07 - Dergi Bursa
Transkript
07 - Dergi Bursa
Şubat - Mart 2012 Fiyat›: 7 TL 07 www.dergibursa.com.tr K E N T R E H B E R İ V E Y A Ş A M D E R G İ S İ Cumhuriyet hafızasına yolculuk AYI - SEYAHATNAME’DEKİ BURSA - BURSA’DA DOLANAN SEVGİ TANELERİ “PARA”NORMAL SEVGİ - EN SEVGİLİ KELİME - SALVADOR DALI - MEHMET TURGUT AŞKIN MEYVESİ - SICAK ŞARAP - ERİC CLAPTON - ANTAKYA - VENEDİK - SEVGİ 1 2 3 editör notu “Bu şehri sevmekle başladı her şey” Dergi Bursa yola çıkarken aklımızdan geçen tek bir şey vardı. “Bursa’ya yaraşır, okunan ve insanların sevgisini kazanmış” bir yayın olmak… Acısıyla tatlısıyla tam bir seneyi geride bırakırken, içeriğimizin özüne yansıttığımız duygu bu sebeple manidar; “sevgi…” Bizi seven herkese minnettarız, hayalimiz sizin sayenizde gerçek oldu. “Bir insanı sevmekle başlar her şey” der Sait Faik Abasıyanık. “Sevmek insanın kendi kendini aşmasıdır” der Oscar Wilde. “Gerçekten sevenler, karşılık beklemeden severler” der Ahmet Hamdi Tanpınar. “Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğumuzu anlarız” der Pascal. Sevgi ile ilgili çok söz söylenmiş, üzerine binlerce kitap yazılmış olabilir. Aklıma gelen onca uzun cümleye rağmen, lafı dolandırmak istemem. Herhalde bu işin “pir”leri bizlerden iyi birkaç kelam söylemiştir diye düşünerek, sevgi ile ilgili hem kendi arşivimi, hem dostlarımın akıllarına gelenleri hem de küçük çapta yaptığım araştırmaların meyvelerini size sunmak istedim. Ustalara saygı da diyebilirsiniz. Aralarında çok kararsız kalsam da sevgi gibi yüce bir duygunun özüne en çok yakışanları seçmeye gayret ettim. “Cehennem, gönüllerde sevme kabiliyetinin kalmamasıdır” der Dostoyeveski. Ve son olarak “Şah bile sevgiye köledir” der Mevlana. “Yaşamı sevmenin en iyi yolu birçok şeyi sevmektir” der Vincent Van Gogh. “Amaç sevgi uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır” der William Shakespeare. “Sevmek acı çekmektir, sevmemekse ölmek” der Aristoteles. Aşk Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler. Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz Sanki hiç olmamıştı Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların 4 Ve tabi Ülkü Tamer’in hakkında “Tanrı bin birinci gece şairi yarattı, bin ikinci gece Cemal’i” dediği Cemal Süreya’nın “Sevda Sözleri”ni de atlamamak gerekir; Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti Çünkü iki kişiydik Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra Sonrası iyilik güzellik. (1954) Cemal Süreya ır k a Ç n i g En 5 arka plan Yıl: 2 Sayı: 7 / Şubat - Mart 2012 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) www.dergibursa.com.tr İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) [email protected] Yazarlar A.Kadir Kılınç, Celil Sezer, Dilek Şen, Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral, Hakan Akdoğan, Melih Karaer, M.Ömür Akkor, Nazan Aşkalli, Nazlıhan Ergin Şevik, Özlem Şenkoyuncu, Özgür Çakır, Serkan Duru, Sezai Evans Uzman Yazıları Psk.Ayşegül Alkış, Dr. Cihan Sert, Özgür Akkaya Erdemol, Op. Dr. Servet Yetgin, Op. Dr. İ. Özgür Şanlı, Dt. Tolga Ağca, Ecz. Tunca Toker Yayın ve Reklam Koordinatörü Emine Korku [email protected] Grafik Tasarım Photo Graphica Creative [email protected] Enise Güleryüz Fotoğraf Demet Argun Güngör, Engin Çakır, Özgür Çakır Çorbada Tuzu Olanlar Aise Amet, Ahmet Erdönmez, Esin Şuekinci, Saffet Yılmaz, Sercan Berberoğlu, Yücel Zorlu Reklam İletişim / Abonelik [email protected] [email protected] T. (0224) 233 87 11 6 www.dergibursa.com.tr Yayıncı / Yapımcı / Yönetim Baskı Dağıtım www.ozgun-ofset.com Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 www.photographica.com.tr [email protected] www.seckurye.com Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. 7 plan plan bursa dokusu Cumhuriyet hafızasına yolculuk 10 tek karede Bursa Spor dolu bir kar sevgisi 12 detay Şehirde dolanan sevgi taneleri 22 tema Her şeye rağmen sevmek 28 kitabi Ben biliyor muyum ki sevmeyi - Emine Civanoğlu 30 fotoğrafa yazı Sevgili Zekiye Hanım - Celil Sezer 32 kavram defteri Baba - oğul sevgi değerlendirmesi - Hakan Akdoğan 34 Türkçe sözlüğü Dilbilgisi 36 detaylı bakış “Para”normal sevgi 38 g.zaman kipinde En sevgili sihirli kelime 44 evrensel sanat Sevgi dolu, tırnak içinde bir “deli” - Salvador Dali 48 bakış açısı Koyun bile kopyaladık - Yavuz Seçkin / Aise Amet 52 film şeridi Ayı - Bir sevgi filmi 54 armoni Tükenmeyen gitar sesi - Eric Clapton 56 gezi yorum Çok kültürlü sevgi sofrası - Hatay - Özgür Çakır 60 fotoğrafın altı Siz uyurken - Yücel Zorlu 72 odak noktası TCK madde 46’dan Mehmet Turgut / Aise Amet 76 uzaktaki yakın Denizden gelen Adriyatik kraliçesi - Venedik 82 semboller Amor - A.Kadir Kılınç 88 köşe Nasıl severiz? - Dilek Şen 90 serbest yazı Sevgi dolu bir yatırım tavsiyesi - Özlem Şenkoyuncu 92 havadan sudan Yolumdaki sevgiler - Nazan Aşkalli 94 hemzemin İsviçre çakısı olmak - Nazlıhan Ergin Şevik 96 deli kızın defteri “Yaş”lanmak - Gözde Aral 98 eğitimin psikolojisi Çocukların gözüyle sevgi - Ayşegül Alkış 100 d. armağansın Yetenekli olmak elinizde - Serkan Duru 102 tekno günce Bilim teknolojide 2011 - Erdinç Tuğcu 104 ruhun gıdası Yolu sevgiden geçenlere - Özgür Akkaya Erdemol 106 sağlık Uzman yazıları ile sağlık konuları 110 tatlı lezzetler Sevgililer Günü Kurabiyesi - Süt Helva 124 keyfi yerinde Karlı gecelerin sıcak dostu - Melih Karaer 126 bursa mutfağı Seyahatname’deki Bursa- Ömür Akkor 128 rehber bursa Bursa’nın yaşam rehberi 130 www.dergibursa.com.tr 8 9 bursa dokusu Cumhuriyet hafızasına “yolculuk” Fotoğraflar: Demet Argun Güngör, Engin Çakır Vatan sevgisinin en güzel yansıması ve örnek bir kalkınma projesinin en önemli sacayağı… Tarihle gerçeklerin en çok yüzleştiği sahnelerden sadece bir tanesi. Merinos’ta yaşananlar Tekstil ve Sanayi Müzesi’nin çatısı altında gözler önüne seriliyor. Yapılması gereken tek şey gidip tanık olmak… Bir müzeye adım attığınızı düşünün. Birdenbire Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına döndüğünüzü… Sermaye ve girişimcinin adının dahi anılmadığı yıllardasınız. İzmir İktisat Kongresi’nin gerçekleşmesi ile ülkenin topyekûn kalkınma hamleleri ardı ardına geliyor. Elbette ki dümende devletin ta kendisi var. En büyük ve tek girişimci imkânsızlıklardan ötürü Türkiye Cumhuriyeti... Kamu ağırlıklı bir ekonomik model uygulanıyor. Bu şartlar altında, atılacak fazla mermisi yokken devlet; coğrafi konumu ve insan alt yapısı nedeniyle, iplik ve 10 kumaş üretecek dev tesislerin Bursa’da kurulmasına karar veriyor. Anadolu’nun değişik şehirlerine çeşit çeşit üretimler yapan fabrikalar inşa ederek yerli sanayi devrimi gerçekleştirme adımları atan Atatürk’ün emriyle kuruldu Merinos. Yine Atatürk’ün emriyle, Bursa’nın düşman işgalinde kaldığı 2 yıl 2 ay 2 günlük sürede tamamlanan Merinos(2 Şubat 1938), uzun yıllar ürettiği kumaşlarla Türkiye’nin medar-ı iftiharı, Bursalılar için ise çok önemli bir iş kapısı oldu. Bugün Atatürk Kongre Kültür Merkezi’ndeki Tekstil ve Sanayi Müzesi, geçmişin sıkıştırılmış bir dosyası gibi... Tüm geçmişi gözler önüne sererken çok değerli eserleri de ayaklarımızın altına taşıyor. Teknolojinin akıl almaz gelişme hızına ve yenileşmeye dayanamayan Merinos kapanmış olsa da hatırası bu şekilde canlı kalmış oluyor. Bursa henüz daha fabrika nedir bilmezken, İpekiş ile birlikte Bursa yaşamına katılan iki önemli Cumhuriyet değerinden bir tanesiydi Merinos. Paşa’nın emriyle vücuda gelen bu iki 11 bursa dokusu 12 fabrikadan Merinos, büyük ağabey olarak ön plana çıkmıştı. Merinos’ta çalışmak önemli bir ayrıcalık sayılırken, üretim ve sanayi mirasının ne olduğunu da bu fabrikalardan öğrendi Bursalılar. Osmanlı döneminde sarayların ipekli ve kadife kumaş ihtiyacını karşılayan Bursa’nın, İngiliz kalitesinde bir kumaş üretmesi için açılan fabrikanın kurdelesi bizzat Mustafa Kemal’in elleriyle kesildi. Fabrika Bursa’ya aynı zamanda önemli bir yaşam kültürü de getirdi. Ortak girişimle tesis edilen yapı kooperatifleri, çalışanlara sunulan sosyal haklar, revir, kreş, ordino gibi kavramlar ilk kez Merinos ile yaşamına girdi Bursalıların… Kent nüfusunun dörtte biri ya bu fabrikada çalışıyordu ya da bu fabrikayla doğrudan veya dolaylı olarak bir bağ taşıyordu. Bu nedenle; çalışma yaşamı, eğlence alışkanlıkları ve çalışan hakları Merinos’tan kente yayılıyordu. Hatta sendika oluşumlarının çoğunun bu fabrikadan temellendiği de bilinenler arasında. Fabrika çalışan örgütlenmelerine öncülük yaptı. Önce Teksif, sonrasında da Türk-İş buradan doğdu. Tezgâhların üzerindeki ipekler, fotoğraflar, dokuma tezgâhları, kumaşlar, boyalar… Hepsi geçmişin birer izi gibi… Atatürk odası, fabrika hatıra defterinde yer alan Atatürk’ün el yazısı… Üretim değeri ve ekonomik anlamlarının yanı sıra, kent yaşamını sergileyen pek çok detay var müzede. Aile doktorluğu uygulaması daha o zamanlar Merinos’ta uygulanabiliyordu. Bursalılar kreşin ne olduğunu ve önemini Merinos ile öğrendiler. Tüketim kooperatifinin faydaları ile balo salonunda yaşanan eğlenceler yine Bursalıların Merinos ile öğrendikleri arasındaydı. Yemekhane, tenis kortu gibi sosyal tesisler de Merinos ile öğrenildi. Çalışanları için yapı kooperatifi kurarak onların ev sahibi olmalarını Merinos sağladı. Bugün Çarşamba Pazarı olarak bilinen Darmstadt Caddesi çevresindeki bölgede bir zamanlar Merinos Evleri vardı. Kimi tek katlı, kimi iki katlı, kimi üç katlı, kimi de dört katlı ama hepsi de bahçe içinde evlerdi bunlar. Kentin en güzel evleri, bölge ise ilk planlı modern yerleşim bölgesiydi. Orası Bursa’nın en gelişmiş bölgesi oldu. Evlerin arasında düzenli sokaklar ve caddeler vardı. Bugünkü Darmstadt Caddesi, kooperatif evleri arasındaki ana yol olarak planlanmıştı. Türkiye’nin sanayileşmesinde en önemli kilometre taşlarından biri olan, üretimi ve istihdamı öğreten Merinos, bugün yaşayamasa da ipekten bir geçmişin ışıldayan izleri ile Tekstil ve Sanayi Müzesi’nde yaşıyor. 13 bursa dokusu “Paşa”nın Merinos’taki izleri Pek çok işletmenin olduğu gibi Sümerbank’ın Bursa’da kurmayı planladığı Sümerbank Merinos Yünlü Sanayi Müessesi’nin isim babası da Mustafa Kemal’di. Atatürk, Celal Bayar’a Merinos ismine nasıl karar verdiğini şöyle açıklar. “Merinos öz Türkçe bir kelimedir ve ince, uzunca yün anlamına gelir. İspanya’ya giden İber Türkleri ile oraya intikal etmiş ve o Türklerle oraya giden koyunlar ve yünleri bu isimlerle anılmışlardır. Bu nedenle Merinos bu fabrika için pek uygun bir isimdir.” Atatürk’ün son gezisi, son açılışı Atatürk’e Bursa’ya gelmeden yaklaşık 10 gün önce siroz teşhisi konmuştu. Yorgun ve çok rahatsızdı. Sanayi tesisleri ile ülke kalkınmasının ve muhasır medeniyete ulaşmanın eş anlamlı olduğunu bilen Atatürk, tüm rahatsızlığına rağmen açılışa katılmayı istemişti. 2 Şubat 1938 14 tarihinde açılan Merinos’u o günün gelenekleri dışında, kurdele kesmek yerine, Sümerbank Genel Müdürü N. Esat (Sümer) tarafından sunulan altın anahtar ile kapıyı açarak hizmete sokmuştu. Cumhurbaşkanı Atatürk, fabrikada incelemelerde bulunmuş ve ardından onur defterinin ilk sayfalarına duygularını şöyle yazmıştı: “Sümerbank Merinos Fabrikası çok kıymetli bir eser olarak milli sevinci arttıracaktır. Bu eser yurdun özellikle Bursa bölgesinin endüstri gelişimini ve büyük milli ihtiyacın giderilmesine yardım edecektir. Eserin başarılmasından Ekonomi Bakanlığı’nı tebrik ederim. Sümerbank direktörlüğüne teşekkür ve fabrikayı gördüğüm gibi yüksek bilgi, tam düzenli idarede, direktörüne başarı temenni ederim.” Son Vals ve Sarı Zeybek 2 Şubat 1938 akşamı, fabrikanın açılışı şerefine ve atanın onuruna belediye salonunda bir balo düzenlenir. Rahatsızlığına rağmen Atatürk baloya katılır. “O gün orada olanlar vals boyunca topuklarının bir kez bile yere değmediğini anlatırlar. … Atatürk vals çalmaya devam eden orkestrayı aniden durdurup “Sarı Zeybek” der. Perhizine dikkat ederse 9 ay daha yaşayacağı söylenen birinin dizlerini yere vura vura Zeybek oynamasını herkes şaşkınlıkla izler.” Can Dündar, Sarı Zeybek Belgeseli. Bu Atatürk’ün ölümle olan son dansı ve çok sevdiği Bursa’ya son gelişi olur. Kaynakçalar: 1- Bursa’da Zaman dergisi – sayı 1 – Bursa Büyükşehir Belediyesi yayını 2 – İsmail Kemankaş – “Müze ile bir dönemi tanımak” 3 – Ahmet Emin YILMAZ – “Bursa Merinos’ta hem çalıştı, hem kent yaşamını öğrendi” 4 - Can Dündar, Sarı Zeybek Belgeseli 15 bursa dokusu Türkiye tekstil sanayinin hafızası Yazı: Ahmet Erdönmez Türkiye’de hızla yok olmaya yüz tutmuş sanayi mirasına sahip çıkmak hepimizin göreviyken bu görevi üzerine alan Merinos Tekstil Sanayi Müzesi; sanayi tesislerinin kültür mekânlarına çevrilmesi konusunda da iyi bir örnek. Bursa’nın son dönem tekstil sanayi belleği sayılabilir. Bu Türkiye’de bir ilk niteliği de taşıyor. Merinos yeni yüzüyle kongre ve kültür merkezine dönüştü. Tarihi Merinos Fabrikası, "Merinos Yünlü Sanayi İşletmesi'nin toplam 314 bin 569 metrekarelik arazisi ve üzerinde bulunan taşınmazların eğitim, halka açık kültür, sanat, spor ve rekreasyon amaçlarında kullanılması için kamu yararı göz önüne alınarak", Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne bedelsiz devredildikten sonra 2007 yılında bir kültür merkezine dönüştürüldü ve arazisine yeni bir kongre merkezi inşa 16 edildi. Bu önemli iki yapının meydana getirdiği Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'ni içine alan Merinos Parkı, Bursa'nın önemli bir dinlenme alanı haline geldi. 2011 yılında Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından Merinos Fabrikası’nın müze ortamında yaşatılması kararı, Merinos'un yeniden yaşamla buluşmasının kapısını araladı. Türkiye Cumhuriyeti'nin tartışmasız "Endüstri Mirasları" arasında yer alan Merinos fabrikasının, müze kimliği kazanması için titiz bir çalışma başlatıldı. Bir kısmı Demirtaş depolarında, bir kısmı Merinos tesisleri içinde korunan tüm koleksiyon malzemeleri gözden geçirilerek, makine parkı üretim akışına göre sergi alanı düzenlendi. Merinos Fabrikası'nda yıllarca kumaş üretimini sağlayan makine ekipmanı, yüzlerce fotoğraf ve obje canlandı, Merinos Tekstil Sanayi Müzesi'ni oluşturdu. Merinos Kongre merkezi içinde yer alan müze bölümünde; Merinos Koyununu yetiştirip yününü elde etmekten, bu yünün işlemlerden geçip kumaş oluncaya kadarki serüveni tekrar canlandırıldı. Avrupa'da birçok sanayi müzesi örnek alınarak yapılan bu düzenlemelerde Merinos'a ait hiçbir parça göz ardı edilmeden fabrikaya ait her mevcut malzeme sergi düzeninde yerini aldı. Merinos Tekstil Sanayi Müzesi senaryosu hazırlandıktan sonra mevcutta bulunan malzemelere göre bir kurgu ortaya kondu. Merinos'un teknik özelliklerinin yanı sıra, sosyal yönüyle de müzede sergilenmesi amaçlandı. Merinos Fabrikası’nda çalışmış personellerle de görüşülerek belge ve anılar kayıt altına alındı. Türkiye Tarihi Kentler Birliği kurucu üyesi olan Bursa, endüstri mirasının korunması gerekliliğine dikkat çekerek bu konuda da öncü oldu. Başka konulardaki sanayi tesislerinin de müze yapılması konusunda, bu müze çalışması ile önemli bir örnek ortaya koydu. BÖLÜMLER A Bölümü (Tops) Yün İşleme: Bu bölümün giriş kısmında da Merinos Fabrikası’nın tarihçesi anlatılmaktadır. Merinos fabrikasının kapatılıncaya kadarki tarihi gelişmesi ve orijinal eşyalar bulunmaktadır. 1957 yılında yapılmış fabrika ve bahçesinin maketi, Merinos Fabrikası’nın amblemi olan mozaikten yapılmış Merinos koyunu figürü, Merinos’a ait törenlerde kullanılan çelenk ve Merinos fabrikasına ait telefon santrali bulunmaktadır. Üretimin başladığı bölümün adı Tefrik olarak geçiyor. Burada Merinos koyunu üzerinden alınan yapağı (yünlerin) temizleme işlemlerini yapan makineler bulunmaktadır. Bu bölümde bulunan makineler şunlardır: Kirli yapağı açmak, yıkama makinesi, yün kurutma makinesi, harman hallaç makinesi ve tarak makinesi. Ayrıca, tarak açma makinesinin ardında fabrikanın açılışında Mustafa Kemal Atatürk’ün girdiği kapının mermer plakası bulunmaktadır. Yine bu bölümde Sümerbank Bursa Merinos ve kardeş kuruluşlar köşesindeki belgeler bulunmaktadır. Yıllarca Merinos Fabrikası’nda ayakkabı boyacılığı yapmış, üzerinde Boyacı Apo 1950 yazılı Sümerbank arması olan boyacı sandığı bulunuyor. Merinos Fabrikası’nda çalışan ilk 10 bayan ve erkek işçilerin fotoğrafları ile bilgilerine de rastlıyoruz. Gezi güzergâhımız üzerinde Tarak çekme makinesinin hemen önünde fabrikada çalışan işçilerin sicil kayıt defterleri vitrinde gözüküyor. İlk dönem mankenin de orada olduğunu fark edeceksiniz. Birinci bölümün sonunda Merinos Fabrikası 17 bursa dokusu müdürlerinin fotoğrafları ve Atatürk’ün anı defterini imzalarken gösterilen büyük boy yağlıboya panoyu da görebiliriz. Duvarlarda Merinos fotoğraf koleksiyonundan oluşan orijinal fotoğraflara dayalı fotobloklar bizlere bir dönemi anlatıyor. Mankenlerle takviye edilmiş mekânlar müzeyi canlı tutuyor. B Salonu (İplik): Bu bölümün başlangıcında işçilerin kullandığı döneme ait kart basma makinesi, telefon santrali ve şef masası bulunmaktadır. Devamında ise Lizoz makinesi vardır. Bu makine tops halindeki yünü kimyasallardan ayırmak, temizleme ve ütülemeye yarar. Hemen yanında ilk dönemlerden kalma kantar bulunmaktadır. Renkli topsları ayrıştırmaya yarayan 1938 model melanjör makinesi dikkatimizi çekiyor. Devamında harmaniye finisör makinesi 18 (lizözden çıkan dublajların gramaj ayarını yaparak yeni tops haline getirir.) Hemen yanında 1937 model Finisör makinesi (şeritten fitil elde etmeye yarar) gelmektedir. B bölümün önemli yerlerinden biride Merinos Fabrikası’na gelen misafirlerin ağırlandığı bölümdür. Burada o dönemden kalma masa, sandalye, yemek grubu ve takımları bulunmaktadır. Hemen yanında Merinos İtfaiyesi’nin jenaratör aracı ile sirenleri vardır. Merinos sinema salonunda haftanın belirli günlerinde film gösteren makine orada bulunuyor. Devamında Çile makinesi 1938 model (gramaja göre çile yapar), sonra tek büküm (Fitilden iplik üretir), Dublaj ( Tek bükümden gelen ipliği bitirmeye yarar). C Bölümü (Dokuma): Bu bölüme merdivenlerden çıkarken, duvarlardaki fotoğraflarda Merinos Fabrikası’nın fotoğraf arşivinden ilginç kareler görebilirsiniz. Bölümün girişinde fabrikanın fizik ve kimya laboratuvarını göreceksiniz. Laboratuvarın bütün malzemeleri konmuş, çalışacakmış gibi düzenlenmiştir. Kumaşın kalitesini yükseltmek için kurulmuş bu laboratuvarlarda araştırma ve geliştirmenin Merinos Fabrikası için ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Bölümün devamında numune dokuma tezgahları, diğer dokuma tezgahları, atkı aktarma makinesi, tarak bakım makinesi, tahar makinesi (iş bağlama) konik çözgü makineleri (Dokuma için çözgülük hazırlar). Bölümün ilginç yerlerinden biri de fabrikaya ait mavi levhalardır. Fabrika çalışırken bölümlere asılmış mavi levhalar bir araya getirilerek duvar panosu oluşturulmuştur. Sergi Salonu Sergi salonu içindeki Atatürk odası Merinos’un en önemli koleksiyonlarını saklar. Örneğin; Atatürk’ün imzaladığı anı defteri, o dönemde çekilmiş Atatürk fotoğrafları, çalışma masası, piyano, Atatürk’ün yağlıboya tabloları gibi. Odanın önemli eserlerinden birisi de Merinos’un açılışında kullanılan kürsüdür. Atatürk odası karşısındaki sergide Merinos anı defterindeki ünlü ziyaretçilerin yazıları göze çarpar. Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar ve diğer devlet adamlarının anı defterine yazdığı Merinos Fabrikası ile ilgili görüşlerini anlayabiliyoruz. Sergi salonunun diğer bir bölümünde Merinos Fabrikası müdürlerine ayrılmış bir oda bulunuyor. Odada, kuruluşundan günümüze kadar müdürlerin kullandığı eşyalar sergilenmektedir. Odanın karşısında dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Merinos Fabrikası’nı ziyaretleri sırasında çekilmiş fotoğraflar ve söylediği sözler yer alıyor. Sergi salonunda ise; belirli aralıklarla Bursa konulu sergiler açılmaktadır. D Bölümü (Boya-Apre): Bu bölümde top boyama kazanı, Santrafuj makinesi (ipliği beslemek için), Çile boyama kazanı, Çile pres makinesi, dokunan kumaşı boyayan makine, Vigora baskı makinesi (beyaz Topslara baskılı boya yapar), kumaş üzerindeki sıvıyı emme makinesi, kumaşı fikse etme makinesi, kumaş yıkama makinesi, kumaşa çeşitli kimyasallar uygulama makinesi, iplik fiksaj kazanı (ipliğin katlanmasının ve bükülmesini sağlar), Çile kurutma makinesi, kuru Termofiksaj makinesi (yüksek sıcaklıktaki kumaşa Fiksaj yapmak), Dink makinesi (elyaf elastikiyetini sağlar), kumaş nemlendirici, kazan Dekatür makinesi (kumaşa buhar vererek fikse ve tuşe işlemi yapar) bulunmaktadır. Konfeksiyon bölümde ise, kumaştan elbise oluncaya kadarki aşamalar gösterilmektedir. Dikiş makinesi ve ütü çeşitleri bulunmaktadır. Buradaki duvarlar Merinos kumaşları kartela örnekleri ile kaplanmıştır. Çok Amaçlı Kırmızı Salon, 100 Kişilik olup yarım kuyruklu birde piyanoya sahiptir. Kültür-Sanat etkinliklerinin yapılabileceği bir mekân olmuştur. Bu bölümün ilginç yerlerinden biri de, Merinos Fabrikası kumaş satış mağazası canlandırma bölümüdür. Orijinal kumaşlarla desteklenmiş kumaş mağazasında kartela örnekleri de bulunmaktadır. Bu bölümde Merinos kooperatifinin bastığı ve Merinos Fabrikası içinde geçerli olan paralar sergilenmektedir. 19 tek karede bursa Spor dolu bir kar sevgisi Kış aylarını da Bursa’yı da en iyi özetleyen görüntü tabi ki yine Uludağ’dan. Tek karede Bursa, tek karede spor sevgisi, tek karede kar sevgisi… Fotoğraf: Engin Çakır 20 21 detay 22 Şehirde dolanan sevgi taneleri Gökyüzünden bize bir lütuf… Beyaz ve hafif billurlar halinde üzerimize dökülen inci taneleri. Doğanın en hafif, en nazlı, en hassas ve en göz alıcı yorganları… Kristalize olup yaşamımıza dökülegelen milyonlarca hayal. Her şehir gibi Bursa’nın en berrak yüzü de “kar”lı halinde saklı. Fotoğraflar: Demet Argun Güngör - Engin Çakır 23 detay Kar taneleri ve onların bize yaşattığı her şey, bir filmin ilk sahneleri kadar büyüleyici olur çoğu zaman. Onun serpildiği her yeri gökyüzünde uçarak izlemek isteriz. Sevgiyi aşılar gibi savururlar sihirlerini gökyüzünden yeryüzüne. Donarak yaşamımıza geri gelen su buharı parçacıklarından oluşan kar taneleri, kimi zaman da buz kristalleri olarak gelirler yanı başımıza. 24 Esasen onların her biri zaten buz kristali kümeleridir. Her küme bir insanı temsil eder ebediyette… Sıcaklık donma noktasına geldiğinde, su buharı yoğunlaşarak bir toz parçasının çevresinde buzlaşır ya da çok küçük bir buz kristali biçimini alır. Saydam, renksiz, kokusuz ve tatsızdırlar. Onların tadı mecazi gerçeklerde yatar. Bize yaşattıklarında… Kartopu olup oyunlaşabilirler. Kardan adam kılığına girip, gizlenebilirler bahçemizde. aağaçlarının üzerine süs olup, hayatımıza manzara olarak katılabilirler. Tüm şehri beyazlar içerisinde bırakıp bizi şaşırtabilirler. Şehir motor seslerinin yerine, çocukların kahkahalarını dinler. Dilimizdeki “kar” “Kar ne kadar çok yağsa yaza kalmaz” tabi. Vakti gelmişken, biraz “ondan” bahsedelim. “Kar gibi” devam edelim söze ki temiz ve beyaz sayfalar olsun. Tek ihtiyacımız onu yakından tanımak değil elbette. Tabir yerindeyse “kar susuzluk kandırmaz…” Mühim olan onun hakkında birkaç satır yazı yazarken “karda yürüyüp, izimizi belli etmemek…” Satırları “kar beyaz” kılarken etrafta ne bir “kar çiçeği” olsun, ne de bir “kar baykuşu…” Sahi ya “kar” denince akla ilk gelenlerden bir tanesidir “kardelenler…” Doğanın direncini ve yaşamı simgeler “kardelenler” tıpkı “kar dikenleri” gibi… Etrafta “kar fırtınaları” kopsa dahi direnirler yaşamak için. Sanki pekmez ile karların karışımından yapılan “kar helvası” ile beslenmiştir “kardelenler…” O kadar güçlü ayakta durur ki o “kar dikenleri” üzerine “kar ispinozları” ya da “kar kuşları” konsa yine de eğilmezler. Kar o kadar önemlidir ki; yazın su olup doğaya can verirken, bir yandan “kar kuyu”larında saklanıp yazın içme suyu olurlar insanlara. “Kartopu” ya da “kardan adam” olup eğlence olurlar bazen. Çatılara birikip “karyükü” olurlar binalara… İnsan o kadar kendinden geçer ki karla dolu bir manzara izlerken kar sapanı (kayakta fren hareketi) ile durduramazlar kendilerini. 25 detay Kar nasıl “gerçek” olur? Kar, bir yağış çeşidi olması sebebiyle kış aylarında bekler bizi. Güneş ışınları çok güçlü olmadığı için, bulutların bulundukları yüksekliklerde hava sıcaklığı çok düşük olunca, yükselen su buharı, sublime denilen şekilde sıvı hale geçmeden, bu aşamayı atlayarak doğrudan buz kristali haline dönüşür. 0. l milimetre çapındaki buz kristalleri birbirlerine yapışarak kar tanelerini oluştururlar. Eğer bulut ile yer arasındaki hava sıcaksa bu kar taneleri yere düşene kadar yağmur tanesi haline dönüşebilirler ama soğuksa yere kadar kar tanesi olarak inmeyi başarabilirler. Hafiflikleri nedeniyle yere o kadar yavaş inerler ki 3000 metreden inmeleri 2 saati bulabilir. Mucizenin detayları * Çok sayıda kar kristal çeşidi olmasına rağmen hepsi altı köşelidir. * Kar tanelerinin kristal yapıları birbirinin tıpa tıp aynısı değildir. Mikroskopla büyütülen kar taneleri 26 üzerinde yapılan araştırmalarda, kristal yapıları birbirinin aynı olan, aynı sayıda su molekülü içeren iki kar tanesine rastlanmamıştır. * Kar tanelerinin çapları 2-4 mm, ağırlıkları ise yaklaşık 0,005 gramdır. * Havanın gösterdiği direnç sebebiyle süzülerek (limit hızla) yere inen kar taneleri, birbirlerini ittiklerinden yapışmazlar. Özelliklerini koruyarak yere inerler. büyüktür. Kar, yeryüzü ve yeraltı su rezervlerinin ana kaynağıdır. Kış boyunca toprak ve bitkileri donmaktan koruyan kar, ilkbaharda sıcaklığın artmasıyla eriyerek nehirlere ulaşır. Ayrıca kışın yağan ve dörtte üçü üst kısımlarda kalan kar, yaz kuraklığına karşı da toprağı ve bitkileri korumuş olur. * Kar taneleri güneş ışığını tamamen yansıttıkları için beyaz olarak görülürler. * Karda bulunan Amonyak, kar erimesiyle birlikte toprakta kalır. Bu amonyak, Azot bakterileri tarafından kalsiyum nitrat gibi azot tuzlarına çevrilerek bitkilerin azot ihtiyacını karşılar. * Kar yağışı genellikle hava sıcaklığı -4°C ilâ -20°C arasındayken olur. Bu yağış, sıcaklık sıfırın altında birkaç derece olduğunda ağır, nemli, ebatları bir santimetreye ulaşan parçalar halinde gerçekleşir. “Lapa lapa kar yağması” tabiri bu durum için kullanılır. * Genel kanının aksine kar yağması havayı ısıtmaz, aksine ısınan hava karın yağmasına sebep olur. Çok soğuk havanın içine su alma kapasitesi daha azdır. İçine alamadığı su ya “don” şeklinde yeryüzünde kalır ya da “kırağı” oluşur. * Karın, tarım toprağını koruması ve nemli tutmasında önemi * Tıpkı elmas ve tuz gibi kar da bir mineraldir. 27 tema Her şeye rağmen “sevmek” Eğer, çünkü, rağmen… Bu üç kelime ünlü Japon düşünür ve yazar Masumi Toyotome’nin sevgi türlerini özetlediği anahtar kelimeler… “Three Kinds of Love” adlı kitabının teması, sevgi ve sevginin şekilleri. Hepimizin bir sevgi anlayışı vardır. Yaşam şekillerimiz değişse de sevgi her insanın içerisine damlatılmış birer iksir gibidir ve yaşama olan bağlarımızın en güçlüsüdür. Sevgiyi sözcüklere dökmek belki de dünyanın en zor işi. Masumi Toyotome bunu denemiş ve hatta sevgi çeşitlerini genel olarak sınıflandırmış. Şöyle bir düşündüğünüzde haklı olabileceğini göreceksiniz. Bu üç sevgi türü çoğunlukla süreç içinde birbiriyle karışabilir, değişiklik gösterebilir. En önemli konu, her neden ile olursa olsun sevmeyi ve sevilmeyi bir şekilde başarabilmektir. Bundan sonraki adım ise neden sevdiğimiz ve sevildiğimizdir. 28 Çoğu felsefede “Neden bu dünyaya geldik, neden yaşıyoruz, amacımız nedir ve neden diğer insanlarla birlikteyiz?” soruları yer alır. Dünyaya geliyoruz ve kendi varlığımızın farkına vardıktan sonra; düşünmeye, üretmeye, sorular sormaya ve araştırmaya başlıyoruz. Anne karnındaki bebekten ölüm döşeğindeki bir yaşlıya kadar herkesin esas derdi bu oluyor aslında. Sorunun cevabı bu metnin içinde mi saklı acaba? Sorunun cevabını kitabın özünü veren alıntılarla anlatmaya devam edelim. “Herkes sevilmek ister, ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz?” Masumi’ye göre, dünyada 3 Yazı: Sezai Evans Fotoğraf: Sercan Berberoğlu tür sevgi var. Bunlar; “eğer”, “çünkü” ve “rağmen” sevgi türleri… “Eğer” türü sevgi Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar. Örnekler veriyor: “Eğer iyi olursan baban annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim.” Toyotome, “en çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Sevgi karşılık bekleyen bir şarta bağlı… “Sevenini istediği bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır. Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor. “Çünkü” türü sevgi Masumi bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: “Bu tür sevgide kişi bir şey olduğu bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır. Örnek mi? Seni seviyorum çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın, başarılısın) Seni seviyorum çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki… Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki...” Toyotome, “Çünkü” türü sevginin “Eğer” türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. “Eğer türü sevgi bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan, ağır bir yük haline gelebilir. Zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz egomuzu okşayan hoş bir şeydir. Bu tür olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır. Ama aslına bakarsanız ‘Çünkü’ türü ‘Eğer’ türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki ‘Çünkü’ türü sevgi de yük getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman sevenlerinin artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer. Ailenin en küçük kızı yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfının en güzel kızı yeni gelen kıza içerler. Evli kadın kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.” “O zaman ‘Çünkü’ türü sevgide güven duygusu bulunabilir mi ?” diye soruyor Masumi. “ ‘Çünkü’ türü sevgi de gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor. “Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi ‘Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?’ korkusu... Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri öteki yalnızca kendilerinin bildiği… İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse korkusu buradan doğar. İkincisi de ‘Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmezse?’ endişesidir.” Toyotome; “Toplumlardaki sevgilerin çoğu ‘Çünkü’ türünde. Bu tür sevgiler kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür” diyor. Peki o zaman gerçek sevginin güvenilebilecek sevginin özellikleri nedir? Ve işte sevgilerin en gerçeği… Tabi ki Masumi Toyotome’ye göre. “Rağmen” türü sevgi “Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için? “Eğer” türü sevgiden farklı bu tür. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için ‘Çünkü’ türü sevgi de değil. Bu üçüncü tür sevgide insan bir şey beklediği için değil bir şeyler eksik olmasına rağmen sevilir. Esmeralda Quasimodo’yu dünyanın en çirkin en korkunç kamburu olmasına rağmen sever. Asil yakışıklı zengin delikanlı da Esmeralda’ya Çingene olmasına rağmen âşıktır. Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara rağmen sevilebilir. Burada insanın iyi, çekici ya da zengin bir konum elde ederek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.” “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur. Farkında olsanız da olmasanız da bu tür sevgi sizin için yiyecek içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da senden daha önemlidir.” Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor Toyotome. “Kalbinizin derinliklerinde, dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi sevmediğini düşünseydiniz; yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize, ‘yaşamamın ne yararı var?’ diye sormaz mıydınız? Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi? O an yaşam size anlamsız gelmez miydi? Diyelim sıradan bir yaşamınız var. Günlük yaşıyorsunuz. Günün birinde gerçek derin ve doyurucu bir sevgi bulacağınızdan umudunuz olmasa kalan hayatınızı nasıl yaşardınız? Böyle insanlar ya iyice umutsuzluğa kapılıp intihar ediyorlar ya da kendilerini iyice dağıtıp yaşayan ölü haline geliyorlar.” “Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni “Rağmen” türü sevgiyi şu anda yaşamanız ya da bir gün bu sevgiyi bulacağınıza olan inancınızdır. Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var. Kimsede başkasına verecek fazlası yok. Yakınımızda olan birinin bu sevgiyi bize vermesini bekleriz. Ama o da aynı şeyi başkasından beklemektedir. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var? Açlığımızı biraz bastıracak kadar. Yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi. Bu minnacık tadım bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor bizi. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz. Hani nerede? Hepsi o. Dünyadaki en büyük kıtlık ‘Rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır. Hayatınızda ‘Rağmen’ sevdiğiniz kaç kişi var? 29 kitabi Tahar Ben Jelloun / Efsunlu Aşklar Ben biliyor muyum ki sevmeyi “Benim ülkemde erkek sevgisiz sever kadını, ağzını kille doldurur kadın ve çocuk doğurur.” “Onlara şunu söylemek istedim: “Aslında, ölüm sizi ayrılmanın eşiğine getirdiği için birbirinizi seviyorsunuz.” Ama bu tür bir yorum yapmaktan vazgeçtim. Birbirlerini seviyorlardı. Bunun tek sebebi de ilk günden beri iki insanı güçlü şekilde bağlayacak ideal ortaklığı bulmuş olmalarıydı. Depresyon belki de bu bağın gücünü ortaya çıkarttı ama bu deneyim olmasaydı da bu iki insan birbirlerini böylesine bir yoğunlukla seveceklerdi. Onların aşkı, çocuklara ya da ailenin başka bireylere karşı duyulan başka sevgilerle yolundan dönmemişti. İkisi de oldukları yerde kalmıştı. Bu aşk mutlak bir nedensizliğe, programlanmamış bir yetiye dayanıyordu.” Bir kadınla bir erkek arasındaki sevgi ekmek gibidir. Her evde, her ülkede, her toplumda başka türlüdür tarifi, başka türlü pişer; pişirilmez, sevgi kendi kendine pişer. Bazen harcında hayal kırıklıklarından ve çok uzun beklemelerin sonunda gelen yeni hayallerin taze filizinden vardır bolca, bazen öfkelerin birleştirdiği bedenlerin tuzlu şiddetinden biraz, bazen esrarengiz tesadüflerin kıvamlı şerbetinden bolca… Fas doğumlu Fransız yazar Tahar Ben Jelloun, “Benim ülkemde erkek sevgisiz sever kadını, ağzını kille doldurur kadın ve çocuk doğurur” derken, edebi karakterinin mayasını oluşturan Fas’taki sevme biçimini tarif ediyor. Sevgisiz sevmeyi daha doğarken öğreniyor o topraklarda erkekler ve sevgisiz sevilmenin kemikleri sızlatan acısına katlanmayı, kadınlığına onu öyle katık etmeyi daha doğarken biliyor o topraklarda kadınlar. 27 yaşında Fas’tan Fransa’ya göç eden Tahar Ben Jelloun, 1987 yılında, Kutsal Gece adlı romanıyla Fransa’nın en önemli ödüllerinden biri olarak kabul edilen Goncourt Ödülü’nü aldı ve bu ödülü alan ilk Faslı oldu. Yazar, “Benim Adım Kırmızı” romanıyla Orhan Pamuk'a verilen Dublin Impac Uluslararası Edebiyat Ödülü’nü de kazandı. Fas; içeridekilerin dışarıdakilerden çok başka şeyler gördüğü bu büyülü ayna, onun yazarlığını başka hiçbir yerde bulunmayan tılsımlarla besledi hep. Onu, günümüzün en iyi öykü anlatıcılarından biri yaptı. “Üzgünüm, sana acı vermek istemem, seni kırmak istemem. Seninle sevişmekten, satranç oynamaktan, dinden ya da bilimden konuşmaktan hoşlanıyordum ama hayatımızda havadan sudan şeylere yer yoktu; hani bilirsin, hayata biraz renk veren o küçük ayrıntılar.” Efsunlu Aşklar’da on sekiz öykü var. Büyüyü dua gibi ezbere bilen kadınların, yaralanmış ya da kafası karışmış erkeklerin, çılgın aşkların öyküleri… Aşkın zevklerini, fırtınalarını, Müslüman kadınların acılarını ve bunları erkeklere ödetme yöntemlerini, erkelerin dostluk kültünü, ihanetin ıstırabını ve gelenekle çağdaşlık 30 Emine Civanoğlu arasında sıkışıp kalmış günümüz Fas’ında bütün bunlarla başa çıkabilmek için çareyi büyücülere, falcılara ya da şarlatanlara başvurmakta bulmuş insanların öyküleri… Ona dokunmamak için kendimi tutuyordum. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Bedeninden yayılan koku üzerimde güçlü bir afrodizyak etkisi yapıyordu. Teni güzel kokuyordu, aşk ve gözyaşlarıyla ıslanmış bir çarşaf gibi kokuyordu. İçimde uzaklardan ve derinlerden gelen bir şey uyandırıyordu; bir başka varlığı, içimde uzun zamandır uyuklayan başka bir adamı, yasakları olmayan, komplekssiz, vahşi ve özgür bir erkeği uyandırıyordu. Benim gerçekten var olmamı sağlıyordu. Uyarıldığımı düşlüyordum yani onunla uzak bir ülkeye göç ettiğimi demek istiyorum. Sevginin olduğu yerde bir kök daha vardır, o kökte ise ihanet filizlenir. İhanet hep gölge eder sevgiye. Ona biçim verir bazen. Sevgiye doğru esen ılık rüzgârın, tatlı gün ışığının, umut veren bahar havasının önünü kesen de ihanettir hep. Sevgi ona rağmen büyürse, ona rağmen güçlenirse, ona rağmen dayanırsa öbürünün hep gidecekmiş gibi durmalarına, işte o zaman yeryüzündeki kimsenin tadını bilemeyeceği bir lezzete dönüşür. Tahar Ben Jelloun’un Efsunlu Aşklar’ı, böyle bir sevginin lezzetiyle her gece o pürüzsüz tenin koynunda uyuyanları da anlatıyor, bu lezzetin hiç bilmeyenlerin çaresizliğini de, bu lezzeti bulup ihanete çaldıranların delirmek üzere olan hallerini de. Bunlardan biri mutlaka sizin de tadını bildiğiniz bir his. 31 fotoğrafa yazı Celil Sezer Sevgili Zekiye Hanım Şimdi bana sizden yadigar kaldı gümüş şamdanlar, ördekler ve terlikler.. Küçücük ellerinizle okşadığınız yüzümde hala kokunuz saklı. Evinize gelmiştim sizi görmek için. Bulamayınca çarşıya inip sağa sola bakınırken sizin varlğınız beni kendinize çekmişti. Sizsiz olmak çok zor Zekiye Hanım. Bir keresinde size Abdülfettah Efendi’yi özleyip özlemediğinizi sormuştum. Siz koltukta oturuyordunuz. Beni gördüğünüzde şaşırmakla sevinmek arasında sendeleyip, bir anda kollarınızı boynuma dolamıştınız. Belli ki beni çok özlemiştiniz. Önce utandınız. Sonra minicik ellerinize bakıp, utanarak “özlemez olur muyum hiç” demiştiniz. Sahi Zekiye Hanım, hala özlüyor musunuz beni? Sahi Zekiye Hanım, utanmalı mıyız sevdiğimizi özlerken? Halbuki şimdi sizi özlerken hiç utanmıyorum. Yüzüm kızarmıyor ve ellerime bakmıyorum. Göğsümde bir nişan gibi taşıyorum özleminizi. Bazı geceler yatarken, sizi son görüşümü düşünüyorum. 32 Mis kokulu tülbentinizle gözyaşlarınızı silerken, hala gülümsüyor musunuz? Çaydanlığınız hala iki kişilik mi ve hala açık çay mı içiyorsunuz dokunmasın diye? seversiniz saçlarımı. Zekiye Hanım, bazı rüyaların sabahında sizin kokunuzla uyanıyorum. Kendime açık çay yapıp, birkaç parça peynir zeytin yiyorum. Sanki karşımda siz varmışşınız gibi. Halbuki şimdi siz gideli çok oldu Zekiye Hanım. Bu yola sizsiz devam etmek elbette çok zor. Arada bir sendeleyip kendimi hayalinizle avutuyorum. Başımı okşadığınızı ve dualar ettiğinizi düşünüyorum. Bu bana iyi geliyor. Ama muhakkak Tanrı’nın istediği bir gün ve yerde buluşacağız. Zekiye hanım.. Minik kahramanım... Bana yine çay yapıp, önüme peynir zeytin koyar mısınız? Anneannem. Kahküllerim yok artık. Ama belki hala Seni çok özledim. 33 kavram defteri Baba ve oğul olarak bir adamın sevgi değerlendirmesi Hakan Akdoğan 34 Bursa. 2004. Sen, rüzgârın bir sağa bir sola yatırdığı küçük ağaçlara, bir sağa bir sola koşturan insanlara, uçuşan gazete kâğıtlarına, büyük camlara vuran yağmur damlalarına bakarken, ben de sana bakıyorum. “Kuşlar”, diyorsun buğulu gözlerini bana doğru çevirmeden, “ne yapar yağmur yağarken?” “Saklanırlar”, diyorum sana, “su değmesin diye kanatlarına, çatı altlarında buldukları deliklere, ağaç kovuklarına, balkonlara.” Başını salıyorsun. “Kanatları ıslanırsa uçamazlar”, diyorsun bilgece. Ankara. 1978. Yağmur yağıyor. Yağmur çoğaldıkça yalnızlık da çoğalıyor. Annemin varlığı tek başına yetmiyor çünkü annem de yalnız, onun yalnızlığını hissediyorum kendiminkiyle birlikte. Pencerede durmama kızmıyor. Geniş camlara yağmur değiyor ve ben babamı bekliyorum. Bursa 2004. Bana geliyorsun. Kucağıma oturuyorsun. Ellerini dolamaya çalışıyorsun. Başını sol göğsüme dayıyorsun. Öyle duruyoruz. O an yaşamımın en önemli ânı. Derin bir sevgiyle sarıyoruz birbirimizi. Sonra başını kaldırıyorsun. Yüzüme bakıyorsun. Ağlıyorsun. “Moskafa”, diyorsun, “ne kadar uzakta?” Ankara. 1978. Ev bayram yeri, ev lunapark, ev cennet. Babam geliyor. Caddenin köşesinden görünüyor. Bende bir telaş, annemde bir telaş. Oyuncaklarımı topluyorum, annem çorbayı ısıtmaya başlıyor. Gök gürlüyor ama artık korkmuyorum. Yalnız değilim artık. Annem yalnız değil. Bursa. 2004. “Moskafa”, diyorum, “çok uzak ama uçakla iki-üç saat.” “Bu kadar mı?” diyorsun kollarını iki yana açarak. “Daha çok” diyorum. İyice açmaya çalışıyorsun kollarını kucağımdan inerek. “Evet, işte o kadar”, diyorum. Tekrar oturuyorsun kucağıma, başını dayıyorsun sol göğsüme. Ankara. 1978. Kızarmış patates, rakı, sigara dumanı, soğan, kan, küfür sinmiş siyah deri ceket, masadaki dumanı tüten limonlu sıcacık şehriye çorbası, annemin asık yüzü, mutluluk çabalarım, şiddetlenen fırtına, kesilen elektrik, yakılan mumlar, devrilen çorba kâsesi, tokatlanan kadın, giyilen ceket, pencere, cadde, giden baba, acı, korku, yalnızlık... Bursa. 2004. İkimiz de ağlıyoruz. O küçük iç geçirmelerini bedenimde hissediyorum. Zaman gelene kadar kıpırdamıyorum. Öylece duruyoruz dakikalarca. Omzunu tutuyorum. “Haydi oğlum, zaman geldi” diyorum sonra. Kucağımdan iniyorsun. Ağlıyorsun. Pencereye gidiyorsun. Acıdan kaçmadan, gözyaşını saklamadan el sallıyorsun bana pencereden. Yağmur. Ankara’dayım. Babam yürüyüş mesafesinde. O kadar uzaktayım... Yağmur. Moskova’dayım. Oğlum binlerce kilometrede, saatlerce uçuş mesafesinde. O kadar yakındayım... Çocukluk bir gölge. Yaşam boyu takipte bedeni. Altın tozuna bulanmış tüy... Sevimli cinnet... Yırtık kadife… Kontrapedal bisiklet… Ne kadar çok hatırayı yok edebilirim ki senin yardımınla? Karıncalanmış şeker… Un... Su… Tencerede pişirilen ekmek… Bilekteki kesik… Uzun tırnaklar yeter mi retinadaki tümörü kazımaya? Terli gece… Nafile heves… İltihaplı pıhtı… Zihindeki yarık… Ah çocukluk! Gözümden gitmeyen o kara ışık. Biz aynı çocukluğun karbon hayaletleri. Yalnızlıklarımız ırsî. Burcumuz hüzün. Gözlerinden tanıdım seni. Paha biçilmez ipek. Şiirli mürekkep. Bendeki bu sefil teselli… Kuru öpücük… Camdan ten… Ürkek dokunma… Ne işimiz var bu derme çatma atlıkarıncada? Korkuları bir çocuğun… Mutsuzluğu. Nefreti. Aşkı mesela. Onunla birlikte büyür mü? İhanet bilgisi ya da terk edilmişliğin mimarisi görülür mü hayatında? Deri değiştiren sızı… Karnı yırtan kanca… Boğaza yapışan cam… Titreşen kan… Oyundaki herkes ebeyken ben ne arıyorum ki senin yalnızlığında? Yalnız kalan çocuklar birbirini tanır. Taşta uyur onlar. Yastıkları közdür. Dikenli pikelerini çekerler üzerlerine. Yabancı bir dil kullanırlar. Harfsiz. Sessiz. Gramersiz. Yataklarını ıslatır onlar. - Beden tek başınayken mürekkebini bırakır.Yolları uzundur. Sırtları yüklü. Kamburları büyük. Çocuk yalnızlığı sancılıdır. 35 dilbilgisi Türkçe sözlüğü Her gün Türkçe olmayan onlarca kelime çıkıyor ağzımızdan. Bu duruma sebep olanları uzun uzadıya anlatmak yerine, güzel Türkçemizden bazı kelimeleri hatırlatıyoruz sizlere. Duygudaşlık Fr. empathie empati Bütünleşme, uyum Fr. intégration entegrasyon Kılıç oyunu Fr. escrime eskrim Kadınsı Fr. féminin feminen Derebeylik Fr. féodalité feodalite Ödeşme, razı olma İng. fit fit Bağımsız İng. free-lance free-lance Gelecek bilimi Fr. futurologie fütüroloji Güvence Fr. garantie garanti Beğeni İt. gusto gusto Sağlıklı, temiz Fr. hygiène hijyen Resim yazı Fr. hiéroglyphe hiyeroglif Toplu tartışma Lat. forum Geriye dönüş İng. flashback flashback Birinci sınıf İng. first-class first-class Katkılarından dolayı Türk Dil Kurumu’na teşekkürler. 36 37 detaylı bakış Paranormal sevgi Var mı parayla derdi olmayan? Parayı verip düdüğü çalmak istemeyen? Para için kendini paralayanlar, parasızlıktan yanıp tutuşanlar, para için ruhunu şeytana satanlar… Geçmişten bugüne dek para, hep gündemimizde oldu ve öyle gözüküyor ki bu başarısı hiç bitmeyecek… Hazırlayan: Sezai Evans Eski köye yeni adet getirip parayı bulmadan önce insanoğlu, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli malları değişim aracı olarak kullanıyordu. Herkesin bildiği üzere, ilk parayı “Lidyalılar” buldu. Onlarca kez elimize değdi paralar. Rüçhan Çamay’ın “para para para” şarkısındaki gibi “varlığı bir dert, yokluğu yara” yüzyıllardır… Tarihteki ilk madeni para basım yerinin Anadolu olması özellikle uygarlık gelişiminin göstergesi olarak oldukça önemliydi. Yaşadığımız toprakların değerini bir kez daha ortaya koydu bu durum. Anadolu bu üstünlüğünü sürekli devam ettirdi. Dünyanın ilk büyük darphanesi Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul Simkeşhane’de kuruldu. “İşin paralı kısmı” tarihi kayıtlara göre ilk kez, M.Ö. 118 yılında Çinliler tarafından bulundu. Deri para kullandılar. İlk kâğıt para da yine onların icadıyla M.S. 806 yılında bulundu. 38 Batıda kağıt paraların basılması ve kullanılması ise 17’nci yüzyılın sonlarına kadar uzuyor. İlk kâğıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massechusetts Hükümeti, İngiltere’de ise "Goldsmiths"ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı biliniyor. Paranın gelişimi ilk etapta hatıra paraları ile gerçekleşmiş tarihsel süreç içerisinde. Hatıra para basımı, madeni para basımından sonra başlamış, onun bir devamı olarak gelişimini sürdürmüş ve 18. yüzyılın sonunda nümismatik bilim dalının kurulmasıyla da bağımsız bir para alanı haline gelmiş. Tüm bu gelişmeler paranın giderek yaşamımızın orta yerine yerleşmesi ile sonuçlanmış. Tarihteki ilk bilinen hatıra paralardan birinin, eski Yunan’da Perslere karşı kazanılan zaferin anısına M.Ö. 479 yılında tedavül parası olan gümüş Atina Tetradrahmisi’nin arka yüzündeki desenin değiştirilmesi ve söz konusu paranın çapının büyütülmesi ile basılan Atina Dekadarhmisi olmuş... Roma ve Bizans İmparatorluğu döneminde önemli olaylar, çeşitli askeri zaferler, değişik antlaşmalar ve imparatorların ölümleri nedeniyle hatıra paralar basılmış. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise özel bir hatıra para uygulamasından söz etmek oldukça zor… Ancak “seyahat paraları” basılmış. Paraların koleksiyonlarını yapanların sayısı da hayli fazla... Özellikle ABD, Kanada ve İngiltere’de gelişmiş bu alanla uğraşanların sayısı her geçen gün giderek artıyor. İlk antik para koleksiyonları ise, Rönesans döneminde, Roma ve Yunan tarihindeki ünlü kişilerin portrelerini araştıran hümanistler tarafından yapılmış. Tabi ciddi anlamda para koleksiyonculuğu yapmak, derin bir kültürel altyapıyı, yoğun araştırma yapmayı, nümismatik biliminin ortaya çıkardığı gerçekleri Fotoğraflar: Photo Graphica Creative 39 detaylı bakış yakından izlemeyi, arkeolojik alanda yürütülen çalışmalarla yakından ilgilenmeyi zorunlu kılıyor ve gerçekten çok değerli bir uğraş… Türkiye’de ise güncel hatıra para koleksiyonculuğu, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü önderliğinde sürdürülüyor çünkü uğraşanların sayısı oldukça az. Türkiye Cumhuriyeti’nin para ile olan ilişkisi ise Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonraki sürece denk geliyor. İlk madeni para 1924 yılında basılmış. Tedavüle çıkarılan ilk madeni paralar ise; 100 Para, 2 ½ Kuruş, 5 Kuruş, 10 Kuruş olmak üzere dört paradan oluşuyormuş. 1000 Lira ile tanışmamız ise 1990 yılında olmuş. 10.000 liranın gelmesi ise gecikmemiş; 1994… 100.000 lira ise 1999 yılında hayatımıza girmiş… Para en temel anlamda; karşılığında mal ve hizmet almaya ve vermeye; bunların ekonomik değerlerini takas etmeye yarayan üzerinde rakamsal değerler taşıyan kâğıt ya da metal anlamına geliyor. Malların birbiriyle değiştirilebilmesi için icat ettiğimiz para aslında başımıza bir sürü yeni dert açmış süreç içinde. Savaşlar, ölümler, kalp kırıkları… Ne onunla olmuş, ne de onsuz… “Para”psikolojik “para”graf O kadar çok hayatımızın içerisinde ki para… Her cümlemiz onunla bitiyor bile 40 denebilir. Onu daha iyi anlayabilmenin yolu dilimize geçmiş kullanımlarına göz atmak aslında. Birçok sözümüz, deyimimiz ve atasözümüzün içerisinde geçiyor para kelimesi… Yatırım yapacağımız zaman “para”nın akması gerekti. Darphanelerde, basımevlerinde; metalleri veya kâğıtları “para” haline getirdik. Kumarda ortaya “para” koyduk. Kâh kazandık kâh kazandırdık. “Para” bastık… Büyük “para”ları ufak “para”larla değiştirirken “para” bozduk. Bankadaki “paramızı” çektik. “Para” harcamak zorunda kaldığımızda “para çıkarmak” zorundaydık. Kimi zaman “para”mız çıkışmadı. Eşimize dostumuza posta veya banka ile “para” gönderirken, “para”dan çıktık… Bazı şeylere çok “para” harcarken çok fazla “para” döktük. Bazı işlerden şüphe duyduk, el altından “para” döndüğünü düşündük. Eşyalarımız için “para” eder dediğimiz de oldu, “para” etmez dediğimiz de… Eve “para” getiren varsa kazanç sağladık ve hayatımızı devam ettirebildik. Beş “para”sız kalmadık… Sıra beklemeyenlere "herkes sırasını beklemek zorunda" diyebilmek için “para” ile değil, sıra ile dedik. Çok “para” kazananlara “parayı kırdı” dedik… Bakkalda bile “para”nın üstünü bekledik. “Para”nın yüzü sıcak geldi birçoğumuza. Kimi zaman da “para parayı çekti…” Anında ödenmesi gereken işlerde “para peşin, kırmızı meşin” deyimiyle konuyu özetleyiverdik. “Para” saçanlar da oldu, “para” sayanlar da… Kimisi de birilerinin “para”sını sızdırdı. Diğer bir deyişler “para”sını çekti… Ticari bir işte yatırdığı anaparayı kurtaranlar; parasının çıkardığından bahsetti. Tabi “para”sını sokağa atanlar da oldu. Ya da birisinin “para”sını yiyenler… “Para”sıyla rezil olduğumuzdan şikâyet ettik hepimiz. “Para” koparanlara kaşlarımızı çattık. “Para” biriktirmeye çalışırken, bir şeyleri “para”ya çevirmemiz gerekti. Gerekli olduğunda ise “para”ya kıymak zorunda kaldık… Çok “para” kazananlar paraya “para” demediler. “Para” yapmak için “para” kazanıp biriktirenler oldu. “Para”ya sıkıştığımızda zor anlar yaşadık. “Para”sız kaldık, “para” sıkıntısı çektik… “Para”mız oldu mu hemen bankaya “para” yatırdık ya da kazanç elde etmek üzere bir işe “para” koyduk. “Para” yedirip rüşvet verenler de oldu tabi. Çok “para” yediği için tasarruf edemeyenler de çıktı. Kısaca “para”larını denize attılar. “Para”yı verenin düdüğü çaldığı da oldu, böylelerinin “para”sının geçemediği de… “Para” babaları sardı dört yanımızı. “Para” bastılar adeta. “Para” canlısı bir haldeydiler. Onlara kısaca “Paragöz” deniyor zaten. “Para” cezalarına hatta hapis cezalarına rağmen kuralları çiğniyorlar. “Para” çantaları her daim dolu geziyorlar. “Para” değişimi hep onların kontrolünde geçiyor. Evet onlar için “para” pul çok önemli… “Anaparaları” çok azalmıyor. Artı “para” kazanıyorlar. Beş “para”sızlar gibi “para”ları bloke olmuyor. Hatta insanları bozuk “para” gibi harcıyorlar. Demir paralarla çok da ilgilenmiyorlar… Hazır “para”ları da her zaman var. Kâğıt “para”lar onları seviyor adeta. Bazen de kara “para” dönüyor üstlerinde… Kırk “para”sı olmayanlar ancak madeni “para”larla uğraşırken onlar nakit “para”ları ile vakit harcadılar. On “para” etmez olanlara herkes kızdı zaten. Sıcak “para” hep onların kasalarında yer tuttu. Taze “para” akışı, temiz “para”, kirli “para”, başlık “parası”, boyunduruk “parası”, ekmek “parası”, hava “parası”, kefen “parası”, yakıt “parası” derken cebimizde sadece kaldı yol “parası…” 41 42 43 geçmiş zaman kipinde 44 En “sevgili” sihirli kelime "ALO" kelimesinin açılımı A-lessandra L-olita O-swaldo kelimelerinden oluşuyor. Bu bir sevgilinin adıydı ve telefona fısıldanan ilk sözcük oldu yıllar yılı. Bir anlamda da “sevgi”ye tanınan bir öncelikti. Belki siz de bundan sonra ALO denince sevdiğinizi hatırlar ve ona bir öncelik tanırsınız… İlk televizyon çıktığında nasıl sevinmiştik... Ya TRT 2 de yayına başladığında… İlkler hep heyecanla karşılanır. Manyetolu telefonları tarihe gömen çevirmeli telefonlar ilk çıktığında da bu hissi yaşıyorduk. Birçok kişiye göre asrın buluşu olan telefona bir adım daha eklenmişti… Çevirmeli telefonlar hızla piyasadaki yerlerini almıştı… Yine aynı hızla güzel Türkçemize "numara çevirmek" sözü eklenmişti bir solukta… İletişim araçları kadar hızlı ve dramatik gelişmeler sergileyen çok az şey var aslında etrafımızda. Çağdaş yaşamın her türlü nimetinden faydalandığımız şu günlerde geçmişi anlamak çok zor olsa da düşünmek de gerekiyor. Nereden nereye geldiğimizi anlatıyor bu süreçler… Bundan yaklaşık 120 yıl önce biriyle haberleşmenin tek yolu mektuptu ve onun da cevabını almak haftalar alıyordu. Şimdi ise neredeyse her yerden hatta sualtından bile cep telefonu ile istediğimiz kişiyle doğrudan konuşabiliyoruz. Dahası 3G ile artık yüz yüze görüşebiliyoruz… Bu devrim esasında kodlu olarak sinyaller gönderebilen telgrafla başladı ve sözlü iletişim 1873'de telefonun icadına kadar mümkün olamadı. İkinci büyük aşama ise Marconi tarafından 1896'da icat edilen kablosuz telefon oldu. Söze telefonla özdeşleşen bir kelime ile devam etmek doğru olur: ALO… "ALO"nun açılımı A-lessandra L-olita O-swaldo kelimelerinden oluşuyor. Bu, bir sevgilinin adıydı... Bu yüzden telefona fısıldanan ilk sözcük oldu yıllar yılı. Bir anlamda da sevgiliye tanınan bir öncelik oldu ALO sözcüğü. Belki de bundan sonra ALO deyince siz de sevdiğinizi hatırlar ve ona bir öncelik tanırsınız… ALO her gün kullandığımız bir kelime olurken, yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası durumuna gelen telefon da evlerimizin en işlek köşelerinde yerini aldı. Peki, telefonun icadı nasıl gerçekleşti? Hayatımızın bu kadar içine giren telefonun doğumu, bundan 129 yıl önce, 10 Mart 1876 günü gerçekleşti. Telefonun 1876'da Alexander Graham Bell tarafından icat edildiğinin tüm dünyaya duyurulmasıyla iletişim süreci yepyeni bir boyut kazandı. Graham Bell, sağırların sessizliğini ortadan kaldırmaya çalışırken, sesi bir yerden bir başka yere taşıyan bu ilginç aleti buldu. Sağırların sessizliğini ortadan kaldırmadı ama her gün yeni bir özelliğe kavuşan telefonla birbirinden kilometrelerce uzaktaki insanların birbirlerini duymalarını hala sağlıyor. Alo sihirli bir kelime… Hikâyesi olan, insanları birbirine bağlayan, paylaşan, güldüren, bazen ağlatan, uzaktakileri yakın eden, hal hatır soran hatta büyüklerin ellerinden çocukların gözlerinden öpen… Graham Bell'in annesi doğuştan sağırdı. Dedesi ve babası yıllarını sağırlara adadı. Özellikle babası sağırlara duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalışıyordu. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada'ya göçtü. Babasının ölümünden sonra onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell ABD'ye gitti. Burada bir süre sağırlara dil öğretmeni yetiştiren bir okulda çalıştıktan sonra kendi okulunu kurdu. Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere'de eline geçen Alman Hermann Von Helmholz adlı bilginin işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Böylece müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabilineceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka bilim adamları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu. İlisha Gray bunlardan biriydi. İngiltere'den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi. 45 geçmiş zaman kipinde Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişen Bell, Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Bell ve Watson 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkarttı. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Gray telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yaptılar. Bell'e 7 Mart günü istediği patent verildi. 174.465 nolu patentini alan Bell atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü. Watson'u yardıma çağırdı: "Bay Watson, HYPERLINK "http://www.mankafapoldi. com/generic13.html" \t "_top" çabuk buraya gelin. Sizi istiyorum" dedi. Bell yardımcısını yardıma çağırırken farkında olmadan 125 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yapmış oldu ve tarihe geçti. Watson Bell'in sesini "telefon"dan duydu. Bu buluşu ona birçok ödül kazandırdı. İlk el telefonunu geliştirmek için teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray'a karşı hukuk savaşı veriyordu. Telefon atölyeden ancak 4 yılda çıkabildi. 1880 yılında Bell'e yardım eden Tainer radyofon adını verdikleri aleti denedi. Bir okulun tepesine çıkan Tainer çok uzaktan görebildiği Bell'e telefonla seslendi: "Bay Bell, Bay Bell... Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın." Bell şapkasını salladığında, telefon artık doğumunun ardından emeklemeye başladı. Sekiz yıl sonra Connecticut eyaleti ilk telefon şebekesine sahip kent oldu. Telefon yakın yıllara dek Türkiye'de olduğu gibi santraller ve memurlar aracılığı ile yürütülürdü. Kısa sürede telefon direkleri ve kablo hatları, sokakları örümcek ağı gibi kapladı. Yürünmez bir hale gelen sokaklardaki bir telefon direği kabloları tutan 50 çapraz tahta taşırdı. Telefon günlük yaşama değişik biçimlerde girmeye 46 başladı ve o yıllarda yayımlanan gazetelere verilen bir reklamda telefon şöyle tanıtıldı: "Sohbet, ağızdan kulağa telefonla konuşarak çok daha rahat..." Bell, 1915 yılında New York'u San Francisco'ya bağlayan ilk uzun kentler arası telefon hattını açtı. Karşısında yine yardımcısı Watson vardı. Aradan geçen onca yıla karşın Bell ilk günü unutmadı. Watson'a "Watson seni istiyorum, buraya gel" dedi. Telefonun olanaklarından yararlanarak müşteri çekmek isteyen oteller arasında kıyasıya bir savaş başladı. Oteller ünlü müzik, tiyatro, opera, konser salonlarına bağlanan telefon "Tiyatrofon" hattı ile aldıkları sesi lobilerinde oturan müşterilerine dinletmeye başladı. Bu durum giderek evlere ve iş yerlerine yayıldı. Graham Bell ise telefon kelimesi ile birlikte belleklere kazındı... 1893 yılında telefon ile ilgili gelişmeleri kaleme alan bir yazar gözlemini şöyle dile getirdi: "Şu anda duyabildiğimiz sanatçı ve şarkıcıları bir süre sonra insanlık görmeyi de başaracak..." Yazar haklıydı. Bu sözler "televizyon" özlemi olarak yorumlanmasına karşın gelişen teknoloji; görüntülü cep telefonlarını, internet üzerinden canlı yayınla iletişimi işaret ettiğini de gösteriyor bir bakıma. Bilimkurgu severler ise "Uzay Yolu" filmlerinden esinlenerek insanların ışınlanmalarından, insanların bulundukları yerde başka bir yerdeki olayı üç boyutlu olarak ekranlarda görerek ya da duyarak değil hissederek elde edeceği günleri tartışıyor. İletişim sektörünün bugün geldiği yeri biraz düşünecek olursak, telefonların da bundan nasibini en çok alan ürün olduğunu kolayca söylemek mümkün. Bugün telefonlar asıl işlevi olan sesleri iletme dışında daha pek çok şeye yarıyor. Bundan 10 sene önce hayal dahi edemeyeceğimiz şeyler bugün sadece bir tuşla gerçek oluyor. Artık o uzun yıllar evimizin bir köşesinde yer tutan telefonlar, küçük bir değişimle birlikte ceplerimize girdi. İlk olarak telsiz telefonlarla başlayan bu süreç şu anda en renkli ve görkemli dönemini yaşıyor. aramızda olduğu söylenen Kırmızı Hat söylemi de bu telefondan ötürü ortaya çıkmıştı… Her birisi ayrı bir nitelikteydi. Bugünse tozlu raflardaki yerlerindeler. Şu an piyasada bulunan cep telefonlarıyla ise müzik dinleme, TV izleme, fotoğraf çekme hatta hareketli görüntü alma şansına sahipsiniz. Cep telefonuyla internete giriyor, görüntülü konuşabiliyor ve alışveriş yapabiliyoruz… Dahası şu anki teknoloji gelecekte olabilecek gelişmelerin çok küçük bir kısmı bile değil. Gelecekte bizleri çok daha gizemli bir dünya ile birlikte o dünyanın yeni telefonu bekliyor. Ancak bu yeni telefona artık telefon kelimesiyle sınırlı bir isim bulmak imkânsız olacak gibi. Tüm bunlar olurken şu soru geliyor akıllara: “neyimize gerek bunca teknoloji?” Numarayı çevirmek için parmağımızı taktığımızda rakamı saat yönünde çevirirken bir tıkırtı, raylar yuvasına geri dönerken bir başka tıkırtı çıkartırdı çevirmeli telefonlar… Zil sesi en sondayken çaldığında evdeki herkesi ayağa dikebilirdi. Kırmızı olanları ise en meşhurlarıydı. Beyaz Saray ile 47 evrensel sanat SALVADOR Domingo Felipe Jacinto DALÍ y Domènech 48 Sevgi dolu, tırnak içinde bir “deli” Günde sadece iki saat uyuyan; cisimlere, insanlara ve tüm dünyaya “deli” gözüyle bakarak, “Bir deliyle aramdaki tek fark, benim deli olmamamdır” diyecek kadar özgüven sahibi; bıyıkları için “dehamın antenleri” diyecek kadar uçuk bir dahi… “Koridoru yürüdüm kapıyı çaldım. Kral dairesinin kapısı vardı ve kapıyı Dali açtı. Anadan doğma çıplaktı...” sözlerinin sahibi Dali’yi tanıma şansını yakalamış birisi. Onu çıplak karşılaması Dali için olağan, misafiri için olağanüstü bir durumdu. Çünkü medya önünde ya da normal yaşamında hiç kimseyi umursamayan ve eserlerinde bunu tüm “çıplaklığıyla” yansıtan bir isimdi Dali. ''Bu dünyada bir insanın başına gelebilecek en güzel şey benim başıma geldi. Hem İspanyol’um hem Salvador Dali.'' diyecek kadar kendisine güvenen bir kimlikti. Birçok demecinden bu kolayca anlaşılabiliyordu. Hatta 16 yaşında defterine yazdığı bir yazı “ben” egosunu açıkça ortaya koyuyordu: “Bir dahi olacağım ve herkes bana hayran kalacak.” Ölmeden önce kendi mezarını tasarlaması, içi doldurulmuş bir kuzuyu yatak odasının başköşesine yerleştirmesi, imzalarını karısının ismiyle atması, karısının ölümünden sonra kendini yakmaya çalışması onu “deli” diye çağırmalarının sadece birkaç sebebiydi. Ne denli deli olduğunu hiçbir zaman kimse kestiremedi. 60 yılında Figueres’e bir müze kurmaya karar verdiğinde, Dali’nin saçmaladığına inanılmıştı. Müze 74 yılında Gala Salvador Dali Tiyatro Müzesi ismi ile açıldı ve şu an İspanya’nın en çok gezilen 3’üncü müzesi. Bu müze onun tasarladığı en büyük eseri oldu. Bu sürrealist müzede; Dali’nin tasarladığı ve boyama, çizim, yontma, kuyum, hologram, stereoskopi, fotoğrafçılık ve benzeri tekniklerle yapılmış 4 binden fazla eseri bulunuyor. Dali’nin hayal gücünün somutlaştığı bu yer, adeta bir ibadethane görünümünde. Zaten mezarını sonsuza kadar kalmak istediği müzede cam kubbenin tam altına yapmış. Dali için ölen kardeşi ve çok sevdiği eşi büyük anlam ifade ediyordu. Salvador ismini o doğmadan önce ölen abisinden alan Dali, "Kendimi ifade ederken her zaman kullandığım tüm eksantrizm ve tutarsız teşhirciliğim, hayatımın kalıcı trajedisinden başka bir şey değildir. Kendi kendime ölü kardeş değil, yaşayan kardeş olduğumu ispatlamak zorundayım. Bu nedenle kendimi ölümsüz kılıyorum." diyerek çok şeyi açıklıyordu aslında. Dali’nin en büyük ilhamı ise büyük aşk yaşadığı karısı Gala. Onun Gala’ya olan tutkusu Figueres’e 40 km uzaklıktaki bir ortaçağ kalesinde tüm açıklığı ile bugün bile görülebilir. Dali, Púbol Kalesi’ni özel olarak dekore ederek Gala’ya armağan etmişti. 1904’te doğan ressam en çok gerçeküstü eserlerindeki tuhaf ve çarpıcı imgeleriyle ünlendi. Ressamlığın yanı sıra heykel, fotoğraf ve sinemayla da ilgilendi. Kişiliği her alanda çok yönlüydü. Görsel anlamda bir semboldü adeta. Bıyığıyla, saçıyla, kıyafetiyle her yönüyle bir sembol... Başka bir deyişle kendisi de bir eserdi Dali’nin. Görsel gücü o denli güçlüydü ki insanları etkilemesi çok zor olmuyordu. Çılgınlığı da işin cabası oluyordu. Bir gün konferansa giderken ayağını sıkan bir ayakkabı giyen Dali’ye soruyorlardı neden böyle bir ayakkabı giydiniz diye. Dali ise şu cevabı veriyordu: “Ayağım sıkarsa kafamı daha iyi toparlıyorum. Bir yerde bir sıkıntı olmalı ki diğer yerler rahatlasın.” 49 evrensel sanat Gözlerini kapattığında oluşan görüntüleri anne karnında gördüğü görüntüler olduğunu savunan Dali’nin ağzından dökülen birçok söz onu anlatmaya yetiyor aslında: “Dahi değilsen bile öyle davran. Kesin dahi sanarlar.” ”Çocukluğumun daha ilk yıllarında kendimi sıradan ölümlülerden ayrı tutan şirret bir düşüncem vardı. İşte o yüzden bugün başarılıyım ben.” ”Soytarı olan ben değilim, deliliğini 50 gizlemek için ciddiyet oyunu oynayan şu aklın, mantığın alamayacağı ölçüde sinsi, bönlüğünden bile habersiz toplum.” “Uyuşturucu kullanmıyorum, ben kendim uyuşturucuyum.” “Dünyada iki büyük ressam vardır, biri Pablo, diğeri de benim, ama ben daha büyüğüm” “Sanat yapmak için aklı devre dışı bırakmak gerekir.” “Ya kolaydır ya da imkânsız!” Dali’nin hayatı tabir yerindeyse film gibiydi. İlk resim kursunda öğretmeni Juan Núñez’di, ondan karakalem çalışmayı öğrendi. Daha sonra Katalan empresyonist ve realistleri ile tanıştı. Zaman içinde Kübizm ve Juan Gris'i keşfetti. 20'li yılların başında Madrid San Fernando Akademisi’ne başladı fakat anarşist hareketleri nedeniyle okuldan atıldı ve bir süre Girona'da tutuklu kaldı. Paris'te çok saygı duyduğu Picasso'yla tanıştı ve etkilendi. Londra'da Stefan Zweig onu Sigmund Freud'a tanıttı ve Freud’un düşünceleri üzerine felsefeler üretti. 23 yılında Madrid'de Luis Buñuel ve García Lorca ile tanıştı. Dalí tüm bu insanlarla birlikte gelişip değişiyordu da. Gençken sahip olduğu uzun saçları ve ağzından düşürmediği piposu ile daha doğal bir tip olan Dali, yıllar sonra kısacık briyantinli saçlara, “özel” bir bıyığa ve spor giyinen asık bir surata sahip birine dönüştü. Günlük yaşamı; entelektüel bir söylem ve lüks bir yaşamla harmanlanıyordu. Kadınlar pek ilgisini çekmezken fikrini değiştiren birisi ile yolları kesişti. 26 yılında bir Rus avukatın kızı ve sürrealist şair Paul Eduard'ın eşi olan Gala’yla tanıştı. Birkaç ay sonra tamamen âşık olarak birlikte yaşamaya başladılar. Gala yaşamına girdikten sonra; Dali için bir âşık, bir arkadaş, esin perisi, model, danışman ve her şeyin ötesinde varlığının yöneticisi oldu. 1982'de Gala öldü ve Dali neredeyse hiç resim yapmaz oldu. Freud'un içten ve fanatik olarak tanımladığı, Dali'nin gözleri; hep büyüleyici bir dünyayı keşfediyordu. 23 Şubat 1989'da Figueras hastanesinde, 84 yaşındayken öldü. Cesedi ilaçlandı ve Figueras'taki müzesine hâkim olan dev kubbenin altına gömüldü. Sigmund Freud'un yazılarından etkilenerek sanatını sürrealizmle temellendiren Dali, “Eleştirel Paranoya” yaklaşımı ile oluşturduğu eserlerle tüm deliliğine rağmen dünyanın en başarılı sürrealist ressamı oldu. Salvador Dali, 3 yıl aradan sonra yeniden İstanbul'da. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde, InArtis ile Kült işbirliğinde gerçekleştirilen Salvador Dali Sergisi; 26 Şubat 2012’ye kadar Tophane-i Amire'de... Sergide Salvador Dali'nin, “İlahi Komedya”, “Sürrealizm İzleri”, “Gala ile Akşam Yemeği” adlı 3 ayrı başlıktaki 121 eseri yer alacak. 51 bakış açısı “Koyun bile kopyaladık! Taklit böyle bir şey” Röportaj: Aise Amet Yavuz Seçkin radyoculuk ile nasıl buluştu? 15 Sene evvel girdiğim bir yetenek yarışmasının ardından Radyo Klas’ta Kadir Çöpdemir ile tanışmam ile birlikte onun yanında yayın yapmaya başladım, daha sonra kendi programım teklif edildi ve ben de değerlendirdim. Ünlülere telefon şakalarıyla başladığımız “Yavuz’un Minibüsü” tam 15 yıl devam etti. Taklitlere nasıl yönlendiniz peki? Komedyenlikten önce esnaflık yapıyordum ve arkadaşlarım çok gülüyorlardı, yetenekli olduğumu söylüyorlardı. Bir yarışmaya katılıp orada birinci olmamla birlikte sahnelere de adım atmış oldum. 52 Her ünlünün şekline giren bin bir surat Yavuz Seçkin, bu özelliğini ailesinden aldığı söylüyor ve ekliyor, “Taklidini yapacağım kişinin ilk önce mimikleri önemli, mimiklerini yeterli seviye de kullanamayan birinin taklidini yapmak zor. İyi ve başarılı taklit için, taklidini yapacağınız kişiyi çok derinden gözlemlemeniz gerekiyor.” Türkiye şartlarında komedi ile uğraşmak zor mu? Türkiye şartlarında tüm mesleklerin kendine özgü zorlukları vardır elbette. Bizim de az çok karşılaştığımız zorluklar oluyor zaman zaman. Ama işimi çok keyifle ve severek yaptığım için zorluklarını çoğu zaman görmezden gelebiliyorum. Türk insanını alıngan buluyor musunuz? İnsanlar zaman zaman alınganlık gösterebiliyorlar fakat ben her zaman taklit veya şaka yaptığım insanları rencide etmemeye, kırmamaya, küçük düşürmemeye çalıştığım için, sanatçı dostlarımızın alınganlıkları ile pek karşılaşmadım. Aileniz nasıl tepki(ler) verdi komedyenlik konusunda? Tercihlerim yakın çevrem tarafından oldukça destek gördü. Çocukken de muzip biri miydiniz? Babam çok komik, eğlenceli bir insandı. Herhalde bende bu yönümü babamdan almış olmalıyım. Çok küçükken biraz içime kapanık olsam da, büyümeye başladıkça muzipliklerim de arttı elbette. Radyo programcılığını bırakma kararını nasıl verdiniz? Bundan sonra sizi ne tür projeler ile göreceğiz? 15 yıllık bir radyo programcılığı geçmişimden sonra yeni şeyler denemek istedim ve yepyeni bir proje üzerinde son hazırlıklarımız devam ediyor. Kuklalar yapıyorum ve bu kuklalar ile yakında çok güvendiğim bir ekiple karşınıza çıkacağım. ve bir kalıp aşaması var dolayısı ile zorlandığımız bir karakter olmadı. Hepsi ayrı ayrı emek isteyen işlerdi. Taklidini yaparken zorlandığınız isimler var mı? Sadece kadın sesleri yaparken bazı isimlerde zorlandım ama genelde taklitlerimde pek zorlanma yaşamıyorum. Dışarıda yürüdüğünüz zaman insanlarda nasıl bir tepki alıyorsunuz? Halkın içinde bir insanım ve onlardan biriyim. Arkadaş gibiyiz hayranlarımla. Beni gördüklerinde aileden biriymişim gibi davranıyorlar bu da beni çok mutlu ediyor. Sosyal medyayı da oldukça yoğun kullanıyorsunuz. Twitter’da takip etmekten keyif aldığınız kimler var? Dostlarımı takip ediyorum elbette, ama ben daha çok kendimle eğlenmeyi ve takipçilerimi eğlendirmeyi seviyorum. Bu güzel röportaj için çok teşekkürler. Ben teşekkür ederim. Bursa’ya selamlar… Hangi ünlünün taklidini yapmak hoşunuza gidiyor? Bütün sanatçı dostlarımın taklitlerini yaparken keyif alıyorum ama özellikle hangisi derseniz, Mahsun Kırmızıgül ve Mustafa Topaloğlu diyebilirim. Sizin için taklit eğlence mi, iş mi? Elbette iş ama eğlenerek ve çok keyifle yaptığım bir iş. Kötü anlamda hiç tepki aldınız mı? “Benim niye taklidimi yapıyorsun” diye… Hayır, genelde benim neden taklidimi yapmıyorsun, beni de yap diye tepkiler geliyor. Bir gün sizinde taklidinizi yaparlarsa, nasıl tepki verirsiniz? Ben kendi taklidimi yaptım bile. Geç kaldılar. Sahne gösteriniz peki, o nasıl gidiyor? Tam gaz devam gösterilerimize, önümüzde yoğun talep üzerine Ankara, İstanbul ve İzmir’de gösterilerimiz olacak. Son dönemde kuklalar ile birlikte görüyoruz sizi. Bu fikir nasıl gelişti? Avrupa Yakası’nda proje adamıydım sanırım biraz Sertaç’tan bulaştı ve Türkiye’de yapılmamışı yapmak istedim ve aklıma “Kukla” projesi geldi. Üzerinde çalışmalarımız devam ediyor. Yakında seyircisi ile buluşacak. Kukla yapım aşamasında en çok hangi ünlü isimde zorlandınız? Her birinin şekillendirilmesi farklı Yavuz Seçkin 53 film şeridi Orijinal adı: L'Ours Oyuncular: Tchéky Karyo, Jack Wallace, André Lacombe Yapım yılı: 1988 Bir sevgi filmi: AYI Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud’nun efsanevi olarak anılmasında belki de en büyük paya sahip olan Claude Berri yapımı bu film, bir ayının büyüme öyküsünü Disneyvâri olmayan, inandırıcı ve dramatik bir tonda gözler önüne seriyordu ve hepimizin hafızalarında derin bir yer etti. Sanıldığının aksine bir belgesel değil, konulu bir filmdi Ayı. Ülkemizdeki sinemalarda “Bir Sevgi Filmi” alt başlığı ile gösterilmiş olduğunu, kimi sinemaseverler gülümseyerek anımsayacaklardır... Aynı cümle içinde geçen ayı ve sevgi sözcüklerine gülen insanlar ise bu filmi yüksek ihtimalle seyretmemiş demektir. Bart ve Youk isminde iki ayının başrol oyuncusu olduğu 1988 yapımı bu filmin yönetmeni Seven Years in Tibet ve The Name of the Rose'u da yönetmiş olan Jean Jacques Annaud'du. Giderek kirlenen ve yaşanmaz hale gelen 54 hayatın güzelliğini, doğa sevgisini, hayvan sevgisini, sıcacık bir tempoda anlatan bir filmdi Ayı. Zevk için ayı avlayan üç avcı ile onlardan kaçan yavru bir ayı ile onun dev arkadaşının hikâyesiydi. Bir ayıya rol yaptırmak kulağa hiç de kolay bir işmiş gibi gelmezken, kürkü için ya da sadece zevk için, dişleri için, yağı için, derisi için, ''spor'' olsun diye vs. hayvan öldürmenin ne kadar alçakça bir insan eylemi olduğunu sözcüklerden çok yüz ifadeleri ve seslerle anlatan bu filmin en dramatik sahnesi, anne ayının ölümüydü. Avcılarla olan kovalamaca sonucunda, kaçan dev ayı bir süre sonra avcılarla yüzleşiyordu… Minik ayının avcılara esir düştükten sonra ipini kopardığında kaçmak yerine ortaya yığılı ayı postlarının arasında uyuduğu sahne de aynı etkiyi yaratıyordu. Filmin en can alıcı özelliklerinden bir tanesi de filmdeki vurma sahnelerinin hiçbirisinin gerçek olmamasıydı. Hollywood filmlerinde, özellikle 1960 öncesi kovboy filmlerinde, gerçekçiliği ararken binlerce hayvanı katleden birçok yönetmene ders niteliği taşıyordu. Ayı gerçekten de her açıdan “bir sevgi filmiydi…” 55 armoni Kaliteli müzik denince akla gelen ilk isimlerden birisi. “Slowhand” lakaplı üstat bir müzisyen. Gitarı eline aldığında bambaşka diyarlara yolculuklara çıkan ve çıkartan Eric Clapton... Onun müziğinin tüm dünyanın ezberinde olmasının nedeni ise büyük bir ihtimalle mükemmeli araması… Tükenmeyen gitar sesi Konuğumuz 30 Mart 1945 doğumlu bir duayen. Blues ve Rock müziklerine apayrı anlamlar katmış olağanüstü bir gitarist. Dramatik yaşamından çıkan eşsiz bestelerinin usta yorumcusu… İngiltere'nin Ripley şehrinde doğmuş Eric Clapton. Tüm dünyanın onu tanıdığı lakap ise "Slowhand…" Bir altgeçitte başladığı müzik serüveni; The Yardbirds, Bluesbreakers, Cream, Blind Faith, Derek and Dominos gibi gruplarla çalarak devam etmiş. İsminin herkes tarafından öğrenileceği ise daha en başından belliymiş aslında. Altgeçitte çalarken bile insanlar 56 duvarlara “Clapton is GOD”(Clapton bir tanrı) yazmışlar. Gençlik döneminde İngiliz televizyonunda yayınlanan Jerry Lee Lewis Show’a katılan Clapton, geleceği dair ilk sinyalleri bu programda vermiş. Lewis’in inanılmaz performansı genç Eric’in Blues’a olan tutkuları ile birleşince, içinde gitar çalmayı öğrenmek için dayanılmaz bir istek doğmuş. Kingston College’de vitray tasarımı okuyarak başladığı eğitim hayatı, sınıfta gitar çaldığı için okuldan atılınca son bulmuş. Bir laborant olarak çalışırken de boş zamanının çoğunu büyükbabasının aldığı elektrogitarı çalarak geçiriyormuş… Patricia Molly Clapton ve Edward Walter Fryer'ın evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Hayatının dramatik bir çizgide geçeceğinin ilk işareti olmuş bu belki de. 9 yaşına kadar büyükanne ve babası ile büyümüş ve onları anne ve babası olarak bilmiş. Annesi Patricia’yı ise ablası olarak biliyormuş. Müziğin onun için rahatlama yöntemi olduğunu keşfettiği günden bu yana ise müzikten hiç ayrı kalmamış… Müziğe ilk ciddi Eric Clapton adımını ise 1964 yılında The Yardbirds adlı blues-rock grubunda çalmaya başlayarak atmış. Fakat 1965'in Mart ayında bu grubun pop müziğe kaydığını düşünerek gruptan ayrılma kararı almış... Aynı yıl John Mayall & Bluesbreakers grubuna katıldığında Clapton artık bir Blues gitaristi olarak bulmuş kendini… Bu grupla çaldığı dönemde altgeçitte duvarlara yazılan "God" (Tanrı) lakabı, iyiden iyiye ismi ile örtüşmüş. Jack Bruce ve Ginger Baker'ı ile birlikte Cream isimli grubu kurmuş müziğin mühendisi. Cream adından sıkça söz ettiren 3 albümün sahibi olduktan sonra 1968 yılında dağılmış. Üç yılın ardından Clapton’ın müzikte bir ilah olduğunu düşünenlerin sayısı bir hayli artmış… Hatta yapımcılar 1969 yılında "Goodbye" isimli konser kayıtlarından oluşan albümü piyasaya sürmüşler ve en az diğer üç albüm kadar bir başarı daha elde etmişler. 1966 yılı ise bambaşka bir atılımın sahne aldığı, Clapton’ın ayakları üzerinde durduğu yılın ismi olmuş. 1969'da Blind Faith ile çıkardığı, grubun adını taşıyan bir albümden sonra, Derek and the Dominos adlı grup içerisinde Bobby Whitlock (vokal ve klavye), Jim Gordon (bateri), Carl Radle (bas) ile çalmaya başlamış Clapton... Grupla çıkardığı Layla and Other Assorted Love Songs albümü ise onu ölümsüz kılan şarkılarından birisini ortaya çıkarmış… Layla, Eric Clapton denince akla gelen ilk şarkı oldu. Clapton, dönemin ünlü modeli Pattie Boyd-Harrison için yazdığı bu şarkıyı Leyla ile Mecnun hikâyesinden esinlenerek yazdığını açıkladı. Bu şarkı Clapton’ın hayatında her açıdan anlam taşıyordu. George Harrison'ın eşi olan Pattie ile yaşadığı aşkın ürünü olan bu şarkı büyük 57 armoni izler taşıdı yaşamında. 79’da evlilik ile devam eden ilişkisi 88’de ayrılık ile sonuçlandı. Clapton için zor günlerin başlangıcı olan bu ayrılık sonucu Clapton eroine başladı. Müzik kariyerine 2 yıl boyunca ara vermek zorunda kaldı. Ama bu dramatik süreç hayatına anlam katan bambaşka bir dönüşümle ona geri döndü. Eroinle mücadele için çokça etkinliklerde bulundu. Eric Clapton, bağımlılara yardım için madde ve alkol bağımlılığı iyileştirme merkezi dahi kurdu. 1990’lı yıllarda ise Clapton’ı zor günler bekliyordu. Yakın arkadaşları olan gitarist Stevie Ray Vaughan ve ekip elemanları Colin Smythe ile Nigel Browne korkunç bir helikopter kazasında yaşamlarını yitirdiler. Birkaç ay sonra ise İtalyan model Lori Del Santo’dan olan 4 yaşındaki 58 oğlu Connor, annesinin Manhattan’da oturduğu gökdelenin 49. katından düşerek öldü. Oğluna adadığı yürek parçalayan şarkısı Tears in Heaven 1992 yılında Grammy kazandı. Clapton o yıl Unplugged albümü ile toplam 5 Grammy daha kazandı. 1994 yılında Blues parçalarına dönüş yaptı ve From the Cradle ile hayranlarını ve eleştirmenleri bir kez daha mest etti. Şubat 1997’de John Travolta’nın filmi Phenomenon için yaptığı Change the World adlı parçayla Yılın Plağı ve En İyi Erkek Vokal dallarında iki Grammy daha kazandı. 1998’deki Pilgrim albümü ise Clapton’un uzun müzik yaşamı içindeki en iyi performanslarından biri olarak gösteriliyor. Rock & Roll Ünlüler Müzesi’ne Yarbirds ve Cream üyesi olarak daha önce iki kez giren efsanevi gitarist, 2000 yılı içinde solo artist olarak bir kez daha bu müzedeki yerini aldı. Clapton müzik hayatına 40’a yakın ödül sığdırdı. Dünya üzerinde akustik gitarı en iyi çalan kişi olduğu söylenen Eric Clapton için gitar markası bile çıkmıştır. Gitarları müzayedelerde bir servet ediyor. Birçok kişi “gitarıyla konuşan” ve “gitarı konuşturan” kişi olarak görüyor onu. İnişler ve çıkışlarla dolu müzik yaşamı, acılar ve trajediler, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı, kötü giden aşk hayatı ve kaybedilenler onun hayatını özetlemeye yeter aslında. Yaşadığı dramatik yaşamın sonucu ise gitarından çıkan eşsiz notalar... 59 gezi-yorum Antakya Çok kültürlü sevgi sofrası Özgür Çakır Tüm zamanların ve ilklerin şehri, sevgi ve hoşgörünün dile gelip vücut bulduğu barış kenti, defne diyarı Antioche. Antakya. Kalabalık bir ailenin etrafında yerleştiği büyük bir sofra hayal edin. O sofrada Türk, Arap, Kürt, Fransız, Ermeni, Sünni, Alevi, Yahudi, Ortodoks, Katolik oğullar ve kızlar olsun. Ve ayrı milletlerin, dinlerin ve dillerin mensubu bu kardeşler yüzyıllardır birbirleriyle kavga etmeden geçinsin. Mesela sinagogun duvarını caminin cemaati onarsın, kiliselerinde Ramazan ayında iftar yemeği verilsin, imamın kurbanını kesmesine rahip yardım etsin, kimse bir 60 diğerinin etnik kimliğini sorgulamasın ve bunun bir önemi de olmasın. Ana payda oralı, yani “Entekyeli” olmak olsun. Evet, ülkemizin güney sınırlarında böyle bir kent var. İslamiyetin ezanı, Yahudiliğin hazanı ve Hıristiyanlığın çanının asırlardır aynı anda dile geldiği Antakya, sayının ana teması da sevgi olunca “gezi yorum”un rotasını doğrultması için adeta biçilmiş kaftan. Önümüzdeki sayfaları doldurup taşacak olan onlarca güzergâh ilginizi hiç çekmese bile sırf bir öğün yemek yemek için bile gidip dönmeye değecek bir yerden bahsediyorum. Kimilerinizin hep aklından geçirip bir türlü fırsatını yaratamadığı için harekete geçmediği bir kaçamak olduğunun da farkındayım Antakya’nın. O halde hazır kışı da yolculamaya ramak kalmışken bahar aylarında bir hafta sonunu ayırarak rotayı güneye kırmamak için tek engeliniz sizsiniz. İstanbul’dan bir saati biraz aşan bir uçak seyahati sonrası Hatay Havaalanı ve gelirken de, giderken de “hoşgeldiniz”i dillerinden düşürmeyen bu kozmopolit kentin sıcakkanlı insanları sizi bekliyor. Öylesine zengin bir geçmişi var ki Antakya'nın, iyisi mi biz MÖ. 300 yılının 22 Mayıs sabahına gidelim. Büyük İskender'in ölümünden sonra imparatorluğunun topraklarını paylaşan komutanlardan biri olan Seleucus, kenti kuracağı yere karar vermek için bir koyun kurban eder ve tanrılardan işaret bekler. Uçup gelen bir kartal kurbanı alıp, ovada bir yere iner ve babasının ismini vereceği şehir buraya kurulur. Böyle anlatılır Antakya'nın kuruluş öyküsü. Eski kaynaklara göre Roma İmparatorluğu’nun zirvede olduğu dönemlerde Antakya 300.000 bin kişiyi aşan nüfusuyla Roma ve İskenderiye’den sonra imparatorluğun ve dünyanın en gelişmiş ve zengin 3. büyük şehriydi. Asi nehrinin suladığı geniş meyve bahçeleri ve şehrin iki tarafındaki aşılması güç surlarıyla hem zengin hem de ele geçirilmesi neredeyse imkânsız bir kentti. Sizleri tarih bilgisiyle boğmaya niyetli değilim ama eskinin görkemli metropoliti, bugünün mütevazı Anadolu şehrinin yüzyıllar boyu Haçlı seferleri dâhil bir dolu saldırıya maruz kaldığından, Konstantinopolis yani İstanbul’un yükselişi ile cazibesini yitirdiğinden ve üzerinde kurulu olduğu dünyanın en büyük fay hatlarından biri olan Kızıldeniz fay hattının ürettiği üç tanesi şehri dümdüz eden onlarca deprem sonrası defalarca yeniden inşa edildiğinden ve belki de on aylık bir süre ile dünyanın en kısa ömürlü devletlerinden biri olan Hatay Devleti’ne 61 gezi-yorum başkentlik yaptığından bahsetmeden bu faslı kapamamak lazım. Asi Nehri'nin bereket saçtığı Amik Ovası’nda, Akdeniz’in Orta Doğu’ya geçiş noktasında kurulan Antakya'da Asi, kent yaşamının da başrolünde. “Ters akan nehir” olarak da bilinen Bekaa Vadisi çıkışlı bu asi, dünyada Nil Nehri'yle birlikte kuzey yönünde akan iki nehirden biri. Suriye’deki baraj ve Amik Gölü’nün kurumasına neden olan bazı yanlış politikalar nedeniyle dengesi bozulmuş, kışın şiddetli akmaya ve yazın kurumaya başlamış olsa da şehrin atardamarı olmaya devam ediyor. Kıyısındaki çay bahçeleri ve gezi yolları yerel halkın nefes alma yeri olan Asi Nehri pratikte ise dar sokakları, avlulu az katlı evlerin oluşturduğu eski şehir ile çok katlı beton yığınlarına dönüşen yeni şehir arasındaki sınırı çiziyor. 62 Modern (!) yerleşim nehrin batı yakasında gelişirken, doğu yakasındaki eski kent ise günümüzde halen değişime direniyor. Kentte kozmopolit yapısı gereği birçok dil konuşulsa da Arapça’nın hâkimiyetini hissetmemek mümkün değil aslında. Neredeyse herkesin Arapça bildiğinin varsayıldığını söylemek de mümkün. Türkçenin yanında Arapça gündelik yaşam dili ve hatta biraz da “Entekyece”. Arapça yazan dükkân tabelaları ve Suriye plakalı araçlar kentin normali. Son olaylar ve mülteci akınından önce Antakyalılar sabah Suriye'ye gidip akşam dönecek kadar suyolu yapmışlar komşuyu. Aslında buralara kadar gelmişken aynı gezi programında Antakya’nın sınır ötesindeki kardeşi Halep’i de gezmeyi önerebilirdim yaşananlar olmasa. Son dönemde eski konak ve fabrikaların restorasyonu ile turizme kazandırılan birkaç butik otel dâhil olmak üzere çok sayıda irili ufaklı, her bütçeye uygun otel bulmanız mümkün Antakya’da. Hatta “tanrı misafiri” anlayışının hala hâkim olmasını göz önünde bulundurursak kapısını çalacağınız herhangi bir ailenin de sizi misafir edeceğinden emin olsam da abartmaya gerek yok. Zevkinize ve bütçenize uygun bir otel seçtikten sonra yüklerinizden kurtulup kendinizi eski şehrin daracık yollarına vurma vaktidir. Kurtuluş Caddesi’ni bulmak ve sonra da gözünüze kestirdiğiniz bir aradan eski şehre dalmak için acele edin. Keşfedecek çok şey var. Çoğu tek ya da iki katlı olan bu evlerin kapıları mesela… Hanımların kullandığı ayrı kapı tokmaklarının ve evde yaşayanlara dair işaretlerin peşine düşecek, her evin bu bol hikâyeli kapılarının açıldığı avlularında mutlaka limon ağacının olduğunu öğreneceksiniz. Şansınız varsa yağmur yağacak, daracık yolların ortasındaki su kanallarında yağmur suyu size eşlik edecek, belki sobaların dumanının kokusuyla çocukluğunuzdan birtakım sahneler gözünüzde canlanacak, labirentten farksız bu daracık sokaklarda vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Sonra sokak isimleri gözünüze takılacak. İki farklı mezhebin kilisesinin aynı sokağa isim verdiğini, bunlardan birinin de bir cami ile aynı duvarı paylaştığını fark edeceksiniz. Kadrajınıza portakal ağacı, cami minaresi ve kilise çan kulesini aynı anda oturtacaksınız. Kilisenin misafirhanesinin sorumlusu da olan Rahibe Barbara ile tanışacaksınız. Sizi götürdüğü mekânda duvarlarda her dilden “barış” yazılarını gördüğünüzde, her dinden ilahi ve şarkıları söyleyen melekler korosuyla tanıştığınızda ve burada her gün dünya barışı için beş dakika sessizlik duruşu olduğunu öğrendiğinizde insanlık için umutlanacaksınız. Bu ruh haliyle avlularına hoyratça dalıverdiğiniz insanlar size kızmak ya da garipsemek yerine “hoşgeldiniz” diyerek bir şeyler ikram etmeye kalkışacak istisnasız. Garip olanın onlar mı yoksa sizin “büyükşehir insanı” alışkanlıklarınız mı olduğunu düşüneceksiniz. İnsanları tanıdıkça çok kısa bir süre sonra şehri de seveceksiniz. Depremlerin onlarca medeniyeti kardığı şehrin altında Suriye’ye dek uzanan gizli tüneller olduğuna dair şehir efsanelerini dinleyeceksiniz mutlaka birinden. Belki bir nişana ya da düğüne denk gelir de bir cümbüşe dâhil olursunuz kim bilir. Belki de şansınız varsa dünyanın en lezzetli fıstıklı sahlebini satan seyyar satıcıyla karşılaşırsınız. Aman görünüşüne bakıp aldanmayın sakın ve mutlaka tadın. Tarif etmeye kalkışmayacağım. Hatta siz iyisi mi bu işi şansa bırakmayın ve sokaklarda dolaşırken bir hedefiniz olsun. Mutlaka o sahlebin tadına bakın. Yeterince yorulduğunuza inanıyorsanız soluklanmak için çok özel bir yer önereceğim: Affan Kahvesi, nam-ı diğer İnci Kıraathanesi. Antakya’ya yolunuz düşüp de buraya uğramazsanız eksik kalır dersem abartmış sayılmam. Kurtuluş Caddesi üzerindeki mekân, 20.yy başında inşa edilen iki katlı taş binanın zemin katında ve neredeyse ilk günden bu yana aynı şekliyle muhafaza edilmiş durumda. “İçerdeki müdavimlerin bir kısmı da sanki ilk günden beri oradalarmış hissi veriyor” desem herhalde gözünüzde bir şeyler 63 gezi-yorum canlanmıştır. Dört kuşaktır mekânı işleten Sahilli ailesinin misafirperver tutumu ile bir Antakya klasiği olan mekânda namı çoktan şehrin sınırlarını aşmış ve mekânla özdeşleşmiş bir tatlı var: Haytalı. Aslında Arap Mutfağı’nın bir tatlı çeşidi olan bu gül suyu katkılı nişasta muhallebisi üzerinde dondurmayla servis ediliyor ve ben daha Antakya Mutfağı’ndan bahsetmeden tatlılara geçtiğimin farkındayım. Üzerine bir de asmalarla 64 kaplı arka bahçede küçük şadırvanın yanında Suvari ismini verdikleri cam bardaklarla kahve içtiyseniz tekrar yollara düşebiliriz. Antakya'ya gidip Uzun Çarşı'da gezmemek olmaz. Geleneksel el sanatlarından lokantalara kadar her türlü mesleği icra eden esnaf burada toplanmış durumda. Çarşının her ara sokağı ve caddesi farklı meslek gruplarına ayrılmış. Eğer meraklıysanız nar ekşisinin en lezzetlisini Uzun Çarşı'da bulabileceğiniz kesin. Hazır nar ekşisine meyletmiş ve çarşı pazar alışveriş moduna girmişken keçi peyniri, Çara peyniri, küflü peynir, Antakya’ya özgü pul biber, biber salçası ve şalgam suyu da alışveriş listesine eklenebilir pek tabi. Uzun çarşı gezmeniz bitti ve alışveriş yapmadan çıkabilmeyi başardıysanız hemen yakınındaki Habib-i Neccar Camii’ni görmek gerek. İslamiyet tarihi açısından da şehrin önemi büyük. Şehrin bir başka “ilk”i burada. Şöyle ki Anadolu’daki ilk cami Habib-i Neccar Camii. İlginç de bir hikâyesi var. Roma İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde Pagan tapınağı iken kiliseye, sonra da Müslümanların Antakya'yı fethinden sonra 636 yılında camiye dönüştürülmüş. Antakya'nın etrafını çeviren dağlara da ismini vermiş olan ve Yasin Suresi'nde ismi zikredilmeden bahsi geçen Habib-i Neccar, çok tanrılı dinler döneminde İsa Peygamber'in havarilerine ilk inanan ve Hıristiyanlığı gizli gizli yaşamaya ve yaymaya çalışan bir çoban. Habib-i Neccar'ın Romalılar tarafından yakalanması ve öldürülmesi sonucu, Roma halkının Allah'ın gazabına uğradığına inanılırmış. Caminin iki kat altında Habib-i Neccar'ın türbesi yer alıyor. Onun mezarı ile birlikte, Hz.İsa’nın havarilerinden Yuhanna, Pavlus ve Şemul'un da mezarları da burada. Şehrin mutlaka gezilip görülmesi gereken yerlerinden biri de elbette ki Arkeoloji Müzesi. Burası dünyanın Tunus'taki müzeden sonra ikinci en büyük mozaik müzesi. Bir kısmı duvar süslemesi, bir kısmı da zeminde kullanılmış olan bu mozaiklerdeki işçilik ve bazılarının boyutuyla gelen görkemi Antakya’nın Roma İmparatorluğu dönemindeki şaşalı günlerinin ipuçlarını 65 gezi-yorum taşıyor. Müze girişinde 1993'te bir evin inşaat çalışması sırasında bulunan, bir mezar için fazlaca görkemli ve bir an önce ölsem de şöyle bir mezarım olsa dedirtecek kadar iştah açıcı olan MÖ. 3. yüzyıla ait Antakya lahiti ayrı bir bölmede arz-ı endam ediyor. Hitit döneminden kalma aslan heykelleri ve sütun başları yanında tarih ve arkeoloji meraklılarını uzun saatler boyu alıkoyacak geniş bir koleksiyon da müzede sergileniyor. Çıkışa yakın uzun koridor boyunca size birinin gözlerini diktiği ve ayırmadığı hissine kapılırsanız şaşırmayın. Burada bulunan mozaikte işlenmiş olan vatandaşın gözleri ilginç bir ilüzyonla hangi açıdan bakarsanız bakın size bakıyor benden söylemesi. Bizde pek bilinmez ama Antakya’nın Hristiyanlık tarihi açısından önemi büyük. Çünkü Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra havarilerinden olan St. Pierre'in ilk konakladığı yer burası. Hatta Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerine sığınan ve ibadet eden bu topluluğa, yani İsa’ya ve dinine inananlara ilk kez “Hristiyan” denilen yer de Antakya. Gün yavaş yavaş ağarmaya yüz tutmuş olduğuna göre manzaranın tadının çıkacağı yüksek bir yere yani Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerine doğru yola koyulmanın 66 vaktidir. Buradaki çocukların size rehberlik ederek götürecekleri mekân bir mağara, dünyanın ilk kilisesi olan Saint Pierre Kilisesi. UNESCO'nun dünya mirası öneri listesindeki bu mekân Hristiyanlarca hac yeri olarak kabul edilmekte ve her yıl burada 29 Haziran günü Katolik Kilisesi’nce ayin düzenlenmekte. Hemen yakınında ise 20 metre mesafede sizi şaşırtmayı başaracak olan, Cehennem Kayıkçısı Heron'un bir kayaya oyulmuş dev büstü var. Bu kabartma Antiochus zamanında bir veba salgını sırasında yapılmış. Çok sayıda insanın ölümüne yol açan salgını önlemek için bir kâhine danışılmış ve onun tavsiyesi üzerine dağa şehre yüksekten bakan bir mask oyularak üzerine ölümleri önleyecek sözler yazılmış. Bu heykelin yanında ise, Hz. Meryem'in bir kayaya oyulmuş silueti yer alıyor. Ve tabi bunları görünce memleketin turizm potansiyelinin neredeyse sadece Akdeniz ve Ege kıyılarına mahkûm bırakılmasından üzüntü duymamak imkânsız… Artık acıkmış olduğunuza göre Antakya Mutfağı ile tanışmaya,”Dünyayı bir ev sayarsak o evin mutfağı Antakya’dır” diyenlere hak vermeye hazırsınız demektir. UNESCO tarafından dünya gastronomi şehri adaylığı kabul edilen Antakya’da en meşhuru künefe olmak üzere, envai çeşit kebap, humus, cevizli biber, mezeler, tatlılar ve daha birçoğu bu kadar güzel yapılırken diyeti de seyahatiniz boyunca rafa kaldırmak iyi fikir. Dile kolay 593 yemek çeşidini barındıran bir mutfaktan bahsediyoruz. Tarih boyunca çeşitli medeniyetlere ve kültürlere ev sahipliği yapmış olan Antakya Mutfağı da bu kültürlerle yoğrularak lezzet ve çeşitlilik kazanmış. Her medeniyet kendinden lezzetler, teknikler ve tatlar katarak bugünün zengin Antakya Mutfağı’nın oluşmasını sağlamış. Genel olarak Suriye, Lübnan, Osmanlı, Akdeniz ve Fransız Mutfağı’nın esintilerine rastlamak mümkün. Bu görkemli mutfakta bölgenin kedine özgü baharatlarının eşsiz kokusunu ve lezzetini bolca hissedeceksiniz. Sokakta yürürken bile sizi baştan çıkaracak şeylerle karşılaşacaksınız. Üstelik nerede yediğinizin pek bir önemi yok, hiçbir şekilde hayal kırıklığına uğramayacaksınız. Mesela herhangi bir kasaba uğrayıp, tepsi kebabı ısmarlayabilirsiniz. Antakya'da kasaplar aynı zamanda fırın ve ayaküstü lokanta hizmeti veriyor. Üstelik et, sebze, pide ve fırın ücreti dışında verdiği hizmetten ücret de talep etmiyor. Uzun Çarşı’da 67 gezi-yorum ya da mahalle arasındaki bir kasapta yiyeceğiniz herhangi bir kebap, bir seyyar satıcıdan alacağınız dürüm ya da bir restoranda da olsa yiyecekleriniz Antakya dışında herhangi bir şehirde lüks sayılabilecek özen ve lezzette hazırlanıyor. Benim önerim anason eşliğinde mezelere ağırlık vermek olacak. Bu sayede daha çok lezzeti tatma şansınız olabilir. En başta humus olmak üzere biberli ekmek, Aşur, içli köfte, ekşi aşı, nar ekşi soslu Firikli Sultan Salatası, cevizli biber, kabak ve ıspanak Borani, Mumbar, küflü çökelek ve Zahter salatası, Abugannuş, Tarator, sakız murcu, Kaytaz böreği, Şam Oruğu, Sarmaiçi, Maklube ve gidip yerinde keşfedeceğiniz onlarcası. Artık kebap çeşitleri ve ana yemekler için gerisi size kalmış. Bunca yemekten sonra halimiz nice olur diyenlere ise beyaz kahveyi önereceğim. Turunç ve portakal ağacı çiçeklerinden damıtılarak yapılan bu içeceğin hazmı kolaylaştırdığına inanılıyor. Şanslıysanız ve seyahatiniz nisan ayında gerçekleşecek ise bu yöreye özgü beyaz kahveyi de tatmadan dönmeyin. Elbette sırada Antakya'ya gidip tatmadan dönene kötü gözle bakılacak olan şehrin meşhuru peynirli künefe tatlısı var. Bunun için en iyisi oturduğunuz yerden kalkıp Künefeciler 68 Meydanı’na doğru biraz yürüyün ki midenizde yer açılsın. Alternatif olarak eğer bir taraftan Seylan çayını yudumlarken diğer taraftan da köz ateşinde künefenin yapılışını izlemek isterim diyorsanız, Uzun Çarşı’daki Ahmediye Camii’nin avlusunda bulunan çay bahçesini tercih edebilirsiniz. Hala yeriniz ve enerjiniz varsa künefeye alternatif olarak Ağızlı kadayıfı, peynirli irmik tatlısı, Züngül, Şenköy peynir helvası, Haytalı ve farklı bir teknik kullanılarak yapılan kirece yatırılmış kabak tatlısını da önerebilirim. gezerken yanınızda küçük bir fener ya da hiç olmazsa bir çakmak taşımanızda fayda var. Ayrıca, tünelin kenarlarında bulunan su kanallarına ve kaygan kayalara da dikkat etmek gerekiyor. Tünel çıkışında sol tarafta, kaya üzerine oyulmuş şekilde, bu tünelin yapılışına ilişkin İmparator Vespasianus'un imzasını taşıyan bir tablet var. Anlatıldığına göre İmparator tünelin ağzına kadar kayıkla gelir, buradan da –günümüzde hala ayakta duran- merdivenleri kullanarak sarayına ulaşırmış. Ertesi gün biraz şehir dışına çıkıp Hatay’ın bir diğer ilçesi olan Samandağı’na doğru yola koyulmalı. Burada sizi gezimizin belki de en dikkat çekici yeri olan Titus Tünelleri ve kaya mezarları bekliyor olacak. 1330 metre uzunluğundaki Titus Tüneli’nin yapımına, Antik Seleucia kent ve limanını dağlardan inen sel sularından korumak amacıyla M.S. 69 tarihinde Vespasianus döneminde başlanmış ve oğlu Titus (M.S.81) tarafından tamamlanmış. Giriş ve çıkış kapılarının yekpare taştan oyulmuş olması, o zamanın imkânları düşünüldüğünde inanılmaz geliyor insana. Tünelin 130 metre uzunluğundaki kapalı kısmında yaklaşık 30-35 metrelik bir mesafe tamamen karanlık olduğundan Bunca zahmete girmişken Titus Tünelleri’nin hemen yakınında yer alan ve 13 tane mağara mezardan oluşan kaya mezarlarını da görmelisiniz. Bunlardan Seleukeia Antik Kenti’nin en önemli kalıntılarından biri olan kayalara oyularak inşa edilmiş mezar kompleksi Beşikli Mağara özellikle görülmeye değer. Mağaranın içi irili ufaklı mezarlarla dolu ve imparatorun ailesine ait olduğu rivayet ediliyor. Titus Tüneli, Asi Nehri'nin denizle buluştuğu Çevlik Sahili’nin hemen üst tarafında yer aldığı için, bu zahmetli parkurun sonunda sizi sahilin doğal ve büyüleyici görüntüsü ile ödüllendirecek bir manzara bekliyor olacak. Hazır yollara düşmüşken enerjiniz, tarih ve sosyolojiye merakınız varsa Türkiye’deki tek Ermeni köyü olan Vakıflı’yı, St.Simoen Manastırı’nı, İssos (Epifenya) Harabeleri’ni, Seleukeia Pierra ören yerini, Ağlayan Musa Çınarı’nı, Dörtyol’a doğru Sokullu Paşa Külliyesi ve Payas Kalesi’ni, Yayladağ’da Barlaam Manastırı’nı, Reyhanlı yolunda Aççana ören yerini ve daha onlarcasını ziyaret edecek şekilde geniş bir Hatay turu yapmanız da mümkün. Tarihi medeniyetin başlangıcına dayanan ve bin yıllar boyunca hep bir cazibe merkezi olan bu topraklarda başınızı hangi yöne çevirirseniz bir kalıntıya ya da –ben de Antakyalıların yalancısıyım- kazmayı nereye vursanız bir sütuna denk gelmeniz kaçınılmaz. Seçenek isteyenler için mevsim yaz ise denizin tadını çıkarmak hiç fena fikir değil. Dedik ya burası “ilk”lerin ve “en”lerin yeri. Dünyanın en uzun ikinci kumsalı Samandağ'da. Kilometrelerce uzanan kumsallarıyla tanınan Samandağ ilçesinden Akdeniz’e açılmaya ne dersiniz? Çevlik Limanı’ndan hareket eden teknelerle kumsalı ve deniz mağaralarını keşfedebilir, tertemiz sularda kulaç atabilirsiniz. Deniz tutkunları için sonsuz kumsalların yanı sıra, adeta akvaryum berraklığındaki koyları barındıran Hatay’da, mavi yolculuk tutkunları da aradıklarına kavuşabilir. Paketletmeye niyetleneceğiniz yemekleri, koli koli yüklendiğiniz peynirleri ve bilumum Uzun Çarşı ganimetlerini saymazsak Antakya’dan hediyelik eşya olarak en güzel tercih sanırım defne sabunu olmalı. Defne diyarı Antakya dememiz boşuna değil çünkü hem bu ağacın en yoğun yetiştiği yer hem de mitolojide bahsi geçen, Apollon’un Daphne’ye olan karşılıksız aşkının yaşandığı yer burada, Harbiye’de. Hikaye şöyle: “Destana göre Apollon, Yunan deniz tanrılarından biri olan Peneus'un kızı Su Perisi Daphne'ye âşık olmuştur. Daphne'ye umutsuzca âşık olmasının nedeni, aşk tanrısı Eros'un oklarından birine hedef olmasıdır. Apollon aslında çok iyi bir okçudur ve kendiyle övünmeyi çok sever. Bir gün kendisi gibi iyi bir okçu olan Afrodit'in oğlu genç Eros ile karşılaşır ve onun okçuluk kabiliyeti ile ilgili alaycı sözler söyler. Buna karşılık, Eros öç almak ister ve iki ok hazırlar. Biri altın suyuna batırılmıştır ve saplandığı kişiye tutku ve sonsuz aşk verecektir. Diğer ok ise saplandığı kişiyi aşk ve tutkudan tamamen uzaklaştıracaktır. Altın ok Apollon'un kalbine saplanır ve Daphne'ye umutsuzca âşık olur. Fakat ne yazık ki diğer ok Daphne'nin kalbine saplanmıştır. Daphne, Apollon'dan sürekli kaçar ve aşkını reddeder. Bir gün Daphne yine Apollon'la karşılaşır ve kaçmaya başlar. Bu sefer yakalanacağını anlayan Daphne babası Peneus'dan yardım ister. Peneus, Daphne’yi Defne ağacına dönüştürür ve Apollon ona ulaştığında kalp atışları halen duyulmaktadır. Daphne sonsuza dek defne ağacı olarak kalacaktır. Ama içinde aşk ateşi yanan Apollon onu unutmayacağına ve unutturmayacağına söz verir. Zaferlerin simgesi olarak başlara konan bir taç olarak unutulmamasını sağlar. “Güzel Daphne! Eşim olmadın ama ağacım olacaksın hiç değilse… Bundan sonra sen, Apollon’un kutsal ağacı olacaksın. Her mevsim yapraklarını bir süs gibi taşıyacaksın! O solmayan ve dökülmeyen yaprakların, başımın çelengi olacak. Taç gibi taşıyacağım seni başımda… Ok kılıfımı süsleyeceksin sen! Zafer kazanmışların tacı sen olacaksın. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafer kazananlar, ünlü şairler, büyük işler başaranlar hep senin yapraklarınla mağrur alınlarını süsleyecekler. Lirimi sen süsleyeceksin! Şiirlerde, şarkılarda adlarımız ve sevdamız sonsuza dek yaşayacak!”. O günden bu yana defne her sevda rüzgârı esintisini 69 gezi-yorum duyunca eğilir. Defne ağaçlarıyla örtülü Harbiye’den akan şelaleler Daphne’nin gözyaşları sayılır. Tüm Apollon heykellerinin başında gördüğümüz defne yapraklarından yapılmış tacın sebebi de budur. Farklı inanç ve kültürlerin bu bereketli topraklarda bir arada barış içinde yaşamalarının sembolüdür defne. Antakya’ya veda için en uygun yer 10km uzaklıktaki Daphne'nin yurdu Harbiye, nam-ı diğer Defne. Helenistik ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla tanınan ve dünyaca ünlü bir sayfiye yeri olarak kullanılan Defne, o dönemde zengin halk kesimi tarafından yapılan çok sayıda köşk, tapınak ve eğlence yerleriyle dillere destan bir mekanmış. İmparator Gallus döneminde Harbiye 70 eski ihtişamını kaybetmeye başlamış, Arap istilasından sonra da bir daha parlak dönemlerine dönememiş. Günümüzde ise her biri neredeyse 300500 kişilik restoranları ile bölgenin en önemli eğlence ve gastronomi merkezi. Harbiye sizi birbirine karışan et, balık, mangal kokuları, müzik ve su sesleriyle karşılayacak. Gürül gürül akan suyun muhtelif yerlerine gazinolar, restoranlar yapılmış durumda ve bazılarında masaların ayakları suyun içinde. Bu cümbüşe anason kokusu ve Antakya Mutfağı’nın eşlik ettiğini söylememe gerek yok sanırım. Mesire yerlerinin hemen üst tarafında, tüm şehri ve bölgeyi tepeden görebileceğiniz bir seyir alanı ile farklı hediyelik eşya alternatifleri arayanlar için el dokuması ve ipek işçiliği ürünleri satan dükkânlar da hizmetinizde. Dönüş yolunda tadı damağınızda kalan ve bitmesini hiç istemeyeceğiniz lezzetlerin verdiği mutluluk ve zihninizde avlusunda limon ağacı olan bir taş evde yaşama fikri olacak. İnsanlığın medeniyetle tanıştığı, inançların tanrı aşkıyla birleştiği, sokaklarında farklı kültürlerin melodilerinin yankılandığı, kaldırım taşlarından semaya insanlığın huzura olan sessiz özleminin yükseldiği bu inanılması güç masal şehrini tanımış olmanın ayrıcalığı yanınıza kar kalacak ve “İyi ki varsın Entekye” diyeceksiniz. 71 fotoğrafın altı Siz uyurken 72 Şehirler uykudayken başlar balıkçıların telaşı. Gece avından sonra, sabaha karşı tekneler yanaşmaya başlar iskeleye. Balıkçıların pazarlık için bağırış çağırışı, martı sesleri, el arabalarının gıcırtıları güneşin yüzünü göstermesi ile daha bir yükselir. Balığın sofralara ulaşan zahmetli yolculuğunun fotoğrafları Yenikapı Balıkçı Hali’nden… Kasaları balıkla dolu olan tekneler günün ilk ışıkları ile iskeleye yanaşıyor. Tekne içindeki balık miktarı o günün fiyatını belirleyen en önemli etken. Tüm bekleyenlerin umudu gecenin bereketli geçmiş olması. Tekneler iskeleye yanaşıp balığı bıraktıktan sonra, balık hali mezat bölümüne geçiliyor. İhaleci kasaların başına toplanan esnafın sessizliğini “haydi konuşun” diyerek bozuyor. Bir süre sonra kendinizi hararetli bir pazarlığın içinde buluyorsunuz. Yazı ve fotoğraflar: Yücel Zorlu 73 fotoğrafın altı Geceden başlayan koşuşturmaca kasalar boşaldıkça dinmeye başlıyor. Yorgunluğunu dumanı üzerindeki çayla atmak isteyen balıkçılar çay ocağı etrafında toplanıyor. Tekne üzerinde satışı tamamlanan balıklar mezatta satılmak üzere taşınıyor. Güneşin ilk ışıkları ile balık halinde görsel bir şölen yaratan martılar, kendi kısmetlerinin peşindeler. 74 Sabah olduğunda yorgunluğa ve uykusuzluğa yenik düşenler, oturacak bir yer bulur bulmaz küçük bir mola veriyor. “Burada gece 4 gibi başlar hareketlilik. Sabah 10’a 11’e kadar devam eder. Gerçi bu balığın durumuna göre değişir. Gece çalışır öğleden sonra da yatmaya gideriz. Burayı bir de kışın görsen mahşer yeri gibi, şimdi sezon yeni başladı balık az çıkıyor. İskelede bekleyenler tekne yanaşınca doluşurlar içine, ilk satış orada yapılır toptan. Ondan sonra balık içeriye mezata girer. Ne kadar çok tekne gelirse fiyat o kadar düşer.” (Ali Aktaş - Balıkçı) Gün ağarmadan tekneleri karşılamak üzere iskele üzerinde toplanan balıkçılar. “Önceden şoför olarak çalışıyordum. Zor iş, balığı yükledin mi yetiştirmen lazım, mal sahibi bas gaza diyor. Yağmurdu kardı riskli iş. Şimdi içeriye geçtim daha rahatım, bu düzene alıştık, gece çalışıyor olmak rahatsız etmiyor. Sen uyurken biz çalışıyoruz, biz uyurken de sen.” (Serhat Kaya – Balıkçı) 75 odak noktası Türk Ceza Kanunu madde 46'dan; Mehmet Turgut “Aslına bakarsak, ünlü olmak gibi bir derdim hiç olmadı. Sadece işimi iyi ve layıkıyla yapmak gibi bir derdim var. Başarıyı getiren şeyin bu olduğunu düşünüyorum.” Röportaj: Aise Amet Ankara’dan İstanbul’a yerleşen Mehmet Turgut, 1977 Ankara doğumlu. Dedesinden miras aldığı fotoğraf geçmişini devam ettiriyor. Fotoğrafla iç içe büyüdüğü ve fotoğrafçı bir aileden geldiği için kendisini şanslı gördüğünü de her fırsatta dile getiriyor. Çektiği fotoğraflar bir kesim tarafından beğenilmesine karşın bir kesim tarafından da yoğun eleştiriler alıyor. Ancak bir gerçek var ki çalıştığı insanlarda yakaladığı ruhları, fotoğraflarına verme başarısı onu şimdilerin en çok konuşulan isimlerinden biri yaptı bile. Mehmet Turgut ile kendisini, fotoğraflarını, 46 dergisini ve projelerini konuştuk. 76 Fotoğrafçı bir aileden geliyorsunuz. Babanız ve dedenizin fotoğrafçı olması, hayatınızın bu yönde gelişmesini sağlamış. Fotoğraf genlerden mi geliyor? Genetik bir miras sanıyorum. Fotoğraf olmasaydı hayatımda Mehmet Turgut da olmazdı. Genetiğinizde bulunması daha doğru ve diğerlerinden farklı işlerin ortaya çıkmasını sağlıyor sanırım. Bundan dolayı da şanslıyım bu konuda çünkü fotoğrafçılık en yatkın olduğum sanat, o yüzden keyifliyim. Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan sonra hayatınızda neler değişti? Sancılı bir süreç miydi? Aslında pek bir şey değişmedi. Ankara’da da fotoğraf çekiyordum, İstanbul’da da fotoğraf çekiyorum. Açıkçası lokasyon değişti ama Mehmet Turgut ve tarzı pek değişmedi. Neden İstanbul’a taşınma kararı aldınız? Ankara’da yapacak bir şey kalmamıştı bana göre. İstanbul’a taşındıktan sonra yaklaşık iki yıl kadar bir çekyat üzerinde yaşadım. Hiçbir şey kolay olmuyor, elde edilmiyor. Zaten sayısını hatırlamadığım uluslararası ödül almıştım. İşimi de iyi yaptığıma inanıyorum. Bu nokta da kendinize ve yaptığınız işe duyduğunuz güven çok önemli bir rol oynuyor. Fotoğrafçılıkta farklı açılımlar yapmak, kendinize ve sanatınıza ivme katmak için değişimler yaşamanız gerekiyor bazen. Sanıyorum benim durumumu en iyi bu kelimeler anlatır. İstanbul’a geldikten sonra; Patricia Kaas, Emma Shaplin ve Ozzy Osbourne gibi sanatçılarla çalışma fırsatı buldum. Bu önemli bir adımdı kariyerim için. İstanbul’da çalışmanın artılarından biri de daha ulaşabilir, ulaşılabilir olmak. Fotoğraf: Özgür Acer Çalışmalarınızın genelinde karanlık, sert ya da depresif diyebileceğimiz, kanlı bir hava var. Bunu neye bağlıyorsunuz? Bunun nedeni şu olabilir belki, benim hayatımda hiçbir şey orta halli olmadı, olamadı. Ya düşük bir ivme vardı ya da çok yüksek... Ama kalıcı bir duruş her zaman vardı. Tarz dediğimiz şey de aslına bakılırsa budur. Konular değiştikçe de üzerine eklemeler yaparsınız. Sanıyorum ki, kanlı ve depresif bulunan ya da o şekilde tanımlanan dönem sadece bir dönemime ait. Bana dair bir şey. Ama kalıcılığı olan bir tarzın oluştuğunu düşünüyorum. Birçok ünlü isim sizinle çalışmak istiyor. Bunu nasıl başardınız? Aslına bakarsak, ünlü olmak gibi bir derdim hiç olmadı. Sadece işimi iyi ve layıkıyla yapmak gibi bir derdim var. Başarıyı getiren şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Yoksa siz işinizi iyi ve hakkıyla yapamadıktan sonra istediğiniz kadar uğraşın hiçbir şey 77 odak noktası 78 elde edemezsiniz. Ünlüler benden çekinir biraz. “Mehmet bizi ne hale sokacaksın” diye söylenirler. Mesela birine desem “senin sadece pür portreni çekeceğim”, “Aaa! Benim neyim eksik” der. göstermişler. Bence manipülasyon becerisi, bir fotoğrafçı için önemlidir. Yapılan bilinçli bir deformasyonsa, fotoğrafa değer katar. Bu belgesel ya da haber kaynaklı fotoğraf harici için geçerlidir elbette. Fotoğraflarınızın hangi özelliği insanları çekiyor olabilir, neden size poz vermek istiyor insanlar? Yanıltıcı değilim, belki de o yüzden. Fotoğraflarım ve konularım olabildiğince dürüst. Objektifin karşısındaki kişiyle aramda bir iletişim olduğu çok ortada. Sadece fotoğraf çekmiyorum. Fotoğrafını çektiğim insanlarla samimi bir ilişki kuruyorum ve bu fotoğrafa yansıyor. Sonuç olarak, sanıyorum beni seviyorlar. Fikir ya da onay alıyor musunuz? Fotoğrafı çekmeden önce fikrimi söyleyip onay alıyorum. Nasıl bir çalışma yapmayı düşündüğümü anlatıyorum ve bana güveniyorlar. Güven olmazsa arada fotoğraf kalitesi düşer karşılıklı olarak. Yalnız şöyle bir sorun var, kendi fotoğraflarımı beğenmiyorum. Ofisimi değiştireli yaklaşık bir sene oldu ve ben hala duvara asacak tek kare fotoğraf bulamadım. Bu durum “daha iyisi olabilir”i getiriyor ve bu da sizi motive eden en önemli şey. Bir ilüzyon yaratıyorsunuz diyebiliriz o halde. Bu tavır, fotoğrafın gerçekçiliğini ne derece yansıtıyor? Buna inanmıyorum. Geleneksel dediğimiz fotoğrafçılar da insanları manipüle edip, olmadıkları gibi Çok istediğiniz ancak henüz fotoğraflayamadığınız kim var? Jack Nicholson mesela… Fotoğraf çekimleriniz oldukça yoğun bir şekilde devam ediyor. Sizi yorduğunu düşüyor musunuz? Mesleğimi severek yapıyorum, mesleğim aynı zamanda hobim. O yüzden problemim yok çünkü yaşam biçimim bu. İnsanın hobisinin işi olması da çok keyifli bir şey… Stüdyo ve kurgusal fotoğraflar çekiyorsunuz. Dış çekimleri neden tercih etmiyorsunuz? Stüdyo dışında çekilmiş yüzlerce fotoğrafım var aslında. İyi fotoğraflar olduklarını da düşünüyorum. Bazen dış çekimler de yapıyorum ama çok sık değil. Kendinizi tekrarlama ya da tekrara düşme konusunda tereddütleriniz oluyor mu? Tekrara düşmek değil tam olarak. Bir tarzın vardır ve tarz çevresinde dolaşırsın. Ama bu kendini tekrar değildir. Kendi tarzın etrafında dolaşmaktır. Tarz değil konular 79 odak noktası “Kendime 46 ile bir oyun alanı yarattım ve alanda çok keyifli projeler yapıyorum.” değişir. Konularda değiştikçe tekrara düşmek de çok zor... İnsanlarla iç içe olmayı seviyorum, zaten fotoğrafçı sosyal bir insandır. Kendini fotoğrafla ifade eden ve bu yaşıma kadar her gün fotoğrafçılık yapmış bir insanım. Entelektüel bir uğraş olsun diye fotoğraf makinesi alıp dağ bayır gezip fotoğraf çekmedim mesela. İlerleyen teknoloji sayesinde artık hemen herkes fotoğraf çekmeye başladı. Fotoğraf sanatçısı nasıl olunur? Herkesin elinde çok profesyonel 80 fotoğraf makineleri var ve herkesin adının devamında “Photograpy” yazıyor artık. Fotoğrafçılık başlı başına saygın bir meslek... Ama sanatçı olarak bağdaştırmak bana göre yanlış. Mesela yurtdışında doktor gibi fotoğrafçının da bir saygınlığı vardır. Maalesef ülkemizde sanatçı dediğimiz zaman saygınlık kazanılıyor gibi bir intiba var ve bana göre çok gereksiz bir tabir. Eğitim şart mı peki fotoğrafçı olmak için? Bu işi teknik olarak yapacaksanız eğer, yani para kazanma amacı güdüyorsanız, eğitim gerekli diyebilirim ama sanat olarak yapacaksanız eğitim şart bir şey değil. Mesela ben babamdan öğrenerek başladım. Ama tabi öğrenme süreci hiçbir zaman bitmiyor. Sıkça sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyorsunuz… Hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmıyorum. Benim için en önemli nokta bu. Senede birkaç projede yer almaya çalışıyorum ama gerçekten çok Serra Yılmaz’ın gergedan olarak yer aldığı “46 – Hayvanlar Özel Sayısı”nın kapağı; 59 dergi kapağı arasından, “Yılın Dergi Kapağı” seçildi. “46 dergisi bana ait bir oyun alanı, açıkçası maddi olarak beklentilerim, kaygılarım yok. Sadece insanlara kendilerine bir şeyler katabilecekleri noktalar üzerinde duruyorum. Kaygı seviyesi düştükçe sanıyorum ki, başarı ve beraberinde yapılan işten haz da artıyor.” ince eleyip sık dokuyorum. Gideceği yer ve mesajı çok önemli. değil. Her sayıda 20 bin TL zarardayız. Bundan şikâyet etmiyorum çünkü 46’nın amacı para kazanmak değil. Pek fazla göz önünde olmayan ya da göz önünde bulunmayı tercih etmeyen kişiler aslında benim için çok değerli. Ayşen Gruda mesela. Açıkçası benim için çok önemli ve özel bir durum. Dergimizde yabancı birçok isme de yer veriyoruz. Konular çok farklı ve insanlara bir şeyler kattığını düşünüyorum, en önemlisi de bu. Son sayımızı “Hayvanlar Özel Sayısı’’ olarak planladık. Serra Yılmaz’ın kapak olduğu sayımız ünlü bir dergi tarafından yılın kapağı seçildi. Hayvan haklarını daha görünür kılmak adına yaptığımız çalışmanın ödül alması da son derece önemli bizim için. Geçen yıl yayın hayatına başlayan “46 Magazine”in yaratıcı yönetmenliğini üstlenip tabuları alt üst eden fotoğraflarınız ile konuşulan ve takip edilen bir dergi yarattınız. Tepkiler nasıl? Derginin ismi neden 46? Bildiğiniz deli raporu. Kaçıklık sertifikası… Yayın hayatına Cem Yılmaz kapağı ile başladı. Cem Yılmaz üzerinde deli gömleği ve “Ben deli değilim’’ diyor. Her sayıda farklı bir bakış, bir konu üzerine yoğunlaşıyoruz. Fotoğraf çekimleri de bu yönde gelişiyor. Her insanın içinde kolay kolay dışarı çıkarılamayan bir taraf olduğunu düşünüyorum. Sanırım benim yaptığım kostüm giydirip kılık değiştirmek değil, ruhu dışarıya çıkarmak. Dergicilik nasıl gidiyor peki? Dergicilik pek gitmiyor aslına bakılırsa. Dergicilik para kazandıran bir şey Mehmet Turgut, fotoğraf ile ilgilenenlere neler söyler? Teknik anlamda fotoğrafçılık bir şekilde çözülebilecek bir şey. Bir fotoğraf makinesinin nasıl kullanılacağını çözmek, objektifi, ışığı çözmek zaman içersinde öğrenilebilir. Zor olan ise, zihindekini fotoğrafa yansıtmak... Sadece istediklerini, hayallerini gerçekleştirmek yönünde çalışsınlar gerisi zaten gelir. Peki, takipçisi olduğunuz fotoğraf sanatçıları var mı, kimleri beğeniyorsunuz? Jan Saudek. Çünkü Saudek fotoğrafçılık hayatına başladığında benim başıma gelenlerle benzer olaylar yaşamış. Tanıdığım en korkusuz fotoğrafçı. Fotoğrafımı çekmesini isterim mesela. Tamer Yılmaz, Koray Birand gibi sayabileceğim bir sürü isim var… Keyifli sohbet için çok teşekkürler. Bursalılarla beni buluşturduğunuz için ben teşekkür ederim. 81 uzaktaki yakın Venedik Denizden gelen Adriyatik kraliçesi Suyla en iç içe geçmiş kaldırımların sahibi. 118 adası, 170 kanalı ve 400 köprüsüyle “denizin gelini…” Venedik; tarihin denizle, denizin insanla, romantizmin İtalyan kültürüyle buluştuğu bir yer. UNESCO tarafından korumaya alınmış, tamamı sit alanı olan bu şehrin sokakları, büyünün İtalya’daki resmedilmiş halidir adeta… 82 Sular, irili ufaklı köprüler, daracık sokaklar, belki de dünyanın en güzel meydanı, gondollar ve yüzyıllardır nasıl ayakta kaldığına hayret edilecek otantik binalar… Venedik bir başkent değil ama sanki aşıklar için dünyanın merkezi. Çünkü “aşkın şehri”, suların başkenti… Suların içerisinde yüzyıllar geçirmiş olan Venedik, tarih boyunca Avrupa’nın en önemli ticaret merkezlerinden biri oldu. İnsanlar için her zaman cazibe merkeziydi. Gizemlerle dolu sokakları ve dipleri Hazırlayan: Sezai Evans çamur dolu, etrafı kazıklarla çevrili binaları ile insanları hep büyüledi. Kocaman binaların bu kadar sene suyun içinde nasıl dimdik kalabildiği, Venedik’in gizemlerinden sadece bir tanesi… Binaların altında kazıklar var. Dipleri de çamur dolu. Evlerin temelleri ise bu kazıklardan oluşuyor. Milyonlarca kazık olduğu biliniyor. Büyük Kanal'da, karaya yakın alanlarda suyun üzerinden görünen kazıklar da var. Bu kazıklar, gemiler sığ yerlerde karaya oturmasın diye kılavuz olarak çakılmış direkler... Yüzlerce parça adacıktan oluşan Venedik, birbirine küçük ama estetik köprüler ile kenetleniyor. Ulaşım içinse gondollar kullanılıyor. Bu meslek babadan oğullarına geçiyor ve göründüğü gibi basit değil… Venedik, Türklerden ve Araplardan öğrendikleri sayı sistemi ile ticaret aritmetiğini en üst düzeye çıkarmış bir şehir. Bugün bile Venedik'te yaşayanların %50'den fazlası geçimlerini turizmden sağlıyor. Bir günde 150.000 turist ağırlayacak kadar cazibesi yüksek bir şehir… Tabi bu cazibenin bir de bedeli var. Turistik olması ve neredeyse tüm ulaşımın deniz yoluyla yapılması sonucu fiyatlar İtalya'nın geneline göre %10 daha pahalı… Ama bu fiyatlar şehrin albenisinin ötesinde de değil… Venedik’in can damarı neresidir diye sorsanız karşınıza şüphesiz ki Venedik’in simgesi Grand Kanal gelecektir. Venedik'in kara ile flört ettiği alandan kalkan Vaporetto denilen gezinti gemilerinden bir tanesine binmeniz bu kanalın tadına 83 uzaktaki yakın bakmanızı sağlayabilir. Sürprizlerle dolu bir rüya kanalı olan bu yerde ne tarafa bakacağınızı şaşırabilirsiniz. Suların üzerinde süzülürken Venedik'in kendine has ev mimarisi sizi yeterince etkileyecektir. Her bir bina birbirinden güzel renklere boyanmış suların içinde yüzyıllardır solmayan nilüfer çiçekleri gibidir. Evlerin kapılarının suya açıldığını fark edince bir an duraksayabilirsiniz. Sadece gondolların girebileceği genişlikteki küçük kanalcıkları gördüğünüzde ise, her köşede başka bir maceranın saklı olduğuna inandırırsınız kendinizi. Suların, binaların, gondolların 84 ve köprülerin etkisinden henüz kurtulamamışken kendinizi dünyanın en ihtişamlı meydanlarından bir tanesinde bulabilirsiniz. Bir yanı denize bakan bu meydanın ismi San Marco’dur. Meydanda; katedraller, kiliseler, Campanelli, Dükler Sarayı ve diğer ihtişamlı binalar bulunur. San Marco’da adım attıkça başka bir dünyada olduğunuza iyiden iyiye inanabilirsiniz. San Marco (St. Mark) Meydanı, tüm dünyada binlerce güvercini ile bilinir. Ünlü kafeleri ve lüks mağazaları ve kapalı galerileri ile devasa bir mermer salon şeklindedir. Burada üzerinde şehrin simgesi olan kanatlı aslan ve San Teodoro'nun heykelleri bulunan granit sütunlar da vardır ve bu sütunlar İstanbul'dan getirilmiştir. San Marco’da başınızı döndürecek birçok bina bulunur. Bunların başlıcası ise St. Mark Bazilikası olarak sayılabilir. Cumhuriyetin devlet kilisesi olan Bazilika, on iki havariden birisi olan San Marco'nun kemiklerini muhafaza etmek amacı ile 1063 ve 1073 yılları arasında, Avrupa ve Bizans karışımı bir tarzda inşa edilmiş… Rönesans döneminde ve 17. yüzyılda bazı değişiklikler yapılmış olan Bazilikanın süslemeleri dünyada eşine az rastlanır güzelliktedir. Yunan haçı tarzında inşa edilen Bazilika’nın soğan şeklindeki kubbesi, haçın kolları üzerine inşa edilmiş olan, farklı yüksekliklerdeki küçük kubbeler tarafından desteklenmiş. Bu süslü bazilikaya, “Altın Kilise” de deniyor. San Marco’ya büyü katan sadece bu kilise değil elbette. Yurtdışı seferlerinden elde edilen hazinelerin bir gelenek gibi meydana işlenmesi de bu büyüyü arttıranlar arasında. Duvarlar, mermer ve değerli heykeller ile kalın bir tabaka ile kaplı bu meydanda; cepheler, rengârenk mermer ve heykellerle donatılmış durumda. Elbette İstanbul'dan getirilen dört adet bronz at heykelini de unutmamak gerekir. 1797 yılında Napolyon tarafından Paris'e götürülen dört bronz at heykeli, Fransız İmparatorluğu’nun sona ermesiyle yeniden Venedik'e geri getirilmiş. Bazilikanın içerisi; göz kamaştıran süslemelerden, ender bulunan mermerlerden, Bizans ve Rönesans etkisindeki altın kaplı fonlar üzerine yapılmış mozaiklerden oluşmuş. 12. yüzyılın taş döşemeleri oldukça süslü ve göz kamaştırıcı bir tablo çiziyor. Doge (Düka) Sarayı da Venedik’e gittiğinizde görmeden gelinmemesi gerekenler arasında. Venedik'in güç ve şöhret sembolü olan saray, aynı zamanda hem Düka'nın ikamet yeri, hem de hükümetin bulunduğu yermiş. Bu görkemli saray, beyaz ve pembe mermerin oluşturduğu sevimli geometrik şekillerin düzeni ile aynı zamanda sevimli bir görünüm de sergiliyor. Avlusu ise heykellerle örülü tam bir Rönesans klasiği… Özellikle ön cephe dikkat çekiyor. Değişken, ritmik cumbaları ile Venedik tarzı kemerler, sıva ve duvar süslemeleri ile saray asaletini taşıyor bu görkemli yapı… Tavanı da Veronese ve öğrencileri tarafından yapılan on bir resim ile süslenmiş… Duvarları Venedik tarihini 85 uzaktaki yakın anlatan resimlerle döşenmiş olan toplantı salonu, sarayın en güzel odası. Büyük meclis salonunda bulunan Tintoretto'nun Paradiso’su (Cennet) ise, dünyanın en büyük resimlerinden bir tanesi... Campanile ismindeki 99 m. yüksekliğindeki Çan Kulesi; sadeliği ile hemen yanı başındaki Bazilikanın şaşaasına büyük bir tezat oluşturuyor. Venedik'e hâkim olan muhteşem manzarası ise insanı büyülemeye yeter. 10. Yüzyılda inşa edilen Campanile, 1902 yılında yıkılmış ve yeniden inşa edilmiş... Saat Kulesi ise 15. Yüzyıla tarihlenmiş. Kadran ayıları burç sembollerini tasvir ediyor. Saat kulesinin yukarısında bulunan, iki büyük bronz insan olan meşhur “Mori”lerin, 500 yıldır saati çaldığına inanılıyor. Venedik’te dikkatleri üzerine çeken dokuların başında köprüler de gelir. Tarihin içerisinde günümüzden geçmişe geçtiğinizi hissettirebilecek kadar büyü sahibi bu köprüler, Venedik’in misafirlerine yaptığı bir gösteri gibidir adeta… Bunlardan en bilineni olan Rialto Köprüsü kentin en renkli noktalarından birisidir. Yalnız iki 86 yakayı birbirine bağlamakla kalmaz; aynı zamanda cıvıl cıvıl bir alışveriş alanıdır. Girişi ve çıkışında birbirinden güzel cam eşyalar (ki Venedik ile özdeşleşmiş bir dokudur) şehrin festivallerinde artık sembolleşmiş maskeler, özenle hazırlanmış kuklalar, ayakkabılar, çantalar ve birçok hediyelik eşya bulabilirsiniz. Hatta meyve sebzeden tutun da şekerleme ve çöreklere kadar satın alabilecek birçok şey de bu köprünün ahengini tamamlayanlar arasındadır. Rialto köprüsünün üzerindeki Grand Kanal manzarası ise unutamayacağınız birkaç dakika anlamına gelebilir. Altınızdan geçen gondollar, Vaporettolar; içinizi ısıtan güneş ya da gecenin içinde ışıl ışıl akan sular, hele bir de binalardan yankılanan gür sesleriyle aria söyleyen gondolcular varsa değmeyin keyfinize… Kaybolmaya alışılacak kadar köşe bucağı benzer bir şehir olan Venedik, her yönüyle insanı kendisine çekmeyi başarabilen de bir yapıya da sahip. Aşık olunası ve aşk yaşanası bir yanı da saklı içerisinde. Zaten dünyada “Aşk Şehri” olarak geçiyor ismi. Her köşesinde etkilenebilecek bir şey bulmak mümkün Venedik’te. Yaklaşık 2 km. uzunluğundaki Grand Kanal’da, 'Patrici''lerin yaşamış olduğu evleri görmek bile etkilenmek için yeterli. 200 adet mermer sarayı yan yana görmek… Venedik'in en güzel malikâneleri olan bu sarayların başlıcaları ise şunlar; Palazzo Corner, Palazzo Grimani, Cà d'Oro, Palazzo Vendramin, Palazzo Dario, Palazzo Rezzonico, Palazzo Foscari, Palazzo Pesaro ve Ponte di Rialto… Bu saraylarda Gotik, Rönesans, Bizans ve Barok stillerine sıkça rastlamak mümkün… Venedik’i anlamak da anlatmak da aslında çok kolay değil. Çünkü denizin ortasına kurulmuş muhteşem yapılardan oluşan bir şehri anlatmak her zaman eksik kalabilir. Nasıl ki Atlantis üzerine binlerce efsane varsa ve nerede olduğunu, tam olarak nasıl bir yer olduğunu kimse bilmiyorsa, Venedik’in tam olarak nasıl bir yer olduğunu da açıklamak oldukça güç. Sihirli bir yapısı var Venedik’in. Görmeden ve içinde yaşayıp o nemli havasını solumadan kolay kolay gözünüzde canlandırabilecek bir yer değil... 87 semboller A - mor Edebiyatın ve sinemanın en çok işlenen iki konusu aşk ve ölümdür. Herhalde bizi en çok etkileyen olgular bunlar. Sosyal ve psikolojik araştırmalarda insanın hayatında en etkili olayların başında bir yakınını kaybetmek ve boşanma geliyor. Ölüm duygusu ile baş edebilen en güçlü duygu belki de aşk. Latin dilinde aşk a-morte yani ölümsüz anlamında kullanılmış Amor olmuş. Dünyanın en romantik şehirlerinden biri Paris ise diğeri Roma olabilir mi? Roma - Amor ilişkisi buradan mı geliyor acaba? Aşk, bir insana bir özneye yönlendiğinde mecazi, Tanrı’ya ya da ulvi değerlere yöneldiğinde ilahi aşk olarak tanımlanıyor. Bu ikisi arasında kesin çizgiler olmadığını, ikisinin de birbiri içine geçebildiğini, mecazi aşkın, ilahi aşkın bir gölgesi, tohumları, bir yansıması olduğunu düşünüyor tasavvuf insanları. Aşkın en güzel örneklerinden birini Alman yazar, şair ve düşünür Wolfgang Von Goethe veriyor bize. Ünlü düşünürün sevgilisi Beatrice’ye söylediği söz, aşkın karşımızdaki özneye bağlı olmadığını, onun insanın kendinden kaynaklandığını, yaşadığı bu duygunun aşkın kendisinin doğal bir tezahürü olduğunu anlatıyor bize. Şöyle diyor Goethe: - Sizi seviyorum bayan ama bundan size ne? Bu aynı anda aşkın karşılıksız bir duygu olduğunu, karşılık beklemenin aşkın 88 o nazik, hassas, çok kırılgan sırça doğasını bozabileceğini göstermiyor mu? Aşkın bir de paradoksal bir tarafı var. Olmayınca artıyor. Yani tüketemediğimiz kadar çoğalıyor. Ünlü ozan Âşık Veysel’e aşk nedir diye sorulunca şöyle cevap vermiş: Kavuşamazsın, Aşk olur. Âşık Veysel’in kendisini terk eden karısı hakkında anlatılan hikaye de çok çarpıcı. Karısı bir başkası için evi terk ederek kaçarken, bir süre sonra ayakkabısında bir şişlik, bir fazlalık olduğunu fark eder. Ne olduğunu anlamak için baktığında kocasının onun için koyduğu parayı bulur. Bunlar mecazi aşklar, bir de ilahi aşklar var ki onları zaten aşıkları yazmışlar sahifelerce, kitaplarca. Maşuka olan aşk cisimleşmiş Mevlana’nın Mesnevi’si olmuş, Yunus’un divanı olmuş. Başka birçok hak aşığı da yazmış aşklarını. Eksik kalan birçok şey vardır elbette ama Yunus Emre cümleyi şöyle tamamlamış: - Aşk gelince cümle eksikler tamam olur. Aşk dışarıdan mı içerden mi gelir? Âşık Abdulkadir Kılınç olmak için illa bir dış nesneye ya da özneye ihtiyaç yok belki de. İnsan aşk halinde olunca o gider bir öznede şekil bulur. Bazen bir suyun yansısından gözlerimize girer de Narsissos oluruz. Bazen de gözlerimizin önündedir de söyleyemeyiz. Tam da Behçet Necatigil’in söylediği gibi: SEVGİLERDE Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı… Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telaşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vakit olmadı. 89 köşe Dilek Şen Nasıl severiz? Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir… Biz kadınlar için sevgimizin en net tanımıdır bu cümle. Neyi nasıl seveceğimizi asla tahmin edemezsiniz, tıpkı neyi neden sevmediğimizi anlamlandıramadığınız gibi. Bazen çocuk olmayı severiz, saçlarımız okşansın, bize şefkat gösterilsin, içimizdeki küçük kıza kulak verilsin isteriz. Başımızı koyacak bir omuz arar, gözyaşlarımızı silecek güçlü eller, sırtımızı yaslayacak dağ gibi kimselere yanımızda yer açarız. Tam böyle sevilirken küçük kızı yaşattığımız yüreğimizdeki amazon uyanır ve dünyanın en güçlü canlısına dönüşürüz. Böyle zamanlarda bizi uzaktan izleyenleri severiz, elimizin altında gezinenlere, hayranlığından ayran budalasına dönenlere gıcık olur, bizi bizimle bıraksınlar isteriz. Maazallah bu süreçte ısrarcı olanları acımasızca kara listeye alır, ağızlarıyla kuş tutsalar eski bizi göstermeyiz. Anaçlığımız tutar bazen, sahipleniriz delicesine, değerlidir, önemlidir 90 bizim için bazı şeyler; evimizin perdesi, ofisimizin kaşesi, bir bebeğin gülümsemesi, bir erkeğin sesi… Uzar gider sevdiklerimiz, sevdikçe sahiplendiklerimiz. Bazen zarar veririz farkında olmadan sevdiklerimize, yorar bizim sevgimiz ama kendimizi affettirmeyi de biliriz. Yaratıcı bir yanımız olduğundan belki, akla sığmayan sürprizlerle çıkarız sevdiklerimizin karşısına, her şeyimizi önlerine sermiş gibi davranırız. Oysa en sevdiğimiz yanımız gizemli oluşumuz. Hiç kimseleri almadığımız bilinmezliğimiz, anahtarsız bir sığınaktır içimizde, kapısı olduğundan dahi habersizdir mahrum etmek istediklerimiz. Kadınca sevgilerimiz, kadınca tepkilerimiz, kadınlığımız kadar anlaşılmazdır. Çocuğumuz gibi sevdiklerimiz, anne-babamız, sevgilimiz gibi sevdiklerimiz vardır. Bir de isimlendirilemeyen sevgilerimiz. Elimizin değdiği her şey kıymetlidir bizim için; sahiplendiklerimizi terk etmeyiz kolay kolay, vazgeçmiş gibi olduklarımıza geri döneriz kimi zaman. Oysa sildiklerimizin hiçbir şansı yoktur yarınlarımızda. İçimizi yaksa da sevgileri yüreğimize senktonize değilse aklımızdaki yansımaları sevgisiz bırakır acıtırız, hem kendimizi hem sevdiğimizi. Acıyı seven bir yanımızda olduğundan belki, bitti dedikten sonra geri dönmeyişlerimiz. Ve uzun mücadelelerle kurtarmak isterken her şeyi, sessizce çekip gitmenin hüznünü sevme biçimimiz. Yaratıcının bize sunduğu çetrefilli varlığımızın bin bir çeşit özelliği gibi yüreğimizi ısıtan sevgi de su terazisine bağlı değildir içimizde. Ayarlarını kendimiz verdiğimizden belki, yıkılmaya yüz tutan Pizza Kule’lerimizin, o dengesizlik halinde dahi ayakta kalması. Kalın çizgilerimiz var gibi görünse de tırtıklıdır bizim bakış açılarımız, aralarındaki gizemi severiz. Çiçeği, böceği, beşeri her şeyi sevebiliriz, sizi ne kadar sevdiğimizi asla çaktırmayız. Siz bazen çok sevdik sanırsınız, bazen az; ama bizim hassas terazimizin kadranı bize dönüktür. Sizin bunu merak eden halinizi de ayrıca severiz. Sevgiyle kalınız… 91 serbest yazı Özlem Şenkoyuncu Sevgi dolu bir yatırım tavsiyesi “Şimdi hayattaki tek rolümüz, Sevgi'nin kendisi olmak. Yaptığımız her şeye, bir araya geldiğimiz herkese sevgi katmak.” Lauren C. Corgo Son yılların en gözde yatırımlarından... Kesinlikle bire bin veriyor, hayatınızı değiştiriyor... Yatırımınız karşılıksız kalmıyor, zaman geçtikçe değer artıyor, kıymetleniyor. Yatırım yapmanız her gün, her an mümkün... Yatırım için ise çok para harcamanıza gerek yok. En başta istek olsun, buna vakit ayırın yeter. Acaba bu neye yatırım diyorsanız cevabını hemen vereyim. Tabi ki kendinize yatırım, “kişisel gelişim” yatırımı... Hayatımızın daha güzel, daha anlamlı ve daha mutlu geçmesini istiyorsak öncelikle kendimize yatırım yapmamız, kendimizi sevgiyle ve bilgiyle donatmamız, bunun için çaba harcamamız gerekiyor. Her güzel şeyin içinde sevgi olduğu gibi kişisel gelişimde de sevginin önemli bir payı var. Çünkü kendini seven, ailesini seven, işini seven hatta vatanını seven insan kişisel gelişimine yatırım yapar. 92 Kendisini geliştirip hem kendine hem de topluma daha faydalı bir birey olabilmek için çaba sarf eder, vakit ayırır... İşte o zaman kendimizi sevdiğimizi kendimize vakit ayırarak göstermiş olacak, daha mutlu ve stressiz bir hayat yaşayacağız... Günlük ev ve iş telaşemizde hep zamansızlıktan ve hiçbir şeye yetişememekten yakınırız. Kişisel gelişimimiz için eğitim ve seminerlere katılmak, kitap okumak, sinemaya gitmek, doğa ve kültür gezilerine katılmak, bir hobi edinmek ve profesyonelleşmek, özel kurslara katılmak bizim için bu vakit kıtlığında imkânsızdır. Bir de bu konular için ekstra para ayırmak birçoğumuz için bütçemizde öncelikle harcamalar listesinde değildir. Sevgiyi kendimize vakit ayırıp yatırım yaparak önce kendimize sunmalı sonra da içimizde büyüterek etrafımıza yansıtmalıyız. Çünkü etrafımıza yansıttığımız sevgi çok önemli... İçimizdeki sevgiyi göstermediğimiz, paylaşmadığımız zaman o sevginin kişiye de bir faydası olacağını düşünmüyorum. Sevgi paylaşıldıkça kartopu gibi büyüyen ve bumerang gibi yine bize dönen eşsiz bir duygu... Sevgiyle yaşanan bir hayat içinde başarıyı, mutluluğu, sağlığı barındırır. Her şeyin başı sağlık der büyüklerimiz bir de buna lütfen sevgiyi ekleyin... Zamanımız gerçekten çok kısıtlı. Ama hızla da akıp geçiyor... Hayatımızı daha kaliteli, daha verimli ve daha mutlu geçirmek için şartları zorlayarak kişisel gelişimimiz için zaman ayırmalıyız. Sevgisiz kalmayın, kendinize yatırım yapın. 93 havadan sudan Yolumdaki sevgiler Duyguların tümünü canlandıran, hayata anlam katan, hüznü neşeye, korkuyu tutkuya, vazgeçmişliği umuda dönüştüren yaşam enerjisi… Varlığının huzur verdiği, yokluğunun ruhları hasta ettiği mucizevî duygudur sevgi. Nazan Aşkalli Uçakla yolculuk etmek üzereyim. Uçak yolculuklarında gökyüzünün uçsuz bucaksız sonsuzluğuna dalar giderim hep. İçimdeki kıpırtı yerini sakinliğe bıraktı birkaç dakika içinde. Yol arkadaşımın ısrarlı sohbet çabalarını ustaca geri çevirerek düşüncelerimi gökyüzünün boşluğuna bıraktım. Uzaklaşan şehir ışıklarındaki küçük dünyaları düşündüm. Kavuşanların, yollarını ayıranların ya da yeniden kalbinde sevginin ışığını bulanların benzer öykülerini düşündüm. Sevdikçe güzelleştiğimizin farkına vardım bir an ve sevgisiz aslında yok olacağımızın. Sevginin olduğu yerde huzur, doygunluk ve tatmin vardır. Detaylarda kaybolmadan sevmek olduğu gibi, öylece kabul etmek de başarıdır hayatta belki. İçimde tanıdık bir mutluluk sebepsizce belirirken anlamaya çalışıyorum sevgiyi. Hani yapraklarını büyük bir hevesle tek tek koparıp “Seviyor… Sevmiyor…” diye fal baktığımız, sonra sonuç sevmiyor çıkınca asılan yüzümüze inat yeniden başladığımız papatya anlamış mıdır acaba sevgiyi? Sevildiğimizden ne kadar emin olsak da ispatlama çabamız bitmiyor. Muhtaçlığımızın tükenmediği bu duygunun türlü halleri, her yerde her an karşımızda. Menekşeleri ile konuşan annem geliyor gözümün önüne. Aralarındaki ilişkiye bozulduğumdan habersiz saatlerce konuşur, sever, sulardı onları. Onlar da sevildikçe şımarır, filizlenir cömertçe renklerini sunardı karşılığında. Hiç çiçekler anlar mı diye düşünürken yıllar sonra kuru bir dala dönmüş olan begonvilin karşısında buldum kendimi. 94 Yeşertmek için onca çaba, sabır dolu günlerin ardından, bir sabah minik tomurcuğunu gördüğümde, içimdeki sevinci ve umudu tahmin edersiniz. İnandım artık doğanın da bir ruhu olduğuna... Mucizedir sevgi. Henüz anne karnındayken hikâyeler anlatılan, şarkılar söylenen, merakla beklenen bebeğin hissettiği ve hissettirdiği huzurdur sevgi. Bazen tutkuya dönüşür, öyle ki tehlikeleri bile görmezden gelirsin. İnsanoğlunun içindeki sevgi gücüyle neler yapabileceğini hayranlıkla izlersin. Dağların zirvesine yolculuk ederken kayaların her köşesine dokunup hissedenler bilirler, bulutlara kadar uzanmanın hazzını. Özgürlüktür sevgi. Mavidir, uçsuz bucaksız denizler… Dalgaların sesi, kızıma adını verdiğim yosunun kokusudur. Güzelliğini derinlerde gizleyen o masmavi suların tutkunları; korkusuzca, sessizce keşfe çıkarlar o büyülü dünyayı. İncitmeden, kirletmeden yolculuklarını tamamlar, tükenen canlı türlerini yaşatmak için mücadele ederler. Savunmasız olan her şeyi korumaktır sevgi. İlişkilerde giderek artan samimiyetsizlik mutsuz ediyor beni. Neden bu kadar hayal kırıklığı, depresyon ve öfke var. Duygular bir yere kadar gizleniyor ama mutlaka gerçek hissediliyor zamanla. Karşılaştığımda tanıdık bir yüzde, “selam canım” derken gözlerinden “senin canına okuyacağım” ifadesini gördüğümde sevgiyi düşünüyorum. Detaylara takılmamam gerektiğini, kimsenin kimseyi sevmek gibi bir mecburiyeti olmadığını tekrarlıyorum kendime. Sevdikçe özgürleşiyor, özgürleştikçe seviyorum. Bağımlılığa ve köleliğe dönüştürülen ilişki değildir sevgi. İlginçtir bazı insanlar “seni seviyorum” derken çok cimri davranırlar. Bazılarımız da çok fazla kullanıp anlamını yok ederiz. Dengeyi kurmak zor gibi... Her çiftin benzerdir diyalogu; “Beni seviyor musun? sorusuna “Elbette hayatım yoksa yanında olur muyum?” yanıtı gelir. Çoğu zaman hissedilenle söylenen o kadar aykırıdır ki, işte o noktadan sonra birisi inanmış gibi diğeri de seviyormuş gibi davranmaya devam eder. Aşkın, sevginin kanıtı ve ölçüsü olmaz, aranmamalı. Sürekli duyguları tartmak, oyunlarla denemelerle ispatlamaya çalışmak boş bir yorgunlukla sonuçlanır. Beklentiler gerçekleşmeyebilir ve çoğunlukla gerçekleşse bile giderek artar sevgiyi ispatlatmak ihtiyacı. Zamanla yaşanan güzelliklerin yerini yaşanamayanların gerginliği alır. Geç kalınan bir randevu dünyanın en büyük sorunu olur. Hoşgörüdür sevgi. Âşık olmanın gücünü bencilliklerimden arınmakta kullanmayı, sevgi mucizesinin her türlü güçlüğün üzerinden gelebileceğine inanmayı, görünenle gerçeği ayırmayı, her gün yeniden öğreneceğim sanırım. Çünkü paylaşınca ve sevdiğimde mutlu oluyorum, herkes beni sevdiğinde değil. Yolumdaki sevgiler ışık bana. 95 hemzemin “İsviçre çakısı olmak” Nazlıhan Ergin Şevik Muhteşem bir tirbuşon olmayı değil, İsviçre çakısı olmayı hayal ettim ben. Okunması gereken milyonlarca kitap, görülmesi gereken bir sürü resim, film varken, öğrenilecek, yapılacak, uygulanacak sayısız şey varken nasıl bir hikâyeye saplanıp kalabilirim ki… Bizi biz yapanlar yaşamımıza kattığımız deneyimler, renkler, yönler değilse nedir? Hiç düşündünüz mü, çok renkli olmak mı yoksa tek bir rengin tüm tonlarını yaşamak mı güzel olan? Hayatta bu kadar çok renk, çeşitlilik, seçenek varken hiçbir zaman tek bir şeye odaklanmayı istemedim ben. Rengârenk olmayı istedim, gökkuşağı gibi… “Bir tek şunu yapayım, onun da en iyisini yapayım” mantığında olmadım hiç. Hayata karşı fazla hırslarım olmadığından mı bilmem, hiçbir alanda uzman saymadım kendimi. Açıkçası bunun eksikliğini de hissetmedim. Çünkü yaptığım her şeyin yaşam kütüphaneme güzel değerler kattığını düşündüm. Evet, biraz maymun iştahlı davranmış olabilirim ama çok yönlü olmayı seviyorum ben. Bazen kızarım kendime “her şeyi yapmak zorunda 96 değilsin” diye ama bazen de iyi ki diyorum, iyi ki denemişim, yapmışım bak ne güzel birçok konuda az da olsa fikir sahibiyim. Falanca alanın, bilimin uzmanlarına değil de on parmağında on marifet insanlara özenirim hep. “Aman bir canımız var bu hayatta, yapmalı ne istiyorsa” diyerek sıvarım kollarımı aklıma esen ne varsa. Küçük yaşlardan beri içimde onlarca alana karşı eğilim oldu. Her şeyi denemek istedim. Müzik yapmak, şiir yazmak, tiyatro, spor, sanat… Nihayetinde her şey hayatın içinde değil mi! Ya bir duyumuzla algımıza giriyor ya da bir yerlerde bir şekilde dikkatimizi çekiyor. Yaşadığımız olay ve durumlar yaşam tarzımızda ve standartlarımızda değişiklikler yaratırken, onlar değiştikçe alışkanlıklarımız da değişiyor, yapabildiklerimiz de… Bu süreçte kimi zaman yeteneksiz olduğumu göre göre sevdiğim için yaptığım şeyler oldu, kimi zamansa yetenekler keşfettim kendimde, üzerine gittim. Çok hobili oldum, çok renkli… Ama hepsi yarım yamalak, işte tek sorun bu. Olsun, hepsini de sevdim, vazgeçemedim. Yaptığım her şeye emek verdim fakat “ben bunu her şeyiyle tam yapayım” demedim. En sevdiğim, kendimi en doğru ifade ettiğim uğraş olan “yazma eylemi” bile işte bu kadar! Yani dolu dolu kitaplar yazayım gibi bir gayretim olmadı hiç. Blogumda bile tek bir konu üzerine yoğunlaşıp yazılar yazmak istesem de yapamadım, bir parça sanat, bir parça edebiyat, bir parça “Kimiz biz?” diye sorar Calvino. “ …deneyimlerin, bilgilerin, okunmuş metinlerin, imgelerin oluşturduğu bir bileşke değilsek neyiz her birimiz? Her yaşam, her şeyin, akla gelebilecek her şekilde yeniden karıştırılıp yeniden düzenlendiği bir ansiklopedi, bir kitaplık, bir nesneler envanteri, bir üsluplar dizisidir.” * günlük… Tıpkı şuan yaptığım iş gibi, biraz reklam, biraz pazarlama, biraz proje yönetimi… Tıpkı yaşadığım hayat gibi; her şeyden biraz biraz! Zaman içinde onları sentezlemeye çalıştım, mesela tiyatroyu edebiyatla birleştirsem dedim, birkaç oyun yazmaya çalıştım, yaratıcıydı ama öylece kaldı. Sonucunu boş verin, hissettirdiği duygu çok güzeldi. Zaten bakın, farklı disiplinlerden yararlanılarak yapılan işlerden yaratıcı ve güzel şeyler doğuyor. Yani tek bir alana bağlı kalınca ve onu çok iyi yapacağım diye uğraşılınca o alanda yaratıcı işlerin çıkması pek mümkün olmuyor. Çünkü tekniğini, derinliğini ve kurallarını çok iyi bilirseniz yaptığınız işin, kendinizi ister istemez sınırlarsınız. Sizin de öyle olur mu bilmiyorum ama benim yeni tanıştığım kişilerle kurduğum iletişimin üçüncü beşinci cümlesinde illaki ortak bir özelliğim çıkar. Çok şehirli, çok hobili, çok kariyerli olmamın getirisi bu sanırım. Çok kariyerli derken yüksek kariyerden bahsetmediğimi anlamışsınızdır herhalde. İş yaşamım başladığından beri çalıştığım farklı sektörlerden ve farklı pozisyonlardan bahsediyorum. Bu olgu iş dünyasında şu an işverenlerinin en çok önemsediği kriterlerin başında geliyor; fonksiyonellik, çok yönlü olmak. Rakiplerin güçlü olduğu günümüz iş dünyasında kendini farklı alanlarda geliştirmiş, özel becerileri olan insanlar bir adım öne çıkıyor. Fakat çok yönlü olmak zaman zaman yorar insanı, birçok şeyi eş zamanlı yapmak, eşzamanlı düşünmek zordur. Bu nedenle hata yapma olasılığınız da artar. Ama hata yapmak iyidir, kısa yoldan tecrübe edinmenize ve doğru yola ulaşmanızı sağlar. Önemli olan üretip, çekinmeden paylaşmak, doğrusuyla yanlışıyla ve bunların hepsinden keyif almak… Ama gerçekten tüm bu söylediklerim size doğru gelmiyor ve ben tek bir alanda uzmanlaşacağım diyorsanız şunu aklınızdan çıkarmayın: Yaptığınız her neyse çok çalışın ve en farklısını yapın! Çünkü asıl uzmanlık, fark yaratmaktır. Ve fark yaratmak farklı şeyleri tanımaktan, bilmekten geçer. Hemzemin’de buluşmak dileğiyle, Sevgiyle ve renkle kalın… 97 deli kızın defteri “Yaş” lanmak Dergi Bursa’nın ilk yaşında biz kocaman bir aile olarak ardımızda güzel kareler bıraktık gibi. Geriye baktığımızda neler neler yapmışız diyeceğimiz nice on yaşlara... Peki ya siz kişisel tarihinizin tozlu sayfalarına dalmaya ne dersiniz? İnsan hayatında bazı anlar, bazı kareler ölümsüzdür, mıh gibi çakılmıştır zihnin bir köşesine.. Ben onların peşine düşüyorum, özenen ardımdan gelsin. Gözde Aral 3 yaşımda evimizin kapısını açışımla, karşımda gördüğüm adamın babamı yutmuş olduğunu sanarak buzdolabının arkasına saklanışım bir oluyor. Askerden dönen babamın sesini duyunca kafamı uzatıyorum, tanımadığım bir yüzle karşılaşınca olduğum yere siniyorum. 98 4 yaşımda elimde ütü kordonuyla “akş bu deyil miii.. nırınımnım nımnım nım.. Akş bu deyil miii.. nırınım nım nımnımnım.. Söyleee sevgiiilim söyleee akş bu deyil miii..” diye sanatımı icra ettiğim ev konserlerimden birinin ardından geceyarısı babaanneme fırlatıldığımda (bırakılmak denmez ona), onsuz uyumadığım şişman bebeğimi evde unuttuğumuz için ağlarken, gerçek bir bebeğin ailemize katıldığını haber veren telefon geliyor, ağlamam kesiliyor. 5 yaşımda ana sınıfı öğretmenim en sevdiğim şarkının ne olduğunu sorduğunda, gözlerimi kapatıp yemyeşil bir düzlüğe açılan bir pencere hayal ederek “bir ilkbahar sabaahııı güneşle uyandın mı hiiiiç, çılgın gibi koşaaraaak kırlara uzandın mı hiiiç...” diye şarkımı söylemeye koyuluyorum. günün sonunda -içimden de olsateşekkür ediyorum. hiçbir derse bir daha tek başıma çalışmıyorum. 6 yaşımda “kapıcı karısı” olmamak için okula gitmem gerektiğini bilmeme rağmen, hemen her sabah anaokuluna gitmeden önce mide bulantısı çekiyor ve öğrüyorum. (Sonuç: okul hayatıma 1. sınıfa kadar bir mola veriliyor) 13 yaşımda deliler gibi günlük yazıyorum, çılgınlar gibi kitap okuyorum. 21 yaşımda klan hayatının tadını çıkarıp, üniversitelere bile kar tatili yapıldığı zamanlarda sabahtan akşama, akşamdan sabaha 5-6 kişi birlikte yiyip-içip-eğleniyoruz. 7 yaşımda iki yandan toplanmış saçlarım ve siyah önlüğümle, okulun ilk günü tören sonrasında sınıfımı ve öğretmenimi kaybetmiş hüngür hüngür ağlıyorum. 8 yaşımda Galatasaray’ın Monaco karşısında kazandığı 5-0’lık galibiyetin ertesi sabahı “Monaco’ya 5! Monaco’ya 5!” nidalarıyla sınıf arkadaşlarımla birlikte Bursasporluluktan Galatasaraylılığa geçiş yapıyoruz. 9 yaşımda içini yıkamam için verdiği vazosunu yanlışlıkla kırdığım için çok sevdiğim sınıf öğretmenim artık bana ne dediyse; o gün beni okuldan alan anneme eve gidene kadar “ben öğretmen olmaktan vazgeçtim... Olmayacağım işte öğretmen… Öğretmen olmayacağım ben!” deyip duruyorum. 10 yaşımda okulumuz kız basketbol takımının yerel gazetede çıkan fotoğraflarının altında adımı ve adımın yanındaki yıldızları görünce sevinçten ne yapacağımı şaşırıyorum. 11 yaşımda Anadolu Liseleri Sınavı’ndan çıkıp evime giderken mahallede pencereden bir arkadaşım bağrıyor, “Gözdeee, sınav iptal edilmiş!” Bunun şaka olduğunu biliyorum, “Hıı, tabi tabi” diyorum yandan yandan sırıtarak. İçimden de “cık cık cık” diyorum, “olur mu hiç öyle şey...” Oluyor. 2 hafta sonra tekrar sınava giriyoruz. 12 yaşımda hazırlığın ilk gününde “ya öğretmen isterse!” diye tüm kitaplarımı okula götürme inadımı kıran anneme beni rezil olmaktan kurtardığı için 14 yaşımda platonik aşk acısıyla kıvranıyorum. Tek tesellim, okul tatile girdiğinde yazlıkta da onu görebiliyor olmak. 15 yaşımda hoşlandığım çocuğun (tabi ki 14 yaşımdaki platonik aşkım değil, ne sandınız beni, bebek mi?) doğum gününe gitmek için gece evden (üstelik aile apartmanından) kaçmamdan iki gün sonra annem beni ofisine çağrıyor ve bana olan güvenini yıktığımı söylüyor. Yer yarılsın ve ben çok derinlere gireyim istiyorum. Bir daha anneme yalan söylemeyeceğime dair kendime söz veriyorum. 16 yaşımda 4 kafadar New Jersey’den New York’a gidip, gezip, son treni kaçırmak üzere olduğumuzu fark ettiğimizde taksiye atlıyoruz ve şükürler olsun ki treni yakalıyoruz. 18 yaşımda ÖSS öncesi m oral pikniğinden dönmüş akşam haberlerini izlerken duyduklarıma inanamıyorum! Sorular çalındığı için sınav ertelenmiş diye o andan itibaren takriben 6 saat kadar ağlıyorum. 19 yaşımda üniversite 1. sınıfta ilk zamanlar her yere 15-20 kişilik bir arkadaş grubuyla gidiyoruz. En misafirperver halimle (daha okulun ilk ayında) arkadaşlarımı öğrenci evimize ilk çağrışımda, fotoğraf çektirirken ev arkadaşımın ailesinin 20 senedir kullanmış olduğu oymalı kakmalı kanepenin ayağını kırıyoruz. 4 yıl derme çatma tutturduğumuz o kırık ayaklı kanepeyle hayatımıza devam ediyoruz. 20 yaşımda son haftaya bırakılan okumaların ancak 5 kişilik bir çalışma grubuyla paylaşılarak ve tabi ki sabahlayarak bitirilebileceğini fark ediyorum. Okul bitene kadar 22 yaşımda o dizilerde gördüğüm düğüm olmuş ilişkilerin, aşk üçgenlerinin az bile kaldığının farkına varıyorum. Hayat zaten bu kadar zorken, bir de vizelerle finallerle uğraşıyorum ve benden 3-5 yaş büyük olup, “üniversite yılları en rahat zamanlardır, tadını çıkar” diyenlere sinir oluyorum. 23 yaşımda tüm o eğlenceyi ardımda bırakıp Bursa’ya dönmek, Bursa’daki arkadaşlarımın da bambaşka yerlere dağıldığını görmek kahır üstüne kahır gibi geliyor, bile bile lades diyorum. 24 yaşımda “sonunda gerçekten istediğim işi yapıyorum, bir de üstüne bana para veriyorlar!” diye sevinçten deliye dönüyorum. 27 yaşımda liseyi bitiren herkese, “üniversite yılları en rahat zamanlardır, tadını çıkar” diyorum. 28 yaşımda kalbim kulaklarımda atarken, birinci olduğumuz anons ediliyor, bir koca yılın yükü o an toz olup omuzlarımdan aşağı kayıyor. 29 yaşımda “aaa siz de mi karaokeye geldiniz?” dedikten 7 saniye sonra anlıyorum ki bir tabur insan meğer benim doğum günüm için toplanmış. Çocukluğumdan beri hiç almadığım kadar çok hediye alıyor, şaşırıyor ve mutlu oluyorum. 30 yaşımda tüm planlarımı altüst eden, belki de hayatımın seyrini değiştiren o haberi aldığımda, üzüleyim mi, kızayım mı, yıkılayım mı, direneyim mi bilemiyorum. Ve o sırada bilemediğim bir şey daha var ki, bazen altı üstünden daha hayırlı olabiliyormuş. 99 eğitimin psikolojisi Psk. Ayşegül Alkış Çocukların gözüyle sevgi Daha doğar doğmaz başlar çocukta sevme ve sevilme isteği, bunu da ömür boyunca devam ettirir. Bazen bunu direk olarak gösterir bazen de bizim anlamamızı ister. Psikoloji dünyasında çok önemli bir yeri olan Maslow insanın ihtiyaçları hiyerarşisinde sevgiyi çok önemli bir yere yerleştirmiştir. Maslow’un hiyerarşisine göre nefes alan, karnını doyuran ve kendisini güvende hissetmek için barınmaya başlayan insan için temel ihtiyaç sevgi görmedir. Bu insanın hayatta kalma mücadelesinde elde etmesi gereken ilk psikolojik ihtiyaçtır. Ağladığında annenin yanına gelmesi, onu kucağına alması bağlanmanın ilk adımlarıdır. Sonrasında aile ilişkileri şekillenir, baba ve kardeşler bu dinamiklere ortak olur. Fakat sevgi arayışı hep devam eder insanın. Aileye yeni bir bebek gelir, anne babanın sevgisi kıskanılır, sevilmeme korkusu artar, büyüyünce sınıfa yeni bir öğrenci gelir, öğretmenin onu sevmesi-takdir etmesi kıskanılır, sevilmeme korkusu yine tetiklenir, evlenince eşin uzaklaşması, iş yerinde takdir görememe korkusu derken hemen her dönem sevilmeme tehlikesi bizi takip eder. Peki, çocuklarımızın kendisini değerli hissetmesi, sevildiklerini görmeleri için neler yapılabilir: * Her çocuğun istek biçimine göre sevgiyi belirtmek önemlidir. İşitsel 100 çocuklara bol bol “seni seviyorum, iyi ki varsın” demek, dokunsal çocuklara sık sık sarılmak, görsel çocuklarla birlikte fotoğraf çektirmek… * En güzel anılarınızı çevrenizle paylaşırken çocuğunuzla bunu paylaşmanın hazzına bizzat değinmek. * Okula gidemediğinde öğretmen ya da arkadaşlarından rica edip, çocuğunuzu aramalarını istemek. * Sık sık onun eşsizliğini vurgulamak (iyi ki sen benim oğlum-kızım olmuşsun gibi) * Evde onun görebileceği yerlere küçük notlar hazırlamak, sürpriz notlarla onu şaşırtmak. * Onun sevdikleriyle bizim sevdiklerimizi karıştırmamak (tenisi seveceksin, ıspanak yiyeceksin, gibi) * Hatalarında “ben söylemiştim” demek yerine “seni seviyorum ve yanındayım” demek. * Aile oyunlarına yer vermek. * Onun için özel adımlar attığınızı göstermek (bu yemeği sen seviyorsun diye pişirdim gibi) * Onun için önemli günleri hatırlamak. Anne-çocuk, baba-çocuk özel zamanları geçirmek (haftada bir gün 1 saat yeterlidir), bu sürede onun sevdiği etkinlikleri yapmak. * Uzaktayken özlediğiniz söylemek ama ayrı bir birey olması için uzaklaşmasına izin vermek (okul gezileri, akrabadaarkadaşında gece kalma gibi) Bu kadar ilgiye karşın çocuğunuzu hala arayış içinde olabilir. Çocuğunuz sevilmediğini hissettiğinde vereceği bedensel-ruhsal (ağlama, uzaklaşma, karın ağrısı vb.) tepkileri çok önemlidir. Bu süreçte psikolojik destek almak onun kendisini değerli hissetmesine ve tepkileri karşısında ailesinin duyarlı olduğunu görmesine sebep olur. Hep sevmeniz ve sevilmeniz dileğiyle… 101 dünyaya armağansın Yetenekli olmak elinizde Size Türkiye'de bir kurumu tarif edeceğim ve hangi kurum olduğunu soracağım. Bakalım bilecek misiniz? İnsanların dört duvar içinde tutulduğu, Belirli saatlerde avluya çıkma izni olan, Müdür tarafından yönetilen, İnsanların belirli ölçütlere göre sınıflandırıldığı, Her gün yoklama yapılan, Koridorlarında yetkililerin nöbet tuttuğu, Ziyaretçilerin girişte imza attığı, Katı kuralları olan, Kural ihlallerinin disiplin suçu ile cezalandırıldığı, Müfettişler tarafından sıkı denetimlere tabi olan, Sorgulama hakkının kısıtlı olduğu, Çıkışta insanlarda sevinç duygusu uyandıran, Kurum hangisidir? A) Hapishane B) Okul (Tabi ki çoktan seçmeli sınavlar ile yetişmiş bir toplum olarak, şıklar vermezsek ayıp olurdu) Büyük başarılar genelde doğuştan gelen yeteneklere bağlanır. Ancak araştırmalar tam tersini söylüyor. Uzmanlara göre yeteneksiz doğulmaz, yeteneksiz olunur! Çünkü yetenekli olmak öğrenilebilir. Bir alanda açık ara önde olmanın yolu günlük olarak düzenli çalışmaktan geçiyor. Laszlo Polgar 1960’larda Macaristan’da yaşamış bir eğitim psikoloğu. Yeteneğin doğuştan değil, öğrenilebileceğini savunuyor. Bunu ispatlamak için çok ilginç bir yol seçiyor. Şöyle bir ilan yayımlıyor. “Yetenek doğuştan gelmez, öğrenilir. Bunu ispatlamak için benimle evlenecek bir kadın arıyorum. Evleneceğiz ve çocuklarımıza küçük yaştan başlayarak satranç öğreteceğiz. Onları dünyanın en iyi satranç oyuncuları yapacağız. Buna hazırsanız, benimle evlenin.” 102 Klara adlı bir öğretmen, Polgar ile evlenmeyi kabul ediyor. Ve deney başlıyor. İlk çocuk Polgar bu deney için satrancı seçiyor çünkü kendisinin satrançta bir uzmanlığı yok. Sadece orta derecede bir oyuncu. Klara ise hiç satranç bilmiyor. Laszlo eve binlerce satranç kitapları alıyor ve okumaya başlıyor. Eğitim bilgisi ile birleştirip öğretme yöntemleri geliştiriyor. Laszlo ve Klara’nın ilk çocukları bir kız oluyor. Program başlıyor İlk çocukları Suzan iki yaşında satranca başlıyor. İyi bir eğitimci olan karı koca, Suzan için mükemmel ve yoğun bir program hazırlıyor. Suzan günde neredeyse 8 saat pratik yapıyor. Daha sonra ikinci ve üçüncü kızları doğuyor. Onlar da programa dâhil ediliyor. Her biri günde en az 8 saat pratik yapıyor. Üç kız diğer derslere de çalışıyor ve farklı diller öğreniyor ama asıl konuları satranç. Sonuç İlk kızları Suzan, Dünya Satranç Konfederasyonu tarafından verilen ve en yüksek unvan olan “Grand Master” unvanını alan ilk kadın oluyor. Aynı zamanda erkekler satranç yarışmasına hak kazanan ilk kadın oluyor. İkinci kızları insanlık tarihinde hem kadın hem de erkekler arasında “Grand Master” unvanını alan en genç kişi oluyor. Üçüncü kızları Judit 15 yaşında “Grand Master” oluyor ve şu anda dünyanın en iyi kadın satranç oyuncusu. Polgar tezini ispatlıyor. Kendisinin satrançta bir uzmanlığı olmamasına rağmen, kızlarını yoğun çalışma ve pratikle mükemmelliğe ulaştırıyor. Genlerin etkisi Aslında Polgar “Ben satranç bilmiyorum derken, genlerin bir etkisi yok” demek istiyor. Ama biliyoruz ki genlerin etkisi Serkan Duru var. Ama bu sadece % 50. Kalan ömür boyu sürecek yoğun pratiğe ve çalışmaya bağlı. Sadece günde en az 8 saat pratik yapan insanlar gerçek şampiyon oluyor. Tiger Woods, 2 yaşında golfa başlıyor ve günde 12 saat pratik yapıyor. Bill Gates ve Steve Jobs dünyanın en iyi programcıları arasında ve günde 12 saat pratik yapıyor. Daha yeni Orhan Pamuk’un sevgilisi açıklama yaptı: Orhan Pamuk her gün saatlerce çalışıyor. Pamuk’un günde 12 saat yazı yazdığını biliyoruz. Olimpiyat buz pateni yarışmalarında, kendisine altın madalyayı kazandıran hareket için 19 yıl çalıştığını söylüyor, Shizuka Arakawa. Herkesin mutlaka bir alanda kendisini mükemmelliğe ulaştıracak bir genetik yapısı var. Geriye kalan tek şey bunu keşfedip, yıllarca çalışmak... Kolay gelsin. 103 tekno günce Erdinç Tuğcu 2012’nin ilk yazısında geçen sene teknoloji dünyasında neler olduğunu bir hatırlamak adına teknolojik ve bilimsel gelişmelerden ilginizi çekebileceğini düşündüklerimi derledim. Bilim teknolojide 2011... Ocak * Android Nokia’yı devirerek en çok kullanılan akıllı telefon platformu oldu. * Mısır’da hükümet bütün internet erişimini engelledi. * Apple uygulama mağazası 10 milyarlık indirme rakamına ulaştı. * Steve Jobs sağlık sorunları yüzünden Apple yönetimine ara verdi. 104 * Blackberry ile beraber, Google, Asus, Motorola ilk tabletlerini piyasaya sürdü. * Lucasfilm ünlü Star Wars serisinin bluray versiyonunu duyurdu. * Sadece tabletler için Android 3.0 duyuruldu. * LG gözlük gerektirmeyen ilk 3 boyutlu televizyonu duyurdu. * IKEA akkor ampül satışlarını durduran ilk perakendeci oldu. * Apple Macintosh bilgisayarlar için de bir uygulama mağazası açtı. * Eric Schmidt Google CEO’luk görevini Larry Page’e bıraktı. Şubat * Microsoft’un arama motoru Bing’in sonuçlarında en büyük rakibi Google’a ait sonuçları kullandığı ortaya çıktı. Google derhal bu sonuçların sistemden kaldırılmasını talep etti. * HP Palm serisi akıllı telefonlarının üretimini durdurdu. * Avrupa birliği bütün cihazlarda tek tip şarj olması için çalışmalar başlattı. * Harvard ve MITRE’nin ortak çalışması sonucu dünyanın ilk nano işlemcisi duyuruldu. * Nokia Symbian işletim sistemine veda etti. * Porsche ilk tamamen elektrikli aracı Boxter-E’yi duyurdu. * IBM’in WATSON süper bilgisayarı ülkemizde RİZİKO! adı ile yayınlanan JEOPARDY! yarışmasında insanlara karşı açık ara bir galibiyet kazandı. * Intel ilk mobil işlemcisi Medfield’i tanıttı. * Samsung astım hastaları krizi önceden tespit eden ilk cihazı duyurdu. Mart * NASA ve Ad Astra ilk plazma roketleri denemek için anlaştılar. * Japonya açıklarındaki depremin yarattığı Tsunami sebebi ile tarihin en büyük nükleer reaktörü kazalarından biri gerçekleşti. * Microsoft Internet Explorer 9’u piyasaya sürdü. * İlk bilgisayar virüsü Creeper’ın 40. yaşgünü kutlandı. * BMW ilk tamamen elektrikle çalışan modeli i3 için deneme sürüşlerine başladı. * İnternet’in mimarı Paul Baran 84 yaşında hayata gözlerini yumdu. * Sant'Anna ve Ericsson ortak çalışmasında ticari fiber optik hatlar üzerinde 446 Gbit/sn hıza erişildi. (Evlerimizde kullanılan internet hızının yaklaşık 120.000 katı) * Harvard bilimadamları yangınları sadece elektrik ve manyetik alan kullanarak söndürmenin bir yolunu buldular. Nisan * Anonymous grubu Sony’nin Playstation ağını yerle bir etti. Gerekçeleri Playstation’ın aşılmaz denilen güvenliğini kırmayı başaran genç bir hacker’a verilen hapis cezasıydı. * Apple ve Intel, Kongo’daki savaş ve soykırıma kaynak sağlayan değerli metallerin kullanımına son verme kararı aldı. * Ermenistan’da 72 yaşında bir kadın tarlasında çalışırken yanlışlıkla zarar verdiği fiber kablosu ile bütün ülkedeki interneti bir anda kesmeyi başardı. Sorun 12 saatte çözülebildi. * Dünya veri kullanımı 9.570.000.000.000.000.000.000 byte seviyesine çıktı. * Windows 8’in tamamlanmamış hali internet ortamına düştü. * BMW ve Siemens kablosuz şarj olabilen otomobil üretebilmek için ortaklık anlaşması imzaladı. * Kohler 6400$’lık yeni otomatik tuvaleti Numi’yi tanıttı. * Apple Ipad ve Iphone’u kopyaladığı için Samsung’a dava açtı ve patent savaşları böylelikle başlamış oldu. * Iphone telefonlarının tamamında bulunulan yerlerin GPS bilgilerinin kullanıcı bilgisi olmadan kayıt edildiği ortaya çıktı. Skandal bununla da kalmadı bu bilgilere herkes kolayca erişebiliyordu. * Ubuntu 11.04 versiyonunu çıkardı, en büyük değişiklik olarak Gnome arabirimi bırakılıp Unity’e geçildi. Mayıs * Microsoft, hareketle yönetilen ve her düz yüzeyde ekranların olduğu geleceğin evini tanıttı. * LG Optimus modeli telefonları ile dünyanın ilk çift çekirdekli telefonu olma konusunda Guinness Rekorlar Kitabı’na başvurdu. * Microsoft 8.5 milyar $ karşılığında Skype’ı satın aldı. * Dijital kameranın mucidi Willard Boyle 105 tekno günce 86 yaşında hayata gözlerini yumdu. * Sony katlanabilir organik TFT ekran konseptini tanıttı. * Google deniz suyu ile soğutulacak ilk sunucu tesisini Finlandiya’da açacağını duyurdu. Bu tesis aynı zamanda elektriğini de rüzgar enerjisi ile üretecek. * Nvidia, Youtube’la yaptığı ortak çalışmalarla Youtube üzerinden 3 boyutlu film yayınına başlanacağını duyurdu. * Linux 20. yılında kernelinin 3. versiyonunu yayınladı. * Pentagon, internet üzerinden yapılan saldırıların savaş gerekçesi olacağını açıkladı. Haziran * Microsoft, yeni işletim sistemi Windows 8’i tanıttı. * Twitter, fotoğraf paylaşım hizmetini devreye soktu. * Hindistan 35$’lık milli tabletlerini piyasaya sürdü. * IBM 100. yaşına girdi. * Japonya, elektrikli ve hibrit arabalar için ilk şarj istasyonlarını kurmaya 106 başladı. * Sony yeni taşınabilir oyun cihazı Playstation Vita’yı tanıttı. * Lytro ilk taşınabilir Işık Alanı kamerasını tanıttı. * İngilteredeki Winstlow Koleji öğrencileri 1 litre benzinle 842 kilometre gidebilen bir araç yaptılar. * Google, Facebook’a rakip olarak yarattıkları Google Plus hizmetini tanıttı. Temmuz * Facebook video sohbet özelliğini devreye aldı. * Nasa Uzay Mekiği programını sonlandırdığını açıkladı. * Microsoft 400 milyon’un üzerinde Window 7 lisansı satıldığını açıkladı. * Stanford Üniversitesi bilim adamları transparan pil yapmayı başardı. * Microsoft internet üzerinden doküman oluşturmaya izin veren, Office 365 hizmetini devreye aldı. * IBM Usb belleklerden 100 kat daha hızlı çalışan yeni bir bellek türü üzerinde çalıştıklarını duyurdu. Ağustos * Alman bilimadamları evde kullanılan standart ampüller aracılığı ile saniyede 800Mbit veri iletmeyi başardılar. * Columbia Üniversitesi HIV de dahil olmak üzere 15 bulaşıcı hastalığı anında test edebilen 1$ maliyetli bir mikroçip geliştirdiklerini açıkladılar. * AMD işlemci ve ekran kartlarından sonra RAM üretimine de başlayacağını açıkladı. * NASA 12 farklı meteorda yaptığı analizde DNA bileşenleri bulduğunu açıkladı. * Milli Eğitim bakanlığı öğretimde kullanmak üzere 15 milyon tablet alınacağını duyurdu. Microsoft ve Apple’ın da talip olduğu projeyi Vestel kazandı. * Steve Jobs daha önce de ara verip geri döndüğü Apple yönetim kurulu başkanlığında sağlık sorunları sebebiyle istifa etti yerine Tim Cook atandı. * Swinmurne Üniversitesi bilim adamları uzayda Jupiter büyüklüğünde tamamen elmastan oluşan bir gezegen tespit ettiler. Eylül * Vestel torrent ile film indirebilen televizyon prototipini tanıttı. * IBM ve 3M çok katmanlı bilgisayar çipi üretimi için güçlerini birleştirdiklerini açıkladılar. * Washington Üniversitesi bilimadamları AIDS tedavisi için 10 yıldan fazla süredir üretmeye uğraştıkları proteini bir bilgisayar oyunu kaline getirdikten sonra internet oyunu tutkunları sayesinde 3 hafta içinde üretebildiler. * Facebook, Timeline arayüzünü tanıttı. Amazon ilk tableti Kindle Fire ve 79$’lık yeni e-kitap okuyucusunu tanıttı. Ekim * Apple Iphone severleri hayal kırıklığına uğratarak ünlü telefon serisinin 5. versiyonu yerine 4S versiyonunu tanıttı. * Apple kurucularından Steve Jobs, 56 yaşında hayata gözlerini yumdu. * Youtube film kiralama servisini İngiltere’de hayata geçirdi. * DMC, Geleceğe Dönüş filmindeki ünlü araba DeLorean’ın elektrikli versiyonunun üretilip piyasaya sürüleceğini duyurdu. * Asus dünyanın ilk 4 çekirdekli tableti Asus Transformer Prime’ı duyurdu. * Okan Bayülgen ve Akut, Twitter sayesinde Van depreminde enkaz altında kalan 4 kişinin kurtarılmasını sağladı. * İngiliz Imperial College bilimadamları, mutasyona uğratılmış bakterilerle elektronik devre elemanları üretmeyi başardılar. Kasım * Elektronik mağazacılık devi Best Buy, Türkiye de dahil olmak üzeren bütün Avrupa operasyonunu durdurup mağazalarını kapattı. * Türk firması Ardıç Teknoloji, 65 inçlik dünyanın en büyük tabletini yaptı. * AMD 16 çekirdekli Opteron 6200 işlemcisini piyasaya sürdü. * Dünyanın ilk ticari mikroişlemcisi Intel 4004 40. yaşına girdi. * Güney Kore hapishanelerde robot gardiyan kullanımı ile ilgili denemelere başladığını duyurdu. * Youtube aylık 21 milyar tıklanma sayısına ulaştı. * İngiltere Kütüphanesi, 65 milyon makale içeren 300 yıllık gazete arşivlerini dijital ortama taşıdı. * Sharp akıllı telefonlar için 12.1 megapiksellik kamera üretti. Aralık * Suriye, protestoların önüne geçmek için Iphone kullanımını yasakladığını duyurdu. * Bridgestone havasız otomobil lastiği konseptini tanıttı. * Amerikalı lise öğrencisi Angela Zhang nanoteknoloji ile kanser tedavisi yöntemi keşfetti. * NASA 2026 yılında, Jupiter’in uydusu Europa’ya bir uzay aracı göndereceğini açıkladı. * Lockheed Martin 2014 yılında hata payını 1-2 metreden 5-10 santimetreye düşürecek yeni GPS sistemini devreye alacağını açıkladı. * LG Full HD televizyonların 4 katı çözünürlüğü olan ultra çözünürlüklü ilk televizyonunu tanıttı. 107 ruhun gıdası “Yolu sevgiden geçenlere” Bakış açısı aslında, hayatı nasıl yaşadığımızı belirleyen şey. Belki çok klişe ama yarısı dolu bir bardağa bakıp yarısını boş görmek de mümkün. Aynı şekilde çevremize bakıp mucizelere tanık olmak da sıradanlığın içinde kaybolmak da seçenekler arasında. Hayata karşı duruşumuz hayatımızın sınırlarını çizen. Varoluşumuzun başlı başına sihir olduğuna inananlardanım. Bir kısmı bilimle açıklanabilen bir sihir. Dünyanın kendi etrafında dönmesi de, bir bebeğin doğması da, denizde dalgaların olması da bilim tarafından kolayca açıklanabilen olgular. Bu yine de günbatımındaki kızıllığın sarhoş edici etkisini, yeni doğmuş bir bebeğin masum uykusunun meşgul zihinlerdeki sessizleştirici etkisini ya da dalgaların kıyıya vurduğunda çıkardıkları sesin nefes kesici olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Açıklayabilmek bütün bunları daha az sihirli kılmıyor. 108 Bütün bunları görüp geçmek de bir seçenek, gördüğü her şeyde Tanrı’nın varlığını hissetmek ve şükretmek de bir seçenek. Yoga eğitimimin devamı için bir kez daha geldiğim Hindistan'da kafamda bu düşüncelerle seyahat ettiğim üç haftanın sonunda soluğu Asram’da aldım. Bu bin bir renkle, farklı dinlerle ve dillerle bezeli kocaman ülkede ucu bucağı olmayan duygularda gezindim. Olanı olduğu gibi kabul etme düsturuyla çıktığım yolda âşık oldum bir kez daha bu topraklara, insanlara. Özgür Akkaya Erdemol Yoga Eğitmeni Fark ettim ki aşka tutulası varsa insanın nerde ne yaptığı önemli değil. Aşk içinde yürüyünce gördüğümüz her şey güzel, her şey sihirli. Aşk varsa gerisi teferruat. İşte Bhakti Yoga tam da bundan bahsediyor. Bhakti adanmışlık demek, Bhakti Tanrı’ya ve Tanrı’ya dair her şeye derin bir sevgi ve bağlılık duymak demek. Bhakti Yoga hissettiğimiz bütün duyguları sevgide harmanlayıp Tanrı’ya yönlendirmeyi salık veriyor. Bu yolla yaşadığımız o ayrılık hissini ve egoizmi ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bireyi zihin oyunlarından arındırıp evrensel bilinçle, Tanrı bilinciyle dolduruyor. Dinlerden, dillerden, ırklardan bağımsız hepimizin bir olduğu, aynı Tanrı’nın farklı suretleri olduğumuz bilincini yerleştiriyor. Koşulsuz teslimiyetten bahsediyor, egonun ve bireyselliğin Tanrı’ya teslim edilmesinden. Koşulsuz teslimiyet beraberinde koşulsuz kabulü getiriyor. Önce kendimizi, sonra çevremizdekileri yargılamadan, sınıflara, kalıplara koymadan oldukları gibi kabul etmek koşulsuz teslimiyetin bir parçası... Tanrı’ya koşulsuz teslimiyet bütün yoga felsefelerinin en önemli unsurlarından biri. Olan her şeyin Tanrı’nın iradesinde olduğunun ve her ne olursa olsun güvende olduğumuzun kabulü. İlk defa Güney Hindistan'da ortaya çıkan Bahkti Yoga felsefesi toplumu sınıflara bölen, ayrıştıran kast sistemine karşı çıkarak, kati kurallarla belirlenen dini ritüellere karşılık edebiyat, müzik ve dansla örülü yeni bir ibadet yöntemiyle Hindistan'daki spirituellige yeni bir anlayış getirmiş. En popüler ibadet yöntemlerinden biri de en kaba tanımıyla Tanrı’nın övüldüğü, Tanrı’ya şükredilen şarkılar olan kirtanlarin söylenmesi. Zaman içerisinde Bhakti Yoga Hindu tanrılarından Krisna'nin takipçileri arasında gittikçe popüler hale gelerek kuzeye doğru yayılarak bütün ülkeyi etkisi altına almış. Unlu yogik metin Bhagavad Gita'da Lord Krisna'nin Prens Arjun'a aydınlanma yolunda tavsiye ettiği en önemli yöntemlerden biri Bhakti Yoga. Lord Krisna diyor ki "Bütün varlıkların iyiliğini düşünen, kalplerini bana adayan herkesi tekrarlayan olum ve doğum döngüsünden kurtaracağım." Reenkarnasyona inanan bir kültürde bu döngüden kurtulmak tekâmül etmek anlamına geliyor. Bu sadece Bhagavad Gita'nin mesajı değil, bütün dinler sevgiden bahsediyor, Tanrı’ya ve birbirimize karşı duyduğumuz sevgiden. Aydınlanma yolunda atılacak en büyük adim sevgi. Evrendeki her varlık Tanrı’nın tezahürü değil mi, hepimiz Tanrı’nın nefesi değil miyiz, hepimiz aynı kaynaktan akan damlalar değil miyiz, hepimiz aynı yerden geldik ve aynı yere dönmeyecek miyiz? O zaman nedir alıp veremediğimiz birbirimizle, neyi paylaşamıyoruz ki? Neden yaradılanı sevemiyoruz yaradandan ötürü? Ormandaki ağaç da, havadaki kuş da, denizdeki balık da, kapı komşumuz da, okyanusun ötesindeki balıkçı da aynı, yok birbirimizden farkımız. Olanları, kişileri, iyi ya da kötü diye etiketlemeden, olduğu gibi kabul etsek ve kendimizi teslim etsek koşulsuzca akışa, Tanrı’ya. Açsak kalbimizi ve bassak bağrımıza etrafımızdakileri. Bütün duygularımız erise bir kapta ve sevgi olarak aksa karşımızdakine. Sevgi frekansında yaratıma geçsek. Düşüncelerimiz sevgi odaklı olsa, titreşimimiz yükselse ve kendimize yarattığımız gerçeklik de buna paralel olarak hep pozitif, hep sevgi çerçevesinde olsa hayat daha farklı olmaz mıydı? Swami Satyananda'nin dediği gibi "Bütün dünya Tanrı’nın görkemiyle bezenmiş. Aziz de günahkâr da, erdemli de zalim de, insan da hayvan da, iyi de kötü de Tanrı’nın farklı şekillerdeki tezahürü. O halde zihin bunlara karşı nasıl ilahi olmayan bir şekilde durabilir ki?" Tek ihtiyacımız olan sevgi. Sevgi bizi dengede tutacak olan, sevgi bizi hissettiğimiz yalnızlık hissinden kurtaracak olan, sevgi karşımızdakinde olumsuzu değil olumluyu görmemizi sağlayacak olan, sevgi bütün yaralarımızı saracak olan. Sevgi düşüncelerimizi dönüştürecek önce, sonra da hayatımızı. Dilimiz, dinimiz, inancımız, ten rengimiz farklı olsa ne fark eder. Sevgide kaldığımız sürece Tanrı’yı göreceğiz baktığımız her yerde. Birbirimizi severek başlayacak bu yolculuk. Sevgi yaklaştıracak bizi birbirimize ve Tanrı’ya. Tek ihtiyacımız bir tutam koşulsuz sevgi. O zaman damlalar birleşip okyanus olacak. Hindistan'dan sevgilerle. 109 sağlıklı düşünce Ecz.Tunca Toker Toker Sağlık Grubu Hafıza dostu bitki Ginkgo Biloba Aslında yaşayan bir fosil olan Gingko Biloba ağacı dinozorlarla yan yana yaşamış nadir bir bitki türü. Tamamıyla kendine özgü, başka hiçbir yakın türü ve benzeri de yok. Bitki hastalıklarına ve haşeratlarına karşı olağanüstü dirençli olan bu ağaçların bazılarının yaşı 2500 yıla kadar ulaşabiliyor. zayıflığına destek - Alzheimer, Demans, bunama hastalıklarından korunmaya destek - Damarsal problemlere karşı destek - Baş dönmesi ve kulak çınlamasına destek - Göz sağlığına destek olarak sayabiliriz. Budizm ve Konfüçyus öğretileri açısından önem taşıyan Gingko Biloba, Uzak Doğu’da tapınaklarda bol miktarda bulunur. Bu yüzden bir adı da Mabet ağacıdır. Hiroşima ve Nagasaki’de atom bombasından sonra bile ayakta kalabilen Gingko ağaçları vardır. Çin’de, Japonya’da yemeklerde ve çerez olarak da kullanılır. Gingko Biloba beyindeki kan dolaşımını hızlandırır ve kısa dönem hafızayı arttırarak algılama güçlüğünü giderici etki gösterir. Kılcal kan damarlarında kan akışını arttırarak adale ağrılarını ve bacak kramplarını önler. Kulak çınlaması ve baş dönmesi gibi problemlerde etkili olabilmektedir. Alzheimer, Demans, Bunama gibi hastalıklarda; mevcut hücrelerin sağlıklarını koruyabilmek, hastalığın ilerleyişini yavaşlatmak ve destek olabilmek için doktor tavsiyesiyle kullanılması doğru olur. Eczacılıkta ise tedaviye yardımcı olarak çeşitli alanlarda kullanılıyor. Bunlar özellikle; - Yaşa bağlı unutkanlığa karşı - Hafıza ve kavrama kabiliyeti 110 Gingko Biloba yaprak ve ekstrelerinde bulunan maddeler, antioksidan özellikleri sayesinde hücre zarını korurlar. Özellikle “Yaşlandım artık her şeyi unutuyorum” diyenler için önerebildiğimiz bir destek. Dikkat edilmesi gereken durumlar Gingko Biloba önerirken ve kullanırken çok dikkat edilmesi gereken durumlar da var. Aspirin, varfarin, klopidogrel gibi kan pıhtılaşmasını yavaşlatıcı özellikleri olan ilaçları alan kişilerde ve bazı tür antidepresanları kullananlarda, hamilelerde ve 18 yaş altındakilerde kullanılması tavsiye edilmiyor. Her zaman söylediğimiz gibi bu tür besin desteklerini kullanırken mutlaka doktorunuza ve eczanıza danışmanız sağlığınız için doğru olacaktır. Sağlıklı ve mutlu bir yaşam dileğiyle… 111 göz sağlığı Kış aylarında göz sağlığı Op.Dr. İ.Özgür Şanlı Medical Park Özel Bursa Hastanesi Kış aylarında düşen vücut direnciyle birlikte gözler de hastalıklara açık hale gelir. Bu nedenle kış aylarında konjonktiviten kar körlüğüne kadar birçok tehlike bizi bekler. Kış aylarında virüslere bağlı üst solunum yolu enfeksiyonları da artar. Komşuluk dolayısı ile bu virüsler yukarılara gözlere tırmanmakta Konjonktivit dediğimiz göz iltihabına sebep olur. Bu dönemlerde bakteriyel viral ve alerjik konjonktivitler de artar. Kış aylarında iş yerleri, okul, sinema, alışveriş merkezleri, toplu taşıtlar gibi kapalı ve kalabalık ortamlarda geçirilen süreler mecburi olarak uzadığı için bu gibi göz enfeksiyonlarının görülme sıklığı da artar. Özellikle adenovirüse bağlı faringo konjonktivitler çok kolay bulaşabilen bir hastalık olduğu için ani salgınlar yapabilir. Adından da anlaşılacağı gibi adenovirüsler hem boğaz hem de göz enfeksiyonu yaptığından göze solunum yolundan da rahatlıkla bulaşabilir. Bu yüzden hasta kişilerin havlu, yastık kılıfı, mendil gibi eşyalarını diğerlerinden ayırmaları ve başkalarının eşyalarını kullanmamak gerekir. Hapşırırken, öksürürken mutlaka mendil kullanmalı, eller sık sık yıkanmalı, kalabalık ortamlardan uzak durulmalı, odalar sık sık havalandırılmalı, klimaların bakımı yaptırılarak filtreleri değiştirilmelidir. Virüs özellikle direnci düşük kişileri enfekte edeceğinden beslenme, dinlenme ve uykuya özen gösterilmelidir. Bu gibi hastalıklarda gözlerde kızarıklık, sulanma, çapaklanma, kaşıntı, ışığa hassasiyet, sarımtırak mukoid akıntı gibi bulgular 112 vardır. Bunları hissettiğimiz zaman hemen bir göz doktoruna muayene olmalıyız. Kışın ısınma ihtiyacı gereği kapalı ortamlar kaloriferler veya klima ile ısıtılacağı için ortam nemlendirecek ekstra bir girişimde bulunulmazsa hava kuruyacak ve gözyaşının gözden daha hızlı buharlaşmasına yol açacaktır. Buna ilaveten bilgisayarları yoğun kullanan ofis çalışanları göz kırpma refleksleri de azaldığından kuru göz sendromu ile daha da sık karşılaşırlar. Gözlerde kuruluk hissi, batma, kızarıklık, bazen batma sonrası aniden sulanma (refleks sulanma) görülen belirtilerdir. Kaloriferlere nemlendirici koyarak ya da soğuk buhar üfleyen nebulizatörler kullanılarak ortamın havası yeterli oranda nemlendirilebilir. Rüzgar, soğuk ve güneş ışınlarına karşı kışın da güneş gözlüğü takmak çok faydalıdır. Özellikle karlı bölgelerde yeri kaplayan kar beyaz rengiyle güneş ışınlarını ikinci bir kez daha yansıttığından kışın bu ışınlar yerküreye eğik gelmesine rağmen yaz kadar etkili olabilmektedir. Güneş gözlüğü hem rüzgar karşısında, hem de toz karşısında mekanik bir engeldir. Ayrıca göz çevresindeki ince cilt dokusunu da korur. Ancak mutlaka kaliteli bir güneş gözlüğü seçilmelidir ve özellikle gözlüğün UV filtresi olmasına UV absorbsiyon oranına dikkat edilmelidir. Yani güneş gözlüğü fenni bir gözlükçüden temin edilmelidir. Eğer kışın kayakla uğraşıyorsak, dağcıysak veya karla kaplı doğada dolaşıyorsak mutlaka kaliteli bir güneş gözlüğü kullanalım. Çünkü rüzgâr ve kuru hava korneamızı çok etkiler. Uzun süre güneş gözlüğü kullanmadan kayak yapanlarda korneada, tıpkı kaynak ustalarında maskesiz çalıştıklarında oluşan korneal kaynak yanığı benzeri yüzeysel erozyonlar oluşabilir. Ayrıca uzun süre güneşli günlerde yansıyan UV dolayısı ile gözlüksüz doğada olan insanların görme sinirlerindeki sarı noktada (görme merkezi) bozulmalar oluşabilir. Bu yüzden kışın bile güneş gözlüğü takmanın sayısız yararları vardır. 113 diş sağlığı Çocuklarda diş sağlığı Dt. Tolga Ağca Jimer Hastanesi Hiçbir sevgi, bir annenin çocukları için hissettiği sevgiye yaklaşamaz. Bir annenin çocuğu üzerindeki etkisi asla hafife alınamaz. Bu etki her zaman görünür olamaz, çocuklar ailelerini izleyerek de birçok şeyi öğrenebilir. Annelerin ve tabi ki babalarının da çocuklarının bakımı konusunda gerekli bilgi birikimine sahip olmaları, daha iyi birer rol model olmalarını sağlayacaktır. Sizlere çocuklarınızın ağız sağlığı ile ilgili, kısa konu başlıkları ile bir genel kültür oluşturmak istedim. Bu bilgiler ışığında çocuklarınızın ağız sağlığı konusunda daha duyarlı olup onların da bu konuda daha bilinçli yetişmesini sağlayacağınızdan hiç şüphem yok… Çocukların dişleri niye çürüyor? Süt dişleri normal dişlere oranla daha çok organik madde içerirler, bu nedenle çürümeye daha yatkınlardır, daha kolay ve hızlı çürürler. Çocuklar, çürüğün erken döneminde görülebilen soğuk sıcak hassasiyeti ve hafif ağrı gibi sinyalleri zamanında yorumlayamazlar. Olayı ancak dayanılamayacak kadar ağrı olmasında fark ederler ki bu durumda çok geç kalınmış olabilir. Özellikle annelerin sıklıkla yaptığı bir hata da emzik ya da biberonu şeker, reçel vb. gibi gıdalara batırarak çocuklara vermeleri veya uyku aralarında şekerli süt, meyve suyu gibi gıdalara alıştırmalarıdır. Böylece beslenme düzensizliğinden dolayı dişler çürümeye yatkın hale gelir. Çürük oluşumu engellenebilir mi? Çürüğü tamamen engelleyebilecek bir aşı yada ilaç henüz geliştirilemedi. Ancak, çürük sayısını azaltmaya yönelik bazı malzemeler günümüzde kullanılmaktadır, bunlardan 114 birisi; "fissür örtücü" dediğimiz malzemedir. Diş çürükleri genellikle azı ve küçük azı dişlerinin, çiğneyici yüzlerinde bulunan "fissür" adı verilen oluklarda başlar. Bahsettiğimiz malzemeyle olukların üzeri kapatılıp, o bölgeye mikrop, yemek artığı vs. sızması engellenerek çürük başlaması önlenir. Bu işlem, 6 yaşından itibaren çıkan kalıcı azı ve küçük azı dişlerine de uygulanabilir. Çürüğü engellemenin başka bir yolu da dişlerin çürüğe karşı direncini artırmaktır. Dişlere yüzeysel florür uygulanması suretiyle bu direnç kazandırılır. Süt dişlerindeki çürükler tedavi edilmeli mi? Tedavi edilmeyen süt dişi çürükleri, ağrı, kötü koku, çiğneme zorluğu, beslenme bozukluğu ve çirkin görüntüye yol açar. Bu dönemdeki tedavi edilmeyen diş bozuklukları, ileride diş çarpıklığı, çene gelişiminde bozukluk ve genel sağlık problemlerine (romatizmadan kalp rahatsızlıklarına kadar) sebep olabilecektir. Dolayısıyla süt dişlerindeki çürükler, "nasıl olsa yerine yenileri gelecek" yanılgısına düşmeden tedavi edilmelidir. Çocuklarda diş fırçalama ne zaman başlamalıdır? Bebek 6-8 aylıkken, (yani ilk dişler ağızda göründüğünde) temizleme işlemi başlamalıdır. Sabah kahvaltısı sonrası ve gece yatmadan önce dişleri (en azından çiğneme yüzeylerini) temiz bir tülbent ya da gazlı bezi ıslatarak silmek, temizlemek yerinde olur. Diş fırçası kullanımına ise çocuğun arka dişlerinin çıkmasından sonra (ortalama 2,5 - 3 yaşında ) başlanması uygundur. Çocuklar için nasıl bir diş fırçası seçilmeli? Çocuğun ağız büyüklüğüne uygun, yumuşak ve naylon kıllardan üretilmiş diş fırçaları kullanılmalıdır. Sert fırçalar dişleri aşındıracağı için kullanımı uygun değildir. Eskimiş bir süpürgeyle süpürme işlemi nasıl yapılamazsa, eski bir fırçayla da dişler fırçalanamaz. Fırça kılları aşınır aşınmaz (ortalama 6 ay) mutlaka değiştirilmelidir. Çocuklarda hangi diş macunu ne kadar kullanılmalıdır? Bebeklik döneminde ve üç yaşına kadar çocuklarda diş macunu kullanımı önerilmez. Diş macunu kullanımına üç yaşından sonra başlanmalıdır. Ancak reklamlarda gördüğünüz gibi 3 -5 cm. değil, bir leblebi kadar macun fırçalama için yeterli olacaktır. Fırçalama işleminde macundan çok, etkili bir fırçalamanın önemli olduğunu da unutmamamız gerekir. 115 kadın sağlığı Op. Dr. Servet Yetgin Esentepe Tıp Merkezi Meme kanseri ve beslenme Meme kanseri kadınlar arasında en sık rastlanılan kanser türü ve sıklığı giderek artıyor. Günümüzde yaklaşık her sekiz kadından birine meme kanseri teşhisi konuluyor. Meme kanserinin oluşum nedenleri ise özetle şöyle: kalıtım, hormonlar ve beslenme. “Kanser yağ sever” Beslenme, obezite (şişmanlık) ve kanser arasında bağlantı olduğuna dair pek çok yayın vardır. Özellikle endüstrileşmiş toplumlarda kadınlar yüksek oranda enerji alırlar. Bu alım hem karbonhidrat hem de yağ alımı şeklindedir. Ömür boyu yüksek enerji alımı yumurtalık kaynaklı seks hormonlarının yani östrojenin yüksek seviyede bulunmasına neden olur. Bunun meme kanseri açısından risk faktörü olduğu bilinir. Kanser ve beslenme üzerine yapılan araştırmalarda bazı besinlerin kanser riskini artırdığı ifade ediliyor; yağlı tüm hayvansal besinler, yağlı şarküteri ürünleri, tereyağı, kızarmış besinler, doğrudan ateşte pişirilmiş etler… 116 Fazla alkol alan kadınlarda almayan kadınlara göre risk nispeten artmaktadır. Günde 3 bardak yüksek dereceli alkol içen bir kadının meme kanserine yakalanma riski, hiç içmeyen kadına göre 2 kat daha fazladır. Yine bazı yapılan araştırmalarda ise bazı besinlerin kanser riskini azalttığı sonucu iddia edilmektedir. Meme kanserine karşı mücadelede beş besin dikkat çekiyor: Kefir, Brokoli, Zeytinyağı, Soya ve Üzüm Çekirdeği. Ayrıca antioksidan içeriği yüksek olan kızılcık, kuşburnu, yaban mersininin de korunmada yararlı besinler olduğu söylenebilir. Ayrıca meyve ve sebzeler mevsiminde tüketilmelidir. A, C, E vitaminleri ve selenyum hastalık riskini azaltır. Ülkemizde balık yağı tüketiminin çok düşük olduğunu biliyoruz. Balık yağının yani omega-3 yağ asitlerinin günlük diyette artırılmasının önemi üzerinde ısrarla durulmalıdır. Yoğun egzersiz ve jimnastik yapan kadınlarda meme kanseri riskinin azaldığı gösterilmiştir. Bu nedenle tüm kadınlara önerilmektedir. Özetle; şişmanlığın önlenmesi, düzenli egzersiz yapılması, alkol tüketiminin azaltılması, sebze ve meyvenin bol tüketilmesi, balık yağı (omega-3 yağ asidi) alımı gibi basit önlemlerle meme kanseri riski %30-40 oranında azaltılabilmektedir. Sağlıklı günler dilerim... 117 genel sağlık Fıtığa ameliyatsız çözüm… Dr. Cihan Sert Biyofiz Tıp Merkezi Bel, boyun ve sırt ağrıları günlük yaşamımızda hepimizin sıkça yaşadığı bir sorun. Ağır yüklerle çalışan işçilerde olsun masa başı çalışanlarda olsun kaçınılmaz bir şikâyet olarak karşımıza çıkıyor bu ağrılar. Özellikle bel ya da boyun fıtığı teşhis edilmiş hastalar bu dertten oldukça muzdarip. Gelişmenin ve teknolojik ilerlemenin kaçınılmaz sonucu olarak tıp alanındaki teşhis ve tedavi yöntemlerinde de çok hızlı bir değişim ve gelişim söz konusu. Önceleri çok daha zor olan tedavi yöntemleri günümüzde yerini çok daha konforlu yöntemlere bırakıyor. Bel ve boyun fıtığı tedavilerinde de son zamanlarda gittikçe daha fazla tercih edilen bir tedavi yöntemi var artık: “Spinal Dekompresyon”. Spinal Dekompresyon, bel - boyun ağrıları olan, ameliyat önerilmiş veya ameliyat olmuş ancak iyileşememiş belboyun fıtıklı hastalarda kullanılan yüksek başarı oranına sahip ameliyatsız, ameliyata alternatif bir tedavi yöntemi. Ameliyatlarda anestezinin riskleri, hastanın iyileşme sürecindeki komplikasyonlar ve maliyeti düşünüldüğünde oldukça güvenli ve ekonomik bir tedavi yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Ülkemizde çok yeni olan bu tedavi ABD’nde o kadar rutine girmiştir ki bel ve boyun için ameliyat verilen hastaya sigorta şirketleri öncelikle bu cihaza girip girmediğini soruyor. NASA uzay araştırmalarında, astronotların uzay yolculuklarında yerçekimsiz ortamda bel ağrılarının geçtiğinin ve disk aralıklarının 118 genişlediğinin gözlenmesi üzerine bu düşünceden yola çıkılarak bu cihaz geliştirilmiştir. Kemerler, yüksekliği değişebilen hava yastıkları, çekim açısı ayarlarıyla ve logaritmik çekimle disk içi basıncını negatif değerlere düşürerek etkili bir tedavi sağlıyor. Diğer traksiyon yani çekme uygulayan cihazlarda vücudun koruyucu mekanizmaları devreye girdiğinden bel ve boyun kasları kasılır. Bu da etkili bir çekme yaratmadığı gibi tam tersi ağrıların artmasına da yol açabilir. Bu sistemde ise, logaritmik bir eğriyle çektiğinden vücudun koruma mekanizmaları uyarılmaz dolayısıyla kaslar kasılmadan, ağrı yapmadan disklerin içinde, omurların arasında etkili bir negatif basınç oluşur. Disk içi basıncın azalması; fıtıkta geri çekilme yapar, çevre sinirlerdeki basıncı azaltır veya tamamen kaldırır. Cihaz omurların arasında negatif basınç yaratarak, diskin beslenmesini ve iyileşmesini sağlıyor. Örneğin, bir süngerin üzerine ağırlık koyarak suyun içine bıraktığımızı düşünelim. Süngerin üzerindeki ağırlığı kaldırdığımızda gözeneklerine nasıl su dolup sünger eski haline geliyorsa belimize negatif basınç uygulandığında disklerin de beslenmesi bu şekilde olur. Oldukça konforlu olan bu tedavi esnasında tedavi dolayısıyla oluşan hiç bir ağrı görülmez. Tedaviye ayakta hastaya uygun kemerlerin takılması ile başlanır. Hasta tedavi yatağının tabanındaki platforma çıkar, ağırlığı ölçülüp uygun tedavi belirlenir. Yaklaşık 40 dakika süren tedavi sonrası soğuk paketler ve elektroterapi (interferans akım) uygulanır. Toplam tedavi doktorun tedavi programına göre 10-20 seans arasında değişmektedir. Tedavinin 10. seansındaki kontrolde ağrılarda % 50 ve üzerinde azalma görülür. Yeterli düzelme olunca bel ve karın kaslarını kuvvetlendirme ve esnekliği artırma egzersizlerine başlanır. Bel omurgasındaki kırıklar, şiddetli kemik erimesi, sekestre disk (omurilik kanalına parça düşmesi ), çocuklar, hamileler, spondilolistezisli (omur kayması olan) hastalar tedaviye alınamazlar. Bu tedavi dünyada 15 yıldır kullanılıyor. Türkiye’de ise yalnızca 4 ilde var. Cihazın video monitörüyle hastalar tedavi esnasında film seyredebiliyor ve kulaklıkla müzik dinleyerek sıkılmadan tedavi oluyor. Diğer tedavi yöntemleri ve özellikle ameliyat düşünüldüğünde çok daha risksiz, eğlenceli ve konforlu bir tedavi yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Sağlıkla kalın... 119 sağlıklı gıda Aşkın puantiyeli meyvesi çilek 120 bunu yazan tosun... Kışın ortasında çilek de nerden çıktı diyorsunuz belki de. Evet, çilek bir yaz meyvesi ama temsil ettikleri onu, dört mevsim popüler kılmaya yetiyor. 14 Şubat Sevgililer Günü ile iç içe geçmiş bu güzel kış ayında, aşkı en iyi o temsil ediyor meyvelerden… Her detayı ayrı bir anlam ifade ediyor zihinlerde. Kırmızısı tutkuyu, siyah küçük lekeleri ona doğa tarafından bahşedilen sanatçı yönünü, tadıysa hareketlendirdiği duygularla afrodizyak oluyor çileğin. Böylece aşkla örtüşüyor. Kumlu bir topraktan insanı doğaya çeken bir görüntüyle yetişiyor çilek. Meyvelerin en egzotiği… Gözlerinizi kapatın ve “aşkın meyvesi ne olabilir?” diye düşünün. Hangi meyve aklınıza düştü? Tıpkı gerçek aşk gibi az bulunan bir meyve olacak aklınıza gelen. Kırmızı olması lazım… Kalbi hatırlatmalı. Tadı aşk gibi hem tatlı hem de ekşi olmalı. Kokusu yine aynı aşk gibi başınızı döndürmeli… Onunla ortaya çok güzel ürünler çıkabilmeli. Pastalar, reçeller, dekoratif sofralar… Kalp formunuza iyi gelmeli. Aşk gibi... Bol miktarda vitamin içeriyor olmalı… A, B, C vitaminleri, kalsiyum, demir ve fosfor gibi mineraller… Çok narin ve hassas olmalı aşk gibi. Dalından koparıldıktan hemen sonra zarar görüyor olması gerek ama kısa ömrüne rağmen yarattığı etki ile uzun soluklu olmalı… “Tadı güzel olan şeyler zararlı olur” genellemesine uymaması gerekir. Aşk gibi lezzetli olmalı. Cennetin yeryüzünde vücut bulmuş hali zannetmelisiniz onu tattığınızda. Yüzünüze bir tebessüm vermeli ismi geçtiğinde. Çileğin aşkın meyvesi olduğuna kanaat getirmediniz mi hala? Kokusuyla davet ettiği şeyleri düşünün. Yine mi yetmedi? İç gıcıklayıcı, gerekli, tehlikeli ve kışkırtıcı yönlerini düşünün o zaman. Hepsi aşkı, aşkın türlerini ve duyguları anlatıyor. Çilekten söz eden her şey heyecan doluyor. Athena bile şarkıda şöyle bahsediyor çilekten; “Her yeni başlayan macera, heyecan dolu çilek kokar…” Bu özel meyvenin toprağın altından çıkıyor olmasına rağmen sahip olduğu hoş kokusu insanı baştan çıkartabilecek düzeydedir. Aşkın meyvesi denmesinin bir nedeni de zaten bu nam-ı diğer kokusundan kaynaklanır. Güzel kokar ve güzel görünür çilek. Tüm dokusuyla aşkı çağrıştırır. Vücudun “en âşık” organlarından birisine sıfat olur; “Çilek dudaklar…” Küçük noktaları ile puantiye seven herkesin ilgisindedir zaten çilek. Şeker ya da pudra şekeriyle bir araya geldiğinde kelimenin tam anlamıyla tadından yenmez. İsminin söylenişi dahi alımlı olan bir meyve bahsettiğimiz. Nerede kullanılırsa oraya hemen ayak uyduran, bünyemizdeki birçok hormonun salgılanmasına neden olan puantiyeli meyve. Kısaca aşkın içinde ne varsa onda da bulabilirsiniz. Onu kırmızıdan ayıramazsınız. Tadından yiyemezsiniz, küçük noktaları ve havalı sapından ayıramazsınız! Dahası kokusundan başınız dönebilir. Kendinizi tutamayabilir, kaptırabilirsiniz. Böylece 2-3 kilo çilek yemiş tok birisi olursunuz! Kiminiz fotoğrafını çekebilir onun, kiminiz resmini yapabilir. Bir kadın ya da bir erkek gibi ona âşık olabilirsiniz. Estetiğine hayran kalabilir, puantiyeli aşk meyvesini anlatan bu satırları keyifle okumuş olabilirsiniz… Aşk kadar doğal olduğu gibi; tüketilen, paketlere sokulan, taklitleri yapılan, tadı kaçan da bir meyve çilek. Kime sorarsanız sorun çilek hakkında söyleyecek cümlelerin başında hormon kelimesi gelecektir. Tıpkı aşk gibi gerçeğini, doğalını, müdahale edilmemişini bulabilmek çok zor artık çileğin… Ama organik tarımdaki son dönem gelişmeleri bu konuda bizlere biraz daha nefes aldırdı. 121 sağlıklı gıda * Tepesindeki yaprak kısmını koparmayarak çileğin dayanıklılığını artırabilirsiniz. * Çilek kansere karşı koruyucu ve ilerlemesini önleyici özellikler taşır. * Çilek tam olgunlaştıktan sonra toplanmalıdır. Muz ve benzeri meyveler gibi dalından koparıldıktan sonra olgunlaşma özelliğine sahip değildir. Hemen tüketmeyeceğiniz zamanlarda çileği alıp buzdolabında bekletmemeye dikkat edin. * Çileği saklamak zorunda kaldıysanız, alüminyum folyo üzerine tek tek dizip, havasını alıp folyoyu kapatın ve buzluğa atın. Folyo yapmadan önce buzlu suda iyice yıkayın, saplarını temizleyip kâğıt havlu ile kurulayın. * Cildinizdeki sivilce ve aknelere iyi gelir. * Çilek idrar söktürücüdür, romatizma ve gut hastalığı ağrılarının azalmasını sağlayabilir. * Bağırsak kurtlarının atılmasına yardımcı olan çilek, aynı zamanda ateş düşürür. Hatta iştah açması ile bilinir. * Satın alırken yaprakları koyu yeşil olanları seçin. Bu işinize yarayacaktır, emin olun. * Çileği taze olarak tüketeceğiniz gibi onu reçel, marmelat, komposto, dondurma, şıra, şarap, şampanya ve likör yapımında da kullanabilirsiniz. Kısa kısa... * Bursa mis kokulu ve lezzetli çilekleri ile meşhur. Ayrıca küçük, pembemsi rengiyle damaklara şenlik özel bir çilek türüne sahip… Özellikle Uludağ’da sıkça rastlanan dağ çilekleri nedeniyle tüm Bursalılar çok şanslı… * Çileğin dünyada yaklaşık 600 çeşidi olduğu biliniyor. Ülkemizde 6 çeşidi 122 üretilen çileğin %50’si Bursa’dan… Çilek, hem taze olarak tüketilebilen, hem de reçeli yapılıp uzun süre saklanabilen haddinden fazla lezzetli ve hoş kokulu meyvelerin önde gidenidir. * Üretilmesi kadar, uygun koşullarda tüketiciye ulaştırılması da önem taşır. Toplandıktan 48 saat içinde satışa sunulsa bile çileğin besin değerinin yarısı gider. * Gülgiller ailesinden sürüngen bir bitki olan çileğin ülkemizde ormanlarda kendiliğinden yetişen orman çileği türünün yanı sıra, Osmanlı çileği, Arnavutköy çileği, Karadeniz Ereğlisi çileği gibi çeşitleri de bulunuyor. * Bağışıklığı güçlendiren çilek besin değeri yüksek bir meyve. Ayrıca çocuk felcini, ağızda ve deride yaraların oluşmasını önler. 123 tatlı lezzetler Sevgililer Günü Kurabiyesi Malzemeler 400 gr. Un 100 gr. Toz Fındık 2 Yumurta Beyazı 250 gr. Margarin 150 gr. Pudra Şekeri 1 Çay Kaşığı Tarçın Süt Helva Malzemeler (4 kişilik) 50 gr Margarin 25 gr Tereyağı 1 Adet Yumurta Yarım Su Bardağı Un 250 gr Toz Şeker 750 gr Süt 1 Paket Vanilya 25 gr Çam Fıstığı 124 Tarif: Kafkas Hazırlanışı Toz halindeki tüm malzemeler tezgaha havuz şeklinde açılır. Ortasına yumurta akı ve oda sıcaklığındaki margarin konularak hamur yoğurulur. Merdane yardımıyla 0,5 cm kalınlığında hamur açılır. Değişik şekilde kalıplarla hamur kesilir ve yağlanmış olan tepsiye dizilir. 160-180 derece fırında 15-20 dakika pişirilir. Renkli şeker hamurlarıyla değişik şekillerde süslenir. Tarif: Rumeli Mutfağı Hazırlanışı Margarin bir tencerede eritilip, fıstık un ile birlikte 15dk kısık ateşte kavrulur. Başka bir tencerede süt ve şeker kaynatılır. Kavrulan una süt yavaş yavaş yedirilir. Tereyağı ilave edilir. Başka bir kapta vanilya ve yumurta yarım çay bardağı su ile çırpılır ve ilave edilir. İyice çırpıldıktan sonra tepsiye dökülüp fırında üstü kızarana kadar bekletilir. Nefis helva servisi hazır. Servis sıcak ve tarçınlı tavsiye edilir. 125 keyfi yerinde Karlı gecelerin sıcak dostu M. Melih Karaer Romantik kış akşamlarında; kanımızı ısıtacak, keyifli bir içecekten söz etmek istiyorum bu kez sizlere. Sıcak Şarap. Özellikle soğuk geceler için biçilmiş kaftan… Uludağ’da sucuk ekmek yerken ya da kayak sonrası şömine başında ısınırken aklımıza o gelmez mi? Dostlarınız, sevdikleriniz yanınızda; güne, kayağa ve kara ait sohbetlerinize eşlik etmez mi? Sıcak şarap içinizi ve sohbetinizi ısıtır, günün yorgunluğunu alır, güzel bir akşama hazırlar sizi. Tabi kararında içilirse... Bu keyifli şarabın tarihi bir hayli eskilere uzanır. Tarih boyunca değişik 126 milletler tarafından değişik usullerle tatlandırılmaya çalışılan şarap, günümüz şekline en yakın halini 17. yüzyılda İngiltere’de alır. 1970’lere kadar süren bir uygulamaya göre donanmada askerlere tayın olarak rom, su, limon suyu ve şekerden oluşan “grog” adı verilen bir içki dağıtılırdı. Sıcak ülkelerde soğuk olarak tüketilen bu içki İngiltere’nin yağmurlu ve soğuk hava şartlarında ısıtılarak içilmeye başlandı. İskandinavlar bu tarifi biraz daha değiştirip “glogg” adını verdiler. 1 küçük şişe votka, 5 adet kabuk tarçın, 20 adet karanfil, 2-3 adet kuru zencefil, 1 adet kakule, 2-3 portakalın kabuğunu karıştırıp serin bir yerde bekletip, glogg yapmak istediklerinde ise, bu malzemeyi süzerek, sıvı kısmı 1 şişe kırmızı şarap, 2-3 yemek kaşığı toz şeker ve 1 çubuk vanilya ile karıştırırlardı. Soğuk Alman şatoları da bu tarifle ısındı yıllarca. Malzemeler 1 şişe kırmızı sek şarap 1-2 adet çubuk kabuk tarçın 1 adet çubuk vanilya 1 adet elmanın kabuğu 1 adet portakal 8 adet karanfil 1 adet 4’e bölünmüş muskat 1/2 adet limon kabuğu rendesi 7-8 tane esmer şeker 1/2 su bardağı su Hazırlanışı 1. Yöntem: Suyun içine şekerleri ekleyip kaynatın, sonra soğumaya alın. Daha sonra portakalın üzerine karanfilleri saplayın ve diğer bütün malzemelerle birlikte tencereye koyun. Dilerseniz soğuk şaraba baharatları önceden ekleyip biraz beklettikten sonra ateşe verebilirsiniz. Böylece şarabın uyanmasını sağlamış olursunuz. Kısık ateşte ısıtın. Kesinlikle kaynatmayın, aksi halde alkol buharlaşacaktır. Yeteri kadar ısınınca servis yapabilirsiniz. Sadece kırmızı şarap mı? Genellikle kırmızı şarap kullanılarak yapılan sıcak şarap Yugoslavlar tarafından beyaz şarap ve çay kullanılarak hazırlanır. Bunun için dörtte üç ölçü beyaz şaraba, dörtte birçok koyu olmayan çay eklenir. Karışım bal ve limon suyu ile tatlandırılıp sıcak içilir. Nepallıların çaylı sıcak şarap tarifi ise şöyle: Demli, koyu bir çay pişirilir, bardağın dörtte üçü kırmızı şarapla doldurulur. Bardak başına 3 çorba kaşığı şeker ilave edilip kaynar çayla üzeri tamamlanır. İçine bir dilim limon atılarak içilir. Kolayca yapılabilen sıcak şarabı siz de deneyebilirsiniz. Püf noktaları * Orta derecede kaliteli kırmızı şarap tercih edilmeli, yıllanmış şaraplar kullanılmamalıdır. * Kullanacağınız tencere küçük ama derin bir teflon tencere olmalı ve karışım en küçük ocağın en kısık ateşinde ısıtılmalıdır. * Kesinlikle kaynama sıcaklığına ulaşılmamalıdır. Aksi takdirde şarabınız kesilmiş gibi acı bir tat verebilir ve alkolü uçabilir. * Tarçın ve vanilya çubuk olarak atılmalı, toz baharatlardan kaçınılmalıdır. Bu hem daha berrak bir karışım elde etmenizi sağlayacak, hem de şarabın içimini kolaylaştıracaktır. * Servisi cam kupa ve ya kadehlerde yapabilir; beyaz veya sarı leblebi ya da kestane ile sevdiklerinize sunabilirsiniz. 2. Yöntem: Kırmızı şarabı çok kısık ateşe koyun. Isınmaya başlayınca diğer malzemeleri ekleyin ve karıştırın. Kaynamamasına dikkat edin. Yeteri kadar ısınınca servis yapabilirsiniz. Alternatif: Şeker yerine bal kullanarak değişik tatları deneyebilirsiniz. Ayrıca keyfinize göre vişne suyu katarak ve zencefil, kakule gibi malzemeler katarak da sıcak şarap yapabilirsiniz. Servis yapmadan önce tadına bir bakın; eğer alkolün az olduğunu düşünüyorsanız çok az votka ekleyebilirsiniz. Ama sıcak şarapta yüksek alkol beklentisi olmamalıdır. Sıcak şarabı şişeli halde hazır üretmekte olan şarap üreticileri olduğu gibi, toz halde aldığınız şaraba katıp ısıtarak içebileceğiniz çözümlerde piyasada artık bulunabiliyor. Ancak eminim hiçbiri sizin kendi ellerinizle yapacaklarınız kadar güzel olmayacaktır. Keyif ve ağız tadı dileklerimle. 127 bursa mutfağı M. Ömür Akkor Mutfak Araştırmacısı Evliya Çelebi anısına... İpek yurdu, büyük şehir, diri ve kadir olan tanrının nazargâhı, devletler taht merkezi ve eski Osmanlı başkenti, Bursa… “Seyahatname’deki Bursa…” Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi bu aralar elimden düşmüyor. En çokta nelerin değiştiğini merakla okuyorum. Özellikle Bursa’yla alakalı kısmını da sizlerle paylaşmak istedim. Yazımda Seyahatname’nin Bursa ve çevresindeki yemekle alakalı bölümlerine değineceğim. 128 Evliya Çelebi’nin seyahatlerine ilk başladığı şehir Bursa’dır. 1050 senesi Muharrem ayının ilk Cuma günü (23.04.1640) kuşluk vakti İstanbul Sarayburnu’ndan bindiği bir yelkenliyle başlar tüm hikâye... Bindiği yelkenlide o devrin meşhur simaları da vardır; Sultan İbrahim Hanı’ın Karcıbaşısı Sefer ağanın tamburcusu, santurcusu(santur çalan kişi), neyzen ve kemençecisi yanı sıra da Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Ulak Kara Recep Ağası’nın bir cöğürcüsü (çalgıcı) ve iki hanendesi yolculuğuna eşlik eder. Yolcular Çelebi’ye gelip “Gelin sizinle bu gam girdabında üzüntünün verdiği karşıtlığı yok etmek için bir segâh faslı eyleyelim” diye hakir tahrik edince fasıl ve yolculuk başlar… Çelebi’nin çıktığı bu ilk seyahatte ilk durak Mudanya’dır. Ve gurbet ellerinde ilk cuma namazını kılmak onun deyişiyle bu şehre nasip olur. Mudanya’nın bağının bahçesinin çokluğundan yanı sıra da incirinden, üzümünden, üzüm şırasından ve sirkesinden bahseder. Sirkesinden bahsederken “sirkesi meşhur olup dünyaya sirkesi yayıldığından belde isimleri içinde bu şehre “Dârıhal” derler.” diye yazar Evliya Çelebi. Mudanya’dan etrafı gezerek altı saatlik bir yolculukla ipek yurdu, büyük şehir, diri ve kadir olan tanrının nazargâhı, devletler taht merkezi ve eski Osmanlı başkenti diye adlandırdığı Bursa’ya varır. Öncelikle Bursa’nın kalesine ve Keşiş Dağı’nın efsanesini anlatır. Sonra Bursa’nın imaretlerinden, hâkimlerinden, aşağı kalesinden, camilerinden, hanlarından, medreselerinden, tekkelerinden, tüccar hanlarından, kervansaraylarından, bekar hanlarından, çeşmelerinden, değirmenlerinden, hamamlarından, çarşı ve pazarlarından, kahvelerinden, köprülerinden, mesirelerinden, yaylalarından, tatlı havası ve suyundan, yiyeceklerinden, sanayisinden, geçmiş padişah ziyaretlerinden, alimlerinden ve seçkin maarif sahiplerinden bahseder… Bunların çoğunun şimdilerde günlük yaşam koşuşturmamız ve değişen yaşam koşullarımız içinde yok olduğunu görmek kentimiz tarihi açısından ne kadar da üzücü… Bursa’nın kırk kalem işlemeli peştamallarından da övgüyle söz eder. Seyahatname’deki Bursa yiyeceklerine övgüleri olduğu gibi aktarıyorum; Çelebi’nin notlarında Bursa’da 23.000 hanenin içerisindekinin yanı sıra 2060 adet çeşme bulunmaktadır. Keşiş Dağı’ndan gelen suların kaynağı 17 adettir. Bunların en önemlisi Pınarbaşı’dır. Pınarbaşı’dan başka Şeker Kaynağı, Selam Kayası Kaynağı, Kral Kaynağı, Murad Dede Kaynağı gibi meşhur kaynakları vardır. Ağız tadı olanlar bu 17 kaynaktan ve nice yüz çeşmeden su getirip içip safa ederler. “Kısaca Bursa demek, sudan ibaret bir sözdür” diyerek su bölümünü noktalar. Bursa yiyeceklerine övgüler Evvela has ve beyaz somunu İstanbul’un Tophane somunu lezzetinde ve beyaz çakıl ekmeği bir diyara mahsus değildir, beyaz katmer gül gibidir. Katmerişi, kâhisi, gözlemesi ve beyaz tandır kirdesi* de bu şehre mahsustur. Kirde kebabı** da gayet tazedir. Zira koyunları Keşiş Dağı’nda otlayıp yol zorlukları çekip zayıflamadan boğazlanırlar. Gayet semiz etleri olduğundan Kirde kebapları meşhurdur. Ve tahinlisi ve beyaz misk kokulu helvası… İçeceklerinden Pınarbaşı’nın hayat suyu, 17 adet pınarlarının hayat veren suları, çeşit çeşit hoşaflar, renk renk şerbetleri, tantanalı ve mücevher Yemen kahveleri, ilik gibi süzme bozaları, Handan bey şerbeti, Tirelioğlu şerbeti, Karanfilli şerbeti ve Sücahoğlu şerbeti… * Bursa ekmeği ** Kirde ekmeği ile yapılan bir nevi pideli kebap Çarşılarının hepsinin 9000 dükkân olduğunu, kuyumcular çarşısı haricinde Gazazlar (iplikçiler), Kavukçular, Takyeciler, İpekçiler, Bezazlar(manifaturacılar), Terziler, Hallaçlar (pamukçular) Çarşısı’ndan, Hamhalet Çarşısı’ndan, Gelincik Çarsısı’ndan, Uzun Çarşı’dan, Kebapçılar Çarsısı’ndan, Bakkalar Çarşısı’ndan ve Yemiş Pazarcıları Çarşısı’ndan bahsederek hem ticaretin ne kadar gelişmiş olduğunu hem de ürün çeşitliliğinin çokluğunu gözler önüne serer. Evliya Çelebi’nin övgüyle bahsettiği bir diğer husus da Bursa kahveleridir. Bu kahvelerin aynı zamanda birer irfan yuvası olduğundan bahseder. Kahvehanelerin yanı sıra herkesçe meşhur olan 97 adet bozahanelerinden bahseder ve “hiçbir diyara mahsus değildir ” diyerek de yere göğe sığdıramaz. Şimdilerde şehrimizde hiç bozahanenin olmayışı da ayrı bir üzüntü verici husustur. “Pak çinili, nakışlı tavanlı ve kargir sofalı biner adam alır bozahane ve buzhaneler vardır ki temmuzda bodrum katlarında bozalarını buzlar üzerine koyup bozaları göğreyip (mavileşip) bozarıp soğuk olur, cüllap gibi pak bozası olur.” Diyerek anlattığı bozahanelerde çalgıcıların yanı sıra hoş ve tatlı boza sakileri de vardır. Bu sakilerin güzelliğinden ve bellerindeki Bursa’nın yiyecekleri hususunda bunları belirten Evliya Çelebi meyvelerini ve sebzelerine de ayrıca değinmiştir. Bursa’nın armudunun, çeşit çeşit sulu üzümünün, kaysısının, sulu kirazının, dutunun çok meşhur olduğunu ve kestanesinin yeryüzünde eşi olmadığını da notlarına ekler… Geçtiğimiz yıl Evliya Çelebi yılı idi ve bu yıl Çelebi’nin Bursa seyahatinin 371. senesi oluyor. Yani 371 senede bir kısmını ele aldığımız seyahatnamedeki Bursa’dan bambaşka bir Bursa’da yaşadığımız aşikâr, kentimiz geleceğimiz, geleceğimizi kurarken geçmişimizi unutmayalım… 129 guidebursa RESTORAN / RESTAURANT Bakus İtalyan Restraunt & Winehouse Çekirge Meydanı T. 234 38 88 Beceren Botanik Parkı T. 211 52 60 CP Steak House Çelik Palas Hotel Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 “Life guide of Bursa” Çağrışan Et Mangal Y.Mudanya Yolu Çağrışan Köyü T. 244 91 00 Çiçek Izgara Belediye Cad. No:15 T. 221 65 26 Korupark AVM T. 241 29 88 İzmir Yolu Orhaneli Kavşağı No:1 T. 452 01 00 Park Izgara Mudanya Yolu No: 754 T. 244 94 01 HAZIR YEMEK / FAST FOOD Big Mammas FSM Bulvarı T. 247 44 55 Kükürtlü T. 236 89 91 Korupark AVM T. 241 27 50 Ertuğrulkent T. 413 38 93 Burger King T. 444 54 64 Büfemtrak FSM Bulvarı T. 245 87 25 Dababa Esentepe Mah. Gürler Cad. No:87 / 12 Nilüfer T. 247 92 00 Gurme / Bademiçi Bademli Mah.No.79 Mudanya T. 549 01 09 İona Cafe Restoran FSM Bulvarı No.48 T.249 90 02 Kadife A la Carte Almira Hotel U.Hasan Bul. No:5 T. 250 20 20 Kahve Beyaz Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 34 47 Kaju Eat & Drink FSM Bulvarı No.46 / A T.249 80 09 Kaşıkara Mudanya Yolu Göynüklü Köyü Girişi T. 566 35 66 Kavis Marigold Otel - 1.Murat Cad No: 47 T. 444 40 00 Keyf-i Ala Restoran FSM Bulvarı Tuna Cad.No.112 T.249 04 02 Placia Restaurant Holiday Inn Hotel Görükle T. 442 85 40 Otantik Gemi Güzelyalı Yat Limanı İçi T. 554 43 00 Panaroma Çelik Palas Hotel T. 233 38 00 Tike Mudanya Cad. Bademli Kavşağı T. 549 20 75 Hayat Lokantası Merinos Parkı T. 272 27 77 DENİZ ÜRÜNLERİ & MEYHANE / SEA FOOD & BAR Arap Şükrü Çetin Arap Şükrü Sokağı T. 221 14 53 Cafeman Balıkçısı Agora İş Merk. Kulealtı Bademli T. 549 10 14 Deniz Tabağı Arap Şükrü Sk. T. 222 19 19 Saki Rum Meyhanesi E.Mudanya Yolu No.25 Bademli T. 549 02 89 KEBAP & PİDE / KEBAB & PITA Atmosfer Pide / Metin Durmaz FSM Bulvarı No: 92 T. 240 10 00 Dürümcü Bekir Usta Setbaşı T. 220 11 01 Çekirge T. 233 88 18 FSM Bulvarı T. 243 75 75 Bademli T. 549 28 28 Kebapçı Yavuz İskender Y.Yalova Yolu Ovaakça T. 267 27 20 As Merkez Outlet Yanı T. 261 60 30 Köy Tesisleri Mudanya Yolu T. 244 99 01 İ.Efendi Konağı Botanik Park T. 211 26 90 Ünlü Cad. No: 7 T. 221 46 15 Zafer Plaza AVM T. 221 15 33 Tavacı Recep Usta Odunluk Mah.Erdoğan Biyücel Cad.No.5 / 1 T.452 40 04 IZGARA & MANGAL & LOKANTA / GRILLS Anadolu Lezzet Dünyası E.Mudanya Yolu Bademli T. 549 23 03 Bademli Et Mangal Mudanya Cad. Shell B.İstasyonu No: 307 T. 244 84 60 130 Hobi Paket Büfe Altıparmak T. 221 11 63 Beşevler T. 451 11 00 İhsaniye T. 246 00 55 Özlüce T. 413 73 13 Kentucky Fried Chicken 444 35 55 La Piatto Cafe- Pizza & Macaroni FSM Bulvarı No.90 / A Nilüfer- BURSA T. 444 21 58 Mariza Altıparmak T. 225 12 25 FSM Bulvarı T. 451 44 44 Mc Donald’s T. 444 62 62 PASTANE / PATISSERIE İskender Kebap Tayyare KM Yanı No:60 T. 221 10 76 Carrefour AVM T. 452 10 62 Korupark AVM T. 241 21 10 Şampiyon Kokoreç Altıparmak T. 223 23 20 Yazı E.Mudanya Yolu Emek Yağı Fabrikası Yanı T. 548 00 28 Dominos Pizza Altıparmak T. 222 90 40 Bademli T. 241 58 00 Beşevler T. 453 46 04 FSM Bulvarı T. 453 00 76 Özlüce T. 413 15 00 Çekirge T. 234 99 22 Yıldırım T. 362 60 60 Uludağ Kebapçısı Uluyol Şirin Sok. T. 251 45 51 Kent Meydanı AVM T. 255 55 56 Zeugma Restoran Azerbaycan Dostluk Parkı Nilüfer T.452 00 27 Aslı Börek Carrefour T. 452 66 86 Kent Meydanı AVM T. 251 40 02 Metro Market T. 441 37 20 Geçit Evke Plaza T. 241 80 88 Osmangazi Metro T. 272 03 03 Zafer Plaza T. 223 79 79 Uludağ Ünv.T. 442 88 26 Bread House Anatolium AVM T. 261 30 27 Carrefour AVM Zemin Kat No:7 T. 451 70 07 FSM Bulvarı No:54/ 3 T. 246 87 27 Kent Meydanı AVM 2. Çarşı Katı T. 255 04 05 Korupark AVM Zemin Kat T. 0543 646 87 87 Çınar Pastanesi Kükürtlü Cad. No:28 T. 235 54 49 FSM Bulvarı No:68 T. 451 58 98 Setbaşı Meydanı No:8 T. 327 55 76 Durak Muhallebicisi Çekirge Meydanı T. 235 08 08 İzmir Yolu Cad. No:66 T. 240 08 09 Altıparmak Cad. No: 74 T. 223 27 19 Ünlü Cad. No:4 T. 220 40 80 “Bursa’nın yaşam rehberi” rehberbursa Kafkas Atatürk Cad. Heykel T. 225 25 99 Carrefour AVM T. 452 49 99 Arena AVM Ertuğrulkent T. 413 78 10 FSM Bulvarı No:42 T. 245 59 00 İzmir Yolu T. 413 22 20 Kent Meydanı AVM T. 255 67 00 Kristal Park Çarşısı İhsaniye T. 246 50 51 As Merkez Karşısı T. 261 52 61 Davutdede- Conk Sok. Yıldırım T. 360 03 30 Korupark AVM T. 241 49 29 Hürriyet Soğukkuyu No:10 T. 247 25 25 Terminal T. 261 58 02 Soğukkuyu No:2 Nilüfer T. 245 01 70 Kahve Dünyası Korupark AVM T. 241 23 45 Zafer Plaza AVM T. 225 29 29 Hayal Kahvesi FSM Bul. No:59 T. 451 50 80 Kahve Mania FSM Bul. No:116 T. 245 02 22 Ivory Kükürtlü Cad. No:56 T. 234 91 90 Lusso FSM Bulvarı No: 139 / 7 T. 241 45 30 Jazz Bar Uludağ Yolu No:45 T. 239 62 54 Neşve FSM Bulvarı No: 139/ 8 T. 243 06 63 K Bar Çekirge Cad. T. 233 44 22 Pascal Nilpark AVM T. 240 02 04 Kat 3 Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72 Kent Meydanı AVM T. 255 55 22 Rıhtım FSM Bulvarı Kamuran Sitesi T. 451 24 77 Altıparmak Cad. No:33 T. 222 31 77 Konak Mah. Beşevler Cad. T. 452 66 28 Eğitimciler Cad. No:139 T. 453 36 00 Çekirge Meydanı T. 236 83 58 Siesta Pembe Çarşı No:4 T. 232 35 05 Nalbantoğlu Heykel T. 221 53 01 Saklıbahçe 1.Murat Cad. Çekirge T. 236 99 59 Highout Oulu Cad.Oylum Carşısı T. 233 00 60 Keyifli Bar FSM Bulvarı No:96 T. 245 80 86 Un-Pa Çekirge Meydanı T. 236 73 65 Bilginler Cad. Mehtap Sitesi T. 452 26 72 Bilginler Cad. Tunca Apt. No:32 T. 443 26 17 Starbucks Carrefour AVM T. 453 20 76 Kent Meydanı T. 255 37 39 Korupark AVM T. 241 27 60 Kükürtlü T. 233 39 55 Zafer Plaza AVM T. 220 00 46 Şale Karagöz Cad. Kükürtlü T. 233 18 27 Waffle Evi Kükürtlü Cad. No:28 T. 236 36 90 Waffle Abbas FSM Bulvarı Aksel 104 Sitesi T. 245 77 78 Uzay Pastanesi Altıparmak Cad. No:19 T. 225 12 55 Çekirge Cad. No:124 T. 236 42 04 Saygınkent AVM T. 413 43 06 FSM Bulvarı No:12 T. 249 13 44 Geçit Mah. Mudanya Yolu No:77 T. 244 63 97 KAFETERYA / CAFE Cafe Crown Carrefour AVM T. 451 21 45 Kent Meydanı T. 255 30 00 Korupark AVM T. 242 06 24 Cafe Çizmeli Kedi Gazi Cad.Sadıkoğlu Sit. T.451 53 34 Kırmızı Cumhuriyet Mah. Gazi Cad. No:53 T. 452 97 07 Kios Bar Holiday Inn Görükle T. 442 85 40 Klan FSM Bulvarı / Bademli T. 247 63 23 Konak 18 Çekirge Cad. No:18 T. 235 37 07 Krema Jazz Club Bademli Kavşağı Tike Restoran T. 549 20 75 Tesadüf FSM Bulvarı T. 241 58 58 Time FSM Bulvarı No:151 T. 242 41 40 Kulüp Kültürpark içi Altın Ceylan T. 0530 242 68 78 BAR – BİSTRO / BAR BISTRO La Luz Korupark AVM T. 243 93 98 Address Nilpark AVM T. 247 01 50 Locco Gedik Plaza Bademli T. 549 07 77 Angaje Lounge & Brasserie Nilpark AVM T. 246 77 44 Mox Lounge FSM Bulvarı T. 240 22 42 Bigo FSM Bulvarı No.48/C T. 240 04 04 Boo Live Geçit No:639 T. 244 88 78 Mualla FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16 Leman Kültür FSM Bulvarı T. 240 20 00 Malt Magazin Outlet Ataevler T. 443 22 72 Bongo Bar Kültürpark içi Altın Ceylan T. 234 34 34 People Agora İş Merk. Bademli T. 549 04 43 Benzin FSM Bulvarı No:147 / A T. 243 47 43 Picante Gazi Cad. No.51 / A T. 451 36 34 Cadde Üstü FSM Bulvarı T. 246 66 74 Pronto Sport Cafe & Bistro Saygınkent AVM Ertuğrulkent T.413 70 80 Coffe and Beyond FSM Bulvarı T. 247 22 37 Cadde Üstü Üni. Görükle T.483 67 77 Fink FSM Bulvarı T. 243 09 99 Cha Cha Mihraplı Mevkii Carrefour Arkası T. 452 13 50 Şey Pub Oulu Cad. No:9 T. 233 07 25 Caka Teras Kumova Plaza Nilüfer T. 453 09 09 Shakespeare Bistro Korupark AVM T. 241 29 59 Demo FSM Bulvarı No:59 T. 452 26 96 Suare Magazin Outlet Ataevler T. 443 10 01 Gönül Kahvesi As Merkez Outlet T. 261 58 78 Nostaljik Tren İst.Beşevler T. 452 82 16 FSM Bulvarı No:11 T. 247 66 06 Gren Arap Şükrü Sokağı No: 46 T. 223 60 64 Gloria Jean’s Coffee’s Korupark AVM T. 241 37 26 İncir Cafe Kordon Boyu Mudanya T. 544 06 05 Duetto FSM Bulvarı No: 94 T. 240 10 16 Exit Oulu Cad. No:13 T. 234 50 70 Festina FSM Bulvarı T. 249 19 49 Resimli Holiday Inn Görükle T. 442 88 15 Veni Vidi Kükürtlü Oulu Cad. No:6 T. 233 99 99 Wamtes Çekirge Cad. No:40 T. 233 66 22 The Winston Brasserie Dr.Rüştü Burlu Cad.No.11 T.233 13 48 131 guidebursa Hotel Çelik Palas Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Öne çıkanlar / Highlights www.celikpalasotel.com Medical Park Bursa Fomara Meydanı No:1 T. 444 44 84 www.medicalpark.com.tr 132 “Life guide of Bursa” rehberbursa Hayal Kahvesi FSM Bulvarı No:59 T. 451 50 80 www.hayalkahvesibursa.com Caddeüstü FSM Bulvarı No:94 T: (0224) 246 66 74 www.caddeustu.com.tr Öne çıkanlar / Highlights “Bursa’nın yaşam rehberi” 133 guidebursa “Life guide of Bursa” OTEL / HOTEL ALIŞVERİŞ MERKEZİ / SHOPPING CENTER Adapalas *** 1.Murat Cad. No:21 Çekirge T. 233 39 90 Artıç *** Atatürk Cad. Ulucami Karşısı T.224 55 05 Almira ***** Uluabatlı Hasan Bulvarı No:5 T.250 20 20 Anatolia **** Çekirge Meydanı T. 233 94 00 Baia **** Y.Yalova Yolu As Merkez Outlet Yanı T. 275 45 00 Beceren (Butik) Botanik Parkı T. 211 52 60 Boyugüzel (Butik) Askeri Hastane Karşısı Çekirge T. 239 99 99 Büyükyıldız **** Uludağ Cad. No:16 T. 239 69 90 Anatolium Y. Yalova Yolu No.487 T. 261 12 22 As Merkez Outlet Y. Yalova Yolu T. 261 51 51 Carrefour İzmir Yolu T. 219 73 00 Kent Meydanı S.Garaj Mah. T. 255 43 63 Korupark Mudanya Yolu 9.Km T. 242 35 35 Özdilek Y. Yalova Yolu 4.Km T. 219 60 00 Zafer Plaza Cemal Nadir Cad. T.225 39 00 SAĞLIK / HEALTH Acıbadem FSM Bulvarı Sümer Sok. No.1 T. 444 55 44 Beyge Club Beşevler Kültür Mah. Gümüşdere Cad. No.4 Nilüfer T.453 55 00 B-Fit Spor Kulübü Ahmet Yesevi Mah. No.28 Balat / Nilüfer T.244 64 68 Hat Cad. No.10 Osmangazi T.235 35 15 Beşevler Mah. Bilginler Cad. No.18 Nilüfer T.452 60 52 Siteler Kanuni Cad. No.25 / A Yıldırım T.369 08 31 Çok Yaşa Clup Nilpark 5.Kat T.245 68 00 Biyofiz Tıp Merkezi Karaman Mah.Kültür Cad.Biçen Sok.No.10 Nilüfer T.246 66 66 Bursa Anadolu İzmir Yolu Cad. No.105 T. 451 09 09 Bursa Göz Merkezi Fomara Meydanı Osmangazi T.444 04 69 Central **** U.Hasan Bul. No:55 T. 273 55 00 Bursa Vatan Fevzi Çakmak Cad. No.55 T. 220 10 40 Çelik Palas ***** Çekirge Cad. No:79 T. 233 38 00 Çekirge Kalp ve Aritmi Kükürtlü Mah. Konca Sok. No.2 T. 275 75 00 Divan **** Dr. Rüştü Burlu Cad. No:11 T. 233 00 07 Dentatürk Diş FSM Bulvarı No.167 T. 270 09 00 Gönlüferah **** 1.Murat Cad. No:22 Çekirge T. 233 92 10 Doruk Tıp Zübeyde Hanım Cad. No.5 T. 444 04 53 Holiday Inn **** Uludağ Üni. Görükle Kampüsü T. 442 85 40 Esentepe Tıp Merkezi Mudanya Yolu Cad. No.169 T. 444 02 46 İbis Hotel *** Altınova Mah. Fuar Cad. No: 67 T. 275 85 00 Jimer Orhaneli Yolu Beşevler Kavşağı T. 444 45 67 Kervansaray *** Fomara Meydanı T. 220 00 00 Konur Zübeyde Hanım Cad. No.12-2 T. 233 93 40 Kervansaray Termal ***** Çekirge Meydanı T. 233 93 00 Medical Park Bursa Fomara Meydanı T. 444 44 84 Kırcı **** Çekirge Cad. No:21 T. 220 20 00 Kitapevi (Butik) Kavaklı Mah. Burçüstü No:21 T. 225 41 60 Medicabil Mudanya Yolu Küre Sok. Fethiye T. 444 81 12 Osmangazi Tıp Merkezi Ulubatlı Hasan Bul. No:46 T. 270 05 05 Kent **** Atatürk Cad. No: 69 T. 253 54 20 Rentıp FSM Bulvarı T. 249 77 00 Marigold ***** 1.Murat Cad. No:47 Çekirge T. 444 40 00 Retina Göz Merkezi Mudanya Yolu Cad. No.171 / 1 T. 240 24 01 Montania **** İstasyon Cad. Mudanya T. 211 32 80 Turkuaz Diş Beşevler Cad. No.76 T. 451 32 22 Otantik Club (Butik) Botanik Parkı T. 211 32 80 SPOR SALONLARI / SPORTS HALLS Gym Sport Agora İş Merk. Bademli T.549 25 00 Maya Spor Salonu Konak Mah. Lefkoşe Cad. Gizemler Plaza No.12 Nilüfer T.453 02 50 Score Fitness Spa Korupark AVM İçi T.242 68 00 Studio Pilates Cumhuriyet Mah. Yağmur Sok. Elmas Evler Sit. C / Blok K.4 Nilüfer T.451 32 41 Tango Evita Dans ve Sanat Merkezi Konak Mah.Yaz Sok. T.451 44 15 KUAFÖR / COIFFEUR Otantik Gemi (Butik) Güzelyalı Yat Limanı İçi Mudanya T. 554 43 34 134 Asya Spor Merkezi İhsaniye Mah. İkizevler Sok. No.7 Nilüfer T.249 64 55 Ahmet Albayrak Korupark AVM T.241 31 12 Atölye Kuaför E.Mudanya Yolu No.35 Bademli T. 548 00 80 Emma Nilüfer Hatun Cad. T. 452 67 50 Enis Aslan Kükürtlü Cad. T. 233 00 51 Mss Salon Kükürtlü Cad. No.58 T. 232 30 90 Roma Kuaför Korupark AVM T. 243 06 60 Sacha Kükürtlü Mah. Manolya Sk. No.67 T.233 59 79 Kent Meydanı AVM T. 255 63 64 FSM Bulvarı T. 453 38 55 Bademli T.549 11 42 - 43 Stüdio Tim Carrefour AVM T. 452 66 98 TAKSİ / TAXI Altıparmak T. 222 16 44 Almira T. 252 86 38 Ataevler T. 441 88 00 Bademli T. 549 24 90 Beşevler T. 451 28 28 Çekirge T. 236 71 04 Çelik Palas T. 233 27 79 Dallas T. 233 81 22 Doğumevi T. 236 67 06 İhsaniye T. 247 47 33 Kükürtlü T. 235 12 96 Nilüfer T. 245 05 98 Setbaşı T. 328 90 91 Uludağ T. 222 35 14 “Bursa’nın yaşam rehberi” MÜZE / MUSEUM Bursa müzeleri pazartesi hariç her gün mesai saatleri arasında hizmet veriyor. Arkeoloji Müzesi Reşat Oyal Kültürparkı T. 234 49 18 Bitinya ve Misya bölgelerinde bulunmuş M.Ö. 3000’den Bizans Devri sonlarına kadar olan devirlere ait eserler sergileniyor. Müzede 25 bin eser yer alıyor. 2 bin kadarı sergide. Atatürk Evi Müzesi Çelik Palas Hotel Yanı T. 234 77 16 19. yüzyıl sonlarında yapılmış olan köşk, Bursa Belediyesi tarafından sahibinden satın alınarak Atatürk’e hediye edildi. 1968’de Kültür Bakanlığı’na devredilen bu köşk, 29 Ekim 1973’te, Cumhuriyet´in 50. yılında müzeye dönüştürülerek ziyarete açıldı. Bursa Kent Müzesi Atarük Cad. No:8 Heykel T. 220 26 26 Müzede Bursa’da yaşamış 6 Osmanlı padişahının balmumu heykelleri, geleneksel ticaret hayatını canlandıran dekorlar, kentin topografik maketi gibi objelerle bilgiler sunuluyor. Celal Bayar Müze ve Kütüphanesi Umurbey / Gemlik T. 525 00 98 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın çalışma yıllarına ait fotoğraflar, anı eşyalar ve hediyeler, tablolar, çeşitli belgeler, nişanlar, madalyalar, şilt ve plaketler yer alıyor. Hünkâr Köşkü Temenyeri Mah.Vakıf Sok. T. 327 91 90 Sultan Abdülmecid tarafından 1859 yılında av köşkü olarak yaptırılmış olan köşk, Sultan Abdülmecid dışında, Sultan Abdülaziz ve Sultan 5. Mehmet Reşad tarafından da kullanılmış. Atatürk’ü de ağırlamış olan köşke günümüzde Atatürk Köşkü ve Cumhuriyet Köşkü de deniliyor. Hüsnü Züber Evi Uzun Yol Sok.3 Muradiye T. 221 35 42 1836 yılında devlet misafirhanesi olarak yapılmış, daha sonra Rus konsolosluğu olarak kullanılmış olan ev, tipik bir Osmanlı evi. Karagöz Evi Müzesi ve Anıtı Çekirge Cad. T. 232 25 90 Bursa ile özdeşleşmiş Karagöz oyunu hakkında bilinen tüm kültürel motifleri barındıran müzede Ramazan aylarında günümüz hayalileri tarafından Karagöz gösterimleri yapılıyor. Ormancılık Müzesi Çekirge Cad. / Osmangazi T. 234 77 18 Türkiye’nin ilk ve tek ormancılık müzesidir. Bursa’da, Çekirge caddesi üzerinde Saatçi Köşkü olarak bilinen yapıda yer alır. rehberbursa Türk İslam Eserleri Müzesi Yeşil Mah. Yeşil Külliyesi T. 327 76 79 Çelebi Sultan Mehmed tarafından 1414 – 1424 yılları arasında Mimar Hacı İvaz Paşa’ya yaptırılmış ilk Osmanlı medreseleri arasındadır. “Sultaniye Medresesi” adıyla da bilinir. Anadolu Selçuklu mimarisinde açık avlulu medreselerin en iyi örneklerindendir. Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Salonu Atatürk Cad. No:93 / Görükle T. 483 21 83 Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi Umurbey Mah. Kapıcı Sok. T. 329 39 41 Tekerleğin at arabasından otomobile gelişimini sergileyen müzede Tofaş’ın 0001 seri nolu araçlarından örnekler izlemek de mümkün. Şehir Kütüphanesi Setbaşı Köprüsü Yanı T. 326 56 49 Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları II. Murat Cad.Şair Ahmetpaşa Med.Muradiye T. 222 75 75 Müzede, Anadolu Folklor Vakfı kurucu üyelerinden Esat Uluumay’ın 45 yılda topladığı 18 değişik koleksiyon sergileniyor. Mudanya Mütareke Evi Müzesi Sahil Yolu / Mudanya T. 544 10 68 Türk Kurtuluş Savaşı’nı sonlandıran Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı tarihi evdir. Mütarekeye ait eşyaların korunduğu evde, döneme ait fotoğraflar ve belgeler de sergileniyor. Merinos Tekstil ve Sanayi Müzesi Atatürk Kongre Kültür Merkezi T. 272 16 00 Bursa´nın tekstil kenti kimliğinin yaşatılması ve Cumhuriyet döneminin ilk sanayi yapılarından Merinos Fabrikası’nın tarihinin gelecek nesillere aktarılması amacıyla kurulan Türkiye’nin ilk tekstil sanayi müzesi. KÜLTÜR MERKEZİ / CULTURAL CENTER Açık Hava Tiyatrosu Reşat Oyal Kültür Parkı T. 234 49 12 Adile Naşit Kültür Merkezi Ertuğrulgazi Mah. Kaplıkaya T. 368 51 20 Akpınar Kültür Merkezi Akpınar Mh. 1050 Konutlar Havuz Sk. T. 243 73 43 Atatürk Kongre Kültür Merkezi Merinos Parkı T. 272 16 00 A.V.P.Devlet Tiyatrosu Atatürk Cad. Heykel T. 222 89 10 Barış Manço Kültür Merkezi Mimar Sinan Cad. No.79 / Yıldırım T. 366 02 02 Bufsad(Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği Gurabahane-i Laklakan Kültür Merkezi Selçuk Hatun Sok. No:9 Setbaşı / Osmangazi T. 225 51 50 Fethiye Kültür Merkezi Fethiye Mah. Huzur Cad. Fileci Sok. T. 243 36 63 Konak Kültür Merkezi Konak Mah. Yakut Sok. No:2 T. 452 45 00 Tayyare Kültür Merkezi Atatürk Cad. / Heykel T. 220 88 47–48 Uğur Mumcu Kültür Merkezi Basın Kültür Sarayı K.2 Ataevler T. 441 01 42 Uludağ Üniversitesi Kırmızı Salon Görükle Kampüsü T. 294 00 00 16 mm Sinema Atölyesi F. Çakmak Katlı Otoparkı Zemin Kat T. 222 11 12 ÇİÇEKÇİ / FLORIST Aşşk Çiçek Çelik Palas Otel Altı T. 235 16 00 Bursa Çiçekçilik FSM Bulvarı T. 452 47 32 Lis Çiçek Çekirge Cad. No.139/B T. 236 81 96 Koru Çiçek Korupark AVM T.241 54 74 Pelit Çiçekçilik & Peyzaj Saygınkent AVM Ertuğrulkent T. 413 02 62 TURİZM & ULAŞIM / TOURİSM & TRANSPORTATION Kamil Koç T. 444 05 62 Nilüfer Turizm T. 444 00 99 U. Teleferik İşletmesi T. 327 74 00 Burkon Turizm Çekirge Cad. T. 233 40 00 Plaza Turizm Oulu Cad. No.33 T. 234 58 58 Şentürkler Turizm Çekirge Cad. No.51 T. 235 66 66 İDO Bursa Satış Noktaları Kent Meydanı AVM T. 255 44 60 Korupark AVM T. 242 19 49 Mamis Restaurant T. 211 23 81 Park Plaza T. 244 94 01 Plaza Tur T. 234 58 58 Görükle Kampüsü T. 442 91 25 Zafer Plaza AVM T. 225 39 08 SİNEMA / CINEMA Korupark Cinetech T. 242 93 83 Zafer Plaza Cinetech T. 225 48 88 Setbaşı Prestige T. 221 48 06 Kent Meydanı T. 255 30 84 As Merkez Avşar T. 261 57 67 Akpınar K. M. T. 243 73 43 Altıparmak Burç T. 221 23 50 AFM Carrefour T. 452 83 00 B. Manço K.M. T. 366 08 36 Bursa Senfoni Orkestrası A. V.P. Devlet Tiyatrosu Binası T. 225 59 70 135 136
Benzer belgeler
03 - Dergi Bursa
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Yazarlar
A.Kadir Kılınç, Celil Sezer, Dilek Şen,
Emine Civanoğlu, Erdinç Tuğcu, Gözde Aral,
Hakan Akdoğan, Me...