Amerikalı 44 Esra Keloğlu-İşler askerlere sigara içtikleri bahanesini öne sürmektedir fakat çok kısa süren bir kamera hareketi seyircilere mangal içinde yakılarak imha edilen kağıtları Amerikalı askerin tekmelemesini göstermektedir. Bu da orada Türklerin bu aramayı mazur gösterebilecekleri bir işler karıştırdıklarının belli belirsiz iması gibidir. Çatıdaki tek makinelinin başındaki Türk askerinin yanına gelen Amerikalı askerler, tüfeklerini ona dürterler. Türk askeri kızar homurdanır ama yapacağı bir şey yoktur onlarla birlikte kalkar. Bu sahnede film boyunca devam eden kişilerin zaman zaman kişilikleri dışında Amerika, Türkiye gibi birer ülke haline dönüşmeleri ve onların adına konuşmaları, hareket etmeleri anlamında ilk örneklerden biridir. Burada yine bilinen bir durumun somut hali tekrarlanır: Güçlü Amerikalı Türk’ü rahatsız eder, Türk homurdanır ama yine de Amerikalının sözünü dinler yapar. İçeri giren sivil Amerikalı, Türk subaylara küstah ve şımarık bir edayla birliklerinin güvende olmadığını öne sürer. Oysaki baştan beri gösterilen kuşatma sahnesinde onlara tehlike oluşturabilecek hiçbir şey yoktur ve bu gerekçe son derece saçmadır. Akla hemen “kime karşı neden güvende değil?” sorusu gelmektedir. ABD Irak’ı işgal ederken dünya kamuoyuna, kendi bahçelerinde/ülkelerinde güvende olmadıklarını öne sürmüşlerdi. Son derece gururlu davranmaya çalışan subay ise dışarı çıkmayacaklarını, hatta bu yolda öleceklerini de ifade eder. Sivil Amerikalı, alaycı ve egemen bir tonla konuşarak, subayları sorgulamaya götüreceklerini belirtir. Tavırlarını destekleyecek şekilde hareket ederek, parmağıyla masanın üstündeki Türk bayrağıyla oynamaya yeltenir. İlk sahnede mektubu yazan adının Süleyman olduğunu öğrendiğimiz subay bayrağı kapar, katlayarak kalbinin üzerine koyar. Arada geçen karşı çıkmalar ve konuşmalardan sonra Türk subay “biz askeriz şerefimizle oynamaya hakkınız yok” deyince Amerikalı sivil “bu adamlar asker çok gururludurlar yüzleri görülmesin” diyor. Bunu, kafalarına çuvallar geçirilmiş Türk askerlerinin elleri arkadan kelepçeli olarak kamyonetlere bindirilişi takip eder. Bu sahneyle, sorunun başlangıcı ve sonraki olaylara neden olacak ilk başlangıçlar açıklanıyor. Bu yolla soruna ilk neden veriliyor ve sahneyi sonuçlandırmak için mektubu yazan Subay Süleyman’a dönülüyor. Süleyman, yazdıklarıyla neden Irak’ta olduklarını meşrulaştırıyor; ardından sorunu çözememenin utancıyla intihar etmeden önce çözüm için filmin kahramanı Polat’a başvuruyor: Meşru güçler sorunu çözemediğinde, daima gayri-meşru güçler vardır. Süleyman, Polat’a çağrıyı “adalet şeref vb. için ölemedik şimdi ben bunu senden istiyorum” diyerek sonlandırdıktan sonra, “vatan sağ olsun” diyerek intihar ediyor. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 45 Bu başlangıç örgüsünde, Türk devletini/orduyu temsil eden subay bir anlamda devletin acizliğini itiraf ederek şeref adalet, özgürlük, zayıfı koruma gibi önemli bir mücadeleden başarısızlığını gerekçe göstererek çekilmektedir. Bu iş, Polat Alemdar’a bırakılıyor. Bu sahne aynı zamanda son derece vahim bir Türkiye gerçekliğine daha işaret etmektedir. Son yıllarda liselere, orta dereceli okullara kadar inen şiddet olaylarının kökeninin, hala bir hukuk toplumu olamamanın getirdiği sorunlara bağlanabilmesi, yasanın temsil ettiği devletin çözemediği bütün işlerde mafyanın hızlı etkili ve ibret verici bir şekilde işleri halletmesi söz konusudur. Halkın devleti temsil eden kesimlere düşmanlık iletişimi geliştirirken devletin tam karşısında bir örgütlenme gösteren mafyaya hayranlık ve sempati beslemesi, yeni yetme çocuk ve gençler için özendirici rol modeller olması gibi çok önemli bir durum ortaya çıkmıştır. Kurtlar Vadisi Irak gibi filmler ise ortaya çıkan bu durumu teşvik eden, mazur gösteren öğeler içermektedir. Süleyman´ın çağrısına yanıt olarak yola çıkış Sorunun sunumundan sonra, çağrıya karşılık veren sahneye geçiliyor. Bu amaçla kurgulanan sahnelerde karakterler ve karakterlerin söylediklerinden geçerek “ilişkisel gerçekler” sunuluyor ve tartışılıyor. Bunlar kişiler arası sözlü iletişimden öldürmeye kadar giden ilişkisel faaliyetlerle inşa ediliyor: Bir çöl arazisinde seyreden arabada üç kişi televizyondan Irak’la ilgili bir şeyler izliyorlar. Normalin kırılmasına hazırlık kendi aralarındaki konuşmalar ile oluyor. Şoförün yanında oturan adam şoföre nerede olduklarını sorarken “kırmızı halıyı göremiyorum” diyor. Arkada oturan Mafya tarzı kıyafetler içindeki Polat Alemdar ise “az sonra görürsün kırmızıyı sarıyı yeşili” cevabını verirken film boyunca sürekli karşılaşılan çatışmalardan birini, Türk - Kürt karşıtlığını sunuyor. Gönderme, Kürt bayrağı renklerine yapılmaktadır. Şoförün yanındaki arkaya dönüp imayı anlamaya çalışınca arkadaki Polat imaya aldırmayarak “trafik ışıkları” açıklamasını getirir. Oysa o bölgede trafik ışıklarının bulunmayacağı çok açıktır. Bir çevirmeye rastlıyorlar. Şoförün yanında oturan adının Memati olduğunu anladığımız adam “bunlar asker mi polis mi” sorusunu yöneltiyor. Bu soruya yanıt ise “şehirde polis dağda asker bir ayrım yok” şeklinde oluyor. Bölgedeki karmaşa bu biçimde kurgulanıyor. 46 Esra Keloğlu-İşler Yolda sorun: Kürt Jandarmaların pasaport kontrolü Normal yolculuk karşılaştıkları çevirme ile kırılıyor. Kürt kökenli olduğu anlaşılan şoför Abdülhey askerler tarafından sorulan soruları cevaplıyor ve arabadakilere inmelerini söylüyor. İndiklerinde Polat Alemdar da Abdülhey’le ve kendilerini çeviren askerlerle Kürtçe konuşuyor. Polat Alemdar’ın kendisine neden burada bulunduğunu soran askere “burada insan ucuzmuş insan almaya geldik” demesiyle ortam gerginleşiyor; “yere yatın” emriyle gerginlik doruğa çıkıyor ve Polat’ın Kürt askerine saldırmasıyla sıcak çatışmaya dönüşüyor ve Kürt askerlerin ölümü ile sonuçlanıyor. Düğün hazırlıkları, düğün ve şenlik havası Düğün normal bir insan faaliyetidir. Filmde bu normalin sunumu günlük yaşamın güzelliğini anlatan kısa kısa sahnelerle yapılıyor: Sarı, kırmızı, yeşil renklerin baskın olduğu yöresel kıyafetler giymiş kadınlar bir bahçede düğün hazırlıkları yapmaktadırlar. Bahçenin bir başka köşesinde ise damat berbere tıraş olmaktadır. Minik bir çocuk, damat tıraşını izleyen babasının yanına gelerek erkek eğlencesine katılmak isteyince babası onu annesinin yanına yollar. Daha sonra aynı düğünle ilintili olarak imam nikahına geçilmektedir. Şeyh, o yörenin adetlerini uygulayarak gelinin burnuna bir halka takar ve “hür olana dek bunu asla çıkarma” der. Bir diğer sahnede baş başa kalan gelin ve damadın konuşmasına yer verilmektedir. Damat yüz görümlüğü olarak geline çok eski bir aile geleneğini tekrarlayarak antika ve değerli bir hançer hediye eder. Sonraki sahnede gelin ve kız arkadaşları hediye üzerinde konuşurlar. Ardında düğün sahnesine geçilir. Bir ipe kırmızı yeşil sarı lacivert renklerde ampuller dizilmiş ve altındaki toprak avluda erkekler halay çekerken ikincil karakterleri sürekli yeniden üretilen kadınlar eğlenceye evin damından alkış tutarak katılmaktadır. Bu arada gelinin babası olduğu anlaşılan Şeyh geliyor. Kendisini karşılayan damat ve babasına ile konuşuyorlar. Düğünde normalin kırılacağını haber veren kurgu Bu sırada düğün evinin hemen dışarısında bir grup Amerikan askeri geliyor sahneye. Düğünde normalin kırılmasına giden anlatı düğüne saldırmak için sabırsızlıkla bekleyen bu Amerikan askerlerinin aralarındaki konuşmasıyla başlıyor. Düğünde eğlence sürüp giderken, düğündeki bir grup erkek havaya ateş açmaya başlıyorlar. Bunun üzerine dışarıda bekleyen askerler “artık teröristler” diyerek harekete geçiyorlar. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 47 Normalleştirilmiş anormal: Sam’a ders verme hazırlığı Polat ve adamları otele gelirler. Askerler tarafından herhangi bir bomba olup olmadığını anlamak için araçları kontrol edilir ve aranır. Gelişleri Kürtlerden oluşan askeri polise haber verilir. Kahramanlar, otelin şık restoranında yemek yerlerken Kürt askerleri gelir ve onları karakola götürmek isterler. Bunun üzerine Polat askerin hangi ülkenin karakoluna bağlı olduğunu öğrenmek ister. Askerin ”Irak Kürdistan” cevabına, Polat’ın “ben sizi tanımıyorum buranın sahibi gelip beni alsın” karşılığını vermesiyle otele gelişteki normal örgü sorun örgüsüne dönüşmeye başlar: Otelde Polat ve askerler arasındaki gerilim başlar. Asker, binanın etrafının sarıldığını söyleyerek kendileriyle gelmesi için silahına davranır. Polat bombaların uzaktan kumandasını çıkartınca çatışma örgüsünde egemenlik Polat’a geçer. Polat garsondan otelin müdürünü çağırmasını isteyerek elindeki bomba uzaktan kumandasını masaya koyar. Otel müdürü Mr. Fender gelir. Otel müdürünü, filmde görülen diğer Amerikalılar gibi, kendini beğenmiş bir tavırla “sorunun ne olduğunu bilmiyorum ama sorunun çözüm yeri benim otelim değil” der. Polat ise tam tersine yerin çok uygun olduğunu, oturmasını ve Kürt askerleri yollamasını emreder bir tarzda ister. Müdürün bir baş hareketiyle Kürt askerler ortamı terk ederler. Böylece Kürtlerle olan örgü çözümlenirken, yeni bir çatışma örgüsü başlar: Polat, müdürü tam yanı başına oturtarak altı kolona da C4 yerleştirdiğini bunun otelini yıkacağını açıklar. Müdüre kimsenin zarar görmesini istemediğini bu nedenle otelin boşaltılmasını söyler. Düğünde normalin kırılışı ve katliamın işlenişi Otelde başlayan sorundan, düğünde başlayan soruna geçilir. Amerikan askerleri kamyonlarıyla düğün evine gelirler. Askerler sanki bunun bir düğün olduğunu bilmiyorlarmış gibi, küstah bir tavırla “bu toplantıyı kim düzenledi” diye karşılık verir.. Adam şaşırarak “bu bir düğün” der. Askerle konuşmak üzere gelin ve damadın babaları gelir. Şeyh askerleri düğünün huzurunu bozmamaları için ikna etmeye çalışır, ancak sonuç alamaz ve asker hepsini şimdi götüreceklerini söyler. Çatışmaya gidişi işleyen bu örgüye, Sam’ın arabasıyla gelişi eklenir. Giydiği bembeyaz takım elbise, sömürgelerdeki İngiliz idarecileri anımsatır. Gelin Leyla, yaşananları, tedirgin bir halde, damdan izler. Askerler insanları itip kakarak yanlarındaki kamyona bindirirler. Şeyhin “dostumdur” dediği Sam ise duruma müdahale etmeyip, bir süre izler. Daha sonra yoluna devam eder. Bu arada filmin başında düğün 48 Esra Keloğlu-İşler hazırlıkları sahnesinde babasının yanına geldiğini gördüğümüz küçük çocuk, bir askerin namlusundan içeri ufak bir sopa sokarak oyun oynarken, silah ateş alır ve çocuk ölür. Çocuğun ölümüyle geçiş örgüsü tamamlanır; trajedi, öfke, keder, çatışma ve katliam örgüsü başlar: Çocuğunun ölümünü gören anne damdan aşağı atlayarak intihar eder. Anneye bakmaya giden damadın babası yine askerler tarafından öldürülür. Damat ağlamaya başlar. Ölen küçük çocuğun babası oğlunu kollarına alıp o da ağlayarak feryat eder. Leyla damdan inerek damada doğru ilerlerken askerlerin tüfek dipçiğiyle yere serilir. Bunu gören damat, kendini tutanların elinden kurtulmaya çalışıp gelinin yanına gitmeye çabalarken kendisine bakan gelin Leyla’nın gözleri önünde kafasına bir kurşun atılarak öldürülür. Otelde ana soruna doğru giden ilk faaliyetler Otel boşaltılmış, masada sadece Polat ve adamları kalmıştır. Bu sefer Mr. Fender olayın vahametini anlamış ve daha yumuşak başlı bir tutum içindedir. “meseleyi nasıl halledebiliriz” diye sorarken aynı zamanda olayı benimseyen çözüm için çaba sağlayan bir davranış içine girmiştir. Polat pazarlık yapmak istemektedir ve Sam William Marshall’ın otele gelmesini talep eder. Mr Fender şaşırarak “Bay Marshall’ın otelimizle hiçbir ilgisi yok” demesine karşılık Polat “maaşını siz ödemiyor musunuz? Amerikan askerlerinin sahibi Amerikan kapitalizmi değil mi” diye sorar. Film boyunca yer yer görülen kişilerin ülkeler namına konuşması burada yine tekrarlanmaktadır. Bu sefer, Mr. Fender otel müdürü olarak Amerika Birleşik Devletleri kapitalizmini temsil ediyor. Polat ise Amerikan emperyalizminden şikayet eden Türkiye’yi temsil ediyor. Otel müdürü, Sam’ı arabasından arıyor. Sam, konuşmaya başlamadan önce dolanan telefon kablosunu şımarık bir tavırla düzeltiyor. Sam konuşmaya başladığında Polat Mr. Fender’ın elinden alıyor. Sam konuştuğu kişinin kim olduğunu merak ediyor ve soruyor. Bunun üzerine Polat Alemdar kendisini oteli havaya uçuracak olan kişi olarak tanıtıyor. Sam son derece soğukkanlı bir tavırla gitmekte olduğu Kürt liderin daveti için mazeret bildiriyor. Polat bomba nedeniyle ele geçirdiği üstünlükten güç alarak otel müdürüne garson muamelesi yaparak tatlı mönüsü istiyor ve Amerika Birleşik Devletlerinin geleneksel tatlısı olan “apple pie” sipariş ediyor. Memati ise künefe istiyor “apıl pay Mcdonalds’ta da var” diyor. Memati’nin cevabı Amerikan kapitalizmini eleştiren Polat’a Türkiye’de Amerikan kültürünün yaygınlığını hatırlatıyor aslında. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 49 Her Amerikalı asker kötü değildir örgüsü Askeri kamyonlarla topladıkları Iraklıları götüren iki asker kendi aralarında sohbet ediyorlar. İyi Amerikalı asker kamyonun arkasındakilerin havasızlıktan öleceklerini söylüyor, Kötü Amerikalı asker (Dante) aşağıya iniyor ve tutukluların bulunduğu kamyonun kapalı kasasını, silahıyla tarıyor; içeridekilerden kimileri yaralanıyor, kimileri de ölüyor. İyi Amerikalı asker sinirlenerek, Kötü Amerikalıya “sen ne halt ettiğini sanıyorsun” diyor o da “hava deliği açıyorum artık havasızlıktan ölmeyecekler” karşılığını veriyor. Kötü Amerikan askerine içkin bir imaj örülmektedir: Ağzındaki sakızı, askeri kıyafetinin kollarını keserek üniformasının formel halini değiştirmesi, disiplinden uzak oluşu, emir komuta zincirinde başıboş davranması, kontrolsüz bir asker imajı çizmektedir. İyi olan kötü olana kızarak bu insanların terörist olması halinde bile kendilerinin asker gibi davranmaları gerektiğini hatırlatıyor. Kötü Amerikalı asker ise umursamadığını belirtince İyi asker kızarak durumu rapor edeceğini söylüyor ve kötü askeri tutuklamaya yelteniyor. Kötü olanın yanıtı silahıyla iyi olanı vurmak şeklinde oluyor. Bu sahnede normal ve anormalin çatışması iyi Amerikan askeri ve kötü amerikan askeri temsillerinden geçerek yapılmaktadır. Bununla birlikte, sahnede çok önemli bir meşrulaştırma bulunmaktadır: Düğünde sivilleri öldüren ve her türlü dehşet ve şiddeti yaratan Amerikan askerinin, aslında Amerika’yı temsil etmediği ve eğer iyi bir asker bunu hatırlatırsa, kötü tarafından susturulduğu, oradaki karmaşanın bu tür askerlere zemin sağladığı meşrulaştırılmaktadır. Organ ticareti ve iki kötünün çatışması Abu Ghraib içindeki ameliyathanede bir doktor Iraklıların organlarını kesip alıyor. Bu ilk bakışta normal gibi algılansa da hemen sonra çıkarılan organların, üzerlerinde New York, Londra ve Tel Aviv gibi adresler yazılı kutulara konması, burada ne tür bir iş yapıldığını açıklıyor. Böylece, film seyircileri organ ticareti yapan doktorlar tanışıyorlar. Bir başka kötüyle. Kamyondaki tutukluların hapishaneye getirildiğinde, tutukluların çoğunun yaralı veya ölü olduğunu görerek sinirleniyor ve Amerikalı kötü askere çıkışıyor; organlarını alabilmek için sağlıklı insanlar istediğini ve bir daha bu insanları vurursa, onu öldüreceğini söylüyor. Burada anormal olan kendini normal olarak sunmaktadır. Ayrıca Doktor ile Asker arasındaki çatışma, iyi askerle kötü asker arasındaki öldürmeye giden ilişkinin farklı bir şekilde örgülendiğini görüyoruz: Gözünü kırpmadan adam öldüren asker, elinde silahı bile olmayan bir doktorun tehdidine karşı sessiz kalıyor. 50 Esra Keloğlu-İşler Otelde baş kötüyle karşılaşma ve Polat’ın planının çöküşü Oteldeki sorun örgüsü aynı anda birden fazla faaliyetlerle devam ediliyor: Kürt liderin davetine gitmeyen Sam Marshall Polat Alemdar ile buluşmaya girmeden önce kurtuluş planı için harekete geçer ve telefonla verdiği talimatla davette gösteri için bulunan çocukları bir otobüse bindirterek otele gelmelerini ister. Bu arada yine onun talimatları doğrultusunda, otelde bir bomba imha ekibi Polat’ın taşıyıcı kolonlara bağladığı bombaları etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Otelde Sam’ın girişimlerinden habersiz olan Polat ve yardımcıları onu beklemektedirler. Sam’ın Polat’ın karşısına gelişiyle, ideolojik propagandayla, iki gücün kendini beğenmişlikleri ve bir davaya adamışlıklarıyla gerginleşen yeni çatışma örgüsü başlıyor: Buraya kadar küçük çatışma örgüleriyle ciddi sözel çatışmaya geçiş hazırlanmıştı. Bu çatışmada Sam, film boyunca tekrarlanan ve kişisel imajını üretirken aynı zamanda da “çirkin Amerikalı” imajını da yeniden üretmektedir. Polat’a kim olduğunu sorar. Adını söyleyen Polat’ın karşısına oturarak Polat’a nasıl bir belaya bulaştığının farkında olup olmadığını, canı sıkılmış bezgin bir ifadeyle, angarya bir işle uğraşıyormuşçasına sorar. “Oteli havaya uçurmak istiyorsan uçur benden alacağın bir şey yok” der. Bunun üzerine Polat Alemdar, bond çantadan eline, Türk subayların kafasına geçirilen çuvallardan birini alarak, Sam’dan kendisinin ve adamlarının bu çuvalları kafalarına geçirmelerini ister ve gazeteciler onların resimlerini çektikten sonra gideceğini söyler. Bu “dişe diş, göze göz” örgüsüyle çatışma tırmanmaya başlar. Sam onbeş senedir bu bölgede olduğunu Türkleri iyi tanıdığını, övünmeyi sevdiklerini, kendi kuralları, kırmızı çizgileri, değişmez Irak politikaları olduğunu, Türkler istemese kimsenin burada bir şey yapamayacağını söyler. Sonra “Kırmızı çizgilerinizi çoktan sildik politikalarınızın içine ettik, yani sizi anlamıyorum buna aldırmadınız da başınıza geçen iki çuvala mı aldırdınız” diye sorar. Polat Alemdar kızgın bakışlarla sessizce dinler. Polat Alemdar, söylenenleri duymamış gibi üstlendiği çuval geçirme görevini yapmakta ısrar eder ve tehdidini yineleyerek çuvalı Sam’ın kafasına fırlatır. Sam bunu kafasına çuval geçirmiş gibi bir hakaret olarak niteliyor; önce öfkeleniyor ve hadi patlat diyor; Bu anda çatışma örgüsü doruğuna çıkıyor. Fakat Polat’a durmasını söylüyor. Bu sırada salona otobüsle getirilen çocuklar sokuluyor. Bu andan itibaren çatışmada denge Sam’ın lehine bozuluyor. Polat’ın planının çöküşü de başlamış oluyor. Sinirleniyor ve kumandayı elinden bırakıyor. Polat’ın farklılığı masum sivilleri öldürmemek üzerine kurulu olduğu için, bu durum Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 51 onun planının başarısızlığa uğraması anlamına geliyor. Filmde Polat’ın ilk planının işlememesi bu şekilde sunuluyor. Polat onun (yani Amerika’nın) çocuk katili olduğunu söyledikten sonra Sam kendisinin Polat gibi tesadüfen değil, barışı sağlamak için Tanrı görevlendirmesi ile orada olduğunu ve amacını gerçekleştirmek için kimsenin ölmesine aldırmayacağını belirtiyor. Ortaçağdaki hükümdarların erklerini tanrıya dayandırmalarına benzer şekilde gücünü ve varlığını ilahi varlığa dayandırarak kendini meşrulaştırıyor. Sam Polat’ın planını çökertmiştir. Bunun üzerine engellenmiş, başarısızlığa uğramış, öfkeli Polat Alemdar, adamlarıyla beraber otelden çıkıp gidiyor. Böylece olay Polat’ın başarısızlığıyla çözüme ulaşıyor. Sam için olay tamamen çözümlenmiş değil ve sandalyesinin altındaki bombanın imha edilişini beklerken çocukların gitmesine izin vermiyor. Piyanonun başına geçerek yeniden Beethoven’in 9. senfonisini çalmaya başlıyor; çocuklar marşın sözlerini koro halinde söylüyorlar. Bomba etkisiz hale getirildiğinde sorun şimdilik çözümlenmiş oluyor. Film boyunca sık sık tekrarlanan sunumlardan biri de kötü Amerikalının kendini halk, çocuklar ve kullandığı etnik gruplar karşısında iyiliksever tavırlarla etkileme çabalarıdır. Sam’ın kurban olduklarının bilincinde olmayan çocukların karşısında gülümseyerek piyano çalması da onun için “Sam Amca” imajına katkı yapıyor. Bir başka sorun örgüsü: hapishanede işkence Filmde, işlenen konuya ek malzeme olarak medyada yer bulmuş gerçek olaylarda çözüme ulaşmayan sorunlar olarak sunulmaktadır. Abu Ghraib Hapishanesindeki işkence olaylarını anlatan sahne aslında bakılırsa filmin olay örgüsü içinde sadece kötülüğün tanımlanmasında işlevsel bir yarar sağlamak amacıyla yerleştirilmiş gibi görünmektedir. Tıpkı düğün sahnesinde küçük çocuğun ailesinin trajik ölümü olaylar zincirinde olduğu gibi tamamen izleyicinin kin, nefret, öfkelerini ve adrenalini yükseltmek için yapılan bir örgü. Bu sahnede tutuklular çırılçıplak soyularak hakaretler eşliğinde hücrelerde tazyikli soğuk suya tutuluyorlar. Bir başka hücrede bir tutuklu hücresinde ağlayarak namaz kılarken kapı açılıyor ve yine medyada geniş yer tutan, işkenceci kadın asker içeri giriyor. Mahkumu tekmelemeyerek soyunmasını emrediyor, daha sonra, diğer çıplak adamların üstüne yatırıyor. Tutuklular copla dövülüyor, yalvarıyor ve ağlıyorlar. Sahne, din karşıtlığını, Hıristiyanlık dininin Müslümanlığa olan saygısızlığını ve eziyetini yeniden ortaya koyuyor. Savaşta galip olanın elinde mağlup olanın acınası durumunu yeniden üretiyor. 52 Esra Keloğlu-İşler Polat ve Türkmen dayanışması; Türkmenlerin durumu Sahne, Polat’ın o ana kadar görülmemiş olan bir diğer adamı Erhan’ın arkadaşlarının sorunsuz bir şekilde dönmelerini beklemesiyle başlıyor. Arkadaşları gelince onları bir kamyona bindiriyor. Grup beraberce Türkmen liderin evine gidiyor. Buradan anlaşılıyor ki burada Polat’a Erhan aracılığıyla yardım eden kişi Türkmen lideridir. Lider Irak’taki durumu ve Amerikalılar tarafından yaptırılan paylaşımı anlatıyor; ve Türkmenlere gidecek bir yer bile bırakılmadığından yakınıyor. Yani Türkmen liderin el altından yardım çabalarının gerekçesi belirtiliyor ve daha sonra olacak olaylar için de bir neden sunumu yapılmış oluyor. Türkmen lider, Sam’ın etnik grupların bağımsız olarak bir araya toplanmasına izin vermediğini her şeyi kendisinin bütün etnik grupları zaman zaman bir araya toplayarak planladığını ve en yakın tarihli toplantıyı anlatıyor. Böylece normalin kırılmasına yönelik hazırlık bu durum belirleme ve geçiş sahnesiyle tamamlanmış oluyor. Şeyh ve sabır dergahı Dergah çıkmazdakinin sığındığı yer olarak kurgulanmaktadır. Dergah köydeki yaşam ve şeyhin desteğine ilişkin çeşitli kısa sahnelerle anlatılıyor. Örneğin, revirde hastaların başında Şeyh, yaşamak ve savaşmak isteyen hastalara sabırlı bir şekilde yaşamaları için en iyisinin dua etmek olduğunu söylüyor. Bir diğer sahnede kızı Leyla kocasının Allah yolunda şehit olduğunu, gözyaşı dökmeyip intihar bombacısı olmak istediğini belirtiyor fakat Şeyh buna izin vermeyerek İslam’da bunun yeri olmadığını, bunun kendini ve masumları öldürmek suretiyle Allah’a isyan olduğunu hatırlatıyor. Müslümanlara isyan ve canlı bomba fikrini aşılayanların Hasan Sabbah’ tan geldiğini belirterek, bunun şeytan işi olduğunu, Müslümanları dünyaya korkunç insanlar olarak gösterdiğini, şu anki aciz durumun Müslümanların kendinden, Allah yolundan sapmalarından, birlik olmamalarından kaynaklandığını söylüyor. Bu eylemlerin artmasının kötü olduğunu düşmanın bunu istediğini ve hatta onların düzenlediğini ileri sürüyor. Dua ederek sabretmelerinin onları özgürlüğe götüreceğini telkin ediyor. Bu sahneyle o ana kadar diğer kişilerin tanımlanmasıyla sunulan Şeyh karakteri kendi kendini tanıtmaya ve sunmaya başlıyor. Film boyunca kin ve nefretten arınmış en zor durumlarda bile metanetini koruyan diğer insanlara destek olmayı kesmeyen Şeyh karakteri bu özellikleri ile Polat Alemdar’dan bile daha iyi bir kahraman özelliği gösteriyor. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 53 Sam’ın Polat’ın peşine düşüşüyle ilgili ilk örgü Sam kendi kurduğu Irak’taki normal durumu tehdit eden Polat Alemdar hakkında bilgi alıyor. Polat’ın resmi olarak devlet adına çalışmadığı ama yine de devlet adına çalıştığını öğreniyor. Kötüler arası işbirliği kurgusu: Doktor ve Sam Doktor ile Sam’ın arkadaş olduğunu ve aralarındaki işbirliğini işleyen bu örgü doktorun insanların hayatını kurtardığını söylemesiyle başlıyor. Sam ona zenginlerin hayatını kurtardığını söylüyor. Doktor, Şam’ı yetkililere şikayet etmekle tehdit ediyor. Bunun üzerine Sam yine Amerika yerine konuşmaya başlıyor ve “ben hep buradaydım sizin güvenliğini için kendimi tehlikeye atıyorum” diyor. Burada üzeri örtük bir şekilde daha sonradan Yahudi olduğu anlaşılacak doktora karşı Sam karakteri Arap yarımadasındaki düşman İsrail’in hamisi Amerika konumu hatırlatılıyor. Sam, Kürtleri, Türkleri ve Arapları birbirine düşürdüğünü doktorun ise böbrek için şikayet ettiğini ileri sürüyor ve doktorun mahkumlara iyi davranılması isteğini basit ve lüzumsuz bir istek olarak görüyor. Doktor ise, kimin niye öldürüldüğünü, kaç kişinin öldürüldüğünü umursamadığını, yalnız mahkumların öldürülmemesi gerektiğini çünkü organlara canlı olarak ihtiyacı olduğunu söylüyor. İstediği teminatı alıyor. Bu sahne de yine herkesin kendi durumlarını normal rutinde devam ettirme faaliyetlerine aynı zamanda “Yahudi doktor” karakterinin pragmatizmine yapılan bir vurgu olarak film içinde konumlanmaktadır. Kötüye ilk suikast girişimi, ikinci fiyasko ve pazaryeri faciası Pazar yeri kalabalık. Sam ve etnik liderler orada bir lokantada toplantı yapacaklar. Polat bir evin tepesinde uzun namlulu silahla Sam’ın gelmesini bekliyor. İkinci hazırlık ise Leyla’nın kendi amacı için üzere tetikte beklemesi ve civarda dolaşması ile betimleniyor. Sam geliyor ve restoranda Kürt, Türkmen ve Arap liderlerle yemek için buluşuyor. Polat Sam’ı vurma fırsatı bulamıyor. Çıkışta vurmak için bekliyor. Yemekte Sam amacının Irak’ı birleştirmek ve barış içinde yaşamaları için kalıcı hükümet kurmak olduğunu ifade diyor. Tabii ki burada yine kişi olarak Sam olarak değil ülke olarak “Sam Amca”nın dünya kamuoyuna ilettiği mesaja gönderme yapılmaktadır. Söz konusu amaca ulaşmak için Irak’ta bulunan her grubun neleri yapmaması gerektiğini söylüyor. Arap lider ise düğünde olanları anımsatarak eşitlik olmadığı argümanını ileri sürüyor. Sam “siz terörist yetiştiriyorsunuz” cevabını veriyor. Arap ve Türkmen liderler petrol bölgelerinden zorla göç 54 Esra Keloğlu-İşler ettirildiklerinden şikayet ediyorlar. Petrolde kendilerinin de hakkı olduğunu söylüyorlar. Sam onlara de hak verdiğini fakat güvenliği sağlamak ve istikrarı kurmak için böyle yaptıklarını söylüyor. Türkmen ve Arap liderler taleplerini dile getirirken aynı zamanda Kürtlerden dert yanıyorlar. Kürt lider bunları yadsıyarak ve hiç cevap vermeden güvenliği sağlamak için maddi destek ve eğitimli insan istiyor. İçeride normal olay devam ederken dışarıda normal olanın kırılmasına ilişkin bir olay gerçekleşmektedir. Bu da Leyla’nın meydanda gezinerek beklerken düğünde öldürülen küçük çocuğun babasının, intihar bombacısı olarak eylem hazırlığı içinde olduğunu anlamasıdır. Leyla onu babası Şeyhin önerileri doğrultusunda niyetinden caydırmak için yalvarıyor fakat çocuğun babası hedefine kilitlenmiş durumdadır. Bölgedeki etnik liderlerle yemek sona erdiğinde Türkmen lider, Sam’la iki dakika görüşmek istediğini söyleyerek onun dışarıya çıkmasını ve Polat Alemdar tarafından vurulmasını engellemeye çalışıyor. Bu da normalin kırılmasını engellemeye yönelik bir çaba olarak öykü örgüsü içinde yerini alıyor. Dışarıda, askerler güvenliği sağlamakla uğraşırken, babanın (Ebu Ali) bombaları patlatmasıyla normal hazırlık yapmış olan Polat’ın planı bir intihar bombacısı eylemiyle çöküyor.. Büyük patlamada gösterilen bütün yaralı ve acı çeken insanlar yığını, pazardaki masum sivil insanlar olarak sunuluyor. Bir anlamda Şeyhin söyledikleri teyit edilmiş oluyor. Birbirinden habersiz olarak aynı amaçla yani Sam’ı öldürmek üzere orada bulunan Leyla ilk kez, Polat ve arkadaşları bu patlama sonucu çıkan arbededen dolayı ikinci kez amaçlarına ulaşamamış oluyorlar. Normaldeki kırılmanın yol açtığı yeni sorun, masumları öldüren intihar bombacısından sonra Polat ve arkadaşlarının Amerikan askerlerini öldürmesi ve ortamdan kaçmalarıyla son buluyor. Leyla’yla yolların kesişmesi: nefret ve dayanışma Polat ve arkadaşları, Amerikan askerleri tarafından kuşatılıyorlar. Bu soruna geçici çözüm, kaçma oluyor. Kaçarken Amerikan askerleriyle çatışmaya devam eden Polat ve arkadaşlarının durumunu Leyla fark ediyor ve onlara yardım ediyor. Leyla, Polat ve arkadaşlarını kendi evine getirip saklıyor. Onları aramaya gelen Amerikalıların hakaretine maruz kalıyor; fakat aradıklarını bulamayan askerler gidiyorlar. Böylece filmdeki kaçma kovalama sahnesiyle başlayan sorun çözüme kavuşmuş ve normalin kırılmasına hazırlıklar için zaman kazanılmış oluyor. Sabah olduğunda grubun amacını anlayan Leyla yardım teklif ediyor. Leyla ile karşı tarafın varlığından habersiz olduğu Erhan’la dışarıya bilgi aramaya gidiyorlar. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 55 Sam ve doktorun din üzerine tartışmaları Sahne Sam’ın pazar faciasından ufak sıyrıklarla kurtulması ve Yahudi doktor tarafından muayene edilmesi ile başlamaktadır. Örgü farklı dini inançtakilerin birbirini anlamaması ve cennete sahiplik üzerine inşa ediliyor. Sam intihar bombacısının cennete gitmeyi düşündüğü için öldüğünü ve İsa’ya inanmayanların cenneti hayal etmesini anlayamadığını belirtiyor. Bu, Sam’ı tedavi eden doktoru da rahatsız ediyor ve Yahudi kimliğini ortaya koyarak “sen cennete gideceksin ben gidemeyecek miyim?” sorusunu soruyor. Her iki tarafta cennete sahiplik iddiası yoluyla kendi bizliklerini yeniden kuruyorlar. Bu sırada kötü Amerikan askeri rolündeki Dante içeri girerek Polat Alemdar’ın arkadaşlarından birinin de patlama yerinde olduğunu ve koruma kılığına girdiğini haber veriyor. Bu normalin kırılması için bir hazırlık oluşturmaktadır hemen akabinde Sam Türkmen lideri çağırtıyor. Türkmen liderin öldürülmesi Türkmen lider geldiğinde Sam, Türkmen lideri olayı bilmekle, kendisine haber vermemekle ve geç haber vermekle suçluyor ve Polat’la olan bağlantısını bildiğini belirtiyor. Polat’ın yerini soruyor. Beklediği yanıtı alamayınca, Türkmen liderin kafasına kurşun sıkarak onu öldürüyor. Böylece, bu sahnedeki örgü Sam’ın bu tür bir sorunu nasıl çözümlediği üzerine kuruluyor ve aynı zamanda Polat’ı öldürmek için peşine düşmesinin geçiş inşası yapılıyor. Sam’ın din anlayışının işlenişi Bu işleniş şöyle örgüleniyor: Sam kilisede İsa peygamberin ikonasıyla konuşarak onun yanında olmayı özlediğini, fakat ona karşı görevlerini tamamlamadığı için olamadığını anladığını, ölen ve ölecek kahramanların ruhlarını kutsamasını, huzur vermesini ve yol göstermesini diliyor. Bütün fedakarlıkların hep görev aşkıyla yapıldığını bu görevin de İsa’nın krallığının kurulması olduğunu ve dünya barışını korumak olduğunu söylüyor (yani uhrevi olan amaç ve dünyevi olan amaç paralellik göstererek Amerikalıların bölgede yaptıklarını meşrulaştırıyor). Sam bu işi kutsal kitapta vaat edilen Babil hesaplaşmasının tamamlanması olarak görüyor. Kendisinin Hıristiyanlık için önemli bir dini kişilik olarak geleceğe ismini bırakacağını hayal ediyor. Dua devam ederken bir yandan da askerlerle Sam’ın halka yardım paketleri dağıtması gösteriliyor. Halk yardım paketlerini ilkel bir açgözlülük içinde kapışıyor. Halkı sağlık taramasından geçiriyorlar. Bu arada duada vaat edilmiş 56 Esra Keloğlu-İşler toprakları fethetme arzusu dile getiriliyor ve bu durum gerçekleşene kadar kan akacağını belirtiyor. Barışı sağlayanın Tanrının çocuğu olacağını söylerken aynı zamanda kendisini Tanrının çocuğu olarak görüyor. Böylece Sam kendini rahatlatıyor. Şeyh’in duası ve zikir: İslam’da insan ve yaşam İkinci dua sahnesi hemen birincinin ardından işleniyor. Dergah’taki zikir sırasında, müritler, ayakta halka oluşturarak ilahi okuyorlar, tam ortada ise Şeyh var ve dua ediyor. Dua, doğrudan Iraktaki durumla ilgili bir içerik sunuyor: Galip olanı ve mağlup olanı Allah belirler o öyle istediği için öyle olur” diyerek kaderciliği ve varolan durumu isyan etmeden olduğu gibi kabullenmeyi işlemektedir. Yine “Allah zulmetmez biz kendi kendimize zulmederiz. Bu da kişilerin kendi dertlerine düşerek birlik olmamalarından kaynaklanmakta. Biz bize zulmettiğimiz için düşman da şimdi bize zulmediyor. Günahkar, mağlup ve mahkum olan bizleriz. Zamanında Kuran ve sünnetlerle uyanmadık şimdi düşman nedeniyle uyanıyoruz. Bize bu saldırıları defedecek güç ve sabır ver” diyen şeyh başlarına gelen felaketlerden kendilerini sorumlu tutarak sabretmeyi salık vermektedir. Bu duadan sonra zikir seremonisi başlıyor. Şeyh ise en ortada halka yönünde dönmeye başlıyor. Ritim davul zurna eşliğinde giderek hızlanıyor. Şeyhin hareketiyle zikir seremonisi sona eriyor. Bu iki dua sahnesinin örgüsü iki farklı dünyanın örgüsü iki farklı dünyayı, inancı ve ilişkileri anlatıyor. Bu farklılıklar şöyle karşılaştırılabilir: HIRİSTİYANLIK Tanrı’ya bireysel bir yakarış MÜSLÜMANLIK Kolektif bir eylem Birey insanda somutlaşan Tanrı var; insan yarı-Tanrı bir varlık Birey: kul ve Tanrı ile aracılığını gerçekleştiren bir dini lidere ihtiyacı var. Tanrının edilmiş durumu Dua sahnesinde Tanrı tamamen soyut bir varlık; ancak tam bir konsantrasyon ile ilişki kurulabilir; mistik bir seremoni ile dua Tanrının dünya ile ilgili hiçbir işi yok; Tanrı-insan ilişkisi daha felsefi bir boyutta gerçekleşiyor Göze görünmeyen ilahi ve yüce bir varlık olan Tanrı’nın yazdığı yazgıya mutlak boyun eğiş ve sabretme İsa ile sembolize ikonasına tapınma Tanrı dünya işleri ile ilgili belirli hedefler koyarken yazgıyı belirlemekte Bireylerin oynadığı rol ve bunu başaranın yüceltilmesi Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 57 Polat ve Leyla’nın kesişen amacı: Sam’ı öldürmek Polat ve Leyla, evin damında konuşuyorlar. Polat Sam’ın insanlara zulmüne karşı bir şey yapamamaktan ve planlarının başarısızlığa uğramasından dolayı öfkelidir. Leyla, Sam’in bunları uzun zamandır yaptığını ve onun ölmesini çok istediğini açıklıyor ama sabretmek gerektiğini de söylüyor. Polat Alemdar ise böyle sabretmeyi nereden öğrendiğini sorunca, Leyla, kendisini Şeyh Abdurrrahman Has Kerkuki’nin büyüttüğünü söylüyor. Bütün evsiz, öksüz, zayıf ve kimsesizlerin Şeyh efendi tarafından büyütüldüğünü söylüyor. Polat, Leyla’ya hayatta en çok ne yapmak istediğini soruyor. Leyla’da eskiden bir hayali olduğunu bu hayalin ülkesinde huzur içinde yaşayıp ölmek olduğunu şimdiyse tek hayalinin belinde taşıdığı hançeri Sam’a saplamak olduğunu söylüyor. Polat ise “bu arzunu gerçekleştirmeni engelleyecek olursam bana kızar mısın” diye soruyor. Polat ve Leyla ilişkisi, aynı amacı taşıyan iki kişinin ilişkisi ve işbirliği olarak sunulmaktadır. Bu filmde ikili arasında hiçbir amaçları dışında hiçbir duygusal ilişki bulunmamaktadır. Sam’a ikinci suikast planının habercisi olan örgü Polat ve arkadaşları piyanonun geçeceği yola pusu kurup bekliyorlar. Tren’in üzerine atlayarak piyanoya bomba yerleştiriyorlar. Askerler piyanoyu kırmızı kurdelelerle süsleyerek Sam’a götürüyorlar. İslam’ın terörü lanetlemesi Sahne, El Kaide militanları yakaladıkları bir gazetecinin kafasını keserek öldürme girişimlerini bir bildiri okuyarak videoya kaydettiği inşaya geçiyor. Bu sırada içeriye Şeyh giriyor. Onları azarlayarak ellerinden kılıcı alıyor. Kılıçla gazetecinin ellerini çözerek serbest bırakıyor. Kılıcı gazeteciye vererek militanın kafasını uçurmasını söylüyor. Gazeteci kılıcı yere atarak kendi dilinde “ben sadece bir gazeteciyim beni anlıyor musunuz” diyerek kurtulduğu için teşekkür ediyor ve Şeyhin ayaklarına kapanıyor. Şeyh davranışlarıyla sadece müritleri ve bölge halkının değil, kendi dininden, ulusundan olmayanların bile saygısını kazanıyor. Bunu da adam öldürerek değil adam öldürülmesini engelleyerek gerçekleştiriyor. Bu sahneye kadar şeyh karakteri hep pasif bir şekilde akıl veren, dert dinleyen bir nevi hakem pozisyonunda konumlanmaktaydı. Bu sahneyle Şeyhin bu pasif ve sabır telkin edici konumunda negatif yönde değil yine pozitif yönde bir kırılma gerçekleşmektedir ve Şeyh de kendi yöntemleriyle mücadele etmektedir. 58 Esra Keloğlu-İşler Sam’ın Şeyhten kurtulma planı Sam odasında herkesin yanına koştuğu bu şeyhten artık çok sıkıldığını ifade ediyor. Yanındaki Kürt lider ise yüzünde büyük bir gülümseme ve sempatiyle soyu peygambere kadar uzanan Şeyhe herkesin saygı gösterdiğini anlatıyor. Sam ise Şeyhin soyunu umursamadığını eğer kendisinin yaptıklarını bozmaya kalkışıyorsa teröristlerin başı anlamına geldiğini öne sürüyor. Kürt lider bunun yanlış olduğunu Şeyhin öksüzlere yetimlere, dullara baktığını, esas o olmasa herkesin terörist olacağı tezini ileri sürüyor. Sam ise lideri taraf tutmaya zorluyor; ya kendisi ya Şeyh. Sam Şeyhin tutuklanması emrini veriyor. O zamana dek Amerikalının her istediğini yerine getiren ve bunun da mükafatını almış olan Kürt lider ilk kez karşı çıkarak bu işe karışmayacağını, ona silah doğrultamayacağını ekmeğiyle büyüdüğünü, doğrultursa kendisini çarpacağını da ilave ediyor. Fakat Sam “büyücü mü” diyerek dalga geçerek Kürt lideri yolluyor. Piyano suikastının başarısızlığı örgüsü Bu örgü “şans” faktörü üzerine kurulmaktadır: Sam, evine yerleştirilen piyanoya doğru yüzünde sevgi gülücüğüyle yürümeye başlıyor fakat tam çalmaya başlayacağı sırada dışarıdan beton kırıcı yer matkabı sesi geliyor; o da sinirlenerek balkondan çalışmakta olan işçileri azarlıyor ve oradan gönderiyor. O an nota tutacağı balkondaki rüzgardan devrilerek piyanonun tuşları üzerine düşüyor ve Sam piyanonun başına gelmeden bomba patlıyor. Leyla’nın boş sevinci ve tedbirli Polat Erhan ve Leyla bombanın patladığı haberini Polat ve arkadaşlarına iletirler. Sam’ın öldüğünden hepsi de emindirler. Polat Leyla’ya evden gitmeleri gerektiğini söyler. Leyla nasıl olsa öldü diyerek bunu anlamsız bulur. Bu arada Erhan çocuklara şeker dağıtarak “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye bağırttırmaktadır. Polat Abdülheyi Sam’ın öldüğünden emin olmak için şehre gönderir gelirken de yanında araç getirmesini söyler. Amerikalı kötü askerin yeni kötülüğü Bu kışa sahnedeki örgü kötülüğün ve kötünün çocuk ve kadın dinlemediğini ve terörlerini onlara da kattıklarını işlemektedir: Yahudi doktora tutsak götüren asker “Türkiye sizinle gurur duyuyor” diye bağıran çocuklardan birini annesiyle beraber yakalar ve bir hangara götürür. Burada bir tarafta korku ve çaresizlik ve diğer tarafta hunharlık işlenmektedir. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 59 Dergah’a Sam’ın saldırısı, Sam’ın sonu ve Leyla’nın ölümü Polat ve arkadaşları arabayla Şeyhin dergah köyüne, Leyla ile yaşlı annesini getirirler. Polat, çeşme başında yaşlı bir Kürt’le konuşur. Sabah ezanı okunmuştur ve cemaat namaz kılmak üzere camiye gider. Amerikalı askerler ise camiye bomba atarlar. Polat, adamları ve Amerikalılar arasında çatışma başlar. Arabasında oturarak emirler veren Sam’ın patlamadan sadece parmağındaki ufak yara ile kurtulduğu anlaşılmaktadır. Köyün yakılması emrini verir. Saldırı füzelerle, makineli tüfeklerle, tabancalarla sürmektedir. Leyla, dergah köyde yaşayanları organize ederek onları binalardan çıkartmaya, uzaklaştırmaya çalışır. Bu arada Leyla ile Polat, arabasından çıkıp elinde silahıyla kendilerini arayan Sam’ı fark ederler ve onun patlamada ölmediğini anlarlar. Sam’da Polat’ı fark eder. Tam bu çatışma sahnesi sürerken Polat’ın adamları olan Memati ve Abdülhey arasındaki Kürt-Türk diyaloğu sunulmaktadır: Öfkelenen Memati, hep bu “kürtlerin yüzünden” deyince Abdüley bozularak “ağabey ben de kürdüm” der. Bunun üzerine Memati “sen başkasın Abdülhey” der onun yanıtı ise “her şey böyle başlıyor ağabey” olur. Burada hem ayrım yeniden üretiliyor hem de bunun çözümüne ilişkin ipucu veriliyor. Yani önyargıların ayrımcılığı güçlendirdiği öne sürülmektedir. Leyla, Sam sanarak bir adamı bıçaklar, tam bu adamın Sam olmadığını gördüğünde ise karşısına Sam çıkar ve Leyla’nın göğsüne bir kurşun sıkar. Leyla elinde hançeriyle yere düşer. Bu sırada Polat ortaya çıkar Leyla’nın hançeriyle Sam’ı öldürmeyi başarır. Leyla’nın amacı kendisine emanet edilen hançerle Sam’ın öldürülmesiydi. Polat’ın ki ise mümkünse çuvalı Sam’ın kafasına geçirmek bu gerçekleşmezse de onu öldürmekti. Böylece hem Leyla hem de Polat amaçlarına ulaşmıştır, sorun çözülmüştür. Polat ölmek üzere olan Leyla’nın yanına gelir. Leyla son nefesinde Sam’ın öldüğünü öğrenir. Polat’ın ölen kızın burnundaki halkayı çıkartır. Çünkü şeyh, halkanın ancak Leyla’nın özgür olması durumunda çıkartılabileceğini söylemişti. Kadının köleliğinin dul kalınca değil, ancak ölünce bittiği bir kez daha üretilmiş olur. Karakterlerin işlenişi Filmde başrollerde Polat Alemdar, Sam, Abdurrahman Halis Kerkuki, bulunmaktadır. Yan rollere bakıldığında ise Memati, Abdülhey, Leyla, Erhan, doktor, Arap lideri Abu Tarık, Kürt lider, Türkmen Lider Hasan, otel müdürü Mr. Fender, Amerikan askeri sayılabilir. Öte yandan, Peşmergeler, Türkmen, Kürt, Arap kadın, çocuk, babalardan oluşan aileler, Amerikalı askerler ve 60 Esra Keloğlu-İşler yerel ahaliden oluşan esirler, düğündeki nedimeler, akrabalar, dergah köydeki insanlar, el kaide militanları, sağlık personellerinden oluşan kalabalık denilebilecek bir figüran oyuncu grubu da filmde rol almaktadır. İsimleri belli iyi karakterler Polat Alemdar: Filmde “iyi adam” olan baş kahraman Polat Alemdar karakteridir. Onun devletin gayri resmi adamı olduğu, devletin kanunla, hukukla çözemediği işlerinde devreye girdiği mektupla yapılan çağrı sahnesinde ortaya çıkmaktadır. Bu durum Türkiye için çok tanıdık bir gerçeklik olduğu için, izleyici için anormal bir durum oluşturmamakta ve devletin yapamayacağı şekilde sorunları çözebilmesi için karaktere bir gerekçe/temel vermektedir. Polat karakteri “vatan için ölebilecek” bir kahraman ön sunumu ile ekranda görünmeden önce çağrı sahnesinde “seçilen kişi” oluyor. Polat Alemdar’ın ekranda görüldüğü ilk sahne çağrıya cevap vererek yola çıktığının görüldüğü sahnedir. Bu sahnede adamları araba kullanırken arka koltukta oturan sert, asık yüzlü, lider/efendi gibi hareket eden, adamlarının ağzından çıkacak sözleri dikkatle dinlediği bir kişi olarak temsil edilmektedir. Polat’la ilgili olarak kılık kıyafet, tavır gibi sözsüz iletişim öğelerine bakıldığında açıkça ortaya mafya lideri tarzı unsurlar öne çıkmaktadır. Yolda karşılarına çıkan Kürt askerleriyle üstten bir tavırla konuşuyor ve onların her istediğini kabul etmiyor açıkça sezilen bir düşmanlık görülüyor fakat bu düşmanlık onların dilini çok iyi bilmesini de engellemiyor. Amacına giden yoldaki engelleri kaldırmak (çevirme sırasında Kürt jandarmalar) için rahatlıkla adam öldürebiliyor. Otel sahnesinde Polat karakterine, devletin resmi ideolojisinin taşıyıcılığı öğesi ekleniyor. Başarılı planlar yapan, anti-emperyalist, istedikleri doğrultusunda insanları manipüle eden ancak sivillerin zarar görmesini istemeyen bir lider çiziliyor. Mr Fender’ın kendisine olan tutumunu uygulamaya koyduğu planla değiştirerek onun davranışlarını maniple ediyor zorla da olsa istediği gibi davranmasını sağlıyor. Sam ile ilk konuştuğunda ona kendisini “tehlikeli” biri olarak sunuyor. Sam’ın gelmesini beklerken, karşısındaki kültüre olan ilgi ve saygı göstererek Amerikan tatlısı sipariş ediyor. Sam ile olan ilk karşılaşmasında kibar davranıyor ancak çok az konuşuyor. Planını gerçekleştireceğinden çok emin olduğu için Sam ’ın sözlerini cevap vermeksizin sabırla dinliyor. Fakat yine de kararından vazgeçmiyor ve çuvalları Sam’ın yüzüne fırlatıyor. Bu sahne ile Polat karakteri biraz daha belirlenmiştir ve mertlik, gözüpeklik, maçoluk, milliyetçilik, onur ve gurura önem verme gibi özellikler Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 61 yüklenmiştir. Oysa, onu diğer mafya üyelerinden ayıran özelliği olan ülkesini, devletini çok sevmesi bu yolda kendi hayatını ortaya koymaktan çekinmemesi, üstlendiği görevi yerleştirme yolunda başarıya ulaşıncaya kadar başarısızlıktan yılmayan hırslı mizacı film boyunca sık sık vurgulanmaktadır. Sunulan mert, gözüpek, maço, lider, milliyetçi karakter, iyi özelliklerinin altının çizilmesiyle kahraman statüsüne yükselmektedir. Polat Alemdar, filmde bazı sahnelerde kendi yerine değil adeta Türkiye adına konuşmaktadır. Amerikalı kötü adam Sam’de gösterilen yüksek kültüre ilişkin öğelere karşın, Polat, Türkiye’deki halkın büyük bir çoğunluğu gibi, asık yüzlüdür, işinden başka bir hobisi yoktur en yakın arkadaşları erkeklerdir. Pek çok kez başarısızlığa uğrar; böylece psikolojik olarak engellenmişlik durumunu hem kanıksar hem de mutsuzluğuna katık eder. Memati: Polat Alemdarın yanından ayrılmayan sadık adamlarından biridir. İlk sahneden itibaren belirli önyargılara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Yapacağı her işte ve konuşacağı her kelimede Polat Alemdar’ın onayını beklemektedir.Yöreyi tanımamakta ve ilk kez gelmektedir. Memati karakterine, otelde tatlı sipariş etme sahnesinde Polat ile arasında geçen diyalogta, geleneksellik, diğer kültürleri tanıma ve etkileşime girmeyi istememe, inatçılık, batı kültüründense doğu kültürüne tercih etme gibi özellikler eklenmektedir. Abdülhey: Polat Alemdarın sadık adamı, Memati’ye göre daha ketum, bulundukları yöreyi iyi tanıyan, az konuşan, Kürt etnik kimliğini ilk andan itibaren açıkça ortaya koyan, milliyetçi, kolaylıkla adam öldüren bir karakter olduğu ilk sahnede inşa edilmeye başlanıyor. Erhan: Erhan karakteri ilk karşılaşma başarısızlığa uğradıktan sonra arkadaşlarına yardım etmek için ortaya çıkmaktadır. Polat Alemdar’ın sadık adamlarından biri olmasına rağmen diğer ikisi ile benzeşmeyen özellikleri taşımaktadır. Polat ve iki adamı son derece sert ve maço tavırlar içindeyken, Erhan’da bu tavırlar yoktur. Hatta onların tam tersi olarak güler, şakalar yapar, yemek yapar vb. Bir sahnede arkadaşları için endişelenen, onlara bir şey olmasın diye dua eden Erhan, diğerlerine duygularını rahatça gösteren tek adamdır grup içinde. Aynı zamanda onun görünmesiyle filmde nasıl olduğu açıklanamayan şeyleri onun gerçekleştirdiği ortaya çıkmaktadır. Şeyh Abdurrahman Halis Kerkuki: Filmdeki en önemli ve en iyi sunulan karakterlerden biri de Şeyh Abdurrahman Halis Kerkuki’dir. Bu karakter, ilk olarak düğün sahnesinde gelinin manevi babası olarak ortaya çıkmaktadır. Saygın ve bilge bir kişi olduğu onu karşılamaya gelen dünürlerinin sözleriyle 62 Esra Keloğlu-İşler işlenmektedir. Gelin ve damadın nikâhlarını kıyarken felsefesine ilişkin ilk ipuçları da oluşturulmaktadır. Barışçıl, iyilikten yana, geleneksel, molla ya da softa değil ama gerçek bir din bilgini olarak sunulmaktadır. Nikâhı kıyarken kızına altın bir halka vererek onun özgür olana kadar bunu burnundan çıkarmamasını söylemesi doğunun geleneksel kadın tutumunu benimsediğine işaret etmektedir. Bununla birlikte, değerli bir altın parçasıyla kadını köleliğe ikna etmeyi de doğu toplumunun doğal bir olgusu olarak yeniden üretmektedir. Şeyh karakteri çoğu zaman, Polat Alemdar’dan bile daha iyi bir insan olarak sunulmaktadır. Kızı Leyla’nın intihar bombacısı olmasını engellemeye çalıştığı sahnede yaptığı konuşma ile, düşmanlarının bile ölmesini istemeyen, bütün zavallı aciz, muhtaç insanların yardımına koşan, bir felsefeci gibi derin konuşan bu adam, Polat’da bile hayranlık uyandırmıştır. Karakter, intihar bombası olarak ölünmesine, intikam duygusuna, düşmanların hareket ettiği şekilde hareket etmeye kesinlikle karşı olan bir din adamı olarak çizilmiştir. Dua ederek sabretmelerinin onları özgürlüğe götüreceğini telkin ediyor. Bu sahneyle o ana kadar diğer kişilerin tanımlanmasıyla sunulan Şeyh karakteri kendi kendini tanıtmaya ve sunmaya başlıyor. Film boyunca kin ve nefretten arınmış en zor durumlarda bile metanetini koruyan diğer insanlara destek olmayı kesmeyen Şeyh karakteri bu özellikleri filmdeki en iyi bir kahraman haline geliyor. Şeyhin din büyüğü olarak ibadete ilişkin ilk sahnesi dua sahnesindeki rolü ile inşa edilmektedir. Bu sahnede kendisini takip eden müritleri ile Tanrı arasında “aracılık” etme görevi karaktere eklenmektedir. Aynı zamanda dua ederken yaptığı konuşma onu bütün dünyada sunulan Müslüman imajından ayırıyor ve İslamı yeniden “barışçıl ve felsefi” bir din olarak tanımlıyor. Şeyh Abdurrrahman Halis Kekuki şahsında İslam en barışçı, en rasyonel ve en insancıl din olarak öne çıkarılmaktadır. Olaf Möller’in yorumuna göre (2006), Sam Marshall karakterinin antagonisti Polat Alemdar değil Şeyh Abdurrrahmen Halis Kerkuki karakteridir. Şeyh karakteri, bilge, herkese sabır telkin eden, eylem yapmak yerine mümkün olduğunca sabreden ve herkesten de bunu isteyen sakin bir karakterdir. Bununla birlikte El Kaide militanlarınca öldürülmek üzere olan bir gazeteciyi kurtardığı sahnede karakterinde bir kırılma gerçekleşmektedir. Şeyh gerektiğinde tek başına en korkunç fanatiklerin eylemine gidip kurbanı ellerinden alabilecek kadar gözüpek, cesur, güçlü, bir liderdir. Bu özellikleri ile efsane haline gelen saygı uyandıran bir kişiliği vurgulanmaktadır. Leyla-Gelin: Leyla, Şeyh Abdrurrahman Halis Kerkuki’nin evlatlığı en sevdiği kızıdır. Leyla ilk olarak düğün gününde izleyici karşısına çıkmaktadır. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 63 Geleneklere göre yetiştirilmiş, uysal, kimsesiz bir genç kızdır. Damat tarafından verilen hediye hançer ile gurur duyarak arkadaşlarına caka satmaktadır. Evlenir evlenmez kaybettiği kocası karaktere intikam için çok önemli bir amaç vermektedir. Bu amacı gerçekleştireceği araç ise hediye edilen hançerdir. Leyla dul kalmasının ardından manevi babası Şeyh’in yanına giderek intihar bombacısı olmak için izin istiyor. Ancak istediği izini alamıyor babası bunun günah olduğunu anlatınca başka bir yol aramaya başlıyor. Böylelikle karakterin büyüklerinin sözünden çıkmayan ama kafasına koyduğu şeyi yapmaktan da geri durmayan bir karakteri olduğu anlaşılıyor. Leyla, filmde geleneksel değerleri sorgulamadan kabul etmiş hayattan mutlu ve huzurlu olmak dışında çok fazla şey beklemeyen, dış dünyayı pek fazla tanımayan ancak saf ve iyi yürekli, talihsiz bir kız olarak izleyici karşısına çıkmaktadır. En mutlu gününde birbiri ardına yaşanan trajik olaylara rağmen yaşamak ve mücadele edecek gücü içinde bulacak, gereken noktada yardımını esirgemeyecek kadar da cesur bir kızdır aynı zamanda. İntikam almak için ettiği yemini gerçekleştirmek için büyük bir azim ve hırsla elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Leyla aynı zamanda çevresine ve sevdiklerine karşı çok sorumluluk sahibidir. Örneğin Ebu Ali’nin kendisini canlı bomba olarak patlatacağını anladığında yanına gidip onu vazgeçirmek için elinden geleni yapar ancak başarılı olamaz. Leyla da intikam için yaşamakla beraber Ebu Ali gibi dünyadan tamamen umudunu kesmiş değildir. Bu nedenle de Polat ve arkadaşlarını sıkışmış bir halde görünce onlara yardım eder. Tesadüf eseri amaçlarının aynı olduğu ortaya çıkar ve bu iki karakter arasında ortaklık başlar. Leyla bu ilişkide hep yardım eden, kendi hakkında anlatan taraf, Polat ise ataerkil, ketum, planlar yapan, koruyan taraftır. Böylece filmdeki kadın karakter ve erkek karakter arasında duygusal bağ değil amaç birliğinden doğan yakınlaşma sunuluyor. Subay Süleyman: Mektupla çağrıyı yapan, Kuzey Irak’taki çuval olayının aktörü olan Türk subayı. İçinde bulunduğu durumdan dolayı, emir komuta zincirine uyması gerektiğinden kahraman olamayan “vatanı için ölme” şerefinden yoksun bırakılmış bir kişi olarak sunulmaktadır. Yine de vatansever, onurlu, gururlu, bir asker özelliklerini taşımaktadır. Adaleti sağlamak için Polat Alemdar’a başvuran ve incinmiş onurunu intihar ederek düzeltmeye çalışan kişi olarak işlenmektedir. Ebu Ali: Ebu Ali ilk olarak düğün sahnesinde ortaya çıkmaktadır. Damat traşı olurken yanına gelen küçük çocuğunu annesinin yanına yollayan karakter bir aile adamı olarak sunulmaktadır. Ebu Ali, ikinci kez Sam ve liderlerin 64 Esra Keloğlu-İşler yemek yediği meydanda ortaya çıkar onun gözlerinden siyah-beyaz olarak verilen sahnelerde çevresindekileri değil hayalinde çocuğunun ölmeden önceki son hallerini gördüğü anlaşılmaktadır. Tek bir amacı vardı o da canlı bomba olarak intikam almaktır; bu nedenle de kendisini vazgeçirmek isteyen Leyla’yı umursamaz bombayı patlatır. Bu da karakterin en önem verdiği şey olan ailesi ölünce sadece intikam için yaşadığını göstermektedir. İsimleri belli kötü karakterler Sam William Marshall: Irak’ta yaşanan bu karmaşanın ardında ise Sam William Marshall adında bir Amerikalı vardır. Kötü karakterin isim seçimi bilinçlidir ve deyimler ve yan anlamlardan yararlanılmıştır. Sam isminin Amerika’yı simgeleyen “Sam Amca” deyiminden çıktığı, ikinci isim olan William’ın ise tipik bir İngiliz adı olması varsayımından hareketle anglosakson kökenine gönderme yaptığı, Marshall soyadı ise, Türklerin gayet iyi bildiği 1948 yılındaki Marshall yardımını hatırlattığı ileri sürülebilir. Filmin ilk olayında, Sam, karargahın kuşatılması sahnesinde yani sorun sunumuyla birlikte izleyici karşısına çıkmaktadır. Bu sahnede ilk göründüğü yer, arabanın içinde ıslıkla 9. senfoniyi çaldığı sahnedir. Kuşatmada önemli rol oynayan esrarengiz bir sivil adam olarak Sam karakteri, bu sahnede kılık kıyafet seçiminden başlayarak, tavır, jest ve mimiklerine kadar sözsüz iletişime ait pek çok elemanla inşa edilmeye başlanmaktadır. Kuşatma durumu gibi belirsiz ve gergin bir ortam içinde son derece soğukkanlı hatta ıslık çalabilecek kadar alaycı olabilen karakterin, parça seçiminin Beethoven’ın 9. senfonisi olması itibariyle de üst kültüre ait elemanları benimsemiş olduğu anlaşılmaktadır. Karargah içine girerek Türk subaylarla konuştuğu sahnelerde alaycılık özelliği tekrar ederken, buyurganlık, kendinden eminlikle birlikte özellikle Türk bayrağıyla oynama hareketiyle küstahlık ve saygısızlık da özelliklerine eklenmektedir. Sam karakteri bu ilk sahne ile bütün izleyicilerin üzerinde uzlaştığı “kötü” olmayı belirlemektedir. Sam karakteri film boyunca kolonyal kıyafetler içinde gezmektedir. Bazen bembeyaz takım elbiseler bazen de beyaz ya da açık renk safari kıyafetleri içindedir. Açıkça dile getirilmese bile bölgeyi “sahip” ya da “patron” gibi sahiplendiğini ya da ülkesinin sömürgesi gibi gördüğünü hissettirmektedir. İkinci kez görüldüğü sahne olan düğün sahnesinde de Amerikan askerlerinin attığı her adımdan haberdar olduğu ve bütün her şeyin onun emriyle gerçekleştiği özelliği karaktere eklenmektedir. Emir vermekte sonra da verdiği emrin uygulanışını bizzat görmektedir. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 65 Mr. Fender’ın arayarak Sam’a oteldeki durumu haber verdiği sahnede Sam, uygulaması gereken planlarında ekstra bir engelle karşılaştığında canının sıkıldığını belli etmekte ama yine karakterinin özelliği olan soğukkanlılığını korumaktadır. Bu olayla Sam’ın çok hızlı bir şekilde plan yapabilme ve planlarındaki değişikliği kolayca uygulamaya koyma, bunu yaparken ise herkesi istediği kullanma gibi yeni özellikler Sam’ın kötülüğünü tanımlayan öğeler olarak eklenmektedir. Karakterin film boyunca bütün jest ve hareketlerinde içinde bulunduğu coğrafyada yaşayan bütün etnik grupları ilkel, geri kalmış, cahil ve potansiyel suçlu olarak görmesi tavır, jest ve mimiklerine yansımaktadır. Örneğin Polat ile ilk karşılaşması aynı zamanda bir egemenlik sunumu gibidir. Polat’ın adını söylemeden sadece milliyetiyle seslenmesi, Polat’ın bomba planını küçümseyerek kendi planlarına engel oluşturmayacağını belirtmesi bunları yaparken de tavırları karakterin “kötü” ve “nefret edilesi” özelliklerinin altını iyice çizmektedir. Özellikle de Polat’a Türkler ve Türkiye hakkında yaptığı konuşma, filmi izleyen Amerikan aleyhtarı izleyiciler arasında kuvvetli bir duygudaşlık oluşturmada, Sam karakteriyle Amerika’ya olan nefreti inşa etmede iyice belirgin hale gelmektedir. Bu sahnede güç, alaycılık, dünyanın efendisi olmanın mağrurluğu gibi özellikler son derece açıktır. Yaptığı konuşmanın ardından plana karşı yaptığı planın parçası olan çocuk kozunu kullanmasıyla karaktere sivillerin ve çocuklarının ölmesini umursamayan kötü öğesi de ekleniyor. Aynı zamanda pragmatizm ve herkesi kullanma öğeleri iyice pekiştirilmiş oluyor. Sam karakteri aynı zamanda dini açıdan muhafazakâr ve ayrımcıdır. Bu sahnede de çocukları kullandığı için kendisini suçlayan Polat’a yaptığı konuşmada, ortaçağdaki hükümdarların erklerini tanrıya dayandırmalarına benzer şekilde gücünü ve varlığını ilahi varlığa dayandırarak kendini meşrulaştırıyor. Sam Marshall’ın haçlı ruhuyla dua ederken ve Irak’ta ne yaptığını Polat’a açıklarken kendini “Tanrı’nın oğlu” olarak sunmasıyla Hıristiyanlık karikatürize edilmektedir. Sam aynı zamanda egemen batıyı simgelemektedir. Üst kültür öğelerini benimsemiştir. Örneğin kendinden daha aşağıda olanların sınıflarını belirlemek ve buna göre muamele etmek, hobi olarak piyano çalmak, klasik müzikten hoşlanmak gibi yüksek kültürel özelliklere sahiptir. Bombanın etkisiz hale getirilmesi için beklerken hemen piyanoda Beethoven çalmaya başlaması da bunun göstergesidir. Film boyunca sık sık tekrarlanan sunumlardan biri de kötü Amerikalının kendini halk, çocuklar ve kullandığı etnik gruplar karşısında iyiliksever tavırlarla etkileme çabalarıdır. Sam ’ın 66 Esra Keloğlu-İşler kurban olduklarının bilincinde olmayan çocukların karşısında gülümseyerek piyano çalması da onun “Sam Amca” imajına katkı yapmaktadır. Yahudi doktor ile Sam’ın konuştuğu sahnede ’a ABD adına konuşarak kötünün çok çok kötü olduğu, orada bulunma amacının sadece bölgeyi birbirine katarak kendine ve müttefiklerine çıkar sağlama işini “güvenlik” gerekçesi altına saklamaktadır. Her türlü etnik grubu kendi amaçları için istediği gibi kullanır. Kapitalisttir; insanlık dışı savaş ortamında bile para kazanmanın müttefiklerine para kazandırmanın yolunu bulmaktadır. Yemek sahnesinde sürekli olarak yüzünde bir tiksinme ifadesiyle ortalıktaki olmayan sinekleri eliyle kovalamaktadır. Bu tiksinme ifadesinin nedeni aslında liderlere karşı olan duygularıdır. Bu kendi kendini yönetmeyi bilmeyen liderleriyle eşitiymiş gibi aynı masada yemek yemek onu tiksindirmektedir. Liderlerin isteklerini aynı şekilde umursamaz tavırlarla dinler “hallederiz” gibi muğlak ifadelerle başından savar. Yemek yediği yerde canlı bomba eylemiyle karşılaşan Sam film boyunca olduğu gibi bu patlamadan ufak sıyrıklarla çıkmıştır. Yahudi doktor tedavisini yaparken, bombacının cenneti hayal ederek bu eyleme giriştiğini söyler. Hıristiyan olmayan birinin cenneti hayal etmesinin imkansız olduğunu söylediğinde ise doktor kızar. Böylece bu sahne ile karakterin aşırı Hıristiyan din taraftarlığına ve haçlı zihniyetine vurgu yapılmaktadır. Türkmen lideri çağırdıktan sonra onu Polat konusunda sorguya çeker fakat yanıtı beğenmeyip öldürür. Bu da karakterin acımasızlığı ve ödülleri de cezaları da dağıtmadaki cömertliğini göstermektedir. Aynı zamanda kötülüğünün derecesini arttırma işlevi görmektedir. Bu sahnenin hemen ardından gelen sahne Sam ’ın kilisede dua ettiği sahnedir. Bu sahne ile karaktere sadece ABD adına çalışmadığı aynı zamanda bir Haçlı ruhuyla Hıristiyanlık için çalışması eklenmektedir. Dünyevi ve uhrevi amaçları birleşmektedir. Karakterin “adını bir din büyüğü olarak tarihe yazdırmak” hayali onu insan olmaya yaklaştırsa bile filmde o kadar Haçlı askeri zihniyetinde sunuluyor ki kötü yeni bir öğeyle yeniden tanımlanmış oluyor. Bu hayali onunkendini yarı yarıya gerçekleştirmiş olduğu sanısıyla, kendisini “Tanrı-çocuğu” olarak, yani İsa’ya eşdeğer görmesiyle karakteri bir tür normal deli konumuna yerleştirmektedir. Bu konumunu pekiştirmek üzere ekrana yardım eden, insan ve çocuk sevindiren mini-tanrı imajına sahip Sam görüntüleri geliyor. Sam, Şeyhin gazeteciyi kurtararak saygı uyandırmasına ve kendisinin karşısında sürekli olarak güçlenmesine kızmıştır. Bu nedenle de onun da Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 67 terörist ilan edilmesine karar verir. Bu arada, hediyesi olan piyanosu da gelmiştir. Tam çalmak için yanına yaklaştığında dışarıdan gürültü gelir. Böylece kendisini kötü yapan özelliklerini bu defa orada çalışmakta olan işçilere bağırarak yeniden üretir. Bu arada karakterine eklenen özellik dengesizliktir. Çünkü kızıp bağırdıktan hemen sonra gülümseyerek teşekkür eder. Sonra da dönüp “çalışıyorum” diyerek tekrar bağırır. Mr Fender (Otel Müdürü): Mr. Fender Polat ve adamlarının otele gelerek bomba yerleştirdiği sahnede aslında doğrudan bir kötü bir karakter olarak sunulmasa da, Sam ’ın adamı olması, Polat Alemdar’a elinde bomba olduğunu öğrenmeden önce pek de kibar davranmaması, menfaatlerine göre davranması, Amerikan kapitalizminin “insan temsili” olarak sunulmasıyla, ikincil kötü olarak işleniyor. İsimsiz iyiler Damat: Düğün sahnesinde Damat, yörenin ileri gelenlerinden bir ailenin oğlu, geleneksel değerlere ve adetlere bağlı, namusa önem veren genç bir adam olarak sunulmaktadır. Damat, düğünü basıldığında yaşanan trajediler karşısında bir şeyler yapmak istemesine rağmen tutuklu olduğu için elinden fazla bir şey gelmeyen yine de kahramanca bir hamle yaparak Leyla’ya yardım etmek isterken öldürülen bir kurban rolündedir. Kötü Amerikan Askerine karşı çıkan Amerikan askeri: Bu asker karakter özellikleri düğünden toplanan tutuklular kamyona bindirildikten sonra iki askerin kendi aralarındaki konuşmalarında çizilmektedir. Kamyondaki tutukluların havasız kalacaklarından endişe etmesi son derece insani bir özelliktir. Yanındaki kötü Amerikan askeri inip kamyonu silahıyla taradığında ona kızmasıyla etik değerlere sahip olduğu gösterilmektedir. Kendisiyle aynı değerleri paylaşmayan askeri üstlerine rapor etmekle tehdit etmesi orduya içkin emir komuta zincirini uygulamaya çalışan bir asker olduğunun göstergesidir. Bu asker diğeri tarafından vurularak öldürülmektedir. Bölgede bu değerlere sahip askerlerin çoğunlukta olmadığını ve kolaylıkla gözden çıkarılabildiğini gösterir. Filmde sunulan kötü Amerikalı stereotipinin inşası iyi ve kötü olanı tanımlamaktan geçmektedir. Türkmen Lideri: Türkmen lideri, Polat ve adamlarına Kuzey Irak’ta en fazla yardım edenlerden biridir. Türkmen lider Polat’a gerekli bilgileri sağlamaktadır. Bu karakter, tıpkı diğer etnik topluluk liderleri gibi asimile, gerçek lider özellikleri taşımayan, istediklerini gerçekleştiremediği için ezik bu nedenle de yer altı faaliyetlerine yardım eden bir kişi olarak sunulmaktadır. 68 Esra Keloğlu-İşler Türkmen lideri yemekli toplantıda olduğu gibi sorunlarını Sam’a aktararak diplomatik yönde çözümler de aramaktadır ancak sorunları Sam tarafından öylesine dinlenerek umursanmamaktadır. Yine de elaltından yardım ettiği Polat’ın Sam’a düzenlediği sabotajlarda başarılı olması ihtimaline karşın iki tarafı da memnun etme çabası içinde Sam’ı korumaya çalışmaktadır. Bu nedenle bu sahne ile Türkmen lidere oradaki Kürt liderden farklı olmayacak şekilde güçlüden korkma ve onu savunma bu nedenle de Polat Alemdara iki yüzlü davranma özelliği eklenmektedir. Türkmen lideri ikili davranmaya kendisini çağıran Sam’ın yanına gittiğinde de devam eder ancak Polat’a ettiği yardımlar bu karakterin sonunu getirir. İsimsiz kötüler Yahudi Doktor: Tutukluların Abu Ghraib hapishanesi içindeki hastaneye getirilmesiyle ilk kez izleyici karşına çıkan karakterindeki kötülük insan uzvu çalması ve satması ile tanımlanmaktadır. Tutuklanan insanlardan böbrek, kornea gibi organları çalarak yurt dışındaki zengin kişilere sattığı için, mahkumlara kötü davranılmamasını istiyor. Yaralandıkları ya da öldükleri takdirde organları işe yaramaz duruma geliyor. Buradan da özelliklerine pragmatistlik ve menfaatçilik ekleniyor. Aynı konuşmanın tekrarlandığı Sam ile konuşma sahnesi de yine herkesin kendi durumlarını normal rutinde devam ettirme faaliyetlerine aynı zamanda “Yahudi doktor” karakterinin pragmatizmine yapılan bir vurgu olarak film içinde konumlanmaktadır. Canlı bomba eylemi sonrası Sam’ı tedavi etmeye gittiğinde yapılan konuşmadan doktorun Yahudi olduğu ortaya çıkmaktadır. O da kendi dini konusunda taraftır ve cennetin kendilerine ait olduğunu öne sürer. Organ kaçakçılığı yaparken ameliyat ettiği tutukluları insan olarak görmeyen, sadece organlarına ihtiyacı olduğu için canlı ve sağlıklı olmalarını isteyen buna rağmen “seçilmiş halka” mensup olduğu için cennetin kendisine hak olduğunu düşünen doktor da Yahudiliğin karikatürize edilmiş temsilidir. Kötü Amerikalı asker: Bu askerin ilk olarak görüldüğü yer, düğündekilerin ateş etmelerini sabırsızlıkla beklediği sahnedir. Bu sahnede karakter hain bir tuzağı uygulamaya geçiren kişi olarak örülmeye başlanmaktadır. Küstahtır, yöre halkına değer vermez, çocuk katilidir. Amerikalı asker, düğünü basarak oradaki tutukluları Abu Ghraib’e organlarını çalmak için götüren asker. Bu asker disiplinsiz, insani değerlerden uzak, emir komuta zinciri tanımayan, serseri ruhlu ve suçlu profilinde biridir. Öykü örgüsü ve karakter işlenişi 69 Kürt Lider: Kürt lider, bütün yerel liderlerle yemek yenilen sahnede, Sam’a yağ çekerek varolmaktadır. Bu da onun kişiliğini güçlü olana yaltaklanan ve onun emrinde her türlü zorbalık için kullanılmaya hazır bir kişilik olarak sunulmaktadır. Sam kurduğu düzenin kolluk kuvveti olarak çalışmaktadır. Yaptığı işten son derece memnundur. Örneğin yemek sahnesinde masadaki Arap lider ve Türkmen lider halkları için isteklerde bulunurken, o güvenliği sağlamak için daha fazla para ve eğitimli insan ister. Kürt lider Sam’la konuşmak üzere evine gittiğinde kendisinden şeyhe karşı işbirliği istendiğinde bunu kabul etmek istemiyor. Çünkü bu kadar iyi ve saygı duyduğu birine kötülük yapmak istemiyor. Ancak Sam ısrar edince Şeyh tarafından çarpılmaktan korktuğunu ileri sürüyor. Bu da aslında karakterin cahil ve boş inançlara sahip bu nedenle de kolaylıkla maniple edilebilir biri olduğunu gösteriyor. İşkenceci Kadın Asker: Hapishanedeki işkence sahnesi, medyada uzun süre konuşulan kadın askerlerin işkencelerinden esinlenerek çekilmiştir. Bu sahnedeki kadın asker karakteri, ibadete saygı duymayan, beyaz, Hıristiyan, acımasız, taciz eden, batılı kadın olarak inşa edilmiştir. Kürt lider, peşmerge gümrükteki peşmerge komiserler, doktora tutuklu götüren binbaşı, Abu Ghraib hapishanesindeki işkence yapan asker ve gardiyanlar. İsimsiz kurbanlar Düğünde katledilen insanlar, tutuklanarak organları çalınmak üzere doktora götürülen kamyondaki insanlar, Abu Ghraib hapishanesindeki esirler, dergah köyde yaşayan ve saldırıya uğrayan insanlar, okul minibüsündeki minik öğrenciler, canlı bomba eyleminde yaralanan meydandaki sivil halk bu filmde gerçekten olmuş olaylardan yola çıkılarak hazırlanan olay örgüsündeki kurbanları ifade etmektedir. SONUÇ Kurtlar vadisi Irak filmi 125 dakikada 21 olay işleyerek Polat Alemdar’ın Kuzey Irak’taki olayla ilişkili olarak Türklerin gururunu kurtarma olayıyla başlayan, bu olayın işlenişi sırasında yeni temalar eklenerek geliştirilen ve sonunda ilk amaç ve bu amaca eklenen yeni amaçların da gerçekleşmesiyle bitirilen klasik bir örgüye sahiptir. Filmin önemi örgünün kurgusal doğasından çok, ele alınan temalar ve temalarda işlenen bilişlerde yatmaktadır. 70 Esra Keloğlu-İşler Gorvett’in de belirttiği gibi, Kurtlar Vadisi Irak gibi filmler, kendilerini üreten ülkenin halkına dünyanın en büyük süpergücünü dahi altedebileceğine ilişkin bir hayal sunmaktadırlar (2006). Sunulan bu hayal, hitap ettiği halkın engellenmişliklerini, ezikliklerini, kırılan onurlarını tedavi etmek ve gururlarını okşamak üzere, söz konusu halkın kendi acı, sevgi ve hasretlerinden yola çıkılarak üretilmektedir. Filme ilginin Türkiye için rekor sayılara ulaşması, bununla da kalmayıp gösterildiği Avrupa ülkelerinde gördüğü ilginin altında sadece agresif iletişim kampanyası değil, filmdeki gerçek olaylarla beslenen olay ve karakter örgüsünün de payı vardır. Film yapımcıları toplumun bir parçasıdır; toplumun belli duyarlılıklarını taşırken, Allen ve Gomery’nin belirttiği gibi (1985) sosyal baskı ve normlara herkes kadar maruz kalırlar. Kurtlar Vadisi Irak filmi, olay örgüsü ve karakterlerin inşası Hollywood tarzı ile örtüşmesine rağmen, yapımcının da içinde yaşadığı örgütlü tarihsel ortam ve bu ortamın uluslararası ilişkilerdeki yeri nedeniyle, filmde sürekli vurgulanan milliyetçiliğe, Amerikan ve Yahudi karşıtlığına, Gorvett’in belirttiği gibi (2006), din olarak Müslümanlık, etnik olarak Türklükle kurulan bir duygudaşlık hiyerarşisi örgüsüne ve popüler olanı sömürerek yeniden üretmeye şaşırmamak gerekir. KAYNAKÇA Allen, Robert C. and Douglas Gomery (1985). Film history: theory and practice. New York: McGraw-Hill. Crowther, Bosley (2000). Movies to Kill People By. İçinde: Stephan Price (ed.) Screening Violence. New Jersey: Rutgers University Press. Erdoğan, İ. ve Solmaz, P. B. (2005). Sinema ve müzik: materyal satış ve bilinç yönetimi için bilişsel ve duygusalın oluşturulması. Ankara: Erk. Felson, Richard B. (2000). Mass Media Effects on Violent Behavior. Stephan Price (ed.) Screening Violence. New Jersey: Rutgers University Press. Garland, Brock (1997). War movies. New York: fact on File Publications. Gorvett, Jon (2006) Cinema, Courtroom Reflect Wishes, Reality of Contemporary Turkey. Washington Report on Middle East Affairs, 25 (3). Mayo, Mike (1999). Vide Hound’s War Movies: Classic Conflict on Film. San Fransisco:Visible Ink. Möller, Olaf (2006). When Cultures Collide. Film Comment, May-June, s. 19. Morgenstein, Joseph (1967). The Thin Red Line, Newsweek; August 28. İçinde: Stephan Price (ed.) Screening Violence. New Jersey: Rutgers University Press. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 71-136 Makale Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe Kabil’in yeni-emperyalist Habil’den öç alışı İrfan Erdoğan Yirminci yüzyıl Einstein’den daha çok Dachau ve Hiroşimadır. Fritz Lang (Madsen, 1967) Özet: 21. yüzyıl silahların, asgari ücret politikalarının ve bilinç endüstrilerinin egemenliğinde maddi ve düşünsel yoksun ve yoksul bırakmanın demokratikleşme ve küreselleşme olarak nitelendiği en gelişmiş hipokrasi çağıdır. Bu çağın egemen temsilsel faaliyetlerinden biri olan sinema endüstrilerinin ürünleri yoksul ve yoksun bırakmanın bütünleşik bir parçasıdır. Bu ürünler arasında Kurtlar Vadisi Irak filmi işlediği konular ve bilişler ve Türkiye’de ve dünyada yarattığı tartışmalar bağlamında önemli bir üründür. Bu makale bu ürünün sunduğunun doğasını belirlemek ve irdelemek için tasarlandı. Bu amaçla gerekli veriler filmin içeriğinden ve var olan bilgi birikiminden toplanarak değerlendirildi. Filmde dini inançla, insan olmayla, uluslararası ilişkilerdeki sorunlar ve çözümlerle, savaştaki insanlık durumuyla ilgili olarak ultra-sağ ideolojiye uygun bilişlerin işlendiği ve duyguların sömürüldüğü bulundu. Düşmanlıklar yaratan böl ve yönet politikaları için oldukça işlevsel bir yapıt olduğu sonucuna varıldı. Anahtar kelimeler: Kurtlar Vadisi Irak, savaş filmleri. Summary: Twenty-first century is the hypocrisy age wherein mental deprivation and material impoverishment under the hegemony of armed oppressive apparatuses, minimum wage policies and consciousness industries are described as globalisation and democratization. Products of cinema industries that are dominant representational activities of this age are integral part of creation of this deprivation and impoverishment. Valley of Wolves Iraq film, within the context of subjects and awareness it cultivated and discussions it created in Turkey and in the world, is an important one of these products. This article was designed in order to explore and evaluate the nature of which this film presented. The necessary data and information for study were gathered from the film and related literature. It was found that the movie cultivates awareness and exploits feelings about religious beliefs, being human, problems and solutions in international relations and human condition in the war that are in line with ultra-right ideology. It was concluded that the movie is a quite instrumental product for the policies of divide and conquer, and instigating hostility. Keywords: Valley of Wolves, War Movies 72 İrfan Erdoğan GİRİŞ Sanal alemde intikamımızı aldık gerçekte de alıcaz. Savununlan Amerikalılar Türkler geliyor. (Ali, 11, 2, 2006: 5:27a.m.)1 Sorun Kurtlar Vadisi Irak filmi 3 Şubat 2006 tarihinde vizyona girmeden önce bir çığ gibi birden toplumsal gündeme oturdu (oturtuldu) ve kısa zamanda ekonomik başarı kazandı. Irak filminin bu başarısı, dizinin popülerliğine ve Irak savaşıyla ilgili olarak ele aldığı ana konunun Anadolu insanının taşıdığı duyarlılıkları ustaca sömürmesine dayanmaktadır. Film beş kıtanın birçok ülkesinde gösterildi ve tartışıldı. Batıda yasaklandı, engellendi veya gösterimi sınırlandı. Film bilinmeyen nedenlerle, medyada tartışmalarla birlikte bir müddet kaldıktan sonra gündemden düştü (büyük olasılıkla düşürüldü). Fakat filmin siyasal, uluslararası (ABD ve Türkiye) ilişkiler ve iç politika bağlamlarında önemli olması nedeniyle akademik ilgiyi ortadan kaldırmadı. Dolayısıyla, filmin önemi üzerinde durmak ve incelemek gereksinimi devam etmektedir. Bu inceleme Kurtlar Vadisi Irak filmini, kurguladığı konuyu işleme biçimi, bu işlemenin materyal ve düşünsel doğası bağlamında ele alıp irdelemek için tasarlandı. Böylece, filmin içeriğinin ve içerikle işlediklerinin doğası hakkında bilgi ve tartışma sunarak filmle ilgili tartışılanların ve belirsizliklerin üzerinde duruldu ve açıklamalar getirildi. Bu yapılırken filmle kurgulanmış temsilde sorunların nasıl sunulduğu ve çözüldüğü araştırıldı; bunların toplumsal anlamları ve sonuçları çıkartılarak tartışıldı. Bunu yaparken, aynı zamanda, konuyla ilgili olarak çıkarımlar ve sonuçlar üzerinde, özellikle akademik araştırma yapanların düşünmesi ve yeni araştırmalar için, ipuçları ve hareket noktaları sunuldu. Savaş ve mafya/gangster filmleri, akademik inceleme konusu olarak yeterince ele alınmazlar. Bu tutum aslında yanlıştır, çünkü bu filmler geniş kitlelerin izlediği ve etkilendiği filmlerdir. Örneğin, savaş filmlerinin içeriğini basit vatanseverlik ve milliyetçilik mesajıyla dolu olduğunu ve sağ politikaları desteklediğini belirterek ve savaşı yücelttiğini söyleyerek bir kenara itmek yerine, yüklenen anlamlar, amaç ve sonuçları bazında incelemek gerekir. Ayrıca bu filmlerde çalışma koşulları, ücret politikaları ve artan pahalılıkla 1 Kaynak: http://www. kaijushakedown.com/2006/02/valley_of_the_w.html Kabil’in öç alışı 73 bunalan insanlara, savaşmaya, öldürmeye ve ölmeye değer bir “asil/yüce amaç ve dava” verilmesinin anlamları ve toplumdaki sonuçları üzerinde durulmalıdır. Aynı zamanda, vatan, millet, onur, haysiyet, inanç, değerler gibi düşünsel kavramların materyal ilişkiler dünyasına nasıl bağlandığının, bu bağın nasıl işlenip anlamlandırıldığının, bununla aranan sonuçlarlın neler olduğunun açıklanması gerekir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası Hollywood savaş filmlerinde, sürekli işlenen tema “kahramanlık, fedakarlık, özgürlük ve demokrasi” olmuştur; fakat günlük yaşam pratiklerinde bu kavramların ne anlama geldiği açıklanmamıştır. Kurtlar Vadisi Irak filminde kullanılan onur, haysiyet, kahramanlık vb kavramlar da zaten Anadolu insanına derinden işlenmiş kavramlardır. Bu kavramların film yapımcılarının amaçlarına uygun bir şekilde işlenerek toplumlun yaşam pratiklerine yansıtılmasının doğasını incelerken sorulması gereken sorulardan birkaçı da şunlardır: Günlük yaşam pratiklerinde kimler ilişkilerini bu şekilde düzenliyor ve yürütüyor? Kimler bunu sadece bir biliş ve davranış yönetimi aracı olarak kullanıyor? Bunların insanlar ve toplum için işlevsel sonuçları neler oluyor? Kuramsal açıklama Bu makalenin temel yaklaşımına göre, insan kendi tarihini kendisi yazar ve bunu kendini içinde bulduğu koşullarda yapar. Gerçi kapitalizm, popüler sanat endüstrisi yoluyla beyinlerimizi özgürlükçü bilincin gelişmesini engelleyecek şekilde şaşırtır, şeyleri mistikleştirir ve maniple eder (Noel, 1988), fakat bu bağlamdaki başarısını devletin ve sermayenin meşrulaştırılmış ve gayri meşru baskı ve terör aygıtları ve ücret politikalarıyla getirilen çıkmaza sokma ve çaresiz bırakma koşulları olmaksızın asla elde edemez: Bilgi ve enformasyon çağı diye dünyanın bilgi ve düşünce ile yönetildiği fikrini yayanların ve “ekonomik indirgemecilik yapmayın” diye cahilce bilgiçlik taslayanların düşünsel fakirliğini görmek için, şu soruya cevap vermek yeterlidir: Eğer belli güçler materyal güce sahip olmasalardı ve egemenliği üretim ilişkilerinde (örneğin ücret politikaları ve serbest köleliğin yeniden üretiminde) sağlayamasalardı, bu bilinç yönetimini yapabilirler miydi? Asla. Demokrasi ve insan hakları şampiyonluğu yapan ABD’de polis ve ordu bir hafta “iptal edilse” ne olur? ABD’nin Amerikan kitleleri üzerinde kurduğu ideolojik egemenliği nedeniyle, her şey eskisi gibi gider mi yoksa sömürüye dayanan bir sistemin yarattığı “egemen ideolojiyi taşıyan insanlar” tarafından çökertilir mi? Buna yanıt için, New York’ta elektrik sistemi çöküp elektrikler kesildiğinde ne olduğuna bakmak bile yeterlidir. Dolayısıyla, tarih 74 İrfan Erdoğan boyu kitlelerin yönetimi din ve ideolojiyle değil, materyal soygun yapılarının ürettiği işyerinden orduya kadar çeşitlenen baskı ve sindirme aygıtlarıyla oluşan üretim ilişkilerinden geçerek yapılmaktadır. Bilinç yönetimi (ideoloji) bunun sadece güçlü ve bütünleşik bir parçasıdır: Kalemin kılıçtan daha güçlü olduğunu yazanlar bile, tarih boyu hep kılıçların gücüyle desteklenen egemenliklerin bir parçası olmuştur: Daima, kılıçla yönetirken, ondan bağımsız ve onun üstünde olan akıl ve düşünceyle (veya ideolojiyle) yönetildiği ön plana çıkartılır. Devlet kurumları içinde ve dışında gizli olarak kurulan ve toplum içinde sindirme, şiddet ve vahşet işini yürüten birimler tarih boyu var olmuştur. Kapitalizme karşı kitlelerin demokrasi ve insan hakları talepleriyle birlikte, bu tür birimlere ve örgütlenmelere gereksinim daha çok artmıştır. Bu ve benzeri gereksinimlerle birlikte, 19. yüzyılın ortalarından beri artan bir şekilde devletlerin ordu ve polis kurumlarında yeni birimler oluşturulmuştur. Devlet kurumları dışında, Nat Pinkerton gibi işçi grevlerini bastırmak, işçi liderlerini öldürmek, işçileri toplayıp dövmek, evlerini basıp terör saçmak ve elbette bundan para kazanmak için kurulan özel dedektif ve güvenlik acentaları da bunlara katılmıştır. Aynı zamanda, siyasal alanda, vatan, millet, aile, inanç değerlerini koruduklarını iddia eden ve belli partilere bağlı aynı işleri gören örgütlenmeler kurulmuştur. 1950’lerin artan bağımsızlık savaşları ve mücadeleleri karşısında, bu yapılanmalar diğer ülkelere yayılmış ve bu ülkelerde psikolojik savaş ve katliam birimleri oluşturulmuştur. 1960 ve 1970’lerde bunlara, artan grevler ve gösteriler (özellikle öğrenci gösterileri) ile mücadele için devlet kurumları (polis ve ordu) içinde ve dışında yeni birimler eklenmiş ve eski birimler genişletilmiştir. Bunlara, karşı-gerilla birimleri ve bu işi parayla yürüten örgütler katılmıştır (veya var olan örgütler bu işi parayla yapmaya başlamıştır). Ayrıca, eskiden beri dünyanın her yerinde haksızlıklara karşı mücadelelere gönüllü olarak katılan insanlar örnek alınarak, 1970 ve 1980’lerde, Orta ve Güney Amerika’da ve diğer ülkelerdeki bağımsızlık mücadelesini bastırmada kullanmak için “paralı özel asker” yetiştirme popülerleştirilmiştir. Okul ve medya eğitimiyle cahilleştirilen kitleleri kontrol için kullanılan “komünist öcünün” 1990’larda ortadan kalmasından sonra, devletler gizli olarak terörizmi teşvik ederken ve hatta resmi kurumların gizli birimleri tarafından terör hareketleri düzenlenirken, terörizmle savaş popülerleştirilmiş ve terörle mücadele birimleri yaygınlaştırılmıştır. Aynı zamanda, ABD diğer ülkelerin polislerinin ve özel birimlerinin eğitimini hem Amerika’ya getirterek hem de yerinde Kabil’in öç alışı 75 uygulamalarla yoğunlaştırmıştır. Türkiye’de de günümüzde oldukça yaygın kullanılan, oradan buradan toplanmış insanları karın tokluğuna çalıştıran “güvenlik şirketleri” de gerektiğinde grev ve gösteri basma güçleri olarak kullanılan örgütlenmelerdir. Özlüce, baskı, sindirme, cinayet, katliam, bombalama, suikast, kundaklama, terör yaratma gibi birçok işlerde tarih boyu artan bir şekilde devlet içi ve devlet dışı örgütlenmeler giderek nicel olarak artmış ve nitel olarak karmaşıklaşmıştır. Yani, Kurtlar Vadisi’nin kurtları ve vadisi ne tektir ne de yeni. Ona özenen bilişleri yoksul bırakılmışlar ve akıllı pragmatik çıkarcılar yetişmesi ve yetiştirilmesinin tarihi de çook eskidir. Kapitalizmin, aynı anda, hem materyal zenginliği yaratma ve desteklemede, hem de düşünsel yoksunluğu ve yoksulluğu yaratma ve sürdürmede kullandığı popüler sanatlardan en gözde olanların başında film ve televizyon endüstrileri gelir. Bu endüstriler bilinçli bir şekilde haber, eğlence, reklam, program ve film gibi adlar altında, örgütlü insan ilişkileri ve insan gerçeğinin belli yanlarını kurgulayıp sunarlar. Böylece yaşanmış, yaşanan ve yaşanacaklar hakkında paketlenmiş gerçekler inşa eder ve insanlara bunları işlerler. Bu endüstrilerin sundukları içeriklerden önde gelen ikisi savaş ve mafya/gangster temalarıdır. Bu iki türün karışımı bir karakter taşıyan Kurtlar Vadisi dizisi ve filmi, yönetici sınıfların örgütlü gangsterlerle nasıl ilişki kurduklarının, her iki tarafın da ortak çıkarlarını nasıl gerçekleştirdiklerinin, bunu yaparken dayandıkları beyin ve davranış yönetme kalıplarının neler olduklarının temsili anlatısıdır. Bu temsil, aynı zamanda örgütlü suç/cinayet yapılarının egemenliğinin tekelci kapitalist sistemin karakterinin doğrudan yansımalarından biri olduğunun ifadesidir. Günümüzde örgütlü gangsterlerin terörle ve suçla, gerektiğinde cinayetle baskı/ezme aracı olarak kullanılması birçok ülkede, örneğin liselere ve üniversitelere bile yaygın bir şekilde girmiştir. Doğru, haklı, dürüst ve iyi olan her şey üzerinde uygulanan bu baskı, terör ve sindirme faaliyetleri siyasetçilerden liselerdeki müdürler ve üniversitelerdeki dekanlara; okul hademesinden kantincisi ve öğrenci taşıma vasıtalarına kadar toplumun hemen her yaşam alanı ve kademesine sirayet etmiş durumdadır ve bu azalma yerine gittikçe de yayılmaktadır. Bu yaşam alanları ve kademelerde gangsterleşen kliklerin, gangsterlerle ve mafyalaşmış yapılarla işbirliğinde olanların kendi bireysel materyal çıkarlarını (çoğu kez hırsızlıklarını) gerçekleştirirken vatan, millet, din, aile, onur, ahlak ve “biz ve onlar” gibi düşünsel baskı araçlarını yoğun bir şekilde kullandıklarını görürüz: Materyal soygun baskıcı düşünsel soygunla desteklenmektedir. 76 İrfan Erdoğan Mafya gibi suç/cinayet yapılarında caniler/suç işleyenler kapitalistlerin gücünü destekler, çünkü yasadışı veya resmi olmayan pazarlar küresel tekelci kapitalizmin büyümesi için zorunlu yapılardır (DeFino, 2004). Pearce’in de belirttiği gibi (1976: 159) ABD’de ve diğer ülkelerde örgütlü suçun doğasını anlamak için, tekelci kapitalizmin dünya egemenliği bağlamında gelişmesini incelemek gerekir. Pearce’in bu fikrini Drug Economics: A Fordist Model of Criminal Capital? incelemesinde işleyen İtalyalı kuramcı Vincenzo Ruggiero, geleneksel Fordist düşünceyi İtalya’daki yasadışı uyuşturucu madde pazarına uygulamıştır. Bu uygulamadaki temel fikir Kurtlar Vadisi’ndeki Polat ve çevresine oldukça uymaktadır: Uyuşturucu maddeyle ilgili faaliyetlerde, Fordist üretimde olduğu gibi, bir görevi yerine getirmek için gerekli beceri gerilemektedir. Beceriler “yönetici seviyesinde” (örneğin Polat) ve elde edilen faydalar da seçkin üst seviyedeki birkaç kişide toplanmaktadır. Fordist fabrikadaki gibi yasadışı ekonomide çalışanların büyük çoğunluğu yüksek derecede üretici sistemlerin tuzağına düşmüştür, fakat doğrudan fayda elde edememektedir, kırıntılarla geçinmektedir. Daha kötüsü, yasadışı faaliyetler için hüküm giyenler en az bilgisi olan ve yasadışı sektörden en az çıkar sağlayanlardır. Ama hapse girdiklerinde bile, örneğin en son Danıştay’daki saldırı olayında olduğu gibi, kendilerini onurlu, doğru, haklı, inançlı ve değerli hissederler. Bu hissetme, insanları yönetme işinde yöneten güçlerin başarısını ve hissedenlerin de kazandıklarını sanırken kaybedişini anlatır. Bir Afrikalının şu şikayetindeki gerçeği yakalamak aslında çok da zor değildir; biraz beyin ve öncelikle de vicdan ister: Avrupa emperyalistleri Afrika’ya din, aile değerleri ve altın/zenginlik vaadiyle geldiler; bize dini ve aile değerlerini verdiler; altını/zenginliği kendileri aldılar. Afrika şimdi Batı değerleriyle çok zengin ve materyal yaşamlarını gerçekleştiremeyecek kadar yoksul durumda. Büyük ticaret/iş ile organize suç arasındaki ilişkide, Ruggiero’nun belirttiği gibi, temiz iş ile kirli/suçlu iş/ticaret arasındaki fark giderek ortadan kalkmaktadır: Yasadışı ekonomilerle yasal ekonomiler karşılıklı olarak birbirine bağlılar ve biri olmadan diğeri yaşamaz. Büyük cinayet/suç örgütleri yasal firmalara ve kısa dönemde daha avantajlı yasadışı faaliyetlere yatırım yaptıklarında olağanüstü birikim alanında ustadırlar (Ruggiero 1985: 101). Yasadışı örgütler dönemsel kazanç ve kayıp döneminden geçen firmalar için doğal ortaktır. Bu yasal örgütler yasadışı faaliyetlerde yatırım potansiyeli görürler ve bunu kendi avantajları için kullanırlar. Boswell (1999), bu durumun çabalayan Rus ekonomisinde çok daha ciddi boyutlara geldiğini ve Mafyanın ülkenin ekonomisinde önemli bir yer kazandığını belirtmektedir. Kabil’in öç alışı 77 Türkiye’deki ‘kayıt dışı ekonominin” ve “para aklama” işinde yasal ve yasa dışı örgütler arası ilişkilerin boyutunun ne ölçüde olduğu bilinmemektedir; fakat ciddi boyutlarda olduğu varsayımı büyük olasılıkla geçerlidir. Rusya’da “devlet içinde devlet” olan KGB 1990’da gelen değişimden sonra da gücünü korumaya ve geliştirmeye devam etmiştir (Allbats, 1994). KGB’nin Rusya’daki suç aygıtlarıyla ilişkileri bilinmektedir. Toplumdaki en küçük siyasal huzursuzluktan haberi olan KGB gibi bir baskı ve güç aygıtının toplumun ideolojik olarak temiz olmayan sektörün işlerini yıkmak için hiç bir çaba göstermemesi ciddi şüpheler uyandırmaktadır. Türkiye’de MİT ve Polis teşkilatı için de, “ne ölçüde yeterli çaba gösteriyor, daha doğrusu, gösterebiliyor” sorusu sorulabilir. Bu soru, Kurtlar vadisi dizisini yakından izleyenler ve alkışlayanlar arasında polis, istihbaratçı, siyasetçi ve bazı akademisyenlerin olduğu gerçeğiyle birleştirildiğinde, durumun ne denli ciddi olduğu ortaya çıkar. Kurtlar Vadisi gibi bir organize suç örgütünü yıkmak için herhangi bir devletin Polat gibi tek bir ajana dayanması hem acizliği hem de diğer “ikincil amaçlar” olduğunu anlatır. Kurtlar Vadisi dizisinde Polat gizli bir devlet kurumunun “Kurtlar Konseyini” dağıtmak için görevlendirdiği bir ajandır; fakat bu ajan Kurtlar Konseyinde imparatorluğunu ilan edip Konseyi yok ettikten sonra, neden ve nasıl devlet içinde bu “devletin yasadışı kurumu” sürmekte ve Polat “baskı ve terör aygıtının başı” olarak işine devam etmekte ve hatta Irak’ta Türkiye’nin onurunu korumaktadır? Dünyanın hemen her devletinin, baskı amaçlı faaliyetlerini gerçekleştirmek, yasal olarak yapmadığını veya güç ilişkileri ve diğer nedenlerle yapamadığını yaptırmak için meşru kurumları içinde gizli suç birimleri kurduğu (bu birimlerin o kurum içinde bile terör estirdiği) ve toplumdaki suç örgütlerini kullandığı bilinmektedir. Serpico filminden Yunanistan’da ordu ve siyasetçi suç/cinayet işbirliğini gösteren Z: He lives ve Latin Amerika’daki durumu anlatan Missing filmine kadar temsili örnekler bu gerçeği eleştirel olarak ele alan filmlerdir. Polat asla böyle bir filmin kahramanı değildir; tam tersidir. Cumhurbaşkanından bir kurumdaki çaycıya kadar herkes Türkiye’de neler olduğunu çok iyi biliyor (aslında birileri dışında, çoğunluk muhtemelen yanlış biliyor). Ama insanlar bilse de bilmese de, yürümemesi gereken “peynir gemileri” hala yürüyor, çünkü bilen insan meşru gücü kullanan gayri meşruluk karşısında ciddi riskleri göze alamazsa, susmak zorundadır. Örneğin haydut/gangster Polat taslakları liselerde ve bazı üniversitelerde “biz örgütüz, biz devletiz, istediğimizi yaparız, bize bir şey olmaz” diye övünmekte ve terör estirmektedir. Yaptıkları polise ve medyaya aksetmemekte; dedikleri gibi 78 İrfan Erdoğan “istediklerini yapmaktadır.” Bu haydutlara destek de, o kurumlarda bireysel çıkarları için “gayrimeşru işler çevirenler” tarafından gelmektedir, çünkü gayri meşru işler çevirenlerin baskı ve terör aracına gereksinimleri vardır. Bu kullanma yasa dışı ekonomik çıkar sağlamaktan, gene ekonomik çıkar için siyasal güç elde etmeye kadar çeşitlenmektedir. Örneğin, Rusya’da 1990’ların Büyük Suç Devrimi ile gelen yönetici elitlerin/sınıfların statükosunu koruma işi, hem yönetici sınıfların hem de suç örgütlerinin ekonomik zenginliğini ve siyasal gücünü muhafaza etmesine ciddi katkılar sağlamaktadır. Buna yeniliberal politikalar ciddi katkıda bulunmaktadır: Her ülkede kamusal zenginlikleri özele peşkeş çeken özelleştirme fırtınasıyla birlikte yasal ve yasa dışı ekonomik güçler ve yönetici siyasi elitler birlikte iç içe çalışmaya başladılar. Bu ülkelerde çeşitli nedenlerle kurulan, devlet tarafından desteklenen ve devletin bazı kurumlarının kirli işlerini yapan yasal ve yasa dışı örgütlerin ileri gelenleri, çete başları, mafya liderleri, haydut iş adamları, dini kötüye kullanan tarikat liderleri, vurguncu şarlatanlar, akıllı katiller, becerikli dolandırıcılar, bütün bunlarla iç içe olan siyasetçiler siyasal ve ekonomik güç yapısını oluşturdular. Özelleştirme bu ülkelerde sadece uluslararası dev şirketlerin işlerini kolaylaştırmadı, aynı zamanda yasadışı yoldan hızla büyük para vurma olasılıklarını da artırdı ve bu olasılıklar yoğun bir şekilde özelleştirmelerde ve devlet ihalelerinde kullanıldı. “Kayıt dışı ekonomi” yanında, devletin para politikalarıyla birlikte kara para aklama ve karaborsa pazarı genişledi. Ulus içi ve uluslararası suç örgütleri uyuşturucu madde ticareti, köle işçi (slave labor) trafiği gibi geleneksel işleri yanında, nükleer teknoloji trafiği, kaçak ve sahte bilgisayar teknolojisi, para spekülasyonu gibi bilgi ve akıllı ticari karar gerektiren işlere de girdiler. Böylece, küresel sömürünün at oynattığı yerel pazarlarda küreselleşmenin getirdiği fırsatları değerlendiren karmaşık bir işbirlikçi güç yapısı gelişti. Bu güç yapısının materyal ve ilişkisel dünyasında, bu dünyanın bütünleşik bir parçası olan, bu dünya tarafından yaratılmış ve varlığı bu dünyanın varlığına dayanan, benzer mafyalaşma ve kirli işler ve ilişkiler ağından oluşan bir bilinç (kültür) endüstrisi de doğal olarak palazlandı. Televizyonu, sineması, magazinleri, dergileri, kitapları, radyoları, internet kafeleri, cd ve vcd gibi ürünleriyle bu endüstri egemen güç ve çıkar yapılarına işlevsel olan düşünsel (alıklıklaştıran biliş, bilinç ve ideolojik) biçimleri yarattı ve yaydı. Kurtlar Vadisi Irak filmi de bu egemen yeniden üretimin belli bir parçasıdır. Bu sunumdan da kolayca anlaşılacağı gibi, kapitalizmin küreselleşmesi ve yerel pazarların entegrasyonu kendiliğinden ve kolayca olmamaktadır. Ayrıca, H. Kabil’in öç alışı 79 Schiller (1991) ve D. Schiller’in (1993) belirttiği gibi, karşıtlıklar da sürekli artmakta ve çeşitlenmektedir. Böylece egemen bir yapı kendini yeniden üretirken aynı zamanda karşıtlarını da üretmektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmi, içinde çıkar politikalarını, iyinin ve kötünün mücadelesini, bu mücadelede vatan ve onur gibi somut çıkarları destekleyen soyut duygular ve teolojiler arası çatışmaları, sorunlara çözümde “sabır ve sebat” ile beslenen “dişe diş” anlayışını taşıyan bir yapıt olarak, bu çeşitlenmenin ifadelerinden biridir. YÖNTEM Bu araştırmanın ele aldığı inceleme materyali Kurtlar Vadisi Irak filmidir. Bu filmde sunulan içeriğin doğası araştırıldığı için, önce filmin materyal ve düşünsel hareket noktası Kabil ve Habil ile ilgili teolojik anlatıdan hareket ederek ve bunu üretim ilişkileriyle bağlayarak irdelendi. Ardından, Kurtlar Vadisi filminde sunulanlar işlediği ilişkisel anlayış, düşünce, sorun ve çözüm bağlamında analiz edildi ve tartışmalar sunuldu. Sonuç sunumunda, önce Kurtlar Vadisi Irak filmi savaş ve mafya/gangster türleri içine yerleştirilerek, tarihsel örneklerle bağ kurulup anlamlandırıldı; sonra filmin analiz ve değerlendirmesinde sunulanların doğasıyla ilgili sonuçlar çıkartıldı. Bu sonuçlar insan ve toplum ile ilişkilendirilerek değerlendirildi. Analiz ve değerlendirmeler filmdeki temsiller ve örgütlü gerçekler üzerinde kurulan mantıksal nedensellik bağları yoluyla yapıldı. ANALİZ VE TARTIŞMA Materyal ve bilişsel geçmiş Teolojik anlatıya göre, Kabil Habil’i öldürür. Ama ikisinin de nesilleri devam eder. Eski-göçebe Kabil (Cain) “bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diye eskinin muhteşem hayalleriyle övündüğü sırada, yanında at süren Amerikalı kahraman Charles Bronson ona dönüp “pekiyi, son zamanlarda ne yaptınız?” diye alaylı bir şekilde sorduğunda, 2 yeni-emperyalist Habil (Abel) eski-göçebe Kabil’i çoktan kendine ücretli/maaşlı köle yapmış, ondan öğrendiklerini de tarih boyunca mükemmelleştirmişti: Eski-göçebe Kabil bir zamanlar toplayıcılık, 2 Kabil, Charles Bronson’a (ABD’ye) dönüp “biz bağımsızlık savaşı veriyoruz? Senin burada ne işin var sömürgen?” bile diyemez; çünkü filmi yapana ve işbirliğine girenlerin bilincini ve bu bilinci oluşturan çıkarı belirleyen güce karşı olduğun an yerinden edilirsin. Zaten bu filmi yapandan farklı bir bilişsel ifade beklenemez. 80 İrfan Erdoğan avcılık, yağmacılık ve haraç ile geçinen bir “göçebe” akıncıydı. Bu yaşam tarzında Kabil sürü izlemeyi, avlanacağı sürüyü nasıl gruplara ayıracağını, onları nasıl böleceğini, yöneteceğini ve öldüreceğini çok iyi öğrenmişti. Kabil yerleşik hayat yaşayan Habil’in yetiştirdiklerini belli zamanlarda yaptığı akınlarla kolayca elinden alıyordu; sonradan buna, Habil’i haraca bağlamayı ekledi. Kabil ekme ve dikme nedeniyle hiçbir “yere” bağlı değildi. Yer “gittiği ve avlandığı” yerdi. Dolayısıyla, onun mülkiyetinde olan bir yer yoktu: Onun yeri hiç bir yer ve aynı zamanda gidebileceği her yerdi. Gittiği yerlerde de hep Habil yerleşmişti. Habil kendini Kabil’den korumak için gerektiğinde Kabil’e vergi ve haraç verdi ve onu payelerle onurlandırdı. Bu durum onu, aynı zamanda Kabil’e karşı korunma yolları aramaya itti: Habil tarih boyu evini, köyünü, kasabasını ve kentini surlarla çevirerek savunma işini geliştirdi. Habil ürününü ve yarattığı zenginliği dıştan gelen tehlikelere karşı korumak için savaşı, stratejiyi, taktiği ve örgütlenme ve örgütlemeyi, Kabil’i kandırmayı ve Kabil’i Kabil’le karşı kullanmayı öğrendi. Kabil’e payeler, onurlar, askeri rütbeler ve maaşlar verdi. Surlar büyüdü, genişledi ve yayıldı. Habil güçlendi. Zenginliğini topraktan/doğadan ve ilişkisel egemenlikten (kölelik biçimlerinden) alan Habil, zenginlikler kazanmak için topraklar işgal etmeye başladı. Bunu yaparken gerektiğinde Kabil’i kiraladı. Bazen Kabil’i karşısında buldu. Bu sırada Kabil giderek avlanacak yer ve yağmalayabilecek zayıflıkta yerleşik topluluklar bulamamaya başladı. Kabil Habil’in topraklarında önce göçebe olarak ve kiralık “barbar” savaş gücü olarak kaldı. Barbar Kabil giderek yoksul bir göçebe hayatı yaşamaya başladı. Savaşarak geçinebilecek ortam ortadan kalkmıştı onun için. Yerleşik hayatla birlikte, Kabil savaşmayı unuttu; toprak Habil’indi. Kabil o denli güçsüz ve marjinal duruma gelmişti ki artık Kabil’in ona savaş açması bile gereksizdi (Selçuklular ve Osmanlıların Türkmenlerle ilişkileri buna güzel bir örnektir). Kabil artık Habil’in egemen olduğu bir dünyada köylü ve köle olarak yaşıyordu. Sonradan, kapitalist demokrasinin gelmesiyle birlikte, Kabil Habil’in ücretli ırgatı ve meşrulaştırılmış katliamla gerektiğinde birilerini öldürmek için beslediği ve yetiştirdiği kiralık köleleri arasına katıldı. Bu sırada, Habil topraklar işgal etmeye devam etti. Standartlaşmış örgütlenme ve profesyonellikle kurulmuş ordular kullanarak “uygar” savaşlarda (Keegan, 1994) yeni topraklar kazandı ve imparatorluklar kurdu ve sömürgecilik işini yaygınlaştırdı. Habil’in eski sömürge savaşlarını Habiller arası emperyalist savaşlar takip etti. Bu savaşlarda artık eskinin “mertlik, kahramanlık” gibi karakterleri ortadan kalktı; “kılıçla yüz yüze savaşan mertliğin yerini önce Kabil’in öç alışı 81 tüfeğin ve sonra bilgisayarla kontrol edilen güdümlü füzelerin ardında saklanan namertliğin” almasıyla birlikte savaş lojistik, tedarik, üretim, iletişim ve teknolojik araç konusu oldu. Günümüzde, yeni-emperyalist Habil küresel serüvenlerle insanları serbestçe soymak için Tanrının (paranın) sözünü dünyaya yayıyor; dünyada her yere özgürlük ve demokrasi getiriyor. Kabil ise Habil olamadığı için, Habil gibi yiyip, Habil gibi içip, Habil gibi giyinip, Habil gibi konuşup ve düşünüp, olamayacağı Habil gibi olmak için durmadan ömür tüketiyor: Habil’in serbest kölesi ve tüketicisi olarak Kabil, hem kendi ömrünü tüketiyor hem de bazen kiralık bazen gönüllü tetikçi olarak iç ve dış savaşlarda başka ömürler tüketiyor. Yirmi birinci yüzyılın başı. Amerikalı Habil Irak’ı demokratikleştirmek için işgal eder. Bu işgal sürecinde Türk Habilci-Kabil akşam yatarken “Musul ve Kerkük” rüyası görmeyi planlar. Daha rüya başlar başlamaz, Habil, ACE ile yıkanan yorganı kolayca “caart” diye yırtarak bu Kabil’in rüyasına dalar ve “Musul veya Kerkük’te göreceğimiz her silahlı gücü düşman addedeceğiz ve ateş açacağız” diyerek Habilci-Kabil’in rüyasına anında son verir. Çıkar umutları boşa giden Habilci-Kabil’in morali çok bozuk. İşgale yardımda ödül olarak düşünülen altı milyar dolar da gelmez. Üstelik Amerikalılar bir de Türk askerlerinin Irak’ta kafasına torba geçirirler. Moral bozukluğuna bir de kırılan onur ve haysiyet eklenir. Kabil öfkeli, ama gücü yok ki Habil’den hesap sorsun. Bu sırada, Habilci-Kabil, Habil’in benzer durumda ne yaptığını düşünür ve bulur: Habil Vietnam yenilgisinden sonra Rambo gibi filmler yaparak bir taşta iki kuş vurmuş. Hem para kazanmış hem de sefiller kitlesine milliyetçilik, düşmanlık ve derin manevi doyumlar sunarak onların materyal açlığını manevi olarak besleme işine Rambo’yu da katmış.3 Habil’in cebi dolu, dolayısıyla memnun. Sefil kitlelerin bir kısmının bilinci faşistçe doyumlarla dolu, dolayısıyla onlar da memnun. Bunu öğrenen Türkiyeli Kabil de, her zamanki gibi Habil’i taklit ederek, Kurtlar Vadisi Irak filmini yapar. 3 Burada milliyetçilik somut sömürüyü ve ABD’nin desteklediği katliamları yaptırmada kullandığı, vicdansızlığın ve işlenmiş bilişsel yoksulluğun göstergesi olan soyut kavramlardan biri olarak ele alındı. Bu anlamda milliyetçilik vatanperverliğe ve vatanı korumaya ters düşen, Latin Amerika’dan Güney Kore’ye kadar her ülkede ülke içinde düşmanlığı ve ırkçılığı körükleyen ve böl ve yönet politikalarını destekleyen bir karakter taşır. Nasıl ki demokrasi ve özgürlük kavramları demokrasinin ve özgürlüğün düşmanlarının mülkiyetinde ise, vatanperverlik de ülkeleri kendi bireysel çıkarlarını gerçekleştirmek için kullananların araç olarak mülkiyetindedir. Bu kavramlar üzerindeki sahiplik mücadelesini asıl demokratlar ve vatanperverler kaybetmiş durumdadır. 82 İrfan Erdoğan Filmin gösterimleri sonunda, Habilci-Kabil cebine dolanla memnun; cebinden ve insanlığından gidenleri görmeyen sefiller de duygusal dolma (Amerikan düşmanlığı) ve boşalmayla (düşmanı öldürüp rahatlamayla) memnunlar: Kurtlar Vadisi’nde Habil’in kervanı hilallerle aydınlanan gecenin sessizliğini yırtan ulumaların eşliğinde yoluna devam eder. Habil uluyan kurtlarından, vadisinden ve kervanından memnun gülümser. Teolojinin ruhaniliği materyal soygunun ve bu soyguna işlevsel olan düşünselin egemenliğiyle buharlaşır gider [İşte bu, filmin materyal ve düşünsel özü ve sonucu]. Ama, Habil aynı zamanda çok tedirgin, çünkü ABD’yi kendinden başka hiç kimse, özellikle Türkiye gibi ülkelerden şimdiye kadar hiç kimse, sinemasal temsilden geçerek eleştirmemiştir. Son zamanlarda Batıya hiç kimse bu tür temsilden geçerek “Batının ne ve nasıl olduğunu” anlatmamıştır. Kurtlar Vadisi Irak filmi Batı’nın ve özellikle ABD uygarlığının vahşiliğini Batı’ya ve Amerika’ya gösterdiği için, çeşitli mekanizmalardan geçerek engellendi: Batı kendinin ne ve nasıl olduğunu çok iyi biliyor; ama başkaları tarafından hatırlatılmasından hoşlanmıyor. Bir diğer olasılık da, bu film “medeniyetler çatışması” tezini güçlendirmek ve bu tezin desteklediği politikaları gerçekleştirme yolunda kullanılan planlı strateji/taktiklerden biri olabilir; çünkü hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar arasında, internetteki tartışmalardan da görülebileceği gibi, yoğun düşmanlık duyguları ekilmekte ve canlandırılmaktadır. Filmde sorunun başlangıcı: Türk’ün kırılan onuru Filmin açılış sahnesinde bir Türk subayının Polat’a “sevgili kardeşim” diye başlayan yazdığı mektupta, “Süleymaniye Kuzey Irakta 4 Temmuz 2003 günü 10 askerimle birlikte bölgenin güvenliği için hizmet verirken, daha dün çayımızı içen, beraber çarpıştığımız adamlar karargahımıza baskın düzenleyip bize silah çektiler” diyerek bir tür hıyanetten bahsediyor. Olay sırasında, Türk askerleri ve ABD askerleri karşı karşıya birbirini öldürmek için parmaklar tetikte bekliyorlar. On bir Türk askeri çarpışmaya hazır; fakat telefonla “yukarıdan” ısrarla çatışmama emri veriliyor. Karargah komutanı telefonda, sert bir dille, “bunların amacı arama yapmak değil, komutanım; çay verdiğimiz adamlar bize silah doğrultuyorlar. Bunların eylemi bize yönelik değil, Türk milletine yönelik” diyerek, “daha dün çayımızı içen (dostumuz olan) bugün bize silah çekiyor” şikayetiyle öfkesini belirtiyor. Bu komutanlar “Türkiye’nin ebedi dostları yok, ebedi çıkarları var” gerçeğini biliyorlar; ama film yapımcılarının kurgusu ve kaygısı başka. Filmde komutan “on askerimle ölmek için emirlerinize hazırım komutanım” diye ısrar ediyor; fakat üstü bunu Kabil’in öç alışı 83 kabul etmiyor. Telefonda çatışmama emrini alan bu komutan askerlerine silahlarını indirmelerini istiyor. Sonra sert bir ses tonuyla ABD askerlerine arama yapmalarını ve sonra defolup gitmelerini söylüyor. Bu sahnede, kötü Amerikalı Sam’ın asker olmadığını giyinişi ve “ama askerdim” deyişiyle anlıyoruz. Sam tutuklama emri veriyor ve “bu adamlar asker, çok gururludurlar, yüzleri görülmesin” diye ekliyor. Elleri bağlı ve başlarında çuvalla Türk askerlerini kamyona sokup ayrılıyorlar. Sorunun bu başlangıcında, Türk ordusunun oradaki komutan ve askerlerinin onurlu, cesur ve hiç tereddüt etmeden ölmeye hazır oldukları işleniyor. “Çayımızı içen ve beraber olduğumuz” Amerikalıların bize kalleşçe silah çekmesini hangi Türk hazmedebilir ki? Telefonda Amerikalı askerlerle çatışmama kararını kimin ve neden verdiği belli değil; ama çok üst seviyeden geldiği bellidir. Mektubu yazan subay kendi kendine soruşturuyor: Irakta olduğumuz her gün şunu düşündük: Bizim burada ne işimiz var? Ama zaman içinde gördük ki, bu topraklara her hükmeden, bu toprakların insanlarına zulmediyor. Bunu bir tek atalarımız yapmadı. Ve biz maalesef o gün atalarımıza layık olamadık. Adalet için, zulmü önlemek için, şerefimiz için ölemedik. Şimdi ben bunu senden istiyorum. Ne acı değil mi? Subay Süleyman, kurumsal yapının engelini aşıp kendi vicdanının doğrultusunda savaşamadığından olmalı, bu utanç verici olaya dayanamayıp “vatan sağ olsun” diye intihar ediyor. Bu sunumun gerçek çuval geçirme olayıyla ne denli örtüştüğü belli değil. Belki de ABD askerleri dost gibi “çay içmeye” geldiler. Türk askerleri sigara içip kâğıt oynuyor ve tavla atıyordu. Hiç şüphelenmediler. Sonra Amerikalılar onları “dostça” gafil avladılar. Bilemiyoruz. Fakat filmdeki kurguda, çuval geçirme olayı temel sorunun başlangıcı olarak sunuluyor. Sunulurken de kötü Amerikalı Sam, işgalci askerler ve kahraman Türk askerleriyle tanışıyoruz. Polat’a mektup yazan subay intihar etmeden önce devlette bu sorunu çözecek kimse kalmadığını ima etmekte, “şerefimiz için ölemedik. Şimdi ben bunu senden istiyorum. Ne acı değil mi?” diyerek çözümü Polat’a havale etmektedir. Sorun, dolayısıyla, sadece bir çuval geçirme sorunu değil, utanç verici çuval sorunuyla yaşama veya bunu çözerek onurunu tamir etme sorunu olarak işleniyor. Filmdeki anlatıya göre, devlet ve ordu bu onursuzlukla yaşıyor; fakat bu subay yaşayamıyor ve intihardan başka çare bulamıyor. Devlet ve ordu bürokrasisinin yavaşlığı, beceriksizliği, bunu yapanlardan hesap sormaması ve onları cezalandırmaması sürekli olarak Hollywood savaş 84 İrfan Erdoğan ve polis filmlerinde işlenir. Fakat daima bu beceriksizlikten ve bürokratik kurallardan şikayet eden ve kuralları çiğneyen Dirty Harry, Diehard, Rambo ve Kurtlar Vadisinin kahramanları gibi kahramanlar vardır: Artık kötü adamlar tarafından bozulan düzeni yeniden inşa edecek tek onlardır. Polat da bu durumu, “ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da asker de değilim. Aynen senin de dediğin gibi ben Türküm. Ve bir Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım” diyerek, “erkekçe” açıklamakta ve sorunu kendi yöntemleriyle çözmektedir. Buna, köhnemiş devlete karşı çağdaş küresel pazardaki serbest teşebbüsün en serbest olanının (mafyanın, organize suçun) yüceltilmesi ve promosyonu denir. Türkiye’nin düzenini ve dıştaki onurunu Türkiye’nin devleti, polisi ve ordusu gibi resmi güçleri değil, bu güçlerden birisi tarafından gayri-resmi olarak örgütlenmiş Kurtlar Vadisinin baş kurdu Polat, korkusuz kurtlarıyla Türk’ün haysiyetini korumak için Irak’a gidiyor. Mafyayı, gangsterleri, külhanbeyleri ve kabadayıları ve bunların nasıl çalıştıklarını bilmeyen izleyiciler, filmlerdeki bu sahte ve yalan temsillere inanabilirler. Aslında, “otoriter kişilik” ile ilgili araştırmalara bakılırsa, Polatların büyük çoğunluğu tek iken kurt gibi ürkek ve korkaktır. Güçlüye karşı saygı gösterir ve boyun sunarlar. Güçsüzü de acımasızca ve vicdansızca ezerler (Buna en somut örnekler filmde Batılı askerlerin Iraklılara yaptıklarıdır). Sayıca çok ve güçlü olduklarında bile, savunmasız bir kişiye karşı bıçakla ve silahla gelirler (filmdeki bazı sahneleri düşünün). Tek başlarınaysa, habersizce arkadan vurur ve hemen kaçarlar. Ancak sürü halinde, bir güçsüze saldırırken kahraman ve yırtıcıdırlar (filmde arama ve düğün basma sahnelerini düşünün). Güçsüzken veya güçlüyle ilişkilerinde mide bulandıracak kadar kölece, aciz ve zavallıdırlar (filmde Dante’nin Doktor’un hakaretlerine karşı aldığı tavrı düşünün). Gangster ve mafya filmlerinde olduğu gibi, “bizim” Polat ve itaatkar kurtları da asla böyle yansıtılmaz. Ama gerçek nedir? Yanıt için, şirketlerdeki ve kurumlardaki kölece kılınmamayı egemen tarz yapan çıkar ve güç ilişkileri dünyasını düşünün. Polat’ın el, göz ve baş işaretleriyle kurtlarını nasıl yönettiğini düşünün. ABD’nin Irak’taki teröristleri nasıl füzeyle avladığını düşünün. Polat’ın kurtları, sözsüz iletişim ve davranışsal ifadeler ötesinde filmde sözlü iletişime çok ender girmektedir; sadece bir kelime veya bir cümle söylemekte ve sadece Polat tarafından isteneni ve yapılması gerekeni yapmaktadır. Buna, saygı örtüsü altında gelen köleliğin ve efendiliğin, baskının ve sömürünün yeniden üretimi denir. Bu üretim yoluyla kölelik ve efendilik bilinci ve davranış kalıpları yüceltilerek desteklenir. Kabil’in öç alışı 85 Savaşa neden ve Polat’ın nedeni Savaş ve şiddet sorununa birçok nedenler verilir. Savaşların en önde gelen nedenlerinden biri olarak “kıtlık problemi” gösterilir. Bu kıtlık sorunu aslında, tarihte toprak, su, petrol gibi zenginlikler/kaynakları elde etmeye ve iktidarını kendine ve diğerlerine durmadan güç elde ederek kanıtlamaya çalışan iktidarsızın hastaca iktidar arayışı ve buluşudur. Dolayısıyla hem materyal hem de psikolojik güç yaygınlaştırma arayışı, kendinde olmayana sahiplik ve dolayısıyla kıtlık yaratmayı ve bunun için gerekçeyi ve savaşı beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla kıtlık gerekçesi sadece akademik bir kılıf, bir bahanedir. Kıtlık var, çünkü yaratılıyor. Örneğin, ABD ordusunun Irak’ta bulunması ABD’nin kıt kaynaklardan mahrum olması veya yoksulluk içinde olmasından değildir. Aksine ABD bolluk içindedir ve savaş bu bolluğun sürdürülmesi için yapılmaktadır. Zengin kaynakların olduğu yerlerde “materyal ve düşünsel kıtlıklar” yaratma, uluslararası sermayenin sürdürülebilir kalkınmasının sonucudur. Kurtlar Vadisi Irak filmi (ve dizisi) bu sürdürülebilir kalkınmayı ve dolayısıyla bunun sonucu olarak gelen materyal ve bilişsel kıtlıkları meşrulaştıran, bunu ve Polat’ı yaratanları koruyan bir ilişkiler dünyasını bilişsel ve duygusal işlemelerden geçerek destekleyen bir yapıttır. Polat’ın savaşının nedenine gelince, Polat sürekli şiddetin ve katliamın uygulandığı Irak’taki savaş alanına orijinal olarak tek bir nedenle gidiyor: Savaş sırasında Türk askerlerine uygulanan onur kırıcı bir davranışın hesabını “sana yapılanın en azından aynısını sen de onlara yap” mantığıyla hareket ederek hesap sorma ve hesap kapamak için. Bu hesap sormada film, ABD ordusunun yaptıkları insanlık dışı faaliyetleri de göstererek, ciddi bir intikam almaktadır. Sorunu çözme yolunda: Tehlike her yerden gelebilir İkinci sahnede Polat ve adamları arabanın içinde sorun çözmeye gidiyorlar. Türkiye sınırını geçtikten sonra, asker mi yoksa polis mi olduğu belli olmayan üç Kürt tarafından yolları “çevirme” diye kesiliyor. Arabadan indiriliyorlar. Kürtler “Irak’a gelmelerinin amacının ne olduğunu” sorduğunda, Polat “insan satın almaya geldik; burada ucuz olduğunu duyduk” diyerek, Kürtlerin satılmışlığını, ABD’nin Kürtleri satın aldığını ima ederek onları aşağılıyor. Baran (2006) ultra-milliyetçi duygusallık olan bu tür ifadelerin Türkiye’de insanların Kürtlere karşı düşmanca tutuma teşvik ettiğini ve Irak-Türkiye ikili ilişkisini etkileyeceğini belirtmektedir. 86 İrfan Erdoğan Öfkelenen Kürtler “arama” için onlardan yere yatmalarını istiyor. Polat “adam gibi arayacaksanız arayın, ben yatmam“ diyor ve iki adamıyla birlikte Kürt yol kesicileri öldürüyor. Amaçları belli olmayan bu üç Kürt, filmde meşruluğu yeterince işlenmeyen bir şekilde öldürülüyorlar. Muhtemelen bunun nedeni, buranın Kürtlerin resmi olarak kontrol ettiği Kuzey Irak olması ve Polat’ın bu yönetimi meşru olarak tanımamasıdır. Bu sahnenin sinema gösteriminde Kürtçe konuşmalar için Türkçe alt yazılar var. Bu alt-yazılar VCD’de kaldırılmıştır. Kürtçe konuşulduğu için ne dedikleri anlaşılmıyor. Bunun hangi amaçla veya kaygıyla yapıldığı belli değil. Fakat bunu seyreden hiçbir Kürt, filmdeki Kürt ne tür Kürt olursa olsun, ister İranlı, Türkiyeli veya Iraklı Kürt olsun, ister Polat’ın ister ABD’nin Kürdü olsun, kendine böyle denilmesinden hoşlanmayacaktır. Türk’ün onuruna ve haysiyetine karşı işlenen suçun intikamının gecikmeden alınması gerektiğini kurgulayan ve işleyen bir ortamda, Polat elbette bütün özel işlerini bırakıp “suçlunun” cezasını vermek için yola çıkışta iyi ve kötünün ilk karşılaşması yukarıdaki gibi oluyor. Bu karşılaşma sonunda, Polat ve iki adamı, “kötülere” en gözde metotlarıyla (kötülerin kullandığı metotla) hak ettikleri dersi verdikten sonra yollarına devam ediyorlar. Artık Irak’talar ve sorun ve çözüm işlemeler artacak. Filmde sorun ve çözüm işleme çoğu kez eş zamanlı kesmelerle yapılan sahne geçişleriyle, farklı iki veya üç olayın kısa parçalarını sunarak yapılan kurgu ile yapılıyor. Bu yapılırken, izleyici gösterilen yerlerdeki olayların farkında oluyor. Fakat Polat’ın orada olmadığı için bunlardan haberdar olması olasılığı yok. Ancak sonradan öğrenebilir. İzleyiciler olaylardan etkilenerek dolmaktadır. Ama Polat da sanki izlemiş gibi davranarak izleyicileri tatmin etmektedir. Düğünde katliam ve kötülerle tanışma Filmde işlenen ilk sorunlardan biri düğündeki katliamdır. Mekan, Kuzey Irakta, muhtemelen El Hamra otelinin olduğu merkezi bir kentin yakınında bir yerde bir dini liderin (Şeyhin) evi. Gelin olacak kızıyla konuşan Şeyh. kızının burnuna ancak özgür olduğunda çıkartacağı bir hızma takıyor. Sonraki sahnede damat, atası Selahattin Eyyubi’den beri ailesinin yadigar tuttuğu hançeri ailenin namusunu koruma simgesi olarak geline hediye ediyor ve gelinin alnına bir “taktir, değer ve sevgi” öpücüğü konduruyor. Gelin arkadaşlarıyla konuşuyor ve şakalaşıyor. Davullu düğün başlıyor: çekilen halaylar, seyreden kadınlar, oynayan ve eğlenen çocuklar. Ardından, bu güzelliğe ve iyiye düşman olarak duran kötülerle tanışıyoruz: Tuzak kurmuş Kabil’in öç alışı 87 ABD askerleri “terörist var” bahanesiyle harekete geçmek için düğüne katılanların havaya ateş açmasını bekliyorlar. Ateş açılır açılmaz, düğünü basıyor ve düğünde arama yapmaya başlıyorlar; erkekleri alıp götürüyorlar; bir odada bir adamı bağlıyorlar, kadını dövüyorlar; buna şahit olan bir çocuk korkuyla ağlıyor. Kargaşanın olduğu dış mekanda bir çocuk Amerikalı askerin silahına bir dal çubuk sokarken silah ateş alıyor ve çocuk ölüyor. Annesi kendini damdan atıyor. Silaha koşanlar ve vurulanlar. Gelin ağlayarak ölü çocuğa koşarken, Amerikalı asker dipçikle vurup onu yere seriyor. Bunu gören damat ona doğru hamle yapıyor; askerler onu durduruyor; silahsız damat Amerikalı askere kafa vururken silahla öldürülüyor. Sahneler sevdiklerinin öldürülmesiyle gelen derin acı çekme görüntüleri veriyor. Bu sahneleri izleyen normal seyirci kaçınılmaz olarak düğündeki acı çeken insanlara sempati duyacaktır; Amerikalı askerlere karşı da öfkeyle dolmaya başlayacaktır. Zaten bu sahnede gösterilen doğru ve yanlış, haklı ve haksız, mantıklı ve mantıksız davranışlarla izleyicinin beynine işlenmek istenen de budur. Bunun yanında Amerikalıların diğer bir kültüre karşı saygısızlığı, duyarsızlığı ve en küçük fırsatta şiddete ve katliama başvurduğu işlenmektedir. Öte yandan bu olaylardan sonra, o kadar acıya rağmen Şeyhin kızına verdiği öğütte, Amerikalının tam tersi karaktere sahip bir Müslüman insan resmi çiziliyor. Şeyhin, kızına verdiği öğüt: İyinin seçtiği yol İnsanlar elle çektikleri iki tekerli arabalar ve battaniyelerle taşıdıkları ölü ve yaralılarıyla yürüyerek şeyhin dergahına geliyorlar. Amerikalıların zulmünden kaçan insanlar bunlar. Şeyh yatakta yatan bir yaralıyla. Yaralı ölmek istemediğini ve savaşmak istediğini söylüyor. Şeyh Kuran’ın çeşitli ayetlerinden esinlenerek yaralıya şunları diyor: İnananlar ölmekle hiçbir şey kaybetmez. Yaşadıkça ne olacağı meçhul. Şu an yapabileceğin en iyi iş başkaları için dua etmek, bu dualar sana rahmet ve nur olarak dönecektir. Bu sözlerle kaçınılmazı kabullenmesini ve duayla karşılamasını öğütlüyor. Dergahta acı, keder ve hüzün dolu. Şeyhin kızı derin acılar içinde “keşke ben ölseydim” diye içi kan ağlarken vücuduna bomba yerleştirip intikam yemini eder. Şeyh babasından izin ister bu intikam için; babası da “benim böyle bir şeye izin verebileceğimi nasıl düşünürsün” diye üzüntüyle cevap verir. Müslüman’ın böyle bir hırsa kapılmaması gerektiğini belirtir. Canlı bomba olmanın, kendi ve diğer masum insanların canına kıymanın Allaha isyan olduğunu, bunun aslında bütün insanlığı öldürmek olduğunu söyler. Şeyhin 88 İrfan Erdoğan “insanları öldürmüş olma” ile ilgili sözünün dayanağı El-Maide sûresinde bulunabilir: Kim kısas gerekmeksizin veya yeryüzünde fesad işlemeksizin bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Şeyh Müslümanlara bu fikri aşılayanların ve onlardan intihar komandoları devşirenlerin Hasan Sabbah fitnesini hortlatanlar olduğunu belirtir. “Bu bir kıyamet alametidir. Bil ki şeytan işidir” dedikten sonra, buna neden ve çözüm sunar: Bizim şu anki acizliğimiz ve zafiyetimiz, Allahın kitabı ve resulün yolundan sapmışlığımızdan ve birlik olamayışımızdadır. Her intihar eylemi bu acizliği ve zafiyeti artırır. Düşmanlarımız da böyle eylemlerin artmasını istiyor. Hatta belki de kendileri düzenliyor. Yegane kurtuluş ümidi Allahın ipine sarılmaktır. Dua edelim, gayret edelim, bir olalım, hür olalım. Böylece şeyhin ağzından izleyiciler İslam’ın intiharı ve suçsuzların canına kıymayı tasvip etmediğini öğreniyor. Soruna çözüm olarak dua, gayret, birlikte olma vurgulanıyor. Bu güzel; ancak insanın şunun gibi bir soruyu akıldan çıkartmaması gerekir: “Bir olalım, hür olalım” sözü hiç Anadolu’da (ve Irakta) güdülen “ulusal politika ve pratiklere” uyuyor mu? Birlik olma sömürüye ve “bölücülüğe” son vermeyi gerektirir: Anadolu gibi zengin ve çoğulcu bir yapıya sahip olan topraklarda, birlik ve dirlik, ancak bu zenginliğin adil bölüşümü ve çoğulculuk üzerine kurulan devlet politikaları ile olur: Birlik (dayanışma) anlayışı ile ırkçılık ve mezhepçilik birbirine ters düşen, düşman iki anlayışı ve ilişkiyi anlatır. Irkçılığın ve mezhepçiliğin ekonomik ve bilişsel soygunu destekleyen bir şekilde siyasallaştırıldığı yerde birlik değil, bölücülük ve vicdansızlık egemendir. Bunun en somut örneği, bu makale yazılırken Amerikalıların birbirine düşürdüğü Bağdat’ta bir haftada binden fazla kişinin öldürülmesidir. Filmde şeyhin bahsettiği birlik düşmana karşı olan birliktir. Bu düşman ülkeyi işgal eden bir dış ve Atatürk’ün söylevinde belirttiği iç güçler olduğunda, birlik sağlıklı ve zorunlu bir faktör olarak nitelenebilir. Bu düşman Kürt, Türk, Laz, Fenerbahçeli, Galatasaraylı, türbanlı, laik, solcu, sağcı, asitçi, metalci, polis, öğrenci, demokratik haklar için gösteri yapan memur ve işçi, CHP’li ve AKP’li, gerçekleri yazan bir gazeteci, mafya başı bir katilin ne tür bir katil olduğunu anlatan bir konuşmacıya doğruyu söylediği için saldıran bir mafya çömezi olduğunda, konu artık birlik değil, klasik böl ve yönet politikaları, bu politikalarla yürütülen hunharlık, işlenen vicdansızlık, bilişsel ve davranışsal yoksulluk ve bunların insanlık için üzücü sonuçlarıdır. Üzücü olan şey, bu bilişsel yoksulluğu işleyenler ve sömürgenler arasında dayanışma varken, bilişsel Kabil’in öç alışı 89 yoksulluğu taşıyanlar kendi kardeşini ve babasını bile öldürecek kadar vicdansızlaştırılmışlardır. Bu üretilen vicdansızlık ve bilişsel yoksulluk bunu üreten toplumsal ve uluslararası yapıların en temel karakteridir. İyi Türk Polat ve kötü Amerikalı Sam: İlk çatışma Polat ve iki yardımcısı El Hamra oteline yerleşiyor. Bu sırada karakola oteldekilerin listesi geliyor. Kürt polisler otele gelip Polat’ı karakola götürmeye çalışıyorlar. Polat “hangi ülkenin karakolu” diye soruyor. Cevap da “Irak Kürdistan” oluyor. “Ben sizi tanımıyorum buranın sahibi gelsin beni alsın” diyor ve Otelin müdürünü çağırmalarını istiyor Polat. “Yoksa ne siz ne de biz buradan çıkabiliriz” diyerek cebinden bombayı uzaktan ateşleme kumandasını çıkartıp gösteriyor. Amerikalı müdür geliyor ve Kürt polislere gitmelerini işaret ederek gönderiyor. Polat “bu otelin kaç ana taşıyıcı kolonu var?” diye müdüre sorunca, otele patlayıcılar yerleştirildiği ortaya çıkıyor. Henüz Polat ve yardımcılarının neden orada oldukları, ne için geldikleri belli değil. Polat kimsenin zarar görmesini istemediği için otelin sessizce boşaltılmasını istiyor. Otel boşaltılırken medya kameralarla otele doğru gidiyor. Polat müdürden Mr. Sam’ı telefon ederek çağırmasını istiyor. Sam ismi akıllıca seçilmiş, çünkü Sam “Uncle Sam” olarak Amerika’yı temsil ediyor; soyadı da Amerika’nın dünya polisliğini anlatıyor. Otel müdürü, Sam’ın otelle bir ilişkisi olmadığını söylüyor. Polat “Maaşını siz ödemiyor musunuz? Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi?” diye alayla soruyor. Böylece Sam’ın Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizminin temsilcisi olduğunu anlıyoruz. Hotel müdürü “anlayamadığını” söylüyor ve Sam’ı cep telefonuyla arıyor. Polat telefonu alıyor ve Sam’ın “sen kimsin?” sorusuna Polat “ben oteli havaya uçuracak kişiyim, tabi sen varlığınla bizi onurlandırmazsan” diye yanıt veriyor. Sam Kürt lideriyle toplantısını iptal edip otele yollanıyor. Sam gerekli tedbirler için emirler veriyor ve otele geliyor. Kürt lider, okul çocuklarının da olduğu bir toplantı salonunda, Sam’ın gelemeyeceğini bildiriyor. Okul çocukları otobüse bindiriliyor ve otele gitmek için yola çıkarıyorlar. Amerikalı bomba uzmanları otelde kolonlara yerleştirilmiş bombaları arıyor ve buluyor. Sam Polat’ın masasının önüne geliyor ve Polat başından beri bozmadığı kibarlığıyla otel müdürüne gidebileceğini söylüyor. Polat soğuk ama kibar, sert ve kararlı bir profesyonel: Planını yapıyor ve onu soğukkanlılıkla 90 İrfan Erdoğan uyguluyor. Aynı zamanda düşman karşısında egemen ve gururlu: Polat, Sam geldiğinde ayağa bile kalkmıyor. Egemen ve oradaki her şeyi oturduğu yerden yönetiyor ve kontrol ediyor. Sam kendinden emin “nasıl bir belaya bulaştığının farkında mısın?” diyerek, Polat’ın karşısındaki sandalyeye oturuyor. Polat da tilkiyi tuzağa düşürmüş bir avcı gibi gülümseyerek “sen de üstünde oturduğunun belanın farkında mısın?” diye soruyor. O zaman hem Sam hem de biz seyirciler sandalyeden kalkarsa, sandalyeye bağlı bombanın patlayacağını ve Sam’ın öleceğini öğreniyoruz. İyi ile kötü arasındaki sözlü çatışma devam ediyor ve bu sırada bazı belirsizlikler ortadan kalkıyor ve kötünün ayırt edici karakterleri ortaya çıkıyor: Sam: Amacın ne? Oteli havaya uçuracaksan uçur, benden alabileceğin bir şey yok. Polat “ama senin bana verebileceğin bir şey var” diyor ve bir adamına getirdikleri çantayı açmasını işaret ediyor. Çantanın içinde torbalar var. Polat: Bu torbayı kafana geçireceğim. Aynısını adamlarına da yapacağım. Hep birlikte başınızda çuvallarla otelden çıkacaksınız. Ve gazeteciler resminizi çekecekler. Bu kadarını bana verebilirsin değil mi? Ben de bunun karşılığında sana Grand Harrilton’ı (oteli) vereceğim ve çekip gideceğim. Bunu dediği andan itibaren artık Polat’ın neden Irak’a geldiği ortaya çıkıyor: Öç alarak, bir hesabı düzeltmek ve kapatmak. Aslında fazla bir şey istemiyor. Amacı öldürmek değil; sadece onların Türk askerlerine yaptıklarını Polat onlara yaparak öç almak istiyor. Herhangi bir pay isteme veya emperyalist veya bireysel çıkar gibi amacı yok. Oldukça onurlu ve doğru bir amaç güdüyor. Bu “adil öç anlayışı” Kuran’ın El Bakara suresinde şöyle belirtilmektedir: Ey iman edenler, (kasden) öldürülmüşler için size kısas (misilleme yapmak) farz kılındı. …Kim sizin üzerinize saldırırsa, siz de aynen ona, size yaptığı tecavüz gibi saldırın. Sam istihzayla gülümsüyor ve “bu çuvallar senin askerlerinin başına geçirdiğim çuvallar mı?” diye soruyor. Polat (sertçe): Başın hala gövdenin üstündeyken geçir şu çuvalı kafana, yoksa sana tam uyacak bir kefen bezim var. Kabil’in öç alışı 91 Bunun üzerine Sam ders vermeye başlıyor: Bak Türk, tam beş yıldır bu bölgedeyim ve Türkleri çok iyi tanırım. Övünmeyi seversiniz. Sizin kendi kurallarınız, kendi kırmızı çizgileriniz vardır; değişmez Irak politikalarınız vardır ve hep biz istemezsek burada kimse bir şey yapamaz dersiniz; Sana bir şey şöyleyim mi; kırmızı çizgilerinizi çoktan sildik; Irak politikanızın içine ettik. Sizi anlamıyorum, buna alınmadınız da başınıza geçirilen iki çuvala mı alındınız? Niye alındığınızı söyleyeyim. Birleşik Devletler son elli yıldır size para ödüyor, Donunuzun lastiğini bile biz gönderiyoruz. Neden bir şey üretemiyorsunuz? [Bu sırada Polat’ın iki adamı öfkeli ve düşmanca bir şekilde, her an öldürecek gibi Sam’a dik, dik bakıyorlar]. Para diyorsunuz yolluyoruz. Daha fazla istemek için mi birbirinizi dolandırıyorsunuz? Silah istiyoruz dediniz gönderdik. Savaşmayı kabul ettiniz. Ama askerlerinizi göndermeden pazarlığa kalktınız. Ve sonra yine para istediniz. Nasıl unutursunuz komünistlerden kurtarmamız için yalvardığınızı [ne zamandı bu. İyi bir yalan]. Niye alındığınızı söyleyeyim, çünkü artık size ihtiyacımız yok. Bunu duyan Polat, seyircilere dönerek, gerçek bir vatanperver gibi, en azından şunları söyleyebilirdi: Sam açıkça yalan söylüyor. Elli yıldır Amerika Türkiye’yi soyuyor; Sam’ın bahsettiği dolandırıcıların işbirliği ve yardımıyla donumuzun lastiğini bile çaldılar; ürettiklerimizi üretemez olduk; ürettiklerimize marka isimlerini koyup haraç alıyorlar; endüstriyel gelişmemizi engellediler; çayımız, suyumuz ve sabunumuz dahil her şeyimize el attılar; tarımımızı mahvettiler; yardım diye silah sattılar; parayla adam satın aldılar; Komünist öcüsü ve vatan koruma adına Anadolu insanını birbirine düşman ettiler ve kırdırttılar. Amerika’nın bize artık ihtiyacı yokmuş: Bu nedenle mi bütün uluslararası şirketleriniz bu ülkede cirit atıyor ve ekonomimizi ve zenginliklerimizi birbirlerini dolandıran işbirlikçilerle birlikte talan ediyorlar? Aslında bizim Amerikan kapitalistleri ve onların içteki vatanasatan dostları gibi sömürgen sülük ve soygunculara ihtiyacımız yok. Eğer Polat bunları söyleseydi, işte o zaman asıl vatansever, asıl kahraman ve asıl milliyetçi olurdu. Asıl o zaman milletin kahramanı olurdu; küresel pazarın işbirlikçi ve kapitalist düzenin ortakçı (ve otlakçı) kahramanı değil. Bunları söyleyemez, çünkü bu gerçekler onu var eden ve besleyen pazarın inancına ve çıkarına aykırıdır; söylerse vatan haini olur. Söyleyemez, çünkü Sam’ın söylediklerini doğru bulmaktadır; doğru bulmasaydı, Bazı Polatlar senaryoda bunları yazar mıydı [senaryo’yu birkaç Polat yazmadı demeyin]. 92 İrfan Erdoğan Belki de, bunlar Polat’ı hiç ilgilendirmiyor, çünkü önce yapmak istediğini yapması gerek: “Ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da asker de değilim” [siyasetçiler ve diplomatlar gibi senden para, silah dilenecek ve kimseyi dolandıracak kadar aşağılık değilim; ben uyuşturucu madde ve cinayetle işimi yürütürüm mü demek istiyor?].”Aynen senin de dediğin gibi ben Türküm. Ve bir Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım” [çünkü Türk’ün kafasına çuvalı ancak ben geçirir, ben döver, işkence eder ve gerekirse öldürürüm mü demek istiyor?]. “Şimdi kes sesini ve tak şunu!” diyerek çuvalı Sam’ın yüzüne atıyor. Sam (öfkeyle) “Peki, tamam, patlat, umurumda mıymış görelim, hadi yap” diye bağırıyor: Sen benim Kabemi patlat ben de seninkini [Otel onun Kabesi. Hemen her gangster gibi “dine saygılı bir katil” olan Polat’ın Kabesi de İslamın Kabesi]. Polat bombayı patlatmak isteyince, durmasını söylüyor. Herkesin hassas noktası olduğunu belirterek, “sen o çuvalı yüzüme atarak hassas noktama dokundun ki bu hiç hoş değildi” diyor ve Polat’ın hassas noktasının ne olduğunu bildiğini söyledikten sonra”‘içeri getirin” diye kapıda duranlara emir veriyor. İçeriye otobüsle getirdikleri ilkokul çocuklarını dolduruyorlar. Polat ve adamları şaşkın bakıyorlar. Polat (bombayı patlatmadan vazgeçer): Sen aşağılık bir adamsın. Sam: Hayır, çocukları severim… Benim gibi onlar da ölmekten korkmuyor… Ama ne yazık ki büyüdüklerinde korkuyorlar. Tüm günahkarlar gibi… Tüm çocukları büyümeden öldürsek dünya nasıl bir yer olurdu acaba? Polat: Sen zaten çocuk katilisin. Buradaki 30 çocuğu getirmek için kaç çocuk öldürdün. Ben onları öldürmem, ben onları kullanmam. Bunu yapsam ikimizin arasında ne fark kalırdı ki. Sam: Seninle benim aramdaki farkı söyleyeyim. Sen on bir adamını bile feda edemezsin, bu yüzden oturup ülkenin yok oluşunu izlersin. Oysa ben gerekirse on bir bin adamımı feda ederim. Sen duyguların yüzünden otuz çocuğa kıyamazsın, oysa ben onların duyguları için hepsini tek tek öldürürüm. Barışı bozacak herkesi öldürürüm. Ben senin gibi tesadüfen burada değilim. Barışı sağlamak için beni Tanrı görevlendirdi. Bunu sağlayan tanrının çocuğudur. Bu söze karşı Polat “benim senin gibi bir çocuğum yok” diye yanıt veriyor. Kafası çalışan bir seyirci bu sözü duyduğunda en azından şunları düşünebilir: Polat kendini Mehmet Ali Ağca gibi Tanrı (İsa, Mesih) mı sanıyor? Ya da, birden bire Tanrı Polat’ın diliyle mi cevap veriyor? Kabil’in öç alışı 93 Vatanperverliğin sahte oyuncuları ve emperyalist ve ırkçı Sam’ın küresel pazardaki yerli çömezleri, aynı zamanda kendilerini Tanrının isteğini açıklayan ve yerine getiren Tanrının dili ve eli mi sanıyorlar? Sam: Düğmeye basmak istiyorsan, durma. Polat düğmeye basmıyor; kabadayıca, “şimdi gidiyorum, nasılsa yine karşılaşacağız” diyerek kalkıyor ve oteli terk ediyor. Sam sandalyesinin altında bomba olduğu için bomba etkisiz hale getirilinceye kadar kalkamıyor. Piyano çalıp çocuklarla şarkı söylüyor. İyi ile kötünün bu yüzyüze sözlü iletişimle yapılan çatışmasında, Sam Tanrının onları buraya “tanrının sözünü ve düzenini getirmek” için görevlendirdiğini (manifest destiny) söyleyen bir deli olarak sunuluyor. Bu deli, aynı gerekçeyle, 19.yüzyılda bütün Amerika’yı ele geçirmek için yüz binlerce insan öldürdü; 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya serüvenine başladığından beri milyonlarca insanın öldürülmesine doğrudan veya dolaylı olarak katıldı. Dolayısıyla, Amerikan “manifest destiny” inancıyla ve hunhar faydacılığıyla (pragmatizm) gelen bu deli küçümsenecek bir deli değil. Daha kötüsü, bu deli tek bir birey de değil; bir pazar sistemi ve bu sistemin siyasal, ekonomik, kültürel, sosyal ve psikolojik “çağdaş, modern, duyarlı ve bilmiş” insanı. Bu deli şimdi de Lübnan´ı bombalıyor ve diğer deliler onu destekliyor. Polat ise Sam’ın tam tersidir. Hiçbir suçsuz insanın (örneğin otelde kalanların) ve çocukların kılına bile zarar gelmemesini isteyen, kendinden olanı her şeye rağmen koruyan iyi kahramandır. Türkiye’de özel kuvvetler için çalışmış. Yurt dışı görevlendirmeleri olmuş. Son görevinde yüzü estetik ameliyatla değiştirilmiş. Türk mafyasının içine sızmış ve mafyayı çökertmiş. Aslında Polat mafyanın başında kendi tekelini kurmuş. Böylece, mafya devletin “kontrol ettiğini sandığı” işlevsel bir parçası olmuş. Bu mafya, Latin Amerika’dan Rusya’ya ve Güney Çin’e kadar, benzeri ülkelerde kendi çıkarlarını ve doğru gördüklerini hem devletin bazı güçlerinin istediğini yaparken hem de kendileri için fazladan işler yaparken gerçekleştirmektedir. Polat’ın yanındaki üç yardımcısı da kendi ekibi, özel birlikten; hepsi de resmi olarak devlet için çalışmıyor, ama devletin bile haberi olmadan, kendileri, kimin ne zaman neden ve nerede öldürüleceğine karar veriyorlar ve bunu da “vatan, onur ve Türklük adına” yapıyorlar. Onurlu kahramanımız Polat’ın aksine, kötü Amerikalı Sam’ı onur, çocuk ve ihtiyar gibi hiçbir şey durdurmaz. Onun için önemli olan “iş yapmaktır” ve amaca giden her yol mubahtır. Dolayısıyla, yüzlerce çocuğu kendi hayatını kurtarmak için kalkan olarak kullanması onu rahatsız etmez. Ama Polat çocuk 94 İrfan Erdoğan katili olmanın vebalini üstlenecek aşağılık bir karaktere sahip değildir. Bu, idealist felsefenin mekaniksel materyalizmi ile yine idealist felsefenin normatif etiğinin (ahlak felsefesinin) çatışması, düzen koruma ve sürdürmenin en önemli strateji ve taktiklerinden biridir. Kötünün kötülük örnekleri: Hapishanede işkence Irakta bir hapishane. Bir Amerikalı asker-gardiyan geliyor ve hapisteki herkesin soyunmasını istiyor ve onlara, “Cehenneme hoş geldiniz. Buradan kurtuluşunuz yok. Sonsuza kadar yanacaksınız. O... çocukları. Burada sadece acı bulacaksınız. Acınızı hafifletmek mi istiyorsunuz, üzgünüm teröristler, bunu terörist olmadan önce düşünecektiniz” diye küfredip bağırıyor. Çıplak mahkumlara tazyikli soğuk suyla işkence yapıyorlar. Bu sahnede de Latin Amerika’dan Türkiye ve Uzak Doğuya kadar ülkelerin hiç de yabancı olmadığı vahşiliğin en hafif bir örneğini görüyoruz. Bu sahnelerle izleyicilerin acıma ve öfke duyguları yoğunlaştırılıyor. Bir başka sahnede, hapisteki hücresinde namaz kılıp ağlayan bir mahkuma bir kadın asker tekmelerle saldırıyor; “Aşağılık maymun” diye döverek hücreden dışarı çıkartıyor. Koridorda askerler tarafından hunharca dövülenler arasına atıyor ve dayak devam ediyor. Burada Amerikalının dine, inanca ve insanlığa hiç saygısı olmadığı, Iraklıyı bir maymun olarak nitelediği, bilinmeyen bir öfke ve hunharlıkla dolu olduğu işleniyor. Bu ne kadar doğru? Bunun örneklerini dünyada herkes medyaya yansıyanlarla biliyor ve yansımayanları bu örneklerden geçerek tahmin ediyor. Bu “kötülük ve vicdansızlık” sadece ABD askerlerine mi ait? Cevap vermek için, filmi seyrederken nasıl hissettiğinizi ve “kötüye” neler yapabileceğinizi dürüstçe düşünün. O senin için “kötü” ve sen de onun için “kötüsün”. Dolayısıyla, birbirinize neler yapabileceğinizi düşünün. Kurtlar Vadisi Irak neler yapılabileceğine örneklerle dolu: Özel mülkiyet ilişkileri yapısında çıkmaza sokulmuş ve uygun bir şekilde yetiştirilmiş serbest-kölelerin serbest kölelere (kendisine) düşmanlığı denir buna. Yahudi Dr. Frankenstein iş başında: Organ ticareti Kapalı bir askeri kamyonun içine insanlar doldurulmuş. “İyi Amerikalı” bir asker yanında oturan haydut kılıklı sivil giyinmiş “kötü Amerikalı” askere “insanlar orada havasızlıktan ölebilirler” diye şikâyet ediyor. Kötü asker iyi askerden arabayı durdurmasını söylüyor. Kötü asker arabadan iniyor ve makineli tüfekle kamyonun kasasında delikler açıyor ve içindeki insanları Kabil’in öç alışı 95 tarıyor. İyi asker “ne halt ediyorsun?“ diye çıkıştığında da “nefes almalarını sağlıyorum, artık havasızlıktan ölmeyecekler” diye cevap veriyor. İyi asker “bu insanlar terörist olabilir, ama unutma biz askeriz” diye kızgınca karşılık verdikten sonra “seni tutukluyorum” dediğinde, kötü asker tarafından öldürülüyor. Kamyon Abu Ghabraib Hapishanesine geliyor. Hapishanede bir doktor, sağlam organları mahkumlardan kesip alıyor. Organlar (böbrekler) itinayla uygun bir taşıma kutusuna konuyor, Tel Aviv, Londra ve New York gibi metropollere gönderilmek için paketleniyor. Bu sırada, Amerikan askerleri gelen kamyondan ölü ve yaralıları indiriyorlar. Biraz önce sağlam organları Iraklı mahkûmlardan alan doktor, kamyondan indirilmiş yerde yatan ölülere bakarak “nasıl bir insan bunu yapabilir?” diye isyan ediyor: Doktor gerçeğin, iyinin ve doğrunun kendi çıkarına göre belirlendiği yirmi birinci yüzyılın post-modern insanının derin duyarlılıklarını taşıyor. Doktor öfkeli çünkü ölü insanın değil canlı insanın organı gerek ona. Ölü insan kaybedilmiş birkaç organ demektir. Doktor, kötü askere çıkışıyor: “Bunlar insan, hayvan değil!” Kötü asker “hayvanlara saygım daha fazladır efendim” deyince doktor askeri öfkeyle iki eliyle iterek sarsıyor ve “eğer hastalarımı öldürmekten vazgeçmezsen, ben de organlarını düzgün alamazsam, inan seni uykunda öldürürüm” diye tehdit ediyor. Biraz önce silah arkadaşını gözünü kırpmadan öldüren katil asker, sivil ve silahsız bir ihtiyar doktorun tehdidi karşısında sessiz kalıyor: Güç ilişkisi ve alınamayacak risk. Amerikalıların Vücut Çalanlar (Body Snatchers) gibi korku filmlerindeki yöntemleri anlamsızlaştıran şekilde, Irak filminde savaşın “canlı insanlardan bedavaya alınan organ hırsızları” için çok uygun bir yer olduğunu görüyoruz. Frankenstein’in aptal yardımcısını hastaneye gönderip “yanlış beyin” çalmasına da gerek yok: Savaşta her şey kolayca ve bedava çalınabilir, yağmalanabilir ve gasp edilebilir. Çağdaş Frankenstein, diğer hırsızlar gibi, talan edilen zenginliğin kaynağına gidiyor. Sam bu işte “ham madde mal üreticisi ve pazar garantörü” ve kötü asker ise “mal taşıyıcı şoför” rolü oynamaktadır. Iraklı kurbanlardan organları kesip alan, paketleyip gideceği yere sevk eden doktor ise bir Amerikalı Yahudi’dir. Yahudi doktor Sam ile arkadaş, dolayısıyla gücün yanında güçlü bir güç. Bu bağlamda filmdeki sunumlarla en az birkaç biliş yeniden üretilmektedir: Yahudiler tüccardır ve her şeyde para kazanma yolunu bulurlar. Yahudiler Amerikalılara da kafa tutacak güçtedir. ABD’yi Yahudiler idare etmektedir. 96 İrfan Erdoğan Sam ile Doktor işbirliği: Emperyalist iş tartışması Sam (ABD) ile organ tüccarı doktor (İsrael) Whiskilerini çekerken, dostça tartışıyorlar. Doktor: Burada insanların hayatını kurtarıyorum Sam: Sen zenginleri kurtarmaya çalışıyorsun Doktor: Arkadaşımsın, ama neden burada olduğumuzu unutmayalım. Sam (biraz kızgın): Ben hep buradayım, Sizin (İsrail’in) güvenliğiniz için kendimi tehlikeye atıyorum. Kürtleri, Türkleri ve Arapları birbirine düşürdüm. Sense bir böbrek için şikayet ediyorsun. Dalga mı geçiyorsun?. Doktor (sitem ediyor): Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun. Sam: (siteme şikayetle yanıt veriyor) Beni sıkıştırmaktan vaz geçer misin. Beni rahat bırak. Ne kadar zorlandığımı biliyor musun? Bir fikrin var mı? Böyle basit konularda beni rahatsız etme. Doktor (Kararlı ve sert): Bak senden tek istediğim mahkumlara iyi davranılması. Bana lazımlar. Kimi öldürdüğün umurumda değil. Niye öldürdüğün, kaç kişiyi öldürdüğün beni ilgilendirmez. Ama bana birilerini getireceksen, adamlarına onları sokakta vurmamalarını emretmeni istiyorum. Benim onlara canlı ihtiyacım var. Sam (yumuşak, yatıştırıyor): Tamam bunu yapacağım. Evet, anlıyorum. Bu sahnede iki kötünün, amaç ve çıkarlarına yönelik olarak birbiriyle anlaşmazlığı ve bu anlaşmazlığın doktorun Sam’dan bedavaya “sağlam mal” alma garantisi almasıyla tatlılıkla çözülmesi anlatılıyor. Bu anlatıda Amerikalı için Irak insanının ve insanın değerinin ne anlama geldiğini ve kötünün çıkarından geçerek kendini meşrulaştıran karakterini görüyoruz. Cennete kim gidecek: Hıristiyanlar mı yoksa Yahudiler mi? Doktorla Sam’ın ikinci karşılaşması pazaryerindeki canlı bomba olayında Sam’ın sırtında bazı çizikler yaratan yaralanması sırasında oluyor. Doktor Sam’ı tedavi ederken, Sam bu denli cüret ve küstahlığa akıl erdiremediğini söylüyor. Bu deyişle birlikte Sam ile Doktor arasında, kimin cennete layık olduğu, cennetin kime vaat edildiği konuşması başlıyor: Doktor: Buradaki yaşamlarını düşününce, cennete gitmek için ölen insanlar var. Diğer taraftaki mutlu yaşama kavuşmak için. Sam (merakla): Anlamıyorum, İsa Mesih’e inanmayıp cennete gitmeyi düşünenleri anlamıyorum. Kabil’in öç alışı 97 Doktor (alayla sorgulayıcı): Yani, sen gidiyorsun, ben gidemiyorum. Söylediğin şey bu mu? Sam: İsa ölürken bu dünyayı size bıraktı. Biz onun tarafından seçildik. Onun krallığını kurabilmek için. Doktor: Ha, buna bir itirazım yok. Ama benim halkım (Yahudiler) tanrıyla pazarlık yapabilen tek halktır. Ve işte bu yüzden benim bildiğim soyum cenneti hiç kimseye bırakmaz. Sence? Sam “morfin” isteyerek konuşmayı sonlandırıyor.4 Hıristiyan ve Yahudilerin cennete talepleri yanında, Kuran’da cennete vaad yoktur, fakat cennete (cehenneme) gitmenin koşulları belirlenmiştir. Polat nereye gidecek: Cennete mi cehenneme mi? İtalyan gangsterleri adam öldürdüklerinde “haç çıkartırlar” ve pazar günleri de kilisede “günah çıkartırlar. Böylece yıkadıkları kanlı ellerine ek olarak kirli vicdanlarını da Tanrı’yı kullanarak temizlerler. Polat adam öldürürken kirli vicdanını “vatan ve millet” kılıfı ile temize çıkartmayla mı yetiniyor, yoksa, buna ek olarak, “Ya Allah” veya “Allahü Ekber” diyor ve Allah’ın eli olarak (Allah için yaptığını söyleyerek) yaptığı katliamları Allah’ın üstüne atıp, Sam gibi, Cennete sahiplik mi iddia ediyor? Polat’ın vatan, millet ve din ile ilişkisi, kapitalizmin vatan, millet ve din ile ilişkisinin aynısıdır: Kendi çıkarı ve amacı için araç/alet olarak kullanmak. ABD politikası ve dışarıda bırakılan Türkmenler Otelden Polat Türkmen liderin evine geliyor. Lider şikayet ediyor: “Dağı Kürtlere, külü Araplara, petrolü de kendilerine ayırdılar. Bizimse gidecek yerimiz dahi yok. Bizi bağımsız olarak yan yana bile getirmiyor... Toplantıları kendi himayesinde yapıyor”. Polat, Türkmen liderden, yakında pazaryerinde Sam’ın yerel liderlerle toplantısı olduğunu öğreniyor. Bu da Polat’ın Sam’a suikast planını getiriyor. Sam pazaryeri toplantısını şikayetle açıyor ve ABD’nin Irak’ı kurtarma çabasını ve bunun önündeki engeli Türkmen, Arap ve Kürt liderlere şöyle açıklıyor: Anladığınızı sanmıyorum, benim tek bir gayem var. O da Irak’ı bir arada tutmak. Ve sizlerin burada barış içinde yaşabileceğinizi kanıtlamak için kalıcı bir hükümet kurmak. (Türkmen lidere) siz 4 Bu doktora Ali-İmran Suresinde verilen cevap şöyledir: Ey Resulüm, o kafir olan Yahudilere de ki “…siz muhakkak mağlup olacaksınız ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz.” 98 İrfan Erdoğan Türklerle ittifaka devam ettiğiniz sürece, (Arap lidere) siz de Arap dünyasında buna devam ettiğiniz sürece, (Kürt lidere) sizin de bağımsız bir Kürt devleti kurma çabalarınız sürerse, bu bölgede asla barış olmaz. Beyler, benim tek itirazım bu kutuplaşma üzerine. Dikkat edilirse Sam kendilerinin bağımsız bölgelere böldüğü Irakla ilgili böl ve yönet politikasının tam tersinden bahsediyor. ABD’yi birleştirici ve diğerlerini de bölücü unsurlar olarak tanımlıyor. Arap lider ise “ama bize eşit davranmıyorsunuz. Biz suçluyuz, çünkü Saddam’ı biz yarattık. Size göre hepimiz teröristiz. Neden düğündeki insanlar terörist ilan edildiler. Sırf havaya ateş açtıkları için mi?” diye şikayet ediyor. Buna karşı Sam “hayır, çünkü teröristler ve bombacı yetiştirmeye devam ediyorsunuz” diye suçluyor ve ardından “sorunlarınızı anlatın, çözüm bulmaya çalışacağım” diyerek onların ne düşündüklerini bilmeye çalışıyor. Bunun üzerine Türkmen lider şikayete başlıyor: “Bakın, söylendiği gibi köylerimiz sadece işgücü nedeniyle boşaltılmıyor. Köylerdeki aileler Uydurma bahanelerle sistemli bir biçimde göç etmeye zorlanıyorlar. Sadece bizimkiler de değil, Arap köyleri aynen bizim köyler gibi boşaltılıyor”. Bunun üzerine sanki bunları bilmiyormuş gibi Sam Arap lidere “bu söyledikleri doğru mu?” diye sorarak oyununa devam ediyor. Arap lider de “maalesef doğru. Tabi bunun tek bir nedeni var. Petrol. Musul’da ve Kerkük’teki petrol noktalarından teker teker çıkmaya zorlanıyoruz. Petrol bu bölgelerin topraklarından çıkan bir değerdir. Bunda bizim de hakkımız yok mu?” diyerek, petrolden pay istiyor. Sam’da “tabii ki, bunda hakkınız var, ama önce güvenliği sağlamalıyız; sonra ekonomik meselelerle ilgileniriz. İstikrar olmadan bu zenginliği paylaştırmamı bekleyemezsiniz benden” diyerek buna niyeti olmadığını gösteriyor. Arap lider terörist iddiasıyla tutuklanan, işkence gören masum Araplar olduğundan, tutuklanma sırasında yakın akrabalarını kaybedenlerden bahsediyor. Türkmen lider de köylerinden zorla göç ettirilen ailelerin sağ salim geri dönmesini istediklerini belirtiyor ve “Kürtler de bize artık azınlık muamelesi yapmaktan vazgeçmeliler” diye ekliyor. Sam, sanki bütün bunlardan habersiz gibi, şahsen ilgileneceğini ve gerekeni yapacağını belirterek oyunu bitiriyor. Son sözü alan Kürt lider ise “güvenlik ve istikrar için daha fazla maddi destek gerek, bölgenin kalkınması için eğitimli insanlara ihtiyaç var” dediğinde, Sam alaylı bir gülüşle “doğrusunu isterseniz, CIA’de son yirmi Kabil’in öç alışı 99 yıldır bu cümlelerin Kürtçesini ezberlemeyen stajyer bile yok” diye alayla yanıt veriyor. Toplantıda Türkmen ve Arap liderlerin şikayetlerinden Kürt lider rahatsız görünüyor. Ama Sam’dan sözsüz iletişimle kaygı duymamasını anlatan mesajlar alıyor. Sam’ın davranışından Kürt liderle işbirliğinde olduğu açıkça görülmektedir. Sonradan, Kürt lider bir mitingde Sam’a Saddam’ın sarayından gelen piyanoyu hediye ettiğinde, Sam Kürt liderin kulağına ”Türkmenlerin işi bitti, sıra Araplarda” dediğinde, bu işbirliği somut bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu sahnede, böl ve yönet politikası uygulamasında bölünenler arası çıkar çatışmalarını, Amerikalıların Kürtleri kullandıklarını ve aynı zamanda kötünün ve iyinin yanında olanların kimler olduğunu öğreniyoruz. Pazar yeri faciası: Çıkmazda bırakılanın çözüm yolları Polat Sam’ı pazaryeri toplantısında vurmak için suikast planı yapıyor. Birden bire neden “çuval giydirme” ile ödeşme işini, suikast girişimine döndürdüğü açık değil. Çuvalı giydirip gidecekti. Şimdi gerekçe vermeden fikir değiştirdi. Pazaryeri insanlarla ve çocuklarla dolu. Polat bir binanın üstünde dürbünlü tüfekle Sam’ın gelmesini bekliyor. Kurtları da pazarda dolaşıyor. Sam korumaları arasında pazarda görünüyor. Fakat pazar çok hareketli olduğu için Polat bir türlü ateş edecek pozisyonu yakalayamıyor. Sam içeri giriyor ve liderlerle masaya oturuyorlar. Liderlerin şikâyetlerini dinliyor. Toplantı bitiyor. Dışarıya çıkacaklar. Bu sırada birbirine bağlı dört olay oluyor: (1) Düğündeki katliamın intikamının almak için vurulan çocuğun babası canlı bomba olarak, kendini ve pazarda birçok kişiyi öldürüyor. (2) Polat’ın planı böylece suya düşüyor, çünkü Sam yoğun koruma altında dışarı çıkıyor. (3) Türkmen lider, Sam’ın hayatını “sizle biraz konuşabilir miyim?” diye onu restoranın içinde tutarak dışarıda bombayla ölmesini veya Polat tarafından vurulmasını farkında olmadan önleyerek kurtarıyor. Sam bomba nedeniyle sadece yaralanıyor. (4) Polat’ın, adamını öldürmeye çalışan Amerikan askerini vurmasıyla birlikte silahlı çatışma başlıyor. Polat´ın adamları kaçıyor. Polat da birkaç Amerikalıyı öldürdükten sonra onu kovalayan Amerikalı askerleri öldüre öldüre kaçmaya başlıyor. Bir eve giriyor, giydiği Arap giysilerini çıkartıyor ve sakince sokağa çıkıp yürümeye başlıyor. Filmde hem bu suikast arayışında hem de sonradan bombalı piyanoyla Sam’ı öldürme girişiminde kötüden kurtulmada doğru bir yol olarak suikast 100 İrfan Erdoğan sunuluyor. Piyano olayında bombanın patladığını duyan herkes çok seviniyor, bayram ediyor. Polat sevinmeden önce Sam’ın öldüğünden emin olmak istiyor. Dikkat edilirse, suikast ölmeyi hak edenlere düzenleniyor. Böylece, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Türkiye gibi ülkelerde önde gelen aydınların suikastla öldürülmeleri de meşrulaştırılıyor. Bu olaylardan sonra, olayların hazırlanmasında kontrol Sam’ın eline geçiyor: Sam ilk iş olarak Polat’ı öldürme operasyonu düzenliyor. Polat’ı öldürme operasyonu ve iyiler arası dayanışma Doktor Sam’ın yaralarını temizlerken, içeriye gelen Asker Polat’ın adamlarının olay sırasında pazaryerinde olduğu istihbaratını getiriyor. Sam da “Türkmen liderini buraya getirin” diye emir veriyor. Türkmen lideri geldiğinde Sam onu sorguya çekiyor: “Hassan, sen benimle özel olarak konuşmak istiyordun. Konu neydi? Bak Sam birazdan bir bomba patlayacak mıydı, yoksa Sam Türkiye’den getirttiğim adamlar bomba patladıktan sonra sana ve adamlarına ateş açacaklar mı diyecektin? Hı, hangisiydi?” Hassan (Türkmen lider): Ama siz bize haksızlık ediyorsunuz. Hepimiz oradaydık. Hepimizin hayatı tehlikedeydi. Sam: Hassan sana bir kere daha soracağım. Nerede bu Polat Alemdar? Hassan böyle bir ismi yeni duyuyormuş gibi şaşkınca “Polat Alemdar?” diye tekrarlayınca, Sam tabancayı çekip onu öldürüyor. Sam tabancayı Hassan ile gelen diğer kişiye çevirerek “Polat Alemdar nerede?” diye soruyor. Polat’ın yerini öğreniyorlar ve Amerikan askerleri gece yarısı evi basıyorlar. Dengesiz iki güç arasında kovalamaca başlıyor. Leyla onları bir eve saklayarak zor durumdan kurtarıyor. Amerikan askerleri gece yarısı bütün evlere aramak için tek tek baskın yapıyorlar. Burada düşmana karşı dayanışma ve karşılıksız yardımın çok yalın bir şekilde işlendiğini görüyoruz: Polat yardım eden genç kadına “adın ne?” diye soruyor. Leyla: ne önemi var? Polat: Çünkü borçlu olduğum kişinin adını bilmek isterim Leyla: Borcunu ödeyeceğin zaman öğrenirsin. Böylece Sam’ın Polat’a ilk saldırısı eşini erkenden “cennete” gönderen ‘cehennemliklilere” karşı Polat ve adamlarını fedakarca ve ölüm riskine rağmen koruyan bir genç kadının yardımıyla etkisiz kalıyor. Amerikalılar her yerde devriye geziyor. Polat ve arkadaşları Leyla’nın evindeler. Polat “hayatlarını kurtardığı” ve “büyük konukseverlik” ettiği için Leyla’ya teşekkür ediyor ve “ama buradan gitmeliyiz” diyor. Kabil’in öç alışı 101 Leyla (endişeli): Amerikalılar her yerdeler. Biraz daha beklemeniz gerekiyor. Polat, çok hafif bir gülümsemeyle, Amerikalıların gitmeyeceğini, saklanarak ve mücadele etmeyerek bir savaşın kazanılamayacağını şöyle belirtiyor: “Amerikalıların gitmesini beklersek, yaşlanırız Leyla”. Emperyalistin kanlı duası: Hz İsa’nın kötüye kullanılışı Aynı dinden insanlar bile birbirini kırarken aynı tanrıya kendilerini kazandırması ve düşmanı helak etmesi için dua ederler: Tanrım (düşmanın) acıdan kıvranan yaralılarının çığlıklarıyla silahların gürlemesini boğmak için bize yardım et. Evlerini ateş fırtınasıyla kül etmemize yardım et... Bunu aşk için, aşkın kaynağı olan Tanrı için istiyoruz...Amin" (Mark Twain'in Savaş Duasından, Erdoğan, 1997). Böylece komşuyu öldürerek, bombalayarak, evini başına yıkarak Hz İsa'nın "komşunu sev" ve "öbür yüzünü dön" önerisine uyulur: Komşunun başına bomba yağdırılarak sevgi ifade edilir. Bu kadar hırs ve bu kadar yoğunlukla sever insanlar birbirini! Bunun için de Tanrıdan yardım istenir. Düşmanın evini başına yıkarken, öldürürken, karısının ve kızının ırzına geçerken, malını ve toprağını talan ederken, Tanrıdan kendilerine güç vermesi ve kendilerini takdis etmesi istenir. Benzer duayı Sam yapıyor. Hz İsa’yı emperyalizme alet eden Sam Hz İsa’nın çarmıha gerilmiş ikonu karşısında şöyle dua ediyor: Efendim, bazen isyan ediyorum neden beni yanında istemiyorsun diye. Ama anlıyorum ki sana karşı vazifelerim bitmedi…Ölen kahramanların ve kahraman olacakların ruhlarını takdis et. Bize huzur ver. Bize hep yol göster. Bu fedakarlıklar hep görev aşkıyla yapılıyor. Isa efendimizi ve dünya barışını korumak için. Yüce efendim, bütün gücümle vazifelerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Bu dünya sana sadakatimi ispatlayacak işler yapmam için yaratıldı. Sen yeryüzüne dönmeden önce kutsal kitapta vaat ettiğin Babil hesaplaşmamışını tamamlamamı sağla. Gelecek nesiller tanrının krallığını inşa edecek kahramanlara minnettarlığını sunarken dualarında beni an3maları ve benim için ne büyük bir şereftir. … Burası Babil. Benim vatanım. Bana nereye gidiyorsun demeyeceksin bir daha, sana söz veriyorum. Ben bu topraklarda öleceğim. Kanım bu topraklarda akacak. Kanım…vaat edilmiş topraklar bizim olana dek akacak. Vaat edilmiş topraklar bizim olduğunda barış gelecek ve barışı sağlayan tanrının çocuğu olacak. 102 İrfan Erdoğan İki başkötü: Amerikalı Sam ve Amerikalı Yahudi doktor. Doktorun organ ticaretinden başka amacı yok. Ama Sam kutsal toprakları ele geçirme gibi yüce bir dava peşinde. Bunu yaparken Amerikan emperyalizmini Siyonist görüşün “vaat edilmiş topraklara” sahipliği ile birleştiriyor ve Hz İsa’yı da bu sömürgeci amaca alet ediyor. Bir Amerikalının, tanrının sözünü yayan bir evangelist bile olsa, yeni bir haçlı seferi yaparak kutsal toprakları alma gibi bir teolojik bilişe sahip olacağı olasılığı çok düşüktür. Bu bilinci “siyonistler” ve emperyalist Avrupalılar taşıyabilir. Ayrıca bir Amerikalının siyonist idealler taşıyacağı da beklenemez. Dolayısıyla filmde sunulan dua sahnesinde Amerikan emperyalizminin “manifest destiny” anlayışını, siyonizmin vaat edilmiş toprakları ele geçirme ve Avrupalıların Yeni-haçlı seferi düşüncesiyle birleştirerek sunmak, konuyu materyal temelinden alarak Amerikan emperyalizmini teolojik açıklamaya indirgemek demektir. 2006 Temmuz ayında Israil’in Lübnan saldırısını ABD ve Avrupa “Hizbullah ve Suriye” kılıfıyla destekledi. Aynı desteği, bilerek veya bilmeyerek, hemen her cümlenin başında, “Hizbullah’ın iki İsrail askerini kaçırması sonucu başlayan…” diye haber veren Türkiye’deki medya da verdi. İsrail’i Batı’nın ve Türkiye’deki medyanın desteklemesinin ardında teolojik neden, düşünülebilecek en son nedendir. Ayrıca, Amerikan emperyalizmini Amerikan ırkçılığıyla destekleyen teolojik yanın siyonizmin ve Avrupa’nın teolojiyle desteklenen ırkçılığından farklılıklarına dikkat etmek gerekir. Filmdeki dua sahnesi bu üçünü birleştiren ve medeniyetler çatışması fikrini anımsatan teolojik-emperyalist bir manifestoya benziyor. Bu manifestoda emperyalizmin dünyadaki materyal soygunu gizlenmekte ve onun yerine İsa’nın Krallığı ve bu krallık için bütün ruhunu adamış Sam gibi delilerin söylemleri yerleştirilmektedir. Nasıl olsa cehenneme gidecek olan dinsiz doktor ise “böbrek gaspı ve satışı” gibi anlamsız ve önemsiz, ama canice işlerle uğraşmaktadır. Teolojiyle desteklenen emperyalizmin serüveninde, vaat edilen topraklara sahip oluncaya kadar kan akıyor ve barış ancak emperyalizmin dünya egemenliğini elde etmesiyle sağlanıyor. Baskı, terör, cinayet, katliam ve insanın insanı sömürüsüne dayanan bir sistem vaat edilmiş toprakları da alıp dünya egemenliğini ele geçirdiğinde, Hz İsa’nın krallığını kuracağını söylüyor. Yalan söylüyor. Hz İsa’nın vaat ettiği krallık bu dünyada değil öbür dünyadadır; Hz İsa emperyalist değil anti-emperyalisttir: Hiçbir zaman sömürgenlerin, güçlülerin ve zenginin yanında olmamıştır, daima yoksulun ve güçsüzün yanında olmuştur. Hz İsa insanların günahı için kendini feda Kabil’in öç alışı 103 etmiştir. Hz İsa insanın insana köleliğine karşı çıkmıştır. [Bu sözlerle kesinlikle Hıristiyanlıktan bahsetmiyorum, Hz. İsa'nın kendisinden bahsediyorum, çünkü Hıristiyanlık örgütlü din olarak insanlık tarihinde insanlığa en büyük canavarlıkları yapmış veya yapılmasına ortak olarak katılmış veya yapılmasının destekleyicisi olmuştur ve olmaktadır]. Hz. İsa ile örgütlü Hıristiyanlık arasındaki ilişki, Hz. İsa’nın bu canavarlıklarda, soygunda ve sömürüde satış yapan ve insanları harekete geçiren “süperstar” olarak kullanılmasıdır. Hz. İsa hiç bir zaman emperyalizmi savunmadı: Eline kılıcı alanın kılıçla öleceğini belirti. Köleliğe, zengine ve maddi zenginliğe karşı tavrı çok açıktı: "Zenginliklere sahip olanlar için cennete gitmek ne kadar zor! Çünkü bir devenin bir iğnenin deliğinden geçmesi bir zenginin cennete girmesinden daha kolaydır" demiştir (Luke, 18:1825). Hz İsa ne yazık ki Avrupa sömürgecilerinin, onları destekleyen örgütlü dinin elinde, katliam, baskı, cinayet ve kandırma aracı olarak kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Çağdaş uygarlığı temsil ettiklerini iddia eden bu cinayet örgütlerinin elinde, Hz İsa’nın "hiç kimse iki sahibe hizmet edemez: Tek bir sahip vardır, O’da Tanrıdır; komşunu sev; sana tokat vurana diğer yanağını sun" anlayışı, biçim değiştirerek şu şekli almıştır: Üzerinde “GOD BLESS AMERİCA” yazılı bombalarla yok et; modern işkence metotları geliştir, işkence yap; kafalarına uzaktan ateş yağdır; evlerini başlarına yık ki anlasınlar; çocuklarını öldür ki yas tutsunlar. Sam’ın yukarıdaki duasında, Batı’nın ırkçı, emperyalist ve hasta ruhlu doğasının yansıdığını görüyoruz. Bu duada, aynı zamanda, medeniyetler çatışması görüşünün politikalarına uygun olan düşmanlıklar işlenmektedir. İslami anlayış ve Şeyhin duası Sahne Şeyh’in duasıyla başlıyor. Dua sırasında görüntülerle Müslüman insanların sevgi, saygı, yardım, dayanışma, her şeyi tanrının nimeti sayıp ona kıymet verme, bir duvardan düşen küçük bir sıva parçasını bile geri yerine koyarak yapıcı olma, işgal altındaki zorluklara rağmen onurlu ve şerefli yaşama gibi güzel karakterleri anlatılıyor. Bu görüntülerdeki insan tipi, Batılılaşmış veya Batıya öykünen bir maymunluğu değil, binlerce yıllık geleneğin insanı. Dua şöyle: Yarabbi,.. görünen ne olursa olsun; kim yenerse yensin; kim yenilirse yenilsin. Galip olan, hakim olan, yapan ve yaptıran Sensin. …Sen zulmetmezsin yarabbi; zulmeden biziz. Senin uğrunda kenetlenmeyip, benlik uğruna ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için, kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için, düşman da şimdi bize 104 İrfan Erdoğan zulmediyor. Bütün zalimlerden ve senden sana sığındık. Bizler gafil olduk, günahkar olduk, mahkum olduk, mağlup olduk, … Sen bizleri düşmanın saldırılarıyla uyandırdın, şimdi de lütfet yarabbi bize bu saldırıları defedecek güç ve enerji ver. Bilinçli sabır ve sebat ihsan eyle... Kutlu peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman titizlikle sadık kaldığı vuruşma hukuku ahlakından ayırma yarabbi. Sahne duayı takip eden ilahiyle bitiyor. Duada katliamlardan, kandan, tanrı adına kan döküp tanrının krallığını kurmaktan bahsedilmiyor. Sam’ın duası ve dileği gibi, emperyalist gözü dönmüşlük, şiddet ve cinayetle dolu bir dua değil. Amerika’ya veya emperyalizme karşı cihat da ilan etmiyor. Tanrıdan zulme karşı insanları koruması isteniyor. Kötü durumdan kurtulmak için Tanrıdan yardım, sabır ve sebat dileniyor. Şeyhe göre “sabır boyun eğmek değildir. Sabır mücadeledir.”5 “Ey iman edenler, …düşmanlarınızla olan savaşlarda üstün gelmek için sabır yarışı yapın” (Ali-İmran suresi). Bu duada ve filmde İslam’daki cihat anlayışı işlenmemiştir. Filmdeki bu eksiklik ve benzeri diğer sunumlar, filmin kaba propaganda olduğu iddialarını artırmaktadır. Elbette bu şeyhin tarikatı gibi Anadolu’da da barışçı olan ve haksızlığa ve zulme karşı olan tarikatlar vardır. Fakat filmin, örneğin Kuran’da surelerde sunulanlarda nedenleriyle birlikte açıklamalar getiren sahneler olmadığı için, propaganda karakteri desteklenmektedir. Çünkü aşağıdakilerin tarihsel bağlamı bilinmeli ve okuyucular yorumlarını bu bağlam içinde yapmalıdır ki böylece doğru yorum ortaya çıksın: O haram aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün; onları yakalayıp esir edin, onları hapsedin,…eğer tövbe ederler, namazlarını kılıp zekatlarını verirlerse, kendilerini serbest bırakın. …yeminlerini bozar ve dinimize taarruza kalkarlarsa, küfür öncülerini hemen öldürün… Onlarla muharebe edin ki, Allah, sizin ellerinizle kendilerini öldürsün ve böylece azap etsin; onları perişan etsin, size karşı zafer versin. …Ey müminler, yoksa sizden cihat işi terk olunur mu zannedersiniz? (Et-Tevbe Suresi). O kafirleri nerede bulursanız öldürün; onlar sizi Mekke’den çıkardıkları gibi, siz de onları oradan çıkarın (Bakara Suresi). Allah yolunda çarpış. …İman edenleri de savaşa teşvik et (En-Nisa Suresi). 5 Filmin senaristi ve Polat, Elazığ merkezli Kadiri tarikatının lideri Abdulkadir Şaşmaz’in oğludur. Kadiri tarikatı Anadolu’da en yaygın tarikatlardan biridir. Filmdeki zikir sahnesinde okunan ilahi Kadiri tarikatı piri Abdulkadir Geylani adına okunmaktadır. Tarikatın niteliğine dair işlenen biliş tesadüfi değildir; filmin yapımcıları kendi tarikatlarının propagandasını yapmaktadır. Kabil’in öç alışı 105 Savaşla yıkılan hayatlar: Dün ve bugün Leyla, Polat’ın “bu hayatta en çok yapmak istediğin ne?” sorusuna verdiği yanıtta, eskiden var olan hayaller, mutluluk ve mutluluğun özlemi işlenirken, bu özlemin ve hayallerin yok edilişiyle gelen düşmanlık ve intikam duygusu yoğunlaştırılıyor. Leyla’nın şimdi hayattan tek istediği huzur içinde ölebilmek için hediye hançerini Sam’ın (Amerika’nın) kalbine saplamak. Dikkat edilirse, savaşın getirdiği insan yıkımı ve bu yıkımla birlikte gelişen korku ve dehşet psikolojisinde yoğunlaşan intikam duygusu, insanlığı maddeye sahiplikten geçerek tanımlayan ve madde ve güç elde etmek için katliamlar yapan bir alçalmış insanlığın kendine benzer bir insanlık yarattığını görüyoruz savaşta: Silahlı katliama karşı silahlı katilin sunduğu tek seçenek, onun yöntemleriyle olan karşı mücadele olarak kendini göstermektedir: Seni kendi evindeki köpeğe ve herhangi bir hayvana etmediği muameleye layık gören, aşağılayan ve işkence ederken zevk alanlara karşı, pasifizme, insan olmaya, anlayışa, çekilmeye, sessiz kalmaya, susmaya ve onlara karşı onlar gibi olmamaya imkan var mı? Pepsisini ve Colasını içtiğimiz, Pizzasını yediğimiz, Levy’sini ve Nike’ını giydiğimiz, parfümünü ve rujunu sürdüğümüz bu güç, bizi tüketimde kendine benzetirken, katil ruhluluğunda da bizi kendine benzetmeden başka bize seçenek bırakmamaktadır. Camus, Marksist veya humanistler yanılıyorlar: Seni kakaroç (iğrenç bir böcek) olarak görenler, seni kakaroç gibi her fırsatta tepeleyip ezecektir. Gelecekte, gerekirse, ilaçlayıp kitleler halinde imha edecektir. Bunu da teknolojik otomasyon sistemiyle yapmazlarsa, içeride ve dışarıda daima yaptıkları gibi, kendi kakaroçlarıyla (19’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri kiraladıkları, yetiştirdikleri ve isteyerek kendinden olanı öldüren işçi sınıfının bir kısmını kullanarak) yapacaklardır. Bugün bildiğimiz silahlarla, yarın kimyasal silahlarla. 6 Filmde gelecek de pek parlak sunulmuyor; çünkü öldürülen kötünün yerini yeni bir kötü alacak ve iyi ve kötü (geceyle gündüz, karanlıkla aydınlık, güzelle çirkin, haklıyla haksız) arasındaki savaş devam edecek: Filmde Sam’a piyanoyla suikast girişiminin başarılı olduğunu sanan Leyla sevinirken. Polat endişeli bir şekilde “buradan gitmemiz lazım” diyor. 6 Aslında seçenek çok: Onun olanı ve Cola Zurka gibi onun olduğunu gizleyeni, satın alma, kullanma; onun “kullan ve at” dünya görüşünü destekleme; onun böl ve yönet politikalarını, ırkçı milliyetçiliğini ve tarikatçı ayırımcılığını savunmama; kendi değerini aşağılık gösteriş kültüründen geçerek değil de, insanca dayanışma kültüründen geçerek bulmaya çalış. Seçenek çok, yeter ki seç. 106 İrfan Erdoğan Leyla: Artık hiçbir yere gitmem; öldü gitti. Ne yapacak? O iğrenç ruhu bizi rahatsız mı edecek? Polat: Leyla, zor kısmı asıl şimdi başlıyor. Onun yerine gelecek adam, bizimle temas ettiğinizi öğrenebilir. Sam’ın şeyhi yok etme planı ve Kürt’ün vefası Sam şeyhten kurtulmaya karar veriyor. Bunu yanından ayırmadığı Kürt lidere söylüyor. Sam önünde engel olabilecek hiçbir iyinin varlığına dayanamıyor: “Artık bu şeyhten çok sıkıldım. Türkmenler onun yanına koşuyor. Araplar onun yanına koşuyor. En yakın adamları kim? Kürtler. Kim bu adam Allah aşkına?” Kürt lider Şeyhin soyunun peygambere kadar uzandığını, ona herkesin saygı duyduğunu, yetimlere, dullara, işsizlere, çaresizlere onun baktığını söylüyor. O olmasa “herkes terörist olurdu” diyor. Fakat Şeyhi tutuklamaya karar vermiş olan Sam, soyunun umurunda olmadığını söylüyor ve Kürt lidere “benden mi yoksa ondan mı yanasın” diye zor bir seçenek veriyor. Kürt lider cevap veremeyince “menfaatin ne?’ diye soruyor. Kimseden menfaati olmadığını söyleyen Kürt lider “ben bu işin bir parçası olamam efendim” diyor ve ekliyor: “Benim babam, onun babası, hatta dedemin de babası, biz hepimiz o köyün ekmeğiyle büyüdük. Bizi Saddam’ın zulmünden o kurtarmıştı. Yapamam. Ben asla ona silah doğrultamam. O bizi çarpar”. Sam: Çarpar mı? Yani büyücü mü bu adam? Kürt lider (çok endişeli) : Hayır, hayır efendim. Siz onu bilmiyorsunuz. Sam (alaylı ve emin): Yeterince biliyorum. Teşekkürler. Bu toplantı bitmiştir. Filmde Kürt lider kötü olarak betimlenmiyor: Sam’ın yanında ve onunla işbirliğinde, onun kontrolünde biri olarak resmediliyor. Fakat Şeyhi tutuklama konusuna gelindiğinde Kürt lider böyle iyi bir insana karşı gelmeyeceğini ve bu olayın parçası olmayacağını belirterek Kürt’ün kültürünün de, Kürt işbirlikçi bile olsa, onurlu, vefalı, kader ve kıymet bilen bir kültür olduğunu vurguluyor. Filmde Kürtler, iyi Kürtler, kötü Kürtler ve işbirlikçi Kürtler olarak üç gruba ayrılmaktadır. İyi Kürt Polat’ın adamı, yani Türkiyeli olan ve Polat’ın Kürt kurdu. Şeyhin dergâhındaki silahlı çatışmada, Memati yaralanınca öfkeyle “hep bu Kürtlerin yüzünden” diyor. Abdülhey de “abi, ben de kürdüm” dediğinde, Memati “sen başkasın, Abdülhey” diye yanıt veriyor. Abdülhey’in yanıtı oldukça ilginç ve düşündürücü: “her şey böyle başlıyor, Kabil’in öç alışı 107 abi”. Gerçekten de, “başka olma” ve ötekilik” yaratma ve bunu gerektiğinde ırkçılığın, ayırımcılığın ve böl ve yönet politikalarının öğesi olarak kullanmak için işlevsel bir başlangıçtır. Şeyh’in gazeteciyi kurtarışı: İslam terörü desteklemez Bu sahnede “Amerikalılar, İngilizler, Yahudiler Iraktan defolup gitmedikçe herkesin kafasını teker teker keseceğiz” diyen “teröristler” bir gazeteciyi kaçırmışlar. Gazeteci dua ediyor. Tam kafasını keserken, içeriye Şeyh giriyor. “N’apıyorsunuz siz? Kime özeniyorsunuz? Zalimlere çalışan kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberimizin yapmadığını siz kimden öğrendiniz?” diye sorarak kılıcı elinde tutan Iraklının elini tutarak dize getiriyor. Iraklı “bu adam katillerin uşağı gazeteci; masum biri değil” diye karşılık veriyor. Kılıcı Iraklı’nın elinden alan Şeyh öfkeli bir şekilde “ne dedin? Sen Allah mısın ki, masum olmadığını bileceksin?” diye çıkışıyor. “Zalim biri olabilir. Yalancı da olabilir. Bu adam biri sizin kellenizi uçursa büyük bir keyifle fotoğrafınızı çekerek, Müslümanlar birbirlerini kesiyor da diyebilir. Siz kendinize bir zalimin yaptığı işi nasıl yakıştırıyorsunuz?” diye çıkışmaya devam ediyor. Sonra gazeteciye kalkmasını söylüyor ve kılıcı onun eline vererek Iraklının kafasını kesmesini istiyor. Gazeteci kılıcı yere koyarak “ben sadece bir gazeteciyim. Anlıyor musun?” diyor. Gazeteci böylece herkesin bir mesleği olduğu ve mesleğine uygun iş yapması gerektiğini; kendi mesleğinin gazetecilik olduğunu, adam öldürmek olmadığını vurguluyor. Şeyh ise İslam’ın teröre ve şiddete karşıtlığını ortaya koyuyor. Bu sırada, Polat ve yardımcılarının dünya görüşü ve sorun çözümü anlayışı film boyu Şeyhin anlayışını geçersiz yapıyor ve sadece basit bir propagandaya dönüştürüyor. Çözümle gelen final: Şeyhin evine saldırı ve Sam’ın öldürülmesi Sam’a bombalı piyano ile yapılan suikast de başarısız oluyor. Sam piyanoyu çalmaya oturuyor. Fakat büyük şans eseri kurtuluyor. Polat ilk suikast olayındaki başarısızlıktan sonra olan her şeyde “yapan, biçimlendiren ve yöneten” güç olmaktan çıkıyor. Olayları kontrol etme gibi bir girişimi de olamıyor. Olacakları artık Polat planlayamıyor. Suikast olayına kadar, fareyi (Sam’ı) yok etmeye çalışan kedi (Polat), ondan sonra bir taraftan mücadele söylemi verirken diğer taraftan saklanmakta ve kaçmaktadır: Kedinin fareye dönüşümü. Ama dişli bir fare, çünkü kovalamaca sırasında 108 İrfan Erdoğan kaçarken öldüren Polat oluyor. Bu intikam kovalamacasında son durak şeyhin evi (dergah) oluyor. Polat ve adamları şeyhin evine geliyorlar. Ezan okunurken, Sam’ın emrindeki ABD askerleri füzeyle minareyi uçuruyorlar. Füzelerle, makinelerle saldırı başlıyor. Polat ve adamları çatışmaya giriyor. Saklambaç oyununu çok iyi bilen Polat ve arkadaşları askerleri teker teker avlıyor. Sam Leyla’yı öldürüyor; Polat da Leyla’nın intikam hançeriyle Sam’ı öldürüyor. Sam’ın yüzünde önce şaşkınlık ve sonra mutlu bir görüntü oluşuyor: Emperyalizmin Babil’de mutlu ölümü. Öyle mi ölecek acaba? Leyla Polat’ın kollarında can veriyor. Babasının burnuna taktığı hızma Polat’ın avucunda: Leyla özgür artık. Polat ağlıyor. Biz de ağlıyoruz. Türk’ün onurunu çuval geçirene çuval geçirme amacıyla başlayan bir öç alma sorunu, Irakla ilgili çeşitli sorunlar ve propagandalarla birlikte çeşitleniyor ve sonunda baş düşmanın ölümüyle çözümleniyor. Böylece filmde kurulan bireysel seviyeye indirgenmiş sorunlar, bu seviyede işlenen mikro ve makro ideolojik çözüm anlayışına uygun bir şekilde çözümleniyor. Çözümleniyor mu? SONUÇLAR Filmin başında, kahraman Polat kendi nüfuz/egemenlik ve katliam alanından çıkıp ABD’nin egemenlik ve katliam alanına tecavüz ediyor. Neden? Bizim başımıza çuval geçiren Amerikalıya “ders vermek” için. Hepimiz izliyoruz: hepimiz birdenbire Polat oluyoruz. Başımıza çuval geçiren düşmanın, klasik propaganda filmlerinin şanına yakışır bir şekilde, ne denli aşağılık, alçak, insanlık duygularından yoksun, amacı için okul çocuklarını, kızları, kadınları, suçsuz insanları öldürmekten kaçınmadığı göstermek gerek. Filmde bu bol bol işleniyor. Elbette, bizim Polat (ve biz) bu hain tarafından alçakça planlarlıyla zor durumda bırakılıyoruz. Fakat bu durumlardan hiç kimseye bir kötülük yapmadan alnımızın akıyla çıkıyoruz. Irak sokakları “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganlarıyla çınlıyor. Çocukları, suçsuz insanları koruyoruz, onların incinmesine razı olmuyoruz; incindiklerinde içimiz kan ağlıyor ve düşmana karşı hıncımız daha da artıyor. Hatta kaçmak zorunda bile kalıyoruz. Ama kalleş düşman peşimizi bırakmıyor. Artık başka çare yok: Düşman yok edilmeli. Filmin başında planlanan basit bir “öç alma” işi, bir çeşit kan davasına dönüşüyor; Amerikalıyı (Sam) öldürerek rahatlamak istiyoruz. Ama işler pazar yerindeki canlı bomba olayı ve kaos nedeniyle karışmaya başlıyor. Bu sırada Irak’taki savaşın ve şiddetin çirkin yüzünü, organ ticareti yapan Yahudi doktoru, haksızlığa karşı çıkan “iyi” bir Amerikan askerinin “kötü bir Amerikan askeri” tarafından öldürülmesini, Kabil’in öç alışı 109 keyfi cinayetleri ve hapishanelerdeki işkenceleri, entrikaları, haksızlıları ve kötülükleri görüyoruz. Bu iğrençlikten midemiz bulanıyor ve daha çok doluyor ve öfkeleniyoruz. Polat yaptıklarıyla bizim öfkemizi dindiriyor, bizi rahatlatıyor. Kendimizi film bittiğinde kederli fakat kazanmış hissediyoruz. Cebimiz sekiz lira hafiflemiş, beynimiz gerginliklerden rahatlamış bir şekilde sinemayı terk ediyoruz. Temsil yoluyla düşmandan öcümüzü alıyoruz: “Savulun lan Amerikalılar, Türkler geliyor!” Kendimizin sandığımız küvette, kendimiz için sandığımız kürek sallama denir buna. Bunun farkında mıyız? Bazılarımız farkında. Ama düşmanlıklar körükleniyor: Aynı Fenerbahçe’nin kazandığı maçta kendilerini rahatlatan Fenerbahçeli taraftarlar gibi, filmi seyreden Anadolu insanı da rahatlıyor. Aynı zamanda, Fenerbahçelilerde taraftarlık duygusu yoğunlaşırken, düşmana (diğer takımların oyuncularına) karşı saldırgan duygular da yoğunlaşıyor. Bir şeyler iflas etmiş: en iyi mafya bizim mafya Özellikle Godfather II (1974), Chinatown (1974), Goodfellas (1990), Get Shorty ve Sopranos gibi 300’den fazla mafya filmlerinde örgütlü suç ile örgütlü ticaret/iş ve örgütlü siyaset arasındaki bağ ve ilişkiler işlendi. Kurtlar Vadisi bu geleneğin Türkiye’deki yansımalarından biridir. Kurtlar Vadisi türü mafya (ve savaş) filmi, sanki mafya ile mücadele gibi sunulan biçimleriyle de, mafyalaşmayı, mafya ve devlet ilişkisini yüceltici dramatik öyküleme şekliyle toplumsal ve bireysel bağlamda sakat sonuçların desteklenmesini getirmektedir. Daha kötüsü, örgütlü suç/cinayet, Amerika’da olduğu gibi, Türkiye gibi ülkelerde de toplumsal yapının doğal parçasıymış gibi görülmeye ve sunulmaya başlandı. Kısa yoldan vurgun vurmak isteyenlerin bir kısmı örgütlü suç yoluyla toplumsal sistemi kendi çıkarını gerçekleştirdiği bir “sağılacak kaynak” olarak kullanmaya başladı. Bu kullanım (toplum ve zenginliklerin soyulması) bu haydutlar ve katiller tarafından, doğal olarak, vatan, millet, onur ve ırk gibi bahanelerle korunmaya başlandı. Bu sırada, normal, iyi, doğru, dürüst ve ahlaklı vatandaşlar ise, terörizm çığırtkanlığı yapan psikolojik savaş ve sıcak savaş teröristleri ve onların kullandıkları güçler ve haydutlar tarafından sindirildi, bastırıldı, korkutuldu ve pasif tüketiciler haline getirildi. Kısa yoldan vurgun vuranlar, gangsterler, mafyaya özenen gençler ve erginler birer Polat Alemdar ve yardımcıları oldular: “Hatırladığım kadarıyla, daima gangster olmak istedim. Bana göre, gangster olmak Amerikan başkanı olmaktan daha iyiydi” (Martin Scorsese’nin Goodfellas filminde Henry Hill’in sözü, 1990). Sorun bu kadar mı? Sorun 110 İrfan Erdoğan medyadaki temsiller ve sonuçları mı? Yoksa örneğin, örgütlü suçun birçok ülkede, polis ve adliye, bankacılık, finans, siyasal partiler gibi önemli yapılar içine girmesi (Rawlinson, 1998), oralarda güç kazanması, böylece gayrimeşrunun meşrulaştırılması, örgütlü suçu ve yolsuzlukları engelleyecek yasal tedbirlerin çalıştırılmaz hale getirilmesi (Freeh, 1996) ve suçlunun suçsuzlar üzerinde egemenlik kurması ve bunun medyada yansıtılma biçimi mi? Suçluların egemenliği altındaki bir toplum yönetimi ve suçlularla işbirliğindeki bir medya mı? Filmdeki kahramanı ve adamlarıyla böyle bir ilişkiler dünyasının temsilsel bir ürünü olan Kurtlar Vadisi Irak filminde, Türk ordusunun üst zümresinin ve hükümetin onurumuzu korumadığı ima edilmekte; açıkça Amerikan ve Yahudi düşmanlığı işlenmekte; bizden olmayan Kürtler tek bir konu dışında işbirlikçi/satılmış olarak nitelenip aşağılanmakta; İslam’ın terörizme karşı olduğu anlatılırken, şiddete karşı şiddetle sorun çözümü getiren klasik faşist ve ırkçı Nazi yöntemi en uygun yol olarak sunulmakta ve Türk-İslam sentezi görüşüne uygun Türk-Müslüman milliyetçilik duyguları kamçılanarak yüceltilmektedir. Öte yandan, Kurtlar Vadisi Irak filmi, Midnight Express’e, 2005 yılında 24 isimli televizyon dizisinde bir Türk ailesini Amerika’yı yok etmeye çalışan teröristler olarak sunmaya, ve West Wing programında boşanmak isteyen kızlarını öldürmek isteyen bir Türk ailesini işlemelerine karşı “öç alma” tarzı bir yanıt olarak da nitelenebilir: Sana yapılanın aynısını sen ona yap ki, nasıl olduğunu anlasın. Duygusal sömürüye dayanan duyarlılığı bir türlü anlayamayan Sam gibi, Baran da (2006) sorunu “Türklerin gerçek hayatta yapamadıklarını, kahramanları sinema sahnesinde yapmaktadır” diyerek açıklamaktadır.7 ABD çıkarları için uluslararası güvenlikle uğraşan, filmi İstanbul’da seyreden ve Türkçe bilen Zeyno Baran (2006) gibi uzmanlar bu durumun Türkiye’nin politikalarına yansımasından endişe etmektedir. Şimdi endişe olan bir durum, sonradan, Türkiye’ye saldırmak için bir bahane olarak kullanılmak amacıyla teşvik edilebilir. 7 Bir ülkenin egemen yapısına hizmet için kurulmuş bir kurumda çalışan Baran gibi biri kaçınılmaz olarak o ülkenin çıkarını gerçekleştirirken, aynı zamanda kendi çıkarını da gerçekleştirecektir. Bir toplumun özel veya devlet kurumunda çalışırken kendi bireysel çıkarı için o ülkenin çıkarına karşı o ülkeyi soyma ve bölmede içte ve dıştaki güçlerle işbirliği yapmak, birçok ülkede “kalkınma, gelişme, AB’ye girerek kurtulma, öcü var bölücü var, provokasyon var” gibi satış yapma, yönlendirme ve baskı kurma ile desteklenen bir gerçektir. Kabil’in öç alışı 111 Polat, ne yazık ki, dürüstlüğün dürüst olmayanlar, vatan sevgisinin vatanda ırkçı bölücülük yapanlar; ülkenin gelişmesini bu güzelim ülkeyi yabancı sermayeye ve Avrupa’ya peşkeş çekme yarışında olanlar, onurun onursuzlar, iyinin kötüler, hakkın haksızlar tarafından tanımlandığı, yanlışın doğru, haksızın haklı, kötünün iyi olarak pazarlanıp satıldığı bir küresel ve yerel egemenliği yeniden üreten temsilcilerden biri rolündedir: Polat, Noreaga, Saddam ve Kaddafi gibi, sahibinin iyi hesaplayamadığı bir nedenle sahibine bir veya birkaç kez havlayan veya “uslu dur, şunu yap, şunu yapma” dendiği halde, yapma denilen bir şeyi de yapan (ve sahibi tarafından cezalandırılan) sahibine kızmış sahibinin sesi mi? Bazı ülkeleri yönetenler ve onların ideolojilerini medya temsilleriyle sunanlarda bir şeyler iflas etmiş ve onun yerini bir şeyler almış ve almaktadır. Başbakanlarının bile “peşin para” ile “iş yaptığı”, her “büyük işin” en az yüzde on rüşvetle yürüdüğü ülkeler varsa, o ülkelerde nelerin yitirildiği ve nelerin yitirileceği, küçük çaplı sürdürülen iç savaşta ve gelecek savaşta kimlerin telef olacağı ve ülkelerin ne duruma düştüğü ve bundan kimlerin ne vurgunlar vurduğu gerçeği karşısında, düşünen ve vicdanlı insanlar dehşete ve umutsuzluğa düşerler ve düşmekteler. Ekonomik çıkar ve biliş yönetimi Kurtlar Vadisi Irak filmi, sinemada propaganda, ideoloji ve siyasetin ele alınışında, sinema endüstrisinin kültür ve bilinç endüstrisi olarak ekonomik çıkarı biliş yönetiminden geçerek nasıl gerçekleştirdiğinin açık bir kanıtıdır. Ayrıca, Kurtlar Vadisi Irak filmi ekonomiyle siyasetin ayrı iki şey olmadığını, birbiriyle iç içe olduğunun somut göstergelerinden biridir. Kurtlar Vadisi Irak filmi tür olarak “savaş alanına belli bir amaç için giden bir gangster grubun serüvenini ele alan savaş filmi ile gangster filmi karışımı bir karaktere sahiptir. Türkiye, çok kısa süren Kıbrıs Harekatı dışında, filme konu edeceği bir dış savaş deneyimine henüz sahip olmadı. Olsa bile, Rambolaştırma ötesinde, Hollywood gibi savaş eleştirisi yaparken bile Amerikan ideolojisini işleyen incelikte propagandaya izin verecek bir ortam olması gerekir. Savaş filmi gibi gangster filmleri de Türk medyasında ender görünen türlerdir; fakat son zamanlarda Deli Yürek ve Kurtlar Vadisine olan ilgi nedeniyle, ciddi ilgi çekmeye başladı. Amerikan gangsterleri ve gangster filmleri gibi, son zamanların Türk gangsterleri ve gangster filmleri de belli ekonomik ve yönetimsel koşulların yaratıklarıdır. Aynı zamanda, gangster filmleri sanat, ticaret, biliş ve davranış yönetimi, şiddet, vahşet ve meşruluğa önem vermeyen yönetimsel yapı ve toplum arasındaki bağları da temsil eder. 112 İrfan Erdoğan Küresel film pazarındaki Hollywood egemenliğini kendine özgü bir şekilde taklit eden Kurtlar Vadisi Irak filmi öncelikle Anadolu seyircisi için yapılmış ve dış pazar olanakları düşünülmüş bir yerel emtiadır. Fakat düşünülen yayılma patikası küresel sermayenin patikasını yansıtan/taklit eden bir karaktere sahiptir. Sorun belirleme, sorun çözümü, davranış kalıpları ve ilişki tarzıyla, Kurtlar Vadisi Irak filmi, emtia pazarının milliyetçi duygularla dolu ve doldurulan duygusal ve bilişsel pazarı tam zamanında sömürerek ulaştığı başarıyı anlatır: Kurtlar Vadisi Irak kültürel emtia olarak Türkiye’de gişe rekorları kırmıştır. Sponsorluk ve film sahneleri içine yerleştirilmiş reklam yoluyla muhtemele çok daha fazla para kazanmıştır. Dizinin sponsoru Zippo çakmaklarının ve sigara endüstrilerinin reklamı için filmde sürekli sigara yakılmaktadır. Bunun yanında “Next and Next Star” çanak antenleri ve Isuzu marka otomobiller filmde sık sık boy göstermektedirler. Kurtlar Vadisi filminde ekonomik çıkar sağlama siyaset alanındaki bir başarısızlığın, fiyaskonun, küçük düşürülmüşlük duygusunun filmsel temsilden geçerek işlenerek duygu sömürüsü, ideolojik propaganda ile gerçekleştirilmektedir. Bu tür sömürü ve pazar manipülasyonu yeni değildir. Özellikle Amerikanın Vietnam öncesi ve yenilgisinden sonra yapılan Hollywood filmleri hem Amerikan milliyetçilik duygularını işler ve sömürürken, hem saldırganlığın ve yenilmişliğin psikolojisini temsilsel yeniden kurgularla sunulan kahramanlık, doğruluk ve haklılık anlatılarıyla gidermeye çalışmış ve aynı zamanda düşmanlık duygularını körüklemiş hem de büyük bir ekonomik kar sağlamıştır. Commandos in Vietnam (1965) ve Greeen Berets (1968) ile başlayan ve Rambo serileri, Missing in Action (1984), Patriot (2000) ve We Were Soldiers (2002) ile devam eden bu filmler, Kurtlar Vadisi Irak filminin de içinde olduğu egemen siyasal ideolojiyi ve çıkarları destekleyen, milliyetçilik duygularını sömürerek hem propaganda yapan hem de para kazanan filmlerdir. Kurtlar Vadisi Irak filmi, siyasal doktrinler ölçeğinde “ultra-right vigilante” (yasal yetkisi olmadan toplum düzenini demokratik haklar isteyen öğrencilere, memurlara, işçilere, bölücülere, solculara, içki içenlere, küpe takarak erkek mi yoksa kadın mı olduğu belli olmayıp erkek olan erkekleri ve kız olan kızları şaşırtarak ahlaki bozanlara ve benzeri tüm “kötülere” karşı koruyan ve bu kötülere “hak ettikleri dersi döverek, gerekiyorsa öldürerek veren” örgütlü aşırı-sağcı grup hareketi) olarak nitelenen bir ideolojik çerçevenin saldırganlığı teşvik eden promosyonunu yapıyor: En iyi Kötü ölü kötüdür. En iyi İyi de, en iyi kötüyü Kabil’in öç alışı 113 öldürendir. Dolayısıyla, onu ortadan kaldırmak için, beklemezsin, ona gidersin. Polat, Türk’ün onurunu kıran bir haksız güce karşı ”ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da asker de değilim,… bir Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım” diyerek, 1920’lerin Italyan Faşistlerinin ve Alman Nazilerinin ülkenin beceriksiz ve korkak yöneticiler tarafından yönetildiği, bunların bir şey yapmayacağı düşüncesini desteklemektedir (Örneğin Comte, Mosca, Pareto, Michels, Eliot ve Hitler’in yaydığı fikirler). Bu fikir Kurtlar Vadisi dizisinde de egemen bir düşünce olarak sunulmakta ve Polat bu nedenle “meşru işine” dönme yerine “gayri meşru” yolla “devletin yapamadıklarını” yapmaktadır. Dizinin sonunda, Polat’ın mahkemede beraat etmesini sağlayan güç ve gerekçe de “devletin meşru güçlerinin acizliği” üzerine inşa edilmiş olan bu aşırı-sağ görüşü desteklemektedir. Daha kötüsü, insanlara, “devleti, vatanı, milleti, düzeni, ahlakı, doğruyu korumak” için “kötüleri” (kötülere Abdi İpekçi ve Ahmet Taner Kışlalı gibi Türkiye’de demokratik bir yönetim yapısı ve ilişkisinin gelişmesini savunanlar, haksızlıkları protesto eden öğrenciler, demokratik haklar isteyen işçiler ve memurlar, gülünç ama, Cumhuriyet gazetesi ve benzerleri de dahil) öldürenlerin yanında olmalarının daha doğru olacağı düşüncesini aşılıyor. Kötüyü cezalandırma, Kurtlar Vadisi Irak filminde, “yasal/meşru gücün yapmadığını/yapamadığını üstlenen” Polat’ın “Türk’ün intikamını” almasıyla gerçekleşiyor. Metz’in belirttiği gibi (1997) radikal sağın propagandasını yapan filmlerde “öç alma” yeterli bir hareket ettiricidir. Bu tür filmlerin başlangıcı film tarihi kadar eskidir. 1910’ların savaş çığırtkanlığı yapan filmleri, sinemanın kışkırtma ve propaganda için kullanımı zamanın koşullarına göre başarılı sayılabilir. O zamanın siyasal filmlerindeki öyküleme çizgisi ve inançsal ve duygusal sömürüye yönelme şimdikiler arasında, gelişmiş teknolojik manipülasyon dışında, çoğunlukla aynı kalmıştır. 1910’ların bu tür filmlerine örnek olarak Türkiye’de ilk belgesel film olarak nitelenen (ama nerede olduğu, yapılıp yapılmadığı bile belli olmayan) Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı (1914)8, Amerika’da Birth of a Nation (1915), Almanya’da Alman Kadını Alman İmanı, Onur Alanında, Anavatan Çağırıyor; Fransa’da Frontieres du Coeur, Mort au champ de l’honneur ve La Fille du Beche; İngiltere’de Alman Boyunduruluğu Altında verilebilir. Bu yabancı filmler, Kurtlar Vadisi Irak gibi, yoğun şovenist filmlerdi. Bu filmlerde savaşın alkolikler, anasının kuzuları, züppeler, enteller 8 Türkiye’de sinemanın gelişmesi için bkz: Erdoğan ve Solmaz (2005). 114 İrfan Erdoğan ve diğer güvenilmez karakterler için de ne kadar faydalı olduğu işleniyordu. Fakat egemen öykü, kendini vatana adamış kahramanların korkak, alçak, barbar ve acımasız olan düşmanla savaşı, bu sırada şehit düşmesi, onlara ve geride kalan ailelerine dokunaklı seremonilerle onur madalyaları verilmesi çerçevesinde inşa ediliyordu. Bu inşada, aynı zamanda, genç kızlar, anneler, çocuklar, savunmasız yaşlılar kötüler tarafından sadistçe dövülür, işkenceye tabi tutulur, iğfal edilir ve öldürülür. Kurtlar Vadisi Irak filminde de düğün olayından başlayarak bunların bazıları veya benzerleri işlenmektedir. Siyasal içerikli propaganda ve savaş filmlerinde çeşitli sunum stratejileri kullanılmıştır. Örneğin Almanlar Birinci Dünya Savaşında ve sonrasındaki filmlerde güç gösterisine önem vermişlerdir. ABD Birinci Dünya Savaşı’nda yansızlık ve pasifliği vurgulayarak, şiddetin insan dışılığına odaklanmıştır. ABD’nin savaşa girmesi durumu ortaya çıktığında, filmlerde ABD’nin savaşa girişi için meşrulaştırma sunumları ve aşırı milliyetçilikle savaş çığırtkanlığı başlamıştır. Sonraki filmler Amerikan militarizmini yüceltme çizgisinde devam etmiştir. Aynı paraleldeki filmler eskiden beri Avrupa’da da yapılmıştır. Örneğin İngilizler Almanlara karşı D. W. Griffith’e Hearts of the World filmini yaptırmıştı. Aynı zamanda, o zamandan beri izleyicilerin kendilerini özdeştirdikleri sinema idolleri vardı ve bu idolleştirme günümüzde de yaygın bir şekilde devam etmektedir: Kendini Polat sananların sayısı az olmasa gerek. Eskiden beri onlar savaş filmlerinde kahramanlık ve fedakarlık örnekleri verdiler: Charles Chaplin, Douglas Fairbanks, Theda Bara ve Meres Françaises rolüyle Sarah Bernhardt gibilerden günümüzde Chuck Norris ve Tom Cruise’e kadar sinema yıldızları buna dahildir. Çok sonradan Türk sinema yıldızları da aynı şekilde, özellikle vatan hizmeti veren kahraman subaylar olarak, sahnede boy gösterdi. Fakat ilginç olan, şimdiye kadar hiçbir “susurluk türü” bir “mafyoz kahraman”, Polat Alemdar, Türkiye’nin onurunu ve haysiyetini korumamıştı. Türkiye’de Türkiye’nin onurunu ve haysiyetini koruyacak dürüst insanlar ve vatanseverler kalmadı mı? Dürüst ve vatansever insanlar Polat Almedarlar ve Polat Alemdarları yaratıp kullananlara mı özeniyor veya onlar tarafından solcu ve bölücü gibi kulplar takarak sindirildi mi? Türkiye’nin onurunu ve haysiyetini ayaklar altına alanlar, onurlu ve haysiyetlilere karşı onur ve haysiyet satışı mı yapıyor? Bir zamanlar askerleri sinemalardan jandarmayla attıranlar, “Buraya köpekler ve askerler giremez” diye levhalar astıranlar, rütbesiz askerleri değersiz görenler, sinemalara bile sokmayanlar ve falakaya Kabil’in öç alışı 115 yatırılıp dövülmesine rıza gösterenler şimdi ne öğrendiler de “Bizim asker en büyük asker” diye insanları coşturuyorlar? Hem sanatsal hem de ideolojik olarak çok ince işlenmiş yapıyla gelen Sovyet filmleri 1917’den itibaren siyasal içerikli olarak gelişti. İlk filmler çok kısa olarak devrimi açıklayan, komünist fikirleri yaymaya çalışan filmlerdi. Gelişme 1920’lerin sonlarında özellikle belgesel filmlerle oldu (örneğin Esther Shub ve Dziga Vertov). Siyasal içerikli filmler devrimle ve karşıdevrimle ilgilendiler. Militarist, düşmanlık ve şovenist duyguları işleme yerine, insanca gurur, dayanışma ve cemaat duygusunu işlediler (örneğin Alexander Dovzhenko, Sergei Eisenstein ve Vsevolod Pudovkin filmleri). Hitlerin yükselmesiyle, Sovyetlerde de Nazilere karşı filmler yapılmaya başlandı. Pudovkin’in Deserter (1933), Minkin ve Rappoport’un Profesör Mamlock (1939), Macheret’in Swamp Soldiers (1938), Eisenstein’in Aleksander Nevsky bunlar arasındadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra AntiAmerikan propaganda Sovyet filmlerine konu olmaya başladı. Bu filmlerin içerikleri, örneğin 1948’de Mikhail Romm’un Russian Question filminde olduğu gibi ince propagandayla döşendi: Rusya’da seyahat eden bir Amerikalı gazeteci Moskova siyasetçilerinin savaş kışkırtıcısı olmadığını görür. Bu Amerika’da anlattığında herkes ona hücum eder; eşini işini ve evini kaybeden gazeteci sonunda şunu söyler: “Amerika’nın düşmanları Sovyetler Birliğinde değil, Washingtondadır” (Fulhammer ve Isaksson, 1971:28). Sovyetlerde aynı zamanda Stalin’i öven, dolayısıyla sosyal gerçekçilik geleneğine aykırı düşen filmler de yapıldı: Ant (1946), Stalingrad Savaşı (1949); Berlin’in Düşüşü (1950); Unutulmaz Yıl 1919 (1952) gibi filmler bu türdendir. Sovyet filmciliği bu yıllardan itibaren duraklama devrine girmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Almanya’daki psikolojik ezilmişliği, yenilginin getirdiği travmayı, 1920’lerin sonlarına kadar yapılan filmlerde görürüz. Film klasiği olan ekspresyonist Alman filmlerinde hem engellenmişlik ve saldırganlığı, hem de düzene karşı başkaldırıyı dehşetle reddetmeyi aynı anda görürüz. Kracauer’in Dr. Caligari filmi siyah ve beyazın (kontrastların, zıtlıkların) çatışmasıyla kurgulanan ekspresyonistik anlatıda düzene sıkı sıkıya sarılan tutucu ideolojik içeriğin egemenliği vardır. Bu tür çarpıcı yapıdan tümüyle uzak olan ve şiddet sahneleriyle donatılmış Kurtlar Vadisi Irak filminde ise var olanın soruşturulması yok; onun yerine var olana karşı bir tacizin cezalandırılması girişimi var. Bu girişimdeki arayış, Türk’ün onurunu koruma adı altında gelmektedir. Kurtlar Vadisi’nde sunulan sorun ve soruşturmalar hep bozulan düzenin kurulması ekseninde 116 İrfan Erdoğan dönmektedir. Herhangi bir sistem soruşturması Kurtlar Vadisi’nde bulunamaz; onun yerine yapısal gerçeklerden kopuk kişiselleştirilmiş ilişkisel çatışmalar, iyiler arası dayanışma, umut ve biraz şüphecilik egemendir. Bu durum hem Polat’ın, hem de mazlum ve en sevdiği katledilmiş rolünde olan ”iyilerin” sorun anlayışı ve çözümünde egemendir. Almanya’da 1925 ile 1935 arası filmler, ortamın umutsuzlukla umut, farkında olma ve ciddiyetsizlik, dayanışma ve şüphecilik, gerçek ve fantezi durumunu yansıttı. Örneğin Pabst’ın Joyless Street (1925) filmi ve Three Penny Opera (1931) filmleri bu durumu yansıtır. Aynı zamanda, Amerikan Hollywood’unun etkisi ve ultragerici Alfred Hugenberg’in 1927’de UFA’ya ( Universum Film A. G.) gelmesi de Alman film dünyasını etkiledi. UFA Hitleri destekledi ve sanayicilerin finans desteğini getirdi. Alman sinemasında devrimci ve ilerici sinemanın gelişmesine 1926’da yasaklara ve baskılara rağmen gösterilen Eisenstein’in Battleship Potemkin filminin önemli katkısı oldu. Fakat kısa zamanda bu film bütün Avrupa’da yasaklanmaya başlandı. Bu durum Almanya’da Pabst, Piskator, Henirick Mann ve diğerlerinin Film Sanatları Derneğini kurmasında da etkili oldu ve Alman realist filmleri yapılmaya başlandı. Hitlerin gelişiyle (1932) Alman film kültüründeki kendini anlama ve anlatma çabası son buldu. Alman aydınları ve sanatkarları Almanya’yı terk etti ve çoğu Amerika’ya gittiler. Almanya’da Goebbels devri başladı. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ölüm tüccarlığından para kazananları kıskandıracak ölçüde “perdede gösterilen savaş filmleriyle” Hollywood ve benzerleri hem para kazandılar hem de en etkili “bilinç iğfal şebekesi” olarak bilişler işlemeye devam etiller: All Quiet on the Western Front (1930), Air Force (1942), Wake Island (1942), Guadalcanal Diary (1943), Gung Ho! (1944), Purple Heart (1944), The Battle of San Pietro (1945), Objective, Burma! (1945), The Steel Helmet (1951) Attack! (1956), The Boys of Company C (1978), Rambo: First Blood Part II (1985), Heartbreak Ridge (1986), Black Hawk Down (2001) ve Steven Spielberg’in War of the Worlds (2005). İkinci Dünya Savaşı sırasında, Why we Fight serileri Amerikan halkına savaşı sattı. Invisible Agent filmi (1942) Alman gestaposunun bir numaralı düşmanı oldu. Der Fuhrer’s Face (Fuhrerin Yuzü) (1943) filminde Donald Duck Nazi terörünü deneyimledi. Walt Disney çalışanlarını savaş propagandası için ordunun emrine verdi. Cary Grant Destination Tokyo (1944) filmiyle Japonlarla karşı savaş açtı. Tarzan Triumps (1943) filminde Tarzan Alman askerleriyle dövüştü. Savaş filmleri ve bu filmlerle ideolojik propaganda geleneği İkinci Dünya, Kore, Vietnam ve Irak Kabil’in öç alışı 117 Savaşıyla beslendi. Soğuk Savaş televizyon filmleri de Rat Patrol (ABC, 1966-1968) ve Combat (ABC, 1962-1967) savaş şiddetini yüceltti. Bu gelenek 1960larda casus filmlerine taşındı. Aynı zamanda, incelikle işlenen değişikliklerle savaş sonrası zamandaki Almanlarla alay eden televizyon dizileri yapıldı. Savaş sonrasında, biliş yönetimi işi Red Menace (Kızıl Tehlike, 1949) gibi filmlerle başlayan ve James Bond filmleriyle devam eden Soğuk Savaş yarışına katılan filmlerle zenginleştirildi. Benzeri dönüşüm Kore Savaşı sırasında ABD liberal ve insancıl düşüncesinin propagandasını yapan bir diğer meşhur dizi MASH (1970) ile yapıldı. MASH dizisinde, örneğin yaralı bir Türk askeri elindeki satırla “Çinli Çinli” diye etrafa saldıran, Çinli öldürmekten başka bir şey düşünmeyen “kudurmuş biri” olarak temsil edildi. Bu “deliden, kudurmuştan” kurtulmak için, hemen iyileştirip cepheye göndermekten başka bir yol bulamadılar.9 Düşmanı ve ötekileri kötüleme, macera filmlerinde kötü adam olarak (ajan, gangster olarak) Alman insanı sunulmaya başlandı. Aynı zamanda, Sovyetlerle yarış, casus filmleri ve James Bond yanında, iyi (Amerika) ile kötü (Rusya ve benzerleri) arasındaki savaşı uzaya uzatan George Lucas'ın Star Wars filmleri serisi başladı ve en son olarak Star Wars: Episode III -- Revenge of the Sith buna katıldı. Mafya/Gangster filmleri ise, Little Caesar (1930), James Cagney’in oynadığı Public Enemy (1931) ve Scarface (1932) ile başlayarak kendi kahraman canilerini yarattı (Rawlinson, 1998). Bu caniler o zamandan beri Amerikan popüler kültürünün hem Amerika’da (Jowett, 1980:61) hem de dünyada “popüler kültür” kahramanları oldular. Bazılarına göre, gangster/mafya filmlerinin gücü şiddet sorunuyla ilgilenmesindendir (Mast ve Cohen, 1974:355). Aslında, şiddeti sorun yapması, aksine şiddeti yüceltmesinden ve sinema tekniğini de kullanarak çekici yapmasındandır. Gangster filmlerinde kahraman canilerin bazılarına “vatanseverlik” karakteri verildi. Gangsterlerin temsilinde, örneğin Chicago’lu meşhur gangster Al Capone kendini büyük vatanperver ve komünist düşmanı olarak sunmuştur. Hapiste delirdiğinde bile Komünist korkusu ve düşmanlığı taşımış ve 9 Televizyonlarda muhtemelen “vatan sevgisi” aşıladıklarını sanan Türk askerleriyle ilgili bazı programlar var. Bunları izleyen normal biri “adamlar delirmiş, Türk askerini gözü dönmüş, kafadan kontak, çıldırmış birileri gibi gösteriyorlar” diye düşünür. Bu tür programlar yapılmamalı; bilinç yönetimi işi vatan ve millet sevgisini kendi materyal çıkarı için araç olarak kullanan fırsatçı ve gözü dönmüşlere verilmemelidir. Bilinç yönetimi ince bir işleme gerektirir. 118 İrfan Erdoğan yansıtmıştır; çünkü kapitalizm ona gangster/mafya olma fırsatı vermiş ve güç sahibi bir yaşam koşulu hazırlamıştı. Kapitalist pazarın serbestliğinde serbestçe suç işleyen gangsterlerin kapitalizmi savunması gangster filmlerinde de yansıtılmıştır. Örneğin H. Bogart’ın oynadığı All Through the Night ve Richard Widmark’ın oynadığı Pickup on South Street filmlerinde, cinayetin serbest yatırımcıları olarak kendi varlıklarını yaratan Amerikan demokrasisini korumak için Nazi ve komünistlere karşı dövüşen canilerdi. Gangsterlerin mitleştirilmesi, uyuşturucu madde satışı yapmayan ve aile ahlakı değerlerine kıymet veren, vatanına asker olarak ve askerde kahramanlıkla hizmet eden, gerekirse vatanı için her şeyi yapmaya hazır iyi gangster ve bunların tam tersini yapan kötü gangster tiplemesi yaratıldı. Bu tipleme Godfather (1972) ve Godfather II (1974) filmlerinde en mükemmel biçimi aldı. Amerikan ve diğer ülkelerdeki gangster filmleri bu biçimi yüceltmeye ve gangsterliği meşrulaştırmaya devam ettiler. Günümüzde Japanese Yakuza, Colombian Cartel, La Cosa Nostra, ve Russian Mafia meşru siyasal ve ekonomik alandaki otaklıklar ve işbirliğiyle yürüyen güçlü çıkar yapılarıdır. Amerikanın bağımsızlık günü kutlamalarında (Temmuz 4) New York’ta iki güç havayı fişeklerle New York halkını “Amerikalı olmak ne mutlu” duygularıyla doldurarak heyecanlandırır: Bu havayi fişeklerinin birisi iyi Mafya babasının oturduğu Brooklyn’den yükselir ve meşru olanla New York semalarında selamlaşır ve el sıkışırlar. Fields (2004) yirmi birinci yüzyılda, Amerika’da caddelerde gang ve gangster yaşamının gerilediğini, Godfather’ın umut ettiği “mafyanın meşru alanda etkisi ve çalışmasının ortadan büyük ölçüde kalktığını belirtmekte ve gangsterlerin hayali yaşamlarının sinemada, televizyonda, müzikte ve bilgisayar oyunlarında arttığını söylemektedir. Fakat Rusya, Türkiye ve benzeri ülkelerde gangsterlerin/tetikçilerin/mafyanın gerçek hayatta yaygınlaştığı üzücü bir gerçektir. Türkiye’de gangsterliğin Türkiye’nin özel koşullarına göre çıkıp gelişmesi ve bunun medyada temsile uyarlamasının en başarılı olanı Kurtlar Vadisi dizisi oldu. Bu dizi Anadolu halkının bilincine işlemiş olan ve sürekli olarak duyulan haberlerle ve Susurluk olayıyla yeniden üretilen “derin devlet” anlayışı ve bu anlayışın çıkıp geldiği belli meşru ve gayri-meşru güçlerin ortaklığı ortamına çok uydu. Bu ortamla ilgili olan öykülemelerle beslenerek popüler oldu. Aynı zamanda, liselerde ve Üniversitelerde bile “Biz örgütüz. Biz devletiz. Biz istediğimizi yaparız. Bize bir şey olmaz” diyen ve gerçekten de onlara bir şey olmayan, meşru gücün bilip tanıdığı gayri-meşru güç ve bu gücün büyük ve küçük haydutları, vatan Kabil’in öç alışı 119 seven, vatan için canını vermeye hazır olan, kahraman, gözü pek “iyi gangsterler” olarak sunuldu. Bunun sonuçlarından biri de, kendini Polat’a özenen vicdansız ve gaddarlığın, birbirine zarar veren güçsüz kitlelerin gençleri arasında yaygınlaşması oldu: Güçsüzün vekaleten yaşamı taklit ederek kendinde güç bulması ve bunu kendi gibilere ve kendinden güçsüzlere “caka satarak”, maşa ve tetikçi olarak günlük yaşamında yansıtması denir buna. Polat duygulu bir kahraman. Devlet de arkasında. Filmde sunulan anlatıya göre, hükümet, devlet ve ordu Irak’ta Amerikalı askerlerin Türk askerlerine yaptığı aşağılayıcı hareketle ilgili olarak “kırılan onurumuzu tamir edecek” bir şey yapmadı; yapamadı. Belki hükümet, devlet, ordu bunu sinesine çekebilir. Ama kahraman katil Polat asla bunu yapamaz: Biz gangsterler, devlet gizlice arkasında olan ve hatta “iş yapmayan devlet içinde doğru iş yapmak isteyenleri de sindiren” ve “iş yapan aktif devletiz”. İş yapan olarak, namusumuzu, onurumuzu biz koruruz, biz tamir ederiz. Bunun için de Irak cehennemine öleceğimizi düşünmeden gideriz. Bir gangster bizim onurumuzu korursa, o Türkiye’nin lideri olmaya bile layıktır! Meşhur Katil olmak isteyen erkekliği ve vatan sevgisini kullanarak gangster olsun! Gangster başları partilerin lideri olsun! Devleti yönetsin! Kurtlar Vadisi ve Kurtlar vadisi dizisi, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek, Türkiye ve benzeri ülkelerdeki egemen ekonomik ve siyasal ilişki ve yönetim kültürünün önemli bir yanını açıklamaktadır. Amerikan gangster filmlerinde özel mülkiyet haklarını veya düzeni ihlalle gelen acının kısa da olsa yüksek ödülleri vardır: Hızlı yaşam, kadının tüketimi, eğlence, içki, kumar, heyecan ve macera bu ödüller arasındadır: Hızlı ve dolu yaşanıp, hızlı ve dolu ölünür. Kurtlar Vadisi’nde bu tür hızlı yaşam pek gösterilmez, çünkü Amerika’nın bu tiplemesi sözde tutucu-ahlakçı olan, fakat aslında içkiyi içen ve diğer uygunsuz şeyleri bol bol yapan ahlak yoksunu egemen (ve tüccar-teolojik) tutucu düşünce tarzına uymaz. Kurtlar Vadisi’ndeki bu sunum biçimi de içkiyi ve gayri meşru seksi sürekli kınayan ve yasaklayan, fakat sürekli gayri-meşru seks, içki ve eğlence arayışında olan bir yapının ikiyüzlü karakterini gösterir. Kurtlar Vadisi Irak filminde olduğu gibi, bu gangsterlerin serüvenleriyle, günlük hayattaki problemleri çözme yolunda bilinen tutucu mitler yeniden üretilir. Bu mitler aileden devlete kadar çeşitli kurumları, pratikleri ve ilişkileri, duyguları, sevgileri, davranış kalıplarını, sorun çözme yollarını, dostları ve düşmanları öğreten ve kullanılan ilişkisel yapış biçimlerini meşrulaştıran bilişleri sürekli işlerler. 120 İrfan Erdoğan Kapitalist pazarın kendi ve çıkar bilincinin en önemli özelliklerinden biri de böl ve yönet politikalarını destekleyerek, demokrasi ve çoğulculuk imajı vererek hem siyasal propaganda yapması hem de ekonomik pazarını genişletmesidir. Bunun sonuçlarından biri de gene savaş filmlerinde Rambo gibi filmlerin anlatısına ters düşen ve insan haklarına dayanan, savaş karşıtı ve savaşta vahşeti eleştiren, Nazi katliamlarını konu alan filmlerin yapılmasıdır. Egemen endüstriyel yapı içinde egemen sermaye tarafından yapılan bu tür eleştirel filmlere gösterilecek en çarpıcı ilk örneklerden biri Walter Brenon’un 1916’daki War Bride/Savaş Gelini filmidir. Filmde barışsever kadın kahraman gelecekte asker olacak birini doğurmamak için intihar eder. Bu film “savaş karşıtı tehlikeli propaganda” olarak nitelenip yasaklanır. ABD Birinci Dünya Savaşına İngilizlerin yanında girdiğinde, ABD’nin İngilizler’den bağımsızlığı kazanmasını ele alan Spirit of ’76 filminin yapımcısı Robert Goldstein Casusluk yasasıyla 10 yıl cezalandırılır (Fulhammer ve Isaksson, 1971:10). Sonradan, savaşı pazarlamayan, meşrulaştırmayan, aksine yarattığı insanlık durumunu, suçluluğu, öfkeyi, güçsüzlüğü ve bireysel psikolojik çıkmazı işleyen Taxi Driver (1976), Deer Hunter (1978), Coming Home (1978), Apocalypse Now (1979), Good Morning Vietnam (1987), Hamburger Hill (1987), Casualties of War (1989), Thin Red Line (1998) ve The Pianist (2002) gibi filmler de yapıldı (Young 2004). Bu filmlerde eleştirel konular genellikle bireysel drama ve serüvenler biçiminde inşa edilmektedir. Bir üçüncü tür de, hem egemen örgütlü yapılar içinde yer alan hem de çoğunlukla dışında üretilen kısa ve uzun filmlerdir. Egemen yapılar içinde yer alanlara örnekler Hollywood’un kurulmasından beri vardır. Üçüncü türe ilk örnekleri arasında Cinetracts, Cinegiornialli lliberi, Militan Gerilla sineması, Yeraltı Sineması, Realist Sinema, Neo-realist Sinema, İlerici Sinema gibi isimlerle gelen ve Cesare Zavattini’nin “çoğunluk için çoğunluk tarafından yapılmış film, evde yapılmış Molotov Coctail” (Furhammar ve Isaksson (1971) diye adlandırdığı filmleri de içeren yapıtlardır. Örneğin, bu türde 1960’ların ve 1970’lerin sinemasında Hollywood’da, Avrupa’da ve Türkiye’de eleştirel siyasal içerikli filmler üretildi. Dünyayı Titreten 10 Gün gibi filmler oldukça karmaşık anlatılar ve sosyal eleştiriyle geldiler. Savaş filmleri veya savaşla ilgili filmlerin yapılışındaki hareket noktası (dayandığı gerekçeler veya sunduğu gerekçeler) farklıdır. Fakat hepsinin gerisinde bir şekilde film endüstrisinin para kazanma amacı vardır. Fakat para kazanma nükleer atıkları mağaralara ve toprağın altına gömerek, zehirli Kabil’in öç alışı 121 atıkları çevreye saçarak, serbest köleler kitlesi yaratan ücret politikaları uygulayarak yapıldığı gibi (ki bu egemen olan), sosyal sorumluluk çerçevesi içinde de yapılabilir (ki yapılmaz, çünkü sermayenin sosyal sorumluluğu kendi materyal çıkarları tarafından belirlenir; buna da bilinç yönetiminde akıllıca “otosansür” denir)10. Kapitalist pazarın karakteri sermayenin her olasılığı sömürerek para kazanma yolları kullanmasını beraberinde getirir. Bu kullanmanın doğası sinemanın kendi zamanının biliş, ilgi ve duyarlılık ortamını yansıtır. Sadece savaş filmlerinde değil tüm filmlerde, açık veya örtülü bir şekilde, siyaset ve ekonomi içi içedir; ikisi birbirinin bütünleşik ve destekleyici parçasıdır. Sinemanın sadece bir sanat olduğu veya sadece bir eğlence ve boş vakit geçirme aracı olduğu geçersiz bir iddiadır. Sinema endüstrisinin siyasal içeriği, Kurtlar Vadisi’nde olduğu gibi, bazen açıkça belirgindir ve eğlence ve güldürü gibi formlarda gelen filmlerde olduğu gibi çok daha incelikle dokunmuş bir şekildedir. Sinema filmleri zamanın akımlarını, ortamını, tutumlarını, politikalarını, siyasal ilgilerini ve çatışmalarını, özlüce toplumda o zamanda yaşanan koşullarla ilgilenir, onların temsillerini aynı anda ideolojik egemenlik ve ekonomik çıkar için yeniden kurgulayarak üretir. Ortam eğer savaşa karşıtlığın ve nükleer tehlikenin vurgulandığı bir ortamsa, bu ortamda savaş karşıtlığından ve nükleer savaşa karşıtlıktan para kazanma olasılığı vardır. Dolayısıyla, mücadelenin bir parçası olan filmler yanında, Amerikan ideolojisi savaş karşıtlığını bireysel ifadelere indirgeyerek işleyen filmleri görürüz. Rambo için ortam varsa veya böyle bir ortam yaratılmak isteniyorsa, Rambo’yu ve Chuck Norris’i görürüz. Vietnam’da yenilmişsek ve bu içimizde kalmışsa, kendimizi bu yenilgi duygusundan kurtarmak ve rahatlamak (rahatlatmak) istiyorsak, bu ortam ve duygu yaygın ve yoğunsa, Missing in Action gibi filmler yaparız. Böylece, var olan duygusal ortamı sömürerek izleyicilerin ceplerini boşaltıp içlerini doldururken biz de para kazanırız. Elbette, şu çok önemli, film yapımcısı para kazanmak isteyen bir tüccardır, ama aynı zamanda tüccarın da bir ideolojisi vardır; bir siyasal görüşü, bir siyasal duruşu vardır. Tüccarın siyasal duruşuna egemen olan faktör “çok para kazanmaktır.” Bu çok para kazanmak Che Guevera’nın t-shirtlerini ve şapkalarını satmaktan geçiyorsa, Che Guevera filmi ve şarkısı yapmaktan geçiyorsa, bunu yapar. Elbette, başarı, önce Che’yi 10 Otosansür, aynı zamanda, gazeteciye, programcıya ve direktöre “sana ekmek parası kazandıran patronun çıkarının nerelerde yattığını bil ve ona göre hareket et” demektir. Etik de sermayenin çıkarıyla belirlenir ve meşrulaştırılır. Bunlar, serbest pazarın serbestçe işini görmesi için örülen kılıflardan ikisidir. 122 İrfan Erdoğan öldürmek, ardından mitleştirmek ve ardından da bu mitleri pazarın bir parçası yapmak ile gelir. Bunun için de kapitalistin fazla yorulmasına gerek yoktur, çünkü efsaneler/mitlerle yaşayan kitlelerin kiralanmış kısmı öldürmeyi ve kiralanmamış kısmı da ağıtları, destanları, mitleştirmeyi, teolojik ve laik bilinç endüstrileri ve kurumlarının yardımıyla, kendileri yaparlar: İnsanlık tarihi böyle biçimlendirilmiştir ve böyle biçimlendirilmeye devam etmektedir. Sosyal sınıf farklarının normalleştirilmesi Elbette savaş, gangster/mafya türü filmlerin işlevleri emtia olmayla sınırlı değildir: Küresel kapitalist sistemin sınıf egemenliğinden, teröründen, çalışma koşulları ve ücret politikalarıyla yarattığı insanlık durumundan dikkatleri başka yönlere çekmenin ve kaçış olasılıkları vermenin temsilsel yollarından biri de Irak filmi gibi filmler yapmaktır. Bu yolla hem sınıfsal baskıyı ve sömürüyü ortadan kaldıran bir temsilsel inşa sunulurken, aynı zamanda bu inşayla gene sınıf baskısı ve terörünü bir kenara iten, bir toplumun tümüne mal edilen ve hatta evrenselleştirilen doğrular, iyiler, haklılar, ahlaklılar, sorunlar ve bunlara çözümler üreten yapıtlar yapılır. Kurtlar Vadisi Irak filmi bu bağlamda oldukça başarılıdır, çünkü kapitalist ideolojinin gerçeği tam tersine çeviren ideolojik sunumlarıyla bilişleri kirletmeye ve kirli bilişlerle kimliklerini katillerle özdeştiren insanlar yaratmaya devam etmesine katkı sağlamaktadır. Küçük esnaf bir ailede evlatlık olarak yetişen ve küçük esnafın ideolojik çıkmazını hala içinde taşıyan Polat (bu ideolojik çıkmazı içinde taşıyan veya propagandasını yapan bu filmi yapanlar) kapitalizmin maaş/ücret köleliğinden kendini devletin gizli ajanı ve mafya babası olarak azat etmiştir. Polat’ın günlük yaşamında işsiz kalacağı, aldığı ücret/maaş, çocuğunun okul masraflarını nasıl karşılayacağı, hastalanan bir yakınının hastane masraflarını nasıl temin edeceği gibi kaygıları yoktur. Onun kaygıları başkadır: Polat’ın kaygıları Anadolu insanının % 99’unun gerçek kaygıları değildir. Polat yoluyla kapitalist bir dünya kendi çıkar ve kaygılarını ücret/maaş köleliği koşullarında yaşayan kitlelerin üzerine çökerterek kendi imajında bir dünya yaratma ve yürütme işinin temsilden geçerek biliş yönetimini yapmaktadır. Savaş filmlerinde (ve diğer filmlerde) sınıfsal yapı ve ilişkinin tümüyle yok sayılması, sınıfsız bir toplum olduğu fikrini yaymaz; aksine güç yapısı ve ilişkilerindeki gerçek farkları saklar; bu farklılıkların ürettiği çatışmaları normalleştirir, sınıfsal eşitsizlikleri doğallaştırır ve fetişleştirmede olduğu gibi insanlar arası sosyal ilişkileri “şeyler arası ilişkilere” dönüştürür. Kabil’in öç alışı 123 Kurtlar Vadisi’nde Polat ve adamları arasındaki ilişki “şeyler” yapma üzerine kurulmuş, doğru, doğal ve iyi olarak sunulan bir dayanışmaya ve bireysel üstünlük ayırımına dayanır. Burada farklılık herhangi bir sınıfsal farklılık değil, bireysel beceri, yetenek, akıllılık ve önderlik gibi farklardır. Bu farka örgütteki liderlik ve savaş filmlerinde ordudaki bürokratik yapı katılır. Bunlar normal ve doğal olarak sunulur. Bu farkların filmdeki serüvende meşrulaştırılmış ilişki tarzları, dayanışma ve çatışmalarla işlenmesinden geçerek, hiç sınıfsal farklılıklar üzerinde durmaksızın, sınıfsal farklılıklar da yeniden üretilerek normalleştirilmektedir. Bu durum, örneğin, Guadalcanal Diary (1943), Gung Ho! (1944), Destination Tokyo (1944), Purple Heart (1944), ve Objective, Burma! (1945), gibi filmlerde oldukça, belirgindir: Yüksek rütbeliler genellikle sivil hayatta avukat, mühendis, eğitimci gibi kariyere sahip olanlardır. Normal askerler ise çiftçiler, taksi şoförleri, araba tamircisi gibi mesleklerden gelmektedir. İkinci Dünya savaşı sonrası savaş filmlerinde sosyal sınıf konusu, Attack! (1956) ve Platon (1986) filmi haricinde ele alınmamıştır (Michaud, 1997). Platon filmindeki merkezi karakter ve öyküleyen Chris Taylor isimli asker yanında savaşan askerlerin Amerikan toplumundaki yerini “en çok harcanabilir insanlar” diyerek belirtir. Fakat film bunun ötesinde bu konuyu tümüyle bir kenara iter (Michaud, 1997). Daha önce isimleri belirtilen filmler yanında, Aliens (1986), The Abyss (1989), Titanic (1997) ve Eyes Wide Shut (2001) gibi belli ölçüde sosyal sınıf konusunu işleyen veya yansıtan filmler dışında, Hollywood filmlerinin büyük çoğunluğunda, sınıf konusu ele alınmaz. Türkiye’de Yeşilçam geleneğinde sınıf konusu “fukara kız zengin erkek,” “kötü, şımarık zengin ve iyi zengin” öyküleriyle birleştirici ve ahlakla ilgili bireysel karakter, haysiyet, onur gibi değerler üzerine kurulmuş ilişkiye dayanan kurgularla işlenmiştir. Fukara ve zengin olma hayatın gerçeğiyle ve felekle ilişkilendirilerek normalleştirilmiştir. Bunların yanında, ağalık sistemini ve geleneksel kültürü eleştiren filmler vardır. 1960’ların sonlarında ve 1970’lerde yapılan “devrimci” veya “sol” filmler sınıf konusunu ele alırken, genellikle işçi sınıfının ve gençlerin bilinçleri ve bilinçlendirilmesi üzerinde durmuşlardır. Kurtlar Vadisi Irak filmi zamanındaki ortama gelindiğinde, artık sosyal sınıf konusu duyulmaz olmuştur; onun yerini bilgi toplumu, enformasyon toplumu, AB’ye katılma, tüketim demokrasisi, tüketim toplumu, küreselleşme, yerelleşme gibi konular konuşulmaktadır. Bunların da filmlerde ve televizyonlarda temsili çoğu kez promosyon ve teşvik biçiminde olmaktadır. 124 İrfan Erdoğan Sorun ve çözümünde tarih ve insan: Bireyselleştirme Filmde tarih kötünün yazdığı ve iyinin buna karşı tepki gösterdiği bireye indirgenmiş bir tarih olarak ele alınmaktadır. Eğer ABD askerleri Türk askerlerinin kafasına çuval geçirmeseydi, Polat Irak’a gitmeyecekti. Kurtlar Vadisi Irak filminde “askerlerin kafasına çuval geçirme” olayı tarihsel ilişkisel bağından, güç ilişkilerinden, bizlerin bilmediği gerçeklerden ve katliamı üreten üretim ilişkilerinden kopartılmakta, onur meselesi yapılmakta, koruma işi Polat adında onurlu bir “devlet kurumu destekli meşrulaştırılmış bir gangstere” verilmektedir (onuru olan insan gangster olmaz). Onuru kırma işinden sorumlu olarak da Irak’taki savaşta kirli işler yapan Amerikalılar gösterilmektedir. Böylece bir uluslararası ilişkiler sorunu, iyi Türk’ü temsil eden Polat (beni temsil etmiyor; dolayısıyla ben iyi Türk değilim; çünkü iyiyi kötü tanımlıyor) ile kötü Amerikalıyı temsil eden bir Uncle Sam’ın kişisel karakterine ve bu karaktere göre işler yapmalarına ve çatışmalarına indirgeniyor. İyi Türk Polat iyi, çünkü çocukları, çaresizleri, yaşlıları öldürmeyen, onun yerine hak edenleri öldüren bir katil kahraman. Kötü Amerikalı kötü, çünkü iyi Türk’ün tersi karakterlere sahip bir katil kahraman. İki katil iki ülkeyi temsil ediyor. Polat’ın “neden bizim kafamıza çuval geçirdiniz” sorusu, Sam’ın onuru olmayan ve sadece çıkar mantığıyla hareket eden (onursuz pragmatik anlayışa sahip) yanıtıyla karşılaşıyor. Polat’ın öç alma serüveni başlıyor. Ama Sam hem insanlık onurunu ayaklar altına alan çözüm yolları getiriyor hem de katilce politikalar planlıyor ve uyguluyor. Polat’ın çözümler dünyasında ise bunlardan tek kurtuluş olarak suikast düzenleme sunuluyor. Başarısız bir suikastla birlikte zor ve meşakkatli bir serüvenler silsilesi başlıyor. Sonunda, kötü Amerikalı Sam hak ettiği ölümü buluyor. Böylece her şey normale dönüyor: Savaş devam ediyor. Filmde sorun “kötü bireylerde” dolayısıyla sorun bireysel yapısal sorun, makroyapısal bir sorun değil: Savaş ve şiddet normal, ama bunu gereği gibi yapmayan ve bozan bazı bireylerin cezalandırılması gerekir. Polat bu cezalandırma işinde, suçlayan, duruşmayı yöneten, sürdüren, cezayı veren ve infaz eden tek mutlak ve doğru güç (Tanrı veya tanrının elçisi) oluyor. Kurtlar Vadisi’ndeki iyiler, mazlumlar, kötüler, bireyler ve bu bireyler arası ilişkiler savaşı yeniden-üreten toplumsal-sınıfsal ve uluslararası üretim ilişkilerinden kopuk olduğu için, sadece bireysel duygulara, korkulara, amaçlara, kin ve nefrete, hırsa vb dayandırılmaktadır. Tarikat gibi bir dinsel örgütlü yapı bile Şeyhin kişiliğinde anlam kazanmaktadır. Doğal olarak o kötü Kabil’in öç alışı 125 bireyin ölümü çözüm olarak sunulmakta ve insanlara kötüden kurtulmanın yolu ve nasıl rahatlayacağı öğretilmektedir. Çözümü kötünün ölümüne bağlamak oldukça işlevseldir, çünkü böylece kötülüğün kaynağı bireye indirgenirken, kötü bireye karşı olan şiddet meşrulaştırılır. Filmin başında, ilk meşrulaştırılmış şiddet kullanımı yolda kontrol için onları durduran üç Kürdü öldürme sırasında oluyor ve film boyu bu şiddet örnekleri sürekli veriliyor. Böylece, şiddete karşı şiddet “meşrulaştırılmış şiddete başvurarak varlığını sürdürme” ile kaçınılmaz olarak gösteriliyor. Buradaki temel harekete noktası “fiziksel varlığını korumak için şiddete karşı şiddet zorunludur” fikridir. Dikkat edilirse, tarih bireyselleştiriliyor ve aynı zamanda filmde “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı var. Polat için dünya yanmış veya yakılmış umurunda bile değil, yeter ki kendine ve kendi yakınlarına ve elbette vatana bir şey olmasın. Bunu Sam da açıkça belirtiyor. Ama Polat harekete geçtiğinde (serüvende) artık her şeyi umursamaya başlar. İyi kahraman birey: Lider Polat’ın kimliği Amerikan filmlerinde ve diğer ülkelerdeki taklitlerinde geleneksel olarak gangsterlere, Kızılderililere, savaşa, devrimcilere, teröristlere, katillere, haydutlara ve yabancılara karşı güçsüz kalan toplumu Süpermen, Süper polis, A-Takımı, Süper bilim adamı, Süper kovboy Red Kid, Bionic kadın, 6 milyon dolarlık adam, Örümcek adam, Örümcek Kadın ve Flash gibi süper kahramanlar korurlar. Türkiye’de de bu işi beceriksiz ve kötü işleyen devlet yerine, vatan için Kurtlar konseyini birbirine düşürüp fiziksel olarak ortadan kaldırarak tek başına imparatorluğunu ilan eden Polat gibi serbest teşebbüsün gücünü temsil eden gangsterler yaparlar. Amerikan gangster filmlerinde ve Dirty Harry ve Diehard gibi polisiye-macera filmlerinde olduğu gibi, bu vatanperver ve milliyetçi gangsterler kötülerin kullandıkları aynı yöntemi kötülere karşı kullanarak sorunlara çözüm getirirler. Polat bütün diğer serüvenlerinde olduğu gibi Irak serüveninde de, adaletsiz, gayrimeşru, baskıcı, çürümüş, yozlaşmış, haksız ve kötü bir düzeni ve ilişkiler yapısını değiştirmek için çalışmıyor. Aksine onun perçinlenmesini getiriyor. Örneğin filmde İstenen şey, Türk’ün gururuna karşı işlenen bir saygısızlığın, adaletsizliğin, haksızlığın, saldırının ve onur kırıcı davranışın onarılması ve adaletin intikamla sağlanmasıdır. Bu yolla kurgulanan hakkın ve doğrunun kazanmasıdır; böylece belli bir kültüre ait olan kurumlar, kurallar ve ilişkiler 126 İrfan Erdoğan korunur; (bazıları tarafından kötüye kullanılsa da) egemen yapılar ve yaşam tarzları doğalsallaştırılır, evrenselleştirilir ve normalleştirilir. Kurtlar Vadisi Irak filminde kahraman Polat, polisiye-macera filmlerinde Dragnet, Untouchables, Mod Squad, Dan August, Streets of San Fransisco gibi bürokratik otoriteyi azaltan ve otoriter çözüme karşı liberal ideolojiye demirleyen bir “gizli devlet polisi” modeline uymaz: Polat liberal anlayışın uzun süren, uzun süreçlerden geçen, ayrıntılar üzerinde duran çözümlerden hoşlanmaz, çünkü kararsızlığı ve yumuşaklığı zayıflık olarak niteler; çabuk, etkili ve kesin çözümler getirmek gerekir. Bu da fiziksel olarak yok etme, bastırma, ezme ve sindirme ile olur. Polat Baretta, Serpico, Starsky and Hutch, Dirty Harry ve Sudden Impact filmlerindeki kahramanlar gibi beceriksiz-bürokrasi içindeki bireyci-becerikli bir polis gibidir: Sorunu kendisi kendi yöntemleriyle halleder. Polat aynı zamanda The Rookies, SWAT ve benzeri hiyerarşik otoriteye boyun sunmayı getiren filmlerdekinden çok daha fazla bir şekilde hiyerarşik otoriteyi yüceltir (Erdoğan, 2001). Polat hem acımasız ve en kesin sonuca 45’lik magnum silahlıyla etkili bir şekilde öldürerek sağlayan Dirty Harry’dir; hem orta sınıfın (esnafın) yoksun bırakılmışların bazılarının bireylere ve işyerlerine yönelik hırsızlığı ve şiddeti karşısında hiçbir şey yapmayan beceriksiz adalet sistemine karşı “adaleti kendisi eliyle yerine getiren” Death Wish filmindeki Charles Bronson’dur; hem her zaman bütün zorluklardan ve düşmanın planların ve saldırılarından kurtulan ve düşmanı cezalandıran, “devletin en gizli teşkilatının en gözde ajanı” James Bond’dur; hem Vietnam yenilgisinin acısını çıkartarak öç alan, devletin ve ordunun yapamadığını yapan ve böylece bilişsel olarak yoksul bırakılmışların (zekaca geri bırakılmışların) ırkçı milliyetçilik duygularını şahlandırarak doyuran vatanın en kahraman fedakar evladı Rambo’dur; hem bütün mafya babalarının babası Godfather II’deki Al Pacino gibi vatan görevini yerine getirmiş, vatanını seven, vatanı için her an ölmeye hazır olan, çok ender gülen, her şeyi iyi hesaplayan, plan yapıp uygulayan, dostlarına vefalı ve düşmanlarına amansız ve acımasız bir kahramandır. Kurtlar Vadisi filminde ayrıntılı olarak ve Irak filminde birkaç cümlelik yapılan açıklamalarda, Polat, aynı zamanda, Latin Amerika’dan Uzak Doğuya kadar birçok ülkede devletin kullandığı ve geri bırakılmış ve sömürülmüş katmanlarının kendi gibileri ezmesine yardım eden, bazı devlet kurumlarının beslediği cinayet, baskı ve sindirme teşkilatlarına benzer bir teşkilatın başıdır. Kabil’in öç alışı 127 İlişkisel kimlikler: Sam, Polat ve kölelik bilinci Irak filminde birincil mücadele Polat (iyi) ile Sam (kötü) arasında olmaktadır. Film bu iki karakterin ilişkisinde, başlangıçta otel ve suikast hazırlama olayı dışında, Sam planlayıp yapan olarak, “çatışma yaratan ve getiren iletişimi” başlatan olarak ele alınmaktadır. Polat ise bu yapılandan hareket ederek iyiyi, doğruyu ve haklıyı koruyan, “suçlu Amerikalıyı’ öldürme yolları arayan ve böylece insanları bu musibetten kurtarmaya çalışan olarak sunulmaktadır. Filmdeki imaya göre, ülkenin vatanperver olan Türk ve Kürtleri (diğer Türkler ve Kürtler değil, çünkü onlar satanlara “çalıyorsunuz satıyorsunuz” dedikleri için, satançalanperverlerce vatanı satan solcular ve düzen bozucular olarak nitelenmektedir), yani Polatlar, Mematiler, Abdülheyler, Güllüler/Erkanlar ve hatta Ayşeler rahat ve hayatından memnun; kimseye karışmadan “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyerek, bol televizyon seyredip bol tüketerek, devletin koruması altında suç işleyerek yaşayıp gidiyorlar. Her hangi bir emperyalist emelleri yok. Ama “kötüler” kötülük yaparak Polatları harekete geçiriyorlar ve yaptıklarına pişman olma fırsatı bulamadan Polat ve tayfası tarafından öbür dünyaya gönderilerek cezalandırılıyorlar. Polat dünyaya “bana dokunmayın, yakarım!” diyor. Eminim, dünya kahkahayla gülüyor. Biz üzülüyoruz; çünkü o yanlış kişi. Sam işini insanca sevginin üzerinde gören, insanca sevdikleriyle insanca ilişki kurma becerisinden ve bilincinden yoksun olan bir profesyonel. Sam çocukları çok seviyor, çocuk kalmaları koşuluyla. Sam dünyadan maddi ve manevi yoksunluğu yaratan, ama Tanrı adına iyi işler yaptığını savunan kapitalizmi temsil ediyor. Polat ise Amerikan şirketlerinin yüzyıldan beri yoğun bir şekilde uğraşıp yaygın çapta yaratamadığı “duyarlı profesyonel robocop” işçiyi temsil ediyor. Bu işçi profesyonel, devletteki bir diğer profesyonel tarafından bir diğer örgütte (Kurtlar Konseyinde) işçi başı olması için görevlendiriliyor. Polat konseyi yok edip işçi başı oluyor. Bu işçi başı kapitalizmin idealindeki işçi başı, çünkü kendini profesyonelce (katilce) işe adıyor; nihai seviyede verimli çalışan bir kölenin bilincine ve motivasyonuna sahip. Bu profesyonel işçi-başı ve yanındaki işçi yardımcıları o denli kalıplaştırılmış biliş ve davranış şekilleri taşıyorlar ki her an öldürmeye hazırlar. Kendilerini devlet, millet, vatan, Azrail, hakim, savcı ve infaz eden adalet sanıyorlar. Kendilerinin olmayan bir siyasal ve ekonomik pazarı kendi pazarları gibi görüyorlar; o pazarlara kendilerinin sahip olduğunu sanıyorlar: Sahip olamayanın sahiplik iddiası ve bu iddiayla başkasının olanı ve kendi 128 İrfan Erdoğan üzerinde kurulmuş egemenliği korumasıdır bu. Bu işlevsel geri-zekalılaştırma binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzde ise, sayısız ilişki ve iletişim kanallarından ve kişiler arası ilişkilere yansıtılan örgütlü yapılardan geçerek çok sistemli ve planlı bir şekilde yürütülmektedir. Gelecekte, ırka dayanan ayrımcılık yerine, “ben Mikrosoftluyum veya Ben IBM’liyim; yaşasın IBM: En iyi işçi Bizim İşçi!” diye şirkete dayanan yeni-ırkçılık ve şirket milliyetçiliği yaratacak olan bu “çokbilmiş geri zekalılaştıran profesyonellikte ”işin gereği nedeniyle hem sen hem sevdiklerin acı çekebilir; fakat bu acıdan alınan zevk sevgilinle olmaktan aldığın zevkten çok daha ulvi ve değerlidir. Hiç değilse, birçokları gibi işsiz değilsin. Filmde satılan ahlak: Ahlaksızın toplumsal ahlaka sahip çıkışı Sam ile sunulan ahlak, Sam’ın yöntemini kullanan Polat’ın sorun çözme anlayışıyla desteklenen ahlak ve Şeyhin ahlakında olduğu gibi birkaç istisna dışında film boyu işlenen anlayışlarla sunulan ahlak öğeleri aslında birbiriyle örtüşen ve birbirini destekleyen bir karaktere sahiptir. Bu yüceltilen ahlakın doğası bir CIA şefinin sözüyle özetlenebilir. Bu sözle, meşru gösterilen bir dayanak verilerek, ahlaksal dilemma hissedenler varsa, onların rahatlamaları sağlanmakta ve ahlaksızın ahlakı toplumsal ve evrensel ahlak yapılmaktadır: Yaşadığımız dünya ahlakı olmayan bir dünya. Bu dünya çok güç ve az güç, fazla mal ve az mal, fazla güvenlik ve az güvenlik dünyasıdır, savaşın final ahlaksızlık olduğu bir dünya. Milletler kaçınılmaz olarak şu deyişe kendilerini verirler: Kötü olmak ölmekten daha iyidir. Bu dünyada Amerikanın dış politikası pragmatik olmuştur ve böyle devam edecektir (Rositzke, 1988: 206). Bu sözler, ABD’nin dünyanın her yerinde açık ve gizli kirli faaliyetlerini haklı çıkartır ve ülkelerin yönetici sınıflarının ülke içindeki baskı ve sindirme politikalarını meşrulaştırır. Buna, Amerikan pragmatizm düşüncesine dayandırılan politikanın ahlakı denir. Bu dünyada, insan olmanın, ahlakın, insan haklarının, etiğin, doğrunun ve yanlışın, haklının ve haksızın, iyinin ve kötünün, değerlinin ve değersizin ne olduğunu, dostların ve düşmanların kimler olduğu, model olarak alınacakların kimleri içereceği ve sorunların nasıl çözüleceği ile ilgili tanımlamalar, ne yazık ki, ahlak satan ahlaksızlar, insan hakları şampiyonluğu yapan insan kasapları, etiği patalojik etik olanlar, doğruyu yanlış ve yanlışı doğru olarak gösterenler, iyiyi kötü ve kötüyü iyi yapanlar, öznel çıkarlarıyla toplumu soyan hasta değerlere sahip olanlar, Kabil’in öç alışı 129 çarpık ruhlu insanlar yaratacak insanımsıları model olarak gösterenler tarafından yapılmaktadır. En yüksek seviyede hipokrasinin egemen olduğu, gerçeğin giysilerini çalıp giyen sahtenin imajlarla doğruluk ve dürüstlük sattığı bu tür bir egemenlikte, Al Pacino’nun kötü taklidi, çok duygulu, Alemdar Polat sahte ismiyle, devlet adına ve devlet adını kullanarak kendi adına meşrulaştırılmış cinayet işleyen ve meşrulaştırılmış cinayet yaratan bir katilin, Türk devletini, Türk milletini, doğruyu, iyiyi, onuru, haysiyeti ve diğer değerli şeyleri temsil etmesi oldukça normaldir. Çünkü onun alternatifi bir model sunulamaz, çünkü insanca alternatifler, propaganda işlevleri yoksa egemen siyasal, ekonomik ve kültürel pazar yönetimi için işlevsel ve faydalı değildir. Savaş ve şiddeti normalleştirme ve yüceltme Irak serüvenin sonunda alınan intikam ile “kötülere,” “unutmayın yaptığınız yanınıza kalmayacaktır, er geç intikam alınacaktır’ mesajı verilmektedir. Seyircilere ise, öç alma yolunun doğruluğu ve zorunluluğu sunulmaktadır. İntikam/öç peşinde koşma ve bu koşuştaki fantastik inşalarla kötü/iblis insanlar yok edilmekte, iyiler şehit olsalar bile kazanmaktadır. İyi katiller meşrulaştırılmış katliam yaptıkları için “ahlaken yüksel ve onurlu” insanlar olarak sunulmaktadır. Kötü katiller ise ahlaken düşük seviyede, yaşamaya hakları olmayan, dolayısıyla öldürülmeleri vacip ve gerekli pislikler olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla, savaş, intikam ve katillik “iyilerin” “kötülere” hak ettikleri cezayı vermesinde normal ve meşru yol olarak gösteriliyor. Savaşın ahlaksal ve manevi çöküntüye ve fiziksel yok etme ve yok edilmeye götüren karakteri eleştirilme yerine yüceltiliyor. Nasıl insan olunacağı savaşa ve şiddete karşıtlıkla değil, onu destekleme ve meşrulaştırılmış öldürmeden geçerek olacağı anlatılıyor. Bu filmde, Irak savaşında ve başımızı döndürdüğümüz her yerde açıkça görüleceği gibi, biz öldürmenin meşru olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Yirminci yüzyılın korku çağı olarak niteleyen Alber Camus’un belirttiği gibi, bundan hoşlanmıyorsak, bu dünyayı değiştirmek zorundayız. Fakat öldürme riski olmaksızın değiştiremeyiz. Dolayısıyla, öldürme bizi geriye öldürmeye götürüyor. Bu durumu kabullenerek geri çekilsek de veya bir terörün yerine bir diğerini getiren terörle durumu ortadan kaldırmaya çalışsak da, terör içinde yaşayamaya devam edeceğiz (Camus, 1972:19). Kurtlar Vadisi Irak filminde, devletin silahlı kuvvetlerinin yapamadığı bir “hesap sorma” işini Polat yapmaktadır. Kendi kararıyla kendini devletin 130 İrfan Erdoğan yerine koyarak ve milletin haysiyetini/onurunu korumaya karar verip üç önemli kurdunu da yanına alıp Irak’a giriyor ve soruşturma işi başlıyor: İyiler ve suçsuzlar acı çekiyor ve hatta ölüyor. Fakat sonunda kötülük yapan kötüler ölerek bedel ödüyorlar: Su testisi suyolunda kırılıyor. Filmde normalleştirilmiş katliam ve bu katliamın düzenleyicisi ve yürütücüsü olan pazar yapısı eleştirilmiyor. Eleştiri ve soruşturma savaşa yönelik değil; savaşta onurlu olmayan işler yapan bireylere yönelik. Dolayısıyla, savaş denen şiddet içinde uygulanan gayri-meşru şiddet ve tasvip edilemeyecek faaliyetler işlenerek, “erkekçe ve onurlu savaş yap” olarak özetlenebilecek bir “şiddet kullanımının yüceltilmesi” var filmde. Film kötüyü öldürmeyi ve intikam için ölmeyi meşrulaştırırken, “haklı öldürmede” katilin kullandığı aynı aracı ve yolu kullanarak (silahlı çatışma) intikam almaktadır. Böylece çatışma çözümü olarak silahlı savaşı ve çatışmayı kabul edilebilir çatışma çözümü olarak sunmaktadır. Ultra-sağın promosyonu Kurtlar Vadisi gibi tür dahil her tür kitle iletişimi ürününde izleyiciye ahlakla, doğruyla, iyiyle, haklıyla ve bunların zıtlarıyla ilgili bilişler işlenir ve işlenenler yeniden üretilir. Bu işlemelerde tutucudan en ultra sağcılığa kadar uzanan inançlar ve duygular öne çıkartılır ve altta yatan güç/iktidar ve materyal çıkar yapısı görünmez edilir. Vurgulanan materyal çıkar ve ilişkiler değil, vatan sevgisi, sadakat, cesaret, inanç, erkeklik gibi soyut duygulardır. Bu duygularla ölme ve öldürme, şiddet ve katillik yüceltilir. Bunlar da vatan ve millet için, doğruluk ve haklılık adına, görev aşkıyla yapılır. Bu meşrulaştırılmış gayrimeşrulukta Türk gangsterler, Amerikan filmlerindeki gangsterler gibi sosyal kuralları ihlal etmenin getirdiği gerginliği ve acı çekmeyi ritüelleştirmezler. Türk gangsterler klasik Nazi anlayışıyla gelen yönetim/kontrol biçiminin insanlarıdır: Katı, sert, erkekçe, cesur, kararlıdırlar; liberal burjuvalar ve kötüler gibi, kaypak, zayıf, kararsız ve korkak değildirler. Gangsterlik, savaş, aşk ve seksüel politika Savaş filmlerinde kadının seksüel mal veya emtia olarak tüketimi çok az işlenir. Savaşın etik koduna aykırı görülür ve sunulduğunda, bu bağlamda sunulur. Amerikan mafya türü Gangster filmlerinde İtalyanlar ailesine bağlıdır ve aile vatan gibi önemlidir. Cinayet sadece “bir iştir”. Gangster birini öldürdükten sonra evine gelirken eşine çiçek getirir. Eşi de onun gibi ailenin sorunları ve sorumluluklarıyla didişmektedir. İtalyanlar dışındaki gangsterler Kabil’in öç alışı 131 çoğu kez kadını tüketim maddesi olarak kullanırlar. Kurtlar Vadisi Irak filminde aktif etkinlikte bulunan kadınlar savaşta erkeğini, kardeşini ve bir sevdiğini kaybetmiş, intikam duygularıyla dolu acı çeken insanlardır. Filmde sadece damadın geline hançer hediye ettiğinde alnından öpüşüyle anlatılan seksüel olmayan ulvi bir sevgi var. Filmde kadınlar özellikle düğün hazırlığında ve düğünde görünmekte, giysileri ve makyajlarıyla vitrinde seyredilen veya aramızda yürüyen bir manken gibi güzeller. Filmde herhangi bir seksüel ödül (erkek kahramanın kadını ödül olarak kullanıp tüketmesi ve kadının buna istekle katılması) yok. Aksine öldürülen sevdiği için intikam yolunda canını veren bir kahraman kadın (Leyla), Sam tarafından vurulup “abi” diye çağırdığı Polat’ın kollarında öldüğünde platonik bir derin “bacı” sevgisinin Polat’ı ağlattığını görüyoruz. Filmde seks yok, sevgi var. Onurlu, imanlı, kendini ölürcesine ve öldürürcesine adayan bir aşk ve tutku var. Leyla ve Polat arasında bu tutku abi ve bacı tutkusu oluyor. Polat ve adamları “seksüel” olmayan varlıklar: Kendini bir amaca adamış tek boyutlu bu insanlar için onlarla olanlar (dostlar) ve onlarla olmayanlar (düşmanlar) vardır. Dostlar dayanışma, korunma ve koruma için oradadır; düşmanlar da öldürülmek için. Kadın ve erkek arasındaki fark herhangi bir şekilde açıkça işlenmemekte ve vurgulanmamaktadır. Kadın mücadeleye yardım, dayanışma, fedakarlık ve intikam alma gibi duygular dolu olarak katılan, savaşta çok acı çeken insan olarak sunuluyor. Polat’ın dünyasında, vatan uğruna savaşılırken, yemek, içmek, eğlence, seks ve Migros’ta alışveriş yapılmaz. Dolayısıyla, Irak serüveninde seksüel politika seks ile ilgilenmemek olarak ortaya çıkmaktadır. Kahramanlarımız zaten vatan için can verme yolunda yaptıklarından her türlü “doyumu” almaktadır. Seks gibi ufak ve ayrıca “günah ve ahlaksız işler” özellikle model kahramanımız Polat için asla biçilmemiştir; onun “raconunda” seks olmadığı gibi, Iraktaki vatan uğruna geçirdiği günlerde asla böyle bir şey aklından bile geçmez. Filmdeki bu kaçış tüketim endüstrilerinin bir bölümü için verimli olmamaktadır. Halbuki bu kaçış “her bakış ve dokunuşta” taciz çığırtkanlığı yapan burjuva feminist ayrımcılık ve yabancılaşmayla desteklense ve çözüm olarak “satın almayla tatmin” işlenseydi, Irak filminde daha etkili bir promosyon yapılırdı. Hele, laik burjuva tüketim çılgınlığıyla işlenen modacılık, aynı zamanda teolojik burjuva tüketim inancıyla teşvik edilen türbancı-modacılıkla desteklenseydi, “bölerek birbirine düşman edip yönetirken, iştahlandırarak daha çok sat” işinde çok daha katkısı olurdu filmin. Ama “vatan kurtarma” ve milletin onurunu yeniden inşa işinde, böyle bir kaygı Polat’ı yapanlara Polat 132 İrfan Erdoğan yakıştırmazdı. Hatta gidip onları vatan ve onur uğruna vurabilirdi. Aslında Polat’ın insanlık için yapacağı en iyi şey belki de kendini reddederek öldürdüğü, düşman olduğu ve öldürmek istediği “diğer kendi” olmasıdır. Ekmek ve sirk politikalarıyla pazarlama Susurlukta somut olarak ortaya çıkan devlet mafya ilişkisi ve “derin devlet” tartışmaları Kurtlar Vadisi Irak filminde (ve dizilerinde) gayrimeşrunun meşrulaştırılması ve yüceltilmesi biçiminde kendini göstermektedir.11 Kurtlar Vadisi serileri Costa Gavras türü filmlerdeki dürüstlüğü, onuru ve haysiyeti baş aşağı döndürerek dürüstlüğü, onuru ve haysiyeti gerçek yerinden koparıp soysuzlaştıran bir bilinç yönetimi alanına taşımaktadır. Bu da oldukça doğaldır, çünkü filmin amacı Amerikan işgalinin ve savaşın sosyal, ekonomik ve siyasal bir eleştirisini sunmak değildir. Amaç gangsterliğe, Polat’ın onur, haysiyet ve dürüstlük anlayışına uygun bir şekilde “kan davası” güden biri gibi intikam peşinde koşarak egemen olanı yeniden üretmektir. Filmde kötünün yaptıkları gösterilerek, kötünün öldürülmesi meşrulaştırılıyor. Kötünün öldürülmesiyle yeni bir kötünün geleceği ve öç almak için iyinin peşine düşeceği kaygısı, dolayısıyla, iyi ve kötü arasındaki mücadelenin sürekli olduğu işleniyor. İntikam alınıyor ve hala hayat devam ediyor. Savaş da devam eden hayatın bir parçası. Soruşturma savaş ve savaşla ilgili uluslar arası ilişkiler yapısı değil, savaşta birilerinin yaptığı kötülükler ve bunların cezalandırılması. Whitney-Smith gibi bazıları her şey gibi savaşın da “seyir sporu” olduğunu belirtmekte ve seyir kültürünü “arzu krizi” ve milliyetçiliğin kayboluşu olarak sunmaktadır. Rambo, kötü taklidi Kurtlar Vadisi Irak ve “seyir sporu” olarak nitelenen tüm kültürel pratikler binlerce yıldan beri mükemmelleştirilen “ekmek ve sirk” ve “böl ve yönet” politikalarının en gözde araçlarıdır. Sirki evimizin içine kadar getiren bu pratiklerde hem kuru ekmeği gevelerken öç alma, baş edemediği sorunlarla dolu hayatındaki engellenmişliklerini gidererek boşalma ve sürekli tekrarlanması gereken rahatlama vardır; hem acıma ve haksızlığa karşı öfkeyi yoğunlaştıran duygu sömürüsü yapılmaktadır; hem sorunları kaba güçle ve insan öldürerek çözmeyi getiren biliş işleme ve bu işlenmiş bilişleri sosyal pratiğin sahnede temsiliyle yeniden üreterek pekiştirme yoluyla ırkçılık ve düşmanlıklar 11 Bu bağlamda birçok araştırma ve kitap var; örneğin Aytaç (1997). Kabil’in öç alışı 133 körüklenmektedir; bunları yaparken kapitalizmin gözde uzantısı ve Batının böl ve yönet politikalarının başarılı temsilcisi nazizmin/faşizmin klasik vatan sevgisi, kendini adama, din, iman ve ülke yönetiminin acizliği gibi bilişler ve ilişkisel gaddar kudurmuşluk yeniden üretilmektedir. Bunlar konunun düşünceyle ilgili yanlarıdır; diğer yan ise insanların ekonomik, kültürel ve siyasal davranışlarıyla ilgili yandır. Bu yan insanları yoğun bir şekilde gereksiz ve yanlış satın alma ve tüketmeye yönlendiren yandır. Bu satın alma ve tüketmede insanlar sadece üretilmiş emtiaları değil aynı zamanda birbirlerini ve kendilerini de belli kalıplar içindeki pratiklerden geçerek tüketmektedir. Bu tüketmede bir elinde kuru ekmek ve diğerinde silahla (bu silah BigMac veya Coca Cola da olabilir) “kendini bir şey sanan” aptallaştırılmış kahraman insanımsılar ölmeye ve öldürmeye kadar giden pratiklerle akıllı bir azınlığın şaşaalı yaşamasını sağlar ve kölelik sistemini yeniden üretirler. Zenginliğin üretimi ve şehit cenaze törenleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır; biri olmazsa, diğeri olmaz. Benzer şekilde, meşrulaştırılmış ve gayrimeşru trilyonluk vurgunlar ve asgari ücret politikaları; PKK’nın varlığı sayesinde vurgunlar yapanlar, dolayısıyla PKK sorununun sürmesi için elinden gelen her şeyi yapanlar (birlik ve dirlik sloganlarıyla bölerek yönetenler) ve Kurtlar Vadisi Irak ile avunan ve avutulanlar... Bir ulusun haysiyetini Kurtlar Vadisinin devlet ajanı bir gangsterin koruması ve bunun Türkiye insanının kahramanlık tarihini temsil eden bir şekilde özellikle gençler arasında (büyük olasılıkla) yaygın bir şekilde benimsenmesi, en azından insanlık için çok utanç verici ve üzücü bir durumdur. Kafasına çuval geçirilenler ve her gün terörist ve şehit diye ölme ve öldürmeye kadar giden ilişkilerde, Anadolu toprakları içinde birbirini yiyenlerin bozuk psikolojisi, Anadolu insanını birbirine yedirterek ekonomik ve siyasal çıkarlar sağlayanların hasta psikolojisi birleştirildiğinde (ki zaten ikisi de iç içe) kurgulanmış temsilden (örneğin bir filmden) geçerek ekonomik çıkar sağlama ve patolojik beyinler üretme ve sürdürme işi palazlanır. Kurtlar Vadisi Irak bu tür palazlanma ve bu palazlanmayla yaratılan bilişsel ve ekonomik yoksunluk ve yoksulluk koşulunu destekleme örneğidir. Özlüce, Kurtlar Vadisi Irak gibi filmler tüketim, satın alma, gösteri gibi doyumlar peşinde koşan ve bunların dışındaki konularda harekete geçirilemeyen insanlar milliyetçilik, doğruluk, haklılık, adalet, intikam gibi duygularla doldurulur; heyecanlandırılır, güçsüzlüğünde ve yenilmişliğinde hissedemeyenler hissettirilir; ağlamayanlar ağlatılır. Bu duygusallıkla insan kendi toplumsal varlığını insanca ilişki yerine, meşrulaştırılmış zalimlik ve 134 İrfan Erdoğan acımasızlıktan geçerek kanıtlar. Terörün içselleştirilmesinin ve mazoşist uymacılığın promosyonunu, propagandasını yapar. Bu promosyon ve propagandayla işlenen ve desteklenen bilişte (ve insanlık durumunda), ezilenler “saldırgan ile veya saldırganlardan biriyle kendilerini özdeştirirler” ve bu özdeştirmeler destekleyici sıfatlarla yüceltilir.12 Kurtlar Vadisi Irak filminde bir saldırganın üst temsilcileri meşrulaştırılmış bir saldırganlığın (savaşın) kurallarına uymayan bazı doğru olmayan işler yapıyor. Savaşta yapmaması gereken bazı şeyleri yapan bir gücün temsilcilerinin bir diğer güce (Türk ordusuna) karşı saygısızlığı, Tevrat’taki “dişe diş, göze göz” kuralına uygun olarak cezalandırılmaya çalışılıyor. Fakat ceza, “kötülerin” işlediği kanlı suçlar nedeniyle, ölüme dönüşüyor. Bu tür ve diğer türdeki filmlerin yarattığı veya yeniden ürettiği her şey üzerinde ayrıntılı olarak durulması, bunların amaçları ve sonuçları, toplum politikalarıyla bağları, daha iyi bir dünya kurabilme olasılıkları bağlamında incelenmesi gerekir. Bu tür inceleme faaliyetlerinin sonuçları akademik işbirliği ile toplumsal ve toplumlar arası gündemlere getirilmeli ve bu gündemlerde, değişim getirme amacıyla tutulmalıdır. Teşekkür Bu makalenin hazırlanışında okuyarak düzeltmeler yapan ve önerilerde bulunan araştırma görevlisi ve doktora öğrencilerim Aytül Tamer ve Esra Keloğlu İşler ve yüksek lisans öğrencim Can Cengiz’e teşekkür ederim. 12 Elbette, ben ve sen cahilleştirilmiş ve zalimleştirilmiş kitleye ait değiliz; biz ücretli/maaşlı köle falan da değiliz. Biz başkayız; aslanız, kaplanız. Demokratik ve özgür dünyanın özel ve kamusal alanlarında cirit atan, internette bilgi toplumuna ulaşan özgür insanlarındanız. Siz FB’li misiniz yoksa? Umarım ‘post-modern veya çağdaş duyarlılıklarınızı bu makalede “popülist söylemlerle” incitmiyorum. Moralinizi bozduysam lütfen Armada’ya falan gidip alışveriş yaparak, kaliteli bir şeyler yiyerek ve içerek rahatlayın ki sermaye de rahatlasın. Bakın, sermayeyi nasıl destekliyorum? Coştum: Yaaşaa Fenerbahçee. Polat da FB’liymiş. Geçenlerde Sevgilisinin GS’li olduğunu öğrenince dünyası başına yıkılmış. “Felek koymaz güleyim” demiş; feleğe kahrederek kızı terk etmiş. Kız da inat olsun diye Kasımpaşalıyla çıkmaya başlamış. Polat Kasımpaşalıyı da “vatan haini” diye nallamış. Mahkemede Polat beraat etmiş: Her şey vatan için! Onur ve vatan! (Bu öyküde bazı şeyler sakat gibi). Kabil’in öç alışı 135 KAYNAKÇA Albats, Y. (1994). The state within a state: The KGB and its hold on Russia- past, present and future. New York: Farrar-Strauss-Giroux. Aytaç, Ö. (1997). Medyanın gözüyle çeteler ve Susurluk. Ankara: Sam. Baran, Z. (2006). Patriot games. National Interest, Spring, 134-138. Boswell, S. (1999). The Russian mafia and the global capitalist system: a Marxist perspective. http://www.irfanerdogan.com/dersler/poleconders/russianmafia. htm adresinden 15 Şubat 2006’da indirildi. Camus, A. (1972). Neither victims nor executioners. Illinois: World Without War Publications. Carroll, N. (1988). Mystifying movies: Fads and fallacies in Contemporary Film Theory. New York: Columbia University Press. DeFino, D. (2004). The prince of North Jersey. Journal of Popular Film & Television. http://www.findarticles.com/p/articles/mi_m0412/is_2_32 adresinden 15 Mayıs 2006’da indirildi. Erdoğan, İ. (1997). Amerika: İkinci vatanda düşler ve gerçekler. Ankara: Ümit. Erdoğan, İ. (2001). Popüler kültürde gasp ve popülerin gayri meşruluğu. Doğu Batı, 15 (2), 65-106. Erdoğan, İ. ve Solmaz. P. B. (2005). Sinema ve müzik: Materyal satış ve bilinç yönetimi için bilişsel ve duygusalın oluşturulması. Ankara: Erk. Fields, I. W. (2004). Family values and feudal codes: the social politics of America’s twenty-first century gangster. The Journal of Popular Culture, 37(4), 611-633 Freeh, L. (1996). Federal Bureau of Investigation: Before the Senate Appropriations Committee Subcommittee on Foreign Operations. Hearing on International Crime. http://www.alternatives.com/crime/ intrcrim.html adresinden 10 Mayıs 2006’da indirildi. Furhammer, L. ve lsaksson, F. (1971). Politics and film. N.Y.: Praeger. Hansen, M. B. (1999). Benjamin and cinema: Not a one-way street. (Walter Benjamin). Critical Inquiry, 25 (2), 306-343. Jowett, G. (1980). Bullets, beer and the Hays Office: Public enemy. İçinde: J. E. O’Connor ve M. A. Jackson (Eds.). American history / American film: Interpreting the Hollywood image. (s. 57 - 76). New York: Frederick Ungar Publishing Co. Keegan, J. (1994). A History of Warfare. New York, NY: Vintage Press Knight, A. (1957). The liveliest art: A panoramic history of the movies. New York: Menthor book. Madsen, A. (1967). "Lang." Sight and Sound. 36 (3), 109-112 Mason, P. (2003). (Ed.) Criminal Visions: Media Representations of Crime and Justice. Cullompton: Willan. Mast, G. ve Cohen, M. (1974). Film theory and criticism. New York: Oxford University Press. 136 İrfan Erdoğan Metz, W. (1997). "Keep the coffee hot, Hugo": Nuclear trauma in Lang's 'The Big Heat.' (director Fritz Lang). Film Criticism, 21 (3), 43-63. Michaud, G. (1997). Class conflicts: Teaching the war film. Radical Teacher, 50, 1216. Pearce, F. (1978). Art and reality: Gangsters in film and society. Sociological-ReviewMonograph, 26, 245-270. Pearce, F. (1976). Crimes of the powerful: Marxism, crime and deviance. London: Pluto Press Limited. Rawlinson, P. (1998). Mafia, media and myth: Representations of Russian organised crime. Howard Journal of Criminal Justice, 37 (4), 346-358. Rositzke, H. (1988). The CIA’s secret operations: Espionage, counterespionage and covert action. NJ: Westview Press. Ruggiero, V. (1985). The encounter between big Business and organised crime. Capital & Class, 26 (2), 93-104. Ruggiero, V. (1995). Drug economics: A Fordist model of criminal capital?" Capital & Class, 55 (1), 131-150. Schiller, D. (1993). “Capitalism, information and uneven development.” İçinde: S. A. Deetz (Ed.) Communication Yearbook 16. (s. 396-406). Ca:Sage. Schiller, H.I. (1991). Not yet post imperialist era. Critical Studies in Mass Communication, 8 (1), 13-28. Whitney-Smith, E. (2006). War, Information, and history: Changing paradigms. 14 Mayıs 2006’da http://www.tmn.com adresinden indirildi. Williams, P. (1995). Transnational criminal organizations: Strategic alliances. The Washington Quarterly. Winter, 57-72. Young, M. B. (2004). Now playing: Vietnam. OAH Magazine of History. 18 (5), 2228. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 137-156 Makale Kurtlar Vadisi Irak’da eksiği kahraman dolduruyor Seçil Büker 1 Özet: Yazı amacı için çıktığı yolda karşısına çıkan engellerin üstesinden gelen ve mitsel bir kahramana dönüşen Polat karakterini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Kahramanın gizemli bir geçmişi vardır ve bu geçmiş izleyicinin çıkarsamalarına bırakılır. İzleyici kahramanın geçmişine ilişkin kendi yorumlarını geliştirir. Kahraman romantik bir geçmişe sırtını verir ve filmde yabanıl bir ortamda kendisini gösterir. O “görevi” yerine getirebilecek güçtedir ve bu yolculuğu ile de izleyicilere yaşamlarını anlamlandırmaya çalışırken çıktıkları iç yolculuklarını anımsatacaktır. Sıradan bir öykü ile mit arasındaki ayrımı izleyicinin izleme koşulu belirler. İzleyici izleme sürecine kendisini yansıtabilir, böylece filmin anlattığı öykü kendi var oluşunu ve değerlerini daha iyi anlamasına yardım edebilir. İzleyici filme kendisini yansıtır ama bu durumda film kendisini yansıtmayı seçmez. Yapıntısal olduğu üzerine gösteriye girişmez. Filmde yanılsamaya yol açan öğeler başattır. Saldırganlık, güç ve denetim kavramları üzerine kurulan erkeklik ideolojisi filmde kahramanın kaslı gövdesi ile değil, kahramanın serinkanlı davranışlarının oluşturduğu “giysi” ile sergilenir. Filmin kahramanı hiçbir zaman kaslı gövdesini seyirlik olarak sunmaz. Anahtar kelimeler: ideoloji, erkeklik, Kurtlar Vadisi Irak, kahramının inşası Abstract: The main interest of the article is to analyse Polat Alemdar as a mythic figure who overcomes obstacles that stand in the way of his quest for his goal. As a mythic figure he has a mysterious past, the back story is implied to the audience. The hero sets in the romantic past and now he is in an exotic milieux. He can manage to fullfill the “task”, and the journey of the hero reminds the audience their own inner journeys as they seek meaning in their lives. The difference between an ordinary story and myth depends on how the audience views it. The spectators can add reflective process to the viewing experince and the film conveys a story that can help the spectators to better understand their own values and their own existence. The audience projects on the film, but the film does not prefer to be a self-reflective film. The film refuses to flaunt its own condition of artifice. Illusionistic elements are dominant in the film. İdeology of masculinity which is worked out on notions and attitudes of agression, power and control is displayed by the mythic figure of the hero by his “costume” of calm attitudes but not by his mascular body. He never offers his body for visual display. Keywords: ideology, masculinity, character construction 1 Prof. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 138 Seçil Büker SUNUM Bu makale Kurtlar Vadisi filminde Polat Alemdar’ın mitsel bir kahramana dönüşümünün koşullarını irdelemeyi ve Polat Alemdar ile başka kahramanlar arasındaki benzerlik ve ayrımları ortaya çıkarmayı amaçlamakatadır. Çözümlemede mitsel kahramana dönüşme koşulları ve erkeklik ideolojisi temel alındı. Çözümleme Rene Girard’ın “üçgen arzu” (arzunun öykünmeci doğası) üzerine kuruldu. ÇÖZÜMLEME “Belgesel” başlıyor Karşımızda bir subay. 4 temmuz 2003’de olan gerçek bir olaydan söz ediyor. Yakın çekimde onun yüzü ve kalemi var. Kalem ve yüzden çevrinme ile kamera mektubu buluyor. Mektup sayfası üzerinde subayın sesi geziniyor, ses yavaşça mektuptan ayrılıyor, olayı izlerken onun sesini dış ses gibi dinlemeyi sürdürüyoruz. Bu gerçek, yaşanmış bir an. Yaşananı biliyor izleyici. Bir an belgesel izlediğini düşünüyor. Başına çuval geçirilmiş on bir asker. On birler (on ikiye bir kalmış, ama on ikinci henüz yok), boşluğu filmin kahramanı Polat Alemdar dolduracak. Döngü tamamlanmamış, on ikiden vurmak için bir kahramana gereksinim var. Film az sonra onu sunacak. Sunmayı vaat etti zaten. Eksik var, kahraman eksik. Şimdilik konuşan özne Amerikalı Subay. Kamera açık alanın çorak topraklarından çevrinir. Amerikan askerlerinin kuşattığı karargahı bulur. Soldan bir cip karargaha yaklaşır, arka koltukta oturan güneş gözlüklü Amerikalı (Mr. Marshall) camı indirir, kamera Amerikalı da odaklanır, o aldırmazlık içindedir, ıslıkla dokuzuncu senfoniyi çaldığını izleyiciler anlamaz bile. Siyah güneş gözlükleri gözlerini örter. Gözlüklü Amerikalı filmin başında ne tür bir anlam yaratmaktadır? Gözlük ile görme nasıl ilişkilendirilebilir? Ingold’a göre açık alan, bir yaşam alanı olarak doğa ile kültürün birleştiği bir yerdir. Bu noktada Ingold açık alan (landscape) kavramının karşısına görev alanı (taskcape) kavramını koyar (aktaran Carter ve Michael, 2004:273). Michael’a göre orada yaşayanlar açık alanla ilişki kurmak ve yaşamlarını sürdürmek zorundadır. Bu tarlayı sürmek, yol açmak biçiminde olabilir. Yaptıkları onlara yaşamı sürdürmeleri için gerekli olanı sağlar. Ama bu süreçte teknolojinin kullanımı temel koşuldur. Örneğin kardan korunmak için kar gözlüğü gereklidir. Doğa ile ilişki kurulurken doğaya yeniden biçim verilir (Carter ve Michael, 2004:273). Kamera açık alanı bir çerçeve ile Eksiği kahraman dolduruyor 139 sınırlarken, güneş gözlükleri gördüğümüzü estetize eder. Gözlük güneş ışınları için bir tür filtre oluşturur kimi renkleri belirginleştirir kimi renkleri de soluklaştırır. Yazarlara göre ya daha çok ya da daha az görmemizi sağlar. Estetize etme edimi ise çift yönlü. Gözlüğün giysileri ile oluşturduğu uyum, markası ve kullanım tarzı kişiyi estetik kılarken bakılanı da estetize eder. Filtreden geçen ışık görüleni belirler. Gözlük kimi kez de askerileştirilmiş erkeklik’i gösterebilir (Büker, 2004:274). Gözlük seyredilen alanı görmede bir tür örtü ya da engel. Çünkü görmenin biçimini etkiliyor. Gözlük üzerine yorumlarını araştırmacılar şöyle sürdürüyorlar: Örtü takılma biçimi de çeşitli anlamlara yol açabiliyor. Polisiye film ve dizilerde polisler, gizli ajanlar bu gözlükleri yeğliyor. Özellikle de aynalı gözlüklerde görevlinin nereye baktığı, nasıl tepki vereceği belli olmuyor. Gözlük seyredilenin bir ön görüde bulunmasını engelliyor. Bu tür bir iletişim ortamında polisin mikro iktidarından kaynaklanan gücü yalnızca yetkesini değil, tehlikeli olabileceğini de imler. Namlı ve saygın seyredenin seyredilememesi (görünür olmaması) bir başka açıdan da seyredilememenin çok görünür olarak gerçekleştirildiğini düşündürür. Carter ve Michael bu olguyu gizli olmayan gizli bakış olarak tanımlıyorlar (2004:274-275). Cip karargaha varır, cipin içindeki Amerikalı cipin camını indirir, ama Amerikalıyı “göremeyiz”, cam engeli kalkmıştır, ama başka bir “cam” görmeyi engeller. Çünkü bakışın sahibi gözlüklüdür. O da bakışın nesnelerine karşı kayıtsızdır, çevreyi ve durumu umursamaz, önce yüzü bakışın nesnesine (karargaha) dönüktür, az sonra başını öne çevirir, ıslık çalar, daha sonra bakmadığını görünür kılmak için başını sola çevirir. Böylece bakma için gerekli olan bir başka koşulu da ortadan kaldırır. Amerikalı cipten iner, karargaha doğru ilerler, başını demir parmaklıklı pencereye çevirir, pencereye bakar. “Gözlük belirsizliğin ve kötü niyetin göstergesi olabilir.” Film kişileri onun ne yapacağını bilmez. O bir Amerikan subayıdır, ama bir bakıma da yıldızdır. “Gözlüklü rock yıldızı ne hayranlarını ne de hayranlarının kendisine olan ilgisini görür. Onun aldırmazlığı tüm dünyaya kayıtsız kalışından kaynaklanır” (Büker, 2004:274). Araştırmacılarını gözlüğe ilişkin yorumlarını temel alarak şu saptamayı yapabiliriz. Yıldız kendisini öylesine önemser ve şişirir ki bu şişkin benlik gözlükten dışarıya yansır. Gözlüğün kurduğu bu bilinmezlik ilişkisi onun gerçek doğasını saklar. Yıldız bakışının nesnesini görmemeyi seçer, bakışının nesneleri de onun kendilerine kayıtsız olduğunu düşünür. Bu durumda bakışla kurulan ilişki ters yüz olmuş gibi görünür. 140 Seçil Büker Yüzbaşı ölmeye hazır on bir asker olduğunu vurgulayarak onurunu korumaya çalışır. Ama yukarıdan çarpışma izni gelmez. Türk askerleri silahları indirirler. Cipten inen Amerikalı demir parmaklıklı odanın camına bakar ve adamlarını bir baş hareketi ile odaya yönlendirir. Sigara odası olduğu söylenen odaya bir başka gözlüklü Amerikalı girer. Kesme: Siperde bekleyen bir eri Amerikalı silahı ile dürter. Er:”Ne oluyor lan” der. Kesme. Eri Amerikan askerleri konumlandığı noktadan uzaklaştırır, durum umutsuz gibidir. Ama görüntünün sol tarafında uydu anteni üzerinde şu yazı vardır: Next&Next Star. On bir askerin intikamını alacak olan yıldız (on ikinci kişi) yakında karşımızda olacak, ama henüz filmin tanıtma yazıları sürüyor. Böylece film “başlamamış” gibi yapılıyor. İslediklerimiz gerçek olaylar üzerine kısa bir “belgesel”. “Dışarı çıkmayacağız gerekirse bizi öldürün” diyen ve gözünü kırpmadan ölümü göze alan komutanı gören ve işiten Gözlüklü Amerikalı daha önce “ters yüz ettiği bakışını” düzeltir, artık aldırmazlığı sürdürmek zordur, gözlüğünü çıkartır. “Gerekirse öldürürüz, şimdi sorgulama için karargaha götürüleceksiniz” der. Gözlüğünü takar ve cipine biner, cipin camını kaldırır, artık bakmamayı hem gözlük hem de cipin camı ile daha da altı çizili olarak sergilemektedir. Başlarına çuval geçirilmiş Türk askerleri dışarı çıkarılırken tanıtma yazıları da akar. Kesme: Bu durumu içine sindiremeyen Türk subay “atalarımıza layık olamadık, şerefimiz için ölmedik, şimdi bunu senden istiyorum kardeşim” diyerek son verir yaşamına ve mektubuna, intiharından sonra film başlar, çünkü filmin adı görüntüyü kaplar: Kurtlar Vadisi Irak. Film Başlıyor Yol filmi başlar. Siyah2 cipte üç erkek, biri Polat Alemdar. Omurgası dik, omuzları belli belirsiz geride, “ağaç pozisyonu” olarak tanımlanabilecek gövde duruşunu seçmiş. Bastığı yere sağlam basıyor, kararlı, omurga dik ve toprakla bağlantıda, soğukkanlı, dingin. Yolu kesecek olanları gördüklerinde Polat Alemdar’ın iki arkadaşı başlarını daha da iyi görme isteğinin olağan bir eğilimi olarak öne doğru ilerletirlerken, yüzlerini tedirginlik belirtileri kaplarken Polat Alemdar cipin arkasında dingin duruşunu bozmadan ve tedirginliğe kapılmadan oturur. Yol kesildiğinde bu özellikleri daha belirgin olarak uygulamaya geçirebildiği ve gerekli eylemleri üretebildiği için yolu 2 Mr Marshall’ın askeri cipi, Polat Alemdar’ın siyah ve “sivil” cipi ile karşıtlık ilişkisi oluşturur. Eksiği kahraman dolduruyor 141 kesenleri kolayca ortadan kaldırır. Böylece tüm engellerin ortadan kaldırabilecek nitelikte olduğu açıkça vurgulanır. İzleyici daha önce gördüğü levhanın haber verdiği bir sonraki yıldızın Polat Alemdar olduğunu anlar. Yeniden yola koyulduklarında, kamera açık alanı (yabanıl alanı) alabildiğince vurgular. Açık alan Carter ve Michael’in vurguladığı gibi tam da görev alanına dönüşmüş. Bu kez “görev” yaşamın sürdürülmesi gibi sıradan bir işlev değil. “Görevimiz tehlike” olarak nitelendirilebilecek, tüm ulusu ve ulusun onurunu ilgilendiren bir iş. Yabanıl doğada tehlikeli ve gerilimli yolculuk sürüyor. Ama aynı alanda düğün hazırlıkları da var. Damat düğün tıraşı oluyor. Sakalı tıraş kremi ile yumuşatıyor berber. “Sakal ne kadar sert olursa olsun fırça sertliği alır, sakalı yumuşatır” diyor. Erkeğin yumuşayabileceği böylece anımsatılıyor. Hangi erkek ne kerte yumuşayabilir? Bunu henüz izleyici bilmiyor. Polat Alemdar ve arkadaşları oteli basıyorlar. Polat Alemdar otelin müdürünü çağırıyor ve “teknolojiyi” masaya koyuyor. Müdür karşısındaki kişinin teknolojinin bilgisine sahip olduğunu bilmediği için direniyor. Polat Alemdar dirseklerini masaya dayıyor, ellerini çene hizasında üst üste koyuyor ve elindeki teknolojik gücün yapabileceklerini anlatmaya başlıyor. Ellerin bu duruşu öz güveni, kararlılığı sergiliyor. Bu duruş kilimlerdeki “elinde belinde motifinin” bir başka çeşitlemesi. Eller yine güç gösterisinin bir aracı, gerçek bir “savaş” aracı. Ayrıca bu duruş yoga oturuşundaki duruşun tam karşıtıdır: Bu duruşta eller aşağıda, üst üste tutulur, avuç içleri yukarı doğrudur, duruş tam anlamıyla bir gevşeme ve teslimiyet halini sağlar. Aynı duruşun tam tersi olan ve dirseklerin güçlü biçimde masaya dayandığı duruşta ise gerginlik, tetikte olma hali vardır. Gevşemenin yerini güçlü bir kas gerilmesi alır. Bu durumda müdürün yapabileceği tek şey Polat Alemdar ile uzlaşmayı seçmek olabilir. Kahramanımız Polat Alemdar’ın isteği ile Mr. Marshall otele gelir, o da “silahlıdır”.Onun silahı Türk erkeği üzerine edindiği bilgidir. Çocuklardan oluşan koronun otele gelmesini sağlar. Türk erkeği savunmasız çocuklar karşısında yumuşamak zorundadır, çünkü o masuma silah kaldırmaz. Polat Alemdar uygulamalarından ve şimdilik intikam isteğinden vaz geçer.Böylece Amerikan askerleri başlarına çuval geçirilmiş olarak oteli terk etmekten kurtulurlar. Polat Alemdar ve arkadaşları oteli terk ederler. O masumlara dokunmayacak kadar duyarlı bir kahramandır. Kahramanın arkasında kalan öykü de önemli. Bu öykü kahramanın az sonra izleyeceğimiz edimlerini haklılaştırır, ayrıca kahramana gereksindiği gücü verir. Belgesel tadında izleyiciye aktarılan ve izleyicinin bildiği gerçek 142 Seçil Büker olay kahramanı güdülüyor. Ama mite dönüşecek olan kahramanın kendi geçmişi de var. İşte o geçmiş çok da açıklanmamalı, gizem korunmalı, izleyiciye ipucları verilmeli ama her ayrıntı açıkça anlatılmamalıdır. Bu koşul gerçekleştiğinde izleyici mite dönüştüreceği kahramanın geçmişini kendisi kurar. Mr. Marshall’a yardımcısı otel baskınından sonra Polat Alemdar ile ilgili şu bilgiyi verir: “Özel kuvvetler ile mafyayı çökertmiş, yüzünü estetik ameliyat ile değiştirmiş, yurt dışı görevlerde bulunmuş”. Polat Alemdar yine yurt dışı görevde, izleyici onun başarıları konusunda bu kısa bilgiye dayanmak zorunda. Bu zorunluluk kahramanı mitsel boyuta taşımasına da yol açacak. Polat Alemdar’ın gereksindiği ilk şey gizem. Yaptıkları konusunda ipucları veriliyor, ama gizem korunuyor, çünkü gizem onu sıradan olandan farklı kılacak. Genelde bu tür anlatılarda kahramanın kendi yaşamı ile ilgili “hesabı kapatılmamış” bir sorun vardır. Kahraman kendi geçmişi ile ilgili sorunu çözmek (hesabı kapatmak için) için yollara düşer. Polat Alemdar ise kendi geçmişini kapatmıştır, öylesine kapatmıştır ki artık yüzü de aynı yüz değildir. Onu yollara düşüren ulusunun geçmişindeki kara lekedir. Bu lekeden tüm ulus rahatsız olmaktadır. Kahraman sorunu çözerse ulusça “temizlik” gerçekleşecektir. Bu “temizlik” için izleyici kendisini filme yansıtmalıdır. İzleyici filme yansıyor Gerçekçi kahraman dediğimizde “bizim gibi” olanı anlatmak isteriz. Sıradan istekleri olan, yeni bir otomobil için biraz daha fazla çalışıp, düşler kuran biridir bu kişi. Olağan üstü yetenekleri ve bu yeteneklere bağlı istekleri yoktur sıradan kişinin. Ama filmin yapıntısal evrenine girdiğimizde bizden çok farklı yetenek, bilgi ve beceri ile donanmış kahramanlarla karşılaşırız. Bu evrende “simgesel kahramanlarla karşılaşırız, tek boyutludur bu kahramanlar, aşk, akıl, adalet gibi kavramlardan biri üzerine kurulmuşlardır. Yunan ve Roma dünyası onları bize bolca sunar: Athane/Minerva akıl Tanrıçası’dır, Aprodite/ Venus ise aşk Tanrıçası’dır. Poseidon/Neptune denizleri yönetir, Hades/Pluto yer altını dünyasının Tanrı’sıdır (Seger,1990:175). Gerçeğe yaklaştıkça tek boyutluluğun çok boyutluluğa dönüşmesi kaçınılmaz. Kuşkusuz gerçek isteniyorsa! Tek boyutlu kahramanlar (tanrı ve tanrıçalar) ile mite dönüşen kahraman arasında fark var, bu farkı da izleyici yaratıyor. Çünkü kahramanı mite dönüştüren o. Film izleme süreci etkileyici, film izlerken izleyici gülüyor, ağlıyor, kahramanları duyumsuyor, ama Seger’e göre (1990:185) tüm bu Eksiği kahraman dolduruyor 143 deneyimler film bittiğinde biterse, izleyici filmden sonra kahramanı yaşamında deneyim alanına sokmazsa kahraman mite dönüşmemiştir. Kahramanın yaşamın içinde anlamlandırılması gerekiyor bu durumda. Ama bunu gerçekleştirecek olan kuşkusuz izleyici. Kahramanın kendi adına yapacağı bir şey yok. Seger’in bu konuda üstü kapalı olarak yaptığı benzetme ilginç. Bu tür bir karakter “bir hortlak gibi” bizi sık sık ziyarete gelir. Bu durumda izleyiciden filme yönelen bir yansımadan söz edilebilir. Bu yansımaya filmin sunduğu öykünün bizim yaşamlarımız için önemli ve anlamlı olması yol açar. Filmdeki kahraman yaşamlarımızdaki bir çelişkiyi, sorunu, çatışmayı çözmek üzere gerçek yaşam koşullarında artık bizimle birliktedir. O yaşamı ve yaşamdaki değerleri anlamlı kılar. İzleyiciden kahramana doğru akıp giden bu yansıma izleyiciyi yeni davranışlara, yeni güdülenmelere yöneltir. Bunun gerçekleşmesi için KAHRAMAN GEREKLİDİR. Kahraman tüm engelleri yenmeli, her tür güçlüğün üstesinden gelmelidir. Bizim de yapmayı düşlediklerimizi o gerçekleştirmelidir. Ama Seger’den yola çıkarak ve esinlenerek mit olmanın ölçüsünü sunmak istiyoruz: Filmin anlattığı öyküye ve kahramana izleyici kendisini yansıtabiliyor mu? Bu sorunun yanıtı “evet” olduğu sürece kahraman mite dönüşür. Ama temel koşul izleyicinin kendini filme ve kahramana yansıtarak yaşamını anlamlı kılmasıdır. İzleyici “yansıtıcı” olduğu sürece kahraman kendisi adına endişelenmemeli. O artık unutulacak olan değil, film bittiğinde yaşamı bitmiyor, film bittiğinde yaşamaya başlıyor. Çünkü izleyici onunla var oluyor. Film kendisini yansıtıyor Film kendisini yansıtırsa izleyicide film ile ilgili bilinçlilik ya da farkındalık oluşur. Çünkü kendi varlığının bilincinde olan roman, film, vb. kendi yapay evrenini öne çıkartır, varlığını duyumsatır, gerçekmiş gibi yapmaz. “Anlatmaktan çok “gösterir” (Stam, 1992:127). “Yansıtıcı” olarak nitelendirdiğimiz filmler yanılsamayı kırıyorlar, yapıntısal bir gerçekliğe açılmıyorlar, bu nedenle de anlatım dilleri “saydam” değil. “Gerçekmiş” gibi yapmadıkları için sundukları film kişilerinin kahramana dönüşmesi olanaksız. Çünkü bu filmleri izleyenler “yansıtıcıya” dönüşmüyorlar. Sorunları tartışıyorlar, ama bu sorun ve çatışmalar yapıntısal bir gerçeklikte de yaşam gerçeğinde de “çözülmüyor”. Film kişisinin geçmişi ve yapacakları üzerine yorumlar inşa etmiyorlar. Stam’ a göre kendisi üzerine bilinçlilik geliştiren bu türün ilk örneği Don Kişot. Cervantes filmlerde Jean-Luc Godard’ın yaptığını 144 Seçil Büker yapıyor. Türlerle, geleneklerle “oynarken” kendi varlığı ve gücü konusunda bilinçlilik geliştirirken, taklit ettiğini sanata dönüştürüyor (Stam, 1992:131). Taklit edilenin varlığını yaratıcı önce kendisine sonra izleyiciye duyumsatırsa bilinçlilik söz konusudur. Bilincin olduğu yerde “gerçekmiş gibilik” yok olur. Ama “yansıtıcı izleyici” olarak tanımladığımız kişi tüm bu “taklitler” bir “örtü” ile örtüldüğünde ve gizlendiğinde kendisini filme yansıtmak için gerekli olan koşulu buluyor. Film ona aradığı kahramanı sunar. O da sunulana HAYIR demeyi düşünmez. Önceki metinlere öykünme bu açıklamalarımız bağlamında değerlendirildiğinde Polat Alemdar’ın kahramanlık serüvenine iyi bir giriş yapılabilir. Yeni dalga yönetmenlerinin, özellikle de Godard’ın kahramanları filmlerden pek çok şey öğrendiklerini saklamazlar. Dahası ilgili filmlerin oynadığı sinemalarının önünden geçer, afişlere bakarlar. Yanılsama içinde olmadıkları için suç, intikam, sabır, tarih, doğa gibi kavramları soyutlama gereği duymazlar. “Gerçekmiş gibi yapan”, izleyici için yanılsama koşullarını gerçekleştiren anlatı “anlatı başlamadan önce bir olayın olduğunu sezdirerek izleyiciyi “aldatır”, örneğin kovboy filmlerinde kahramanın intikam alması için daha önce öldürülen erkek kardeşe gönderme yapılır” (Stam, 1992:139). Böylece erkek kardeşin intikamının alınması gerektiği vurgulanır. Ama Geçen Yıl Mariadbad’da erkek kahraman kadın kahramana daha önce bir aşk yaşadıklarını anımsatmaya çalışsa da Alan Robbe-Grillet’nin dediği gibi bu soruların aslında hiçbir anlamı yoktur:”Filmin geçtiği evren sürekli bir şimdiki zaman evrenidir ve geçmişe dönüşü olanaksız kılar. Bu kadın ile bu erkek ancak perdede görününce var olmaya başlamışlardır; daha önce yokturlar. Filmin gösterimi bitince yine yok olurlar. Varoluşları filmin gösterildiği süredir. Seyrettiğimiz görüntüler ve duyduğumuz sözlerin dışında bir gerçeklik taşımazlar (Robbe-Grillet, 1963:78). Görüntüler ve sözler filmin dışında da var olduklarında zaten “yansıtıcı izleyici” de mutludur, haz duygusu içindedir, filmin kahramanı da. Polat Alemdar kimin Personası’nı taklit ediyor Çağdaş bir “kovboy”un Persona’sını taklit ediyor. Kardeşinin ve tüm ulusun kırılan onurunun intikamını almak için yollara çıkıyor, başka ülkelere gidiyor. Geçmişte kalan çok açık olarak sergileniyor, izleyici zaten bu olayı biliyor. Bildiğini filmin evrenine taşıması kolay. İntikam kavramını soyutlayan Polat Alemdar büyük harfle İntikam alır. Otel baskını sırasında Mr Marshall’a şunu söyler: “Senden almak istediğim bir şey var”. Almak istediği Eksiği kahraman dolduruyor 145 şeyi (intikamı) sözel olarak belirtmez. Alınmak istenin ne olduğunu Amerikalı kendisi çıkartmalıdır. Ama bu çıkarmayı yapması için Mr Marshall’ın ek bilgiye gereksinimi vardır. Polat Alemdar kendisini şöyle tanıtır: “Ben siyası parti lideri değilim, asker de değilim, senin dediğin gibi Türk’üm”. Böylece çağrışımsal düzeyde “Türk olmak” “intikam” kavramına bağlanır. Tüm ulusa esenlik getirecek olan intikamdan sıradan Amerikan filmi kahramanları gibi söz etmez. Filmdeki diğer kişilere “Böyle olacağını düşünmeliydin, intikam almaya geldim, geleceğimi hiç de düşünmemiştin, değil mi? Bak geldim işte!” demez. “Romantik bir geçmişi olan ve yabanıl ülkelerde göz kamaştıran eylemler gerçekleştiren serüven filmi kahramanı filmsel seyirliğe pek çok olanak sunar (Sobchack’tan aktaran Neale, 2000:74).” Marchetti’ye göre (2000:74) her tür şiddetin, dövüşün, silahlı çatışmanın çeşitlemelerini sunan bu filmler aslında ikiye ayrılır:Tek başına altın arayan bir kahramanın serüvenini anlatanlar, savaş filmlerinde olduğu gibi arkadaşları ile bir güçlüğün üstesinden gelen ve yeniden esenlikli alanlara dönen kahramanların serüvenlerini anlatanlar. Neale’in aynı sayfada vurguladığı önemli bir özellik de bu kahramanların sınırlı uzamlar içinde olmaları ve bu sınırlı alanlarda yer değiştirme yeteneğine sahip olmaları. Bu özelliklere baktığımızda sinema tarihinin başlangıçından bu yana varlığını sürdüren yoğun eylemli serüven3 filmlerinin bir çeşitlemesi ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Daha 1927’de Douglas Fairbanks’in The Gauche adlı filmini tanımlamak için kullanılan bu terim içinde pek çok türü barındırıyor. Kovboy filmleri, savaş filmleri, safari öyküleri anlatan filmler vb. Ama Neale’e göre bugün terim seksenlerde Hollywood’da Alien “dizisi” ile başlayan (1979, 1986, 1993), Indiana Jones (1981,1984,1993), Rambo (1982,1985,1988, Terminator (1984, 1991) süren ve Braveheart’a (1995) uzanan eğilimi kapsıyor. Kuşkusuz bu filmlerin yıldızları gövdelerini geliştirmiş Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone, Bruce Willis türü yıldızlardır. (Neale, 2000:71). Fallik gücün kaslarla seyirlik nesneye dönüştürüldüğü bu filmlerle karşılaştırıldığında Kurtlar Vadisi’nin kahramanının gücünü kasları ve gelişkin gövdesi ile kurmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Erkek izleyici için gelişkin gövdesi ile bir model sunan 1980 ve 90’lı yılların yıldızları Polat Alemdar için “demode” olabilir. “Serüven filmlerinin yıldızları oyunculuktan 3 Action adventure daha çok aksyon macera olarak Türkçeye çevriliyor, biz burada başka bir karşılığı önermek ve denemek istedik. 146 Seçil Büker çok anatomiye dayanıyorlar. Bu eylemleri gerçekleştiren Schwarzenegger, Sylvester Stallone, Jean-Claude Van Damme, Steven Seagal, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi yıldızlar etkileyici gövdelerini görsel seyirlik olarak sunuyorlar” (Grant, 2004:372-373). Kendini seyirlik nesne olarak sunmak kadınsı olmayı da benimsemek olarak nitelendiriyoruz. Dyer kendilerini seyirlik olarak sunan yıldızların edilgin olmayı kabul etmediklerini vurgular (Dyer,1983:66-67), onların yine eylem içinde oldukları için etkin olduklarını söylemeye çalışır, ama giriştikleri eylemler ne denli göz kamaştırıcı olsa da onlar Mulvey’in deyişi ile “bakılasılık” olmaktan kurtulamazlar. Sözü geçen yazıda Dyer’ın (1983:63) “cinselliğin seyirlik olarak” sunulması olarak tanımladığı olgu Polat Alemdar için geçerli değildir. Bakışın nesnesi olmak her erkeğin kaldırabileceği bir olgu değil. Polat Alemdar Grant’in sözünü ettiği “anotomi” yerine kararlı “duruş”unu koyar. Sözü edilen kahramanların kaslı gövdelerinin yerine “duruş”unu sergiler. Böylece bilinen “bakılasılıktan” kendisini soyutlar, çünkü o duruş ne acı çeken bir gövdenin sergilenmesidir, ne sıcaktan dolayı terlemiş ve çekilen zorluktan gövdenin ne de güçlü kasların sergilenmesidir. Polat’ın gövdesini giysileri örter, o örtünün altında güç, saldırganlık ve olayları denetleyebilme yeteneği saklıdır. Filmin odağında Neale’in (1983:5) “saldırganlık, güç ve denetim ile ilgili davranış ve kavramların sergilenmesi” olarak tanımladığı erkeklik ideolojisi kuşkusuz vardır. Ama bu ideolojinin sergilenmesi “bize göredir”. Kendisini “Türk” olarak tanımlayan “mitolojik kahraman olacak şeylerin değil, olan şeylerin yandaşıdır: Katledeceği ejder tam da status quo canavarıdır. Yerinde Duran, geçmişin bekçisi... düşman büyük ve hilebazdır, ejderdir, tirandır. Tiran gururludur, içinde cehennemi taşır. Karanlıktan yeniden beliren mitolojik kahraman, tiranın cehenneminin gizine dair bir bilgi getirir. Bir düğmeye basmak kadar basit bir hareketle etkileyici düzeneği bozar” (Campell, 2000:377). Organları tıbbi malzemeye dönüştüren, malzemenin niteliğinin bozulmaması için yaralı değil, canlı insanlara gereksinim duyan bu Tiran barışı sağlamayı bir gösteriye dönüştürür. Tiranın görevi yabanıl topraklarda barışı sağlamaktır. Bu amaçla yabanıl alanları “görev alanlarına” dönüştürür. “Görev alanı” kendi toprakları değildir, ötekinin açık alanıdır, ama Tiran Tanrı tarafından görevlendirildiğine inandığı için ötekinin alanını kendi görev alanına dönüştürmekte bir sakınca görmez. Şişkin egosu onu egemen ve güçlü olmaya özendirmektedir. Filmin daha sonraki bölümlerinde Mr. Marshall İsa ikonasının önünde şunları söyleyerek dua eder: “Bize yol göster, bize huzur ver. Bu fedakarlıklar hep görev aşkı ile Eksiği kahraman dolduruyor 147 yapılıyor. Bütün gücümle görevlerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Babil hesaplaşmasını tamamlayıp barışı sağlamama yardım et”. “Tiranın şişirilmiş egosu işleri ne kadar başarılı giderse gitsin kendisine ve dünyasına bir lanettir. ...öz kazanımlı bağımsızlık devi, dünyanın felaket habercisidir, zihinlerde kendisini insani eğilimler ile oyalayabilse bile” (Campell, 2000:26). Taşıma kamyonlarının havasız ve kapalı arka bölümlerine organları alınmak üzere doldurulan insanlara ateş etmek gösterinin bir parçasıdır. Ama insani yönü olan doktor organ deposu insanların böylesine koşullarda taşınmasına izin vermek istemez. Polat Alemdar canavarın bu yönünü Mr. Marshall’a “sen çocuk katilisin” diyerek dile getirir. Mr Marshall “ben on bir bin adamımı feda ederim, barışı sağlamak için herkesi öldürürüm, ben tesadüfen burada değilim, Tanrı tarafından görevlendirildim” der. Polat Alemdar: “Çocukları rehin alsam aramızda ne fark kalır” derken masum kişilere karşı ne denli duyarlı olduğunu vurgular. Kahramanda olması gereken beceri, yetenek, bilgi vb gibi özellikleri edinmiş, Greimas’ın deyişi ile edinç evresini tamamlamış olan Polat Alemdar çocuklara kıyamadığı için Amerikan askerlerinin kafalarına çuval geçirmekten ve intikamını almaktan vaz geçer. Duygusallık ve çocuklara kıyamama onun saklamadığı, açıkça dile getirdiği bir olgudur. Bilinen duruşunu sergileyerek oteli terk eder. Creed’in (1987:67) “erkekliği oynuyorlar” dediği Stallone ve Schwarzenegger’e özgü olarak gündeme getirdiği “insanbiçimli fallus, kaslı fallus”” kavramıyla Polat Alemdar’ın sergilediği erkeklik arasında benzerlik yoktur. Erkek izleyici için ideal ego olarak sunulan bu tür imgeler vücut geliştirme salonlarında gerçeğe dönüştürülebilir. Bu tür “kaslı erkek gövdesi kahramanlık giysisi olarak işlev görür” (Tasker,1993: 242). Masalsı güçlerle savaşırken örnek aldığı Hollywood kahramanlardan Polat Alemdar’ın en belirgin farkı da budur. O “giysi” olarak kaslara ve gelişkin gövdeye gereksinim duymaz. “Mono mitin çekirdek birimi mitolojik serüvenin bilinen tek düze yoludur. Ayrılma-erginlenme-dönüş. Bir kahraman olağan dünyadan doğa üstü tuhaflıkların bölgesine doğru ilerler. Burada masalsı güçlerle karşılaşır ve kesin bir zafer kazanır. Kahraman bu gizemli maceradan benzerleri üzerinde üstünlük sağlayan bir güçle geri döner” (Campell, 2000:41). Polat Alemdar mafya ile giriştiği ve bizim izlemediğimiz serüveninde erginlenme dönemini tamamlamıştır. Serüven derken Nerlich (aktaran Neale, 2000:76) “beklenmedik ve olağanüstü olanı” vurgular, bu durumda kahraman olağandışı ve beklenmedik biçimde ortaya çıkan durumlarla başa çıkabilmeli 148 Seçil Büker ve kendisi için gerekli olan dönüşümü yaşamalıdır. Polat Alemdar da masalsı güçlerle karşılaşmış, devleri, tiranları yenmiş ve zaferle yolculuğundan dönmüştür. Üstün ve güçlü olduğunu yeniden kanıtlamasına gerek yoktur, artık Büyük Koruyucu Baba olduğunu, gerektiğinde en değerli olanı bırakabileceğini göstermek zorundadır. Masalsı güçlerle baş edebilmeyi Hollywood’un eylem yüklü serüven filmlerini izleyerek öğrenmiş olabilir. Aslında bu filmler de “bu tür serüvenleri arayan orta çağ şövalye kültünden gelişmiştir” (Neale, 2000:76). Polat Alemdar otel baskını sırasında tatlı olarak apple pie seçer. Yardımcısı ise onu model olarak seçer, ama henüz onu taklit etmeyi başaramaz ve künefe ister. “Günümüzde arzunun taklitçi doğasını algılamak zordur çünkü en ateşli taklit en güçlü biçimde inkar edilendir. Don Kişot inkar etmiyor ve kendisini Amadis’in müridi olduğunu ilan ediyordu (Girard; 2001:33). Arzunun taklitçi doğasını “üçgen arzu” kavramı ile açıklayan Girard üçgenin köşelerine arzulanan nesneyi, arzulayan özneyi ve dolayımcıyı yerleştirir. Genelde özne ve nesne arasında düz bir çizgi olduğu varsayılır, nesnenin ortaya çıkmasına yol açan dolayımlayıcı unutulur. Oysa öznenin nesnesine özlem duymasına yol açan bir dolayımlayıcı her zaman vardır. “Bu başkası arzunun modelini verir özneye” (Girard, 2001:10). Don Kişot bunu açıkça dile getirir: Don Kişot Amadis de Gaule’un en mükemmel gezgin şövalyelerden biri olduğuna inanır ve onu taklit eder. Kahramanımız dayak yedikten ve yaralı olarak köyüne döndükten sonra bitkin bir halde uyur. Onun karıştığı serüvenlerin ve saçma sapan sözlerinin sorumlusunu aramak için rahip yanına berber arkadaşını alarak Don Kişot’un evine gider ve eve girer girmez Galya’lı Amadis Dörtlüsü adlı kitabı bulur. İspanya’da basılan ilk şövalyelik kitabının tüm olup bitenin sorumlusu olduğunu anlar (Cervantes, 2004:74). Girard örnek alınan kişiyi arzunun dolayımlayıcısı olarak adlandırır (2001:23). Don Kişot da pek çok kahraman gibi Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanır ve atı Rocinante’ye şunları söyler: ”Ey atların en mükemmeli, Tanrı’ya ve kutsal annesine güvenimi hala yitirmedim, yakında ikimiz de istediğimiz durumda olacağız; sen efendini sırtına almış, ben de senin üzerinde, Tanrı’nın beni bu dünyaya getirmesinin sebebi olan mesleğimi icra eder halde” (Girard, 2001:416). Katedral heyet üyesi Don Kişot’u uyarmak, dolayımlayıcısı konusunda bilinçlendirmek ister: “Saygıdeğer beyefendi, boş, tatsız şövalye kitaplarını okumak zat-ı alinize bu kadar zarar vermiş olabilir mi? Gerçekten o kadar uzak şeylere inanacak kadar aklınızı bulandırmış olabilir mi? Mümkün mü, insan aklı, şövalye kitaplarını dolduran o sayısız Amadis’lerin, Eksiği kahraman dolduruyor 149 şövalyeler güruhunun, yılanın, ejderhanın, devin, görülmedik serüvenlerin, savaşın,…onca saçma sapan olayın dünyada var olduğuna inanabilir mi? Ben bu kitapları okurken hepsinin saçma ve yalan olduğunu düşünmeye koyulmadığım sürece, belli bir zevk alıyorum. Ama ne olduklarını düşündüğümde en iyisini bile duvara fırlatırım…bu kitaplar her cezaya layıktır; çünkü sahte ve yalancıdırlar; sağ duyudan uzaktırlar;çünkü yeni tarikatlar ve yaşama biçimleri yaratırlar ve çünkü cahil halkın, içerdikleri onca saçmalığa inanmasına, gerçek sanmasına fırsat verirler. Hatta akıllı ve soylu kimselerin zihinlerini bulandırma cüretini bile gösterirler; zat-ı alinize verdikleri bunun açık örneği” (Girard, 2001:417). Don Kişot tüm eleştirilere göğüs gerer, ustasını savunur. “Birini dünyada Amadis’in de diğer maceracı şövalyelerin de olmadığına inandırmaya çalışmak, güneşin aydınlanmadığına, buzun soğutmadığına, toprağın doyurmadığına inandırmaya benzer” (Girard, 2001:418). Girard kahraman arzusunun dışsal niteliğini yüksek sesle açıkladığı için, ustasını kutsadığı ve onun müridi olduğunu ilan ettiği için dolayımın dışsal olduğunu söyler. “Dolayımlayıcı ile arzulayan özne arasındaki uzaklık fiziksel alanla ölçülmemektedir doğal olarak. Coğrafi uzaklığın bir etken olabilmesine karşın ikisi arasındaki mesafe her şeyden önce ruhsaldır. Don Kişot ile Sanço fiziksel olarak her zaman birbirine yakındırlar ama onları ayıran sosyal ve zihinsel mesafe aşılamaz olarak kalacaktır. Uşak hiçbir zaman efendisinin arzuladığı şeyi arzulayamaz. Şanso keşişler tarafından bırakılan yiyeceklere, yolda bulduğu bir kese altına, Don Kişot’un üzülmeden bıraktığı bir takım nesnelere gözünü diker, dolayısıyla Sanço’nunki dışsal dolayımdır. Dolayımcı ile arasında hiçbir rekabet mümkün değildir” (Girard, 2001:29). Polat Alemdar dolayımlayıcısı ile rekabet eder ve dolayımlayıcı ile kendisi arasında rekabet etmemek için bir neden görmez, ama ikisi arasındaki Ruhsal mesafenin farklı olduğunu, kendisinin de efendi olduğunu, hem de daha gelişkin ve bilge bir efendi olduğunu sürekli vurgular. Örnek aldığı kahramanları ve Amerikan filmlerini övmez. Amerikan film kahramanlarının yaşamında oynadığı önemli rolü dile getirmez. “En ateşli taklit en güçlü biçimde inkar edilendir” alıntısından yola çıktığımızda ve Polat Alemdar’ın bu güçlü inkarı dolayımcısı olan film kahramanlarını aşarak gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Onun ateşli taklidinde “aşma” ve “yenme”, ulusu temizleme başattır. Mitsel kahraman olmak için dolayım bağı yadsınmalıdır. Özne kahraman örnek aldığı kişiden üstün olduğunu kanıtlamalıdır ki dolayımcı ortaya çıkmasın, bundan dolayı bu tür taklitlerde mitsel kahraman taklit çabasını gizler, böyle 150 Seçil Büker bir çaba gösterdiğini Don Kişot gibi ilan etmez, bu çaba ile övünmez, tam tersine bu çabayı özenle saklar. Mitsel bir kahraman dolayımlayıcısı yokmuş gibi yapmak ve bu konuda yanılsama yaratmak zorundadır. Dolayımlayıcı onun düşmanıdır. O ulusu ve kendisi, dahası dünya için baş edilmesi gereken bir engeldir, bir devdir. Bu durumda sıradan okumada dolayımlayıcı “görünmez” olur ya da kahraman tarafından çeşitli yöntemlerle “görünmez” kılınır. Böylece Girard’ın sözünü ettiği üçgen yok olur, her şey düz bir çizgiye indirgenir. Çizginin bir ucunda kahraman ve diğer ucunda ise onun yitik nesnesi vardır. Yitik nesnesini kahramanımız “intikam” sözcüğünü anmadan şöyle dile getirir: “Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına geçiririm”. Polat Alemdar arzunun modelini veren Hollywood kahramanlarını yadsır, arzunun kendiliğinden çıktığı üzerine bir inanç geliştirir ve inancı izleyiciye de aktarır. Bu arzu için bir dolayımlayıcı yokmuş gibi yapar. Orhan Koçak Romantik Yalan ve Romansal Hakikat’in önsözünde bu ayrımı şöyle açıklar: “Eksenin bir ucunda dolayımın varlığını büsbütün gizleyen öteki ucundaysa etkin dolayımın varlığını etkin biçimde ortaya çıkaran yapıtlar vardır. Girard romantik-romansal karşıtlığı olarak adlandırır bu sınıflamayı; romantik yapıt arzunun kendiliğindenliğini yücelten yapıttır; romansal yapıt da yüceltimi kurcalayan ve deşen, aldanışın mekanizmalarını gösteren ve böylece arzunun dolayımlanmış niteliğini açığa çıkaran yapıt” (2001:10). Don Kişot arzunun dolayımlanmışlığını açıklarken Polat Alemdar gizler. “Ben serüven peşinde koştukları söylenen şövalyelerdenim. Memleketimden ayrıldım, mülkümü bıraktım, rahatımdan vaz geçtim ve kaderin kollarına kendimi teslim ettim,beni istediği yere götürsün diye. Ölmüş olan gezgin şövalyelik geleneğini diriltmek istedim ve uzun zamandır kah tökezleyip kah düşerek kah savrulup kah doğrularak amacımı büyük ölçüde gerçekleştirmekteyim, dullara yardım ederek, genç kızların imdadına koşarak, evlileri, öksüzleri, yetimleri koruyarak gezgin şövalyelere yakışır işler yapıyorum” (Cervantes, 2004:538). Polat Alemdar da Don Kişot’un üstlendiği pek çok işlevi kendisine görev edinmiştir. Ama o bunu açıklamaz, “özerk özne” olduğunu, “modelsiz” olduğunu bu konuda sessiz kalarak, Don kişot gibi açıklamalar yapmayarak kanıtlar. Taklit ettiği bir model yokmuş, “biricikmiş” gibi yapar, böylece kendi üzerine oluşacak olan miti güçlendirir. Model yoksa, yalnızca esin daha doğrusu “vahiy” vardır. “Vahiy” ve biriciklik onu tanrısal boyutta taşır. Bize göre tanrısal boyutta olmak mitsel kahraman olmanın en önemli koşuludur. Bir başka açıdan baktığınızda o yaralıdır. Girard’a göre “yaralanmış kişi, onu Eksiği kahraman dolduruyor 151 yarayanla aynı düzeye koyar kendisini hep” (2001:16). Onu yaralayana “saldırırken” onu model aldığını, ondan farklı olduğunu vurgulayarak gizler. Arzusu kendiliğinden ortaya çıkmış gibi yapar. Taklit sonrası: O artık mitsel bir kahraman Egemen, özgür, güçlü erkekten hangisi daha güçlü? Dünyaya egemen olan mı? Dünyaya egemen olana egemen olan mı? Ernestine Friedl erkeğe özgü egemenliğin ölçüsünü “diğerlerini denetleme” ye indirgiyor (aktaran Sunday, 1996:164). Bu tanım erkeğin etkin olduğu tüm alanlarda egemenliğin de doğal olarak ortaya çıktığını ileri süren tanımlarla karşılaştırıldığında daha “dar” bir nitelendirme sunuyor. Bu “dar” tanımdan yola çıktığımızda Polat Alemdar’ın denetimi kurarken yalnız olmadığını, yanında arkadaşlarının, ruhani liderin ve bir kadının (Leyla) olduğunu göüyoruz. Leyla bu etkinlikte yer alan tüm kadınları temsil eden Güçlü Dul Kadın. Erkek egemenliğinin tanımında bir özellik olarak sözü edilen kadına yönelik şiddet ve kadın üzerinde egemenlik kurma edimi ya da isteği bu filmde yok. Sanday bu tür eğilimlerin erkek egemenliğinin bir özelliği olduğunu söylerken bir başka özellik de ekliyor: “Siyasal ve ekonomik konularda karar verme konumundan kadının dışlanması erkek egemenliğinin bir başka koşuludur” (Sunday,1996:164). Öte yandan kadına yönelik olarak egemen konumdaki erkeğin kimi özellikleri de ilgili bölümde Sunday şöyle sıralıyor: Sert, cesur, saldırgan, sürekli kavga ve çatışma içinde, yaşamın büyük bölümünü erkeklere özgü alanlarda geçiren, tecavüzcü, kadına dayak atmaktan çekinmeyen. Bu özellikler erkek egemenliğinin göstergesi ise Polat Alemdar bu özelliklerin pek çoğunu sergilemiyor. Kimilerini de (cesur, gerektiğinde sert ve acımasız, saldırgan olma) kesinlikle kadına yönelik olarak sergilemiyor. Bu durumda onun egemenliği yitirdiğini söyleyebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Öyleyse Polat Alemdar’ın egemen olma koşulları nasıl oluşuyor ve o nasıl egemen konumunu koruyor? Alıntılar ile yola çıkalım: Erkekler kadın üzerinde idareci ve hakimdirler. Çünkü Allah birini cihad, imamlık, miras gibi işlerde diğerinden üstün yaratılmıştır. Bir de erkekler mallarından aile fertlerine harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkar olanlar ve Allahın korumasını emrettiği şeyleri kocalarının bulunmadığı zamanlarda koruyanlardır. Fenalık ve geçimsizlikten korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, yataklarından ayrılın. Bunlar da fayda vermezse dövün. Eğer size itaat ederlerse kendilerini incitmeye başka bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir. Çok büyüktür. (Nisa suresi: 4/34 Arif Pamuk ve Rahmi Serin Kur’an meali). 152 Seçil Büker Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyleri korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın/bulundukları yerden başka yere gönderin! Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür. (Yaşar Nuri Öztürk meali). Birinci mealde kadının dövülmesi söz konusu, ikincisi ise yalnızca onları evden uzaklaştırmayı öneriyor. Yine birinci meal erkeklerin egemen olma konumuna vurgularken, ikinci meal gözetim ve koruma üzerinde yoğunlaşıyor. Şeyh’in koruması altında büyüyen ve annesiz ve babasız Leyla’ya düğünden önce nişanlısı hançeri verirken şunları söyler:”Bundan sonra bu senin, ata yadigarı, çok kıymetli, soyumun erkekleri Selahattin Eyübbi’den bu hançeri eşlerine verdiler, soyumuzu, namusumuzu korusunlar diye”. Filmdeki kadının konumu iki mealin de dışında gerçekleşen bir uygulamadır. Kadın fallik güç simgesi olan hançeri düğünden önce almıştır. Bu gücü almak için özel bir çabası da yoktur. Erkek gönül rahatlığı içinde, geleneklere uyarak hançeri az sonra eşi olacak olan kadına verir. Böylece erkek ve kadın arasındaki güç ilişkisindeki hiyerarşinin olmadığı ortaya çıktı. Erkek egemenliği üzerine köy toplumlarında yaptığı araştırmalarda Rogers erkeğin resmi yetkesi ile kadının resmi olmayan gücü arasında bir denge gözlemledi (Rogers, 1975). Biçimsel olarak yetkeyi elinde bulunduran erkeğin karşısında kadının da güçlü bir konumu vardı. Erkek ve kadın arasındaki güç ilişkisinde hiyerarşi yoktu, ilişki dengedeydi ama yine de bu dengeli ilişki erkeğin egemen olduğu konusunda bir mite4 yol açıyordu. Rogers’a göre “köy toplumunda erkekler yetkeyi ellerinde tutuyor ve kadınlardan saygı görüyor, karar verme konumunu da koruyabiliyorlardı. Ama erkekler gücü göreceli olarak çok az kullanılıyorlar, ama denetim ve gücü ellerinde tuttukları gibi bir görünüm veriyorlardı (sözcüğe vurgulama benim). Bu güçsüz olma duygusu ile ilişkilendirilebilir, hem köy toplumunun gözünde hem de dünyanın gözünde onların sahip olduğu güçsüz bir yetkeydi (vurgulama benim), kadınlar erkeklerden daha güçlü olabiliyorlardı, bu kuşkusuz erkeklerin “simgesel” gücü önemsiz demek değildi (Rogers, 4 Logos’a karşıt olduğu kadar zamanla historia’ya da ters düşen mythos en sonunda “gerçek olarak var olmayan” her şeyi göstermeye başlamıştır (Eliade:1993:9). Eksiği kahraman dolduruyor 153 1975:728-729). Yazısının girişinde geleneksel yaklaşımda güç, denetim ve karar verme gibi üç kavramının önemini vurgulayan yazar bu güçlü kadınların denetim ve karar verme konumlarını da elde tutabildiklerini anımsatıyor. Ama bu gücün yetke ve yasallaşmış konumu (meşru konumu) barındırmadığını söylüyor. Çünkü kadınlar siyasal kurumların içinde değiller. Doğrudan canlı bomba olarak siyasal etkinliğin içinde olmak isteyen Leyla, Şeyh tarafından engellenir. Şeyh önce yere çömelmiş olan “kızına” ayağa kalkmasını söyler ve güç ilişkilerini dengeler. Sonra ona canlı bomba olmanın Allah’a iki kez isyan etmek demek olduğunu anlatır. Birincisi “Allah’tan umut kesmektir”, ikincisi ise “masum insanların ölümüne yol açmaktır”. Canlı bomba olmayı seçmek kıyamet alametidir ve “şeytan işidir”. Bir olduğumuzu anımsatır ona. Böylece film de Ingold’un “açık alan” ve “görev alanı” kavramlarının dışında bir de “huzur alan” vardır ve bu alan diğer alanla karşıtlık ilişkisi içindedir. Bu alanda kadın Şeyh’inin karşısında ayakta durabilir, düşüncelerini söyleyebilir. Şeyh önerilenlere kendi yetkesi adına değil, Allah adına, İslamiyet adına karşı çıkar. “Allah’ın ipine sarılalım” der ve kamera onun ışıklı yüzüne odaklanır. Hiyerarşiye dayanmayan güç ilişkisinin kaynağı nedir? Rogers erkekler ve kadınlar arasındaki, hiyerarşiye dayanmayan güç ilişkisinin egemen erkek “mit”inden kaynaklandığını vurguluyor. Mit kavramını “yaşamın içinde olup biten ile gerçek bir ilişkisi olmayan bir şey” nitelendirerek, bu kavramı ideolojik ve davranışsal boyutta daha büyük bir çerçevede ele aldığını ekliyor. Rogers’a göre bu kavramı masal ve söylencelerde değil, erkeğe toplum içinde gösterilen saygıda ve erkeklerin ellerine tuttukları prestij ve yetkede aranması gerekir Rogers sürdürüyor: “Köy toplumları erkek egemen değildir, egemen erkek “mit”i hiyerarşik olmayan toplumsal sistemi düzenler. Ama bu “mit” sıradan davranışları belirlemez: Erkekler gerçekte egemen değillerdir, kadınlar da erkekler de zaten bu egemenlik mitine inanmazlar…gerçekle yüzleşmekten kaçınarak inanmış görünürler, yanılsamanın içine gömülürler (1975:729). Mr Marshall’ı öldürmeyi Polat Alemdar üstlenir ve peçe takarak yüksek bir binaya konumlanır. Ama Leyla da peçeli olarak savaş alanındadır (köy meydanı). Ama bakışlarının nesnelerini engellemeyen, yalnızca yüzlerini kapatan peçelerdir bunlar. Leyla yine intikam peşinde olan, canlı bomba olmayı seçen erkeği durdurmak ister, ama başaramaz. Canlı bomba patladığında masumlar da ölür. Polat Alemdar konumlandığı yerden kadınları değil, arkadaşlarını korur, onlara yönelen silahları susturur. Ama Neale’in sözünü ettiği “kahramanların sınırlı uzamlar içinde olmaları ve bu sınırlı 154 Seçil Büker alanlarda yer değiştirme yeteneğine sahip olmaları gerekliliği” filmde işlemez. Kaçma/kovalamada Polat Alemdar ve arkadaşları sıkışıp kalırlar, Polat Alemdar arkadaşlarının birinin kaygı duymasına karşın evlere yönelir. Ama ev içi alana girmesini sağlayacak olan kadınla karşılaşacağını bilmeden bu seçimi yapar. Merdivenin başında tanımadığı kadını (Leyla) görür, kadın onlara seslenir ve onları ev içi alana çeker, mahzene saklar. “Erkeğin üstün olduğu düşüncesi erkeklerin yasal konumları ellerinde tutmalarından kaynaklanır. Kadınların ev içi alanın dışına çıkmada ve güçlerini göstermede yararlanabilecekleri çeşitli kanallar vardır (Rogers,1975:734). Friedl “kadına özgü gücün daha çok ev içi alanda ortaya çıktığını ve bu alanın kadınlarca denetlendiğini, çocukların evlendirilmeleri gibi pek çok konuda kadının karar veren konumda olduğunu” söylese de (aktaran Rogers, 1975:735), filmin evreninde Leyla gücünü ev dışı alana taşır. Ama egemen erkek “miti”tüm önemli etkinliklerin erkek tarafından yapıldığı” izlenimini yaratır ve onaylatır. “Güç ilişkisi karşılıklı bağımlılık üzerine kurulu ise…erkek ve kadınlara birbirlerine eşit oranda bağımlıysalar birbirlerini dengeliyorlar demektir” (Emersen ve Dahl’dan aktaran Rogers,1975:749). “Egemen erkek “mit”i ancak kadının açıkça ortaya çıkarmadığı erkeğin ise açıkça sergilediği güç arasında denge olduğunda ortaya çıkmaktadır oluşmaktadır” (Rogers,1975:752). Daha sonra dostlukları ilerlediğinde Leyla dışarıdan bilgi toplamayı (bilginin sahibi olmayı) ister, ama Polat Alemdar bu araştırmayı Erhan ile birlikte yapmasını gerektiğini söyler. Bir kadın ve bir erkek çevrede neler olup bittiğini gözlemleyerek bilgiyi Polat’a ulaştırırlar. Leyla ya da kadınlar dinsel törenlerde (zikir sahnelerinde) yer alamazlar. Önce yarım daire biçiminde konumlanır erkekler. Zikir sürerken Şeyh tarafından gerçekleştirilen dua dış sese dönüşür. Görüntüler evlerini terk eden, acı içindeki insanları gösterir. Savaş alanından kaçanlar huzur alanına göç etmeye başlarlar. Bir süre dış ses eşliğinde göç edenleri görürüz. “Yarabbi işittik ve itaat ettik. Galip olan hakim olan sensin. Ya Rab sen zülüm etmezsin zülüm eden biziz. Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesi ile ayrı düşüp bölündüğümüz için kendimize zülüm ettik. Biz bize zülüm ettiğimiz için düşman bize zülüm ediyor. Bize bu saldırıyı def edecek gücü ve enerjiyi ver. Vuruşma hukukundan bizi ayırma”. Zikir daire biçimini alan erkeklerin görüntüsü ile yeniden izleyiciye sunulur. Yine birlik düşüncesi vurgulanır. Bütünlük ve tamlığı simgeleyen “daire” erkeğin yaşamdaki etkinliğini ve etkenliğini vurguluyor. Bu özellikler onun savaşçı doğasını hazırlıyor. Eksiği kahraman dolduruyor 155 Törende etkin olmaları savaş alanında da etkin olmalarını sağlıyor. Erkek hem kurtarıcı hem yok edici. Leyla’nın tek arzusu, hançeri Mr. Marshall’ın kalbine saplamak. Polat Alemdar bu arzu karşısında irkilir ve ona şunları söyler: “Bu arzunu gerçekleştirmeni önleyecek olursam bana kızar mısın?”. Kadın yalnızca kurtarıcı olduğu için hançeri Mr. Marshall’ın kalbine Polat Alemdar saplar. Kahramanı ve arkadaşlarını kurtaran kadın başka yaşamlarını sürmesini sağlarken, kendi yaşamını bedel olarak sunar. Törenlerde yer almayan kadın yok etmeyi başaramıyor. Ama kendisi yok oluyor ve olası bir aşk da gerçekleşemiyor. Kadın Polat Alemdar’ı tanımış olmanın güzelliği ile yetiniyor. Hollywood filmlerinde rastladığımız cümleyi yineliyor: “Seni tanımak güzeldi”. Polat Alemdar yalnız kalıyor. Mitsel kahramana da yalnızlık yakışır. Yanında bir kadın olan mitsel kahraman görmek olanaklı mı? SONUÇ Yabanıl bir ortamda (“görev alanında”) mitsel kahramana dönüşen Polat Alemdar, kimi benzerliklere karşın öykündüğü kahramanlardan ayrımlı özgün bir kahramandır. Erkeklik tanımının bir çok özelliğini taşır, ama gerektiğinde tasarladığı eylemi gerçekleştirmemeyi seçebilir. Aslında onun da arzusunun modeli vardır, ama böylesi bir model yokmuş gibi yapar ve filmin yanılsamalı evreninde egemen bir erkek olduğunu kanıtlar. KAYNAKÇA Campell, J. (2000). Kahramanın sonsuz yolculuğu. İstanbul: Kabalcı Yayınları. Carter, S. ve Michael, M. (2004). Here comes the sun: shedding light on the cultural body. İçinde: H. Thomas ve J. Ahmad (ed.). Cultural bodies: ethnography and theory. Oxford: Blackwell Publishing. Cervantes (2004). Don Quijote (çev: R. Hemken). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Creed, B (1987). “From Here to Modernity:Feminism and Postmodernism”, Screen. 28 (2). Dyer, R. (1983). Don’t look now: the male pin-up”, Screen, 23, s. 3-4. Eliade, M. (1993). Mitlerin özellikleri (çev: S. Rifat). İstanbul: Simavi Yayınları. Girard, R. (2001). Rene Girard: Romantik yalan ve romansal hakikat. İstanbul: Metis Yayınları. Grant, B. K. (2004). Man’s favorite sport: The action films of Kathryn Bigelow. İçinde: Y. Tasker (ed.). Action and adventure Cinema. London: Routledge. Neale, S. (1983). “Masculinity as spectacle: Reflections on men and mainstream cinema, Screen. 24 (6). 156 Seçil Büker Neale, S. (2000). Action and adventure as Hollywood genre. İçinde: Y. Tasker (Eds.) (2004). Action and adventure as Hollywood genre. London: Routledge. Robbe-Grillet, A. (1961). Last year at Marienbad (çev. R. Howard). New York: Grove Press. Rogers, S. C. (1975). Female forms of power and myth of male dominance: a model of female/male interaction in peasant society. American Ethnologist, 2 (4), 727756. Sunday, P. R. (1996). Female power and male dominance: on the origins of sexual inequality. Cambridge: Cambridge University Press. Seger, L. (1990). Creating unforgetable characters. New York: An Owl Book. Stam, R. (1992). reflexivity in film and literature:from Don Quixote to Jean-Luc Godard. New York: Columbia University Press. Tasker, Y. (1993). Dumb movies for dumb people: masculinity, the body, and the voice in conpemporary action cinema. İçinde: S. Cohan ve I.R. Hark (eds.). Screening the male: exploring masculinities in Hollywood cinema. London: Routledge. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 157-181 Makale Kurtlar Vadisi Irak filminin bilişsel yapısı Cem Yaşın1 Özet: Kültürel üretim süreçleri ideolojiktir. Bu süreç içerisinde özne konumları oluşmaktadır. Özne ve kimlik inşası sembolsel, ikonsal ve indeksel anlatılardan geçerek oluşturulur ve tutulur. Bu anlatılar içinde olumlu ve olumsuz kimlik konumları yaratılır ve özneler bu konumlara yerleştirilir. Olumlu ve olumsuz kimlik konumlarında yaratılan dahil etme ve dışarıda bırakma ile özneler tanımlanır ve bilişsel yapının temel unsurları olarak işlenir. Bilişsel yapının yeniden üretimi için kimlikleri anlatı içinde konumlandırmak gerekmektedir. Anlatılar farklı araç ve formatta olabilir. Sinema da ideolojik bir araç olarak, bu yapının yeniden üretildiği bir alandır. Bu çalışma “Kurtlar Vadisi Irak” filminde bilişsel yapıları incelemektedir. Amaç bu yapıların neler olduğunu belirlemek ve irdeleyerek var olan bilgiye katkıda bulunmaktır. Bu bağlamda, Kurtlar Vadisi Irak filminin içeriği bilişsel yapı inşası çerçevesi içinde incelendi. Bulgular kuramsal çerçeveyi destekledi. Anahtar kelimeler: Cognitive structure, İdeoloji, Kimlik, Kurtlar Vadisi Irak. Abstract: Cultural production processes are ideological. In this process, subject locations are constituted. The constructuion of subject and identity are formed and maintanined through sembolic, iconic and indexial narrations. Positive and negative identity positions are created by these narrations and subjects are placed in these positions. Identities should be positioned within the narrative in order to reproduce the congnitive surtucture. Narratives can be in different media and format. Cinema as a medium of ideological apparatus, is a representational field of activity that reproduces this structure. This study researches the constructions of cognitive structures in the “Kurtlar Vadisi Irak” (Valley of Wolves in Irak). To do so, selected content of the Valey of Wolves Irak movie were examined. Findings of the study provided support for the theoretical framework. Keywords: Cognitive structure, Ideology, Identity, Valley of Wolves-Irak. 1 Yard. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi 158 Cem Yaşin ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI Bu makale, dünyayı anlamlandırdığımız bilişsel yapının, sinema filmi gibi ürünlerle nasıl üretildiğini “Kurtlar Vadisi Irak” filmi üzerinden analiz etmek amacıyla yazılmıştır. Dünyayı anlamlandırdığımız bilişsel haritalar ile mevcut egemenlik ve iktidar ilişkilerinin nasıl kurulduğu veya sorgulandığı bu çalışmanın alanını oluşturmaktadır. Kurtlar Vadisi Irak ile ilgili basında yer alan tartışmalar, bu bağlamda Amerika karşıtı bir bilincin mümkün olup olmaması ile sınıflandırılabilir. Tartışmalara konu veya taraf olan yazılardan bir kısmı Amerikan karşıtı bir bilinç veya içeriğin üretilemeyeceğini, bu içeriğin Amerikan karşıtı tepkileri ortadan kaldırmak için üretildiğini savunmuştur. Bu yazılarda tepkinin ortadan kaldırılmasını ise “gazını almak” olarak tanımladıkları süreç içinde tepki gösteremeyenlerin filmi izleyerek gerilimlerini attıkları ima edilmektedir. Filme yüklenen işlev, Amerikan karşıtı tepkinin giderilmesi veya hafifletilmesi ve psikolojik rahatlama sağlanmasıdır. Ama bu analiz bilişsel yapılarda filmin bir değişiklik yapıp yapmaması ile ilgili noktayı gözden kaçırmaktadır. Bilişsel yapının, Amerika ve diğer kimliklerin olumlu ve olumsuz kimlik kategorilerinde konumlanışını belirlediği göz önüne alınırsa anlatı içinde bilişin yeniden üretilip üretilmediğine bakmak gerekmektedir. Bu çalışmada anlatının nasıl kurgulandığı, nasıl bir biliş yapısı sunulduğu analiz edilmektedir. Siyaset bilimi ve anayasa hukuku kitapları, bir iktidarın sadece güç kullanarak varlığını sürdüremeyeceğini yönetilenlerin de yönetenlerin yönetme hakkı olduğuna iktidarın meşru iktidar olduğuna, inanmaları gerektiğini belirtir. Bu nedenle siyasal iktidarlar varlıklarını yönetilenlerin rızasına dayandırırlar. Rıza çoğu zaman yönetenlerin veya temsili kurumların kimlerden oluştuğu kadar, siyasal sistem ile ilgili bir kavramdır. Bu rızanın nasıl üretildiği ise bilinç ve ideoloji kuramlarınca açıklanmaktadır. Burke’e göre “hiçbir yönetim sadece güç kullanarak ayakta kalamaz. İletişim, iktidarı meşrulaştıran imajı yaratan anlamı sağlar.”(Stacks-Hill-Hickson, 1991: 119) Burke göre Retorik insanlığı biçimlendiren sembollerle biçimlenir ve bağlamı oluşturur. Retorik, bu bağlamı üç şekilde oluşturur: “1-Kendimizi ve ait olduğumuz topluluğu tanımlar. 2-Sembolin yorumlanması anlamın doğasını oluşturur. 3-güdüleri ve eylemleri anlamlandırır.”(Herrick, 2004: 224) Sembollerden oluşan süreç ise ideolojiktir. İdeoloji, bireylerin varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini temsil eder.” (Althusser, 1989: 43) Bu temsil, maddi dünyanın nasıl filmin bilişsel yapısı 159 anlamlandırılacağının bir toplumsal üretim olduğunu gösterir. Bu nedenle “ideolojinin varoluşu maddidir.” (Althusser, 1989: 46) Althusser’in tanımında, varoluşu maddi, yarattığı biliş ise gerçekle örtüşmeyen ideolojinin diğer gündelik pratikler gibi kültürel ürünler içinde nasıl işlediği bu çalışmada anlatı içinde oluşan kimlik kategorileri üzerinden incelenecektir. YÖNTEM Araştırmanın kuramsal çerçevesi özne, bilinç ve ideoloji bağı üzerine oluşmaktadır. Çalışmanın amacını oluşturan bilişsel yapının ideolojik bir üretim olduğu ve bu üretimin de sinema filmi gibi kültürel ürünler içinde üretildiği çalışmanın temel varsayımlarıdır. Eagleton’a göre (1996: 41) “İdeoloji, insani varlıkları birer toplumsal özne olarak kuran ve bu özneleri bir toplumdaki egemen üretim ilişkilerine bağlayan yaşanan (lived) ilişkileri üreten anlamlandırma pratiklerini düzenlemenin belli bir yoludur.” Başka bir deyişle ideoloji olumlu ve olumsuz kimlik kategorilerinin oluşumunun yanı sıra bize kim olduğumuz veya olmadığımız, biz olmayanın veya diğerinin kim olduğunun üretildiği süreçlerdir. Bu süreci belirleyen ilk unsur, maddi gerçekliğin bilgisinin üretilirken maddi gerçeklikten uzaklaştığıdır. Bu yüzden ideoloji kavramı çoğu kere yabancılaşma, “camera obscura”, yanlış bilinç gibi kavramlarla birlikte anılır. Marks ve Engels’e göre “İnsanlar ve sahip oldukları ilişkiler tüm ideolojilerinde sanki “camera obscura”daymış gibi başaşağı çevrilmiş biçimde görülüyorsa, nesnelerin gözün ağtabakası üzerinde ters durmalarının onların dolaysız fiziksel yaşam süreçlerinin yansıması olması gibi, bu olguda da, insanların tarihsel yaşam süreçlerine aynı şeyin olmasından ileri gelmektedir.”(Marks ve Engels, 1992: 42) Yabancılaşma ise insanın kendi emeğinin doğasına yabancılaşması ile başlar. Bottigelli’nin (1993: 65) belirttiği gibi: İnsan ilkin, emeğinin tözünün ta kendisi olan doğaya yabancılaşır. Ama bu yabancılaşma aracılığıyla doğa üzerindeki, onu örgensel olmayan bedeni duruma getirecek egemenliğini hazırlar. İnsan, onda artık cinsin temsilcisini değil bireyi, hasmı gördüğü öteki insana yabancılaştırır. Bu sürecin ikinci unsuru ise insanların bu sürecin içinde iken içinde oldukları süreci algılayamamalarıdır. “İdeolojinin içinde yer alan kişiler kendilerini tanım gereği ideolojinin dışında sanırlar: ideoloji aracılığıyla, ideolojinin ideolojik karakterinin fiili yadsıması ideolojinin etkilerindendir.” (Althusser, 1989: 54) “ideolojinin araçlarda (apparatuses), ritüellerde ve 160 Cem Yaşin pratikte nesnel bir varlığı bulunmaktadır; bu manevi veya düşünsel değildir, öznel değil, nesnel ve dışsaldır; o toplumun nesnel bir yüzüdür, toplumsal bütünlüğün talebidir; hiçbir özne tarafından üretilmeyen, ama özneyi şekillendirip, oluşturan kendini tekrar edecek tarzda yapılanmış bir olgudur.”(Larrain, 1994: 91) Althusser ideolojiyi maddi gerçeklik olarak tanımlarken, bu pratiğin oluşumunun devletin ideolojik aygıtları içinde gerçekleştiğini belirtmiştir. Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA), Dini DİA (değişik kiliseler sistemi), Öğretimsel DİA (değişik, özel ve devlet okulları sistemi), Aile DİA’sı, Hukuki DİA, Siyasal DİA (değişik partileri de içeren sistem), Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı (basın, radyo-televizyon v.b.), Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor v.b.) gibi muhtelif aygıtlardan oluşabilir. Althusser’e göre, üretim ilişkilerini yeniden üretimi, “hukukisiyasal ve ideolojik üstyapı yoluyla sağlanır.” (Althusser, 1989: 32) İdeolojinin maddi pratiği ekonomiden ayrılan ayrı bir düzeydir. Kerteler veya düzeyler arasında ilişkiyi görece özerk olarak tanımlayan Althusser, ekonominin son kertede belirleme ilişkisinde olduğunu söyler. Toplumsal öznenin oluşumu ideolojinin alanıdır. “Althusser toplumsal bütünlüğü ve tarihi öznesiz süreçler olarak algılamıştır.”(Larrain, 1994: 95) Althusser’de özne toplumsal eylemin faili değil, toplumsalla belirlenme ilişkisi içinde ideolojinin nesnesidir. “Özne kategorisinin işleyişiyle, her ideoloji somut bireyleri somut özneler olarak çağırır ve adlandırır.” (Althusser, 1989: 53) Althusser’in ideoloji kuramından İdeolojinin özne ve kimlik kategorilerini oluşturduğunu; özne kategorilerini oluşturan ideolojik süreçlerin somut pratikler olduğunu; öznenin oluşumun bilişsel bir süreç olduğunu çıkarabiliriz. Althuser’in özne kuramı, yapısal kuramlarla paralellik göstermektedir. Althusser’in ideoloji kuramı ile yapısal kuram arasında temel fark, ideoloji olarak tanımlanan şeyin yapısalcı kuram içinde kültür olarak tanımlanmasıdır. Kültür ise göstergelerle çalışmaktadır. Yapısalcı kuramda maddi gerçeklik ile maddi gerçekliğin bilgisi arasındaki ayrım doğa-kültür karşıtlığı ile tanımlanmaktadır. Sembolik alana giren veya dili kullanan, toplumsal birey olarak özne konumunu kabul etmiş olur. Bu, sadece öznenin kendi kimliğinin değil, toplumsal ilişkiler içinde diğer insanların da kim olduklarının kabulüdür. Bu süreçte özne, toplumsal olarak belirlenmiş kim olduğunun bilgisini simgesel alanda elde eder. Bu öznenin toplumsal belirlenimidir. Saussure’a göre anlamın üretildiği alan dildir. “Dil sosyal bir kurumdur.”(Bayrav, 1998: 41) “Dil bireyin değil, toplumun ortak aracıdır. filmin bilişsel yapısı 161 Belli kuralları vardır. O kurallara uymadığımız takdirde meramımızı anlatamayız. Bu bakımdan dil bizim dışımızda olan, bize baskı yapan bir kuvvettir.” (Bayrav, 1998:.42) “Dil bir sözleşme, bir uzlaşımdır ve üstünde anlaşmaya varılan göstergenin öz niteliği önemsizdir.” (Saussure, 1998: 39) Dil ise göstergelerden oluşur. Saussure’a göstergenin “zihinsel bir kavramdan oluştuğunu ve bu kavramın, dış dünyanın bir kavranışı olduğunu söyler. Gösterge gerçeklikle yalnızca onu kullanan insanların kavramları aracılığıyla ilişkilenir.” (Fiske, 1990: 64) “Saussure, göstergenin sistemdeki diğer göstergelerle ilişkisine değer adını verir. Saussure’a göre anlamı belirleyen aslında değerdir.” (Fiske, 1990: 69). Lévi-Strauss’a göre “...özne varlığının farkında bile olmadığı bir yapı tarafından inşa edilir. ...Özne yapının ve yapının dönüşümlerinin nesnesidir.”(Coward ve Ellis, 1985: 41) Lévi-Strauss’a göre dil gibi toplum da göstergeler dizgesidir. “Claude Lévi-Strauss da dilbilimsel yöntemi olduğu gibi budunbilime aktarmaya kalkmaz, ancak onun belirli ilkelerinden, belirli yöntemlerinden yararlanır. Toplumsal yapıyla dilsel yapının belirli özellikleri de böyle bir yararlanmayı geçerli kılar: her iki yapı da bu ortak yapının işlevidir.”(Yücel 1999: 58) Özne konumları bu toplumsal yapı içinde üretilir. Lévi-Strauss yapının çözümlemesi için üç ilke önerir: A) her yapı, birbirlerine değişim yasalarıyla bağlı, belirli bir bağıntılar bütünüdür. B) her yapı kendi oluşturucu birimleri olan özgül öğelerin bir birleşimidir ve bu nedenle bir yapıyı öbürüne indirgemek ya da bir yapıyı başka bir yapı aracılığıyla ortadan kaldırmak olanaksızdır. C) aynı dizgenin içinde yer alan farklı yapılar arasında –yasaların araştırması gereken- bir bağdaşım ilişkisi vardır, fakat bunun doğal çevreye uyum sağlama sürecinin başarıya ulaşması için zorunlu bir ayıklanma düzeneğinin sonucu olduğunu sanmak yanlıştır. (LéviStrauss, 1983: 129) “Claude Lévi-Strauss’un çabası, antropolojinin inceleme alanına giren toplumların gözleminden çıkardığı genel gerçeklik ile insanın doğal olandan kültürel olana geçişini, doğal olmayanın durumunu doğallaştırmasını ve bu süreç içinde öznenin konumlanışını deşifre etmek olmuştur.” (Yaşın, 2002: 60) Bu makalede, yapısal analiz tekniğinin öncelikle filmin başat karakterlerinin bütün içindeki karşıt konumlanışları tespit edilecek. İkinci aşamada ise filmin anlatısı içindeki Polat Alemdar, Sam William Marshall, Şeyh Abdurrahman Kerkuki gibi başat karakterlerin anlatıları içinde kimliklerin kuruluşu incelenecektir. 162 Cem Yaşin Araştırma’da veri toplama birimi olarak başat karakterlerin ikili diyalogları ele alınacaktır. Bu diyaloglar dörtlü bir katman olarak değerlendirilecektir. Bunlar inanç kimliği (Müslümanlık), etnik kimlik, ulusal kimlik (ulus devlet boyutu) ve dünya sistemidir. Senaryo içinde bu üç kavram birbiriyle yer değiştirerek kullanılmaktadır. Bu yer değiştirme kimlikleri tanımlayan bilişsel yapıların yeniden üretildiği alanı oluşturmaktadır. Seçilen diyaloglar, Polat ve Sam’ın konuşmaları, Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin kızı Leyla ve müritleri arasında geçenlerdir. Buna ek olarak Polat’ın Leyla ve diğer arkadaşları arasındaki konuşmalardan ve Sam’ın Yahudi doktor ile konuşması ve ibadet ederken söylediklerinden de faydalanılmıştır. ANALİZ Anlatı yapısının oluşumu ve kimlik eksenleri Senaryo, bir intikam öyküsü üzerine kurulmuştur. İntikam öyküsünü oluşturan Türk askerlerine ABD askerlerinin yaptığı haksızlık ve bir Türk subayının intiharının intikamı ile kurgulanmıştır. İkinci intikam öyküsü ise Leyla’nın kocasının ABD askerlerince düğünde öldürülmesiyle başlar. Bu iki intikam öyküsü, izleyicinin ABD’nin Irak operasyonunda yaşanan Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi ve Irak halkına karşı yürütülen operasyonlarla ilişkilendirilerek mevcut bilişsel yapılarla ilişki kurulmaktadır. İlk intikam öyküsü, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’taki Türk birliklerine Amerikan askerlerince düzenlenen operasyon sonunda bir Türk subayının vasiyeti ile başlatılıyor. Bu vasiyet, Türk subayının Amerikan askerlerine teslim olması ve direnememesinin sonucunda intihar etmesi ve Polat’ı intikam için görevlendirmesi ile tanımlanıyor. İki ordu arasında yaşanan olay, kişiselleştirilerek Polat ve Sam arasında bir intikam mücadelesine dönüştürülüyor. İki devlet arasında ilişki, Amerikan ve Türk kimlikleri arasında bir savaşa dönüştürülüyor. Polat’ın kimliğinde devlet politikaları dışında bireysel bir mücadeleye indirgeniyor; devlet boyutu milli kimlik ile yer değiştiriyor. Devlet politikasında gerçekleştirilemeyen, bir Türk kahramanın kimliğinde mümkün kılınıyor. İzleyicinin ezikliği bir kahramanın kimliğinde zaferi imkanlı kılan bir yapıya dönüşüyor. Özellikle Türk seyircisinin Türkiye Cımhuriyeti’nin Irak politikasında bulamadığı güçlü Türkiye beklentisi, maddi gerçeklikle anlatı içinde irade içi bir sürece dönüşerek güç ilişkileri yeniden tasarlanıyor. Devlet olarak olmasa da milli filmin bilişsel yapısı 163 kimlik olarak güçlü Türk imajı ortaya çıkıyor. Bu da filmin, izleyenler gerçek dünyadaki yenilgiyi bir zafere dönüştüren öğesidir. İkinci intikam öyküsü ise bir Müslüman kadının uğradığı zulümle somutlaşıyor. Türk kamuoyunun ABD ordusunun uygulamalarına duyduğu tepkiyi yakalayan anlatı unsuru, Müslümanların değer yapısı, aile kavramı ve yaşam tarzına yapılan saldırı ikinci intikamı meşrulaştırıyor. Müslüman Irak halkı ile ABD askerleri arasında çatışma ekseni Sam Marshall ile Leyla arasındaki intikam öyküsünde ete kemiğe bürünüyor. İkinci intikam öyküsünde, değişik seçenekler arasında tercihleri meşru ve meşru olmayanlar arasındaki tercihlerle Müslüman kimliğini yeniden üretiyor. Bu öykü ile Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin söylemleri bilge Müslümanın ağzından, olması gerekeni tanımlanıyor. İkinci intikam öyküsünün birinci intikam öyküsü ile birleşmesi ise Türk kimliği ile Müslüman kimliği bir potada eritiyor. Ama hikayenin yapısı Müslümanların zafere ancak Türk kimliği ile ulaşabileceğini kavramsallaştırıyor. İkinci intikam öyküsü Türklerin Müslümanların hamisi olduğu, Ortadoğu için Türklerin ağırlığı gibi kabulleri de izleyiciye aktarıyor. Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin diyalogları Müslümanların nasıl olması gerektiğini tanımlarken, kimlikler arasında ilişkileri tanımlamıyor. Mücadele Türk kimliğinin önderliğine ihtiyaç gösteriyor. Bu yolla yaşam tarzı olarak Müslümanlık, mücadele için Türk kimliği ön plana çıkarılıyor. Bu da özel alanda Müslümanlığı, siyasal alanda Türklüğü ön plana çıkaran bir bilişsel yapı sunuyor. Diyaloglarda bilişsel yapı ve kimlik Kurtlar Vadisi Irak’ın aksiyon filmi olması iddiasına karşın bilişsel yapısını oluşturan, filmin kahramanlarının kendilerini ve diğerlerini tanımladıkları konuşma metinleridir. Bu metinlerin sunumunda Polat’ın konuşmaları özel bir öneme sahip. Bu önem filmin kahramanı üzerinden sunulan doğruların bilişsel yapı üzerindeki ağırlığından kaynaklanmaktadır. Polat -Sam Diyalogu Polat’ın en önemli diyalogu Sam ile oteldeki diyalogudur. Polat ve adamları otele bomba yerleştirdikten sonra Sam William Marsahll’ı otele çağırırlar. Marshall içeri girdiğinde konuşma karşılıklı kimlik tanımları ile başlar. Polat otel müdürüne Sam Marshall’ı aratır. Marshall Polat’a kim olduğunu sorar. Polat cevap olarak “eğer otele gelmezsen oteli havaya 164 Cem Yaşin uçuracak olan adamım” der. İletişim bir güç mücadelesi biçiminde başlamıştır. Sam Marshall otele geldiğinde ilk cümlesi “Bak Türk nasıl bir belaya bulaştığının farkında mısın?” olur. Polat’ın cevabı ise Marshall altına bomba bağlanmış sandalyeye oturduğunda “asıl sen üzerine oturduğun belanın farkında mısın?” olur. Bir pazarlık formunda başlayan konuşma şu şekilde devam eder: Sam: Benden alacağın bir şey yok. Oteli havaya uçurmak istiyorsan uçur. Polat: Senden alabileceğim bir şey yok. Ama senin bana verebileceğin bir şey var. Polat’ın adamı çantasını açar. Çantanın içinde çuval vardır. Çantayı Sam’a doğru çevirir. Polat: Bu çuvalı kafana geçireceğim. Aynını adamlarına yapacağım. Hep birlikte başınızda çuvallarla otelden çıkacaksınız. Ve gazeteciler resminizi çekecekler. Bende bunun karşılığında sana Grand Hamilton’ı verecek, çekip gideceğim. Konuşma karşılıklı güç dayatması ile devam etmektedir. Sam pazarlık konuşmasını kimlik mücadelesine çevirerek devam eder. “Türk” diye başladığı milli kimlik bazlı konuşma bundan sonra devlet politikasına gelir. Sam: Bu çuvallar senin askerlerinin kafasına geçirdiğim çuvallar mı? Polat: Başın hala gövdenin üzerindeyse geçir şu çuvalı kafana. Yoksa sana tam uyacak bir kefen bezim var. Sam’ın konuşmaya müdahalesi konuşmayı ulusal bir meseleye getirmiştir; kimliğin boyutunda bir geçiş yapılmıştır. Sam: Tamam bak Türk. Türkleri iyi tanırım. Övünmeyi seversiniz. Sizin kendi kurallarınız kırmızı çizgileriniz var. Değişmez Irak Politikalarınız var. Biz istemezsek kimse bir şey yapamaz dersiniz. Sana bir şey söyleyeyim, kırmızı çizgilerini çoktan sildik. Irak politikalarınızın içine ettik buna aldırmadınız da başınıza geçen iki çuvala mı alındınız? Niye alındığınızı söyleyeyim. Birleşik Devletler son elli yıldır size para ödüyor. Donunuzun lastiğini bile biz gönderiyoruz. Neden bir şey üretemiyorsunuz? Para istiyorsunuz yolluyoruz. Daha fala istemek için mi birbirinizi dolandırıyorsunuz. Silah istiyoruz dediniz. Kabul ettik; gönderdik. Ama askerlerinizi göndermeden pazarlığa kalktınız. Ve sonra tekrar para istediniz. Nasıl unutursunuz komünistlerden kurtarmamız için yalvardığınızı. Niye alındığınızı söyleyeyim. Çünkü artık size ihtiyacımız yok. Sam konuşmasını Türk kimliğinden hükümet politikasına getirir. Böylece kimlik boyutunda geçiş yapmıştır. Ulusal politikaları ise Türkiye ile ABD filmin bilişsel yapısı 165 ilişkilerine bağlamıştır. Bu durum dünya düzeni ve ABD’nin bu sistem içinde yerini tanımlama imkanını getirmektedir. Söylem içinde Türkiye sürekli talepte bulunan, güvenilmez bir ülke olarak tanımlanmaktadır. Konuşma içinde Türkiye ve ABD ilişkileri yatay bir ilişki olarak değil dikey bir iktidar ilişkisi biçiminde tanımlanmaktadır. Bu dikey ilişkinin, bir adamı olma ilişkisi biçiminde olduğu “elli yıldır size para ödüyoruz” tümcesiyle ifade edilmektedir. Zayıf bir ülkenin güçlü bir ülkeye sığınışı “komünistlerden kurtulmak için yalvarmak” ifadesi ile belirtilmiştir. Anlatı içinde ABD’nin süper güç oluşu, Türkiye’nin de bu süper güce biat ettiği tanımlanmaktadır. Konuşma dünya düzeni içinde değişiklikler olduğunu, bu değişikliklerin de ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacını ortadan kaldırdığını söylemektedir. Konuşma sırasında Polat’ın adamlarının sinirlendiği görülmektedir. Bu tepki anlatılan durumun kabul edilmediğini göstermektedir. Polat tepkisini şu ifade ile dile getirmektedir: Ben siyasi parti lideri değilim; diplomat yada asker de değilim; aynen senin de dediğin gibi ben bir Türk’üm. Ve bir Türk’ün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım. Şimdi kes sesini ve tak şunu. Polat, çuvalı Sam’ın suratına fırlatır. Sam’ın değiştirdiği kimlik boyutunu Polat geri çevirmiştir. Siyasetçi, parti lideri, diplomat ya da asker olamamakla kendini devletin dışında tanımlamaktadır. “Ben Türk’üm” ifadesi ile kimliğinin altını çizmektedir. Kendini devletin dışında tanımlamasına rağmen gösterilen tepkiden Türklerin devletlerine söz söyletmediğini çıkarmak mümkündür. Diyaloglar yalnızca toplumsal yaşam içinde kimlik konumlarını ve ilişki eksenlerini belirlememektedir. Biliş haritasının en önemli unsurlarından olan değer sistemlerini ve kimliklerle değerler arasındaki ilişkiyi de tanımlamaktadır. Türklerin devlet algısı ve devlete atfettikleri değer, Polat’ın ve adamlarının tepkisiyle tasarlanmaktadır. Polat’ın çuvalı Sam’ın suratına fırlatması, güç mücadelesinde bir tür rest çekişi simgelemektedir. Sam’ın önünde iki seçenek vardır. Ya resti görüp Polat’ın bombayı patlatması, ya da güç oyununda havlu atıp çuvalı başına geçirmek. Fakat her iki durumda da çatışma ortadan kalkmaktadır. Gerilimi sürdürecek bir formül Sam’den gelir. Sam Polat’ın restini başka bir alternatifle geçiştirir. Sam: Peki tamam patlat umurumda mıymış görelim. Hadi yap. Sen benim Kabemi patlat, bende seninkini. Dur, dur bir dakika. Neyse bak. Herkesin hassas bir noktası vardır. Sen o çuvalı atarak hassas noktama dokundun ki, bu hiç hoş değildi. Bende seninkini biliyorum. 166 Cem Yaşin Sam geri döner ve içeri çocukların getirilmesini ister. Diyalogun bu kısmı Sam in Kabe tanımı ile ikili bir karşıtlığa bürünmektedir. Burada örtülü olarak Hıristiyanlık ve Müslümanlığa gönderme yapılmaktadır. Yüzüne çuval fırlatılmasını Sam hassas noktası olarak tanımlarken bilişsel olarak iktidar erkinin zedelenişine tepkisi ile mağrur Amerikalı’nın karşısındakinin zaaflarından yararlanarak tepkisini göstermesini izlemekteyiz. Türklerin çocuklara zarar vermeyeceğinden yola çıkılarak otele çocukların getirilmesi Amerikalıların kazanmak için hiçbir ahlaki norm taşımazken, Türklerin değerleri söz konusu olduğunda kaybetmeyi göze alabildikleri filmin sunduğu bilişsel yapı içinde yer almaktadır. Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki mücadele örtük ve kopuk olarak film boyunca verilse de filmin bütününe yansıyan bir yapı olmamaktadır. Filmin içinde mücadeleler dünya sistemi, ulusal çıkarlar gibi unsurlar yerine kimlikler arasında çıkar çatışması ve pratik gereksinimler ile ilişkilendirilmektedir. Kimlikler arasındaki ilişkiler bu nedenle somut ve soyut kavramsallaştırma düzeylerinden somut düzeye daha yakın verilmektedir; din somut pratiklerle kavramsallaştırılmaktadır. Dini yapının inşası ile ilgili iki diyalogdan çok monolog veya söylev filmin içine yerleştirilmiştir. Bunlardan biri Sam’ın İbadeti, diğeri ise Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin müritlerine konuşmasıdır. Sam’ın İbadeti Sam’ın ibadetinde ABD askerinin Irak’taki varlığı bir kimlik değişikliği ile Hıristiyanlık misyonu ile tanımlanmaktadır Şeyhin konuşması ve Sam’ın ibadeti Müslümanlık-Hıristiyanlık çatışmasını bilişsel yapı içinde inşa etmektedir. Sam’ın ibadeti Çarmıha gerilmiş İsa heykelinin önündeki mumu yakışı ile başlamaktadır. Sam: Efendim bazen isyan ediyorum, niye beni yanında istemiyorsun diye. Ama anlıyorum sana karşı vazifelerim bitmedi. Kışkırtmalara direnen kişi kutsanır. Çünkü öldüğünde kutsanır. Ölen kahramanların ve kahraman olacakların ruhlarını takdis et. Bize huzur ver. Bize hep yol göster. Bu fedakarlıklar hep görev aşkıyla yapılıyor. İsa efendimizi ve dünya barışını korumak için. Yüce efendim bütün gücümle vazifelerimi yerine getirmeye çalışıyorum. Bu dünya sana sadakatimi ispatlayacak işler yapmam için yaratıldı. Sen yeryüzüne dönmeden önce kutsal kitapta vaat ettiğin Babil hesaplaşmasını tamamlamamı sağla. Gelecek nesiller tanrının krallığını inşa edecek kahramanlara minnettarlığını sunarken, dualarında beni anlamaları ne büyük bir şereftir. Aziz Petros Roma’yı terk ettiğinde sen ona “Quo Vadis” demiştin: Nereye gidiyorsun? Burası Babil benim vatanım. Bana filmin bilişsel yapısı 167 nereye gidiyorsun demeyeceksin söz veriyorum. Ben bu topraklarda öleceğim; kanım bu topraklarda akacak; kanım vaat edilmiş zamana kadar, yani sen dönene kadar, yani vaat edilmiş topraklar bizim olana kadar akacak. vaat etilmiş topraklar bizim olduğunda barış gelecek. Ve barışı sağlayan tanrının çocuğu olacak. Filmde Sam’ın duası, Kürt milislerin boşaltılacak evleri işaretleyişi, halka erzak dağıtmaları; halka sağlık hizmeti götürülmesi gibi görüntülerle birlikte verilmektedir. Bu görüntülerin dua ile birleşmesi, ABD ordusunun aslında haçlı seferleri gibi Hıristiyanların çıkarları için Irak’ta olduğunu, bunu da kutsal bir savaş olarak gördüklerini, Irak’ı Hıristiyanlara ait kutsal topraklar olarak kabul ettiklerini bilişsel yapı içinde inşa etmektedir. ABD’nin Kürt milislere evleri boşalttığı görüntüler ile “vaat edilmiş topraklar bizim olduğunda barış gelecek” ifadesi ise ABD’nin bölgedeki planlarının demografik bir dönüşüm olduğunu, bölgeye kalıcı olarak geldiğini bilişsel yapı içine eklemektedir. Olumsuz kimliğin ağzından kurulan anlatı ile düşmanın hedefleri tanımlanmaktadır. Filmin içinde olumlu kimlik kategorisinde yer alan Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin ibadet sırasındaki konuşması ise Müslümanları bu yapı içinde konumlamaktadır. Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin Duası Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin konuşması dua formatında sunulmaktadır. Konuşmanın başlangıcında ise ibadet edilen mekan ve müritleri arasında Şey Abdurrahman Kerkuki yer almaktadır. Şeyh: Yarabbi işittik ve itaat ettik, Allah muhakkak işinde galiptir. Görünen ne olursa olsun, kim yenerse yensin, kim yenilirse yenilsin, galip olan, hakim olan, yapan ve yaptıran sensin. Sen ki Muhammet Mustafa’ya da yenilgi sınavını yaşatansın. Dua Müritlerin şeyhin çevresinde halka oluşturmasıyla başlarken, görüntü genç bir Müslümanın sırtında, yaşlı Müslüman kadının evini terk edişine geçmektedir. Ev çıkışında yaşlı kadın duvardan düşen taşı alıp yerine yerleştirir. Görüntüde ellerinde silahla ABD askerleri görünmektedir. Şeyhin konuşması, Müslümanların Irak’ta yaşanan olayları nasıl algılaması gerektiğini tanımlamaktadır. Şeyh kimliği güvenilen, bilge ve dini bilgi olarak danışma merci olarak kurulmaktadır. Bu yönüyle şeyhin azından çıkan sözler Müslümanlar için doğru yargı ve davranış kalıplarını tanımlamaktadır. Görüntüde mağdur Müslümanların durumu görünen olarak tanımlanmaktadır. Aslında yenmek ve yenilmek gibi kavramların bu görüntü içinde olduğu, ama 168 Cem Yaşin görüntünün arkasındaki gerçeğin Müslümanların bir sınavdan geçtiğidir. Bu sınav oluşan koşullar içinde doğru tutum ve davranışın benimsenip benimsenmemesi ile tanımlanmaktadır. Şeyh: Sen zulmetmezsin Yarabbi! Yarabbi inandık ve tasdik ettik; zulmeden biziz. Senin yolunda kenetlenmeyip, benlik hevesiyle bölündüğümüz ve ayrı düştüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için şimdi düşman da bize zulmediyor. Bütün zalimlerden sana sığındık. Yarabbi, bizler gafil olduk, günahkar olduk, mahkum olduk ve mağlup olduk. Kuran ve sünnetin hikmetleri ile uyanmadık. Sen bizleri düşmanın saldırıları ile uyandırdın. Şimdi de lütfet Yarabbi bize bu saldırıları defedecek güç ve enerji ver. Bilinçli sabır ve sebat ihsan eyle. Yarabbi bize barış dini İslamı getiren kutlu peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman, titizlikle sadık kaldığı vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma Yarabbi. İlk bakışta Müslümanların bir öz eleştirisi olarak algılanabilecek konuşma, görüntüler ile birleştiğinde içine düşülen olumsuz durumun değerlendirmesi ve suçlunun yine Müslümanların hataları olduğu yargısını üretmektedir. Görüntüde göç etmek zorunda kalan Müslümanların düştüğü olumsuz durum gözlemlenmektedir. Konuşmanın ilk kısmında içine düşülen durumun bir sınav olduğu belirtilmişti. Bu durumda zarar görenlerin yine Müslümanlar olduğu tanımlanmaktadır. “Gafil olduk, günahkar olduk, mahkum olduk ve mağlup olduk” ifadesi durumu sebepleri ile ilişkilendirmektedir. İçine düşülen durumu Müslümanların davranışında aranması gerektiğini göstermektedir. Konuşma içinde Şeyh bir İslamî kanaat önderi konumuna gelmektedir. Kanaat önderinin durum tespitinde Müslümanlar için iki yol gösterilmektedir. Birinci yolda Müslümanların Kuran ve sünnetten ayrılması ile yapılan yanlışlık vardır. Bu yanlışlığa karşı doğru yol olarak tanımlanan ise Kuran ve sünnetin yoludur. Konuşma içinde ise kanaat önderi, çıkış yolunu sabır sebat olarak tanımlamakta, yapılmaması gereken şeyi vuruşma hukuk ve ahlakından ayrılmak olarak tanımlamaktadır. Böylece örtülü olarak ABD askerlerine karşı girişilen intihar eylemi gibi saldırıların yanlış olduğu vurgulanmaktadır. Bu ayrımın iki ayrı İslam yaklaşımını da tanımladığı söylenebilir. Amerikan politikası içinde ılımlı İslam olarak tanımlanan ve İslami terörden ayrılan çizgiye gönderme yapılmaktadır. Benzer ifadeler, Şeyhin Kızı Leyla ve teröristler ile kurduğu diyaloglarda da gözlemlenmektedir. filmin bilişsel yapısı 169 Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin kızı ile diyalogu Leyla’nın düğünü ABD askerlerince basılmış kocası ve konuklardan bir kısmı öldürülmüş, bir kısmı da yakalanarak göz altına alınmıştır. Leyla’nın duyduğu kin onu intihar eylemcisi olma düşüncesine sevk etmiştir. Leyla bunu kutsal bir görev olarak görmektedir. Şeyhinin huzuruna çıkmıştır. Leyla: Kocam Allah yolunda şehit oldu. Eğer bir damla göz yaşı dökersem Allah beni kahretsin. Ama Ali’yi neden, neden öldürdüler. Vallahi öldürenleri öldürmek için üstüme bombaları bağlayıp üstlerine yürüyeceğim. O zaman yemin ederim onlarda görecekler. Bir Leyla’nın canı onların kaçının canına bedel. Görecekler. Baba izin ver kendimi de onları da öldüreyim. Şeyh kızının yaklaşımından irkilmiştir. Şeyh: Benim böyle bir şeye izin verebileceğimi nasıl düşünürsün. Bu kavgayı bilen biri bunu nasıl ister. İslamı anlayan böyle bir hırsa nasıl kapılır. Leyla: bundan başka ne yapabilirim ki. Şeyh: Leyla kızım, canlı bomba olmak demek Allah’a bir değil de iki isyan demektir. Birincisi Allah’tan umudu keserek kendi canına kıyman; ikincisi düşmanınla birlikte masum insanların canına kıymayı göze alman demektir. Leyla canlı bomba olduğun zaman kaç masumun öleceğini bilebilirmisin? Bilemezsin. Bunu bilemediğin içinde gerçekte şu veya bu masumu değil bütün insanları öldürmüş gibi olursun. Müslümanlardan intihar komandosu devşirenler Hassan Sabah fitnesini hortlatanlardır. Bu bir kıyamet alametidir. Bil ki şeytan işidir. Acını anlıyorum. Ama Müslümanları dünyaya korkunç insanlarmış gibi gösteren canlı bombalara heves ettiğini görünce üzülüyorum. Allah aciz değildir. Bizim bu günkü acizliğimiz Allah’ın kitabı ve Resulünün yolundan sapmışlığımızdan, birlik olamayışımızdandır. Her intihar eylemi bu acizliği ve zafiyeti artırır. Düşmanlarımız da böyle eylemlerin artmasını istiyor. Hatta belki de kendileri düzenliyor. Yegane kurtuluş ümidi Allah’ın ipine sarılmaktır. Dua edelim, gayret edelim, bir olalım, hür olalım. Şeyh konuşmasında, tavsiye edilen şiddet eylemlerinden uzak durarak sabretmeyi önermektedir. Müslümanlara önerisi ile bir Pentagon fantezisi olan “ılımlı İslam” kavramına yaklaşmaktadır. Müslümanların bir olamayışı ile ilgili kavramsallaştırması ise kimliği ulus devlet düzeninde algılamadığını göstermektedir. Ama Dünya düzenini inanç kimlikleri ile kavramsallaştırmaktadır. Dünya düzeni Müslüman olan ve olmayan olarak tanımlanmaktadır. 170 Cem Yaşin Şeyhin Teröristler ile Diyalogu Aynı duruş ve bilişsel yapı, Şeyhin kaçırılan Amerikalı gazeteciyi kurtardığı sahnede de vardır. Duvarda siyah üzerine beyaz yazılar asılı olan bir odada Amerikalı gazeteci diz çöktürülmüştür. Yüzü örtülü adamlardan biri gazetecinin pasaportunu tutmaktadır. Diz çöken gazetecinin başında yüzü örtülü teröristlerden biri elinde kılıç beklemektedir. Diğer terörist, fotoğraf ile resim çekerken, bir diğeri görüntüleri ve mesajları kameraya almaktadır. Elinde kılıç olan terörist, kılıcını kınından çıkarıp gazetecinin başının üzerinde kaldırır. Terörist: Herkes Irak’a gelen işgalcilerin sonunu görsün. Amerikalar, İngilizler, Yahudiler Irak’tan defolup gitmedikçe herkesin kafasını teker teker keseceğiz. Gazeteci öleceğini anlamış ve dua etmeye başlamıştır. Tam o sırada kamera kapıda beliren Şeyhe döner. Şeyh sakin adımlarla içeri doğru yürür. Diğer adamların Şeyhin girmesiyle duraklaması ve Şeyhin toplumsal konumunu, saygınlığını vurgulamaktadır. Bu konumda söyleyeceği her şey bir İslam aliminin, bir kanaat önderinin azından çıkmış olacaktır. Şeyh, elinde kılıç olan adamın yanına kadar gelir ve adamların yüzlerine bakar. Şeyh: Ne yapıyorsunuz siz? Kime özeniyorsunuz? Kime? Zalimlere çalışan kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberimizin yapmadığını siz kimden öğrendiniz? Şeyh teröristin elindeki kılıcı çekip alır. Terörist: Bu adam katillerin uşağı gazeteci masum biri değil. Şeyh: Ne dedin? Sen Allah mısın ki masum olmadığını bileceksin? Şeyh kılıçla gazetecinin elini bağlayan ipi keser. Ses tonu yumuşamıştır. Şeyh: Zalim biri olabilir, yalancı da olabilir, bu adam, biri sizin kellenizi uçursa büyük bir keyifle fotoğrafınızı çekerek Müslümanlar birbirlerini kesiyor da diyebilir. Siz kendinize bir zalimin yaptığı işi nasıl yakıştırıyorsunuz? Nasıl? Şeyh gazeteciye döner. Sırtına dokunur. Şeyh: Kalk. Al bunu. Şeyh kılıcı gazeteciye vermiştir. Şeyh: Kes kafasını. İçinden geçeni yap. Hadi, hadi. filmin bilişsel yapısı 171 Gazeteci kılıcı yere atar ve sadece gazeteci olduğunu söyler. Müslümanların mücadele tarzının yanlış oluşumu, masum insanlara zarar verebileceği somut bir olayla bilişsel yapı içine yerleştirilmiştir. Müslümanlar tek bir özne konumu olarak inşa edilirken, Müslüman olmayan dünya, kendi içinde farklılaşan bir yapı olarak sunulmaktadır. Aslında bu bakış, diğerinden dikkatin kendine çevrildiği bir bilişsel yapıyı temsil etmektedir. Müslüman olmayan dünya ile ilgilenilmemekte, Müslümanların kendi üzerine düşünümü yapı içine yerleştirilmektedir. Müslüman kimliğinin yeniden üretiminde bu işlevsel bir araç haline gelmektedir. Şeyhin diyaloglarında bilişsel yapı, Müslümanlar ve diğerleri şeklinde oluşurken özellikle Sam Williams Marshall ve Yahudi doktor arasındaki tartışmada inanç kimliği kendi içinde ayrışırken diğer katmanlarla da kesişerek sunulmaktadır. Sam’ın Yahudi doktorla diyalogu Sam’ın doktorla iki diyalogu, iki olayın gerçekleşmesi ile ilgilidir. Yahudi doktor, filmin yapısı içinde gözaltına alınanların organlarını çıkaran ve ameliyat için hazır halde dondurucular içinde yollayan bir kişi olarak sunulmaktadır. Doktor, düğünde gözaltına alınanların bir kısmının nedensiz yere yaralanmaları üzerine askerlerin sorumlusu ile tartışmıştır. Çünkü organları sağlam istemektedir. Doktor: Sen aklını mı kaçırdın? Burada insanların hayatını kurtarmaya çalışıyorum. Sam: Sen zenginleri kurtarmaya çalışıyorsun. Doktor: Beni seni yetkililere şikayet etmek zorunda bırakma. Çünkü yaparım. Sen arkadaşımsın. Ama neden burada olduğumuzu unutma. Sam: Ben buradayım. Sizin güvenliğiniz için kendimi tehlikeye atıyorum. Kürtleri, Türkleri ve Arapları birbirlerine düşürdüm. Sen ise bir böbrek için şikayet ediyorsun. Dalga mı geçiyorsun? Doktor: Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun? Sam: Beni sıkıştırmaktan vazgeçer misin? Beni rahat bırak. Ne kadar zorlandığımı biliyor musun? Bir fikrin var mı? Böyle basit konularla beni rahatsız etme. Doktor: Bak senden tek istediğim mahkumlara iyi davranman. Bana lazımlar. Kimi öldürdüğün umurumda değil. Niye öldürdüğün kaç kişiyi öldürdüğün beni ilgilendirmez. Ama bana birini getireceksen adamlarına onları sokakta vurmamalarını emretmeni istiyorum. Benim organlara canlı ihtiyacım var. Sam: Evet bunu yapacağım. Evet anlıyorum. Bunu yapacağım. 172 Cem Yaşin Diyalog içinde ABD askerleri ile İsrailli doktor arasında kurulan ilişki ABD askerlerinin Yahudilere hizmet için bölgede bulunduklarını bilişsel yapı içinde inşa etmektedir. Sam’ın “sizin güvenliğiniz için buradayım” sözü ile de bu yapı pekiştirilmektedir. İkinci olay ise Pazar yerinde canlı bombanın patlaması sonucu Sam’ın yaralanmasıdır. Sam tedavisi için doktorla buluşmuştur. Sam’ın sırtına saplanan parçaları doktor temizlemektedir. Doktor: Bu canını yakabilir. Canını yakarsa morfin yapabilirim. Sam: Bu ne cüret, bu ne küstahlık. Doktor: Buradaki yaşamlarını düşününce, cennete gitmek için ölen insanlar var; diğer taraftaki mutlu yaşama kavuşmak için. Sam: Anlamıyorum, İsa Mesih’e düşünenleri anlamıyorum. inanmayıp cennete gideceğini Doktor: Yani sen gidiyorsun, ben gidemiyorum söylediğin şey bu mu? Sam: İsa ölürken bu dünyayı size bıraktı. Biz onun tarafından seçildik. Onun krallığını kurabilmek için. Doktor: Buna bir itirazım yok ama benim halkım tanrıyla pazarlık yapabilen tek halktır. Bu yüzden bildiğim soyum cenneti kimseye bırakmaz. Sence? Sam: Morfin. Sam’ın konuşmaya girişi Hıristiyanlığı ve Hıristiyan dünyasını dünyanın diğer halklarından üstün gördüğü yapı ile başlamaktadır. Sam yapılan eylemi haddini bilmezlik olarak tanımlamaktadır. Filmin yapısı içinde olumsuz kimliğin kuruluşu kibirli bir kişilik yapısıyla birleştirilmiştir. Olumsuz kimliğin karşıtı olarak kendini gören izleyicide aşağılanma ve hor görülme hissi yaratacaktır. Olumsuz kimlik Müslümanları aşağılayan kendini üstün gören bir yapı ile sunulmuştur. Sam’ın konuşmasından oradaki insanlara değer vermediği, yaşam koşulları ile ilgilenmediği ortaya çıkmaktadır. Yahudi doktor insanların yaşam koşullarının kötü olduğunu bu nedenle bu tür eylemler yaptıklarını söylemektedir. Doktorun konuşmasından bilişsel yapıya iki unsur eklenmektedir: Yahudilerin maddi koşulları algılama biçiminin Hıristiyanlardan farklı olduğu. Pratik düşünmeleri sonucu daha nesnel oldukları. Diğer unsur ise yapılan eylemin çaresiz insanların umutsuzluğu ile ilişkilendirerek bir tür nihilist bir yapı olarak sunulmasıdır. Sam ve Doktorun konuşmasında Hıristiyanlık ve Musevilik karşılaştırılmaktadır. Sam’ın konuşması Irak’ta olan biteni Hıristiyanlığın filmin bilişsel yapısı 173 inançları ile ilişkilendirmektedir. Diğer faktörler dışarıda kalmaktadır. Böylece konu bir tür inanç kimlikleri arasındaki mücadeleye indirgenmektedir. Sam’ın Yahudi doktorla tartışmaya girmediği de yapı içinde izlenmektedir. Sam’ın konuşmalarından çıkan en önemli yapı unsuru ise İsa’nın Krallığı kavramıdır. Bu bir tür dünya düzeni düz değiştirmesidir. Dünya düzeni olumsuz kimliğin ağzından İsa’nın olarak sunulmaktadır. Doktorun girişimleri ise konunun içinde “ben de varım” anlamı taşımaktadır. Doktorun “benim halkım tanrıyla pazarlık yapabilen tek halktır” ifadesi kendisine ayrıcalıklı gördüğünü ve dünya düzeni içinde pazarlık yapılmadan Hıristiyanlığın tek başına hakim olamayacağını ima etmektedir. Filmin yapısı içinde ABD’nin İsrail ile olan ilişkileri üç sahnede verilmektedir. Bunlardan ilki Polat’ın otele bomba yerleştirdiğini açıklaması ile salonu terk edenler arasında bir hahamın olmasıdır. Küçük bir sahne olmasına rağmen salondakilerin kıyafetleri süreç içindeki kimlikleri temsil etmektedir. İkincisi ise düğünde gözaltına alınanların götürüldüğü mekanın bir organ toplanan mekan olmasıdır. Organ nakli işi ise Yahudi Doktor kanalı ile İsrail ile ilişkilendirilmektedir. Üçüncüsü ise yukarda sunulan konuşmadır. Sam’ın etnik kimlik temsilcileri ile diyaloğu Diyalogların büyük bir kısmı inanç kimlikleri ile ilgili oluşturulmuş ve etnik kimlikler aynı oranda temsil edilmemiştir. Arap, Kürt ve Türkmen kimliklerinin bir araya geldiği diyalog, Sam ile Pazar yerinde buluşmalarıdır. Liderler Sam’den önce gelmiş ve kebapçıda oturmuşlardır. Sam içeri girer. Sam: Siz yemeğe başlamadınız mı? Kürt Lider: Siz gelmeden olur mu efendim. Sam: Otel bombacılarını buldunuz mu? Kürt Lider: Maalesef efendim. Olayı araştırıyoruz en ufak detaylarına kadar. Sam: Anladığınızı sanmıyorum. Benim tek bir gayem var: Irak’ı bir arada tutmak. Ve sizlerin barış içinde yaşayabileceğinizi kanıtlamak için kalıcı bir hükümet kurmak. Siz Türklerle ittifaka devam ettiğiniz sürece, sizde Arap dünyasıyla buna devam ettiğiniz sürece, sizinde bağımsız bir Kürt Devleti kurma çabalarınız sürerse bu bölgede asla barış olmaz. Beyler benim tek itirazım bu kutuplaşma üzerine. Lütfen soğuk bir portakal suyu alabilir miyim? Arap Lider: Ama bize eşit davranmıyorsunuz. Biz suçluyuz. Çünkü, Saddam’ı biz yarattık, hepimiz teröristiz. Niye bir düğündeki insanlar terörist ilan edildiler? 174 Cem Yaşin Sam: Çünkü terörist ve bombacı yetiştirmeye devam ediyorsunuz. Pekala, sorunlarınızı anlatın çözüm bulmaya çalışacağım. Türkmen Lider: Bakın söylendiği gibi köylerimiz sadece işgücü nedeniyle boşaltılmıyor. Köylerdeki aileler uydurma bahanelerle sistemli biçimde göç etmeye zorlanılıyor. Sadece bizimkiler değil Arap köyleri de aynı bizim köyler gibi boşaltılıyor. Sam: Söyledikleri doğru mu Ebu Tarık? Arap Lider: Maalesef doğru? Konuşma içinde üç etnik yapının Sam’ın kişiliğinde ABD ile yakınlığı oluşturulmaktadır. Yakından uzağa Kürtler, Araplar ve Türkmenler sıralanmaktadır. Kürtler işbirlikçi, Türkmenler mağdur, Araplar ise arada bir kimlik olarak temsil edilmektedir. Sürecin Kürtlerin menfaatine, Türkmen ve Arapların aleyhine çalıştığı anlatılmaktadır. Etnik Yapıların ABD ile konumu farklı diyalog ve söylemlerde yapılaşmaktadır. Polat’ın Türkmen liderle konuşması Polat ve adamları Türkmen Lider Hasan’ın evine gelmişlerdir. Polat’ın eve giriş görüntüsü, Sam’ın bir adamından Polat hakkında bilgi alması ile kesilir. Polat’ın kimliği ve ilişkileri ile ilgili bağlantı kurulmuş olmaktadır. Polat’ın hem devlet için görev yapması hem gizli olması Türkmen lider Hasan ile olan ilişkisinin bağlamını kurmaktadır. Görüntü Sam’ın bürosundan Türkmen Lider Hasan’ın odasına döner. Polat ve Hasan koltuklara oturmuş kahve içmektedirler. Türkmen Lider: Dağı Kürtlere, çölü Araplara, petrolü de kendilerine ayırdılar. Bizimse gidecek yerimiz dahi yok. Polat: Planı bugün yapmadılar. Türkmen Lider: Bizi bağımsız olarak bir araya dahi getirmiyor. Toplantıları kendi himayesinde yapıyor. Bilişsel yapıda Türkmen lider’in söyleminden etnik kimlikler arası ilişkilerin ABD tarafından düzenlendiği, bu düzenlemenin ise Amerikan çıkarlarına göre oluştuğu söylenebilir. Filmin kurgusu içinde Kürtler ile ABD arasındaki efendi uşak ilişkisi, Türkmen ve Araplar için karşı kimlik biçiminde yapılaşmıştır. Türkmen kimliği ABD tarafından kontrol edilemeyen bir unsur ve Türkiye’ye yakın konumlandırılmıştır. ABD’nin adamı olma yapısı Kürt liderin halka hitabında da yer almaktadır. filmin bilişsel yapısı 175 Kürt liderin halka hitabı Amerikan yardımı dağıtılan meydanda Kürt Lider konuşmaya başlar. Yanında Sam vardır. Kürt Lider: Hepinizin huzurunda aslında söylememem gereken bir sürprizi bu mutlu günde sizlerle paylaşmak istiyorum. Bay Marshall’ın bu ülke için yaptıklarını unutamayız; ve bizim için. Iraklılar olarak sayın Marshall’a olan minnetimizi Bağdat’a bildirdik. Sayın başkanımız bu minnettarlığımızı cevapsız bırakmadı. Sayın Marshall. Sam: Bana sadece Sam de. Kürt Lider: Saddam’ın sarayından gelen ve şu anda trenle buraya gelmekte olan bir piyanoyu sizden kabul etmenizi istiyorum. Iraklıların minnettarlığı adına. Sam: Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. Onur duydum. Sam Kürt Liderin kulağına eğilir; “Türkmenlerin işi bitti, sıra Araplarda” der. Bu diyalog üç etnik yapı içinde Kürtlerin işbirlikçi, Türkmenlerin ve Arapların ise ABD çıkarlarıyla karşıt konumlanışını simgelemektedir. Yapı içinde, ABD askerlerinin desteği ile etnik yapılar arasındaki güç dengelerinin değişimi temsil edilmektedir. Polat ile Leyla’nın diyalogları Polat ile Şeyh kızı Leyla’nın diyalogları, tanımlanması en zor yapılardan birini oluşturmaktadır. Bunun sebebi, ilişkinin ortak intikam hikayesi dışında belirsiz yapısıdır. Filmin erkek ve kadın kahramanı arasındaki ilişkiyi bir aşk ilişkisi olarak tanımlamak zordur. Kimlik katmanında ne aynı milletten ne de aynı etnik yapıdan gelmektedirler. Ama ortak kimlik katmanı olan inanç kimliği ile de ilişkiyi tanımlamak imkanlı değildir. Ortak düşman dışında, ilişkinin temellendiği somut bir eylem de bulunmamaktadır. Bir işbirliği formatında kurgulanan yapı Leyla’nın Polat ve adamlarını ABD askerlerinden saklaması, istihbarat toplamada yardım etmesi gibi unsurlar somut pratiklerde temsil edilmiştir. Polat ve Leyla’nın ilk diyalogu, ABD askerlerinin aramalarından Leyla’nın Polat ve adamlarını saklaması sonucu, ABD askerleri gittiğinde gerçekleşmiştir. Polat ve adamlarının saklandığı sığınağın kapağını Leyla açar. 176 Cem Yaşin Leyla: Gittiler gelin Polat: Adın ne? Leyla Ne önemi var? Polat: Çünkü borçlu olduğum kişinin ismini bilmek isterim. Leyla: Borcunu ödeyeceğin zaman öğrenirsin. İlk karşılaşmadan görüntülenmektedir. sonra Leyla, Polat ve adamları bir evde Polat: Sen hayatımızı kurtardın. Buyur ettiniz ve büyük bir konukseverlik gösterdiniz. Ama buradan gitmeliyiz. Leyla: Amerikalılar her yerdeler. Biraz daha beklemeniz gerekiyor. Polat: Amerikalıların gitmesini beklersek yaşlanırız Leyla. Dışardan bilgi almamız ve ona göre davranmamız gerekiyor. Leyla: Nasıl bir bilgiye ihtiyacınız var? Ben araştırıyım. Polat: Hayır sen yapamazsın. Belki Abdülley. Ama onu tanırlar. O sırada Erhan elinde tencere ile içeri girer. Polat: Erhanla birlikte çıkarsanız rahatça dolaşabilir misiniz? Leyla önce Polat ve adamlarını saklamış, sonra evinde ağırlamış ve istihbarat toplamalarına yardımcı olmuştur. Evin damında Leyla ve Polat oturmaktadır. Leyla: Burada oturmamalısın. Eğer biri görürse yakalanabilirsin. Polat: Sam yüzünden buraya tıkıldım. İnsanlara zulmediyor ve ben bir şey yapamıyorum. Leyla: Senin yaptığın yeni bir şey değil, onun zulmünde senin hiçbir rolün yok. Onun ölmesini benden çok isteyen olamaz. Ama sabretmekten başka yapacak bir şey yok. Polat: Böyle sabırlı olmayı nereden öğrendin. Leyla: Sabrın dayanamadığım kısmını yaşadığım hayattan, direnebildiğim kısmını ise şeyhim sayesinde öğrendim. Polat: Şeyh Leyla: Abdurrahman Halis Kerkuki beni o büyüttü. Polat: Annen, baban? Leyla: Babamı hiç görmedim, Annem öldüğünde de onu hatırlayamayacak kadar küçüktüm. Beni o büyüttü bütün evsizleri, öksüzleri büyüttüğü gibi. Polat: Bu hayatta en çok yapmak istediğin şey ne Leyla? filmin bilişsel yapısı 177 Leyla: Eskiden bir hayalim vardı. Gözlerimi kapayıp, yıldızlara bakarken, bu topraklarda son nefesimi vermek isterdim. Tek hayalim buydu benim. Polat: Şimdi? Leyla: Şimdi tek bir isteğim var hayatta. Bu hançeri o aşağılık herifin kalbine saplamak. Ancak o zaman anlayabilirim bir kalbi var m?, yok mu? O zaman huzur içinde ölebilirim. Uzun diyalog, olumsuz kimliğe duyulan tepki ile başlamaktadır. Bu tepki içinde bulunan çaresizliği de tanımlamaktadır. Polat eli kolu bağlı beklemektedir. Leyla’nın önerisi ise “sabır”dır. Sabır Leyla’nın kimliğini önplana çıkarmakta. Olumlu vasıftan, olumlu vasfı yaratan kimlik çıkmakta ve o da İslamiyet’e bağlanmaktadır. Hayatta yapmak istenen şey ile olumlanan değerler ön tanımlanmaktadır. Leyla’nın hayatta geçmiş beklentisinin “gözlerini kapayıp, yıldızlara bakarken, bu topraklarda son nefesimi vermek” olması yaşadığı ortamı ve bu yolla toprak kavramını başat değer olarak ön plana çıkarması vatan kavramının eğritilmesi olarak değerlendirilebilir. Şu anda Leyla için en önemli şeyin Sam’ı öldürmek olması, toprak ve vatan kavramları ile ilgili hayatta en önemli beklentisini kaybetmiş olmasına bağlanabilir. Huzurlu bir gelecek elinden alınmıştır. Artık geriye bu geleceği elinden alanlardan intikam almak kalmıştır. Leyla ve Polat’ın diyalogunda kişisel ilişki düzeyinde yapının oluşması kimlik katmanlarında belirsizleştirmeyi getirmektedir. Leyla’nın etnik yapısı hiçbir zaman ön plana çıkmamıştır. Şeyh tarafından büyütülmesi ve Şeyhin kızı olması nedeni ile inanç kimliği katmanı kaçınılmaz olarak ön plana çıkmaktadır. Kimlikler arası ilişkilerde ise Sam ve ABD karşısında konumlanışı daha başat bir yapı oluşturmaktadır. Etnik kimliği arka plana itilerek olumsuz kimlik karşısında konumundan kimlik yapısı oluşturulan Leyla, aslında filmin yapısının içine Polat ile inanç kimliği ortak paydasında bir araya gelmiş gösterilmektedir. Bu da ABD operasyonun belli etnik yapı ve milletler, ulus devletlerle değil, Müslümanlara karşı bir girişim olarak yapı içinde ifade edildiğini göstermektedir. SONUÇ Kurtlar Vadisi Irak filminin oluşturduğu bilişsel yapı, kimlikler arası ilişkiler üzerinden kurulmuş bir yapıdır. İlişkiler, kimliğin farklı düzeyleri arasında geçişle oluşmaktadır. Bu geçişlerin gerçekleştiği dört temel katman 178 Cem Yaşin bulunmaktadır. En altta etnik kimlik katmanı, bunun üstünde inanç kimlik katmanı, milli kimlik katmanı ve bu katmanların bağlandığı dünya düzeni veya ulus devletlerin ilişki katmanı. Bu katmanlar arasındaki geçişler ise maddi gerçeklik ve kurgusal ilişkisinin iki katman arasında kurulması ile oluşmaktadır. Maddi gerçeklikle tanımlanan, haber gündemi içinde toplumsal hafızada yer eden olaylardır. Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi bu tür olaylara örnek verilebilir. Bu olay en son katman olan dünya düzeni ve ulus devletlerin ilişkisinde bir olayken, bu olay milli kimlikler ile ilişkilendirilip Polat’ın kişiliğinde ete kemiğe bürünerek anlatının yapısını oluşturmaktadır. Somut toplumsal hafızanın ilişkilendiği katman ile tasarlanan yapının oluştuğu katman arasında ilişki düz değiştirme ve metaforlarla sentezlenmekte bilişsel yapı tekrar üretilmektedir. Türkiye’de günlerce Kerkük’te Türkmenlere uygulanan asimilasyon politikası muhtelif haberler ile verilmiştir. Kerkük’ün Kürtleştirilmesi ile ilgili görüntüler ve göçe zorlanan Arap ve Türkmenlerin görüntüleri televizyonlarda yer almıştır. Bu görüntülerin büyük bir kısmı somut toplumsal hafızanın oluşumunda önemli bir faktör olmuştur. Bu toplumsal hafızanın yer aldığı kimlik katmanı etnik kimlik katmanı, olarak tanımlanabilir. Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin müritlerine duası göç ve bir kentin boşaltılma görüntüleri ile verilmiştir. Bu da inanç kimliği katmanı ile etnik kimlik katmanını metaforlar değiştirilmesi ve bilinç altında ideolojik kodların yerleştirilmesi anlamına gelmektedir. Türkmenler ve Araplara uygulanan asimilasyon politikası Müslümanlara uygulanan baskı olarak sunulmaktadır. Katmanlar arasında geçiş ise bu yapının dünya düzeninin Müslümanlar ile ABD yandaşları arasında yeniden üretimini mümkün kılmaktadır. Filmin bilişsel yapısı, büyük oranda olumlu kimlik kategorileri üzerinden kurulmaktadır. Bilişsel yapıyı oluşturan olumlu kimlikler Polat, Şeyh Abdurrahman Kerkuki, Leyla, Türkmen lider gibi unsurlardır. Bu kişilerin kimlikleri, diyalog ve söylemleri yukarda bahsettiğimiz kimlik katmanları arasında geçişlerde gözlemlenmektedir. İkili ilişkiler bu kimlikleri farklı boyutlara taşınmasını sağlamaktadır. Film içinde ön plana çıkarılan, inanç kimliği olmaktadır. ABD’nin Irak operasyonu bir tür Hristiyan-Müslüman mücadelesi biçiminde sunulmakta, arka planda bu çatışma yapı içine yerleştirilmektedir. Kurtlar Vadisi Irak ile ilgili ABD karşıtı bir bilişsel yapıyı taşıyıp taşımadığı konusunda tartışmalara bu değerlendirmeler ışığında baktığımızda, ABD’nin dünya düzeni içinde tasarladığı islami blok anlayışını desteklediği filmin bilişsel yapısı 179 görülmektedir. ABD “İslami Terör” olarak tanımladığı şeye karşı kendi müttefiklerinin kimliğinde tanımladığı “Ilımlı İslam” anlayışını yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu ayrım, filmin bilişsel yapısı içinde keskin çizgilerle ayrılmaktadır. Bu da ABD’nin tasarladığı bilişsel yapılar ile Filmin bilişsel yapısı içindeki paralelliği göstermektedir. Filmin ABD karşıtı olduğunun ileri sürülmesi ise bu bilişsel yapının örtük olarak aktarılmasını imkanlı kılabilmektedir. Müslümanların nasıl olması gerektiği filmin yapısı içinde olumlu kimlik, kanaat önderi olarak tasarlanan Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin söylemleri ile yapı içine yerleştirilmiştir. Şeyhin yaklaşımı ile ılımlı olmayan veya şiddet eylemlerine başvuran İslami çizgi, Kuran ve sünnetten kopuş olarak tanımlanmaktadır. Leyla canlı bomba olmak istediğinde, Şeyh Abdurrahman Kerkuki ona bu durumun Allaha iki büyük isyan olduğunu söylemiştir. Bunlardan ilkinin Allah’dan umudu keserek canına kıymak; ikincisinin ise masum insanların ölümüne sebebiyet vermek olduğunu söylemiştir. Filmin yapısı içinde olumlu kimlik olarak yerleştirilen Polat ve Leyla ise benzer şiddet eylemlerini meşru olarak uygulayabilmektedir. Eylemlerde farklılık yokken filmin yapısı bu eylemleri meşrulaştırmaktadır. Aradaki ince çizgi masum insanların hayatını kaybetme riski ile tanımlanmaktadır. Filmin başından itibaren şiddeti meşrulaştıran veya gayri meşru kılan yapı burada tanımlanmaktadır. Polat ve Sam arasındaki otelde yaşanan diyalogda olumlu kimliği kuranın masum insanlara şiddet kullanmamak biçiminde olumsuz kimliğin değili olarak yapılaştırılmıştı. Sam, Polat’ın oteli havaya uçurmasını engelleme için çocukları otele getirmiş ve Türkler’in hassas noktasının masum insanları öldürememek olduğunu söylemişti. Polat buna karşın “ Ben onları öldürmem; ben onları kullanmam. Eğer bunu yapsam aramızda ne fark kalır” der. Kimlikleri oluşturan en önemli kategori, filmlerin yapısı içinde olumlu ve olumsuz kimlik kategorileridir. Bu ayrım filmin yapısı içinde şiddetin kullanılma kuralları ile ayrıştırılmıştır. Filmde bu ayrışma Şey Abdurrahman Kerkuki’nin kaçırılan gazeteci diyalogunda da yapıyı pekiştirici bir unsur olarak kullanılır. Şeyh aynı yapıyı “kime özeniyorsunuz. zalimlere çalışan kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberimizin yapmadığını siz kimden öğrendiniz?” ifadesi ile tekrarlar. Şeyhin ayininde de şiddeti kullanma biçimi ile ilgili ayrım belirten ifadeler yer almaktadır. Örneğin, Şeyh şu ifadeyi kullanmıştır: “bize barış dini İslamı getiren kutlu peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman, titizlikle sadık kaldığı 180 Cem Yaşin vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma yarabbi”. Burada da şiddetin meşru ve gayri meşru biçimleri ile ilgili aynı ayrım vardır. Filmin yapısı ABD askerlerinin kullandığı şiddeti meşru göstermez. Ama buna karşı direnişi de meşrulaştırmamaktadır. Bu olumsuzluk karşısında Müslümanlar için yapılması gerekenin “sabır” göstermek olduğu vurgulanmaktadır. Şiddeti meşru kılan bireysel savunma veya nefsi müdafaa olması gerektiği, filmin bilişsel yapısı içinde vardır. Filmin meşru şiddet özneleri olan Leyla, Polat ve adamlarını meşrulaştıran şey, özel alana ait olan değer ve koşullara verilen zarara karşılık vermektedir. Polat’ın kardeşinin ölümü, Leyla’nın kocasının öldürülmesi mücadelelerini meşrulaştıran unsurlardır. Polat yaptığı işi anlatırken Sam’a “Ben siyasi parti lideri değilim; diplomat yada asker de değilim; aynen senin de dediğin gibi ben bir Türk’üm. Ve bir Türk’ün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım” ifadesini kullanmıştır. Filmin bilişsel yapısı bu açıdan saldırıya veya haksızlığa uğrayan bireylerin şiddet kullanmasını da meşrulaştıran bilişsel yapılara sahiptir. Filmin içinde etnik kimlikler inanç kimliğine göre daha arka planda kalmıştır. Kürt kimliği Amerikan işbirlikçisi, Arap ve Türkmen kimliği mağdur olarak sunulmuştur. Filmin içinde Arap kimliği sanki yokmuş gibi gösterilmekte, Müslüman kimliğinin altında yer almaktadır. Kürt kimliği ise daha belirgin ikinci olumsuz kimlik olarak yapı içinde konumlanmıştır. Etnik kimliğin konumu filmin içinde bazen ortaya çıkarılmış bazen örtülmüştür. Örneğin Şeyh Abdurrahman Kerkuki’nin etnik kimliği hiç ortaya çıkarılmamıştır; Leyla’nın Arap olduğuna dair düğündeki konuklar dışında hiçbir ipucu yoktur. Buradan yola çıkarak filmin yapısı içinde inanç kimliğinin üst katman olarak kullanıldığını, üretilmek istenen bilişsel yapıda Müslümanlığın üst kimlik olarak sunulduğu söylenebilir. Filmin geneline baktığımızda ise baskın kimliğin Müslümanlık olduğunu görmekteyiz. Ama bu kimlik özünde doğru fakat uygulamalarda hatalar nedeniyle yanlış yola sapıp ayrılanların olduğu bir kimliktir. Kimliğin doğru çizgisi şiddete karşı çıkan, sabır ve sebat gösteren bir yapıdır. Bu özelliği ile “Ilımlı İslam” kavramına denk gelmektedir. Filmin genel yapısı içinde Amerika olumsuz kimlik olarak kurgulanıyor olsa da, özünde kimliklerin yapılandırmasında Müslüman temsilleri gibi unsurlar ABD’nin tasarladığı dünya düzeni ile örtüşmektedir. Bu yapısı nedeniyle film, Amerikan karşıtı bir yapıyı değil, ABD’nin tasarladığı dünya düzeninin bilişsel yapısını filmin bilişsel yapısı 181 destekleyen, Müslümanları yeniden tanımlayan bilişsel yapı içinde yeniden üreten bir özellik göstermektedir. KAYNAKÇA Althusser, Louis (1989). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları. İstanbul: İletişim Yayınları Bayrav, Süheylâ. (1998). Yapısal Dilbilim. İstanbul: Multilangual. Bottigelli, E.(1993). 1844 Elyazmaları. Karl Marx. Ankara: Sol. Coward, R., ve Ellis, J. (1985). Dil ve maddecilik-semiyolojideki gelişmeler ve özne Teorisi (çev: Eser Tarım), İstanbul: İletişim. Eagleton, T. (1996). İdeoloji (Çev: Muttalip Özcan). İstanbul: Ayrıntı. Fiske, J. (1996). İletişim çalışmalarına giriş (Çev: Süleyman İrvan). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Herrick, J. A. (2004). The history and theory of rhetoric-an introduction. Boston: Allyn & Bacon. Larrain, J. (1994). İdeoloji ve kültürel kimlik – modernite ve üçüncü dünyanın varlığı (Çev: Neşe Nur Domaniç). İstanbul: Sarmal. Lévı-Strauss, C. (1983). Din ve büyü (Der & Çev: Ahmet Güngören). İstanbul: Yol. Marks, K. (1993). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı (Çev: Sevim Belli). Ankara: Sol. Marks, K. ve Engels F.(1992). Alman ideolojisi (Çev: Sevim Belli), 3. baskı, Ankara: Sol. Stacks, D., Hickson M.III., ve Hill S.R. (1991). Introduction to communication Theory. Florida:Harcourt Brace Jovanovich Inc. Yücel, T. (1984). Claude Levı-Strauss ve yaban düşünce (Çev: Tahsin yücel) İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları. Yaşın, C. (2002). Haber söyleminin internet içeriklerine etkisi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi. 182 Cem Yaşin İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 183 -210 Makale Kurtlar Vadisi Irak filminde kültürel ögeler ve kimlik sunumları üzerine bir inceleme Ayhan Selçuk 1 Özet: Bu çalışmada, son zamanların en tartışmalı, üzerinde en çok spekülasyon yapılan Kurtlar Vadisi Irak filmindeki kültürel yansımalar ve bunların sunuluş biçimleri üzerinde durulacaktır. Filmde Türklerin yanı sıra başta Amerikalılar ve Yahudiler olmak üzere, Iraklı Kürtler, Araplar ve Türkmenlerle ilgili kültürel ögelere yer verilmiştir. İnceleme sonucunda elde edilen veriler, genellikle filmin akışı içerisinde belirli bir sıra takip edilerek ve çeşitli alt başlıklar halinde değerlendirilmiş, yer yer kültürel farklılıklara ilişkin karşılaştırmalar yapılmıştır. Filmde Amerikan/Yahudi pragmatizmiyle, Anadolu ve Ortadoğu insanının duygusallığı, öne çıkarılan kültürel ögeler olarak dikkati çekmektedir. Anahtar kelimeler: Kurtlar Vadisi Irak, sinema kültürü, sinemada kimlik sunumu, kültürel ögeler. Abstract: In the study, the cultural reflections and their presentation styles are going to be emphasized in Valley of The Wolves-Iraq which is the most controversial and speculatory film of recent times. Some cultural elements concerning Americans and Jews besides Turks in the foreground and kurds in Iraq, Arabians and Turkmen are given place in the film. The obtained findings from the research results are generally evaluated under a variety of sub-titles by following a specific order in the flow of the film and the cultural differences are occasionally compared. The elements in the foreground of the film call attention to the sentimentality of the people in the Middle East and Anatolia by means of the pragmatism of American and Jew. Keywords: Valley of Wolves-Iraq, cinema culture, cultural elements, identity. 1 Yard. Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 184 Ayhan Selçuk SORUN, AMAÇ VE YÖNTEM Çağımızın en önemli ve etkili görsel sanatı olan sinema, sadece ait olduğu toplumu ya da onun kültürel değerlerini yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda filmi üreten toplumun, şirketin ya da kurumun öteki toplumları nereye yerleştirdiğine, onlara ait değer yargılarını ne şekilde konumlandırdığına da aynalık yapar. Dolayısıyla, beyaz perdeye yansıtılanlar çoğunlukla nesnellikten uzaktır ve kimin, neyin, nasıl temsil edileceği/sunulacağı, filmi yapanların seçimine bağlıdır. Bu temsil ve sunum aracılığıyla, benimsenen toplumlar, uluslar ya da değer yargıları yüceltilebileceği gibi, karşıt kültür ve onun temsilcileri konumunda olanlar kötülenip değersizleştirilebilmektedir. Hem bu baglamlarda hem de sinema sektörünün kıpırdanışı bağlamında, son yıllarda Türk sinemasında gözle görülür bir hareketlilik söz konusu. Ciddi bütçeler harcanarak çekilen filmler, ardı ardına vizyona giriyor ve sinemaseverlerin beğenisine sunuluyor. Vizontele, G.O.R.A, Organize İşler, Babam ve Oğlum son dönem filmlerinden bazıları. Bunlara en son eklenenlerden birisi de ekranlarda izlenme rekorları kıran “Kurtlar Vadisi” dizisinden hareketle çekilmiş, “Kurtlar Vadisi Irak” filmidir. Şubat 2006’da gösterime giren Kurtlar Vadisi Irak filmi, Türkiye’nin en yüksek bütçeli, gerek ulusal, gerekse uluslararası ölçekte, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan, en çok beğenilen ya da eleştirilen filmi olarak Türk sinema tarihindeki yerini almış gibi gözüküyor. Teknolojik efektlerden bolca yararlanıldığı gözlenen filmin, gerek oyuncu kadrosu, gerek ele aldığı konu ya da konular, gerekse zamanlama açısından bakıldığında, (Başta “Çuval Olayı/Krizi” olmak üzere, çeşitli nedenlere bağlı olarak Türk-Amerikan ilişkilerinin gergin olduğu bir dönem) Türkiye’de bir ilk olma özelliği taşıdığından da söz edilebilir. Yoğunlukları farklı olmakla birlikte hemen her film, kendi formatı içerisine yerleştirilen kültürel ögeler aracılığıyla belli bir duygu, düşünce ve bakış açısının yanı sıra birtakım anlamlar ya da yan anlamlar üretir (Büker, 1991; Wollen,1989) ve bize, “yapımcılarının doğru ya da yanlış, olumlu ya da olumsuz, üzerlerine kurdukları gizli değer yargılarını, ideal insan davranışı ve rol modelleri ile birlikte sunar.” (Güçhan, 1999:185). Bu durum, öncelikli amacı filmi üretenlerin kendi haklılıklarını ve doğrularını yansıtmak olan savaş filmlerinde daha da belirginleşir. Kurtlar Vadisi Irak filminde de durum farklı değildir. Burada da, üretilen düşünceler ve aktarılmak istenen mesaj, bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak idealize edilmiş tipler aracılığıyla Kültürel öğeler 185 sunulmuş, karşıt kültürler arasında yaşanan “egemenlik ve mücadeleye” dikkat çekilmiştir (Erdoğan, 1997). Sinemanın kültürel bir ürün olduğuna vurgu yapan İrfan Erdoğan ve Pınar B.Solmaz (2005:22) “kültür alanı insan yaşamının tümünü kapsayan egemenlik ve mücadele alanıdır. Egemenlik ve mücadele her alanda her an sürekli verilmektedir” derken sinemanın bu özelliğine de dikkat çeker gibidirler. Kurtlar Vadisi Irak filminin konusu, kullanılan simgeler (hızma, hançer), motifler (din, Türklük, Kürtlük vs.), dünyaya ve olaylara nereden, nasıl ve hangi açılardan bakıldığıyla ilişkilidir, dolayısıyla ideolojilerden bağımsız değildir. Sinemayı bütün bileşenleriyle birlikte ele alarak tanımlayan Erdoğan ve Solmaz (2005:33), sinemanın ne olduğuna, neyi nasıl, hangi amaçla ürettiğine ve ne anlattığına ilişkin görüşlerini şöyle özetlerler: Sinema (veya cinema, movie, film) dediğimizde görüntü, ışık, ses ve müzikle yapılan öyküyü içeren bir ürün; bu ürünü taşıyan ve gösteren araçlar; bu ürünü ve bu araçları üreten örgütlü bir sosyal yapı (şirket veya kurum) ve yapısal ilişkiler; bu ürünü, araçları, örgütlü yapıyı ve ilişkileri açıklayan, meşrulaştıran, bazen de eleştiren örgütlü (ve örgütsüz) düşünsel üretim akla gelmelidir. Dolayısıyla sinema seyir için üretilen bir ürün ve bu ürünün ideolojisiyle ilgili örgütlü bir faaliyeti, bu faaliyetin amaç ve sonuçlarını anlatır. Film yapımcılarına en fazla esin kaynağı olan olaylardan birisi de kuşkusuz, tarih boyunca, başta din ve ırkçılık temelli olmak üzere, çeşitli nedenlere bağlı olarak yaşanmış savaşlardır. Geçmişten günümüze ve olası gelişmelerden hareketle geleceğe bakıldığında, sinema endüstrisinin bu anlamda -maalesef- malzeme sıkıntısı çekmeyeceğini söylemek, kehanet olmasa gerek. Savaş filmleriyle ilgili olarak, Potemkin Zırhlısı, Savaş Günleri, Müfreze, Şeref Madalyası, Vatanları İçin Öldüler, Ölüme Koşanlar, Avcı, Rambo, Sakindi Oranın Şafakları, Kafkas Mahkumu, Bosna Yanıyor gibi dünya sinema tarihine geçmiş örnekler verilebilir (Dorsay, 1998). Aynı anda Avrupa’nın, yedi ülkesinde (Almanya, Belçika, Hollanda, Avusturya, İngiltere, Danimarka, İsviçre) gösterime giren Kurtlar Vadisi Irak filmi, Avrupa dışında da, Rusya, Mısır, Suriye, Kırgızistan, Kazakistan, Amerika ve Avustralya gibi oldukça geniş bir coğrafyada izleyiciyle buluşmuş ve bu özelliğiyle, -beğenelim, beğenmeyelim- ilk kez bir Türk filmi, dünya sinema tarihindeki yerini almıştır.2 Uluslararası ölçekte ses getiren, 2 Bkz. http://www.kurtlarvadisiirak.com 186 Ayhan Selçuk hakkında çok şeyin yazılıp çizildiği, hatta gerek yerli, gerekse yabancı politikacı ve askerlerin üzerinde yorumlar yaptığı Kurtlar Vadisi Irak filminin akademik düzeyde ele alınmaması düşünülemezdi. Filmi bu kadar önemli ve tartışılır kılan olgu kuşkusuz, onun “Hollywood filmlerini” (Rotha, 1996: 83-143) aratmayacak derecede başarılı çekilmiş aksiyon sahneleri ya da kullanılan ses ve görüntü efektleri değil, üretilen kültür ve karşı kültürün sunumunun yanı sıra, söz konusu kültürlerin temsilcileri arasında yaşanan egemenlik ve mücadelede kazanan ve kaybedenlerin kim olduğudur. Bu çalışmada, Kurtlar Vadisi Irak filmiyle ilgili yorumlarda dile getirilen, “anti Amerikancı”, “anti semitist”, “Türk Rambo’su yaratılmış”, “ırkçı”, “İslamcı” vb. söylemlerin tamamen dışında kalınarak, olabildiğince nesnel bir şekilde, filmdeki kültürel ögeler ve bunların sunumu üzerinde durulacak, deyiş yerindeyse bu anlamda, filmin röntgeni çekilecektir. Filmdeki sözel ve görüntüsel ögeleri ve bu ögelerin kültürel bağlamda yüklerini saptayabilmek için, film defalarca izlenerek notlar alınmış, diyaloglar çözümlenmiş ve en sonunda elde edilen kültürel veriler değerlendirilmeye çalışılmıştır. Yapmış olduğum araştırma sonucunda çeşitli filmlere ait ki, buna savaş filmleri de dahil, bir çok eleştiri ve analiz çalışmasının yapılmış olduğunu saptamama rağmen, kültürel ögelerin ele alınıp incelendiği bir çalışmaya ulaşamadığımı üzülerek belirtmeliyim. Buradan hareketle, yapılan bu mütevazı çalışmanın bu anlamda bir boşluğu doldurmasını ümit ediyorum. ANALİZ VE DEĞERLENDİRME Yönetmenliğini Serdar Akar’ın üstlendiği filmin başrollerini Necati Şaşmaz (Polat Alemdar), Billy Zane (Sam Wiliam Marshall) ve Bengüzar Korel (Leyla) paylaşıyor.. “Kurtlar Vadisi Irak”ın diğer önemli rolleri ise iki kez Oscar’a aday gösterilen ünlü oyuncu Gary Busey (Doktor) ve “Cennet’in Krallığı” filminde Selahaddin Eyyübi rolüyle büyük çıkış yapan Suriyeli oyuncu Ghassan Massoud (Abdurrahman Halis Kerkuki) arasında paylaşılıyor.3 Türkçe’nin yanı sıra, zaman zaman Kürtçe, Arapça ve İngilizce diyalogların yer aldığı filmde, sık sık altyazı çözümüne başvurulmuş. Örneğin fragmanlarda Türkçe dublaj olarak izlediğimiz, “Ne iş yapıyorsun?”, “İnsan 3 http://www.linkdunyasi.com/Kurtlar_Vadisi_Irak.html Kültürel öğeler 187 Ticareti. Buralarda ucuzmuş, adam alıp satmak!’ şeklindeki sözler, filmde Kürtçe olarak söylenmektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmi, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’taki Türk birliğiyle ABD askerleri arasında yaşanmış olan ve gündelik dilde “Çuval Hadisesi” olarak betimlenen gerçek bir olaya atıf yapılarak başlıyor. Kuzey Irak’ta konuşlanmış on bir kişilik özel Türk birliğinin karargahına, Amerikan askerleri tarafından baskın düzenlenir. Türk tarafı, bunu önce müttefik güçlerin olağan ziyaretlerinden biri zanneder, ancak kısa süre sonra durumun bu kez farklı olduğu anlaşılır. ABD, Türk birliğinin varlığından rahatsızdır ve bölgede söz söyleyecek tek gücün kendileri olduğu mesajını vermek istemektedir. O gün on bir Türk askeri, başlarına çuval geçirilip halkın gözleri önünde, askerlik onurları hiçe sayılarak sınır dışı edilirler. Buraya kadar gerçekler üzerine kurgulanan filmde Süleyman Aslan, o on bir kişiden biridir. Aşağılanıp tutuklanmayı onuruna yediremeyen Üsteğmen Süleyman, geride bir mektup bırakarak intihar eder. Mektup, özel olarak yetiştirilmiş bir Türk istihbaratçısı olan Polat Alemdar’a yazılmıştır.4 Üsteğmen Süleyman Aslan’ın mektubu şöyledir: Sevgili Kardeşim, 4 Temmuz 2003 günü Süleymaniye Kuzey Irak’ta on askerimle birlikte bölgenin güvenliği için hizmet verirken daha dün çayımızı içen, beraber çarpıştığımız adamlar karargahımıza baskın düzenleyip bize silah çektiler. Sevgili Kardeşim, Irak’ta olduğumuz her gün şunu düşündüm: Bizim burada ne işimiz var? Ama zaman içinde gördüm ki, bu topraklara her hükmeden bu toprakların insanlarına zulüm yapmış, bir tek atalarımız bunu yapmadı ve biz maalesef o gün atalarımıza layık olamadık. Adalet için, zulmü önlemek için, şerefimiz için ölemedik. Şimdi ben bunu senden istiyorum. Ne kadar acı değil mi? Kardeşin Süleyman. Mektuba, Türk kültüründe oldukça yaygın bir hitap şekli olan “Sevgili Kardeşim” diyerek başlanması ve mektubun “kardeşin” şeklinde bitirilmesi, filmde karşımıza çıkan ilk kültürel öge olarak değerlendirilebilir. Filmi izleyen batılıların bu hitap şeklinden hareketle, mektup yazılan kişinin (Polat Alemdar’ın), yazanın gerçek kardeşi olduğunu düşünme olasılığı oldukça yüksektir. Halbuki, Türk kültüründe bu şekilde hitap edilmesi, samimi arkadaşlığın/dostluğun göstergesi olarak kabul edilir, dolayısıyla “kardeşim” diyerek hitap edilmesi, tarafların mutlaka kardeş olmalarını gerektirmiyor. 4 http://www.kurtlarvadisiirak.com/;http://www.intersinema.com/film/film.asp? id=1148 188 Ayhan Selçuk Benzer bir durum, karakol komutanın askerlerine “Evladım” diye hitap etmesinde de görülmektedir. Türk toplumunda yaşlıların, akrabalık bağı olmaksızın, tanıdıkları veya hiç tanımadıkları kişilere, özellikle gençlere/küçüklere “evladım”, “oğlum” ya da “kızım” diye seslenmesi, sık rastlanılan bir durumdur (Selçuk, 2005). Bu yüzden, komutanın askerlerine “evladım” diyerek hitap etmesi, onun babacanlığının yanı sıra kültürel bir alışkanlığın sonucudur. Bireylerin bilinçli olarak bir araya gelip bir şeyler yiyip-içmeleri çoğunlukla, oluşmuş ya da oluşacak bir dostluğa işaret eder. Türk toplumunda dostça uzatılan bir sigara, ikram edilen bir bardak çay ya da bir fincan kahve, yeni dostlukların kurulmasında veya var olan dostlukların pekiştirilmesinde oldukça işlevseldir ve kültürel bir değer taşır. Bu işlevsellik ve değer, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” atasözünde ifadesini bulur. Gerek üsteğmen Süleyman’ın arkadaşına yazdığı mektupta “… daha dün çayımızı içen … adamlar karargahımıza baskın düzenleyip bize silah çektiler” diyerek Amerikalılardan şikayette bulunması, gerekse karakol komutanının aynı şekilde “Çay verdiğimiz adamlar bize silah doğrultuyor” diyerek amirine yakınması, çay ikram etmeye Türk toplumunun yüklediği sembolik anlamı ortaya koymaktadır. Amerikan askerlerinin tavrını anlamakta güçlük çeken her iki komutan, adeta yukarıdaki deyişe atıfta bulunurcasına, “İçilen çayların hiç mi hatırı yok?! Dost bilip, müttefik deyip bağrımıza bastık, çay ikram ettik, bunların yaptıkları olacak şey değil, bu düpedüz bir kalleşlik!“ demektedir. Üsteğmen Süleyman,“…bu topraklara her hükmeden bu toprakların insanlarına zulüm yapmış, bir tek atalarımız bunu yapmadı” sözleriyle Türk kültürünü diğer kültürlerle karşılaştırıyor ve bir anlamda “Bizim kültürümüzde zulme yer yoktur, tam tersine, atalarımız gittikleri yerlerde zulmü önlemiş, adaleti hakim kılmış” diyerek onları yüceltmektedir. “Biz maalesef o gün atalarımıza layık olamadık. Adalet için, zulmü önlemek için, şerefimiz için ölemedik” şeklindeki ifadelerle öz eleştiri yapan Üsteğmen Süleyman, “Şimdi ben bunu senden istiyorum. Ne kadar acı değil mi?” diyerek, arkadaşını sıralamış olduğu kültürel değerler için ‘şerefiyle’ ölmeye davet eder. Burada, Türk ulusunun onuruna düşkünlüğüne, gerektiğinde bu kutsal kavram için canlarını feda etmekten kaçınmayışlarına vurgu yapılır. Kendilerinin bunu yapamadıklarının acısını yüreğinde hisseden üsteğmen, arkadaşından bunu yapmasını, “olması gerektiği gibi” çarpışarak, vuruşarak ölmesini ister. Kültürel öğeler 189 Emirin demiri kestiği yer Her kurumun kendine özgü kuralları, ilkeleri ve belirli bir işleyiş biçimi vardır. Ordu, bu kuralların en sıkı şekilde uygulandığı, emir-komuta zincirinin son derece işlevsel olduğu kurumların başında gelir. “Emir demiri keser” şeklindeki Türk atasözü, ordu kültürünü, ordudaki ast-üst ilişkisini ve hiyerarşik yapılanmadaki keskinliği özetler gibidir. Amerikan askerleri Türk karargahını bastıkları zaman, sıradan bir askerden karargah komutanına kadar herkes, Amerikalıların isteklerine boyun eğmektense çarpışarak ölmeyi yeğlemektedir. Ancak çarpışmaya izin çıkmamıştır. Aşağıdaki sahneler ve gerçekleşen diyaloglar, bu durumu ortaya koyacak niteliktedir. Bir asker karargah komutanına, “Komutanım, ısrarla çarpışmayın emri geliyor” diyerek telefonu uzatır. Karargah komutanı, “… on bir kişiyiz. Çatıda makinalımız var. Yüz Amerikan, altmış yerli askerin yarısını vuracak gücümüz var” diyerek çarpışma isteğini komutanına belirtir. Bu isteği geri çevrilen karargah komutanı, “Onların amacı arama yapmak değil komutanım. … Onların eylemi bize yönelik değil, Türk milletine yönelik” sözleriyle üstünü ikna etmeye çalışacaktır. Karargah komutanının vurgulu bir ses tonuyla, “Ölmek için on askerimle birlikte emir ve görüşlerinize hazırım komutanım” dedikten sonra, sesini biraz daha yükselterek söylemiş olduğu “Komutanım, ölmek için emirlerinizi bekliyorum dedim, arz ederim!” ifadesi, telefonun diğer ucundaki komutanın daha gür bir sesle “Sen ne diyorsun?!. Sakın öyle bir çılgınlık yapmayın!” vb. uyarılar üzerine söylenmiş bir söz gibidir. Burada bir yandan, içinde yetişilen kültürün güce karşı direnişi gözlemlenirken, diğer yandan ordu kültüründeki emir-komuta zincirinin nasıl çalıştığı dikkatlere sunulmaktadır. Benzer bir durum karargah komutanıyla, emri altındaki askerler arasında yaşanan diyalogda da görülmektedir. Aldığı emir gereği başka çaresi kalmayan karargah komutanının askerlerine hitaben “Asker indir silahı!” demesi üzerine Süleyman Üsteğmen’in yapılanın doğru olmadığını ifade eden bir tonlamayla “Komutanım!!” diyerek direniş göstermesi, karargah komutanın “Evladım, emir veriyorum size, indirin silahlarınızı!” diyerek sözünü yinelemesinden sonra emrin yerine getirilmesi, yukarıda yaşanan olayın birebir aynısıdır. Bu olayda karargah komutanı, kendisine çarpışma izni vermeyen komutanın, Süleyman Üsteğmen ise bir önceki sahnede çarpışarak ölmeyi göze alan karargah komutanının rolünü 190 Ayhan Selçuk üstlenmiştir. Her iki olayda da kısa süreli direnişten sonra, emir demiri kesmiştir. Karargah komutanının ABD askerlerine söylediği “Ne istiyorsanız arayın, sonra da def olup gidin!” sözüyle, arkasında iki Amerikan askerinin kendisine silah doğrulttuğunu fark eden Türk askerinin “Ne oluyo lan?!!” şeklindeki tepkisel ifadesi, düşmanca ilişkilerde kullanılan argo niteliğindeki kültürel ifadeler olarak değerlendirilebilir. Çiğnenen onura karşılık kısasa kısas kültürü Amerikan askerlerinin Türk karargahına -arama yapma bahanesiylebaskın düzenlemeleri, bununla da yetinmeyip Türk askerlerini “sorgulama yapmak üzere” kendi karargahlarına götürmek istemeleri, orada bulunan askerleri son derece rencide etmiştir. Karargah komutanının “Dışarı çıkmayacağız, gerekirse bizi öldürün” diyerek ölümü göze alması, Amerikalı komutan Sam Wiliam Marshall’ın “tutuklayın” emrinden sonra “Biz askerlerin şerefiyle oynamayın” diye bağırarak direniş göstermesi, Türk askerinin “onurunu çiğnetmektense ölmeyi tercih etmesi” şeklinde ifadesini bulan kültürel pratiğini ortaya koymaktadır. Üsteğmen Süleyman’ın olupbitenleri onuruna yediremeyip “Vatan sağ olsun” diyerek intihar etmesi de bu bakış açısını doğrular niteliktedir. Marshall’ın emrindeki komutana, Türk askerlerini kastederek, alaycı bir üslupla da olsa, “… Çok gururludurlar. Yüzleri görülmesin” diyerek başlarına çuval geçirilmesini ima etmesi, Türk askeri ve siyasi tarihine “Çuval Hadisesi” olarak kayıt düşülmesine yol açacak bir sonuç doğursa da burada, Türklerin onuruna düşkün bir ulus olduğunun düşmanları tarafından bile tescil edildiği vurgusu yapılmaktadır. Polat Alemdar, Süleyman Üsteğmen’in vasiyetini yerine getirmek ve “Türk ulusunun onurunu kurtarmak” üzere iki arkadaşıyla (Memati, Abdulhey) birlikte Kuzey Irak’a gider. (Polat Alemdar’ın üçüncü adamını (Erhan) istihbarat toplamak ve gerekli bağlantıları sağlamak amacıyla daha önceden gönderdiği, filmin ilerleyen bölümlerinde anlaşılacaktır.) Polat Alemdar ve arkadaşları “Kürdistan Toprakları”na girdiklerinde kıyafetlerinden asker mi, polis mi olduklarını anlayamadıkları silahlı dört kişi tarafından durdurulur. Lider rolündeki Kürt askerinin/polisinin “Ne iş yapıyorsun?” sorusuna Polat Alemdar’ın, “İnsan ticareti. Buralarda ucuzmuş adam alıp satmak” şeklinde verdiği ironik cevapla, seyircilerin belleğinde Kuzey Irak’taki Kürtlerin kendilerini küçük çıkarlar uğruna Amerikalılara Kültürel öğeler 191 sattıkları mesajı uyarılmaktadır. Kürt askerinin/polisinin “…Yere yatın, arama yapacağız” demesi üzerine çıkan çatışmada, Kürt askerleri öldürülür. Burada, Türk devletinin kırmızı çizgilerinden biri kabul edilen “Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması” sorunsalına dolaylı olarak göndermede bulunulmuş ve böyle bir oluşumun gerçekleşmesi durumunda “gereğinin yapılacağı” mesajı verilmiştir. Nitekim, kendilerini karakola götürmek isteyen Peşmergelere Polat Alemdar’ın vurgulu ve imalı bir şekilde “Hangi karakola, hangi ülkenin karakoluna davet ediyorsunuz?” diye sorması, Peşmergeli komutanın “Irak Kürdistanı” diye karşılık vermesi üzerine “Ben sizi tanımıyorum! Buranın sahibi gelsin beni alsın!” demesi, bu düşünceyi doğrular nitelikteki siyasal içerikli mesajlardır. Polat Alemdar ve adamları Türk askerlerinin başına çuval geçiren adamın, Sam Wiliam Marshall’ın, peşindedir. Marshall’a kısa yoldan ulaşmak, onu ayaklarına getirtmek için çoğunlukla Amerikalıların ve diğer yabancı misyon şeflerinin kaldıkları otelin taşıyıcı kolonlarına bomba yerleştirirler. Polat Alemdar, otel sahibinden Marshall’ı bulmasını ister. Otel sahibi gereğini yerine getirmek üzere Marshall’ı arayarak, bir sorun olduğunu ve mutlaka otele gelmesi gerektiğini söyler. Gelme konusunda isteksiz olduğunu anlayan Polat Alemdar, telefonu eline alır ve Marshall’a, gelmediği taktirde oteli havaya uçuracağını söyler. Aşağıdaki diyalogda da görüleceği üzere Polat Alemdar’ın asıl amacı, Türk askerlerine bu utancı yaşatan Marshall ve adamlarına aynı utancı yaşatmak, bir anlamda kısasa kısas kuralını uygulamak ve bu şekilde, yıkılmış olan onuru yeniden inşa etmektir. Bu amaç ve niyet Sam Wiliam Marshall’ın, “Amacın ne? Oteli havaya uçurmak istiyorsan uçur... Benden alabileceğin bir şey yok” şeklindeki sözlerine, “Senden almak istediğim bir şey yok. Ama, senin bana verebileceğin bir şey var. Bu çuvalı kafana geçireceğim. Aynını adamlarına da yapacağım. Hep birlikte başınızda çuvallarla otelden çıkacaksınız! Gazeteciler resminizi çekecekler... Bu kadarını bana verebilirsin, değil mi?” sözleriyle verilen karşılıkta ifadesini bulur. Marshall ve adamlarının başlarında çuvallarla otelden dışarı çıkarılmaları ve bu durumun gazeteciler tarafından görüntülenmesiyle, Türk ve dünya kamuoyu önünde yıkılmış olan onurun kurtarıldığı, medya aracılığıyla dünya-aleme ilan edilmiş olacaktır. Polat Alemdar’ın “Ben de bunun karşılığında sana Grand Harilton Oteli vereceğim ve çekip gideceğim.” şeklindeki sözleri ilk bakışta, amaçlarının bununla sınırlı olduğunu, başka bir niyet taşımadıklarını ifade etmeye yönelik sözler gibi gözükse de bu ifadelerin yan anlamları olduğu 192 Ayhan Selçuk ortadadır. Çünkü, Grand Harilton Oteli sıradan bir otel olmaktan çok, kapitalizmi, Amerikan sermayesini sembolize edecek şekilde konumlandırılmıştır. Otel sahibinin, Marshall’ı çağırmaması durumunda oteli havaya uçuracağını ima eden Polat Alemdar’a “Bay Marshall’ın otelimizle hiçbir ilgisi yok” demesi üzerine, Polat Alemdar’ın “Maaşını siz ödemiyor musunuz. Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi? “ diyerek karşılık vermesi, Marshall’ın, “…şimdi kes sesini ve tak şunu” diyerek suratına çuval fırlatan Polat Alemdar’a sinirlenip “… Hadi yap. Sen benim Kabe’mi patlat, ben de seninkini” demesi, bu konumlandırmayı açıkça ortaya koymaktadır. ABD’li komutanın kapitalizmin sembolü olan oteli “Kabe” olarak nitelemesi ve Müslümanlarca kutsal kabul edilen bir mekanla özdeşleştirmesi, Amerikan kapitalizmi için en önemli kutsalın sermaye olduğunu göstermektedir. Gerek söz konusu diyaloglar, gerekse aşağıdaki repliklerle Türk ve Amerikan tarafının olaylara bakış açılarındaki farklılığa dikkat çekilmektedir. S.W. Marshall’ın Polat Alemdar’a hitaben söylediği “… Tamam, bak Türk. Türkleri çok iyi tanırım, Övünmeyi seversiniz. Sizin kendi kurallarınız, kendi kırmızı çizgileriniz vardır. Değişmez Irak politikalarınız vardır. … Kırmızı çizgilerinizi çoktan sildik. Irak politikanızın içine ettik. Sizi anlamıyorum. Yani buna alınmadınız da, başınıza geçirilen iki çuvala mı alındınız. Neye alındığınızı söyleyeyim. Birleşik devletler son 50 yıldır size para ödüyor. Donunuzun lastiğini bile biz gönderiyoruz. Neden bir şey üretemiyorsunuz? Para diyorsunuz, yolluyoruz. Silah istiyoruz dediniz gönderdik. Savaşmayı kabul ettiniz. Ama askerlerinizi göndermeden pazarlığa kalktınız ve sonra yine para istediniz. Nasıl unutursunuz komünistlerden sizi kurtarmamız için yalvardığınızı. Niye alındığınızı söyleyeyim! Çünkü artık size ihtiyacımız yok.” Şeklindeki, Türk seyircileri rahatsız edecek türden sözleri ve buna karşılık Polat Alemdar’ın, “Ben siyasi parti lideri değilim. Diplomat ya da asker de değilim. Aynen senin dediğin gibi, ben Türküm. Ve bir Türkün kafasına çuval geçirecek adamın dünyasını başına yıkarım! Şimdi kes sesini 0ve tak şunu (Çuvalı Marshall’ın yüzüne atıyor)” diyerek, daha çok kabadayı kültüründe egemen olan bir söylemle, Amerikalıya “haddini bildirmesi”, Türklerin bakış açılarında duygusallığın, Amerikalılarınkinde ise olayların ekonomik ve siyasal boyutunun öne çıktığını vurgulayan önemli repliklerdir. Bu bağlamda, Türklerin kültürel değerlerini, duygusal/zayıf yönünü iyi bilen Marshall’ın eylemlerinde/politikalarında duygusallığa yer yoktur, işler tesadüflere bırakılmaz. Otele gelirken bomba imha ekiplerinin yanı sıra, Kültürel öğeler 193 herhangi bir aksilik olması durumunda devreye sokulmak üzere otuz kişilik çocuk korosunun da beraberinde getirildiği ve başka bir salonda bekletildiği sonradan anlaşılacaktır. Polat Alemdar’ın bombayı patlatmak için eline kumandayı alması üzerine Marshall, “Ben senin hassas noktanı biliyorum” diyecek ve baş hareketiyle çocukların salona girmesini sağlayarak Polat Alemdar’dan önce bombayı patlatacaktır. Polat Alemdar’ın “Sen aşşağılık bir adamsın...” sözüne karşılık olarak söylediği “Hayır, çocukları severim. … Çünkü korkusuzlar. Benim gibi onlar da ölmekten korkmuyorlar. Ama ne yazık ki, büyüdüklerinde korkuyorlar, tüm günahkarlar gibi.” şeklindeki ifadeler çocukların durumunu betimlemekten çok, kendisinin günahsız, dolayısıyla korkusuz olduğunu belirten bir işlevselliğe sahip. Burada ayrıca, Türklerin olağan üstü durumlarda bile şefkat ve duygusallığı bırakmadıkları ve bu yüzden rakiplerine koz verebildikleri, Amerikalıların ise acımasız, pragmatik ve çıkarları için birçok masumu feda edebilecek tarzda davrandıkları düşüncesi yinelenmektedir. Olaylara yaklaşım tarzındaki bu farklılık aşağıdaki tabloda daha da belirginleşecektir: Sam Wiliam Marshall, arkasına Hz.İsa’nın ‘Son Akşam yemeği’ tablosunu asacak kadar dindar olmanın ötesinde, amaçlarını gerçekleştirmek için her türlü vahşeti “mübah sayan”, kökten dinci bir Hıristiyan portresi çizmektedir. Marshall’ın bu özelliği, Polat Alemdar’ın çocukları kastederek “… Ben onları öldürmem. Ben bunları kullanmam. Bunu yapSam Wiliam Marshall ikimizin arasında ne fark kalırdı ki” sözlerine karşılık söylemiş olduğu, iki kültürü karşılaştıran, “Seninle benim aramdaki farkı söyleyeyim. Sen on bir adamını bile feda edemezsin. Bu yüzden oturup ülkenin yok oluşunu izlersin. Oysa ben gerekirse on bir bin adamımı feda ederim. Sen duyguların yüzünden otuz çocuğa kıyamazsın. Oysa ben ulvi duygular için onları tek tek öldürürüm. Barışı bozacak herkesi öldürürüm.” şeklindeki ifadelerine yansıtılmıştır. Kendisini günahlardan arınmış “barış havarisi” olarak konumlandıran Marshall, tesadüfen orada olmadığını, barışı sağlamak için Tanrı tarafından görevlendirildiğini ve Tanrı’nın çocuğu olduğunu söyleyecek kadar “işi ileri götürür”. Polat Alemdar’ın ‘Sen Tanrı’nın çocuğuysan, ben de Tanrı’nın kendisiyim’ anlamına gelen kabadayı kültürüne özgü, hamaset kokan cevabı gecikmeyecektir: “Benim senin gibi bir çocuğum yok...” Burada, çoğunlukla ataerkil aile yapısına sahip olan Türklerde, babaya isyan eden çocukların evlatlıktan çıkarılması anlayışına gönderme yapıldığından söz edilebilir. 194 Ayhan Selçuk Planları alt-üst olan Polat Alemdar, eline bomba kumanda aletini alır ve “Şimdi gidiyorum, nasılsa yine karşılaşacağız.” diyerek iki adamıyla birlikte oteli terk eder. Bu arada üçüncü adamı Erhan, tedirgin bir şekilde onları beklemektedir: Metafizik bir gerilim içinde olduğu gözlenen Erhan’ın tedirginliği, “Allah’ım bir problem çıkmasın. Allah’ım bir an evvel gelsinler. Allah’ım Abdulhey yanlış sandalyeye oturmasın. (Altına bomba yerleştirilen ve Marshall’ın oturtulduğu sandalye kastediliyor.) Allah’ım beni buralarda bir başıma bırakma” şeklindeki dualarına yansıtılmıştır. Erhan’ın bu söz ve davranışları, Türk kültüründe darda kalan insanların Tanrı’ya sığınışlarını gösteren tipik bir örnek olarak değerlendirilebilir. Düğünde vahşet: Saldırgan ve saygısız kültür Her toplumun gündelik yaşamın pratiklerini biçimlendiren kendine özgü gelenek ve görenekleri, adetleri vardır. Gelenek ve göreneklerin, töre veya ritüellerin en belirgin olarak gözlemlendiği alanlardan birisi de kuşkusuz düğünlerdir. Kurtlar Vadisi Irak filminde sunulan düğün öncesi hazırlık ve düğüne ilişkin öteki görüntülerde de durum farklı değildir. İzleyici ilk önce evin avlusunda misafirlere yemek hazırlayan kadınların görüntüsüyle karşılaşır. Geleneksel düğün yemeği için kazanlar kurulmuş, yaşlıca iki kadın kazanları karıştırırken, bir diğeri kazanın altına odun atmaktadır. Daha genç görünümlü iki bayan, üzerinde irili ufaklı bakır kapların, sürahilerin ve bol miktarda salata malzemesi bulunan uzunca bir masanın başında ayakta salata yaparken, bir başkası elindeki tencere ile erkeklerin kurmaya çalıştığı sedir şeklindeki yer sofrasına doğru yönelmiştir. Yemek yenilecek yerin belli bir bölümünün asılan kilimlerle kapatılmış olması, yemeğin haremlik selamlık şeklinde yenileceğine işaret eden görüntülerdir. Bütün bu görüntülerin yanı sıra damadın alnına kurban kanı sürülmesi ve köy meydanında tıraş olması, Anadolu insanının pek de yabancısı olmadığı sahneler olarak nitelenebilir. Köy berberinin damadın suratını sabunlarken söylediği, “Berberlik erkekliktir. Kadın da sakaldır. Sakal ne kadar sert olursa olsun fırça bütün sertlikleri alır. Önce sakalı bir güzel yumuşatacaksın, yumuşatacaksın, yuumuşatacaksınnn...” şeklindeki sözleri, kadın ve erkeğin berberlik mesleği özelinde konumlandırılışını ifade eden tipik bir yaklaşımı sergilemektedir. Düğün, öksüz olduğu için Şeyh Abdurrahman Halis Kerkuki tarafından büyütüldüğü sonradan anlaşılacak olan Leyla ile hatırlı bir ailenin oğlu olan Ali isimli bir gencin düğünüdür. Leyla, müstakbel eşi ve birkaç yakınıyla birlikte şeyhin önünde diz üstü oturmaktadır. Bu sahnede düğün öncesi dini Kültürel öğeler 195 nikah töreni yapıldığı izlenimi verilmektedir. Kucağındaki çocuğa hediye verip, başından öpen ve sırtını pışpışlayarak dışarı gönderen şeyh, daha ilk görüntüde müşfik bir insan portresi çizer. Kerkuki’nin Leyla’ya söylediği “Benliğimizi yenene, ona söz geçirene kadar esir kalırız” şeklindeki sözler, Türk tasavvuf geleneğinden izler taşımaktadır. Bu ifade ile bireylerin duygularının ve egolarının esiri olduğu, duygularına gem vurabildiği, egolarını dizginleyebildiği ölçüde özgür sayılabilecekleri vurgusu yapılır. Kerkuki’nin “Kızım Leyla, hür olana kadar bunu asla çıkarma” diyerek Leyla’nın burnuna hızma takması ise benlik duygusuna egemen olmayı başarıncaya dek hızmayı çıkarmaması gerektiğini telkin eden yöresel bir gelenek olarak dikkat çekmektedir. Anadolu’daki “geline kına yakarlar, kocasına kurban olsun diye” anlayışını çağrıştıran bu ritüelin, söz konusu toplumlarda kadının erkekler karşısındaki konumuna, evli olduğu ve yaşadığı sürece bir anlamda kocasının kulu-kölesi olduğu düşüncesine işaret ettiği de söylenebilir. Leyla’nın manevi babası konumundaki Abdurrahman Halis Kerkuki, bütün toplum kesimleri tarafından sevilip sayılan, sözü dinlenen bir insan olmasının yanı sıra, uzlaştırıcı kişiliği ve radikalizmden uzak tavırlarıyla öne çıkarılan bir tarikat şeyhini temsil etmektedir. Kerkuki’nin bu özelliği, bir süre sonra, “böl-parçala-yönet” politikasıyla hareket eden Amerikalı komutan Marshall’ı rahatsız etmeye başlayacaktır. Sohbet ettiği Kürt lidere, “Artık bu şeyhten çok sıkıldım. Türkmenler onun yanına koşuyor, Araplar onun yanına koşuyor, en yakın adamları kim? Kürtler ! Kim bu adam Allah aşkına?” diyerek duyduğu rahatsızlığı dile getiren Marshall, amaçlarını gerçekleştirme konusunda ciddi bir engel olarak gördüğü şeyhi tutuklamaya karar verir. Kürt lider, Marshall’la işbirliği içinde olmasına rağmen, onun bu kararına, “Ben bu işin bir parçası olamam efendim. (…) ben asla ona silah doğrultamam” diyerek direniş gösterir. Gerek Kürt liderin takındığı bu tavır ve kullandığı ifadeler, gerekse Marshall’ın söyledikleri, tarikat şeyhinin o yöredeki insanlar açısından ne şekilde konumlandırıldığını ortaya koyan göstergelerdir. Damadın duvağı açmadan önce geline bir hançer hediye ederek, “Bundan sonra bu senindir” demesi, verilen hediyenin kuşaktan kuşağa aktarılan önemli bir sembol olduğunun ip uçlarını veriyor. Bin yıllık olduğu söylenen hançer, Haçlı Seferlerine karşı koyan ünlü komutan Selahattin Eyyubi’ye aittir. Hediyeyi “çok güzel” bulan Leyla’ya müstakbel eşi, hançerin bu özelliğini ve kendisine verme nedenini “Ata yadigarıdır, çok kıymetlidir. Selahattin Eyyubi’den bugüne soyumun erkekleri bu hançeri eşlerine verdiler, 196 Ayhan Selçuk soyumuzu, namusumuzu korusunlar diye” söyleriyle açıklar. Filmin sonunda ABD’li komutan Marshall’ın Haçlı Seferlerini durduran Selahattin Eyyubi’nin hançeriyle öldürülmesi, Irak işgalinin yeni bir Haçlı Seferi olduğunu ima etmeye yönelik bilinçli bir tercih gibi gözüküyor. Kutsal bir emanet olarak gördüğü hançeri öperek başına götüren Leyla, görevinin bilincindedir ve bu yüzden, “Evladının emaneti bendedir” diyecektir. Eşinin alnından öpen damat da aynı sözü tekrarlar. Adeta, emaneti sahibine teslim etme konusunda ant içmişlerdir. Hançerin öpülerek alna götürülmesi, hançere verilen değere, yüklenen sembolik anlama işaret eder. Gerek Leyla’nın bu tavrı, gerekse bundan hoşnut olan damadın müstakbel eşini alnından öpmesi, Türk toplumunda da özellikle kırsal kesimde görülebilecek türden, tipik davranış biçimleri olarak değerlendirilebilir. Gelin odasında arkadaşlarıyla sohbet eden Leyla, eşinin verdiği hançeri arkadaşlarına gösterir. Arkadaşlarının hayret ve şaşkınlık ifade eden bir ses tonuyla “Aaa bu gerçek mi?” demeleri üzerine Leyla, “Tabi. Bin yıllık bu!” diyerek hediyesinin değerine işaret eder. Leyla’nın arkadaşlarından birinin, “Erkekler ne zamandan beri kadınlara gerçek hediyeler veriyor” sözü, o yörede yaşayan kadınların kendilerini erkekler karşısında ne şekilde konumlandırdıklarını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda o bölgede egemen olan sosyal bir gerçekliğe de dikkat çekiyor. Yani, yukarıda da işaret edilmeye çalışıldığı gibi, kadınların söz konusu toplumlarda genellikle ikincil konumda kalışları vurgulanıyor. Düğünde davullu zurnalı halay çekilmesi, kadınların evin damından, aşağıda oynayan erkekleri izlemeleri, konuklara şerbet ikram edilmesi gibi sahneler, o yöredeki düğün geleneğinin Anadolu düğünleriyle önemli ölçüde benzeştiğini göstermektedir. Düğün yerine Leyla’nın akrabası olduğu anlaşılan ve bindiği arabadan varlıklı bir aşiret ağası olduğu izlenimi veren yaşlı bir adamın gelmesi üzerine ortalık hareketlenir. Babasıyla birlikte misafiri karşılayan damadın, selamlaşmadan (selamünaleyküm–aleykümselam) sonra yaşlı adamın elini öpmesi, yaşlı adamın “Nasılsın damat?” sözüne damadın, “İyiyim, siz nasılsınız?” deme yerine, eğilerek “Şeref verdiniz, hoş geldiniz!” şeklinde karşılık vermesi, o yöredeki genç-yaşlı iletişiminin nasıl şekillendiğini gösterdiği gibi, yaşa ve güce dayanan bir kültürel saygı hiyerarşisini de anlatıyor. Buradan gençlerin, kendilerine hal hatır soran büyüklere, “İyiyim, siz nasılsınız?” diye cevap vermesinin o bölgedeki insanlar açısından uygun bir davranış biçimi olmadığı anlaşılmaktadır. Kültürel öğeler 197 Damadın babasının dolaylı da olsa dünürüne, “Ya Ebu Talip, oğlum, oğlundur dedim, sen hâlâ damat diyorsun” şeklindeki sitemine, gelinin akrabasının “Ben bugün kız tarafıyım. Senin oğlun benim oğlumdur. Ama lakin, Leyla da benim has kızımdır” diyerek karşılık vermesi, bir ölçüde Anadolu’daki, “eti senin, kemiği benim” anlayışını anımsatan tipik kültürel ilişki biçimini göstermektedir. Damadın babasının dünürüne, “ben sana damat değil, oğul veriyorum” anlamına gelebilecek sözler söylemesi de bu kültürel ilişki biçimini, yakınlık ve güven düzleminde pekiştirmektedir. Sam Wiliam Marshall Wiliam Marshall, planını gerçekleştirmek üzere bölgedeki herkesin bir araya geldiği bu düğünü basmayı düşünmektedir ve bunun için fırsat kollamaktadır. Marshall ve adamları düğünlerde silah atmanın yaygın bir gelenek olduğunu bildikleri halde, bunu arama yapmak için bahane olarak kullanırlar. Silahların havaya sıkılmasıyla, sabırsızlıkla beklenen an gelir ve ABD askerleri düğünü basarlar. Tamamı sivil olmak üzere onlarca kişiyi katleden Amerikan askerleri, çok sayıda masum insanı da terörist oldukları gerekçesiyle tutuklarlar. Katledilenlerden birisi de Leyla’nın müstakbel eşidir. Havaya kutlama ateşi atma şeklinde sergilenen ve normalde saygıyla karşılanması gereken kültürel bir davranış biçimine, “işgalci kültürün temsilcileri” tarafından bilinçli olarak farklı bir anlam yüklenilmiş ve bu şekilde, düğün evini basmaları için kendilerince meşru bir zemin oluşturulmuştur. İslam kültüründe intihar ve terörizm Yüreği yanan Leyla, eşinin intikamını almak için, canlı bomba olup intihar eylemi düzenlemek düşüncesiyle Şeyh Kerkuki’den izin ister. “Benim böyle bir şeye izin verebileceğimi nasıl düşünürsün” diyen Kerkuki, “…Bu kapıyı bilen böyle bir şeyi nasıl ister. İslam'ı anlayan, böyle bir hırsa nasıl kapılır?” diye ekleyerek Leyla’nın bu isteği karşısındaki şaşkınlığını ifade eder. İntihar eylemini iki açıdan “Allah’a isyan” olarak değerlendiren şeyh, bu düşüncesini şu ifadelerle temellendirir: “Leyla kızım, canlı bomba olmak Allah’a bir değil de iki büyük isyan demektir. Birincisi Allah’tan umudu keserek kendi canına kıyman. İkincisi de düşmanınla beraber masum kişilere de kıymayı göze alman. Leyla, canlı bomba olduğun zaman kaç masumun öleceğini bilebilir misin? Bilemezsin. Onu bilemediğin için de gerçekte şu veya bu kadar masumu değil, aslında bütün insanlığı öldürmüş gibi olursun...” Kerkuki’nin bu sözleriyle İslam dinini doğru anlayanların böyle bir şey 198 Ayhan Selçuk yapmayacaklarına, dolayısıyla bu tür eylemleri yapanların İslam’ı anlamadıklarına vurgu yapılır ve intihar eylemine “cevaz veren” radikal gruplar, “Müslümanlara bu fikri aşılayanlar ve onlardan intihar komandosu devşirenler Hasan Sabbah fitnesini hortlatanlardır. Bu bir kıyamet alametidir ve bil ki, şeytan işidir” denilerek eleştirilir. Benzer vurgu ve eleştiriler, Kerkuki’nin rehin aldıkları yabancı bir gazetecinin “kellesini kesmek” üzere olan direnişçilere karşı söylediği, “Kime özeniyorsunuz? Zalimlere çalışan kuklaları mı taklit edeceksiniz? Peygamberin yapmadığını siz kimden öğrendiniz?” ifadelerinde de görülmektedir. Müslümanların aciz ve zayıf oluşlarını birlik içerisinde olamayışlarına bağlayan Kerkuki, intihar eylemlerinin bu acizliği ve zaafiyeti artıracağını düşünür. Düşmanların da bu eylemlerin artmasını istediklerini, hatta Müslümanları dünya kamuoyunda kötü göstermek için bu tür eylemleri belki de onların düzenlediğini belirtir. Birlik ve beraberlik çağrısı yapan Kerkuki’nin “Dua edelim, gayret edelim, bir olalım, hür olalım!” şeklindeki ifadeleri, Hacı Bektaşi Veli’nin “Bir olalım, diri olalım, iri olalım!” özdeyişinin değişik bir versiyonu gibidir. Kerkuki’deki, daha çok içe dönük olduğu gözlenen bu eleştiri kültürü, dualarına da yansıtılmıştır. Irak’ta olup bitenlerden kendilerini sorumlu tutan Kerkuki, “…Senin yolunda kenetlenmeyip benlik hevesiyle ayrı düştüğümüz ve bölündüğümüz için kendimize zulmettik. Biz bize zulmettiğimiz için, düşman da şimdi bize zulmediyor. Bizler gafil olduk, günahkâr olduk, mahkum olduk, mağlup olduk” sözleriyle öz eleştiride bulunur. Burada, Irak özelindeki bölünmüş parçalanmışlığa dikkat çekildiği gibi, diğer Müslüman toplumlara da gönderme yapıldığı düşünülebilir. “… Bize barış dini İslam'ı getiren kutlu Peygamberin hürmetine, onun mecbur kalıp savaştığı zaman titizlikle sadık kaldığı vuruşma hukuk ve ahlakından ayırma” şeklinde dile getirilen ifadelerde bir taraftan Tanrı’ya sığınma ve yakarış gözlenirken, diğer taraftan İslam dininin barış dini olduğuna, dolayısıyla Hz. Muhammed’in zorunlu bir durum olmadıkça savaşmadığına ve savaşmak zorunda kaldığında uyguladığı ilkelere dikkat çekilir. Söz konusu ifadelerle dolaylı olarak, masum insanların ölmesinin/ yaralanmasının kaçınılmaz olduğu canlı bomba eylemi ve “kılıçla kelle keserek” tam bir vahşet görüntüsünün sergilendiği rehine eylemlerinin yanlışlığına tekrar vurgu yapılır ve bu eğilimde olanlara “peygamberin yapmadığını yapmayın, savaşmanız durumunda onun sadık kaldığı ilkelerden ayrılmayın” çağrısı yinelenir. Kültürel öğeler 199 Sam Wiliam Marshall ve Hıristiyan yayılmacı kültür Sam Wiliam Marshall, daha önce de ifade edildiği gibi, kendisinin Tanrı tarafından görevlendirildiğini iddia eden, yaşamını “Tanrı’nın krallığını inşa etmeye” adamış ve bu nedenle “vaat edilmiş topraklara” kavuşuncaya, hedeflerine ulaşıncaya kadar yaşlı, kadın, çoluk-çocuk demeden önüne geleni yok etmekte sakınca görmeyen, fundamentalist bir Hıristiyan’ı canlandırmaktadır. Mum yakıp, İsa ikonu önünde dua eden Marshall’ın söylediği, “Efendim, bazen isyan ediyorum, “neden beni yanında istemiyorsun” diye. Ama anlıyorum ki, sana karşı vazifelerim bitmedi.” şeklindeki ifadelerle, Marshall’ın şahsında Amerikanın, bölgede “yapması gereken” daha çok işi olduğu mesajı veriliyor. “Bu fedakarlıklar hep görev aşkıyla yapılıyor. İsa efendimizi ve dünya barışını korumak için” şeklindeki, yapılanlara dinsel ve barışçıl bir boyut kazandırmaya dönük sözler, ABD Başkanı Bush’un 11 Eylül olaylarının ardından, “dünya barışını koruma” adına söylemiş olduğu, (sonra güya geri aldığı) Haçlı Seferi anlamına gelen “Crusade” sözünü anımsatmaktadır. Amerikanın Irak’ı işgalinde de aynı gerekçe söz konusudur: “Demokrasi ve barış”. Bu dünyanın Tanrı’ya sadakatini ispatlayacak işler yapması için yaratılmış olduğunu söyleyen Marshall, “Sen yeryüzüne dönmeden önce, kutsal kitapta vaat ettiğin Babil hesaplaşmasını tamamlamamı sağla” diyerek Tanrı’dan yardım dilerken aynı zamanda gerçek amacını ve hedefini de ortaya koyar: Vaat edilmiş topraklar olarak görülen, içinde Babil5 kentinin de bulunduğu Mezopotamya’yı (petrol bölgesini) ele geçirmek. Marshall’ın dini fanatizminin hangi boyutlarda olduğunu yansıtan aşağıdaki ifadeler, aynı zamanda kan ve vahşet üzerine kurulan Amerikan emperyalizminin Hıristiyan inancıyla bütünleştirilerek meşrulaştırılmaya çalışıldığını gösteren oldukça çarpıcı sözlerdir: Gelecek nesiller Tanrı'nın krallığını inşa edecek kahramanlara minnettarlığını sunarken, dualarında beni anmaları, benim için ne büyük bir şereftir. Aziz Petrus Roma'yı terk ettiğinde sen yüce efendimiz ona Quo Vadis demiştin. ‘Nereye gidiyorsun?’ Burası Babil, benim vatanım. Bana nereye gidiyorsun demeyeceksin, sana söz veriyorum. Ben bu topraklarda öleceğim... Kanım bu topraklarda 5 Babil/Babylonia, adını aldığı Babylon Kenti etrafında, Mezopotamya’da kurulmuş olan kadim bir imparatorluktur. Babil’in merkezi bugünkü Irak’ın El Hilla Kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil(ya) Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesinin güneyinde bulunan Babil köyünde kurulmuştur. (bkz. http://tr.wikipedia.org /wiki/Babil#Etimoloji) 200 Ayhan Selçuk akacak. Kanım vaat edilmiş zamana kadar, yani sen dönene kadar, yani vaat edilmiş topraklar bizim olana dek akacak…Vaat edilmiş topraklar bizim olduğunda barış gelecek. Ve barışı sağlayan Tanrı'nın çocuğu olacak! Söylemde, yürütülen “kutsal savaşın”, göğe çıktığına ve zamanı gelince döneceğine inanılan İsa-Mesih yeryüzüne ininceye, vaat edilmiş topraklar elde edilinceye kadar süreceğine işaret edilir ki, bu sözler ABD başkanı George Bush’un “terörle mücadelemiz binlerce yıl sürebilir” şeklindeki beyanatıyla birebir örtüşmektedir. Dolayısıyla “...Kanım vaat edilmiş zamana kadar, yani sen dönene kadar, yani vaat edilmiş topraklar bizim olana dek akacak” sözü, yayılmacı bir kültürün varlığını ve bu kültürün kan dökmeyi normal gördüğünü anlatmaktadır. Bu kültürde, vaat edilen toraklarda yaşayan insanların insan olarak değeri ve varlığının hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla, emperyalist bir ticari kültür, Hz. İsa’ya dayanan bir dini kültürle, kendini haklı çıkarmaya çalışmaktadır. Cennete sahip çıkma polemiği Bombalı suikast sonrasında yaralanan Sam Wiliam Marshall, Yahudi doktorla sohbet etmektedir. Gary Busey’in oynadığı doktor tiplemesi, hapishane hastanesinde görevli, uluslararası organ ticareti yapan bir Yahudi’yi canlandırmaktadır. Görevi, hastanedeki Iraklıların organlarını çıkartarak Amerika, İngiltere, İsrail gibi zengin ülkelere pazarlamaktır. Savaşta bedava organ elde eden bu ticari kültür için, ortamı hazırlayan da ABD ordusudur. Kendisine suikast düzenlenmesini cüretkarlık ve küstahlık olarak niteleyen Marshall, direnişçileri kastederek, “Buradaki yaşamlarını düşününce; cennete gitmek için ölen insanlar var, diğer taraftaki mutlu yaşama kavuşmak için” sözleriyle İslam’daki “şehitlik” inancına gönderme yapmaktadır. Ardından söylediği “İsa Mesih’e inanmayıp cennete gitmeyi düşünenleri, anlamıyorum” ifadeleriyle Hıristiyanların dışında kimsenin cennete gidemeyeceğini vurgulayan Sam’a, Yahudi doktordan itiraz gelir: Yani sen gidiyorsun, ben gidemiyorum! Söylediğin şey bu mu? Doktorun sorusuna “İsa ölürken bu dünyayı size bıraktı, biz onun tarafından seçildik. Onun krallığını kurabilmek için” şeklinde politik bir karşılık veren Marshall, bu sözleriyle bir taraftan Museviliği büsbütün dışlamadıklarını ifade ederken, diğer yandan kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş özel bir topluluk olduklarını söyleyerek dinsel fanatizmini yinelemekten geri durmaz. Sam’ın sözlerine reel-politik açıdan bakıldığında, Kültürel öğeler 201 Hıristiyan-Yahudi ittifakına vurgu yapıldığı da söylenebilir. ABD’li komutana, “Ha, buna bir itirazım yok” diye karşılık veren Yahudi Doktorun, “ama benim halkım Tanrı’yla pazarlık yapabilen tek halktır ve işte bu yüzden benim bildiğim soyum cenneti kimseye bırakmaz” sözleriyle, Yahudilerin becerikli ve ikna edici bir kültürel yapıya sahip oldukları hissettirilerek Musevilik dinler arasında en tepe noktaya yerleştirilir. Kullandığı “benim halkım”, “tek halk..”, “benim soyum” gibi sözcüklere vurgu yapması, Yahudi doktorun sadece dinsel bir fanatizm değil, aynı zamanda Yahudileri diğer halklar arasında önceleyen, ırksal bir fanatizm sergilediğine de işaret eder. Hapishanede işkence: Vahşi kültürün bir diğer yüzü Filmde, daha önceden gazete ve televizyon haberleriyle tanık olduğumuz işkence görüntülerinin, özellikle Abu Ghabraib hapishanesinde yaşanan insanlık dışı olayların aslına uygun olarak sunulduğu söylenebilir. Cezaevindeki Iraklıların insanlık onurlarının hiçe sayılarak çırılçıplak soyulmaları, bu vaziyette üst üste yığılmaları, üzerlerine tazyikli su sıkılması, vahşi köpeklerle korkutulmaları ve namaz kılan bir tutuklunun tekmelenmesi gibi görüntüler, Amerikan askerlerinin sergiledikleri vahşetin boyutlarını, dine, insana ve insanlık değerlerine karşı saygısızlıklarını ortaya koyan son derece çarpıcı sahnelerdir. ABD askerlerinin öteki yüzünü bütün çıplaklığıyla yansıtan bu görüntülerle izleyicilere, başını Amerika Birleşik Devletleri’nin çektiği ve bütün dünyada propagandası yapılan “insan hakları”, “demokrasi”, “özgürlük”, “barış”, “empati” ve “karşılıklı anlayış” gibi evrensel değerlerin, yine en başta Amerika tarafından çiğnendiği mesajı verilmektedir. Türkmenler, Leyla ve Polat: Dayanışma ve anlayış kültürü Filmde dikkat çekilen konulardan birisi de kuşkusuz, Irak’taki Türkmenlerin sahipsiz kalmaları ve içinde bulundukları çaresizliktir. Bu durum, Türkmen liderin Amerikalıları kastederek, “Dağı Kürtlere, çölü Araplara, petrolü de kendilerine ayırdılar. Bizimse gidecek yerimiz dahi yok!” şeklindeki sözleriyle özetlenir. Türkmen liderden toplantıyla ilgili bilgi alan Polat Alemdar ve arkadaşları, pazar yerinde ABD’li komutan Marshall’a suikast hazırlarlar, ancak sıkı güvenlik önlemleri alınmasından dolayı bunu gerçekleştiremezler. Marshall’ın toplantı binasından çıkacağı sırada, düğünde öldürülen damadın kardeşi bir intihar eylemi gerçekleştirir. Bu kargaşadan yararlanan Polat ve 202 Ayhan Selçuk adamları birkaç Amerikalıyı öldürüp oradan uzaklaşırlar, fakat ABD askerleri peşlerine düşer. Bunu fark eden Leyla, Türk olmadığı halde, ortak düşmanlarına karşı, Polat ve arkadaşlarını evine alarak onları gizler. Filmin bu aşamasından sonra gerçekleşen iyiler arasındaki işbirliği ve dayanışma kültürü, filmin sonuna kadar devam edecektir. Peşmergeler: Olumlanan ve olumsuzlanan Kürtler Filmde Kürtlerle ilgili olarak birkaç kültürel değerin sunulduğu görülmektedir. Polat Alemdar’ın Kuzey Irak girişinde karşılarına çıkan Kürt askerlerine, “buralarda ucuzmuş, adam alıp satmak” şeklinde imalı sözler söylemesi, daha sonra görüntüye gelen Kürt liderin, işgal kuvvetlerinin baş aktörü Sam William Marshall’la “dostluk ve işbirliği” içinde olması, Iraklı Kürtleri olumsuzlayan örneklerdendir. Aynı Kürt liderin aralarındaki bu işbirliğine rağmen, Amerikalı komutanın şeyh Kerkuki’yi tutuklama kararına karşı çıkması ya da çatışma sırasında yaralanan Memati’nin olup bitenleri kastederek, “Hep bu Kürtlerin yüzünden” şeklindeki sözüne, gerektiğinde vatan ve Polat için kendini feda eden Abdulhey’in, “Abi ben de Kürt’üm” diyerek karşılık vermesi üzerine Memati’nin, “Sen başkasın Abdulhey” demesi, bütün Kürt kökenlilerin aynı kategoride değerlendirilmemesi gerektiğine işaret eden göstergelerdir. Şeyh Kerkuki’nin tutuklanması konusunda Kürt liderin takındığı tavır, Kürtlerin her şeye rağmen, “bizler” gibi kendisine iyilik yapana asla silah doğrultmayacak kadar vefalı davrandıkları, dolayısıyla çayımızı içtikleri halde “bizi” esir alan “aşağılık bir kültüre” ait olmadıkları gibi birtakım çıkarsamalar yapmaya elverişlidir. Yahudiler: Her zaman her yerde tüccardırlar Filmin kimi yerlerinde Yahudilerin ticaret kültürünün öne çıkarıldığı görülmektedir. Uluslararası organ ticareti yapan bir doktorla temsil edilen Yahudilerin her koşuldan yararlanarak ticaret yaptıkları, ticaret ahlak ve kültürlerini belirleyenin, insani değerler olmadığı işlenmektedir. Nitekim, Yahudi doktorun, tutukluların getirildiği kapalı kasa aracı, “havasızlıktan ölmemeleri için” silahla tarayarak “hava deliği” açan Dante isimli Amerikan askerine (Ki, Marshall’ın sağ kolu rolündedir), “Bunu bir insan nasıl yapabilir?”, “Bunlar insan!” diyerek kızmasının ardından, “Eğer hastalarımı öldürmekten vazgeçmezsen ve ben de organlarımı düzgün alamazsam, inan bana seni öldürürüm!” diyerek asıl amacını ortaya koyması ve dolaylı olarak, Kültürel öğeler 203 organları sağlam istediğini belirtmesi, Yahudilerin hemen her şeye ticari açıdan yaklaştıklarına vurgu yapan çarpıcı repliklerdendir. Doktora söylettirilen “Benim halkım Tanrı’yla pazarlık yapabilen tek halktır” ifadesiyle Yahudilerdeki ticaret kültürünün materyal alanla sınırlı olmadığı, bu özelliklerini teolojik alana da taşıdıkları, Tanrı’yla olan iletişimlerinde bile “pazarlıkçı bir tavır” sergiledikleri ironisi yapılır. Sorun ve çözüm kültürü Polat Alemdar ile Sam W. Marshall’ın sorun anlayışları aracılığıyla iki ciddi kültürel farklılığın ortaya konulduğu filmde, Amerikan pragmatizmiyle Anadolu ve Orta Doğu insanının duygusallığı, sürekli çatışma biçiminde sunulmaktadır. Bu çatışmada, ABD pragmatizmi kötülenmekte ve değersizleştirilmektedir. Marshall, film boyunca pragmatik kültürel yaklaşımlar sergilerken, Polat haklar ve duygusal doğrular üzerinden hareket etmektedir. Polat ve arkadaşları tarafından havaya uçurulacak olan oteldeki çocuklar karşısında takınılan tavırlar ve söylenen sözler örneğinde olduğu gibi. Filmdeki sorun çözüm kültürüne bakıldığında, kötü adam (Marshall) ile iyi adam (Polat) arasında, olayların sonuçları açısından düşünüldüğünde, çok fazla fark olmadığı görülür: Kötünün kültürü vahşet, şiddet, savaş, silahlı çatışma, baskı ve öldürme biçimlerinde kendini göstermektedir. İyinin kültüründe de kötüyle çatışma ve sorunların çözümünde, “nefsi müdafaa” bağlamında da olsa, gene kötünün kullandığı yollar ve araçlara başvurulduğu dikkatlere sunulmaktadır. İçinde çatışma ve gerilim bulunan hemen her filmde olduğu gibi, burada da kural değişmemiş, kötüler yaptıklarının cezasını hayatlarıyla ödemişlerdir. Filmdeki selamlaşma, tanışma ve hitap şekilleri Her toplumun ya da sosyal grubun söz varlığında, gündelik yaşamın çeşitli alanlarında kullandığı kendine özgü dilsel davranış kalıpları bulunur. Bireylerin birisiyle iletişime girerken; selamlaşırken, tanışırken, birisine hitap ederken ya da bir kimseyle vedalaşırken kullanmış oldukları kalıplaşmış ifadeler, ait oldukları toplumun veya sosyal grubun yıllar içerisinde üretmiş olduğu bu tür dilsel yapılardandır (Selçuk, 2005). Lüger’in (1990) “iletişim rutinleri” olarak betimlediği söz konusu ifade kalıpları, iletişime giren bireylerin, yaşlarına, cinsiyetlerine, eğitim düzeylerine, birbirleriyle önceden 204 Ayhan Selçuk tanışıp tanışmamalarına ya da samimiyet derecelerine, sosyal konumlarına ve yetişmiş oldukları kültürel çevreye göre değişiklikler gösterebilmektedir. Gerek kültür içi (intracultural), gerekse kültürlerarası (intercultural) iletişimde bu anlamda bir sorunun yaşanıp yaşanmaması daha çok, tarafların kültür dünyalarının birbirine benzer ya da farklı oluşlarına bağlıdır. Aşağıda çözümü verilecek olan Kurtlar Vadisi Irak’a ait bir film karesi, bu duruma açıklık getirecek niteliktedir. Filmin sonuna doğru Polat Alemdar ve adamları yanlarına Leyla’yı da alarak şeyh Abdurrahman Kerkuki ile görüşmek üzere onun yaşadığı köye giderler. Buluşma yeri köyün camisidir. Kerkuki, henüz görünürlerde yoktur. Elini-yüzünü yıkamak üzere şadırvana giden Polat Alemdar, abdest almakta olan yaşlı bir Iraklıyla karşılaşır. Aralarında şu ilginç diyalog yaşanır: Polat: Selamünaleyküm Yaşlı Adam: (Uzatarak) Aleykümselaam diyerek, yanına oturan Polat Alemdar’a, “Nerden?” diye sorar. Polat: Şehirden Yaşlı Adam: Maşallah, kimlerdensin? Polat: Türkiye’den Yaşlı Adam: Türkiye!,Maşallah.(Bu arada ezan okunmaya başlar) Avrat öldü yaşlandık. Polat: Sana bir Türk kızı alalım! Yaşlı Adam: Şeyh bırakmıyor ki. Polat (gülümser) Adın ne? Yaşlı Adam: Adım Peko Hüseyin Ayrılmak üzere ayağa kalkan yaşlı adam, “Kim ölee, kim kala!” diyerek Polat’la vedalaşır ve camiye yönelir. Iraklı ihtiyarın öleceği, adeta içine doğmuş gibidir; camiden içeriye henüz adımını atmıştır ki, caminin minaresi Amerikan askerleri tarafından havaya uçurulur. Polat kendisini yere atar. Avlunun dışında bekleyen Polat’ın adamları bir ağızdan, “abii” diye bağırırlar. Ortam bir anda savaş alanına döner. Arka arkaya gelen füze saldırılarıyla cami yerle bir edilir. Yaşlı adam camideki diğer insanlarla birlikte yaşamını yitirir. Polat Alemdar’ın adamlarına, “iyi misiniz” diye seslenmesi üzerine Memati, “İyiyiz usta” diye karşılık verir. Amerikan askerleriyle başlayan vuruşma sahneleri, filmin sonuna kadar devam eder. Burada geçen konuşmalar, diyaloğun başlangıç ve gelişim süreci, Türk izleyicisinin yabancısı olmadığı, Anadolu’nun herhangi bir köyünde/ Kültürel öğeler 205 kasabasında ya da kentin varoşlarında karşılaşılabilecek türden özellikler içeriyor. Selamlaşmadan sonra yaşlı adamın, “Nerden?” diye sorması, Polat Alemdar’ın “şehirden” geldiğini söylemesinin ardından, “Maşallah, Kimlerdensin?” diye eklemesi, Anadolu köy kültüründe de oldukça sık rastlanılan tipik bir tanışma biçimidir. Batı toplumlarında benzer bir iletişim ortamında “Nerelisin/nerdensin?” gibi sorular yöneltilmesi, özellikle de “…kimlerdensin?” şeklinde soru sorulması, bizdeki anlamda yaygın ve bilinen bir durum değildir. Jörg Kuglin (1981: 54), Türk ve Alman toplumunun bazı davranış biçimlerini ele aldığı bir yazısında bu duruma işaret eder ve başından geçen, Türk kültürüne göre sıradanlığı olan, ancak kendince ilginç bulduğu bir olayı şöyle anlatır: Anadolu’da yaptığım bir otobüs seyahati sırasında, arka koltukta oturan yaşlı bir adam durup dururken, son derece heyecanlı bir şekilde “Sen nerdensin? diye sordu. Yanımda oturan, dört yıl Federal Almanya’da işçi olarak çalışmış ve oranın iletişim kurallarını/insan ilişkilerini belli ölçüde bilen ve bunun üzerine kendisiyle uzunca bir süre sohbet ettiğim adam, “Niçin soruyorsun?, Bilirsen ne faydan olacak?” şeklinde bir soruyla müdahale etti. İncinen ve geri çekilen yaşlı adamın sözü: “Arkadaşlık yapıyoruz işte!” şeklindeydi. Herhangi bir şeye, kişiye ya da olaya gönderme yapılarak kullanılan “maşallah” sözcüğü, Türk ve Orta Doğu kültürüne özgü, kullanıldığı bağlama göre farklı anlamlar (beğeni, şaşırma, eleştiri gibi) yüklenebilen bir işlevselliğe sahiptir. Dolayısıyla, başka bir dile aktarılması söz konusu olmayan bu sözcüğün, belli bir kültür coğrafyasının dışında anlaşılması da olanaklı değildir. Yine aynı şekilde, yaşlı adamın durduk yerde söylemiş olduğu, “Avrat öldü yaşlandık” sözüne karşılık Polat’ın, “Sana bir Türk kızı alalım!” diyerek latife yapması, Türk seyircisinin tebessümle karşılayacağı ve çok da yadırgamayacağı bir replik olarak değerlendirilebilir, ancak kültürlerarası iletişim bağlamında düşünüldüğünde bu ifadelerin, batılı sinemaseverler tarafından -sözcük sözcüğüne çevirisi yapılmış olsa bile- doğru anlaşılıp anlamlandırılabileceğini söylemek oldukça güçtür. “Sana bir Türk kızı alalım!” ifadesi, ister “Seni bir Türk kızıyla evlendirelim!” anlamında söylenilmiş olsun, isterse bazı yörelerimizde yaygın olan başlık geleneğine (“ver parayı al kızı!”) gönderme yapılarak ifade edilmiş olsun, bunun bir Alman, Fransız ya da Amerikalı izleyici tarafından doğru anlaşılması normal koşullarda mümkün değildir. Çünkü bu ifade, yukarıda sözü edilen anlamların 206 Ayhan Selçuk dışında Türk kültüründeki evlenmeye ilişkin sosyal bir gerçekliğe de işaret eder. Bir kere, Türk toplumunda evlenecek olan gençler, evliliklerine ilişkin kararlarını –ister flört sonrası, ister görücü usulüyle olsun- bireysel olarak vermiş olsalar bile, çoğunlukla evlilikler, anne-babanın ve birinci derecede yakın akrabaların onayı alındıktan sonra ya da en azından onların bilgisi dahilinde gerçekleşir. Yani buradaki bireysellik, batılı anlamda bir bireysellik değildir. Karar aşaması ve kız isteme geleneği başta olmak üzere, eşya/ev temini, düğün vs. dikkate alındığında Türk toplumunda gençler sanki evlenmezler, anne-baba ve yakın akrabalar tarafından evlendirilirler. Özellikle kırsal kesimlerde anne-babaların, hatta yakın akrabaların, evlenme çağına gelen gençlere “Falan/ın kızı/nı sana alalım!” veya “Filancaların güzel/hamarat bir kızı varmış, ona bir bakalım!” türünden öneride bulunmaları az rastlanılır bir durum değildir. Ya da Polat Alemdar’ın Iraklı ihtiyara söylediği gibi, akrabalık bağı olmayan insanların bile tanıdıkları, nazının geçtiği birisine “Sana falancayı alalım!” şeklinde teklifte bulunması, olmayacak bir şey değildir. Bu durum başlık parası uygulaması olmayan yerler için de geçerlidir. Çünkü buradaki “almak” sözcüğü çoğunlukla başlık geleneğinden bağımsız olarak, “evlendirmek” (seni falanla evlendirelim!) ya da “istemek” (Falanı sana isteyelim!) anlamında kullanılan genel bir ifadedir. Türkçe’deki “kız almak”, “kız vermek” şeklindeki söyleyişler, Türk toplumundaki evlilik öncesi süreçle ilgili kültürel pratiği ifade eder; erkek tarafı isteyen/alan taraftır, kız tarafı veren. Batı toplumlarında “kız isteme” ya da daha geniş şekliyle “kız-alıp-verme” diye bir uygulama olmadığı için, bu ifadeleri birebir karşılayan sözcüklere de yer verilmez. Polat’ın, Türk toplumunun bu geleneğinden hareketle söylemiş olduğu, “Sana bir Türk kızı alalım!” sözüne, Iraklı yaşlı adamın, “Şeyh bırakmıyor ki!” şeklinde karşılık vermesi, onun evlenme konusunda istekli olduğuna ve bu isteğini daha önceden şeyhine aktardığına, ancak onun buna izin vermediğine işaret eder. Müridin şeyhine “bağlılığını” gösteren bu ilginç durum, aynı zamanda, tarikat şeyhinin yöre halkı ve müritleri üzerindeki etkinliğini/otoritesini de ortaya koyar. Amerikan askerlerinin saldırıya geçmesinin ardından kendisini yere atan Polat Alemdar’ın adamlarının hep bir ağızdan, “abii” diye bağırmaları, bir süre sonra Polat’ın onlara, “iyi misiniz” diye seslenmesi üzerine Memati’nin “İyiyiz usta” diye karşılık vermesi, filmin bu bölümünde dikkati çeken ve kültürlerarası iletişim bağlamında ele alınması gereken hitap şekillerindendir. Kültürel öğeler 207 Batı dillerinde karşılığı bulunmayan, “abi” ya da sözlük diliyle “ağabey” sözcüğü, Türk kültüründe büyük erkek kardeş anlamına gelmekle birlikte, akrabalık bağı olmaksızın, yaşça büyük erkeklere saygı/sevgi ifadesi olarak da kullanılır. Bu durum, filmin başında üsteğmen Süleyman’ın, kardeşlik bağı olmamasına rağmen, arkadaşı Polat’a “kardeşim” diye hitap etmesiyle ya da karakol komutanının askerine “evladım” demesiyle benzerlik gösterir. Polat Alemdar’a bütün adamları tarafından “abi” diye seslenilmesi, sözcüğün bu ikinci anlamıyla ilişkilidir. Memati’nin “İyiyiz usta” ifadesinde de benzer bir durum söz konusudur. Asıl anlamının dışına çıkartılan “usta” sözcüğüne burada, saygı ifade eden bir anlam, bir işlev yüklenmiştir. “Abi” kavramı, toplumun bütün katmanları tarafından bir saygı ve sevgi ifadesi olarak benimsenip yaygın biçimde kullanılmasına rağmen, “usta” sözcüğü için aynı şey söylenilemez. Bu sözcüğün, buradaki anlamıyla, ancak belirli toplum kesimlerince kullanıldığı görülür. Kurtlar Vadisi Irak filminin birçok ülkede izlenildiği, dolayısıyla pek çok yabancı dile çevrildiği düşünülecek olursa, Polat’ın adamlarının hep bir 0ağızdan “abii” diye bağırmalarının, ya da filmin çeşitli yerlerinde değişik bağlamlarda kullanılan “abi” sözcüğünün örneğin; Erhan’ın bir tanıştırma sahnesinde Iraklı Türkmen lidere hitaben söylediği “Hasan abi, bu Polat abim” ifadesinin, yine aynı şekilde “iyiyiz usta” vb. kültürel boyutu olan öteki sözlerin, filmin İngilizce, Almanca ve diğer batı dillerindeki versiyonlarında ne şekilde karşılandığını araştırmak, başka bir çalışmayı gerektirir. Önemli bir kültür ögesi olarak müzik Müzik, bir ulusun, insan topluluğunun ya da bireyin duygu ve düşüncelerinin, özlemlerinin, acı veya sevinçlerinin, tutkularının notalar ve sesler aracılığıyla etkili bir biçimde dile getirilmesi olarak tanımlanabilir. Erdoğan ve Solmaz (2005: 48) müzik kavramını “…seslerin belli amaçlara göre ilişkide ve iletişimde bulunmayı gerçekleştirecek bir birlik sağlamak için ritimsel, melodik ve/veya armonik olarak birleştirilmesidir” şeklinde açıklarken, müziğin kültürel boyutunu öne çıkartan Alan P. Merriam (1964: 27’den aktaran; Erol, 2003), “müzik, kültürel olarak anlam yüklü sesler içinde kalıplaşan bir etkinlikler, düşünceler ve nesneler bütünüdür” demektedir. Toplumların ortak duygu, düşünüş, ideal ve anlayış tarzlarının şekillenmesinde, geçmişin günümüze, yaşanılan zamanın geleceğe aktarılmasında en etkili araçlardan birisi de kuşkusuz müziktir. Dolayısıyla, 208 Ayhan Selçuk öncelikli amacı insanları etkilemek ve bilinç yönetimini gerçekleştirmek olan sinema sektörünün böylesine etkili bir araçtan yararlanmaması düşünülemez. Filmlerde müzik kullanımının sinemanın başlangıcından itibaren görüldüğüne dikkat çeken Erdoğan ve Solmaz (2005:47), “müzik olmayan filme rastlamak çok zordur” diyerek müziğin sinemadaki yeri ve önemine işaret ederler. Kurtlar Vadisi Irak filminde de bu güçlü araçtan önemli ölçüde yararlanıldığı görülmektedir. Filmde düzenlemesini Gökhan Kırdar’ın yaptığı, çoğunluğu sözsüz olmak üzere on dokuz çeşit müzik parçasına yer verilmiştir. Bunların filmin konusuyla ve verilmek istenen mesajlarla büyük ölçüde örtüştüğü, dolayısıyla filmin izleyici üzerindeki etkisini önemli ölçüde artırdığı söylenebilir. 6 Özellikle filmin sonunda Leyla’nın ölmesiyle söylenen ağıt (Candamı Gurban) ve ardından Polat’ın Leyla’nın gözlerini kapatırken avucuna düşen hızma görüntüsünün zumlanmasıyla başlayan, Kerkük yöresine ait “Altın Hızma Mülayim” 7 türküsü, bu duygu ve mesaj yoğunluğunu doruğa çıkaran parçalar olmuşlardır. Gerek ağıt, gerekse diğer müzik parçaları, özellikle de “Altın Hızma Mülayim” türküsü, filmde müzik kültüründen ne ölçüde yararlanıldığının göstergeleridir. SONUÇ Sanat dalları arasında görsel olanların, özellikle de sinemanın, toplumların kültürel değerlerini ve kültürlerarası ilişkilerini yansıtmada özel bir yeri ve önemi vardır. Çünkü sinema, göze ve kulağa hitap etmenin yanı sıra, çeşitli teknolojik aygıtlardan yararlanarak (ses efektleri ve müzik gibi) verilmek istenen mesajları, çok daha etkili bir biçimde sunma gibi bir ayrıcalığa da 6 7 Söz konusu film müzikleri şunlardır: Altın Hızma/ 4 Temmuz/ KurtlarVadisi ”Orientmix”/ Düğün Evi/Hoyrat “Candamı Gurban”/Halebi ve Bedre Halayı/Feryat/Cendere“Orchestrallmix”/Dergah/Cehennem/İkna/Pazaryeri/Gaz Bombası/İşgal Altında /Plastik Toplar/Salat u Selam ve Dua/Havar Geylani/Son Baskın/Altın Hızma“Playbackmix”(http://www.maksimum.com/cinema/haber /27/ 54081.php) Altın hızma mülayim türküsünün sözleri şöyledir: Altın hızma mülayim /Seni Hak’tan dileyim/ Yaz günü temmuzda /Sen terle ben sileyim/ Gün gördüm, günler gördüm /Seni gördüm şad’oldum; Altın hızma incidir /Gömleği nar incidir/ Benim lal olmuş dilim /Ne dedim yar incinir/ Gün gördüm, günler gördüm /Seni gördüm şad’oldum; Altın hızma tumağa / Yanaşıp al yanağa /Güzel gel görüşelim /Men gidirem ırağa/Gün gördüm, günler gördüm /Seni gördüm şad’oldum (http://www.turkusokagi.com/sozler.asp?İslem=GOR& ID=703) Kültürel öğeler 209 sahiptir. Bu nedenle, başta Hollywood olmak üzere, dünyadaki belli başlı film şirketleri, milyonlarca doları gözden çıkartarak çekmiş oldukları filmler aracılığıyla, uluslararası ölçekte bilinç yönetimini gerçekleştirme adına büyük bir yarış içerisindedirler. Bu anlamda, yapılan filmler arasında savaşla ilgili olanların ayrı bir işlevselliği bulunmaktadır. Zira bu tür filmler, çoğunlukla onu üretenlerin haklılıklarını, kültürel doğrularını geniş kitlelere iletmeyi ve karşıt kültürleri değersizleştirmeyi amaçlamaktadır. Son zamanlarda çıkış sürecine giren Türk sinemasının, kendisinden en çok söz ettiren/ilgi uyandıran ve yukarıdaki özellikleri büyük ölçüde içeren yapımlarından birisi de hiç kuşkusuz Kurtlar Vadisi Irak filmidir. Kurtlar Vadisi Irak filminin gerek Türkiye’de, gerekse Türkiye dışında gösterilen ülkelerde bu denli ilgi uyandırıp ses getirmesinde, verdiği mesajların yanı sıra, temsil edilen toplumların ve onlara ait kültürel değerlerinin sunuluş biçimlerinin payı büyüktür. Söz konusu kültürler arasında öncelikle Türkler ve Amerikalılar olmak üzere, Yahudiler, Kürtler ve kısmen Türkmenlere ait olanlar dikkati çekmektedir. Nitekim filmde; Türklerin birbirlerine hitap şekilleri, dostluk anlayışları, gerektiğinde ölümü göze alacak derecede onurlarına düşkünlükleri, bu durumun düşmanlarınca da bilinmesi, kendilerine yapılana aynıyla karşılık verişleri, vatan sevgisi, vatanı her şeyden önce tutmaları, belirgin kırmızı çizgilerinin bulunması, bakış açılarında duygusallığın egemen olması, olağanüstü durumlarda bile şefkat ve duygusallıktan vazgeçmeyişleri, Türk ordusundaki emir-komuta zincirinin önemi ve Türk kültüründe asla zulme yer verilmeyip aksine adaletin hakim kılınması gibi birtakım kültürel ögeler, öncelikle vurgulanmaktadır. Kurtlar Vadisi Irak’ta, Türklerden sonra en çok Amerikalıların kültürel değerleri üzerinde durulur. Filme göre; Türklerden çok farklı kültürel değerlere sahip olan Amerikalılar kendilerini üstün, başkalarını aşağı görürler; öteki kültürlere ve onların kutsallarına karşı son derece saygısızdırlar; Tanrı tarafından görevlendirilmiş, seçkin, özel bir topluluk olduklarını söylerler, bu yüzden amaçları Tanrı’nın krallığını inşa etmektir, bütün eylemlerini dine dayandırarak gerçekleştirirler, kendilerinin dışında cennete kimsenin gitmeyeceğine inanırlar; en önemli kutsalları sermayedir (ABD’li komutanın Grand Harilton Otelini Kabe olarak nitelemesi gibi); kan dökmeyi normal gören yayılmacı bir kültürü temsil ederler, eylemlerinde duygusallığa yer yoktur, son derece acımasızdırlar, gerektiğinde çocukları şantaj aracı olarak 210 Ayhan Selçuk kullanmakta sakınca görmezler ve on bir bin adamı bile feda edebilirler. Sözün özü, tüm düşünceleri ve eylemlerinde pragmatizm egemendir. Amerikalılar gibi Yahudiler de kendilerini üstün ırk olarak görürler. Onlarda da pragmatizm ve ticaret kültürü ön plandadır. Nitekim, savaş ortamında bile durumdan vazife çıkartıp organ ticareti yapmaları bu temel özellikleriyle ilgilidir. Amerikalıların işbirlikçisi olarak sunulan Kürtler, küçük çıkarlar uğruna kendilerini ucuza satarlar; ancak Doğululuktan gelen duygusallıklarından dolayı vefayı da büsbütün elden bırakmazlar. Sahipsiz kalmalarıyla öne çıkarılan Türkmenlerde ise dayanışma kültürü belirgindir, bu nedenle Türkiye’den beklentileri olduğu sezdirilmektedir. Bütün bunlara dayanılarak denilebilir ki, Kurtlar Vadisi Irak filmi, gerek içerdiği kültürel ögeler ve kültürlerarası ilişkiler, gerek güncel konuları etkileyici bir biçimde işleyişi, gerekse sinema tekniğindeki başarısıyla kendisinden daha uzun süre söz ettireceğe benziyor. KAYNAKÇA Büker, S. (1991). Sinemada Anlam Yaratma. Ankara: İmge. Dorsay, A. (1998). Sinema ve Çağımız. İstanbul: Remzi. Erdoğan, İ. ( 1997). İletişim. Egemenlik Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge. Erdoğan, İ. ve Solmaz B. P. (2005). Sinema ve Müzik, Materyal Satış ve Bilinç Yönetimi için Bilişsel ve Duygusalın Oluşturulması. Ankara: Erk. Erol, A. (2003). Müziği Tanımlamak. http://www.muzikegitimcileri.net/bilimsel/ bildiri/A-Erol.html. 08.05.2006 Güçhan, G. (1999). Tür Sineması Görüntü ve İdeoloji. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi. İletişim Bilimleri Fakültesi Yayınları. Kuglin, J. (1981). Türkisch-deutsche Interferenzen im Bereich der Pragmatik. İçinde: B.D.Müller (der.) Konfrontative Semantik. (s.52-59 ).Weil der Stadt. Merriam, A.P. (1964). The Antropology of Music. Evanston: Northwestern University Press. Rotha, P. (1996). Sinema Tarihi, Ülke Sinemaları (çev: İ. Şener). İstanbul: Sistem Yayıncılık. Selçuk, A. (2005). Kültürlerarası İletişim Açısından Gündelik İletişim Davranışları. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13.1-17. Wollen, P. (1989). Sinemada Göstergeler ve Anlam (çev: Z. Aracagök). İstanbul: Metis Yayınları. (Orijinali 1969’da basıldı). İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 211-214 Forum Forum Hakkında Esra Keloğlu İşler 1 Aytül Tamer 2 Kurtlar Vadisi Irak filmi üzerinde örgütlü yapılardan kişiler arası iletişime kadar yoğun tartışmalar olmuştur, Tartışmaların günlük gazetelerde, akademik dergilerde, aktüel ve film dergileri gibi diğer dergilerde özellikle Şubat ve Mart (2006) aylarında çok sık tartışıldığı görülmektedir. Forum bölümünde önce Türkiye, Avrupa, ABD ve Asya’dan filmle ilgili tartışmalar sunuldu. Sonra internet forumlarından örnekler verildi. “Forum: Türkiye” bölümünde Kurtlar Vadisi Irak ile ilgili iki tartışma var. Birincisinde Ayşe Asker film hakkında basındaki tartışmaları ayrıntılı olarak sunmaktadır. İkincisinde ise Yasemin Çongar “ABD’nin Kurtlar vadisi kâbusu” başlığı altında filmin diplomatik alandaki ele alınışını ve yarattığı rahatsızlıkları incelemektedir. Bu tartışmalar, aslında, master öğrencisinden profesöre kadar herkes için araştırma konusu/sorunu olarak ele alacağı ilişkisel durumlar ve sonuçlarıyla dolu olduğu için, oldukça faydalıdır. “Forum: Avrupa” bölümünde sunulan yazıların ilkinde, film eleştirmeni Olaf Möller “The anti-American blockbuster from Turkey” başlığıyla sunduğu makalesinde, filmin Amerikan ve İsrail karşıtı içeriğinden hareket ederek, Avrupalıların Türkiye’ye yaklaşımlarını yeniden gözden geçirmesini ve çok dikkatli olmasını öğütlemektedir. “Turkey: Anti-Western Sentiment and Islam is the Solution" başlıklı ikinci makale filmin içeriğiyle ilgili oldukça anlamlı bulgular sunmaktadır. Christoph Burkhardt makalesinde filmin tek yanlı olduğunu ve “kültür çatışmasını” derinleştirdiğini belirtmekte; Kurtlar Vadisi’nin Avrupa’da nasıl karşılandığını açıklamakta; Avrupa’da bazı politikacıların ve negatif 1 2 Doktora öğrencisi, Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma görevlisi, Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi 212 E. Keloğlu İşler ve A. Tamer tutumların doğru olmadığı üzerinde durmaktadır. Filmin Türk, Arap ve Müslüman halkın nasıl hissettiği ve düşündüğünü anlamada yardımcı olacağını ve karşılıklı ilişkinin kurulması gerektiğini belirtmektedir. Almanya’da filmin yasaklandığını belirten Deutche Welle Almanya’daki önde gelen Yahudilerin film hakkındaki görüşlerini ve filmin yasaklanması isteklerini belirtmekte; filmin gerçek olaylara dayandığını yazmakta ve filmdeki önemli sahnelerden bahsetmektedir. Fransa’dan “La Vallée des Loups” başlığıyla L’Express’in web sitesinde yer alan bu makale, filmin gösterime çıkmasından sekiz gün kadar sonra yazılmıştır. Yazı, filmin gerçek olaylara dayandığını belirterek başlamaktadır. Filmdeki kahraman “Türk Rambosu”, film ise milliyetçi, anti-Amerikan öğelerle patlama efektlerinin kokteyli olarak tarif edilmektedir. Dizinin devamı olan filmin aşırı sağ mafya ortamını anlattığı, anlatılan hikâyenin Mehmet Ali Ağca olayıyla paralellikler taşıdığına vurgu yapılmaktadır. Gene Fransa’dan “Film turc "La Vallée des loups - Irak" : censures et délires. Quand un James Bond Turc déstabilise les médias dominants” başlığıyla yazan Claude Rainaudi yazısında, filmin agresif bir iletişim kampanyası izlediği ve gözle görülebilir bir pazarlama çabasının başarılı olduğu da eklenmektedir. “Hollywood reçeteli Türk filmi” olarak nitelen film, yazara göre bütün zamanların en önemli Türk üretimi(!). Film içinde Hollywood filmlerinin taşıdığı hemen hemen bütün öğelerin mevcut olduğunu vurguluyor: Moda bir TV dizisinden alınma kahraman; Kanlı ve bol teknoloji kullanılan özel efektler; Kötü ve iyi karakterler; Finalde teke tek mücadele. Peki neden basın bu şaheserin gösterime çıkışından hiç bahsetmedi? Belki de bir açıklama olabilir: İyiler Amerikalı değil, kötüler Amerikalı yani Hollywood’un en önemli kurallarından biri unutulmuş. Kötüler Amerikalı, James Bond Türk, sıra dışı değil mi? Kanımca bu yenilik iki reaksiyona yol açtı: Katı sansür talepleri; Yumuşak ve etkili sansür. Almanya’da Edmund Stoiber, Merkel, Yeşiller Partisi temsilcileri filmin doğrudan yasaklanmasını istediler ve gösterimden çekilmesini istediler. Fransa’da resmi sansür hoş karşılanmadığı için, çeşitli medyada bu filmden hiç behsedilememesi şeklinde gelişti. Bahsetmeye cesaret edenlerse izleyiciyi filmin izlemeye teşvik etmeksizin bunu yaptılar. Filme antisemitizm yaftası yapıştırıldı. Fakat bunun gibi filmler, tirşe propaganda konusunda ABD’nin üstünlüğünü yitirmesine neden olacak gibi. Eğer bu film ekonomik anlamda başarılı olursa bunu diğerleri izleyecektir. Örneğin yakın gelecekte Rus “Top Gun” ları izlemek olasıdır. Forum hakkında 213 “Forum: Amerika” bölümünde ilk olarak “Valley of the Wolves” başlıklı “Amerikan Patriot” sitesindeki yazı sunuldu. Yazar alaylı bir şekilde filmin Batı’da protestolara ve ayaklanmalara neden olduğunu, öfkeli yenimuhafazakarların ve Yahudilerin Türk Konsolosluklarını bastığını, Türk bayraklarını ve Kuran’ı yaktıklarını, “Yaşasın Bush” diye bağırdıklarını ve caddelerde Müslümanları dövdüklerini anlatarak başlıyor (Aslında böyle bir şey olmadığını ve olmayacağını, çünkü batının uygar olduğunu söylüyor). Serdar Akar’ın anlattıklarının aksine Amerikalıların şiddet canlısı hayvanlar olmadığını belirtiyor; Müslüman dünyanın ise bir film veya birkaç karikatür yüzünden delicesine öfkeye kapıldığını anlatıyor. Yazar “akıllı bir polis stratejisti” gibi, filmin yasaklanmamasını, tam aksine Amerikanın her yerinde gösterilmesini, sinema salonlarına kameraların ve ajanların gönderilmesini ve oraya giden Müslümanların ve engellenmiş bazı üniversite öğrencilerinin böylece kimliklerinin belirlenebileceğini söylüyor. Sinemaya gidenleri büyük olasılıkla ABD ve Avrupa’da tespit etimişlerdir. Ne için dersiniz? İkinci yazıda “New Turkish film villifies Americans” başlığıyla gelen Associated Press’in haberinden parçalar okuyucunun değerlendirmesi için sunuldu. Bunu, Karl Vick’in “On Turkey's big screen, America cast as villain” başlığıyla sunduğu yazıdan parçalar takip etti. “Forum: Asya” bölümünde ilk olarak Asia News’den bir makale sunuldu. Asianews’e Ankara’dan Mavi Zambak tarafından gönderilen yazıda, Film eleştirmekte ve Türkiye’de Hıristiyanlığa karşı yoğun bir kışkırtma olduğu belirtilmektedir. Bu kışkırtmaya politikacıların, gazetecilerin ve diğer medya mensuplarının katıldığı ileri sürülmektedir. Bu durumdan Mavi Zambak çok rahatsız olmuş ve neden ve kimin için rahatsız olduğu oldukça düşündürücü. Fakat Mavi Zambak’ın makalesi önemli bilgiler ve bazı konularda ipuçları veren ve okunması gereken bir makaledir. Benzer duyarlılığı Avrupa’da da görmekteyiz: Anadolu’da papazların saldırıya uğradığını örneklerle anlatan ve Kurtlar Vadisi Irak filminin de katkısı üzerinde duran Joshua Trevino “Death priests in Anatolia” yazısında Mavi Zambak’la aynı kaygıları dile getiriyor.3 The Jerusalem Post gazetesinde filmi “The nefarious parts we play” başlığıyla irdeleyen ve filmde Yahudilere verilen kötü roller üzerinde de duran Tom Tugend, sorunu çok daha profesyonel ve tarafsız bir biçimde sunmaktadır. Bu yazı da okumaya değer. 3 Bkz: http://www.brusselsjournal. com/node/1146 214 E. Keloğlu İşler ve A. Tamer “Forum: İnternet” bölümünde internetteki tartışmalarda dünyanın birçok yerinden örnekler verildi. Özellikle film forumlarındaki ve diğer forumlardaki tartışmalara bakıldığında, çok yoğun ve derin duyguların ifadeleri görülür. Amerikalı, Avrupalı, Orta Doğulu Milliyetçilerin ve liberallerin sitelerinde Kurtlar Vadisi Irak filmi yoğun bir şekilde tartışılmıştır. Sitelerde yazılanlara bakıldığında, kendilerini “vatansever” veya “milliyetçi” olarak niteleyen Amerikalıların ve Avrupalıların (muhtemelen çoğu gençler) filmden ciddi şekilde rahatsız olduğunu görülür: Bu rahatsızlıklarını küfrederek, alay ederek, aşağılayarak, hakaret ederek göstermektedirler. Fakat ilginç olan, ideolojilerin işlediği bilişsel yoksulluk bütün bu reaksiyonlarda çeşitli biçimlerde kendini göstermektedir: ABD sağcılarının (milliyetçilerin) hiçbiri bu filmde temel karakterin ve konunun ideolojik yapısının kendi ideolojik yapılarıyla örtüştüğünü görememektedir. İnsan bazen de üzülüyor, çünkü kendini ve dünyayı egemen pazar yapılarının çıkarları ve bu çıkarlarını gerçekleştiren savaş ve katliam gibi faaliyetleri destekleyen “çirkinleşmiş” insanlar oldukça çok. Dolayısıyla, sitelerdeki “forumların” ifade özgürlüğü, demokratikleştirme, kültürler arası anlayış ve dayanışma gibi olumlu sonuçlar çıkardığı varsayımı ve beklentisi oldukça geçersizdir. Evet, birbirlerini bu tür iletişimden geçerek çok iyi tanımakta ve düşmanlıklarını artırmaktadırlar. Bazı forumlarda site yöneticileri tartışmaların karakterinin düşüklüğü nedeniyle, tartışmayı kapatmak zorunda kalmaktadır. Bu “sanal sokak dalaşmalarını” bu sokaktaki insanların biliş ve ilişki seviyelerinin düşük olması nedeniyle, sadece bir veya iki örnek dışında, buraya koymanın anlamı kalmadı. Onun yerine daha seviyeli, anlamlı ve düzgün olanlar seçilerek sunuldu. Böylece, çeşitli ülkelerdeki insanların (hiç değilse, internette forum’lara katılanların) ne düşündükleri hakkında bazı bilgiler elde edinildi. Bu yazılar, Kurtlar Vadisi Irak filmi üzerinde yapılan “akademik olmayan” ve çeşitli ülkelerden insanların filmle ve sunduğu içerikle ilgili olarak internette yaptıkları tartışmalardan alıntılardır. Bu alıntıların içerikleri çok aydınlatıcı ve aynı zamanda çok düşündürücüdür. Bu alıntıların her biri üzerinde bilişlerin nasıl biçimlendiği ve bunun nasıl ifade edildiği bağlamında durulması gerekir. Ayrıca, bunu yazan insanların kimlikleri belli olmadığı için, yazılanlar okunduğunda bazılarının “bu işin profesyoneli olduğu,” bazılarının okuduğu, bazılarının sadece geyik ve boşalma için orada olduğu, bazılarının kasıtlı provokasyon yaptığı gibi kuşkular ortaya çıkmaktadır. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 215-227 Türkiye Kurtlar Vadisi Irak: basında tartışmalar Ayşe Asker 1 GİRİŞ Bu çalışmada, Kurtlar Kurtlar Vadisi Irak filmi ile ilgili basında sunulan olaylar ve tartışmalar ele alındı. Bu amaçla Kurtlar Vadisi Irak filminin Türk basınında yansımaları Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet, Radikal, Vatan, Akşam, Türkiye, Tercüman, Yeni Şafak, Bugün, Zaman, Yeniçağ, Ortadoğu, Vakit, Birgün, Evrensel ve Yeniasır ele alınarak sunuldu. Çalışmanın içeriğini Kurtlar Vadisi Irak filmi için filmin gösterime girdiği tarih ile çalışmanın yapıldığı tarihi içeren 1 Ocak 2006-31 Mart 2006 tarihleri arasında yapılan basın taraması oluşturdu. OLAYLAR VE TARTIŞMALAR Kurlar Vadisi Irak filmini, film vizyona girmeden önceki basın tartışmalarını, filmin özelliklerini, vizyona girdikten sonraki basında yansımalarını ele alacağımız üç ana başlık altında değerlendireceğiz. Film vizyona girmeden önce basında Ocak ayı içinde filmle ve sponsoru olan Doğan Medya Grubu’yla ilgili çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Bu iddiaları ve Doğan Medya Grubu’nun bu iddialara cevabını şöyle özetlemek mümkündür: Kurtlar Vadisi dizisinin son bölümleri Kanal D’de yayınlanırken, Doğan Grubu gazetelerinde 3 Şubat’da gösterime girecek olan filminden de sözedilmeye başlanır. Radikal gazetesinde Olkan Özyurt imzalı, “Kurtlar Çuvalın Peşinde”, haberi bunlardan biridir. Doğan Grubuna karşı olan basında ise, filmle ilgili ilginç ‘komplo teorileri’ne yer verilir. Bunlardan biri Yeniçağ gazetesinde 25 Aralık 2005 tarihinde yer alan Mustafa Duran imzalı haberdir. 1 Dr. , TBMM’de araştırmacı olarak çalışmaktadır. 216 Forum: Türkiye Haber; “Polat Alemdar CİA Ajanı Çıktı: Hollywood Vadisi Operasyonu” başlığını taşır. Haberde; Tezkere krizi ve çuval olayı ardından Türkiye’de yükselen antiAmerikancı düşünceyi kırmak isteyen ABD, Hollywood filmleriyle kendi halkına uyguladığı psikolojik harekatı, ‘Kurtlar Vadisi Irak’ sinema filmi üzerinden, Türkiye’de de sahneye koymaya başladı. Geçtiğimiz yıllarda Show TV’de yayınlanan ve milli duygulara vurgu yaptığı için izlenme rekorları kıran kurtlar Vadisi dizisi, önce Doğan Medya Grubu aracılığıyla oyuncuları tarikatçılıkla suçlanarak susturulmaya çalışıldı. Başarılı olunamayınca, dizinin konu ve oyuncularının dehşet sahneleriyle topluma-özellikle gençlere-kötü örnek olduğu iddia edildi; dizinin yayından kaldırılması için RTÜK’e yine Doğan Medya Grubu aracılığıyla baskılar yapıldı ama sonuç alınamadı. Tüm baskılara rağmen izlenme rekorları kıran dizinin susturulamayacağını ve dizinin Türk halkı üzerindeki etkisini anlayan ABD devreye girdi; dizi yüksek bir fiyatla Aydın Doğan’a ait Kanal D televizyonuna transfer edildi. Yıllardır kendi halkı üzerinde Hollywood filmleriyle baskı yaratan ve savaşlar öncesinde kamuoyu oluşturan ABD, Türkiye’de de Kurtlar Vadisi dizisi ve son günlerde gündeme gelen ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmiyle psikolojik harekat için düğmeye bastı. ABD’nin psikolojik harekatının Türkiye ayağını ise Doğan Grubu (özellikle Kanal D ve Hürriyet) oluşturdu. Psikolojik harekatın ilk sinyalleri Kanal D’de yayınlanan Kurtlar Vadisi dizisinin bazı bölümlerinde verilirken, en önemli adım şubat ayında vizyona girecek olan ‘Kurtlar Vadisi Irak’ sinema filminde atıldı. Filmde 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçiren ABD’liler, Türk milletinin kendilerine duyduğu nefreti ve intikam duygusunu ortadan kaldırmak için Polat Alemdar’ı Türk Rambosu rolüne soyundurdu. ABD’nin psikolojik planına göre, Polat Alemdar filmde, Mehmetçiğe çuval geçiren ABD’li generale rol gereği bir güzelhaddini bildirecek, böylece çuval olayını kara bir leke olarak gören Türk halkı da sanal olarak ABD’den intikamını almış olmanın huzuruna kavuşacak. Türkiye’yi Büyük Ortadoğu Projesi’nin piyonu yapmayı hedefleyen ABD, filmde Polat Alemdar’ı Türk halkının intikamını alan milli bir kahraman olarak gösterecek, gerçek ise Polat Alemdar ABD’nin amaçlarına hizmet etmiş olacak. Bu projeyle birlikte önce İran, sonra da Suriye’ye saldırma planları yapan ABD, Türkiye’de yükselen ‘Amerika tepkisini’ kıracak,operasyonlarda İncirlik, Malatya, Erhaç ve Pirinçlik üslerinin kullanma iznini toplumun tepkisini çekmeden alabilecek... diye yazı sürer. Türkiye’de tartışmalar 217 Bu yazı daha sonra Basın Konseyi’nin, Kurtlar Vadisi Irak filminin başrol oyuncusu Necati Şaşmaz’ı ‘küçük düşürdüğü’ gerekçesiyle Yeniçağ gazetesine uyarma cezası vermesine neden olmuştur (www.haber7.com). Vakit gazetesi yazarlarından Abdurrahman Dilipak da “İran..İran!..” (7 Şubat 2006) ve “ABD Savaş Kışkırtıcılığı Yapıyor” başlıklı yazılarında Yeniçağ’da sözkonusu edilen teoriye yer vermiştir (16 Şubat 2006). Bu arada basında ‘çuval olayı’nı konu alan haberlerin filmin gösterime girmesinden önce Doğan Grubu’nca özellikle Hürriyet tarafından tekrar verilmesi de eleştiri konusu olur. Buna örnek olarak gösterilebilecek yazılardan biri Akşam gazetesinde 22 Aralık 2005 günü Güler Kömürcü’nün yazdığı “Çuval Haberleri Nereye Taşınmak İsteniyor?” başlıklı yazısıdır. Kömürcü’ye göre, “Kurtlar Vadisi Film’inde de ele alınan bu haberlerin verilmesinin nedeni de; ‘psikolojik operasyon’un bir parçası”dır. Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni olan Ertuğrul Özkök ise, bu değerlendirmelere “Yeni Şarlatanlar” başlığıyla yazdığı yazıda cevap verir: Şimdi size Türkiye’den bir komplo teorisi örneği anlatayım. Dünyanın önde gelen haber ajansı Associated Press, önceki cumartesi günü bir haber geçti. Kuzey Irak’ta çuval olayı sırasında tercümanlık yapan iki Türk sözde Amerika’ya sığınmış. Çünkü Türkiye’de ölüm tehditleri alıyorlarmış. Haber Pazar günü Vatan Gazetesi’nin manşetindeydi. Hürriyet’in şehir baskılarında ise altta küçük verilmişti. Adamların sığınma hakkı elde etmek için bu yola başvurdukları belliydi. Onun için ertesi gün haberi devam ettirdik. Londra temsilcimiz Faruk Zabcı, o olayda Türk askerleriyle birlikte gözaltına alınan bir İngiliz’le konuştu. O da ‘pembe saçlı’ bir kız tercümandan söz etti. İkinci haberin çıktığı gün, Kocaeli’nden biri okur temsilcimiz Doğan Satmış’ı aradı. Dikkat edin arayan biz değil, tercümanın kendisi. Kendisinin aynı olayda tercümanlık yaptığını anlattı. Bir arkadaşımızı gönderdik. Gerçekten elindeki fotoğraflar ve verdiği bilgilerle olaya açıklık getiriyordu. O haberi de verdik. Bakın ondan sonra neler oldu? Önce beni Ankara’dan bir yetkili aradı. ‘Bu haberleri ‘Türk-Amerikan ilişkilerini bozmaya yönelik bulduklarını’ söyledi. Arkasından MHP’ye yakın bir gazetenin manşetinde bunun tam tersi bir senaryo üretildi. Güya Hürriyet, Türkiye’nin Amerika ile bozuk olan ilişkilerini düzeltmeye çalışıyordu. Bunun için ‘Kurtlar Vadisi’nin senaryosu bile değiştirilmişti. Daha bu bitmeden bu defa üçüncü senaryo geldi. Hürriyet bunu, ‘Kurtlar Vadisi’ dizisinin reytingini artırmak için yapıyordu. Komplo hastalığı budur...” (Hürriyet, 28 Aralık 2005). Filmin vizyona girmesinden sonra Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Ahmet Kekeç ise 11 Şubat 2006 tarihinde, “Doğan Grubu Anti- 218 Forum: Türkiye Amerikancılıkta Ekmek Keşfetti” başlığıyla yazdığı yazısında, yazının başlığına da yansıdığı gibi ‘çuval haberleri’nin daha değişik bir yorumunu yapar. Ona göre bu haberlerin yapılmasının tek bir nedeni vardır; o da Kurtlar Vadisi Irak filminin tanıtımı içindir. Vizyona giriş ve promosyon üzerine yorumlar Bu tartışmalar içinde daha önce duyurulduğu gibi Kurtlar Vadisi Irak filmi, 3 Şubat 2006 tarihinde vizyona girer. Bugün gazetesinde filmin vizyona girdiği gün Coşkun Koçyiğit filmi özetle şöyle değerlendirir: Filmde bilinen bir öykü anlatılmıştır. Amerikan askerlerinin 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’taki Türk Karargahına baskın yaparak 11 askerin başına çuval geçirilmesi ile başlayan film, Polat Alemdar ile yol arkadaşları Memati, Abdülhey ve Erhan’ın intikam için bu ülkeye sızmalarıyla hareketlenmektedir. Bu andan itibaren şiddet dozu yüksek aksiyon sahneleriyle dikkat çeken filmde, özellikle, işgalden sonra, Amerikalıların önceden tasarladıkları siyasi-sosyal dönüşümü gerçekleştirmek için uyguladıkları planların zulüm halini almasının altı çizilmektedir. Filmin basın tanıtımı 7 Ekim 2005 tarihinde İstanbul’da Swissotel’de yapılır (Zaman, 8 Ekim 2005). Film vizyona girmeden önce ise özel gösterimi 8 Ocak 2006 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yapılır. Zaten Başbakanın film ekibiyle de yakın ilişkileri vardır. Daha 2004 yılında film ekibiyle özel bir yemek yemesi haberleri basında yer alır (Hürriyet, 21 Haziran 2004). Başbakanın filmi beğendiği haberleri de medyaya yansır (www.nethaber.com). Kurtlar Vadisi Irak filminin 28 Ocak 2006 günü ise basın gösterimi yapılır. Filmi izleyen sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, film ve Başbakanın film değerlendirmesi hakkında şu eleştirilerde bulunur: Sinema tekniği iyi ama filmin özüne karşıyım. Bir kızıl elma koalisyonu olmuş. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok, ABD’liler dünyayı şeytan gibi yöneten kötü insanlar gibi gösterilmiş. Filmde bir tek olumlu Amerikalı yok. Adeta Bin Ladin acısıyla bakılmış. AntiAmerikan tavrındaki filmin Türkiye yararına olduğunu düşünmüyorum. Başbakanımız Recep Tayip Erdoğan da filmi çok beğendiğini söyleyip destek çıktı. En azından bu işe karışmamalı” (www.nethaber.com). Filmin gerek İstanbul’da gerek Ankara’da yapılan galasına da siyasetçiler yoğun ilgi gösterir ve dikkat çekici açıklamalarda bulunurlar. Filmin 1 Şubat Türkiye’de tartışmalar 219 2006 tarihinde yapılan İstanbul galasına katılan Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, “Çok önemli bir film oldu. Bu film sayesinde yeni bir ihracat alanı oluşacak. Belki Türkiye’de ABD’deki gibi Universal stüdyoları çapında büyük stüdyolar açılacak. Bu da yeni bir döviz kapısı oluşturacak” açıklamasında bulunur (Hürriyet, 2 Şubat 2006). Kurtlar Vadisi Irak filminin 2 Şubat 2006 tarihli Ankara galası için ise ‘özel kuryeler’ aracılığıyla Başbakan, bakanlar ve siyasi parti başkanlarına davetiyeler gönderilir (Sabah, 31 Ocak 2006). Milliyet’in 3 Şubat 2006 tarihli internet sayfasında ‘son dakika’ haberi olarak “Kurtlar Vadisi Irak’ın galasına Başbakan Erdoğan da katıldı” haberi yer alır. Fakat gerek haberin içeriğinden ve gerek aynı tarihli Milliyet gazetesinden galaya; TBMM Başkanı Bülent Arınç, Başbakanın eşi Emine Erdoğan, Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu, Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok, ATO Başkanı Sinan Aygün gibi isimlerin katıldığı anlaşılır. Filmden sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan TBMM Başkanı Arınç ise, “Çok müthiş bir film. Tarihe geçecek bir film” der ve bir gazetecinin “Senaryo sizce gerçek hayattan alıntı mı?” sorusunu, “evet, birebir aynı” diye yanıtlar (a.k.). Film vizyona girdikten sonra filmle ilişkilendirilen bir gelişme daha olur. Bu da, Trabzon’da Katolik Rahip Andria Santoro’nun 16 yaşında bir Türk genci tarafından öldürülmesidir. Bu olay dış dünyada olduğu kadar Türkiye’de de yankı bulur. Türk basınında birçok köşe yazarı bu olayı da Kurtlar Vadisi dizi ve filmiyle bağlantılı olarak değerlendirir. Bunlar arasında Doğan Grubu gazetelerinde yer alanlar da vardır. Bunlara Murat Belge’nin “Papazları Vuranların Ülkesi” (Radikal, 7 Şubat 2006), Nuray Mert, “Bir Papazı Öldürmek” (Radikal, 9 Şubat 2006), Yalçın Bayer, “Trabzon İzlenimleri:’İnsan Kurşunun Kimden Geldiğini Bilir” (Hürriyet 5 Şubat 2006), Ece Temelkuran, “Rahibi Kim Öldürdü?” (Milliyet, 8 Şubat 2006) başlıklı yazıları örnek olarak gösterilebilir. Doğan Grubu’nun dışında yer alan basında da rahibin öldürülmesi ile Kurtlar Vadisi dizisi ve filmi arasında bağlantı kuranlar vardır ama bunlar aynı zamanda diziye yer veren ve filme destek veren Doğan Grubu’nu bu yönde eleştirmeyi de ihmal etmemişlerdir. Örneğin Hürriyet Ankara temsilcisi Nur Batur’un 8 Şubat 2006 günlü Hürriyet gazetesinde “Cühela ve Ukala” başlığıyla olaya yer verdiği yazısında, olayın kahramanının Trabzonlu ve bağımsız Türkiye Partisi’nin lideri Haydar Baş’ın etkisi altında kaldığını, Haydar Baş’ın da ‘Kurtlar Vadisi Irak filminin Yapımcısı Raci Şaşmaz ve başrol oyuncusu Necati 220 Forum: Türkiye Şaşmaz yani Polat Alemdar’la hem ideolojik hem de dini bazı benzerlikleri olduğunu vurgulamaktadır. Bu habere atıf yapan Perihan Mağden, Nur Batur’un bu üslubunu “tutuk bir mahcubiyet” olarak nitelendirdikten sonra bunun belki “standart Ankara temsilcisi dili’nin ta kendisi’ ya da ‘vahim bir Kurtlar Vadisi Groupie’si görüntüsü arz etmekte olduğuna inandığı Genel Yayın Yönetmenleri’nin yaratmış olduğu bir inhibisyon...” olarak yorumladığı yazısında Hürriyet’in olayı veriş şeklini eleştirdikten sonra asıl filmi ağır bir dille eleştirir(“Hırtlar Vadisi”, Yeni Aktüel, 21-27 Şubat 2006). Bu yazısından dolayı Perihan Mağden hakkında film ekibi suç duyurusunda bulunur (Milliyet, 8 Nisan 2006) ve soruşturmayı tamamlayan Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı, Mağden hakkında üç aydan iki yıla kadar hapis istemiyle dava açar Özellikle iddianamede Mağden’in, “Kurtlar Vadisi çocuk katiliyle yeniden Katolik alemindeki aziz yaratan barbarlar haklı yerini alıyor. Sağolasın ilham kurtları, Sağolasın pırtlar pardon Kurtlar Vadisi...” cümlesi ile Trabzon’da işlenen rahip cinayeti arasında bağlantı kurduğu belirtilmektedir (Hürriyet, 24 Nisan 2006). Filmin içeriği üzerine yorumlar Kurtlar Vadisi Irak filmi köşe yazarlarınca içeriği bakımından çeşitli biçimlerde ele alınıp eleştirilmiştir. Genel içerik açısından: Genel olarak filmi ele alan yazarların çoğu filmi tipik bir Hollywood filmi olarak değerlendirmişlerdir. Öte yandan Kurtlar Vadisi Irak filmini Türkiye’de de gösterimde olan yabancı filmlerle karşılaştırarak, evrensel değerleri yakalayamadığı vurgusu yapan yazılar vardır. Örneğin, Zülfü Livaneli’nin Vatan’daki köşesinde 22 Mart 2006 günü yazdığı “Kendi Ülkesini Eleştirmek Cesareti” başlıklı yazı bunlardan biridir. İçerik açısından bakınca yazarların filmde geçen diyalogları yazılarına kendi bakış açılarına göre aldıkları görülür. Örneğin Hasan Pulur’un, Milliyet’deki köşesinde 9 Şubat 2006’da “Şiddet, Şiddet Yine Şiddet” başlıklı yazısında şöyle demektedir: Irak politikanızın içine ettik. Yani buna alınmadınız da başınıza geçen iki çuvala mı alındınız? Neye alındığınızı söyleyeyim. Birleşmiş Devletler son 50 yıldır size para ödüyor, donunuzun lastiğini bile biz gönderiyoruz. Neden bir şey üretmiyorsunuz? Para diyorsunuz, yolluyoruz. Daha fazla istemek için birbirinizi dolandırıyorsunuz. Türkiye’de tartışmalar 221 Nasıl unutursunuz komünistlerden sizi kurtarmamız için yalvardığınızı…’ diyen Amerikalı subayın sözlerini ‘BİZİMKİ’ bu lafları yiyip yutuyor. Yiğit Bulut ise, Radikal’deki köşesinde, Sam’ın yukarıdaki sözlerini şu şekilde yorumlamaktadır: Bu cümle, senaristin ‘ekonomi cehaletinden ve bilinç eksikliğinden’ kaynaklanmıyorsa; tamamen yanlış bilgiler ile dolu ve/veya bir milletin bilinçaltına verilebilecek kasıtlı bir mesaj içeren net bir dezenformasyon…Nedenine gelince? ABD ve diğerleri daha açıkçası dünya kapitalist sistemini yönetenler, Türkiye’ye bugüne kadar hiçbir dönemde aldığından fazlasını hatta aldığının onda birini bile vermedi. Daha sonra Yiğit yazısını rakamlarla açıklamaya çalışarak sürdürür(13 Şubat 2006). İçerik açısından en detaylı değerlendirme ise Milliyet yazarlarından Fikret Bila tarafından yapılır. Bila, filmde Atatürk’ün fotoğrafına yer verilmediği, çuvalın intikamının alınmadığı, tarikata yer verildiği, hükümet ve genelkurmayın eleştirildiği, anti-Amerikancılık yapıldığı ancak Kurtlar Vadisi Irak’ın “ABD karşıtlığı yapmasına rağmen Türkiye’yi de iyice hırpaladığı” düşüncesindedir (17 Şubat 2006). Milliyetçilik bağlamında: Filmi bu bağlamda ele alan yazarlar, milliyetçiliği negatif ve pozitif olarak ikiye ayırarak, filmin negatif milliyetçilik yaptığını öne sürmüşlerdir. Filmi milliyetçilik bağlamında ele alan yazarların bir vurgusu da, milliyetçiliğin yükselişiyle birlikte milliyetçi partilerin oylarında bir artış olmadığıdır. Bu yazılara örnek olarak Haluk Şahin, “Milliyetçiliğin Mutasyonu”, (Radikal, 10 Şubat 2006); -“Ulusalcı Dalga Niçin Oya Dönüşmüyor”, (15 Şubat 2006); Osman Ulugay, “Milliyetçi Dalga Millete Yarar Mı?” (Milliyet, 6 Şubat 2006); -“21.Yüzyılda ‘Ulusal Güç’ Olmanın Yolları”, (13 Şubat 2006); İsmet Berkan, “Yeni Çağrı’mız Hayırlı Olsun: Kurtlar Vadisi-Irak…”, (Radikal, 5 Şubat 2006); -“Milliyetçi Dalga Bitmedi Mi?”, (12 Şubat 2006); Avni Özgürel, “Ulusalcılık Dalgası Üzerine…”, (Radikal, 1 Mart 2006); Ergun Babahan, “Milliyetçiler Buhar Mı Oldu?”, (Sabah, 5 Şubat 2006); Güneri Civaoğlu, “Münih/Kurtlar Vadisi”, (Milliyet, 5 Şubat 2006); İlter Türkmen, “Milliyetçilik ve Vatanseverlik”, (Hürriyet, 18 Şubat 2006), İlhan Selçuk, “Şu Çılgın Türkler Ne Yapacak?..”, (Cumhuriyet, 2 Mart 2006) yazıları verilebilir. Bu yazarlardan Haluk Şahin, “Milliyetçiliğin Mutasyonu” başlıklı yazısında, ‘Atatürk milliyetçiliğini pozitif olarak’ nitelendirdikten sonra 222 Forum: Türkiye Kurtlar Vadisi Irak filmini negatif milliyetçilik bağlamında ele alarak şunları söyler: …bu dalganın en şoven, en zenefobik, en yalnızcı damarından akıyor. Bu damar Amerika’dan nefret ediyor, Avrupa’ya kin kusuyor, Yahudileri aşağılıyor, Batı’yı bir zamanlar Erbakan’ın bile yapamadığı kadar batıl sayıyor. NATO’dan çıkacak, Amerika’ya savaş açacak, Avrupa’dan kopacak, Batılı şirketleri kovacak, yabancıları atacak. İç Siyaset Bağlamında: Filme siyasilerin büyük ilgi gösterdiğini daha önce belirtmiştik. Fakat özellikle iç siyasette ve dış siyasette söz sahibi olan AKP iktidar mensuplarının filme ilgi göstermesi eleştiri konusu olmuştur. Öte yandan film başından beri ‘şiddet’ ve ‘hukuksuzluk’ bağlamında değerlendirildiği için gündemdeki kimi uygulamalar da filmle özdeşleştirilerek değerlendirilmiştir. Örneğin Güngör Mengi’nin Vatan’daki köşesinde 27 Mart 2006 tarihinde yazdığı “Tehditle Terbiye” bu tür yazılara iyi bir örnektir. Mengi bu yazısında, hükümetin uygulamaya koymaya çalıştığı ‘doktor ithali’ ile tarım politikalarından yakınan bir çiftçiye sarfettiği ‘al ananı git’ sözünü konu ettiği yazısında; “Millet ‘Kurtlar Vadisi’ çözümlerini, yöntemlerini sevdi diye aynı jargonu, raconu hükümet ederken benimsemenin yararı yok, tehlikesi vardır” eleştirisinde bulunmaktadır. Dış Siyaset Bağlamında: Kurtlar Vadisi Irak filmi özellikle konusu antiAmerikancılık içerdiği için ABD basınında da yankı bulmuştur. Bunda AKP iktidarının filme ilgi göstermesinin de büyük etkisi olmuştur. Öte yandan film Avrupa’da 7 ülkede birden gösterime girmiştir (Vatan, 11 Şubat 2006). Bu ülkeler içinde de Türklerin yoğun olduğu Almanya’da filmin ilk dış ülke galası yapılmış (Sabah, 9 Şubat 2006) ve film gösterime girdiği günden itibaren kapalı gişe oynaması (Hürriyet, 15 Şubat 2006) Almanya’da çok geçmeden filme değişik kesimlerin tepkilerini çekmiştir. Türk basını da bu tepkilere geniş olarak yer vermiştir. Bu tepkileri kimi köşe yazarlarının yazılarında da bulmak olasıdır. Bu yazıları örneklemeden önce basınımızda öncelikle ABD daha sonra Almanya ile ilgili bu haberlerin nasıl yer aldığını örneklemek istiyoruz. ABD Haberleri bağlamında: Bu haberlerin önceliğini “ABD’ye ‘Kurtlar Vadisi’ Raporu” başlıklı haberler tutar. Buna göre filmin güçlü bir antiAmerikancılık içerdiği Amerika’ya rapor edilmektedir (Milliyet, 6 Şubat 2006). Filme ABD’nin ilk tepkisi ise, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’a dayandırılarak haber yapılır. Büyükelçi, “Kurtlar Vadisi Dert Değil” Türkiye’de tartışmalar 223 açıklaması yapmıştır (Radikal, 31 Ocak 2006) ve filmi de izlemeyi düşünmeyecektir (Vatan, 6 Mart 2006). Daha sonra Büyükelçi Ross Wilson, Türkiye’de bulunan askerlerine Kurtlar Vadisi Irak filminin gösterildiği bölgelerde dikkatli olmaları uyarısında bulunacaktır (Vatan, 9 Şubat 2006). ABD basınına yansıyan Kurtlar Vadisi Irak filminin tepkileri, bizim basınımızda da haber olmuştur. Bunları örneklemek gerekirse; ABD’nin ünlü haftalık haber dergisi Time, film vizyona girer girmez filmi konu edinmiştir. Zaman gazetesi de bunu “Kurtlar Vadisi Irak Time Dergisinde” başlığıyla haber yapmıştır. Time dergisi bu haberinde Kurtlar Vadisi Irak filminin başrol oyuncusu Polat Alemdar için ‘Türk Rambosu’ nitelemesinde bulunmuştur. Bu niteleme daha sonra basınımızda sık sık söz konusu edilecektir. Wall Street Journal Kurtlar Vadisi-Irak filmini, ‘Türk Lokumu’ olarak nitelendirmiş ve “gala gecesi filmi izleyen TBMM Başkanı Bülent Arınç ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın da filmden etkilenip Kurtlar Vadisi-Irak ile ilgili söyledikleri övgü dolu sözlere de yer vererek filmin yeterince ses getirdiğini” kaydetmiştir (Vatan, 10 Şubat 2006). Washington Post gazetesi ise, Türkleri terörist olarak gösteren ve Türkiye’den tepki alan ‘24’ dizisiyle, Kurtlar Vadisi-Irak filmini karşılaştırmaktadır (Vatan, 14 Şubat 2006). Washington Post gazetesi filmle ilgili bir başka haberinde ise, filmin galasına giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ı eleştirmiş ve bu haber basınımıza “Laura Bush Geceyarısı Ekspresi Filmine Gider miydi?” başlığıyla yansımıştır (Hürriyet, 16 Şubat 2006). New York Times’a göre, “Kurtlar Vadisi Irak adlı film, Amerikan aleyhtarlığını perçinlemektedir” ve bu yönüyle “ABD’yi kötüleyen en son örnek”tir (Zaman, 3 Şubat 2006). New York Times’ın filmle ilgili bir başka haberinde ise, “Kurtlar Vadisi Irak’ta Türklerin Düşmanı Sam Amca” yorumunda bulunulup, film yanında Türk-Amerikan ilişkileri de değerlendirilmiştir (Vatan, 14 Şubat 2006). ABD basını filme o kadar yer vermiştir ki, hemen hergün manşet haber yapmıştır. Nitekim Hürriyet, bunu 21 Şubat 2006 günü “Kurtlar Vadisi Irak ABD’de Yine Manşet” başlığıyla vermiştir. Buna göre, “ABD’nin saygın gazetelerinden The Philadelphia Inquirer, dünkü sayısında ...filmini manşet haber” yapmıştır. Öte yandan çok geçmeden ABD’nin askeri kanat tepkileri de basına yansımaya başlar. ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Peter Pace, “Kurtlar Vadisi-Irak filminin hayal mahsulü olduğunu ve gerçeklere dayalı olmadığını 224 Forum: Türkiye belirtmiş ve hayal mahsulü bir şey üzerinde yorumda bulunmamız için bir neden yok” demiştir (Sabah, 22 Şubat, 2006). Peter Pace, Türkiye ziyaretinde ise, Kurtlar Vadisi-Irak filmi için, “bu film, hiç gerçekleşmeyecek şeyleri gösteriyor” yorumunda bulunmuştur (Sabah, 24 Mart 2006). NATO Komutanı General James Jones ise, filmle ilgili yorumunda “kamuoyunun ilgisini çeken filmler tabii ki genelde düşünceleri şekillendirir. Önemli olan gerçek ile kurguyu ayırt etmektir” demektedir (Hürriyet, 11 Şubat 2006). Amerikan Ordusunun günlük gazetesi Stars and Stripes’in manşetine dayanılarak verilen haberde ise, “ABD Ordusu’ndan Kurtlar Vadisi Uyarısı” gelmiştir. Buna göre, “Amerikan Ordusu, Avrupa’daki askerlerinden, ‘Kurtlar Vadisi-Irak filmini gösteren sinemalardan uzak durmalarını ve film ile ilgili tanımadıkları kişilerle tartışmaya girmemelerini” istemektedir (Hürriyet, 7 Şubat 2006). Kurtlar Vadisi Irak filmi Amerika’nın iç siyasetinde bile söz konusu olmuş ve Kongre’de bütçe görüşmelerinde bir milletvekili Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a filmi sormuş; bizim gazetelerimizde bunu “ABD Kongresi’nde Kurtlar Vadisi Irak Filmi Tartışıldı”, (Hürriyet,10 Mart 2006) ve “Kurtlar Vadisi’ni Rice’a Sordular; Kurtlar Vadisi Rice’ı Terletti”, (Sabah,11 Mart 2006) başlıklarıyla haber yapmışlardır. Basınımızda az da olsa filmin gösterime girdiği İngiltere ve Fransız basınına yansıyan izlenimler de yer almıştır. Örneğin, Radikal’in “Kurtlar’ ABD’yi Isırıyor” başlığıyla verdiği haber, İngiltere’de yayınlanan The Daily Telegraph gazetesinin haberidir (5 Şubat 2006). BBC’nin filmi haber yapması ise Zaman gazetesinde “BBC’den Kurtlar Vadisi Irak Yorumu: Türkler İçin Uygun Ama Amerikalılar İçin Değil” başlığıyla 12 Şubat 2006’da haber olmuştur. Fransa’nın ünlü gazetesi Le Monde’un filmi haber yapmasını ise Vatan gazetesi “Kurtlar Vadisi-Irak Le Monde’da: Amerikan Karşıtı Rambo’nun Zaferi” başlığıyla vermiştir (21 Şubat 2006). Kurtlar Vadisi Irak filminin, Amerika’nın tepkisini çekmesi ve Filistin’de seçimi kazanan Hamas’ın lider düzeyinde Türkiye ziyareti üzerine, TürkAmerikan ilişkilerinde soğuk rüzgarların estiği yorumları yapılmaya başlanır. Oysa Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, filmin vizyona girdiği günlerde, “Kurtlar Vadisi, Türkiye ABD İlişkilerini Etkilemez” yorumunda bulunmuştur (Zaman, 5 Şubat 2006). Türkiye’de tartışmalar 225 Bu konuda siyasilerin gerginleşen Türk-Amerikan ilişkilerini yumuşatmak için söylediği son söz belki de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığını konu eden Wall Street Journal gazetesine verdiği röportajda yer alan ve Hürriyet gazetesinin de manşet yaptığı; “Kurtlar Vadisi-Irak Basındaki Haberlerle Yapılmış Olabilir” cevabını alabiliriz (21 Nisan 2006). Kurtlar Vadisi Irak filminin dış dünyada Amerika dışında tepki çeken ve ülkemiz basınına da yansıyan bir başka ülke ise Almanya olmuştur. Almanya’da film bir yandan orada yaşayan Türkler nedeniyle fazla ilgi çekerken, öte yandan tarihsel olarak Almanlarda da varolan AntiAmerikancılık nedeniyle ilgi çekmiştir. Kurtlar Vadisi Irak filminin Avrupa ülkeleri içinde ilk galası 8 Şubat 2006 tarihinde Köln’de yapılmıştır. (Sabah, 9 Şubat 2006). Fakat filmin Almanya’da ‘porno’ filmlere uygulanan 18 yaş sınırlaması Türk basınında tepkiyle karşılanır. Sabah gazetesi bu haberi, “Polat’a Porno Muamelesi” başlığıyla haber yapmıştır (10 Şubat 2006). Buna rağmen film Almanya’da ilgi görmüş ve Alman medyasını şaşırtmıştır. (Hürriyet, 15 Şubat 2006). Çünkü filmin Almanya’da vizyona girdiği 69 sinemada izleyenlerin sayısı 282 bine ulaşmıştır (Hürriyet, 24 Şubat 2006). Bunun üzerine çok geçmeden politikacılardan ve sivil örgütlerden filmin yasaklanması çağrıları gelir. Bu tepkiler, Radikal gazetesinde “Kurtlar’a Alman Tepkisi” başlığıyla haber olurken (20 Şubat 2006); Zaman gazetesinde, “Almanya’daki Yahudiler ‘Kurtlar Vadisi Irak’ Filmine Sansür İstiyor” başlığıyla yer alır (20 Şubat 2006). Oysa Almanya’nın yerel gazeteleri filmin yasaklanmasına karşıdırlar (Vatan, 20 Şubat 2006). Alman Sansür Kurulu da “Kurtlar Vadisi Irak’a Bir Yasaklama Olmadığını Açıklamıştır” (Vatan, 28 Şubat 2006). Fakat Almanya’nın en büyük sinema salonları zinciri olan Cinemaxx, film iyi gişe yapmasına rağmen programdan çıkarma kararı almıştır (Cumhuriyet, 23 Şubat 2006). Köşe yazarlarının bu gelişmeleri değerlendirmeleri ise iki başlık altında verilebilir: 1.Filmi stratejik olarak değerlendirip olumsuz yaklaşanlar: Bu yazarlar özellikle Ortadoğudaki gelişmelere dikkat çekip, siyasilerin bu filmi iç politika malzemesi yapmasını eleştirmişlerdir. Öte yandan filmin Türk-ABD ilişkilerine verdiği zarar üzerinde durmuşlardır. Bu içerikteki yazılara örnek olarak, Cengiz Çandar’ın, “Film Senaryoları-Gerçek Stratejiler Kurtlar Vadisi Irak; Küresel Zemin’de Amerika”, (Bugün, 3 Şubat 2006); “Şu Çılgın 226 Forum: Türkiye Türkler, Kurtlar Vadisi’nde Zamanında Değiliz.” (8 Şubat 2006); Ferai Tınç, “Hukuk Devleti Bu Kadar Hata Kaldırmaz” (Hürriyet, 15 Ocak 2006); “En Kritik Konu” (5 Şubat 2006); Osman Ulugay, “21.Yüzyılda ‘Ulusal Güç’ Olmanın Yolları” (Milliyet, 13 Şubat 2006); Süheyl Batum, “Perşembe’nin Geleceği Çarşambadan Belliydi” (Vatan, 23 Şubat 2006). Murat Yetkin “ABD İle İlişkilerde Neler Oluyor” (Radikal, 4 Nisan 2006); Yalçın Doğan, “Hamas+Bir Film Eşittir 4 Milyar Dolar” (Hürriyet, 18 Mart 2006). 2. Dış kamuoyundaki tepkiler üzerine olumlayanlar: Filmin yukarıda ayrıntılarına değindiğimiz dış kamuoyu tepkileri üzerine filme olumlu yaklaşan yazarlar da olmuştur. Hatta olumlu ve olumsuz yaklaşımı birlikte sergileyenler de olmuştur. Bunlardan biri Osman Ulugay’dır. Ulugay, “Amerikalılara Türk Lokumu: Kurtlar Vadisi” (Milliyet, 12 Şubat 2006) başlıklı yazısında bunun bir örneğini vermektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmini eleştiren Wall Street Journal gazetesinin tepkisini ele alan Ulugay, filmi başarılı bularak onaylamaktadır. İkinci bir örnek İlhan Selçuk’un “Düşman?..” başlıklı yazısıdır (Cumhuriyet, 12 Şubat 2006). Selçuk bu yazısında, daha önce değindiğimiz NATO Komutanı, James Jones’un sözlerini ele alarak filmi onaylamaktadır. Üçüncü bir örnek, Haluk Şahin’in “Geceyarısı Ekspresi’nin İntikamını Aldık Mı?” başlıklı yazısıdır (Radikal, 26 Şubat, 2006). Haluk bu yazısında, başlıkta geçen ve Türkleri aşağılayan bir film olarak uzun yıllar Türklerin tepkisini çeken ‘Geceyarısı Ekspresi’ filmine atıf yaparak ve bu yönden iki filmi karşılaştırarak Kurtlar Vadisi Irak filmini onaylamaktadır. Dördüncü bir örnek, Türker Alkan’ın 3 Şubat 2006 tarihinde Radikal’de yazdığı “Bizden Beceriksizler De Varmış!” yazısı olabilir. Alkan bu yazısında daha önce sözünü ettiğimiz Alman politikacıların filme tepkisini eleştirerek filmi onaylamaktadır. Beşinci bir örnek, Oral Çalışlar’ın “Kurtlar Vadisi’ Merakı Nasıl Bir Merak” adlı yazısıdır (Cumhuriyet, 7 Şubat 2006). Çalışlar bu yazısında Almanya’da filme gösterilen tepkileri eleştirerek filmi onaylamaktadır. Bu konuda son bir örnek ise kamuoyunda Amerikan taraftarlığı ile tanınan Mehmet Ali Birand’ın “Amerikan Çifte Standardı...” başlıklı yazısıdır (Posta, 21 Şubat 2006). Birand, bu yazısında filme Amerikalıların gösterdiği tepkiyi eleştirerek ve Geceyarısı Ekspresi filmine değinerek filmi onaylamaktadır. Zaten Mehmet Ali Birand, 16 Mart 2006 günü Kanal D’de yayınlanan ve Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ‘32.Gün’ programında da film ekibini ağırlamıştır. Film ekibinin ilginç diyalogları da ekranlara yansımıştır. Bunları Türkiye’de tartışmalar 227 örneklemek gerekirse, filmin başrol oyuncusu Necati Şaşmaz’ın “peygamber soyundan geldiğini” belirtmesi; filmin senaristi Bahadır Özdener’in “Hollywood’un kalbine bıçak sapladık” demesidir. Fakat daha da ilginç olanı film ekibinin ABD’yi sözkonusu yaptığında Birand’ın konuyu değiştirmesidir. Şiddet Bağlamında: Kurtlar Vadisi’nin dizi ve filminin çoğu zaman ‘şiddeti meşrulaştırdığı’ için eleştiri konusu yapıldığını belirtmiştik. Fakat Kurtlar Vadisi Irak filmi gösterime gireceği günlerde ilginç bir gelişme olur ve Kurtlar Vadisi’nin dizi olarak eski kanalı olan Show TV, kendisinde olan bölümleri 9 Ocak 2006 tarihinde yayınlamaya başlar. Bunun üzerine Kanal D de kendisinde olan bölümleri 16 Ocak 2006 tarihinde yayınlamaya başlar. Bu arada Kurtlar Vadisi’nin yapımcı şirketi Pana Film’in dizinin yeni bölümleri için Show TV ile anlaşmaya vardığı haberleri basında yer almaya başlar (Vatan, 22 Şubat 2006). Öte yandan Doğan Grubu gazetelerinde film şirketi ve oyuncuları hakkında yapılan kimi haberler-örneğin Pana film şirketi hakkında Hürriyet’de 12 Şubat 2006 tarihinde “Kurtlar Vadisi’nden Doğan Şirket Pana Film” başlıklı haber gibi-başından beri Doğan Grubu’nu diziyi transfer etmek için kampanya yürütmekle suçlayan öteki medya organlarınca ‘kasıtlı’ bulunmuştur. Örneğin Yeniçağ gazetesinde Osman Tığraklı, 14 Şubat 2006 tarihinde “Kurtlar Vadisi’nde ‘Hır’ Çıktı” yazısında bu haberleri şöyle yorumlamaktadır: Doğan Grubu’nun lokomotifi olan Hürriyet gazetesi ve Kanal D televizyonunun sponsor olduğu Kurtlar Vadisi dizi ve filminin yapımcı şirketi Pana Film’in başka bir televizyon kanalıyla görüşmesi üzerine iki grup arasında ‘hır’ çıktı! Hürriyet gazetesi milyonlarca dolar harcayıp sponsor olduğu ve günlerce gerek Doğan Grubu’nun televizyonlarından gerekse de gazetelerinden bıktırırcasına reklamını yaptıkları Kurtlar Vadisi Irak filminin yapımcı şirketine ve oyuncularına aba altından sopa göstermeye başladı. SONUÇ Kurtlar Vadisi dizi ve film olarak Türk kamuoyunda tartışmalı konuları ele alarak izlenme başarısı sağlamıştır ki, bu aynı zamanda ticari başarıdır. Arkaplanda bu ticari başarıdan yararlanmak isteyen Show TV ile Kanal D arasındaki mücadele sürerken, kamuoyuna yansıyan bu tartışmalı konuların medya aracılığıyla yeniden biçimlendirilmesidir. Yeniden biçimlendirmede de, tartışmalı konularda taraf olanlardan yararlanılmıştır ama sonuçta taraf olanlar da bir şekilde kendi çıkarları doğrultusunda bu biçimlendirmeden yararlanmışlardır. 228 Forum: Türkiye İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 228-230 Türkiye ABD’nin Kurtlar Vadisi kabusu Yasemin Çongar 2 Washington, ilk başta “eğlencelik” diyerek geçiştirdiği Kurtlar VadisiIrak filminin mesajlarından ve Türk yetkililerce sahiplenilmesinden çok rahatsız oldu. Kurtlar Vadisi-Irak filmi içerdiği mesajlar kadar Türkiye’de gördüğü ilgi nedeniyle de ABD yönetimini çok rahatsız etti. Öyle ki film, Türk-Amerikan ilişkilerinde 2006’nın ilk yarısına damga vuran olaylardan biri haline geldi. Film’in gösterime girişi ve yarattığı etki, Hamas’ın siyasi lideri Halid Meşal’in şubattaki Ankara ziyaretinin Washington’da olumsuz karşılanması ile de birleşince, iki ülke arasında ciddi bir pürüz oluşturdu. Hollywood’un, uluslararası siyasi olayları popülist bir anlatımla yansıtan, bir çok ülkeyi ve kültürü basmakalıp yaklaşımlar ve kaba tiplemelerle karikatürize eden ürünlerine kuşkusuz alışık olan ABD yönetimi, neden Türk sinemasının benzer bir örneğini bu kadar yadırgıyor? Bu sorunun yanıtı, filmin Türkiye’de gördüğü siyasi sahiplenme ve yerine getirdiği toplumsal işlevle ilgili. RESMİ PROPAGANDA MI? ABD’li diplomatlara “tanıdık” gelen bir film Kurtlar Vadisi-Irak. Bu tanıdıklık duygusunu, Washington’daki bir yetkilinin ağzından aktaralım: Nazi Almanyası’nın afişlerine, Soğuk Savaş dönemindeki Sovyet filmlerine, son yıllarda da Kuzey Kore gibi ülkelerde üretilen propaganda malzemelerine has bir anti-Amerikancılık vardır. Özellikle 2 Bu makale, Yasemin Çongar’ın daha önce Milliyet gazetesinde bu konuda yayımlanan haber ve yorumlarından yazar tarafından derlenerek hazırlanmıştır. Türkiye’de tartışmalar 229 ABD askerlerini hedef alan, onları insaniyetten yoksun canavarlar olarak gösteren bir propagandadır bu. Genel04likle, gerçeklere tümden aykırı bir senaryo kapsamında ABD askerlerinin cezalandırılmasını, yenilmesini, aşağılanmasını resmeder. Bu yetkili filmi görmemiş; Türkiye’deki ABD’li diplomatların ve Amerikan medyasının aktardıklarına dayanarak konuşuyor. Yetkilinin Kurtlar Vadisi-Irak ile Arap dünyasında ya da Avrupa’da üretilen Amerikan karşıtı ürünler yerine, Nazilerin, SSCB’nin ve Pyongyang’ın propaganda malzemeleri arasında benzerlik kurmasını yadırgamamak mümkün mü? Sonuçta, bu sayılanlar, baskı rejimlerince, doğrudan resmi ideoloji çizgisinde, devlet bütçesinden üretilip dağıtılan malzemeler; Kurtlar Vadisi-Irak ise bağımsız bir sinema yapıtı. Bu itirazı dile getirince, “birebir aynı demiyorum ama tematik bir benzerlik var” diye yanıtlıyor yetkili. Ardından, “Aslında biz en başta Kurtlar Vadisi-Irak filmine eğlence endüstrisinin ürünü, gerçekleri yansıtmadığı kolayca anlaşılacak kurgusal bir yapıt diye baktık. Üzerinde fazla durmadık. Ama Türkiye’de filme resmen sahip çıkıldığını düşündürtecek şeyler de oldu” diyerek Washington’ın bu konudaki asıl rahatsızlığını ifade ediyor. ANKARA’NIN TAVRINA TEPKİ Bush yönetimi, Kurtlar Vadisi-Irak için “Yahudi karşıtı, Amerikan karşıtı” nitelemelerini kullanırken, bu tanımlara uyduğunu düşündüğü bir filmin Türk hükümetince de sahiplenildiği izlenimine sahip. ABD’li bir diplomatın bu konudaki açıklaması, Washington’ın ne düşündüğünü açıkça yansıtıyor: Türkiye’yi de rahatsız eden, Türkler hakkında önyargı doğurabilecek Amerikan filmleri, television programları olduğunda bizim bunları öven açıklamalarımıza tanık olmadınız. Türkleri aşağılayan, Amerikan toplumunda Türklere karşı düşmanlık yaratabilecek bir filmin galasına First Lady’nin ya da Temsilciler Meclisi Başkanı’nın gittiğini düşünebiliyor musunuz? Bu kapsamda, ABD yönetimini asıl kaygılandıran gelişmenin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi ve kızları ile bazı bakanların filmin galasına gitmesi, özellikle de TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “tarihi gerçeklere uygun” olduğunu söyleyerek filmi övmesi olduğunu belirtelim. 230 Forum: Türkiye POPÜLİZMİYLE ÜRKÜTTÜ ABD’li yetkililerin Kurtlar Vadisi-Irak ile ilgili rahatsızlığı, filmin, Türkiye’de zaten var olduğuna inandıkları Amerikan karşıtı, Yahudi karşıtı, aşırı milliyetçi duyguları okşamakla kalmayıp kabartabileceği izleniminden de kaynaklandı. Kurtlar Vadisi-Irak’ın Türkiye’de izlenme rekorları kırması ve halkın filmdeki olayları gerçek gibi kabullenme olasılığı, Washington’ı özellikle tedirgin etti. Bush yönetimine mensup ya da yönetimden bağımsız birçok gözlemci, Türk medyasında zaten genel bir milliyetçi ve ABD karşıtı hava olmasından yakınıyor. Türkiye kamuoyunun azımsanamayacak bir kesiminin, Metal Fırtına romanı ve benzerlerini yarı belgesel nitelikli birer ulusal kahramanlık destanı gibi algılamaya yatkın olduğunu düşünenler, gişe başarısını bu popülist dalga üzerinde durmasına borçlu saydıkları Kurtlar Vadisi-Irak’ın, bu dalgayı daha da güçlendirmesinden rahatsızlar. Son olarak, ABD’li yetkililere göre, “Film, eleştirel bir bakışla izlenmemesi halinde, Amerikalılara özellikle de Amerikan askerlerine karşı nefret duyguları yaratabilir.” Bu da bir yandan Türkiye’deki ABD’lilerin güvenliği, bir yandan da özellikle Amerikan ordusunda Türkiye’ye ve Türklere karşı olumsuz duygular doğurma potansiyeli açısından kaygı nedeni sayılıyor. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 231-232 Avrupa Valley of the Wolves Iraq: The anti-American blockbuster from Turkey Olaf Möller 1 This February in Germany the capture of Turkish blockbuster from Yesilcam (Turkey's Hollywood) opened and became both a hit and a cause celebre. Right-wing politicians had a field day, citing the film as evidence that Europe needed to reconsider Turkey's eligibility for EU membership. The film's defenders insisted that it was no different from a Hollywood movie. Either way, if Turkey joins the European Union, the prevailing, deeply romantic notion of Europe will have to be rethought. Eor all those reactionaries clinging to this fantasy of White Christian Unity, Valley of the Wolves was a godsend. But let's get one thing straight: the Rim is absolutely indefensible. It's actually a spin-off of a popular TV series featuring the perpetually stonc-faccd secret agent Polat Alemdar {Necati Sasmaz) and his efforts to wipe out organized crime in Turkey, in this, his first movie outing, he faces off against his most formidable enemy yet: a (possibly rogue) U.S. military operative called Marshall, played by Billy Zane. The film's opening scenes re-create a real-life incident that inflamed Turkish publis opinion: Turkish troops by the U.S. military in northern Iraq in July 2003. In the movie, the squad's leader commits suicide, leaving a note asking that his dishonor be avenged. Enter Alemdar and his team, already hot on Marshall's trail. Curiously, they don't do that much ass-kicking, and when they do, their actions arc largely counterproductive. In fact, the film's nominal hero is offscreen for long stretches of running time. And so, despite its setup. Valley of the Wolves: Iraq is not exactly a classic revenge movie—the story seems to be a pretext for the depiction of a paranoid political landscape. 1 Olaf Moller Alman film eleştirmenidir. 232 Forum: Avrupa The key to the demagoguery of Valley of the Wolves: Iraq isn't post-Abu Ghraib/Guantanamo anti-American sentiment: it's anti-Semitism. It's clear why U.S. troops are in Iraq, and, for that matter, the Turkish military (fighting a semi-clandestine war against the PKK and Kurdish separatism, although the film conveniently never mentions this), but just what exacdy are the Jews doing there? Why, in an early scene in which Alemdar confronts Marshall in a hotel rigged with explosives, does an Orthodox Jew suddenly appear, stealing away to safety? What is a Mengele-like, seemingly Jewish doctor doing in Abu Ghraib, harvesting organs from dead prisoners and sending them off to London, New York, and Tel Aviv? The Jewish figure in the hotel scene alludes to the cliche of the cowardly Jew, born with an instinct for avoiding trouble and always quick to get out of harm's way. Busey's doctor meanwhile is a reference to the myths of secret sacrificial rites among Jews. These anti-Semitic tropes are cemented in a scene in which Marshall and the doctor discuss their respective faiths and personal missions: Marshall sees himself as a crusader out to erect a New Jerusalem, while the doctor is a Wandering Jew-like merchant living off others without producing anything himself. It's through this anti-Semitism that Valley of the Wolves: Iraq crosses over into the realm of meta-political paranoia and becomes an expression of the conflict between Islam and JudeoChristianity. As such. Marshall and the doctor's true antagonist isn't Alemdar but Sheikh Abdurrahman Halis Karuki (Ghassan Massoud), a paragon of just and decent Islamic mores who condemns suicide bombings as anti-Islamic and saves a Western journalist from beheading in one ofthe film's most delirious scenes. The nationalistic revenge plot line and the tract on the benevolence and righteousness of (Sufi) Islam are finally brought together when Alemdar kills Marshall with an ancient dagger given to him by a dying woman who's also seeking revenge on the American for having killed her husband during a massacre on their wedding day. The centuries-old justness of Islam avenges the pride of Turkey. Perhaps this crudely directed film is more a reaction to the Abu Ghraib picrures and the master-race arrogance they embody, nurtured by Hollywood's promotion of the image of a justified America fighting Untermenschen far and wide. It's an image that we've all grown accustomed to, and oppose perfunctorily, but about which we end up only making jokes. Avrupa’da tartışmalar 233 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 233-235 Avrupa Turkey: Anti-Western sentiment and "Islam is the solution" May 7, 2006 1 Earlier this year I saw the Turkish movie Kurtlar Vadisi Irak (Valley of the Wolves - Iraq - Website). It is reportedly the most expensive Turkish movie ever made but that's not why it made a big splash. Being a movie spinoff from one of Turkey's most-watched TV series, addressing a very emotional topic, and playing to popular sentiments resulted in record audience numbers - in Turkey itself and among Turkish communities abroad. I would like to make some additional comments and highlight some issues that I found particularly interesting: 1. What struck me was that all those bad, vile Americans were played by American actors. And some of them aren't exactly "unknowns": The #1 bad guy, the crusader "Sam" is played by Billy Zane (of Greek origins). The (nameless) Jewish doctor who runs Abu Ghraib - portrayed as a collection station where Iraqi prisoners are tortured and have their organs surgically removed and sent to Israel, the U.K., and the U.S. (in order to make it clear to the audience - the organ boxes have labels with "To: Tel Aviv", "To: London", and "To: New York" on them, with the sender given as "-----") - is played by Gary Busey. I really would like to know why people like Zane and Busey would agree to play such parts - are they not afraid that they'd never get work in Hollywood again? There is a differentiation between the U.S. Army and mercenaries/special forces (it's not clear whether "Sam"'s guys are part of the U.S. military or not). There is one scene where an Army Lieutenant threatens to arrest a mercenary (special forces?) because of an atrocity but is immediately shot dead by the 1 http://www.aqoul.com/archives/2006/05/turkey_antiwest.php#more 234 Forum: Avrupa villain. Also, the wedding massacre starts with an accident - a young Iraq boy wants to stick a flower into the barrel of a U.S. soldier's M16 whereupon the soldier accidentally discharges his weapon and kills the boy, triggering a gunfight-turning-into-massacre. 2. The ethnic stereotyping is quite interesting. The Kurds are allies of the Americans, yet held in contempt by the latter - apparently even the vile Americans know that Kurds are despicable. However, the team of Polat Alemdar (the Turkish hero) has a Kurdish member, Abdülhey Çoban, and in some dialogues he speaks Kurdish with Iraqi Kurds and translates for the two Turkish team members. At one point Memati Bas, the #2 hero, curses the Kurds. Being confronted by Abdülhey with "But ... I'm a Kurd" he answers: "Yes, but you're a good one." Arabs come in four versions: regular folk, passionate woman, jihadi extremists, and voice-of-reasoned-authority shaykh. They are portrayed as victims of aggression and occupation - like the wedding massacre - but the real victims are the Turkmen. Their houses are marked with "x" signs and their inhabitants subsequently evicted and told to leave the area. Their leader (recognizable by the Turkmen flag in his living room) is the only one ever speaking up to "Sam" and also the only one who helps the Turkish heroes. Consequently, he is shot dead by "Sam". The depiction obviously emphasizes Turkish-Turkmen brotherly bonds and suggests "members of our tribe" are being victimized and dispossessed. There are two depictions of Jews in the movie: one is Gary Busey's Mengele-like character and the other one an orthodox Jew (with kaftan and payot) who weasels out of a hotel restaurant when "Sam" shows up to confront the movie's heroes without the audience ever learning why there would BE any orthodox Jews in Iraqi Kurdistan to begin with. 3. The main tone of the movie shifts from Turkish (secular) nationalism - after all, the heroes set out to seek revenge for the "hood event" - to the message that "only pan-Islamic solidarity can help making the ummah strong again". While the movie's heroes are secular - recognizable by their dark suits and white shirts they wear on EVERY occasion -, others are strongly identified through their religion: "Sam" prays to a cross for God's help in his mission, we learn of the "Doctor"'s Jewish-ness only through a conversation with "Sam" where they debate which group gets to go to Paradise, and the Arab "Shaykh" ... well ... he's a shaykh of the Qadiriyyah Sufis. Interestingly Avrupa’da tartışmalar 235 enough, there are almost no Qadiriyyah in Iraq, but it is quite important in Turkey. The "Shaykh" serves as the voice of reason and Muslim unity. He is played by Ghassan Mas'ud, one of Syria's most famous actors and known in the West through playing Salah al-Din (Saladdin) in Kingdom of Heaven. He argues that suicide attacks are against Islam, against Muhammad's teachings and constitute two wrongs: (1) one shows that one does not trust in Allah and (2) one cannot know beforehand if the attack would not also kill innocent bystanders and "one innocent killed is like killing all of mankind" (Qur'an, Sura al-Ma'idah, 32). He argues that suicide attacks only serve to sow discord among Muslims and adds "and who knows if the enemies haven't committed some themselves." He says that "unity & freedom" (a core concept of Turkey's state ideology) go hand in hand and it is because of disunity of the Muslims that they are in the bad state that they're in. So far, apart from a brilliant Jon Stewart piece on The Daily Show (video here) and some articles there has been little reaction in the U.S. … The movie caused great controversy in Germany, home to one of the largest Turkish communities in Europe, with politicians calling for it to be banned (next to impossible under German law), sending undercover policemen to "observe" showings, and prompting Germany's most famous "Turkish" politician, Cem Özdemir of the Green Party, to write a lengthy critique in the country's most important news journal. … When it comes to popular anti-"West"ernism Valley of the Wolves - Iraq is not an isolated phenomenon. Orkun Ucar and Burak Turna are an author team that has produced both Metal Storm and The 3rd World War. Both books pin Turkey against seemingly superior foes - first the U.S. and then Europe - which it defends with the help of strong allies that both times include Russia. Think Tom Clancy a la turc…. I think that this is very significant. It should be seen within the framework of a popular re-Islamization of the Turkish middle class - as shown in votes for Islamist politicians as well as student defiance of the no-hijab law -, of the increasing identification of the EU's refusal to grant Turkey membership because it's perceived to be an "Islamic" country, and of such concepts as "Islamic Calvinism". We keep talking about the "pious middle" and whether it is modern or traditional - it seems in Turkey we have an example for how public opinion and identity can shift quite rapidly. 236 Forum: Avrupa İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 236-237 Avrupa Movie "Valley of the Wolves" Christoph Burkhardt 1 Sunday, February 19, 2006 Saw this movie tonight. The cinema about half full with approx. 300 mostly turkish young men and quite many women. The prime minister of the German federal state of Bavaria today demanded to ban this movie. I don't think he actually saw the movie. Most German newspapers (e.g. http://www.spiegel.de/) said the film is anti-american, anti-jewish, anti-christian, and is bad because it deepens the existing "culture clash" even more. I don't agree. Well, of course the movie is one-sided. With a single exception the Americans in the movie are unscrupulous, deadheartened and bloodthirsty. They humiliate people of other countries /cultures/religion, don't care about deaths of innocent civilians, maltreat prisoners, etc. Of course most Americans are not like this, but as we know from the pictures and videos from Abu Ghureib and from several other incidents, most of these things did really happen. Why should it be not allowed to show these things in a movie? One scene remind me strongly of holocaust movies: captives are transported on a long journey in a container on a truck. One guard says to the other: they might suffocate in the container because there is no fresh air supply. The truck stops, the (American) guard gets off the truck and fires with an automatic gun hundrets of bullet-holes into the container and creates a bloodbath among the captives. Well, if a holocaust movie shows German Nazis committing terrible things, I don't object too. Ok, I don't really know if something like this container incident did really happen in Iraq, but we know that many bad enough things did actually happen. 1 Christoph Burkhardt, http://www.cburkhardt.de/2006/02/movie-valley-of-wolves . html Avrupa’da tartışmalar 237 There are interesting scenes e.g. where a sheikh stops some fanatists from executing an american journalist and confronts them with facts why this has nothing to do with Islam, or another one where he discusses with suicide bombers why their plans are wrong. This movie can help us understand how many turkish, arabic or muslim people feel and think. It is provocative, one-sided, and mixes historic truth with fiction in a questionable way. However isn't that a good starting point for discussing these issues? Sometimes provocation is necessary to get people start talking. First we need to learn to talk about our own feelings. Then we can talk to each other. It's not very healthy if the political correctness keeps telling us to not talk about what we really think and feel just because it could violate other peoples feelings. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 237-238 Avrupa German calls to ban controversial Turkish movie on Iraq Deutsche Welle 1 Germany, 20.02.2006 German political leaders and Jewish community representatives have demanded the boycott of a hit Turkish action movie that casts US soldiers in Iraq as villains. Bavarian Premier Edmund Stoiber and the Central Council of Jews blasted "Valley of the Wolves -- Iraq" (Kurtlar Vadisi -- Irak) as antiAmerican and anti-Semitic and called on German cinemas to stop showing the picture. "This irresponsible film does not encourage integration but sows hate and mistrust against the West," Stoiber told the Bild am Sonntag newspaper in a reference to the film's popularity among Germany's large Turkish immigrant community. 1 http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1909933,00.html 238 Forum: Avrupa "I urge the cinema owners in Germany to pull this racist and anti-Western hate film immediately," he said, adding that "EU candidate Turkey should take a clear stand." Charlotte Knobloch, vice president of the Central Council of Jews in Germany, told the daily Frankfurter Allgemeine Zeitung the movie stoked anti-Semitic sentiment. The film has so far sold 200,000 tickets and is ranked fifth in the German box office charts. Film based on actual event It is based on an actual event -- the arrest of 11 Turkish soldiers by a US military unit in northern Iraq in July 2003 on grounds of "suspicious activity." The men were held for two days, their heads bagged, before being released without explanation. Facts vs. fiction Many Turkish movie goers told AFP news that the film is not an accumulation of anti-American cliches. "There is a bit of fiction," conceded 28-year-old soldier Alperen, who also withheld his surname, "but it's very close to reality." A US diplomat meanwhile brushed aside the film's significance, arguing relations between Turkey and the US were returning to normal. "It is entertainment," he told Reuters news service. "It does not purport to be a factual version of events." Reuters reports on the Istanbul premiere of a new film: 1 American actor Billy Zane stars in the film as Alemdar's nemesis, a powerful U.S. intelligence agent who is determined to sow discord among Iraq's Arabs, Kurds and Turkmens. He said he was not worried by the film's anti-U.S. slant. "It was definitely slanted," he told reporters from his seat at the front of the cinema after the screening. But he added: "I'm a patriot. That's why I made this film." 1 http://hurryupharry.bloghouse.net/archives/2006/02/05/valley_of_the_ wolves_ iraq.php Avrupa’da tartışmalar 239 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 239 Avrupa La Vallée des Loups http://www.lexpress.fr/info/monde/dossier/islamisme/dossier.asp?ida=437950&p Il est sorti il y a 8 jours à peine et c'est déjà un phénomène de société plus qu'un film. La Vallée des Loups Irak est à l'affiche dans près de 500 salles à travers tout le pays, c'est la plus grosse production de l'histoire du cinéma turc. Et il est déjà assuré de battre tous les records d'entrées. Film à grand spectacle, la Vallée des Loups a pour héros une sorte de Rambo turc parti en croisade pour l'honneur perdu de la patrie turque. Il a pour mission de venger le pays, humilié par l'armée américaine en Irak. Le scénario se fonde sur des faits réels. En 2003, quelques semaines après la chute de Bagdad, 11 soldats turcs sont capturés par l'US Army du côté de Souleymanie, la co-capitale du Kurdistan irakien. Arrêtés, ils sont affublés d'un sac sur la tête et expulsés sans ménagement. Cet épisode a été vécu en Turquie comme une humiliation nationale. Précisons que contrairement à la première guerre d'Irak, la Turquie a refusé d'intervenir en 2003 mais aurait aimé pouvoir envoyer ses troupes dans le Nord, pourchasser quelques membres du PKK, réfugiés dans les montagnes irakiennes. Et puis l'autonomie du Kurdistan d'Irak fait peur à la Turquie, qui craint que cela ne donne des idées à ses Kurdes à elle. Le film est un concentré de nationalisme sur grand écran, une revanche sur pellicule pour les Turcs. Une bonne dose d'anti-américanisme, beaucoup de nationalisme, des drapeaux, des loups... Un cocktail explosif. Le héros venge donc l'honneur de l'Armée turque en affrontant les "méchants" américains qui tuent des villageois en plein mariage ou qui shootent le minaret d'une mosquée avec son imam. Un médecin juif américain organise même un trafic d'organes prélevés sur les prisonniers d'Abou Ghraïb, la célèbre prison de Bagdad. Les fans de la série télévisée La Vallée des Loups (Kurtlar Vadisi) s'y retrouvent aussi. Cette série à la gloire des milieux mafieux d'extrême droite, rappelle un peu l'histoire d'Ali Agca. Le film est déjà un immense succès et grâce à une campagne de communication agressive, un marketing très visible, les salles sont prises d'assaut (au sens figuré bien sûr). 240 Forum: Avrupa İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 240-243 Avrupa Film turc "La Vallée des Loups-Irak": censures et délires Quand un James Bond Turc déstabilise les médias dominants Par Claude Rainaudi Pour une fois, les troupes US sont les cibles du nouveau James Bond et nous nageons en pleine « contre-propagande glauque ». Que le héros conventionnel, le troupier étasunien, soit dépeint comme une cible légitime, cela pose un vrai problème de guerre de l'information. Si ce film est un succès en termes financiers, d'autres pourront suivre... Du film « La vallée des Loups - Irak » (« Kurtlar vadisi - Irak »), la plupart d'entre vous, je suppose, n'a jamais entendu parler. Il est pourtant premier au box office en Turquie (quatre millions de spectateurs le premier mois) et à déjà « fait » 250000 entrées en Allemagne, et en VOST. Un film turc, une recette hollywoodienne Plus importante production turque de tous les temps, ce film de Serdar Akar [3] sacrifie à presque toutes les modes hollywoodiennes : reprise du héros d'une série télévisée à la mode [4] ; effets spéciaux pyrotechniques et hémoglobineux (beurk !) ; méchants très très méchants ; gentil très très fort qui tue tous les méchants ; chef des méchants carrément fanatique et affligé d'une marotte ; combat singulier à la fin, au cours duquel le gentil tue à la loyale le chef des méchants... Bref, tout pour marcher. On se demande bien pourquoi la presse n'annonce pas la sortie du chef-d'oeuvre, sinon avec les mois d'avance habituels, du moins avec pas trop de retard. Ah, oui, j'ai peut-être une Avrupa’da tartışmalar 241 explication. L'une des modes hollywoodienne a été oubliée : les gentils ne sont pas étasuniens, ce sont les méchants qui le sont. (Long silence perplexe dans l'assistance...) Oui, les méchants sont étasuniens et, accessoirement, le James Bond de service est turc. Pas ordinaire, non ? Censures et silences Cette innovation a provoqué deux réactions, ma foi prévisibles, mais dont l'ampleur, de mon point de vue, touche au délire : des demandes de censure "dure" ; une effective censure "douce". En Allemagne, de nombreuses personnes, dont le « roi de Bavière », Edmund Stoiber, représentant du parti de la Chancelière Angela Merkel, ainsi que des représentants du parti « Vert » réclament l'interdiction pure et simple du film et demandent aux exploitants de le retirer des salles. En France, où la censure officielle est toujours mal vue -- et je m'en réjouis -- on choisit plutôt, pour l'instant, de ne point parler du film. Un phénomène cinématographique est en train de se dérouler dans le silence gêné de la plupart des médias [5]. Dans le même temps, la majorité de ceux qui osent évoquer le film le font en des termes propres à en dégoûter le lecteur, sans aucun argument critique. Le principal argument des censeurs loquaces [6] est que le film serait antisémite. Argument valable s'il en est ! Pourquoi donc ce film serait-il antisémite ? Eh bien parce qu'un (oui, un) Juif y tient un rôle de méchant. Voilà des gens (les médias dominants) qui ont soutenu la peste brune antisémite sous prétexte de « révolution orange » en Ukraine (voir mon récent article à ce sujet sur maniprop.com De l'antisémitisme et du révisionnisme en Ukraine et au XXIème siècle ; « Révolution orange » et « Peste brune ») et qui crient à l'antisémitisme parce un méchant d'opérette est juif... Je parlais, dès le titre, de délire. À moins -- ce qu'à la laïcité ne plaise ! -- que l'on considère les Juifs comme des sur-citoyens nantis des attributs de la majesté, je vois mal comment on pourrait encore tourner des films s'il devenait impossible de mettre en scène un méchant appartenant à une ethnie donnée. Juifs, bien sûr, mais également Apaches, Esquimaux, Polonais, Lituaniens, Zoulous, Allemands, Papous, Arabes, Viêtnamiens et tous les autres ne pourraient plus fournir matière à un honnête ennemi de héros... il nous resterait la science-fiction, jusqu'à ce que quelque hurluberlu este en justice 242 Forum: Avrupa contre un auteur qui aurait donné une vilaine image des civilisations exoplanétaires en confiant le mauvais rôle à un petit homme vert. Un premier example de « contre-propagande glauque » Fi donc des spécieux. La vraie raison des appels à la censure ne me semble pas là. La vraie raison des appels à la censure, à mon humble avis, est que, pour une fois, les troupes US sont les cibles du nouveau James Bond et que nous nageons en pleine « contre-propagande glauque ». Que l'on produise des films ennuyeux pour intellectuels de gauche et que ces films présentent les USA sous leur jour le plus noir ne gêne quiconque -- fors leurs spectateurs depuis qu'il est interdit de fumer dans les salles d'Art et Essai. Mais que le héros conventionnel du film destiné au grand public, le troupier étasunien, soit dépeint comme une cible légitime, cela pose un vrai problème de guerre de l'information : les USA pourraient perdre leur suprématie en matière de propagande glauque [7]. Si ce film est un succès en termes financiers, d'autres pourront suivre. On verra demain un « Top Gun » russe dans lequel un pilote de Sukhoï SU-30Mk se farcira à la pelle (ou au R-77 RVV-AE !) des aéronefs US (ce qui n'est pas trop difficile, compte tenu des performances du couple SU-30Mk / R-77), coulera quelques porte-avions (ce qui est... moins réaliste) puis se parachutera au coeur du Texas pour éliminer, à mains nues, le chef d'un lobby militaroindustriel qui menaçait le monde d'une dictature biométrique... On verra des jeux sur consoles où il sera enfin possible de se servir de l'AK-47, du RPG7V1 ou du VSSK Vychlop pour décimer des assassins de la CIA... On lira des romans de gare où le héros se glisse dans les goulags de l'Otan pour en libérer des opposants politiques que l'on y fait lentement mourir par le poison, le défaut de soins, les humiliations et les tortures... Que sais-je encore ? Alors, si messieurs les censeurs ont une autre justification de leurs pratiques, qu'ils veulent bien me faire savoir pourquoi ils ne se sont jamais souciés des milliers de méchants Russes, Coréens, Comanches, Arabes, Viêtnamiens, Est-Allemands, Cubains et autres que des centaines de gentils James Bonds et de gentils Rambos ont oniriquement envoyés ad patres et pourquoi ils trouvent tout à coup parfaitement inacceptable qu'un gentil James Bond turc dégomme, tout aussi oniriquement, un certain nombre de méchants Gls. Ah, oui... Je n'ai pas vu le film et je vais rarement au cinéma. Mais dès que ça sera fait, je vous donnerai un avis, non plus sur les censeurs et leurs mobiles les plus probables, mais sur le film lui même. Avrupa’da tartışmalar 243 Un petit jeu cinématographique sur la censure En attendant, nous pouvons jouer aux « scénarios croisés ». Comment pensez-vous que la critique aurait accueilli le film suivant. Comme d'habitude, ou comme La Vallée des loups ? « La Vallée des chacals raconte comment le jeune John se rend au Kurdistan irakien pour éliminer un capitaine irakien, Mohamed, qui avait trahi un ami officier de l'armée US. Quelques minutes suffisent pour repérer les « bons », les Etasuniens, tirant -- presque -- toujours de face, et les « méchants », les « amis » qui mitraillent les enfants et bombardent les ambassades US. Le capitaine Mohamed est particulièrement tourné en ridicule : il a la plupart du temps du kat dans la bouche, il s'est fait livrer un narghilé plaqué or dans son quartier général. On le surprend à prier dans ses moments de doute, à quatre pattes face à La Mecque. Derrière son bureau est accroché un chromo de la Qaaba. Le film, qui regorge de violence sanguinolente, s'attarde aussi sur un médecin nord-coréen prélevant des organes sur des otages blonds à des fins de transplantation. Au passage, le réalisateur Teddy Bird en profite pour dénoncer, plus sobrement, la torture des otages. » NOTES: 1. Tél. : 01 56 26 01 01. Publicité gratuite rendue nécessaire par le blackout des publications spécialisées dans les programmes des spectacles. 2. semble, hélas, lisible seulement avec IE 3. Serdar Akar est lauréat du prix spécial du jury du Festival de Cannes 4. « La Vallée des loups » est le titre d'une série populaire dont le héros, Polat Alemdar, est joué par Necati Şaşmaz 5. Gageons que cette tactique ne saurait fonctionner très longtemps 6. Les censeurs muets seraient bien en peine d'avancer des arguments en respectant leur stratégie de l'étouffoir 7. La propagande glauque cherche à agir en court-circuitant la pensée consciente et le débat. Elle s'appuie principalement sur les phénomènes de modelage et de conditionnement évaluatif. Pour plus d'informations voir, par exemple, sur maniprop.com, cet article de Jean-Léon Beauvois : Propagande médiatique. La fabrique des opinions de base par la propagande glauque. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 244-245 Amerika Valley of the Wolves 1 The blockbuster film "Valley of the Wolves", by Turkish director Serdan Akar, opened to violent protests which escalated into full scale riots as crowds of angry neo-cons and Jews seized Turkish Embassys throughout the West and set them ablaze among shouts of "Hail Bush!" A bonfire, made from Turkish flags and Korans, lit up the night sky as random Muslims were beaten in the street.... Or at least that would be true, if Americans were the violent animals they are portrayed as, in this blatantly offensive film concept. But don't hold your breath, waiting for rioting to break out at movie theaters everywhere because, as has been proved time and again, some cultures are predisposed towards violence, ...but most are not. And despite what Serdan Akar wants you to believe, Americans aren't seething to murder Muslims in the streets. Quite the other way around, of late. So a film depicting American soldiers as sadistic murdering bullies, and Muslims as hapless innocent victims is custom tailored to incite and perpetuate more hatred of the West, and the fiery "Arab street" falls for it hook, line and sinker. What better proof that the Muslim world is teeming with uncivilized savage brutes, than the fact that a few cartoons and a movie have the power to send them into a blind, frothing rage? But no matter how many crappy, insulting movies and drawings you make about Americans, you'd be hard pressed to find large mobs of them rioting in the streets, for weeks on end. That is the contrast which tends to get ignored by the more "enlightened" among us, who prefer to perpetually mull over "root causes" and any other excuse that distracts from the fair summation that Muslims in general, are violent. An accusation proved justified, by scores of Muslims each day. Should the film be banned, as some have been calling for? Absolutely not! Don't be ridiculous. I say set the film for wide release throughout North 1 Http://www.northamericanpatriot.com/a_north_american_patriot/ 2006/02/valleyof _the_w.html Amerika’da tartışmalar 245 America, dispatch camera crews and profiling agents to opening night, and sit back to record the reactions of hordes of young Muslim men. Throw in a handful of disillusioned University undergrads, and we should get a good working list of who to start taking a closer look at. Meanwhile, no matter how hard they try to make Westerners look like savage murderers, we just can't muster up enough hatred to prove them right but elusive moderate Muslims aside, the majority of Islam is doing a - ahem bang up job of showing the world it's true, hideous face. the question is...Are we seeing it yet? Needing to wake up, West just closes its eyes. Amerika New Turkish film villifies Americans 2 Associated Press yukarıdaki başlıkla verdiği ve “Valley of the Wolves: Iraq reflects a growing antipathy against the U.S” alt-başlığıyla desteklediği haberin daha başlığından itibaren “villifies” kavramını kullanarak ve metine genellikle başkalarının ağzından niteleme sıfatları ekleyerek mekaniksel yansızlık kurmaya çalışırken bile “habercilikte yansızlık” karakterini yitirmektedir. Yanlı yorum ile haberi iç içe kullanan AP sunumundaki bu karakteri okuyucunun incelemesi için AP haberden aşağıdaki alıntılar yapıldı: The latest in a new genre of Turkish popular culture that vilifies the United States, a Turkish movie shows American soldiers in Iraq crashing a wedding and pumping a little boy full of lead in front of his mother. They randomly machine-gun dozens of people to death, shoot the groom in the head and drag those left alive to Abu Ghraib prison — where a Jewish-American doctor cuts out their organs, which he sells to rich people in New York, London and Tel Aviv. “Valley of the Wolves: Iraq,” feeds off the increasingly negative feelings many Turks harbor toward their longtime allies: Americans. One recent opinion poll revealed the depth of the hostility in Turkey toward Americans: 53 percent of Turks who responded to the 2005 Pew Global Attitudes survey associated Americans with the word “rude”; 70 percent with “violent”; 68 percent with “greedy”; and 57 percent with “immoral.” 2 (Public Domain) kaynak: http://www.msnbc.msn.com/id/11150082/ 246 Forum: Amerika İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 246 Amerika On Turkey's big screen, America cast as villain Karl Vick 3 (Washington Post, February 15, 2006) Karl Vick makalesinde konuyu A.P.’den biraz daha farklı bir biçimde sunmaktadır: In ''Valley of the Wolves: Iraq," US soldiers shoot small children at point-blank range, harvest kidneys from Iraqi prisoners for shipment to Tel Aviv, blow a Muslim cleric out of his minaret and, to top it all off, display utter contempt for Turkish foreign policy. Meanwhile, the American television series ''24" did not open at all in Turkey last fall, despite high ratings over the three previous seasons for agent Jack Bauer and the swashbuckling Counter-Terrorist Unit. The problem: In season four, the terrorists intent on destroying America were Turks. ''It's kind of like firing missiles at each other!" Yasar Aktas said of the pop culture war now playing between the United States and Turkey. The unemployed cook was one of 1.75 million people who saw ''Valley of the Wolves" in its first six days in Turkey. It opened last week in Europe, where the US Army issued a notice warning service members to stay away from affected multiplexes and ''to avoid getting into discussions about the movie with people you don't know." US troops strafing an Iraqi wedding? It was two years ago that Turkish newspapers splashed news of an aerial bombardment of a wedding that US commanders insisted was a gathering of insurgents. The move to the big screen was to avenge the notorious events of July 4, 2003, which went largely unnoticed in the United States. That day US troops arrested a team of Turkish special forces in northern Iraq. The Turks were smuggling arms to ethnic brethren squared off against the Kurds, who were allied with US forces. Photos of handcuffed Turks with bags over their heads deeply humiliated and angered the Turkish public. 3 http://www.boston.com/ae/movies/articles/2006/02/15/on_turkeys_big_screen_ america_cast_as_villain/ İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 247-248 Asya When the children of the Black Sea are taught to hate priests 1 Mavi Zambak 8 February, 2006 Zambak Asianews’e gonderdiği “When the children of the Black Sea are taught to hate priests” başlıklı yazısına Can Dündar’ın “sağcı Milliyet gazetesindeki” haberiyle başlıyor: Karadenizde bir yerel gazetenin haber manşetinde “Kıyıda Bir Papaz Görüldü.” Bu başlığın sanki UFO görulmüş gibi bir anlam taşıdığını söylüyor ve haberde papazin dagdan yukarı doğru kaçtığını ve gençlerin yakalamak için arkasından koştugunu belirterek bu denli ilkelliğe karşı şaşkınlığını ima ediyor. Bu bölgeye gelen papazlara karşı alınan olumsuz tutumları MHP örneğiyle açıklamaktadır: The chief party spokesman for the Grey Wolves (MHP) also commented: 'The priests who arrive in our area want to re-establish the Christian GreekOrthodox state that was here before, there are spies among these priests, working for the West, they are trying to destroy our peace, the people from the Black Sea are conservatives by nature'. Zambak Kurtlar Vadisi filmini ise Hıristiyanlığa karşıt bir film olarak nitelemeketdir: "The Valley of WolvesIraq" is blatantly anti- American and Anti- Christian, a film that was highly publicised and shown in cinema's across Turkey. All the atrocities that we see in the Arab world carried out in the name of Allah are projected onto the American Christians. Christians who massacre Muslim babies in Iraq, who destroy everything, who blow up Mosques while Muslims are gathered in prayer, Muslim religious leaders who forgive and negotiate the release of Christian hostages from the hands of insurgents....A Turkish hero who fights the American army and the religion they represent demonstrating the sublime nature of the Islamic faith. As if that alone were not enough, for months now 1 http://www.asianews.it/dos.php?l=en&dos=&art=5340 Forum: Asya 248 in newspapers and on television stations we witness programmes and discussions against Christianity, talk shows and articles which ridicule the Christian religion and Christian beliefs. They promote the theory that Christianity and Judaism are united in the intent to destroy the Islamic religion and that this is why they attack Afghanistan, Iraq, and Palestine... This rising antipathy towards Christianity took a turn for the worse following declarations made on television by Rahsan Ecevit, wife of former Prime Minister Bulent Ecevit (socialist and defender of the lay state!) that “the Islamic religion is slipping from our hands, it’s loosing vitality, what's more many Muslims are converting to Christianity". Why is no one trying to correct these subversive phenomenons and tell the truth? A true meeting of cultures and civilizations which Turkish authorities hold to pursue cannot remain a monologue. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 248-249 Asya The nefarious parts we play Tom Tugend 2 The Jerusalem Post, Feb. 15, 2006 Tom Tugent “oynadığımiz kötü roller” başlığıyla yazdığı makalede bir gazeteci gibi filme yaklaşmaktadir: Turkish movie featuring American actor Gary Busey as a Jewish U.S. army doctor who cuts out the organs of Iraqi prisoners at Abu Ghraib and sells them to wealthy foreign clients is breaking all box office records in Turkey. Valley of the Wolves: Iraq (Kurtlar Vadisi: Irak in Turkish) is set for release in a dozen Arab and European countries and the producer is at the current Berlin International Film Festival to find distributors for the United States and additional markets. … 2 http://www.jpost.com/servlet/Satellite?cid=1139395417918&pagename= JPost%2FJPArticle%2FPrinter Asya’da tartışmalar 249 An op-ed in the New York Sun characterized the storyline as "Rambo as written by Jane Fonda and Michael Moore." The Busey character, listed only as The Doctor, is far removed from the Jewish stereotype in both appearance and manner, but hardly a credit to his heritage. At one point, he scolds American soldiers for shooting up the wedding guests "because it ruins their organs." In another scene, a group of apparent organ buyers includes a man clearly dressed as an Orthodox Jew. Even worse is the depiction of Zane's character, Sam William Marshall, as a psychopathic Christian fundamentalist, who can be kind to an Iraqi one moment and then kill him instantly. The two producers emphasized that they were against all forms of extremism, regardless of religion, and that most of film's script was based on fact. Axelrod noted that the film's characters did include both extreme and moderate Muslims and Christians, but no sympathetic Jew to counter-balance the despicable doctor. The film was made well before the current furor in the Muslim world over Danish cartoons of the prophet Muhammad. However, Valley of the Wolves raises the question whether its screen caricatures of Americans and Jews reflect a rise in nationalistic and radical Islamic feelings, even in Turkey, the one Muslim nation considered a friend of both the United States and Israel. Rabbi Abraham Cooper, associate dean of the Simon Wiesenthal Center, noted that the cutting out of organs from innocent people "wasn't created out of thin air. It is a revival of the ancient blood libel against the Jews." Valley of the Wolves opens with this historical incident and then veers into fiction. One of the Turkish officers, unable to bear the shame of the hooding, commits suicide. His farewell letter reaches Polat Alemdar, a legendary Turkish intelligence officer and James Bond-like character, who sets out to avenge the suicide. The TV hero is the same as in the movie, but instead of pursuing Americans he battles the Turkish mafia and its links with ultra-nationalist militants and the state intelligence service. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 250-267 İnternet İnternette tartışmalar “Northamericanpatriot.com” sitesinden örnekler 1 Barbaric but not shocking. There exists, among the flock of freedom loving peoples, the cowards who knowingly give aid to those opposing freedom. (Washington, Feb. 26, 2006) Wow look at all you stupid bastards all piled up in one place. I havn't seen the movie but i bet it's one hundred percent accurate and you wanna know why? Let's begin class, a foreign country one day attacks us and in their cowardice drops bombs over our cities. After the bombs have killed innocent women and children, the shock troops begin to invade our soil. the invaders tell us that they are here for the goog of the american people as they secure oil fields and march towards our capital to capture our president. Now we as Americans admit we do not like the man in charge of our country, at the same time however we we can all sgree that taking our president out of office by force is not right. As this forein invader humiliates our leader with pictures of him on newspapers worldwide with nothing but his briefs on we feel humiliated as Americans. As our leader is taken out anarchy prevails. throughout the world images are shown of americans finaly free, even though most of the images were manufactured like the news in our papers as the invaders take control of our press. As americans we are proud and ready to fight the invaders, however every time we fight for our freedom and dignity we are dehumanized through the use of labels these invaders have given us. So every time we fight for our families and country we are "INSURGENTS". labels such as these will always undermine our struggle in the eyes of the world. Does this sound familiar? Meanwhile, 16 prisons are created in our country the most notorious one in the news tortures our people daily and takes 1 Nap: http://www.northamericanpatriot.com/a_north_american_patriot/ 2006/02 /valley_of_the_w.html) Internette tartışmalar 251 vomitous photos of ou ın pyramids, naked, touching other men, having dogs bite our flesh, one specific bitch named lyndie england enjoys it. Reports of soldiers raping women are apparent as is the whitehouse withholding such ımages becuase they mıght incite muslim americans. (polittcal asasin, March 11, 2006) Basically, I agree with tblubrd and political assasin. Most of the comments, as would be expected from a website that hides hate, fear, and bigotry behind a facade of "patriotism", would make matters worse, deepen the divide, and incite prejudice and intolerance if such ignorance got out. Fortunately, or as least as yet, it doesn't or hasn't. What made the "good Germans" follow Hitler? What made the good Muslims follow their fanatics? The same thing that makes Americans follow Cheney and Bush into an empire of greed, corruption, and elitism. ( serge, March 13, 2006). Do you know what makes difference betwwen Turkish soldiers and the others? Any other nation's soldiers go war to Kill, We just go war to DIE... (mavimehmetcik, March 16, 2006). “haloscan.com” sitesinden örnekler 2 Turkey has been an ally with the US for decades. Is that this difficult to accept that you screwed by arresting your own allies’ soldiers? Besides, this is just a movie which only inspired from a real life story. Oh, by the way, if you don’t hide your head like an ostrich, you would see that some corrupted soldiers did horrible things in Iraq. Just run a little search on Yahoo for pictures. Turks do not hate the US; they just don’t approve the Iraq War and GW Bush, like the rest of the world. (a proud citizen, 02.06.06) Ohh my dear friend Jake, You're probably having a big steak and mashed potatoes with it while sitting and writing this stuff. You might even have a car, huh? What burns in the tank my buddy? It is not easy to have all of them together, my dear Jake. One has to stir the burning hell up once in a while and unfortunately it's us who put their heads on the machine guns. And our fate is to die in those lands as written in the Bible or the Koran. Some people are gonna come out and kick our ass and all we are gonna be doing is eating steak and burning more gas to move around our fat asses. Why don't you have a copy of this movie in your DVD collection. I will donate it to ya (John, 02.07.06). 2 Halo: http://www.haloscan.com/comments/ jakejacobsen 252 Forum: Internet All those posts show that valley of the wolves is doing a gread job. Americans are facing with their truth. Nice improvement guys.(Anderson, 02.07.06). Why do you think they won't let turkey into the EU, while Greece and other nations with similar economies have already joined? As far as Turkey's geopolitical position....Turkey is just the Mexico of Europe. (betti, 02.07.06) The militant anti-Turkish and the anti-American views here sickening. Over half of all Americans do not support the Bush administration, and close to that ratio do not support Prime Minister Tayyip Erdogan in Turkey. I think it is ridicilous to link the views of an entire nation with a government in power, and it is even more stupid to link a silly military movie with the views of that country as well. The world is insane right now, and ultimately everyone is equally to blame for that. (Tilly, 02.08.06) Amerikanın Anit kabir’e bir supermarket kurmasına ne dersiniz? Yediğim BigMac’ın kağıdını Atatürk’ün mezarına atmamaya çalışacağım” diyen Betti’ye yanıtlar: You and people like you really degrade the image of USA in foreign countries. you really should read and study more. You are just an ignorant racist whom USA needs to take care of. (Anonymous, 02.09.06) Hey betti, how about dropping another bomb on your roof top, so that ignorant a… like you could not waste any more space in this planet. You are not welcome here in the middle east. This is our backyard. Sooner or later you'll know this. so get out. (Polat Alemdar, 02.09.06) I can see you out on the streets looking for a turk or arab to beat up, do it if its going to make you feel any beter… Its only a film and films are business. People make money from this business from people like you and me. Its controversial yes. If you disagree with this film debate it. Do some research, do some homework and then say something intelligent about it. Have you seen midnight express. Good film. Loved it. Alot of fascist patriots didn't, and this is what is happening with Valley of Wolves. (John Wayne, 02.10.06). Most people across the globe will say: Damn, the movie is bad, terribly one sided and probably full of lies. But if I can hurt the american feelings with that without hurting them physically then I will force myself to watch it all and all over again. You see, its a kind of revenge for having had to watch your propaganda shit for several decades. This turkish movie isnt better (turks are Internette tartışmalar 253 even more nationalist and racist than americans are) but who cares, it just feels refreshing! (funny, 02.14.06). Since when did Turks begin to care for the Iraqi people? For years, Turkey did nothing when Saddam was killing at will thousands of Kurds and Iraqis... Now, when America comes in and stops the ongoing genocide and experiences some problems while trying to do so, they sit back and wail about the 'poor Iraqi people'. I can swear to you that much more than they hate Americans [which most don't actually, but it is beginning to swing], Turks hate Arabs. And to see such a movie put 'love and mercy' into the hands of the Turkish solider for Iraqis, Kurds, and Arabs is pure lunacy!!!... After living in Turkey for over 5 years, I'm obviously hurt by the apparent 'glee' that has surrounded this movie here. They are giving tickets away to all government officials, namely police, at discount prices. Most of all, I fear for my family as young radicals grow up idolizing 'revenge against the imperialists' enshrined in Necati Sasmaz's acting. The world, in the midst of all the violence stemming from the 'Caricature of M.', should not forget that a Catholic Priest while praying in his church was murdered by a 16 year old just last week in northern Turkey ... the last words the priest heard were 'Allah Akbar!' -- the world should stand up and listen or it might the last words that they hear. Turkey is a dangerous caldron of great military pride and nationalism on one side and potential radical Islamic fundamentalism on the other -- mixing the two could be cataclysmic. The movie has the potential to excite certain elements of Turkish society that have no moral inhibitions. Watch out... Turkey's pride has been hurt, as has most of the Islamic world -- there will be repercussions. If you want to understand the Middle East, then, you must understand one word - Pride. We should be cautious when treading on theirs. This movie is only the beginning. (Another American living in Turkey; 02.14.06). we're "enslaved by Jews". What kind of conspiracy horseshit is that? Just becuase we don't slaughter them and hate them like most of the rest of the world it doesn't mean we're enslaved by them...it means we respect human life. I know that concept is alien to the middle east, so I don't expect you to understand. So you agree with Hitler's politics but not his actions? You must be reading one of the middle east's best selling books Mein Kempf. The more I hear people from your region of the world talk, the more I'm worried for the human race. (heralder, 02.14.06). 254 Forum: Internet “guardian.co.uk” sitesinden örnekler 3 Hollywood regularly portrays anyone foreign as being the enemy, the bad guy... from the Germans, to the british toff to Muslims nowadays... Expect to see a great wave of Double standards caress the American media over this movie. They rewrite history in movies to portray themselves as the being the great and good. Just look at Saving Private Ryan... where were the Brits? or even U-571 which is about the Enigma machine. The US philosophy on EVERYTHING is 'Do as we say, not as we do'. There's nothing wrong with the turks entertaining themselves (Mucho Caliente, February 17, 2006). The worst thing to happen to western civilisation in the past 20 yrs is Political Correctness. Why is it such a bad thing when someone critcises a Jew. Are they a perfect people? Are Jews and Muslims beyond or above criticism. This film is a work of fiction. yet the banner of Anti-semitism pops up so quick. and yes I agree, that the Jewish people are... demonised within Arab/muslim culture and to a degree in general world culture. But so are Muslims. I think both groups need to deal with their image in a more proactive manner. Rather than just hush any kind of talk regarding issues which may be sensitive. Or shout out Islamophobia (FYI I'm Muslim) or Antisemitism. Which is the easy way out. There is reasons behind it all, at the base. Human being at heart are ignorant. We like to generalise and stereotype because it's easier than actually educating yourself (Mumin, Feb. 17, 2006). Let me preface my comments with noting that I am yet to see the movie. But from what I read in the left media of Turkey, the anti-Bush/anti-American criticism of the movie is essentialy a pseudo-criticism aiming to cash on and perhaps further agitate the rising nationalist ideologies in Turkey. In fact, it is the latest in a series of pathological/nationalist artefacts that surfaced in the recent years (e.g., Steel Storm--a conspiracy theory novel which tells the story of how US Army invades Anatolia). Nationalism in Turkey, while it has some kind of anti-imperialist component, is a regressive ideology just like every other nationalism, including, for instance, ABD or British patriotism at the olympics. In fact, I would argue that it is a film about an under-dog imperialist against a super imperialist. So, dear reader don't be misled by the antibushism of this film. It is not a radical critique of nationalism/imperialism as such; it is one kind of nationalism fighting with another (Ayhan, 17.2, 2006). 3 http://blogs.guardian.co.uk/culturevulture/archives/2006/02/17/hanoi_zane.html Internette tartışmalar 255 “hurryupharry.bloghouse.net” adresinden örnekler 4 We are somehow supposed to be shocked that Middle Eastern action films mirror the prejudices of their audiance, whilst presumably western action films are about killing real evil people, like native Americans and Vietnamese peasants. Its like the belief that somehow its inexcusable that Islam is the driving force behind killing in the muslim world, whilst we can draw a veil over the part that big business in the west plays as the driving force in sending armys, assassins and torturers around the world to kill and maim people (and I'm not talking about just Iraq). And before you quote Abu Grahib to me, do you really think the trials got to the heart of the case, and I'm still waiting for the CIA officers who organised the Chillian coup to be brought to account, or for Henry Kissinger to explain to a court why it was OK to secretly kill half a million innocent Cambodians (Drayman, February 6, 2006). "Now that this film is occurring in the muslim country closest to the west, can the pro-war crowd now admit they were wrong." And because "Mein Kampf" is now a best seller in the muslim country closest to the West does that mean Hitler was right? (Logan3, February 5, 2006). Franky, you held up this film as an example of how Turkey feels. What's so different about Logan3 holding up the country's bestselling book as an example of how Turkey feels? (Lizzie, February 5, 2006). Because this film and its popularity is a direct consequence of our actions. And it was widely warned before we undertook those actions that these would be the results (Franky, February 5, 2006). “imdb.com” adresinden örnekler 5 Turkish addendum to how our world has gone out of control Azrailangelo from Austria, 19 February 2006 In times of "Syriana", "Constant Gardener" and "Lord of War" this movie is the Turkish addendum to how our world has gone out of control. It is more right than ever to say that those who have power want more power those who have money want more money in any circumstances without any morals. So I wonder why some people complain about these facts, when this movie shows them to the viewers, if those people are for democracy, freedom and equality 4 http://hurryupharry.bloghouse.net/archives/2006/02/05/valley_of_the_wolves _iraq.php 5 http://www.imdb.com/title/tt0493264/usercomments 256 Forum: Internet between all humans. Almost every mature man and woman knows and understands why the US has gone in to Iraq. After it has been covered up, what had been obvious to most of the Turkish and middle-eastern people, it was only a question of time, when such a movie would come out. While "Syriana" reflects the dirty business of oil and corruption, while "Constant Gardener" reflects the dirty business of pharmaceuticals and corruption and while "Lord of War" reflects the dirty business of gunrunners and corruption "Kurtlar Vadisi Irak" gives a little bit insight what is going on in a country, occupied by those who want more power and more money, whatever it may costs in human-lives and humandignity. About the events shown in this movie, we have been aware of through various media before, haven't we? So what changes our minds as mature and righteous human beings, when we see those events in a movie, played by actors? We should condemn them in the same way we did before no matter if it is a bombing of innocents by the occupiers or if it is a bombing of innocents by suicide-attacks. Is this an anti-Us movie? No this is an anti-war, anti-corruption and an anti-imperialism movie. "Kurtlar Vadisi Irak" does not condemn a whole nation like once "Midnight Express" did in the most shabby way, it damns those who know no ethical standards and show no respect to other cultures, religions and nations. This movie can help us understand how many Turkish, Arabic or Muslim people feel and think cb-71 from Germany, 20 February 2006 Most German newspapers (e.g. www.spiegel.de) said the film is antiAmerican, anti-Jewish, anti-Christian, and is bad because it deepens the existing "culture clash" even more. I don't agree. Well, of course the movie is one-sided. With a single exception the Americans in the movie are unscrupulous, dead-heartened and bloodthirsty. They humiliate people of other countries/cultures/religion, don't care about deaths of innocent civilians, maltreat prisoners, etc. Of course most Americans are not like this, but as we know from the pictures and videos from Abu Ghureib and from several other incidents, most of these things did really happen. Why should it be not allowed to show these things in a movie? One scene remind me strongly of holocaust movies: captives are transported on a long Internette tartışmalar 257 journey in a container on a truck. One guard says to the other: they might suffocate in the container because there is no fresh air supply. The truck stops, the (American) guard gets off the truck and fires with an automatic gun hundreds of bullet-holes into the container and creates a bloodbath among the captives. Well, if a holocaust movie shows German Nazis committing terrible things, I don't object too. OK, I don't really know if something like this container incident did really happen in Iraq, but we know that many bad enough things did actually happen. There are interesting scenes e.g. where a sheik stops some fanatists from executing an American journalist and confronts them with facts why this has nothing to do with Islam, or another one where he discusses with suicide bombers why their plans are wrong. This movie can help us understand how many Turkish, Arabic or Muslim people feel and think. It is provocative, one-sided, and mixes historic truth with fiction in a questionable way. However isn't that a good starting point for discussing these issues? Sometimes provocation is necessary to get people start talking. First we need to learn to talk about our own feelings. Then we can talk to each other. It's not very healthy if the political correctness keeps telling us to not talk about what we really think and feel just because it could violate other peoples feelings. View into the mirror Stephan Frumm from Germany, 1 March 2006 A great movie about a group of Turkish Davids vs. the Army of the "Power Nation"-Goliath in Iraq. I don't hold that movie for manure. It's showing the real face of war in the Near East. Most of the shown are happening day by day all around the world. We are watching only sterilized pictures on TV. The reason why this film makes some people nervous is, that its forcing to watch in the mirror. People with lower grades of criticism ability are not well advised by this movie. The question is: Are the people in Near East or elsewhere asked whether they would like or want that kind of peace shown by the movie? One should clean the own stable, before tying to clean other stables! To understand this "Turkish Movie-Highlight" and to create an opinion about the topic in general, one have to inform about their prophet Mohammed, his achievements and the Islamic Culture. 258 Forum: Internet The other side of the medal Rawkidd from Switzerland, 23 February 2006 As mentioned before here somewhere, there is a true hysteria on going in Europe about this movie, which i don't understand at all. Why is it, that people get up now and denunciate the content. What is wrong with them guys? I mean Hollywood produced Bullsh.. for years, and told so called "true" stories one-sided and no one ever said a word about their manipulative policy. Russians have been showed bad and evil for years, then the Japanese, then the Arabian world and it always was OK. Who says, the good guys are always American? Who says justice is being made by stars'n'stripes? Once Oliver Stone dragged a whole country and its people in the mud and every consumer thought, ooohhh yeah, so this is what Turkey is about. And when the Turks complained about that movie, Hollywood's answer was: Hey, it's just a movie. Don't take serious. Exact the same thing word, is what I'm saying now: Hey, it's only Showbiz !!! But back to the movie. Open Your Eyes See The World Redback20 from Canada, 11 April 2006 Finally someone made something different then what we always use to see from Hollywood, The Americans use to be always the one who save the world and always the goods the winners, before was movies about Vietnam, they use to be the bad ones and then the Russians, one American man fighting against all the Russian army (Rambo) and now who else the Arabs ? If they have the right to show to the whole world that Viet army is bad and Russians too so whats wrong with this Kurtlar Vadisi... First time someone made something different then Hollywood use to show us always and now they become a shame ? I don't see any shame in this movie, it was a good movie i enjoyed there is some truth and some fiction in it but at least its not Rambo ;) more realistic then that...Open your eyes people!. It is only the tip of the Iceberg Elias La Fendi from London, UK, 31 March 2006 It is a great movie. Although not totally based on true events (since true events in Iraq of daily killings, torture and human rights violations are by far more horrific) for once, someone had the courage to depict the contrary of Internette tartışmalar 259 what the gigantic but biased US media consistently and persistently portrays the conditions in Iraqi. Anti-Arab and Anti-Muslim, movies based on stories of total fabrication, such as True Lies, The Siege, and Syriana and many more were just the norms how Hollywood vilifies an entire ethnic and religious groups. It has become so common to see such bigotry as long as it is speaking of "others". I came to know that all these racist movies were shown in the movie theaters of the un-democratic Countries of the Middle East. None were banned, despite their prejudice and incitement, and in spite of the fact that these movies only serve to propagate stereotypes and misinformation about Arabs and Muslims, enhance hatred, mystify the truths and induce clash of civilizations. Now that Valley of the wolves has come to show only the tip of the iceberg on the greatest terrorist act: invading an entire country and destroying its infrastructure and economy, bringing torture, cluster bombs, depleted uranium, innumerable acts of random murder(+173,000), arbitrary arrests, brutal detentions, misery and degradation to the Iraqi people and yet we read here that the American tax-payers (who are funding this terrorist invasion) are debating whether or not to show such movie, a piece of the reality of their Americans' own making! This comment originally written by M puch Crispyfritters456 from United States, 19 February 2006 When I watched this movie I was somewhat reminded of a mixture between a classic (bad) western and a Nazi propaganda movie from the forties. The historical "fact" consisted of Americans rounding up the headquarters of Turkish special forces operating in northern Iraq, apprehending them with sacks over their heads. No reason given. No state leadership (or respectively their military) does ANYTHING without a reason. Here it appears the Americans are simply evil. Maybe it is arrogant of me to say the Turkish commander was an idiot for committing suicide, because of being subjected to such "shame", instead of becoming the movies hero himself. So before we enter the debate about "real" depictions of events in Iraq, let us consider what we know for facts from credible sources (meaning American and German media as well as Al Jazeera English combined). Yes there are camps like Guantanamo around the world. Very ugly stuff is happening in those camps. …Abu Ghraib, being an infamous place, does not even scratch the surface of camps like Auschwitz or Treblinka. 260 Forum: Internet Talking about Abu Ghraib. After the perverted things that took place there, the American military replaced the entire company guarding it. They made it a normal prison by now, knowing they have constant media attention from all over the world. Then there is a scene in which the US Army unit waits outside a wedding party until the party guests begin shooting into the air. …In reality this event took place in Afghanistan where a "Spectre" gunship was flying over a wedding ceremony. The airmen on board misinterpreted the small arms fire as an attack (bullets hitting the plane) and subsequently opened fire, killing most of the party guests. The real scandal was the Pentagon downplaying the event, paying the victims families off 200$ per killed person, instead of openly apologizing for the tragic mistake. …All in all this is like an islamo-fascistoid, gory Turkish copy of the ATeam. Just like one-dimensional western productions that depict Arabs as evil, women beating fascistoid fanatics this flick claiming to show "the other side" is part of the problem, not a solution. My salute to the producer j199 from Singapore, 21 May 2006 (imdb) The making itself is not that great as most viewers have said. However, the action is entertaining enough. But I think what is more important is the subject of the movie. I'm glad that someone is finally has the gut to make a movie on the real injustice that committed by the America. It's amazing how many narrow minded people actually refuse to accept the truth about US army in Iraq. The massacre of civilian by US solder has already been reported by Time magazine and now the US defend department finally bowed to public pressure to investigate. Here's a report by US newspaper so no more arguments about the fact behind this movie. www.registerguard.com/news/ 2006/05/20/a3.nat.iraqprobe.0520.p1.php?section= nation_world. I just hope we have a real hero like in the movie as well. “kaijushakedown.com” adresinden örnekler 6 As far as the anti-Semitism, there's this hilarious scene where our hero is in a fancy smancy hotel for shady influential evil people in Northern Iraq and demands that the hotel be evacuated, and the camera catches an Orthodox Jew 6 Kai: http://www.kaijushakedown.com/2006/02/ valley_of_the_w.html Internette tartışmalar 261 with locks, black robe and hat shuffling out the door. Besides that there's the "Tel Aviv" (Among New York and London) written on iced lunch boxes carrying the much talked about human organs that they're harvesting from unfortunate wedding goers. That Garey Busey (who is so right for this) is Jewish only comes up later and implicity when Billy Zane argues about how his people are more chosen than Busey's. All this might have something to do with the whole grudge story about Israel commandos training the Kurds in Iraq for an independent Kurdistan...last year a couple Turkish newspapers claimed that our foreign minister leaked their part of the story to Seymour Hersh because the government was pissed off that Israel was simply ignoring their concerns. But overall, the anti-Semitism in the movie is pretty much overshadowed by Crazy Christian Guy. There's a long scene where the camera pans across Christ on a cross in front of which Billy Zane is praying and going on about how his blood will flow through Babylon. it's really not a so-bad-its-good movie. It does in fact stay within some sort of logical boundaries in order to work as propaganda. Of course, what is intentionally ironic about the movie is that for a film motivated by nationalism it has an awful lot of Kurdish dialogue. At one point, when two Turkish guys are under fire and ducking for cover, one of them yells, "goddamn Kurds" to which the other responds "dude, I'm a Kurd" to which the first guy says, "yeah, but you're different." (2006). Anybody who watches this movie and pays for it is a terrorist and wishes death upon American soldiers. Well, soon Kurdistan will be a reality and you will never get into the EU. Back to the middle ages for you, where you can hang out with your friends Egypt and Iran ( Mike, Feb 10, 2006). There can be bad terrorists believe in any religion. And some of the American soldiers can be cruel as Kurtlar Vadisi says. But this doesnt mean all Americans are cruel just as that nobody can say all muslems are cruel because of some bad muslims. ( Hamit, Feb 10, 2006). As it is showed in the vallet of the wolves,it is only the side of iceberg which is seen. The uniqe real thing is in the blood of Turkish. One day, Turk will be lead of the world, as nostradamus said so americans must be afraid of Turks because we are Cengiz Han's, Fatih Sultan Mehmet's, Kanuni Sultan Süleyman's and Mustafa Kemal Atatürk's grandchilren. (Istemi Yabgu, Feb 10, 2006). Guys - look I think everyone believes that their country and their forefathers are "Super Cool Number One Country in the World" so it's 262 Forum: Internet pointless to debate whose country is better, and responding to these arguments just makes everyone look silly. Let's all keep in mind that when you take a movie starring Gary Busey and Billy Zane this seriously then, well, then Gary Busey has won. ( Grady Hendrix, Feb 10, 2006). I only recently found out about this movie but I'm really interested in seeing it and I'm happy to payfor it, no bootlegging this one. It's nice to support the other side of the situation, we all know hollywood has such a huge bias and anything which doesn't support the JEWs is Anti-Semitism.( Chris, Feb 10, 2006). Why are the American screaming their indignation at this movie Have they forgotten how they applauded when Chuck Norris was blowing up Arabs in his Delta Force movies? The Americans are very sensitive when 53their warts are exposed.(Henry, Feb 10, 2006). I am not a Turk, nor a Muslim; however, I am looking forward to seeing this movie. It's about time the rest of the world is expose to the intense hatred Bush has generated with his invasion of Iraq (Henry, Feb 10, 2006). Hollywood used all middle eastern people as terrorists, West and Europe enjoyed themselves but when a Turkish movie tells the truth which everybody knows, Americans are getting offensive. Truth is always on news and newspapers. Lots of people are losing their lives for one person’s wrong decision. Bush… Now Bush is asking Turkish government to back him up against Iran, which we have very good relationship with Iran more than United States history. It will not happen because anytime, Bush wants blood we have border with them. Iraq, Syria and Iran. Guess who is getting more effected from Bush’s mess? Turkish peoples economy and we do not want unstable country neighboring us. Everybody was doing ok till Bush and his dad mess up the middle east. (Kemal, Feb 10, 2006) I am an half Kurd and half Turk..I feel %100 Turkish as far as my heritage concern. I am also an American citizen..It is about time we balance the biased Hollywood movies with movies which has different perception...For years, we made movies in US showing any muslim as terrorist. Enough is enough. Have you watched Fahrenheit 911?...I bet you have not...They are realy pictures in that movie shows US soldiers brutality. Thats not to say all US soldiers are bad...I am sure many of them are good people. But, few bad apple created enough crap that, Iraqis no longer see American as liberators. Maybe Turks are paying back for "Mignight Express" which was actually based on lies. At least there is some truth to "Valley of Wolves Iraq". My advice to you, "if you Internette tartışmalar 263 can't stand the heat, get out of the kitchen." By the way, proud to be an American and say what I want....You have any problem with that ? (Orhan the Turk, Feb 10, 2006). The Bush administration and their supporters (like Mike) absolutely abhore anyone who dares to expose the truth. Thus, you will see a near hysterical response from the supporters of this evil to the movie "Valley of Wolves - Iraq". They will do their best to suppress this movie, but they will not succeed. I am looking forward to watching the movie. Recently, the head of the Israeli Shin Bet stated that America will reqret their decision to remove Saddam because this has unleaseed chaos and instability in the whole region. His comments got very little attention in America. I believe that Iran is the winner and America the loser from this whole Iraq fiasco perpetrated by Bush. (Henry, Feb 11, 2006) I assume you think the film is anti-semitist because it has a Jew as an illegal organ harvester. Well bravo. I suppose you havn’t seem the numerous American films depicting hispanics as bloodthirsty drug dealers, asians as evil murderous triad gang members (and waiters!), and muslims as terrorists? And too boot, nearly always depict other cultures as being backwards and living in huts. I think his remark was in fact pointed at people like you who believe jewish people can't be reflected in any negative light or it is racism. (oknow, Feb 11, 2006). Turkey is in the "Valley of Wolves". 30000 People have died due to terror and the 91 Gulf war nearly bankrupted the Turkish Economy. So it is unfair to put any blame on Turkey or the Turkish people for their sentiment. Keep in mind that Turkey and Israel conduct joint military operations, assit each other with regards to armaments upgrades. No need to explain that the biggest threat to Turkey comes from Religious and Kurdish terrorists. Please note that I said religious fanatics and not Muslim -Islamic fanatics. In fact the movie stresses this difference. The movie repeatedly shows near "news release" events over the past 3 yrs ..., arrest of Turkish Allies, Abu Ghraib, the "Wedding Incident" etc. None seemed fictional to me ( yes the movie is schockingly brutal).To keep in mind that this is MOVIE and that the next time a NY Hassidic-American chooses Turkish Airlines to fly to Israel there are more than Kosher meals and 3rd World kidneys to thank. Being a Texan does not allow us to remain ignorant (Tony, Feb 11, 2006). I watched that movie recently, and its not worth to talk about. There are really ugly klicks like the scenes with good islamic sheyhs and bad jewish dr. 264 Forum: Internet ugly. Its just like an arabic scenerio not turkish. I really felt uncomfortable when I watch some turks shoot american soldiers even its in a movie. We have a deep history from Atilla to Mustafa Kemal and there are a lot of turks who die for their allies (for example in korea) but there is no turk who shoots his ally in our history. Its not acceptable even its in a movie (Emrah, Feb 11, 2006). To Mike, Who is the first nation to use Atomic bomb to kill hundreds of thousands of civilians? Who came to another continent to drive the natives out? Who wiped out Native Amercans of the map? Who brought slavery? Who brought discrimination in human race? Should I keep going? Well you should judge yourself first before judging others. Maybe than you might make little sense, take my advise!!! (Turkish Thunder, Feb 11, 2006). I saw that film in munich as a german...it was a great film made by turks..Turks was the first people who dared to show the truths of the iraq war..that movie should be shown all over the world, so everybody will see that not the muslims were terrorist, they will see that the USA is the biggest terrorist in the world...they should leave iraq as soon as possible, nobody wants to see them there...i think its also truth, like the film shows, that great britain and israel was also a part of that terrorism. thanks for the great film (Michael Huber, Feb 12, 2006). I have heard about this movie sadly it will be realeased late march here. i think america should stop their invaiding journey because the way there going they are going to create WW3. I know turks as freindly welcoming pride full people that will do anything to keep their pride even if it means taking their own life. I was in tears when i have read the message attaturk sent the anzacs adter ww1. For you people that dont know ıt here ıt ıs: those heroes that shed theır blood and lost theır lıves... You are now lyıng ın the soıl of a frıendly country. Therefore rest ın peace. There ıs no dıfference between the johnnıes and mehmets to us where they lıe sıde by sıde here ın thıs country of ours... You, the mothers, who sent theır sons from faraway countrıes wıpe away your tears; your sons are now lyıng ın our bosom and are ın peace. After havıng lost theır lıves on thıs land they have become our sons as well (cameron from australia, Feb 13, 2006). Truth always hurts.... that movie shows us that the biggest terrorists in the world were the americans....goddamn terrorists... thank you turkey for that great movie showing us all the trues of the iraq war...(janis, Feb 13, 2006). Internette tartışmalar 265 I think Billy Zane is being hypocritical here when he says, "I acted in this movie because I'm a pacifist." Does he really think making this kind of film doesn't incite violence and negative attitudes toward other countries? Daniel?--you think?...But maybe it was a positive thing! Maybe the writer just wanted a fair and balanced cast demographic. You know! The Arabs had roles, the Turks had roles, the Americans had roles. How could it be a film about the middle east without a Jewish character? Wait! We need someone to play the organ harvester! I mean, c'mon! Look at it as affirmative action! The director/writer's own personal version of the "No Jew Left Behind" policy. Especially now that it's all been elevated to mythological proportions. Maybe even the Joseph Cambell Foundation will work it into their curriculum now! Gee! Finally a Hero with a Thousand and One Faces! (Frankie-boy, Feb 13, 2006). So far I am reading alot that this is "just a movie" and to not take it to seriously. But what about the cartoons frem Denmark? Were they not "just Cartoons"? Yet people died in protests over them. What if someone sees this movie and decides to join the Terrorists? It was once said that the Pen is mightier then the sword, because Ideas, both good or bad, can have big consequences. (Tommy, Feb 13, 2006). One has to admire the courage of Mr. Zane And Busey for taking on these roles, especially in light of the blundering, ignorant and totally one-sided attitude of most American movie fans who actually aren't used to regarding the stories of "action movies" as propaganda but take them as wholey accurate representations of the truth... "bibles" of the world "as it really is". If anyone doubts that this is true of Americans (that they believe their own propaganda) then think about how easily they have excused Mr. Bush for "sincerely believing" that Iraq had weapons of mass destruction though all the evidence he had pointed to the opposite conclusion. See, feelings- strong feelingsalways overide the truth when the interests of No. 1 are at stake, so to hell with the U.N., our country, our friends, our neighbors, bothers, sisters and parents- anyone that doesn't get that its a dog-eat-dog, gladitorial world is just a big fool!.(John Shaplin, Feb 14, 2006). USA is the worldpolice?? ...they were the biggest terrorists....thanks turkey for showing us the facts of that war...everybody saw the real face of the american soldiers..goddamnt idiots (Giovanni, Feb 14, 2006). Romans, Egyptians, Greeks, Persians, Ottomans, Mongols, British, etc aka: the forgotten great powers. How ironic that today most of them are 266 Forum: Internet classified as developing countries... Over $450 billion of the 2006 US budget is allocated to "defense". What the hell are we defending against? This number does not even include $150 billion yet to be spent in Iraq. $600 billion is greater than the GDP of many developed countries in the world. In order for us to remain the great power, this number should go down not up. Unfortunately unlike other countries that spend money on defense, we do use our weapons. When we use them the only thing that we get in return is the hate of the world. We should learn from history. The Romans also conquered everyone around them for their "Defense". Centuries later we fly to Rome and take cute snapshots of ourselves posing with their heroic monuments of the past. If we don't want people to pay money to see the ruins of our great monuments, we must learn to live in this world in peace, have respect for others rights and believes and spend our resources wisely. I didn't choose to be born an American as people born in Palestine, Sierra Leon, Sudan, Cuba, Libya, etc did not choose to be born there. We are no different from each other. We should not get hooked up on race, color, religion but accept that we are only humans that occupy a certain cubic volume on earth for a period of 70-80 years and pass on. Living in America, I consider myself very privileged compared to billions that do not have adequate access to food, water, shelter, healthcare, education, security, "freedom". I think we should try to find ways to spread this privilege to others. I would be very proud if had used the $600 billion for aid instead. Being great requires more than a great army. Because of our own actions, ignorance and arrogance half (optimistic guess) of the world already hates us. So, I am not surprised if there are more movies like this one. We should start to think about how we can win back some of this hate and not turn the other half against us.(Eric, Feb 14, 2006). Probably, this is the first time, you see that Americans and also Jewishes are bad man in a movie. You used to see bad characters as Russians, Arabics...(Alper Tunga, Feb 15, 2006). I´ve seen the movie. truth hurts. patriotism does not mean to deny the truth. watch the movie. (kevin, Feb 15, 2006) Good point, so what you're saying is maybe there should also be a movie about the insurgents capturing and beheading military and civilians and then posting them all over the internet for all to see. Or how about a movie about local Iraqi's being treated by americans because they were being bombed or beaten by their own people for helping us. We can go on for days with point/counterpoint but it goes nowhere. You're right about the truth does hurt Internette tartışmalar 267 but having seen what happens to our own people over there twice (both of my own free will) it's hard to take this so serioulsy. In your words patriotism does not mean to deny the truth but it at the very least means to be supportive of your country. It is just a movie you're right about that but look at how much hatred is generated by this. I'm sympathetic to the Iraqi people who were persecuted under Sadaam and I'm also sympathetic to the people in Afghanistan who lived under Taliban control for so long as well but what really makes me mad are people who will turn their backs on the country that gives them right to voice those opinions in the first place. Having proudly served his country all I have to say is your welcome! (gino, Feb 15, 2006). There is a scene with suicide bombing. the movie explains how the religion thinks about killing and condemns it. i have learned a lot about the way of life in iraq, about the religion, the community... i also have learned that the big three religions (christianity, islam and jewish) claim in the same way to be the only true way to god... this movie is shocking. its not that antiamerican as you think about... just watch and learn (kevin, Feb 15, 2006). I saw the movie...thank you Turkey.. long live... (iraqi, Feb 15, 2006). I´ve seen that pics...are the americans proud of these soldiers? is that your army? should everybody in the world proud of them too? are that the people bring iraq democracy? i dont know what to say. I dont understand how americans can be proud of things like that. Turks can be proud of that movie. Now we german can imagine whats really in iraq happening, thanks for that great film. (Janis, Feb 16, 2006) Finally the Turks shoved how they feel about us, the civilized world. I think that it s now a good oportunity to cut off realationship with that fanatic racist country (by the way I always hated their kebab). Instead of raiding Iran we should consider Turkey. I don t think that their population, which is made up of the facist Turks, Alevis, Kurds, Zazas etc. would really support their country. But instead collobarate with the free world (goldman, Feb 16, 2006). Ok let me explain some elements of the movie. the movie is shocking cause of the ideas... cause it shows how a stupid, criminal soldier (sam marshall) and not the hole american army!!! is acting. Honour, dignity, respect different cultures, religion, power...are the basics of this movie... something that i am missing in our army, lead by Lynndie Englands and Charles Graners (kevin, Feb 16, 2006). İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 268-269 Haber konferanslar, seminerler ve paneller Gamze Yücesan Özdemir 1 Akademik bir araya gelişin farklı adlandırmaları olan konferanslar, seminerler ve paneller, akademi içinde ve dışında olanlar için farklı deneyimleri ifade eder. Öncelikle, akademik alanda fikir alişverişine imkan verir. Düşünceleriniz ve kuramlarınızla, akademide yalnız olmadığınızı ya da oldukça yalnız olduğunuzu deneyimlersiniz. Farklı çalışma konuları, kuramlar ve yöntemlerle karşılaşırsınız. Bazıları sizi heyecanlandırır ve yeni çalışma alanları biçimlendirmenize imkan sağlar. Ve son olarak, akademi camiasının bir araya gelerek sosyalleştiği ve/veya hasret giderdiği ya da kavga ettiği anlar ve mekanlardır. Şimdi önümüzdeki birkaç ay içinde iletişimciler nerede ve ne konuşuyor olacaklar diye bir göz atalım. Eylül ayı içerisinde (3-4 Eylül) Oxford’da Sosyo-Kültürel Değişim Üzerine Araştırma Merkezi (Centre of Research on Socio-Cultural Change) tarafından “Medya Değişimi ve Sosyal Teori”(Media Change and Social Theory) adlı bir konferans düzenleniyor. Konferansta öne çıkan başlıklar: Eleştirel teori, Bourdieu, söylem ve kurumlara Neo-Foucauldian yaklaşımlar, aktör-ağ teorisi ve demokrasi teorileri. (http://www.cresc.ac.uk/events/sept06/ Callforpapers.htm) Ekim ayı içerisinde (5-7 Ekim) Bahçeşehir Üniversitesi bir uluslararası etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Bahçeşehir Üniversitesi ve Kent State Üniversitesi (ABD), 1. Yıllık Uluslararası İletişim, Kitle Haberleşme ve Kültür Konferansını (I. Annual International Communication, Mass Media and Culture Conference) düzenliyorlar. 1 Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Konferanslar, seminerler, paneller 269 Konferansın konusu “Özgürlük ve Önyargı (Freedom and Prejudice)”. (http://iletisim.bahcesehir.edu.tr/freedom/). 2-4 Kasım 2006’da UNESCO Türkiye Milli Komisyonu, Ankara’da TÜBİTAK ve Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi ile “medya etiği” üzerine uluslararası bir konferans düzenliyor. İletişim alanında uluslar arası önem taşıyan Dan Schiller ve Vincent Mosco gibi isimlerin de katılacağı konferans “iletişim, toplum ve etik” sunumlarıyla başlayacak ve başlıca şu konular ele alınacaktır: Medya üretimi; içerik ve etik; etik kültürü ve pratiklerinin gelişmesi; Etik konusunun ele alınışı: Medya endüstrisinden sorun ve çözümler; Etik konusunun ele alınışında bilim adamlarının görüşleri; Çözümler üzerine tartışmalar. Avrupa Sosyoloji Birliği (European Sociological Association)’nin çalışma gruplarından biri olan Kitle Haberleşme ve İletişim Araştırmaları Ağı (Mass Media and Communication Research Network) 3-5 Kasım tarihlerinde Antalya’da bir çalıştay düzenliyor. Çalıştayda temel tartışma konuları ise şöyle belirlenmiş: Avrupa kamusal alanının gerçekleştirilmesinde medyanın rolü; Avrupa medya sektörlerinin ekonomi politiği; medya kültürünün sosyolojik analizi ve medya çıktılarının tüketiminde farklı eğilimler. Fazla bilgi için: (http://www.valt.helsinki.fi/esa/commun.htm). Malezya’da 15-17 Kasım tarihlerinde 2. Uluslararası Medya ve Çevre Konferansı (2nd International Media and Environment Conference) düzenleniyor. Bu konferansta medya örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve iş çevreleri arasında etkili iletişim strategileri geliştirmek ve çevreyle ilgili konularda medyanın rolünü tartışmak amaçlanıyor. (http://www.newsworldnature.com/ home.php) Portekiz’de Lizbon Üniversitesi 28 ile 30 Kasım tarihleri arasında Dil, İletişim ve Kültür (Language, Communication and Culture) konulu bir konferansa ev sahipliği yapıyor. Konferans, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinden akademisyenleri biraraya getirerek, dil, iletişim ve günümüz dünyasının analizinde kullanılan sosyal ve kültürel temalar üzerine tartışmaları amaçlıyor. (http://lcc.ulusofona.pt) 270 İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 271-284 Dergi hakkında 1983 yılından beri “İletişim” başlığıyla çıkan İletişim dergisi iletişim kuram ve araştırmalarına odaklanan bir sosyal bilimler dergisidir. Dergi farklı kuramsal yaklaşımlara ve inceleme yönelimlerine açık bir karaktere sahiptir; Türkiye ve dünyada iletişim konularının bilimsel/akademik tartışması için bir forum yeridir; iletişim alanındaki birikmiş bilgiye katkıda bulunarak insanlık için faydalı bilginin oluşması ve gelişmesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır; bunun için iletişimde kuramsal ve yöntembilimsel olarak zengin çok disiplinli bilgi kazanımı ve gelişmesine çalışmaktadır. Derginin anlayışına göre, dünyanın her yerinde iletişimle ilgilenen akademisyenler arasında yaklaşımlar, yöntemler ve deneyimler paylaşılmalıdır. Ancak bu yolla küreselleşen dünyadaki sorunlar üzerinde ortaklaşa durulabilir ve anlamlı çözümler sunulabilir. Bu da iletişim konuları üzerinde araştırma ve tartışmanın uluslararası kapsama genişletilmesini beraberinde getirir. Bu nedenle, Dergi Türkiye ve dünyada iletişim konusunda eleştirel ve insanlar için yapıcı görüşlerin, araştırmaların ve tartışmaların yapıldığı ve okuyucuya sunulduğu akademik bir forum yeri olarak düşünülmüştür. Dolayısıyla, İletişim dergisi öznel çıkarları destekleyen tek bir görüşün değil, farklı yaklaşımların kendini ifade ettiği bir yerdir. Dergi 272 Dergi hakkında okuyucularına klasik ve yeni kuramsal tartışmalar, yeni araştırmalar, önemli konular, yeni akademik ürünler (kitaplar, makaleler) ve gelişmeler ile ilgili bilgiler sunmayı amaçlamaktadır. İletişim dergisi iletişimin sosyoloji, ekonomi, siyaset, kamu yönetimi, sosyal psikoloji, kültür, antropoloji, tarih, dilbilim, söylem bilim, ekoloji, ticari ve sanat gibi insan yaşamının her yanıyla ilgili çalışmaları basar. Dergi dört ana bölümden oluşmaktadır: (1) Kuram ve araştırma makaleleri bölümü ampirik ve ampirik olmayan çalışmaları içerir. Bu çalışmalar Türkçe ve diğer ülkelerdeki yazarların ana dillerinde yazılmış yapıtlardan oluşmaktadır. (2) Forum bölümü iletişim konularıyla ilgili akademik konuşmalar, yorumlar, eleştiriler, yorum ve eleştirilere yanıtlar, tartışmalar ve düşüncelerden oluşmaktadır. Forum bölümündeki amaç iletişim kuram ve araştırmaları, iletişim politikaları ve önemli güncel konular/sorunlar üzerinde bilgi alışverişini sağlamak ve araştırmalar için ipuçları sunmaktır. (3) Değerlendirme/eleştiri bölümü kitap, belgesel ve diğer filmler, videolar, televizyon programları ve sanat sunumları gibi iletişim ürünleriyle ilgili kısa eleştirel değerlendirmeleri içermektedir. (Eleştirel değerlendirme asla kötüleme anlamına alınmamalıdır; onun yerine amaçlı promosyon ve reklam yapmayan dürüst ve içten irdeleme olarak anlaşılmalıdır). (4) Haberler ve Duyurular bölümünde ise araştırma notları, iletişimle ilgili çeşitli raporlar sunulmakta ve iletişimle ilgili konferanslar, seminerler ve paneller duyurulmaktadır. YAZARLAR İÇİN KILAVUZ Toplumsal bağlamda anlamlı bir iletişim konusu veya önemli sorunla ilgilenen her hangi bir kuramsal yaklaşımdan hareketle hazırlanmış eserler İletişim dergisine sunulabilir. Eseri hazırlayan yazar, alanında meşhur biri olabileceği gibi bilinmeyen biri de olabilir. Dergi unvanlara göre değil, bilimsel içeriğe göre bir makalenin basılmasına karar veren bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla, basılmaya değer gördüğü bir yapıtı (yazısı, eleştirisi, enformasyonu, değerlendirmesi) olan herkes, dergiye gönderebilir. Gönderilen makalelerin reddedilme oranını azaltarak basılma olasılığını artırmak için editör ve hakemler makale değerlendirmelerinde yol gösterici ve Yazarlar için bilgiler 273 makaleyi, mümkünse, basılabilir duruma getirici öneriler sunarlar. Dolayısıyla, yazardanda, düzeltme verildi diye küsme, kendini meşrulaştırıcı geçersiz yorumlarla cehaletin yeniden üretimine katılma veya uzanamadığı üzüme “yetmemiş” diye “çamur atarak” başarısızlığını dışa atfetme gibi tutum ve davranışlar sergileme yerine, makalesini önerileri göz önünde tutarak geliştirmeye çalışması beklenir. Hiç kimse mükemmel veya tümüyle doğru bir yapıt oluşturamaz; aranan mükemmellik ve evrensellik değil, kullanılan yöntembilimsel yapıya gereğince uygun, tutarlı, sistemli ve sosyal bağlamda anlamlı içerikte bir yapıt oluşturmaktır. Eğer bir hakemle yazar arasında metodolojik ve içerik bağlamlarında oluşan farklılık çözülmez, fakat makale basılırsa, hakem derginin Forum bölümüne makaleyle ilgili “yorumunu” yazabilir ve yazar veya herhangi bir okur da buna bilimsel çerçevede cevap verebilir. Düzeltme çabalarından sonra, kabul edilmeyen bir makalenin yazarının yöntembilimsel eksiklerini tamamlayarak kendilerini geliştirmesi ve yollarına devam etmesi beklenir. Makale orijinal bir araştırma olabilir, var olan bir bilgiyi, yöntemi, ölçmeyi eleştirel olarak analiz edebilir; kuram inşası veya kuramsal tartışma sunabilir; bir iletişim ürününün, olayının veya deneyimin doğasıyla ve sonuçlarıyla ilgili bir tasarım olabilir; iletişim politikaları ve uygulamalarıyla ilgili durum veya tarihsel analiz yapabilir. Makalenin odaklandığı konu/sorun ne olursa olsun, her makale var olan bilgiden hareket ederek bir bilimsel inşa oluşturmalıdır. Birikmiş bilgiye başvurmayan, gerekçeli bir tasarım sunmayan ve ilgili alanda bilginin gelişmesine katkıda bulunmayan keşfedici, tanımlayıcı, betimleyici (sadece durumu, olanı, sürecin ne olduğunu anlatan; bir ölçme aygıtının promosyonunu yapan; “rating”, promosyon, reklam ve pazarlama araştırması karakterinde olan; sosyo-demografik değişkenleri keyfi olarak birbiriyle karşılaştıran) makaleler akademik/bilimsel karakterden yoksun olduğu için İletişim dergisine uygun değildir. Makale iyi Türkçe veya Amerikan İngilizcesi ile yazılmalıdır. Dergi aşağıdaki türde yazıları kabul etmektedir: • Makale bölümü için, iletişim kuram ve araştırmaları makalesi (6 000 kelime ve üzeri) • Makale bölümü için iletişim kuram ve araştırmalarıyla ilgili alanında otorite olan akademisyenlerden davetli makale (6 000 kelime ve üzeri) 274 Dergi hakkında • Forum bölümü için iletişim konularıyla ilgili akademik konuşmalar, yorumlar, eleştiriler, yorum ve eleştirilere yanıtlar, fikirlerden oluşan yazılar (<3 000 kelime) • Araştırma notları ve raporlar bölümü için özlü araştırma notları ve iletişimle ilgili çeşitli raporlar (<2 000 kelime) • Değerlendirme bölümü için kitap, belgesel ve diğer filmler, videolar, televizyon programları ve sanat sunumları gibi iletişim ürünleriyle ilgili kısa yazılar. Tek ürün değerlendirme (<1000 kelime) yapılacağı gibi birkaç ürünü karşılaştıran değerlendirme makalesi (<3000 kelime) de olabilir. Değerlendirme yazıları yeni ürünler veya az bilinen klasikler üzerinde olmalıdır. Değerlendirmelerin temel yapısı en azından aşağıdaki gibi olmalıdır: 1. Değerlendirilen ürünün ne üzerinde durduğunun belirtilmesi 2. Üzerinde durulan konuyu işleme bağlamında, temel anlatı inşasının nasıl yapıldığının açıklanması 3. Konuyu ele alış ve işleyiş biçiminin, sunduğu analiz ve sentezlerin doğası ve bunun sonuçlarının irdelenmesi 4. Ürünün alana ve toplumsal olana katkısının değerlendirilmesi. • İletişim ve sosyal bilimler alanındaki faaliyelerle ilgili “haberler” bölümü için toplantılardan akademik personel gereksinimlerine kadar çeşitlenen özlü bilgilendirmeler yer alacaktır. (<2 000 kelime) Bir değerlendirme yazısı yazmak isteyenlerin, işe başlamadan önce, değerlendirecekleri materyalin uygun olup olmadığına karar vermek için İletişim dergisinin editörüne başvurması gerekmektedir. Metnin Düzenlenmesi Kapak sayfası Sadece makalenin başlığından oluşur. Buraya başka hiç bir bilgi veya isim yazılmaz. Başlık makalenin içeriğini yansıtmalıdır ve 10 kelimeyi geçmemelidir. Kısaltmalardan kaçınılmalıdır. Başlık sayfası Bu sayfa sırayla şunlardan oluşur: başlık; yazarın/yazarların isimleri; bağlı oldukları kurumlar; mektup adresleri; telefon numaraları ve e-mail adresleri; yazar birden fazlaysa, yazışma yapılacak yazarın belirtilmesi Yazarlar için bilgiler 275 Özet ve anahtar kelimeler (abstract and keywords) sayfası Özet/Abstract: Bu sayfada 175 kelimeyi geçmeyen Türkçe ve İngilizce özet sunulur (ikisi birlikte 350 kelimeyi geçmemeli). Özet bir makalenin kullandığı bilimsel araştırma tasarım türünün temel akış sırası takip etmelidir: ne yapıldığı, nasıl yapıldığı (araştırma türü; veri toplama ve değerlendirme süreci) ve en temel bulgu/bulgular (eğer ampirik tasarımsa), en temel sonuç/sonuçlar, ve gerekiyorsa, öneriler sunulur. Anahtar kelimeler/keywords: Özetten sonra en fazla dört tane anahtar kelime konmalıdır. İngilizce anahtar kelimelerde “of, at, on, in, and” kullanılmamalıdır. Bu ve sonraki sayfalarda, yazar/yazarların isimleri ve yazarların kimliği hakkında ipucu veren herhangi bir belirleyici “gösteren” konmamalıdır. Hem özette hem de ana metinde ampirik tasarımın temel akış sırasını veya ampirik olmayan bir tasarımın mantıksal yapısını içermeyen makale editörden geçip hakemlere gönderilmeyecek, dolayısıyla ilk aşamada kabul edilmeyerek, yazara gerekli düzeltmeler yapması için geri gönderilecektir. Kısaltmalar Alanda standart olmayan kısaltmalar özette ilk kullanılışında tanımlanır. Makalenin tümünde kısaltmaların tutarlı kullanılmasına dikkat edilir. Metin sayfaları Makalenin kendisini içerir. Ampirik makaleler en az dört ana bölüme ayrılır: Giriş, Yöntem, Bulgular ve Sonuç. Bulgular bölümü bulgular ve tartışma, bulgular ve değerlendirme gibi isimlerle isimlendirilebilir. Sonuç bölümü “sonuca doğru, sonuç yerine, sonuç desek mi, sonsuz değişimde sonuçsuz sonuç, sonsuz semiyosizin sonucu, sonuç gibi bir şey, bilişimin bitişimi” gibi başlıklarla adlandırılmamalıdır; bu şekilde adlandırılabilmesi ancak böyle bir adlandırmayı gerektiren yöntembilimsel tasarımla olur ki bir anı açıklarken o anın artık o an olmadığını belirten (zaten biliyoruz, o an olmadığını) veya tarihsel sürekliliği veya tekrarlanan kalıpların olasılığını reddeden bir görüş, bilimi ve bilimsel girişimi de anlamsız ve geçersiz yaptığından, bilimsel araştırma gerek kalmaz. Her ana bölüm gerekirse alt bölümlere ayrılabilir. Ampirik olmayan makaleler en az üç ana bölüme ayrılır: Konunun gerekçeli olarak sunulduğu giriş, konunun işlendiği analiz (analiz ve değerlendirme veya analiz ve tartışma), analizle bilgi birimini ilişkilendiren 276 Dergi hakkında sonuç. Bu ana bölümler ve alt-bölümler araştırmanın doğasına göre farklı isimlendirilebilir. Tasarıma, gerektiriyorsa, öneriler başlığı altında bir bölüm eklenebilir. Her bölüm ve alt-bölüm başlığı tek bir satırda sunulmalıdır. Örneğin: 1. seviyede başlık: GİRİŞ 2. seviyede başlık: Problem (bold) 2. seviyede başlık: Amaç ve önem 1. seviyede başlık: YÖNTEM 1. seviyede başlık: BULGULAR VE TARTIŞMA 2. seviyede başlık: General demografik özellikler 2. seviyede başlık: İlişkisel analizler 3. seviyede başlık: Hipotez I 3. seviyede başlık: Hipotez II Üç seviyeden fazla başlık olmamalıdır. Forum ve değerlendirme bölümlerine yazı sunumu için önceden editörle haberleşmek gerekmektedir. Metnin yöntembilimsel içeriği Giriş: Ne tür bilimsel tasarım olursa olsun, bir giriş başlığı olmalıdır. Giriş başlığı giriş, sorun, konu, sorun, amaç ve önem gibi başlıklarla sunulabilir. Gerekiyorsa alt başlıklar konabilir. Girişte gerekçeli olarak ne yapıldığı belirlenmeli; yazarın ele aldığı konu/sorun ile ilgili bilgi birikimine başvurularak ne yapıldığı, amaç ve önem belirlenmelidir. Amaç asla ne yapıldığı değildir, neyin neden yapıldığıdır. İlle ki “amaç şudur”, “önem şudur” demeye gerek yoktur; gerekçeler kendiliğinden amacı ve önemi ortaya koyuyorsa, ayrıca amaç ve önem cümlesi kurmaya gerek olmayabilir. Girişte sadece ne yapıldığı gerekçelendirilir; asla veri toplamayla ve değerlendirmeyle ilgili tek bir kelime bile yazılmaz. Giriş bölümünde, gerekçelerle yapılan sunum asla birbiriyle çelişkili kuramsal yapılar getirmemelidir; yani konu\sorunun inşasında, kesinlikle kuramsal tutarlılık olmalıdır; birbiriyle çelişen veya birbirine ters düşen iki kuramsal açıklamaya dayanan bir tasarım bilimsel karakterden yoksundur. Bu tür tasarım olmayan tasarıma “eklektik tasarım” denmez, bilimsel tasarımı bilmeme denir. Eklektik tasarım kendi içinde mantıksal ve süreçsel tutarlılık taşıyan tasarımdır. Yazarlar için bilgiler 277 Araştırmacı giriş bölümünde kuramsal bir çerçeveyi açıkça bir paragrafla veya alt-başlıkla sunsun veya sunmasın, sunumda sunduğu gerekçeler ve yaptığı inşadan tutarlı ve geçerli bir kuramsal çerçeve inşa edip etmediği belli olur. Dolayısıyla, araştırmacı, incelemesinde inşa ettiğinin kuramsal yapısına dikkat etmelidir. Yöntem: Giriş bölümünü yöntem bölümü takip eder. Yöntem bölümünde “yöntem, metod, veri toplama ve derlendirme süreçleri” gibi başlık kullanılabilir. Bu bölümde araştırmacı, tasarımının türü, araştırmanın kapsamı hakkında bir veya birkaç cümlelik açıklama getirmelidir. Veri kaynağını/kaynaklarını belirtmeli; erişim soruları varsa, açıklamalı; verileri (değerlendirme yapmak için gerekli işlenmemiş datayı veya değerlendirmesine kaynak olarak kullandığı enformasyonları/bilgileri) nasıl topladığını ve değerlendirdiğini açıklamalıdır. İçerik analizi yapıldı veya metin analizi yapıldı gibi cümleler yetersizdir. Bunların nasıl yapıldığı açıklanmalıdır. Bunu yaparken, metin analizi veya söylem analizi nedir, türleri nelerdir, nasıl yapılır, gibi açıklamalar asla yapılmalıdır. Önemli olan, yazarın kendi tasarımında kullandığı veri toplama ve değerlendirme süreçlerinin ne olduğunun açıklanmasıdır. Tasarım ampirik bir tasarımsa, tasarımın parametrik olup olmadığı belirtilmelidir; nüfustan başlayarak örneklem almaya kadar gelen, ve örneklem almayı da içeren gerekli süreçler açıklanmalıdır. Evren kavramı tanımlanmamış nüfustur, tanımlanmamış bir şeyden örneklem asla çıkartılamaz, dolayısıyla, ampirik veri toplama ve analiz süreci uygun bir şekilde kullanılmalıdır. Pozitivist içerik analizinde kesinlikle birimler belirlenmeli ve ölçme biriminin nasıl ölçüldüğü açıklanmalıdır. Deneysel veya deneysel olmayan ampirik tasarımda kesinlikle araştırma soruları veya hipotezler gerekçeli olarak belirlenmeli; değişkenler bu araştırma soruları ve hipotezlerden çıkartılmalı; gerekiyorsa, bu değişkenlerin işlevsel tanımlamaları (operational definitions) yapılarak ölçülebilir hale getirilmeli ve nasıl ölçüldükleri açıklanmalıdır. Her araştırma sorusu veya hipotezle ilgili olarak yapılan ölçmede ne tür bir istatistik analiz yapılacağı, gerekçesiyle açıklanmalıdır: Örneğin, bu parametrik incelemede, “A hipotezini oluşturan iki değişken, isimsel seviyede ölçüldüğü için ki-kare testi yapıldı”; veya “iki grup karşılaştırması yapmak için gurupların A karakteri isimsel olarak ölçüldüğünden dolayı ki-kare ve B karakteri mesafeli olarak ölçüldüğü için t-testi” yapıldı. Ya da, “bu parametrik olmayan incelemede, A hipoteziyle ilgili karşılaştırma non-parametrik testlerden B testi kullanılarak yapıldı” denmelidir. Keyfi olarak faktör analizi veya herhangi bir analiz 278 Dergi hakkında yapılmaz. “SPSS 13 kullanılarak testler yapıldı” sözü hiçbir anlama gelmez, gereksiz fazlalıktır. “Gerekli istatistikler yapıldı” demek de anlamsızdır, çünkü “gerekli” sözü hiç bir şey anlatmaz. “A, B ve C istatistikleri kullanıldı” demenin de bir anlamı yoktur: hangi ölçmeler için hangi istatistikleri kullanıldığı belirtilmelidir. Sosyo-demografik değişkenlerle diğer bir değişkeni/değişkenleri karşılaştırmanın hiçbir bilimsel anlamı yoktur: Bir karşılaştırma yapılacaksa, bununla ilgili olarak gerekçeli bir hipotez veya araştırma sorusu çıkartılmalıdır. Aksi taktirde “çöplük koy, çöplük al” türü her şeyi ölçme ve karşılaştırma ortaya çıkar ki bu pozitivist ampirizmin doğasına aykırıdır. Betimleyici/keşfedici tasarım yapılabilir, ama bu tür tasarım da bilgi birikimine dayanarak, özellikle bilgi birikiminin eksikliği durumunda, yapılır ve ciddi mantıksal bağlar kurmanın bir sonucudur. Nedensellik bağları asla bir istatistiksel sonuçta hareket ederek kurulmaz; istatistik bize ilişki hakkında bilgi verir; nedensellik bağı sunmaz. Nedensellik bağı, önceden, kuramsal bir çerçeveden hareketle veya kuramsal bir çerçeve inşa ederek kurulur. Dikkat: Asla “kavramsal çerçeve” alt-başlığı kullanmayın, çünkü yanlıştır: Kuramsal çerçeve olur; kavramsal çerçeve olmaz; kavramın tanımı olur ve bu tanımlardan hareket ederek varsayımlar veya kuramsal çerçeveler inşa edilebilir veya tam tersinden, kuramsal bir inşanın varsayımlarından veya kavramlarından hareket ederek test edilecek hipotezler üretilir. Kültürel incelemeler gibi bir tasarımda, o tasarımın doğasına uygun olarak verilerin nasıl toplandığı ve değerlendirildi açıklanmalıdır. “Söylem analizi yapılacaktır” gibi bir söz asla yeterli değildir. “Her şeyin sürekli olarak değiştiği, dolayısıyla, kuramsal bir açıklama getirilemeyeceği, çünkü bir anı açıkladığımız an, o an gitmiş ve değişmiş olacaktır” diyen, postpozitivist, postmodern, veya postmodernimsi açıklamayla gelen ve tekrarlanan kalıpların vb olmadığını iddia eden bir sunum elbette olabilir; çünkü düşünen insan, örneğin materyal ilişkiler gerçeğine çeşitli kılıflar örebilir. Bu tür sunumların İletişim dergisinde yayınlanması için, araştırmacının sunduğu şeyin sistemli ve tutarlı bir karakter taşıması gerekir. Zaten sistemlilik ve tutarlılık inşa edildiği an postmodernimsilik veya postmodern ve postpozitivist vb anlayış kendi kendini çökertecektir. Bu dergi, akla gelebilen her varsayımı gerekçeli olarak öne süren ve inceleyen/irdeleyen tutarlılığa açıktır; yeter ki okuyucu yazarın ne dediğinin farkında olduğunu gorebilsin; yeter ki ne yapıldığı ve nasıl yapıldığı hakkında yeterli açıklama getirilsin. Yöntem bölümünde Yazarlar için bilgiler 279 gerekiyorsa, araştırmanın sınırlılıkları (sınırları değil) belirtilebilir; sınırlılık metodolojik sorunlarla ilgilidir. Bulgular (veya analiz) ve tartışma: Tasarımın üçüncü bölümü bulgular, bulgular ve sonuçlar, bulgular ve değerlendirme, sonuç, analiz ve değerlendirme gibi isimlerle, tasarımın karakterine uygun bir şekilde isimlendirilebilir. Tasarımın üçüncü ana bölümü, ampirik tasarımda bulguların sunulduğu ve değerlendirildiği/tartışıldığı bölüm olmalıdır. Ampirik olmayan tasarımda ise, tasarıma uygun bir başlık kullanılmalıdır. Bu başlık, gerekiyorsa, alt başlıklara ayrılmalıdır. Ampirik tasarımda, bulgular yorumsuz sunulmalı ve sonra değerlendirme veya yorum yapılmalıdır. Sonuçlar: Makalede bu ana bölüm kesinlikle olmalıdır. Sonuç sunulurken kesinlikle var olan bilgi birikimi, tasarımın kuramsal gerekçeleri, soruları/varsayımları/hipotezleri ve bulguları arasında bağ kurulmalıdır (Hipotez sayılan/hesaplanan bir şey olmadığı için veya saymayla ilgili olmadığı için veya işlevsel tanımlanması sayısal olarak yapılan ifadelerden oluşmadığı için, “sayıltı” değildir; hipotez en az iki şey arasında ilişki sunan veya nedensellik bağı kuran ifadedir). Bilgi birikiminden faydalanmayan, onu irdelemeyen ve bilgi birikimiyle bulgularını ilişkilendirmeyen bir tasarımın bilimsel karakteri ciddi şekilde eksiktir. İstatistiksel dağılım ve istatistiksel sonuç sadece bulgudur, sonuç değil; bir şeyin yüzde dağılımını sunmak veya anlamlı bir ilişki olduğunu belirtmek sonuç değildir; bulguyu sunmaktır. Dolayısıyla, ampirik tasarımda bulgu ile sonuç karıştırılmamalıdır: Sonuç dağılımın doğasıyla ilgili bulgunun, araştırma sorusu/hipotez ve var olan bilgi birikimiyle ilişkilendirilmesiyle çıkartılır. Öneriler sunulacaksa, beşinci bölüm olarak sunulabilir. Değer yargıları öne süren, etik konularını farklı normatif çerçevelerden ele alan bir araştırmacı, bunun bilincinde olmalı ve tasarımının normatif bir tasarım olduğunu kesinlikle belirtmelidir. Normatif olmayan tasarımda, normatif ifadeler kullanılmamalı veya kullanılacaksa, bilinçli bir şekilde kullanılmalıdır. Bu dergi öznel çıkarlara hizmet eden yönetimsel incelemelere de açıktır. Fakat araştırmacı yönetimsel bir inceleme yaptığının farkında olmalıdır ve bunu tasarımında belirtmelidir. Yönetimsel inceleme (administrative Research, applied Research, operational Research, case study vb), örneğin sadece dağılıma bakan ve bazı korelasyonlar yapan bir siyasal kampanya, bir pazar araştırması veya bir yoksulluk araştırması seviyesindeyse, siyasal partiler, Türkiye’de böl ve yönet politikarı, bilinç yönetimi, ve psikolojik 280 Dergi hakkında savaş operasyonları yürütenler veya şirketler için faydalı olabilir, fakat bilimsel bir değeri yoktur. Dolayısıyla, yönetimsel araştırmada, araştırmacının kuramsal gerekçeler getirerek ve bilgi birikiminden faydalanarak tasarımına bilimsel karakter kazandırması zorunludur. Bir ölçeğin, testin, değer analizi yapacak bir ölçmenin, “auditing” sürecinin kullanılması bir bilimsel araştırma değildir. Bir yöntemin, ölçeğin veya standart testin açıklanması da asla bilimsel bir girişim değildir. İzleyicilerin hangi programları tercih ettiklerini veya tüketicilerin hangi ürünü seçtiklerini belirleyen bir araştırma, yoksullukla mücadele araştırması diye yoksulları çok çocuk yapmayla ve eğitimsizlikle suçlayan sorularla dolu bir bilinç ve davranış yönetimi araştırması, akademik/bilimsel bir araştırma değildir. Yönetimsel incelemenin tasarımı da, kesinlikle tasarımın doğasına uygun bilimsel ve süreçsel inşa ile gelmelidir. Bu tür incelemelerin hemen hepsi pozitivist-ampirik metodolojiyi araç olarak kullandıkları için, pozitivist epistemolojiye ve ampirizmin kurallarına ve süreçlerine uygun tasarım yapmalıdır. Bir tasarım yapılmış ve bitmiş bir ürün olduğu için, dilinde “dili” vey “mişli” geçmiş zaman kullanılmalıdır. Teşekkür Bu bölüm, ancak gerekirse kullanılır ve makale yayın için kabul edildikten sonra eklenmelidir. Dipnot Dipnot ek bilgidir; çok zorunlu olmadıktan sonra kullanılmamalıdır. Kullanıldığında da sayfa altına numaralandırarak verilmelidir. Kaynakça Kaynakçada sadece metinde kullanılan kaynaklar konur. Yani, metin içinde kullanılmayan kaynak kaynakçada yer almaz. Aşağıda verilen örnekler dışında kalan bütün kaynakça yazma biçimi APA 5 kurallarına göre yapılmalıdır. Dikkat: sadece aşağıda gösterilmeyen kurallarda APA 5 kullanılmalıdır. Metin içi kaynak örnekleri: (Duran, 2003); (Tas, 2005: 16); Günay’a göre (2005); (Vert ve Hale, 2005: 71). Yazarlar için bilgiler 281 Kaynakça örnekleri: Asma, R. (1990). Art perception. Berkeley: University of California Press. Grice, H., & Greg, R. (eds.). (1968). Early langua. New York: McGraw-Hill. Polat, A. (der.). (1990). Olma kuramı. Ankara: Erk. Duran, E. (2006). Etki ve yönü. İçinde: B. Kaya (der.). Etkiyi anlayalım. (s. 112-134). Ankara: Ümit. Freud, S. (1970). Psikoanaliz (çev: A. Fuat). New York: Norton. (Orijinal 1940’da basıldı). Baş, H. ve San, İ. (2001). Turizmle kim kalkınıyor? Turizm Sempozyumu, Ankara, (s. 237-288). Ankara: Turizm Üniversitesi Yayınları. Kal, A. (2006). Kitle bitti. İletişim Dergisi, 66 (3), 178-200. Elçi, O. (1991). Tahinli helva. Business Journal, 11, 58+. EBSCO Masterfile database’den 27 Mayıs, 1999’da indirildi. Mel, H. (2005). Vücudun dili olmaz. http://www.dnr.org/hra.htm adresinden 12 Mayıs 2005’de indirildi. Tablolar ve şekiller Metin içinde sunulmamalıdır; ayrı sayfalarda sunulmalıdır. Metin içinde tablonun geleceği tahmini yere, iki paragraf boşluk aralık koyarak “tablo 1 buraya” yazılmalıdır. Tablo numaraları tablonun üstüne ve şekil numaraları ise şeklin altına yazılır. Numaradan sonra nokta koyup bir aralık verilir ve tabloyu/şekli tanımlayıcı başlık yazılır. Satırlar ve sütunlar başlıktaki ifadeye göre, biçimlendirilmelidir. Örneğin, “Tablo 1. Cinsiyete göre tercihlerin dağılımı” başlığını taşıyorsa, satıra cinsiyet konur. Eğer sayfaya sığmaması nedeniyle, cinsiyet sütuna konacaksa, dağılım yüzdeleri sütuna göre verilir, satıra göre değil. Makalede yazıyla bir dağılım anlatıldıktan sonra, örneğin % 40 yetişkin kadın, % 30 yetişkin erkek ve % 30 genç ve çocuklardan oluşmaktadır dedikten sonra, tabloya gerek kalmaz; tablo veya grafik asla sunulmaz. Ayrıca, okuyucuyu, birkaç dağılım okuması için tabloya yönlendirmemeli; açıklama yazıyla yapılmalıdır. Tablo ve grafik göz boyamak, imaj yapmak için verilmez; gerekli olduğu için verilir. Makalenin değerlendirme süreci İletişim dergisi hakemli bir dergidir. Sunulan her makale üç aşamalı süreçten geçerek değerlendirilir: Editörün değerlendirmesi, hakemlerin değerlendirmesi ve editörün kararı. 282 Dergi hakkında Editörün değerlendirmesi sırasında, editör makaleyi, araştırmacının kullandığı metodoloji bağlamında inceler ve metodolojik yapının doğruluğu/yeterliliği bakımından değerlendirir. Uygun olursa, hakemlere gönderir. Uygun değilse, metodolojik inşayı düzeltmesi için yazar eposta ile bilgilendirilir. Yazar isterse, metodolojisini uygun hale getirerek yeniden sunabilir ve bunu da gene editör değerlendirir. Metodolojik uygunluk belirlenirse, makale en az 2 hakeme gönderilir. Hakemlerin değerlendirmesi, editör tarafından, olası “ideolojik yanlı/taraflı/haksız karar” (sadece olumsuz kararlar, olumlu olanlar değil) bazında gözden geçirildikten sonra, makalenin kabulü, değiştirilmesi/ düzeltilmesi veya reddine karar verilir. Hiçbir makale yöntembilimsel ve ideolojik yönelimi nedeniyle ne editör ne de hakemler tarafından reddedilmeyecektir: Kullandığı kuramsal çerçeve ve metodolojik süreçler bağlamında içsel tutarlılığa sahip olan, bu yolla bilgi birikimine katkı sağlayan her makale basılacaktır. Makaleyle ilgili son karar eğer düzeltme veya red ise, o zaman editör ve hakemler, basılmaması için kılıf değil, bilimsel gerekçeler sunmalıdır. “İdeolojik bir broşür” veya “bir promosyon materyali” gibi içerikle ilgili gerekçeler, epistemolojik ve metodolojik dayanağa sahip değilse, geçersizdir; geçerli gerekçe araştırmacının kullandığı metodolojiyle, bu metodolojinin uygun kullanımıyla ve içeriğin tutarlılığıyla ilgili olmalıdır. İçerik kullanılan yöntembilimsel ve epistemolojik çerçeveye göre değerlendirilmelidir. Ampirik bir tasarım eleştirel bir tasarım ve eleştirel bir tasarım ampirik bir tasarım açısından asla değerlendirilmemelidir. Değerlendirme, tasarımın epistemolojik ve metodolojik çerçevesi belirlenerek bu çerçeve içinde, bu çerçeveye uygunluğu bağlamında yapılmalıdır. Önemli olan, makalenin yazarının kullandığı metodolojiyi doğru kullanması ve bu kullanımla biçimlendirilen içeriğin tutarlı bir şekilde sunulmasıdır. Bu sunum mantıksal veya istatistiksel bağlar kurup sonuçlar çıkartması, bu sonuç çıkartmanın ve sonuçların, sonuçların çıkarıldığı süreçlerin, bu süreçlerde kullanılan gerekçelerin ve kuramsal varsayımların içsel tutarlılıkla gelen geçerliliği önemlidir. Örneğin anne ve babanın ölü ve canlı olmasıyla televizyon programının çocuklar üzerine etkisinde farklılık olacağı ile ilgili bir hipotez geliştirmek, ciddi ve geçerli gerekçeyi gerektirir; bu gerekçe getirilmeden veriler toplandıktan sonra istatistiksel karşılaştırma yapmak ve ilişki olduğunu ve olmadığını söylemek bilimsel hiç bir anlam ifade etmez. Bir sürü tabloları ve ilişki testlerini sunmak, bilimsel tasarım ve bilimsel girişim değildir. Söylem analizi veya Yazarlar için bilgiler 283 ideolojik analiz yapıyorum diye, kuramsal hiçbir dayanağı ve tutarlılığı olmayan bir sürü “spekülasyonlar” sunmak ve bunları birkaç gazete haberi veya birkaç düşünürün sözleriyle süslemek de bilimsel bir girişim değildir. Sosyal bilimlerde araştırma/makale üniversitelerde çöreklenmiş güçlü birilerinin ve onların müritlerinin “Weber şunu dedi, Durkeim şunu söyledi, Marks bunu dedi” diye sıralayan dedikodu-derlemeleriyle sunduğu bir başka “merkezi dedikodu sisteminin ürünü” değildir: Var olan bilgi birikimini irdeleyen ve bu bilgi birikimi üzerine inşa edilen tartışma ve sonuç getirmeyen bir tasarımın bilimsel bir değeri yoktur. Dolayısıyla, bir bilimsel araştırmada, Weber’in veya Marks’ın ne dediğinin anlamı tasarımın inşasında ‘dedikodu” ötesine gidildiğinde vardır. Bir şirketin tek bir sorunu da ele alınıp incelenebilir, fakat bu inceleme girişte ele alınan sorunla ilgili bilgi birikimine başvurmuyorsa ve sonuçta bu bilgi birikimiyle ilişkilendirilen bir değerlendirme yapmıyorsa, bu makale ancak bilimsel karakteri olmayan basit bir yönetimsel araştırma olur. Bir makale olduğu gibi kabul edilebilir; düzeltmeler yapılması koşuluyla kabul edilebilir; olduğu şekliyle reddedilebilir, fakat yazarın yeniden yazması ve sunması önerilebilir; tamamen reddedilebilir. Editörün ve hakemlerin önerileri yazara/yazarlara yapacakları revizyonlarda yol gösterici olarak sunulur. Makale değerlendirme süreci normal olarak üç ay alır. Yaz aylarında bu süre uzayabilir. Telif hakkı ve orijinallik İletişim dergisi akademik bir dergidir ve fikirlerin özgürce ve açıkça tartışılması ve yayılması yanlısıdır. Bu nedenle İletişim dergisini okumak isteyen herkese ve kurumlara parasız dağıtılır. Dergiye abone olmak isteyenlerden abone ücreti alınmaz; fakat basım ve dağıtım masraflarına yardım amaçlı bağışlar resmi kanallar yoluyla ve belgelendirilerek kabul edilebilir. İletişim dergisinin ve makalelerinin, editör ve yazarından izin alınmadan ticari amaçlı kullanımı yasaktır. Dergiye yayınlanmak için sunulan makalelerin başka bir dergide yayınlanmamış olması ve başka bir dergide yayınlanmaması gerekir. Özet biçiminde veya önceden basılmış konferans konuşması parçası veya bir tez olarak yayınlanmış olabilir. Fakat sadece başlığı değiştirilerek veya başlığında ve içeriğinde birkaç değişiklik yaparak yayınlamak veya yayınlanmış bir 284 Dergi hakkında makaleyi bu şekilde yeniden biçimlendirerek yayın için sunmak akademik etik kurallarına aykırıdır. Makalenin dergiye gönderilme biçimi Makalenin bir kopyası dijital olarak editöre gönderilmelidir. Dijital kopya PC word formatında hazırlanmalı ve “[email protected]” adresine bir niyet mektubuna eklenerek gönderilmelidir. Editör makaleyi okuduktan sonra yazara önerisini sunar. Makalenin hakemlere gönderilmesi kararlaştırıldığında, basılı iki kopya “Editör, İletişim kuram ve araştırma dergisi, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Emek, Ankara” adresine postalanmalıdır. Basılı kopya A4 kağıt üzerinde, sayfanın tek tarafına, 1.5 aralıkla, köşelerden 2.5 cm aralık vererek, Times new roman 12 punto ile ve sayfalar numaralandırılarak hazırlanmalıdır. Metin içi referanslar, dipnotlar ve kaynakça kesinlikle Dergi’nin belirlediği kurallara uymalıdır. Kabul edilen makalenin düzeltme süreci Kabul edilen makalede değişiklik yapılmaz. Düzeltmeler sadece İletişim dergisinin belirlediği formata uyma, yazım hataları, cümle hataları, anlatı bozuklukları bazında olmalıdır. Bir makalenin kabul edilmesi makalenin basmaya hazır olduğu anlamında değildir. Makaleyi basılabilir biçime getirme, editör ile yazar arasında süren çalışma sonunda olabilir. Abonelik İletişim Kuram ve Araştırma dergisi (ISSN 0739-3180) Şubat ve Ağustos aylarında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından basılır. Abonelik için herhangi bir koşul yoktur. Not: Bu bilgiler derginin ana sayfasından elde edilebilir. İletişim kuram ve araştırma dergisi Sayı 22 Kış-Bahar 2006, s. 285-292 About the Journal Journal of Communication Theory and Research, launched in 1983 and published under the title Communication, is a social sciences journal focusing upon theory and research on communication. The journal is dedicated to present competing theoretical approaches and study orientations; to developing a forum for the scholarly discussion of communication issues in Turkey and around the world in order to further the field; to expand the frontiers of knowledge by contributing to the literature on communication; to perform its role in the development of a theoretically integrated and methodologically enriched multidisciplinary body of knowledge on communication. It is also vital that approaches, methods, and experience should be shared among communication scholars in many countries, so that the problems of the globalizing world may be addressed and tackled in a concerted manner. The complexity of this task demands enlightened research, debate, and policy discussion. Hence, the journal provides an informed, critical but constructive view of communication in Turkey and in the world. It gives its readers up to date information about new research findings, major theoretical and methodological debates, important issues and new publications and developments. 286 About the journal The journal publishes studies concerning the all aspects of human communication. It has no disciplinary boundaries created by the academic and professional specialization. Contributions are drawn from various fields including sociology, economics, politics, public affairs, social psychology, culture, anthropology, language, semiotics, ecology, business and management. However, the contribution from a discipline should be related with a communication issue in the field involved. The journal consists of four main sections: (1) Articles in the theory and research section present non-empirical and empirical studies. Articles are solicited from all over the world, as the international dimension is considered especially important. Hence it is vital to recognize that many communication problems are common to a wide variety of nations, while some are either global matters or at least oblivious of national boundaries. (2) Forum section contains addresses, comments, rejoinders and opinions about communication issues. The journal's Forum section helps construct better debates and provide valuable insights on communication theory, research, policies and current issues. (3) Reviews section contains short critical evaluation of communication products such as books, documentary and feature films, videos, television series, and art presentations. (4) News and Announcement section contains research notes, brief study notes, reports and announcement of conferences, seminars and panels. Guidelines for Authors The journal welcomes manuscripts from any theoretical position dealing with a critical question or issue in communication. It seeks articles from established scholars and professionals at any stage of their careers, from neophytes to recognized authorities. The rate of manuscript rejection is minimized by seeking constructive criticism from referees, so that authors are encouraged to refine and develop their ideas. In the event that important differences of opinion cannot be resolved between authors and referees, the Forum section may be used to present a Comment on an article that has recently been published in the journal, which may be followed by the author's Reply. Information for writers 287 Manuscripts may contribute original research, analyze an existing body of knowledge, work on theoretical frontiers, or provide a critical assessment of a communication product, event, or experience. Regardless of its specific focus, each manuscript must develop a thesis and seriously reflect on the issues under study. Purely descriptive manuscripts which have no theoretical rationale and do not contribute to the development of knowledge are inappropriate for this journal. Manuscripts must be written in good Turkish, American English, French or German. Journal of Communication Theory and Research is an international semiannual journal which welcomes: Communication theory and research papers (6 000 words +). Invited articles, stimulating discussion on theory and research (6 000 words +). Addresses, comments on previous research and rejoinders, or critical short essays on any current communication issues (<3000 words). Research notes and reports: short reporting of original works and meetings (<2000 words). Reviews (<1000 words) and Review Essays (<3000 words): A critical evaluation of books, articles or other media product: The journal publish shorter reviews of individual works of particular significance and also prefers to publish review essays that compare two or more communication products and discuss problems of approach or analysis. Both types of reviews should be about recent products. It generally should: 1. describe the concern of the product under review; 2. evaluate the mode of basic narrative structure. 3. evaluate the mode of presentation and the nature of analysis and synthesis. 4. evaluate the products contribution in the social context and context of related works. Contact the managing editor before beginning work on a review to see whether the material is eligible and free to be reviewed. • News from the field: Information about academic activities in communication and social sciences. 288 About the journal Arrangement of manuscript Cover page Includes only title of the article. Title should be concise and informative, and reflect the content of the article. Titles are often used in informationretrieval systems. Avoid abbreviations if possible. Title page Present the title, maximum 10 words, authors' full names and affiliation addresses (where the actual work was done) below the names. Provide the full postal address of each affiliation, including the country name, and, the e-mail address of each author. Corresponding author: Clearly indicate who is willing to handle correspondence at all stages of refereeing and publication, also post-publication. Ensure that telephone (with country and area code) is provided in addition to the e-mail address and the complete postal address. Abstract and keywords page Abstract: A concise and factual abstract is required. The abstract should state briefly focus of the research, method used, the principal results (if empirical design) and major conclusions. A methodologically structured abstract is required. An abstract is often presented separate from the article, so it must be able to stand alone. References should therefore be avoided, but if essential, they must be cited in full, without reference to the reference list. Non-standard or uncommon abbreviations should be avoided, but if essential they must be defined at their first mention in the abstract itself. The length of abstract should not exceed 250 words. Abstract should be written in good Turkish and English. Keywords: Immediately after the abstract, a maximum of 4 keywords, avoiding general and plural terms and multiple concepts (avoid, for example, in and of'). Be sparing with abbreviations: only abbreviations firmly established in the field may be eligible. These keywords will be used for indexing purposes. Abbreviations Define abbreviations that are not standard in this field at their first occurrence in the abstract and in the article. Ensure consistency of abbreviations throughout the article. Information for writers 289 Text page Text includes main body of the article. Empirical articles must be divided at least four basic divisions: Introduction, Method, Findings, Conclusion. Findings section can be named as findings and discussions. Conclusion section can be named as conclusion and recommendations. Non-empirical articles must have at least three basic sections: Introduction, The Study (Analysis and Evaluation/Discussion), and Conclusion. The Study (Analysis and evaluation or analysis and discussion) section can be named differently according to the methodological and logical nature of the article and can be divided into subtitled sections. A Recommendation section can be added, if necessary, after the conclusion. Each heading should appear on its own separate line. Examples: 1ST Level: INTRODUCTION 2nd level: Problem (bold) 2nd level: Objective ST 1 Level: METHOD 2nd level: Scope of the research 2nd level: Sampling 2nd level: Statistical analysis ST 1 Level: FINDINGS AND DISCUSSIONS 2nd level: General Demographics 2nd level: Relational analyses 3rd level: Hypothesis I 3rd level: Hypothesis II There should be no more than 3 levels of subdivision. Queries and submissions for the review section and the forum section should also be addressed to the editor. Methodological content of the text page Introduction: Formulate a study problem or issue and provide an adequate background discussion based on accumulated knowledge in the field, avoiding a detailed literature survey or a summary of the results. Manuscripts without a scientific background and proper introductions are not suitable for 290 About the journal publication. Purely descriptive, copy-paste type and administrative materials are not accepted for publication. Method: Provide sufficient detail to allow the work to be reproduced in empirical design. Methods already published should be indicated by a reference: only relevant modifications should be described. Findings (and Discussions): Provide findings in empirical design and discuss the meaning and significance of the results of the work, not repeat them. Non-empirical design should provide logical and methodological heading and sub-headings such as analysis, analysis and evaluation, analysis and discussion, discussion. Conclusions: The main conclusions of the study are not a summary of the design. Conclusions should include conclusive statements based on the issues under question, the data/information obtained and the knowledge accumulated about the subject. Acknowledgements Place acknowledgements, including information on grants received, before the references, in a separate section, and not as a footnote on the title page. Do not include acknowledgments in the manuscript sent for review. References Reference style for English manuscripts must conform to the fifth edition of the Publication Manual of the American Psychological Association. Footnotes Footnotes should be used only if necessary. Tables and figures Tables and figures should be ordered in Arabic numerals, followed by very brief descriptive titles. Information for writers 291 Evaluation of manuscript The journal is a refereed journal. All manuscripts are evaluated by at least 2 independent referees. The paper evaluation, done through the managing editor, is double blind/anonymous: neither referees nor the authors are aware of each other’s identities. Manuscripts accepted by the managing editor for consideration are sent to three referees who have expertise in the issue of the manuscript. The decision on whether or not to publish a given piece of work is based on the recommendations of these referees. A manuscript may be accepted as is, accepted pending revision, rejected as is but with an invitation to rewrite and resubmit, or rejected outright. In any event, relevant comments by referees will be sent to authors to be used as guidelines for revision. The manuscript review process normally takes two months. Summer schedules and other factors may affect the timing of this process, however. Copyright and originality The Communication theory and research is an academic journal and is dedicated to the open exchange of information. For this reason, The journal is freely available to individuals and institutions. Copies of this journal or articles in this journal may be distributed for research or educational purposes free of charge and without permission. However, commercial use of the journal articles contained herein is expressly prohibited without the written consent of the editor. Submission of an article to the journal implies that the work described has not been published previously (except in the form of an abstract or as part of a published lecture or academic thesis), that it is not under consideration for publication elsewhere, that its publication is approved by all authors and tacitly or explicitly by the responsible authorities where the work was carried out, and that, if accepted, it will not be published elsewhere in the same form, in English or in any other language, without the written consent of the journal’s Publisher. 292 About the journal Submission format Manuscripts submitted for publication consideration should be sent in digital form. Digital copy of a manuscript and inquiries of an editorial nature should be e-mailed (iletisimder@ gazi.edu.tr). Please insure that the digital version of the submission is virus-free and created in PC Word format, not Macintosh. If asked, the printed copy should be mailed to the Managing Editor, Journal of Communication theory and research, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Beşevler, Ankara, Türkiye/Turkey. The printed copy should be double-spaced on either 8.5 x 11-inch or A4 paper (printed on one side only), and references and formatting should follow the style guidelines specified below. Editing and Publication Process Having an article accepted for publication does not imply that the manuscript is in a ready-to-publish form. The copy-editing process may take several rounds of work by the author and editor. The editor will work through the copy-editing process with author whose manuscript has been accepted for publication. The effort here is to work on the manuscript so that the author s argument is clearly, logically, and cogently presented, and that the documentation is complete and consistently arranged. Subscriptions Journal of Communication theory and research is published in the months of February and August by the Faculty of Communication, Gazi University, Türkiye. Subscriptions and advertising requests should be sent to the editor. P.S.: Information about the journal can be obtained from the main page of the journal.
Benzer belgeler
Irak`dan önce: Kurtlar Vadisi dizisi
amacıyla ve İletişim dergisinin bu sayısına konu olan Kurtlar Vadisi Irak filmi için
bilgilendirici bir ardalan kaynağı olması için tasarlandı. Analiz için veriler dizinin 55
bölümünden toplandı ve...
KURTLAR VADİSİ IRAK: ESKİ-GÖÇEBE KABİL`İN YENİ
bırakmanın bütünleşik bir parçasıdır. Bu ürünler arasında Kurtlar Vadisi Irak filmi işlediği konular ve bilişler ve
Türkiye’de ve dünyada yarattığı tartışmalar bağlamında önemli bir üründür. Bu mak...
Kurtlar Vadisi Irak: eski-göçebe Kabil`in yeni
işlediği konular ve bilişler ve Türkiye’de ve dünyada yarattığı tartışmalar bağlamında
önemli bir üründür. Bu makale bu ürünün sunduğunun doğasını belirlemek ve
irdelemek için tasarlandı. Bu amaçla...
Kurtlar Vadisi Irak: Olay örgüsü ve karakter işlenişi
5. Bir tema bir önceki veya bir sonrakiyle sadece filmsel zaman
bağlamında ilişkili olabilir, fakat temada işlenen konunun bir önceki
veya bir sonraki ile doğrudan bağı olmayabilir. Bu bağ önceki o...